You are on page 1of 444

Yıldırım Koç

KEMALİST DEVRİM,
CHP VE İŞÇİ SINIFI
(1919-1946)
YILDIRIM KOÇ, 1951 yılında Samsun’da doğan Koç, 1973 yılında ODTÜ
İdari İlimler Fakültesi Ekonomi ve İstatistik Bölümü’nden mezun oldu.
1982 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Sosyal
Siyaset Dalında yüksek lisans derecesi aldı. 1974 yılında Tüm İktisatçılar
Birliği’nin kurucuları arasında yer aldı. 1973-1980 döneminde DİSK’e
bağlı Maden-İş ile Yeraltı Maden-İş, Devrimci Metal-İş, Tek Eğitim Büro-İş
ve Devrimci Metal-İş sendikalarında toplu sözleşme uzmanı ve eğitimci
olarak çalıştı. 1980-1983 döneminde ODTÜ İşletmecilik Bölümü’nde
öğretim asistanı olan Koç, ücret ve personel yönetimi konularında dersler
verdi. 1983 yılında Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından 1402 sayılı
yasaya dayanılarak ODTÜ’deki görevinden çıkarıldı. 1983-1984 yıllarında
tutuklu kaldı ve Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi
tarafından Türk Ceza Kanunu’nun 141. maddesini ihlalden 6 yıl 8 ay hapse
mahkûm edildi. Cezasını, 141. madde yürürlükten kalkmadan az önce,
1990-1991 yıllarında tamamladı.
1985-2008 yılları arasında Türk-İş’e bağlı Yol-İş Sendikası’nda Eğitim
Dairesi Başkanı olarak çalıştı. 1993-2003 yılları arasında aynı zamanda
Türk-İş Genel Başkan Danışmanlığı görevini yürüttü. 2003 yılı Eylül
ayında bu görevinden istifa etti. 1998 yılında ODTÜ İktisat Bölümü’nde
ek zamanlı öğretim görevlisi olarak ders vermeye başladı. ODTÜ İktisat
Bölümü’nde 15 yıldır işçi-işveren ilişkilerinin tarihi ve bugünkü durumu
konularında dersler veriyor.
1 Mayıs 1993 tarihinden beri Aydınlık dergisinde ve ardından da Aydınlık
gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor. Teori dergisi yazı kurulu üyesi.
Canan Koç ile evli; bir kızı ve bir torunu var.
Yıldırım Koç’un son dönemde yayımlanmış olan bazı kitapları şunlardır:
Emperyalizm ve Türkiye Sendikacılığına Etkileri, Kaynak Yay., İstanbul,
2009.
İşçi Sınıfı ve Sendika Sorunlarına Ulusalcı Çözüm, Kaynak Yay., İstanbul,
2009.
TÖS, Antiemperyalist Bir Öğretmen Örgütü, Kaynak Yay., İstanbul, 2012.
Anayasalarımızda Emekçiler ve Sendikalar, Kaynak Yay., İstanbul, 2012.
Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi, Osmanlı’dan 2010’a, Epos Yay., Ankara, 2010.
Yanlış-Doğru Cetveli, İşçi Sınıfı Tarihi Yazımında İnatçı Hataları, Epos Yay.,
Ankara, 2010.
Avrupa İşçi Sınıfları, Kapitalizmin Mezar Kazıcılığından Siyasetsizliğe,
Epos Yay., Ankara, 2011.
AKP ve Emekçiler, Epos Yay., Ankara, 2012.
Sendikada Yolsuzluk Yapmanın Elkitabı, Epos Yay., Ankara, 2012.
İşçi/Memur–İşveren İlişkileri, Yeni Başlayanlar İçin Temel Bilgiler, Epos
Yay., Ankara, 2013.
Türk Sendikal Hareketi ve Çağdaş Misyonerler Sivil Örümceğin Sendikal
Boyutu, Yayın B, İzmir, 2010.
Kıdem Tazminatı Fonu ve Kıdem Tazminatı, Hükümetin Yeni Taslağı Ne
Getiriyor?, Uyum Yay., İstanbul, 2012.
Dünden Bugüne Türkiye’de Sendikacılık, Eğitim-İş Yay., Ankara, 2013.
DİSK Tarihi Efsane mi Gerçek mi? 1967-1980, (Canan Koç’la birlikte), Epos
Yay., Ankara, 2008.
KESK Tarihi-I, 1985-1995, Risk Alanlar, Yolu Açanlar, (Canan Koç’la
birlikte), Epos Yay., Ankara, 2009.
KESK Tarihi-II, Yerleşenler, (Canan Koç’la birlikte), Epos Yay. Ankara, 2010.
Türkiye Çalışma Yaşamı Kaynakçası, (Canan Koç’la birlikte), TÜSTAV
Sosyal Tarih Yay., İstanbul, 2008.

y.yildirimkoc@gmail.com
www.yildirimkoc.com.tr
Yıldırım Koç
KEMALİST DEVRİM,
CHP VE İŞÇİ SINIFI
(1919-1946)
Cumhuriyet'in yetiştirdiği ilk kuşak aydınlardan,
92 yıllık yaşamı boyunca Kemalizmden hiç ödün vermemiş
sevgili babam Dr. Kemal Koç'a
saygı ve teşekkürlerimle.
İÇİNDEKİLER

SUNUŞ

GİRİŞ
1919'dan 1938'e Değişen Türkiye
Demokratik Devrim ve CHP

BİRİNCİ BÖLÜM
TÜRKİYE DEMOKRATİK DEVRİMİ VE CHP
Bağımsız Bir Ulus-Devlet Kurma
Kulluktan Yurttaşlığa
Saltanatın ve Halifeliğin Kaldırılması
Toplumsal ve Siyasal İlişkilerde Dinin ve Din Adamlarının Etkisinin
Azaltılması
Toprak Reformu/Devrimi
Kadınların Özgürleşmesi

Çağdaş Bir Ulus Yaratmak

İKİNCİ BÖLÜM
CHP, İŞÇİ SINIFI, SINIF MÜCADELESİ
Mustafa Kemal Paşa'nın Bağımsızlık Tutkusu ve Komünizm Değer-
lendirmesi
Sovyet Rusya'ya Bağımlı Kurtuluş Girişimleri ve Mustafa Kemal Paşa
Sovyet Rusya'daki Türk Komünistleri
Komünist Enternasyonal'in Politikaları
Türkiye Komünist Fırkası, Bolşeviklik ve Mustafa Kemal Paşa
Sınıf Mücadelesini Önleme Anlayışı ve Halkçılık
"Devlet Sosyalizmi", Devletçilik ve Mustafa Kemal Paşa
Komünistlere Karşı Tavır

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İŞÇİ SINIFININ DURUMU
Türkiye'de 1923-1946 Döneminde Mülksüzleşme ve
İşçi Sınıfının Oluşumu
1929 Bunalımı ve Mülksüzleşme
Mülksüzleşme ve Hükümet Politikaları
Mülksüzleşme ve Ortakçılık
Eve-İş-Verme Sistemi ve "Vahidi Fiyat" Uygulaması
Gurbetçilik

Türkiye'de 1923-1946 Döneminde İşgücü Yetersizliği ve


Daimi İşçi Sıkıntısı
Daimi ve Nitelikli İşçi Sıkıntısı
İşçi Devri ve İşe Devamsızlık
Maden İşçiliği
Yabancı İşçi İstihdamı
İşsizlik
Hükümetin İşgücü Açığını Kapatma Çabaları
• Nüfusu Artırma Çabaları • Zorunlu Çalışma
• Hükümlü ve Askerlerin Çalıştırılması • Vergi Ayrıcalığı

Türkiye'de 1923-1946 Döneminde Ücretli İşgücü

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
CHP VE İŞÇİ/MEMUR HAKLARI
1919-1922 Dönemi
Siyasal Parti Programlarında Çalışma Yaşamına İlişkin
Düzenlemeler
Ereğli Kömür Havzasına İlişkin İki Kanun
Ulusal Kurtuluş Savaşı ve İstanbul Sendikaları

1923-1925 Dönemi
İzmir İktisat Kongresi ve İşçiler
• İktisat Kongresi'nin Amacı • İktisat Kongresi İşçi Grubunun İkti-
sat Esasları • İktisat Kongresi Sonrası Değerlendirmeler
9 İlke ve İşçi/Memur Hakları
İşçilerin ve Memurların Haklarına İlişkin Düzenlemeler

1925-1929 Dönemi
CHP Belgelerinde ve Hükümet Programlarında İşçi/Memur Hakları
İşçileri ve Memurları Doğrudan İlgilendiren Mevzuat
Devlet Memurları Kanunu (Memurin Kanunu, 1926)
• Aylıklar ve Diğer Ödemeler • Çalışma Süresi • İş Güvencesi ve
Disiplin Cezaları • Sosyal Güvenlik • Konut Kredisi ve Lojman •
Örgütlenme, Toplu Pazarlık ve Grev Hakları • Siyasal Faaliyet

1930-1938 Dönemi
CHP Belgelerinde ve Hükümet Programlarında İşçi/Memur Hakları
İşçileri Doğrudan İlgilendiren Mevzuat 3008 Sayılı İş Kanunu
• İş Kanunu'nun Kapsamı, Uygulanması ve Yürürlüğe Girmesi
• Ücretler ve Yan Ödemeler • Çalışma Süresi • İş Güvencesi
• İşçi Temsilciliği (Mümessilliği) • İş Sağlığı ve İş Güvenliği
• Sosyal Güvenlik
Sendikalaşma, Toplu Pazarlık ve Grev Hakları
Kamu Kesiminde 1923-1946 Döneminde İşçi Hakları
• Bazı Kamu İşletmelerinde İşçilerin Çalışma ve Yaşama Koşulları
• TCDD'de Çalışan İşçilerin Hakları (Statü-Ücretler-Şube Mıntıkası
Dışında Görev Zammı-Fazla Çalışma Ücreti-Ulusal Bayram, Genel
Tatiller ve Hafta Tatillerinde Ücret Ödenmesi-Yıllık Ücretli İzin-İş
Kazası Nedeniyle Ölümde Tazminat-Hastalıkta Ücret Ödeme-Kı-
dem Tazminatı-Mesken Tazminatı-İşçi Çocuklarının Eğitimine Kat-

13
kı-Tekel İş Yerleri İç Yönetmeliği)
Memurların Gelirleri ve Tekaüt Sandıkları
Memurlar ve Siyasal Faaliyet

1939-1946 Dönemi
CHP Belgelerinde ve Hükümet Programlarında İşçi/Memur Hakları
İşçileri Doğrudan İlgilendiren Mevzuat
• Milli Korunma Kanunu • İşçilere İlişkin Diğer Düzenlemeler
Memurların Gelirleri ve Yaşam Koşulları
Yüksek Hakem Kurulu Kararları
• İzmir Tramvay ve Elektrik T.A.Ş. İşçileri (1939) • İstanbul Hava-
gazı, Elektrik ve Teşebbüsatı Sınaiye T.A.Ş. Yedikule Havagazı Fab-
rikası İşçileri (1941) • İzmir'de Belediye Un Fabrikası, Filibeli ve
Kardeşleri Un Fabrikası, İstihlas Un Fabrikası İşçileri (1942)
• İstanbul Havagazı ve Elektrik ve Teşebbüsatı Sınaiye T.A.Ş. Ye-
dikule ve Kadıköy Fabrikaları İşçileri (1943) • Pamuk Mensucat
T.A.Ş. İşçileri (1945-1946) • Anadolu Çimentoları T.A.Ş. Kartal Fab-
rikası İşçileri (1946) • Şark Sanayi Kumpanyası T.A.Ş. Mensucat
Fabrikası İşçileri (1946)

SONUÇ

14
SUNUŞ

1919 yılında Osmanlı Devleti çökmüştü. Bu topraklarda ya-


şayan halk, emperyalist güçlerin hâkimiyeti altına sokulmuştu.
Halk, aynı zamanda, padişahın ve halifenin, ağaların, tarikat
şeyhlerinin, mollaların, aşiret reislerinin kuluydu. Kadınlar bir de
erkeklerin kuluydu.
1919-1938 döneminde Türkiye'de aşama aşama bir milli de-
mokratik devrim gerçekleşti.
Bu milli demokratik devrim Mithat Paşa, Ziya Paşa ve Namık
Kemal gibi yurtsever aydınların açtığı yolda ilerleyen İttihat ve
Terakki'nin hazırladığı altyapıdan yararlandı; ancak demokratik
devrimi zirveye tırmandıran güç, Mustafa Kemal Paşa idi. Mustafa
Kemal Atatürk, insanlık tarihinde çok az bireyin gerçekleştirebil-
diği bir rol oynadı; Türkiye demokratik devrimini (veya milli de-
mokratik devrimi), 1938 yılına kadar sürekli yenilediği ittifaklarla,
günün koşullarının elverdiği zirveye taşıdı. Cumhuriyet Halk Par-
tisi, O'nun düşüncelerini hayata geçirmede kullandığı bir araçtı.
Türkiye'nin demokratik devrimi, feodalizmin bağrında gelişen
kapitalizmle güçlenen devrimci burjuvazinin feodal güçlere (kral,
aristokrasi ve kilise) karşı verdiği bir mücadeleyle gerçekleşmedi.
Demokratik devrim, kapitalizmin gelişmediği koşullarda, emper-
yalist sömürüye karşı ön plana çıkan ulusalcı/millici kimlikleriyle
hareket eden toplumsal kesimlerin öncülüğünde, ekonomik çı-

15
karları emperyalizmle çelişen sınıf ve tabakaların ağırlıklı olarak
milli kimlikle hareket etmesiyle gelişti. Ulusal Kurtuluş Savaşı,
halkı kapitalist ilişkiler içinde ekonomik açıdan sömüren güçlere
karşı değil, halkın canına, namusuna ve malına önce doğrudan
ve sonradan dolaylı olarak da kasteden saldırganlara karşı ger-
çekleştirildi.
Tekin Alp, 1936 yılında yayımlanan kitabında bu anlayışı Ata-
türk'ün şahsında şöyle yansıtmaktadır: "'Yeni Türk' isimli insan
tipinin yaratıcısı olan Önder ne bir sınıfı, ne de bir zümreyi temsil
etmektedir. O, yükvücud ve tecezzi (bölünme, Y.N.) kabul etmez
millî camiayı temsil eder. Millî hâkimiyeti tanzim, sevk ve idare
edecek olan siyasî kadrolar, herhangi bir sınıfın, herhangi bir si-
yasî partinin menfaatini değil, ancak milletin umumi menfaatini
gözönünde bulunduracaklardır."1
Kapitalizm Avrupa'da ademimerkeziyetçi feodalizmin bağ-
rında gelişirken burjuvazi, önünde engel olarak aristokrasiyi ve
ruhban sınıfı buldu. Ayrıca burjuvazinin çıkarları doğrultusunda
iç pazarı bütünleştirecek ve dış rekabetten koruyacak, diğer ülke-
lerle ilişkilerde burjuvazinin gereksinimleri ve taleplerini dikkate
alacak ulus-devletler ve uluslar gerekliydi. Bu nedenle burjuvazi
milliyetçi oldu, ulus-devletin kurulmasını, ulusun oluşturulması-
nı ve insanların, aristokrasinin ve ruhban sınıfın kulları olmaktan
kurtarılarak kapitalist üretim biçimi içinde özgür yurttaşlar olma-
sını savundu. Burjuvazinin sınıf çıkarları, demokratik devrimde
belirleyiciydi ve burjuvaziyi tarihin bu döneminde ilerici ve mil-
liyetçi yaptı.
Türkiye demokratik devriminde ilişki tam tersidir.
Osmanlı Devleti yarısömürge durumdan yok olma aşamasına
doğru ilerliyordu. İnsanların canı, namusu ve malı, emperyalist
güçlerin ve onların taşeronlarının saldırısının hedefi durumun-
daydı. Padişah/halife, Osmanlı toplumunu oluşturan çeşitli et-

1 T. Alp, Kemalizm, Cumhuriyet Gazete ve Matbaası, İstanbul, 1936, s.74.

16
nisitelerin bir bölümü ve din adamlarının çoğunluğu, bu saldırı
karşısında ya işbirlikçilik yapıyordu ya da sinmişti. Türkiye de-
mokratik devrimi, kapitalizmin gelişmesinin önündeki engelleri
kaldırmak isteyen bir burjuvazinin önderliğiyle ve programıyla
değil, emperyalizme ve onun işbirlikçilerine karşı can, namus ve
mal kaygısıyla, bağımsız yaşayabilme güdüsüyle hareket eden in-
sanların önderliği ve programıyla gelişti.
Türkiye demokratik devriminde, topraksız köylülüğün toprak
ağalarına karşı bir mücadelesi de yoktu. Bu eksiklik, Türkiye de-
mokratik devriminde 1945 sonrasında geriye gidişleri kolaylaştı-
ran bir etmen oldu.
Türkiye demokratik devriminin gerek Ulusal Kurtuluş Savaşı,
gerek 1923-1938 dönemindeki evriminde belirleyici amaç, bağım-
sız bir ulus-devletin yaşatılması, ulusun feodal etkilerden kurta-
rılması ve güçlendirilmesiydi. Bu amaca ulaşmada peşinen tercih
edilen bir ekonomik/siyasal/toplumsal model de yoktu. Mustafa
Kemal Paşa, kapitalizmin gelişmesinin önündeki engelleri kaldır-
mak isteyen burjuvazinin bir temsilcisi değil, bağımsız bir Türkiye
Cumhuriyeti kurmak için gerektiğinde kapitalizmi ve burjuvaziyi
de geliştirmeyi kabul eden bir önderdi.
Temel amaç, bağımsız ve çağdaş bir devletin kurulması ve ya-
şatılmasıydı. Sovyet Rusya, 1921 yılının Mart ayında İngiltere ile
imzaladığı antlaşma ve uygulamaya soktuğu Yeni Ekonomik Poli-
tika (NEP) ile yeni bir döneme giriyordu; planlı ekonomiye ancak
1928 yılında geçilebilecekti. Sovyet Rusya'nın bile Batı ile geçici
bir süre için olsa da uzlaştığı ve/veya uzlaşmış göründüğü ve iç
sorunlarını çözmeye öncelik tanıdığı koşullarda, Mustafa Kemal
Paşa'nın önündeki seçenekler sınırlıydı. İşçi sınıfı çok zayıftı ve
Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda antiemperyalist duruş açısından ba-
şarılı bir sınav vermemişti. Komünistlerin enternasyonalist ve
enternasyonalizm adına Sovyetler Birliği'nin çıkarlarını koruma
politikası biliniyordu. Türkiye demokratik devrimi, bağımsız bir
devlet ve çağdaş bir ulus hedefine ulaşmada, ekonomik, siyasal

17
ve toplumsal tercihlerini belirlediğinde, ortaya yaşanan süreç
çıktı. Dünyadaki dengeler ve Türkiye'de sınıfların karşılıklı gücü
açısından Türkiye'nin bağımsız bir devlet olarak kurulması ve ge-
lişebilmesi ancak ve sadece komünistlikle mümkün olacak olsay-
dı, Mustafa Kemal Paşa'nın tercihi herhalde o doğrultuda olurdu.
Bu çerçevede düşünüldüğünde, Ulusal Kurtuluş Savaşı sınıf
kimliklerin geri planda bulunduğu, sınıf ayrımı gözetilmeden her-
kesin can, namus ve mal kaygısıyla hareket ettiği bir mücadeleydi.
Dünya Savaşı başladığında herkesin beklentisi savaşın kısa sü-
rede bitmesiydi. Tam tersi oldu; tüm halkları etkileyen topyekûn
savaş yaşandı. Fransa'nın kaybı 1,4 milyon kişiydi; Fransa'da as-
kerlik çağında olan her beş erkeğin biri hayatını kaybetti. Alman-
ya'nın kaybı 1,8 milyon, Rusya'nın kaybı 1,7 milyon, İngiltere'nin
kaybı 740 bin, İtalya'nın kaybı ise 615 bin kişiydi. Bu büyük yıkım,
asker isyanlarına yol açtı. Fransa'da 1917 Nisan'ında 68 tümen
(Fransız ordusunun yarısı), büyük kaybın yaşandığı bir saldırı son-
rasında emirlere uymadı. Askeri mahkeme 500 kişi hakkında ölüm
cezası verdi ve 49 kişiye bu ceza uygulandı. Ancak bu baskılar ve
bazı tavizler sonrasında disiplin yeniden sağlanabildi. 1917 yılında
da İtalya'da 50 bin askerin ve İngiltere'de de 100 bin askerin ayak-
lanması olayı yaşandı. İngiliz ordusu bazı tavizlerle ayaklanmayı
bastırdı ve ardından ayaklanmanın önderlerini idam etti.2
Rus Devrimi sonrasında 14 ülke, 1918-1920 döneminde Sovyet
Rusya'ya saldırdı. Bu dönemde Sovyet Rusya topraklarında 260
bine yakın yabancı asker vardı. İngiltere 40.000 asker, Fransa
12.000 asker ve İtalya 2.500 askerle Sovyet Rusya'ya saldırmıştı.
Emperyalistlerin taşeronluğunu yapan Yunanistan'ın ise 23 bin-
den fazla askeri vardı. Özellikle İngiltere ve Fransa, emirlere uya-
cak ve savaşacak asker bulmada büyük zorluk yaşıyorlardı. Bu
emperyalist saldırı başarısızlıkla sonuçlandı.3

2 C. Harman, A People’s History of the World, Verso, London, 2008, s.408, 411.
3 Y. Polyakov (ed.), A Short History of Soviet Society, Progress Publishers, Moscow,
1977, s.69-74.

18
Dünya Savaşı'nın büyük yıkımı, 1917 yılında yaşanan asker
ayaklanmaları, Rus Devrimi'nin başarısı ve ardından Sovyet Rus-
ya'ya gerçekleştiren emperyalist saldırıda yaşanan başarısızlıktan
sonra İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin 1919 yılında Anado-
lu'da yeni bir askeri operasyon gerçekleştirmeye gücü kalmamıştı.
O zaman devreye taşeronlar sokuldu.
Lozan Barış Konferansı'nın 27 Kasım 1922 tarihli oturumunda,
Yunanistan temsilcisi Veniselos Caclamanos, yaptığı konuşmada
bu taşeronluk rolünü şöyle anlatmaktadır: "Yunan ordusunun,
İzmir'e, kendi isteğiyle değil, Müttefiklerin çağrısı üzerine; Yu-
nanistan'ın, kendi özel çıkarları için değil, bütün Müttefiklerin
çıkarları için çıkartılmış olduğu kabul edilmiş bulunmaktadır.
M. Veniselos, bu konuda, kendisi ile M. Clemenceau arasındaki
yazışmaları hatırlattı; M. Clemenceau, kendisine, İzmir'in askeri
işgalinin bu ülkenin Türkiye'den ayrılıp Yunanistan'a katılacağı
anlamına gelmediğini belirtmişti; bu da, Yunanistan'ın İzmir'e
asker çıkartmasının ve Küçük Asya'da askeri eylemlerini sürdür-
mesinin, kendi hesabına değil, fakat Müttefiklerin ortak çıkarları
için yapılmış olduğu anlamına geldiğini ispatlamaktadır."4
İngiltere, I. Dünya Savaşı'nda, savaş sonrasında özerklik ve-
receği vaadiyle sömürgesi Hindistan'daki Müslüman ve Hindu
askerleri Irak cephesinde Osmanlı'ya karşı kullanmıştı. Ancak
bu sözler tutulmadı. Hindistanlı Müslümanlar ve Hindular, Ana-
dolu'da başlayan hareketi bastırmakta kullanılmayı reddettiler;
Müslümanlar, tam tersine, Anadolu'daki mücadeleye destek ver-
diler. Halil İnalcık bu süreci şöyle özetlemektedir: "İngiltere hükü-
meti, Anadolu'da başlayan milli hareketi bastırmak için gerekirse
Hindulardan ve Müslümanlardan asker toplamayı düşünüyordu.
İngiliz halkı ve koloniler, yeni bir savaşa karşıydılar. İşte bu ko-
şullar altında Hindistan'daki Müslüman ve Hindular, İngiltere ile

4 Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar Belgeler, Takım 1, c.3, Ankara Üniversitesi


SBF Yay. No:320, Ankara, 1972, s.11-12. Çeviri, Prof. Dr. Seha L. Meray’a aittir.

19
işbirliği yapmama, non-cooperation kararı almış, dolayısıyla Ana-
dolu'daki milli hareketi desteklemişlerdir."5
İzmir'i, Balkan Savaşı sırasında yaptıkları zulüm Anadolu'ya
göçen muhacirler aracılığıyla bilinen Yunanlılar değil de, daha ince
emperyalist sömürü yöntemleri uygulayan İngilizler işgal etmiş ol-
saydı, Ege'de direniş başlar mıydı? Mustafa Kemal, İzmir'in Yunan-
lılarca işgalinin ertesi günü Samsun'a doğru yola çıkar mıydı?
Çukurova'ya el koyma niyetinde olan Fransız emperyalistleri,
I. Dünya Savaşı'nın sonlarında Fransız ordusunda meydana gelen
asker ayaklanmaları olmasa ve intikam duygusuyla hareket eden
Ermenilere Fransız üniforması giydirip halkın üzerine sürmese-
lerdi, Maraş ve Antep direnişleri bu kadar güçlü gelişir miydi?
Ulusal Kurtuluş Savaşı, sıradan insanlar ve hatta mücadelenin
önderlerinden çoğu için, Yunanlıların ve Ermenilerin vahşi saldı-
rılarına karşı halkın canını, namusunu, malını kurtarma müca-
delesiydi.
Yunan ve Ermeni saldırılarına doğrudan maruz kalmayan ke-
simlerin Ulusal Kurtuluş Savaşı'na katılması, örgütlü öncünün
büyük çabalarını, özverisini ve hatta yaptırımlarını gerektirmiştir.
Asker kaçakları sorunu ancak İstiklal Mahkemeleri ile bir ölçüde
kontrol altına alınabilmiştir.
İsmet Paşa'nın 1921 yılında bir grup subaya söyledikleri son
derece önemlidir: "Hatıralarında belirttiği gibi, İnönü Savaşları
sırasında Bursa'dan geriye dönen bir kafileyi durdurarak, subay-
ları bir tarafa çeker ve onlara şöyle der: 'İçinde bulunduğunuz
vaziyeti bilesiniz. Padişah düşmanınızdır. Yedi düvel düşmanınız-
dır. Bana bakın, kimse işitmesin, millet düşmanınızdır.'"6
Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın önder kadrosu içinde Amerikan
mandasını savunanlar, İtalyan, Fransız ve İngiliz emperyalistle-
riyle her an uzlaşma çabasında olanlar az değildi. Mücadelenin
önder kadrosunun çoğunluğu Padişah ve Halife yanlısıydı. Mus-

5 H. İnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, Kırmızı Yay., İstanbul, 2007, s.28.


6 T. Timur, Türk Devrimi ve Sonrası, 4. Baskı, İmge Yay., Ankara, 1997, s.16.

20
tafa Kemal Paşa, Yunan ve Ermeni saldırılarına karşı can, namus
ve mal kaygısıyla başlayan bir mücadeleyi, CHP'nin 6 ilkesinde
özetlenen bir demokratik devrime dönüştüren dâhidir. CHP ise
onun bu süreçte kullandığı araçtır.
Bu kitap, CHP'nin 6 ilkesinde (cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı,
devletçi, laik ve devrimci) özetlenen Kemalizmin ve CHP'nin işçi
sınıfıyla ilişkilerini incelemeyi amaçlamaktadır. Kemalizm 1938
yılına kadar CHP'nin belirgin çizgisiydi. 1939-1946 döneminde de
bu özellikler korundu. Ancak 1946/1947 yıllarından itibaren, Ke-
malizmin CHP'nin program ve uygulamalarındaki rolü azalmaya
başladı. Günümüzde, Kemal Kılıçdaroğlu ve ekibinin yönetimin-
de uygulanan çizginin ise Türkiye demokratik devrimiyle ve Ke-
malizmle ilişkisi asgari düzeydedir.
1946/1947 yıllarında yaşanan değişim, yalnızca o yıllarda Ata-
türk'ün ölmüş olmasıyla bağlantılı değildir.
1923-1938 döneminde emperyalist güçler kendi iç sorunlarıyla
boğuşuyorlardı. Özellikle 1929 Büyük Buhranı sonrasında emper-
yalistler arasındaki iç çelişkiler artmıştı. Bu çelişkilerin çözüm
alanı Türkiye değildi. Halbuki 1946 sonlarında başlayan Soğuk
Savaş, dünya sosyalist sistemi ile ABD önderliğindeki kapitalist
sistem arasındaki mücadelede, Türkiye'yi en önemli mücadele
alanlarından biri haline getirmişti.
Diğer taraftan, 1923-1938 döneminde Türkiye'de kapitalizmin
gelişmişlik düzeyi geriydi. 1923-1938 döneminde işçi sınıfının za-
yıflığının yanı sıra, sermayedar sınıf da zayıftı; bağımsız bir güç
olarak siyasal gelişmeleri etkileme gücü azdı. Ayrıca, Türkiye'deki
büyük zenginlerin büyük bölümü azınlıklardan oluşuyordu; tica-
ret ve sanayi işletmeleri olduğu kadar, hizmetler sektöründe de bu
kesimin büyük ağırlığı vardı.7 İttihat ve Terakki'nin milli iktisat ve

7 Azınlıkların II. Dünya Savaşı döneminde Türkiye ekonomisi üzerindeki


hâkimiyetleri için bkz., A.B. Kafaoğlu, Varlık Vergisi Gerçeği, Kaynak Yay.,
İstanbul, 2002, s.59-61. Kitapta Necati Doğru’nun Cumhuriyet gazetesinin 10
Aralık 2001 tarihli sayısında yer alan “Salkım Hanım: Tersine Tarih!” yazısı

21
milli burjuvazi yaratma girişimlerine ve Cumhuriyet Türkiyesi'nin
özel sektörü teşvik politikalarına karşın, güçlü bir burjuvazi or-
taya çıkmamıştı. Türkiye'de bu dönemde burjuvazi devleti yönet-
miyordu; böyle bir gücü, iddiası, umudu yoktu. Rum ve Ermeni
kökenli burjuvazi, Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında izledikleri iş-
birlikçi politikaların hesabının sorulacağı korkusu içindeydi. On-
ları, özellikle yükselen "Türk milliyetçiliği" ve 1923/1924 yılların-
da yaşanan nüfus mübadelesinin (değişimimin) büyük sıkıntıları
da ürkütüyor, Türkiye'de uzun vadeli yatırımlardan caydırıyordu.
Yerli sermayedarlar ise varlıklarını ve güçlenmelerini devlete
borçluydular. Ayrıca Türkiye burjuvazisinin emperyalizmin uzan-
tısı (acentası, pazarlamacısı, hammadde ve tarım ürünü tedarik-
çisi, v.b) olması ve ülkenin siyasi bağımsızlığını pekiştirecek sa-
nayileşme sürecine yönelmemesi, burjuvazinin sınıf çıkarları ile
devletin bağımsızlıkçı politikaları arasında bir uyumsuzluğa yol
açıyordu.
Mustafa Kemal Paşa'nın Türkiye burjuvazisiyle ilişkileri, Ad-
nan Menderes'in, Süleyman Demirel'in, Mesut Yılmaz'ın, Tansu
Çiller'in, Recep Tayyip Erdoğan'ın Türkiye burjuvazisiyle ilişkisin-
den temelden farklıdır. Türkiye burjuvazisinin temsilcileri, Adnan
Menderes'ten başlayarak başbakanlara bazı taleplerini dikte et-
tirebilmişlerdi. Mustafa Kemal Paşa ise taleplerini Türkiye burju-

da yer almaktadır (s.88-94). Bu yazıda, İstanbul Ticaret Odası kayıtlarından


hareket edilerek, İstanbul ekonomisinin yaklaşık yüzde 90’ına Musevi, Ermeni
ve Rumların hâkim olduğu ileri sürülmektedir. Arslan Başer Kafaoğlu, Türkiye
ekonomisi üzerinde azınlık hâkimiyetinin sona ermesinde üç önemli gelişmeye
işaret etmektedir: “(1) İsrail devletinin kuruluş döneminin sona ermesiyle
birçok Yahudi buraya gitti; (2) 1955’te 6-7 Eylül olaylarından sonra önemli
bir Rum nüfus Yunanistan’a gitti; (3) Selanik Bankası ve iki İtalyan bankasının
ülkemizden ayrılması. Bu bankalar azınlıklara muvazaalı işlerde büyük kolaylık
sağlardı.” (s.66) A. B. Kafaoğlu’nun bu listesine belki Rumların (EOKA’nın)
1963 yılı Aralık ayında Kıbrıs’ta Türklere yönelik saldırısından sonra Türkiye
Cumhuriyeti Hükümeti’nin aldığı bir kararla, Türkiye’de yaşayan ve ekonomik
faaliyetin içinde bulunan binlerce Yunan vatandaşı Rumu sınırdışı etmesi ve
bu arada T.C. vatandaşı Rumların da ülkeden ayrılması eklenebilir.

22
vazisine dikte ettirebilecek güçteydi. İsmet İnönü bile, II. Dünya
Savaşı sırasında Varlık Vergisi uygulamasıyla Türkiye burjuvazisi-
nin bir bölümünün servetine el koyabilecek, bazı büyük burjuva-
ları Aşkale'deki çalışma kampına gönderebilecek güçteydi. Adnan
Menderes ve sonrasındaki başbakanların hangisinin bu gücü ve
niyeti vardı veya olabilirdi?
Doğu Perinçek'in bu konudaki değerlendirmesi şöyledir:
"1930'larda Türkiye'de önemli sınıf farkları yoktu. Büyük
zenginler yoktu. Ülke milli demokratik devrim aşamasınday-
dı. Toplumun önündeki sorun, sermaye ile işçi çelişmesini
çözmek değildi. Temel mesele, sermayedardan işçiye kadar
uzanan halk ile emperyalizm ve feodalizm arasındaki temel
çelişmeyi çözmekti. Atatürk, 1920'lerden başlayarak bu ger-
çeği saptamıştı."8
Gerçekten de 1945-1946 yıllarına kadar Türkiye'de ekonomik
artığın yaratılması ve buna başkalarınca el konulması (sömürü)
sürecinde belirleyici olan çelişki, genişletilmiş yeniden üretimi
gerçekleştiren kapitalist ile mülksüzleşmiş ve işgücünden başka
satacak bir şeyi olmayan işçi arasındaki çelişki değildi. Yaratıl-
maya çalışılan ulus, Osmanlı'nın olumsuz mirası temelinde ve
emperyalistlerin cirit attığı bir dünyada yoksulluk ve cehaletten
kurtulmaya çalışıyordu. Ülkede sömürü ilişkileri vardı; ancak ül-
kede sınıfların mevzilenmesini, sınıf çelişkilerini ve mücadelesini
hâkim sömürü biçimi belirliyordu.
Ülke, emperyalizmin sömürüsü altındaydı. Emperyalistler,
Türkiye'de üretilen hammadde ve tarım ürünlerini değerlerinin
altında fiyatlarla satın alıyor, kendi ürünlerini Türkiye'ye değer-
lerinin üstünde fiyatlarla satıyor ve ayrıca verdikleri borçlardan
yüksek oranlı faiz alıyorlardı. Topraksız ve az topraklı yoksul köy-
lülük, büyük toprak sahiplerinin ve tefecilerin sömürüsü altın-

8 D. Perinçek Kemalist Devrim-6: Atatürk’ün CHP Program ve Tüzükleri, Kaynak


Yay., İstanbul, 2008, s.37-8.

23
daydı. Aşiret reisleri ve şeyhler de yaratılan ekonomik artığın bir
bölümüne geleneksel toplumsal ilişkiler aracılığıyla el koyuyor-
lardı. Türkiye burjuvazisinin büyük bölümü ticaretle uğraşıyor,
emperyalistlerin sömürü çarkında el konan ekonomik artıktan
pay alıyordu. Türkiye burjuvazisinin çok küçük bölümü, doğru-
dan üretim ilişkileri içinde artık-değer sömürüsünü gerçekleşti-
riyordu. Türkiye'de mal üretiminde faaliyet gösteren işverenlerin
büyük bölümü ise basit yeniden üretim yapıyorlardı; bu "küçük
patron"ların9 işyerlerinde, sınıf çelişki ve mücadelesine yol açan
bir sömürü söz konusu değildi.
Bu tablo, II. Dünya Savaşı sonrasında değişti. Özellikle II.
Dünya Savaşı sırasında belirli ellerde yoğunlaşan sermaye biriki-
mi, sermayedar sınıfı güçlendirdi. Bu sermayedar sınıf ve büyük
toprak sahipleri, savaş sonrası dönemde ABD emperyalistleriyle
işbirliği içinde kendi sınıf çıkarları doğrultusundaki politikaları
dayatabilecek güce eriştiler.
Dünyadaki yeni güç dengeleri ve Soğuk Savaş bir yandan, Tür-
kiye'de kapitalizmin gelişmesinde ulaşılan aşama diğer yandan,
1946-1947 yıllarından itibaren CHP'nin politikalarının değişmesi-
ne yol açtı.
Böyle durumlarda demokratik devrim ya ileriye götürülür, ya
geriye gider. Atatürk hayatta olsaydı, ileriye doğru gitme olasılı-
ğı vardı. Atatürk çapında bir önderliğin bulunmadığı koşullarda,
Türkiye demokratik devrimi geriye doğru kaymaya başladı. Kılıç-
daroğlu ve ekibinin bugünkü çizgisi, bu geriye kayışın zirvesidir.
Bu kitap, yükseliş döneminin onurlu öyküsüdür. II, Dünya Sa-
vaşı sonrasından itibaren demokratik devrimde geriye gidişin ve
Kemal Kılıçdaroğlu döneminde emperyalizmin politikalarıyla uz-
laşma sürecinin öyküsü, başka bir kitabın konusudur.
Bu kitap, Kemalist Devrim, CHP ve İşçi Sınıfı konusunda daha
önce yapılmış çalışmalardan özellikle işçi sınıfı tanımı konusunda

9 Kleinmeister: Patronlaşamayan küçük işverenler.

24
ayrılmaktadır. Diğer çalışmalarda "işçi sınıfı", yürürlükteki mev-
zuata göre işçi sayılanlar veya ücret karşılığında bedenen çalışan-
larla sınırlandırılmaktadır. Halbuki toplumsal sınıflar, hukuki ta-
nımlara veya yapılan işin beden veya kafa emeği ağırlıklı olması-
na göre belirlenmez. İşçi, üretim araçları mülkiyetinden kopmuş
ve geçimini sağlamak için işgücünü satmaktan başka olanağı ve
çaresi bulunmayan kişidir. Bu kişinin üretken faaliyette bulunup
bulunmaması, istihdam edildiği sektör, yaptığı işin ağırlıklı ola-
rak beden/kol veya kafa işi olması, mesleği, bağlı bulunduğu hu-
kuki statü ve diğer bazı etmenlere göre işçi sınıfı içindeki konumu
değişiklik gösterir. Diğer bir deyişle, işçi sınıfı, çeşitli alanlarda
farklılıkları olan, ancak ortak noktaları geçimini sağlamada belir-
leyici kaynağı işgücü satışından elde edilen ücret olan kişilerden
oluşur. Bedenen çalışanlarla veya hukuki statüsü "işçi" olanlarla
sınırlı bir işçi sınıfı anlayışı, kanımca, son derece ilkel ve yanlıştır;
bu temelde yapılan analizler gerçekliğin kavranmasına yardımcı
olmaz; gerçekliği çarpıtır.
Bu çerçevede bakıldığında, kitabın diğer çalışmalardan önem-
li bir diğer farkı, memurların sınıfsal konumuna ilişkin yapılan
değerlendirmelerdedir. Toplumsal ilişkilere sınıf çerçevesinde
değil de hukuki statü çerçevesinde bakanlar, 1923-1938 dönemin-
de Türkiye işçi sınıfının en nitelikli/vasıflı unsurlarından oluşan
"memur"ları "küçük burjuva" olarak nitelendirmektedirler. Hal-
buki, siyasal anlamda gerici bir örgütlenme olarak 1919 yılında
kurulan Uluslararası Çalışma Örgütü bile tüm ücretli çalışanları
"işçi" olarak nitelendiriyor ve "memur" statüsünde istihdam edi-
lenleri bile bu çerçevede değerlendiriyordu. Memurları küçük bur-
juva olarak kabul eden anlayış, Uluslararası Çalışma Örgütü'nün
bile gerisindedir.
Marks ve Engels, bazı itibarlı mesleklerin kapitalist düzende
nasıl işçileştiğini, 1848 yılı başında yayımlanan Komünist Mani-
festo'da şöyle anlatıyordu: "Burjuvazi, şimdiye kadar itibar gören
ve saygılı bir huşuyla bakılan her mesleğin halesini çekip aldı.

25
Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını, ücretini ödediği
kendi ücretli emekçisi durumuna getirdi."10
Bu konuda ilginç bir değerlendirme, daha 1919 yılında yapıl-
mıştır.
Türkiye Komünist Fırkası'nın kurucularından ve 28/29 Ocak
1921 günü katledilen Ethem Nejat, 1919/1920 yıllarında yayımla-
nan "Darülmualliminli Gençlere" yazısında, öğretmenlerin sınıf
özelliğini şöyle ön plana çıkarıyordu:
"Darülmualliminli genç! Sen kendin çok iyi biliyorsun ki sen
proleter evladısın.
"Baban nasıl kolunun kuvvetiyle çalışıyor ise, sen de gün-
de on-on beş saat kafanı yorarak, beynini çatlatarak çalışa-
caksın. Bugün daha pek genç ve mektep talebesi isen, yarın
bugünkü tarzı hükümetin muhakir gördüğü bir iptidai mek-
tebin mürebbisi olacaksın. Ve muallimlerin çektiği azabı, aç-
lığı çekmeye ve mektebin ve talebelerinle devletlûların mek-
tebi yanında hakir kalmaya mahkûm olacaksın.
"O halde ey genç! Ey yarının mürebbisi! Şimdiden menfaati-
ni bil! Sen gündelikle çalışan işçiden başka bir şey değilsin!
Koluyla çalışan, uzvi faaliyetini bir lokma yiyeceğe hasreden,
bu haksız ve hain cemiyet içinde ilimden, fenden hisse ve kıs-
met alamayan biçare işçi gençler ile bir sırada, bir halde, bir
endişede olduğunu idrak et. Onlarla elele ver, 'yevm-i cedit,
rızkı cedit' (yeni gün, yeni azık, Y.N.) yaşayan sınıfın gençleri,
çocuklarıyla birlikte çalış, yarının inkılâp hazırlıkların yap!"11

10 “The bourgeoisie has stripped of its halo every occupation hitherto honoured
and looked up to with reverent awe. It has converted the physician, the lawyer,
the priest, the poet, the man of science, into its paid wage-labourers." (Marx-
Engels, Selected Works, Vol.1, Progress Publishers, Moscow, 1973, s.111.
11 “Darülmuallimin” 1848’de Sultan Mecit döneminde İstanbul’da Fatih civarında
kurulmuş bulunan erkek öğretmen okuluydu. Bkz. TÜSTAV, Mustafa Suphi ve
Yoldaşları, İstanbul, 2004, s.115-117.

26
Bu konuda Emin Türk Eliçin'in görüşü de şöyledir: "Memurla-
rın az maaşlı olanlarıyla topraksız ya da pek az topraklı köylüleri
işçi sınıfından saymak doğru olur. Abdülhamit saltanatının son
zamanlarında askeri ve mülki memurlardan bir bölümü yüksek
maaşları ve burjuvazi ile işbirliği etmekten sağladıkları kazançları
sayesinde devlet egemenliğinden yetesiyle yararlanırken, başka
bir bölüğü, yani taşrada yalnız kendi ufak maaşları ile geçinmek
zorunda bulunan memurlar ve küçük rütbeli subaylar hallerinden
memnun değillerdi ve hükümete karşı homurdanıyorlardı. İttihat
ve Terakki, işte bu yoksul (proleter) askeri ve mülki memur taba-
kasına dayanarak tarih sahnesine çıktı ve gizli örgütüne aldığı ki-
şiler daha çok bunlardı."12
Türkiye'de memur statüsünde istihdam edilen ücretliler de,
işçi sınıfının parçasıdır. Memurlar, 1926-1938 döneminde, devletin
onlara duyduğu büyük gereksinim nedeniyle, başka ülkelerde az
rastlanan bazı önemli olanaklara ve ayrıcalıklara sahip oldular. Bu
ekonomik ve toplumsal ayrıcalıklarının temeli, memur statüsünde
istihdam edilen ücretlilerin sınıf kimliklerini öne çıkararak örgüt-
lü bir mücadele vermeleri değildi. Tam tersine, bu kişiler, ulusal
kimliklerini öne çıkardılar, demokratik devrimin kazanımlarını
sahiplendiler ve bu konudaki görevlerini yerine getirdikçe önemli
ekonomik haklar ve toplumsal itibar kazandılar. Diğer bir deyiş-
le, Türkiye'de memurlar, diğer ülkelerde de örnekleri görülen işçi
aristokrasisinin güzel ve başarılı bir örneğiydi. Bu çerçeveden ba-
kıldığında, Türkiye demokratik devrimi, işçi sınıfının en nitelikli
kesimlerini sistemle bütünleştirmede son derece başarılı oldu.
Kemalizmin diğer bir başarısı, işçi sınıfının sınıf kimliğinin
öne çıkmasını önlemede sınıf içi kademelenmeyi/tabakalaşmayı
iyi kullanmasıdır. Özellikle 1930'lu yıllarda uygulanan politikalar-
la, en tepede devlet memurlarının, altında kamu kesimindeki işçi-
lerin, onun altında özel sektörün büyük işletmelerindeki işçilerin,

12 E. T. Eliçin Kemalist Devrim İdeolojisi, Ant Yay., İstanbul, 1970, s.252.

27
onun altında küçük işletmelerin işçilerinin ve en altta da geçici ve
güvencesiz işçilerin yer aldığı bir hiyerarşik yapı yaratıldı.
Türkiye işçi sınıfı, 1923-1938 döneminde çok zayıftı. Başka çalış-
malarda verilen işçi sayılarının önemli bölümü, tam olarak mülk-
süzleşmemiş ve geçici sürelerle ücret karşılığı çalışan kişilere iliş-
kindir. Tam mülksüzleşmemiş kişinin bilincinde küçük üreticilik
kimliği egemendir. Bu insanlarda sınıf kimliği, sınıf bilinci ve sınıf
temelli örgütlenme eğilimi son derece zayıftır. İşçilik yapanların
önemli bir bölümü de ilk kuşak işçidir; 1914-1923 döneminde ül-
keden ayrılan Ermeni ve Rum işçilerin yerlerini almış, deneyimsiz
işçilerdir. 1923-1938 dönemine ilişkin çalışmaların çoğunda işçile-
rin mülksüzleşme düzeyi dikkate alınmadan analizler yapılmış,
örgütlenme ve eylem yetersizliği, bu konudaki eğilim eksikliğine
değil, baskıya bağlanmıştır. Bu yaklaşım temelden yanlıştır.
İşçi sınıfı tanımı ve mülksüzleşmeyi göz ardı etme konularında
yapılan hatalar, 1923-1946 döneminde Türkiye demokratik devri-
minin işçi sınıfına yaptığı katkıların göz ardı edilmesine yol aç-
maktadır. Bazı kitaplarda işçi sayıları abartılmakta, sınıf kimliği
ve bilinci gelişmemiş işçilerin tepkisizliği ise yönetimin baskıla-
rına bağlanmaktadır. Ayrıca bu dönemde yürürlükte olan mev-
zuat, iç yönetmelikler ve benzeri konulardaki bilgisizlik, Türkiye
demokratik devriminin işçi sınıfına yaklaşımının incelenmesinde
büyük yanlışlara yol açmaktadır.
Türkiye'de özellikle bu dönemde işçi sınıfına ilişkin değerlen-
dirmelerde yapılan diğer bir hata, işçi çalıştıran kişilerin ve ku-
ruluşların sermayedar olup olmadığına bakılmamasıdır. İşçi ile
kapitalist arasındaki ilişkinin sınıf çelişkisine yol açması, ancak
işverenin işçi çalıştırarak bir birikim sağlamasıyla mümkündür.
Ekonomi politiğin kavramlarını kullanacak olursak, basit yeni-
den üretim, işyeri düzeyinde sınıf çelişkisi yaratmaz. Sınıf çeliş-
kisi yaratan, sınıf kimliği ve bilincini geliştiren ve sınıf mücadele-
sine yol açan, genişletilmiş yeniden üretimdir, sömürü sayesinde
bir sermaye birikiminin olmasıdır.

28
1923-1946 döneminde Türkiye işçi sınıfının önemli bir bölümü,
Marks'ın "küçük patron" olarak isimlendirdiği küçük işletmeler-
de istihdam ediliyordu. Bu işletmelerin çoğunda işveren, birkaç
işçisiyle birlikte çalışıyordu ve işletmenin kazancı, sermaye biri-
kimine olanak vermiyordu. Bu kişiler, kapitalistleşememiş veya
patronlaşamamış işverenlerdi. Bu işverenlerin çalıştırdıkları işçi-
lerde sınıf bilincinin gelişmesi çok zordu.
İşçi tanımı, mülksüzleşme düzeyi, memurların sınıfsal konu-
mu, "küçük patron" olgusu gibi noktalarda yapılan yanlışlar, 1923-
1946 döneminde sınıf ilişkilerinin yanlış kavranılmasına yol açtı.
İnsanların davranışlarının biçimlenmesinde, son analizde
ekonomik çıkarlar belirleyicidir. Ancak ekonomik çıkarlar yalnız-
ca sınıf esaslı değildir. Öyle dönemler olabilir ki, temel ekonomik
çelişki, sınıfsal değil ulusal niteliktedir; emperyalistler ile halk
arasındadır. Kapitalist sömürü yalnızca artık-değer sömürüsü
değildir. Sömürgecilik ve emperyalizm, yaratılan değere el koy-
mada, doğrudan işçi-işveren ilişkisinden çok, fiyat ilişkilerini ve
iktisat dışı zoru (işgal, yağma, vb.) gündeme getirmiştir.
Türkiye demokratik devrimi, yabancı güçlerin ülkede yaratı-
lan kaynağa (ekonomik artığa) el koymasına ve ülkeyi yönetmesi-
ne karşı, milli kimliği öne çıkarılmış bir sınıfsal harekettir.
Bu çerçevede düşünüldüğünde, "milliyetçilik=burjuva düşün-
cesi" gibi bir anlayış, Türkiye demokratik devriminde geçerli de-
ğildir. Feodalizmin bağrında kapitalizmin geliştiği ve demokratik
devrime devrimci burjuvazinin önderlik ettiği süreçlerde milliyet-
çilik konusunda bu tür değerlendirmeler yapılabilir. Demokratik
devrimin emperyalizme ve onun desteklediği çağdışı yapılara
karşı gerçekleştirildiği ülkelerde ise milliyetçilik devrimcidir, dev-
rimcilerin dünyaya bakışının bir unsurudur. Bu özelliğin en gü-
zel sergilendiği örneklerden biri, Türkiye demokratik devriminin
1919-1938 dönemidir.
Bu kitap bir "CHP Tarihi" değildir. Amaç, her biri sürekli bir
değişim içinde olan dünya koşulları, Türkiye'de sermaye birikimi

29
ve kapitalizmin gelişme düzeyi, işçi sınıfının nicel ve nitel biriki-
mi temelinde çeşitli dönemlerde CHP'nin politikaları ve bu poli-
tikalarda yaşanan değişimi anlamaya ve anlatmaya çalışmaktır.
Kitapta "Atatürkçülük" yerine "Kemalizm" kavramının kulla-
nılmasının nedeni, Atatürk'ün sağlığında (hiç kuşkusuz kendisi-
nin onayıyla) kullanılan kavramın bu olmasıdır.
Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti tarafından hazırlanan ve 1934
yılında yayımlanan Tarih IV, Türkiye Cümhuriyeti kitabında şöyle
denmektedir: "İşte yabancı müelliflerin Büyük Millî Reisin adına
nispetle 'Kemalism' dedikleri Türk inkılâp hareketinin temel pren-
sipleri bunlardır."13
Cumhuriyet Halk Partisi'nin 9-16 Mayıs 1935 tarihlerinde ger-
çekleştirilen 4. Büyük Kurultayı'nda kabul edilen Programın giriş
bölümünde şöyle denmektedir: "Kamâlizm: Partinin güttüğü bü-
tün bu esaslar, Kamâlizm prensibleridir."
Tekin Alp, 1936 yılında yayımlanan kitabına Kemalizm adını
vermiştir. Edirne Milletvekili Şeref Aykut'un 1936 yılında yayım-
lanan kitabının adı Kamâlizm (C.H.Partisi Programının İzahı) idi.
Türk Tarih Kurumu üyesi M. Saffet Engin de 1938 yılında yayım-
lanan kitabına Kemalizm İnkılâbının Prensipleri adını koymuştu.14
Bu kitap bir "işçi sınıfı ve sendikacılık hareketi tarihi" de de-
ğildir. Bu nedenle bu konular ancak Kemalistlerin ve CHP'nin po-
litika ve uygulamalarının anlaşılabilmesine katkıda bulunduğu
biçimde ve kapsamda ele alınmıştır.
Kitabın amacı önce "ne oldu?" sorusuna doğru bilgilenme te-
melinde kapsamlı bir yanıt vermektir. Diğer amaç ise, olanların
oluş nedenlerini anlamaya, kavramaya ve anlatmaya çalışmaktır.
Kitabın yazılması sırasında karşılaşılan bir sorun da, Türk di-
linin 1919 yılından günümüze geçirdiği evrim ve zenginleşmedir.

13 Tarih IV, Türkiye Cümhuriyeti, Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti, Devlet Matbaası,
İstanbul, 1934, s.188.
14 M. S. Engin, Kemalizm İnkılâbının Prensipleri, Büyük Türk Medeniyetinin Tarihi
ve Sosyolojik Tetkikine Methal, c.1-2, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul, 1938.

30
1919-1946 dönemine ilişkin belgelerin aynen aktarılması, günü-
müz okuyucularının büyük bölümünün zorluklarla karşılaşması
anlamına gelecekti. Bu nedenle, güvenilir kaynaklar tarafından
günümüz Türkçesine çevrilmiş metinler kullanıldı. Atatürk'e iliş-
kin metinlerde Kaynak yayımları tarafından yayımlanan Ata-
türk'ün Bütün Eserleri'ne başvuruldu. Diğer bazı metinlerde günü-
müzde kullanılmayan sözcüklerin yanına ayraç içinde günümüz-
deki karşılıkları verildi. Bazı sözcükler ise zaman içinde evrime
uğramıştı. Örneğin, günümüzde "cumhuriyet" olarak kullanılan
kavram, bir dönem "cumuriyet," bir ara da "cümhuriyet" olarak
kullanılmıştır. Aktarılan metinlerde bu kavramlar geçtiğinde, on-
lara dokunulmadı.
Türkiye bugün kapitalizmin çok daha gelişkin olduğu koşullar-
da yeniden varoluş/yokoluş noktasındadır. İşçi sınıfı da, sermaye-
dar sınıf da çok gelişmiştir. Sermayedar sınıfın çıkarları emperya-
listlerin çıkarlarıyla bütünleşmiştir veya en azından uyumludur.
Bu koşullarda 1919-1938 döneminin Türkiye demokratik dev-
riminin tekrarlanması söz konusu değildir. Emperyalistlerin ve/
veya taşeronlarının açık işgalinin olmaması da durumu farklılaş-
tırmaktadır.
Buna karşılık, emperyalizmin ve sermayedar sınıfın işçi sınıfı-
na da saldırması, Türkiye demokratik devriminin işçi sınıfı temel-
li bir mücadeleye dönüşmesine ve üretim araçlarının toplumsal
mülkiyetine dayalı bir siyasal/iktisadi/toplumsal programın ger-
çekleştirilmesinin olanaklı olmasına yol açmaktadır.
Kırsal kesimde küçük meta üreticilerinin ve kentlerde esnaf-
sanatkârın hızlı bir biçimde mülksüzleştirilmesi ve tasfiyesi de,
1946/1947 yıllarından beri gerileyen ve günümüzde yokoluş nok-
tasına ulaşan Türkiye demokratik devriminin yeni yükselişinin
daha gelişkin ve ileri bir program temelinde gerçekleştirilmesini
olanaklı ve zorunlu kılmaktadır.
Bu kitap yayımlanmadan önce son taslağı, tüm yaşamı bağım-
sız ve demokratik bir Türkiye ve sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya

31
mücadelesinde geçmiş, Kemalist devrim konusunda önemli araş-
tırmalar ve değerlendirmeler yayımlamış ve 30 ciltlik Atatürk'ün
Bütün Eserleri'nin derlenmesini ve basılmasını sağlamış olan Dr.
Doğu Perinçek ve sevgili arkadaşım Mehmet Bedri Gültekin oku-
du. Silivri'nin zor koşullarında kitap taslağına ilişkin önemli uya-
rı ve önerilerde bulundular; bunlardan yararlandım. Kendilerine
teşekkür ediyor ve bu konuları yüz yüze konuşabileceğimiz gün-
lerde buluşmak dileğiyle, sağlık ve huzur diliyorum 29 Ekim, 10
Kasım ve 13 Aralık'ın bu günleri yaklaştırdığına inanıyorum.

Yıldırım Koç

32
GİRİŞ

CHP, Türkiye'de Mustafa Kemal Paşa'nın önderliğindeki de-


mokratik devrimin önemli aşamalarını gerçekleştiren örgüttü.
CHP, Osmanlı'nın yıkıntı ve küllerinden çağın gereklerine ve
koşullarına uygun (a) bağımsız bir ulus devletin yaratılmasını ve
yaşatılmasını, (b) bu ulus devletin topraklarında yaşayan halkın
uluslaştırılmasını ve (c) bu halkın bireylerinin padişahın, halife-
nin, tarikat şeyhlerinin, mollaların, toprak ağalarının, aşiret reis-
lerinin ve emperyalistlerin kulu olmaktan çıkarılarak özgür birey-
ler haline getirilmesini sağlamaya çalıştı. Kadınların baba ve koca
kulluğundan kurtarılması da temel hedeflerden biriydi.
1937 yılında Anayasaya eklenen ve Kemalizmi özetleyen 6 ilke,
demokratik devrimin kazanımlarını ve hedeflerini özetliyordu.
1919-1938, 1908 ve 1876 öncesinde de reformlar yapıldı.
Emperyalist güçlerin dayatmaları ve hâkim sınıfların konum-
larını koruma kaygısıyla yapılan bu reformlar Türkiye demokratik
devriminin parçası mıydı?
Sadri Etem, 1933 yılında yayımlanan kitabında şunları yazıyor-
du:
"1839 senesini takip eden zamanlarda ara sıra padişahların
ıslahat fermanlarına tesadüf edeceğiz. Bütün bunlar çürü-
yen imparatorluğa biraz daha yaşamak imkânını vermek
için başvurulan çarelerdir. Her şeyden evvel, imparatorlu-

33
ğun paraya ihtiyacı vardı. Para, Avrupa'nın demokrat-liberal
burjuvalarında vardı. Onların borç verebilmeleri için evvela,
Osmanlı ülkesinde güvenli hukuka sahip olmaları ve hükü-
metin kontrolleri altında bulunması lazımdı. Aynı zamanda,
devlete borç verenler kendi sermayelerini de Türkiye'de gü-
venli bir şekilde işletmek, memleketi sömürmek isterlerdi.
Bu hareketlerin Osmanlı Devleti'nce manası tanzimat; libe-
ral-demokrat burjuvaziye göre ise memleketi adamakıllı sö-
mürmek oldu. Bu hareketlerin en dikkate değer olan tarafı,
imparatorluk arazisindeki Türk olmayan unsurları burjuva-
laştırarak milli devletler vücuda getirmek olmuştur. (...) Tan-
zimatın tebaa ile reayayı birleştiren ve onlara hürriyet veren
görüşü, Türkiye'de, yabancı himayesinde yabancılardan
meydana gelen bir burjuva tabakasının oluşumunu temin
etmiştir. Yani Türkiye'nin çağdaş iktisat kudreti tamamen
yabancıların eline geçmiştir. Tanzimat muhtelif fermanla-
rıyla mutlakiyet idaresi yerine çağdaş bir kanun idaresi vaat
ediyordu. (...) Padişah, o zamana kadar kimseye karşı hesap
vermeye mecbur sayılmazken, mesela 1840 senesinde ya-
yımlanan Ceza Kanunu'nda, Padişah kendi haklarını şöyle
sınırlıyordu: 'Padişah Hazretleri'nin kendisi gerek zehirleme
gerek diğer vasıtalar ile hiçbir suçluyu açıkça veya gizlice
katl ve idam etmemeyi taahhüt eylemiş olduğundan, hükü-
met memurlarından birinin her kimi olursa olsun katletmesi
yasaktır.'"15
1876 öncesinin ağırlıklı olarak dış dinamikli reformları, bir
ulus-devlet kurup yaşatmayı, çağdaş bir ulus yaratmayı amaçla-
mıyordu. Amaç, çok etnisiteli hasta adam olan Osmanlı Devleti'ni
çökertmek ve halkı bölüp birbirine kırdırtmaktı. Diğer taraftan,
bu reformlar padişahın yetkilerini özellikle azınlıklardan oluşa-
cak biçimde geliştirilen burjuvazi karşısında bir parça sınırlan-

15 Sadri Etem, Türk İnkılabının Karakterleri, Milli Eğitim Bakanlığı Yay., Devlet
Matbaası, 1933; 2. Basım, Kaynak Yay., 2007, s.42-44.

34
dırırken, halkın kulluktan kurtarılması doğrultusunda bir çaba
da yoktu. Tam tersine, halk daha büyük bir sefalet, çaresizlik ve
kulluk içine itiliyordu.

1919'dan 1938'e Değişen Türkiye

Türkiye demokratik devriminin, 1919-1938 dönemindeki ka-


zanımlarını kavrayabilmek için bu iki tarih arasındaki dönemde
çeşitli alanlardaki değişime özetle bakmakta yarar vardır.
Mustafa Kemal Paşa, Cumhuriyet Halk Partisi'nin 15-20 Ekim
1927 günleri toplanan İkinci Kurultayı'nda altı günde (36,5 saat)
okuduğu Nutuk'a şöyle başlar: "1919 senesi Mayıs'ının 19. günü
Samsun'a çıktım. Genel vaziyet ve manzara: Osmanlı Devleti'nin
dahil bulunduğu grup, Harbi Umumi'de mağlup olmuş, Osman-
lı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir mütarekename
imzalanmış. Büyük Harbin uzun seneleri zarfında, millet yorgun
ve fakir bir halde. (...) Ordunun elindeki silahları ve cephanesi
alınmış ve alınmakta. (...) İtilaf devletleri, mütareke hükümleri-
ne riayete lüzum görmüyorlar. (...) Her tarafta yabancı subay ve
memurları ve özel adamları faaliyette. (...) Bundan başka, mem-
leketin her tarafında, Hıristiyan unsurlar gizli, açık, özel emel ve
maksatlarının elde edilmesinin teminine, devletin bir an evvel
çökmesine mesai sarf ediyorlar."16
1919 yılında ortada bir "ulus" yoktu. Halk, kulluktan kurtu-
lamamış, uluslaşamamış, kendisini etnik köken ve hatta aşiret
kimliğiyle veya inanç kimliğiyle tanımlayan, cahil, bilim yerine
hurafelere inanan, yoksul ve çaresiz bir topluluktu.
1938 yılındaki halkın en azından bir bölümü, demokratik dev-
rimin kazanımlarından yararlanan ve uluslaşma sürecinde önem-
li bir yol kat etmiş bir kitleydi.

16 Atatürk’ün Bütün Eserleri (ATABE), Kaynak Yayınları, c.19, İstanbul, 2006,


s.23.

35
1919 yılında, 10 Ağustos 1920'de imzalanacak olan Sevr Ant-
laşması ile parçalanmış ve sömürgeleştirilmiş zavallı bir Osmanlı
Devleti vardı.
1938 yılında, ulusal bağımsızlığını silah gücüyle ve zoruyla
kazanmış ve Lozan Antlaşması ile kabul ettirmiş, bazı istisnalar
dışında 1918 yılındaki topraklar üzerinde kurulmuş, uluslararası
ilişkilerinde itibarlı ve saygın bir Türkiye Cumhuriyeti vardı.

1919 yılında Erzurum Kongresi'nde alınan karar, Ermeni ve


Rumlara karşı yerel düzeyde Müslümanların birliğini gerçekleş-
tirmeyi savunuyordu.
1938 yılında, emperyalizme ve taşeronlarına karşı verilen mü-
cadele sonucunda kurulan yeni devletin, kendi ulusunu yaratma
çabası söz konusuydu.

1919 yılında "hâkimiyet kayıtsız şartsız padişahın"dı.


1938 yılında, en azından anlayış olarak, "hâkimiyet kayıtsız
şartsız milletin"di.
1919 yılında halk, padişahın, halifenin kuluydu.
1938 yılında kanun önünde herkesin eşitliği sağlanmış, padi-
şahlık ve halifelik tarihin çöplüğüne atılmıştı.
1919 yılında kadınlar, kocalarının kuluydu, ikinci sınıf insan-
dı.
1938 yılında kadınlar kanun önünde erkeklerle tam eşitliğe sa-
hipti; kadınların çalışma hayatına katılımı ve ekonomik alanda
özgürleşmelerinin toplumsal yaşamın diğer alanlarına yansıtıl-
ması da teşvik ediliyordu.

1919 yılında "hayatta en hakiki mürşit," şeyhlerdi, imamlardı,


mollalardı, aşiret reisleriydi, toprak ağalarıydı.
1938 yılında "hayatta en hakiki mürşit bilim"di. Tekkeler, za-
viyeler (küçük tekke) kapatılmış, şeri hukuk (dine dayalı hukuk)
yerine çağdaş hukuk hâkim kılınmıştı.

36
1919 yılında belirli bölgelerde aşiret ilişkileri hâlâ çok güçlüy-
dü.
1938 yılında birçok aşiret reisi sürgündeydi; aşiret ilişkilerinin
aşılmasını sağlayacak girişimler ve çabalar sürdürülüyordu.

1919 yılında ülkenin birçok bölgesinde eşkıyalar hüküm sürü-


yordu.
1938 yılında eşkıyalık büyük ölçüde önlenmişti.
1919 yılında ülkede koruyucu hekimlik yok gibiydi. Ordu Sağ-
lık Bürosu'nun yapmış olduğu bir araştırmaya göre, halkın yüzde
14'ü sıtmalı, yüzde 9'u frengiliydi. Bit yaygındı. 14 milyonluk nü-
fusun yaklaşık 3 milyonu trahomluydu.17
1938 yılında ülke kendi aşı gereksinimini karşılayabiliyordu;
sıtma, trahom, tifo, tifüs, frengi, kuduz, verem gibi bulaşıcı hasta-
lıklarla etkili bir biçimde mücadele ediliyordu.

1919 yılında Osmanlı ülkesinde toplam 2656 hekim vardı; bun-


ların 773'ü yabancı uyrukluydu. Ülkede yalnızca 3 devlet hastane-
si, 6 belediye hastanesi, 45 özel idare hastanesi ve 32 özel, yabancı
ve azınlık hastanesi vardı. Bu hastanelerde toplam 6.437 yatağın
yalnızca 950'si devlet hastanelerindeydi.
1938 yılında Hıfzıssıhha Enstitüsü, çok sayıda devlet hastanesi
ve sağlık personeliyle, koruyucu hekimlikte başarılar kazanmış,
bulaşıcı hastalıklara karşı başarıyla mücadele eden bir sağlık sis-
temi vardı.

1919 yılında Osmanlı Devleti'nin parasını, yabancı ortakların


sahip olduğu Osmanlı Bankası çıkarıyordu.
1938 yılında, bir devletin bayrağı kadar önemli bir egemenlik
simgesi olan parasını, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası bası-
yor ve kontrol ediyordu.

17 DİE, Türkiye’de Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50 Yılı, Yay. No:683, Ankara,


1973, s.25.

37
1919 yılında Osmanlı Devleti kapitülasyonlar nedeniyle em-
peryalist devletlerin sömürüsü ve hâkimiyeti altındaydı; kendi
ekonomik politikalarını ve gümrük vergilerini belirleyemiyordu.
1938 yılında kapitülasyonlar yoktu; ülkenin ekonomi politika-
ları, ülke çıkarları temelinde belirleniyor ve uygulanıyordu.

1919 yılında Osmanlı Devleti borç batağında çabalıyordu; bazı


vergiler alacaklı devletlerin oluşturduğu Borç İdaresi (Düyunu
Umumiye) tarafından toplanıyor ve alacaklılara paylaştırılıyordu.
1938 yılında Osmanlı'nın borçlarını ödeyen, bazı sanayi yatı-
rımları için aldığı sınırlı borcun dışında dışa bağımlılığı olmayan
bir Türkiye Cumhuriyeti vardı.

1919 yılında tarımda yüzyıllardır değişmeyen çok geri teknolo-


jiler kullanılıyordu. Devletin tarıma destek anlamında önemli bir
çabası yoktu.
1938 yılında tarımın bilimsel altyapısını güçlendirici eğitim
olanakları yaratılıyor, devletin tarım araç-gereci üretme ve halkı
eğitme girişimleri sürüyor, devlet üretme çiftlikleri kuruluyordu.

1919 yılında önemli madenler yabancılar tarafından işletiliyor-


du.
1938 yılında bu madenlerin çoğu millileştirilmiş ve devletleşti-
rilmişti. Bu süreç, 1945 yılına kadar devam etti.

1919 yılında bu topraklarda sanayi tesisi son derece azdı; hal-


kın temel tüketim mallarının önemli bir bölümü ithâlâtla karşıla-
nıyordu.
1938 yılında şeker, kumaş, vb. gibi çeşitli tüketim malları dev-
let kuruluşları tarafından üretiliyordu.

1914 yılında ülkedeki demiryolları yabancı şirketler tarafından


işletiliyordu. Bu demiryollarının güzergâhları, emperyalistlerin
Ortadoğu politikalarına göre belirlenmişti.
1945 yılında yabancı şirketlerden devralınan demiryolu ağı
3733 km. iken, yaklaşık 22 yıllık dönemde Türkiye'nin inşa ettiği

38
demiryolu 3377 km.yi bulmuştu. 22 yılda demiryolu ağı iki katı-
na çıkarılmış, yabancıların elindeki demiryolları millileştirilmiş
ve devletleştirilmişti. Demiryollarında 1923 yılında 1,9 milyon
yolcu taşınmışken, 1946 yılında bu sayı 47,6 milyona yükselmiş-
ti. Devlet, demiryollarının güzergahlarını belirlerken, ulusal sa-
vunmanın güçlendirilmesini ve iç pazarın bütünleştirilmesiyle
uluslaşma sürecinin desteklenmesini amaçlıyordu. Onuncu Yıl
Marşı'nda yer alan "demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan"
sözleri bu konuda yaşanan gururu yansıtıyordu.

1919 yılında ülkenin karayolu ağı son derece ilkeldi; birçok


yörede üretilen ürünlerin yakın pazarlara götürülebilmesi ya
olanaksızdı ya da develerle çok yüksek maliyetle gerçekleştirile-
biliyordu. Bu çok zayıf karayolu ağı, iç pazarın bütünleşmesini
önlüyordu. İstanbul'un tahıl gereksinimini ithâlâtla karşılamak,
Anadolu'dan İstanbul'a tahıl taşımaktan daha ucuza geliyordu.
1923 yılında Türkiye'de 6943 km.si iyi ve 6942 km.si bozuk olmak
üzere toplam 13.885 km. şose yol, 4450 km. toprak yol vardı.
1945 yılında ülkede 12.269 km.si iyi ve 7771 km.si bozuk olmak
üzere toplam 20.040 km. şose ve 23.470 km. toprak yol vardı.
Karayollarının gelişmesi iç ticareti artırmış, iç pazarın bütünleşti-
rilmesine katkıda bulunmuştu.

1919 yılında ülkenin limanları arasında deniz ulaştırmasına ve


limanlara yabancı şirketler hâkimdi.
1938 yılında limanlar millileştirilmiş ve devletleştirilmiş, li-
manlarımız arasındaki deniz taşımacılığı Türk gemilerinin ayrıca-
lığı yapılmıştı.

1919 yılında ülkenin elektriğini üretip dağıtan, su dağıtım sis-


temlerini kurup işleten, tramvayları yürüten, yabancı şirketlerdi.
1938 yılında bu yabancı şirketlerin hepsi millileştirilmiş ve
devletleştirilmiş, bu hizmetler çok daha geniş bir kitleye ulaştı-
rılmıştı.

39
1919 yılında belirli bölgelerde dini vakıfların geniş tarım ara-
zileri vardı.
1938 yılında bunların hepsine devlet devrimci bir biçimde el
koymuş, bir bölümünü topraksız köylüye dağıtmış, bir bölümünü
devlet çiftliği haline getirmişti.

1919 yılında bankacılık sektörüne emperyalist ülkelerin ban-


kaları hâkimdi.
1938 yılına kadar birçok devlet bankası kuruldu, İş Bankası ku-
rulup güçlendirildi.

Osmanlı Devleti'nde yabancıların özel postaneleri vardı.


Türkiye Cumhuriyeti, haberleşme hizmetini PTT'nin tekeline
verdi.

1919 yılında bu topraklardaki 170 bin dolayında tütün üretici-


si, yabancı sermayeli Reji Şirketi'nin denetim, baskı ve sömürüsü
altındaydı.
1938 yılında, adı sonradan Tekel olan İnhisarlar Umum Mü-
dürlüğü, tütün, tuz, alkollü içecekler üretiminde tekel durumuna
getirilmişti; tütün üreticileri yabancı sömürüden ve Reji'nin özel
güvenlik kuvveti olan kolcuların saldırılarından kurtarılmıştı.

1919 yılında Osmanlı Devleti'nin eğitim sistemi geri, eğitim ku-


rumları ve kadrosu çok zayıftı. Ayrıca, devlet okullarının yanı sıra
medreselerle yabancı okullar ve azınlık okulları vardı.
1938 yılında birleştirilmiş ve çağdaş bir eğitim düzeni kurul-
muştu. Okullaşma oranı hızla yükseliyordu. 1940 yılından itiba-
ren kurulan Köy Enstitüleri, aydınlanma çabasını köylere taşıma-
ya başlamıştı. İlkokullarda 1923/1924 öğretim yılında 342 bin öğ-
renci vardı. Bu sayı, 1945/1946 öğretim yılında 1 milyon 358 bine
yükselmişti. Ortaokulların öğrenci sayısı aynı dönemde 6 binden
66 bine; liselerin öğrenci sayısı 1241'den 25.515'e; üniversite ve
yüksek okulların öğrenci sayısı 2914'ten 19.273'e çıkmıştı.

40
1919 yılında ülkede Türkçeye uygun olmayan ve çok az sayıda
insanın öğrenebildiği Arap alfabesi kullanılıyordu. Bu durum, din
adamlarının halk üzerindeki etkisini artırıyor, demokratik devri-
me direnen kesimleri güçlendiriyordu.
1938 yılında yeni alfabe kullanılıyordu; demokratik devrime
direnen kesimlerin halk üzerindeki etkisine büyük darbe indiril-
mişti. Yeni alfabeyi öğretmek için açılan millet mekteplerine yal-
nızca 1928/29 döneminde 403 bin yetişkin devam etti ve okuma
yazmayı öğrendi.

1919 yılında Kur'an ve ezan Arapçaydı. Bu durum, din adam-


larının ayrı bir tabaka oluşturması ve halkın üzerinde önemli bir
güç sahibi olmasına yol açıyordu.
1938 yılında Türkçe Kuran okunuyordu, ezan Türkçeydi; din
adamlarının çoğunun demokratik devrime direnme gücü büyük
ölçüde kırılmıştı.

1919 yılında giyim kuşam çağdışıydı. Din adamları, bu kimlik-


lerini ifade eden giysilerle dolaşabiliyor, etkilerini dini mekânlar
dışında da sürdürebiliyorlardı.
1938 yılında çağdışı giysiler kaldırılmış, din adamlarının gö-
revleri dışında dini giysilerle dolaşmaları yasaklanmıştı.

1919 yılında çalışma yaşamını ve toplumsal yaşamı Mecelle


düzenliyordu.
1938 yılında Borçlar Kanunu, Medeni Kanun, Memurin Kanu-
nu ve bu kitapta ayrıntılı olarak ele alınan diğer mevzuat yürür-
lükteydi.

1919 yılının insanı yorgun, yılgın, umutsuz, çaresizdi; özgü-


venden yoksundu. "Etrâk-ı bî-idrâk" (anlayışı kıt Türkler) idi. Ül-
kenin okuryazar kesimi de mandacıydı; kurtuluşu ve kalkınmayı,
bir başka devlete sığınmakta buluyordu.
1938 yılının insanı ise, kısa sürede yapılan büyük işlerden bü-
yük bir özgüvenle gurur duyuyordu.

41
1919 yılının Osmanlı Devleti, demokratik devrim umutlarını
yitirmişti.
1938 yılının Türkiye Cumhuriyeti, ülkenin temel ilkelerinden
biri olarak "inkılapçı"lığı Anayasasına yerleştirmiş, 1945 yılında
da bunu "devrimci" olarak değiştirmişti. Atatürk, kesintisiz bir
devrimci süreci savunuyordu.

Cumhuriyet'in 10. yılı kutlamaları için Faruk Nafiz Çamlıbel ve


Behçet Kemal Çağlar tarafından yazılan 10. Yıl Marşı, bu başarıları
özetlemekte, duyulan büyük özgüveni ve gururu yansıtmaktadır:

10. Yıl Marşı

Çıktık açık alınla on yılda her savaştan,


On yılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan;
Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan;
Demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan.

Türk'üz, Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi,


Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!

Bir hızla kötülüğü, geriliği boğarız;


Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız.
Türk'üz, bütün başlardan üstün olan başlarız;
Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız.

Türk'üz, Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi,


Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!

Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını,


Dindirdik memleketin yıllar süren yasını.
Bütünledik her yönden istiklâl kavgasını;
Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını.

Türk'üz, Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi,


Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!

42
Örnektir uluslara açtığımız yeni iz;
İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz.
Uyduk görüşte bilgi, gidişte ülküye biz;
Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz.

Türk'üz, Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi,


Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!

"Ne mutlu Türk'üm diyene!", "Türk, övün, çalış, güven!", "Bir


Türk dünyaya bedeldir" gibi deyişler de bu anlayış içinde formüle
edildi ve yaygınlaştırıldı.
1938 yılına gelindiğinde, demokratik devrim yaşamın her ala-
nında gerçekleştirilebilmiş değildi. Atatürk'ün elinde televizyon
ve hatta yaygın biçimde dinlenen bir radyo yoktu. Nüfusun yüzde
80'inden fazlası, kuş uçmaz kervan geçmez köylere ve mezralara
dağılmış durumdaydı. Eşkıyalık ve çeşitli isyanlarla mücadelede
devletin olanaklarının önemli bir bölümü tüketiliyordu.18 Yöne-
tim, "kaçmaktan kovalamaya imkân bulamıyor"du. Demokratik
devrim, halkı ve ülkeyi dönüştürdü; ancak özellikle 1929 buhra-
nının da etkisiyle, bu dönüşüm halkın refah düzeyinde önemli
bir yükselişi beraberinde getiremedi. Bu da, demokratik devrimin
zarar verdiği kesimlerin bu sürece karşı mücadelede halk deste-
ğinden yararlanabilmelerini sağladı. Özellikle toprak ağalarıyla
mücadelede istenen başarı sağlanamadı. Ancak tüm eksiklikle-
rine karşın, 1919 yılında Osmanlı Devleti'nin kalıntıları olarak
devralınan demografik, ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel
yapı, 1938 yılına gelindiğinde, tanınmayacak biçimde bir dönüşü-
me uğratılmıştı. Bu mucizevi dönüşümün mimarı, askeri, siyasal
ve toplumsal önderi, Mustafa Kemal Atatürk'tü.

18 Bu konuda bkz. Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları, c.1-3, Kaynak Yay.,


İstanbul, 1992.

43
Demokratik Devrim ve CHP

Demokratik devrimin özü, insanların feodalizme ve daha ön-


ceki dönemlere özgü eşitsizliklere dayalı kulluk ilişkilerinden ve
yabancı hâkimiyetinden kurtulmasıdır. Tarihin birçok dönemin-
de yabancıların hâkimiyetine karşı verilen mücadeleler vardır;
ancak bunlar, üretim ilişkilerinden kaynaklanan kulluk bağını
parçalamıyorsa, demokratik devrimden söz edilemez.
Türkiye'nin demokratik devriminin zirvesi 6 Ok'ta ifade edilen
6 ilkedir, Kemalizmdir. Bu 6 ilke, genel olarak demokratik devrim-
lerin ana hedeflerini de ifade etmektedir.
Feodalizmin belirgin özelliği, kralın, aristokrasinin ve ruhban
sınıfın kalıtımsal olarak sağlanan ve devredilen, hukuksal olarak
ayrıcalıklı konumudur. Bu hukuksal ayrıcalıklı konum feodal bas-
kı ve sömürünün ana dayanağını oluşturuyordu.
Osmanlı'da bu, padişahın, devletin merkezinde ve taşradaki
yöneticilerin, büyük toprak sahiplerinin, aşiret reislerinin ve (İs-
lamiyette bulunmamasına karşın ortaya çıkan) ruhban sınıfın,
din adamlarının (şeyhler, seyyitler, dedeler, vb.) diğer insanların
üstünde kabul edilen haklarıdır. Bu haklar da merkeziyetçi feo-
dalizmin baskı ve sömürüsünün dayanağıydı. Bu eşitsizliklere,
özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Batılı güçlerin ve
Rusya'nın etkileri de eklenmiştir.
Avrupa'da feodal düzenin kullaştırıcı etkisine karşı ilk müca-
delede önderliği, kapitalizmin gelişmesiyle ortaya çıkan burjuvazi
verdi. Değişen dünya koşullarında feodallerin iktisadi güçleri za-
yıflıyor, ancak siyasi güçleri aynen sürüyordu. Buna karşılık, yük-
selen burjuvazinin iktisadi gücü artıyordu; ancak burjuvazinin
siyaset alanında iktisadi gücüne denk bir siyasal gücü ve etkisi
yoktu. Burjuva demokratik devrimleri, iktisadi açıdan güçlenen
burjuvazinin siyasal alanda da güç talebi olarak ortaya çıktı. Hol-
landa ve Amerika'da bu talep, bağımsızlık mücadelesiyle örtüştü.

44
Tarihte ilk burjuva demokratik devrim olarak kabul edilen
1568-1648 Hollanda demokratik devrimi (80 Yıl Savaşı), gelişen
kapitalizmin yarattığı olanaklar ve gündeme getirdiği taleplerle,
İspanyol hâkimiyetine ve Katolik Kilisesi'ne karşı başkaldırıydı.
1640 İngiliz burjuva demokratik devrimi, Oliver Cromwell'in
önderliğinde gelişti ve 30 Ocak 1649 tarihinde İngiltere Kralı idam
edildi.
1776 Amerikan bağımsızlık savaşı, İngiliz sömürgeciliğine kar-
şı başkaldırıydı. 4 Temmuz 1776 günü yayımlanan Bağımsızlık
Bildirgesi, aynı zamanda temel burjuva demokratik hakların da
ilanıydı.
1861-1865 yıllarında yaşanan ve yaklaşık 30 milyon nüfuslu ül-
kede yaklaşık 700 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan Amerikan İç
Savaşı ise burjuva demokratik devrimin yeni bir aşamasıydı, kö-
leci büyük toprak sahiplerinin çağdışı baskı ve sömürüsüne karşı
gerçekleştirildi; kölelerin özgürleşmesini sağladı.
Fransa'da 1789 burjuva demokratik devrimi, İngiltere ile yapı-
lan savaşların ve özellikle Amerika'da İngilizlere karşı sürdürülen
bağımsızlık savaşına verilen desteğin hazine üzerindeki tahripkâr
etkileri sonucunda halktan yeni vergi alınabilmesi girişimlerine
karşı gösterilen tepkiyle başladı. Vergi verenler ve yeni vergi iste-
nenler, burjuvazi, köylüler, işçiler, esnaf-sanatkârdı. Fransız bur-
juva demokratik devrimi, ayrıcalıklı aristokrasiye ve Kilise'ye karşı
bir devrimdi. Kral giyotine gönderildi. Kiliseler yağmalandı, Kili-
se'ye ait topraklara tazminatsız olarak el kondu. Bu devrim, Avru-
pa'da ayrıcalıkları kaldırmaya yönelik eğilimleri güçlendirince, di-
ğer ülkelerin hedefi haline geldi. Bu saldırılar ancak Jakobenlerin
milliyetçi ve radikal programı ve uygulamalarıyla püskürtülebildi;
demokratik devrim aynı zamanda milli bir içerik de kazandı. 3 Ey-
lül 1791 tarihinde, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nde demokra-
tik devrimin kazanımlarına hukuki temel kazandırıldı.
Hollanda, İngiliz, Amerikan, Fransız demokratik devrimleri,
kapitalizmle birlikte gelişen burjuvazinin önderliğinde gerçekleş-

45
ti. Bu devrimlerin programı da, feodalizme (ve Hollanda ve Ame-
rika'da sömürgeciliğe) karşı olduğu ölçüde demokratikti; ancak
kapitalizmin özgür emeğe dayalı sömürüsüne karşı değildi; tam
tersine, özgür emeğe dayalı kapitalist sömürünün daha uygun
koşullarda gerçekleştirilebilmesinin koşullarını yaratmaya çalışı-
yordu. Bu anlamda, bu devrimler birer "burjuva" demokratik dev-
rimdi. Bu süreç, ulus-devletlerin ve çağdaş ulusların oluşmasını
da sağladı.
Daha sonraki dönemlerde yabancı hâkimiyetine karşı direniş-
ler ve mücadeleler de oldu. Ancak bunların büyük bölümünde,
yabancı hâkimiyetine karşı mücadele, ülke içinde insanı kullaş-
tırıcı ilişkilere karşı mücadeleyle birlikte gelişmedi. Özellikle ka-
pitalizmin gelişmediği koşullarda yabancı hâkimiyetine karşı ve-
rilen mücadele, çağdışı ilişkileri korudu ve hatta bazı durumlarda
güçlendirdi.
1810-1815 döneminde Amerika kıtasındaki İspanyol sömürge-
lerinin başkaldırısı, 1816-1822 döneminde Simon Bolivar önder-
liğinde sürdürülen bağımsızlık mücadelesi, Cezayir'de Fransız
sömürgeciliğine karşı 1832-1842 döneminde Abdülkadir'in önder-
liğinde sürdürülen bağımsızlık savaşı, 1857-1859 Hindistan Ayak-
lanması, 1850 yılında Çin'de başlatılan Tai Ping İsyanı 19. yüzyılın
önemli bağımsızlık hareketleriydi.
20. yüzyılın başlarında ise 1905 Rus Devrimi, 1905-1911 İran
Devrimi, 1908 Jön Türk Devrimi, 1910-1917 Meksika Devrimi, 1911-
1913 Çin Devrimi ve ardından 1917 Rus Devrimi gerçekleşti.
Türkiye demokratik devrimi, öncesindeki bu gelişmelerden ve
özellikle 1917 Rus Devrimi'nden etkilendi.
1923-1938 döneminin Türkiye'si ve dünyası, 1939-1946, 1946-
1972, 1972-1980 ve CHP'nin yeniden açıldığı 1992-2012 dönemle-
rinden birçok açıdan farklıydı. CHP de bu süreçlerde büyük fark-
lılıklar yaşadı. Bu dönemler belirlenirken, dünyada dönüm nok-
tası olarak kabul edilen tarihler ile CHP içindeki bazı değişimler
de ilginç bir biçimde örtüştü. Bu süreci, Türkiye'de kapitalizmin

46
gelişme aşamaları da etkiledi. 1919-1938 döneminde Türkiye de-
mokratik devriminin büyük başarılarını Atatürk'ün önderliğinde
gerçekleştiren örgüt olan CHP, 2012 yılında Kemal Kılıçdaroğlu ve
ekibinin yönetimi altında, demokratik devrimin temel nitelikle-
rine ters düşen, genel çizgi olarak emperyalizmin ve sermayedar
sınıfın politikalarını onaylayan bir noktadaydı.
1919 yılında uluslaşamamış ve çağdaşlaşamamış yorgun, yıl-
gın ve yoksul bir halk, emperyalistlerin, padişahın/halifenin, ta-
rikatların, aşiret reislerinin, toprak ağalarının kulu durumunday-
dı. Kadınlar bir de erkeklerin kuluydu. Halk örgütsüzdü ve cahil-
di; çeşitli biçimlerdeki kulluğu kabullenmişti. İnsanların büyük
çoğunluğu, kendilerini bir ulusun parçaları değil, bir aşiretin veya
bir tarikatın mensubu, bir toprak ağasının marabası, padişahın
kulu olarak görüyordu. Padişah ve çevresindekiler, emperyalist-
lerin çizdiği sınırlar içinde geniş yetkiler kullanıyorlardı. Ülkenin
ekonomisine ve politikasına emperyalistler hâkimdi. Ülke sana-
yisi çökertilmişti. Emperyalistler, ülkenin kaynaklarını hoyratça
sömürüyor, ülkeyi yüksek kârla satış yapılabilen bir pazar olarak
kullanıyor, ülkenin kalkınmasını önlüyorlardı. Ülkeyi işgal etmiş
olan emperyalist güçler ve onların taşeronu Yunanistan, halka
zulmediyordu.
Bu koşullarda namuslu ve aydın insanların görevi, ülkenin
siyasal ve ardından iktisadi bağımsızlığını sağlamak, insanları
kulluktan kurtarmak, toplumun belirli kesimlerinin kanun önün-
deki ayrıcalıklı konumlarını sona erdirmek, halkı çağdaş bir ulusa
dönüştürmek ve bu ulus temelinde bir ulus-devlet kurmaktı. De-
mokratik devrim budur.
Türkiye'nin demokratik devrimi, Mustafa Kemal Paşa'nın kafa-
sında bir program olarak vardı. Ancak bu programı aşama aşama
hayata geçirdi.
1919-1922 döneminin temel programı, ülkeyi emperyalist sal-
dırıdan kurtarmaktı. Bu aşama, demokratik devrimin diğer amaç-
ları göz önünde tutularak ve ancak açıklanmayarak gerçekleşti-

47
rildi. Bir taraftan mücadelenin amacının padişahın ve halifenin
kurtarılması olduğundan söz edilirken, diğer taraftan padişahın
ve halifenin tüm yetkilerini ortadan kaldıran "hâkimiyet kayıtsız
şartsız milletindir" anlayışı yerleştiriliyordu. Demokratik devri-
min bu aşamasında Mustafa Kemal Paşa'nın yanında olanların
büyük bölümü, demokratik devrimin sonraki aşamalarında onun
yanında değildi; bir bölümü de karşısındaydı.
Emperyalizm döneminde kapitalizmin yeterince gelişmediği
bir sömürgede demokratik devrimin ilk aşaması olarak siyasal
bağımsızlık kazanıldığında, bu siyasal bağımsızlığı ekonomik
bağımsızlıkla bütünleştirmek, çağdaş bir ulus-devlet kurmak, bu
topraklarda bir ulus yaratmak ve halkı çağdışı kulluk ilişkilerin-
den kurtarabilmek mümkün müdür? 1923 yılında kurulan Türkiye
Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını koruması mümkün müydü?
Emperyalistlerin müdahale imkânları sınırlıysa ve emperya-
lizmi dünya ölçeğinde dengeleyebilen alternatif bir siyasal/eko-
nomik/toplumsal sistem varsa, demokratik devrim sürdürülebilir.
Emperyalistlerin müdahale imkânları genişse ve emperyaliz-
mi dünya ölçeğinde dengeleyecek bir alternatif yoksa, demokratik
devrimin kazanımlarını koruyabilmek olanaklı değildir; demok-
ratik devrim ya geriye gider, ya da iç ve dış dinamikler uygunsa,
sosyalizm doğrultusunda gelişir.
Türkiye, 1923 yılında Lozan Antlaşması'nı imzaladığında, em-
peryalistlerin beklentisi, bu siyasi bağımsızlığın bir süre sonra
hızla aşınmasıydı. Tam tersi oldu. Avrupa'nın emperyalist güç-
leri savaş yorgunuydu. Almanya'yı cezalandırma girişimleri cid-
di ekonomik ve siyasi krizlere yol açtı. Emperyalist ABD ise 1919
sonrasında Amerika kıtasındaki hâkimiyetini pekiştirme çabası-
na ağırlık verdi. Ardından da 1929 büyük buhranı patladı. 1930'lu
yıllarda emperyalist güçler kendi iç sorunlarıyla boğuştu; daha
sonra da emperyalistler arasındaki çelişkiler ön plana çıktı. Diğer
bir deyişle, 1920'li ve 1930'lu yıllarda, emperyalist güçlerin Türki-
ye'ye fazla müdahale edebileceği koşullar yoktu.

48
1917 yılında Rusya'da iktidara gelen Bolşevikler, yeni bir dünya
yaratma çabasına girdiler. Bu çaba, 1921 yılında Sovyet Rusya'nın
(1922 yılından itibaren Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği)
varlığının korunması ve güçlendirilmesine dönüştü; iç iktisadi,
siyasal ve toplumsal sorunların çözümü önem kazandı. Sovyetler
Birliği küresel ve hatta bölgesel bir güç olma iddiasında bile değil-
di; var olmaya çalışıyordu. Bu süreçte Anadolu'daki bağımsızlık
savaşına ve ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti'ne yardımcı
oldu. Ancak bu yardım, Sovyetler'in olanaklarının sınırlılığıyla
bağlantılı olarak, sınırlı kaldı.
Bu koşullarda, Osmanlı'dan devralınan sömürge ekonomisi-
ne, geri teknolojiye, yerelliği aşamamış ve uluslaşamamış bir top-
luma ve 1911 yılından beri süren savaşın yakıp yıktığı ve tüm ola-
naklarını tükettiği ülkeye ve halka rağmen, Türkiye'nin demok-
ratik devrimi, 1938 yılına kadar başarıyla, adım adım uygulandı.
Mustafa Kemal Atatürk, bu sürecin önderi ve kuramcısıdır.
CHP ise, kuram geliştiren ve uygulayan bir örgüt değil, Mustafa
Kemal'in devrimci atılımlarını uygulamakta kullandığı bir araçtı.
CHP, 1923-1938 döneminde tek başına iktidardaydı. Bu dönem
belki de "Atatürk ve İşçi Sınıfı" başlığı altında incelenebilir. Bu dö-
neme damgasını vuran politikacı, Mustafa Kemal Atatürk'tü. Tür-
kiye Cumhuriyeti, bu yıllarda demokratik devrimin geliştirilmesi
konusunda önemli aşamalardan geçti. Bu yıllarda Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası dışında güçlü
bir legal muhalefet oluşmadı. 1938 yılında Atatürk öldü; dünya
II. Dünya Savaşı'na sürüklendi. Bu dönemde iktidar ve devlete
hâkim olan CHP'nin işçi sınıfına yönelik politikası, demokratik
devrimin gereksinimlerine göre biçimlendirildi. Sınıf kimliğinin,
bağımsızlığı zedeleyebilecek bir enternasyonalizmin ve bağımlı-
lığın önkoşullarını yaratacağından korkuldu; sınıf kimliğinin öne
çıkmasını engelleyecek politikalar geliştirildi ve uygulandı; işçi
sınıfının en eğitimli ve vasıflı kadroları, sağlanan önemli haklarla
sisteme entegre edildi. İç ve dış dinamikler de bu amaca uygun ol-

49
duğundan, bu dönemde CHP'yi zorlayacak bağımsız bir işçi sınıfı
hareketi de gelişmedi. CHP, işçi sınıfının bağımsız sınıf örgütlen-
melerini engellerken, işçileri CHP ve halkevleri aracılığıyla etkisi
altında tutmaya çalıştı.
CHP, demokratik devrimi gerçekleştirebilmek için işçi sınıfının
belirli kesimlerine muhtaçtı. Bu ihtiyaç, özellikle vasıflı işçileri
güçlü kıldı. CHP, işçi sınıfını katmanlara ayırarak ve sınıfa önder-
lik edebilecek kesimlerin ulusal kimliğini öne çıkaracak politika-
lar izleyerek, demokratik devrimin sürekliliğini sağladı.
1939-1945 dönemi savaş yıllarıydı. Bu dönemde de ulusal yü-
kün büyük bölümünü köylülük çekti. Dolaylı vergiler ve karabor-
sa, 1929 büyük buhranının yıkıcı etkilerinden henüz kurtulama-
mış olan köylülüğün II. Dünya Savaşı yıllarında iyice ezilmesine
yol açtı. Bu arada, gerek karaborsacılığın gerek azınlıklara karşı
izlenen politikanın sonucunda, yerli burjuvazinin elinde önemli
bir birikim oluştu.
1946-1972 dönemi, Soğuk Savaş ve Kapitalizmin Altın Çağı yılla-
rıydı. Bu süreçte CHP'nin başında aralıksız olarak İsmet İnönü vardı.
CHP, 1946-1950 döneminde iktidardaydı; ancak artık giderek
güçlenen ve 1950 yılında iktidara gelen bir muhalefet söz konu-
suydu. CHP'nin demokratik devrimi koruma konusundaki karar-
lılığı, 1946 yılından başlayarak ciddi biçimde azaldı.
1946-1950 yılları ise, CHP yönetiminin, Türkiye'de savaş yılla-
rında gerçekleşen hızlı sermaye birikimine bağlı olarak değişen
sınıf dengeleri ile değişen uluslararası dengeler arasında boca-
ladığı bir dönemdi. CHP'nin işçi sınıfına yönelik politikaları, bu
bocalama sonucunda CHP açısından sorunlar yarattı. Ayrıca,
CHP'nin 1946 öncesinde ülkede kaynak yaratabilmede köylülüğe
fazla yüklenmesinin işçi sınıfıyla ilişkilerindeki olumsuz etkile-
ri, bu dönemde ortaya çıkmaya başladı. Bu dönemin köylülerinin
önemli bir bölümü, kentin çekiciliğiyle tam mülksüzleşmeden
kentlere göçüp işçileşince, köylülüğün CHP karşıtı siyasal çizgisi-
ni işçi sınıfına taşıdı.

50
Türkiye burjuvazisi, savaş yıllarında gerçekleştirdiği karabor-
sacılıkla önemli bir ticari sermaye birikimi sağladı. Varlık Vergisi
bile bu birikime büyük zarar veremedi. Soğuk Savaş'ın başlama-
sıyla birlikte, Türkiye burjuvazisi ve feodal kalıntılar (toprak ağa-
ları, aşiret reisleri, şeyhler) emperyalizmle işbirliği içinde Türkiye
politikasını etkilemeye başladılar. Demokratik devrimini tamam-
layamamış ve kırsal bölgelerdeki büyük nüfusu henüz kulluktan
tam olarak kurtaramamış olan Türkiye, "parlamenter demokrasi"
adı altında gerici güçlerin politikalarına teslim edildi. Bu süreçten
CHP de etkilendi.
Daha 1946 yılında Köy Enstitülerine karşı olumsuz bir tavrın
benimsenmesi, Truman Doktrini kapsamında verilen yardımın
alınması, 1947 Sanayi Planı'nın terk edilmesi, Marshall yardımın-
dan yararlanma, Türkiye'nin NATO'ya olumlu yaklaşımı gibi kök-
lü karşıdevrimci değişimler CHP iktidarı döneminde başladı.
1950-1960 yıllarında, iktidara Demokrat Parti hâkimdi. 1960-
1972 döneminde ise CHP bazı koalisyon hükümetlerinde görev
aldı. Bu dönemde, CHP'nin işçi sınıfına yönelik politikası değişti.
Devlet olanaklarını elinden kaçıran CHP, işçilerin milli kimlik-
leriyle değil de sınıf kimlikleriyle hak alabildikleri bu dönemde,
sınıf temelli örgütlenmeler olan sendikalarla yakınlaşmaya, sen-
dikal hak ve özgürlükleri savunmaya başladı. CHP, sendikaları
yönlendirebilecek bir örgütlülüğe sahip değildi. CHP sendikala-
rı değil, bazı sendikacılar CHP'yi kullandı. CHP'ye oy ve destek
veren işçiler, CHP'nin işçi sınıfına yönelik politikalarından değil,
demokratik devrimin kazanımlarının korunmasına ilişkin politi-
kalarından hareketle böyle davrandılar. CHP, 27 Mayıs sonrasında
demokratik devrimin mevzilerini, bu mevzilerin en önemlilerin-
den olan 1961 Anayasası'nı korumaya çalıştı; temel sendikal hak
ve özgürlükleri savundu.
CHP, 1950'li yıllarda seçmen olarak işçi sınıfının gücünün far-
kına vardı; işçileri milli kimlikleriyle partiye çekmeye çalışmanın
yanı sıra, onların sınıf çıkarlarını da dikkate alan politikalar geliş-

51
tirmeye çalıştı. 1950-1960 döneminde Demokrat Parti'nin başarılı
işçi politikalarına karşı, DP'nin eksiklikleri temelinde işçi yanlısı
politikalar oluşturdu. Bu politikalar, 1961 Anayasası'nın işçi lehi-
ne hükümlerinin biçimlendirilmesi ve kabul edilmesinde önemli
katkılarda bulundu.
CHP, 27 Mayıs 1960 sonrasında oluşan koalisyon hükümetle-
rinde yer aldı. İsmet İnönü'nün Başbakanlığı ve Bülent Ecevit'in
Çalışma Bakanlığı döneminde TBMM'de kabul edilen kanunlar ve
izlenen politikalar, bazı açılardan sendikal hak ve özgürlükleri ge-
liştirirken, bazı açılardan da işçi sınıfına zarar verdi.
1972 yılında, Soğuk Savaş'tan yumuşamaya geçiş konusunda
önemli adımlar atıldı; Türkiye ile SSCB arasında önemli bir iş-
birliği antlaşması imzalandı; kapitalizmin Altın Çağı sona erdi.
CHP'de ise İsmet İnönü'nün yerini Bülent Ecevit aldı.
CHP, 1974 yılındaki koalisyon hükümetinden sonra, 1978-1979
yıllarında iktidarda oldu. CHP'nin hükümette bulunduğu dönem-
lerde, işçi sınıfı lehine önemli düzenlemeler gerçekleştirilmedi.
CHP'nin 1950 sonrasında tek başına iktidara geldiği tek dönem,
1977 milletvekili genel seçimlerinde sağlanan yüzde 42'lik oy ve
bazı milletvekillerinin şaibeli bir biçimde transfer edilmesi saye-
sinde, 1978-1979 yıllarını kapsayan dönemdi. 1978-1979 yılları da,
gerek ekonomik kriz gerek dünyada Soğuk Savaş'ın yeniden can-
lanması ve ülkede yaşanan iç savaş koşullarına bağlı olarak, özel
bir dönemdir. Yaşanan ekonomik kriz, dünyada yaşanan yumuşa-
manın Türkiye'ye iç savaş biçiminde yansıtılması ve 1979 yılında
yeniden başlayan Soğuk Savaş, sınıf kimliklerinin geri plana itil-
mesine, başka kaygılar ve tercihlerle biçimlenen siyasal tercihle-
rin öne çıkmasına yol açtı. Bu dönemde çeşitli sosyalist/komünist
örgütler CHP ile ittifak temelinde bir siyasal çizgi izlediler; bazı
illegal yapılanmalar da CHP'nin çeşitli il ve ilçelerdeki örgütlerin-
de yönetimi ele geçirerek, CHP'yi kullandılar. 1979 yılında dünya
yeniden Soğuk Savaş'a yönelirken, Türkiye'de 12 Eylül 1980 dar-
besi oldu ve CHP kapatıldı.

52
1991 yılında Sovyetler Birliği çöktü; dünya yeniden biçim-
lendirilmeye başlandı; CHP ise 1992 yılında yeniden açıldı. CHP,
SHP'nin CHP'ye katılması sonrasında, kısa süre koalisyon hükü-
metlerinde görev aldı.
CHP, Kılıçdaroğlu yönetimine kadar demokratik devrimin bazı
mevzilerini korumaya çalıştı, bazılarını dikkate almayarak emper-
yalizmle ve sermayedar sınıfla uzlaştı. Kılıçdaroğlu döneminde
demokratik devrimin temel dayanakları, emperyalizmin ve ser-
mayedar sınıfın istekleri doğrultusunda tahrip edildi.
Günümüzün CHP'si, 1923-1938 döneminin CHP'sinden çok
farklıdır.
Günümüzün CHP'si, Türkiye'de demokratik devrimin progra-
mının özeti olan altı ilkenin gereklerini yerine getirmemektedir.
Yeni CHP, bağımsız bir ulus-devletin korunması, ulusun yaratıl-
ması ve insanların kulluktan kurtarılarak özgürleştirilmesi konu-
sunda CHP'nin temel ilkelerinden çok farklı bir çizgidedir.
Bu kitap, Türkiye demokratik devriminin ilerlediği yıllarda Ke-
malizmin (CHP'nin) işçi sınıfına yaklaşımını ve işçi sınıfının duru-
munu incelemektedir.
Türkiye'de demokratik devrim, kapitalizmin gelişmesi sonu-
cunda ortaya çıkan bir burjuvazinin önderliğinde ve gelişmekte
olan bir işçi sınıfının etkisinde gerçekleşmedi. Türkiye'nin de-
mokratik devrimi, 19. yüzyıldan itibaren, Batı kapitalizminin sal-
dırılarına ve emperyalizme karşı bir mücadele biçiminde gelişti.
Ulus devletin yaratılması, uluslaşma ve kulluktan kurtulma sü-
recinde işçi sınıfının sınıf kimliğiyle rolü neredeyse olmadı; işçi
sınıfı ve sınıf kimliği/bilinci bu süreç içinde gelişti. İşçi sınıfı ve
sınıf kimliği/bilinci geliştikçe, CHP'nin işçi sınıfına ilişkin politi-
kaları da değişime uğradı.

53
BİRİNCİ BÖLÜM

TÜRKİYE DEMOKRATİK DEVRİMİ VE CHP

Hollanda'da (1568-1648), İngiltere'de (1640), Amerika'da (1776/


1861-1865) ve Fransa'da (1789) aristokrasiye, krala ve Kilise'ye
karşı gerçekleştirilen demokratik devrimlerde öncülüğü, gelişen
kapitalizmle birlikte güçlenen burjuvazi üstlenmişti. Feodal top-
lumun bağrında veya sömürgede gelişen kapitalizm, bir ulus-dev-
letin kurulması, bu ulus-devlette çağdaş bir ulusun yaratılması ve
bu ulusun bireylerinin feodal baskı ve tahakkümden kurtulması,
kulluktan çıkarak özgür ve eşit bireylere dönüşmesi mücadelesine
önderlik edebilecek güce sahip devrimci bir burjuvazi yaratmıştı.
Osmanlı Devleti'nde farklı bir süreç yaşandı.
Yeni pazarlar ve hammadde kaynakları için sömürgeler elde
etme çabası içindeki kapitalist Batı ülkeleri ile Akdeniz'e açıl-
mak ve topraklarını daha da genişletmek isteyen Rusya, Osman-
lı Devleti'ni parçalama konusunda uzlaştı. Bu süreçte, Osmanlı
Devleti'nde bağımsız sanayileşmenin ve kapitalizmin gelişmesi
de engellendi. Geçmişten devralınan kapitülasyonlara ek olarak,
özellikle 19. yüzyılda İngiltere ve ardından Fransa ile imzalanan
serbest ticaret anlaşmaları, Osmanlı'da sanayinin ve devrimci
bir burjuvazinin gelişmesine engel oldu. Gelişen veya geliştirilen
burjuvazinin büyük kesimi, sömürgeciler veya emperyalistlerle

54
işbirliği içindeki azınlıklardan oluşuyordu. Bağımsız bir kapita-
lizmin gelişememesi, Osmanlı'da demokratik devrim sürecinin
farklı kesimlerce gerçekleştirilmesini gündeme getirdi.
Emperyalistlerin I. Dünya Savaşı'ndaki hedeflerinden en
önemlisi, Osmanlı Devleti'nin parçalanması ve paylaşılmasıydı.
Diğer bir deyişle, İttihat ve Terakki, savaşa girerek bu emperya-
list planı bozmaya ve ülkenin bütünlüğünü korumaya çalıştı. Bu
açıdan bakıldığında, Türkiye'nin kurtuluş savaşı, Dr. Doğu Perin-
çek'in de belirttiği gibi, 1914 yılında başlamıştır. Ancak bu tarihte,
halkın çok büyük bölümü bu sürecin ve mücadelenin niteliğinin
farkında değildi. Savaşta yenilgi sonrasında öncelikli olarak Yu-
nanlıların ve Ermenilerin yarattığı tehdit, derlenip toparlanma-
nın ilk dürtüsünü oluşturdu.
Türkiye'de Yunan işgaline ve Ermenilerin saldırılarına karşı
başlayan Kurtuluş Savaşı, Osmanlı topraklarındaki demokratik
devrimin son derece önemli bir aşamasına dönüştü.
Ulusal Kurtuluş Savaşı, yalnızca ülkeyi işgal eden emperyalist-
lere ve onların taşeronu Yunanistan'a ve Ermenilere karşı verilen
bir mücadele değildi. Padişah ve halife yandaşları da Anado-
lu'nun mücadelesine karşıydılar. Ayrıca bu fırsattan yararlanarak
ayrı devlet kurma çabası içindeki bazı etnisiteler de Mustafa Ke-
mal'in önderliğindeki mücadeleye karşı çıktılar. Örneğin, 6 Mart
1921 Koçgiri Ayaklanması veya 17 Çerkez kabilesinin Yunanlılara
biat eden bildirisi bu nitelikteydi. Emperyalist güçler, uluslaşa-
mamış Osmanlı toplumunun içindeki çağdışı etnik ilişkileri, mil-
li mücadeleyi zayıflatmada bir etmen olarak kullanmaya çalıştı.
Halife ise, ümmet kimliğini kullanarak, milli mücadeleye karşı
çıktı. Ulusal Kurtuluş Savaşı dönemindeki iç isyanlar ya ümmet
ilişkileri temelindeydi ya da aşiret, kabile, etnik temelliydi. Diğer
bir deyişle, uluslaşma sürecindeki yetersizlik önemli bir zayıflık
kaynağını oluşturdu.
Bir toplumun uluslaşması/milletleşmesi karmaşık bir süreçtir.
Ancak, birçok toplumda çağdaş bir ulusun oluşması kapitalizmle

55
birlikte ortaya çıktı. Kapitalizm, hem işçi sınıfını hem de çağdaş
ulusları yarattı.
Osmanlı Devleti'nin çözülme sürecinde, çağdaş bir ulustan söz
etmek olanaklı değildir.
Kapitalizm yeterince gelişmediğinden Osmanlı iç pazarı bü-
tünleşmemişti; iç pazara hâkim olan bir yerli burjuvazi yoktu. İç
pazarın bütünleşmesini sağlayan ulaşım ağları kurulmamıştı. 19.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren gündeme gelen demiryolları
da, Osmanlı iç pazarını bütünleştirmeye yönelik bir proje değildi.
İngilizler ve Almanlar, Anadolu'da kendi emperyalist amaçlarına
uygun bir demiryolu politikası geliştirmişlerdi.
Bir ulusun oluşmasında eğitim politikasının ve askerliğin
belirleyici rolü vardır. Osmanlı Devleti'nde eğitim de askerlik de
ulus oluşumuna yönelik bir amaçla kullanılmıyordu.
Bu eksikliklere ek olarak, emperyalist güçlerin Türkiye'deki
Hıristiyan etnisitelere yönelik politikaları da bir ulusun oluşumu-
nu iyice zorlaştırıyordu.
Ulusal Kurtuluş Savaşı, bağımsız bir ulus devletin kurulabil-
mesini sağladı. Ancak bu ulus devletin, Anadolu Selçuklu Devle-
ti'nin yıkılması sonrasında ortaya çıkan beyliklerden biri gibi mi
olacağı, yoksa kalıcı bir devlete mi dönüşeceği, demokratik devri-
min diğer unsurları konusunda atacağı adımlara bağlıydı.
Kurtuluş Savaşı'na önderlik eden kadronun büyük bölümü,
verilen mücadelenin demokratik devrimin ilk aşaması olduğunun
farkında bile değildi. Gerçekte ise Ulusal Kurtuluş Savaşı, demok-
ratik devrimin ilk aşaması oldu. Mustafa Kemal Paşa, Ulusal Kur-
tuluş Savaşı'nda yanında olanlardan bu sürece ayak uydurama-
dığı gibi ayakbağı da olan önemli bir bölümünü tasfiye ederek,
demokratik devrimin diğer unsurlarını ve aşamalarını gerçekleş-
tirmeye yöneldi.
Siyasi bağımsızlığı uluslararası düzeyde de onaylanan bir dev-
let kuruldu; ancak bu devletin ayakta kalabilmesi ve bağımsızlı-

56
ğını koruyabilmesi, iktisadi bağımsızlığını sağlaması ve bir ulus
yaratmasıyla olanaklıydı.
Osmanlı Devleti'nden devralınan nüfus, kendisini etnik köke-
ni veya inancıyla tanımlayan, hatta etnik kimliğe bile yükseleme-
den aşiretini veya kabilesini öne çıkaran insanlardan oluşuyordu.
Bu kimliklerle hareket eden insanlar, başkalarının kulluğunu da
kabulleniyordu.
Mustafa Kemal önderliğindeki kadro, yeni kurulan ulus dev-
letin bağımsızlığının korunması ve geliştirilmesi, yeni bir ulusun
yaratılması ve bu ulusun bireylerinin kulluktan kurtulması konu-
sunda son derece bilinçli bir mücadele verdi. Bu mücadele, tarih-
sel olarak ilericiydi.
Birliktelikler, bir "başkası"na karşı oluşur. İşçi sınıfının bilinç-
lenmesi, önce patrona, arkasından sermayedar sınıfa karşı bir
mücadele içine girilmesiyle olanaklıdır. İşçiler arasındaki farklı-
lıkların ve hatta çelişkilerin aşılabilmesi, bir başka toplumsal sı-
nıfa karşı mücadele içine girilmesiyle sağlanabilir.
Bir ulusun oluşmasında da bir saldırıya karşı birlikte direnme-
nin büyük etkisi vardır. Farklı inançlardan ve etnik kökenlerden
gelen insanlara yönelik ortak bir saldırı, bu kesimleri birleştirir ve
bir ulusun ortaya çıkmasına katkıda bulunur.
Osmanlı toplumundan devralınan mirasın uluslaşmasında
Kurtuluş Savaşı'nın önemli rolü oldu. Ancak savaşın bitmesinden
sonra, düşmana karşı mücadelede fiilen oluşan bu birlikteliğin
başka araçlarla geliştirilmesi gerekiyordu.
Türkiye'de demokratik devrim, kişilerin tercihleri ve bilinç-
li seçimleriyle değil, hayatın zorlamasıyla gündeme geldi. Tür-
kiye'nin bir devlet olarak var olabilmesi, demokratik devrimle
mümkündü. Bu süreci kavrayan dâhi, Mustafa Kemal'di. Mustafa
Kemal'in en yakın arkadaşları bile, yapılanların tarihsel boyutu-
nun ve öneminin farkında değillerdi. Mustafa Kemal, bir askeri
dâhi olmanın ötesinde, büyük bir tarih kültürüyle Türkiye'de ulus
devletin kurulması, bir ulusun yaratılması ve insanların çağdışı

57
kulluk/kölelik ilişkilerinden kurtulabilmelerini içeren bir müca-
dele sürecine önderlik etti.
Mustafa Kemal Paşa bu konudaki duyarlılığını ve bilincini,
daha 16/17 Ocak 1923 günü gazetecilerle yaptığı görüşmede şöyle
ifade ediyordu: "İdarei maslahatçılar esaslı inkılap yapamaz. (...)
İnkılabın kanunu mevcut kanunların üstündedir. Bizi öldürme-
dikçe ve bizim kafalarımızdaki cereyanı boğmadıkça başladığımız
yenilikçi inkılap bir an bile durmayacaktır. Bizden sonraki devir-
lerde de hep böyle olacaktır!"19
Kapitalizmin gelişmesiyle gerçekleşen demokratik devrimlere
devrimci burjuvazi önderlik eder. Ancak bu sürecin diğer bir un-
suru da işçi sınıfıdır. Gelişen kapitalizm, burjuvaziyi güçlendirir
ve bir ulus devletin yaratılmasının, milliyetçiliğin gelişmesinin
koşullarını yaratırken, işçi sınıfını da yaratır. Bu nedenle, kapita-
lizmin gelişmesi temelinde ortaya çıkan demokratik devrimlerde
işçi sınıfı da tarih sahnesine çekildi. Feodaliteye (aristokrasiye ve
Kilise'ye) karşı mücadele eden devrimci burjuvazi, işçi sınıfının
gücünden de yararlanmaya çalıştı. Kapitalizmin gelişmesinin
ürünü olan işçi sınıfı, çıkarları gereği demokratik devrimde rol oy-
nadı ve İngiltere gibi bazı ülkelerde, işçi sınıfının bazı kesimleri,
demokratik devrimi daha da ileri götürecek (başarısız) girişimler-
de bulundular (Kazıcılar Hareketi gibi).
Türkiye'de demokratik devrim, gelişen kapitalizmin yarattığı
devrimci burjuvazi ve işçi sınıfı temelinde gelişmedi. 1876 Anaya-
sası ile padişahın yetkilerinin sınırlı ölçüde ve kısa bir süre için
kısıtlanması, 1908 Devrimi ile uluslaşma ve kulluktan kurtulma
doğrultusunda önemli adımların atılması ve Kurtuluş Savaşı'yla
başlayan süreçte, işçi sınıfı nicel ve nitel olarak çok geri bir dü-
zeydeydi. İşçi sınıfının "memur" statüsünde istihdam edilenleri
dışındaki kesimleri, demokratikleşme sürecine önemli bir katkıda
bulunmadı; ancak 1908-1913 ve 1919-1925 dönemlerinde demokra-

19 ATABE, c.14, 2004, s.301, 302.

58
tik devrimde atılan adımlardan yararlandı. 1925-1938 döneminde
ise zayıf ve hükümetin uyguladığı bilinçli politikalarla daha da
zayıflatılmış bir işçi sınıfı hareketi söz konusuydu. İşçi sınıfının
"memur" statüsünde istihdam edilen kesimleri, sınıf kimliklerini
geri plana iterek ulusalcı kimliklerini öne çıkarmaları koşuluyla,
bu süreçte önemli ekonomik haklara ve itibara sahip oldular.
Yeni Cumhuriyet yönetimi, demokratik devrimi gerçekleştir-
meye çalışırken büyük iktisadi zorluklar ve sorunlarla karşı kar-
şıyaydı.
Yarısömürge Osmanlı Devleti'nden bir iktisadi enkaz devra-
lınmıştı. On yıllık savaş dönemi, demografik, iktisadi ve sosyal
yapıya büyük zararlar vermişti. Ayrıca Yunan ordusu, 30 Ağustos
1922 sonrasında kaçarken her tarafı yakıp yıkmıştı. Her açıdan
geri bıraktırılmış, emperyalist sömürü nedeniyle sermaye biriki-
mini ve sanayileşmesini gerçekleştirememiş, aydınlanma sürecini
yaşamamış bir ülkede demokratik devrim yapmanın zorlukları,
1923-1938 döneminin başka sorunlarıyla daha da büyüyordu.
Osmanlı'dan devralınan sağlık sistemi son derece zayıftı. Ko-
ruyucu hekimliğin ve tedavi edici hekimliğin geliştirilmesi için bir
altyapının kurulması gerekiyordu.
Osmanlı'dan devralınan eğitim yapısı son derece zayıftı. Hal-
kın çok büyük çoğunluğu eğitimsizdi, cahildi, din adamlarının
etkisi altındaydı. İşgücü niteliksizdi. Medreselerin tümünün ve
yabancı okulların büyük bölümünün kapatılması sonrasında yeni
bir örgün eğitim sisteminin kurulması, yeni harflerin kabulü son-
rasında Millet Mekteplerinin yaygınlaştırılması ve halkın çeşitli
alanlarda eğitimine katkıda bulunan Halkevlerinin kurulması,
önemli kaynaklar gerektiriyordu.
Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında etnik ve inanç temelli ayak-
lanmalar gerçekleşti. Ülkede eşkıyalık yaygındı. Ayrıca uluslara-
rası gerginliklerin artması da, savunma harcamalarının artırılma-
sını gerektiriyordu. Bunlarla mücadele edilebilmesi önemli kay-
nakların iç güvenlik ve savunma için ayrılmasına yol açtı.

59
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı borçlarının bir bölümünü dev-
raldı. Bunların ödenmesi için kaynak ayrılması gerekiyordu.
Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren yabancı şirketler milli-
leştirildi ve devletleştirildi. Bu uygulama için tazminat ödendi.
Kamunun ulaştırma (özellikle demiryolları ve karayolları),
limanlar, tarım, sanayi, madencilik, elektrik, havagazı, su, ban-
kacılık gibi alanlardaki yatırımları için kaynak yaratılması gere-
kiyordu.
Türkiye, Lozan Antlaşması'ndaki hükümler gereği, 1929 yılına
kadar gümrük vergilerini yükseltemiyordu. Bu nedenle kaynakla-
rın artırılmasında sorunlar yaşanıyordu.
1927 yılında bir tarım buhranı yaşandı. Ardından 1929 Büyük
Buhranı'nın etkileri gündeme geldi.
1927 yılında kabul edilen Teşviki Sanayi Kanunu çerçevesinde
özel sektöre verilen destek de önemliydi.
Türkiye'ye gelen göçmenler için yapılan harcamalar ve toprak
kamulaştırma giderleri de bütçenin bir bölümünü götürüyordu.
Osmanlı'nın borç batağına gömülmesinin siyasal bağımsızlık
açısından olumsuz sonuçlarını yaşamış olan Cumhuriyet yönetici-
leri, artan harcama gereksinimlerinin finansmanında dış borçlan-
maya gitmediler. Devlet politikası, denk bütçenin sağlanmasıydı.
1931 yılında Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası kurulunca-
ya kadar hükümetin elinde para basma yetkisi de yoktu. Ancak,
Merkez Bankası'nın kurulması sonrasında da bu konuda dikkatli
davranıldı; II. Dünya Savaşı'na kadar, artan kamu harcamalarının
karşılanmasında, fiyat artışlarına yol açacak para basma yönte-
minden kaçınıldı.
Devletin gelirleri ise sınırlıydı. Gelirleri artırabilmek için, nüfu-
sun yüzde 80'inden fazlasını oluşturan köylüye yüklenildi. Köylü
yoksuldu; kullandığı teknoloji geriydi; üretebildiği ekonomik artık
sınırlıydı. Köylülüğün bir bölümü toprak ağalarının, aşiret reisleri-
nin ve şeyhlerin sömürüsü ve tahakkümü altındaydı. Köylülüğün
bu kesimi özgür yurttaş olamamıştı; toprak ağalarına, aşiret reisle-
rine ve şeyhlere karşı bir sınıf mücadelesi içinde değildi.

60
Devlet, bu koşullarda genel ve yukarıda belirtilen ek harcama-
lar için gerekli olan ekonomik artığı, köylüden dolaylı vergiler ve
çeşitli doğrudan vergiler aracılığıyla sağlamaya çalıştı. Özellikle
1927 tarım buhranı ve 1929 buhranının köylülük üzerindeki olum-
suz etkileri, demokratik devrimin köylünün iktisadi yaşamına
yansımasının da olumsuz olmasına neden oldu.
Kapitalizmin, feodal üretim biçiminin bağrında belirli bir ge-
lişmişlik düzeyine ulaşması sonrasında gerçekleşen demokratik
devrimlerde bu sorunların büyük bölümü yaşanmıyordu. Türkiye
demokratik devriminin şanssızlığı, demokratik devrimin korunup
geliştirilebilmesi için gerekli maddi kaynakların sağlanmasında
köylülüğün büyük bedel ödemesi oldu. Bu da, köylülük ve daha
sonraki yıllarda da köylülükten işçiliğe geçen toplum kesimlerin-
de demokratik devrim karşıtı akımların kolayca etkili olmasına
yol açtı. Demokratik devrim, nüfusun büyük çoğunluğunu oluş-
turan köylülüğün yaşamına önemli bir refah artışı olarak yansı-
madı; tam tersine, bu yıllarda ekonomik sorunlar artarak sürdü.
Demokratik devrimin amaçlarına ulaşmada da, 1931 yılında
CHP programına, 1937 yılında da Anayasaya eklenen altı temel
ilke kullanıldı.
Bu altı ilke, demokratik devrimin araçlarıydı. Bu ilkeler, her-
hangi başka bir ülkenin veya siyasal partinin programından alın-
madı; Türkiye demokratik devriminin gündemine giren sorun-
ların çözümü için diğer ülke deneyimlerinden de yararlanılarak
geliştirildi.
Halk Fırkası'nın 9 Eylül 1923 tarihli nizamnamesinde "halkçı-
lık" ilkesi vurgulanmıştı. 2. maddenin bir bölümü şöyleydi: "Halk-
çılar, hiçbir ailenin, hiçbir sınıfın, hiçbir cemaatin, hiçbir ferdin
imtiyazlarını kabul etmeyen ve kanunları koymaktaki mutlak hür-
riyet ve bağımsızlığı tanıyan fertlerdir."20

20 ATABE, c.16, 2005, s.100.

61
Cumhuriyet Halk Fırkası'nın 22 Ekim 1927 tarihli nizamname-
sinde önce üç ilke sıralanıyor, daha sonra laiklik vurgulanıyordu:
"Madde 1. Cumhuriyet Halk Fırkası, (...) cumhuriyetçi, halkçı, mil-
liyetçi, siyasi bir cemiyettir.", "M. 3. Fırka, (...) devlet ve millet iş-
lerinde din ile dünyayı tamamen birbirinden ayırmayı en mühim
esaslarından sayar."21
Cumhuriyet Halk Fırkası'nın İkinci Kurultay'ında, 22 Ekim
1927'de kabul edilen program beyannamesinde dört ilke birlikte
sıralanıyordu: "Cumhuriyet Halk Fırkası cumhuriyetçi, laik, halk-
çı ve milliyetçidir."22
Cumhuriyet Halk Fırkası'nın Üçüncü Kurultay'ında kabul edi-
len Program'da 6 ilke belirtiliyordu: "Cümhuriyet Halk Fırkası,
A) Cümhuriyetçi, B) Milliyetçi, C) Halkçı, Ç) Devletçi, D) Laik, E)
İnkılâpçıdır."23
Kemalist Devrim, CHP ve İşçi Sınıfı kitabı, Türkiye'de demokra-
tik devrime 1919-1938 döneminde öncülük eden Cumhuriyet Halk
Partisi'nin işçi sınıfına yönelik politikalarını, bu genel çerçeve
içinde ele almaktadır.

Bağımsız Bir Ulus-Devlet Kurma

Ulusal Kurtuluş Savaşı, Ermeni ve Rumların saldırılarına karşı


Müslüman nüfusun can, namus ve mallarını koruma direnişi ola-
rak başlayıp, Yunanlılara ve ardından emperyalist güçlere ve Os-
manlı Devleti'ne karşı bir mücadeleye dönüştü; Lozan Antlaşması
ile yeni bir ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyeti doğdu.
Yunan işgalinin başladığı dönemde, insanların genel eğilimini
Mustafa Kemal Paşa şöyle anlatmaktadır:

21 ATABE, c.22, 2007, s.22.


22 ATABE, c.22, 2007, s.39.
23 C.H.F. Program, İstanbul, 1931, s.9.

62
"Millet ve ordu, Padişah ve Halife'nin hainliğinden haberdar
olmadığı gibi, o makama ve o makamda bulunana karşı asır-
ların kökleştirdiği din ve gelenek bağları dolayısıyla da içten
gelerek boyun eğmekte ve sadık. Millet ve ordu bir yandan
kurtuluş çaresi düşünürken bir yandan da yüzyıllardır süre-
gelen bu alışkanlık dolayısıyla, kendinden önce, yüce hilafet
ve saltanat makamının kurtarılmasını ve dokunulmazlığını
düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını
kavrama yeteneğinde değil. (...) Bu inanca aykırı bir düşünce
ve görüş ileri süreceklerin vay haline! Derhal dinsiz, vatan-
sız, hain ve istenmeyen kişi olur. (...)
"Diğer önemli bir noktayı da belirtmek gerekir. Kurtuluş ça-
resi ararken İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük devletleri
gücendirmemek temel ilke olarak kabul edilmekte idi. Bu
devletlerden yalnız biri ile bile başa çıkılamayacağı kurun-
tusu hemen bütün kafalarda yer etmişti. Osmanlı Devleti'nin
yanında, koskoca Almanya, Avusturya-Macaristan varken,
hepsini birden yenip yerlere seren İtilaf kuvvetleri karşısın-
da, yeniden onlarla çatışmaya varabilecek durumlara gir-
mekten daha büyük mantıksızlık ve akılsızlık olamazdı.
"Bu zihniyette olan yalnız halk değildi; özellikle seçkin ve
aydın denen insanlar böyle düşünüyordu." 24
Mustafa Kemal Paşa, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın demokratik
devrimdeki yerini belirlerken, hedefini şöyle koyuyordu: "Os-
manlı Hükûmeti'ne, Osmanlı padişahına ve Müslümanların ha-
lifesine baş kaldırmak, bütün milleti ve orduyu ayaklandırmak
gerekiyordu."25
Ancak demokratik devrimin bu aşamasında nihai hedefin
dile getirilmesi bile tehlikeliydi. Mustafa Kemal Paşa bu konuda

24 Atatürk, Nutuk (1919-1927), Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan: Prof. Dr.


Zeynep Korkmaz, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2005, s.8.
25 Atatürk, Nutuk, s.10.

63
şunları söylemektedir: "Gerçek, Osmanlı saltanatının ve hilafetin
yıkılmış ve ortadan kalkmış olduğunu düşünerek yeni temellere
dayanan, yeni bir devlet kurmaktan ibaretti. Fakat durumu oldu-
ğu gibi dile getirmek, amacın büsbütün kaybedilmesine yol aça-
bilirdi. Çünkü, halkın düşünce ve eğilimleri, daha Padişah ve Ha-
life'nin mazur durumda bulunduğu yolundaydı. Hatta, Meclis'te,
ilk anda, hilafet ve saltanat makamıyla temas kurmak ve İstanbul
Hükûmeti'yle uzlaşma aramak akımı başgöstermişti." 26
Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda önemli bir bölümü duyarsız olan
halkın harekete geçirilmesinde önemli zorluklar yaşandı. Musta-
fa Kemal Paşa'nın bu konudaki değerlendirmesi şöyleydi: "Dik-
kate değer bir noktadır ki, İzmir'in, onun arkasından da Manisa
ve Aydın'ın işgali ile, yapılan saldırı ve zulümler hakkında millet
daha aydınlanmamış; millî varlığa vurulan bu korkunç darbeye
karşı açıktan açığa herhangi bir tepki ve şikâyet gösterilmemişti.
Milletin, bu haksız darbe karşısında sessiz ve hareketsiz kalması,
elbette kendi lehine yorumlanamazdı. Onun için milleti uyarıp
harekete getirmek gerekirdi."27
Bazı yörelerin halkı, İngiliz ve Fransız işgaline karşı değildi;
yalnızca Yunan ve Ermeni zulmünden korkuluyordu.
Ancak İngiliz ve Fransız ordularında I. Dünya Savaşı'nın son
yıllarında yaşanan isyanlar ve tahmin edildiğinden çok daha
uzun süren ve büyük kayıplara yol açan Büyük Savaş'ın (I. Dünya
Savaşı) tahribatının yol açtığı kamuoyu tepkisi, İngiltere ve Fran-
sa'nın doğrudan işgale girişmesini engelliyordu. Bu koşullarda,
İngiltere'nin taşeronluğunu Yunanistan, Fransa'nın taşeronluğu-
nu da tehcirle yurtlarından edilmiş olan Ermeniler üstlendi.
Ülkeyi İngiltere ve Fransa doğrudan işgal etseydi ve deneyimli
sömürgeciler olarak insanların canına, namusuna ve malına fazla
dokunmadan ülkeyi sömürse ve halka hükmetseydi, Padişah'a,
Halife'ye, din adamlarına, aşiret reislerine, toprak ağalarına,

26 Age, s.299.
27 Age, s.16

64
şeyhlere kulluğa alışmış insanlarımızın, emperyalistlere kulluğa
başkaldırıları çok daha uzun bir zamanı gerektirebilirdi.
Bu konuda İzmir Valisi'nin tavrı ilginçtir: "İzmir Valisi ise İz-
mir'in işgal edileceği haberini yalanlıyordu. Vali son çare olarak
İngilizlere başvurarak işgalin Yunanlılar tarafından değil, İngiliz-
ler tarafından yapılmasını istediyse de, İstanbul'un kayıtsız kalışı
karşısında, çaresizlik içinde boyun eğdi."28
İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali tehlikesi karşısında ta-
kınılan tavrı, Tevfik Çavdar da şöyle anlatmaktadır: "Bu arada,
İtilaf Devletleri'nin kentte bulunan kumandanlıklarına bir heyet
gönderilerek, eğer bu iş yapılacaksa Yunanlılar tarafından yapıl-
maması istenmişti."29
16 Ağustos 1919 günü Alaşehir Kongresi toplandı: "Alaşehir
ilerigelenlerinden yüz elli kadarının korunmalarını Fransız hima-
yesine girmek suretiyle sağlama yoluna gitmelerinden, Batı Ana-
dolu'daki millî mücadele çabaları, (...) sadece Yunanlılara karşı
yöneltilmiş görünüyordu. (...) Kongre Başkanı Hacim Muhittin
Bey, Kongre'nin altıncı günü genel kurula bir teklifte bulunmuş
ve şöyle demişti: 'Biz Mütarekede imzaladığımız ve kabul ettiği-
miz siyasî durum gereğince İtilaf Devletleri'nin askeri zorunlukla
işgal etmek istedikleri bölgeleri kendilerine teslim ve işgallerine
karşı susmak zorunda kaldık. Fakat işin içine Yunanlılar girince
buna umumi vicdan susmadı. Millî coşkunluk başgösterdi. Eğer
bu işgal bir askeri lüzuma dayansa idi veya öyle anlaşılsa idi ve bu
işgal İngiliz, Fransız veya Amerikalılar tarafından yapılmış olsay-
dı kimse ses çıkarmayacaktı.'"30
Yunanlıların Balkanlar'da yaptıkları katliamlar, Batı illerine
göç etmiş Balkan göçmenleri aracılığıyla öğrenilmişti. Ermeni çe-
telerinin katliamları da Doğu Anadolu'da iyi biliniyordu. Yunan iş-

28 E. Aybars Türkiye Cumhuriyeti Tarihi-I, 8. Basım, ErcanYay., İzmir, 2003, s.123.


29 T. Çavdar Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, 1839-1950, İmge Yay., Ankara, 1995,
s.153.
30 M. Goloğlu, Sivas Kongresi, Ankara, 1969, s.49.

65
gali ve Fransız üniforması giymiş Ermenilerin davranışları, belirli
yörelerde ilk direniş tohumlarının yeşermesine yol açtı. Ayrıca,
yüzyıllar boyunca Osmanlı hâkimiyeti altında yaşamış Rumların
ve Ermenilerin bu kez Osmanlı üzerinde hâkimiyet kurma çabası,
tepkinin daha da büyük olmasına yol açıyordu. Yunanlılar, 15 Ma-
yıs 1919'da İzmir'de 400 kişiyi öldürdüler. İlk birkaç gün içinde İz-
mir'de ve çevre köy ve ilçelerde öldürülen kişi sayısı 5000'e ulaştı.
Bu katliam, direniş eğilimini güçlendirdi.
Bu dönemdeki bölünmüşlüğü ve davranış farklarını Sina Ak-
şin şu şekilde özetlemektedir:
"Sivas yurt çapında bir kongre olmasına rağmen, 38 kişiyle
toplanmıştı. Bunun başlıca nedenlerinden biri, Batı Anado-
lu'daki (Ege ve Marmara bölgeleri) ulusal örgütlerin tutu-
muydu. Onlara göre ulusal örgütlerin yurt çapında birleş-
mesi gereksizdi, çünkü sorunlar farklıydı. Doğudakilerin ba-
şında Ermenistan, batıdakilerin başında Yunanistan sorunu
vardı. Sonra doğudakiler her türlü işgale karşı çıkarken, ba-
tıdakiler Yunanistan olmamak kaydıyla İtilaf devletlerinden
birinin işgaline razıydılar. Nihayet doğudakilerin seçimlerin
yapılması, Mebusan Meclisi'nin toplanması yolunda demok-
ratik talepleri varken, batıdakilerin böyle bir sorunları yok-
tu. Bu görüş farklılıklarının biraz da doğuda önderliğin ağır-
lıklı olarak subayların, batıda önderliğin ağırlıklı olarak eş-
rafın elinde olmasından kaynaklandığı tahmin edilebilir."31
Türkiye demokratik devriminin ilk aşaması, bazı yörelerde
Ermenilerin ve Yunanlıların halkın canına, namusuna ve malına
karşı yönelttiği saldırılara karşı yerel düzeyde ortaya çıkan dire-
nişleri ve oluşan Müdafaai Hukuk Cemiyetleri'ni bütünleştirmek-
ti. İlk örgütlenmeler genellikle İttihat ve Terakki'nin yerel düzey-
deki kadroları tarafından gerçekleştirildi.

31 S. Akşin, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, 1789-1980, c.1, Cumhuriyet


Yay., İstanbul, 1997, s.157-158.

66
Mustafa Kemal Paşa, daha Amasya'dayken Anadolu'daki mü-
cadelenin İstanbul'daki Padişah'ın iradesinin üstünde olduğunu
yayıyordu. 21 Haziran 1919 günü İstanbul'daki bazı kişilere gön-
derdiği mektupta şöyle deniyordu: "Dolayısıyla İstanbul'un işbu
muhalif cereyanları artık Anadolu'ya ve milli emel ve hissiyata
hâkim değil, tabi olmak vatani mecburiyetindedir."32 Mustafa Ke-
mal Paşa, bu mektubun içeriğini 1927 yılında okuduğu Nutuk'ta
şöyle özetliyordu: "Artık İstanbul, Anadolu'ya hâkim değil, tabi
olmak mecburiyetindedir."33
21 Haziran 1919 günlü Amasya Genelgesi de şöyle başlıyor-
du: "Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir. İs-
tanbul Hükümeti, İtilaf Devletleri'nin etki ve denetimi altında
kalmış bulunduğundan, kendisine düşen sorumluluğun gerekle-
rini yerine getirememektedir. Bu durum milletimizi yokmuş gibi
tanıttırıyor. Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı
kurtaracaktır."34
Vilayatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti'nin Erzurum
Şubesi ile Trabzon Şubesi, Erzurum'da Vilayatı Şarkiye Kongresi
toplanmasına karar verdi. Kongre, 23 Temmuz 1919 günü açıldı.
Kongre'nin heyet başkanlığına seçilen Mustafa Kemal Paşa,
konuşmasında son derece ihtiyatlıydı. Devletin ve milletin yanı
sıra, saltanat ve hilafetin uğradığı saldırılara da değindi. Konuş-
masının bazı bölümleri şöyleydi: "Mütarekename hükümleri bir
tarafa bırakılarak, İtilaf devletleri askeri kuvvetleri, saltanatın pa-
yitahtı ve hilafetin merkezi olan İstanbul'umuzu işgal etti. Gün
geçtikçe artan bir şiddetle, hilafet ve saltanat hukuku, hükümet
haysiyeti, milli izzeti nefsimiz tecavüz ve saldırılara uğradı. Os-
manlı tebaasından olan Rum ve Ermeni unsurları, gördükleri teş-
vik ve yardımın neticesiyle de, milli namusumuzu yaralayacak
taşkınlıklardan başlayarak, nihayet hazin ve kanlı safhâlâra gi-

32 ATABE, c.3, 2000, s.102.


33 ATABE, c.19, 2006, s.44.
34 Atatürk, Nutuk, C.III, s.11.

67
rinceye kadar küstahane tecavüzlere koyuldular. (...) Arz edilen
bu sebepler ve saltanatın payitahtının da kuşatma altında ve ta-
mamıyla denetime tabi kalması yüzünden, artık bu vatanda mu-
kaddesat ve mukadderatına sahip bir kudretin ve milli iradenin
mevcut olmadığı boş inancı hükümran olmuş ve cansız bir vatan,
kansız bir millet nelere müstahak ise, korkusuzca onların tatbika-
tına, İtilaf devletlerince başlanmıştır."35
Mustafa Kemal Paşa konuşmasını "soylu milletimizi ve ma-
kamı saltanat ve hilafeti kübrayı korumakla ve mukaddesatımızı
düşünmekle yükümlü olan heyetimizi muvaffak buyursun" diye
bitirdi.
23 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında toplanan Erzu-
rum Kongresi'nde alınan kararlar, demokratik devrimin daha ilk
aşamasında bulunulduğunu göstermektedir: "Osmanlı hüküme-
tinin dağılma tehlikesine karşı, Osmanlı saltanatının ve hilafeti-
nin ve İslamın devamlılığı, esas maksadı teşkil ettiğinden, diğer
vilayetlerle birlikte ve katılımın temini mümkün olamadığı tak-
dirde, Doğu Anadolu vilayetlerince ayrı ayrı müdafaa ve muka-
vemet esası kabul edilmiştir. (...) Mukaddes hilafete ve Osmanlı
saltanatına olan bağlılığımızı muhafaza ve temin etmek ve vatanı-
mızı Rum ve Ermeni ayakları altında çiğnetmemek üzere, derhal,
bölgesi açıkça belirtilmiş olan Doğu Anadolu'da, bir geçici idare
kurulacaktır."36
Kongre'de oluşturulan Doğu Anadolu Müdafaai Hukuk Cemi-
yeti'nin tüzüğünde, cemiyetin amacı şöyle belirtiliyordu: "Osman-
lı vatanının bütünlüğünü ve yüce hilafet ve saltanat makamının
ve milli bağımsızlığın dokunulmazlığını temin zımnında, Kuvayi
Milliye'yi etken ve milli iradeyi hâkim kılmaktadır." Ayrıca, "bü-
tün İslam vatandaşlar, bu cemiyetin tabii üyelerindendir" deni-
yordu.37

35 ATABE, c.3, 2000, s.183-184.


36 ATABE, c.3, 2000, s.232-233.
37 ATABE, c.3, 2000, s.234.

68
Sivas Kongresi, 4 Eylül 1919 günü açıldı. Mustafa Kemal Pa-
şa'nın Kongre'yi açış konuşmasının başında yalnızca vatanın ve
milletin kurtuluşundan söz ediliyordu: "Vatan ve milletin kurtu-
luşunu hedefleyen zorunlu sebepler, sizleri bunca sıkıntı ve en-
geller karşısında Sivas'ta topladı."
Mustafa Kemal Paşa'nın açış konuşmasında, Ermeni ve Rum
saldırılarının ötesinde İtilaf Devletleri'nin saldırıları ve İstan-
bul'dakilerin sessizliği vurgulandı: "Saltanatın payitahtı ve hila-
fetin merkezi ise hükümdar saraylarına kadar boğucu bir tarzda
işgal suretiyle devletin can evinde yabancı tekel ve tahakkümü
kuruldu ve bu hak kırıcı saldırılara karşı merkezi hükümet ihti-
mal ki tarihte bir misli daha görülmemiş şekilde tahammül etti
ve daima zayıf ve aciz bir mevkide kaldı. İşte bu ahval milletimizi
şiddetli bir uyanışa sevk etti. Artık milletimiz pek güzel anladı ki,
İtilaf devletleri bu vatanda mukaddesat ve mukadderatına sahip
bir kudret ve milli irade mevcut olmadığı batıl zehabına kapıldı.
Ve bu zehap yüzünden cansız bir vatan, kanunsuz bir millet ne-
lere müstahak ise çekinmeden onların tatbikatına koyuldu. Buna
karşı tevekkül ve teslimiyetin tam çöküş faciasından başka bir ne-
tice vermeyeceği kanaati yerleşti."38
Mustafa Kemal Paşa konuşmasını şöyle bitirdi: "Vatan ve mil-
letin üstünlüğü ve kurtuluşu gayesine bağlı olan heyetimizin ha-
yırlısıyla başarılı olması temennilerini ilahi yaratanın yüceliğine
sunarım. "
Sivas Kongresi'nde hedef, ulusal birlik ve tam bağımsızlık
olarak belirlendi. "Amerikan Mandası"na karşı çıkıldı. 8 Eylül
günü Amerikan mandası yandaşları bir muhtıra verdiler. Lehte ve
aleyhte konuşmalar yapıldı. Muhtıra geri çekildi. Doğu Anadolu
Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nin adı Anadolu ve Rumeli Müdafaai
Hukuk Cemiyeti olarak değiştirildi.
Etnik farklılıkların aşılmasında birleştirici olarak "milli" kim-
lik yerine inanç kimliği her iki kongrede de ön plandaydı. Demok-

38 ATABE, c.3, 2000, s.311.

69
ratik devrimin "ulus yaratma" aşamasına ancak Türkiye Cumhu-
riyeti kurulduktan sonra geçilebildi. Erzurum Kongresi'nin (Trab-
zon'un ve diğer Doğu vilayetlerinin isimlerinin sayılması sonra-
sında) bu konudaki kararı şöyleydi: "Bu bölgede yaşayan bütün
İslam unsurlar, yekdiğerine karşı, karşılıklı hürmet ve fedakârlık
hissiyle dolu ve ırki ve toplumsal vaziyetine ve çevre şartlarına ri-
ayetkâr öz kardeştirler."39
Sivas Kongresi kararı da tüm Osmanlı ülkesinde aynı anlayışı
savunuyordu: "30 Ekim 1918 tarihindeki sınır dahilinde kalan ve
her noktasında çoğunluğu İslamlar teşkil eden Osmanlı memleke-
ti kısımları, yekdiğerinden ve Osmanlı camiasından ayrılamaz ve
bölünemez bir bütündür. Bütün İslam unsurlar, yekdiğerine karşı,
karşılıklı hürmet ve fedakârlık hissiyle dolu ve ırki ve toplumsal va-
ziyetine ve çevre şartlarına riayetkâr öz kardeştirler." Bu anlayış, 11
Eylül 1919 günlü Sivas Kongresi Beyannamesi'nde de yer aldı.
Sivas Kongresi kararlarında, Rum ve Ermeni saldırılarının öte-
sinde her türlü saldırıya karşı çıkılacağı belirtiliyordu: "Her türlü
işgal ve müdahalenin ve bilhassa Rumluk ve Ermenilik teşkili ga-
yesine matuf harekâtın reddi hususlarında, birlikte müdafaa ve
mukavemet esası kabul edilmiştir."40
Mustafa Kemal Paşa, Nutuk'ta, Erzurum ve Sivas kongreleri
arasındaki bu farka şöyle dikkat çekmektedir: "3- 'Her türlü işgal
ve müdahaleyi Rumluk ve Ermenilik kurma gayesine bağlı saya-
cağımızdan, topyekûn savunma ve direnme ilkesi kabul edilmiş-
tir' yerine 'Her türlü işgal ve müdahalenin özellikle Rumluk ve
Ermenilik kurma gayesine yönelmiş faaliyetin reddi konularında
topyekûn savunma ve direnme ilkesi kabul edilmiştir' denildi. Bu
iki cümlede anlam bakımından elbette büyük fark vardır. Birinci-
sinde İtilaf Devletlerine karşı düşmanca tavır alma ve direnmeden
söz edilmiyor. İkincisinde bu husus açıklık kazanıyor."41

39 ATABE, c.3, 2000, s.232.


40 ATABE, c.3, 2000, s.355, 361.
41 Atatürk, Nutuk, s.61

70
Sivas Kongresi kararlarında saltanat ve hilafetin korunması,
hâlâ temel hedef alınıyordu: "Osmanlı hükümetinin dağılma teh-
likesine karşı, İslam hilafeti ve Osmanlı saltanatının devamlılığı,
esas maksadı teşkil ettiğinden, birlikte müdafaa ve mukavemet
esası kabul edilmiştir."42
11 Eylül 1919 tarihli Sivas Kongresi Beyannamesi'nde ayrıca
üç nokta vurgulandı: "Osmanlı Hükümeti bir dış baskı karşısın-
da memleketimizin herhangi bir parçasını terk ve ihmal etmek
çaresizliğinde bulunduğu takdirde hilafet ve saltanat makamıyla
vatan ve milletin dokunulmazlığını ve bütünlüğünü sağlayacak
her türlü tedbirler ve kararlar alınmıştır. (...) Milliyet esaslarına ri-
ayetkâr ve memleketimize karşı istila emeli beslemeyen herhangi
devletin fenni, sınai, iktisadi yardımını memnuniyetle karşılarız.
(...) Milletlerin kendi mukadderatını bizzat tayin ettiği bu tarihi
devirde (...)"43
Bu dönemde İngiliz Muhipleri Cemiyeti, İngiltere'ye; Wilson
Cemiyeti, ABD'ye; İttihatçıların bir bölümünün kurduğu Karakol
Cemiyeti de önemli ölçüde Sovyet Rusya'ya bağımlıydı. Mustafa
Kemal Paşa, her türlü bağımlılık ilişkisini reddederek, "tam ba-
ğımsızlık" peşindeydi.44
Bu arada 12 Ocak 1920 günü İstanbul'da Meclisi Mebusan yeni-
den toplandı. Meclisi Mebusan, 28 Ocak 1920 günlü gizli toplan-
tısında, Sivas Kongresi kararları temelinde Mustafa Kemal Paşa
tarafından hazırlanmış taslak üzerinde çok az değişiklik yapıldık-
tan sonra, Ulusal Ant'ı (Misakı Milli) kabul etti.

42 ATABE, c.3, 2000, s.355.


43 ATABE, c.3, 2000, s.362.
44 Bu cemiyetlerle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz., F. Tevetoğlu Milli Mücâdele
Yıllarındaki Kuruluşlar, Karakol Cemiyeti, Türkiye’de İngiliz Muhibleri Cemiyeti,
Wilson Prensibleri Cemiyeti, Yeşilordu Cemiyeti, Türk Tarih Kurumu Yay.,
Ankara, 1988; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Mütareke
Dönemi, c.II, Hürriyet Vakfı Yay., İstanbul, 1986. Sivas Kongresi’ndeki manda
tartışmaları için bkz. U. İğdemir, Sivas Kongresi Tutanakları, Türk Tarih Kurumu
Yay., Ankara, 1969; M. Erol, Türkiye’de Amerikan Mandası Meselesi 1919-1920,
İleri Basımevi, Giresun, 1972.

71
16 Mart 1920 günü İstanbul'un resmen ve fiilen işgal edilme-
sinin ardından, demokratik devrimde yeni bir aşamaya geçildi;
"milli irade" hâkim kılındı. Demokratik devrimin bu aşamasında
fiilen "millet iradesi" öne çıkarılırken, "Padişah ve Halife" dışlan-
mıyordu.
Heyeti Temsiliye adına Mustafa Kemal Paşa'nın 19 Mart 1920
tarihli bildirisi şöyleydi: "Devlet merkezinin korunmasını, mille-
tin bağımsızlığını ve devletin kurtarılmasını sağlayacak tedbirle-
ri düşünmek ve uygulamak üzere, millet tarafından olağanüstü
yetkiler taşıyan bir meclisin, Ankara'da toplantıya çağrılması ve
dağılmış olan milletvekillerinden Ankara'ya gelebileceklerin de
bu meclise katılmaları zarurî görülmüştür. Bu bakımdan aşağıda
verilen talimat gereğince seçimlerin yapılması, yüksek ve derin
vatanseverlik anlayışından beklenir: 1- Memleket işlerini idare et-
mek ve denetlemek üzere, Ankara'da olağanüstü yetkilere sahip
bir meclis toplanacaktır."45
23 Nisan 1920 günü Büyük Millet Meclisi'nin açılmasından
önce Heyeti Temsiliye adına Mustafa Kemal Paşa'nın kolordula-
ra, valiliklere, bağımsız sancaklara, belediye başkanlıklarına ve
diğer bazı kurumlara yolladığı 21 Nisan 1920 tarihli çok ivedi telg-
rafta, mücadelenin amaçları arasında vatanın istiklalinin hemen
arkasından halifelik ve saltanat makamlarının kurtarılması yer
alıyordu:
"1- Tanrının lûtfuyla Nisanın 23'üncü Cuma günü, cuma na-
mazından sonra, Ankara'da Büyük Millet Meclisi açılacaktır.
"2- Vatanın istiklali, yüce Hilafet ve Saltanat makamının
kurtarılması gibi en önemli ve hayati görevleri yapacak olan
Büyük Millet Meclisi'nin açılış gününü cumaya rastlatmak-
la, o günün kutsallığından yararlanılacak ve bütün sayın
milletvekilleriyle Hacı Bayram Veli Cami-i Şerifinde cuma

45 Atatürk, Nutuk, s.288.

72
namazı kılınarak Kur'an'ın ve namazın nurlarından da feyz
alınacaktır. Namazdan sonra, Sakal-ı Şerif ve Sancak-ı Şerif
alınarak Meclisin toplanacağı yere gidilecektir. Meclise gir-
meden önce bir dua okunarak kurbanlar kesilecektir. (...)
"3- Açılış gününün kutsallığını belirtmek için bu günden
başlayarak vilâyet merkezinde, Vali Beyefendi Hazretleri'nin
düzenleyeceği şekilde, hatim indirilmeye ve Buhari-i Şerif
okunmaya başlanacak ve Hatm-i Şerif'in son kısımları uğur
getirsin diye Cuma günü namazdan sonra Meclis'in toplana-
cağı yerin önünde tamamlanacaktır.
"4- Kutsal ve yaralı vatanımızın her köşesinde bu günden iti-
baren aynı şekilde Hatm-i Şerifler indirilmesine ve Buhari-i
Şerif okunmasına başlanarak, Cuma günü ezandan önce mi-
narelerde salâ verilecek, hutbe okunurken, Halifemiz, Padi-
şahımız Efendimiz Hazretleri'nin mübarek adları anılırken,
Padişah Efendimiz'in yüce varlıklarının, şanlı ülkesinin ve
bütün tebaasının bir an önce kurtulmaları ve saadete kavuş-
maları için ayrıca dua okunacak ve cuma namazının kılın-
masından sonra da hatim tamamlanarak yüce Hilafet ve Sal-
tanat makamı ile bütün vatan topraklarının kurtuluşu için
girişilen Milli Mücadele'nin önemini ve kutsallığını, milletin
her bir ferdinin, kendi vekillerinden meydana gelmiş olan
bu Büyük Millet Meclisi'nin vereceği vatani görevleri yap-
maya mecbur olduğunu anlatan vaazlar verilecektir. Daha
sonra, Halife ve Padişah'ımızın, din ve devletimizin, vatan
ve milletimizin kurtuluşu, selâmeti ve istiklâli için dua edi-
lecektir. Bu dinî ve vatanî merasim yapıldıktan ve camiler-
den çıkıldıktan sonra, Osmanlı vilayetlerinin her tarafında,
hükûmet konağına gelinerek Meclis'in açılmasından dolayı
resmi tebrikler yapılacaktır. Her tarafta cuma namazından
önce uygun şekilde Mevlid-i Şerif okunacaktır."46

46 Age, s.294-295.

73
Ancak Heyeti Temsiliye adına Mustafa Kemal'in, kolordulara,
valiliklere, müstakil sancaklara, vb. 22 Nisan 1920 tarihli telgrafın-
daki hava çok farklıydı: "Tanrı'nın lûtfuyla Nisan'ın 23'üncü Cuma
günü Büyük Millet Meclisi açılarak çalışmaya başlayacağından, o
günden itibaren askerî ve sivil bütün makamlarla bütün milletin
tek merciinin Büyük Millet Meclisi olacağı bilgilerinize sunulur."47
Anadolu'da bağımsız bir ulus-devlet kurma projesi, emperya-
listlerin bölge politikalarıyla çelişiyordu. Emperyalistler, bu pro-
jeyi kendi silahlı güçleriyle önlemeye çalışmak yerine Yunanlıları
ve Ermenileri taşeron olarak kullandılar. Padişah/halife de em-
peryalistlere teslim olmuş durumdaydı.
Büyük Millet Meclisi'nin çalışmaya başladığı günlerde Türki-
ye topraklarında 38.000 İngiliz, 59.000 Fransız, 17.000 İtalyan ve
100.000 Yunan askeri bulunuyordu. Doğu Anadolu'da Ermeniler
ve ayrıca Fransız işgal bölgesinde 10.000 gönüllü Ermeni, Fransız
işgal kuvvetlerinin emrindeydi.48
Büyük Millet Meclisi, Erzurum ve Sivas kongrelerinden farklı
olarak, açıkça antiemperyalist bir tavır benimsedi. 18 Kasım 1920
günü, Büyük Millet Meclisi tarafından yayımlanan Halkçılık Be-
yannamesi'nde şu ifadeler yer alıyordu:
"Emperyalist devletlerin, devlet ve milletimizin hayatına
açıkça kastetmeleri neticesinde meşru müdafaa için topla-
nan Türkiya Büyük Millet Meclisi, şimdiye kadar muhtelif ve-
silelerle açıkça veya zımnen ilan ettiği maksat ve mesleğini
bir kere daha bütün cihana arz için şu beyannameyi yayım-
lamaya lüzum görmüştür:
"Türkiye Büyük Millet Meclisi, milli sınırlar dahilinde hayat
ve bağımsızlığı temin ve hilafet ve saltanat makamını kurtar-
mak ahdiyle teşekkül etmiştir. Dolayısıyla hayat ve bağım-
sızlığını yegane ve mukaddes emel bildiği Türkiya halkını

47 Age, s.295.
48 E. Aybars, age, 2003, s.197.

74
emperyalizm ve kapitalizm tahakküm ve zulmünden kurta-
rarak, irade ve hâkimiyetinin sahibi kılmakla gayesine ula-
şacağı kanaatindedir.
"Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin hayat ve bağımsız-
lığına suikast eden emperyalist ve kapitalist düşmanların
tecavüzlerine karşı müdafaa ve bu maksada aykırı hareket
edenleri cezalandırma azmiyle kurulmuş bir orduya sahiptir.
Emir ve kumanda salahiyeti Büyük Millet Meclisi'nin manevi
şahsiyetindedir."49
Emperyalist güçler, taşeronlar aracılığıyla gerçekleştirilen as-
keri harekâtların yanı sıra, henüz uluslaşamamış bir halkın için-
deki inanç farklılıklarını ve etnik farklılıkları değerlendirerek, Bü-
yük Millet Meclisi Hükümeti'ne karşı ayaklanmalar örgütlediler
veya bu çizgideki eğilimleri teşvik ettiler, desteklediler.
Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında, Çerkezlerin büyük bölümü
millici güçlerin yanındaydı. Ancak, Çerkez Ethem 27 Aralık 1920
günü ayaklandı ve Yunanlılarla bağlantıya geçti. Yunan ordusu,
Çerkez Ethem'in "kendilerine haber gönderip anlaşma yolları ara-
masının hemen ertesinde, 6 Ocak'ta (…) saldırıya başlamışlardı."50
Millici güçlerin yeni kurulmakta olan ordusu, bir yanıyla etnik kim-
likli bir başkaldırıyla, diğer taraftan bu ayaklanmayla bağlantılı
olarak saldırıya geçen Yunan ordusuyla savaşmak zorunda kaldı.
Anadolu'daki Kürt aşiretlerinin büyük bölümü, işgalci güçle-
re karşı millici güçler içinde yerini aldı. Ancak İngilizler bu itti-
fakı bozmak için yoğun çaba harcadılar. Çok güzel Kürtçe bilen
ve bölgede uzun süre çalışma yürüten İngiliz Binbaşısı Noel,51 bu

49 ATABE, c.10, 2003, s.102.


50 Ş. Turan, Türk Devrim Tarihi, 2. Kitap, Ulusal Direnişten Türkiye Cumhuriyeti’ne,
Bilgi Yay., Ankara, 1998, s.240.
51 Atatürk’ün Nutuk’unda Binbaşı Nowell olarak verdiği Binbaşı Noel için bkz.
Öke, M. Kemal, İngiliz Ajanı Binbaşı E. W. C. Noel’in Kürdistan Misyonu (1919),
Boğaziçi Yay., İstanbul, 1989.

75
çabalarında başarılı olamadı. Ancak, Yunanlıların ikinci saldırısı
öncesinde Anadolu'da önemli bir ayaklanma daha gerçekleşti.
Yunanlılar, 1921 yılının Şubat ayında yeni bir saldırı hazırlığına
başladılar. İngiliz yetkililer, Yunan ordusunun yeni saldırı progra-
mını 10 Mart 1921 tarihinde onayladı. 6 Mart 1921 günü ise Koçhi-
sar, Zara, Suşehri, Kemah ve Divriği yöresindeki Kürt kökenli Koç-
giri Aşireti, millici güçlere karşı ayaklandı. Amaç, Sevr Antlaşma-
sı'nda vaat edilen Kürt Devleti'nin Diyarbakır, Van, Bitlis, Elazığ ve
Dersim'i de içine alacak bir biçimde kurulmasıydı. Millici güçler,
bir taraftan Koçgiri Aşireti'nin ayaklanmasıyla, diğer taraftan 23
Mart 1921 günü başlatılan Yunan saldırısıyla aynı anda uğraşmak
zorunda kaldı. Yunanlılar, 1 Nisan günü geri çekilmeye başladılar.
Koçgiri ayaklanması ancak 17 Haziran'da bastırılabildi.52
Emperyalistler bu dönemde bazı Kürt aşiretleriyle ve bazı Çer-
kez kabileleriyle yakın ilişki kurmaya çalıştılar.
Osmanlı Devleti, 30 Ekim 1918 günü imzalanan Mondros Müta-
rekesi ile teslim oldu. 17 Aralık 1918 günü Kürdistan Teali Cemiyeti,
Seyyit Abdülkadir'in reisliğinde kuruldu. Kürtler arasında en etkili
örgütlenme olan Kürdistan Teali Cemiyeti, İngilizler ile tam bir iş-
birliği içinde Ulusal Kurtuluş Savaşı'na karşı tavır aldı ve Sevr Ant-
laşması'nın uygulanmasını savundu.53 Bu örgütün başkanı Seyyit
Abdülkadir Efendi, Şeyh Sait Ayaklanması ile ilişkileri nedeniyle
Şark İstiklal Mahkemesi tarafından idama mahkûm edildi ve ka-
rar, 27 Mayıs 1925 tarihinde uygulandı. Koçgiri ayaklanmasında
Kürdistan Teali Cemiyeti'nin tahriki ve yönlendirmesi vardı.
15 Mart 1919 günü, Türkiye'de Arnavut Teavün Cemiyeti kurul-
du. Örgüt, Anadolu'daki ulusal kurtuluş mücadelesine karşıydı.
30 Mart 1919 günü Laz Tekamülü Milli Cemiyeti kuruldu. Ör-
gütün amacı, Lazlara Osmanlı Devleti içinde bir tür özerklik ka-
zandırmaktı.

52 Ş. Turan, age, s.184-185, 247-248.


53 T. Z. Tunaya, age, 1986, s.186-229.

76
Emperyalist güçlerin etnik kökene dayalı bölücülük çalışma-
ları, Çerkezler arasında 1921 yılında önemli bir diğer gelişmeye
yol açtı. İzmit'ten Eskişehir'e, Yalova'dan Aydın'a kadar uzanan
bölgelerde yaşayan 17 ayrı Çerkez kabilesini temsil eden önderler,
24 Ekim 1921 günü emperyalist devletlere bir başvuruda bulun-
dular. "Çerkez Milletinin Büyük Devletlere, İnsanlık ve Medeniyet
Alemine Genel Bildirgesi" başlığını taşıyan başvuruda şunlar yer
alıyordu:
"Halen Yunan askeri işgali altında bulunan Batı Anadolu,
(…) ve yöresi Çerkez ahalisinin, biz aşağıda imzaları bulu-
nan yetkili temsilcileri (…) I. Dünya Harbi sonunda büyük
devletlerce kabul ve ilan edilen milliyet prensibi ile ortaya
çıkan milli hukukuna dayanarak İzmir'de kongre halinde
toplanarak hazırlık halindeki milletlerin hukukunu üzerine
alan ve yenik devletlere kabul ettirmeyi taahhüt eden Büyük
İtilaf Devletleri ve ortaklarıyla, özellikle Yunan Hükümeti'ne
Çerkezlerin sığındığını bildirerek milli isteklerinin yerine ge-
tirilmesini rica etti.
"Anadolu'da bugün oturmakta bulunan Çerkezler, doğruya
yakın bir hesapla iki milyon kadardır.
"Çerkezler; dil, adetler, duygular ve uygarlık itibariyle milli
geleneklerini korumuş ve devam edegelmişlerdir. Çünkü (…)
çağımızın yüksek medeniyetini kuran beyaz ırkın ve 'âri'le-
rin seçkin ailesinden oldukları İngiliz, Fransız, Alman, Rus
ve Yunan tarihçilerinin tarihî eserleri ile saptanmıştır (…)
"Türkiye'ye göç eden iki milyon Çerkez nüfusunun şimdi-
ye kadar üç misli artarak altı milyona ulaşması gerekirken,
üzülerek söylenebilir ki, bugün iki milyona yakın bulunmak-
tadır. Bunun nedenlerine gelince; pek açık bir gerçek oldu-
ğu veçhile, Osmanlı Hükümetinin inkârı mümkün olmayan
kötü idaresinin sonucu olarak çeşitli dert ve felaketlere kur-

77
ban edilmek yüzünden Çerkezler, dört milyon nüfustan yok-
sun kalmışlardır (…)
"Çerkezler bu devam edegelen zulümlerden kurtulmak ama-
cı ile milli bir gaye takibine ve millîcilerin açıkça Çerkez mil-
letini mahva kalkışması dolayısıyle, onlar da silahla savun-
maya ve çarpışmaya mecbur kalmışlardır (…)
"Gerçi Çerkezler, gerek komutan ve gerekse er olarak I.
Dünya Harbi'ne katılmadılar değil; fakat, bu katılma diğer
milletler gibi fiilî, emelî, hissî olmaktan ziyade ister istemez
ve kanun (zoruyla olmuş) idi. Mamafih, mütarekeden sonra
Çerkezlerin az bir kısmı Anadolu ihtilalcilerine (tamamen
yanlış bir his ile) katılmış ve bir nevi Mustafa Kemal'in hü-
kümranlığını kurmaya yarayacak fiilî harekâtta bulunmuş
iseler de, Kemalistlerin insanlık dışı hareketlerini ve yanlış
siyasetlerini onlar da yakından görüp anlayınca, geri dönül-
mesi büyük bir sakınca olmayacak kısa bir müddet içinde
Çerkezlik emelleri yoluna, pişmanlık duyarak bundan geri
dönmüşlerdir.
"Özellikle Çerkezler, Halifelik makamına manevî bakımdan
bağlı kaldıkları halde, Babıâli'nin Kemalistlerle birleştiğini
ve bunca fedakarlığına rağmen Çerkezliği tamemen ihmal
ettiğini saklamaya lüzum görmedikten sonra Çerkezlik, hak-
lı ve tabiî bir kararla, kendisine kurtuluş vadeden ve bunu
işgal bölgesinde fiilen ispat eden Yunan ordusuna katılmayı,
millî ve hayatî çıkarlarından saymıştır (…)
"Yunan Hükümeti, taşıdığı milletlerarası insanlık ve uygar-
lık nitelikleri gereği olarak din farkını göz önüne almaksı-
zın, Ermeni ve bilhassa Rum göçmenleri ile eşit olarak ve
belki fazlası ile Çerkez göçmenleri ve mültecileri hakkında
ilgi göstererek, onların iaşelerini ve yerleşmelerini en iyi bir
şekilde sağlamıştır (…)

78
"Bundan dolayı, Büyük İtilaf Devletleri ve ortaklarınca millî
olan aşağıdaki isteklerimizin kabulünü ve desteklenmesini
kongremiz rica ve hemen harekete geçilmesini sabırsızlıkla
beklediğini soylu kişiliklerine sunmakla şeref duyar.
(1) Devlet arasında kabul ve ilan edilip eski sulh antlaşmala-
rına konduğu gibi, gelecekteki Yakın Doğu sulhuna da kon-
ması kuvvetle umulan azınlık halindeki milletlerin hakları
ve siyasi çıkarlarını temin ve tatmin edecek olan madde hü-
kümlerinin bütün Çerkezleri de kapsamına alması.
(2) Çerkez milleti, Anadolu'da her bakımdan kendisiyle aynı
durumda ve karşılıklı menfaatlerle bağlı bulunduğu Rum
unsuru ile eşit haklar çerçevesinde kader birliğine istekli
bulunduğundan dolayı, millî ilerleme ve gelişmesini ken-
disinde kuvvetle ümit ettiği uygar Yunan Hükümetinin fiilî
himayesi altına sokulması (…)"54
Padişah/halife ve yandaşları, Anadolu'daki hareketin demok-
ratik devrim boyutunu sezmişlerdi. Gerek bu nedenle, gerek tesli-
miyetçiliklerine ve emperyalistlerle süregelen işbirliklerine bağlı
olarak, milli mücadeleye karşı çıktılar.
İstanbul Hükümeti'nin Anadolu'daki Ulusal Kurtuluş Sava-
şı'na karşı yayımladığı fetva, 11 Nisan 1336 (1920) gün ve 3824 sa-
yılı Takvimi Vakayi'de (Resmi Gazete) yayımlandı. Fetvada, Ana-
dolu'daki hareketin önderlerinin ve yandaşlarının öldürülmesi
savunuluyor; tüm Müslümanların asilerle savaşması isteniyor;
bu savaştan kaçanların ahirette çok acı çekeceği ileri sürülüyor;
bu savaşta ölenlerin şehit sayılacağı belirtiliyordu. Emperyalist
güçlerin Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda ümmet kimliğini kullanmaya
çalışmaları, bu kimliğin daha sonraki yıllarda geri plana itilmesi

54 H. Ertuna, Türk İstiklâl Harbi, V inci Cilt, İstiklal Harbinde Ayaklanmalar (1919-
1921), Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Resmi Yayınları Seri No.1, Ankara,
1974, s.318-322.

79
çalışmalarının önemini artırdı ve bu çabalara daha da haklılık ka-
zandırdı. Fetva aşağıda sunulmaktadır:
"Dünya düzeninin sebebi olan ve kıyamet gününe kadar Ulu
Tanrı'nın daim eyleyeceği İslam Halifesi Hazretleri'nin veli-
liği altında bulunan İslam memleketlerinde bazı kötü kimse-
ler, anlaşarak ve birleşerek ve kendilerine başkanlar (eleba-
şılar) seçerek Padişahın sadık uyruklarını hile ve yalanlarla
aldatmakta, yoldan çıkarmaktadırlar. Padişahın yüksek
buyrukları olmaksızın asker toplamaktadırlar. Görünüşte
askeri beslemek ve donatmak bahanesiyle, gerçekte ise mal
toplamak sevdasıyle, şeriata uymayan ve yüksek emirlere
aykırı bir takım haksız ödemeler ve vergiler koymakta ve
çeşitli baskı ve işkencelerle halkın mal ve eşyalarını zorla
almakta ve yağmalamaktadırlar. Böylece insanlara zulmet-
mekte, suçlamakta ve Padişah ülkesinin bazı köy ve şehirle-
rine saldırmak suretiyle tahrip ve yerle bir etmektedirler. Pa-
dişahın sadık tebaasından nice suçsuz insanları öldürmekte
ve kan döktürmektedirler. Padişah tarafından atanmış bazı
dinî, askerî ve sivil memurları istedikleri gibi memuriyetten
çıkarmakta ve kendi yardakçılarını atamaktadırlar. Hilafet
merkezi ile Padişah ülkesi arasındaki ulaştırma ve haber-
leşmeyi kesmekte ve devletin emirlerinin yapılmasına engel
olmaktadırlar.
"Böylece, hükümet merkezini tek başına bırakmak, Halife-
nin yüceliğini zedelemek ve zayıflatmak suretiyle yüksek Hi-
lafet katına ihanet etmektedirler. Ayrıca Padişaha itaatsizlik
suretiyle devletin düzenini ve asayişini bozmak için düzme
yayımlar ve yalan söylentiler yayarak halkı azdırmaya ça-
lıştıkları da açık bir gerçektir. Bu işleri yapan yukarıda söy-
lenmiş elebaşılar ve yardımcıları ile bunların peşlerine takı-
lanların dağılmaları için çıkarılan yüksek emirlerden sonra
bunlar, hâlâ kötülüklerine inatla devam ettikleri takdirde iş-

80
ledikleri kötülüklerden memleketi temizlemek ve kulları fe-
nalıklardan kurtarmak dince yapılması gerekli olup Allah'ın
'öldürünüz' emri gereğince öldürülmeleri şeriata uygun ve
farz mıdır? Beyan buyurula.
Cevap: Allah bilir ki, olur.
Dürri Zade Elseyid Abdullah.
"Böylece, Padişahın ülkesinde savaşma kudreti bulunan
Müslümanların adil Halifemiz Sultan Mehmet Vahdettin
Han Hazretlerinin etrafında toplanarak savaşmak için yapa-
cağı davet ve vereceği emre uymak suretiyle, adı geçen asi-
lerle çarpışmaları dince gerekir mi? Beyan buyurula.
Cevap: Allah bilir ki, gerekir.
Dürri Zade Elseyid Abdullah.
"Bu takdirde, Halife Hazretleri tarafından sözü edilen asiler-
le savaşmak üzere görevlendirilen askerler çarpışmazlar ve
kaçarlarsa büyük kötülük yapmış ve suç işlemiş olacakların-
dan dünyada şiddetle cezayı, ahrette de çok acı azabı hak
ederler mi? Beyan buyurula.
Cevap: Allah bilir ki, ederler.
Dürri Zade Elseyid Abdullah.
"Bu takdirde, Halife askerlerinden asileri öldürenler gazi,
asilerin öldürdükleri şehit sayılırlar mı? Beyan buyurula.
Cevap: Allah bilir ki, sayılırlar.
Dürri Zade Elseyid Abdullah.
"Bu takdirde, Padişahın asilerle savaşmak için verdiği emre
itaat etmeyen Müslümanlar, günahkar ve suçlu sayılıp şeri-
at yargılarına göre cezalandırılmayı hak ederler mi? Beyan
buyurula.

81
Cevap: Allah bilir ki, ederler.
Dürri Zade Elseyid Abdullah."55
1919-1921 döneminde Anadolu'da Büyük Millet Meclisi Hükü-
meti'ne karşı çeşitli ayaklanmalar oldu. Bu ayaklanmaların bir
bölümü inanç kimliğini, bir bölümü etnik kimliği ve hatta daha
geri bir bilinç düzeyi olan aşiret kimliğini kullandı. Bu ayaklan-
maların listesi aşağıda sunulmaktadır:56

• Ali Batı Ayaklanması (11 Mayıs-18 Ağustos 1919)


• Birinci Bozkır Ayaklanması (27 Eylül-4 Ekim 1919)
• İkinci Bozkır Ayaklanması (20 Ekim-4 Kasım 1919)
• Şeyh Eşref (Hart) Ayaklanması (26 Ekim-24 Aralık 1919)
• Birinci Anzavur Ayaklanması (25 Ekim-30 Kasım 1919)
• İkinci Anzavur Ayaklanması (16 Şubat-16 Nisan 1920)
• Birinci Düzce Ayaklanması (13 Nisan-31 Mayıs 1920)
• İkinci Düzce Ayaklanması (19 Temmuz-23 Eylül 1920)
• Kuvayi İnzibatiyenin Harekâtı (10 Mayıs-22 Mayıs 1920)
• Birinci Yozgat Ayaklanması (15 Mayıs-27 Ağustos 1920)
• İkinci Yozgat Ayaklanması (5 Eylül-30 Aralık 1920)
• Zile Ayaklanması (25 Mayıs-21 Haziran 1920)
• Konya Ayaklanması (2 Ekim-22 Kasım 1920)
• Demirci Mehmet Efe Ayaklanması (1-30 Aralık 1920)
• Çerkez Ethem Ayaklanması (27 Aralık 1920-23 Ocak 1921)
• Koçgiri Ayaklanması (6 Mart-17 Haziran 1921)

Doğu Anadolu'daki Ermeni işgali, Kâzım Karabekir Paşa'nın


komutasındaki askeri harekâtla 1920 yılı Eylül-Ekim aylarında

55 H. Ertuna, age, 1974, s.323-324.


56 Ertuna, age, 1974, s.40-280. Bu konuda ayrıca bkz. R. Apak, Türk İstiklâl Harbi,
VI ncı Cilt, İç Ayaklanmalar (1919-1921), Genelkurmay Başkanlığı Harb Tarihi
Dairesi Resmi Yayınları, Seri No.1, Ankara, 1964; N. Çankaya, Türk Kurtuluş
Savaşı’nda İrticai Olaylar ve İç İsyanlar, Töre Yayın Grubu, İstanbul, 2003; İ. S.
Öztürk, Ulusal Kurtuluş Mücadelesinde İç İsyanlar, Fark Yay., Ankara, 2007; E.
Aybars, age, 2003, s.210-225..

82
sona erdirildi ve Gümrü Antlaşması imzalandı. Sovyet Rusya ile
16 Mart 1921 tarihinde imzalanan Moskova Antlaşması ile doğu-
daki sorunlar sona erdirildi.
10 Ocak 1921 günü başlayan I. İnönü Savaşı'nda Yunan ordusu
durduruldu ve geri çekilmeye zorlandı.
Yunan ordusunun 23 Mart 1921 günü başlattığı yeni saldırı, II.
İnönü Savaşı'nda 1 Nisan 1921 günü Yunan ordusunun yenilgisiyle
sonuçlandı.
Yunan ordusu 10 Temmuz 1921 tarihinde yeniden saldırıya
geçti. Eskişehir-Kütahya muharebelerinde Yunan ordusu başarılı
oldu ve milli ordu Sakarya'nın doğusuna çekildi. Yunan ordusu
14 Ağustos 1921 günü yeni bir harekâta geçti ve 17 Ağustos günü
çatışmalar başladı. Yunan ordusu 12 Eylül 1921 günü yenilgiyi ka-
bul etti ve geri çekilmeye başladı. Bu dönemde asker kaçağı sayısı
44.000'e çıkmıştı.
Sakarya Savaşı'ndan sonra Fransızlarla 20 Ekim 1921 tarihinde
Ankara Antlaşması imzalandı.
26 Ağustos 1922 tarihinde başlayan Büyük Taarruz ile Yunan
ordusu yenildi.

11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya Mütarekesi imzalandı.


Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda Türkiye'nin cephelerdeki asker ka-
yıpları şöyledir:57

Ölüm Nedeni Subay Er


Muharebe meydanlarında şehit olanlar 662 8.505
Yaralanmak suretiyle hastanede ölenler 75 2.399
Hastalık sonucu hastanede ölenler 147 22.543
Askerlik daireleri bölgelerinde hastaneler dışında ölenler 118 2.838
Birliklerde çeşitli nedenlerle hastaneler dışında ölenler --- 688

Yeni ulus-devletin Osmanlı'dan kopuşunun simgelerinden


biri, ülkenin başkentinin İstanbul'dan Ankara'ya alınmasıydı.

57 Aybars, age, 2003, s.350.

83
Ankara, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 13 Ekim 1922 gün 27 sa-
yılı kararıyla başkent yapıldı.
Tekin Alp, 1936 yılında bu süreci şöyle yorumlamaktaydı:
"Dâhi asker, şeriate, cepheden hücumu muvafık bulmıyarak,
çevirme hareketlere müracaata mecbur oldu ve bu çevirme hare-
ketlerin hepsi mükemmel suretle muvaffakiyetle bitti. Bu çevirme
hareketlerden birincisi Ankara'nın yeni Türk devletinin merkezi
ilân edilmesidir."58
Büyük Millet Meclisi'nin 30 Ekim 1922 gün ve 307 sayılı kara-
rıyla da Osmanlı İmparatorluğu'nun son bulduğu ilan edildi. 1
Kasım 1922 gün ve 308 sayılı kararla ise Türkiye Büyük Millet Mec-
lisi'nin hukuksal egemenlik ve hukuksal gücün gerçek temsilcisi
olduğu belirtildi.
Sadri Etem, 1933 yılında yayımlanan kitabında şunları yazıyor-
du: "Osmanlı İmparatorluğu bir serhatte doğdu, bir serhatte can
verdi. Onun insanı belinden tutup tarihin ortaçağına zincirle bağla-
yan heybetli kale bedenleri ve imparatorluk tarihinin yalçın, sarp ve
aynı zamanda kutsi tepeleri artık ayaklarımızın altında bir çakıl, bir
taş parçası gibi her adımda biraz daha gömülüyor, biraz daha ufala-
nıyor. İmparatorluk, Söğüt'le Sakarya arasında tarihini tamamladı.
İmparatorluğa karşı, Türk milleti de tıpkı büyük imparatorluktan
ayrılan diğer mazlum milletler gibi, mücadelelere girdi."59
Mustafa Kemal Paşa, 23 Mart 1923 günü Afyonkarahisar Bele-
diye Heyeti'ne yaptığı konuşmada Osmanlı Devleti'nin son bulu-
şunu şöyle ifade etti: "Milletimiz bu kadar sarsıntılardan sonra,
asırların bu kadar tahribatından sonra, nihayetsiz yoksulluklara
rağmen yeniden uyanmış azim ve iman ile yeniden ayağa kalkmış,
son bulmuş Osmanlı Devleti yerine yeni Türkiya devleti halinde
mevcudiyet arz eylemişse, bu, milletimizin kendi hukukuna, ken-
di hâkimiyetine, kendi benliğine sahip olmasından, hukukundan

58 T. Alp, age, 1936, s.95


59 Sadri Etem, age, s.65.

84
ve milli menfaatları haricinde emellerden kaçınarak yürümesin-
den husule gelmiştir."60
Türkiye demokratik devriminin 1919'da başlayan döneminin
ilk önemli aşaması, bağımsız bir ulus-devlet olan Türkiye Cum-
huriyeti'nin kurulmasıyla tamamlandı. 24 Temmuz 1923 günü
imzalanan Lozan Antlaşması, bu yeni devletin tüm dünya tara-
fından tanınmasının da hukuki belgesi oldu. 29 Ekim 1923 günü
cumhuriyetin ilanı ve ardından halifeliğin kaldırılması ve Osman-
lı sülalesinin yurtdışına gönderilmesiyle, Osmanlı Devleti ile olan
ilişkiler hukuken tümüyle sona erdirildi.
Demokratik devrimin daha sonraki aşamaları, insanların pa-
dişahın, halifenin, din adamlarının, şeyhlerin, toprak ağalarının
ve aşiret reislerinin ve ayrıca kadınların da erkeklerin kulu olma-
sına son verilmesi ve çağdaş bir ulusun yaratılmasıydı.
Tekin Alp 1936 yılında şunları yazıyordu: "Lozan muahedesi-
nin imzasından sonra Atatürk'ün parolası şu olmuştur: 'Harb bit-
ti, yaşasın harb!' Maddî silahlar kahrolsun! Yaşasın manevî silah-
lar! Yaşasın, ecdaddan intikal eden millî ruhun tecellisi olan ma-
nevî silâhlar! Etten ve kemikten düşmanları mağlûb ettik, hain ve
sinsi düşmana karşı, zihniyetimize musallat olan ve millû şuuru
tahteşşuura (bilinçaltına, Y.N.) süren yabancı manevî kuvvetlere
karşı savaş!"61
İşçi sınıfı, çalışma ve yaşama koşullarının geliştirilmesinden,
işçi haklarının ve sendikal hak ve özgürlüklerin sağlanmasından
önce, demokratik devrimin, bağımsızlığın sağlanması, yeni bir
ulus-devletin kurulması, insanların kulluktan kurtarılması ve
çağdaş bir ulusun yaratılması süreçlerinden yararlandı.
Türkiye demokratik devriminin yeni aşamalarına Mustafa Ke-
mal Paşa'nın önderliğinde geçilince, ilk aşamada birlikte olanla-
rın önemli bir bölümü karşıdevrim safına geçti. Mustafa Kemal
Paşa bu süreci Nutuk'ta şöyle anlatmaktadır: "Millî Mücadele'ye
beraber başlayan yolculardan bazıları, millî hayatın bugünkü

60 ATABE, c.15, 2005, s.263.


61 Alp, age, 1936, s.55.

85
cumhuriyete ve cumhuriyet kanunlarına kadar uzanan gelişme-
lerinde, kendi fikir ve ruh kabiliyetlerinin kavrayış sınırı bittikçe
bana karşı direnişe ve muhalefete geçmişlerdir."62
Kurulan devlet, her açıdan yorgun ve bitkindi. İnsan gücü sa-
vaşlarda büyük zarar görmüştü. 10 yıllık savaşlar nedeniyle yüz-
binlerce genç cephelerde ve hastanelerde hayatını kaybetmiş, ya-
ralanmış, hastalanarak ölmüş, üretimden koparılmıştı. Ermeniler
ve Rumların büyük bölümü ülkeyi terk etmişti. Özellikle Yunan
ordusu kaçarken köyleri, kasabaları ve son olarak da İzmir'in
önemli bölümünü yakmıştı. Halk, varını yoğunu ulusal kurtuluş
mücadelesi için vermişti. Hayvan varlığı neredeyse yarıya inmişti.
Demokratik devrimin yeni aşamalarına böylesine büyük bir çö-
küntü mirası üzerinde geçilmeye çalışıldı.
Ancak bu ekonomik sorunlar, 1923 yılından itibaren, 1927'de
yaşanan tarım buhranı, 1929 küresel krizi, eşkıyalık ve iç ayaklan-
malar, yaklaşan savaşa karşı hazırlık, millileştirmeler, yeni yatı-
rımlar ve benzeri girişimlerle daha da büyüdü.
Kurulan yeni ulus-devletin bağımsızlığının korunması ve güç-
lendirilmesi için;
• İç ayaklanmalar bastırıldı.
• İç pazarın bütünleştirilmesi, sanayinin geliştirilmesi ve
yerli malların tüketilmesi için çaba gösterildi.63
• Siyasal bağımsızlığı koruyacak ve pekiştirecek ekonomik
bağımsızlığı sağlayacak millileştirme ve devletleştirmeler
gerçekleştirildi;
• Kapitülasyonlar kaldırıldı; demiryolu ağı, demokratik dev-
rime hizmet edecek biçimde millileştirildi, devletleştirildi
ve geliştirildi, Türkiye sahillerinde nakliyecilik Türkiye
bandıralı gemilerin ayrıcalığı haline sokuldu;64

62 Atatürk, Nutuk, s.11.


63 Örneğin, 9.12.1925 gün ve 688 sayılı Yerli Kumaştan Elbise Giyilmesine Dair
Kanun.
64 Örneğin, 19.4.1926 gün ve 815 sayılı Türkiye Sahillerinde Nakliyatı Bahriye
(Kabotaj) ve Limanlarla Kara Suları Dahilinde İcrayı San’at ve Ticaret Hakkında
Kanun.

86
• Eğitim ve sağlık alanında önemli yatırımlar yapıldı;
• İnsanları kulluktan kurtarmaya ve çağdaş bir ulus yaratma-
ya yönelik girişimlerde bulunuldu.

Kulluktan Yurttaşlığa

Demokratik devrimin en önemli unsurlarından biri, insanla-


rın kendi bilinçlerinde ve hukuk alanında kulluktan kurtulması,
kanunlar önünde eşit yurttaşlığa geçebilmesidir. Bu süreçte, (1)
saltanatın ve halifeliğin kaldırılması, (2) toplumsal ve siyasal iliş-
kilerde dinin ve din adamlarının etkisinin azaltılması, (3) toprak
reformu/devrimi ve (4) kadınların özgürleşmesi önemli adımlardır.
Sadri Etem, 1933 yılında yayımlanan kitabında bu dönemde
ağalığı ve şeyhliği şöyle anlatıyordu:
"Fırat'ın doğu sahilinden itibaren doğu sınırlarına kadar
uzanan sahada feodalitenin (1) hukuki, (2) iktisadi, (3)
dini şekillerini görmek daima mümkündü, bunlar sebepsiz
değildi. (...) Derebeyi servete sahip olduğu gibi, araziye de
sahiptir. Arazisi üstündeki insanların hayat hakkı da feoda-
le aittir. Doğu vilayetlerine gidenler pekâlâ bilirler; 'Efendi
köyleri,' 'Allah köyleri' diye tabirler işitmişlerdir. Bunlar fe-
odal hayatının en belirgin örneğidir, Efendi köyü, feodalin
mülkü olan sahadır. Efendi köyünde insan, tarlanın ağacı,
samanı, çöpü, hayvanı, sabanı gibi bir şeydir. Tarlayı sattığı
zaman nasıl onun ağaçlarını da beraber devrederse, bey de
köy halkını da aynı suretle alır, satar; tarlasındaki bir ağacı,
bir otu nasıl istediği zaman söküp atabilirse, bu onun nasıl
açık bir hakkı ise, köyündeki bir adamı da istediği zaman
kovar, isterse öldürür. (...)
"Doğu vilayetlerinde, şeyh veya beyin dinî nüfuzu iktisa-
di nüfuzuyla beraber yürürdü. Doğu vilayetlerinin nüfuzlu
şeyhlerinden olan Şeyh Sait, Şeyh Şemseddin ve diğer reis-
87
ler, ya arazi sahibi yahut da çoban servetine sahiptiler. Za-
viyelerin, iktisadi hareketlerini tamamlayan birer teşkilat
olduğu muhakkaktır. Hatta o kadar ki, feodal iktisat, dini
doğu vilayetlerinde bir tür feodal şekle sokmuştur. Büyük
şeyhler ilahlıkla ilişkilidir. Mesela Şeyh Şemsettin yüzü ör-
tülü bir ilah idi. Yine dikkat edilecek olursa, Dicle ile Fırat
ve Ağrı arasında serpilmiş olan nice tarikat, mezhep vardı
ki, hepsi birer feodal dinin yozlaşmış unsurlarını taşır. (...)
Mesela ilah bir defa insan şeklindedir. Aşiret ilahları gibi.
İlahlar arasında dereceler, sıralar vardır. Müslüman sayılan
birçok kabile bu suretle garip inançlara saplanıp kalmıştır.
Bunun için, Şark İstiklal Mahkemesi'ne gelen bir köylü isyan
dolayısıyla kendisine sorulan soruya şöyle cevap verdi: 'Bey,
atına bindikten sonra neden yerde kalayım. O, silahı attık-
tan sonra ben durur muyum, bana niçin soruyorsunuz, bey
emretti ben yaptım, yoluna canım kurban.'"65

Saltanatın ve Halifeliğin Kaldırılması


Bu sürecin en önemli adımı, padişahın ve halifenin kalıtım-
sal ve antidemokratik yetkilerinin kaldırılması, ulusun egemenlik
hakkının kullanılmasının özgür yurttaşların seçeceği kurumla-
ra devredilmesidir. Prof. Dr. Alpaslan Işıklı şöyle yazmaktadır:
"Kemalist devrim, padişahın kulu olmaya koşullandırılmış bir
ümmetten, eşit ve özgür yurttaşlardan oluşan bir ulus doğması
yönünde çok büyük bir azim ve kararlılık göstermiştir."66
Bu adım gerçek demokrasiyi getirmez; sermayenin egemen ol-
duğu bir iktisadi düzende, siyasal alanda da sermaye egemenliği
vardır. Ancak tarihsel olarak bakıldığında, egemenliğin ulusun
olduğunun kabulü, ileriye doğru çok önemli bir adımdır.
1876 Anayasası'nda, padişahın bir ölçüde "kısıtlanmış" olan
geniş yetkileri ilk maddelerde düzenlenmişti (M. 3, 4, 5, 6, 7, 44).

65 Sadri Etem, age, s.79-80.


66 A Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yay., Ankara, 1997, s.34.

88
Padişah Vahdettin'in, 16 Mart 1920 günü İstanbul işgal edildi-
ğinde kendisini ziyaret edip Anadolu'daki mücadeleden söz eden
heyete verdiği yanıt, padişahın halka bakışını güzel bir biçimde
anlatmaktadır. Vahdettin, "Bir millet var, koyun sürüsü; bir çoban
lazım; o da benim" diyordu.67
Demokratik devrimin ikinci aşaması, İstanbul'un 16 Mart 1920
tarihinde fiilen ve hukuken işgal altına alınması bahane edilerek,
padişahın/halifenin gücü ve egemenliğinin reddedilmesi ve siya-
sal iktidarın halkın temsilcilerine devredilmesidir. Bu yapılırken,
işgale karşı tepki gösteren ve Anadolu'daki mücadeleye katılan
samimi padişah/halife yandaşlarını rahatsız etmemek amacıyla,
Büyük Millet Meclisi'nin açılmasından 4 gün sonra padişaha çeki-
len telgrafta şöyle dendi: "Padişahımız! Kalbimiz hissi sadakat ve
ubudiyetle dolu, tahtınızın etrafında her zamandan daha sıkı bir
rabıta ile toplanmış bulunuyoruz. İctimaının ilk bu sözü Halife ve
Padişahına sadakat olan Büyük Millet Meclisi son sözünün yine
bundan ibaret olacağını süddei Seniyelerine en büyük tazim ve
huşû ile arz eder."68
Bu telgrafın ardından kabul edilen yeni anayasada ulusun
egemenliği esas alınıyordu.
Anayasanın kabulü öncesinde, Büyük Millet Meclisi'nin kabul
ettiği ilk kanunlardan biri, İstanbul Hükümeti'nce 16 Mart 1920
tarihinden sonra yapılan her türlü işlemin geçersizliğine ilişkin
kanundu. 7 Haziran 1920 gün ve 7 sayılı kanunun 1. maddesi (gü-
nümüz diliyle) şöyleydi:
"İstanbul'un işgal tarihi olan 16 Mart 1920 tarihinden itiba-
ren Büyük Millet Meclisi'nin onayı dışında, İstanbul'ca ba-

67 Kocatürk, U., Atatürk ve Türk Devrimi Kronolojisi, 1918-1938, Türk İnkılâp


Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1973, s.107.
68 BMM’nin Açılması Üzerine Padişaha Telgrafla Gönderilen Sadakat Arizası, 27
Nisan 1920 için bkz. T. Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları,
Kemalist Tek Parti İdeolojisi ve CHP’nin Altı Oku, c.3, İletişim Yay., İstanbul,
1995, s.259-260.

89
ğıtlanmış ya da bağıtlanacak tüm işlemler ve sözleşmeler
ve bağıtlar ve resmi düzenlemeler ve verilmiş ayrıcalıklar ve
madenlerin devir ve intikali ve kullanma belgeleri ile silah
bırakışmasından sonra bağıtlanmış tüm gizli antlaşmalar ve
doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak yabancılara verilmiş
ayrıcalıklar ve madenlerin devir ve nakli işlemleri ile kullan-
ma belgeleri geçersizdir."
20 Ocak 1921 tarih ve 85 sayılı kanunla kabul edilen Teşkilatı
Esasiye Kanunu, 1. maddesinde padişahın tüm yetkileri kaldırılı-
yordu: "Egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur. Yönetim biçimi,
halkın kendi yazgısını doğrudan ve fiilen yürütmesi esasına da-
yanır." "Madde 3. Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından
yönetilir ve hükümeti, 'Büyük Millet Meclisi Hükümeti' unvanını
taşır."69
Ulusal Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra saltanatın kaldı-
rılması gündeme geldi. İlk adım, Osmanlı sülalesinin saltanatına
son vermekti. Ancak bu girişime Mustafa Kemal Paşa'nın en yakı-
nındaki bazı kişiler engel oluşturdu. Bu dönemde sıradan vatan-
daşın ötesinde Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın önder kadrosu içindeki
bazı kişilerin bile yaklaşımı, demokratik devrimin bu aşamasının
aşılmasının zorluğunu göstermektedir.
Mustafa Kemal Paşa, bu gelişmeleri Nutuk'ta şöyle anlatıyordu:

"Rauf Bey'den saltanat ve hilafet konusundaki kanaat ve dü-


şüncesinin ne olduğunu sordum. Verdiği cevapta şu açıkla-
malarda bulundu: Ben, dedi, saltanat ve hilafet makamına
vicdanımla ve duygularımla bağlıyım Çünkü benim babam,
Padişahın ekmeği ve nimetiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti'nin

69 Kitapta gönderme yapılan kanun maddelerinin önemli bir bölümü


günümüz diline çevrilmiştir. Bu konuda kullanılan temel kaynak, Bahir Mazhar
Erüreten’in Türkiye Cumhuriyeti Devrim Yasaları, Cumhuriyet Yay., İstanbul, 1999
künyeli kitabıdır.

90
ileri gelen adamları sırasına geçmiştir. Benim de kanımda o
nimetin zerreleri vardır. Ben nankör değilim ve olmam. Pa-
dişah'a bağlılık borcumdur. Halifeye bağlılığım ise terbiyem
gereğidir. Bunlardan başka, genel bir görüşüm de vardır.
Bizde milleti ve kamuoyunu elde tutmak güçtür. Bunu an-
cak, herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışıl-
mış bir makam sağlayabilir. O da saltanat ve hilâfet makamı-
dır. Bu makamı ortadan kaldırıp onun yerine başka nitelikte
bir makam getirmeye çalışmak felâkete ve büyük acılara yol
açar. Bu da asla doğru olamaz.
"Rauf Bey'den sonra, karşımda oturan Refet Paşa'nın görü-
şünü sordum. Refet Paşa'dan aldığım cevap şuydu: 'Rauf
Bey'in düşünce ve görüşlerinin hepsine katılırım. Gerçekten
de bizde padişahlıktan ve halifelikten başka bir idare şekli
söz konusu olamaz.'"70
Saltanatın kaldırılmasına ilişkin kanun tasarısı Meclis'te gö-
rüşülürken de önemli sorunlar çıktı. 1 Kasım 1922 günü bu konu
komisyonlara havale edildi. Mustafa Kemal Paşa, bundan sonraki
gelişmeyi Nutuk'ta şöyle anlatmaktadır:
"Şer'iye Komisyonu'nda bulunan hoca efendiler, hilafetin
saltanattan ayrılamayacağını, bilinen safsatalara dayanarak
iddia ettiler. (...) Karma komisyon başkanından söz istedim.
Önümüzdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle şu konuş-
mayı yaptım: 'Efendim, dedim, hâkimiyet ve saltanat hiç
kimse tarafından, hiç kimseye ilim gereğidir diye, görüşme
tartışmayla verilmez. Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle
ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hâkimi-
yet ve saltanatına el koymuşlardır. Bu zorbalıklarını altı yüz-
yıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk milleti bu saldır-
ganlara isyan ederek ve artık dur diyerek, hâkimiyet ve salta-

70 Atatürk, Nutuk, 2005, s.463-464.

91
natını fiilen kendi eline almış bulunuyor. Bu bir oldubittidir.
Söz konusu olan, millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak
mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele, zaten
oldubitti haline gelmiş olan bir gerçeği kanunla ifadeden
ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis
ve herkes meseleyi tabii olarak karşılarsa, sanırım ki uygun
olur. Aksi takdirde, yine gerçek, usulüne uygun olarak ifade
edilecektir. Fakat, belki de bazı kafalar kesilecektir. (...)'
"Hoca Mustafa Efendi, 'Affedersiniz efendim dedi, biz konuyu
başka bakımdan ele alıyorduk; açıklamalarınızla aydınlan-
dık' dedi. Konu karma komisyonca çözüme bağlanmıştı."71
1 Kasım 1922 tarihinde saltanat kaldırıldı. Mustafa Kemal Paşa,
aynı gün Meclis'te yaptığı uzun konuşmanın sonunda şunları söy-
lüyordu: "Millet, mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve
milli saltanat ve hâkimiyetini bir şahısta değil, bütün efradı ta-
rafından seçilmiş vekillerden meydana gelen yüce bir Meclis'te
temsil etti. İşte o Meclis, yüce Meclis'inizdir; Türkiya Büyük Millet
Meclisi'dir. Milletin saltanat ve hâkimiyet makamı yalnız ve an-
cak Türkiya Büyük Millet Meclisi'dir. Ve bu hâkimiyet makamının
hükümetine, Türkiya Büyük Millet Meclisi Hükümeti derler. Bun-
dan başka bir saltanat makamı, bundan başka bir hükümet heyeti
yoktur ve olamaz."72
Meclis'in aynı kararında, halifeliğin Osmanlı sülalesine ait ol-
duğu, ancak bu hanedanın bilim ve ahlak açılarından en yetişkin
olanını seçme yetkisinin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde olduğu
da belirtildi.
29 Ekim 1923 günü cumhuriyetin ilan edilmesi, bu sürecin do-
ğal bir sonucuydu.
Demokratik devrimin dördüncü aşaması, cumhuriyetin ilanı-
dır. Mustafa Kemal Paşa'nın Kurtuluş Savaşı'nı birlikte yürüttüğü

71 Atatürk, Nutuk, 2005, s.467-468.


72 ATABE, c.14, 2004, s.86.

92
arkadaşlarının önemli bir bölümü cumhuriyetin ilanını zamansız
buluyordu. Dönemin ünlü aydınlarından Hüseyin Cahit Yalçın, Ve-
lit Ebüzziya ve Ahmet Emin Yalman yazdıkları yazılarda bunu dile
getirdiler. A. E. Yalman, Mustafa Kemal'e 1923 yılı başlarında şöyle
demişti: "İnşallah zaferi kazanırsınız da Washington gibi çiftliği-
nize çekilir oturursunuz." Yalman bir başka vakit de şöyle diyor-
du: "Hilafet bizden giderse, beş-on milyonluk Türkiye devletinin
İslam dünyası için hiç ehemmiyeti kalmayacağını, Avrupa siyaseti
karşısında da küçük ve kıymetsiz bir hükümet mevkiine düşebile-
ceğimizi anlayabilmek için büyük dirayete lüzum yoktur." "Cum-
huriyet dönemine geçerken asıl önemli olan Rauf Orbay, Kâzım Ka-
rabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele gibi Mustafa Kemal'in yakın
mücadele arkadaşlarından gelen eleştiriler ve küçümsenemeyecek
sayıdaki bir milletvekili kesiminin tutumu idi."73
Bu süreç, 3 Mart 1924 gün ve 431 sayılı Hilafetin İlgasına ve
Hanedanı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çı-
karılması Hakkında Kanun ile tamamlandı. Bu kanunla, halifenin
görevine son verildi; halifelik makamı kaldırıldı. Osmanlı sülale-
sinden gelen tüm erkekler ve kadınlar ve damatlar, Türkiye Cum-
huriyeti içinde oturma hakkından sonsuza dek yasaklı kılındı.
Osmanlı İmparatorluğu'nda padişahlık etmiş kimselerin Türkiye
Cumhuriyeti içindeki tapulu taşınmaz malları, padişahlık saray-
ları, köşkleri, buralarda bulunan her türlü eşyaya devlet el koydu.

Toplumsal ve Siyasal İlişkilerde Dinin ve


Din Adamlarının Etkisinin Azaltılması
Musevilikte ve Hıristiyanlıkta bir ruhban sınıf vardır. Bu top-
lumsal tabakanın üst kesimleri, feodalizmde hâkim sınıflarla içi-

73 Ş. Turan, Türk Devrim Tarihi, Yeni Türkiye’nin Oluşumu (1923-1938), 3. Kitap,


Birinci Bölüm, Bilgi Yay., Ankara, 1995, s.30. Cumhuriyetin kabul edildiği
birleşime, 334 milletvekilinden yalnızca 158’i katıldı. Rauf Orbay’ın eleştirileri
için bkz. Age, s.31; Kâzım Karabekir’in eleştirileri için bkz. Age, s.31,33,34;
Refet Bele’nin eleştirileri için bkz. Age, s.34. Halide Edip Adıvar’ın çiftliğe
çekilme önerisi için bkz. Age, s.32.

93
çe geçmişti. Örneğin, Fransa'da aristokrasi ve ruhban sınıf, vergi
ödemezdi. Fransız burjuva demokratik devriminin öncelikli he-
defleri arasında kilise ve bu ruhban sınıf vardı.
İslamiyetin temelinde bir ruhban sınıf yoktur; ibadet, dini en
iyi bilenler tarafından "Allah rızası için" yaptırılır. Dini hizmetler
karşılığında ücret alınması İslamiyetin özüne aykırıdır. Ancak Os-
manlı İmparatorluğu'nda da bir ruhban sınıf oluştu. Bu toplumsal
tabaka, hiçbir üretken faaliyet içinde bulunmadan ve tekkeler/za-
viyeler/vakıflar aracılığıyla halkı maddi ve manevi olarak sömüre-
rek yaşamlarını sürdürüyor, kendi durumlarını sarsacak her türlü
girişimi engellemeye çalışıyordu.
Ulusal Kurtuluş Savaşı sürecinde din adamlarının büyük bö-
lümü halifenin ve emperyalist güçlerin yanında yer aldı. Savaş
sırasında meydana gelen isyanların bir bölümü inanç temelliydi.
Bu yıllarda Ulusal Kurtuluş Mücadelesi'ni destekleyen din
adamları da vardı. Daha sonra Diyanet İşleri Başkanı olan Ankara
Müftüsü Rifat Börekçi bu kişilerin başında geliyordu. Ancak hali-
fenin ağırlığı, din adamlarının çoğunun milli güçlerin karşısında
yer almasına yol açtı.74
19 Şubat 1919 tarihinde İstanbul'da İskilipli Mehmed Atıf
Efendi'nin başkanlığında kurulan Teali-i İslam Cemiyeti, İstan-
bul medreselerindeki müderrisleri örgütlüyordu. Saidi Kürdî de
bu örgütün yöneticileri arasındaydı. Teali-i İslam Cemiyeti, Ana-
dolu'daki Ulusal Kurtuluş Savaşı'na karşı bir tavır aldı. Özellikle
Konya ve yöresindeki ayaklanmalarda etkili oldu.75
Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda din adamlarının çoğunun bu karşıt
tavrı, kurtuluş sonrasındaki dönemde onlara karşı uygulanacak
sert önlemler için gerekçe oldu ve bu önlemleri kolaylaştırdı. Din
adamlarının çoğunun ihaneti olmasaydı, Türkiye'de demokratik
devrimin laiklik ayağı zayıf kalabilirdi.

74 Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda milli mücadeleden yana tavır alan din adamlarıyla
ilgili olarak bkz. A Sarıkoyuncu, Milli Mücadelede Din Adamları, c.1-2, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yay., Ankara, 2007.
75 Aybars, age, 2003, s.92.

94
Sadri Etem, 1933 yılında yayımlanan Türk İnkılabının Karak-
terleri kitabında şöyle yazıyordu: "İstiklal Harbi içinde teokrasi,
Anadolu'yu istila edenler ile el ele verdi. Batı cephesinde kur-
şuna dizilen casuslardan birçokları 'din uleması' zümresinden
idi. İstilacılara karşı silahlanan millet ordusunu kuvvetten dü-
şürmek için tahrikler yapanlar da ellerinde silah olarak şeriatı
kullanıyorlardı."76
Edirne milletvekili Şeref Aykut ise 1936 yılında yayımlanan Ka-
mâlizm kitabında din adamlarını şu şekilde suçluyordu:
"En son, kurtuluş savaşında büyük Türk ulusu, Atatürk'ün
yanında toplanarak, yurdunu, bayrağını, ırzını, şerefini, is-
tiklâlini kurtarmak ve hayatını müdafaa etmek için uğraşır-
ken de yine karşısına bin bir fesatla, bozutla dikidilen hep
bu din adına softalar, dervişler, dedeler, babalar olmadı mı?
"Yurddaş kanını, Türk kanını, Türke döktürmek için helâl ve
heder sayan, fetva veren teker sarıklı şeyhülİslamın zalim ve
mel'un fetvalarını unutmadık sanırım.
"Vatana saldıran düşmanlarla birleşerek yurdu müdafaa
için silaha sarılmış Türk çocuklarını boğmak istiyenlerin ba-
şında hep bunlar yok muydu.
"Her yeniliğe düşman kesilen ve her ileri hamlenin önüne di-
kilen şu din ulusu geçinenlerin vicdan işi olan din ile hiçbir
ilgileri yoktur.
"Onların bütün işleri siyasaldır. Devlet işlerine burunlarını
sokarak halkı istedikleri gibi şahsi menfaatlerinin kölesi kıl-
maktır ki işte rejim bunu yıkmıştır. Vicdan işi olan din ile
rejimin hiçbir alâkası yoktur. Yurddaş dilediğine inanır, di-
lediğine inanmaz. Bu Partiyi alâkadar etmez. Kafasına geçir-

76 Sadri Etem, age, s.37.

95
diği bir külâhta kutsal bir kuvvet bularak halktan kendisini
üstün tutmak isteyenlere de rejim yol vermez"77
Cumhuriyetin Osmanlı'dan devraldığı halk kitlesi, din adam-
larının elinde oyuncaktı. Toplumsal ilişkiler, büyük ölçüde dini
esaslara göre belirleniyordu. Kişilerin önde gelen kimliği, inanca
göre belirleniyordu. Bu durum, çağdaş bir ulusun oluşmasının ve
demokrasinin yerleşmesinin önündeki en önemli engeldi. Farklı
inançların toplumsal ilişkilerini belirleyen kurallar birbirinden
farklıydı. Farklı inançlardan oluşan toplumda ümmet kimliği,
ulusal kimliğin rakibiydi, alternatifiydi.
Türkiye demokratik devriminin en önemli alanlarından biri,
toplumsal ve siyasal yaşamda din adamlarının etkisinin silinmesi
veya en azından azaltılmasıydı. "Hayatta en hakiki mürşit ilim-
dir" sözü bu değişimin ifadelerinden biridir. Mustafa Kemal Paşa,
22 Eylül 1924 günü Samsun'da öğretmenlere şunları söylüyordu:
"Efendiler, dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için,
hayat için, muvaffakiyetler için en hakiki mürşit ilimdir, fendir.
İlim ve fennin haricinde yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir,
sapkınlıktır."78
Taner Timur'un bu konudaki değerlendirmesi şöyledir:
"Osmanlı Devleti'nin hâkim ideolojisini teşkil eden İslam, Os-
manlı toplumunda iki düzeyde gelişmiştir. Bunlardan birincisi,
resmi planda Devlet dini olan, Yavuz Sultan Selim'den itibaren
Sünni-Hanefi mezhebi şeklinde; ikincisi de halk planında sufili-
ğin çeşitli biçimlerini ifade eden tarikatlar şeklinde gelişmesidir.
(...) Türk Devrimi de İslam sorunu ile iki planda karşı karşıya gel-
miştir: Halife Sultan'ın temsil ettiği resmi islam ve çeşitli tarikat-
ların temsil ettiği popüler islam. Bilindiği gibi, Atatürk, devrimci-
liğin gerektirdiği radikal bir tutumla her ikisine karşı da kesin bir

77 Ş. Aykut, Kamâlizm (C.H. Partisi Programının İzahı), Muallim Ahmet Halit Kitap
Evi, İstanbul, 1936, s.39-40.
78 ATABE, c.17, 2005, s.44.

96
çözüm yolu aramıştır. Bir taraftan Hilafet ilga edilmiş ve din, Di-
yanet İşleri Reisliğinin kurulması ile Devlete bağlanarak bir kamu
görevi halinde örgütlenmiştir; diğer taraftan da tekkeler ve zaviye-
ler yasak edilerek popüler islamın temeli sarsılmak istenmiştir."79
Yeni Türkiye Cumhuriyeti devletinin çağdaş bir ülke olabil-
mesi, demokratik devrimde yeni bir aşamayı/boyutu, insanların
halifenin ve din adamlarının kulu olmaktan kurtarılmasını gerek-
tiriyordu. 1924 yılından itibaren bu adımlar atıldı.
Mustafa Kemal Paşa, din adamlarına ilişkin görüşlerini, 16-17
Ocak 1923 günü İstanbul'dan gelen gazetecilerle İzmit'te yaptığı
görüşmede şöyle anlatıyordu:
"Ben hocaları sevmem. (...) Beyler! Siz bu memlekete bağlı-
sınız. Bu memlekette hocaların ne kadar kıymetsiz olduğunu ve
bu milletin hocalardan ne kadar nefret ettiğini biliyorsunuz. Ben
size ufak bir misal söyleyeyim; çok hoca nerede vardır. Konya'da
değil mi? Ben Konya'ya yaptığım seyahatlerin birinde mektepleri
dolaşıyordum. Bana dediler ki, aman efendim bir de medreselere
gel gör. Yanımda Rus, Azerbaycan sefirleri vardı. Bir medresenin
kapısına geldik, fakat kapı olduğunun farkında olmadım. Çünkü
bir demir parmaklık vardı, hani kapı dedim. Burası dediler. Med-
reseye köpek girmesin diye parmaklık yaptırdık dediler. Evvela bu
medresenin kapısını da açınız da ondan sonra girelim diyemedim.
Ve bu suretle çok büyük hata yaptım, demirin üzerinden atladık,
içeriye girdik, baktım bir tabur kadar başı sarıklı adam, bir sıraya
dizilmişler ve Müftü Efendi başta olmak üzere tekmil Konya'nın
ulemasını toplamış, gayet mültefit (iltifat eden, Y.N.) bulunmak
istedik. Müftü Efendi, tuttu, diskur (konuşma, nutuk atma, Y.N.)
yapmak istedi.
"Dedi ki, efendim bizim talebeyi askere alıyorlar ve askerde
bulunan talebenin iadesine müsaade etmiyorlar. Birkaç defa
hükümete yazdık, cevap vermediler. Emir buyurunuz dedi!

79 Timur, age, 1997, s.115.

97
Ben de yabancıların yanında bunları rencide etmemek için
peki dedim, icabına bakarım. Yok, dedi. Emir veriniz! Ahzı
asker (askerlik şubesi, Y.N.) reisi paşa vardır, buradadır. Vali
vardır, buradadır dedi. Nazarı dikkate alırız dedim! Efendim
dedi, şimdi emir veriniz. O zaman vaziyeti inceledim. Müftü
Efendi, hocaların herkes üzerinde tesirli olduğunu ispat için
bana hükmediyordu. Gayet yüksek sesle hocalara dedim ki,
bir sürü asker firarisi toplanmışsınız! Bütün medreselerde si-
zin gibi insanların yekûnunu toplasak Karahisar'ı geri almak
mı, yoksa burada oturmak mı? Bu mühim bir hadise oldu,
çünkü Konya'nın en muhterem uleması tahkir olunmuştu.
Hakikaten tahkir olundu. Evime gittiğim zaman hakiki Kon-
ya ahalisi geldiler ve dediler: 'Efendim, çok teşekkür ederiz.
Biz hocalara karşı çok itibar ediyorduk. Sebebi buraya gelen
her büyük adam onların elini öpmüştür. Biz de zannediyor-
duk ki, onların elini öpmek bir şeref; yoksa biz bunların ne
kadar adi adamlar olduklarını şimdi anladık ve her yerde
söyleriz.' Dolayısıyla hocaların kıymetleri yoktur. (...) Fakat
ehemmiyet verirseniz ve bilhassa ondan korktuğunuzu his-
settirirseniz hakikaten korkuturlar."80
Halifeliğin kaldırılması birçok insanın hayal bile edemediği
radikal bir karar ve uygulamaydı.
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kurulması da din adamlarının ta-
rikatlerin etkisinin dışına çıkarılmasına yönelik bir girişimdi.
Tekke ve zaviyeler kapatılarak tarikatlara büyük darbe indiril-
di. Tarikatlara indirilen ikinci darbe, tarikatların hâkimiyeti altın-
daki gayrimenkule devrimci bir biçimde el konmasıydı. Böylece
bu örgütlenmelerin iktisadi gücü parçalandı.
3 Mart 1924 gün ve 429 sayılı Şeriye ve Evkaf ve Erkânıharbiyei
Umumiye Vekaleti'nin İlgasına Dair Kanun'la toplumsal ilişkilerde

80 “İstanbul’da Gazetecilerle İzmit Kasrı’nda Mülakat, 16-17 Ocak 1923”, ATABE,


c.14, 2004, s.292-293.

98
dini hükümler ve düzenlemeler yerine, Meclis'in kabul ettiği yasa-
ların esas alınacağı kabul edildi. Ayrıca, dini konularda görüş bil-
dirme yetkisi de Diyanet İşleri Başkanlığı'na devredildi. Kanunun 1.
maddesinin günümüz dilindeki biçimi şöyleydi: "Türkiye Cumhuri-
yeti'nde, kişisel ilişkilere ilişkin düzenlemelerin yasama ve yürüt-
mesi Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun oluşturduğu hükümete
ait olup, İslam dininin bunun dışında kalan inanç ve ibadetlere
dair hüküm ve sorunlarının yürütülmesi ve yönlendirilmesi din
kurumlarının yönetimi için Cumhuriyetin başkentinde bir Diyanet
İşleri Başkanlığı kurulmuştur." 5. maddede ise, ülkedeki tüm cami-
ler ve mescitler ile tekke ve zaviyelerin yönetimine, imam, hatip,
vaiz, müezzin ve kayyumların ve diğer hizmetlilerin atama ve işten
çıkarılmalarında Diyanet İşleri Başkanlığı yetkili kılındı.
3 Mart 1924 gün ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu (Öğre-
nim Birliği Yasası) ile tüm okulların Milli Eğitim Bakanlığı'na bağ-
lanması sağlandı. Böylece Şeriye ve Evkaf Vekaleti veya özel kişi
veya kurumlarca yönetilen tüm medrese ve okullar, dini temelli
eğitim sisteminin dışına çıkarıldı. Eğitimde bu bütünleşmenin
uluslaşma sürecine de büyük katkısı oldu.
Demokratik devrimin bu adımlarına karşı direnişler de yaşandı.
13 Şubat 1925 tarihinde Şeyh Sait ayaklanması başladı. Ayak-
lanma büyük zorluklarla bastırıldı. Şeyh Sait, 15 Nisan 1925 günü
yakalandı. 29 Haziran 1925 günü, aralarında Şeyh Sait'in de bu-
lunduğu 29 kişi idam edildi.
1925 yılındaki Şeyh Said ayaklanmasında önemli rolü olan ki-
şilerden biri, Kürdistan Teali Cemiyeti Başkanı Seyyid Abdülka-
dir'di. Ayaklanma bastırıldıktan sonra İstiklal Mahkemesi, Seyyid
Abdülkadir ile oğlu Seyyid Mehmet'in de aralarında bulunduğu
kişiler hakkında idam cezası verdi. Birçok kişinin inancına göre,
"seyyid"ler, Peygamber torunudur. Ayaklanmaya katılan şeyhler
ve seyyidler idam edildi. Seyyid Abdülkadir'in oğlu Seyyid Meh-
met'in idamını, Naşit Hakkı 1932 yılında yayımlanan Derebeyi ve

99
Dersim kitabında şöyle anlatmaktadır:81 "Seyit Abdülkadirzade
Seyit Mehmet'in ilmik boynunda iken sesi duyuldu. (...) Seyit
Mehmet bağırıyordu: 'Evladı Resul (peygamber nesli, Y.N.) asıl-
maz, Evladı Resulü asan millet iflah olmaz!' Bu tegallüp ("tegalüb"
olmalı: mugalebe, üstün gelmeye uğraşma, Y.N.) ve irtica hırıltısı-
na genç Türkiye'nin sesi, henüz otuzunu doldurmamış bir zabitin
(subayın, Y.N.) ağzından yükseldi: 'Vatanıma hiyanet eden Resul
de olsa asarım. ' Bu ses manzaraya müstesna bir ulviyet (yücelik,
Y.N.) verdi, vatan sevgisi hiyaneti boğmuştu."
Bu idamlardan önce, şeyhlerin asılarak öldürülemeyeceği inan-
cı yaygındı. Cumhuriyet hükümeti bu boş inancı da parçaladı.
Şeyh Sait ayaklanması sırasında kabul edilen 4 Mart 1925 gün
ve 785 sayılı Takriri Sükûn Kanununun 1. maddesi şöyleydi: "İr-
ticaa ve isyana ve ülkenin toplumsal düzenini huzur ve güvenli-
ğini bozmaya yönelik tüm örgütlenme ve kışkırtma ve teşvik ve
kalkışmalar ve yayımları, hükümet, cumhurbaşkanının onayı ile
doğrudan ve yönetsel olarak önlemeye yetkilidir."
Bu kanunun kabulünden sonra, Şark İstiklal Mahkemesi 25
Mayıs 1925 günlü kararında bölgesindeki tüm Terakkiperver Cum-
huriyet Fırkası şubelerini kapatma kararı verdi. Ankara İstiklal
Mahkemesi de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası binalarında ara-
ma yaptırdıktan sonra, bu partinin gericiliği kışkırttığı iddiasıyla
gereğinin yapılması konusunda Hükümeti uyardı. Partinin prog-
ramının 6. maddesi "Fırka efkar ve itikadat-ı diniyeye hürmetkâr-
dır" biçimindeydi. Bu madde de değerlendirilerek, Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası, 3 Haziran 1925 tarihinde Bakanlar Kurulu ta-
rafından kapatıldı.
26 Aralık 1925 gün ve 698 sayılı Takvimde Tarih Mebdeinin
Tebdili Hakkında Kanun (Takvimde Tarih Başlangıcının Değişti-
rilmesi Hakkında Kanun) ile dini temelli hicri takvimden günü-
müzdeki takvime geçildi.

81 Naşit Hakkı (Uluğ), Derebeyi ve Dersim, Hâkimiyeti Milliyet Matbaası, Ankara,


1932, s.31-32.

100
17 Şubat 1926 gün ve 743 sayılı Medeni Kanun'la kanun önünde
kadınlarla erkekler arasındaki farklar kaldırıldı; kadın, erkeğin
hukuken kulu/kölesi olmaktan kurtuldu. Resmi nikâhın zorunlu
hale getirilmesiyle, dini nikâh kıyan din adamlarının gücü ve et-
kisi azaltıldı.
Medeni Kanun'un Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt tarafın-
dan hazırlanan gerekçesinde dini esaslara dayalı hukuk düzeni
şöyle eleştiriliyordu:
"Bugün Türkiye Cumhuriyeti'nin bir Medeni Kanunu yoktur.
Yalnız sözleşmelerin küçük bir bölümünü kapsayan Mecelle
vardır. (...) Mecelle'nin esası ve ana çizgisi dindir. Oysa insan
yaşamı her gün hatta her an değişimlerle karşı karşıyadır.
"Kanunları dine dayalı olan devletler, kısa bir zaman son-
ra memleketin ve ulusun gereksinimlerini karşılayamazlar.
Çünkü dinler, değişmez hükümleri açıklarlar. Yaşam yürür,
gereksinimler hızla değişir. Dine dayalı kanunlar, ilerleyen
yaşam sürecinde biçimden ve ölü sözcüklerden fazla bir de-
ğer ve anlam içermezler. Değişmemek dinler için bir zorun-
luluktur. Bu nedenle dinlerin yalnızca bir vicdan işi olarak
kalması, çağımız uygarlığının esaslarından ve eski uygarlık-
la yeni uygarlığın ayırmaçlarından biridir.
"Özünü dinden alan kanunlar, uygulandıkları toplumları
indirildikleri çağlara bağlarlar ve ilerlemeyi önleyen önemli
etki ve nedenler arasında bulunurlar. (...)
"Çağdaş devlet dini dünyadan ayırmakla, insanlığı tarihin
en kanlı girişimlerinden kurtarmış ve dine gerçek ve devamlı
bir taht olan vicdanı ayırmıştır. Özellikle çeşitli etnik grup-
ları kapsayan devletlerde tek bir kanunun bütün toplulukta
uygulama alanı bulabilmesi için bunun, din ile ilişkisinin
bulunmaması, ulusal egemenlik için zorunluluktur. Çün-
kü, kanunlar dine dayalı olursa, vicdan özgürlüğünü kabul

101
zorunluluğunda olan devlette, muhtelif dinlere bağlı vatan-
daşlar için ayrı ayrı kanunlar yapmak gerekir. Bu hal, çağdaş
devlette esas olan politik, sosyal, ulusal birliğe tamamen
karşıt olur."82
Cumhuriyet yönetimi, din adamlarının toplumdaki bilgisizliğe
dayalı etkisini kırmak için bir kısmı görünüşte biçimle ilgili, an-
cak esasında önemli değişiklikler yaptı.
Osmanlı döneminde bir tarafta nizamiye mahkemeleri, diğer
tarafta şeriye mahkemeleri vardı. Nizamiye mahkemeleri, devle-
tin yasama organlarının kararlarını uyguluyordu. Şeriye mahke-
meleri ise, genellikle kişi hukuku, aile hukuku ve miras hukuku
alanlarında şeriat hükümlerine göre karar veriyordu ve yargıçla-
rın yerinde kadılar vardı. 8 Nisan 1924 gün ve 469 sayılı Mahakimi
Şeriyenin İlgasına ve Mahakim Teşkilatına Ait Ahkamı Muaddil
Kanun ile şeriye mahkemeleri ve kadılık kaldırılarak hukuk dü-
zeninde birlik sağlandı. Şeriat hukukuna indirilen bu darbe, din
adamlarının etkisini de zayıflattı.
20 Nisan 1924 gün ve 491 sayılı kanunla kabul edilen Teşkilatı
Esasiye Kanunu (1924 Anayasası) devletin dininin İslam olduğu-
nu belirtiyordu: "Madde 2. Türkiye devletinin dini, İslam dinidir."
29 Nisan 1920 tarihli Hiyaneti Vataniye Kanunu, 25 Şubat
1925 gün ve 556 sayılı kanunla değiştirildi. Kanunun 1. maddesi
(bugünkü diliyle) şu şekli aldı: "Dini ya da dince kutsal sayılan
şeyleri, siyasi amaçlarla kullanmak ereğiyle, dernekler kurulması
yasaktır. Bu gibi dernekleri kuranlar ve bu derneklere üye olanlar,
vatan haini sayılırlar. Dini ya da dince kutsal sayılan şeyleri kulla-
narak, devletin şeklini de değiştirme ve bozma girişiminde bulu-
nanlarla, devlet ve toplum düzenini bozanlar, her ne yolla olursa
olsun, din ve dince kutsal şeyleri kullanarak halk arasında kötü-
lük ve bölücülük tohumları ekmek için gerek tek tek, gerek toplu

82 Metnin bugünkü dilimize çevrilmiş biçimi için bkz. Erüreten, age, 1999, s.101-
103.

102
halde, sözlü ve yazılı, ya da eylemsel olarak girişimde bulunanlar
da vatan haini sayılırlar."
Kanuna göre, vatana ihanetin cezası idamdı.
Mustafa Kemal Paşa, 30 Ağustos 1925 günü Kastamonu Cum-
huriyet Halk Fırkası'nda bir konuşma yaptı: "Efendiler ve ey mil-
let, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, mürit-
ler, mencuplar memleketi olamaz. En doğru ve hakiki tarikat,
medeniyet tarikatıdır. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak,
insan olmak için kâfidir. Tarikat reisleri bu dediğim hakikati bü-
tün açıklığıyla idrak edecek ve kendiliklerinden derhal tekkele-
rini kapayacak, müritlerinin artık reşit olduklarını elbette kabul
edeceklerdir."83
2 Eylül 1925 tarihinde, tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması-
na, din görevlilerinin kıyafetlerine ve memurların şapka giymele-
rine dair Bakanlar Kurulu kararı kabul edildi. Aynı gün tekkelerin
kapatılmasına ve şapka giyilmesine karşı Sivas'ta bir direniş oldu.
Bazı kişiler etrafa bildiri astı. İstiklal mahkemesi derhal toplana-
rak elebaşıların bir kısmını idam etti, bir kısmını küreğe mahkûm
etti. 24 Kasım 1925 tarihinde de Erzurum'da Gavur İmam isimli bir
kişinin önderliğindeki bir grup, şapka giyilmesine karşı gösteri
yaptı. Eylem nedeniyle 80 kişi tutuklandı; bunların 13'ü idam ce-
zasına çarptırıldı. 25 Kasım günü Rize'de cumhuriyet karşıtı bazı
gösteriler oldu. 27 Kasım 1925 günü Maraş'ta Şükrü ve Hasip isimli
kişilerin önderliğindeki gösteriler nedeniyle bazı kişiler tutuklan-
dı ve bunların bazıları idam edildi.84
Din adamlarının ibadet yerleri dışında dini kıyafetlerini çıkar-
mak zorunda olması, onların toplumsal ve siyasal itibarına ve gü-
cüne indirilen büyük bir darbedir. Bu sembolik düzenleme, din
adamlarının ayrı ve ayrıcalıklı bir toplumsal tabaka oluşturmasını
önlemeye yönelik önemli bir adımdı.

83 ATABE, c.17, 2005, s.294.


84 U. Kocatürk, age, s.286, 290-291.

103
Yaygın olmayan olaylar devam ederken, Şeyh Sait ayaklan-
ması sonrasında kurulan istiklal mahkemesi kendi bölgesindeki
tekke ve zaviyeleri kapattı. Bunların ardından, 30 Kasım 1925 gün
ve 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedar-
lıklar ile Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun kabul
edildi. Kanunun 1. maddesi şöyleydi:
"Türkiye Cumhuriyeti içinde, gerek vakıf suretiyle gerek mülk
olarak (mal sahibi olarak) şeyhin yönetimi altında gerekse
başka şekillerde kurulmuş bulunan tüm tekke ve zaviyeler
(küçük tekkeler); sahiplerinin, diğer şekillerde haklarını
kullanarak sahiplenmeleri devam etmek üzere tamamı ka-
patılmıştır. Bunlardan, yasal düzenlemelere uygun olarak,
cami veya mescit şeklinde kullanılanların faaliyeti sürer.
"Genel olarak tarikatlarla, şeyhlik, dervişlik, müritlik, dede-
lik, seyyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, naiplik, halifelik,
falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve bilinmeyenden haber
verme ve isteğine kavuşturma amacı ile nüshacılık (yazılı
muska) gibi unvan ve sıfatların kullanılması ile, bu unvan ve
sıfatlara ait hizmet görmek ve/veya kıyafeti giymek yasaktır.
"Türkiye Cumhuriyeti içinde, sultanlara ait ya da bir tarikata
veyahut çıkar sağlamaya yönelik olanlarla tüm sair türbe-
ler kapatılmış türbedarlıklar kaldırılmıştır. Kapatılmış olan
tekke ve zaviyeleri ya da türbeleri açanlar veyahut bunları
yeniden kuranlar veya tarikat ayini yapmak için geçici bile
olsa, yer verenler ve yukarıdaki unvanları taşıyanlar ya da
bunlarla ilgili hizmetleri yapanlar veyahut kıyafetleri giyen-
ler, üç aydan eksik olmamak üzere hapis ve elli liradan aşağı
olmamak üzere para cezası ile cezalandırılırlar."
Bazı kişilere göre fesin, sarığın ve benzerlerinin yasaklanma-
sı ve şapkaya geçilmesi, sıradan ve şekle ilişkin bir uygulama-
dır. Halbuki bu yeni düzenleme, demokratik devrimin en önemli

104
unsurlarından biri olan din adamlarının etkisinin parçalanması
sürecine katkıda bulundu, geleneğe meydan okudu. Bu dönem-
de fese ilişkin algılamayı ve genel kabul gören anlayışı Tekin Alp
şöyle özetlemektedir: "En münevver, din noktai nazarından en
serbest düşünen Türk'ler bile, Avrupalı serpuşu olan şapkayı giy-
meyi, affedilmez bir dinsizlik telâkki ediyorlardı. Halkın şuuru,
Avrupa'lı serpuşunu başında taşımak cüretini gösteren bir müs-
lümana karşı, gayri ihtiyarî, sevki tabiî ile isyan ediyordu. (...) Fes
sembolik bir kıymet almış, bütün saadeti Peygamber'in tebşir et-
tiği (müjdelediği, Y.N.) cennetten bekliyen ümmeti Muhammed'le
kâfirleri birbirinden ayıran bir alâmet olmuştu. Şapka giymek
kâfirler arasına karışmak demekti. (...) Festen sonra, sıra sarığa
gelmişti. Sarık, din mümessillerine münhasır bir serpuş değildi.
On binlerce sivil, zanaat sahibleri, esnaf, irad sahibleri ve daha
pek çok kimseler, bunu bir sofuluk eseri olmak üzere başlarında
taşıyorlardı. Bu sarıklılardan pek çoğu, Türkiye'de fazlasile mev-
cud muhtelif tarikatlere mensub kimselerdi. Sarığın festen çok
daha tehlikeli olduğunu söylemek zaiddir (gereksizdir, Y.K.). Sa-
rık bir remiz (işaret, Y.N.), bir tılsım değil, bir düşmandı, şeriatin
tâ kendisiydi."85
Şapka giyilmesine ilişkin ilk düzenleme 12 Nisan 1921 tarihin-
de Büyük Millet Meclisi'nin aldığı bir kararla fes kullanımının ya-
saklanmasıdır. 2 Eylül 1925 gün ve 2413 sayılı Bakanlar Kurulu ka-
rarnamesiyle, kamu görevlilerinin elbiseleri ve şapkalarına ilişkin
bir düzenleme yapıldı. 671 sayılı Şapka İktisası Hakkında Kanun
da 25 Kasım 1925 günü kabul edildi.
Kanunun 1. maddesi (günümüz diliyle) şöyleydi: "Türkiye Bü-
yük Millet Meclisi üyeleri, il genel meclisi ve yerel yönetim ve özel
idareler ile tüm kurumlara bağlı memur ve hizmetliler şapka giy-
mek zorundadırlar. Türkiye halkının da genel serpuşu şapka olup,
buna aykırı bir alışkanlığın devamını hükümet yasaklar."

85 Tekin Alp, a.g.k., 1936, s.99-100, 104.

105
Bu kanunda kamu görevlileri dışındaki kişilere şapka giyme
zorunluluğu getirilmiyor; ancak şapkadan başka bir şey giymeleri
yasaklanıyordu.
30 Kasım 1925 tarihinde Türk Ceza Kanunu'nun 131. maddesi
değiştirilerek, yetkileri olmadan sarık ve ruhanî kıyafet taşıyanlar
hakkında ceza getirildi. 1 Mart 1926 gün ve 765 sayılı Türk Ceza Ka-
nunu'nun 526. maddesiyle de şapka giyilmesine ilişkin 671 sayılı
Kanunla Türk harflerinin kullanılmasına ilişkin 1353 sayılı kanu-
nun koyduğu yasaklara uymayan ve zorunlulukları yerine getir-
meyenlerin iki aydan altı aya kadar hafif hapis veya bin liradan
beşbin liraya kadar hafif para cezası ile cezalandırılmaları hükme
bağlandı.
Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılmasına ve Türbedarlık-
lar ile Bir Kısım Unvanların Men ve İlgasına dair Kanun Mucibince
Kapatılan Tekkelerin Şeyhlik ve Zaviyedarlıklarının İlgasiyle Bazı
Vakıflar Görevliliklerinin de Kaldırılmış Olduğu Hakkında Türkiye
Büyük Millet Meclisi Kararı 28 Mayıs 1928 tarihinde kabul edildi.
Tekin Alp şöyle yazmaktadır: "Kanunun neşri akibinde tari-
katlerin on binlerce müntesibi (kapılanan kişiler, Y.N.), birdenbi-
re ortadan kaybolmuştu. Binlerce şeyh ve derviş faaliyetlerine ta-
mamen nihayet verdiler ve tarikatlere aid bütün binalar mektebe
kalbedildi (dönüştürüldü, Y.N.)."86
1928 yılında aralarında Köprülüzade Fuad ve İsmayıl Hakkı
(Baltacıoğlu) gibi kişilerin de bulunduğu bazı öğretim üyeleri din-
le ilgili bir "Islah Beyannamesi" yayımladılar. Bu bildiride, tapın-
ma dilinin Türkçe olması, ayetlerin, duaların, hutbelerin Türkçe
biçimlerinin kabul edilmesi ve kullanılması isteniyordu.87
Cumhuriyetin 10. yıl kutlamasını hazırlamakla görevli komis-
yonun yayımladığı kitapta cumhuriyetin başarıları arasında sayı-

86 Alp, age, 1936, s.105.


87 Bildiri, Saçak Dergisi’nin Mayıs 1984 tarihli sayısında yayımlanmıştır. Ayrıca
bkz. Ş. Turan, Türk Devrim Tarihi, Yeni Türkiye’nin Oluşumu (1923-1938), 3.
Kitap, İkinci Bölüm, Bilgi Yay., Ankara, 1996, s.50-51, 230-231.

106
lan "Lâyik maarif" başlığı altında şu değerlendirme yer alıyordu:
"Maarif işi dünya işidir. Müspet ilimlerin ve vicdan hükümlerinin
yaşadığı muhitlerde başka tesirlere yer bırakılamaz. Eski İmpara-
torluk din işi ile dünya işini her sahada olduğu gibi mektep işin-
de de biribirine karıştırdı. (...) Dünya zevkini ahiret korkusu ile
kararttı. (...) Cümhuriyet, açık prensibini ilân etti: Türkiye Cüm-
huriyeti lâyik bir Cümhuriyettir. Bütün mekteplerden din dersleri
kalktı; onun yerine büyük milletin büyük vicdanında esasen ya-
şayan doğruya, güzele, iyiye ülküsü terbiyenin hedefi oldu."88
1924 Anayasası'nın 2. maddesi, 10 Nisan 1928 gün ve 1222 sayılı
Kanunla değiştirildi. "Türkiye devletinin dini, İslam dinidir" ve Bü-
yük Millet Meclisi'nin görevleri arasında sayılan "şer'i hükümlerin
yerine getirilmesi" ibareleri Anayasadan çıkarıldı. Milletvekili ve
cumhurbaşkanı yeminlerinin sonunda yer alan "vallahi" deyimi
yerine de "namusum üzerine söz veriyorum" ifadeleri kondu.
20 Mayıs 1928 gün ve 1288 sayılı Beynelmilel Erkamın Kabulü
Hakkında Kanun ile tüm belgelerde "beynelmilel rakamların" kul-
lanılması zorunlu kılındı.
1 Kasım 1928 gün ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tat-
biki Hakkında Kanun ile din adamları tabakasının toplumsal ve
siyasal güç ve itibarına önemli bir darbe daha indirildi.
Arap harflerinin öğrenilmesi zordu. Cumhuriyet'in devraldığı
nüfus içinde okuma yazma bilenlerin sayısı ve oranı çok düşük-
tü. Okuma yazma bilmek önemli bir güç ve itibar kaynağıydı. Din
adamları, medrese eğitimi sırasında okumayı ve yazmayı öğre-
niyorlar ve bu bilgilerinden toplumsal ilişkilerinde yararlanıyor-
lardı. Arap harflerinin Türkçeye uymaması, yazı dilinde Arapça
sözcüklerin yaygınlaşmasına da yol açıyordu.
Tekin Alp, bu dönemdeki havayı şöyle anlatmaktadır: "Diğer
bazı kimseler, yine ağızdan kulağa şöyle fısıldaşıyorlardı: 'Yeni
harfler, bize yalnız eski edebiyatımızı tamamile unutturmakla

88 Onuncu Cümhuriyet Bayramı Hazırlama Komisyonu, 1923-1933, Ankara, 1933,


s.152.

107
kalmıyacak, ayni zamanda, bin türlü zahmetlerle okuyub yazma
öğrenenler, birdenbire ümmi (okuma yazma bilmeme durumu,
Y.N.) kesilecek.'"89
Yeni alfabenin kabulü ve eski yazının kullanımının yasaklan-
masıyla, din adamlarının diğer toplum kesimleri üzerindeki etkisi
önemli ölçüde azaldı.
1353 sayılı kanunda Arap harflerinin kullanılmasının yaptırımı
belirtilmemişti. Bu konu da 765 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 526.
maddesine 11 Haziran 1936 gün ve 3038 sayılı Kanunla getirilen
ekle düzenlendi: "Şapka iktisası hakkındaki 671 numaralı kanun-
la Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkındaki 1353 numaralı ka-
nunun koyduğu memnuiyet veya mecburiyetlere muhalif hareket
edenler üç aya kadar hafif hapis veya on liradan iki yüz liraya ka-
dar hafif para cezasile cezalandırılırlar." (Resmi Gazete, 23.6.1936)
23 Aralık 1930 günü Menemen'de Nakşibendi tarikatına men-
sup ve Şeyh Esat'ın müritlerinden derviş Mehmet ve bir kısım
arkadaşları ayaklanma düzenledi ve yedeksubay asteğmen Ku-
bilay'ı (Mustafa Fehmi) öldürerek başını gövdesinden ayırdılar.
Ayaklanma derhal bastırıldı. Korgeneral Mustafa Muğlalı başkan-
lığındaki bir askeri mahkeme, Şeyh Esat ve yandaşlarını tutukla-
dı. Şeyh Esat yargılama sırasında cezaevinde öldü. 28 kişi ise 3
Şubat 1931 günü idam edildi.
Cumhuriyet Halk Fırkası'nın 3. Kurultay'ı 13-19 Mayıs 1931 gün-
leri toplandı. Parti Programı'nda "Cümhuriyet Halk Fırkasının
Ana Vasıfları" şöyle tanımlanıyordu: "1-Cümhuriyet Halk Fırkası,
A) Cümhuriyetçi, B) Milliyetçi, C) Halkçı, Ç) Devletçi, D) Lâik, E)
İnkılâpçıdır." "Lâiklik" ilkesi de şöyle açıklanıyordu: "D) Fırka,
devlet idaresinde bütün kanunların, nizamların ve usullerin, ilim
ve fenlerin muasır medeniyete temin ettiği esas ve şekillere ve
dünya ihtiyaçlarına göre yapılmasını ve tatbik edilmesini prensip
kabul etmiştir. Din telâkkisi vicdanî olduğundan, Fırka, din fikir-

89 Alp, age, 1936, s.110.

108
lerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milleti-
mizin muasır terakkide başlıca muvaffakiyet amili görür."90
CHP Programı'nda yer alan bu ilkeler, 1924 Anayasası'nın 2.
maddesine 5 Şubat 1937 gün ve 3115 sayılı Kanunla eklendi: "Mad-
de 2. Türkiye Devleti Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devrimci,
Lâik ve İnkılâpçıdır."
Bu gelişmelerin diğer bir boyutu, Ku'ran-ı Kerim'in Türkçe çe-
virisinin kullanılmaya başlanmasıydı.
Ziya Gökalp'in "Vatan" şiirinin ilk kıtası şöyleydi: Bir ülke ki
camiinde Türkçe ezan okunur/Köylü anlar manasını namazdaki
duânın…/Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur'an okunur/Küçük
büyük herkes bilir buyruğunu Hüdâ'nın/Ey Türkoğlu, işte senin
orasıdır vatanın!
Bu şiirde dile getirilen amaç doğrultusunda İttihat ve Terak-
ki Cemiyeti de adımlar atmış, Kur'an'ı Türkçeye çevirtmiş, cuma
hutbelerinin Türkçe yapılmasını sağlamıştı.91 Ancak bu konudaki
esas büyük adım cumhuriyetin gündemine 1932 yılında geldi.
Edirne milletvekili Şeref Aykut, 1936 yılında yayımlanan Ka-
mâlizm kitabında bu konuda şu değerlendirmeyi yapıyordu: "
'Din âlimlerinin, fasihlerin hokkalarındaki mürekkepler, şehit-
lerin kanlarından daha kutsal, daha mübarektir' diyen ve zalim,
kan içen sultanların her yaptığı delilikleri, çılgınlıkları, Tanrı işi,
mucize, keramet, ilham eseri sayan, padişahları Tanrı kuvveti
gösteren bu softalar, bu din uluları, Türkün anlamadığı bir dil ile
yazılmış kitaplardan hükümler çıkararak, halka yuttura yuttura
bu güzel yurdu, bu uçmakları imrendiren vatanı baykuş yuvasına
çevirmişlerdir."92
Kur'an-ı Kerim'in Türkçe tercümesi ilk defa olarak İstanbul
Yerebatan Camiinde Hafız Yaşar (Okur) tarafından 22 Ocak 1932
tarihinde okundu. 2 Haziran 1932 günü de İstanbul Süleymaniye
Camiinde ilk Türkçe hutbe okundu.

90 CHP, age, 1931, s.9,13.


91 Aybars, age, 2003, s.77.
92 Ş. Aykut, age, s.38.

109
Daha sonra ezan ve kametin Türkçe okunması gündeme geldi.
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 18 Temmuz 1932 günlü genelgesiyle
bu uygulama başlatıldı. Bursa'da bu uygulamanın ardından 1 Şu-
bat 1933 günü karşı gösteri düzenlendi. Atatürk derhal Bursa'ya
geldi ve 5 Şubat 1933 günü akşam yemeğinde ünlü Bursa Nutku'nu
söyledi. 6 Şubat 1933 günü Anadolu Ajansı'na yaptığı açıklamada
da ezanın Türkçe okunmasının "mahiyeti esasen din değil, dildir"
dedi ve şöyle devam etti: "Kati olarak bilinmelidir ki, Türk mil-
letinin milli dili ve milli benliği bütün hayatında hâkim ve esas
kalacaktır."93
7 Şubat 1933 günü de İstanbul'da (Evkaf Müdüriyeti'nin tebli-
ğiyle) bütün camilerde ezan ve kamet Türkçe okunmaya başladı.
Demokrat Parti'nin 1950 yılında iktidara gelmesi sonrasındaki
ilk uygulamalarından biri, ezanın Arapça'ya döndürülmesi oldu.
3 Aralık 1934 gün ve 2596 sayılı Bazı Kisvelerin Giyilemeyece-
ğine Dair Kanun ile din adamlarının toplumsal yaşamdaki güç
ve etkisine yeni bir darbe indirildi. Gelişmiş kapitalist ülkelerde
papazlar dini törenlerde giydikleri özel giysileri başka zaman da
giyebilirler. Türkiye demokratik devriminde böyle bir uygulamaya
izin verilmedi; sokaklarda cüppe ve sarık gibi giysilerle dolaşmak
yasaklandı. Kanunun 1. maddesi şöyleydi: "Herhangi din ve mez-
hebe mensup olurlarsa olsunlar ruhanilerin mabet ve ayinler ha-
ricinde ruhani kisve taşımaları yasaktır."
Bazı Kisvelerin Giyilemiyeceğine Dair Kanunun Tatbik Şekli-
ni Gösteren Nizamname de 18 Şubat 1935 günlü Resmi Gazete'de
yayımlandı. Bu nizamnamenin 2. maddesiyle "ruhanî kisve" kav-
ramına açıklık getirildi: "Her din ve mezhebin ruhanilerini ayırt
ettirmek için kabul edilen her türlü kisve, alâmet ve işaret ruhanî
kıyafet addolunur."
Dinin toplumsal yaşamda etkisini kısıtlamaya yönelik bir giri-
şim de hafta tatili gününün değiştirilmesi oldu.

93 ATABE, c.26, 2009, s.120.

110
Osmanlı döneminde hafta tatili Cuma günüydü. Bunun nede-
ni, cemaatin cuma namazlarını birlikte kılmasına olanak sağla-
maktı. Bugün bile birçok ilçede Cuma günleri pazar kurulur ve
köylü bu gün şehre iner. 15 Ocak 1924 gün ve 394 sayılı Hafta Tatili
Kanunu da hafta tatilini Cuma olarak belirlemişti. 27 Mayıs 1935
gün ve 2739 sayılı ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Ka-
nun ile hafta tatili günü Pazar olarak değiştirildi.
14 Haziran 1935 gün ve 2800 sayılı Diyanet İşleri Reisliği Teşki-
lat ve Vazifelerine Dair Kanunla da devletin din işlerindeki etkisi
artırıldı.
Türkiye demokratik devriminin en önemli unsurlarından biri,
toplumsal ve siyasal yaşamın kurallarının dini esaslardan kurta-
rılması, tarikatların insanları kullaştırmasının önlenmesi ve din
adamlarının ayrıcalıklı bir toplumsal tabaka olmasına son veril-
mesidir. Bu konuda 1923-1938 döneminde atılan adımlar son de-
rece önemlidir ve Türkiye demokratik devriminin önemli başarı-
larıdır. Tekin Alp 1935 yılında gelinen noktayı şöyle özetlemek-
teydi: "Artık 1935'teyiz. On iki senelik bir müddet zarfında, yeni
Türk, kendine yeni bir ruh, yeni bir ahlâk, yeni bir tarih, hattâ
Allah'ı artık Tanrı diye andığı için, diyebilirim ki yeni bir Allah
yaratmıştır."94
Edirne milletvekili Şeref Aykut'un 1936 yılında yayımlanan
Kamâlizm kitabında yer alan aşağıdaki ifadeler de çok ilginç ve
cüretkârdır: "Türk devrimini son asırların değişikliklerini hazır-
layan fikirlerle ve daha sonraları yürüyen, göğdelenen Rasyonel,
Sosyolojik, Marksist, Faşist rejim ve ideolojileri ile izaha çalışmak
da fazla bir iş olur. Kamâlizm bunların üstünde yalnız yaşamak
dinini aşılıyan ve bütün prensiplerini ekonomik temeller üzerine
kuran bir dindir. (...) Amaçladığı gaye de ulusun kalkınması da-
vasıdır. Bunu yürüten de hiç şaşmıyan ve şaşırtmıyan say duyuk,
selim akıldır." "Kamâlizm, bir dindir ki onun en büyük ve ana sı-

94 Alp, age, s.171.

111
fatlarından birisi de devrimci olmasıdır." "Göksel dinlere, görün-
miyen kudsal erklere inananlar çok azalmıştır."95

Toprak Reformu/Devrimi
1789 Fransız Devrimi öncesinde Fransa topraklarının önemli
bir bölümü Kilise'ye aitti. Fransız Devrimi sonrasında bu toprak-
lara el kondu. Türkiye iktisat tarihinde nedense unutulan veya
unutturulan olaylardan biri de, Cumhuriyet kurulduktan sonra
yapılan benzer bir uygulamadır.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde, çeşitli nedenlerle arazi-
nin önemli bir bölümü dini vakıfların elindeydi. Bu konuda farklı
tahminler bulunmaktadır. Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne göre, Os-
manlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde arazinin dörtte biri
vakıflara aitti. 19. yüzyılın sonlarında Mehmet Sait Paşa'nın ha-
zırladığı bir rapora göre ise ülke arazisinin yarıdan fazlası vakıf-
ların mülkiyetindeydi.96 Diğer taraftan, "Engelhardt, Türkiye'deki
gayrimenkullerin ve emlakın dörtte üçünün 19uncu asırda vakıf
sıfatiyle camilere ait bulunduğunu iddia etmektedir."97
Tekkeler ve zaviyeler de bazı arazilerin ve önemli miktarda
gayrimenkulün sahibiydi. Tekke ve zaviyeler, hem vakıflar, hem
de normal mülkiyet ilişkisi içinde çok önemli bir ekonomik güce
sahipti.
Türkiye'de demokratik devrimin ana unsurlarından biri toprak
reformuydu.
Bazı bölgelerdeki büyük toprak sahipleri ve dini vakıfları yö-
neten din adamları, kendilerine ortakçılık/yarıcılık/marabalık
edenlerin her türlü toplumsal ve siyasal ilişkilerine de müdahale
ediyor, onları kullaştırıyordu.
Toprak reformu, hem topraksız ve az topraklı köylülerin (or-
takçı, maraba, yarıcı, vb.) ağanın kulu olmaktan çıkarılması hem

95 Aykut, age, 1936, s.3, 15, 28.


96 Vakıflar Genel Müdürlüğü, Cumhuriyetin 50. Yılında Vakıflar, Ankara, 1973,
s.244.
97 H. Derin, Türkiye’de Devletçilik, İstanbul, 1940, s.60.

112
Kürt etnik kimliğinin ulusal kimlik içinde eritilebilmesi, hem de
din adamlarının tekkelerin ve dini vakıfların elindeki topraklar
aracılığıyla sahip oldukları ekonomik gücün parçalanması açıla-
rından gerekli görülüyordu.
Toprak reformu 1938 yılına kadar kabul edilen bazı kanunlarla
ve dini vakıfların malvarlığına el konularak bir ölçüde yapılabildi.
Ancak çok yetersiz kaldı. 1945 yılında kabul edilen Çiftçiyi Top-
raklandırma Kanunu ise radikal bir biçimde uygulanma imkânı
bulamadı.
Şevket Süreyya Aydemir, toprak ağalığı ile üniter devlet yapı-
sına dayalı çağdaş Türk ulusçuluğunun yaratılmasının önündeki
engeller arasında bir ilişki olduğu düşüncesindeydi:
"Biz gittiğimiz yerlere, hiç olmazsa kendi ırkımızdan olan-
lar için, daima şahsi mülkiyeti ve küçük çiftçiliği götürdük.
(...) Kürtlük bir iktisadi rejimdir ki esasında, herşeyden ev-
vel, koyu bir toprak köleliği, yani müstahsilin yurtsuzluğu
ve topraksızlığı yatar. Toprak köleliğinde müstakil küçük
köylülük yoktur ki toprak mülkiyetinden, serbest mübadele
yoktur ki pazar kaidelerinden ve binaenaleyh insanlar ara-
sında bir takım medeni hukuk ve iktisat münasebetlerinden
bahsedilebilsin. (...) Türk serbest iktisat ve cemiyet nizamiy-
le Kürt feodalizminin mücadele ettiği yerlerde, tekke, bu fe-
odalizmin bir vahti teşkilatıdır ve bu teşkilatın hedefi, Türk
nüfusunun dilini, dinini ve serbest tefekkürünü izale etmek-
tir. (...) Türk köyünün kürtleşmesi, Türk köyünde küçük çift-
çiliğin serbest toprak mülkiyetinin tasfiyesiyle başlar. (...)
Eski hükümetlerin her türlü himayeleriyle, etraflarındaki
Türk nüfusu aleyhine hergün biraz daha silahlanan ve azan
bir Kürt aşiretinin, tesallutu karşısında birgün, ya canından,
ya toprağından geçmek ıztırarında kalan Türk köylüsü top-
rağını bu Kürt beyine terk edince, derhal, bu beyin arazisin-
de çalışan bir canlı 'meta', bir 'toprak kölesi' haline düşer.
Artık onun hem malı, hem canı, hem namusu Kürt beyinin

113
malıdır. Artık onun kendini Kürt sayması, kürtçe konuşması
ve beyin adamlarının ardından derhal köye gelip yerleşen
izbandut gibi bir tarikat şeyhinin, her gösterdiğine tapması,
her dediğine inanması lazımdır. (...)"
"Kürt beyi tehakkümünü, kürtleştirilmiş Türkün, toprağı,
kanı, milliyeti, dini ve namusu pahasına yaşatır.
"Derebeylik nizamının tasfiyesi, Şarkta, uzun asırlar imti-
dadınca topraksızlaştırılan, mülkiyetsizleştirilen köylünün
mal ve mülkiyet sahibi kılınması neticesinde bitecektir. Kü-
çük çiftçilik, toprak köleliğinin zıttıdır ve derebeylik müna-
sebetlerinin en emin tasfiye vasıtasıdır.
"Toprak, yurt ve istihsal vasıtaları sahibi kılınacak kürtleş-
miş Türkün kendi diline ve öz iktisat nizamına dönmesi, ora-
larda serbest mübadele usullerini ve pazar münasebetlerini
genişlettirecek ve bu genişleyen münasebetler Türk milleti-
nin siyasi ve iktisadi tecanüs ve vahdetini temin edecektir."98
İsmail Hüsrev Tökin'in değerlendirme ve önerileri de benzer
nitelikteydi:
"Dini müesseselerin derebeyliğidir. Devlet veya hususi eşhas
tarafından bu müesseselere içindeki köylerile beraber geniş
arazisinin varidatı vakfedilmişti. (...) Osmanlı İmparatorlu-
ğu'nun her yerine yayılmış olan bektaşi tekkeleri adetleri
yüzler hanesini aşan köylere malikti.99
"Bu birkaç misal tekkelerin nasıl müstakil derebeyi müesse-
seleri olduğunu ve topraksız köylü kitlelerinin tekkeler ara-
zisinde asırlarca kölelik ve ortakçılıkla geçinmiş ve hepsinin

98 Aydemir, Ş. S., “Derebeyi ve Dersim,” Kadro Dergisi, No:6, Haziran 1932;


tıpkıbasım: Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi, Yay. No:121, Ankara,
1978, s.43-44.
99 İ. H. Tökin, Türkiye Köy İktisadiyatı, 2. Basım, İletişim Yay., İstanbul, 1990,
s.163.

114
tekkelerin maddi esaretinden başka bir de manevi esaretini
çekmiş olduklarını göstermiye kafidir.100
"Şark ve cenubuşarki vilayetlerinde umumiyet itibarile top-
rak ve köylünün istihsal vasıtaları, aşiret reislerinin, beyle-
rin ve ağaların mülkiyeti altındadır.101
"Milli inkılabın burada derebeyliği tasfiye ederek kurtara-
cağı ve milli mikyastaki işbirliğine alacağı iki unsur vardır:
Biri köle haline getirilmiş köylü kitleleri, diğeri de Kürt aşi-
retleri içinde eriyen Türk unsurudur. Bu kurtarmanın yolu-
nu biz ancak müstahsil ile toprağa tesahup eden derebeyi
arasındaki derebeylik içtimai münasebetlerinin kül halinde
ve derebeyi sınıfının da sınıf halinde tasfiyesinde görüyoruz.
Bu içtimai nizamın tasfiyesi de ancak derebeyi topraklarının
köylüye bila bedel tevzii ve derebeylerinin mevcudiyetinin
de tamamen imha edilmesi şeklinde olabilir.102
"Şarkta derebeylik nizamile yapılacak mücadele ancak in-
kılapçı bir tasfiye hareketi olabilir. Bu nizam, nizam olarak
kül halinde ortadan kaldırıldığı takdirdedir ki Türk inkılabı
daima yanı başında cerahat fışkıran ve harici müdahaleler-
le takviye edilen bir irtica kaynağını kökünden temizlemiş
olacaktır.103
"Şark vilayetlerinde derebeyliğin kül halinde tasfiyesi ve top-
rağın bila bedel köylüye tevzii, milli bütünlüğün temini bakı-
mından bilhassa zaruridir. Orada bilhassa kürtçe konuşulan
sahâlârda için için kaynayan gayri milli hareketlerin, irticai
cereyanların gıda aldığı içtimai zümreler, köylüsü ile beraber
geniş topraklara tesahup etmiş beylerdir. Toprağın köylü-

100 Tökin, age, s.165.


101 Tökin, age, s.176.
102 Tökin, age, s.185.
103 Tökin, age, s.186.

115
ye doğrudan doğruya tevzii demek, Bey ismini taşıyan irti-
ca kaynağı bir sınıfın ve bu sınıfla beraber Kürt meselesinin
kökünden tasfiyesi demektir. Şarkta Beyin kuvvet ve nüfuzu
sahip olduğu geniş sahalar üzerindeki derebeyi hukukundan
gelmektedir. Beyden toprağı satın alarak köylüye satmak
tarzında ıslahatın müspet bir netice vereceğini ümit etmiyo-
ruz. (...) Anadolunun diğer kısımlarında yapılacak içtimai-
iktisadi reformun gayesi, ortakçılığı kaldırmaktır. (...) Bizde
ortakçılık biri, büyük arazi edinmiş kimselerin topraklarını
ortaklama köylüye işletmesi, ikincisi de tüccara, mürabaha-
cıya borçlanan köylünün borcuna mukabil arazisini elinden
çıkararak kendi toprağında alacaklısı hesabına ortaklaşa
çalışması olmak üzere başlıca iki şekilde doğmuştur. İkinci
şekilde doğmuş ortakçılığın tasfiyesi için köylü ile alacaklı
arasına devletin girmesi ve borçlarını devletin ödemesi sure-
tiyle köylüye toprağının iade edilmesi ve borç mukabil toprak
da dahil olduğu halde istihsal vasıtalarının ferağ edilememe-
sinin kanunla temini lazımdır. Birinci şekilde meydana gelen
ortakçılığı ise, yine devlet, bulacağı bir formül dahilinde or-
takçılıkla işlenen toprakları sahiplerinden alarak bila bedel
köylüye tevzi etmek suretiyle tasfiye etmelidir."104
Şevket Süreyya Aydemir ve İsmail Hüsrev Tökin gibi kişilerin
Türkiye'de toprak ağalığının ilerici bir biçimde tasfiyesine yöne-
lik çabaları, ülkedeki toplumsal ve siyasal dengelere ve iktidarda
bulunanların komünizm korkusuna bağlı olarak gerçekleşmedi.
Haldun Derin bu konuda şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
"Osmanlı topraklarının büyük kısmı camilerle Devletin elinde
muattal kalmıştı. Bu suretle zürra, ortaçağda olduğu gibi, kararsız
ve muvakkat ırgat, toprak kulu halinde kalıyordu. Aynı zaman-

104 Tökin, “Türk Köylüsünü Topraklılandırmalı, Fakat Nasıl?”, Kadro Dergisi, No:
23, İkinci Teşrin 1933, c.2, Tıpkıbasım, AİTİA Yay. No. 130, Ankara, 1979,
s.36-37.

116
da Devlet hazinesi de gelirinin mühim bir kısmından mahrum
oluyordu."105
Uluslaşma sürecinin önündeki en önemli engellerden biri olan
ümmet-cemaat-tarikat-mezhep kimliğinin zayıflatılabilmesi için
tekke ve zaviyelerin ekonomik gücüne el konması gerekiyordu.
Vakıf toprakları, 1924 yılından itibaren çıkarılan bazı kanun-
larla devlet denetimi altına alındıktan sonra, 1925 yılında çıkarı-
lan Vakıflar Kanunu ile, vakıf topraklarının satılma yetkisi Vakıf-
lar Genel Müdürlüğü'ne verildi. "Bu yasadan sonra, dinsel-feodal
ideolojinin maddi temelini oluşturan vakıf topraklar, peyderpey
satılarak, zamanla, büyük ölçüde azalmıştır."106
Türkiye Büyük Millet Meclisi, 3 Mart 1924 günü üç önemli ka-
nunu kabul etti. 431 sayılı kanunla (Hilafetin İlgasına ve Hane-
danı Osmani'nin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıka-
rılmasına Dair Kanun), halifelik kaldırıldı ve Osmanlı Hanedanı
mensupları ülke dışına çıkarıldı. 430 sayılı kanunla (Tevhidi Ted-
risat Kanunu) öğretimin birleştirilmesi sağlandı; din adamlarının
denetimindeki eğitime son verildi. 429 sayılı Kanunla, Şeriye ve
Evkaf Bakanlığı kaldırıldı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu.
Daha sonraki yıllarda, her yıl çıkarılan bütçe kanunlarına ko-
nan maddeler, Medeni Kanun hükümleri, 677 sayılı Tekke ve Zavi-
yelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvan-
ların Men ve İlgasına dair Kanun, Tapulama Kanunu ve Orman
Kanunu gibi düzenlemelerle Türkiye Cumhuriyeti Devleti vakıfları
denetimi ve yönetimi altına aldı. 1926 yılından önce kurulan vakıf-
lara ilişkin düzenleme son derece önemliydi. 5 Haziran 1935 gün
ve 2762 sayılı Vakıflar Kanunu eski vakıfları devletin parçası hali-
ne getirdi: "Eski vakıflara uygulanan Vakıflar Kanunu, bu kanun
eski vakıfları tasnif etmiştir. Vakıflar adeta devletleştirilmiştir."107

105 Derin, age, 1940, s.60.


106 M. İ. Erdost, Osmanlı İmparatorluğu’nda Mülkiyet İlişkileri, Onur Yay., 2. Basım,
Ankara, 1989, s.151.
107 H. Altaş, “Türkiye’de 1926-1967 Dönemi Arası Vakıf Sistemi,” Vakıflar Genel
Müdürlüğü, Cumhuriyetin 80. Yılında Uluslararası Vakıf Sempozyumu Kitabı,
Ankara, 2004, s.89.

117
3 Mart 1924 günü kabul edilen kanunlar, uluslaşmanın önün-
deki en önemli engellerden olan ümmet-cemaat-tarikat-mezhep
kimliğine siyasal alanda, ekonomik alanda ve eğitim alanında
büyük bir darbe indirdi. Bu kesimlerin ekonomik gücü devletleş-
tirildi ve denetim altına alındı. Bu kesimlerin elindeki eğitim ola-
nakları devletleştirildi.
13 Şubat-31 Mayıs 1925 tarihleri arasında gerçekleştirilen Şeyh
Sait ayaklanması, etnik kimliğin ve cemaat-tarikat kimliğinin
uluslaşma sürecine başkaldırısıydı. Bu ayaklanma sırasında bazı
tekkeler de kullanılmıştı. Doğu İstiklal Mahkemesi, 28 Haziran
1925 günü aldığı kararla, yargı bölgesi içindeki bütün tekkeleri
ve zaviyeleri kapattı.108 Bakanlar Kurulu da 2 Eylül 1925 tarihinde
yayımladığı kararnameyle, tekke, zaviye ve türbelerin kapatılma-
sına karar verdi. Ancak bu kararnameye bazı tepkiler ortaya çıkın-
ca, kanun ile düzenleme gündeme getirildi ve 30 Kasım 1925 gün
ve 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedar-
lıklar ile Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun (Resmi
Gazete ve Yürürlük: 13.12.1925) kabul edildi. Bu kanun sonrasında
tekkelerin ve zaviyelerin arazi ve emlaklarına el kondu ve bunlar
evkaf müdürlüklerine bağlandı. Böylece, hem ümmet-cemaat-ta-
rikat-mezhep kimliğinin güçlenmesine ekonomik temel sağlayan
yapılara büyük bir darbe indirildi hem de devletin olanakları ar-
tırıldı. Ayrıca, çeşitli kanunlar ve Bakanlar Kurulu kararlarıyla el
konan vakıf arazilerinin bir bölümü, halkın sorunlarını çözebil-
mek ve halkın desteğini alabilmek amacıyla halka dağıtıldı. Böy-
lece, farklı etnik kökenlerden ve inançlardan gelen insanlardan
çağdaş bir ulus yaratılabilmesi için gerekli olan ekonomik çıkar
bütünlüğünün oluşturulmasına da katkıda bulunuldu.
Eskişehir ilindeki 36 köyü kapsayan Mahmudu Sani Vakfı'na
ait 1.270.000 dönüm arazi, 2613 sayılı Tapu Tahrir ve Kadastro
Kanununa dayanılarak, 34 bin parsele ayrıldı ve yerli halkın is-

108 Ş. Turan, age, s.178.

118
kanına verildi. Ayrıca, 23 bin parselde 900.000 dönüm arazi de
topraksız köylülere dağıtıldı. Mahmudu Sani Vakfı'nın diğer top-
raklarının bir bölümü de Türkiye'ye gelen göçmenlere verildi.
Mahmudiye Harası da vakıf arazisinden yapılan tahsisle kuruldu.
Ayrıca, göçmenlere, mubadillere ve yangın felaketlerinden zarar
görenlere arazi verildi.
Silivri'de Sultan Beyazıt Vakfı'ndan 15.000 dönüm arazi Ro-
manya'dan gelen göçmenlere dağıtıldı. Saray ve Vize ilçelerinde
bulunan Paşa Vakfı arazileri ise İcra Vekilleri Heyeti'nin 1 Aralık
1926 gün ve 4450 sayılı kararnamesi ile göçmenlere verildi. Bun-
ların dışında Şanlıurfa'nın Viranşehir ilçesine bağlı 17 köyde bu-
lunan Eyüp Nebi Vakfı'ndan 150.000 dönüm arazi, Amasya'nın
Taşova ilçesinin köylerinde bulunan Hazinedar Süleyman Paşa
Vakfı'ndan 25.000 dönüm arazi, Palu ve Karakocan ilkelerine bağ-
lı köylerde bulunan 30.000 dönüm vakıf arazisi, Bursa'ya bağlı
Karacabey ilçesi köylerinde bulunan 10.000 dönüm vakıf arazisi
ve Aydın'ın çeşitli köylerinde 5.000 dönüm zeytinlik arazi, iç iska-
na tahsis edildi.109
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin vakıflara el koyması, çağdaş
bir ulusun oluşmasının önündeki ümmet-cemaat-tarikat-mezhep
ilişkilerinin zayıflatılmasına, halkla devlet arasındaki ilişkilerin
güçlendirilmesine ve devletin ekonomik gücünün artırılmasına
önemli katkılarda bulundu.
1923-1946 dönemindeki Cumhuriyet Hükümetleri, çağdaş-
laşmanın, laik Cumhuriyetin ve ulusal bütünlüğün önündeki en
büyük engelin ağalık ve şeyhlik düzeni olduğunun farkındaydı.
Örneğin, Dersim'de yaşayan ağalar ve şeyhler 1937 yılı başların-
da isteklerini bir ultimatom biçiminde Hükümete bildirmişlerdi.
İstekler şunlardı: Karakol kurulmayacak, köprü yapılmayacak,
yeniden kaza ve nahiye merkezleri kurulmayacak, silahlara do-
kunulmayacak, her zamanki gibi pazarlık usulüyle vergiler verile-

109 Vakıflar Genel Müdürlüğü, age, 1973, s.245.

119
cek.110 Muş ovasının büyük bölümünü elinde tutan Mutkili Musa,
bu topraklardan geçenlerden haraç alıyor, başka bölgelerde çalı-
şan aşiret mensuplarından vergi toplatıyordu.111
Mustafa Kemal ve arkadaşları, bu nedenle ağaların ve şeyhle-
rin ekonomik gücünü de kırmak için bir toprak reformunu sürekli
olarak gündemde tuttular. Toprak reformunun diğer bir amacı ise,
kırsal kesimde küçük üreticiliği geliştirerek ve güçlendirerek, yö-
netim açısından diğer potansiyel tehdit olan işçi sınıfının güçlü
bir şekilde ve bağımsız bir güç olarak ortaya çıkmasını önlemekti.
Ulusal Bağımsızlık Savaşı sürerken, 1920 yılında çıkarılan Bal-
talık Kanunu ile odunculuk, kömürcülük ve kerestecilikle geçinen
ya da büyük ormanlara en fazla 20 km. uzaklıkta bulunan köy-
lerde her haneye 18 dönüm baltalık verilmesi kararlaştırıldı. Bu
uygulama dört yıl yürürlükte kaldı.112
Cumhuriyet yönetimleri topraksız ve az topraklı köylülere top-
rak dağıtımı konusunda çeşitli düzenlemeler yaptı.
Bu konudaki ilk düzenleme, 1341 senesinde çıkarılan bütçe ka-
nununun 25. maddesidir. Bu maddenin A fıkrasına göre, toprağa
muhtaç ziraat erbabına, elde mevcut milli arazi, bedeli on senede
taksitle alınmak ve her haneye verilecek arazi miktarı ellerindeki
toprakla birlikte azami ikiyüz dönümü geçmemek üzere kıymet tak-
diri suretiyle dağıtılacak ve satılığa çıkarılacaktı. Bu hüküm 1934 yı-
lına kadar bütçe kanunlarında korundu. Daha sonra, 2490 sayılı Ar-
tırma, Eksiltme ve İhale Kanununun 56. maddesi haline dönüştü.113
1925 Şeyh Sait ayaklanmasından sonra 500 kadar ağa ve şeyh,
batı illerine sürüldü.
1927'de genel müfettişlik kurulurken, hükümete o bölgede ara-
zileri kamulaştırma yetkisi de verildi.

110 Yeni Adam, Sayı 182, 24.6.1937.


111 Aydemir, İkinci Adam, c.II, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1967, s.80.
112 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Y Çağlar, Türkiye’de Ormancılık Politikası
(Dün), Ankara, 1979, s.149-155.
113 Ö. L. Barkan, Türkiye’de Toprak Meselesi, Gözlem Yay., İstanbul, 1980., s.453.

120
1927 Haziran'ında kabul edilen 1097 sayılı kanunla 1500 aile
Batı'ya göç ettirildi.
Mustafa Kemal Paşa, 1.11.1928 tarihinde Türkiye Büyük Millet
Meclisi'ni açış konuşmasında şunları söylüyordu: "Şark vilayet-
lerimizin bir kısmında ihdas edilen umumi müfettişlik isabetli ve
faydalı olmuştur. Cumhuriyet kanunlarının emniyetle sığınılacak
yegane yer olduğunun anlaşılması bu havalide huzur ve inkişaf
için esaslı bir mebdeydir. Yeni faaliyet devremizde gerek bu hava-
lide, gerek memleketin diğer kısımlarında toprağı olmayan çiftçi-
lere toprak tedarik etmek meselesiyle ehemmiyetli olarak iştigal
buyuracaksınız."114
2 Haziran 1929 tarih ve 1505 sayılı kanun ile (Şark Menatıkı Da-
hilinde Muhtaç Zürrâ'ya Toprak Tevzii Kanunu-Doğu Bölgelerinde
Muhtaç Çiftçiye Toprak Dağıtımı Kanunu), Ağrı, Van, Muş. Bitlis,
Hakkâri, Siirt, Mardin, Diyarbakır, Urfa ve Elazığ (Dersim dahil)
vilayetlerinde, sürgüne gönderilen ağa ve şeyhlerin arazilerinin
köylüye dağıtılması konusunda hükümet yetkili kılınıyordu. Bu
kanun, 1515 sayılı kanunla tamamlandı.
Mustafa Kemal Paşa, 1.11.1929 tarihli açış konuşmasında da
bu noktayı vurguluyordu: "Bu sene zirai kooperatif teşkilatına
başlanmış olması, bilhassa memnuniyetimizi mecup oluyor. Bu
kooperatifleri memleketin her tarafına teşmil etmeği ziyade ilti-
zam ediyoruz. Kezalik çiftçiye arazi vermek de, Hükümetin mü-
temadiyen takip etmesi lazım gelen bir keyfiyettir. Çalışan türk
köylüsüne işleyebileceği kadar toprak temin etmek, memleketin
istihsalatını zenginleştirecek başlıca çarelerdendir."115
İsmet Paşa Hükümeti'nin 9.11.1929 tarihli programında bu
konu şöyle ele alınıyordu: "Evvela vatandaşlara arazi dağıtılma-
sından bahsedeceğim. İşledikleri arazi kendi malları olmayan va-
tandaşları toprak sahibi yapmak için bu sene bazı şark vilayetleri-

114 Kazım Öztürk, Cumhurbaşkanlarının T.Büyük Millet Meclisini Açış Nutukları, Ak


Yay., İstanbul, 1969, s.204.
115 Öztürk, age, s.213.

121
mizden işe başladık. Birinci Umumi Müfettişlik dahilinde şimdiye
kadar hazineye ait araziden 90 bin dönüm toprak dağıttık. Ayrıca
istimlak ederek ve bedelini peşin ödeyerek 20 bin dönüme yakın
arazi verdik. Bundan mada Garp Vilayetlerimizde hazineye ait
olan veya satın aldığımız bazı çiftlikleri köylüye maletmeğe mu-
vaffak olduk. Bizim bu işte mesleğimiz; topraksız köylüye kendi
malı yapacağımız tarlasında çalışmak imkânını hazırlamaktır."116
14 Haziran 1934 gün ve 2510 sayılı İskân Kanunu (R.G.21.6.1934)
şu hükmü getiriyordu:
"Madde 10-A: Kanun aşirete hükmî şahsiyet tanımaz. Bu hu-
susta her hangi bir hüküm, vesika ve ilâma müstenit de olsa
tanınmış haklar kaldırılmıştır. Aşiret reisliği, beyliği, ağalığı
ve şeyhliği ve bunların her hangi bir vesikaya veya görgü ve
göreneğe müstenit her türlü teşkilat ve taazzuvları kaldırıl-
mıştır.
B: Bu kanunun neşrinden önce her hangi bir hüküm veya
vesika ile veya örf ve adetle aşiretlerin şahsiyetlerine veya
onlara izafetle Reis, Bey, Ağa ve şeyhlerine ait olarak tanın-
mış, kayıtlı, kayıtsız, bütün gayrimenkuller Devlete geçer.
Bu kanun hükümlerine ve Devletçe tutulan usullere göre bu
gayrimenkuller muhacirlere, mültecilere, göçebelere, naklo-
lunanlara, topraksız veya az topraklı yerli çiftçilere dağıtılıp
tapuya bağlanır. Bu gayrimenkullerin aidiyeti tapu sicillerin-
deki kayıtlara göre tesbit olunur. Tapu sicillerinde aidiyete
dair bir kayıt yoksa veyahut kayıtlar yalnız şahıslar namına
olupta halk arasında bunların aşirete ait olduğu şayi bulu-
nuyor ve aşiret fertleri de bu gayrimenkullerden başkasına
sahip bulunmuyorlarsa aidiyet, tahkikat üzerine, o yerin
idare heyeti karariyle hallolunur; idare heyetlerinin valilerce
tasdik edilen bu kararı katidir.

116 Age, s.119-120.

122
C: Bu Kanun neşrinden önce aşiretlere reislik, beylik, ağalık,
şeyhlik yapmış olanları ve yapmak istiyenleri ve sınırlar bo-
yunca oturmasında emniyet ve asayiş bakımından mahzur
bulunanları, ailelerile birlikte, münasip yerlere naklettirip
yerleştirmeğe İcra Vekilleri Heyeti kararile, Dahiliye Vekili
salâhiyetlidir."
Şevket Süreyya Aydemir, bu kanunların uygulanmasındaki ye-
tersizliklerle ilgili olarak şu gözlemlerde bulunmaktadır: "Doğu
illerinden gerçi 500 kadar ağa ve şeyh, Batı illerine göçürüldüler.
Bunların toprakları köylüye verilecekti. Fakat toprak dağıtımı
gerçekleşmedi. Hele tapu verilemediği gibi, daha sonra, 1934'te
çıkarılan 2510. kanunla, Batı illerine nakledilen ağalar, şeyhler
yerlerine iade edildiler. Tabii topraklarını da aldılar. Irak'a, Su-
riye'ye kaçan ve oralardan mülklerini idareye devam eden beyler
de yerlerine dönebildiler. Zaten daha 1924'ten itibaren ve Medeni
Kanunun 639. maddesine dayanarak ağalar, beyler, şeyhler doğu
ve güneydoğu illerinde, pek çok toprakları şahsi mülkiyetlerine
geçirmişlerdir. 2510 sayılı kanundan sonra, dağıtıma tabii tutul-
mamış toprakları iade eden maddelerden de faydalandılar."117
Yine 1934 yılında kabul edilen Tapu Kanunu ile, sahipsiz top-
rakları kullanılır hale getirenlere bu arazilerin tapularının parasız
olarak, kamuya ayrılmamış devlet arazisinde bağ ve bahçe kuran-
lara bu arazinin tapusunun vergi değerinin belirli bir oranı karşı-
lığında verilmesi öngörülüyordu.118
1923-1934 döneminde nüfus değiştokuşu ile gelen 99.709 ha-
neye (380.243 kişi) 4,5 milyon dönüm arazi, 99 bin dönüm bağ ve
160 bin dönüm bahçe; muhacir ve mülteci olarak gelen 58.027 ha-
neye (247.295 kişi) 1,5 milyon dönüm arazi, 59 bin dönüm bağ ve 8

117 Aydemir, İkinci Adam, c.I, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1966, s.309.
118 Cevat Geray, bu konuda ayrıca 13.3.1924 gün ve 441 sayılı Yasayı, 10.4.1340
gün ve 474 sayılı Yasayı, 16.4.1924 gün ve 488 sayılı yasayı ve 9.6.1934 gün
ve 2502 sayılı yasayı belirtmektedir. Bkz. C. Geray, Planlı Dönemde Köye Yönelik
Çalışmalar, TODAİE Yay., Ankara, 1974, s.359-360.

123
bin dönüm bahçe dağıtıldı. Toprağa muhtaç yerli çiftçilere de 731
bin dönüm arazi dağıtıldı. 2510 sayılı kanun hükümlerine göre, 21
Haziran 1934 tarihinden 1938 yılı Mayıs ayına kadar 28.536 mu-
hacir ve mülteci ailesine 1,2 milyon dönüm, 48.411 topraksız veya
az topraklı yerli çiftçi hanesine 1,5 milyon dönüm, 7.886 göçebe
ailesine de 129 bin dönüm arazi dağıtıldı. 1940-1944 döneminde
ise Maliye Bakanlığına bağlı geçici komisyonlar tarafından 619
köyde 197 bin nüfuslu 53 bin aileye toplam 875 bin dönüm arazi
dağıtıldı.119
Bir başka kaynağa göre ise, 1930-1937 döneminde, 627 ve 2480
sayılı kanunlara dayanılarak köylüye 1,3 milyon dönüm arazi da-
ğıtıldı.120
Yurtdışından Türkiye'ye gelen göçmenlere de büyük miktarlar-
da toprak verildi.
1923-1933 döneminde Türkiye'ye 247 bin kişi göçmen olarak
geldi. Bu insanlar, 58 bin aile oluşturuyordu. Bunlara parasız ola-
rak 40.692 ev, 6321 parça arsa, 1.576.472 dönüm tarla, bağ ve bah-
çe verildi.121 1934-1950 döneminde ise göçmenler için yapılan ev
32.887 adet, dağıtılan arazi de 157.383 dönümdür.122
1935 yılında CHP programına topraksız köylüye toprak dağıtıl-
masına ilişkin bir hüküm ilk kez kondu: "Her Türk çiftçisini yeter
toprak sahibi etmek, partimizin ana gayelerinden biridir. Toprak-
sız çifçiye toprak dağıtmak için özgü istimlâk kanunları çıkarmak
lüzumludur."
Atatürk'ün TBMM'yi 1.11.1936 tarihli açış konuşmasında, amaç
daha net bir biçimde ifade ediliyordu: "Toprak kanununun bir
neticeye varmasını Kamutay'ın yüksek hizmetinden beklerim.
Her Türk çiftçi ailesinin, geçineceği ve çalışacağı toprağa malik

119 Barkan, age, s.455.


120 Derin, age, s.57.
121 Derin, age, s.35.
122 Türkiye Nasıl İlerliyor, 1950-1957, Basın-Yayın ve Turizm Umum Müdürlüğü,
Ankara, 1957, s.95.

124
olması, behemehal lazımdır. Vatanın sağlam temeli ve imarı bu
esastadır."123
1924 Anayasası'nın 74. maddesi, "değer pahası peşin verilme-
dikçe" kamulaştırmaların yapılamayacağını öngörüyordu: "Me-
nafii umumiye için lüzumu usulen tahakkuk etmedikçe ve ka-
nunu mahsus mucibince değer pahası peşin verilmedikçe hiçbir
kimsenin malı istimval ve mülkü istimlâk olunamaz." 5 Şubat 1937
gün ve 3115 sayılı kanunla bu maddeye eklenen fıkrayla kamulaş-
tırma kolaylaştırıldı: "Çiftçiyi toprak sahibi yapmak ve ormanları
Devlet tarafından idare etmek için istimlâk olunacak arazi ve or-
manların istimlâk bedelleri ve bu bedellerin tediyesi sureti, mah-
sus kanunlarla tâyin olunur."
Atatürk'ün 1.11.1937 tarihli konuşması da şöyleydi: "Bir defa,
memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha
önemli olanı ise, bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın, hiçbir
sebep ve suretle bölünemez bir mahiyet alması. Büyük çiftçi ve
çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri erazi genişliğini, erazinin bu-
lunduğu memleket bölgelerinin nüfus kesafetine ve toprak verim
derecesine göre sınırlamak lazımdır."124
Celal Bayar, 8.11.1937 tarihinde TBMM'ye sunduğu Hükümet
Programında bu talimatlara uymuştu:
"Topraksız çiftçi bırakmamak prensibi parti programımızın
34 üncü maddesine dayanır. Her Türk çiftçisini kafi toprak
sahibi etmek ve topraksız çiftçiye toprak dağıtmak için hu-
susi istimlak kanunları çıkarmak bu maddenin hükmüdür.
Her Türk çiftçi ailesinin çalışarak geçinebileceği bir toprağa
malik olmasını vatan için sağlam bir temel ve imar esası say-
maktayız.
"Memlekette her bölgenin hususi şartlarına göre bir çiftçi ai-

123 Öztürk, age, s.250.


124 Age, s.260.

125
lesinin geçinebilmesi için muhtaç olduğu toprağa malik ol-
masını behemahal temin etmek ve bu aile toprağının hiçbir
sebep ve suretle parçalanmasına ve elden çıkmasına mey-
dan vermemek lazımdır.
"Her bölgenin nüfus kesafetine ve toprak verim derecesine
göre büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi
genişliğini sınırlandıracağız. Buna ait bir kanun layihasını
bir an evvel hazırlayarak büyük meclise takdim etmek kara-
rındayız. (...)
"Tercihan at olmak üzere en küçük çiftçi ailesinin bile bir çift
hayvana malik edilmeleri imkânının teminine çalışılacaktır.
Bunun için kredi kolaylığı, vergiden ve hacizden istisna gibi
çarelere müracaat edilecektir."125
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 1.11.1941 tarihinde TBMM'yi
açarken şu konuşmayı yapıyordu:
"Toprak Kanunu, Büyük Meclis'e sunulmak üzeredir. (...)
Toprağı olmayıp, kendi başına ocak kurmak isteyenlere top-
rak temini, Cümhuriyetin en ziyade ehemmiyet verdiği bir
meseledir. Nüfusun çoğalması ve intikal suretile parçalan-
ması neticesinde, elindeki toprağı bu günkü işleme kudret
ve vasıtalarına, çoğalan yaşama ihtiyaçlarına artık yetişme-
meye başlayan az topraklı köyler ve köylüler vardır. Bunları,
kendilerine daha yüksek yaşama imkânı verecek miktarda
toprak sahibi kılmak ve bu topraklarda iş yapma kudretini
tam kıymetlendirecek verimli bir işleme için lüzumlu araç-
larla donatmakta acele etmek lazımdır."126
1945 yılında Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu kabul edildi. Bu
kanun, özellikle 17. maddesindeki radikal düzenleme nedeniyle

125 Age, s.175-6.


126 Öztürk, age, s.322.

126
önemliydi. Ancak CHP, 1945-1950 arasında toprak ağalarının gü-
cünü büyük ölçüde parçalayacak bu kanunu uygulamak yerine,
parlamenter sisteme geçilmesi nedeniyle toprak ağalarıyla uzlaş-
mayı tercih etti.
Taner Timur'un bu kanuna ilişkin değerlendirmesi şöyledir:
"Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, herşeyden önce büyük toprak
sahiplerinin iktisadi ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan siya-
si gücüne karşı yönelmiş bir kanundur. Böyle bir kanun, büyük
toprak sahiplerinin sömürüsü altındaki yoksul köylülerin sınıf
mücadelesi ile gerçekleşseydi, kendi uygulanma koşullarını ken-
disi hazırlamış olurdu. Oysa, yoksul köylülerin yaşama koşulları
ve bilinç durumları böyle bir mücadeleyi (demokratik köylü mü-
cadeleleri) başlatmamıştı. Gördüğümüz gibi, Kanun, Milli Şef'in
baskısıyla adeta zorla Meclis'ten geçirilmiştir."127
CHP yöneticileri, işçi sınıfını potansiyel bir tehdit olarak gö-
rüyordu. Ancak, laik Cumhuriyetin ve çağdaş Türk ulusçuluğuna
dayalı üniter devlet yapısının yaratılmasının önündeki mevcut
engeller ise tarikatlar, tekkeler, şeyhlik ve toprak ağalığıydı. Kürt
hareketinde aşiretlerin, aşiret reislerinin, toprak ağalarının ve
şeyhlerin belirleyiciliği ve şeriatçıların bu hareketteki etkileri de,
CHP'nin küçük üreticiliği güçlü bir biçimde desteklemesini getirdi.

Kadınların Özgürleşmesi
Osmanlı döneminde kadınlar örtünme; evlenme-boşanma, er-
keklerin birden fazla kadınla evlenmesi; baba mirasından erkek
kardeşe göre yarı pay alma; mahkemede tanıklık; kamuda görev
alma; çalışma hayatına katılma, seçme ve seçilme hakları gibi ko-
nularda önemli sorunlar yaşıyorlardı. Kadın, babasının, eşinin ve
hatta erkek çocuklarının kulu durumundaydı.
Cumhuriyetin 10. yıldönümü kutlama komitesi tarafından ha-
zırlatılan kitapta, Osmanlı döneminde dini kurallar çerçevesinde

127 Timur, age, s.204.

127
kadının yeri şöyle özetlenmektedir: "Eskiden kadın hukukî ba-
kımdan asla tam bir hakka malik değildir. Nikâhın eski hukuk-
taki tarifine göre kadın sadece bir maldan ibaretti. Hak sahibi
olan erkeğin bu mal üzerinde istediği gibi tasarrufa hakkı vardı.
Kadının bütün hayatı ve istikbali erkeğin dudakları arasında idi.
Bir erkek birden üçe kadar başka kadınlarla evlenebilirdi. Kadın
mirasta erkekle müsavi hakka malik değildi. Ancak mevrus malın
üçte birine malik olabilirdi. Şehadette iki kadın şehadeti bir erkek
şehadetine muadildi. Mübalağa etmeden denebilir ki inkılâba ka-
dar hakiki aile bünyesi türk cemiyetinde teessüs etmiş değildi."128
Türkiye demokratik devriminin önemli unsurlarından biri, ka-
dınların kulluktan kurtarılmasıdır.
Mustafa Kemal Paşa bu konudaki duyarlılığını ve bilincini,
daha 16/17 Ocak 1923 günü gazetecilerle yaptığı görüşmede şöyle
ifade ediyordu: "İdarei maslahatçılar esaslı inkılap yapamaz. (...)
İnkılabın kanunu mevcut kanunların üstündedir. Bizi öldürme-
dikçe ve bizim kafalarımızdaki cereyanı boğmadıkça başladığımız
yenilikçi inkılap bir an bile durmayacaktır. Bizden sonraki devir-
lerde de hep böyle olacaktır!"129
Bunun ne kadar zor olduğunun bir örneği, 3 Nisan 1923 günü
TBMM Genel Kurulu''nda yaşandı.
Seçimlere ilişkin mevzuatın değiştirilerek, 50 bin erkek nüfu-
sa bir milletvekili yerine 20 bin erkek nüfusa bir milletvekilinin
seçilmesi öneriliyordu. Bu tasarının görüşülmesi sırasında bir
tartışma yaşandı. Hüseyin Avni Bey şunları söyledi: "Kadınlar
tekemmül edip (olgunlaşıp,Y.N.) de, rey hakkını istimal etmek
derecesine gelinceye kadar onlar aile efradı beyninde aile reisle-
rine rey vermiş gibi talâkki edilerek yirmi bin nüfusu küzûrda bir
mebus intihabını esas ittihaz etmiştir." Bolu milletvekili Tunalı
Hilmi Bey bu anlayışa karşı çıkarak, kadınlara seçme ve seçilme
hakkının verilmemesini eleştirdi. Erzurum milletvekili Durak Bey,

128 Onuncu Cümhuriyet Bayramı Hazırlama Komisyonu, age, 1933, s.189.


129 ATABE, c.14, 2004, s.301, 302.

128
"bu millet seni mebus yapmaz, yapmaz" diye seslendi. Bazı mil-
letvekilleri de "yaparsa hata yapar" diyerek bu müdahaleyi des-
teklediler. Hüseyin Avni Bey, "bu hak verilmeden ziyade alınacak
bir haktır; her halde onlar da bu husustaki haklarını kendilerine
layık gördüğü zaman bizden alırlar; bunu zamana terk ediyorum"
diyerek tartışmaları yatıştırdı. (Tutanak, 3.4.1339, s.329)
1924 Anayasa taslağının TBMM Genel Kurulu'ndaki görüşme-
lerinde de ilginç tartışmalar oldu.
Anayasa Encümeni'nin TBMM Genel Kurulu''na sunduğu
Anayasa taslağında, kadınlara da seçme ve seçilme hakkının ta-
nınması öngörülüyordu. İlgili maddeler şöyleydi: "Madde 10. On
sekiz yaşını ikmal eden her Türk Mebusan intihabına iştirak et-
mek hakkını haizdir." "Madde 11. Otuz yaşını ikmal eden her Türk
mebus intihab edilmek hakkını haizdir."(Tutanak, 9.3.1340, s.218)
TBMM Genel Kurulu''nda 16 Mart 1930 günü yapılan görüşme-
lerde, 18 yaşını doldurmuş her Türk'ün seçme hakkına sahip ol-
duğuna ilişkin madde önce hiç görüşme yapılmadan aynen kabul
edildi. Ancak daha sonra bir milletvekili, bu maddenin kadınla-
rın da oy kullanacağı anlamına gelip gelmediğini sordu. Recep
Peker, kadınların yeteneklerini övdükten sonra, seçme hakkının
onlara da verilmesi gerektiğini savundu. Ancak verilen önergeyle,
10. madde yeniden ele alındı ve kabul edilmiş olan madde değiş-
tirilerek seçme hakkı yalnızca erkeklere tanındı. 11. maddede de
seçilme hakkı yalnızca erkeklerle sınırlandırıldı.
Bu tartışmalardan sonra, 1924 Anayasası'nın 10. maddesi şu
şekilde kabul edildi: "On sekiz yaşını ikmal eden her erkek Türk
mebusan intihabına iştirak etmek hakkını haizdir." 11. madde de
şöyleydi: "Otuz yaşını ikmal eden her erkek Türk, mebus intihap
edilmek salahiyetini haizdir."
Oylama sonucu ortaya çıkıp milletvekilleri kararı alkışlayınca
Recep Peker'in tepkisi şöyle oldu: "Kadına hak vermediniz. Bari
alkışlamayın yahu!"(Tutanak, 16.3.1340, s.540-542)

129
Kadınların özgürleşmesi konusunda önemli bir adım 1930 yı-
lında atıldı. 3 Nisan 1930 günü kabul edilen 1580 sayılı Belediye
Kanunu'na göre, kadınlara belediye seçimlerinde oy kullanmak
ve seçilmek hakları tanındı. (Tutanak, 3.4.1930, s.7)
Atatürk'ün bir bölümünü bizzat kaleme aldığı, diğer bölümle-
rini de denetlediği Medenî Bilgiler kitabı 1931 yılında yayımlandı.
Bu kitabın 5 sayfalık bölümü seçimlerde kadınların haklarına ay-
rılmıştı. Kitapta şöyle deniyordu: "Türk tarihinin en eski safhâlâ-
rı tetkik olunursa devleti temsil eden yalnız devlet reisi olmayıp
onunla beraber hatununun da bu temsilde müşterek olduğuna
dair vesikaların az olmadığı görülür. (...) Türk kadınının kabili-
yeti, ehliyeti ve memleket işleriyle alâka ve iştigalini ispat eder
misaller bilhassa kurtuluş mücadelesinde az mıdır? Hülasa, ka-
dın intihap etmek (seçmek, Y.N.) ve ihtihap olunmak (seçilmek,
Y.N.) hakkını ihraz etmelidir. Çünkü, demokrasinin mantığı bunu
icap ettirir; çünkü, kadının müdafaa edeceği menfaatler vardır;
çünkü, kadının cemiyete ifa edeceği vazifeler vardır; çünkü, ka-
dının siyasi haklarını tatbik etmesi kendisi için faydalıdır. (...)
Türk kadınının belediye intihaplarına iştirak hakkının tanınması;
teşriî meclise âza intihap etmek ve intihap olunmak hakkının da
yakın zamanda tasdik ve tatbik olunacağına şüphesiz mes'ut bir
mukaddimedir."130
Kadınların milletvekili seçimlerinde oy kullanabilmesi ve seçile-
bilmesi TBMM gündemine ancak 5 Aralık 1934 tarihinde gelebildi ve
kadınlara seçme-seçilme hakkı tanındı. (Tutanak, 5.12.1934, s.82-85)
17 Şubat 1926 gün ve 743 sayılı Medeni Kanun'la kanun önün-
de kadınlarla erkekler arasındaki farklar kaldırıldı; kadın, erkeğin
kulu/kölesi olmaktan kurtuldu. Resmi nikâh zorunlu hale getirildi.
Devlet, kadınların çalışma yaşamına katılmalarını teşvik et-
mek amacıyla, özellikle devlet memuru alımında kadınlara karşı
olumlu ayrımcılık uyguladı.

130 A. Afetinan, Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Türk Tarih


Kurumu Yay., Ankara, 1969, s.92-93.

130
Kadınların eğitimine de büyük önem verildi. 1926-1927 öğretim
yılında ilkokullarda 349 bin erkek öğrenciye karşılık yalnızca 87
bin kız öğrenci vardı. 1945-1946 öğretim yılında kız öğrenci sayısı
492 bine, erkek öğrenci sayısı 866 bine yükselmişti.
Türkiye demokratik devriminin en azından kentlerde en başa-
rılı olduğu alanlardan biri, kadınların erkeklere kulluktan, erkek
baskısı ve zulmünden önemli bir ölçüde kurtulması ve özgürleş-
mesidir.

Çağdaş Bir Ulus Yaratmak

Demokratik devrimin diğer görevi, aşirete, kabileye, etnisiteye,


inanca, yöreye göre bölünmüş cahil halkı çağdaş bir ulusa dönüş-
türebilmekti. Yaratılan ulus-devletin bağımsızlığının güvencesi,
ulus kimliği belirgin ve önde olan çağdaş bir ulusun varlığıydı.
Gelişmiş bir işçi sınıfının bulunmadığı koşullarda verilen bir mü-
cadeleyle kurulan ulus-devlet, bağımsızlığını koruma çabası için-
de bir işçi sınıfı da yaratınca, işçi sınıfına yönelik politikasında
son derece dikkatli davrandı. Bu ilişki, daha sonraki bölümde ele
alınacaktır.
Tekin Alp'in ifadesiyle, kurtuluştan sonra "Yeni devleti, yeni
vatanı ve yeni Türk'ü yaratmanın nihayet sırası gelmişti." "Vatan
mefhumu, ekseriya, İslamiyet duygusile karıştırılıyor ve hakikî
manasını tamamen kaybediyordu. Halbuki Kemalist manasile
yeni vatan, bağrında, ancak, yani menfaate, ayni emellere hahib,
yekvücud ve tecezzî (bölünme, Y.N.) kabul etmez bir camia teş-
kil eden yurddaşları toplamıştı. (...) Kemalist inkılâba yeni mer-
halesinde düşen vazife bu yeni Türk'leri, bu yeni vatanı ve bu
yeni devleti, yeni temeller üzerinde yaratmak, tanzim etmek ve
kurmaktı."131

131 Alp, age, s.69, 71.

131
Bu kitap, ulusların oluşum ve milliyetçilik düşüncesinin geli-
şim tarihi değildir. Ancak, Türkiye'deki süreci kavrayabilmek açı-
sından yararlı birkaç örnek verilmesi de gereklidir.
İtalya'nın bütünleşme sürecinde önemli bir devlet adamı ola-
rak görev alan Massimo d'Azeglio (1792-1866), 1860 yılında yeni
oluşan birleşik İtalya Krallığı parlamentosunun ilk toplantısında
yaptığı konuşmada, "İtalya'yı yaptık; şimdi İtalyanları yapmalıyız"
diyordu. Bu tarihlerde İtalya'nın bir parçası olan Sicilya'da nüfu-
sun ancak yüzde 2,5'lik bir bölümü günlük ilişkilerinde İtalyancayı
kullanıyordu. Sicilya'da kullanılan İtalyanca da diğer bölgelerden
çok farklıydı. 1860'lı yıllarda Sicilya'ya İtalyan devleti tarafından
gönderilen öğretmenlerin İngilizce konuştuğu sanılmıştı.132
1918 yılından sonra oluşan yeni bağımsız Polonya'nın önderi
Pilsudski, "ulusu yapan devlettir; devleti yaratan ulus değildir"
diyordu.133
Eric Hobsbawm da şu değerlendirmeyi yapmaktadır: "Bu ne-
denle devletler 'uluslar'ı yarattı. (...) Fransız Cumhuriyeti köy-
lüleri Fransızlara dönüştürdü."134 1789 yılında Fransız Devrimi
gerçekleştiğinde, Fransa'da yaşayanların yüzde 50'si Fransızca
konuşmuyordu. Toplam nüfus içinde doğru düzgün Fransızca ko-
nuşanların oranı ise yüzde 12-13 düzeylerindeydi.135
Ulaştırma olanaklarının ve insanların pazarlayabilecekleri
ürünlerin son derece sınırlı olduğu koşullarda ekonomik bütün-
lükler oluşmadığında, insanların dilleri, örf ve adetleri, gelenek-
leri ayrı ayrı biçimlenir. Bu durumda insanlar kendilerini ya ak-
rabalık ilişkilerine, aşiretine, kabilesine, soyuna ya da inancına

132 E. Hobsbawm, The Age of Capital 1848-1875, Charles Scribner’s Sons, New
York, 1975, s.89.
133 E. Hobsbawm, The Age of Empire 1875-1914, Vintage Books, New York, 1989,
s.148.
134 Hobsbawm, age, s.150.
135 E. Hobsbawm, Nations and Nationalism Since 1780, Programme, Mythe, Reality,
Cambridge University Press, 2003, s.60.

132
göre tanımlar. Aşiretten veya kabileden etnisiteye geçiş bile ikti-
sadi ilişkilerin gelişmesiyle yakından bağlantılıdır.
Kapitalizm, ulaştırma olanaklarını geliştirerek, bir iç pazar ya-
ratarak ve böylece insanları daha yakın bir ilişki içine sokarak,
ulusların oluşmasında belirleyici bir rol oynadı. Gelişen burjuva-
zi, iktisadi ve siyasal çıkarları açısından uluslaşma sürecini des-
tekledi ve teşvik etti.
Ancak kapitalizm, gerek klasik sömürgecilik çağında gerek
emperyalizm döneminde sömürge ve yarısömürge ülkelerde ba-
ğımsızlık mücadelelerini tahrik etti ve böylece sömürülen ülke-
lerin bağımsızlık mücadelesi sürecinde uluslaşma eğilimini de
güçlendirdi.
Türkiye'de uluslaşma çabası, kapitalizmin gelişmesinin yarat-
tığı bir zorunluluk ve gelişen burjuvazinin öncülüğünde yaşanan
bir süreç değil, emperyalizmin sömürgesi olmaya karşı verilen bir
bağımsızlık mücadelesinin sonucudur.
Genç Osmanlılar, insanları "Osmanlı" kimliği altında birleştir-
meye, bir "Osmanlı ulusu" yaratmaya çalıştılar. 1868 yılında Ga-
latasaray'da açılan Mektebi Sultani'nin amaçlarından biri, bura-
ya alınan öğrenciler aracılığıyla Osmanlı milletinin yaratılmasına
katkıda bulunmaktı. Emperyalist güçlerin Osmanlı'yı bölmede et-
nisiteleri kullanma çabası, ülkenin yarısömürge yapısı, iç pazarın
bütünleşmemiş olması gibi nedenlerle bu girişim başarısızlıkla
sonuçlandı.136 Sadri Etem 1933 yılında yayımlanan kitabında bu
süreci şöyle değerlendirmektedir:
"Tanzimatçılar yekten bir millet yaratmak istiyorlardı. (...)
Eşit fertlerden meydana gelen bir Osmanlı milleti oluşa-

136 Bu açıdan bakıldığında Jakobenlerin politikası çok ilginçtir. Taner Timur


bu politikayı şöyle özetlemektedir: “Gerçekten Kurucu Meclis’in 1791’de oyladığı bir
kanunla Fransız Yahudileri vatandaşlık haklarını elde etmişlerdi. Fakat burada
‘birey olarak yahudilere tüm haklar, fakat millet olarak hiçbir hak’ şeklindeki
Jakoben ilke uygulanmıştır.” Bkz. Timur, age, s.235.

133
madı. (...) Memlekette o zaman geniş ve yoğun ileri teknikli
üretim sahası olsaydı, bu unsurlar arasında bir kaynaşma
vücuda getirmek, Amerika'da olduğu gibi mümkün olurdu.
Halbuki Tanzimat ilan olunduğu zaman iş ve üretim saha-
sında Hıristiyanları Türk tabakaya bağlayacak hiçbir hareket
yoktu. İktisadi faaliyetler, aksine, Türklerin elinden çıkıyor,
yabancıların eline geçiyordu. Birbirinin zıddına çalışan,
ülkü itibarıyla ayrı ayrı birlikler vücuda getiren topluluklar-
dan müşterek bir cemiyet vücuda getirmek imkânsızdı."137
II. Abdülhamit, devleti ve insanları bir arada tutabilmek için
Müslümanların birliğini, Panislamizmi kullanmaya çalıştı.
İttihat ve Terakki Cemiyeti önce "Osmanlıcı"ydı. Sonra dünya
Türklerinin birliği düşüncesine, Pantürkizme kapıldı.
Türkiye Cumhuriyeti'nde ise farklı bir ulusçuluk gündeme gel-
di. Mustafa Kemal Paşa'nın ifadesiyle, "Türkiye Cumhuriyeti'ni
kuran Türkiye halkına Türk milleti" denmeye çalışıldı. Mustafa
Kemal Paşa birçok konuşmasında "Türkiye halkı" ifadesini kul-
landı. Ermeni ve Yunanlıların 1919 yılında Müslümanların canı-
na, namusuna ve malına karşı başlattıkları saldırılara karşı Müs-
lümanların birliğinin sağlanmasıyla başlayan süreç, ırk ve inanç
ayrımı gözetmeyen bir ulus oluşturma çabasına dönüştürüldü.
Diğer birçok ülkede olduğu gibi, önce Türkiye Cumhuriyeti devleti
kuruldu; ardından bu devlet, geçmişten devraldığı halkı uluslaş-
tırmaya çalıştı.
Hâkimiyeti Milliye gazetesi, 10 Ocak 1920 gününden itibaren
Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nin yayın organı
olarak çıkmaya başladı. Gazetenin imzasız başyazılarının çoğu-
nun Mustafa Kemal Paşa'ya ait olduğu belirtilmektedir. Başyazı-
nın Mustafa Kemal Paşa tarafından yazılmadığı durumlarda da
onun denetiminden geçtiği bilinmektedir.

137 Sadri Etem, age, s.51.

134
Hâkimiyeti Milliye'de 21 Şubat 1920 günü yayımlanan "Asrın
Prensipleri" yazısı, çağdaş bir ulusun yaratılması konusunda
Mustafa Kemal Paşa'nın kafasının mücadelenin en başından iti-
baren çok açık olduğunu göstermektedir. Erzurum ve Sivas kong-
relerinde inanç kimliğinin vurgulandığı açıklamaların ardından,
aşağıda çeşitli bölümleri aktarılacak makalenin yayımlanması,
Türkiye demokratik devrimi sürecinde Mustafa Kemal Paşa'nın
belirleyici rolünü bir kez daha ortaya koymaktadır. Makalenin
bazı bölümleri şöyledir:
"Irklara bağlı milliyet prensiplerinin ne korkunç emperya-
lizm istilalarına alet olduğunu, bilhassa ırkın hiçbir yerde
hiçbir millet için itiraz edilemez bir esas olamayacağını, bir
taraftan Harbi Umumi, diğer taraftan ilmi incelemeler kâfi
derecede ispat etti. (...)
"Dolayısıyla asrın prensipleri, karışık, tartışmalı, emperya-
lizme müsait millet prensipleri değil, her kavmin saadeti ve
gelişmesi namına çok müsamahakâr bulunmak esasından
doğan barışçı prensiplerdir. Bu şekilde bir milliyet esası ise,
ancak geneli itibariyle her milletin çoğunluk teşkil ettiği ve
uzun bir mazinin hatıralarına, eski bir medeniyetin eserleri-
ne dayandığı sınır dahilinde yaşayan bütün ahaliyi aynı si-
yasi ve hukuki vasıflar ile kucaklayacak bir milliyet olabilir.
Bunun haricinde ırklara ve ne tarihin ne ilmin açıklıkla tayin
edemediği ve ayıramadığı karışık ve kaynaşmış hatıralara
dayanarak, bir sınır içinde yaşayan insanları bile birbiriyle
mücadeleye sevk edecek bir milliyet prensibi, bu asrın pren-
sibi sayılamaz ve bilhassa yaşayamaz. (...)
"Bizim de milli vaziyetimiz sınırımızla belirlenmiş bir milli-
yettir. Mütareke sınırı, kabul ettiğimiz milliyet prensiplerinin
çizdiği sınırdır. Bunun dahilinde yaşayan insanları, ırkları ve
kavimleri ne olursa olsun millettaşımız sayıyoruz. Aynı za-
manda Osmanlı memleketlerinin her tarafı için faydalı gördü-

135
ğümüz ademi merkeziyetçi idareyi destekleyerek, her kavmin
kendi muhitinde gelişme imkânını da temin etmiş oluyoruz.
Asrımız prensipleri olarak bizim anladığımız milliyet esası
budur. Biz hiçbir milleti ırkımız içinde boğmak istemediğimiz
gibi, ırktaşımız menfaatına ayrı bir ırka mensup vatandaşları-
mızı da rencide etmeyi kabul edemeyiz. Şimdiye kadar haricin
telkinleri eseri olarak bize hıyanet etmiş olan Hıristiyan va-
tandaşlarımızdan bir kısmını da aynı prensiplerimiz himaye
edebilir. Fakat onlardan da aynı iyi niyeti ve milli prensiplerde
aynı ölçülülüğü ve hakşinaslığı görmek hakkımızdır."138
Hâkimiyeti Milliye'deki bu yazıda "ademi merkeziyetçi idare"
desteklenmektedir. Böyle bir yönetim, yöreler arasındaki etnik ve
inanç farklılıklarına hoşgörüyle yaklaşan ve uluslaşma sürecini
belirli bir ölçüde geciktiren bir anlayıştır. Ulusal Kurtuluş Sava-
şı'nın ilk aşamalarında kabul gören bu yaklaşım, 1921 Anayasa-
sı'na da yansıtıldı.
1921 Anayasası, 4 ay süren görüşme ve tartışmalardan sonra 20
Ocak 1921 günü 85 sayılı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu olarak kabul
edildi ve 1-7 Şubat 1337 (1921) tarihli Ceridei Resmiye'de yayımlandı.
Kabul edilen Anayasa'nın 11. maddesinde, vakıflar, medrese-
ler, eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım
işlerinin düzenlenmesi ve yönetimi, il yönetimlerine devredi-
liyordu. Madde metni şu şekildeydi: "Madde 11- Vilayet mahalli
umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir. Harici ve dahili
siyaset, şer'i adlî ve askeri umur, beynelmilel iktisadî münasebat
ve hükûmetin umumi tekâlifi ile menafii birden ziyade vilâyata,
şâmil hususat müstesna olmak üzere Büyük Millet Meclisince vaz
edilecek kavanin mucibince evkaf, Medaris, Maarif, Sıhhiye, İkti-
sat, Ziraat, Nafia ve Muaveneti içtimaiye işlerinin tanzim ve idare-
si vilâyet şûralarının salâhiyeti dahilindedir."

138 “Asrın Prensipleri”, Kurtuluş Savaşı’nın İdeolojisi, Hâkimiyeti Milliye Yazıları,


Genişletilmiş 2. Basım, Kaynak Yay., İstanbul, 2004, s.37-39.

136
Ancak bu ademimerkeziyetçi (yerinden yönetimci) anlayış,
1921 Anayasası'nın kabulünden hemen sonra meydana gelen bazı
olaylardan sonra tümüyle değişti. Cumhuriyet ilan edildikten son-
ra kabul edilen 1924 Anayasası'nda kamu hizmetlerinin görülme-
sinde merkezi devletin rolü belirleyici kılındı.
Devlet, kamu hizmetlerini halka merkezi devlet veya yerel yö-
netimler eliyle iki türlü götürebilir.
Birinci yöntemde, merkezi devlet, bakanlıklara bağlı bir yapı-
lanmaya gider ve bakanlığın taşra teşkilatı kurulur. Örneğin, bü-
tün okullar Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlıdır; Milli Eğitim Bakan-
lığı'nın il ve ilçe düzeyinde örgütlenmesi vardır. Sağlık Bakanlığı
da benzer bir yapılanma içindedir. Bu yapılanma, ülkenin değişik
bölgelerindeki insanların birbirlerine hizmet götürmelerini sağla-
yarak, halkın kaynaşmasını gerçekleştirir.
İkinci yöntemde, temel kamu hizmetleri il özel idareleri veya
belediyeler tarafından sağlanır.
1921 Anayasası'nda ikinci yöntem benimsenmişken, 1924 Ana-
yasası'nda birinci yönteme geçilmiştir.
Kısa sürede yaşanan bu köklü değişikliğin birçok nedeni var-
dı; ancak herhalde en önemlisi 1921 yılı Mart ayından itibaren ya-
şananlardı.
1921 Anayasası, 20 Ocak 1921 günü yerel yönetimlere geniş yet-
kiler tanıyan bir düzenleme getirdi.
Yunan ordusu, 1921 yılının Şubat ayında yeni bir saldırı planı-
nı kabul etti. İngilizler bu saldırı planını onayladı. Yunan ordusu
23 Mart 1921 günü saldırıya başladı.
Yunan ordusunun saldırı kararı aldığı günlerde, İngiliz emper-
yalistlerinin güdümünde ve ağa-aşiret reisi-şeyh üçlüsünün yö-
netiminde bulunan Kürdistan Teali Cemiyeti'nin teşvikiyle 6 Mart
1921 günü Koçgiri ayaklanması başlatıldı.
Koçgiri aşiretinin başında Haydar ve Alişan Beyler vardı. Bu ki-
şiler, Kürdistan Teali Cemiyeti'nin etkili üyeleriydi ve kendi yöne-
timlerindeki bölgelerde bu örgütün şubelerini açmışlardı. Baytar

137
Nuri de Zara ve Divriği'de Kürdistan Teali Cemiyeti'nin şubesini
kurmuştu. Baytar Nuri, 1921 yılının başlarında bir tekkede düzen-
lediği toplantıda, Diyarbakır, Van, Bitlis, Elazığ, Dersim ve Koçgi-
ri'yi içine alacak bir Kürt devletinin kurulmasını gerektiğini savun-
muştu. Bu karar sonrasındaki hazırlıkların ardından, Koçhisar,
Zara, Suşehri, Kemah ve Divriği yöresinde ayaklanma başlatıldı.
Koçgiri ayaklanmasının hemen ardından da Yunan ordusu sal-
dırısını başlattı.
Yeni oluşmakta olan milli ordu, hem Koçgiri ayaklanmasıyla
hem de Yunan saldırısıyla baş etmek zorunda kaldı.
Yunan ordusunun 23 Mart'ta başlayan saldırısı, 1 Nisan 1921
günü geri püskürtüldü. Koçgiri ayaklanması ise 17 Haziran 1921
tarihinde bastırılabildi.
1921 Anayasası'nda yerel yönetimlere verilen çok geniş yet-
kilerin 1924 Anayasası'nda kaldırılmış olmasının arkasındaki
nedenlerden biri, milli ordunun oluşum sürecinde, Koçgiri aşi-
retinin Yunan saldırısı öncesinde İngilizlerin tahrik ve teşvikiyle
ayaklanmasıdır. Ancak hiç kuşku yok ki, Mustafa Kemal Paşa'nın
kafasındaki amaç, her an dağılma eğiliminde bir etnisiteler veya
milliyetler federasyonu değil, dünyanın o günkü koşullarında ya-
şayabilme şansı olan bütünleşmiş ve güçlü bir ulustu.
1924 Anayasası, "ulus" kimliğinin belirlenmesinde ırk ve inanç
özelliklerini reddetti: "Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksı-
zın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlâk olunur." (M. 88)
Devlet kurup ulus oluşturmaya çalışılan yerlerde yaygın bi-
çimde kullanılan iki araç, askerlik ve ilköğretimdir. Türkiye'de de
bu iki araç etkili bir biçimde kullanılmaya çalışıldı.
Zorunlu askerlik sürecinde yurttaşlara ortak değerler aşılandı.
Ayrıca farklı aşiret, kabile, boy, soy, etnisite ve inançtan insanlar,
aynı üniforma içinde aynı zor koşulları birlikte yaşadılar. Birçok
köylü için köyün dışına çıkış ilk kez askerlikle gerçekleşti. Asker-
lik anıları ve arkadaşlıkları tüm yaşam boyu anlatıldı. Askerlikte
acemi birliklerindeki "ali okulları"nda Türkçe bilmeyenlere Türkçe,

138
okuma yazma bilmeyenlere okuma yazma öğretiliyordu. Cumhuri-
yetin ilk dönemlerinde birçok kişi ayrı tabaktan çatal bıçakla yemek
yemeği, diş fırçalamayı ve birçok başka davranışı askerde öğrendi.
Askerliğin önemi, Cumhuriyet'in 10. yıldönümü nedeniyle
yayımlanan kitapta şöyle anlatılmaktadır: "Orduya gelen bütün
neferlerin okuyup yazma öğrendikten sonra terhisi hedeftir. Ay-
rıca askere gelen memleket gençlerine yurt ve sağlık bilgisi, he-
sap, hayvan bakımı vesair medenî bilgilerden herkese lâzım ve
çok faydalı olanları gösterilerek umumi bilgilerinin çoğalmasına
yardım edilmiştir. Memleket ziraatine yardım etmek gayesiyle
orduda ders programlarına ziraat dersleri ilâve edilerek onlara
eski ve yeni ziraat usûlleri arasındaki bariz farklar ve yenilikler
anlatılmıştır."139
Osmanlı'nın medreseleri uluslaşma sürecine katkıda bulun-
muyordu. Tam tersine, verilen eğitim, yabancı güçlere boyun eğ-
meyi getiriyordu. Sadri Etem, 1933 yılında yayımlanan kitabında
bu konuda şu değerlendirmeleri yapıyordu: "Medreseler bir şey,
tek bir şey yapıyorlardı: Ümmet siyasetine bağlanmış, ümmet si-
yasetine hizmet eden insanlar yetiştiriyordu. Medreseler bir ilim
ocağı değildi, bir ümmet siyaseti kuruluşun adeta siyasi karargâ-
hı halinde idiler." "Ümmet siyaseti Türkiye'de iflasına mukabil,
memleketi yabancı sermayesine kayıtsız şartsız terk etmeyi hiçbir
zaman şiarına aykırı saymamıştır. Bilhassa Sevr Antlaşması'yla
ümmet siyaseti Türkiye'de son kozunu oynamıştır. Sevr Antlaşma-
sı'yla, dünya emperyalizmi Türkiye'de bir ümmet siyaseti simgesi-
ni muhafaza edecektir."140
3 Mart 1924 gün ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu (Öğre-
nim Birliği Yasası) ile eğitimin farklı amaçlara hizmet edecek bi-
çimde kullanılması engellendi. Yabancı okulların büyük bölümü
kapatıldı. İlköğretimde resmi Türk okullarına devam zorunluluğu
getirildi.

139 Onuncu Cümhuriyet Bayramı Hazırlama Komisyonu, age, 1933, s.42.


140 Sadri Etem, age, s.118-119, 132.

139
İsmet İnönü bu konuda şunları söylüyordu: "Hür vatandaş-
lardan birleşik bir ulus olmanın çarelerinin başında ilköğretim
çaresi gelir. (...) İlköğretim sorunu, insan olmak, ulus olmak
sorunudur."141
Önce zorunlu ilköğretim aşamasında yabancı okullar kaldırıldı.
Zorunlu ilköğretim sürecinde çocuklara ulusun ortak değer-
leri aşılandı. Özellikle, 8 Haziran 1926 gün ve 915 sayılı Lise ve
Orta Mekteplere Alınacak Leyli Meccani Talebe Hakkında Kanun
ile, parasız yatılı (leyli meccani) okullarda farklı bölge, köken ve
inançlardan çocuklar aynı yatakhaneyi, aynı yemekhaneyi pay-
laştı; devletin sağladığı olanaklardan yararlandı.
İlköğretim, yeni kuşakların uluslaştırılmasında kullanılacak-
tı. Ancak yetişkinler için de benzer araçlara gereksinim vardı.
Atatürk bu konuda şu değerlendirmeyi yapıyordu: "Ulus, bilinç-
li, birbirini anlayan, birbirini seven, ideale bağlı bir halk kütlesi
halinde örgütlenmelidir. En güçlü ders araçlarına, en yetişkin öğ-
retmen ordularına sahip olmak yeterli değildir. Halkı yetiştirmek,
halkı bir kütle haline getirmek için ayrıca ulusal halk çalışmaları-
nın düzenlenmesini ihmal etmeyeceğiz."142
Millet Mektepleri ve Halkevleri de ortak bir kültürün oluşturul-
masında etkili araçlar olarak kullanıldı.
Osmanlı'dan devralınan sağlık altyapısı çok zayıftı. Cumhuri-
yet yönetimi, koruyucu ve tedavi edici sağlık hizmetlerini kamu
eliyle geliştirerek, hem sağlıklı bir nüfusa ulaşmaya çalıştı hem de
parasız ve merkezi devlet eliyle sağlanan sağlık hizmetleri aracılı-
ğıyla halkın devletle ilişkisini geliştirmeye çabaladı. Merkezi dev-
let eliyle sağlanan sağlık hizmetinin diğer bir yararı da, farklı etnik
köken, inanç ve bölgeden insanın bu süreçte birbiriyle ilişkisinin
sağlanması yoluyla, uluslaşma sürecine katkıda bulunmasıydı.

141 Ş. Turan, Ş, Türk Devrim Tarihi, Çağdaşlık Yolunda Yeni Türkiye (10 Kasım
1938/14 Mayıs 1950), 4. Kitap, Birinci Bölüm, Bilgi Yay., Ankara, 1999, s.41.
142 Turan, age, s.89-90.

140
Millileştirilen ve devletleştirilen işletmelerde ve yeni açılan
kamu işletmelerinde personel alımında gözönünde bulundurulan
etmenlerden biri, "ekmek kapısı" olarak görülen bu işyerlerinin
aynı zamanda farklı köken ve inançlardan insanların kaynaştırıl-
dığı mekânlar olmasıydı.
Devletin ulaştırma politikası, bir taraftan iç pazarı bütünleştir-
meyi amaçlarken, diğer taraftan insanların ülkenin bir yerinden
diğerine kolaylıkla gidebilmesini sağlamayı, insanları kaynaştır-
mayı ve böylece farklılıkları azaltarak ulusun oluşmasına katkıda
bulunmayı amaçlıyordu.
Onuncu Yıl Marşı'na "demir ağlarla ördük ana yurdu dört baş-
tan" yazanlar, demiryollarının demokratik devrimdeki önemli
etkisinin bilincindeydi. Sadri Etem, 1933 yılında yayımlanan kita-
bında şöyle yazıyordu: "Türkiye demiryolu ve yol siyaseti ile kendi
topraklarında kültür birliğini ve iktisadi birliğini kuvvetlendire-
cek bir cereyan açmıştır. Yol ve demiryolu siyaseti mahalli hisle-
ri, mahalli anlayışları kökünden yıkacak ve Türk birliğini vücuda
getirecek bir sebeptir. (...) Demiryolu siyaseti, merkeziyeti temin
eden bir vasıta diye de özetlenebilir. Vatanın parçaları arasındaki
bağları kuvvetlendirmek için demiryolu en iyi vasıtadır. Dolayı-
sıyla Türkiye demiryolları Türkiye'nin fikrî ve kültürel birliğini ta-
mamlayan bir esas olacaktır."143
Devletin bir ulus yaratma çabalarının önünde üç grup engel al-
gılandı. (a) Aşiret, kabile, soy ve bunların bir üst biçimi olarak et-
nisite ilişkileri, (b) ümmetçilik, (c) beynelmilelcilik ve sınıf kimliği.
Ulus kimliğinin köken ve inanç kimliğinin önüne geçirilebil-
mesi çok zordu. İnsan bu kimliklerini doğduğu andan itibaren
edinir ve içselleştirir. Sınıf kimliği ise daha sonraki yaşlarda daha
da zor edinilir ve değiştirilebilir.
1919-1938 döneminde okuma yazma bilen insan sayısı azdı;
nüfusun yüzde 80'inden fazlası, sayıları 60-70 bini bulan köy ve
mezraya dağılmıştı; çoğunluğu tüm yaşamları boyunca köyünden

143 Sadri Etem, age, s.87.

141
çıkmayan analar, köken ve inanç kimliğini yüzyıllardır yeniden
üretiyorlardı; radyo çok sınırlı kullanılıyordu; ulaştırma olanakları
sınırlıydı, birçok köyün yolu patikadan ibaretti; köylülüğün önem-
li bir bölümü geçimlik tarım yapıyordu, gaz-bez-tuz-şeker dışında
pazarla ilişki içinde değildi; iç pazar bütünleşmemişti, farklı halk
kesimlerinin iktisadi ilişkiler aracılığıyla kaynaşması sınırlıydı. Bu
koşullarda, Türkiye demokratik devriminin en önemli unsurların-
dan birinin gerçekleştirilmesinde büyük zorluklar yaşandı ve bu
süreç bir türlü tamamlanamadı. Ayrıca emperyalist güçlerin özel-
likle 1946 sonrasındaki müdahaleleri, bu süreci daha da zorlaştırdı.
1923-1938 döneminde yeni ulus-devlette çağdaş bir ulus oluş-
turabilmek amacıyla yukarıda atılan adımlara ilave olarak başka
düzenlemeler ve uygulamalar da yapıldı.
Osmanlı döneminde Türk etnisitesine "etrakı biidrak" (an-
layışı kıt Türkler) denirdi. Osmanlı Devleti'nde halk ezilirken,
etnisiteye göre bir ayrım yapılmadı; ancak emperyalist güçlerin
himayesinde olan Ermeni ve Rumların çeşitli hakları vardı. Asker-
lik yapmamaları da çok önemli ayrıcalıklarıydı. Türkiye Cumhuri-
yeti kurulduktan sonra Mustafa Kemal Paşa'nın tanımıyla "Türk
milleti"nin oluşturulması gündeme gelince, geçmişin horlanmış-
lığını telafi edecek ve halka özgüven aşılayacak sloganlar kulla-
nıldı. "Ne mutlu Türk'üm diyene!", "bir Türk dünyaya bedeldir!",
"Türk övün, çalış, güven!" bu nitelikteydi.
1930'lu yıllarda ise, belki de uluslaştırma çabalarında yaşanan
zorluklara ve başarısızlıklara bağlı olarak, devlet içindeki bazı
kesimlerde ırkçı söylem ve uygulamalar gündeme geldi. Taner Ti-
mur'un bu konudaki değerlendirmesi şöyledir: "1930'ların milli-
yetçiliğinde Avrupa'da kurulan ırkçı rejimlerin etkileri olabileceği
gibi, bürokratik kadronun egemen sınıflar karşısındaki bağımsız-
lığının artması da rol oynamış olabilir. Bütün bunlar 'Türkçü' tez-
leri yeniden gündeme getirmiştir. Ayrıca Doğu'da asayişin bir türlü
temin edilememiş olması ve zaman zaman isyanların patlaması,
Meclis'ten bir takım ırkçı kanunların geçmesine yol açmıştır."144

144 Timur, age, 1997, s.156

142
Recep Peker, 1935 yılında şunları söyleyebiliyordu: "Türk kanı,
bütün bu gürültüler içinde temiz kalmıştı. Batı türkleri bu çökün-
tü içinde kanının arılığını korudu ve sakladı."145
1930'lu yıllarda ırkçı yaklaşımlar önem kazansa da, devletin
resmi belgelerinde ulus tanımında "dil, kültür ve ülkü birliği" esa-
sı kabul edildi.
1931 yılında yayımlanan Medenî Bilgiler kitabında, Mustafa Ke-
mal Paşa Türk milletini şöyle tanımlıyordu: "Türkiye Cumhuriye-
ti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir."146
CHP'nin 1931 Programı'ndaki tanım şöyleydi: "Millet, dil, kül-
tür ve mefkûre birliği ile biribirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği
bir siyasî ve içtimaî heyettir."147
CHP'nin 1935 Programı'ndaki tanım şöyleydi: "Ulus; dil, kültür
ve ülkü birliği ile birbirine bağlı yurddaşlardan meydana gelen
sıyasal ve sosyal bir bütündür."148
CHP'nin 1943 Programı'ndaki tanım şöyleydi: "Millet, dil, kül-
tür ve ülkü birliğiyle biribirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği iç-
timaî ve siyasî bir bütündür."149
Edirne milletvekili Şeref Aykut, 1936 yılında yayımlanan kita-
bında şöyle yazıyordu: "Ulusu türlü türlü anlatanlar vardır. Ancak
bizim Partimizin temel olarak aldığı anlam şudur: Dil, ülkü, kül-
tür birliğile birbirine bağlı yurttaşların kurdukları siyasal ve sos-
yal bir bütündür. (...) Kandaşlık da ulusta temel olamaz. (...) Ulus
kandaşlık değildir."150
Ancak 2 Temmuz 1932 günü Ankara Halkevi'nde toplanan
Birinci Türk Tarih Kongresi'ne sunulan tebliğler farklı bir millet

145 R. Pekerİnkılab Dersleri Notları, Ulus Basımevi, Ankara, 1935, s.5.


146 Afetinan, age, s.18. Atatürk’ün elyazısı için bkz. Age, s.351.
147 CHP, age, 1931, s.5.
148 CHP, C.H.P. Dördüncü Büyük Kurultayı Görüşmeleri Tutulgası (9-16 Mayıs
1935), Ulus Basımevi, Ankara, 1935, s.77.
149 CHP, Cümhuriyet Halk Partisi, Program ve Nizamname, (Partinin VI. Büyük
Kurultayında 14.VI.1943 Tarihindeki Toplantısında Kabul Edilmiştir), Zerbamat
Basımevi, Ankara, 1943, s.3.
150 Aykut, age, s.6, 7.

143
tanımına dayandırılıyor, "Türk milleti"nin tarihi ve tarihteki başa-
rıları konusunda "ırkçılık" olarak nitelendirilebilecek ve bilimsel-
likten uzak iddialar dile getiriliyordu.151 "Türk Tarih Tezi" olarak
nitelenen bu yaklaşım doğrultusunda, 1930'lu yıllarda ırkçı bazı
çalışmalar ve uygulamalar yapıldı; ancak bu tezin "ulus" anlayışı,
devletin resmi belgelerine belirleyici bir biçimde yansımadı. Bu
tez bir süre sonra terk edildi.
Cumhuriyet döneminde, yeni bir ulusun yaratılmasında belir-
leyici rolü olan Türkçenin zenginleştirilmiş bir biçimde ortak dil
haline getirilmesi için büyük çaba gösterildi. Amaç, Türkçeyi ya-
bancı sözcük ve kurallardan kurtarmak, zenginleştirmek ve ulus-
laşma sürecinde kullanmaktı. Örneğin, 10 Nisan 1926 gün ve 805
sayılı İktisadi Müesseselerde Mecburi Türkçe Kullanılması Hakkın-
da Kanun ekonomik hayatta Türkçeyi hâkim kılmayı amaçlıyordu.
Türk Dil Kurumu'nun kurulması ve çalışmaları, Türkçenin ge-
liştirilmesine önemli katkılarda bulundu.
Güneş Dil Teorisi ile aşırılıklara kaçılsa da, dilin sadeleştiril-
mesi ve zenginleştirilmesinde ve böylece uluslaşmada büyük me-
safe kat edildi.
2 Temmuz 1934 gün ve 2525 sayılı Soyadı Kanunu'na göre, "her
Türk öz adından başka soy adını da taşımağa mecburdur." Ayrıca,
aşiret isimlerinin soyadı olarak kullanılması yasaklanıyordu.
26 Kasım 1934 gün ve 2590 sayılı Efendi, Bey, Paşa Gibi Lakap
ve Unvanların Kaldırılmasına Dair Kanun da şu düzenlemeyi ge-
tiriyordu: "Madde 1. Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Bey,
Beyefendi, Paşa, Hanım, Hanımefendi ve Hazretleri gibi lakap ve
unvanlar kaldırılmıştır. Erkek ve kadın vatandaşlar, kanunun kar-
şısında ve resmi belgelerde yalnız adlariyle anılırlar."
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, devraldığı çok etnisiteli, farklı
inançlarla bölünmüş ve önemli bir bölümü aşiret/kabile kimliği-

151 T.C. Maarif Vekâleti, Birinci Türk Tarih Kongresi, Maarif Vekâleti ve Türk Tarihi
Tetkik Cemiyeti Tarafından Tertip Edilmiştir, Konferanslar, Müzakere Zabıtları,
İstanbul, 1932.

144
ni aşamamış halktan bir ulus yaratmaya çalıştı. Bunu sağlamaya
çalışırken, eğitim ve askerliğin yanı sıra merkezi devlet eliyle gö-
türülen bir sağlık hizmetinden, kamu işletmelerine işçi ve memur
alırken farklıları bir arada bulundurma uygulamasından ve (özel-
likle yerel ayaklanmalardan sonra) zorunlu iskân politikasından
yararlandı. Ancak nüfusun büyük bölümünün (yüzde 80 civarı)
kırsal kesimde yaşaması; tarımsal üretimin önemli bölümünün
kendi ihtiyacını karşılamaya dönük işletmelerde gerçekleşmesi;
okuma yazma bilme oranının düşüklüğü; ülke içinde ulaştırma
olanaklarının sınırlılığı; Türkiye'de iç pazarın bütünleşmemesi;
gazete tirajlarının düşüklüğü; radyonun bile yeterince yayılma-
ması; özellikle yeni kuşakları yetiştiren kadınların tüm yaşamları
boyunca köylerinin dışına fazla çıkmamaları ve başka bölgeler-
le kaynaşmamaları; toprak ağalarının, aşiret reislerinin, tarikat
şeyhlerinin güç ve itibarının yeterince sona erdirilememiş olması;
iç isyanların bastırılması sürecinde kullanılan sert yöntemler gibi
nedenlere bağlı olarak, Türkiye demokratik devriminin heyecanla
sürdürüldüğü 1919-1946 döneminde çağdaş bir ulus yaratma ça-
balarında istenen başarı elde edilemedi.

145
İKİNCİ BÖLÜM

CHP, İŞÇİ SINIFI, SINIF MÜCADELESİ

Mustafa Kemal Paşa ve CHP'nin önder kadroları 1905 Rus Dev-


rimi'ni, Osmanlı'da 1908-1910 grevlerini, 1917 Ekim Devrimi'ni,
1919-1925 döneminde yükselen işçi hareketini ve Ulusal Kurtuluş
Savaşı yıllarındaki yaygın Bolşevik hayranlığını yakından yaşa-
mış son derece deneyimli kişiler olarak, iktidarlarını pekiştirdik-
leri 1925-1926 yıllarından itibaren işçi sınıfına karşı çok dikkatli
bir politika izlediler. Ücretlilerin (genel olarak işçi sınıfının) sınıf
kimliğiyle bağımsız bir güç oluşturmasını önlemek ve bu güçten
milli dava ve demokratik devrim için yararlanabilmek amacıyla
günün koşullarında kendi açılarından son derece akıllı politikalar
geliştirdiler ve uyguladılar.
Bu bölümün amacı, Kemalistlerin işçi sınıfına yönelik politi-
kalarının kavranmasına yardımcı olacak biçimde Mustafa Kemal
Paşa ve arkadaşlarının komünistlere yaklaşımını özetlemektir. Bu
bölüm, 1919-1946 döneminde Türkiye sosyalist/komünist hareket
tarihi, Mustafa Kemal Paşa'nın komünistlere ilişkin politikasının
veya komünistlerle ilişkisinin tarihi, Türkiye'nin SSCB ile ilişkile-
ri tarihi veya uluslararası komünist hareketin Türkiye'ye yönelik
politikalarının tarihi değildir.

146
Mustafa Kemal Paşa'nın, 1919-1946 döneminde CHP'nin, hü-
kümetlerin ve devletin işçi sınıfına ve sınıf mücadelesine yönelik
politikalarının biçimlenmesinde çeşitli etmenler (ücretli işgücü
gereksinimi, siyasal kaygılar, uluslararası ilişkiler, vb.) rol oynadı.
Türkiye'de demokratik devrimin üç ana hedefi bağımsız bir
ulus-devlet yaratmak, bir ulus oluşturmak ve insanları kulluktan
özgür yurttaşlığa geçirmekti.
Yaratılacak bağımsız ulus-devletin bürokrasisi için, ekonomik
bağımsızlığı sağlayacak tarım, madencilik, inşaat, imalat sanayii,
ulaştırma, elektrik-gaz-su ve diğer alt sektörler için ücretli işgü-
cüne ve özellikle de vasıflı personele gereksinim vardı. Bu ücretli
işgücünün (işçi sınıfının) kendi kişisel çıkarlarını yeni ulus-dev-
letin varlığı ve çıkarlarıyla özdeşleştirmesi bekleniyordu. Ulus-
devlet yaratma sürecinde ücretli kadroların milli kimliklerinin ön
planda olması isteniyordu.
Devralınan halkın önde gelen kimliği, aşiret, etnisite ve inanç-
tı. Milli kimlik de sınıf kimliği de yeterince gelişmemişti. Kurulan
ulus-devleti ayakta tutacak bir ulusun oluşturulmasında zorunlu
askerlik, eğitim ve sağlık hizmetleri önemliydi. Eğitim, örgün ve
yaygın boyutlarıyla ele alınıyordu. Millet mektepleri, halkevleri,
köy enstitüleri hep bu anlayışa hizmet etmeyi amaçlıyordu. Ulusu
oluşturacak güç de, millici bilinci ve kimliği ön planda olan ücret-
li işgücüydü.
Devralınan halk, padişahın, halifenin, aşiret reisinin, toprak
ağasının, tarikat şeyhinin, tefecinin kuluydu. Kadınlar da erkekle-
re kulluk ediyordu. Bu insanların özgür bireylere dönüştürülmesi
de aydınlanmış ücretli işgücüyle, milli kimliği ön planda olan öğ-
retmenlerle ve diğer aydınlarla olanaklıydı.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, demokratik devrimin korunması
ve geliştirilmesi için milli kimliği ön planda olan ücretli işgücüne
gereksinim duyuyordu. Buna karşılık, ücretli işgücü ve özellikle
vasıflı ücretli sayısı sınırlıydı. Geçmişte vasıflı ücretli işgücünün
önemli bölümünü oluşturan Ermeniler ve Rumlar ülkeden ayrıl-

147
mıştı. Savaşlar nedeniyle çok sayıda eğitimli genç insan yaşamı-
nı yitirmişti. Diğer taraftan, bir işyerinde ücretli olarak çalışmak
yerine, çok düşük maliyetlerle tarım arazisi elde edebilmek veya
dükkan açabilmek olanaklıydı.
Mustafa Kemal Paşa'nın, CHP'nin, hükümetlerin ve devletin
işçi sınıfına yönelik politikalarının biçimlendirilmesinde bu ge-
reksinimler ve mevcut koşullar birinci grup etmeni oluşturdu.
İkinci grup etmen, işçilerin yapısı ve bilinç düzeyiyle bağlan-
tılı olarak benimsedikleri anlayıştı. Ulusal Kurtuluş Savaşı süre-
cinde işçi sınıfının işgal altındaki bölgelerdeki kesimi (özellikle
İstanbul işçileri) belirli bir örgütlülük düzeyine sahipti; ancak bu
örgütler, Bağımsızlık Savaşı'na destek vermedi. Bir bölümü, tam
tersine, işgalci güçlerle işbirliği yaptı. Günlük ekonomik çıkarlar
veya kısa vadeli sınıf çıkarları peşinde koşanlar, milli davaya kat-
kıda bulunmadı veya karşı safta yer aldı.
Mustafa Kemal Paşa, işçilerin gücünü İstiklal Savaşı sırasında
kullanmak için bilinçli bir çaba gösterdi. Özellikle Feshane fab-
rikası işçileri ve limanların yükleme-boşaltma işçilerinin İstan-
bul'daki mücadelede önemli katkıları oldu.152 1919 yılında Mustafa
Kemal Paşa'nın, İstanbul işçilerinden beklentileri vardı: "Bu eve
yaveri Cevat Abbas, Ali Bey, Fethi Bey, Canbulat ve bazı o devrin
büyük adamları geliyordu. Bu toplantılarının temadisi Şişli'deki
evde devam etmiştir. Bu toplantıların gayesi, İstanbul'da gizli bir
teşkilat yapacaklardı. Parayı da İsmail Canbulat temin etmeyi söz
vermişti. Bu teşkilatın vazifesi, İstanbul'daki Türkleri koruyacak,
fırsat bulursa isyan çıkaracaklardı. Bu vazifeyi de işçilere yap-
tırmak istiyorlardı. İstanbul'daki fabrika ve tramvay amelelerini
ellerinde tutacaklardı. Fakat bu gizli teşkilat faaliyete geçemedi.
Sebebi de, Canbulat vaat ettiği parayı getiremedi. Buna Mustafa
Kemal fena halde kızmıştı."153

152 Bu konuda bkz. Ertürk, İki Devrin Perde Arkası, Hilmi Kitapevi, İstanbul, 1957,
s.223, 235.
153 E. B. Şapolyo, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, 3. Baskı, Rafet Zaimler
Yay., İstanbul, 1958, s.279.

148
Gerçek sebep gereken paranın bulunamaması değil, İstanbul
işçilerinin önemli bir bölümünün Ermeni ve Rum olması, diğerle-
rinin de milli kaygılarla değil, kısa vadeli ve ufak çıkarlarla hare-
ket etmeleriydi.

Mustafa Kemal Paşa'nın Bağımsızlık Tutkusu ve


Komünizm Değerlendirmesi

1919-1938 döneminde Mustafa Kemal Paşa'nın önemli bir kay-


gısı, ücretli işgücünün yine kısa vadeli ufak çıkarlar veya salt sı-
nıf kimliğiyle hareket ederek milli davadan kopması ve böylece
Türkiye Cumhuriyeti'nin Sovyetler Birliği'nin kontrolüne girerek
bağımsızlığını yitirmesiydi.
Mustafa Kemal Paşa'nın Sovyetler Birliği ile ilişkilerdeki ba-
ğımsızlıkçı tavrı ile burjuvazinin komünizm karşıtlığı birbirinden
çok farklıdır.
Mustafa Kemal Paşa, komünizm karşıtı değildi; üretim araçları-
nın toplumsal mülkiyetine ve kamu yararına kullanılmasına karşı
çıkmamıştır. 1931 genel seçimleri öncesinde, 20 Nisan 1931 günü
yayımladığı seçim bildirisinde savunduğu düzende "menfaatler,
kabiliyet, marifet ve çalışma derecesiyle mütenasip olur" ifadesini
kullanmıştır. İnsanların çıkarlarının, kişisel yeteneklerine, hüner-
lerine ve çalışma derecelerine göre belirlendiği bir düzen ise ka-
pitalizm değildir; komünizm doğrultusunda önemli bir aşamadır.
Mustafa Kemal Paşa'nın yaşamı süresince Türkiye'deki komü-
nistler Sovyetler Birliği'ne bağlıydı ve bağımlıydı; Sovyetler Birli-
ği'nin varlığını sürdürebilmesini öncelikli amaç olarak kabul et-
mişlerdi ve Komünist Enternasyonal'in kararlarına uymak zorun-
daydılar. Mustafa Kemal Paşa açısından 1920'li ve 1930'lu yıllarda
komünistlik, "Sovyetler Birliği"ne bağımlılık idi.
Prof. Dr. Alpaslan Işıklı şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
"Tıpkı Amerikan mandasına, İngiliz himayesine karşı çıktığı gibi;

149
Sovyetlerle dayanışmanın tam bağımsızlık ilkesine gölge düşür-
mesi tehlikesine karşı çıkanların başında da Mustafa Kemal'in bu-
lunduğunu ayrıca göreceğiz."154 "Atatürk'ün, İngilizler, Fransızlar
karşısında büyük bir sorumlulukla koruduğu bağımsızlık ilkesini,
Moskova karşısında da özenle gözetmiş olması, kendisi hedefle-
memiş olsa bile sosyalizmin öncelikleriyle ve toplumsal mücadele
anlayışına ters düşmez; tam tersine, paralel bir çizgi oluşturur."155
Burjuvazinin bağımsızlık diye bir kaygısı veya amacı yoktu;
onların komünizm karşıtlığının nedeni, üretim araçları mülkiyeti-
nin ellerinden alınacak olmasıydı.
Mustafa Kemal Paşa son derece gerçekçiydi; uygun iç ve ulus-
lararası koşullarda insanın insanı sömürmediği, adaletli bir Tür-
kiye ve dünya istiyordu. Bu nedenle, Mustafa Kemal Paşa'nın
Sovyetler Birliği ile ilişkilerdeki bağımsızlıkçı tavrını komünizm
karşıtlığı olarak değerlendirmek önemli bir hatadır. Türkiye bur-
juvazisi bu hatanın yapılmasından yanadır.

Sovyet Rusya'ya Bağımlı Kurtuluş Girişimleri ve


Mustafa Kemal Paşa

Kurtuluş Savaşı'nın ilk dönemlerinde halkta ve hatta hareke-


tin önder kadrolarında büyük bir yorgunluk, umutsuzluk ve bez-
ginlik hâkimdi. Bu durum, mücadelenin ancak bir dünya gücüne
dayanılarak sürdürülebileceği anlayışına yol açıyordu.
Yunanlıların, yerli Rumların ve Fransız destekli Ermenilerin
saldırılarından kaygı duyanların bir bölümü, umutlarını İngiltere,
Fransa ve ABD'ye bağlamıştı. Bu insanlar, yaşanan ve artacağın-
dan korktukları sorunlara çözüm bulmak amacıyla bu devletlerle
bağımlılık temelinde bir ilişki geliştirmeye çalışıyordu.
Bir grup insan da Sovyet Rusya ile ilişkileri güçlendirmeye ça-
lışıyordu.

154 Işıklı, age, s.106-107.


155 Işıklı, age, s.118.

150
Sorunların çözümünde Sovyet Rusya ile ilişkileri temel alanlar
Anadolu'da bir dönem çok etkiliydi.
Bu gruptakilerin bir bölümü İttihat ve Terakki Cemiyeti kadro-
larıydı. Talat Paşa, 1919 yılı Eylül ayında Bolşevik Partisi önderle-
rinden Radek'le görüştü.156 Ülkede kalan İttihatçıların İstanbul'da
1919 Kasım'ında kurduğu Karakol Cemiyeti de Sovyet Rusya ile
ilişkiye girdi. Karakol Cemiyeti adına Bahâ Said Bey tarafından 11
Ocak 1920 tarihinde Bakû'de imzalanan anlaşma da eşitler arasın-
daki bir ilişkiyi değil, mücadeleyi Sovyet Rusya'nın politikalarına
bağımlı kılan bir anlayışı yansıtıyordu. Anlaşmanın bazı madde-
leri şöyleydi:
"Rusya Müttehid Sovyetler Cumhuriyeti adına hareket eden
ahali komiserleri sovyetinin Kafkasya'daki İştirakiyûn Fır-
kası Kafkas Mahalli Merkez Komitesi temsilcisi ile Türkiye
İhtilal hareketini temsil eyleyen Karakol Cemiyeti ve Uşak
Kongresi Heyet-i İcraiyesi adına hareket eden Kafkasya'daki
temsilci Baha Said arasında aşağıdaki anlaşma akdolunur:
"1- Anlaşmayı yapan taraflar gerek memleketleri içindeki
karşı ihtilallerde ve gerek dışdaki Batı Avrupa istilâcı hükû-
metlerine karşı bütün vâsıta ve kuvvetleriyle yekdiğerine
yardım etme esâsı içinde koruma ve saldırmaya ilişkin bir
sözleşme akd ederler.
"2- Anlaşmayı yapan tarafların işbu anlaşmayı yapmakdaki
başlıca amaçları:
"a) Bütün İslam ülkelerinin Batı Avrupa emperyalistlerinin
boyunduruğundan kurtulması.
"b) İran, Arabistan, Mısır, Hindistan vb. gibi İslam ülkelerinde
Batı Avrupa'daki emperyalist burjuva hükûmetlerine ve bil-
hassa Asya ve Afrika'da İngiliz emperyalistine karşı mücâdele.

156 E. Akal, Milli Mücadelenin Başlangıcında Mustafa Kemal, İttihat Terakki ve


Bolşevizm, Tüstav Yay., İstanbul, 2002, s.79.

151
"c) Bugün teşekkül etmiş bulunan ve Avrupa emperyalist-
lerine karşı açılan mücâdele sonunda teşekkül edecek olan
sovyet tarzı idaresinin kabul ve te'yidini teminden ibarettir.
"3- İşbu gayeye ulaşmak için Rusya Sovyetleri Cumhuriyeti,
zikri geçen Türkiye ihtilal teşkilatına silâh, mühimmat ve
para vesair tedarik ve temini hususunda kemâliyle ibrazını
taahhüd eyler. Türkiye ihtilal teşkilatı işbu anlaşmanın im-
zasından sonra silâh, mühimmat ve para ihtiyâcını Rusya
Sovyetleri'ne bildirecek ve mezkûr sovyetler işbu istenilen
şeyi ihmal göstermeden kabul ve yerine getirecekdir.
"4- Zikri geçen Türkiye teşkilatı, Rusya Cumhuriyeti'nden is-
teyeceği miktarda silahlı askerî kuvveti Denikin, Kolçak ve
Rusya Sovyetleri Cumhuriyeti diğer düşmanlarına karşı har-
betmek için hazırlamayı taahhüd ederler.
"5- Türkiye Geçici İhtilal Hükümetini temsil eyleyen Karakol
Cemiyet-i İhtilaliyesi ve Uşak Kongresi Heyet-i İcraiyesi, Ba-
tum, İran, Afganistan ve Hindistan'da İngiltere aleyhine bir
ayaklanma vücuda getirmek için gereken atılımlara hemen
başlayacakları ve Rusya Sovyetleri Cumhuriyeti de gereken
para, silâh ve mühimmatı kâmilen tedarik etmeyi teahhüd
ederler. (...)"157
15 maddelik bu anlaşmanın yürürlüğe girebilmesi için "Ka-
rakol İhtilal Cemiyeti ve Uşak Kongresi" icra heyetinin ve Rusya
Komünist Partisi'nin Kafkasya komitesinin imzalaması öngörülü-
yordu.
Mustafa Kemal Paşa, bu anlaşmayı reddetti.
Ancak Enver Paşa Sovyet Rusya'ya giderek, bu ülkeden sağ-
layacağı destekle Anadolu'ya geçmeyi planlıyordu. Sovyet Rusya
da, Mustafa Kemal hareketinin kendini kanıtlamasına kadar, böy-
le bir seçeneği korumayı tercih etti.

157 Tevetoğlu, age, s.46-47.

152
Mustafa Kemal Paşa'nın, kurtuluş mücadelesinin bağımsızlık
temelinde gelişmesi konusundaki duyarlılığı açısından kaygı ve-
rici diğer nokta, Yeşilordu Cemiyeti'nin çizgisiydi. Yeşilordu'nun
önder kadroları arasında İttihatçılar, komünistler ve Çerkez Etem
gibi kişiler vardı.
Yeşilordu Cemiyeti bir tür İslam komünizmi kurmayı amaçlı-
yordu; ancak Sovyet Rusya ile ilişkileri konusundaki görüşleri,
Mustafa Kemal Paşa'nın anlayışından çok farklıydı. Yeşilordu Ni-
zamnamesi'nin bazı maddeleri şöyleydi:
"1- Türkiye Yeşilordu Teşkilatı, Avrupa emperyalizminin
hülûl ve istilâ siyâsetini Asya'dan tard etmek üzere teşekkül
etmiş bir mücâdele kuruluşudur.
"2- Yeşilordu umum Türkiye'de dahi her nevi emperyalizm
cereyanlarını ve sermayelerin haksız tegallüp ve tahakküm-
lerini ref ve izâle etmekde tereddüt etmez. (...)
"19- Yeşilordu, kızıl inkılâp ordularının samimî bir kardeşlik
ile ebediyen bağlısı ve müttefikidir.
"20- Yeşilordu'nun farik alameti, yeşil bayrakdır. İslam kar-
deşliği bu bayrak altında teessüs ve insanlar arasında kızıl
ve yeşil bayrakların ittihadı, mesud inkılâba ve gerçek saa-
dete yönelen çalışmaları tamamlayacakdır.
"21- Yeşilordu, Türkiye'de gizli bir Umumî Merkez ile idare
olunur. Umumî Merkez, bütün Yeşilordu teşkilatına malik
memleketlerle bağlı olduğu gibi, Moskova ve Kızılordu'ları
merkezi ile de münasebettedir."158
Gerek Kurtuluş Savaşı sırasında, gerek 1923-1938 döneminde
Mustafa Kemal Paşa'nın komünistler konusunda ihtiyatlı davran-
masının önemli nedenlerinden biri de bu dönemde Sovyetler Bir-
liği'nin izlediği politikaydı.

158 Nizamnamenin tam metni için bkz. Tevetoğlu, age, s.228-230.

153
Sovyet Rusya'daki Türk Komünistleri

1918 yılında Osmanlı Devleti yenildiğinde, Rusya'da 63 bin do-


layında Türk savaş esiri vardı. Ayrıca 50-60 dolayında Türk kö-
kenli Rus vatandaşı da Dünya Savaşı'nın başlamasının ardından,
kontrol altında tutulmaları amacıyla, yaşadıkları yerden uzaktaki
kamplara yerleştirilmişti. Bunların dışında, özellikle Doğu Ka-
radeniz bölgesindeki Osmanlı vatandaşlarından çalışmak üzere
Rusya'ya gidip orada kalanlar vardı. Rus Devrimi, bu üç grup in-
sanı da etkiledi.
Bu insanların bir bölümü komünist oldu ve Rusya'daki iç savaş
sırasında Beyazlara ve emperyalist istilacılara karşı Bolşeviklerin
safında savaştı. Türklerden oluşan komünist birlikler Rusya'daki
eski Çekoslovak savaş esirlerinin isyanının bastırılmasında, Ka-
zan'da, Türkistan'da, Kırım'da ve diğer cephelerde savaşa katıldı.
1918 yılı Mayıs ayında Komünist Partisi Merkezi Komitesi'ne
bağlı Yabancı Komünistler Federasyonu oluşturuldu. 1918 yılı
Ocak ayında ise, Komünist Partisi içinde Müslümanlar için özel
bir çalışma başlatıldı. Parti'nin Müslüman Örgütleri Merkezi Bü-
rosu oluşturuldu. Bu birimin adı daha sonra Doğu Halkları Ko-
münist Örgütleri Merkezi Bürosu olarak değiştirildi. 1918 sonu ve
1919 başlarında bu büronun sorumlusu Stalin'di. Bu görevi ondan
M. Sultan Galiev devraldı.
Bu dönemde Sovyet Rusya'da yaygın olan bir anlayış, Sovyet
Rusya'nın büyük miktarda askeri, mali ve insangücü desteğinden
yararlanan sömürge komünistlerinin, askeri operasyonlarla ülke-
lerine sosyalizmi götürebilecekleri düşüncesiydi.
4-12 Kasım 1918 günleri Moskova'da düzenlenen Doğu Halkları
Komünist Örgütleri Tüm Rusya Birinci Kongresi'nde bu konu kap-
samlı bir biçimde ele alındı. "Bu anlayış çerçevesinde Türk savaş
esirleri arasında toplumsal devrim düşünceleri yaygınlaştırıldı ve
Türk işçi ve köylülerinden oluşan ve uygun bir anda Türkiye'de bir
proteler ayaklanmasının örgütlenmesinde bir nüve olarak kullanı-

154
labilecek bir Kızıl Ordu birliğinin oluşturulmasıyla bu savaş esirle-
rinin toplumsal devrime hazırlanması için somut adımlar atıldı."159
Bu kongreye katılanlar arasında Mustafa Suphi, Cevdet Ali,
Nazmi ve İsmail Lütfi de vardı. Bu kişiler yaptıkları ortak açıkla-
mada "tüm Türk komünist müfrezelerinin Güney Cephesi'nde yo-
ğunlaştırılmasını ve eksiklerin Rusya'daki Türk savaş esirlerinden
tamamlanmasını" istedi.
Kongrenin kabul ettiği kararların altıncısı, "Türk işçi ve köylü
savaş esirlerinin üzerinde yoğunlaşılması konusunda acil önlem-
lerin alınması, bu kişilerin Kızıl Ordu birliklerinde örgütlenmesi
ve Güney Cephesi'ne gönderilmesi" biçimindeydi.
Bu karar uygulamaya kondu. Türk komünistleri 1919 yılı Mayıs
ayında Kırım'da toplanmaya ve askeri birlikler oluşturmaya başla-
dı. Bir kaynak, Kırım'da toplanan Türk komünistlerinin sayısının
10 bin olduğunu ileri sürüyordu.160
Türk savaş esirleri ve diğer Anadolulu Türkler 1919 yılının ilk
aylarından itibaren Odesa üzerinden Anadolu'ya geçmeye başla-
dılar.
Doğu Halkları Komünist Örgütleri Tüm Rusya İkinci Kongresi
22 Kasım-3 Aralık 1919 tarihlerinde toplandı. Kongre'de, "ulusla-
rarası Kızıl Ordu"nun bir parçası olarak bir Müslüman Kızıl Ordu-
sunun kurulması ve bu ordunun Doğu ülkelerinde devrim yapma-
da kullanılması önerisi kabul gördü. Ancak Lenin'in "din temelli"
örgütlenmelere karşı çıkmasıyla bu proje durduruldu.161
Anadolu'da Ermeni ve Yunan saldırılarına karşı yerel düzeyde
başlayan direnme eğilimleri Sivas Kongresi'nde tüm dış müdaha-
le ve saldırılara karşı bir ulusal direnişe dönüştürülmeye çalışılır-
ken, Rusya'daki savaş esirlerine dayalı ve Sovyet Rusya'nın des-

159 M. A. Persits, “Eastern Internationalists in Russia and Some Questions of the


National Liberation Movement (1918-July 1920),” Ulyanovsky, R.A. (ed.), The
Comintern and the East, The Struggle for the Leninist Strategy and Tactics in
National Liberation Movements, Progress Publishers, Moscow, 1979, s.113.
160 Pertis, age, s.114.
161 Pertis, age, s.122-123.

155
teğine bağımlı bir hareketin örgütlenmeye çalışılması, Mustafa
Kemal Paşa için kaygı verici bir gelişmeydi.
Mustafa Kemal Paşa, Sovyetler Birliği ile ilişkilerin eşitlik te-
melinde geliştirilmesine ve bu ilişkinin Türkiye'nin bağımsızlığı-
na zarar vermemesine büyük özen gösteriyordu.
Bu durum, aşağıda ele alınan diğer gelişmelerle daha da önem
kazandı.

Komünist Enternasyonal'in Politikaları

Bu dönemde Komünist Enternasyonal faaliyetteydi. 1919 yı-


lının Şubat ayı sonundaki kongresinde oluşturulan Komünist
Enternasyonal, 1889 yılında kurulan II. Enternasyonal'den çok
farklı, Bolşevik Partisi anlayışının hâkim olduğu bir dünya komü-
nist partisi niteliğindeydi. Türkiye Komünist Partisi de Komünist
Enternasyonal'in parçasıydı. Komintern'in İkinci Kongresi'nde 6
Ağustos 1920 tarihinde kabul edilen Komünist Enternasyonal'e
kabul koşulları (21 koşul) arasında şunlar yer alıyordu:
"14. Komünist Enternasyonal'e katılmak isteyen her par-
ti, karşıdevrimci güçlere karşı mücadelesinde herhangi bir
Sovyet Cumhuriyetine koşulsuz destek vermek zorundadır.
(...)
"16. Komünist Enternasyonal'in kongrelerinin tüm kararları
ve aynı zamanda (Komintern'in) Yürütme Komitesi'nin ka-
rarları, Komünist Enternasyonal'e bağlı tüm partiler açısın-
dan bağlayıcıdır. (...)
"(...) Komünist Enternasyonal'e katılmak isteyen her parti,
şu veya bu ülkenin Komünist Partisi (Komünist Enternasyo-
nal'in seksiyonu) adını almalıdır."
Mustafa Kemal Paşa, Sovyet Rusya ve ardından Sovyetler Bir-
liği ile ilişkilerinde, Komünist Enternasyonal'in ve onun bir "sek-

156
siyonu" olan Türkiye Komünist Partisi'nin faaliyetlerini yakından
izliyordu. Mustafa Kemal Paşa üretim araçlarının toplumsal mül-
kiyetine karşı çıkan bir antikomünist değildi; ancak komünistlere
karşı tavrında, o günkü ilişkilerde komünistleri ülkenin bağımsız-
lığı açısından sakıncalı görmesi de önemli bir etmendi. Sovyetler
Birliği'nin belirleyici olduğu Komünist Enternasyonal'in kararları-
na uymak zorunda bulunan Türkiye Komünist Partisi, Türkiye'nin
bağımsızlığını değil, bu kararları dikkate almak zorundaydı.
Komünist Enternasyonal'in 1920 yılının Temmuz ayında topla-
nan İkinci Kongresi'nde ulusal sorun ve sömürge sorunu ele alın-
dı. 28 Temmuz 1920 tarihli toplantıda "Ulusal Sorun ve Sömürge
Sorunu Üzerine Tezler" kabul edildi. Bu metnin bazı bölümleri
aşağıda sunulmaktadır:
"4- Belirtilen ilkelere göre, Komünist Enternasyonal'in ulu-
sal sorun ve sömürge sorunu konusundaki tüm politikası,
ağırlıklı olarak, toprak ağalarının ve burjuvazinin devrilmesi
için tüm ulusların ve ülkelerin işçilerinin ve emekçi kitleleri-
nin ortak devrimci mücadelesinin birliğine dayandırılmalı-
dır. Çünkü ancak böylesi bir birlik kapitalizme karşı bir zafer
sağlayabilir ve bu olmaksızın ulusal baskının ve eşitsizliğin
ortadan kaldırılması mümkün değildir.
"5- Uluslararası siyasal durum, şimdi proletaryanın dikta-
törlüğünü gündeme oturtmuştur; ve uluslararası politikada-
ki tüm olaylar, kaçınılmaz olarak tek bir merkezi noktada,
uluslararası burjuvazinin Rus Sovyet Cumhuriyeti'ne karşı
mücadelesinde, yoğunlaşmıştır. Rus Sovyet Cumhuriyeti bir
taraftan her ülkedeki işçi sınıfının öncüsünün sovyet hare-
ketlerini ve diğer taraftan da, devrimci proletarya ve sovyet
gücünün dünya emperyalizmine karşı zaferiyle bir ittifaka
gitmekten başka bir kurtuluşunun olmadığına acı deneyi-
miyle ikna olmuş olan sömürgelerin ulusal kurtuluş müca-
deleleri ve ezilmiş milliyetleri kendi etrafında toplamaktadır.

157
"6- Buna göre, çeşitli ulusların emekçilerine duyulan sem-
patinin yalnızca kabul edilmesi veya açıklanmasıyla yetinil-
mesine izin verilemez; tüm ulusal ve sömürgesel kurtuluş
mücadeleleri ile Sovyet Rusya'nın mümkün olan en yakın it-
tifakını sağlayacak bir politikanın izlenmesi gereklidir. Bu it-
tifakın biçimleri her ülkenin proletaryası içindeki komünist
hareketin veya geri ülkelerdeki ve geri milliyetler arasındaki
devrimci kurtuluş hareketinin gelişmişlik düzeyi tarafından
belirlenecektir. (...)
"c) Panislamizme, Panasyacı harekete ve Avrupa ve Ameri-
kan emperyalizme karşı kurtuluş mücadelesini Türk ve Ja-
pon emperyalizminin, asillerin, büyük toprak sahiplerinin,
ruhbanların, vb. gücünün artırılmasına bağlamaya çalışan
benzeri akımlara karşı mücadele gereklidir. (...)
"Komünist Enternasyonal sömürgeler ve geri ülkelerdeki
devrimci harekete yolun bir kısmında eşlik etmelidir ve hatta
onunla bir ittifak bile yapmalıdır; ancak onunla kaynaşamaz;
daha yalnızca bir embriyo halinde olsa bile, proletarya hare-
ketinin bağımsız karakterini koşulsuz olarak sürdürmelidir."
Komünist Enternasyonal'in 2. Kongresi'nde alınan karar uya-
rınca, 1 Eylül 1920 tarihinde toplanan Bakû Doğu Halkları Kurul-
tayı'nın Doğu Halklarına Manifestosu'nda, "Komünist Enternas-
yonal'in bayrağı altında Batı'nın devrimci proletaryasıyla birleş-
miş Doğu Halklarının Temsilcilerinin Birinci Kongresi'nin çağrısı"
dile getiriliyordu. Metinde, "tüm dünyayı ve insanlığın hepsini
her türlü sömürü ve baskıdan kurtarma amacını taşıyan ve Ko-
münist Enternasyonal'in kızıl bayrağı altında ve devrimci işçilerin
birliğinin kızıl bayrağı altında birleşmiş olan Doğu'nun köylüleri
ve işçilerinin örgütlü gücünün yükseldiği" anlatılıyordu. Bu ku-
rultay önemliydi; çünkü toplantıya katılan 1891 delegeden milli-
yetini bildiren 1625'inin 235'i Türk'tü. Türkler, en kalabalık grup-

158
tu. Türklerden sonra sırayı 192 delegeyle İranlılar ve 157 delegeyle
Ermeniler alıyordu.
Mustafa Kemal Paşa bu gelişmeleri yakından izliyordu. Mus-
tafa Kemal Paşa'nın Sovyet Rusya'dan savaş malzemesi yardımı
talebi içeren mektubu, 26 Nisan 1920 tarihinde gönderilmişti. Bü-
yük Millet Meclisi Hükümeti, Sovyet Rusya'nın yardımlarından
yararlanırken, onun hâkimiyeti altına girmeme çabasındaydı.

Türkiye Komünist Fırkası, Bolşeviklik ve


Mustafa Kemal Paşa

Mustafa Kemal Paşa'nın kaygılarını artıran diğer bir etmen,


Mustafa Suphi'nin Sovyet Rusya'dan alacağı destekle Anadolu'da
alternatif bir güç oluşturma girişimiydi. Böyle bir alternatif, Sov-
yet desteğinin tüm dış güçlere karşı bağımsızlığı ön planda tutan
milli hareket yerine, Sovyetlere bağımlı güçlere aktarılması anla-
mına gelebilirdi. Ayrıca İstanbul'da örgütlü Türkiye İşçi ve Çiftçi
Fırkası'nın Anadolu'daki milli harekete karşı duyarsız kalması ve
tüm çabalarını İstanbul'da sınıf mücadelesini geliştirmeye odak-
laması da Mustafa Kemal Paşa'nın o dönemki komünistlere karşı
tavrını olumsuz doğrultuda etkiliyordu.
1-8 Eylül 1920 günleri toplanan Bakû Doğu Halkları Kurulta-
yı'nın ardından 10 Eylül 1920 günü Türkiye Komünist Fırkası ku-
ruldu. Mustafa Kemal Paşa, 13 Eylül 1920 günü Mustafa Suphi Bey
ve Mehmet Emin Bey'e, 15 Haziran 1920 tarihli mektuplarına ceva-
ben gönderdiği mektupta şunları yazıyordu:
"Büyük çoğunluğu rençber ve köylüden meydana gelen mil-
letimiz, Batı'nın emperyalizm ve kapitalizm mahkûmiyetin-
den kendini kurtarabilmek için bunlara karşı birleşmiş ola-
rak mücadele ve mübarezeye karar vermiştir ve bu kararını
tatbik etmektedir. (...)

159
"Gerek şahsen ben ve gerekse bütün mesai arkadaşlarım ço-
ğunluğu rençber ve köylüden ibaret olan milletimizin bağım-
sızlığını tesis ve temin yegâne gayesini takip etmekteyiz.
"Memleket ve milletimiz her taraftan emperyalist ve kapi-
talistlerin hücumlarına maruz bir halde olduğu gibi, fiilen
bunlara iştirak eden İstanbul hükümetinin padişahına at-
fen memleket dahilinde çıkarılan devamlı karışıklıklardan
doğan mahalli anlaşmazlıklara da karşı koymak mecburi-
yetindedir. Dolayısıyla, milletin birlik ve mukavemetini ih-
lal edebilecek zamansız ve fazla teşebbüslerden sakınmak,
milletimizin kurtuluşu açısından elzemdir. Bu lüzumu göz
önünde bulunduran Büyük Millet Meclisi, toplumsal inkıla-
bı sükûnetle ve esaslı surette tatbik etmektedir.
"Gaye ve prensip itibarıyle bizimle tamamen ortak olan Tür-
kiye İştirâkiyûn Teşkilatı'ndan maddeten ve manen hakkıyla
istifade edebilmekliğimiz için, teşkilatınızın sadece Büyük
Millet Meclisi Riyaseti'yle irtibat tesis ve muhafaza eylemesi
lazımdır. Türkiye dahilinde tatbik edilecek her türlü teşkilat
ve inkılâplar ancak bu kanal vasıtasıyla yapılabilir."162
Mustafa Kemal Paşa, 14 Ağustos 1920 günü Büyük Millet Mec-
lisi'nde uzun bir konuşma yaptı. Bu konuşma, Mustafa Kemal Pa-
şa'nın Sovyet Rusya'nın ve 3. Enternasyonal'in politikalarını gayet
yakından izlediğini göstermektedir. Konuşmasının ilk bölümünde
Rus devriminin "bütün insanlığın emperyalist ve kapitalist ida-
relerin zalimane tahakküm ve zorbalığından kurtarılmasını bir
hedef olarak kabul" ettiğini belirtti. "Bu hedefe ulaşabilmek için
mücadeleyi esas" aldığını söyledikten sonra, "bütün dünyanın
emperyalistlerine karşı düşmanlık ve harp ilan etmekten" çekin-
mediklerini dile getirdi. İttifak Devletleri'nin, "bütün mazlum in-
sanlığı kurtarmak için çalışan Bolşeviklerin, mazlum milletimize
el uzatamaması için yine servetlerini, kuvvet ve kudretlerini sarf

162 ATABE, c.9, 2002, s.328-329.

160
ederek" uğraştıklarına değindi. Ancak daha sonra Ulusal Kurtu-
luş Savaşı'nın bağımsızlık konusuna verdiği önemi ve Bolşeviklik-
le ilişkilerini özetleyen şu önemli konuşmayı yaptı:
"Biz memleket ve milletimizin mevcudiyetini ve bağımsızlı-
ğını kurtarmak için karar verdiğimiz zaman kendi görüşle-
rimize tabi bulunuyorduk ve kendi kuvvetimize dayanıyor-
duk. Hiçbir kimseden ders almadık, hiç kimsenin aldatıcı
vaatlerine aldanarak işe girişmedik. Bizim görüşlerimiz,
bizim prensiplerimiz herkesçe malumdur ki, Bolşevik pren-
sipleri değildir ve Bolşevik prensiplerini milletimize kabul
ettirmek için de şimdiye kadar hiç düşünmedik ve teşebbüs-
te bulunmadık. Bizim itikadımıza göre, milletimizin hayat ve
yükselmesinin temini kendi hazım kabiliyetine uygun olan
görüşlerdir. Fakat esas itibariyle incelenirse, bizim görüşle-
rimiz -ki halkçılıktır- kuvvetin, kudretin, hâkimiyetin, ida-
renin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde
bulundurulmasıdır. Yine şüphe yok ki, bu, dünyanın en kuv-
vetli bir esası, bir prensiptir. Elbette böyle bir prensip Bolşe-
vik prensipleriyle çelişmez. Gerçi bize milliyetperver derler.
Fakat biz öyle milliyetperverleriz ki, bizimle işbirliği yapan
bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların bütün mil-
liyetlerinin icaplarını tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz her
halde hodbinane ve mağrurane bir milliyetperverlik değildir
ve bilhassa biz İslam olduğumuz için, İslamiyet açısından
bizim ümmetçiliğimiz vardır ki, milliyetperverliğin çizmiş ol-
duğu sınırlı daireyi sonsuz bir sahaya nakleder ve bu itibarla
da bu bakımdan bizim istikametimizde Bolşevik istikameti
görülebilir. Bilhassa Bolşevizm millet içinde mağdur olan
bir sınıf halkı göz önüne alır. Bizim milletimiz ise bütünüyle
mağdur ve mazlumdur. Bu itibarla dahi bizim milletimiz in-
sanlığı kurtarmaya teşebüs eden kuvvetler tarafından hima-
yeye layıktır."163

163 ATABE, c.9, 2001, s.172, 176-177.

161
Mustafa Kemal Paşa, Batı Cephesi Kumandanı Ali Fuat Paşa'ya
yazdığı 16 Eylül 1920 tarihli mektupta Bolşeviklik konusundaki
kaygılarını şöyle dile getiriyordu:
"4. Bolşevikler, aynı zamanda memleketimizde Bolşevik
teşkilatı vücuda getirmek için fevkalade faaliyete başlamış-
lardır. Bakû'ya gönderdikleri Mustafa Suphi ve arkadaşları
vasıtasıyla Türkiye Komünist Merkezi Umumisi'ni meydana
getirttiler. Tamamen Bolşevik fikirlerine kazanılan saf ve saf
olmayan adamlardan sahilin her noktasına çıkardıkları gibi,
dahilen de Eskişehir ve Ankara'ya kadar göndermişlerdir.
Bunların maksatları memlekette bir toplumsal inkılap vücu-
da getirmektir. Bu halde memleket doğrudan doğruya Üçün-
cü Enternasyonal'e, yani Rusya'ya bağlı olacağından, Bol-
şeviklik hiçbir taahhüt ve yardıma lüzum kalmaksızın bizi
kendilerinden ayrılmış bir hale getirmiş ve Batılılarla siyasi
pazarlıklarında daha kuvvetli bir vaziyet elde etmiş olacak-
lardır. Memleketimizin fikir ve inkılap taraftarı olan veya bu
perde altında türlü türlü maksatlar peşinde koşan adamları
da, bu tehlikeleri fark etmeksizin Bolşevik teşkilatını kolay-
laştırmaktadırlar.
"5. Biz bu ahval üzerine evvelemirde memleketi elimizde
muhafaza ve ne ıslahat lazım ise hükümet vasıtasıyla yapa-
rak anarşi ve inkılap suretiyle Rus tabiiyetine mani olmak
(...) kararlarını ve talimatlarını verdik. (...)
"8. İzahatımdan anlaşılmıştır ki, kayıtsız şartsız Rus tabiiyeti
demek olan dahildeki komünizm teşkilatı, gaye itibariyle ta-
mamen bizim aleyhimizdedir. Gizli komünizm teşkilatını her
surette durdurmak ve teb'it etmek (uzaklaştırmak, kovmak,
Y.N.) mecburiyetindeyiz. (...). Kendi arzularına kolaylıkla
destek bulmak isteyen birtakım kimseler, hilekârane bir su-
rette komünizm vesaire teşkilatına taraftar olduğumu daima
yayıyorlar. Fakat yanlıştır. Vaziyetim arz ettiğim gibi Doğu ve

162
Batı ile belli bir neticeye varmadan inkılaplardan kaçınmak
ve yeri gelince Mustafa Suphi Yoldaş'a da yazdığım gibi ne
yapılacak ise hükümet vasıtasıyla yapmaktır. Bittabi, komü-
nizm ve Bolşevizme alenen aleyhtarlığı uygun görmem. "164
Mustafa Kemal Paşa'nın Yeşilordu'ya, Türkiye Halk İştirakiyun
Fırkası'na ve diğer komünist örgütlenmelere karşı olumsuz tavrı-
nın kaynağı, komünistlerin üretim araçlarını toplumsal mülkiyete
geçirme çabaları değil, bağımsızlıkla ilgili bu kaygılardı. Bağım-
sızlığın sağlanabilmesi ve korunabilmesi için Sovyet Rusya ve ko-
münistlerle daha yakın ilişkiler kurmak gerekebilirdi. Halk komü-
nizmi isteyecek olursa, bu talep, bağımsızlığa zarar vermeyecek
bir biçimde karşılanmalıydı; komünizm düşüncesi ile bağımsızlık
tutkusu bütünleştirilmeliydi. Bu koşullarda hemen bir komünist
partisi kurdurttu. 31 Ekim 1920 tarihinde Batı Cephesi Kumandanı
Ali Fuat Paşa'ya yazdığı mektupta şunları belirtiyordu:
"Komünistliğin memleketimizde değil, henüz Rusya'da bile
tatbik kabiliyeti hakkında açık kanaatler hasıl olamadığı
anlaşılmaktadır. Bununla beraber, dahilden ve hariçten
muhtelif maksatlarla bu cereyanın memleketimiz dahiline
girmekte olduğu ve buna karşı makul tedbir alınmadığı tak-
dirde milletin pek ziyade muhtaç olduğu birlik ve sükûnunu
ihlal eden ahvalin ortaya çıkması da imkân dairesinde gö-
rülmüştü. En makul ve tabii tedbir olarak aklı başında arka-
daşlardan, hükümetin malumatı altında bir Türkiye Komü-
nist Fırkası teşkil ettirmek olacağı düşünüldü. Bu takdirde
memlekette bu fikirle alakalı bütün cereyanları bir bileşkede
toplamak mümkün olabilir... Sosyalizm ve komünizm pren-
siplerinden hangileri ve ne dereceye kadar bizce tatbik edile-
bilir ve hazmedilebilir ve kabul edilebilir görüleceği Türkiye
Komünist Fırkası'nın propagandasına karşılık milletin fikri

164 ATABE, c.9, 2002, s.348-349.

163
tezahürleriyle ve zamanla anlaşılacaktır. Ordunun her vakit-
ten ziyade büyük bir disiplin ile kumandanlarının eli altında
bulunmasına son derece dikkat ve ehemmiyet atfolunmalı-
dır. Komünizm cereyanı nihayet ordunun en büyük kuman-
danlarında kalmalıdır."165
Mustafa Kemal Paşa, 6 Şubat 1921 tarihinde Hâkimiyeti Milli-
ye gazetesinden Ruşen Eşref Bey'in "komünizm ve Rus dostluğu"
konusundaki sorusuna da şöyle yanıt veriyordu: "Komünizm top-
lumsal bir meseledir. Memleketimizin hali, memleketimizin top-
lumsal şartları, dini ve milli ananelerinin kuvveti, Rusya'daki ko-
münizmin bizce tatbikine müsait olmadığı kanaatini teyit eder bir
mahiyettedir. Son zamanlarda memleketimizde komünizm esas-
ları üzerine teşekkül eden fırkalar da bu hakikati tecrübeyle idrak
ederek faaliyetlerini tatil lüzumuna kani olmuşlardır. Hatta bizzat
Rusların düşünürleri dahi bizim için bu hakikatin sabit olduğuna
inanıyorlar. Dolayısıyla bizim Ruslarla olan münasebetlerimiz ve
dostluğumuz ancak iki bağımsız devletin birlik ve ittifak esasla-
rıyla alakadardır."166
Mustafa Kemal Paşa'nın Sovyet Rusya ile ilişkileri 1921 yılı baş-
larında Komintern'in politikalarının köklü bir değişikliğe uğrama-
sı sonrasında istikrar kazandı. Bu gelişmeleri ve Mustafa Kemal
Paşa'nın bu ilişkiye bakışını en güzel yansıtan metinlerden biri,
Paşa'nın Sovyet Rusya temsilcileri M. Frunze ve İ.Abilov ile 25
Aralık 1921 günü yaptığı görüşmedir.
Görüşmede M. Frunze şunları söyledi:
"Son zamanlarda devrimci taktiklerden, bazı evrimci taktik-
lere geçtik. Bunun nedeni, kapitalistlerin içine düştükleri
krizi yenememelerine rağmen, işçilerin kendi mücadelele-
rinde başarı kazanamamaları yüzünden bizim Batı'da hızlı

165 ATABE, c.10, 2003, s.81.


166 ATABE, c.11, 2003, s.37.

164
devrimci değişiklikler konusundaki umutlarımızın gerçek-
leşmemesidir. (...)
"Doğu'ya gelince; Rusya komünistlerinin ve Komintern'in
bu yöndeki tavrı tam olarak açık ve berraktır. Ekonomik ve
kültürel geri kalmışlıktan dolayı, komünist devrimin sözü-
nün bile edilemeyeceğini düşünüyoruz. Doğu'da devrimci
mücadele yalnızca milli kurtuluşçu ve demokratik mahiyet-
tedir. Biz bütün gücümüzle bu hareketleri destekliyoruz ve
desteklemeye devam edeceğiz. Çünkü Doğu'nun emperya-
lizmden kurtuluşu Batı'da komünist ihtilali hızlandıracaktır.
(...) Şimdiki durumda Doğu'daki milli kurtuluşçu-demokra-
tik hareket, ekonomik politikası açısından devlet sosyaliz-
mi yönünde yürüyecektir. Burada hareket aşağıdan yukarı
doğru değil de, tersine yukarıdan aşağı doğru olacaktır. Size
ve iktidarda bulunan şahsiyetlere bakarak, hemen hemen
hepsinin yoksullar sınıfından çıktığı kanaatine varıyorum.
Hâkimiyetten söz ederken, sizi -Paşa'yı- göz önüne alıyo-
rum ve sizin hiçbir mal ve mülkünüzün olmadığını ve kendi
hizmetiniz ve emeğinizle geçindiğinizi biliyorum. Buradan,
komünist ihtilal olsa bile sizin hiçbir şey kaybetmeyeceğiniz
sonucu çıkmaktadır. Eğer siz kendi politikanızı tam demok-
ratikleşme ve devlet sosyalizmi istikametinde yönlendirirse-
niz, Batı'da komünist devrimden sonra hiçbir zorluk çekme-
den ve kan dökmeden komünist ihtilale dahil olabilirsiniz."
Mustafa Kemal Paşa'nın yanıtı da son derece açıktı:
"İnsanın insan tarafından sömürülmesi sistemi ortadan kal-
dırılmalıdır. (...)
"Birincisi, bizim halk gerek ekonomik gerek kültürel alan-
da geri kalmıştır. İkincisi; altı yüzyıl boyunca istibdat ile
yönetilen halk, bu yönetim şekline alışmış ve onda; sultan
hâkimiyetine ve hilafete dair belli bir bağnaz dünya görü-

165
şü oluşmuştur. Eğer biz o zamanlar Bolşevik harekâtından
yana ajitasyon yapmış olsaydık, dış ve iç düşmanlarımız,
ajanları aracılığıyla -ki, aramızda hiç de az değillerdir- aley-
himizde karşı ajitasyona başlarlardı ve bu suretle verdiğimiz
mücadeleyi zayıflatırlardı. Bundan dolayı, bu konuda açık
fikir söylemeksizin, iktidarı demokratik ve saf halkçılık il-
keleri esasına göre bu yolda teşkilatlayarak kendi yönetim
şeklimizi adım adım Sovyet sistemine yaklaştırdık. Şimdiki
yönetim şeklimiz, diğer devletlerde mevcut olan yönetim
şekillerinden hiçbirine benzememektedir. Eğer herhangi bir
benzerlik söz konusu ise, sadece sizin Sovyetlere benzerlik
olabilir. Ben büyük bir memnuniyetle söyleyebilirim ki, iki
yıllık mücadelemiz sonucunda, sultanın ve eski yönetim
şeklinin etkisi kesin olarak yok olmuştur. (...) Benim, her
türlü prensiplerin uygulanması için ortam hazırlanması ve
uygun bir zaman seçilmesi gerektiğine büyük inancım var-
dır. Zamanından önce yapılan hareketler başarılı olamaz,
gericiliği ve karşı hareketi doğurur. Bu nedenle biz politika-
mızı tutarlı bir biçimde, safha safla bu yönde sürdürüyoruz.
Çok doğru olarak belirttiğiniz gibi, iki üç kişi dışında, ikti-
darımızın başında bulunan kişilerin hemen hepsi emekçiler
arasından çıkmıştır. Ve herhangi bir servete sahip değiller-
dir. Bundan dolayı elbette bizim korkmamıza ve komünist
harekete karşı düşmanca tavır almamıza gerek yoktur. Bizim
mahalli komünistler, komünist oldukları için değil, sizin de
bildiğiniz gibi Ethem hareketinin ihaneti ile ilgili oldukları
için tutuklanmış ve sürülmüşlerdir. Natsarenus Yoldaş, ko-
münizm adına sürgünün durdurulması ve affedilmeleri için
bana başvurduğunda, ona; biz onları komünizm adına ser-
best bırakabiliriz, ancak onlar komünist değiller ve öyle de
görünmüyorlar cevabını verdim. "167

167 ATABE, c.12, 2003, s.179, 181.

166
Türkiye'de devletin Bolşeviklik karşısındaki duyarlılığı 1930'lu
yıllarda yeniden önem kazandı. Bunun bir nedeni, Türkiye'nin
Sovyetler Birliği ile ekonomik ilişkilerinin gelişmesiydi.
Diğer neden, bu yıllarda devlet yatırımlarıyla hızlanan sanayi-
leşme sürecinin ülkede işçi sayısını artırması, Sovyetler Birliği'ne
bağımlı bir komünist hareketin içinde yeşerebileceği ortamın güç-
lenmesiydi.
1929 Buhranı'nın etkileri 1930'lu yılların başlarında iyice his-
sedilmeye başlanmıştı. Memur aylıklarına 1929 yılında yapılan
zam, bu kesimin devletin yanında kalmasına katkıda bulunuyor-
du; ancak özellikle köylülük ve esnaf büyük sıkıntı yaşıyordu.
Bu durum, bölücülüğün ve irticanın yanı sıra Sovyetler Birliği'ne
bağımlı bir komünist hareketin de yayılabileceği bir ortam oluş-
turuyordu.
Sovyetler Birliği Komünist Partisi ve ardından Komünist Enter-
nasyonal, 1921 yılı Mart ayında birleşik cephe politikasını uygula-
maya başlamış ve diğer ülkelerde komünist ihtilalleri başlatmayı
veya desteklemeyi bırakmıştı. 1928 yılından itibaren "sınıfa karşı
sınıf" politikası benimsenerek, Sovyetler Birliği dışındaki faali-
yetlerin artırıldığı bir döneme geçildi. Bu politika, Çanakkale ve
İstanbul boğazlarının Sovyetler Birliği açısından taşıdığı önem
nedeniyle, Türkiye'yi de yakından ilgilendiriyordu. Kemalistler
bu gelişmeler karşısında Türkiye'deki komünistlere karşı daha
sert bir politika izlemeye başladı.

Sınıf Mücadelesini Önleme Anlayışı ve Halkçılık

Bu dönemde Bolşeviklik veya Sovyetler Birliği'ne bağımlı bir


komünist hareket karşıtı politika çeşitli resme belgelere de yan-
sıtıldı.
Halkçılık ilkesinin bir boyutu, kalıtımsal olarak ayrıcalıklı
kesimlerin ayrıcalıklarının kaldırılarak herkesin kanun önünde

167
eşitliğinin sağlanması iken, diğer boyutu sınıf mücadelesinin ön-
lenmesiydi.
Türkiye'de halkın "imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle" ol-
duğu görüşü sürekli olarak gündemde tutuldu, 10. Yıl Marşı'na da
kondu.
"Yurtta barış, dünyada barış" sloganının "yurtta barış" bölü-
mü, sınıf mücadelesinin önlenmesi anlamına da geliyordu.
1931 yılında Afetinan imzasıyla yayımlanan Medenî Bilgiler ki-
tabının önemli bölümü, doğrudan Mustafa Kemal Paşa tarafından
yazılmıştı. Diğer bölümler de onun denetiminden geçmişti. Mus-
tafa Kemal Paşa'nın elyazısının tıpkıbasımlarından, bu kitapta
yer alan Bolşeviklik, "ihtilalci siyasi sendikalizm" ve "menfaatle-
rin temsili nazariyesi" konularındaki görüşlerin doğrudan kendi-
sine ait olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye'nin Sovyetler Birliği ile
ilişkilerinin çok iyi olduğu bir dönemde, Mustafa Kemal Paşa, Bol-
şeviklik hakkındaki görüşlerini son derece açık bir biçimde ifade
ediyor ve bu görüşler Sovyetler Birliği tarafından da biliniyordu.
Mustafa Kemal Paşa'nın 1931 yılındaki görüşleri şöyledir:
"Demokrasiye muhalif asrî cereyanlar:
"Bizim devlet teşkilatımızda, esas prensiplerimizi teşkil eden
demokrasinin evsafı farikasını tarif ettik. Demokrasinin bu
mefhumu, bazı nazariyelerin hücumuna maruz bulunmak-
tadır. (I) Bolşevik nazariyesi. (II) İhtilalci siyasî sendikalizm
nazariyesi. (III) Menfaatlerin temsili nazariyesi.
"Bu nazariyelerin, demokrasi nazariyemize hücumda ne ka-
dar haksız olduklarını izah edelim:
"I. Bolşevik nazariyesinin, Rusya'da tatbik olunan şekline
bakalım; bütün Rus milleti içinden, amele, deniz ve kara
kuvvetlerinden ibaret bir ekalliyet, iktisadî esaslara müste-
nit komünist partisi namı altında birleşerek, bir diktatörlük
vücuda getirmişlerdir. Gayelerinde, millî değildirler. Şahsî

168
hürriyet ve müsavat tanımazlar. Halk hâkimiyetine riayetleri
yoktur. Dahilde ekseriyeti, cebir ve tazyik ile, noktaki nazar-
larına itaate mecbur tutarlar; hariçte, propaganda ve ihtilal
teşkilatı ile bütün dünya milletlerine, kendi prensiplerini
teşmile çalışırlar.
"Halbuki, hükûmet teşkilinden gaye, evvelâ ferdi hürriyetin
menidir. Bolşevik tarzı hükûmetinde istibdat mahiyeti görül-
mektedir. Bir cemiyeti, bir kısım insanların noktai nazarla-
rının, zorla esiri ve sebunu yaşatmak şekline tabiî ve makul
bir hükûmet sistemi nazariyle bakılamaz.
"II. İhtilalci, siyasi sendikalizm nazariyatçıları da, her türlü
siyasî teşekkülleri yalnız, kendi menfaatleri lehine yaptır-
mak ve nihayet siyasî kuvvet ve hâkimiyeti ellerine geçirmek
istiyen işçi gruplarıdır. Bunlar, maksatlarını zorla istihsal
fırsatına intizar ederken, zaman zaman, umumî grevler ya-
parak, hükûmet adamları üzerinde müessir oluyorlar ve bazı
işleri kendi lehlerine hallettiriyorlar; yavaş yavaş, mevcudi-
yetlerini ihsas ediyorlar. Bunlar, İngiltere, Fransa ve Alman-
ya'da tesirlerini göstermektedirler. Almanya'da bu nazari-
yatçıları, az çok, tatmin için, millet meclisi yanında, iktisadî
mahiyette ve fakat istişarî olmak üzere, azası onlardan olan
bir meclis yapmışlardır. Bizde Âli İktisat Meclisi vardır. Fa-
kat, bu, herhangi bir tazyik üzerine değil, doğrudan doğruya
hükûmetin faydalı görmesinden istişarî mahiyette, vücuda
getirdiği bir heyettir."168
"İhtilalci siyasi sendikalizm"in eleştirisine gerek duyulması
bile, gelişmekte olan işçi sınıfının potansiyelinden çekinildiğini
göstermektedir.

168 Afetinan, age, s.40-41. Bu bölüm, Atatürk tarafından yazılanlar arasındadır.


Atatürk’ün elyazısıyla yazılmış biçimi için bkz. Age, s.420-425.

169
Bu dönemin önde gelen yöneticilerinden Recep Peker'in 1935
yılında yayımlanan İnkılâb Dersleri Notları'nda sosyalistliğe yö-
nelik eleştirilerin başında, bu siyasal hareketin enternasyonalist
(beynelmilelci) kimliği gelmektedir. Recep Peker'in 1935 yılındaki
görüşleri, Mustafa Kemal Paşa'nın görüşleri doğrultusundadır ve
CHP'nin resmi politikasını yansıtmaktadır:
"Sosyalist, beynelmilelcidir. Kendi bulunduğu ulusun müş-
terek menfaati içinde kendisini bir cüz olarak kabul etmez.
Kendisini, diğer ulusların içindeki işçi tabakalarile bir görür,
kendi ulusunun içindeki sermaye sahibini de, varlıklıyı da
kendisine düşman sayar.
"Şunu şöyle bir misalle göz önüne koyalım: Sosyalist mek-
tebe göre, Eskişehir'deki şeker fabrikasının işçisi Çekoslo-
vakya'daki Skoda fabrikasının işçisini, Uşak'ta halı satan bir
tüccardan daha çok sevmelidir; Çekoslovakya'daki yabancı
bir işçi, ona yurddaşı olan bir tüccardan daha yakındır. Hal-
buki dünyanın hiçbir yakasında köylü böyle düşünmez. Köy-
lü uluscudur, kendi faydasını, kendi ulusunun menfaatleri
ile bir görür. Ve işte bu yüzden çiftçi veya köylü, proletarya
damgası altında kendisini çağıran işçinin davetine koşma-
mıştır."
"Sosyalistler beynelmilelcidirler. Ulus telakkisi, yurd telak-
kisi, sosyalist anlayışa göre üzerlerinde durulmaya bile de-
ğer noktalar değildir."169
Köylülüğün "ulusçu" kimliğinin vurgulanması, Kemalistlerin
kırsal bölgelerde küçük üreticiliği destekleme politikalarıyla bağ-
lantılıdır. Bu politikanın bir amacı, mülksüzleşmeyi ve proleter-
leşmeyi önlemekti. Küçük üreticiliğin korunması ve geliştirilmesi
çabasının diğer amacı da, siyasi gericiliğin iktisadi/toplumsal/

169 Peker, age, s.39, 41.

170
siyasal dayanağı olan ve uluslaşmanın önemli bir engelini oluştu-
ran toprak ağalığını tasfiye etmekti.
Sovyetler Birliği ise Türkiye'nin bu duyarlılıklarına saygı gös-
terdi. Türkiye'nin Çanakkale ve İstanbul boğazları üzerindeki hâ-
kimiyeti, 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile sağlanmıştı. Türkiye
ile dostluk Sovyetler Birliği açısından Karadeniz sahillerinin gü-
venliği anlamına geliyordu. Komünist Enternasyonal, Türkiye'nin
Sovyetler Birliği ile ilişkilerinin yanı sıra, faşizm tehlikesine karşı
benimsenen yeni cephe politikalarıyla da uyum içinde davrandı;
1936 yılında Türkiye Komünist Partisi'nin illegal faaliyetleri tasfi-
ye edildi; TKP'lilere legal örgütlerde çalışma talimatı verildi. Mete
Tunçay, bu gelişmeleri bu yılları yaşamış bir eski TKP'liden dinle-
dikleri çerçevesinde şöyle anlatılmaktadır:
"TKP, 1936'da bir seksiyonu olduğu Komintern'den ayrılmış,
merkezsizleştirilmiş (Separat kararı Desantralizasyon adıyla
da anılır) ve üyelerinin yasal olanaklar içinde etkinlikleri-
ni sürdürmeleri istenmiştir. (...) Eski TKP'lilerde biri, bana,
1936'da bir Komintern temsilcisinin parti MK üyelerine hita-
ben, konuşmasına şu sözlerle başladığını anlatmıştı: 'Söyle-
diklerimi işitince, beni Mustafa Kemal'in casusu sanacaksı-
nız, ama değilim!' Temsilcinin getirdiği direktif, Türk parti-
sinin dağıtılması anlamına geliyordu. TC hükümetinin resmî
dış politikası, Sovyet yanlısı olduğu için, şimdi işçi hakları
gibi konularda bu hükümeti zorlamanın sırası değildi. Ko-
münistler demokrasiyi (yani Sovyet çıkarlarını) savunmak
için legale çıkmalı, CHP gibi siyasal örgütlere girmeli, yasal
basında yeralmalı idiler. (...) Partinin bu konuda sonradan
yaptığı ender açıklamalardan birinde şöyle denilmektedir:
'(...) O zamanki İsmet İnönü hükümetinin, memleketin millî
bağımsızlığına, sosyal gelişmesine hizmet eden, memleketin
ve halkın yararına olan bütün icraatında aktif olarak destek-
lenmesine karar verdi. Partiye bağlı gizli işçi sendikaları ve

171
gizli Komünist Gençlik teşkilatı kaldırılarak üyeleri legal işçi
ve gençlik teşkilatlarına girmekle görevlendirildi."170
"Beynelmilel komünizm" korkusu, 1946 yılından itibaren da-
yatılan ve etkili olan emperyalist politikalar doğrultusunda ve II.
Dünya Savaşı yıllarında güçlenmiş Türkiye burjuvazisinin ve feo-
dal kalıntıların da etkisiyle iyice hâkim oldu. Çalışma Bakanı Sadi
Irmak, 1946 yılında bütçe müzakereleri dolayısıyla Büyük Millet
Meclisi'nde yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:
"İşçi topluluğu olan her yerde birtakım beynelmilel ajanla-
rın tesir etmeye çalıştıkları görülür. Bu ajanlar işçi kütlesine
proleterlik duygusu aşılarlar. Sonra da bütün dünya prole-
terlerile birleşmek, yani beynelmilel olmak telkin ederler.
Onun için biz de işçimizde bu proleterlik duygusunun ve
durumunun husule gelmemesine en fazla dikkat edeceğiz.
Türk işçi refahı ve şerefi üzerinde titrediğimiz eşit haklara
sahib kıymetli bir vatandaş zümresidir. (...)
"İşçimiz hürdür. Haklara ve teminatlara sahiptir. Devlet iş-
letmelerinden başlayarak her yerde işçimizi şahsen sahip
olabilecekleri sıhhi mesleklere yerleştirmek davasını adım
adım takip etmekteyiz. Onun toprağı ile olan ilgisini devam
ettireceğiz. Türk işçisinin hakları arasına mesleki dernekler
kurmak hakkı da katılmıştır. Bu teşekküllerin mesleklerinin
yükselmesine, temsiline ve yardımlaşmaya hadim olması ve
yabancı ideoloji oyunlarının dışında hür ve milli duyguya
dayanan bir gelişmeye kavuşmalarını sağlayacak bir kanun
tasarısını huzurunuza sunmak üzereyiz.
"Türk işçisi şundan emindir ki onun hakiki ve büyük koruyu-
cusu Büyük Millet Meclisidir. İşçimiz, Enternasyonal ajanla-
rın Millet bütünlüğünü sarsmak ve vatanın yalınız ve yalnız

170 Tunçay, Türkiye'de Sol Akımlar, 1925-1936, c.2, İletişim Yay., İstanbul, 2009,
s.13-14, 163-164.

172
milli duygularla korunması mümkün olan istiklalini tehlike-
ye düşürmek istediklerinin farkındadır. İşçimiz, şunun da
farkındadır ki memleketimizde Devletçe işçi lehine girişilen
her teşebbüs milli işçilik ruhunu tahrip etmek isteyenleri çıl-
gın bir hiddete düşürmektedir."171
Bu dönem, "beynelmilelci" masonluğa karşı da olumsuz bir
tavrın benimsendiği ve uygulandığı yıllardır.

"Devlet Sosyalizmi", Devletçilik ve Mustafa Kemal Paşa

Mustafa Kemal Paşa, "devlet sosyalizmi" gibi bir kavram kul-


lanıyordu.
Dr. Doğu Perinçek'in haklı olarak belirttiği gibi, Türkiye'nin
milli demokratik devriminin önemli bir aşamasını oluşturan İtti-
hat ve Terakki Cemiyeti'nin kadroları, 1905 Rus Devrimi'nden ve
Balkanlar'daki Bulgar komitacılarından da etkilenerek, sosyalizm
konusunu tartışıyorlar ve bir bölümü devlet sosyalizmini savunu-
yordu. Nitekim, Mustafa Kemal'in, 1904 yılında, daha 23 yaşında
bir gençken yazdığı not şöyledir: "Evvela Sosyalist olmalı. Madde-
yi anlamalı!"172
Mustafa Kemal Paşa'nın daha sonraki yıllarda "devlet
sosyalizmi"ne ilişkin en önemli değerlendirmesi, Sovyet Rus-
ya'nın bir temsilcisiyle 1919 Mayıs'ında yapılan görüşmededir.
Teşkilatı Mahsusa başkanlarından Hüsamettin Ertürk'ün İki
Devrin Perde Arkası kitabında, Mustafa Kemal Paşa'nın Havza'da
Sovyet Rusya temsilcisi Budyeni ile görüştüğü ve ona Anadolu'da
kurulacak hükümetin "devlet sosyalizmi"ni benimseyeceğini söy-
lediği belirtilmektedir.173

171 Çalışma Bakanlığı Çalışma Dergisi, No:14, Ocak 1947, s.51-52.


172 ATABE, c.1, 1998, s.15.
173 Ertürk, İki Devrin Perde Arkası, s.339.

173
Bu görüşme, Rasih Nuri İleri'nin 1970 yılında yayımlanan Ata-
türk ve Komünizm kitabında ele alındı.174 Ancak bu konuda daha
sonra yapılan çalışmalar, bu görüşmeyi tartışmalı kıldı. Mehmet Pe-
rinçek, 2005 yılında yayımlanan Atatürk'ün Sovyetler'le Görüşmeleri
kitabında bu tartışmaları özetlemekte ve konuya açıklık getirmekte-
dir. M. Perinçek'e göre böyle bir görüşme olmuştur, ancak görüşü-
len kişi, büyük olasılıkla Budyonni değil, Budu Mdivani'dir.175
Burada önemli olan, Mustafa Kemal Paşa'nın "devlet sosyaliz-
mi" anlayışının düşünülmeden veya Sovyet Rusya'yı işbirliğine
ikna etmek için kullanılmış bir kavram olup olmadığıdır.
Bu yıllarda yapılan diğer bazı yayımlar, çok öne çıkmasa veya
CHP'nin resmi belgelerine aynen geçirilmese bile, bu kavramın
tartışıldığını ve Mustafa Kemal Paşa tarafından da benimsendiğini
göstermektedir. Ayrıca bu kavramla kastedilen "devletçilik"tir ve
1931 yılında CHP Programına ve 1937 yılında Anayasaya konmuştur.
1921 yılının İktisat Vekili Celal (Bayar) Bey, 16 Şubat veya 16
Mart 1921 günü Hâkimiyeti Milliye gazetesine verdiği demeçte dev-
let sosyalizmini şöyle savunuyordu:
"Devlet Sosyalizmine muarız olanlar (karşı çıkanlar), ferdi-
yeti kuvvetli; sermayesi mebzul (bol) memleketler ahalisidir.
Tanzimat-ı Hayriye'den beri gayr-ı müsavi (eşit olmayan)
şerait tahtında (koşullar altında) Avrupa kapitalinin mem-
leketimize mümtaz bir şekilde girmesinin ve menabi-i iktisa-
diyemize (ekonomik kaynaklarımıza) hâkim bulunmasının
müessif (üzücü) tesir ve neticeleri gözümüzün önündedir.
"Devlet Sosyalizminin veyahut bu esasata müteallik (ilişkin)
her hangi iktisadî ve içtimaî (toplumsal) nazariyelerin mem-
leketimizde tatbikinden mütevellit (doğan) faydaları yakın-
dan görmek için Anadolu'yu baştan başa tetkik ile mahsulât

174 R.N. İleri, Atatürk ve Komünizm, Anadolu Yay., İstanbul, 1970, s.29.
175 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. M. Perinçek, Atatürk’ün Sovyetler’le
Görüşmeleri, Sovyet Arşiv Belgeleriyle, Kaynak Yay., İstanbul, 2005, s.28-38.

174
ve masnuatımızı (ürünlerimizi) nevî ve derecelerine göre tas-
nif etmek ve her bir nevî için mahiyetine ve hususî şekline na-
zaran karar ittihaz eylemek (almak) iktiza eder (gerekir) (...)
"Devlet sosyalizminin fevaidini (yararlarını) müteaddit mi-
sallerle teyit etmek mümkündür. Burada uzun süreceği için
başka zamana talikını (bırakılmasını) daha muvafık (uygun)
buluyorum. Şu kadar söyliyeyim ki Almanya'da devlet sos-
yalizminin tatbiki pek güzel neticeler vermişti."176
Bu dönemin en önemli yayın organı Hâkimiyeti Milliye gazete-
siydi. Mustafa Kemal Paşa'nın doğrudan denetimi ve yönlendir-
mesi altındaki bu gazetede, Hüseyin Ragıp imzasıyla 6-7-8 Mart
1921 günleri yayımlanan "Sağdan Sola Doğru" başlıklı üç makale,
bu konuyu ayrıntılı olarak ele almaktadır.
Hüseyin Ragıp (Baydur), Hâkimiyeti Milliye'nin yazıişleri mü-
dürlüğünü yapmış, daha sonraki yıllarda önemli devlet görevle-
rinde bulunmuş bir kişiydi ve Dr. Reşit Galip'in ağabeyidir.
Celal Bayar'ın aktarılan görüşlerinin son bölümü ve Hüseyin
Ragıp Bey'in sözü edilen yazıları, konuya açıklık getirmektedir.
"Devlet sosyalizmi" kavramı ile kastedilen, Türkiye'de uygulanan
devletçiliktir. Hüseyin Ragıp Bey, "devlet sosyalizmi"ni savunur-
ken, Sovyet Rusya ile önemli bir antlaşmanın imzalanacağı gün-
lerde, Bolşeviklik'e ve komünistliğe açık bir biçimde karşı çık-
maktadır.
Hüseyin Ragıp Bey'in makalelerinin ilgili bölümleri aşağıda
sunulmaktadır:
"İktisat Vekili Celal Beyefendi'nin, birkaç gün evvel yazarı-
mıza devlet sosyalizminin faydalarından bahsetmiş olması,
bu mühim sorunda hükümetin de bizimle hemfikir olduğu-
nu gösterir. Bütün bu izahattan anlaşılır ki, dünya hadisele-
ri, siyasiyatında olduğu kadar iktisadiyatında da devletçili-

176 Ö. Şahingiray (der.), Celâl Bayar’ın Söylev ve Demeçleri, 1921-1938, Ekonomik


Konulara Dair, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 1999, s.8.

175
ğe, sosyalizme, sola doğru gitmektedir. Bu cihani istikamete
aykırı gitmek için, insanın pek olumsuz bir kanıya sahip ol-
ması lazım gelir. Dolayısıyla her millet gibi bizim de, gidece-
ğimiz yol, kendi kendine açılmış oluyor. (...)
"Şimdi sosyalizm cereyanlarının en kuvvetlisi, aşırıların ida-
resindedir. Yakın vakte kadar bu aşırılara, pek az farklarla
Rusya'da 'Bolşevik', Almanya'da 'Spartakist', Macaristan'da,
Fransa'da, İtalya'da ve İsviçre'de 'komünist' deniliyordu.
Üçüncü Enternasyonal, bunların hepsini bir isim altında
'komünist' unvanıyla topladı ve hepsine aralarındaki farkla-
rı kaldıran ortak bir talimatname gönderdi.
"Acaba biz bu sınıfa dahil olabilir miyiz? İmkânı yok! Tür-
kiye için bu zamanda herhangi şekilde olursa olsun 'Bolşe-
vik' veya 'komünist' bir idare ihtimali tasavvur etmek sadece
gülünç bir safdillik olur. Şimdiye kadar bizde komünist bir
hükümet şekli imkânını tasavvur edenlerin, komünizmi hiç
de anlamadıklarına şüphe yoktur. Bu kanaatimi bilhassa on-
ları dinleye dinleye edindim. Bizim tek tük komünistler bu
fikri kabul ederken 'zaten esasları İslam dininde mevcuttur'
diyorlar. Halbuki dünyada komünizmin hiç de hoşlanmadığı
bir müessese varsa, o da din, yalnız İslam dini değil, genel
olarak dindir. (...) Hakikat bu merkezde iken, bizde birisi
çıkar da, komünizmi 'esasen İslam dininde mevcuttur' diye
yaymaya kalkışırsa, bu husustaki cehaletini ortaya koymuş
olmaktan başka bir şey yapmaz.
"Türkiya için komünist bir idare tasavvuruna imkân bırakma-
yan sebepler, yalnız dini değil, aynı zamanda millidir de. Ko-
münizm demek, bir nevi enternasyonal, milliyetin haricinde
bir nevi dünya hükümeti demektir. Bir komünistin ne hususi
'milli' bayrağı, ne de hususi bir milliyeti vardır. Komünizm,
bütün milli bayrakların ortadan kalkmasını ister. Komünist
için yalnız bir bayrak vardır: Kızıl ihtilal bayrağı! (...)

176
"Biz, şimdi bütün vasıflarıyla tam, temiz ve heyecanlı bir
milliyetperverlik içinde gelişen bir milletiz. Bu sınırı geçip,
komünizme gitmek, başımızı sert duvara çarpıp kırmaya
benzer. Türkiya için komünist cereyanların zararlarını söy-
lüyen yalnız biz değiliz. Siyasi ve askeri sebeplerle aynı saf-
ta emperyalizme karşı müşterek silah arkadaşlığı ettiğimiz
Sovyet reisleri de aynı fikirdedirler. (...)
"Sosyalizmin pek çok esaslarını, milli idaremizi bozmadan
alır, tatbik ederiz. Mesela şirketleri yevaş yavaş millileştiri-
riz. Hükümet tekelini halk lehine çoğaltırız ve ayrıntısı bura-
da uzun sürecek daha birçok ıslahat yaparız. Özel tabiriyle,
bir nevi devlet sosyalisti oluruz. Fakat hakiki vasfımız, Av-
rupa matbuatının koyduğu isimdir: Milliyetperver Ankara
Hükümeti."177
1931 yılında Afetinan imzasıyla yayımlanan Medenî Bilgiler
kitabında Mustafa Kemal Paşa'nın yazdığı bölümde anlatılan
"devlet sosyalizmi", devletçilik ve sosyal devlettir. Medeni Bilgi-
ler'deki ilgili bölüm şöyledir: "Bu içtimaî teminlere devlet sosya-
listliğine yaklaşarak varılabilir. Bu yol, kanun yoludur. Mesela: (1)
İş kanunu. (2) Şehirlerin ve atelyelerin sağlık koruma kanunu. (3)
Sari hastalıklara karşı koruma kanunu. (4) Amelenin ihtiyarlığı
ve kazalara karşı sigorta kanunu. (5) Hasta ve ihtiyar yoksullara
mecburî yardım kanunu. (6) Çiftçi sandıkları kanunu. (7) Yardım
cemiyetleri kurulması kanunu. (8) Ucuz evler yapılması kanunu.
(9) Mektep çocukları için mekteplerde kooperatifler. Bütün bu
gibi cemiyetlere devlet bütçesinden yardım. Bu ve buna benzer
hususları temin için kanunlar yapılır ve tatbik olunur."178

177 Hüseyin Ragıp, “Sağdan Sola Doğru,” Kurtuluş Savaşı’nın İdeolojisi, Hâkimiyeti
Milliye Yazıları, 2. Basım, Kaynak Yay., İstanbul, 2004, s.125-134.
178 Afetinan, age, s.72. Mustafa Kemal Paşa’nın bu bölüme ilişkin elyazısı metni
için bkz. Age, s.527.

177
"Devlet sosyalizmi" konusu Tekin Alp'in 1936 yılında yayımla-
nan Kemalizm kitabında da ele alındı:
"Maamafih, Kemalist devletçiliğin endüstriyel sahada ta-
hakkuk ettirdiği işleri sureti mahsusada zikretmek lazımdır.
Bu sahada, Kemalist devletciliğin hakikî bir devlet sosyaliz-
mi şeklini aldığını, devletin sermayedarlık, müteahhitlik ve
tüccarlık ettiğini görüyoruz.
"Devletçilik, şimdiye kadar millî ekonominin devletin müda-
halesi faydalı ve zarurî görüldüğü bazı şubelerine münhasır
bir nevi devlet sosyalizmi idi.
"Bizde devletçilik mevzuu bahsolunca, hiç şüphesiz devlet-
ciliğin en birinci şekli olan ekonomik devletcilik değil, ayni
zamanda, başka memleketlerde hemen hemen hiç bilinmi-
yen sosyal ve kültürel devletçilik de anlaşılır. (...) Kemalist
devletciliği izah etmek için devlet sosyalizmi, ekonomi dirije
ilh. gibi klâsik formüller ileri sürmek kâfi değildir. Çünkü,
yeni Türkiye'nin devletcilikten maksadı yalnız ekonomiyi
değil, ayni zamanda sosyeteyi ve kültürel hayatı da idare et-
mektir. Hiçbir şeyin tesadüfe bırakılmaması lâzımdır."179
Cumhuriyet'in ilk yıllarının ünlü Adliye Vekili ve ardından
anayasa hukuku profesörü Mahmut Esat Bozkurt da Atatürk'ün
sağlığında yazdığı ve ancak daha sonra yayımlanabilen Atatürk
İhtilali kitabında "devlet sosyalizmi" konusuyla ilgilendi.
M. E. Bozkurt, "Devlet Sosyalizmi Nedir?" diye sorduktan
sonra şu yanıtı veriyordu: "Özel mülkiyeti tanıyan, fakat insanın
insan tarafından sömürülmesini önlemek ve milli kalkınmayı ba-
şarmak için devlete ekonomik işlerde kontrol ve teşebbüs hak ve
yetkilerini kabul eden bir sistemdir."
M. E. Bozkurt, "devlet sosyalizmi" konusunda Paris Hukuk
Fakültesi profesörü Henry Truchy'nin ve Wagner'in görüşlerini

179 Alp, age, s.234, 253, 262-264.

178
aktardıktan sonra, Alman sosyal demokratlarından Lassalle'ın
görüşünü onaylıyor ve şöyle yazıyordu: "Öyle ya. (...) Devlet bir
tokat vuranı bile cezalandırıp dururken, kalın sermayeleriyle bin-
lerce ve binlerce insanı sömürenlere nasıl göz yumabilir. İşte bize
göre, sosyal haksızlığı önleyecek olan gerekli tedbirler, devletçilik
sistemi içinde kâfi derecede gözetilmiştir. Türk devletçiliği de ken-
disini bu esaslarla ifade etmektedir."
M. E. Bozkurt daha sonra da şu yargıya varıyordu: "Bize her yön-
den uyan ekonomik politika: Devletçilik, devlet sosyalistliği idi."180
1930'lu yılların sonlarına kadar devam eden "devlet sosyaliz-
mi" tartışması, büyük ölçüde bu dönemde Avrupa'daki sosyalist-
komünist bölünmesi ve kavgasından da etkilenen ve CHP'nin ve
Türkiye Cumhuriyeti'nin "devletçilik" ve "halkçılık" ilkelerinde
ifadesini bulan bir kavramdı.
Sadri Etem'in 1933 yılında yayımlanan kitabında, devletçilik
konusunda yapılan değerlendirme, o yıllarda yaygın olan düşün-
ceyi yansıtmaktadır: "Türkiye devletçiliği, (1) memleketin büyük,
fakat yakında gelir getirmeyecek olan iktisadi işleri için, (2) mem-
leketin yabancı sermayesi önünde toptan proleterleşmemesi için,
(3) memleket içindeki zümreler arasında mücadelelere mâni ol-
mak için ilkeleştirilmiştir."181

Komünistlere Karşı Tavır

1920-1946 döneminde Türkiye'de çok sayıda komünist tevkifatı


yapıldı. Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı da 28/29 Ocak 1921 tarihinde
öldürüldü.182

180 M. E. Bozkurt, Atatürk İhtilali, c.I-II, Kaynak Yay., İstanbul, 2003, s.197-198,
204.
181 Sadri Etem, age, s.116.
182 Türkiye’de komünist tevkifatlarıyla ilgili liste için bkz. Tevetoğlu, Türkiye’de
Sosyalist ve Komünist Faaliyetler (1910-1960), s.383. Bu konuda Türkiye
Sosyal Tarih Araştırma Vakfı TÜSTAV’ın yayınları son derece yararlıdır. Mete

179
1919-1938 döneminde komünistlere verilen cezalar azdı. Ayrıca
1930'lu yıllarda sosyalist/komünist yayımların basılması ve sa-
tılması serbestti; Haydar Rifat'ın Dün ve Yarın Külliyatı, TKP'nin
Marksizm Bibliyoteği yayımları, Kerim Sadi'nin İnsaniyet Kütüp-
hanesi, Fatma Nudiye Yalçı'nın Emekçi Kütüphanesi birçok sol ki-
tabı yayımladı. Rasih Nuri İleri şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
"Atatürk zamanında, kısa dönemler haricinde sol neşriyat serbest
idi, ancak Atatürk rejiminin yerilmesine izin yoktu. (...) Yasak
olan sol örgütlenmeğe karşı verilen cezalara gelince bunlar Ata-
türk döneminde şaşılacak kadar azdı. (...) Asılan ya da ağır cezaya
uğratılan sol eğilimli tek bir kişi yoktur."183
Ayrıca bu yıllarda Atatürk'ün Kadrocular'a verdiği destek de
önemlidir. Kadrocular'ın savunduğu tezler, milli çıkarlar ve ba-
ğımsız bir cumhuriyet temelinde Türkiye demokratik devriminin
daha da derinleştirilmesiydi.
Bu konudaki tavır değişikliği, Atatürk'ün sağlığını yitirdiği
1938 yılında gerçekleşti.
Türk Ceza Kanunu, 11 Haziran 1936 gün ve 3038 sayılı Kanunla
(Resmi Gazete, 23.6.1936) değiştirilerek ünlü 141. ve 142. maddeler
eklendi. Kanuna eklenen 143. madde de önemliydi. Maddelerin
TBMM Genel Kurulu''nda kabulü sırasında hiçbir tartışma yapıl-
madı (Tutanak, 11.6.1936, s.214-215). Ancak maddelerin bu biçimi-
nin belirleyici özelliği, şiddet unsurunun aranmasıydı.
Bu düzenlemenin 3008 sayılı İş Kanunu'nun 3 Haziran 1936
günü kabul edilmesi ve 15 Haziran 1936 günlü Resmi Gazete'de

Tunçay’ın Türkiye’de Sol Akımlar, 1908-1925, c.I ve Türkiye’de Sol Akımlar,


1925-1936, c.II (İletişim Yay., İstanbul, 2009) kitapları temel kaynaktır.
Kaynak Yayınları, “Komintern Belgelerinde Türkiye” dizisi ve çeşitli diğer
yayınları da mutlaka incelenmelidir. Rasih Nuri İleri’nin Atatürk ve Komünizm
(Anadolu Yay., İstanbul, 1970) önemli bir kaynaktır.
183 İleri, age, s.362-363; ayrıca bkz. s.361-368. Bu konuda ve özellikle de Türk
Ceza Kanunu’nun 141. ve 142. maddelerine ilişkin ayrıntılı ve en güvenilir
temel başvuru kaynağı, Av. Halit Çelenk’in kitabıdır. Bkz. Çelenk, 141- 142
Üzerine, ANKA Yay., Ankara, 1976.

180
yayımlanmasından hemen sonra yapılması, yönetimin politikası
ile son derece uyumludur.
1936 yılında kabul edildiği biçimiyle Türk Ceza Kanunu'nun
141., 142 ve 143. maddeleri aşağıda sunulmaktadır:
"Madde 141. Memleket dahilinde içtimaî bir zümrenin diğer-
leri üzerinde tahakkümünü, şiddet kullanmak suretile tesis
etmeğe veya içtimaî bir zümreyi şiddet kullanarak ortadan
kaldırmağa veya memleket dahilinde teşekkül etmiş iktisadî
veya içtimaî nizamları şiddet kullanarak devirmeğe matuf
cemiyetleri tesis eden, teşkil eden, tanzim eden veya sevk ve
idare eden kimse beş seneden on iki seneye kadar ağır hapis
cezasile cezalandırılır.
"Memleket dahilinde cemiyetin siyasî ve hukukî her hangi
bir nizamını şiddet kullanarak ortadan kaldırmak gayesile
cemiyetler tesis eden, teşkil eden, tanzim eden, veya sevku
idare eyliyen kimseye de aynı ceza verilir.
"Bu cemiyetlere iştirak eden kimse bir seneden üç seneye ka-
dar ağır hapis cezasile cezalandırılır.
"Yukarıki fıkralarda gösterilen haller haricinde memlekette
millî hissiyatı sarsmağa veya zayıflatmağa matuf cemiyetler te-
sis eden, teşkil eden, tanzim eden veya sevku idare eden kimse
bir seneden üç seneye kadar ağır hapis cezasile cezalandırılır.
"Mezkûr cemiyetlere iştirak eden kimseye altı aydan iki se-
neye kadar hapis cezası verilir.
"Dağılmaları emredilmiş olan yukarıda yazılı cemiyetleri
sahte nam altında veya muvazaa şeklinde olsa dahi yeniden
teşkil edenler hakkında verilecek cezalar üçte birden eksik
olmamak üzere artırılır.
"Madde 142. Memleket dahilinde içtimaî bir zümrenin diğer-
leri üzerinde tahakkümünü şiddet kullanmak suretile tesis

181
etmek veya içtimaî bir zümreyi şiddet kullanarak ortadan
kaldırmak veya memleket dahilinde teşekkül etmiş iktisadî
veya içtimaî nizamları şiddet kullanarak devirmek yahut
memleketin siyasî ve hukukî herhangi bir nizamını yıkmak
için propaganda yapan kimse bir seneden beş seneye kadar
ağır hapis cezasile cezalandırılır.
"Propaganda millî hissiyatı sarsmak veya zayıflatmak için
yapılırsa ceza altı aydan iki seneye kadar hapistir.
"Yukarıki hükümlerde yazılı fiilleri medhü istihsan eden
kimse de aynı cezaya mahkûm olur.
"Madde 143. Hükûmetin müsaadesi olmaksızın beynelmilel
mahiyeti haiz olan veya kökü memleket dışında bulunan ce-
miyetleri veya müesseseleri veya bunların şubelerini memle-
ket dahilinde tesis eden, teşkil eden, tanzim eden veya sevku
idare eden kimse on beş günden altı aya kadar hapis ve beş
yüz liradan iki bin liraya kadar ağır para cezasile cezalandırılır.
"Müsaade, sahte veya noksan beyanat ile alınmış ise faili bir
seneden beş seneye kadar hapis ve bin liradan aşağı olma-
mak üzere ağır para cezasile cezalandırılır.
"Müsaade alınmaksızın teşkil edilmiş olan böyle bir cemiye-
te veya müesseseye veya bunların şubelerine memleket da-
hilinde iştirak eden kimse yüz liradan bin liraya kadar ağır
para cezasile cezalandırılır.
"Memleket dışındaki cemiyet ve müessselere Hükûmetin
müsaadesi olmaksızın iştirak eden memleket dahilinde mu-
kim vatandaşa da aynı ceza verilir." (Resmi Gazete, 23.6.1936)

28 Haziran 1938 gün ve 3512 sayılı Cemiyetler Kanunu ile sınıf


esasına dayalı cemiyet kurmak yasaklandı. Bu kanunun kabulün-
den hemen önce de Türk Ceza Kanunu'nun 141. ve 142. maddele-

182
rinde çok önemli bir değişiklik yapılarak, şiddet unsurunun aran-
masına son verildi. Bu maddelerin Türkiye'de sosyalist/komünist
harekete karşı etkili bir araç olarak kullanılması 1936 yılında ka-
bulünden sonra değil, bu değişiklikten sonradır.
Türk Ceza Kanunu'nun 141. ve 142. maddeleri, 29 Haziran 1938
gün ve 3531 sayılı kanunla aşağıdaki biçimi aldı:
"Madde 141. Memleket dahilinde içtimaî bir zümrenin di-
ğerleri üzerinde tahakkümünü tesis etmeğe veya içtimaî bir
zümreyi ortadan kaldırmağa veya memleket dahilinde te-
şekkül etmiş iktısadî veya içtimaî nizamları devirmeğe ma-
tuf cemiyetleri tesis eden, teşkil eden, tanzim eden veya sevk
ve idare eden kimse iki seneden beş seneye kadar ağır hapis
cezasile cezalandırılır.
"Memleket dahilinde cemiyetin siyasî ve hukukî her han-
gi bir nizamını ortadan kaldırmak gayesile cemiyetler tesis
eden, teşkil eden, tanzim eden veya sevk ve idare eden kim-
seye de aynı ceza verilir.
"Bu cemiyetlere iştirak eden altı aydan iki seneye kadar ha-
pis cezasile cezalandırılır.
"Maksada vüsul için şiddet kullanmak da istihdaf edilmiş
ise verilecek ceza birinci ve ikinci fıkralarda gösterilen hal-
lerde beş seneden on iki seneye kadar, üçüncü fıkrada yazılı
halde ise bir seneden üç seneye kadar ağır hapistir.
"Gayesi, Devletin Teşkilatı Esasiye Kanunu ile muayyen olan
ana vasıflarına muhalif veya millî hissiyatı sarsmağa veya
zayıflatmağa matuf bulunan cemiyetleri tesis eden, teşkil
eden, tanzim eden veya sevkü idare eden kimse bir seneden
üç seneye kadar ağır hapis cezasile cezalandırılır.
"Mezkûr cemiyetlere iştirak eden kimseye altı aydan iki se-
neye kadar hapis cezası verilir.

183
"Dağılmaları emredilmiş olan yukarıda yazılı cemiyetleri
sahte nam altında veya muvazaa şeklinde olsa dahî yeniden
teşkil edenler hakkında verilecek cezalar üçte birden eksik
olmamak üzere artırılır.
"Madde 142. Memleket dahilinde içtimaî bir zümrenin di-
ğerleri üzerinde tahakkümünü tesis etmek veya içtimaî bir
zümreyi ortadan kaldırmak yahud memleket dahilinde te-
şekkül etmiş iktısadî veya içtimaî nizamları devirmek yahud
memleketin siyasî veya hukukî bir nizamını yıkmak için
propaganda yapan kimse altı aydan iki seneye kadar hapis
cezasile cezalandırılır.
"Propaganda, yukarıki fıkrada yazılı hareketleri şiddet kul-
lanarak elde etmeğe matuf bulunduğu takdirde verilecek
ceza beş seneye kadar ağır hapistir.
"Devletin Teşkilatı Esasiye Kanun ile muayyen olan ana va-
sıflarını veya millî hissiyatı sarsmak veya zayıflatmak için
bunlar aleyhinde ve yabancı rejimler lehinde proganda ya-
panlar altı aydan iki seneye kadar hapis cezasile cezalandı-
rılırlar.
"Yukariki fıkralarda yazılı fiilleri medih ve istihsan eden kim-
se de aynı cezaya mahkûm olur." (Resmi Gazete, 16.7.1938)

Cemiyetler Kanunu'nun sınıf esasına dayalı cemiyet kurma ya-


sağı 5 Haziran 1946 günü kaldırıldı. 13 Haziran 1946 günü de 4934
sayılı kanunla Türk Ceza Kanunu'nun ünlü 141. ve 142. maddeleri
yeniden düzenlenerek, cezalar biraz daha artırıldı. Maddeler aşa-
ğıdaki biçimi aldı:
"Madde 141. Memleket içinde, içtimaî bir zümrenin diğerleri
üzerinde tahakkümünü tesis etmeğe veya içtimaî bir zümre-
yi ortadan kaldırmıya veya memleket içinde teşekkül etmiş
iktisadi ve içtimai nizamları devirmiye matuf cemiyetler te-

184
sis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare eden kimse iki yıldan
beş yıla kadar ağır hapis cezasiyle cezalandırılır.
"Memleket içinde, cemiyetin siyasi veya hukuki herhangi bir
nizamını devirmek amacıyle yıkıcı cemiyetler tesis, teşkil,
tanzim veya sevk ve idare eden kimse iki yıldan beş yıla ka-
dar ağır hapis cezasiyle cezalandırılır.
"Bu maksatlara varmak için şiddet kullanılmakta istihdaf
edilmiş ise veya zor kullanılmış ise verilecek ceza beş yıldan
on iki yıla kadar ağır hapistir.
"Memleket içinde, cemiyetin siyasi veya hukuki herhangi bir
nizamını zorla değiştirmek gayesiyle cemiyet tesis, teşkil,
tanzim veya sevk ve idare eden kimse beş yıldan on iki yıla
kadar ağır hapis cezasiyle cezalandırılır.
"Gayesi Cumhuriyetçiliğe aykırı veya millî hissiyatı sarsma-
ğa veya zayıflatmağa mâtuf cemiyetleri tesis, teşkil, tanzim
veya sevk ve idare eden kimse bir yıldan üç yıla kadar ağır
hapis cezasiyle cezalandırılır.
"Bu cemiyetlere iştirak eden kimse altı aydan iki yıla kadar
hapis cezasiyle cezalandırılır. İkinci ve dördüncü fıkralarda
yazılı hallerde ceza bir yıldan üç yıla kadar ağır hapistir.
"Dağılmaları emredilmiş olan yukarıda yazılı cemiyetleri
sahte nam altında veya muvazaa şeklinde olsa dahi yeniden
tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare edenler hakkında ve-
rilecek cezalar üçte birden eksik olmamak üzere artırılır.
"Madde 142. Memleket içinde içtimai bir zümrenin diğerleri
üzerinde tahakkümünü tesis etmek veya içtimai bir zümre-
yi ortadan kaldırmak yahut memleket içinde teşekkül etmiş
iktısadi veya içtimai nizamları devirmek veya siyasi veya
hukuki nizamları yıkmak için propaganda yapan kimse altı
aydan iki yıla kadar hapis cezasıyle cezalandırılır.

185
"Propaganda, yukardaki fıkrada yazılı hareketleri şiddet
kullanarak elde etmeye matuf bulunduğu takdirde verilecek
ceza beş yıla kadar ağır hapistir.
"Memleket içinde cemiyetin siyasi veya hukuki herhangi bir
nizamını zorla yıkmak için propaganda yapan kimse beş yıla
kadar ağır hapis cezasiyle cezalandırılır.
"Cumhuriyetçiliği veya millî hissiyatı sarsmak veya zayıflat-
mak için propaganda yapan kimse altı aydan iki yıla kadar
hapis cezasiyle cezalandırılır.
"Yukarki fıkrada yazılı fiilleri öven veya iyi gördüğünü söyli-
yen kimse de aynı cezaya çarptırılır."
1919-1946 döneminde, Türkiye'de kendiliğinden gelişen güçlü
bir işçi sınıfı hareketi yoktu. Mülksüzleşmemiş işçilerde, patron-
laşamamış işverenlerin yanında çalışan işçilerde veya işvereni
devlet olup millici bir çizgi izlemesi durumunda önemli haklara
ve dönemin koşullarına göre ayrıcalıklara sahip olan işçi aristok-
ratlarında (devlet memurlarında) kendiliğinden sınıf kimliğinin
hâkim olması ve sınıf bilincinin gelişebilmesi olanaklı değildi.
Komünistler, işçiler arasında yaptıkları çalışmayla sınıf kim-
liğini ve bilincini geliştirmeye çalışıyorlardı. Moskova'ya bağlı
komünistlerin geliştirdiği bir sınıf kimliği ise demokratik devrim
yoluyla bir ulus devlet, bir ulus ve özgür yurttaşlar yaratmayı he-
defleyen Mustafa Kemal Paşa açısından sakıncalı kabul ediliyor-
du. Kendiliğinden gelişen güçlü bir işçi sınıfı hareketinin olmadı-
ğı koşullarda, "sınıf" kavramı bile komünistlikle ve komünistlik
de Moskova'ya bağımlılıkla özdeşleştiriliyordu. CHP'nin "sınıf"
olgusunu bile reddetmesinin nedenlerinden biri bu kaygıydı.
1919-1946 döneminde işçi sınıfına yönelik politikalar, bunlar
ve benzeri koşullara göre, zaman içinde meydana gelen değişik-
likler de dikkate alınarak, formüle edildi ve uygulandı. Kitabın bu
dönemlerde işçi/memur haklarına ilişkin bölümündeki bilgiler,
bu yaklaşımlar ve politikalar çerçevesinde değerlendirilmelidir.

186
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

İŞÇİ SINIFININ DURUMU

Türkiye demokratik devriminin 1923-1946 döneminde Türkiye


işçi sınıfı çok zayıftı. Bu zayıflıkta belirleyici unsur Kemalist yö-
netimin yasakçı veya baskıcı politikaları değil, kapitalist üretim
ilişkilerinin yeterince gelişmemiş olması, Osmanlı'dan devralınan
toplumsal ve siyasal mirasın zayıflığı, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın
millici çizgisinin etkisi, kırsal bölgelerde toprak edinebilme ve
özellikle vasıflı işçilerin kentlerde kendi hesaplarına iş yapabile-
cekleri dükkan açabilme olanaklarıydı.
Osmanlı işçi sınıfının önemli bir bölümü, I. Dünya Savaşı ve
Kurtuluş Savaşı boyunca ve sonrasında Türkiye'den ayrılan Rum
ve Ermeni kökenli işçilerdi. Bu işçilerin çok büyük bölümü bu sa-
vaşlar süresince Osmanlı işçi sınıfının parçaları olarak sınıf kimli-
ğiyle değil, ulusal kimlikleriyle hareket ettiler. 1923/1924 yıllarına
gelindiğinde, bu işçilerin çoğu Türkiye Cumhuriyeti dışındaydı.
Ayrıca, kırsal kesimden ayrılan Rum ve Ermenilerin arazile-
ri de geride kalan yerli halk tarafından işlenebilir durumdaydı.
Arazi boldu, insangücü azdı. İşçilerin önemli bir bölümü de tam
mülksüzleşmemiş, işçiliği geçici bir ek gelir kaynağı olarak gören
ve yapan köylülerdi. Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkarların
önemli bölümünü oluşturan Ermeni ve Rumların ülkeden gitmesi

187
de bu alanda bir boşluk yaratmıştı. Meslek veya sanat sahibi bir
kişinin dükkan açıp çalışması da kolaydı ve ücretli olarak çalış-
maktan daha çekiciydi.
Ücretli işgücü ve özellikle de vasıflı ücretli işgücü gereksini-
minin yüksekliği ve bu alandaki arzın sınırlılığı, belirli bir ör-
gütlü mücadele olmaksızın önemli hakların elde edilebilmesini
sağlıyordu.
Türkiye burjuvazisinin imalat sanayinde büyük işletmelere
yönelmediği koşullarda, çok sayıda işçinin çalıştığı işyerlerinin
önemli bir bölümü kamu işletmeleriydi. Bu işletmeler de, işçile-
ri işyerinde tutabilmek için, günün koşullarında çekici olan bazı
haklar sağlıyorlardı.
Özel sektör işyerlerinde ise işçinin tepkisi örgütlü mücadele
değil, işyerinden ayrılıp başka bir işyerine girmek biçiminde ge-
lişiyordu. Özel sektör işyerlerinin büyük çoğunluğunun küçük
işletmeler olması, sınıf bilinci ve mücadelesinin gelişmesini de
önlüyordu.
Diğer bir deyişle, Türkiye demokratik devriminin 1923-1946 dö-
neminde vasıflı işçiler milli kimliklerini ön plana çıkararak, milli
davaya katkıda bulunarak ve kendilerine duyulan gereksinimden
yararlanarak önemli haklar elde ettiler. Başka ülkelerde sınıf mü-
cadelesi içinde kazanılan birçok hak, Türkiye demokratik devri-
minin bağımsız bir iktisadi altyapı yaratma çabası içinde vasıflı
işçilere milli davaya katkıları beklentisiyle verildi.
Türkiye'de memur statüsünde istihdam edilen ücretlilerin ve
işçi statüsünde istihdam edilen vasıflı işçilerin yararlandıkları
haklar, Türkiye demokratik devriminin sonucuydu. Türkiye de-
mokratik devriminin sağladığı milli kimlikleriyle hareket eden
vasıflı işçilere sağladığı ekonomik yararlar karşılığında, işçi sını-
fının bu kesimleri de demokratik devrime sahip çıktı, onun ko-
runmasına ve geliştirilmesine katkıda bulundu.
Türkiye demokratik devrimini geçmiş deneyimlerden ayıran
özelliklerden biri de, işçi sınıfının milli bilince sahip mülksüzleş-
miş vasıflı kesimlerine sağlanan bu haklardır.

188
Türkiye'de 1923-1946 Döneminde Mülksüzleşme ve
İşçi Sınıfının Oluşumu

Osmanlı İmparatorluğu'ndan devralınan topraklar geniş, nü-


fus az, tarım araç ve gereçleri ise geriydi.184 1927 tarım sayımı so-
nuçlarına göre, 231,5 milyon dönüm ekime elverişli arazinin yal-
nızca 43,7 milyon dönümlük bölümü ekiliyordu. Bu miktar, tüm
ülke alanının yalnızca yüzde 4,86'sı kadardı. Ekilen alanların ülke
toprakları içindeki oranı 1927 yılında yüzde 4,86 iken, 1934 yılın-
da yüzde 10,2 ve 1940 yılında da yüzde 12,25 oldu.185
Savaşlar, hastalıklar ve dış göç nedeniyle nüfus azalmıştı.186
Osmanlı İmparatorluğu döneminde önemli miktarda toprağa sa-
hip olan Ermeni ve Rumların büyük bölümü ölmüş veya ülkeyi
terk etmişti. Savaşlarda ölen Müslümanların ve ayrıca Ermenile-
rin ve Rumların arazileri ile malı mülkü ve mevcut nüfusa göre
genel olarak tarım yapılabilecek arazinin bolluğu, ülkede doğru-
dan üreticilerin mülksüzleşmesinin önündeki en önemli engeldi.
1923-1946 döneminde ve hatta 1950'li yıllara kadar, mülksüzleşme

184 “Türkiye’de kara sapandan bile daha iptidai say aletlerine tesadüf etmek
mümkündür. Mesela Siirt vilayetinde ‘zeriyat ucu kıvrık bir çengel vasıtasile
yapılır.’ “ “Nüfus kesafeti nisbeten fazla ve binaenaleyh toprak mahsullerine
talebi olan büyük şehirlerin civarındaki arazi müstesna olmak üzere, Şark
yaylalarında ‘arazi geniş olduğundan tarlalar bazen beş sene dinlendirilir.’
Kara köylerinde ‘Malakan sistemi namı altında iki sene tarlaları dinlendirmek
ve bir sene ziraat etmek usulü vardır.’” (Tökin, age, s.42,48.)
185 Y. Kepenek, Türkiye Ekonomisi, 5. Basım, V Teori Yay., Ankara, 1990, s.37, 65.
186 Osmanlı İmparatorluğu’nun son yılları ve Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında
savaşlarda ölenlere ilişkin bazı bilgiler, bu nüfus ve en verimli çağındaki işgücü
kaybının boyutlarını gösterecektir. Balkan Savaşı’nda yalnızca Lüleburgaz
savaşında 30 bin, Edirne kuşatması sırasında 15 bin ve koleradan da 40 bin er
öldü. I. Dünya Savaşı’nda 325 bin kişi şehit olmuş, 400 bin kişi yaralanmıştır.
İnönü savaşında 1588 asker şehit olmuş ve 2653 asker yaralanmıştır. Kütahya-
Eskişehir savaşında 1522 şehit ve 4714 yaralı vardır. Sakarya Meydan
Savaşı’nda ise 345 şubay şehit olmuş, 1217 subay yaralanmış; 2937 er şehit
olmuş, 12.401 er yaralanmıştır (A. Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşının Mali
Kaynakları, Maliye Bakanlığı Ellinci Yıl Yay. No:1974-162, Ankara, 1974, s.22,
25, 362, 429).

189
düzeyinin geriliğine ve nüfusun yetersizliğine bağlı olarak, sürek-
li bir işçi sıkıntısı yaşandı.
1945 yılında kabul edilen Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu için
TBMM'de oluşturulan geçici komisyonun raporunda ülkede ekile-
bilir arazi potansiyeli konusunda şöyle deniliyordu:
"Türkiye'de kültüre alınabilecek çok geniş toprakların bu-
lunduğu açık bir hakikattir. Tereddütsüz kabul etmek icap
eder ki, mera ve çayır arazisi adı altında boş yatmakta olan
bu toprakların önemli kısmı, hayvancılığımıza zarar verme-
den ve hemen hemen ıslah külfet ve masrafına ihtiyaç hasıl
olmadan, ekim ve dikime açılabilir. Bu suretle ekilen sahayı
belki bir misli kolayca genişletmek mümkün sayılabilir. Dev-
letin kombinalarla yapmakta olduğu ziraatte milyonlarca dö-
nüm mümbit toprakları kolaylıkla bulabilmesi ve ilerisi için
de çok geniş sahaların kombinalarla ziraate açılmasının der-
piş edilmesi bu müşahadenin inandırıcı delillerindendir."187
1923-1946 döneminde nüfusun çok büyük bir bölümü kırsal
bölgelerde yaşıyordu. Bu nedenle, mülksüzleşme öncelikle kırsal
kesimde gerçekleşecek bir olguydu. 1927, 1935, 1940 ve 1945 nüfus
sayımı sonuçları aşağıda sunulmaktadır:188

Nüfus Sayımları Sonuçları

Toplam Nüfus 10.000 ve 10.000'den Az Nüfuslu


Yıl Daha Fazla Nüfuslu Yerlerde Yerlerde Yaşayanlar
Yaşayanlar (%) (%)
1927 13.648.270 16,3 83,7
1935 16.158.018 16,6 83,4
1940 17.820.950 18,0 82,0
1945 18.790.174 18,4 81,6

187 Aktaran: Barkan, age, s.484.


188 DİE, age, 1973, s.78.

190
1934 yılının Haziran ayında Dahiliye Vekili'nin yaptığı açıkla-
malara göre, Türkiye'de bir milyondan fazla yarı veya daimi göçe-
be vardı.189
1923-1946 döneminde, mülksüzleşmenin yeterince gerçekleş-
mediği koşullarda, kapitalist sömürü ilişkileri açısından ilginç bir
durum ortaya çıktı. Tarımda, madencilikte, inşaatta ve sanayide
üretim araçları sahipleri bir ölçüde kapitalistleşirken ve işyerle-
rinde kapitalist sömürü ilişkileri önemini artırırken, doğrudan
üretici tam anlamıyla ücretlileşmiyor, işçileşmiyor, yarı-mülksüz-
leşmiş üretici olarak varlığını ve bilincini sürdürüyordu. Ücretli
emek-sermaye çelişkisi de toplumsal ve siyasal yaşamda belirle-
yici olamıyordu.
Çukurova ve Ege bölgelerinde ücretli işçi kullanan kapitalist
işletmeler vardı. Ancak bu kapitalist tarım işletmelerinde belirli
mevsimlerde çalışan tarım emekçileri, mülksüzleşmiş ve işçileş-
miş üreticiler değil, az topraklı yoksul köylüler veya ortakçılardı.
Madenlere devlet veya sermayedarlar hâkimdi ve üretim sürecin-
de kapitalist ilişkiler geçerliydi. Ancak madenlerde çalışan emek-
çilerin çok büyük bir bölümü az topraklı yoksul köylü veya ortak-
çılıktan ayırabildiği zamanı değerlendiren topraksız köylülerdi.
Özellikle demiryolları ve fabrika inşaatlarında çalışan inşaat işçi-
lerinin durumu da bu nitelikteydi. Sanayide de mülksüzleşmenin
geriliğinin ve küçük işletmelerin yaygınlığının yarattığı sonuçlar
önemliydi.
Mülksüzleşme düzeyinin geriliği, mülksüzleşmiş az sayıdaki
nitelikli/vasıflı işçiye günün koşullarında önemli maddi olanakla-
rın sağlanmasına ve işçi sınıfının bu kesiminin bir işçi aristokrasi-
sine dönüştürülmesine de yol açtı.
1923-1946 döneminde işçi sınıfı hareketine damgasını vuran
özellik, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin ve işyerindeki sö-
mürü ilişkisinin özünün bir ölçüde kapitalistleşmesine karşılık,

189 Derin, age, s.35.

191
mülksüzleşme düzeyinin geriliği nedeniyle, doğrudan üreticilerin
her açıdan yeterince işçileşememesi ve ayrıca bir işçi aristokrasisi-
nin oluşmasıdır. Bu olgu nedeniyle gelişen ve yaygınlaşan kapita-
lizme rağmen, bağımsız ve güçlü bir işçi sınıfı hareketi gelişmedi.
Mülksüzleşme, sınıf hareketinin dinamiklerini kavrayabilmenin
temel anahtarlarından biridir.

1929 Bunalımı ve Mülksüzleşme


1923-1929 dönemi, geniş köylü kitleleri için "göreli bir ilerleme"
sağlanan yıllar olarak değerlendirilmektedir.190 Ancak 1927'de
başlayan tarım bunalımı ve onu izleyen 1929 dünya bunalımı, kır-
sal kesimde büyük ve hızlı bir yoksullaşmaya yol açtı.
Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, 19.5.1930 tarihinde TBMM'de büt-
çe müzakereleri sırasında yaptığı açıklamada şunları söyledi:
"Memleketimizde bulunan 40.300 köyden 1500 köyün halkı top-
raksızdır. Şehirlerde topraksız olarak da bir o kadar çiftçi vardır.
Toprağı na-kafi olan çiftçi nüfusu da aşağı yukarı 300 bine baliğ
olmaktadır."191
Tarım Bakanlığı'nın 1937 yılından itibaren 35 ilde yaptırdığı an-
ketlerin sonuçlarına göre toprak mülkiyetinin dağılımı şöyleydi:192

Köy Etütleri Sonuçları (35 il)

Tasarruf Edilen Aile Sayısı Aile Sayısına


Toprak Miktarı Toplam Oranı (%)

Tamamıyla topraksız 61.008 5,50

1-10 dönüm 244.828 22.10


10-20 dönüm 161.280 14,56
20-30 dönüm 124.518 11,25

190 Boratav, “İktisat Tarihi, 1908-1980,” Akşin, Sina (ed.), Türkiye Tarihi, Çağdaş
Türkiye, 1908-1980, c.4, Cem Yay., İstanbul, 1989, s.290.
191 Aktaran: Barkan, age, s.478.
192 Age, s.477.

192
30-40 dönüm 92.222 8,32
40-50 dönüm 73.313 6,61
ARA TOPLAM: 757.169 68,34

50-75 dönüm 112.720 10,08


75-100 dönüm 74.914 6,76
ARA TOPLAM: 944.803 85,28

100-200 dönüm 88.365 7,98


200-500 dönüm 31.886 2,87
500-1000 dönüm 40.104 3,70
1000 dönümden fazla 1.876 0,17
GENEL TOPLAM: 1.107.034 100,00

Tarım Bakanlığı tarafından yapılan değerlendirmelerde, 35 il-


deki araştırma sonuçları, diğer 28 ili de kapsayacak biçimde tüm
ülkeye yaygınlaştırılınca, 128.690 topraksız aile ve 872.830 az top-
raklı (20 dönüm ve daha az topraklı) aile ortaya çıkmaktadır.193
Bu dönemde devlet arazisi ile köylerin orta malı topraklar,
toplam arazinin önemli bir bölümünü oluşturuyordu. 1940-1941
yıllarında Ziraat Vekaleti Köy Etüdleri Bürosu tarafından yapılan
araştırmanın çeşitli ilçelere ilişkin sonuçları şöyledir:
Kütahya'nın Kütahya ilçesinde arazinin yüzde 74,28'i köylerin
orta malı, yüzde 8,82'si devlet arazisi, yüzde 14,10'u küçük işlet-
meler ve yüzde 2,70'i de büyük (700 dönüm ve fazlası) işletmeler-
di. Arazinin yalnızca yüzde 0,10'luk bölümü vakıf arazisiydi. Kay-
seri'nin Develi ilçesinde toplam arazinin yüzde 68,24'ü köyün orta
malı, yüzde 8,90'ı devlet malı, yüzde 21,68'i küçük işletme, yüzde
1,1'i ise büyük (1000 dönüm ve fazlası) işletmeydi. Vakıfların payı
yüzde 0,08 düzeyindeydi. Ankara'nın Bala ilçesinde köyün orta
malı arazinin payı yüzde 74,40, devlet arazisinin payı ise yüzde

193 Barkan, age, s.476-477.

193
10,10 oranındaydı. Küçük işletmelerin payı ise yüzde 15,5 idi. Bu
bölgede vakıf arazisi ve 1000 dönümden büyük işletme yoktu.194
Bu dönemde köylerde hâlâ köyün müşterek mülkü olan arazi
konusunda İ. H. Tökin'in de gözlemleri vardır. İ. H. Tökin, Kars ve
Karadeniz Ereğlisi'nden verdiği örneklerle, her yıl köyün önderleri
tarafından bu arazinin yeniden nasıl dağıtıldığını anlatmaktadır.195
İsmail Hüsrev Tökin, 1930'lu yıllarda Anadolu köylüsünü şöyle
anlatmaktadır:
"Türkiye'nin münakalat yollarından (deniz, demiryolları
ve şoseler) uzak ve münakalatın kolaylıkla teminine gayrı
müsait zemin arızalarile harice karşı kapalı bulunan neva-
hisinde istihsal olunan mahsulün mühim bir kısmı, istihsal
edildiği mahalde müstahsili tarafından istihlak olunur. (...)
İstihlak maddelerinin kısmı azamını pazar vasıtasile değil,
kendi zati istihsalile temin eder. Çorap, çamaşır, hatta kun-
dura ve elbise gibi maddelerin ekseriyetle aile efradı tara-
fından ihzar edildiği görülür. Ev eşyası da aynı tarzda temin
olunur.196
"Doğu Anadolu'da yalnız şeker, gaz, çay, kahve gibi şeyle-
ri pazardan alır. (...) Bu mıntıkalardaki köylünün pazarla
alakası yok denecek kadar azdır. Köylü aşağı yukarı kendi
yağıyle kavrulmaktadır. (...) Orta Anadolunun münakalata o
kadar müsait olmıyan binaenaleyh hariçle teması nisbeten
az olan nevahisinde de aynı hali müşahede ederiz. Dağlık
veya ormanlık sahâlârda köylü, istihsalatının ancak fazla-
sını mahalli şehir veya kasaba çarşısına çıkarır. Buralarda
da asıl olan zati ihtiyaçların tatminidir. Pazarda satış tarzı

194 Ziraat Vekaleti Köy Etüdleri Bürosu, Birinci Beşbin Köyün Etüdü, Ankara, 1940-
1941’den aktaran: Yaşa Memduh vd., Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ekonomisi,
1923-1978, Akbank Yay., İstanbul, 1980, s.172.
195 Tökin, age, s.26, 27.
196 Age, s.21, 22.

194
tali derecede kalır. Şarkta olduğu gibi pazarla ancak Devle-
te olan vergi borcunu ödemek veya mahsul fazlasını satmak
maksadile temasa gelinmektedir."197
Türkiye'de tarım, 1927 yılında bir bunalıma girdi. Bu bunalım,
1929 dünya bunalımı ile küçük üreticiliği önemli ölçüde etkileye-
cek bir sürece dönüştü.
Bunalımla birlikte Türkiye'nin ihraç ettiği tüm tarım ürünle-
rinde büyük fiyat düşüşleri yaşandı. İç pazar için üretilen tarım
ürünlerinin fiyatları da düştü. Buğdayın kilosu 1927 yılında 12,78
kuruştu. 1932 yılında 4,94 kuruşa düştü. Aynı dönemde, iç fındık
27,94 kuruştan 15,94 kuruşa; tiftik 154,44 kuruştan 33,30 kuruşa;
pamuk 67,08 kuruştan 35,30 kuruşa; afyon 2297,49 kuruştan 811,93
kuruşa geriledi. 1927 yılı Aralık ayı ile 1934 yılı Aralık ayı arasında
çeşitli malların fiyatlarındaki düşüş de şöyleydi: İncir, 35,76 ku-
ruştan 11,96 kuruşa; zeytinyağı 55 kuruştan 21 kuruşa. Üzümün
fiyatı 1929 yılında 34 kuruş iken, 1934 yılında 19 kuruş oldu. Tütü-
nün kilosu 1926 Aralık'ında azami 300 kuruş ve asgari 250 kuruş
iken, 1933 Aralık'ında azami 100 kuruş ve asgari 15 kuruş oldu.198
Küçük üretici köylü, sattığı ürünün fiyatları hızla düşerken
azalmayan borcunu ve nakdi vergisini ödeyebilmek, toprağını
satmak zorunda kalmamak için ücretli olarak çalışabileceği iş
aramaya başladı.
Ahmet Hamdi Başar, buhran döneminde köylünün yoksullaş-
ma sürecini şöyle anlatmaktaydı:
"Vergilerin ağırlığı, tahsil edenlerin yaptığı suistimallerden
şikâyet umumi idi. Devlet otoritesini temsil eden memurla-
rın yaptıkları haksızlıklar ve kanunsuzluklardan her tarafta,
geniş ölçüde misaller getirilerek, bahis olunuyordu. İnkıla-
bın ve inkılapçı elemanın merkezi olması lazım gelen Halk

197 Tökin, age, s.23, 24.


198 Aydemir, “Sosyal Milliyetçiliğin Zaferi,” Kadro, c.3, No:35-36, İlkkanun 1934;
Sonkanun 1935, tıpkıbasım: AİTİA Yay. No:134, Ankara, 1980, s.15-16.

195
Fırkası, bir çok yerde menfaatçıların elinde ve emrinde ça-
lışıyordu. (...)
"Köy gittikçe fakirleşiyor, yaşanamayacak hale geliyordu.
Hele son dünya buhranı ile beraber mahsul ve bilhassa buğ-
day fiyatlarının düşmesi büyük bir panik husule getirmişti.
Köylü mahsulünü satarak, tohum masraflarını bile karşıla-
yamıyor; öbür taraftan vergileri ve banka faiz ve resülmalla-
rını, piyasa borçlarını ödemek için tazyik ediliyordu."199
"Ziraat Bankası ve köylü münasebetleri küçük bir mevzu
değil. Bu iş, büyük münasebetler çevresinde tetkik edilecek
mühim bir mesele. (...) Banka yerine köylünün murabahacı-
dan, tüccardan para aldığı veya onun esiri gibi çalıştığı da
doğru."200
"Her nereye gitmişsek vergilerin ağırlığından, alınma tarzı-
nın kötülüğünden, bu suretle yapılan zulümlerden şikayet
edildiği görülüyor."201
"Peynirciler, hayvan sahipleri zararda. Hayvancılar bu za-
rar karşısında sayım vergisini veremiyecek halde oldukları-
nı söylüyorlar. Vergi için çok tazyik yapılmakta, hayvanlar
satılmaktaymış. Sonra tahsildeki haksızlıklardan da sık sık
şikâyet olunuyor. (...) İşte şu köylüden kendisine ait olmayan
tarlaların da vergisi isteniyor; onun için öküzü satılıyor. (...)
Köylü vergi tahsildarlarından iki gün izin istemiş; şehirde
murabahacılardan ayda yüzde 5 faizle de para bulamamış.
Ziraat müdürü bile 'iki çifti olan köylü bir çiftini satmaya
mecbur kalıyor' diyor."202

199 Başar, Atatürk’le Üç Ay ve 1930’dan Sonraki Türkiye, 2. Basım, AİTİA Yay.


No:155, Ankara, 1981, s.21.
200 Başar, age, s.40.
201 Age, s.41.
202 Age, s.86.

196
"Adana'da Ziraat Bankası'nda ve hariçte yaptığım tetkiklerde
arazinin köylü eline geçerek parçalanması ve sonra köylü-
den çıkarak büyük arazi sahiplerinin eline geçmesi şeklinde
bir hareketin mevcut olduğunu gördüm. "203
İsmail Hüsrev Tökin, bunalımın sonuçlarını şöyle anlatmak-
taydı:
"Köylü borçlarına mukabil bütün müterakim servetlerini
elinden çıkarmaktadır. (...) Devlete olan borcunu, sermaye-
sinden, yani hayvanını, vesaitini satmak suretile ödemekte-
dir.204
"İçtimai farklılaşmada müstahsillerin mühim bir kısmı istih-
sal vasıtalarından yani mülkiyetlerinden tecerrüt ederek iş
kuvvetini satan müstahsiller haline gelmektedir. Emtiasını
satamayan fakat mutavassıta, murabahacıya olan borcun-
dan dolayı elinden bütün istihsal vasıtalarını borcuna mu-
kabil alacaklısına devreden müstahsil, yaşamak için ancak
kol kuvvetini satmak mecburiyetinde kalmaktadır. Bugün
Anadolunun her yerinde böyle binlerce köylünün şehirlere
yahut diğer iş merkezlerine, demiryolu inşaatı olan yerlere
akın ettiğini görmekteyiz."205
Bu yıllarda mülksüzleşip ücretli olarak çalışmaya başlayan
birçok kişinin kafasında, tarlasına yeniden kavuşmak arzusu
yatıyordu. Bu niyet ve çaba da, bu işçilerin kafaca işçileşmesini,
örgütlenmesini, mücadeleye katılmasını önemli ölçüde zorlaştırı-
yordu. Oya Köymen, bu durumu şöyle anlatmaktadır: "Karadeniz
Bölgesinin bu yolla mülksüzleşen küçük köylülerinin önemli bir
bölümü de yıllarboyu şehirlerde, kömür işletmelerinde, tarlaları-

203 Age, s.116.


204 Tökin, “Anadolu Köyünde Bünye Tahavvülü,” Kadro, No.14, Şubat 1933,
Tıpkıbasım, c.2, AİTİA Yay., No.130, Ankara, 1979, s.19, 20.
205 Tökin, agm, 1979, s.22.

197
nı bir gün geri alabilmek umuduyla çalışmışlardır. Örneğin, 1931
yılında Zonguldak Ticaret Odası Katiplerinden birinin yaptığı
araştırmaya göre, kömür ocaklarında çalışan amelelerin yüzde
80'inin küçük mülk sahibi köylü olduğu ve ocaklara 'birkaç kuruş
arttırdıktan sonra' köylerine, tarlalarına dönebilmek umuduyla
geldikleri anlaşılmaktadır."206
İşçi sınıfının oluşması ve güçlenmesi açısından vurgulanma-
sı gereken nokta, 1927 ve 1929 buhranlarının, mülksüzleşmiş ve
geçimini sağlamak için işgücünden başka satacak bir şeyi olma-
yan ve iş bulabilmek amacıyla geçici olarak değil, daimi olarak
yerleşmek için kentlere göç eden bir kitle yaratmadığıdır. Bunun
nedenleri aşağıda ele alınmaktadır.

Mülksüzleşme ve Hükümet Politikaları


Mülksüzleşme konusunda CHP hükümetlerinin 1923-1946 dö-
neminde izlediği politika, çeşitli gereksinimlere bağlı olarak bazı
çelişen amaçların uzlaştırılmasıydı.
CHP, kırsal kesimde küçük üreticiliği teşvik eden bir politika
izledi. CHP'nin bu dönemde küçük üreticiliği destek politikası, DP
ve AP geleneğinin 1950-1980 döneminde kırsal kesimde izlediği
küçük üreticiliği destekleme politikasından temelden farklıdır.
DP ve AP geleneği, dünyada Soğuk Savaşı'ın şu yada bu ölçüde
etkili olduğu koşullarda, ABD emperyalizminin bir antikomünist
araç olarak küçük üreticiliği destekleme politikası ve köylünün
oyunu alabilme kaygısıyla biçimlendirilmişti. CHP'nin politika-
sında ise, işçi sınıfının oluşumu korkusu ve ağalığı zayıflatma ça-
bası söz konusudur.
CHP kırsal kesimde çok bilinçli bir biçimde mülksüzleşmeyi
önlemeye ve bunun temel unsuru olarak kırsal kesimde küçük
üreticiliği desteklemeye çalışırken, bir taraftan ülkedeki sermaye
birikimini gerçekleştirmek için vergiler aracılığıyla küçük üretici-

206 Köymen, age, s.95.

198
liğe yüklendi, diğer taraftan mülksüzleşme düzeyinin geriliği ne-
deniyle ücretli işgücü gereksinimini sürekli olarak hissetti.
Cumhuriyet Halk Partisi'nin kırsal kesimde mülksüzleşmeyi
önleme çabasının birinci nedeni, ülkede işgücünden başka sata-
cak bir şeyi olmayan güçlü bir işçi sınıfının oluşmasını engelle-
mekti.
Toprak ağalığı ise hem her türlü gericiliğin önemli kaynakla-
rından biriydi, hem de belirli bölgelerde uluslaşmanın ve özgür
yurttaşlar yaratabilmenin en önemli engellerindendi.
Toprak ağalığı ve tefecilik birçok bölgede iç içe geçiyordu. CHP
bu dönemde küçük üreticiliği tefecilere karşı desteklemeye çalıştı.
Ziraat Bankası bu süreçte önemli bir rol üstlendi: "Ziraat Ban-
kası'nın 1935'ten beri uygulanma alanı bulan 3202 sayılı kuruluş
kanunu hükümleri, köylülere kredi sağlamak, onları arazi sahibi
yapmak, yetersiz arazi sahibi olanları yeterli hale getirmek sure-
tiyle büyük çiftliklerin dağılmasına yardım etmiştir. Bu konuda
bir misal olmak üzere Ankara'ya bağlı Zirkayı Köyü yakınında
7000 dönümlük bir çiftliğin Ziraat Bankası yardımıyla satın alına-
rak 89 köylü ailesine dağıtılmasını zikredebiliriz."207
Bu yıllarda tarım satış kooperatifleri ve birlikleri oluşturuldu.
İzmir İncir Tarım Satış Kooperatifleri Birliği 1937 yılında 7 koope-
ratifin birleşmesiyle; İzmir Üzüm Tarım Satış Kooperatifleri Birliği
1937 yılında 7 kooperatifin birleşmesiyle; Giresun Fındık Tarım
Satış Kooperatifleri Birliği 1938 yılında 5 kooperatifin birleşme-
siyle; Adana Pamuk Tarım Satış Kooperatifleri Birliği (Çukobirlik)
1940 yılında 5 kooperatifin birleşmesiyle; Koza Tarım Satış Koope-
ratifleri Birliği 1940 yılında 3 kooperatifin birleşmesiyle kuruldu.
Ancak hükümetin bu dönemdeki kredi politikasının küçük üre-
ticiliğe önemli bir destek sağladığını söylemek olanaklı değildir.
Cumhuriyet döneminde tarımda yaşanan teknolojik değişim,
yeni ürünlerin üretiminin yaygınlaşması ve ulaştırmada sağlanan

207 Türkiye’de Toprak Reformu, c.I, TODAİE, Ankara, 1961, s.8.

199
atılım da küçük toprak sahiplerinin gelirini artırdı ve mülksüzleş-
meyi yavaşlattı ve hatta bazı bölgelerde durdurdu.
Şeker pancarı ekimi, bu büyük değişim kanallarından biriydi.
1920'li yılların sonları ve 1930'lu yılların başlarından itibaren köy-
lülere, tohumu ve araç gereci sağlanarak ve üretilen ürüne satı-
nalma garantisi verilerek, şeker pancarı ektirilmeye başlandı. Bu
yolla, karasabanın yerini pulluğun, kağnının yerini dört tekerlekli
arabanın alması, köylere su motorlarının girmesi, köylünün geli-
rinin artması ve piyasaya açılması sağlandı.208
Doğu Karadeniz Bölgesi'nde çaycılığın da böyle bir etkisi oldu.
Ulusal Kurtuluş Savaşı öncesinde Doğu Karadeniz Bölgesi'nden
on binlerce insan, sahip oldukları arazinin geçimlerini sağlama-
ması nedeniyle, aylar ve hatta yıllar süren gurbetçiliğe çıkarlardı.
1924 yılında çıkarılan bir kanunla, Rize vilayetinde ve Borçka ka-
zasındaki köylüye bir yükümlülük getirildi: "Çalılık ve kızılağaçlık
arazi sahipleri, ziraat fen memurlarının verecekleri rapor üzerine
bunları kesecek, temizliyecek, toprağın istidadına göre fındık,
portakal, mandalina, çay ve buna benzer gelir getirici fidanları
dikmeye zorunlu tutulacaklardı. Fidanları hükümet bedelsiz ve-
recek, açılan arazilerden on sene boyunca vergi alınmıyacak"tı.209
1940 yılında kabul edilen 3788 sayılı kanunla devlet, çay yap-
raklarını almayı garantiledikten sonra herkes çaylık kurdu.210 1939
yılında 1824 aile çay ekme taahhüdüne girmişken, bu sayı 1940
yılında 5 bine, 1946 yılında 11 bine çıktı.211 Çay üretimi sayesinde
Doğu Karadeniz Bölgesi'ndeki küçük toprak sahiplerinin geliri art-
tı, gurbetçilik azaldı ve mülksüzleşme uzun bir süre durduruldu.
Bu yıllarda demiryolları politikası ile ulaştırma olanaklarının
artması, köylünün ürününü pazarlama olanaklarını artırdı.

208 Şeker pancarı ekiminde yaşanan güçlükler ve köylüler açısından sağladığı


yararlar için bkz. T. Veldet, 30. Yılında Türkiye Şeker Sanayii, Türkiye Şeker
Fabrikaları A.Ş.Yay. No:48, Ankara, 1958.
209 R. Arar, Türkiye’de Çaycılık ve Rize, İstanbul, 1969, s.61-62.
210 Arar, age, s.63.
211 Age, s.134.

200
1925 yılında âşarın kaldırılması ve yerine düşük miktarda pa-
rasal bir arazi vergisinin konması köylüleri oldukça rahatlatmış
ve piyasaya dönük üretim açısından teşvik etmişti. Ancak, buna-
lımla birlikte, parasal vergi önemli bir sorun oluşturdu.
1930'lu yıllarda küçük üretici, az topraklı ve hatta topraksız
yoksul köylülerin en önemli sorunlarından biri, sayım vergisiydi.
Bu vergi, hayvanın niteliği göz önüne alınmadan doğrudan doğ-
ruya hayvan sayısı üzerinden alınıyordu. Örneğin 1930-31 yılların-
da her tür koyun yılda 60 kuruş vergiye tabiydi. Halbuki aynı yıl
koyunun piyasa fiyatı, mevsime ve cinsine göre 100 kuruşla 1000
kuruş arasında değişiyordu. Tiftik keçisinden her yıl alınan vergi
50 kuruştu. Tiftik keçisinden bir okka tiftik alınıyordu. Onun fi-
yatı da 80-100 kuruştu. Arazi vergisi de nakit olarak ödeniyordu.
Birçok köylü bu parasal vergileri ödeyebilmek için tarlasını rehine
koydu, arazisini sattı.212
29 Mayıs 1941 tarihinde kabul edilen 4040 sayılı kanunla, ko-
yun, kıl keçisi, tiftik keçisi, sığır, manda, at, katır, deve, eşek ve
domuzlardan, hayvan başına 10 kuruş ile 125 kuruş arasında de-
ğişen bir vergi alınmaya başlandı.
1941 yılında kabul edilen ve 1944 yılına kadar uygulanan top-
rak mahsulleri vergisi, köylülüğün sırtındaki vergi yükünü, birçok
durumda görevli memurların keyfi uygulamalarına da yol açarak,
önemli ölçüde artırdı.
Bu dönemde gerek köylünün kullandığı temel tüketim malları
üzerine konan vergiler, gerek üreticiden doğrudan alınan vergi-
ler, topraksız ve az topraklı köylünün yoksullaşmasına, ortakçı-
laşmasına, gurbetçileşmesine neden oldu.

Mülksüzleşme ve Ortakçılık
1923-1946 döneminde kırsal kesimde küçük üreticiler arasın-
da yoksullaşma ve kısmi mülksüzleşme, kentsel bölgelere göç et-

212 Başar, İktisadi Devletçilik, c.I, İstanbul, 1931, s.147-148, 155.

201
miş ve buralarda sürekli kalarak iş arayan mülksüzleşmiş büyük
bir işsiz kitlesi yerine, ortakçılığın yaygınlaşmasına yol açtı. Bu
nedenle, tarımda 1927'de başlayan ve 1929 Buhranı'nın etkisiyle
daha da derinleşen bunalım, tarım dışı sektörlerde aynı dönemde
büyük sıkıntısı çekilen mülksüzleşmiş ve topraktan kopmuş öz-
gür işgücüne dönüşmedi.
1950'li yıllarda tarımda hızlı makineleşme, bir taraftan devlet
arazisini ve köy meralarını büyük toprak sahiplerinin arazilerine
katarken, diğer taraftan ortakçıları bir süreç içinde topraktan kov-
du. Böylece, daha önce yoksullaşmış ve tam veya yarı-mülksüz-
leşmiş köylü kitlesi, teknolojik gelişmeyle birlikte, 15-20 yıllık bir
"ortakçılık gecikmesiyle" tarım dışı sektörlerde istihdam edilebi-
lecek işgücüne dönüştü.
Trakya ve Marmara bölgelerinde yarıcılık, Ege, Orta Anadolu
ve Güney Anadolu bölgelerinde ortakçılık ve Doğu Anadolu'da
marabacılık adı verilen sistemde, mülk sahibi ile doğrudan üretici
arasındaki ilişki çeşitli farklılıklar göstermekteydi.
Bu ilişkinin bir ucunda üretim araçları, tohum, vb. girdilerinin
tümünün ortakçı tarafından karşılandığı, mülk sahibinin yalnız-
ca toprağını, elde edilecek ürünün bir bölümü karşılığında kira-
ladığı bir uygulama vardı. Diğer bir deyişle, mutlak miktarı belli
olmayan ürünün belirli bir oranında bir aynî kira söz konusuydu.
Bu nitelikteki ilişkinin hemen yanında, miktarı önceden belirlen-
miş ürün rantlı kiracılık, onun yanında ise para rantlı kiracılık
bulunuyordu.
Mülk sahibi ile ortakçının ilişkisinin diğer ucunda, tüm tarım-
sal girdilerin toprak sahibince karşılandığı ve hatta bazı hayvan-
ların bile verildiği ve buna karşılık ortakçının yalnızca emeğiyle
üretim sürecine katıldığı bir ilişki söz konusuydu. Bu ilişkide, or-
takçının geliri, mutlak miktarı belli olmayan ve elde edilecek ürü-
nün belirli bir bölümünden oluşan aynî bir ücretti. Bu nitelikteki
ilişkinin hemen yanında, mutlak miktarı önceden belirlenen aynî

202
ücret karşılığında çalışan yıllıkçı tarım işçisi 213, onun yanında ise
nakit ücret karşılığında çalışan tarım işçisi bulunuyordu. Bazı yö-
relerde ortakçının köyde oturduğu ev bile toprak sahibine aitti.
Tarım teknolojisinin ve tarımda sermaye birikiminin geri oldu-
ğu, mevcut toprağın sınırlı bir bölümünün işlendiği ve toprakları-
nı genişletmek isteyen büyük toprak ağalarının hazine arazisine
veya köy meralarına el koyabildiği koşullarda, kırsal kesimde sö-
mürüde ortakçılık ilişkisi toprak sahipleri açısından daha avan-
tajlıydı. Ortakçının, toprak ağası açısından, ücretli işçiliğe üstün-
lüğü şu noktalardadır:
• Sabit bir nakdî veya aynî ücret, çalışanı, elde edilecek ürün
miktarına karşı duyarsız kılar. Ücretli işçi, işvereniyle ilişkisine
kısa dönemli bakar ve araziye, aletlere, vb. sahip çıkmama eğili-
mindedir.
• Tarım ürünleri fiyatları büyük oynamalar gösterir. Ürün fi-
yatlarının özellikle tarım bunalımı nedeniyle önemli ölçüde düş-
tüğü durumlarda, ürünün satışından elde edilecek para, önceden

213 Cemil Çalgüner, 1940’lı yılların başlarında ayni ücretle çalışan yıllıkçı
tarım işçilerini şöyle anlatıyor: “Yıllıkçılara ayniyat ücreti olarak, anlaşma
hükümlerine göre, bazı yerlerde muayyen miktarda hububat ve diğer ziraat
mahsulleri verildiği gibi, bu diğer bazı yerlerde de işverenin vasıtalarile, yine
işverenin tarlasına yıllıkçı nam ve hesabına bir miktar zeriyat yaptırılmak
suretile karşılanmaktadır (...) Ücretler para ve ayniyatla karışık olarak ödendiği
gibi, yalnızca para ve yalnız ayniyatla da ödendiği vakidir... Anlaşma yalnızca
para üzerinden yapıldığı takdirde, ücret mukabili ayniyat vermek zarureti hasıl
olursa, verilen ayniyat o zamanki rayice göre paraya tahvil edilerek hesap edilir.
Memleketimizin bazı parçalarında yıllıkçıların münhasıran ayniyat ücretile
çalıştırıldığını söylemiştik. Münhasıran ayniyatla çalıştırma usulü daha ziyade
şark vilayetlerinde taammüm etmiştir. Tokat’ın Artuva kazasında yıllıkçıların
iş karşılığı ayniyatla ödenmektedir. Yıllıkçılara ücret olarak da bir yıl zarfında
1200-1800 kilo buğday, 300-400 kilo da arpa verilmektedir. Yine aynı
vilayetin Zile kazasında da yıllıkçıları, para ücreti yanında münhasıran ayniyat
ücretiyle istihdam etmek adeti de vardır. Burada para ücretile istihdam edilen
yılıkçılara 60-100 lira verildiği halde, ayniyat ücretile istihdam edilenlere de
50-90 rublağı hububat verilmektedir. Bir rublağı 15 kilo buğday ve 10 kilo
arpa karşılığıdır.” (C. Çalgüner, Türkiye’de Ziraat İşçileri, Ankara Yüksek Ziraat
Enstitüsü Yay., Sayı 132, Ankara, 1943, s.79 ve 81.)

203
üzerinde anlaşma yapılmış nakit ücretin ödenmesine yetmeyebi-
lir bile. Bu durumda, ürün fiyatlarının istikrarsızlaştığı ve düşme
eğilimi gösterdiği dönemlerde, bir taraftan küçük üreticiler mülk-
süzleşirken, ücretli işçilikten çok, riskin bir bölümünün doğrudan
üreticinin sırtına yıkıldığı ortakçılık gelişir.214
• Ücretli işçi çalıştıran toprak sahibinin kendisinin veya bir
adamının işin gözetiminden sorumlu olması gerekir. Ortakçılıkta
ise buna gerek yoktur. Elde edilecek üründen belirli bir pay alacak
olan ortakçı, azami ürünü elde etmeye kendiliğinden çalışır.
1927 yılında başlayan tarım bunalımı ve 1929 yılında başlayan
genel bunalım, tarım ürünü fiyatlarının hızla düşmesine yol açar-
ken, nakit olarak ödenen vergilerde ve borçlarda bir azalma olma-
masına bağlı olarak, kırsal bölgelerdeki küçük üreticiler arasında
yaygın bir yoksullaşmaya neden oldu.
Eğer bu dönemde Türkiye'de tarımda bir teknolojik atılım ve
sanayide sermaye birikiminde ve yatırımlarda bir sıçrama gerçek-
leşmiş olsaydı, yoksullaşan ve önemli ölçüde mülksüzleşen kü-
çük üreticiler, 1930'lu ve 1940'lı yıllarda sanayide önemli ölçüde
gereksinimi hissedilen mülksüzleşmiş ücretlilere dönüşürlerdi.
Ancak çeşitli etmenlerin yanı sıra, özellikle bunalım sonucunda
ücretli işgücünün ucuzlaması, tarımda böyle bir teknolojik atılımı
engelledi. Türkiye burjuvazisi ise, sanayi yatırımları yerine, kâr
oranlarının çok daha yüksek olduğu ticaret ve kamu demiryolu
inşaatlarında müteahhitliğe yöneldi.
Böylesine bir teknolojik atılımın ve özel büyük sanayi yatırım-
larının gerçekleşmemesi, ortakçılığı yaygınlaştırdı. Birçok küçük
üretici, bir taraftan elinde kalan toprağı işleyerek, bir taraftan

214 1929 bunalımından sonra Türkiye’de yaşanan durumu İ. Hüsrev Tökin şöyle
anlatmaktadır: “Ortakçılık amele kullanmaktan ucuz telakki edilmektedir.
Ameleye nakit halinde muayyen bir ücret vermek lazımdır. Toprak sahibi,
mahsul para etmediği ve binaenaleyh mahsulden bir kazanç alamadığı
zamanlar, nakit halinde iş ücreti tediyesinde müşkülat çeker. Halbuki,
ortakçıya emeğine mukabil para etmiyen mahsulden vermek daha karlıdır.”
(Tökin, age, s.191.)

204
ortakçılık yaparak, diğer taraftan da geçici işlerde ücretli olarak
çalışarak borçlarını ve vergilerini ödemeye çalıştı.
Kazım Köylü, 1947 yılında yayımlanan Türkiye'de Büyük Arazi
Mülkleri ve Bunların İşletme Şekilleri isimli kitabında şu değerlen-
dirmeyi yapıyordu:
"Memleketimizde umum ziraat işletmelerinin adet itibarile
% 0,7'sini teşkil eden 418 büyük ziraat işletmelerimiz eş-
has elinde bulundukları zaman çalışma şekillerini oldukça
ekstansif bir şekle indirmişlerdir. Adana mıntıkası istisna
edilecek olursa hemen hemen eşhas elindeki büyük ziraat
işletmelerinin umum arazisinden ancak % 5-10'u tarla ola-
rak kullanılmaktadır. Diğer arazi mer'a arazisini teşkil eder.
Memlekette şahıs elinde bulunan büyük ziraat işletmelerini
faaliyet bakımından şu şekilde bir tasnife tabi tutabiliriz:
"1. Arazisini mera olarak kullanarak,
2. Mera ve çayır otçuluğu yaparak,
3. Arazisinin çok mümbit tarla kısmını muhtelif kimselere
kiralayarak,
4. Arazisinin çok mümbit tarla kısmını yarıcılıkla işleterek,
5. İşletmeyi tamamiyle kiraya vererek yahut yarıya vererek,
6. Elde bulunan sermaye entansitesine göre çiftliği bizzat iş-
leterek.
"İlk dört şekildeki faaliyet büyük ziraat işletmelerimizin he-
men hemen % 90'ını teşkil etmektedir. Bu gibi kimseler ek-
seriyetle şehirde oturmaktadır. (...) Mera ve çayır otçuluğu
yapanlar, ot hasadı mevsiminde işletmeye gelerek hasat ve
balya işini bitirir ve mahsulü hemen satarlar. Yahut çayırla-
rını ve biçim meralarını hasad ve balya külfetinden kurtul-
mak için ot mütahitlerine devr ederler. (...) Arazisinin bir kı-
sım tarlalarını kiralıyarak ziraat işletmelerini idare edenler
205
şehirde otururlar. Tarla kirası ekseriyetle aynî olarak veril-
mektedir. Hasat zamanı işletmesindeki tarlalarını pek muh-
telif parçalar halinde kiralıyan mal sahibi kira toplamak üze-
re işletmesi başına gelir. Kirayı derhal nakde tahvil ederek
işletmenin ertesi seneki tarla kiracılariyle uzlaşır. Yarıcılık
ile işletenler ise ekseriyetle işletmelerinin başında kontrolu
arzu ettiklerinden nadiren şehirde otururlar. Yarıcı ile mal
sahibi harmandan harmana konuşulduğu şekilde mahsulü
paylaşırlar. Ortakçılığın her mahsul için ayrı şekli mevcuttur.
Hemen hemen her mıntıkada ayni mahsul için muhtelif or-
takçılık şekli vardır. (...) İşletmesini elinde bulunan sermaye
intansitesine göre bizzat idare edenler çok nadirdir. Adana
mıntıkasında ekseriyet böyledir. Cenubi, garbi ve trakyada
tek tük bu gibi işletmelere tesadüf edilmektedir. Eşhas elin-
deki işletmeler karekter itibariyle ekseriyetle çok ekstansif,
tek taraflı çalışan, yalnız tabiatın verdiği ile iktifa edilen zi-
raat işletmeleridir."215
Ortakçılık, 1945 yılında kabul edilen Çiftçiyi Topraklandırma
Kanunu'na karşın önemini 1950'li yıllara kadar korudu. 1950'li
yıllarda tarımda hızla gelişen makineleşme, bir taraftan hazine
arazisini ve köy meralarını büyük toprak ağalarının denetimi al-
tına sokarken, bir süreç içinde de ortakçılığı azalttı. Mülksüzleş-
miş ve topraktan koparılmış köylüler, iş olanakları için kentlere
(bu defa yerleşmek üzere) itildi. Gelişen ulaştırma olanakları ve
kentin çekiciliği ise, henüz tümüyle mülksüzleşmemiş az topraklı
köylülerin de, köyleriyle bağlarını koparmadan kentlere yerleş-
melerine yol açtı.
Diğer taraftan, 1946 sonrasında ülkede hızlanan kapitalistleş-
me sürecine koşut olarak, bazı toprak ağaları arazilerinin bir bölü-

215 K. Köylü, Türkiye’de Büyük Arazi Mülkleri ve Bunların İşletme Şekilleri, Tarım
Bakanlığı Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü Çalışmaları, No. 154, Ankara, 1947,
s.120-121.

206
münü ortakçılara satarak, mal varlıklarını nakit sermayeye dönüş-
türdü ve başka alanlarda yatırıma veya lüks tüketime yöneldi.216

Eve İş Verme Sistemi ve "Vahidi Fiyat" Uygulaması


Eve iş verme sistemi, kapitalizmin gelişmesinin ilk aşamala-
rında hemen hemen tüm ülkelerde gözlenen bir uygulamadır. Ka-
pitalist, işçileri belirli bir mekânda bir araya getirip çalıştırmak
yerine, işi evlere aktarabilir. Böylece, binadan, denetim eleman-
larından, kanunların getirdiği işçiyi koruyucu önlemlerden ve
birlikte üreten insanların birlikte tepki gösterme ve örgütlenme
eğiliminden kurtulur.
Eve iş verme uygulamasının doğrudan üreticiler üzerindeki
etkisi, ülkeden ülkeye farklılık göstermektedir. Ancak 1923-1946
döneminde, Türkiye'de özellikle kırsal kesimde, bu uygulamanın
mülksüzleşme sürecini yavaşlattığı söylenebilir.
Batı Anadolu'da 19. yüzyılın ikinci yarısında binlerce köylü,
Şark Halı Kumpanyası için evlerinde halı üretiyordu. Halı üretimi,
mülksüzleşmemiş köylüler için ek bir gelir kaynağıydı ve köylülü-
ğün mülksüzleşme sürecini yavaşlatıyor ve hatta durduruyordu.
Büyük kentlerde ise kunduracılık, elbise, kıravat, gömlek, şapka
ve şemsiye üretiminde eve-iş-verme sistemi uygulanıyordu.
Cumhuriyet döneminde özellikle Şark Halı Kumpanyası'nın
kurduğu ihraçata yönelik halı üretim sisteminin ne olduğu, başlı-
başına bir araştırma konusu olabilecek önemdedir. 1940'lı yıllara
ilişkin gözlemler, Batı Anadolu'da halı üretiminde eve-iş-verme
sisteminin oldukça yaygın olduğunu göstermektedir.
1945 yılında Batı Anadolu'da özellikle Isparta, Demirci, Gör-
des, Simav, Kula ve Uşak'ta evlerde tüccara halı dokuma uygula-

216 “Ortakçılık münasebetlerinin değiştiğini gösteren diğer bir olay da son


zamanlarda şehirlerde yatırım imkânları bulan ve bu sebeple ekonomik
faaliyetlerini şehirlere nakleden bazı toprak sahiplerinin gerekli sermayeyi
sağlamak için topraklarını peyderpey ortakçılarına satma yoluna gitmeyi
veya Hatay Vilayetinde müşahade edildiği üzere ortakçılar tarafından mal
sahiplerinin bu olaya zorlanmasıdır.” (TODAİE, age, s.22.)

207
ması yaygındı. Ücret, atılan düğüm başına ödeniyordu. 1945 yılın-
da 6000 düğüm için ödenen ücret Isparta'da 75 kuruş, Demirci'de
50 kuruş, Kula'da 37,5 kuruş idi. 6000 düğümün atılabilmesi orta-
lama olarak 5 saat sürüyordu. 6000 düğüm karşılığında ödenen
ücret, örneğin Isparta'da, 1939 yılında 15 kuruş iken, 1940 yılın-
da 18,75 kuruş, 1941 yılında 25 kuruş, 1942 yılında 30 kuruş, 1943
yılında 50 kuruş, 1944 yılında 60 kuruş ve 1945 yılında 75 kuruş
olmuştu.217
1946-1947 yıllarında Gördes'te 1636 kişi, Demirci'de de 2270
kişi halı üretiminde çalışmaktaydı. Tüccar ile üretici arasındaki
ilişkide tezgah genellikle tüccara, ancak bazan da üreticiye aitti.
Malzeme tüccar tarafından sağlanmakta ve 6000 düğüm üzerin-
den ücret ödenmekteydi.218
1923-1946 döneminde pazara açılmış kırsal bölgelerde mülk-
süzleşmenin gecikmesinde özellikle ihraçata yönelik biçimde ve
eve iş verme sisteminde gerçekleştirilen halı üretimininin önemli
bir rolü olmuş olsa gerektir.
Sınıf bilinci açısından yanılsamalara yol açan ve yakın geçmi-
şe kadar devam eden diğer bir uygulama, "vahidi fiyat" sistemidir.
Bu sistemde, onbinlerce orman köylüsü, Orman İşletmesi tarafın-
dan yılın belirli dönemlerinde parça başı ücretle çalıştırılmaktay-
dı. Ancak bu köylüler kanunlar karşısında "işçi" sayılmamakta,
Orman İşletmesi'nden götürü iş alan bağımsız çalışanlar olarak
kabul edilmekteydi.
Vahidi fiyat sistemi içinde götürü iş yaptırma uygulaması ilk
olarak 1937 ve 1939 yıllarındaki orman işletme yönetmeliklerinde
gündeme getirildi.219 Bu uygulamayla, orman köylülerinin tama-
mıyla mülksüzleşmeleri önlendi. Hizmet akdi değil, istisna akdiy-

217 S. Aksoy, “Halı İmalinde Çalışanların Ekonomik ve Sosyal Durumları,” Çalışma


Bakanlığı Çalışma Dergisi, Sayı 11, Ekim 1946, s.49.
218 O. Arınç, “Demirci ve Gördes’te Halıcılık,” Çalışma Bakanlığı Çalışma Dergisi,
Sayı 20, Temmuz 1947, s.59-60.
219 Çağlar, age, s.324-325.

208
le çalıştırıldıkları için "işçi" sayılmadılar. Kafaları da işçileşmedi-
ği için, bunca yıldır yoğun bir sömürüye ve binlerce iş kazasına
maruz kalmalarına karşın, bir örgütlenme ve örgütlü mücadele
geleneği yaratamadılar.

Gurbetçilik
1923-1946 döneminde kırsal kesim işgücünün belirgin özellik-
lerinden biri, topraksız ve az topraklı köylülüğün (tarım işçileri-
nin, ortakçıların ve küçük üreticilerin) gurbetçiliğiydi.
1923 öncesinde gurbetçiliğe gidilen yerler arasında Rusya da
varken,220 Cumhuriyet döneminde geçici işgücü hareketliliğinde
ülke sınırları dışına çok çıkılmadı.
1929 bunalımı ile birlikte gurbetçilik son derece yoğunlaştı.
Tam anlamıyla mülksüzleşmemiş ve mülksüzleşmiş olsa bile or-
takçılık yaparak topraktan kopmamış gurbetçinin işçi sınıfı ha-
reketine bir katkısı olmadı. Bu çaresiz, deneyimsiz ve örgütsüz
kitle, en kısa sürede en fazla nakit geliri elde edebilmek amacıyla,
genellikle kanunlarda tanınmış bazı işçi haklarını bile kullanma-
dan, köleler gibi çalıştı. Maruz kalınan haksızlıkların dayanılmaz
boyutlara ulaştığı durumlarda ortaya çıkan tepki, bir çağdaş ve
ileriye dönük işçi eylemi ve hareketi değil, bırakıp gitme veya ge-
çici köylü başkaldırısı biçiminde olmuş olsa gerektir.
1946 yılında yayımlanan bir yazıda gurbetçilik şöyle anlatıl-
maktadır:
"Yurt içinde çoğu köylü olan kalabalık bir erkek nüfusu ta-
rım işlerini bitirdikten sonra gerek tarım, gerek demiryolu ve
endüstri işlerinde çalışmak üzere köylerinden ayrılırlar. (...)
Rize ilinden etrafa doğru olan işin hareketi üzerinde kısaca
durmak istiyoruz.

220 “Tabiatın cömert olmayışı eski devirlerde Rizeliyi gurbete çıkmak zorunluğunda
bırakmıştır. 1914 Harbinden önce daha çok dış memleketlere olan gurbete göç,
İstiklal Harbinden sonra Türkiye içine yönelmiştir.” (Arar, age, s.28.)

209
"Bilindiği gibi, Rize ilinde toprak dardır ve mevcut nüfusu
beslemekten çok uzaktır. (...) Bu sebepledir ki, köylü geçimi-
ni sağlıyabilmek için dışarda para kazanmak zorundadır. Bu
geçim zorunluğu ilde gurbetçilik denen bir işçi hareketinin
doğmasına yol açmıştır.
"Bir gelenek halinde ilde yaşayan gurbetçilik şudur: Erkek 15
hatta daha küçük yaştan itibaren köyünden ayrılarak çalış-
mak, para kazanmak üzere iş merkezlerine, büyük şehirlere,
demiryolu, bina ve benzeri inşaat yerlerine gider. Bir mev-
simden başlıyarak birkaç yıl süren, hatta bazan göç halini
alan gurbetçilik sayesinde aile geçimini tamamlıyacak para
kazanılır. Ailede bir çeşit iş bölümü halinde olan gurbete çık-
ma ödevi daha çok genç erkeklere düşer. (...) Gurbete çıkmak
kalabalık ailelerde sıraya konur. Nüfusu az olan ailelerde er-
kek gurbete çıkar, kadın da geride kalarak evin işlerini üze-
rine alır."221

Türkiye'de 1923-1946 Döneminde İşgücü Yetersizliği ve


Daimi İşçi Sıkıntısı

Türkiye'de 1923-1946 döneminde, daimi işçi yetersizliğinin ve


işyerlerinde yüksek işçi devri ve işe devamsızlığın yanı sıra ve
bunlarla bağlantılı olarak, genelde işgücü yetersizliği söz konu-
suydu. Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde yaşanan
büyük savaşlar ve Ulusal Kurtuluş Savaşı nedeniyle yüz binlerce
insan ölmüş veya sakatlanmış veya ülkeyi terk etmişti.

Daimi ve Nitelikli İşçi Sıkıntısı


Türkiye'de 1920'li yıllarda, özellikle köylülüğün mülksüzleş-
me düzeyindeki geriliğine bağlı olarak, geçimini yalnızca veya

221 S. Kazmaz, “İş Hareketlerinin Teşkilatlanması ve Gurbetçilik,” Çalışma


Bakanlığı, Çalışma Dergisi, Sayı 12, Kasım 1946, s.70.

210
ağırlıkla işgücü satışıyla elde eden ücretli sayısı sınırlıydı. Kamu
kurumlarında belirli bir teknik eğitim görenlerdeki yaygın bir eği-
lim ise, işten ayrılıp kendi işini kurmaktı. Max W. Thornburg, bu
konudaki izlenimlerini şöyle anlatmaktadır:
"İşçilerin hemen hemen hiçbirisi evvelce sanayi işlerinde
çalışmamış olduklarından iş başında yetişmektedirler. Ka-
rabük'de fabrika kurulduğu zaman İngiltere'den ustalar gel-
miş ve Türkleri bunlar yetiştirmiştir. Bu fabrikanın, kendine
lazım olan teknisiyenleri yetiştirmek üzere bir teknisiyen
mektebi vardır. Bu mektep harp yılları esnasında büyük bir
müşkülle karşılaşmış; makinist, marangoz, elektrikçi ve du-
varcı olarak yetiştirilmek üzere alınan talebeler şehirlerdeki
inşaatta çalışmak için tam yetişmeden mektebi terk etmişler-
dir. Buna da memlekette usta işçinin umumiyetle kıt oluşu,
şehirlerde inşaatın birdenbire fazlalaşması ve dolayısiyle az
çok usta olanların dahi şiddetle aranması sebep olmuştur.
(...) Fabrikalarda teknik bilgi edinenler, yetişir yetişmez, fab-
rikayı terk edip dışarda daha basit fakat daha fazla para ge-
tiren işlere gitmektedirler."222
1930'lu ve 1940'lı yıllarda, öncelikle kamu kuruluşlarında da-
imi işçi sıkıntısı ve buna bağlı olarak yüksek işçi devri yaşandı.
Bu durum, emek üretkenliğinin çok düşük düzeyde kalmasına
neden oluyordu. CHP, bir taraftan bağımsız bir işçi sınıfı hareketi-
nin gelişmesini önleme konusunda son derece duyarlı ve tedbirli
davranırken, diğer taraftan işçileri fabrikalara bağlayabilmek için
günün koşullarında önemli olan bazı kolaylıklar, olanaklar ve
hatta ayrıcalıklar sağlıyor ve nitelikli daimi beyaz ve mavi yakalı
ücretlilerden bir işçi aristokrasisi yaratıyordu.
Türkiye'de 1933-34 yıllarında bir ABD grubunun yaptığı araştır-
mada da, işçilerin büyük bir kısmının, vergilerini ödeyecek kadar

222 M. W. Thornburg, Türkiye’nin Bugünkü Ekonomik Durumunun Tenkidi, Ankara,


1950, s.73-74.

211
bir para kazanmak için 1-2 ay çalışan ve sonra köylerine dönen
köylülerden oluştuğu belirtilmektedir.223
Celal Bayar, 1937 yılında TBMM'de yaptığı konuşmada, karşı-
laştıkları işçi sorununu ve çözüm olarak başvurdukları önlemleri
şöyle anlatıyordu:
"Bizde amele, vazifesine henüz sıkı bir surette bağlanma-
mıştır. Bu endüstri için büyük bir tehlike olabilir. Amele ge-
liyor, evvela çırak olarak fabrikalarımızda ücret de vererek
okutuyoruz, fabrikaya geçiyor, orada iki üç ay mükemmel
çalışıyor, bir sabah bakıyorsunuz tezgah boş, işlerini bu su-
rette grup halinde terk ve köye dönenler de vardır. Bilhassa
Zonguldak kömür havzasının randımanının düşük olması-
nın sebeblerinden birisi de amelenin daimi olarak Havza-
da çalışıp çalışmama keyfiyetidir. Bunun için tedbirlerimiz
vardır. Fabrikalarımız civarında sıhhi ve memnuniyetle kala-
cakları ikametgahlar vücuda getirdik, okutmak, sıhhi bir su-
rette kendilerini nezaret altında bulundurmak, hulasa köyde
aradığını fabrika civarına nakletmek. Bu, bizim maliyet fiatı-
mız üzerinde de ayrıca bir yük teşkil edecek, maliyet elemanı
yükselecektir. Fakat bunların o kadar içtimai faydaları vardır
ki, atiyen fabrikalarımıza kalifiye amele ve bir amele jene-
rasyonu yetiştirmek noktasından o kadar faydalıdır ki, her
halde bu masrafı, külfeti seve seve iktiham etmeliyiz. Bunu
yapmak kararındayız ve istikamete doğru gidiyoruz."224
1940'lı yılların başlarında Seyhan'da Milli Mensucat Fabrika-
sı'nda çalışan işçilerin en az yüzde 50'si mülk sahibiydi ve tarımla
ilgiliydi.225 Diğer bir deyişle, işyerine gelip ücretli olarak çalışma-
larına karşın, tümüyle mülksüzleşmiş üretici olmadıklarından,
kafaları ve davranışları, işgücünü satmaktan başka gelir kaynağı

223 Türkiye’nin İktisadi Bakımdan Umumi bir Tetkiki, 1933-1934, c.VI, s.238.
224 Şahingiray, age, s.295-296.
225 Çalgüner, age, s.19.

212
olmayan bir ücretlininkinden çok farklıydı. Bu nitelikteki üreti-
cilerin bulunduğu işyerlerinde sınıf bilinci gelişmiyor veya çok
yavaş gelişiyordu.
1945 yılında Aydın'da çalışanlara ilişkin bir araştırma da ben-
zer bir durum sergilemektedir. Aydın'daki işçilerin yarısı mevsim-
likti. İşçi sayısının yaklaşık üçte biri, "kırlı" denilen yabancılar,
üçte ikisi ise toprak sahibi köylülerdi. Bu işçilerin bir bölümü,
işlerinin sona ermesi üzerine köylerine geri dönmekte ve kendi
topraklarında çalışmaktaydı. Toprak sahibi köylü-işçilerin bir
bölümü de, "kırlı" işçilerle birlikte, iş bulmak umuduyla, İzmir'e
gitmekteydi.226
Ahmet Ali Özeken ise 1948 yılında şu değerlendirmeyi yapı-
yordu: "Türkiye'de hemen her branşta sanayi işçiliğini, fabrika
veya maden ameleliğini, kendine biricik geçim vasıtası olarak
seçmiş, bu yolda yetişmiş işçiler azdır. Bu görüşü kısaca; birin-
ci mesele, Türkiye'de daimi ve profesyonel işçi kıtlığı mevcuttur
şeklinde de ifade edebiliriz. Bu vaziyeti, fabrikalarımızda, maden
ocaklarımızda, işçilerin, durmadan ve büyük ölçüde değiştikleri-
ni görerek anlamaktayız. Sanayi işçisi uzun süre fabrikada kalma-
makta, çok defa başka bir fabrikada değil, sanayi harici başka iş-
lerde çalışmak üzere, kısa bir zaman kaldıkları müesseseleri terk
etmektedirler."227
Ferit Hakkı Saymen'in değerlendirmeleri de benzer nitelikte-
dir: "Memleketimizde muayyen bir meslekte çalışmayı ve ilerle-
meyi kendisine iş edinen işçi sayısı pek azdır. Filhakika işçilerimi-
zin büyük bir kısmı geçici işçidir; bizde işçi, asıl olarak çiftçidir.
Muayyen mevsimlerde ancak çalışır, herhangi bir yerde iş görür,
ihtiyacı olan beş on kuruşu toplar ve köyüne, tarlasına döner."228

226 O. Arınç, “Aydın İlinin Çalışma Durumu,” Çalışma Bakanlığı Çalışma Dergisi,
No. 18, Mayıs 1947, s.49-50.
227 A.A. Özeken, “Türkiye’de Sanayi İşçileri,” İçtimai Siyaset Konferansları, Kitap 1,
İstanbul, 1948, s.58.
228 F.H. Saymen, “Türk İşçi Sendikalarının Karakterleri,” İçtimai Siyaset
Konferansları, Kitap 1, İstanbul, 1948, s.84.

213
Mülksüzleşmemiş kişilerin işçiliğinin yanı sıra, mülksüzleş-
miş kişilerin önemli bir bölümünün de, sınıf çelişkisinin ön plana
çıkmadığı küçük işletmelerde çalışması ve bir bölümünün "devlet
memuru" statüsünde sistemle bütünleştirilmiş olması, işçi sınıfı-
nı iyice zayıflatıyordu.

İşçi Devri ve İşe Devamsızlık


İşçilerde sınıf bilincinin ve kimliğinin gelişmişlik düzeyinin
göstergelerinden biri, işçi devri ve işe devamsızlık verileridir.
1923-1946 döneminde işçi devri ve işe devamsızlık sorununun
boyutlarını kavrayabilmek için, bazı kuruluşlardaki duruma daha
ayrıntılı olarak bakmakta yarar vardır.
Sümerbank Kayseri Bez Fabrikası'na, kurulduğu 1935 yılından
1950'li yıllara kadar giriş yapan kişi sayısı 19.761'dir. Diğer bir deyiş-
le, fabrika mevcudunun 7 katı. Sümerbank Nazilli Bez Fabrikası'na
ise 1.10.1937 tarihinden 15.3.1941 tarihine kadar giriş yapan işçi sa-
yısı 11.272 idi; fabrikanın işçi kadrosu 3,5 yıl içinde 3,4 katı değiş-
mişti. Sümerbank işletmelerinin tümünde 1940 yılında 10 bin işçi
varken, aynı yıl 7.826 işçi çıkmış, 8.679 işçi işe giriş yapmıştı. 1945
yılında ortalama işçi sayısı 28 bin iken, 20.541 işçi çıkmış, 20.460
işçi girmişti. Osmanlı döneminden kalan Defterdar ve Beykoz fab-
rikalarının işçilerinin büyük bir bölümü de sürekli değişiyordu.229
1941 yılında yıl içinde işe yeni alınan işçilerin sayısının işlet-
mede yıl başında çalışan işçilerin sayısına oranı çeşitli işletmeler-
de şöyle idi:
Beykoz Deri Fabrikası: % 31,4
Bursa Merinos Fabrikası: % 64,8
Defterdar Yünlü Mensucat Fabrikası: % 68,3
Guleman Şark Kromları İşletmesi: % 165
Ergani Bakırları İşletmesi: % 247.230

229 N. Ekin, “Memleketimizde İşçi Devri Mevzuunda Yapılan Araştırmalar ve


Ortaya Koydukları Neticeler,” Sosyal Siyaset Konferansları, 9-10-11. Kitap,
İstanbul, 1960, s.137 ve 140.
230 Özeken, agm, s.58.

214
Karabük Demir Çelik Fabrikası'nda ise 1942 yılında 4.300 kişi-
lik kadronun ancak 3.100'ü doldurulabilmiş, bu nedenle üç vardi-
ya çalışma sağlanamayarak iki vardiyaya düşülmüş ve işletmede
mahkûmlar ve askerler çalıştırılmıştır.231 Yaşlı bir Karabük Demir
Çelik işçisinin anlattıklarına göre, bu yıllarda pazarlarda tellal ba-
ğırttırılarak fabrikaya işçi aranırmış.
Bu durum, 1949-1950 yıllarında da devam etti. Prof. A. Ali Öze-
ken'in 1949-1950 yıllarında yaptırdığı bir ankete göre, yıl içinde
işten çıkan işçilerin işletmedeki işçi sayısına oranı Mensucat San-
tral Fabrikası'nda 1947 yılında yüzde 67; 1948 yılında yüzde 64
ve 1949 yılında yüzde 73 idi. Aynı işletmede yıl içinde işe giren
işçilerin işletmedeki işçi sayısına oranı ise, 1947 yılında yüzde 57,
1948 yılında yüzde 76,5 ve 1949 yılında yüzde 45 düzeyindeydi.
Yedikule Fabrikası'nda 1949 yılında işten çıkanların oranı yüzde
59, işe girenlerin oranı ise yüzde 82 idi.232
Yüksek işçi devrinin yanı sıra işletmelerin en büyük sıkıntıla-
rından biri de, işçilerde yaygın biçimde görülen işe devamsızlıktı.
Bu işe devamsızlık işvereni protestonun bir biçimi olmaktan çok,
tam mülksüzleşmemiş olunmasına bağlı bir olgu olsa gerektir.
Örneğin, Malatya Bez ve İplik Fabrikaları T.A.Ş. Malatya Fabri-
kası'nda 1941 yılında işletmede çalışıyor gözüken işçi sayısı orta-
lama olarak 3.303 iken, fiilen çalışan işçi sayısı ortalama olarak
2.140 idi. 1942 yılında bu rakamlar, sırasıyla 3.155 ve 2.188, 1943
yılında ise 4.411 ile 3.375 oldu. Örneğin 21.8.1943 tarihinde 3.260
işçi fiilen çalışırken, 1.194 işçi işe gelmemişti.233
İşçi sınıfı hareketinin gelişimi önünde önemli bir engel oluş-
turan yüksek işgücü devri, özellikle mülksüzleşme düzeyindeki
geriliğin bir sonucuydu.

231 Ekin, agm, s.145.


232 Agm, s.153.
233 Ş. Rüma, “Vergi Muafiyeti Hadleri ve İşçi Ücretleri,” Çalışma Bakanlığı Çalışma
Dergisi, Sayı 18, Mayıs 1947, s.17,18.

215
Pazar için düzenli olarak üretimde bulunmayan küçük top-
rak sahipleri veya ortakçılar, gaz, bez, elbise, tuz, sigara, içki, yol
parası, başlık parası, vergi, sağlık gibi nedenlerden doğan nakit
gereksinimini karşılamak için geçici sürelerle işçilik yapıyordu.
Pazar için düzenli olarak üretimde bulunanlar ise, beklenmedik
veya yeni gereksinimlerini karşılamak için ücretli işlerde çalışıyor
ve özellikle ürünün iyi para getirdiği yıllarda işçilik yapmıyorlardı.
Köylülüğün zorunlu kalmadıkça fabrikada çalışmama eğilimi-
ni Prof. Dr. Sarç şöyle değerlendirmektedir: "Hele köylünün gö-
rüşleri maddileşmiş olmaktan uzaktır. Çiftçimizin kaide olarak,
toprağı başında kalmayı, refah seviyesini yükseltmeye tercih etti-
ği söylenebilir. Türlü incelemelerden, köyde hayat şartları güçleş-
tiği; mesela toprak sıkıntısı başgösterdiği takdirde dahi, çiftçinin
arazisinden ayrılmak istemediği, yüksek ücretlerin onu devamlı
surette fabrikaya celbedemediği neticesi çıkmaktadır."234
Özellikle II. Dünya Savaşı yıllarında çok sayıda gencin askere
alınması nedeniyle, işgücünde meydana gelen daralmaya bağlı
olarak, iş bulmanın kolaylaşmış olması da işçi devrini yükselti-
yordu. İşçiler, yüksek oranlı enflasyon koşullarında, ücretlerin
düşük, sosyal olanakların yetersiz olduğu işletmelerden kolayca
ayrılabiliyorlardı.
İşçi devrinin yüksekliğinde, işletmelerin düzensiz çalışması da
önemli bir etmendi. Örneğin, 1937 yılında İş Kanunu kapsamında-
ki işyerlerinde çalışan işçi sayısı Şubat ayında 199 bin iken, Ekim
ayında 265 bine çıkmış, 1938 Şubat'ında bu kez 151 bine inmişti.
1938 yılında işletmelerde bir yıl içinde fiilen çalışılan gün sayı-
sı Gaziantep'te 122, Siirt'te 131, Aydın'da 191, Diyarbakır'da 212, Es-
kişehir'de 234, İstanbul'da 287, Ankara'da 222 ve İzmir'de 186 idi.
1943 yılında çalışılan gün sayısı ise Gaziantep'te 161, Siirt'te 217,
Aydın'da 201, Diyarbakır'da 234, Eskişehir'de 217, İstanbul'da 286,
Ankara'da 279 ve İzmir'de 197 olmuştu. İşletmelerin özelliklerin-

234 Kepenek, age, s.76.

216
den kaynaklanan bu istikrarsız çalışma da işçi devrini ve işçilerin
davranışlarını etkiliyordu.235
Bütün bu nedenlerle, bu yıllarda kamu kuruluşlarında işçileri
fabrikaya bağlamak için bedava yemek, lojman, daha yüksek üc-
ret ve elbise verilmesi gibi önlemler düşünülüyor ve tartışılıyordu.

Maden İşçiliği
Ülkemizde 1923-1946 döneminde işçilerin en yoğun biçimde
bulundukları ve çok kötü koşullarda çalıştıkları madencilikte,
mülksüzleşmiş daimi işçi bulamama sorunu çok önemliydi. Üre-
tim özellikle kamu işletmelerinde bir süreklilik gösterdiğinden,
tam anlamıyla mülksüzleşmemiş ücretlilerle gerçekleştirilen üre-
tim bazı dönemlerde aksamalara uğrayabiliyordu. Örneğin, 1936
yılında tarımsal ürünler iyi bir gelir sağlayınca, Ereğli Kömür Hav-
zasında büyük bir işçi sıkıntısı yaşanmış, üretim zaman zaman
durmuş ve yıllık toplam üretim düşmüştü.236
1940'lı yıllarda madenlerde çalışanlar içinde daimi ve asıl ge-
liri aldığı ücret olan işçilerin oranı yüzde 5-8'i geçmiyordu. Bunla-
rın bir bölümü de atölyede çalışan tornacı, frezeci, elektrikçi, ta-
mirci, maden teknisyeni ve ustabaşıydı. Maden işçilerinin yüzde
80'inden fazlasını Zonguldak, Batı Karadeniz, Erzincan, Erzurum
ve Güney Doğu Anadolu'da yaşayan 250-300 bin kişilik bir köylü
kitlesinden geçici işçilik yapanlar oluşturuyordu.237
1946 yılında Ereğli Kömür Havzası işçileri ile ilgili olarak şu de-
ğerlendirme yapılıyordu: "Bu bölgenin toprağı dar ve verimsizdir.
Bu sebeple halkın topraksız kısmı zaten kömür işçiliğine canat-
mak zorundadır. Az topraklı kısmı ise kömür işçiliğini yardımcı
bir geçim yolu sayarak ziraatten artakalan zamanını bu işde çalış-

235 İş İstatistikleri, Çalışma Bakanlığı, İstatistik Gn. Md. Yay., No: 243, Ankara,
1945, s.33,45.
236 Özeken, “Türkiye’de Sanayi İşçileri,” İçtimai Siyaset Konferansları, Kitap 1,
İstanbul, 1948, s.59-60.
237 Özeken, “Türkiye Sanayiinde İşçiyi Barındırma Problemi”, İçtimai Siyaset
Konferansları, Kitap 3, İstanbul, 1950, s.105.

217
maya vermektedir. (...) Bir çalışma yılının 300 gününü kömür işin-
de geçirenlerin sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır. Az çok
toprağı olan işçileri ocaklara bağlamak ise daha güçtür. Bunlar
gelecek mahsule kadar -daradar da olsa- geçimlerini sağlıyacak
kadar para kazandıktan sonra hemen köylerine koşarlar. Bu se-
beple, aralarında, yılın 150 gününü bile ocaklarda çalışarak geçi-
renler azınlık halindedirler."238
1949 yılında Ereğli Havzasında 13.576 daimi işçi, 11.003 müna-
vebeli işçi, 1239 hükümlü ve 405 asker çalışıyordu. Daimi işçilerin
çok büyük bir kısmını, Trabzon ve Rize bölgesinden, fındık mah-
sulünün kaldırılmasından sonra Ereğli Havzasına gelerek 7-8 ay
çalışanlar oluşturuyordu. Yılın 12 ayı madende çalışanların daimi
işçiler içindeki oranı bile çok düşüktü. Münavebeli (gruplu) işçiler
ise belirli bir süre madende çalışıp, daha sonra köyüne dönenler-
di. Savaş yıllarında uygulanan mükellefiyet sisteminde 15 bin'er
kişilik üç grup oluşturulmuştu. 1949 yılındaki münavebeli işçiler,
bunların içinde çalışmayı sürdürenlerdi.239
Maden işçisinin büyük bir bölümünün kafası hep köylü kaldı.
Elindeki toprağı yetmediği için madende ücret karşılığı çalışan
köylünün umudu hep biriktireceği para ile geçimini sağlayabile-
ceği bir toprak parçasına kavuşabilmekti.
Maden işçilerinin mülksüzleşmemiş köylü niteliği, Ereğli Hav-
zası dışında daha da ağırlıktaydı. Ereğli Havzası dışında babadan
oğula geçen maden işçiliği çok seyrekti. Geçimini sağlayacak ka-
dar toprağa sahip olmayan köylüler madenlerde geçici işçi olarak
çalışıyorlardı, ancak yılda ortalama çalışma süresi 45 gündü. Bir
miktar para kazanan köylü, köyüne dönmekteydi.240

238 Dinçer, “Kömür İşçilerimiz ve Kömür İşlerimiz”, Çalışma Bakanlığı Çalışma


Dergisi, Sayı 6, Mayıs 1946, s.26.
239 Özeken, “Türkiye Sanayiinde İşçiyi Barındırma Problemi”, s.125.
240 S. Seren, “Madenciliğimiz Hakkında,” Çalışma Bakanlığı Çalışma Dergisi, Sayı
19, Haziran 1947, s.49.

218
Garp Linyitleri İşletmesi'nde 1940 yılındaki durum şöyleydi:
"Garp Linyitleri İşletmesi'nin her üç madeninde de meslekten ye-
tişme daimi işçi hemen hemen yoktu. Çalıştırılan işçiler muvakkat
zamanlar için madenlere gelmekte ve ihtiyaçları olan parayı teda-
rik edince işten uzaklaşmaktadırlar. Umumiyet itibarile bunların
senede en çok bir ay çalıştıkları görülmüştür. Yalnız Balya'dan
gelen ve bilhassa Soma'da çalışan işçilerin inkitasız iki, üç ay ça-
lıştıkları görülmüştür. (...) Daimi surette çalışan işçilerin Değirmi-
saz ve Tavşanlı'daki nisbeti yüzde 10, Soma'da yüzde 15 olduğuna
göre (...)"241
1940'lı yıllarda Türkiye'deki maden işçiliğiyle ilgili olarak şu
değerlendirme yapılıyordu: "Bizde maden işçisinin çoğu tarlasın-
da çalışan ve boş günlerinde beş on kuruş kazanmak için ocaklara
gelen çiftçi ve köylülerdir. Bu insanlar, ayrı bir maharet isteyen
madenci kazmasını kullanmayı ve yer altında çalışmayı kolay
öğrenemiyorlar. Bu yüzden çalışma düzeni bozuluyor, verim dü-
şük oluyor ve enerji boşa israf ediliyor. Dünyanın heryerinde bir
maden ve yeraltı işçiliği vardır. Bizde de bunu meslek edinen ve
ömrünün sonuna kadar bu meslekte şerefle çalışmayı vazife bilen
yurtdaşlara ihtiyaç vardır."242
1923-1946 döneminde Türkiye işçi sınıfının nicel ve nitel gücü
değerlendirilirken, madenlerde bir ücret karşılığında çalışan kişi-
lerin gerçek sınıfsal konumu genellikle gözden kaçırılmıştır. 1923-
1946 döneminde madenlerde bir ücret karşılığı çalışanların bü-
yük bir çoğunluğunu, işgücünden başka satacak bir şeyi olmayan
ve alternatif bir toplum yaratma potansiyeli taşıyan işçi sınıfının
içinde değerlendirmek olanaklı değildir.

241 Etibank Garp Linyitleri Müessesesi 1940 Yılı Raporu, Başbakanlık Yüksek
Denetleme Kurulu, s.10’dan aktaran: Ekin, agm , Sosyal Siyaset Konferansları,
9-10-11. Kitap, İstanbul, 1960, s.144.
242 S. Burçak, “Yerde Yatan Servet, İşlemiyen Kol ve Çalışma Ruhu,” Çalışma
Bakanlığı Çalışma Dergisi, Sayı 1, 1945, s.58.

219
Yabancı İşçi İstihdamı
1920'li ve 1930'lu yıllarda yerli nitelikli/vasıflı insangücü yeter-
sizliği, yabancı ustalara duyulan gereksinimi önemli ölçüde artır-
mıştı. Özellikle yeni kamu işletmelerinin kurulması ve ilk yıllarda
işletilmesi sırasında yabancı işçiler istihdam ediliyordu.
Türkiye'de şeker fabrikalarının kuruluş yıllarına ilişkin anılar-
da, bu durum açıkça ifade edilmektedir: "İnşası 1926 senesinde
tamamlanan fabrikanın işletilmesi işinde, bir müddet için ecnebi
mütehassıslarının kullanılması gayet tabii idi ve netekim ihtisasa
taalluk eden bütün işler ecnebilere verilmiş ve ilk seneler ecnebi
işçi adedinin yekunu bir hayli yüksek olmuştur. Bu ecnebilerin,
durumu kendi lehlerinde uzun müddet idame ettirmeleri için
azami gayret sarfettikleri ve bizden mütehassıs yetiştirmeye hiç
de hevesli bulunmadıkları aşikar şekilde görünüyor ve hatta ara-
larında ihtiyaçtan fazla olanları da her halde bulunuyordu."243
"1933'de Eskişehir Şeker Fabrikası'nın baştan sonuna kadar mon-
tajında çalıştım. Kampanyaya girerken, çok geniş bir kadrosu
olan ecnebi teknik personel tarafından işletilen fabrikada (...)"244
Turhal Şeker Fabrikası'nın açılışında İdare Reisi Nuri Bey şun-
ları söylüyordu: "Fabrikanın inşası, iki milyona yakın işçi gün-
deliği ile temin edilebilmiştir. Bu arada ancak günde en çok 150
ecnebi çalışmıştır."245
1927 sanayi sayımı sonuçlarına göre, 4 ve daha fazla sayıda
kişinin çalıştığı işyerlerinde 702 yabancı uyruklu ücretli istihdam
ediliyordu.246 Sanayii Teşvik Yasası kapsamındaki işyerlerinde is-
tihdam edilen yabancıların sayısı ise 1932 yılında 423 ve 1933 yı-
lında 454 idi. 1934 yılında da 435 yabancı çalışıyordu.247

243 Vasfi Arıner’in anılarından aktaran: T. Veldet, age, 1958, s.325.


244 Macit Eken’in anılarından aktaran: Veldet, age, s.334.
245 Veldet, age, s.494.
246 Tökin, Rakamlarla Türkiye, c.II, Başbakanlık İstatistik Gn. Md. Yay. No:302,
Ankara, 1949, s.52.
247 Tökin, age, s.73-74.

220
Bu saptamalarla betimlenen durumun, Türkiye işçi sınıfı hare-
ketinin gelişimi üzerindeki olumsuz etkileri açıktır.

İşsizlik
1929 bunalımından sonra tarım ürünlerinin getirisi hızla ve
büyük miktarda düşünce, nakit gereksinimini karşılamak iste-
yen mülksüzleşmemiş üreticilerin ve mülksüzleşmelerine karşın
topraktan kopmamış ortakçıların bazılarının kentlere iş bulmak
umuduyla gitmeleri, geçici bir işsizlik yarattı.
İsmail Hüsrev Tökin, bu süreci şöyle anlatmaktadır: "Köyde
pek sür'atle inkişaf eden içtimai dağılış, mülksüzleşme, sefalet,
bir taraftan ortakçı gücünü diğer taraftan köy amelesi emeğini
fevkalade ucuzlatmıştır. Tarlasını, bağını, bahçesini, ailesine bı-
rakarak iş aramak için yollara dökülen sayısız küçük müstahsil
yığınları, hem köyde, hem kasabada ve şehirde iş ücretlerinin fev-
kalade sukutuna amil olmaktadır."248
Ahmet Hamdi Başar ise, 1930'lu yıllarda İstanbul'a ilişkin ola-
rak şu gözlemde bulunuyordu: "İstanbul'da gözüme çarpan ikinci
mesele işsizlikti. Her tarafta işsiz insana rastlanıyor. Hele buğday
ve mahsul fiyatlarının çok düşük olması, köylüyü iş ve para bul-
mak üzere İstanbul'a dökmüş."249
1923-1946 döneminde Türkiye'de kentlerde yaşayan mülksüz-
leşmiş ücretliler için işsizlik ve özellikle de vasıflı işçiler arasında
işsizlik önemli bir sorun olmadı. İşsizlik, ağırlıkla, nakit borçla-
rını ve vergisini ödeyemeyen küçük üretici köylünün ve yoksul-
laşarak ortakçılaşmış az topraklı ve topraksız köylünün sorunuy-
du. II. Dünya Savaşı yıllarında yüzbinlerce genç insanın işgücü
piyasasından çekilmesi, işsizlik sorununu tümüyle gündemden
kaldırarak, önemli bir işgücü açığı yarattı. Mülksüzleşmemiş va-
sıfsız ve geçici işçiler arasındaki işsizlik ise toplumsal dengeleri
etkileyecek güçte değildi.

248 Tökin, age, 1990, s.197.


249 Başar, age, s.116.

221
Hükümetin İşgücü Açığını Kapatma Çabaları
Hükümet, kamu kesiminde nitelikli/vasıflı işgücü gereksinimi-
ni karşılamak için mülksüzleşmiş daimi işçilere günün koşulla-
rında ayrıcalık kabul edilebilecek çeşitli maddi haklar tanıdı. Sı-
nıf mücadelesine girmeyecek ve devletin denetimi altında örgütlü
veya örgütsüz biçimde tutulacak bir daimi işçi kitlesi yaratılmak
istendi. Devletin olanaklarının çekici çalışma koşullarını yarat-
maya yetmediği durumlarda ve zamanlarda ise zorunlu çalışma
uygulaması gündeme getirildi.
• Nüfusu Artırma Çabaları
Cumhuriyet kurulduktan sonra, nüfusu artırma yolunda çaba-
lar gündeme geldi. Bir yandan ölümler azaltılmaya çalışılırken,
diğer taraftan doğumlar özendirildi. 1926 yılında kabul edilen
Türk Ceza Kanunu'na kasten çocuk düşürmeyi ve düşürtmeyi suç
sayan hükümler eklendi. 1936 yılında bu kanunda yapılan bir de-
ğişiklikle, kısırlaştırma ve gebelik önleyici bilgiler yayma da ya-
saklandı.
1939 yılında yarıresmi bir yayın organında, nüfusu artırmak
için (1) ölümleri azaltmaya matuf tedbirler, (2) doğumları artır-
maya matuf tedbirler, (3) hariçten vatandaş tedariki konuları ele
alındıktan sonra, şöyle deniyordu: "Esasen Balkan memleketle-
rinde yaşayan Türklerin ana yurda getirilmeleri prensip itibariyle
kabul edilmiş bulunmaktadır. (...) Balkanlardan memleketimize
birbuçuk milyona yakın vatandaş getirmek mümkün olabileceği
neticesine varırız. Bir buçuk milyon insan, hele süratle çoğalan
bir ırka mensup olunca, nüfuslanmaya muhtaç bir memleket için
büyük bir nimet sayılmak lazımgelir."250
Hükümetin bu dönemde salgın hastalıkları önleme ve koru-
yucu hekimliği geliştirme konusunda çalışmaları da son derece
önemlidir.

250 Y. Nabi, “Nüfus Meselesi Karşısında Türkiye,” Ülkü, Eylül 1939, ÜLKÜ Seçmeler
(1933-1941), AİTİA Yay., Ankara, 1982, s.446.

222
Türkiye'ye Balkanlar'dan 1923-1933 döneminde 628 bin, 1934-
1960 döneminde de 577 bin göçmen geldi.251 Göçmenler önceden
belirlenmiş bölgelere yerleştirildi. Kendilerine toprak ve tohum-
luk, ihtiyacı olanlara dükkan ve sermaye verildi. Ayrıca, "bir sene-
lik iaşeleri de devlet hazinesinden temin" olundu.252
• Zorunlu Çalışma
Osmanlı döneminde çıkarılan bir nizamname, 16 yaşından 60
yaşına kadar erkeklerin yılda dörder gün yol yapımında çalışma-
sını öngörüyordu. 21 Şubat 1921 gün ve 102 sayılı kanun ile bu yaş
grubundaki erkeklerin yılda dörder gün çalışması veya dört gün-
lük amele yevmiyesini vergi olarak ödemesi düzenlemesi getirildi.
19 Ocak 1925 gün ve 542 sayılı kanun ile, yıllık çalışma süresi 6-12
güne çıkarıldı.253
2 Haziran 1929 gün ve 1525 sayılı kanunda yükümlülük şöy-
le düzenlenmişti (M. 9): "Türkiye'de sakin on sekiz yaşından (18
dahil) altmış yaşına (altmış dahil) kadar her erkek nüfus yol mü-
kellefiyetine tabidir. Yol mükellefiyeti bedenen ve bizzat çalışmak
istemiyenler tarafından nakten ifa edilir. Ancak maluliyeti sabit
olan fakirlerle hayatta beş evladı olanlar ve bilumum mekteplerde
tahsilde bulunanlarla silah altındaki ordu ve jandarma efradı yol
mükellefiyetinden muaftır."
Bu kanuna göre, çalışma yükümlülüğü yılda 10 gündü. Çalış-
mak istemeyenler yılda 8 lira vererek bu yükümlülüklerini nakde
çevirebiliyorlardı (M. 10).

251 G. Kazgan, “Milli Türk Devleti’nin Kuruluşu ve Göçler,” Cumhuriyet Dönemi


Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yay., c.6, s.1557. Gelen göçmenlerin sınıfsal
yapısı ve Türkiye’nin toplumsal yapısına etkileri önemli bir araştırma
konusudur.
252 Z. N. Barken, “Cümhuriyetin 16. Yıl Dönümünde Sıhhat ve İçtimai Yardım
İşleri,” Cümhuriyetin 16. Yıldönümünde Hitabeler ve Konferanslar, Ankara,
1939, s.68.
253 Bayındırlık Bakanlığı, Cümhuriyetin 15. Yıl Dönümünde Türkiye Bayındırlığı,
Bayındırlık İşleri Dergisi, No.5, Birinciteşrin 1938, s.29-30.

223
29 Temmuz 1931 gün ve 1882 sayılı kanunla yol vergisi 4-6 lira
olarak düzenlendi (M. 1). Bu verginin 4 liralık bölümü karşılığın-
da 6 gün, dört liradan fazla alınacak her lira için birer günlük ça-
lışma gerekiyordu (M. 3).
Yol mükellefi olup da bedenen çalışanların sayısı 1940 yılında
250 bin, 1941 yılında 101 bin, 1942 yılında 31 bin iken, 1943 yılında
901 bine çıktı. 1944 yılında bedenen çalışan yol mükelleflerinin
sayısı 52 bine inmişti. Daha sonraki üç yılda da, sırasıyla, 22 bin,
46 bin ve 49 bin oldu. 1943 yılında yol mükelleflerinin yüzde 30'u
para ödemek yerine bedenen çalışmayı seçmişti.254
18 Mart 1924 gün ve 442 sayılı Köy Yasası'nda daha sonraki
yıllarda yapılan değişikliklerle, köylülerin orman yangınlarının
söndürülmesi, çekirge ve sıtmayla savaş, okul yapılması ve ben-
zeri işlerde çalıştırılması uygulaması getirildi. Köylüler özellikle
okul yapımında zorla çalıştırıldılar. Bu zorunlu çalışma sırasında
köylülerin sağlığı, geliri, çalışma durumu, yiyecek ve yatacak ko-
şulları dikkate alınmadığından, büyük sıkıntılar doğdu.255
II. Dünya Savaşı döneminde işgücü gereksinimi daha da arttı.
18 Ocak 1940 ve 3780 sayılı Milli Korunma Kanunu ile, çalışma
yükümlülüğü ve fazla çalışma yükümlülüğü getirildi. Örneğin, ka-
nunun 9. maddesi uyarınca çıkarılan 2/12899 sayılı kararnameyle,
Ereğli Kömür Havzası'nda çalışma yükümlülüğü kondu. II. Dün-
ya Savaşı yıllarında Ereğli Kömür Havzası'nda 15.555 münavebeli
mükellef, 4.000 yukarı Karadeniz münavebeli mükellefi, 3.000
daimi mükellef ve yalnızca 5.000 serbest işçi vardı. Kendisine
daimi mükelleflik yükletilen işçi, durum kendisine bildirilince,
devamlı olarak ocaklarda çalışmaya mecbur kalıyor ve kendisine
arasıra birkaç gün için köyüne gitme izni veriliyordu.256 Çıkarılan

254 İstatistik Yıllığı, c.17, Başbakanlık İstatistik Genel Müdürlüğü, Yay. No:303,
Hüsnütabiat Basımevi, İstanbul, 1949, s.275.
255 Geray, age, s.6.
256 Özeken, “Türkiye’de Sanayi İşçileri,” İçtimai Siyaset Konferansları, Kitap I,
1948, s.72, 73.

224
diğer kararnamelerle de fazla çalışma zorunluluğu ve geçerli bir
mazeret olmadan işyerinden ayrılamama koşulu getirildi.257
Çalışma yükümlülüğü uyarınca çalışan kişiler, toplumsal an-
lamda işçi sınıfına dahil olmadıkları gibi, normal ücretlilerin sı-
nıf bilincinin ve mücadelesinin gelişmesinin önünde de bir engel
oluşturuyorlardı.
Diğer taraftan ekonomik nedenlerle de zorunlu çalışma söz
konusuydu. Kendi tükettiği temel malları üreten küçük köylülere
konan nakdi vergiler ve piyasadan alınacak gaz, bez, tuz, şeker,
tütün gibi malların giderlerinin karşılanması ve başlık parası bi-
riktirilmesi amacıyla yapılan geçici ücretli çalışma da, işçilik bi-
linci yaratmıyor, aksine bu işyerlerinde sınıf mücadelesini geri-
letiyordu.
• Hükümlü ve Askerlerin Çalıştırılması
Bu dönemde daimi işçi sıkıntısı, mahkûmların ve askerlerin
işyerlerinde çalıştırılmalarına da neden oldu.
1930'lu yıllarda cezaevlerindeki hükümlüler çalıştırılıyordu:
"Edirne, İmralı, Zonguldak, Isparta, Kastamonu ve Ankara'da bu-
nun başarılı örneklerini gördük. Bunlardan Edirne ve İmralı'daki
mahkûmlar ziraat, Zonguldak'takiler maden, Isparta'dakiler halı-
cılık, Kastamonu'dakiler marangozluk ve urgancılık işlerinde ça-
lıştırılmaktadır. Ankara cezaevinde tertip ve tashih ve diğer bütün
işleri mahkûmlar tarafından görülen güzel bir matbaa vardır."258
Lütfi Erişçi, bu konuda şunları yazmaktadır: "II. Dünya Savaşı
sırasında binlerce mahkûm fabrikalara sevk ediliyordu. 1941'den
itibaren Nafıa Vekaleti'nin emrine verilen ve herhalde 10.000'den
aşağı olmayan büyük bir er kitlesi yalnız nafıa işlerinde değil is-
tihraç sanayiinde, çimento sanayiinde, hatta ziraat kombinaların-
da kullanılıyordu. Bu erlerle, serbest amelenin iki liraya yaptığı

257 Bu kararnamelerin metinleri için bkz. M. Tunçer, M. F. Arıemre, M. F., R. Akşit,


Milli Korunma Mevzuatı, Ankara, 1955.
258 F. H. Demirelli, “Cümhuriyet Adliyesi,” Cümhuriyetin 16. Yıldönümünde
Hitabeler ve Konferanslar, Ankara, 1939, s.8.

225
iş bir liraya mal ediliyordu."259 "Harbin sonuna doğru (...) çalış-
tırılan mahkûmların senelik adedi onbinleri geçtiği. (...) Mesela
Değirmisaz linyit ocaklarında çalışan 1300 işçinin 500'ü mükellef,
500'ü mahkûmdu."260
1944 yılında Soma, Değirmisaz ve Tunçbilek madenlerinde gün-
de ortalama 4552 işçi çalışıyordu. Bunların yüzde 58,2'si daimi ve
münavebeli mükellef, yüzde 27'si gönüllü işçi ve yüzde 14,8'i mah-
kûmdu. Garp Linyitleri İşletmelerinde de çok miktarda mahkûm
istihdam edilmişti. Ereğli Kömür İşletmesi'nde 1947 yılı sonunda
1937 asker ve 1039 mahkûm çalışıyordu. 1948 yılında 985 asker işye-
rinden ayrıldı ve yeni 89 asker çalışmaya başladı. 1948 yılı sonunda
İşletme'de 1041 asker ve 1261 mahkûm bulunuyordu.261
Safa Ş. Erkün'ün yazdıklarına göre, 1940'lı yıllarda Değirmisaz
linyit, Keçiborlu kükürt ve Ergani bakır madenleri ile Zonguldak
kömür havzasında mahkûm çalıştırılıyordu. Zonguldak Gökgöl
Cezaevi'ndeki 1000 mahkûmun 650'si Asma, 350'si ise Kozlu oca-
ğında çalışıyordu. Günlük çalışma süresi 8 saatti. Mahkûmlara
günde asgari 81 kuruş gündelik veriliyor, bunun 25 kuruşu Adalet
Bakanlığı hesabına kesiliyordu. Ayrıca, ayda 5-40 lira arasında
prim veriliyordu. Mahkûmların iaşesi Ereğli Kömürleri İşletme
Um. Md. tarafından karşılanıyordu. Erkün, bu uygulamanın,
"memleketimizdeki maden işçisi kıtlığını hafifletmek ve iş piyasa-
sındaki işçi talebini karşılamak için alınmış bir iktisad politikası
tedbiri" olduğunu belirtmektedir.262
II. Dünya Savaşı içinde Karabük Demir Çelik Fabrikası'nda da
hükümlü ve asker çalıştırıldı. Örneğin, 1942 yılında 4300 kişilik

259 L. Erişçi, Türkiye’de İşçi Sınıfının Tarihi (Özet Olarak), Kutulmuş Basımevi,
İstanbul, 1951, s.25.
260 Erişçi, age, s.26.
261 Ekin, “Memleketimizde İşçi Devri Mevzuunda Yapılan Araştırmalar ve Ortaya
Koydukları Neticeler,” Sosyal Siyaset Konferansları, 9-10-11. Kitap, İstanbul,
1960, s.149, 150 ve 151.
262 S. Ş. Erkün, “Kömür Havzamızda Mahkûmların Çalıştırılması,” İş Dergisi, Sayı
45, 1945, s.22-26.

226
kadronun ancak 3100'ü doldurulmuştu ve işgücü açığı, bir taraf-
tan hükümlü ve asker istihdamıyla, diğer taraftan günlük çalışma
süresinin 12 saate çıkarılmasıyla kapatılmıştı.263
Gerhard Kessler ise bu konuda şu bilgiyi vermektedir:
"Mevzubahis işçilerden başka Zonguldak'ta asker işçiler de
istihdam edilmektedir; hakiki miktarlarını tespit edemedim.
Bunlar kaideten askerlikten evvel de maden havzasında ça-
lışmış kimseler olup altı aylık silahlı acemi talim devresini
geçirdikten sonra, askerlik hizmetlerine sayılmak üzere,
ocaklarda çalışmalarına müsaade edilmiş kimselerdir.
"İşletme şüphesiz bu iş güçlerini memnuniyetle karşılıyor ve
bu asker işçiler askeri disiplin altında ve bila inkita maden-
lerde kalıyorlar."
"Maden ocaklarında ayrıca 15.000 kadar ceza mahkûmu
da çalıştırılıyor. Mahkûmlar, diğer serbest ücretli işçilerle
ayırt edilmeksizin bir arada çalışıyorlar. Sadece mahkûm-
lar ayrı yerlerde iaşe ve ibate ediliyor ve kendilerini derhal
belli ettiren iki renkli elbiseler taşıyorlar. Ocaklarda geçen
her gün iki mahkûmiyet günü olarak sayıldığından ve ma-
den havzasındaki hayatları da hapishanelerdekine nazaran
daha serbest bulunduğundan, mahkûmiyetlerinin mütebaki
kısmını buralarda geçirmek için her şeye katlanmaya hazır
bulunuyorlar, en muti iş güçleridirler. Firarlar çok seyrektir.
Bunlara müsavi kıymetteki serbest işçilerin aldıkları ücretin
yüzde 90'ı veriliyor; ancak istihkakları, cüzi bir cep harçlığı
müstesna, mahkûmiyet müddetleri sona erip serbest bırakıl-
dıkları zaman toplu olarak tediye edilmektedir."264

263 Ekin, age, s.145.


264 G. Kessler, “Zonguldak ve Karabük’te Çalışma Şartları,” İçtimai Siyaset
Konferansları, Kitap 2, İstanbul, 1949, s.15.

227
Askerler ayrıca "demiryolu eri" ve "harp sanayi eri" olarak da
çalıştırıldılar.
İşyerlerinde bu şekilde çalıştırılan hükümlülerin ve askerlerin
"işçi"liğinden söz edilemez. Çok sayıda insanın bu biçimde işyer-
lerinde bulunması ise, o işyerlerinde ücret karşılığı çalışanların
sınıf bilinci ve mücadelesi üzerinde olumsuz etki yapmıştır.
1923-1946 döneminde Türkiye işçi sınıfı ve sendikacılık hare-
ketinin tarihi ve potansiyeli değerlendirilirken, başta Türkiye'de
bu dönemde mülksüzleşme düzeyinin geriliğinin ürünü olan
birçok etmene bağlı olarak ortaya çıkan sorunlar gözönünde bu-
lundurulmalıdır. Ayrıca, "patronlaşamayan işverenlerin" küçük
işletmelerinde basit yeniden üretim sürecinde çalışan işçilerin
sınıf kimliği ve bilincinin gelişmesinin zorluğu ve işçi sınıfının en
vasıflı kesimlerinin "devlet memuru" yapılarak devletle bütün-
leştirilmesinin etkileri de dikkate alınmalıdır. Yoksa, işçi sınıfı ve
sendikacılık hareketinin yetersizlikleri, gerçeği tam olarak yansıt-
mayan başta etmenlerle açıklanmaya çalışılır.
• Vergi Ayrıcalığı
Bu yıllarda bazı işkollarında yatırım teşvik edilirken, bu iş-
yerlerinde çalışan ücretlilere de bazı vergi ayrıcalıkları getirildi.
Şeker Fabrikalarına Bahşolunan İmtiyazat ve Muafiyet Hakkında-
ki 5 Nisan 1925 tarih ve 601 sayılı kanuna ait Esbabı Mucibe La-
yihası'nda bu konuda şu düzenleme yer alıyordu: "Şeker sanayii
yalnız kış mevsimi esnasında hali faaliyette bulunduğundan fab-
rikaların işçi bulmak hususunda düçarı müşkilat olmaları naza-
rı itibare alınarak bu sanayi amelesinin temettü vergisinden on
sene müddetle muaf tutulmaları (...) münasip olacağı mütalaa
olunmuştur."265
Kanunda ise şu hüküm yer aldı: "Madde 8: Şeker fabrikaları
memurun, müstahdemin ve amelesi fabrikanın tarihi küşadından
itibaren on sene müddetle temettü vergisinden muaftır."

265 Veldet, age, s.62.

228
Ancak bu tür sınırlı ayrıcalıkların işçiliği çok fazla özendirdiği-
ni söylemek olanaklı değildir.

Türkiye'de 1923-1946 Döneminde Ücretli İşgücü

Türkiye'nin nüfusu 1927 yılında 13,6 milyon, 1935 yılında 16,2


milyon, 1940 yılında 17,8 milyon ve 1945 yılında 18,8 milyondu.
1935 yılında 7 ve daha yukarı yaşlardaki toplam nüfusun yalnızca
yüzde 20'si okuma yazma biliyordu. Erkeklerin yüzde 69'u, kadın-
ların ise yüzde 90'ı okuma yazma bilmiyordu. 1945 yılında aynı
yaş grubundakiler içinde okuma yazma bilenlerin oranı yüzde
30'a yükselmişti. 1945 yılında erkeklerin yüzde 56'sı, kadınların
yüzde 83'ü okuma yazma bilmiyordu.
1923-1946 döneminde ücretlilerin sayısı azdı. Bu sayı, özellik-
le 1930'lu yıllarda başlayan kamu yatırımları ile bir ölçüde arttı.
Ancak, ülkede kapitalist mülkiyet ve sömürü ilişkileri gelişirken,
Türkiye burjuvazisinin üretken yatırımlardan kaçınmasına, ücret-
li çalışanların mülksüzleşme düzeyinin çok geri olmasına, kırsal
kesimde mülksüzleşenlerin ortakçılaşarak toprakla bağının sür-
mesine ve belirtilen diğer nedenlere bağlı olarak, güçlü bir işçi
sınıfı hareketi ortaya çıkmadı.
1921 yılında Ekonomi Bakanlığı İstanbul, İzmir, Adana, Bur-
sa gibi işgal altındaki bölgeler dışında kalan illere gönderdiği bir
genelgeyle, bir sanayi sayımı yaptı. Bu sayım sonuçlarına göre,
söz konusu bölgede 33 bin işyeri bulunuyordu. Bu işyerlerinde de
76.216 amele çalışıyordu.266
1927 yılında Cumhuriyet döneminin ilk sanayi ve işyerleri sa-
yımı da yapıldı. Bu sayımın sonuçlarına göre, Türkiye'de 65.245
işyeri bulunuyordu. Bu işyerlerinin çalışan kişilerin (işyeri sahibi
ve yakınları dahil) sayısına göre dağılımı şöyleydi:267

266 Tökin, age, s.43.


267 DİE, Sanayi Sayımı-1927, Yay. No:584, Ankara, 1969, s.9.

229
1927 Sanayi Sayımı
İşletme İşyeri Sayısı Oran (%)
Bir kişilik müesseseler 23.316 35,74
Bir kişi ve aile efradı 4.914 7,53
İki ve üç kişilik müesseseler 23.332 35,76
Dört ve beş kişilik müesseseler 7.683 11,78
Altı ve on kişilik müesseseler 3.940 6,04
11-20 kişilik müesseseler 1.188 1,82
21-50 kişilik müesseseler 551 0,84
51-100 kişilik müesseseler 166 0,25
101 ve daha fazla kişilik müesseseler 155 0,24

Görüldüğü gibi, işletmelerin yüzde 43'ünde ücretli işgücü is-


tihdamı yoktu.
1927 sanayi ve işyerleri sayımı sonuçlarına göre, 4 ve daha fazla
sayıda kişinin çalıştığı işyerlerinde toplam 165.886 kişi bulunuyor-
du. Bu kişilerin 10.941'i patron, 7817'si memur (büroda çalışan işçi
ve teknisyen) ve 147.128'i işçidir. İşçilerin 22.684'ü 14 yaşın altındadır.
4 ve daha fazla sayıda kişinin çalıştığı sanayi işyerlerinde ça-
lışanlar içinde çocukların oranı, 1927 yılında yüzde 15,42, 1932 yı-
lında yüzde 3,05, 1933 yılında yüzde 4,15 ve 1934 yılında da yüzde
2,75'tir.268 1927 yılında tüm işyerlerinde çalışanların içinde çocuk-
ların oranı yüzde 51,5 iken, 4 ve daha fazla sayıda kişinin çalıştığı
işyerlerinde bu oranın yüzde 15'e düşmesi, çocukların genellikle
1-3 işçi çalıştıran çok küçük işletmelerde istihdam edildiğini gös-
termektedir. Bu çocukların büyük bir bölümü büyük olasılıkla çı-
rak veya kalfa adıyla istihdam ediliyor ve "usta" dedikleri dükkan
sahibiyle birlikte çalışıp, ona yardım ediyorlardı.
Genişletilmiş yeniden üretimin olmadığı bu işletmeleri çağ-
daş kapitalist işletmeler, bu işyerindeki ilişkiyi de ücretli emek ile

268 İstatistik Yıllığı-1930, Başvekalet İstatistik Müdürlüğü, Ankara, 1930, s.189;


Sanayi İstatistikleri, 1932-1939, İstatistik Umum Müdürlüğü, Ankara, 1941,
s.16-17.

230
sermaye ilişkisi olarak nitelendirmek mümkün değildir. Bu işyer-
lerinin sahipleri, genellikle basit yeniden üretimi gerçekleştiren
ve Marks'ın "küçük patron" adını verdiği üreticilerdir, patronlaşa-
mamış küçük işverenlerdir, esnaf-sanatkârdır.
1932-1934 dönemine ilişkin verilerde çocuk işçilerin oranının
düşmesinin nedeni ise, kanımca, çocuk işçilerin gerçek sayıları-
nın azalması değil, 1930 yılında kabul edilen Hıfzıssıhha Kanu-
nu ile 12 ve daha aşağı yaşlardaki çocukların çalıştırılmalarının
yasaklanması üzerine, bu çocukların kayıtlara geçirilmemesidir.
1932 yılından itibaren, Teşviki Sanayii Kanunu'ndan yararla-
nan işletmelere ilişkin istatistikler derlenmeye başlandı. 1932 yı-
lında 1473 işletmede 52.172 işçi ve ustabaşı ile 3142 memur bulunu-
yordu. 1933 yılında 1398 işletmedeki işçi ve ustabaşı sayısı 62.215
ve memur sayısı 2774 oldu. 1934 yılında ise 1309 işletmede 66.247
işçi ve ustabaşı ve 2903 memur istihdam ediliyordu.269
3008 sayılı İş Kanunu 1936 yılında kabul edildi. 1.11.1936 tari-
hinde ise, İktisat Bakanlığı'na bağlı İş Dairesi Teşkilatı oluşturul-
du. Bu birim, 1937 yılı sonunda Türkiye'de tarım-dışı sektörlerde
işyeri ve işçi sayısının saptanmasına çalıştı. Elde edilen verilere
göre, 1937 yılı sonunda Türkiye'de 5 ve daha fazla sayıda işçi ça-
lıştıran 6.252 işyerinde 265.341 işçi ve 15.422 müstahdem istihdam
ediliyordu. 5-9 işçi çalıştıran 2837 işyerinde 18.056 işçi ve 1413
müstahdem, 10 ve daha fazla sayıda işçi çalıştıran 3415 işyerinde
247.285 işçi ve 14.009 müstahdem bulunuyordu.270
Aynı birimce 1938 yılında 10 ve daha fazla sayıda işçi çalıştıran
işyerlerinde uygulanan anketin sonuçlarına göre, 4456 işyerinde
ortalama 180.374 işçi ve 18.170 müstahdem çalışmıştı. 1943 yılı so-
nundaki durumu saptamak için yapılan anketin sonuçlarına göre
ise, 3205 işyerinde 275.083 işçi ve 26.193 müstahdem istihdam edi-
liyordu.271

269 Tökin, age, s.71-72.


270 Çalışma Bakanlığı, age, s.1.
271 Age, s.2-3.

231
1943 yılında en fazla işçinin ve müstahdemin çalıştığı iller ve
çalışan işçi sayısı da şöyleydi:
Ankara: 9526 İzmir: 54.300
Bursa: 9651 Malatya: 8679
Elazığ: 7994 Samsun: 6923
Eskişehir: 11.744 Seyhan: 7691
İstanbul: 68.007 Sivas: 5956
Kütahya: 6687 Zonguldak: 36.018.272
Bu dönemde genel ve katma bütçeye bağlı kuruluşlarda çalı-
şan işçi ve memur sayısı da önemliydi.273

Genel ve Katma Bütçeli Kuruluşlarda İstihdam


Genel Katma Toplam
Bütçeye Bütçelere
Dahil Dahil

1. Aylıklı ve Ücretli Memurlar


a. Aylıklı Memurlar 1938 36.138 8.173 44.311
1941 40.593 11.567 52.160
1946 50.072 13.614 63.686

b. Ücretli Memurlar 1938 -- -- --


1941 3.874 1.384 5.258

2. Daimi Ücretliler 1938 14.341 10.209 24.550


1946 31.737 26.014 57.751

3. Geçici Hizmetliler 1938 5.145 177 5.322


1946 3.653 107 3.760

272 Age, s.35.


273 DİE, age, 1949, s.280.

232
4. Devlet Demir Yolları
a. Memurlar 1938 -- 10.747 10.747
1946 -- 19.466 19.466
b. Müseccel İşçi 1938 -- 3.521 3.521
1946 -- 7.000 7.000
TOPLAM
1938 55.624 32.827 88.451
1941 62.311 24.248 86.559
1946 85.462 66.201 151.663

Bu dönemde esnaf-sanatkâr yanında diğer küçük işletmeler-


de, eve iş verme sistemi içinde ve tarım sektöründe274 bir ücret
karşılığında çalışan kişiler de vardı. Ancak bu kişilerin önemli
bir bölümü henüz mülksüzleşmemiş üreticilerdi veya işverenleri
kapitalist olmaktan çok, kendileri de üretimde çalışan ve genişle-
tilmiş yeniden üretimi gerçekleştiremeyen (sermaye birikimine gi-
demeyen) "küçük patron"lardı. Bu işyerlerinde, çağdaş anlamıyla
bir ücretli emek ve sermaye çelişkisi, sınıf bilinci ve işçi sınıfı ha-
reketi gelişmiyordu.
Bu yıllarda Türkiye sosyalist ve komünist hareketi ciddi bir so-
runla karşı karşıyaydı.
1917 Rus Devrimi ve Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında yaygınla-
şan Bolşevik hayranlığı bu örgütlenmelerde büyük umutlar yarat-
mıştı. Ancak, Osmanlı İmparatorluğu'ndan devralınan işçi sınıfı
nicel ve nitel olarak çok çelimsizdi.
1923-1946 döneminde kurulan kamu işletmelerindeki işçiler ve
memurlar ise, halkın diğer yoksul kesimleriyle kıyaslandığında,
önemli ayrıcalıklara sahipti. Mülksüzleşme düzeyi geriydi.

274 Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu’nun 1928 yılında Türkiye’ye ait


raporunda, “tarım işçilerinin sayısı ise en az 450 bindir” denmektedir.
1928 yılında tarımda mülksüzleşmiş ve ücretli emek ile sermaye arasındaki
saflaşmada taraf 450 bin tarım işçisinden söz etmek olanaklı değildir. Bkz.
“Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu Raporu, Orta Doğu-Türkiye,” Türkiye
Komünist ve İşçi Hareketi, Aydınlık Yay., İstanbul, 1979, s.190.

233
Halkın büyük çoğunluğunu oluşturan köylülerin algılayabil-
dikleri çelişki, kendileri ile ağalar, şeyhler, tefeciler, aracılar ve
büyük tüccarlar arasındaki çelişki değil, sürekli yeni vergiler ko-
yan, onlara kuru üzümle çay içirten, jandarma dipçiğini kafala-
rından eksik etmeyen CHP ile olan çelişkiydi.
Bu koşullarda, sosyalist ve komünist harekette, Türkiye'de iş-
çilerin mülksüzleşmeme olgusunu tartışmama, patronlaşamayan
küçük işverenler gerçeğini göz ardı etme ve işçi sayısını abartma
eğilimi ortaya çıktı.
Türkiye'de işçi sınıfının nicel ve nitel gücünün abartılmasının
birçok örneği vardır. Ancak bu abartmanın ve özellikle de mülk-
süzleşme düzeyindeki geriliğin işçi sınıfı hareketi üzerindeki
olumsuz etkilerinin gözardı edilmesinin çeşitli sakıncaları ortaya
çıktı. Bunların başında, büyük ve gerçekçi olmayan beklentilerin
gerçekleşmemesi nedeniyle, olguları açıklamada bilimsel olma-
yan yöntem ve çözümlemelere başvurulması gelmektedir.
1923-1946 döneminde Türkiye burjuvazisi genellikle üretken
yatırımlardan kaçınarak, emperyalistlerin Türkiye'deki temsil-
ciliği/acentalığı rolünü tercih etti. Kapitalizm gelişirken, ücretli
emek-sermaye çelişkisi, ekonomik artığa el konmasının asıl biçi-
mi olamadı. Diğer taraftan, işçi aristokratları ve kapitalist sömü-
rüye istikrarsız bir biçimde maruz kalan mülksüzleşmemiş üre-
ticiler normal işçi sınıfı tepkisini göstermedi; sınıf bilinci ve işçi
sınıfı hareketi çok dar çevrelerde gelişebildi.
Şevket Süreyya Aydemir ve Sadrettin Celal'in 1924 yılında Ay-
dınlık yayımları arasında yayımlanan Lenin ve Leninizm isimli
kitaplarında, Türkiye işçi sınıfının durumu konusunda, kanım-
ca doğru saptamalar yapılıyordu: "Bizde henüz proletarya değil,
işsizler, ihtisassızlar, hülasa 'lumpen proletarya' artıyor. Nasıl ki
iktisadi gelişme dediğimiz hallerde, hakiki sanayi ve ticaret değil,
ihtikar hâkim olmaktadır. Bu sebeple bizde ne sosyal demokrasi,

234
ne de diğer kütle hareketleri için lazım olan içtimai zemin henüz
teşekkül etmemiştir."275
Şevket Süreyya ve Sadrettin Celal'in bu saptamaları, sosyalist-
komünist hareket içinde yaygın değildi. Hâkim olan anlayış, gücü
abartmaktı. "Komünist Enternasyonal'in Altıncı Dünya Kong-
resinde (1928, YK) Türk delegesi Fahri276, Ulusal Kurtuluş Savaşı
sırasında 600.000 'proleter' bulunduğu görüşünü savunmuştu.277
Kızıl sendikaların (Profintern) Dördüncü Uluslararası Kongresin-
de Türk delege Nihat ise bu sayının 1930 yılına dek 1.568.000'e
yükselmiş olduğunu belirtmişti."278
P. Kitaygorodski, 1925 yılı Aralık ayında Komünist Enternas-
yonal Dergisi'nde yayımlanan makalesinde Türkiye'de 200 bin
kadar şehir proletaryası olduğunu ileri sürüyor ve şu bilgileri
veriyordu:279
Demiryolu işçileri: 8 bin 500 (5 bini derneklerde örgütlü);
Maden işçileri: 25 bin (8 bini örgütlü)
Fabrika işçileri: 40 bin (12 bini örgütlü)
İnşaat işçileri: 12 bin (4 bin örgütlü)
Tramvay işçileri: 3 bin (binbeşyüzü örgütlü)
Gemiciler: 5 bin (2 bini örgütlü)
Liman işçileri: 7 bin (hepsi loncalarda örgütlü)

275 Aydemir, Tek Adam, c.III, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1965, s.351.
276 “Fahri” takma adını Ali Cevdet kullanmaktadır. Bkz. Türkiye Komünist ve İşçi
Hareketi, 1979, s.24.
277 “Proletarya” sözcüğünün kökeni: Bu konuda farklı görüşler olmakla birlikte,
yaşamını işgücünü satarak kazanan insanları, geniş bir tanımla “işçi sınıfı”
olarak kabul etmek, bu kesim içinde emeğini maddi bir ürüne dönüştürerek
artık-değer sömürüsüne maruz kalanları da “proletarya” olarak tanımlamak
doğru gözüküyor. Emek-değer kuramına göre, işçi sınıfının ancak bir bölümü
“üretken faaliyet” içindedir ve değer üretmektedir. İşçi sınıfının diğer kesimleri
üretken faaliyet içinde değildir, değer üretmez. “Üretken emek” ve “üretken
olmayan emek” tartışmaları ayrı kitapların konusudur.
278 K. Steinhaus, Atatürk Devrimi Sosyolojisi, Sander Yay., İstanbul, 1971, s.201.
279 P. Kitaygorodski, “Türkiye’de İşçi Hareketi,” Türkiye Komünist ve İşçi Hareketi,
Aydınlık Yay., İstanbul, 1979, s.140.

235
Şoför ve arabacılar: 10 bin (5 bini loncalarda örgütlü)
Tütün işçileri: 25 bin (7 bini örgütlü)
Mevsimlik işçiler: 15 bin (hiç örgütlenmemiş)
Matbaacılar: Bin beş yüz (bini örgütlü)
Liman hamalları: 20 bin (10 bini örgütlü).
Yukarıdaki ücretlilerin ne kadarının "işgücünden başka sata-
cak bir şeyi ve aldığı ücretten başka önemli gelir kaynağı olma-
yan" kişi olduğu ve ne kadarının "basit yeniden üretim içindeki
küçük patronların işyerinde çalıştığı" tartışmalıdır. Ayrıca devlet
memuru statüsünde çalışanların dikkate alınmamış olması da
önemli bir eksikliktir.
Bu konuda en ilginç örnek, Türkiye'ye ilişkin özgün çalışmalar
yapmış olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın verileri zorlayan çabasıdır.
Kıvılcımlı, 1935 yılında yayımlanan Türkiye İşçi Sınıfı'nın Sosyal
Varlığı isimli çalışmasında, mülksüzleşme düzeyini tartışmadan,
Türkiye'de sanayi işçilerinin toplam nüfusa oranının, 1917 yılın-
da Rusya'daki orandan yüksek olduğunu ileri sürebilmekteydi.280
Kıvılcımlı, 1930'lu yılların başları için şu sayıları veriyordu: "Orta-
lama her proleter ailesi enaz 3 kişi (bir karı, bir koca, bir çocuk)
sayılsa o zaman: sanayi proleteryasının nüfusu 714 bin; en kötüm-
ser ihtimal ile (476 bin) saydığımız tüm şehir proleterlerinin nü-
fusu 1 milyon 428 bin; 700 bin şehir proleterinin nüfusu 2 milyon
100 bin olur. (...) Türkiye'de şehirlerde yaşayanlara bir resmi geçit
yaptırılsa, görülür ki, her yüz kişi içinde 21-22 kişisi sırf sanayi pro-
leteri nüfusu, 50-60 kişisi de işçi sınıfının ta kendisidir. Başka bir
deyişle, gözümüzü kapayarak söyleyebiliriz ki, Türkiye şehir nüfu-
sunun hiç olmazsa yarısı işçi sınıfının nüfusudur."281

280 H. Kıvılcımlı, Türkiye İşçi Sınıfı’nın Sosyal Varlığı (Birinci Kitap, Sayı, Topoğrafya,
Kadın ve Çocuk), 1. Basım, Bozkurt Matbaası, İstanbul, 1935; 2. Basım, 1935
Marksizm Bibliyoteği Serisi: I (Telif ve Tercümeler), Çağrı Yayıncılık, İstanbul,
1978, s.56.
281 Kıvılcımlı, age, s.76-77.

236
Özetle,1923-1946 dönemi Türkiye işçi sınıfının nicel ve nitel
olarak çok zayıf olduğu yıllardı. Bu yıllarda işçi sınıfının örgütlen-
mesi ve eylemleri ile Türkiye demokratik devrimindeki rolü, bu
genel saptama ışığında değerlendirilmelidir.
Osmanlı İmparatorluğu'nun yükseliş döneminde ülke içinde
ve dışında yaratılan değere çeşitli biçimlerde el koyan ve iktidar-
da bulunan hâkim sınıf, aynı zamanda birçok yönetsel görevi de
yerine getiriyordu.282 Merkeziyetçi feodal yapı içinde, merkezi ve
yerel feodallerden oluşan hâkim sınıf, bugün memurların yaptığı
bazı işleri de yerine getirdiğinden, o dönemin aynı zamanda me-
murluk işlerini de yapan hâkim sınıf kesimleri ile, daha sonraki
dönemlerin memurluk işlerini yapan mülksüzleşmiş ücretliler
bazan, "bürokrasi" kavramı kullanılarak, birbirinin devamı gibi
algılanmıştır.283
Osmanlı İmparatorluğu'nun iç sömürüden beslenen silahlı
güçle dış talana dayalı yayılmacı merkeziyetçi işleyişi, çeşitli ne-
denlerle bozuldu. Bu bozulma, hâkim sınıfın iç ilişki ve denge-
lerinde değişikliklere neden oldu. Dış talan olanaklarının sona
ermesiyle birlikte, iç sömürü yoğunlaştırıldı ve hâkim sınıf içi çe-
lişkiler önem kazandı. Bazen, aynı zamanda kamu yönetiminde
de üst düzeyde yeri olan ve bu yolla sömürü sürecine daha etkili
bir biçimde katılan bazı hâkim sınıf mensupları azledildi, öldü-

282 “Sarraflarınkinden sonra en büyük servetler askeri ya da yönetici sınıftan sayılan


yüksek devlet memurlarının elinde birikiyordu. Bu görevlilere devlet doğrudan
maaş ödemez, timar düzeni çerçevesinde oluşturulan yüksek gelirli dirliklerin,
has ve zeametlerin vergi gelirlerini bırakırdı. Bu dirliklerden sağlanan gelir,
görevin önemine göre değişmekte ve büyük miktarlara varabilmekteydi. Hem
sivil hem de askeri görevlerdeki yüksek devlet memurları, dirliklerden gelen
gelirin bir bölümünü çeşitli iktisadi faaliyetlere yatırırlar ve görevlerinin
kendilerine sağladığı nüfuzu da kullanarak servetlerini kısa zamanda
büyütebilirlerdi. Ticaret ve tefecilik yüksek devlet memurları için cazip yatırım
alanları oluşturuyordu.” Ş. Pamuk, Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914,
Gerçek Yay., İstanbul, 1988, s.91.
283 Bu konuda karşıt görüş için bkz. İ. Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, 2.
Basım, İstanbul, 1989.

237
rüldü ve malvarlıkları müsadere edildi. Hâkim sınıfın önemli bir
kesimi, memuriyet satın alarak, merkezdekiler ve kendileri için
halktan topladıkları vergiler aracılığıyla ülkede yaratılan değere,
ekonomik artığa el koydular ve varlıklarını sürdürdüler.
Tanzimat'la birlikte memurların yaptıkları hizmetler karşılı-
ğında veya başka gerekçelerle kendileri için halktan vergi topla-
maları uygulamasına son verildi.284 Bu değişiklik, devlet görev-
lerinin hâkim sınıfın bir kesimi tarafından yerine getirilmesine
önemli ölçüde son verilmesinin ve yaşanan büyük bunalım ve
yapı değişikliği sürecinde hâkim sınıfın bir kesiminin tasfiyesinin
ifadesidir. Tanzimat'la başlayan bu uygulama, memurluğa ilişkin
görevleri yerine getirenlerin ücretlileşmesinde (işçileşmesinde)
de bir dönüm noktasıdır.
19. yüzyılın ikinci yarısında devlet memurlarının aylıklarını ve
bazı çalışma koşullarını düzenleyen mevzuatın çıkmaya başlama-
sı da, yaşanan bu değişimin sonuçlarından biridir. Bu mevzuat,
ne yazık ki, Türkiye çalışma mevzuatı tarihi içinde hak ettiği yeri
henüz alamamıştır.

284 “XIX. yüzyıl yaklaşırken Osmanlı maliyesinde önemli bir değişim ve eğilimin
egemen olmaya başladığını belirtelim: Maliyede nakit maaş sistemi giderek
genişlemekte ve yaygınlaşmaktadır. Bu süreç içerisinde devlet hizmetinde
görev alan küçük ya da büyük hemen her türlü personel, bu genel eğilimden
nasibini almaktadır... İşte bu yeni dönemde, eskiden kendilerine has verilen
bürokratlar da, bu hasların zamanla tasfiyesinin doğal bir sonucu halinde,
yavaş yavaş bu nakit maaş sistemi içine çekilmeye başlamıştı. Ancak, hemen
belirtmek de gerekir ki, bu nakit maaş sistemine geçiş bir anda ve genel
düzeyde olmamış, hemen her türlü personel için eski usullerle (dirlik tahsisi,
harç ve kalemiye payları) yeni uygulama bir süre bir arada yürümüştür.” Y.
Cezar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, Alan Yay., İstanbul,
1986, s.68-69.
Tanzimat ile “memur ve görevlilerin türlü adlar altında halktan kendileri için
aldıkları her türlü resim ve aidat kaldırılmıştır. Adet hükmüne girmiş olan
bu tekalif, halkın memurlar tarafından keyfi bir şekilde soyulması neticesini
verirdi ve merkezi hükümetin bunları kaldırmak veya bir düzene bağlamak
için yaptığı teşebbüsler şimdiye kadar bir netice vermemişti.” H. İnalcık,
“Tanzimat’ın Uygulanması ve Sosyal Tepkiler,” Tanzimat’tan Cumhuriyet’e
Türkiye Ansiklopedisi, C.6, İstanbul, 1985, s.1538.

238
Osmanlı İmparatorluğu'nun yarı-sömürgeleşme süreci içinde
ülkede hâkim sınıfın yapısında bir değişim yaşandı. Hâkim sınıf
içinde, çeşitli ülkelerin sermayedarlarının uzantısı konumunda
olanların ağırlığı arttı; bu kesimler, birçok idari görevi "memur"
statüsünde istihdam edilen ücretlilere yaptırmaya başladılar.
Ülkede hâkim sınıf içinde tasfiyeler oldu; büyük topraklara, iş-
yerlerine, mal mülke ve nakite sahip olanlar, uluslararası kapita-
lizmin gereksinimlerine daha uygun sömürü ilişkilerine kaymaya
başladılar; memuriyetin, getirisi iyice azalmış olan orta kademe-
lerinden de çekildiler. Ülkenin dünya kapitalist sistemine enteg-
rasyonu sürecinde, önemli kapitalist ülkelere bazı ayrıcalıkların
tanınması sırasında ise, devlet yönetiminin üst kademelerinde
bulunanlara, rüşvet ve komisyon adları altında halkın sömürül-
mesinden pay verilmesi yaygınlaştı. 19. yüzyılın ikinci yarısında,
hâkim sınıfın giderek küçülen bir bölümü yönetsel görevler üstle-
niyordu; ülkede yönetsel görevleri yerine getirenlerin en üstteki
giderek küçülen bir bölümü, hâkim sınıflar içinde yer alıyordu.
Memurların büyük bir bölümü ise, mülksüzleşmiş özgür ücretli
işgücü olarak Osmanlı işçi sınıfının genellikle üretken olmayan
kesimini oluşturuyordu.
19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti büyük mali sıkın-
tılar yaşadıkça, bundan öncelikle etkilenenler devlet memurları
ve kamu kuruluşlarında çalışan işçiler oldu. Bazı dönemlerde ay-
larca aylık ödenmedi. Aylıkların ödenmesi, "umumi maaş çıktı"
biçiminde gazete haberi oluyordu.285 Bu dönemde devlet memur-
larının giderek artan bölümü, mülksüzleşmiş ücretlilerden oluş-
maya başlamıştı. Bu nedenle, aylıkların zamanında ödenmemesi,
bu kitleyi yoksulluğa ve çeşitli çözüm yolları aramaya itiyordu.
Sadrazam Sait Paşa, bu durumu şöyle anlatmaktadır: "Herkesin
malumudur ki, bir vakittenberi himayeye mazhar olan memurlar,
maaşlarını vaktinde alıp, hususi geliri olmayan dairelerin memur-

285 A. E.,Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, c.I, İstanbul, 1970,


s.49.

239
ları ile polis ve jandarma sınıflarının maaşları askıda ve kendileri
de son derece sıkıntıda kalırlar. Bu hali ıslah için maaşlar hak-
kında hazineden üç senelik hesap istedim ve bizzat kendim tetkik
ettim. Şu netice çıktı: 1898, 1899, 1900 mali senelerinde memur-
lara verilen maaşlarda devlet hazinesi, memurlara her yıl için,
yüz binlerce lira borçlu kalmıştır. Mesela son 1900 senesi merkez
maaşlarının aslı, iki milyon yüzseksen dörtbin ikiyüz onaltı lira-
dır. Sene içinde bunun yarısından biraz fazlası memurlara verile-
bilmiş, para bulunamadığından, sene nihayetinde 1 milyon ikiyüz
bin 896 lira memurlara borç kalmıştır."286
Yoksullukla karşı karşıya olan memurların bir bölümü, birey-
sel çıkış yolları aradı. Bulunan yollar, rüşvet, eşrafla işbirliği ve
kaçakçılıktı. Ancak bu uygulamalar, gerçekte mülksüzleşmiş üc-
retliler olan geniş memur kitlesi ile, diğer emekçi sınıf ve tabaka-
lar arasında, Cumhuriyet döneminde de (başka nedenlerle) süre-
cek olan ayrılık ve hatta bazen düşmanlık tohumları ekti. Emekçi
sınıf ve tabakaların ürettikleri değerin bir bölümüne devlet adına
vergiler yoluyla el koyan, gençleri zorla askere götüren veya in-
sanları çeşitli nedenlerle hapse atan memurlara duyulan tepki,
memurların bir bölümünün rüşvetçiliği ve eşrafla işbirliği nede-
niyle daha da arttı. Sağlık, eğitim, yol-su-elektrik gibi alanlarda
devletin çok az katkısının ve hizmetinin olması da, bu görevleri
yerine getiren memurlar için bir sempati doğmasını engelliyor-
du. Enver Ziya Karal, memurların bu durumunu şöyle anlatıyor:
"Abdülaziz devrinin ilk yıllarında memurluk henüz bir meslek
haline getirilmiş değildi. (...) Memurlar gelişi güzel seçilmekte ve
tayin edilmekte idiler. Tayinlerinde, rüşvet, iltimas, hatır gönül,
büyük rol oynamakta idi. Memuriyet vazifeleri, selahiyetleri ve
sorumlulukları da tesbit edilmiş değildi. Bu sebeple hukuki ve
adli teminatları da yoktu. Bir çoklarına da maaş verilmemekte
idi. Harçlardan ve daha başka gelirlerden aldıkları hisselerle ge-

286 Sadrazam Sait Paşa, “İmparatorluk ve Memur Maaşları,” Yakın Tarihimiz, c.2,
Sayı 20, 12 Temmuz 1962, s.213.

240
çimlerini sağlamak zorunda idiler. Mevkileri istikrarsız, geçimleri
ve istikballeri kararsız olduğu için, amme menfaatini düşünerek
çalışacakları yerde, şahsi durumlarını düşünerek hareket ediyor-
lardı. Bu hal ise türlü yolsuzlukların yapılmasına sebep olmakta
idi. Halk memurdan, dolayısiyle temsil etmekte bulunduğu devlet
otoritesinden nefret eder hale gelmişti."287
Memurların eşrafla işbirliğini ve halkın ezilmesinde bir araç
konumuna düşmesini de, Tanin Gazetesi muhabiri Ahmet Şerif
şöyle anlatıyor: "Eşraf buraya bir memur gelince ona her türlü ko-
laylığı gösterir, istediği kadar para borç verirler. Memurlar, bunu
kabul ettiği günden sonra, eşrafın zavallı köylüleri ezmesine, her
türlü zorbalıklarına ister istemez bir araç olurlar."288
Askerlerin bir bölümü ise, geçinebilmek için sistemli bir bi-
çimde tütün kaçakçılığı yapıyordu. Donald Quataert bu konuda
şunları yazmaktadır: "Osmanlı Devleti, sivil ve askeri personeli-
nin ücretlerini düzensiz ve uzun aralıklarla ödediğinden, maaşlar
genellikle geciktiğinden, (tütün, Y.N.) kaçakçılarının çoğu, bu yol-
la kazanç sağlayıp maaşlarının ödenmemesini telafi eden asker-
lerdi. Daha önce, 1886 yılında da Alman sefareti memurlarından
biri de aynı şekilde kaçakçılığın reji gelirlerini azalttığından bah-
sederken, 'kaçakçılığı en çok askerlerin yaptığını' belirtiyordu."289
19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın ilk yıllarında memuri-
yet kadroları iltimas, rüşvet, hatır gönülle dolduruldu ve birçok
memur hiç çalışmadan, ara sıra verilen aylıkları almaya başladı.
Bu uygulama ise, memurların aylıklarının düzenli ödenmemesine
veya aylıkların satınalma gücünün düşmesine yaygın bir biçimde
topluca tepki göstermelerini önleyen bir etmen oldu.
Aylıkların zamanında ödenmemesine karşı bazı tepkiler de
gelişti. Bu tepkiyi birlikte ve şiddet kullanarak ifade edenler, as-

287 E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c.VII, Ankara, 1977, s.159.


288 Ahmet Şerif, Anadolu’da Tanin, Kavram Yay., İstanbul, 1977, s.35.
289 D. Quataert, Osmanlı Devleti’nde Avrupa Iktisadi Yayılımı ve Direniş (1881-
1908), Yurt Yay., Ankara, 1987, s.31.

241
kerlerdi. Mesleği askerlik olanlar ve geçici bir süre askerlik yapan
diğer emekçiler, aylıklarının ödenmemesine sert tepkiler göstere-
biliyordu. Bu tepkiler, Türkiye işçi sınıfı tarihi içinde işçi eylemleri
olarak değerlendirilmelidir. Bu eylemlerden bazı örnekler aşağıda
verilmektedir.
"Gözde olan paşalar, maaşlarından başka atiyeler alırken,
ötekiler darlık ve sefalet içinde yaşıyorlardı. Bu hal bazan üzü-
cü olaylara sebep olmakta idi. Nitekim İzmir vilayetinin bir ka-
zasında bulunan subaylar toplu bir hareketle Mal Müdürlüğü'nü
tehdit ederek ihtiyaçları için istedikleri parayı zorla almıya
kalkışmışlardır."290
1906 Aralık'ında, ücretlerinin ödenmesinin gecikmesinden ve
görev sürelerinin fazlalığından hoşnutsuz 450 kadar tayfa Bahriye
Komutanı Ahmet Paşa'nın evini bastılar, 3 subayını dövdüler, ev
sahibi de yaralandı. Hükümet zora başvurarak kendini tehlikeye
atmadı. Dahası, tayfaların hem ücretlerini ödedi, hem de görev
sürelerini dolduranları yedeğe terhis etti."291
"Hicaz askeri fırkasından iki bin dört yüz neferin terhis edil-
mesi lazım gelmiş, bunların dörtyüzdoksanı Yafa, Beyrut, Trab-
lus, Şam ve Lazıkiye ahalisinden olup, Beyrut limanına yaklaş-
tıklarından içinde bulundukları vapurun süvarisini, geminin
direğine bağlayarak, 'birikmiş aylıklarını almadıkça gemiden
çıkmıyacaklarını' beyan ile kavga çıkardıkları gibi, Beyrut'a çıkış-
larını müteakip çarşıyı yağmaya karar verdiklerini ve vilayet vez-
nesi, maaşlarını vermeğe müsait olmadığından ve kendilerinden
birkaç saat mühdet alındığından, birikmiş alacaklarının buradan
acele olarak gönderilmesi lüzumunu vali ve kumandana yazdılar.
"Birçok telgraf muhabereleri ile tasarladıkları zararlı hareket-
ler önlendi. Birikmiş aylıklarına karşılık paraları derhal Osmanlı
Bankası vasıtasiyle verdirildi.

290 Karal, Osmanlı Tarihi, c.VIII, Ankara, 1983, s.433.


291 Y. A. Petrosyan, Sovyet Gözüyle Jöntürkler, Bilgi Yay., Ankara, 1974, s.233.

242
"Lakin, yine Hicaz fırkasından İskenderun, Mersin, Silifke,
Alaiye, Antalya, İzmir, Samsun, Trabzon, Selanik ve Bandır-
ma ahalisinden olan askerleri hamil bulunan Mürüvvet ve
Selamet vapurlarının Marmara sahilleri ve Karadenize git-
meleri, Zat-ı Padişahca mahzurlu görüldüğünden, bunların
cümlesi İzmir'e çıkarılarak, oralarda birikmiş aylıklarının
defaten ve nakden verilmesine irade taalluk etti."292
Devlet memurları içinde iyi bir eğitimden geçmiş kesim (Har-
biye, Tıbbiye, Mülkiye mezunları, öğretmenler), bu düzensizlik
ve yoksulluğa karşı duydukları sınıfsal tepki ile, ülkedeki çağdı-
şılığa karşı duydukları aydınsal tepkiyi birleştiriyorlar ve "ülkeyi
bataktan kurtarıp, çağdaşlaştırmak" programı etrafında örgütlen-
melere de gidiyorlardı. Bu aydın insanlar, ülkede kendiliğinden-
ci ve bağımsız bir işçi sınıfı hareketinin gelişmesinin önkoşulları
bulunmadığından ve çağdışı bir istibdat rejimi hüküm sürdüğün-
den, kendi kesimsel kısa vadeli çıkarlarıyla çakışan ve onları birer
işçi aristokratına dönüştürebilecek olan bir demokratik devrim
programını benimsediler. Nitekim, Cumhuriyetin kurulması son-
rasında bu arzu gerçekleşti. İşçi sınıfının memur kesimi ile işçi sı-
nıfının diğer kesimleri ve diğer emekçi sınıf ve tabakalar arasında
çıkan çelişkiler ve özellikle de nüfusun çok büyük bir bölümünü
oluşturan köylülüğün geriliği ve pasifliği, bu aydın memurların
halka dayalı bir hareket geliştirebilmelerini veya böyle bir düşün-
cenin yayılmasını önledi.
Bu dönemde Düyunu Umumiye'de çalışan 9 bine yakın memur
ise oldukça ayrıcalıklı bir konumdaydı. Daha yüksek olan aylıkla-
rını düzenli alabiliyorlardı.
II. Meşrutiyet'in ilanından sonra memurlar arasında tasfiye-
ler ve aylıklarda indirim yapıldı. Bu dönemde Anadolu'da küçük
memurlar arasındaki havayı Ahmet Şerif şöyle anlatıyordu: "Hü-
kümet memurlar hemen bütünüyle yetersizdir. Geçmiş dönemin

292 Sadrazam Sait Paşa, agm.

243
etkisi şimdiki görevlerini anlamaktan kendilerini alıkoymaktadır.
Düşündükleri tek şey memurlar arasında yapılacak tensikattır,
sınava çağrılmak korkusudur. Açığa çıkarıldıklarında ne iş yapa-
caklarını kestiremiyorlar, aç kalmaktan korkuyorlar. (9.7.1909)"293
Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde memurların
özellikle aylıkları konusunda yakınmaları vardı; ancak bazı ayrı-
calıkları da söz konusuydu.
Bu ayrıcalıkların başında iş güvencesi gelmekteydi. 1876 Ana-
yasası'nın 39. maddesine göre, seçilen memurların, kanun gere-
ğince görevden uzaklaştırılmaları için gerekli şartlar gerçekleş-
medikçe veya kendiliklerinden istifa etmedikçe veyahut devletçe
zorunlu görülen bir sebep olmadıkça, memuriyetleri değiştirile-
miyor ve işlerine son verilemiyordu. Kentlerde işsizliğin arttığı bir
dönemde ve özellikle işçi statüsünde istihdam edilenlerle karşı-
laştırıldığında, bu iş güvencesi son derece önemli bir haktı.
Memuriyetin diğer bir ayrıcalığı, sosyal güvenlik alanındaydı.
19. yüzyılın son on yıllarında ve 20. yüzyılın başlarında, sağlık per-
soneli, ilmiye mesleğine mensup olanlar, telgraf ve posta memur
ve hademesi, gümrük idaresi mensupları, idare memurları için
ayrı ayrı tekaüt sandıkları kurulduktan sonra, 1325 (1909) tarihli
Memurini Mülkiye Tekaüd Kanunu ile ilmiye mensupları ve asker-
ler dışındaki tüm devlet memurlarının emeklilik işlemleri tek bir
sandığa bağlandı. Aylıklardan yüzde 5 oranında prim kesiliyordu.
30 yıl hizmet edenlere tekaüt maaşı veya maluliyet maaşı veya
ölümleri halinde geride bıraktıklarına dul ve yetim maaşı verili-
yordu. Aynı yıl bir de Askeri Tekaüt ve İstifa Kanunu çıkarıldı.294
Osmanlı İmparatorluğu'nda 1910 yılında 138 bin, 1911 yılında
ise 97 bin memurun olduğu ileri sürülmektedir.295 Bilindiği kada-

293 Ahmet Şerif, age, s.18.


294 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. H. Orhun, Türkiye’de Devlet Memurlarının
Hukuki Rejimi, İçişleri Bakanlığı Yay., İstanbul, 1946.
295 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz., S. Güven, S. Ünsal, C. İzgi, Atatürk
Döneminde Devlet Personel Rejimi (1923-1938), Devlet Personel Dairesi Yay.,
Ankara, 1982, s.51.

244
rıyla, bu memurlar, kendi sınıf çıkarları veya kesimsel çıkarları
için bağımsız örgütlenmeler, önemli ve kitlesel memur dernekleri,
sendikaları, yardımlaşma sandıkları oluşturmadılar. "Okumuş"
olmaları, çeşitli yönetsel görevleri yerine getirmeleri, bireysel
kurtuluş peşinde koşmaları veya çağdaşlaşma mücadelesinde
halktan kopuk olarak onlardan büyük özveri istemeleri nedeniyle
de, işçi sınıfının diğer kesim ve tabakalarıyla aralarında büyük bir
duvar oluştu.
Osmanlı İmparatorluğu'nun son onyıllarında, ülkeyi ekono-
mik ve teknolojik açıdan çağdaşlaştırma programının savunucusu
olan memurlar, mülksüzleşmiş özgür ücretliler olarak, Tanzimat
öncesinin memurluk işlevini yerine getiren hâkim sınıf kesimle-
rinden temelden farklıydı ve nesnel olarak Osmanlı işçi sınıfının
bir parçasıydı. Ancak, çeşitli nedenlere bağlı olarak, Osmanlı me-
murları ile diğer emekçi sınıf ve tabakalar arasında önemli çeliş-
kiler ortaya çıktı.

245
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

CHP VE İŞÇİ/MEMUR HAKLARI

Tevfik Çavdar, Türkiye'nin Demokrasi Tarihi kitabında 1923-1927


dönemine ilişkin şu değerlendirmeyi yapmaktadır: "İkinci meclis
dönemi Cumhuriyet tarihinin en büyük dönüşümlerinin gerçekleş-
tirildiği bir zaman dilimidir. (...) Fakat bu arada ne ekonomide, ne
de toplumsal yaşamda halka yönelik kararlar alınabilmiştir. Sadece
İzmir İktisat Kongresi'nin liberal doğrultudaki istekleri yerine ge-
tirilmiştir. Devlet ekonomiye müdahale etmekten kaçınmış, yalnız
demiryolu politikasında etkinleşmiştir. Diğer yandan İzmir konfe-
ransındaki işçi grubunun istekleri konusunda en küçük olumlu bir
girişimde bulunulmamıştır. Sendikalar faaliyetten menedilmiştir,
işçinin grev, toplu sözleşme hakları tanınmamış, iş yaşamı için bir
düzenleme bile yapılmamıştır. (...) İşçiler, küçük üreticiler ezilmiş-
lerdir. Kısacası 1923-1927 dönemi Halk Fırkası ezilen, sömürülen,
yoksul halk yığınlarından yana bir tavır alamamıştır."296
Bu değerlendirmeler doğru mudur?
Bu soruya doğru yanıt verebilmek için önce Türkiye'de bu dö-
nemde işçi sınıfının nicel ve nitel durumunu, mülksüzleşme düze-

296 Çavdar, age, s.250-251.

246
yini, işçi sınıfının tabakalaşmasını, sermayedar sınıfın durumunu,
basit yeniden üretimin ("Kleinmeister" olgusunun) yaygınlığını ve
10 yıllık savaş sonrasında büyük iktisadi sorunlarla karşı karşıya
bulunan ülkeyi yönetenlerin önceliklerini dikkate almak gerekli-
dir. Bu konudaki değerlendirmeler bir önceki bölümde yapıldı.
Ancak hemen düzeltilmesi gereken bir nokta, Türkiye'de işçi
sınıfının işçi statüsünde istihdam edilen kesimlerinin 1919-1937
döneminde dernekleşme (örgütlenme), toplu pazarlık ve grev
hakkına sahip olduğudur. Hukuki duruma bakıldığında bu dö-
nemdeki toplu pazarlık ve grev hakları, 1963'ten günümüze uygu-
lanmakta olanlardan çok daha genişti.
Tarihin bir cilvesi olarak bu haklar vardı, ancak bu hakları kul-
lanabilecek işçi sınıfı yoktu.
İşçi statüsünde istihdam edilenlerin sınıf esasına dayalı der-
nek (cemiyet) kurmaları 1919-1938 döneminde olanaklıydı. Bu
dernekler günümüzün sendikaları gibi işverenlerle toplu sözleş-
me (umumi mukavele) imzalayabiliyordu. Buna karşılık, kamuya
yönelik hizmetlerde faaliyet gösteren şirketlerde sendikalaşma
yasaktı.
Yapılması gereken, işçi sınıfının işçi statüsünde istihdam edi-
len kesimlerinin yasal olarak mevcut bulunan bu hakları niçin
kullanmadığının araştırılması olmalıdır.
1908 yılındaki yaygın grevlerin ardından, 1876 Anayasası'nın
36. maddesinin hükümete tanıdığı "muvakkaten kanun hüküm ve
kuvvetinde" karar verme yetkisine dayanılarak, 8 Ekim 1908 günü
Tatil-i Eşgal Cemiyetleri Hakkında Kanun-u Muvakkat yayımlan-
dı. Bu geçici kanun, ufak değişikliklerle, 1909 yılında Tatil-i Eşgal
Kanunu'na dönüştü.
Bu kanun, Cumhuriyet döneminde de yürürlükte kaldı ve bazı
maddeleri ancak 1936 yılında kabul edilen 3008 sayılı İş Kanunu
ile yürürlükten kaldırıldı. 3008 sayılı Kanunun 147. maddesi şöy-
leydi: "Bu kanunun mer'iyete girdiği tarihten itibaren, 1325 tarihli
Tatil-i Eşgal Kanunu ile Ereğli Havzai Fahmiyesi Amelesi hakkın-

247
da 10 Eylül 1337 tarihli ve 151 sayılı kanunun, İş Kanunu hükümle-
rine muhalif olan hükümleri mülgadır."
8 Haziran 1936 tarihinde kabul edilen İş Kanunu, yayımlanma-
sı tarihinden bir yıl sonra yürürlüğe girdi. Diğer bir deyişle, 1919
yılından İş Kanunu'nun Resmi Gazete'de yayımlandığı tarihten
bir yıl sonraki tarih olan 15 Haziran 1937 gününe kadar Türkiye'de
toplu pazarlık ve grev hakları en geniş bir biçimde vardı.
Tatil-i Eşgal Kanunu'ndaki toplu pazarlık hakkı, 1963 yılında
kabul edilen 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanu-
nu, 1983 yılında kabul edilen 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev
ve Lokavt Kanunu ve 2012 yılında kabul edilen 6356 sayılı Sendi-
kalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu'nda düzenlenen toplu söz-
leşme yapma hakkından daha demokratikti ve Uluslararası Çalış-
ma Örgütü tarafından 1949 yılında kabul edilen ve Türkiye'nin de
onayladığı 98 sayılı ILO Sözleşmesi'ne uygundu. Örneğin, toplu
pazarlık yapmak için bir kamu kurumundan veya bir başka ku-
rumdan yetki alınması gerekmiyordu.
Ayrıca 8 Mayıs 1926 tarihinde kabul edilen 818 sayılı Borçlar
Kanunu'nun 316. ve 317. maddeleri de işçilerin veya cemiyetlerinin
(derneklerinin) işverenler veya işverenlerin cemiyetleriyle umumi
mukavele yapabileceklerini belirtiyordu. Bu umumi mukavele gö-
rüşmeleri için de işyerinde çalışan işçilerin çoğunluğunun bu ce-
miyete üyeliği aranmıyordu ve bir kamu kurumundan yetki alın-
ması önkoşulu yoktu.
1937 yılına kadar yürürlükte kalan Tatil-i Eşgal Kanunu'na
göre toplu pazarlık ve grev hakları şöyle düzenlenmişti:
Tatil-i Eşgal Kanununa göre, hükümetten ruhsat veya ayrıcalık
alarak demiryolu, tramvay ve liman işleriyle aydınlatma işleri gibi
kamuya yönelik bir hizmetle yükümlü bulunan her çeşit şirket,
hizmetlileri ve işçileri arasında istihdam koşulları ile ilgili uyuş-
mazlık çıktığında, adı geçen hizmetliler ve işçiler üç vekil seçmek
zorunda olup, bunlar çıkan uyuşmazlığın niteliği ve nedenlerini
Ticaret ve Nafıa Bakanlığı'na iki nüsha olarak sunacakları dilek-

248
çede açıklayacaklardı. Bu istekler arasında yönetime katılmaya
ilişkin istek bulunamayacaktı. Bakanlık, dilekçenin sunuluş tari-
hinden sonra en geç 3 gün içinde durumu ilgili şirkete bildirecek-
ti. Şirket, bildirim tarihinden sonra en geç 7 gün içinde 3 kişi ata-
yacaktı. Bu atama yapılmazsa, istekler kabul edilmiş sayılacaktı.
Bu 7 gün içinde Bakanlık da bir memur atayacak ve bir uzlaştırma
kurulu oluşacaktı. "İki taraf uzlaşamadığı takdirde hizmetliler ve
işçiler hizmeti bırakmakta istedikleri gibi davranabilirler, fakat
imal serbestliğine aykırı her bir eylem ve harekette bulunmak ve
gösteri yapmak kesin olarak yasaktır."(M. 6)
Bu süreçten geçmeden greve gidenler için de şu yaptırım ön-
görülüyordu: "Bu yasa çerçevesinde başvurmaksızın ve sonucunu
beklemeksizin ya da beşinci madde gereğince bir uzlaşma yolu ka-
rarlaştırılmış iken, kamuya ilişkin bir hizmetin durmasına katılacak
olan kimseler 24 saatten 1 haftaya kadar hapis ve 25 kuruştan 100
kuruşa kadar para cezası ile cezaya çarptırılacaklardır." (M. 9)297
Tatil-i Eşgal Kanunu'na göre yalnızca "Hükümetten ruhsat
veya ayrıcalık alarak demiryolu, tramvay ve liman işleriyle ay-
dınlatma işleri gibi kamuya yönelik bir hizmetle yükümlü bulu-
nan her çeşit şirket" işçileri için grev öncesinde böyle bir süreç
öngörülüyordu. Diğer işletmelerde çalışan işçiler için uyuşmazlık
çıkarmak ve greve gitmek konusunda hiçbir kısıtlama veya yasak-
lama yoktu. Örneğin, iş yavaşlatma, dayanışma grevi, genel grev,
bağıtlanmış bir anlaşma/sözleşme varken yeni bir hak talebiyle
çıkar uyuşmazlığı çıkarmak ve bu nedenle greve gitmek herhangi
bir kanunla yasaklanmamıştı.
Bu koşullarda, 15 Haziran 1937 tarihine kadar Türkiye'de grev
yapmak yasak değildi. Yalnızca, hükümetten ruhsat veya ayrıca-

297 Mevzuat konusunda bkz. S. Ağaoğlu, S. Hüdaioğlu, Türkiye’de İş Hukuku, İş


Hukuku Tarihi, Merkez Basımevi, 1939; M. Gülmez, Türkiye’de Çalışma İlişkileri
(1936 Öncesi), TODAİE Yay., Ankara, 1983, s.443; M. Gülmez, Türkiye Belgesel
Çalışma İlişkileri Tarihi (1936 Öncesi), TODAİE Yay., Ankara, 1983, s.558; G.
Ökçün, Ta’til-i Eşgal Kanunu, 1909, Belgeler-Yorumlar, AÜ SBF Yay., Ankara,
1982, s.164.

249
lık alarak demiryolu, tramvay ve liman işleriyle aydınlatma işleri
gibi kamuya yönelik bir hizmetle yükümlü bulunan her çeşit şir-
kette çalışan işçiler için, grev öncesinde bir uzlaştırma prosedürü-
nün tamamlanması zorunluluğu vardı.
Günümüzde, bir toplu iş sözleşmesi yürürlükteyken, yeni hak
talebinde bulunulamaz. Halbuki bu dönemde böyle bir kısıtlama
da yoktu. 1937 yılında yürürlüğe giren uygulamada, bir sözleşme
yapıldıktan sonra 26 ay süreyle yeni talepte bulunulamayacağı
düzenlemesi getirildi.
Tatil-i Eşgal Kanunu'nda işverenlere lokavt yetkisi verilmemişti.
Tatil-i Eşgal Kanunu'nun toplu pazarlığa ilişkin bu hükümleri
3008 sayılı İş Kanunu ile kaldırılmadı; daha kapsamlı bir biçimde
düzenlendi. Bu konu ileride ele alınacaktır.
Tatil-i Eşgal Kanunu'nun düzenlediği ve 1937 yılına kadar yü-
rürlükte kalan grev hakkı, 1963, 1983 ve 2012 yıllarında kabul edi-
len 275, 2822 ve 6356 sayılı kanunlardaki grev hakkından çok daha
genişti. 3008 sayılı İş Kanunu 1937 yılında yürürlüğe girdiğinde
grevi yasakladı.
Özetle, bu dönemde işçilerin toplu pazarlık ve grev hakları gü-
nümüzdekinden çok daha genişti ve Türkiye'nin onaylayıp 2004
yılındaki Anayasa değişiklikliğiyle doğrudan uygulanırlık kazan-
dırmış olduğu 87 ve 98 sayılı ILO Sözleşmelerine uygundu; ancak
bu hakları kullanabilecek nicel ve nitel düzeye erişmiş bir işçi sı-
nıfı yoktu. Kapitalist sömürünün yeterince gelişmemesi, işveren-
lerin büyük çoğunluğunun gerçekte basit yeniden üretim yapan
"küçük patron" olması, işçilerin büyük bölümünün tam mülksüz-
leşmemiş üreticiler olması ve işçi sınıfının üst tabakasının belir-
leyici kimliğinin millicilik olması, işçi sınıfının bu hakları kullan-
masının koşullarını ortadan kaldırıyordu.
Cumhuriyet döneminde de yürürlükte bulunan 1909 Tatil-i Eş-
gal Kanunu'na göre, hükümetten ruhsat veya ayrıcalık alarak de-
miryolu, tramvay ve liman işleriyle aydınlatma işleri gibi kamuya
yönelik bir hizmetle yükümlü bulunan her çeşit şirkette çalışan

250
işçilerin sendika kurmaları yasaktı. Aksine hareketin yaptırımı,
bir haftadan altı aya kadar hapis veya 1 liradan 25 liraya kadar
para cezasıydı.
Ancak, bu işyerlerinde çalışanların dernek (cemiyet) kurmala-
rı yasak değildi. Derneklerin sendikanın işlevlerini yerine getire-
bilmesinin önünde bir engel yoktu.
16 Ağustos 1909 tarihinde kabul edilen Cemiyetler Kanunu,
Türkiye Cumhuriyeti döneminde de 1938 yılında 3512 sayılı Cemi-
yetler Kanunu'nun kabul edilmesine kadar yürürlükte kaldı. 1909
Cemiyetler Kanunu, "kavmiyet ve cinsiyet esas ve unvanlarıyla si-
yasi cemiyetler teşkili memnudur," (M. 4) hükmünü getiriyordu.
Önceden izin alınmaksızın cemiyet kurulabilecekti. Gizli cemiyet
kurmak yasaktı. Kurulan cemiyetin tüzüğü iki nüsha olarak yetki-
lilere verilecek ve cemiyetin yöneticileri bildirilecekti. Tatil-i Eşgal
Kanunu kapsamına giren kamuya yönelik hizmet veren işletme-
lerde çalışan işçilerin ve memurların kuracakları dernekler de
bu kanunla hukuki temel kazandı. Diğer bir deyişle, bu işçilerin
sendika kurması yasaktı, ancak dernek kurarak örgütlenmeleri ve
haklarını koruyup geliştirebilmeleri olanaklıydı. Bu derneğe üye-
likte veya üyelikten çekilmede noter koşulu yoktu. İnsanlar aynı
anda istediği sayıda örgüte üye olabiliyordu. Sendika gibi sözleş-
me bağıtlayabilen ve grev uygulaması konusunda bir yasak bulun-
mayan bu dernekler, farklı mesleklerden ve işkollarından işçileri
bir araya getirebiliyordu. Günümüzdeki meslek sendikaları yasağı
veya işçilerin işkollarına bölünmesi zorunluluğu 1937 yılına kadar
yoktu. Toplu pazarlık ve grev hakkına ilişkin yukarıda belirtilen
düzenlemelerde, bu hakların yalnızca sendika aracılığıyla kulla-
nılabileceği konusunda kısıtlayıcı bir düzenleme bulunmuyordu
(1963, 1983 ve 2012 yıllarında kabul edilen 274, 2822 ve 6356 sayılı
kanunlara göre, toplu pazarlık ve grev hakları doğrudan işçiler
veya dernekler tarafından kullanılamaz; yalnızca sendikalar tara-
fından kullanılabilir).

251
Bu haklar kâğıt üzerinde vardı; ancak bu haklarını kullanabi-
lecek bir işçi sınıfı yoktu.
1909 Cemiyetler Kanunu, 15 Ekim 1923 gün ve 353 sayılı Kanun-
la değiştirildi; 18 yaşından küçük olanların, cinayetten mahkûm
edilmiş bulunanların ve medeni haklarını kullanmaktan yasak-
lanmış olanların cemiyet üyesi olması yasaklandı. 20 Aralık 1923
gün ve 387 sayılı Kanunla da şu hüküm getirildi: "Hükûmet her
nevi cemiyetlerin muamelatı idariye ve hesabiyesini her zaman
teftiş ve tetkik ettirebilir."
1926 yılında kabul edilen Medeni Kanun ise, hükümetin der-
nekleri denetlemesini yalnızca kanuna ve ahlaka ayrılık durum-
larıyla sınırlandırdı.298
Böylece işçilerin hak ve çıkarlarını korumak ve geliştirmek
amacıyla "cemiyet" adı altında örgütlenebilmeleri 28 Haziran
1938 gün ve 3512 sayılı Cemiyetler Kanunu kabul edilinceye kadar
olanaklıydı. Tekrar vurgulamak gerekirse, bu cemiyetler (dernek-
ler) üyeleri adına toplu sözleşme bağıtlayabiliyordu ve her türlü
grevi hiçbir önkoşul olmadan uygulamalarının önünde hiçbir ya-
sal engel yoktu.
Bu dönemde dikkate alınması gereken diğer bir nokta, işçi sı-
nıfının tabakalara bölünmesidir.
Tabakaların en üstünde işçi sınıfının devlet memuru statüsün-
de istihdam edilen kesimi bulunuyordu.
Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda belirleyici önemde görevler üst-
lenmiş olan devlet memurları, 1923 ve sonrasında önemli maddi
sıkıntılar yaşıyorlardı.
Zonguldak milletvekili Tunalı Hilmi Bey, 1926 yılında 788 sayılı
Memurin Kanunu'nun Meclis'teki görüşmeleri sırasında şu bilgi-
yi veriyordu: "Ben biliyorum ki zavallı memurlar ekmek parasını
biraz daha artırabilmek için kunduracılık ve saire ederler; hususi
olarak arkadaşlarına yapar ve satarlar." (Tutanak, 15.3.1926, s.183)

298 H. V. Velidedeoğlu, A. M. Ataay, Türk Cemiyetler Hukuku, Hak Kitapevi, İstanbul,


1956, s.8-10.

252
Halbuki, Ulusal Kurtuluş Savaşı'na önderlik eden ve Türkiye
Cumhuriyeti'ni kuran kadroların, ülkedeki halkı veya ümmeti
Türk ulusuna dönüştürebilmek, siyasal bağımsızlığı ekonomik
bağımsızlıkla tamamlamak için endüstrileşmek ve toplumsal ya-
pıyı "çağdaşlaştırmak" için, nitelikli ücretli kadrolara gereksinimi
vardı. Osmanlı İmparatorluğu'nun son onyıllarındaki savaşlarda
ve Ulusal Kurtuluş Savaşı'ndaki insangücü kayıpları ve ülkenin
teknik ve idari kadrolarının önemli bir bölümünü oluşturan Erme-
ni ve Rumların ölmesi veya savaşlar sırasında veya Lozan Antlaş-
ması sonrasında ülkeden ayrılması nedenleriyle, vasıflı işgücüne
olan gereksinim daha da artmıştı.
Ülkede nüfusun büyük bir bölümünü oluşturan yoksul köylü-
lük, şeyhlerin, ağaların, aşiret reislerinin, din adamlarının, tefe-
cilerin çağdışı baskısı altındaydı ve demokratik talepler etrafında
örgütlü bir mücadele verebilecek durumda değildi.
Mavi yakalı işçi olarak çalışanların önemli bir bölümü, çeşitli
amaçlarla geçici sürelerle ücretli olarak çalışan mülksüzleşme-
miş küçük üreticiler veya ortakçılardı. Bu koşullarda, Türkiye'de
mülksüzleşmiş özgür ücretlilerden "okumuş" veya vasıflı olanları-
na bazı maddi ve manevi ayrıcalıkların tanınması, işgücü piyasa-
sının o günkü koşulları içinde doğal bir davranıştı ve öyle yapıldı.
Bu ayrıcalıklarla, vasıflı işgücünün dükkan açarak küçük üretici-
leşmesi büyük ölçüde önlendi ve ülkede milli kimliği belirgin bir
işçi aristokrasisi yaratıldı.
Memurların çok büyük bir bölümü, mülksüzleşmiş (üretim
araçlarına sahip olmayan) özgür ücretlilerdi. Bir bölümü büro
elemanı, bir bölümü teknik kadroydu, öğretmendi. Belirtilen ne-
denlerle, işçi sınıfının bu nitelikli kesimine ayrıcalıklar ve hatta
sınıf değiştirme olanağı tanındı.
Bu koşullarda, ülkedeki işçi sınıfı 1923-1946 döneminde uygu-
lanan çok sistemli ve devlet açısından akılcı bir politikayla taba-
kalaştırıldı ve bölündü.

253
Türkiye işçi sınıfının tabakaları içinde en üstte memurlar var-
dı. Kamu kuruluşlarında çalışan vasıflı beden işçileri ve özellikle
de usta ve ustabaşılar da memur statüsünde istihdam edilebili-
yordu. Örneğin, 788 sayılı (1926) Memurin Kanunu'na göre mes-
lek okulu mezunları, ortaokul mezunu olmadıkları halde, devlet
memuru olabiliyorlardı.
Memurların altında müstahdemler bulunuyordu. "Devlet işle-
rinde ücretle hizmet gören ve memur sicilinde kayıtlı bulunma-
yan, memurların hukuk ve yetkilerinden yararlanmayan kişilere
müstahdem" deniyordu.
Memurlar, aşağıda ele alınacak ayrıcalıklarıyla, bir işçi aris-
tokrasisi oluşturuyordu. Özel sektördeki teknik personel ile üst
kesim büro personeli de işçi aristokrasisi içindeydi.
Diğer ücretliler de 3008 sayılı (1936) İş Kanunu'nun 1937 yılın-
da yürürlüğe girmesinden sonra tabakalaştı. İş Kanunu, "günde
en az on işçi çalıştırmayı gerektiren işyerlerine ve buralarda çalı-
şan işçilerle bunların işverenlerine" uygulanıyordu (M. 2).
İş Kanunu kapsamındaki işçiler arasında da tabakalar oluştu.
Kamu kesimi işyerlerinde işçi temin etmeye ve işyerinde tutmaya
yönelik talimatnameler çıkarıldı ve bu işçilere kanunun ötesinde
bazı haklar tanındı. İşçi sınıfının tabakalaşmasında, daha sonra,
İş Kanunu kapsamı dışında kalan daimi işçiler ve en altta da geçi-
ci işçiler bulunuyordu.
Bu yıllarda çıkarılan kanunlar, tüzükler, yönetmelikler, işye-
ri yönetmelikleri, hakem kurulu kararlarıyla işçi sınıfının çeşitli
kesimlerine belirli haklar tanındı. Bu hakların tanınmasında en
önemli etmenler, işçilerin bu haklar uğrunda verdikleri mücadele
değil, kalkınma çabası içinde olan devletin ücretli işgücüne duy-
duğu gereksinim ve Sovyetler Birliği ile yakın ilişkilerin sürdüğü
dönemde bağımsızlığı zedeleyecek bir komünist hareket korku-
suydu.

254
1919-1922 Dönemi

1919-1922 dönemi, Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarıydı.


Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında, 1921 sanayi sayımına göre,
İstanbul, İzmir, Adana ve Bursa gibi yerler dışında "milli hudutlar
içinde" 33 bin işyerinde toplam 76.213 işçi çalışıyordu. Bu işçilerin
35 bini tekstil, 17 bini deri işleme işkolundaydı. Metalurji işkolun-
da 8 bin, ağaç ve marangozluk işyerlerinde de 6 bin işçi vardı. İş-
yeri başına düşen ortalama işçi sayısı, 2,53'tü.299 Diğer bir deyişle,
bu işletmeler gerçek anlamda birer kapitalist işletme olmaktan
çok, esnaf ve sanatkara ait işyerleriydi ("küçük patron"). Ayrıca,
bu işçilerin önemli bir bölümü tam anlamıyla mülksüzleşmemiş
üreticilerdi; tek geçim kaynakları, işgücü satışından elde edilen
ücret geliri değildi.
Hizmetler sektöründeki işçilerin bir bölümü elektrik-gaz-su,
tramvay, demiryolu işletmelerinde çalışıyordu. Yabancı sermaye
tarafından işletilen bu işyerlerinde sınıf kimliği ve bilincinin ge-
lişme koşulları daha uygundu. Hizmetler sektörünün diğer alan-
larındaki küçük işyerleriyse dağınıktı ve işçi sınıfı kimliğinin ge-
lişmesi açısından genellikle uygun değildi.
Kamu hizmetlerinde "memur" statüsünde istihdam edilenle-
rin sayısı sınırlıydı. Bu kişilerin sınıf kimlikleri, savaş nedeniyle
yaşanan sıkıntılara karşın, gelişmemişti.
Bu yıllarda Ereğli Kömür Havzası'nda da sayıları 7 bin ile 16 bin
arasında değişen ve büyük bölümü "köylü-işçi" olarak nitelendiri-
len mülksüzleşmemiş maden işçisi vardı. Bu "köylü-işçi"ler, yaban-
cı işletmeler tarafından işletilen maden ocaklarında çalışıyordu.
İşçi-sermayedar çelişkisinin gelişebileceği daha büyük işlet-
meler ise İstanbul, İzmir, Bursa ve Adana'da bulunuyordu.

299 A. İlgen, 1921 Türkiye Sanayi Sayımları, Cedit Neşriyat, Ankara, 2008, s.26.

255
Bu dönemde işçilerin önemli bölümü tam olarak mülksüzleş-
memiş veya yeniden toprak sahibi olabilme veya kendilerine ait
işyeri açabilme olanağına sahip ücretlilerdi. Bu durum, sınıf kim-
liğinin ve bilincinin ve bağımsız bir sınıf hareketinin gelişmesinin
önünde büyük bir engel oluşturuyordu.
1919 yılının Eylül ayında Sivas Kongresi'nde oluşturulan Ana-
dolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nin belgelerinde özel
olarak işçilerin sorunları ve hakları ele alınmadı. Amaç, yabancı
işgale karşı en geniş birliği sağlamaktı. Zaten Anadolu'da böyle
bir taleple ortaya çıkan bağımsız bir işçi sınıfı hareketi yoktu.
Büyük Millet Meclisi tarafından 20 Ocak 1921 günü 85 sayılı ka-
nunla kabul edilen 1921 Anayasası'nda da işçiler ve sendikal hak
ve özgürlükler konularında bir düzenleme yer almıyordu.
Bu arada bir iş kanunu tasarısı üzerinde çalışıldı.
Mahmut Celal Bey, 1921 yılında aşağıda ele alınacak 151 sayılı
kanunun çıkarılması sırasında şöyle konuştu: "Kanunun umum
ameleye tatbikıni arzu eden arkadaşlarımı tatmin etmiş olmak
için arz ediyorum ki, amelenin umumi hayatına şâmil bir nazarla
bir amele kanunu yapılmıştır. Fakat bunu itiraf etmeli ki; memle-
ketin hayatı iktisadiyesine, hayatı içtimaiyesine fevkalâde tesiri
olan bir kanun az bir zamanda intacedilemiyor. Heyeti Vekilece
bu mevzuu müzakeredir ve adlî bir nazarla da tetkikı için Adliye
Vekâletindedir." (Tutanak, 2.5.1337, s.204) Ancak tüm işçileri kap-
sayan bu iş kanunu tasarısı henüz günışığına çıkarılamamıştır.
1921 (1337) yılında kabul edilen kararnamelerle memurların
günlük çalışma saatleri düzenlendi.
10 Mart 1921 gün ve 717 sayılı kararnameye göre memurlar sabah
9.30-12.00 ve öğleden sonra 1.30-6.00 saatleri arasında; 5 Haziran
1921 gün ve 930 sayılı kararnameye göre, sabah 9.00-12.00 ve öğle-
den sonra 2.00-6.00 saatleri arasında; 12 Mart 1922 gün ve 1471 sayı-
lı kararnameye göre de sabah 9.00-12.00 ve öğleden sonra 1.30-5.20
saatleri arasında olmak üzere, günde 7 saat çalışacaklardı.

256
Siyasal Parti Programlarında
Çalışma Yaşamına İlişkin Düzenlemeler
Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın sürdüğü yıllarda İstanbul'da çeşitli
siyasal partiler kuruldu ve bunların programlarında çalışma ya-
şamına ilişkin düzenlemeler yer aldı. Ancak bu partilerin bir bö-
lümü Ulusal Kurtuluş Savaşı'na açıktan karşıydı; diğerleri ise bu
mücadeleyi görmezden geliyorlardı. Bu partilerin programların-
da emperyalist işgalin sona erdirilmesi, padişahlığın ve hilafetin
kaldırılması, din adamlarının, toprak ağalarının, şeyhlerin, aşiret
reislerinin insanları kullaştırıcı etkisine son verilmesi, kadınların
kulluktan kurtarılması, siyasi ve iktisadi açılardan bağımsız bir
devletin kurulması gibi demokratik devrim hedefleri yoktu. Bu si-
yasal partilerin programlarında yer alan çalışma yaşamına ilişkin
düzenlemeler, bu büyük ve temel eksiklik dikkate alınarak değer-
lendirilmelidir.
Teceddüt Fırkası, 9 Kasım 1918 tarihinde İstanbul'da kuruldu.
Partinin kurucuları, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin son kongre-
sinde seçilen kişilerdi. I. Damat Ferit Paşa Hükümeti, Teceddüt
Fırkası'nı 5 Mayıs 1919 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla feshetti.
Ahali İktisat Fırkası, 1918 yılı Kasım ayında kuruldu.
Sosyal Demokrat Fırkası, 23 Aralık 1918 tarihinde İstanbul'da
kuruldu. Parti, kuruluş hazırlıkları sırasında İkinci Enternasyo-
nal'le bağlantı kurdu, bu örgütten parti programları getirtti. İşçi-
leri ve küçük esnaf-sanatkarı örgütlemeye çalıştıysa da önemli bir
güç olamadı.
Osmanlı Mesai Fırkası, 29 Ocak 1919 tarihinde İstanbul'da
kuruldu. Partinin kurucuları, "İmalat-ı Harbiye tüm fabrikaları
ile şimendifer, fes, mensucat fabrikaları, Ağaçlı madeni işçile-
ri ve bazı hususi müessese müstahdemleri tarafından seçilmiş
delegeler"di.300 Osmanlı Mesai Fırkası'nın programında Dünya
Savaşı'nın sorumlularının bulunması, savaş zenginlerine ait mülk

300 Tunaya, age, 1986, s.330-336.

257
ve nakit paranın müsaderesi ile işçi haklarının kurulması yer alı-
yordu. Parti'nin adaylarından Zeytinburnu Fabrikası tüfekçi usta-
başısı Numan Usta, 1919 genel seçiminde milletvekili seçildi.
Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası, 22 Eylül 1919 günü ku-
ruldu. Kurucuları, Mehmet Vehbi (Sarıdal), Vedat Nedim (Tör),
Ethem Nejat, Sadık Ahi (Sadık Eti), Mümtaz Fazlı (Taylan), Nu-
rullah Esat (Sümer), Dr. Şefik Hüsnü (Değmer) idi.301 Türkiye İşçi
ve Çiftçi Sosyalist Fırkası'nın kuruluşunda açıklanan bir program
yoktu. Parti tüzüğünde, "İlmî Sosyalizm esaslarına göre Türkiye
işçi ve çiftçilerinin siyasî, iktisadî hukuk ve menfatlerini siyanet
ve müdafaa için 'Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Partisi' unvanile
bir siyasi parti teşkil edilmiştir" denmektedir.302 TİÇSF'nin yasal
programı olarak kabul edilebilecek metin, 1923 yılının Mart/Nisan
aylarında, Ulusal Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlandıktan ve İzmir
İktisat Kongresi toplandıktan sonra yayımlanan ve TİÇSF Muvak-
kat Heyet-i İdaresi imzalı "Türkiye İşçi ve Köylü ve Orta Halli Halk
Kitlelerine" beyannamesidir.
Bu beyannamede yer alan taleplerin bazıları şunlardır:
"7. Amele ve köylü derneklerinin ve dernek birliklerinin bilâ
kayd-ü şart teşekkül ve inkişaf imkânına mazhar olması ve
grev hakkının mahfuziyeti müstacelen halledilmesi icabe-
den mesaidendir.
"8. İş gününün sekiz saat olarak tahdidi, gece işinin iki misli
addi, kadın ve çocuk işçinin ciddi bir tarzda himayesi ve on
dört yaşından dûn olup hafif işlerde istihdam edilen çocuk-
ların işleticiler tarafından günün muayyen saatlarında tahsil
ettirilmesi ve bu saatların iş saatları misillû ücrete tabi olma-
sı, eylam-ı resmiyyenin ücret verilmek suretiyle tatili gibi işçi
grubunun İktisat Kongresinde müdafaa ettiği hayatî nokta-
ların mesai kanununa ithal olunmasına gayret edeceğiz.

301 Age, s.493.


302 Age, s.502.

258
"9. İşçi nümayişlerinin ve halk tezahüratının ihlâli hâkimi-
yet-i milliyye ile gayrı kaabili tevfik olduğundan, bunların
serbest-i tam halinde cerayanlarının teminini isteriz.
"10. Memur ve muallimlere dernek teşkili hakkının tanınma-
sı bir zarurettir."303
Amele Fırkası, 11 Ağustos 1336 (1920) tarihinde kuruldu. Parti
örgütlenemedi ve önemli bir çalışma gösteremedi.
Müstakil Sosyalist Fırkası, 12 Haziran 1338 (1922) tarihinde ku-
ruldu. Türkiye Sosyalist Fırkası'nın bu tarihten önceki son kongre-
sinde Hüseyin Hilmi'yi devirerek yönetime seçilenler, bu kararın
resmi makamlarca tanınmaması üzerine bu örgütten ayrıldılar ve
Tramvay işçilerinin desteğiyle Müstakil Sosyalist Fırkası'nı kurdu-
lar. Partinin önderi olan kişinin daha sonra Türkiye İşçi ve Çiftçi
Sosyalist Fırkası'na katıldığı belirtilmektedir.
Bu siyasal partiler İstanbul'da faaliyet gösteriyordu; Anado-
lu'da yoktu. Ayrıca bu siyasal örgütler Anadolu'da büyük özveriyle
sürdürülmekte olan Ulusal Kurtuluş Savaşı'na destek ve katkıda
da bulunmuyordu. Bu nedenle bu örgütlerin programları, Anado-
lu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nin programını etkileme-
di. Zaten Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın sürdüğü bölgelerde hâkim ve
temel çelişki, emek-sermaye değil, can, namus ve malın korunma-
sı için yabancı işgale ve destekçilerine karşı verilen mücadeleydi.

Ereğli Kömür Havzası'na İlişkin İki Kanun


Bu dönemde Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin hâkimiyeti
altındaki bölgelerde en fazla işçi, Ereğli Kömür Havzası'ndaydı.
Ereğli, yabancı işgale karşı koyan bir bölgeydi. Kömür ocakları ya-
bancı şirketler tarafından işletiliyordu. Büyük Millet Meclisi, 1921

303 Tunaya, age, s.508-511. 1974 yılında Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’nin
kurulması sırasında İlke dergisinin “5 Parti 5 Program” başlıklı özel sayısında
“TİÇSF Programı” olarak verilen metin, 1922 sonlarında yayımlanan bu
beyannamenin yaklaşık yarısıdır.

259
yılında kabul ettiği iki kanunla, Ereğli Kömür Havzası işçileri için
önemli haklar kabul etti.
Bu iki kanundan önce 77 sayılı kanunla (Resmi Gazete,
11.4.1337) bu bölgedeki memurlara bir zam verildi: "Zonguldak
livası merkezi memurini ile maden memurlarına galayı es'arın da-
vamı müddetince maaşlarının bir misli zam verilir. Miktarı mun-
zam için ayrıca tahsisatı fevkalâde hesap olunmıyacağı gibi bun-
dan tevkifat icra olunmaz." Bu uygulama, 23 Ağustos 1338 gün ve
252 sayılı Kanunla kaldırıldı.
Ereğli kömür havzasında, 1921 öncesinde işçi eylemleri olmuş-
tu. Ancak 1921 yılında güçlü bir işçi örgütlenmesi yoktu. Bu ka-
nunlar, var olan güçlü bir işçi örgütünün, hedefleri belirli bir mü-
cadelesi sonucu çıkmadı. İki kanunun Büyük Millet Meclisi'ndeki
görüşme tutanaklarının incelenmesi, bu dönemde kömür işçileri-
nin çalışma ve yaşam koşulları ve kanunların önerilmesi ve kabu-
lündeki dinamiklere ilişkin bilgiler sağlamaktadır.
28 Nisan 1337 (1921) gün ve 114 sayılı Zonguldak ve Ereğli Hav-
zai Fahmiyesinde Mevcut Kömür Tozlarının Amele Menafii Umu-
miyesine Olarak Füruhtuna Dair Kanun, kömür tozlarının "amele
heyeti idaresi" tarafından İktisat Vekaleti'nin nezareti altında mü-
zayede ile satılmasını ve satıştan elde edilen gelirin "amele heye-
ti" adına Ziraat Bankası'na yatırılmasını öngörüyordu.
Tasarının Büyük Millet Meclisi'nde görüşülmesi sırasında il-
ginç tartışmalar oldu.
İktisat Vekili Mahmut Celal Bey, kömür tozlarının işçiler ya-
rarına kullanılmasına neden gerek duyduklarını anlatırken, önce
diğer ülkelerde maden işçilerinin durumunu özetledi, sonra da
Ereğli'deki işçilerin koşullarını şöyle anlattı: "Diğer memleketle-
rin amelesi bu arz ettiğim şekilde olduğundan, bizimkilerin hali-
ni tekrar arz edeyim: Hepsi çıplak, hepsi açtır. Hatta üzerlerinde
bir mintan bile yoktur. Bunlar iki kısma ayrılır. Bir kısmı onbeş
gün için çalışıyor. Diğer onbeş gününde kendi umur ve hususatını
temin etmek için memleketine gidiyor. Diğer kısmı ise Karadeniz

260
sevahilinden gelen ve sırf ameleliği sanat ittihaz eden Müslüman
biçarelerdir. Efendiler; onlar için orada yatacak yer yoktur. Yiye-
cek, giyecek yoktur ve yakacak da yoktur. Tetkikatıma nazaran
yevmiye bugün onlara seksen kuruş ücret veriyorlar. Fakat seksen
kuruş ücretten ekmek bedeli olmak üzere kırk kuruş tevkif ediyor-
lar." (Tutanak, 18.4.1337, s.28).
Ali Şükrü Bey ise kanun taslağını eleştirirken, ocaklarda işçi
sağlama yollarını da açıklıyordu: "Amelelerin postabaşısı vardır
ve amelenin kısmı âzamı ısmarlama gelir. Amele hemen hemen o
postabaşıların esiridir. Evvela Hükümet ameleyi bunlardan kur-
tarsın. Mesela Erzincanlı birisi gelir, kendisi çavuştur. Bu adam
Erzincan'da iş bulamamış, işi gücü olmayan aç kalan biçarelerden
kırk, elli, yüz kişiyi memleketinden ortaya getirir, veresiye olarak
çalıştırır. Sana şu kadar para sarf ettim, der. Bir amele aylarca ça-
lışır. O borcunu bir türlü ödiyemez." (Tutanak, 18.4.1337, s.30)
Bolu milletvekili Dr. Fuat Bey de, işçilerin daha yoğun bir bi-
çimde sömürülmesinin aracı olan bir uygulamayı dile getirdi: "Her
ocağın başında birer bakkal dükkanı vardı ve bu bakkal dükkanı
ocak sahibine aittir. Şehir uzak olduğu cihetle uzaklarda çalışan
zavallı amele bu bakkal dükkanlarından ocak sahibinin koyduğu
fiyat üzerinden yiyeceklerini tedarik etmek mecburiyetindedirler.
Binaenaleyh ocaktan aldıkları parayı doğru bakkal dükkanına
verir. Yani ocak sahibi sağ eliyle verir. Sol eliyle alır." (Tutanak,
2.5.1337, s.215)
Kastamonu milletvekili Dr. Suat Bey ise konuşmasında iş ka-
zalarını ele aldı: "Maden ocaklarında vukua gelen kazaların belki
yüzde doksanı kaza olarak değil yapılan suitedbirlerden ileri ge-
liyor. Oradaki sermayedarın kendilerini fazla masrafa sokmamak
için maden ihraçatında gayet çürük esaslara ameleyi sevk ederler.
Onlar zarara düçar olur. Bu veçhile şimdiye kadar… birçok canla-
rın sönmesiyle neticelenmiş olan kazaların hiçbirisinde takibatı
ciddiye yapılmamıştır. Heder olmuş binlerce canlar vardır ki onla-
rın varisleri Erzurum'dan, Trabzon'dan gelmişler ve onların huku-

261
kunu hiçbir sendika aramamış. Bir suretle heba olmuş gitmiştir."
(Tutanak, 2.5.1937, s.219)
Bütün bunlara karşılık, Zonguldak'ta çalışan işçiler askerlik-
ten muaf tutulmaktaydı.
Konya milletvekili Vehbi Efendi ise tasarıya karşı çıkarak şun-
ları söyledi: "Zonguldak'ta çalışan ameleyi askerlikten istisna
ederiz. Ona aklım erer. Çünkü oradaki ameleyi tergip ve teşvik
eder. Sonra orada bulunan amelenin sıhhatini muhafaza için has-
tane yapmak için tahsisat verdik. Hastane yapılabilir. Buna da ak-
lım erer. Fakat yevmiye ile çalışıp kazanan Zonguldak amelesi için
kömür tozlarından ayrıca bir menfaat temini hususunun hikmeti-
ni bilmediğim için buna dair gerek İktisat Vekili ve gerek mazbaha
muharriri taraflarından izahat verilmesini teklif ediyorum. Amele
yevmiye ile çalışmaya razı olmuş, çalışıyor. Sonra sair hususatta
rahatı da düşünülüyor. Ayrıca bu kömür tozlarının onların menfa-
atine tahsis olunmasının sebebi nedir?"
Malatya milletvekili Feyzi Efendi de öneriye şöyle itiraz edi-
yordu: "Benim kanundan anladığım, amele kömürleri çıkarırken
parçalasın, toz yapsın, sonra o satılsın, parasını cebine koysun,
demektir. Şimdi; amele çalışıyor, yevmiyesini alıyor, askerlikten
kurtuluyor. Bir de toz vermeyi bendeniz fazla görüyorum. " (Tuta-
nak, 18.4.1337, s.26)304
Bu öneriye en sert biçimde karşı çıkan kişi, Trabzon milletve-
kili Ali Şükrü Bey'di. Ali Şükrü Bey, kömür tozlarının kömür oca-
ğı sahiplerine ait olduğunu ileri sürdü ve bu tozların bir kanunla
işçilere verilmek istenmesini eleştirdi: "Bu kömür tozlarını eğer
sahipleri bahşetmiş ise bundan Hükümet istifade etsin… Bütçe-
miz fakirdir. Hükümet alsın, kalıp haline ifrağ edip satsın, bu su-
retle Hükümet istifade etsin," dedi. Görüşmelerin sonuna doğru
da şunları söyledi: "Tozdan murat nedir? Anlamıyorum. Amele

304 Tarih, BMM veya TBMM’de görüşme gününü; rakam ise basılı tutanaklardaki
sayfayı göstermektedir.

262
ocağından çıktıktan sonra üstünde kalan ve üstünü silkelediği za-
man çıkan toz ise, onu alsın." (Tutanak, 18.4.1337, s.30)
Eskişehir milletvekili Emin Bey de konuşmasında ocak sahip-
lerini savundu: "Hükümetin tozları ameleye terk etmek hakkı var
mıdır? İmtiyazda böyle bir kayıt var mıdır? Yoksa bu tozlar doğru-
dan doğruya ocak sahiplerinin midir? Bu birincisi. İkincisi: mem-
leketimizde en ziyade muhtacı muavenet olan acaba kimdir? Sırf
Zonguldak'taki amele midir? Yoksa onbeş milyon Türk olan ahali
midir?" (Tutanak, 18.4.1337, s.29)
Kömür tozlarına el konulup işçilerin yararına kullanılmasını
Bolşevikliğe benzeten Emin Bey, şunları söyledi: "Efendim, iyice
düşünelim. Hakikaten Bolşeviklik bu milleti kurtaracak ise İkti-
sat Vekili Beyefendinin tuttuğu yollar pek doğrudur." (Tutanak,
18.4.1337, s.29)
İktisat Vekili Mahmut Celal Bey de şu karşılığı verdi: "Bu nasıl
lakırdı Reis Bey? Rica ederim, ben bunu muradetmedim ve söyle-
medim. " (Tutanak, 18.4.1337, s.29)
Bolu milletvekili Tunalı Hilmi Bey bu itirazlara şöyle yanıt ver-
di: "Oradaki tozlar ocak sahiplerinin değil, hükümetindir. Hükü-
met bunları ona bahşetmek istiyor. Bu hakkını onlara iade etmek
istiyor. (Ne hakkı, sesleri) Ne hakkı mı? Efendim, mahsulü sa'yü
ameli bir haktır."
Bu sözlere Karahisarı Şarki milletvekili Mustafa Bey "Bolşevik-
lik yok" diye laf attı.
Tunalı Hilmi Bey şöyle devam etti: "Eğer amele hakkına malik
olursa kömürler güya toz haline getiriliyormuş. Maden ocakların-
dan çıkan kömür değil tebeşir midir? Bunu hiç hatır ve hayalime
getirmezdim. Siz öyle mi zannettiniz, maden kömürü tutmakla
eziliversin." (Tutanak, 18.4.1337, s.27)
İktisat Vekili Mahmut Celal Bey'in gerekçeleri ise çok farklıydı.
Celal Bey bir taraftan sürekli işçi temini için işçilerin koşullarının
geliştirilmesini savunurken, diğer taraftan toplumsal patlamalara
karşı da uyarıda bulundu:

263
"Bu sermaye ile işlemek için muntazam bir sâye ihtiyaç var-
dır." (Tutanak, 18.4.1337, s.27)
"Madenlerimizin istikbalini temin için madenlerde munta-
zam bir amele hayatı tesis ve tanzimine mecburuz. Madem
ki, evvelce hiçbir şey yapılmamıştır, şimdi bunun tanzimine
sa'yediyoruz; yalnız pek ufak bir şeyi kendilerine lütfetmek-
le onları teşvik ve tergibetmiş olacağız." (Tutanak, 18.4.1337,
s.28)
"Diğer memleketlerde, İngiltere'de, Amerika'da muntazam
amele hayatı vardır ve muntazam amele teşkilatı vardır ve
bunlar makine gibi işlerler. Birçok amele çocuğu mektepte
okuduğu zaman mutlaka babası gibi amele olacağını düşü-
nür. Ve sanatına kıymet verir ve o amelenin hayatı serma-
yedarlarla müterafik bir surette yürüyerek, memlekette bir
buhran vücuda getirilmemek için tarafeyn daima zararı dik-
kate alınır ve tarafeynin hakkı düşünülür ve telif edilir. Rus-
ya'da olduğu gibi bir anarşi vücuda getirilmez. Fakat efendi-
ler, yalnız bir taraf düşünülür, yalnız bir taraf tazyik olunur,
yalnız bir tarafın hakkı düşünülecek olursa, emin olunuz ki,
o mağdur kısım mutlaka her ne zaman olursa olsun feveran
eden ve memleketin heyeti umumiyesi bundan mutazarrır
olur." (Tutanak, 18.4.1337, s.31)
Besim Atalay ise şunları söyledi: "Efendim, amelenin ne demek
olduğunu biliyoruz. zannederim. Her halde görmek başka, bilfiil
eline kazmayı alıp çalışmak yine başkadır. Tasavvur buyurulsun.
Günlerce hava yok, gıda yok, ziya yok. Orada didinip çalışıyorlar.
Kendi mahsulü sayilerinden ve amellerinden başka hiçbir şey ol-
mıyan kömürün tozları da bunlardan esirgeniyor. Cenabıhak bize
buyuruyor ki: Çalışanlar sâyinin semeresini iktitaf ederler. Bilmi-
yorum efendim, Allah'ın verdiği kömürü çalışıp çıkartsın da kö-
mürün tozundan istifade etmesin… Binaenaleyh biz bu hakkı on-
lara verirsek, gıdasız çalışan amelenin hayatı tanzim edilmiş olur

264
ve bu suretle daha ziyade amele gelir ve çalışabilir. Binaenaleyh
tozlar amelenin hakkı tabiisidir." (Tutanak, 18.4.1337, s.28-9)
Tasarı, bu tartışmalardan sonra, 47'ye karşı 118 oyla kabul
edildi.
10 Eylül 1337 (1921) gün ve 151 sayılı Ereğli Havzai Fahmiyesi
Maden Amelesinin Hukukuna Müteallik Kanun305 ise şu hüküm-
leri içeriyordu:
• İşçiler için koğuş ve hamam yaptırılacaktır.
• İşçilerin zorla çalıştırılması ve 18 yaşından küçüklerin çalış-
tırılması yasaktır.
• Her madenci çalıştırdığı işçileri ve ücretlerini bir deftere kay-
dedecek ve Amele Birliği müfettişi bu defteri inceleyebilecektir.
• İşverenler, işçilerin kuracakları "ihtiyat ve teavün sandıkla-
rına", istihdam ettikleri işçilerin ücretinin yüzde 1'inden az olma-
mak üzere bir miktarını yatıracaklardır.
• İşçilerin çalışma sırasında kırılan alet edevatı ile nakliyede
ölen hayvanlarının bedeli işçiye ödenecektir.
• Maden sahibi, hastalanan ve kazaya uğrayan işçiyi ücretsiz
olarak tedavi ettirecek ve maden civarında hastahane, eczane ve
doktor bulunduracaktır.
• İş kazasında ölen işçilerin varisleri ile iş kazasına uğrayanlar
tazminat davası açabilecektir. Kaza, işverenlerin kötü yönetimi ve
bilimsel olarak yapılması gereken işlerin yapılmamasından doğ-
muşsa, tazminattan başka 500-1000 lira para cezası ödenecektir.
• Günlük çalışma süresi 8 saattir. İşçi fazla çalışmaya zorlana-
mayacaktır. Rıza ve onayla yapılan fazla çalışmada iki kat ücret
ödenecektir. Toprak altına iniş ve çıkışta geçen süre çalışılmış gibi
kabul edilecek ve 8 saatlik süre içinde ele alınacaktır.
• İşçilerin genel sağlık koşullarına ve hayat koşullarına ilişkin
zorunlulukları yerine getirmeyen madencilerin ve mültezimlerin
ruhsatname, şartname ve imtiyazları fesholacaktır.

305 Kanunun Celâl Bayar tarafından sunulan gerekçesi için bkz. Ö. Şahingiray
(der.), Celâl Bayar’ın TBMM’de Yaptığı Kanun Tekliflerinin Esbabı Mucibeleri,
1920-1938, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 1999, s.27-30.

265
• Maden ocaklarında çalışan işçilerin ücretlerinin asgari düze-
yi, "ocak amil veya mültezimleriyle Amele Birliği ve İktisat Vekale-
ti tarafından" seçilen üç kişi aracılığıyla belirlenecektir.
• Maden ocağı amilleri bir mescit ve genç ameleye gece ders-
leri vermek üzere bir mektep yapmaya ve öğretmen tutmaya zo-
runludur.
Büyük Millet Meclisi'ne Hükümet tarafından sunulan taslak
tüm maden işçilerini kapsamaktaydı. Ancak İktisat Encümeni'nde
taslağın kapsamı Ereğli ve Zonguldak kömür havzası maden işçi-
leriyle sınırlandırıldı. Görüşmeler sırasında Trabzon milletvekili
Hasan Bey, tüm maden ve hatta sanayide çalışanların kanun kap-
samına alınmasını istedi. Saruhan milletvekili Refik Şevket Bey'in
yanıtı şöyle oldu: "Bir taraftan evla orada tatbik edebil; muvaffa-
kiyetini görürsek tatbikini teşmil ederiz." (Tutanak, 2.5.1337, s.203)
Taner Timur, bu kanunun diğer maden işletmelerine de uy-
gulandığı görüşünü ileri sürmektedir: "1921'de kabul edilen bir
kanunla Ereğli Havzai Fahmiyesinde çalışan maden işçilerini ma-
dencilere karşı koruyan bazı haklar tanınmıştı. 1924'de bir Büyük
Millet Meclisi kararı ile bu hakların 'bilumum maden amelesine
şümulu bulunduğuna' işaret edildi."306 Ancak, 151 sayılı Kanunun
hükümlerinin diğer madenlerde çalışan işçilere uygulanmayaca-
ğına ilişkin bir Tevhidi İçtihat kararı 1929 yılında kabul edildi.307
Ereğli kömür işçilerinin çalışma ve yaşama koşullarını düzenle-
yici kanun tasarısı Büyük Millet Meclisine sunulduğunda, Trabzon
milletvekili Ali Şükrü Bey buna karşı çıktı: "Maden sahiplerini bir-
çok kuyut ve şarta soymıyalım. Ben kapitalistlik taraftarı ve mü-
dafii değilim. Yanlış anlamayınız. Bunları böyle kayıt altına sok-

306 Timur, age, s.92.


307 Temyiz Mahkemesi Üçüncü Hukuk Dairesi 1929 yılında verdiği bir kararda,
Ereğli Kömür Havzası işçilerine ait kanunun diğer madenlerde çalışan işçilere
de uygulanabileceği biçiminde bir karar verdi. Birinci Hukuk Dairesi ise aksini
savundu. Genel Kurul’da verilen karar ise, yalnızca Ereğli Kömür Havzası
işçilerine uygulanacağı biçimindeydi. Karar Tarihi: 4.12.1929, Resmi Gazete,
No:1426.

266
mayınız rica ederim, muavenet için verilen şey teberrudur, kanun
bu hususta icbar edemez. Sen cebren nasıl alırsın, hangi kanunda
vardır bu? (...) Madenler işlemiyor ve birer birer kapanmıya mec-
burdur ve mahkûmdur diyorum. Ve bugün için kapanmıya yüz
tutmuştur. Madenleri daimi surette kapsıyacak bir tarzda –bugün
için- böyle birtakım kuyut koymıyalım. " (Tutanak, 2.5.1337, s.214)
Ali Şükrü Bey'e yanıt veren Mahmut Celal Bey ise millici bir
tavır takınıyordu:
"Havza, dörtte üç itibariyle serveti umumiyesi maalesef ken-
di unsurumuzun elinde değildir (…) Bugün madenin dörtte
üç servetine sahib olan adamlar kazanıyorlar. Fakat ne şe-
kilde kazanıyorlar? Şunu arz edeceğim. İnşallah bu milletin
gayreti, faaliyeti ve azim ve celâdeti karşısında onlar da bu
memleketin kanunlarına boyun eğmek mecburiyetinde ka-
lacaklardır. Ve o dörtte üç servete sahibolan adamlar İstan-
bul'da İtilaf Komisyonu'nun yaptığı manevralar karşısında
Müslüman âmillerin hukukuna darbe vuruyorlar ve bugün
çalışamıyan, memleketine avdet eden amele İslam ocakla-
rına mensubolan ameledir. Ne yapıyorlar, efendiler? İstan-
bul'da ton başına bir resim koymuşlardır ve bunu yalnız
İslamlardan alıyorlar, istisnaen birkaç ocaktan almıyorlar.
Çünkü kendilerine mensupturlar. Çünkü kendilerinin mü-
cessemidir. Bugün bizim Müslümanların kömür istihsala-
tının sevkini menetmişler. Sevk ettirmiyorlar. Ne Bulgaris-
tan'a, ne Romanya'ya ve hatta ne de Rusya'ya sevk ettirmi-
yorlar. İhracat yaptığınız zaman da müsadere edeceğiz diye
resmi tebliğleri vardır. Fakat kendi adamlarının ve kendi
ocak sahiplerinin kömürlerini sevk ettiriyor, teşvik ve tahsil
ediyorlar." (Tutanak, 2.5.1337, s.214)
İzmit milletvekili Hamdi Namık Bey de tüm maden işçilerinin
kanun kapsamına alınmasını istedi. Mahmut Celal Bey verdiği ya-

267
nıtta tüm işçileri kapsayacak bir iş kanunu taslağının hazırlandı-
ğını ve inceleme için Adliye Vekaleti'nde bulunduğunu açıkladı.
Kanun tasarısında, 18 yaşın altında olanların maden ocakla-
rında çalıştırılmaması konusundaki öneri tartışmalara yol açtı.
Bu maddeye karşı çıkarların öne sürdükleri gerekçe, hayat koşul-
larının 18 altındakileri çalışmaya zorlayacağı biçimindeydi.
Bolu milletvekili Şükrü Bey'in ocaklarda çocukların çalıştı-
rılmasına ilişkin anlatımları, 19. yüzyılın başlarında İngiltere'yi
anımsatmaktadır.
Şükrü Bey şunları söyledi: "On sekiz yaşından dun olanların
ocağa kabul ve istihdam edilmemesi meselesi. Halbuki oraya gi-
den amele, evlatlarını hatta oniki yaşındaki evlatlarını beraber
götürür ve küçükten ona öğretir. Ve oniki yaşındaki evladı baba-
sından daha fazla ücret alır. Mesela babası 60 kuruş aldığı zaman
bu oniki yaşındaki oğlu 85, belki 100 kuruş alır. Çünkü maden
ocaklarının içinde birtakım yerler vardır ki, oralara ancak bu ço-
cuklar girebilir ve kazma ile o düşürebilir. Bundan dolayı ocak
sahipleri bu çocukları istihdam etmek mecburiyetindedirler. Bi-
naenaleyh onsekiz yaşından dun bulunanların kaydının kaldırıl-
masını istiyorum. " (Tutanak, 2.5.1337, s.205)
Konya milletvekili Vehmi Efendi'nin gerekçesi şöyleydi: "Fakat
18 yaşından aşağı çocukların istihdamını meneden Hükümet aca-
ba onlara ekmek hazırladı mı? Onlar için başka bir iş buldu mu?
Oraya giden ameleyi bittabi ihtiyaç sevk ediyor. O; oraya ekmek
için gidiyor. Eğer Hükümet onların hayatını muhafaza edecek bir
iş buldu da onları cebren menediyorsa doğrudur. Fakat karnı aç,
ekmeği yok. Altmış para ekmek parası için oraya gidecek bir ada-
mı menediyor. Yerine ne yapacak?" (Tutanak, 2.5.1337, s.206)
Bolu milletvekili Tunalı Hilmi Bey ise tasarıyı savundu. Ocak-
lardaki kötü çalışma koşullarını dile getirerek, şunu söyledi:
"Ereğli ahalisinden 32 yaşında bir kimse yoktur ki kara kara bal-
gam tükürmesin."

268
Kanun tasarısında yer alan Amele Birliği de tartışmalara yol
açtı ve işçilerin örgütlenmesi konusu gündeme geldi.308
Mahmut Celal Bey, "amelenin teşkilatı vardır; olmasa bile yap-
mak mecburiyetindeyiz" diyerek, o dönemde etkili olan bir anlayışı
dile getirdi. Daha sonra ise şunları söyledi: "Ameleyi teşvik ediyo-
rum, bir teşkilat halinde mevcudiyet göstersinler ve amele bunun-
la, yani müfettişleri dolayısıyle ve bu teşekkül ile kendi hukukunu
binniyabe müdafaa edebileceklerdir." (Tutanak, 2.5.1337, s.209)
Besim Atalay Bey ise halkın örgütlenme ve mücadeleye girme
eğilimi konusunda bir değerlendirme yaptı:
"Bizde harekât çok tuhaftır. Daima yukardan aşağı gider."
(Tutanak, 2.5.1337, s.208)
"Biz daima her türlü hareketi, her türlü teşkilatı, her türlü
teşebbüsatı büyüklerden bekleriz ve bu da pek doğrudur ve
büyüklerden beklediğimizden dolayı bizde şimdiye kadar ne
amele arasında bir hareket vâki olmuştur ve ne de bundan
sonra olacaktır… Bizim amelemiz cahildir ve hayli seneye
kadar maarifimizin böyle kısırlığı ile ve birtakım kısa bütçe-
lerle (…) kıyamete kadar beklemek hiç de muvafık değildir.
Her şeyi büyüklerden, her şeyi münevverlerden, her şeyi
hükümetten beklemeye alışmış halk, bir defa alıştırılmış. Bi-
naenaleyh bu kanunu bizim müstacelen çıkarmamız icabe-
der. Bizim ameleyi Avrupa amelesine mukayese etmiyelim,
diyorlar. Mesai itibariyle, zahmet itibariyle, bizim amelemiz
şüphesiz onlardan daha ziyade mezahime maruz kalıyor."
(Tutanak, 2.5.1337, s.211)
Kastamonu milletvekili Abdülkadir Kemali Bey ise, işçi örgüt-
lerini, işçileri kontrol altına almanın ve kontrol altında tutmanın

308 Amele Birliği bağımsız bir işçi örgütü olarak doğmadı ve işlemedi. Amele
Birliği’ne üye olmayanların ocaklarda çalışması mümkün değildi. Birliğe üye
işçilerin ücretlerinden üyelik aidatı işveren tarafından kesilirdi.

269
bir aracı olarak gören anlayışı ifade etti: "Aklı başında bir Hü-
kümet on beş bin kişilik bir kuvveti, yanımızda mühim hadisat
cereyan ederken, başıboş bırakırsa doğru hareket etmiş olmaz.
Binaenaleyh bunların cemiyet teşkilatını Hükümetin yapması la-
zımdır." (Tutanak, 2.5.1337, s.212)
Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey işçilerin örgütlenmesine o
kadar karşıydı ki, işçileri kontrol altında tutmayı amaçlayan bir
örgütlenmeye bile karşı çıkıyordu. Gerekçesi bu olmakla birlikte,
öne sürdüğü görüşler içinde doğru noktalar da vardı. Ali Şükrü
Bey şu değerlendirmeyi yapıyordu:
"Birlik, dernek hangi sınıfa ait ise o sınıfların müteşebbis-
leri tarafından yapılır. Buna hiçbir zaman Hükümet delalet
etmez. Bizdeki amele Avrupa'daki amele gibi değildir. Avru-
pa'da, efendiler, kömür amelesi ve evladı kömür amelesi ola-
rak doğar, büyür, ölür. Bizde bu şekilde amele yalnız Zongul-
dak'ta bulunan bazı halka münhasırdır. Fakat amelenin kıs-
mı âzamı Trabzon, Maçka'dan, şûradan, buradan gelir, bir ay
çalışır, gider. Şimdi teşkilat yapılıyor… Bugün amelemiz ma-
ateessüf arazisinden kendi maişetini temin edemediği için
etraftan para kazanmak üzere maden ocaklarına geliyorlar.
Biz kendi amelemizi, rica ederim, Avrupa'daki mütehassıs
yani sanatkâr ameleye kıyas etmiyelim. Avrupa'da vardır
diye biz de taklit ederekten bir şey yapmıya kıyam etmiyelim.
Rica ederim, bilâhare amelelik bizde ihtisasa ayrılır. İçinde
onun münevverleri bulunur veyahut amele partileri teşekkül
eder ve parti bunun önüne geçer, yapar. Hükümetin veya Hü-
kümete mensup bir zatın amele için teşkilat yapmıya delalet
etmesini hiç anlamıyorum, efendim, manasız şeylerdir." (Tu-
tanak, 2.5.1337, s.209)
Kanunun en önemli maddelerinden biri çalışma süresine ve
fazla çalışmaya ilişkindi. Ancak Hükümet tasarısına İktisat En-
270
cümeni'nde eklenen bu madde konusunda hiç tartışma olmadı.
Zorunlu çalışmanın kaldırılması da tartışılmadan kabul edildi.309
Asgari ücretin saptanması konusunda Bolu milletvekili Tuna-
lı Hilmi Bey ilginç bir değerlendirme yaptı, önerilen komisyonun
üyelerinin güvenilirliğini sorguladı: "Amele teşkilatı yapılmış ol-
saydı, amelenin gözü açılmış olsaydı bu maddeyi getirip de kanu-
na koyan, teklif eden arkadaşımıza yerden göğe kadar teşekkür
ederdim. Beyler emin olunuz ki, bu madde amelenin aleyhinde-
dir. Mültezimlerle amele birliği ve İktisat Vekaleti'nden, bu üç me-
mur bizdeki suistimalata olan salgın temayül dolayısıyle tasavvur
ediniz ki kandırılırsa, elde edilir, amelenin ücreti iner mi, yükselir
mi? Ben katiyen eminim ki bu amelenin aleyhindedir." (Tutanak,
2.5.1337, s.223)
Tasarı bu tartışmalardan sonra kabul edildi.
151 sayılı kanunla bağlantılı olarak 1946 yılına kadar aşağıdaki
nizamnameler çıkarıldı:
Amele Sıhhî İhtiyacatının Temini Nizamnamesi (Resmi Gazete,
No: 3208)
Muaddil Nizamname (Resmi Gazete No: 3498)
Muaddil Nizamname (Resmi Gazete No: 4815)
Amelenin Sıhhî İhtiyaçlarının Temini Nizamnamesi (Resmi
Gazete No: 5193)
Ayrıca 2608 sayılı kararnameyle "Amele İçin Teşkil Olunacak
İhtiyat ve Teavün Sandıkları Talimatnamesi" yayımlandı (3. Tertip
Düstur, c.4, s.143)
114 ve 151 sayılı kanunlar, Ulusal Bağımsızlık Savaşının sürdü-
ğü ve Ereğli Bölgesinin Fransız işgali altında bulunduğu koşullar-

309 26 Mart 1924 tarihinde çıkarılan Maden Nizamnamesi de zorunlu çalışmayı


kaldırıyordu. Nizamnameye göre, bu kurala uymayanlar Vali tarafından
cezalandırılacaktı. Bkz. S. Ağaoğlu, S. Hüdaioğlu, age, s.91. Ancak 26 Şubat
1940 tarihli ve 2/12899 sayılı bir kararname ile 3780 sayılı Milli Korunma
Kanunu’nun 9. maddesine dayanılarak, Ereğli Kömür Havzasında ücretli iş
mükellefiyeti yeniden uygulanmaya başlandı. İş mükellefiyeti ancak II. Dünya
Savaşı’ndan sonra kaldırıldı.

271
da Anadolu'da işçilerin desteğini almak, işçileri kontrol altında
tutmak ve yerli sermayedarlara zorluk çıkaran yabancı sermaye-
darları cezalandırmak amacıyla ve insancıl duyguların da etkisiy-
le kabul edildi. Maden ocağı işleticilerinin büyük bir bölümünün
yabancı sermayedarlar olması, hak tanınmasında daha cömert
davranılmasına yol açtı. Kanunların kabulü öncesinde maden iş-
çilerinin (yarı-köylü işçilerin) kanunlarda yer alan haklar konu-
sunda etkili bir eylemi olmadı.
Madenlerin özel şirketlerce işletildiği dönemde bu kanunların
ne ölçüde uygulandığına ilişkin araştırma yoktur. Ancak ocakla-
rın 1940 yılında kamulaştırılması ve birleştirilmesinin ardından
işçilerin (ve özellikle de maden çavuşlarının) çalışma ve yaşama
koşullarında önemli gelişmeler oldu.310 Bu gelişme, ülkenin en
yoğun işçi merkezinde uzunca bir dönem işçilerin göreli hareket-
sizliğinin ana nedenlerinden biridir. Mülksüzleşme düzeyinin ge-
riliği ve geçici işçilerin çokluğu, tarımda alternatif çalışma koşul-
larının daha kötü olması, bölgede işsizliğin (özellikle tarımda iyi
hasat alındığı yıllarda) iyice azlığı, tüketim kalıplarının sınırlılığı,
işçilerin geldikleri bölgelere, çalışma biçimlerine ve pozisyonla-
rına göre bölünmüşlüğü ve ocaklarda çok sayıda asker hükümlü
çalıştırılması da, işçi hareketinin sessizliğinin diğer önemli ne-
denleridir.

Ulusal Kurtuluş Savaşı ve İstanbul Sendikaları


1919-1922 döneminde İstanbul'da işçiler ve sendikalar vardı.
İşçi sınıfının önemli bir kesimi, 1919-1922 döneminde Türkiye
demokratik devriminin Ulusal Kurtuluş Savaşı evresinde bu mü-
cadeleye katılmadı.
İstanbul'daki emperyalist işgale direnenler arasında işçiler de
yer aldı; ancak İstanbul'daki sendikalar birer örgüt olarak Ulusal

310 İşçilerin çalışma koşullarıyla ilgili olarak bkz. G. Kessler, “Zonguldak ve


Karabük’teki Çalışma Şartları,” İçtimai Siyaset Konferansları, Kitap 2, İstanbul,
1949.

272
Kurtuluş Savaşı'na destek vermedi. Sendikaların bir bölümü Ana-
dolu'daki kurtuluş mücadelesine karşı duyarsızdı; bir bölümü de
ufak çıkarlar karşılığında emperyalistlerle işbirliğini kabullen-
mişti. Bu duyarsızlık ve hatta işbirlikçilik, Ulusal Kurtuluş Sava-
şı'nı veren ve yöneten kadroların 1923 yılından sonraki dönemde
işçi sınıfına yönelik tavrının biçimlenmesinde etkili oldu.311
İşçilerden bazıları gerek Anadolu'ya geçerek, gerek İstan-
bul'daki direnişe destek vererek, milli mücadele içinde yer aldı.312
Ancak İstanbul sendikalarının bir bölümü Anadolu'da sürdürül-
mekte olan milli mücadeleye karşı duyarsız kaldı; mücadeleyi
aktif olarak desteklemek için bir girişimde bulunmadı. Türkiye
İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası ve bağlantılı işçi örgütlerinin tavrı
böyleydi. Buna karşılık, sendikalar üzerinde esas etkili güç olan
Türkiye Sosyalist Fırkası, umudunu işgalcilere bağlamıştı, onlar-
dan maddi/manevi yardım alıyordu ve Ulusal Bağımsızlık Sava-
şı'na karşıydı.
İngiliz İşgal Kuvvetleri'nin başında bulunan İngiliz Generali
Tim Harington anılarında, Hüseyin Hilmi'yle yakın ilişkileri ol-
duğunu ve anladığı kadarıyla kendisiyle çok dostça ilişki içinde
bulunduğundan öldürüldüğünü belirtmektedir.313 İştirakçi Hil-
mi'nin İngilizlerle yakın ilişkisi ve grevler sırasında onlardan para
aldığı, Zeki Cemal'in Meslek dergisinde 1925 yılında yayımlanan
yazısında da ileri sürülmektedir.314 Bu yıllarda Sovyet Rusya da
Hüseyin Hilmi'nin "İngiliz ajanı" olduğu görüşündeydi. Sovyetler

311 Bu konuda ayrıntılı bilgi ve belge için bkz. Y. Koç, Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi,
Osmanlı’dan 2010’a, Epos Yay., Ankara, 2010, s.99-103; Y. Koç, Yanlış-Doğru
Cetveli, İşçi Sınıfı Tarihi Yazımında İnatçı Hatalar, Epos Yay., Ankara, 2010,
s.103-109, 110-116.
312 Ulusal Bağımsızlık Savaşı sırasında İstanbul’da direnişe katılan işçilerle ilgili
en güvenilir bilgi kaynağı, Hüsamettin Ertürk’ün kitabıdır. Bkz. H. Ertürk, İki
Devrin Perde Arkası, 1957, s.223, 224, 233-235, 389. Ayrıca bkz. M. Goloğlu,
Sivas Kongresi, 1969, s.157,158.
313 T. Harington, Tim Harington Looks Back, London, 1941, s.215.
314 Yeni alfabeyle basım için bkz. Z. Cemal, "Memleketimizdeki Amele
Hareketlerinin Tarihi," Toplumsal Tarih Dergisi, Mayıs 1997, s.26-32.

273
Birliği'nin Asya uzmanı Korniyenko, Sovyetler Birliği'nde 1965
yılında yayımlanan kitabında, Hüseyin Hilmi'nin "İngiliz emper-
yalistlerinin kiralık ajanı" olduğunu ileri sürmektedir.315 Fransız
istihbaratçıları da, Hüseyin Hilmi'nin tramvay grevini yapmak
için İngilizlerden para aldığını rapor etmişti. Rapora göre, 9 Ocak
1922 günü iki İngiliz subayı Türkiye Sosyalist Partisi'nin genel
merkezini ziyaret etmiş ve bir sonraki grevde kullanılmak üzere
H.Hilmi'ye bir miktar para vermişlerdi.316
İstanbul'da Ulusal Bağımsızlık Savaşı'na destek veren işçiler
olduğu kadar, etnik kimliğini öne çıkaran ve işgalcilerle işbirli-
ği yapan işçiler de vardı. Örneğin, 17 Aralık 1918 tarihinde kuru-
lan Kürdistan Teali Cemiyeti'nin kurucu ve yöneticileri arasında
"Kürt amele reisi Reşit Ağa" da vardı. "Kürt Teavün Cemiyeti'nin
ilginç çalışmalarından bir bölümü hamalların örgütlenmesi (ha-
mallar loncası) alanında görülür. Seyyit Abdülkadir Efendi'nin
bu alandaki önemli rolü de belirtilmiştir. Lonca bu etki altında
siyasallaşmıştır."317

1923-1925 Dönemi

1923-1925 yılları, Türkiye demokratik devriminde ilk aşama


olan ulusal bağımsızlığın kazanılması sonrasında yeni aşamalara
geçişte bir ara dönemdi. Bu dönemde işçi sınıfının belirleyici bir
rolü veya etkisi olmadı.
İşçi sınıfının İstanbul'da yaşayan ve belirli bir örgütlenmeye
sahip olan kesimleri, Ulusal Kurtuluş Savaşı'na aktif bir biçimde
katılmamış olmanın ezikliğini yaşıyordu. Bu örgütlerin İzmir İkti-
sat Kongresi'nde önemli bir etkisi olmadı.

315 R. P. Korniyenko, The Labor Movement in Turkey (1918-1963), US Dept.of


Commerce, Washington DC, 1967, s.17.
316 N. B. Criss, Istanbul Under Allied Occupation, 1918-1923, Brill, Leiden, 1999,
s.88-89, 91.
317 Tunaya, age, s.186, 191.

274
Bu dönemde, Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiye-
ti'nden Halk Fırkası'na geçildi. Halk Fırkası, büyük çoğunluğu
köylü olan bir toplumda, önemli bir bölümü tam olarak mülksüz-
leşmemiş ve ayrıca patronlaşamamış küçük işverenlerin ("Küçük
Patron"ların) yanında çalışan örgütsüz işçilerin sınırlı gücünü
önemsemedi.
Halk Fırkası'nın karşısında yer alan ve demokratik devrimin
gelişmesini engellemeye çalışan Terakkiperver Cumhuriyet Fırka-
sı da işçileri bağımsız bir güç olarak ciddiye almadı. Programda
sendikalaşma, toplu pazarlık ve grev konularında herhangi bir
düzenleme öngörülmüyordu.
Halk Fırkası, işçi sınıfının, demokratik devrimi geliştirmede
yararlanacağı kesiminin çalışma ve yaşama koşullarını iyileştir-
meyi ön plana çıkardı.
Bu dönemin önemli etkinliği, İzmir İktisat Kongresi'ydi.

İzmir İktisat Kongresi ve İşçiler


Mudanya Mütarekesi, 11 Ekim 1922 tarihinde imza edildi ve
Ulusal Kurtuluş Savaşı zaferle sona erdi. 20 Kasım 1922 tarihinde
Lozan Barış Antlaşması için görüşmeler başladı ve görüşmelerin
ilk devresi 4 Şubat 1923 tarihinde sona erdi. İzmir İktisat Kongresi
ise 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihlerinde toplandı.
İzmir İktisat Kongresi'nde kabul edilen kararlar arasında "İşçi
Grubunun İktisat Esasları" da bulunmaktadır.318
• İktisat Kongresi'nin Amacı
İktisat Kongresi'nin amacı, tam bağımsızlıktı. Başkumandan
Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın belirttiği gibi, "istiklal-i tam için şu
düstur var: Hâkimiyet-i milliye, hâkimiyet-i iktisadiye ile tarsin

318 Bu metnin tamamı için bkz. A. G. Ökçün, Türkiye İktisat Kongresi, 1923-İzmir,
Haberler-Belgeler-Yorumlar, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Yayını No:262, 2. Basım, Ankara, 1971, s.430-435 ve Afetinan, İzmir İktisat
Kongresi (17 Şubat-4 Mart 1923), Türk Tarih Kurumu Yay. XVI.Dizi-Sayı 46,
Ankara, 1982, s.51-55.

275
edilmelidir… Siyasî ve askerî muzafferiyetler ne kadar büyük olur-
sa olsun, iktisadi zaferle tetviç edilemezse semere-i netice payidar
olamaz."
Osmanlı'dan devralınan zayıf ve bağımlı iktisadi yapıyla bu
amaca ulaşabilmek olanaklı değildi. Bu dönemde işletmelerin
çoğu yabancı sermayeye aitti. Kemal Paşa İzmir İktisat Kongresi'ni
açış konuşmasında Osmanlı'nın bu durumunu çeşitli biçimlerde
ele aldı. Şunu söyledi: 319 "Mazide, Tanzimat devrinden sonra ec-
nebî sermayesi müstesnâ bir mevkie malikti, Devlet ve hükûmet
ecnebî sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmamış-
tır. Her yeni millet gibi Türkiye buna muvafakat edemez. Burasını
esir ülkesi yaptırmayız."
Bu kötü miras üzerinde ekonomik egemenliğin inşa edilebil-
mesi ise milli bir programla, farklı sınıfların milli hedefler için
birleşmesiyle mümkündü. Gazi Mustafa Kemal Paşa açış konuş-
masında şunları söyledi: "Esaslı bir program tesbit etmek, prog-
ram üzerine bütün milleti hemahenk olarak çalıştırmak lazımdır.
Bizim halkımızın menfaatleri yekdiğerinden ayrılır sunuf halinde
değil, bilâkis mevcudiyetleri ve muhassala-i mesaisi yekdiğerine
lazım olan sınıflardan ibarettir. Bu dakikada samilerim çiftçiler-
dir, sanatkârlardır, tüccarlardır ve ameledir. Bunların hangisi yek-
diğerinin muarızı olabilir. Çiftçinin sanatkâra; sanatkârın çiftçiye
ve çiftçinin tüccara ve bunların hepsine, yekdiğerine ve ameleye
muhtaç olduğunu kim inkâr edebilir. Bugün mevcut olan fabri-
kalarımızda ve daha çok olmasını temenni ettiğimiz fabrikaları-
mızda kendi amelemiz çalışmalıdır. Müreffeh ve memnun olarak
çalışmalıdır. Ve bütün bu saydığımız sınıflar aynı zamanda zengin
olmalıdır."320
Türkiye Cumhuriyeti, 1932 yılına kadar Cemiyeti Akvam'a (Mil-
letler Cemiyeti) üye olmadı. Buna bağlı olarak, Uluslararası Ça-
lışma Örgütü'ne (ILO) de üye değildi. Bu dönemde Türkiye'nin en

319 Ökçün, age, s.253.


320 Ökçün, age, s.255-256; Afetinan, age, s.68.

276
yakın işbirliğini yaptığı ülke, Sovyetler Birliği'ydi. Sovyetler Birli-
ği de Milletler Cemiyeti'ne ve ILO'ya üye değildi.
İzmir İktisat Kongresi'ne yabancı konuk olarak yalnızca Azer-
baycan Cumhuriyeti Ankara Sefiri İbrahim Abilof ve Rusya Sovyet
Cumhuriyeti Ankara Sefiri Aralof davet edildi ve katıldı. Aralof,
Kongre sonrasında yaptığı açıklamada şunları söyledi: "Bundan
sonra kat'iyyen eminiz ki Türkiye halkı kendi iktisadı ile alakadar
olarak mukadderatına hâkim olacak ve garp ile beraber umum
kapitalizme karşı duracaktır."321
İktisat Kongresi'nde işçiler lehine önemli kararlar alınmasın-
da işçilerin bağımsız sendikal ve siyasal örgütlü gücü değil, milli
bir ekonomi yaratma çabası ile Sovyetler Birliği'yle iyi ilişkileri
sürdürme kaygıları etkili oldu.
• İktisat Kongresi İşçi Grubunun İktisat Esasları
İktisat Kongresi'nde İşçi Grubu'nu oluşturan kişilerin dikkatle
belirlendiği konusunda kuşku yoktur. Nitekim, İşçi Grubu Baş-
kanlığı'na Aka Gündüz getirildi.
1885 doğumlu Aka Gündüz'ün asıl adı Emin Ali idi. Selanik-
liydi. Babası subaydı. Başladığı askeri eğitime sağlık nedenleriyle
ara verdi. 31 Mart Olayı sonrasında Hareket Ordusu'na katıldı. İs-
tanbul'un işgalinden sonra İngilizler tarafından Malta'ya sürüldü.
Kısa bir süre sürgünlükten sonra serbest kaldı. 1932-1946 döne-
minde Ankara milletvekilliği yaptı ve 1958 yılında öldü. Diğer bir
deyişle, Atatürk'ün güvendiği insanlardan biriydi.
İktisat Kongresi'nde İşçi Grubunun İktisat Esasları 34 madde
olarak kabul edildi. Bunların büyük bir bölümü Ticaret, Ziraat Sa-
nayi ve Amele Gruplarının oybirliğiyle benimsenirken, bazıların-
da oybirliği sağlanamadı.
İşçi sınıfı açısından bakıldığında ortaya çıkan tablo son derece
önemlidir.

321 Ökçün, age, s.296.

277
İzmir İktisat Kongresi'nden sonraki yıllarda Türkiye'de işgü-
cünden başka satacak bir şeyi olmayan ücretlilerin önemli bir bö-
lümü memur statüsünde istihdam edildi.
Siyasal bağımsızlığı tamamlayacak iktisadi bağımsızlığın alt-
yapısını oluşturacak sanayileşme için gerekli becerili, nitelikli ve
sürekli işgücünün sağlanması için ücretlilere önemli hakların ve-
rilmesi gerekiyordu. Ayrıca, Osmanlı'dan devralınan ümmetin ve
aşiret-boy ilişkilerine dayalı toplumsal yapının, çağdaş bir ulusa
dönüştürülmesi için de becerili ve nitelikli işgücünün devlet ta-
rafından sürekli biçimde istihdam edilmesine ihtiyaç vardı (özel-
likle öğretmenler). Bunların yanı sıra, Ulusal Kurtuluş Savaşı,
yalnızca emperyalist ülkelere ve onların taşeronu Yunanistan'a
karşı değil, aynı zamanda Osmanlı'ya karşı da verilmişti. Yeni
bir devlet inşa ediliyordu. Yeni devletin bürokratları da becerili
ve nitelikli ücretliler arasından yetiştirilecekti. Bu üç ana etmen,
mülksüzleşmiş ücretlilerin en nitelikli kesimlerinin devlet tarafın-
dan istihdam edilmelerini gerektiriyordu. Buna karşılık, özellikle
Çanakkale Savaşı ve Sakarya Savaşı'nda, Osmanlı döneminde ye-
tişmiş insangücümüzün önemli bir bölümü şehit olmuştu. Ermeni
ve Rum nüfus da iyice azalmıştı.
Bu koşullarda, İzmir İktisat Kongresi'nde İşçi Grubu'nun talep-
lerinin önemli bir bölümü ve bazı açılardan fazlası, 1926 yılında
kabul edilen 788 sayılı Memurin Kanunu ile dönemin nitelikli ve
becerili ücretlilerine sağlandı. Memur statüsünün dışında kalan
ve büyük çoğunluğu tam olarak mülksüzleşmeden ücret karşılığı
çalışan kişiler ise bu haklara daha sonraki yıllarda kavuştu.
Bu kararların en önemlileri ve bu konuda daha sonraki yıllar-
da meydana gelen gelişmeler aşağıda sunulmaktadır:
"Madde 1-Amele namiyle hitap edilmekte olan kadın ve er-
kek erbab-ı sây ve ameleye bundan böyle işçi denilmesi.
(müttefikan kabul)."

278
"Amele" sözcüğü Arapça "amel" (iş) sözcüğünden türetilmiş-
tir. Kongre'nin bu konudaki kararı ancak II. Dünya Savaşı
sonrasında etkili olarak uygulandı. O tarihe kadar bazı işçi
örgütleri de bu sözcüğü kullandı. Örneğin, 1925 yılının ilk
yarısında önemli bir örgütlenmenin adı Amele Teali Cemiye-
ti idi. Ancak yine de "işçi" kavramının yerleştirilmesi konu-
sundaki bir karar önemlidir.
"Madde 3-Meb'us ve belediye intihâblarında temsil-i meslekî
usulünün kabulü. (Üç grup ekseriyetle kabul, ticaret red)."
Türkiye'de günümüzde bile milletvekili seçilen ve yerel yö-
netimlerin çeşitli organlarında görevlere getirilen işçilerin
sayısı son derece azdır. Milletvekili ve belediye seçimlerinde
işçilerin temsilcilerinin de seçilmesi önerisi önemliydi. An-
cak daha sonraki yıllarda bu öneri uygulanmadı.
"Madde 4-Dernekler yani sendikalar hakkının tanınması.
Tatil-i Eşgal Kanunu'nun yeniden işçilerin hakkını tanımak
üzere tetkik ve tanzimi (müttefikan kabul)."
1909 yılında kabul edilen Tatil-i Eşgâl Kanunu, kamuya yö-
nelik hizmetlerde faaliyette bulunan şirketlerde çalışan iş-
çilerin sendikalarda örgütlenmesini yasaklıyordu. Ancak
daha önce de belirtildiği gibi, bu işçilerin derneklerde ör-
gütlenmesinin önünde bir engel yoktu ve dernekler üyeleri
adına toplu pazarlık yapabiliyor, toplu sözleşme imzalaya-
biliyordu.
"Madde 5-Ziraattan maada sanayi işçileri ile bilûmum işçiler
için (bir saat) istirahat müddeti hariç olmak üzere çalışma
müddetinin sekiz saat olarak kabulü (müttefikan kabul)."
Dünyada çok az ülkede günlük sekiz saatlik çalışmanın uy-
gulandığı bir dönemde bu konunun oybirliğiyle kabul edilmesi
önemlidir. Sekiz saatlik işgünü, daha Ulusal Kurtuluş Savaşı sü-

279
rerken Zonguldak kömür işçilerinin çalışma koşullarını düzen-
leyen 151 sayılı Kanunda gündeme gelmişti. 10 Eylül 1337 (1921)
tarihinde kabul edilen 151 sayılı Ereğli Havzai Fahmiyesi Maden
Amelesinin Hukukuna Müteallik Kanun'un 8. maddesi, Ereğli
Kömür Havzası'nda çalıştırılan maden işçilerinin günlük çalışma
süresini 8 saatle sınırlandırıyordu. İzmir İktisat Kongresi'nde oy-
birliğiyle alınan bu karar, Ereğli kömür işçileri için kabul edilen
düzenlemenin tarım işçileri dışındaki işçilere yaygınlaştırılması
talebidir. Bu düzenleme 1936 yılında kabul edilen ve 1937 yılında
yürürlüğe giren 3008 sayılı İş Kanunu ile gerçekleştirildi. İşçi sı-
nıfının memur statüsünde istihdam edilen kesimi ise bu haktan
1926 yılından itibaren yararlandı.
"Madde 6-Sekiz saat çalışan bir işçinin gece dahi çalıştırılma-
sına mecburiyet hasıl olduğu takdirde yalnız dört saat çalıştırıla-
cak ve tam gündelik alacak. Yalnız gece çalıştırılan işçiler gündüz
işçisi gibi sekiz saat çalışır, fakat iki kat gündelik alır (birinci fıkra
müttefikan kabul, ikinci fıkra üç grup red, işçiler ısrar)."
Oybirliğiyle kabul edilen birinci fıkra günümüzde bile geçer-
li değildir. Bu maddenin anlamı, günlük sekiz saatlik çalışmayı
tamamlayan işçinin dört saat daha çalışması durumunda, fazla
çalışma ücretinin yüzde 100 zamlı ödeneceğidir. Yürürlükte bu-
lunan mevzuata göre, bu nitelikteki fazla çalışma yüzde 50 zamlı
olarak ödenmektedir.
"Madde 7-Maden ocaklarında çalışan işçilerin altı saatlik me-
saisinin bir gündelik itibar olunması. Ve maden ocaklarında on
sekiz yaştan dûn olanlarla kadınların çalıştırılmaması (müttefi-
kan kabul)."
Maden ocaklarında çalışan işçinin altı saat çalışıp sekiz saat-
lik ücret alması talebinin oybirliğiyle kabul edilmiş olması önem-
lidir. Böyle bir uygulama günümüzde bile yoktur. Ayrıca, kadın-
ların yeraltında çalışmalarının yasaklanması istemi de oybirliği
kabul edilmiştir. Diğer taraftan, onsekiz yaşın altındaki erkek iş-
çilerin maden ocaklarında çalıştırılma yasağı talebi, 1921 yılında

280
kabul edilen 151 sayılı kanunda (M. 2) Ereğli maden işçileri için
kabul edilmiş olan uygulamanın yaygınlaştırılmasıdır.
"10-Bilûmum müesseselerde sabit işçi olarak istihdam edilen
kadınlara doğurmazdan evvel ve sonraya ait olmak üzere sekiz
hafta ve her ay üç gün izin verilmesi. Ve bu gündelikleriyle aylık-
larının tamam verilmesi (müttefikan kabul)."
Kongre'nin oybirliğiyle doğumdan önce ve sonra sekizer haf-
talık ücretli doğum izni talep etmesi son derece önemlidir. Türki-
ye'de işçi statüsünde istihdam edilen ücretliler için bu uygulama
ancak 2003 yılında gerçekleştirilebildi. Kadın işçiler bugün bile
tam aylıklarını değil, buna yakın bir miktar olan geçici işgöremez-
lik ödeneğini almaktadır. Memurların hakları 1926 yılında verildi.
"Madde 11-Bilûmum işçi gündeliklerinin memleket maişetiyle
mütenasib olarak hadd-i asgari miktarının her üç ayda bir defa
dernekler teşekkül edinceye kadar işçi mümessilleri hazır olduğu
halde belediye meclislerince tayiniyle müesseseler tarafından va-
cîb-ül-ittibâ olmak üzere neşir ve ilanı. (müttefikan kabul)."
1921 yılında kabul edilen 151 sayılı kanuna göre (M. 11), Ereğli
kömür işçileri için asgari ücret belirlenecekti. İktisat Kongresi'nin
oybirliğiyle aldığı karar, asgari ücret uygulamasını tüm işçilere
yaygınlaştırmayı ve asgari ücreti üç ayda bir gözden geçirmeyi ta-
lep etmektedir. Asgari ücret 1936 yılında kabul edilen 3008 sayılı
İş Kanunu'nda yer aldı; ancak ilgili yönetmeliklerin çıkarılması-
nın gecikmesi nedeniyle 1951 yılından itibaren uygulandı.
"Madde 12-İşçi gündelik ve aylıklarının umum müesseselerde
nakden ve muntazaman verilmesi (müttefikan kabul)."
Oybirliğiyle kabul edilen bu talep de 1926 yılında kabul edilen
Borçlar Kanunu'nda ve 1936 yılında kabul edilen İş Kanununda
yer aldı.
"Madde 13-Haftada bir gün işçilere istirahat müddetinin veril-
mesi… (müttefikan kabul)."
Oybirliğiyle kabul edilen bu talep 15 Ocak 1924 tarihinde kabul
edilen 394 sayılı Hafta Tatili Hakkında Kanun ile uygulamaya so-
kuldu. Memurlar ise bu haktan yararlanabiliyordu.

281
"Madde 14-(1 Mayıs) gününün Türkiye İşçileri bayramı olarak
kanunen kabulü (sanayi ve işçi müttefikan, çiftçi ve tüccar ekalli-
yetle kabul)."
Sanayicilerin ve işçilerin 1 Mayıs'ın Türkiye İşçileri bayramı ola-
rak kabul edilmesini gündeme getirmesi ilginçtir. 1 Mayıs, 1921 ve
1922 yıllarında kutlanmıştı. 27 Mayıs 1935 gün ve 2739 sayılı Ulusal
Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun ile 1 Mayıs günü Bahar
Bayramı olarak genel tatil kabul edildi. Ancak genel tatilde işçilere
herhangi bir ücret ödenmiyordu. 12 Eylül darbesinden sonra Milli
Güvenlik Konseyi 17 Mart 1981 günü kabul ettiği 2429 sayılı Ulusal
Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun'da 1 Mayıs'ı genel tatil
olmaktan çıkardı. 1 Mayıs'ın ücretli genel tatiller arasına yeniden
sokulabilmesi ise 2009 yılında gerçekleştirilebildi.
"Madde 15-Sabit işçilerin hafta tatilleriyle resmi günlerde ve
işçi bayramı gününde gündeliklerinin tam verilmesi. Umumi tatil
günlerinde işçileri çalıştırmak mecburiyeti hasıl olduğu takdirde,
iki kat gündelik verilmesi (birinci fıkra üç grup tarafından red,
işçiler tarafından ısrar, diğerleri müttefikan kabul)."
Kongre'de oybirliğiyle kabul edilen ilk fıkra, ancak 1950'lerin
ortalarında hayata geçirilebildi. 9 Ağustos 1951 gün ve 5837 sayılı
kanunla, genel tatillerde işçilere çalışılmaksızın yarım yevmiye
ödenmesi kararlaştırıldı. 8 Haziran l956 gün ve 6734 sayılı kanun-
la da, 1 Mayıs dahil tüm genel tatillerde işçilere çalışılmadan öde-
necek ücret 1 yevmiyeye çıkarıldı.
"Madde 16-Umum sanat müesseselerinde ve gümrüklerde ve
matbaalarda ve şirketlerde müstahdem işçilerin hastalandıkları
takdirde üç aya kadar gündeliklerinin tam verilmesi. Ve üç ay has-
talanan ve hastalığı şifa bulmayan bir illetle malûl olduğu tahak-
kuk eden işçilerin işten çıkarıldıkları takdirde müesseselerin ikti-
dar-ı malîyesi ile mütenasib ikramiyeler vermeleri (birinci fıkra üç
grup tarafından red, işçiler ısrar. Diğer fıkra müttefikan kabul)."
İşçilerin ısrarlı olduğu ilk talep, 1945 yılında İşçi Sigortaları
Kurumu'nun kurulmasından sonra gündeme geldi. Geçici işgö-

282
remezlik ödeneği ücretin büyük bölümünü karşılamaya başladı.
Oybirliğiyle kabul edilen diğer talep ise daha sonraki yıllarda kı-
dem tazminatı olarak gündeme geldi.
"Madde 17-Evlenecek işçilere gündelikleri verilmek şartiyle bir
hafta izin verilmesi (müttefikan kabul)."
Kongre'de oybirliğiyle kabul edilen bu talep, işçi statüsünde
istihdam edilen ücretliler için günümüzde bile geçerli değildir.
4857 sayılı İş Kanunu'na göre, evlenen işçinin ücretli izin hakkı
yoktur. İşçi evlenecekse bunu yıllık izninde yapar veya ücretsiz
izin ister.
"Madde 18-Bir sene iş başında bulunan işçilere senede bir ay
izin verilmesi ve gündeliklerinin tam îtası. (üç grup red, işçiler ıs-
rar)."
Diğer grupların karşı çıkmasına karşın işçilerin ısrarla gün-
deme getirdikleri bu talep günümüzde bile uygulanmamaktadır.
Türkiye'de işçilere ücretli izin hakkı 11 Nisan 1960 gün ve 7467 sa-
yılı Yıllık Ücretli İzin Kanunu ile getirildi. Bu kanunda yıllık ücret-
li izin hakkı işçinin kıdemine göre 12 ile 24 işgünü arasında değişi-
yordu. 2003 yılında bu sürelere ikişer işgünü daha eklendi. Devlet
memuru statüsünde istihdam edilen ücretliler ise bu haktan 1926
yılında yararlanmaya başladılar.
"Madde 19-Daimî büyük sanat müesseselerinde, gümrüklerde,
şömendöfer, elektrik ve tramvay gibi şirketlerde, maden ocakla-
rında çalıştırılan işçilerin kaza ve ihtiyarlık dahil olduğu halde
hayat sigortasına rabıtları ve sigorta ücretinin müessese sahib-
leriyle işçiler tarafından yarıyarıya verilmesi. Ve derneklerin ko-
yacağı tekaüdiye hakkının müesseselerce tanınması. (müttefikan
kabul)."
Kongrede oybirliğiyle gündeme getirilen bu talep, 1945 yılın-
dan itibaren işkolları ve iller kademeli olarak kapsama alınarak
hayata geçirildi. Devlet memuru statüsünde istihdam edilen üc-
retliler ise 1926 yılından itibaren gelişmiş bir sosyal güvenlik sis-
teminden yararlanabildi.

283
"Madde 20-İş başında sakatlanan umum işçilerin sermayedar-
lar ve müesseseler tarafından hayatlarının emniyet altına alınma-
sı (üç grup red, işçiler ısrar)."
Diğer grupların reddettiği bu talep de 1945 sonrasında kabul
edilen iş kazası ve meslek hastalığı sigortası kapsamında hayata
geçirildi.
"Madde 21-İkiyüzelli işçi kullanan fabrikalar, şirketler müesse-
seleri içinde veya yakında bir dispanser, maden ocaklariyle büyük
kıt'ada ormanları işleten ve ormanlarda fabrika yapan sermaye
sahiblerinin veya şirketlerin ve tuzlaların cıvarında birer hastane
ve maden ocaklarında işçiler için behemehâl birer parasız hamam
yapmalarına mecbur tutulmaları (müttefikan kabul)."
Hastane talebi 1945 yılından sonra gerçekleştirildi.
"Madde 23-Sanat müesseseleri ve işçi çalıştıran diğer müesse-
selerin mevcut sıhhî nizamlara tevfikan daimî surette sıhhiye me-
murları tarafından teftiş ettirilmesi ve bu hastanelerin yapılması."
1945 yılında Çalışma Bakanlığı'nın kurulmasından sonra,
daha önceleri sınırlı bir biçimde sürdürülen teftiş faaliyeti daha
düzenli hale getirildi.
"Madde 24-Büyük sanat müesseseleriyle, şirketler, madenler,
tuzlalar ve büyük kıt'ada orman işletenler ve bu ormanlar civa-
rında fabrika yapanların müesseseleri yakınında işçileri için sıhhî
evler yapmalarına mecbur tutulması, veya ev kirası zammı verme-
leri (üç grup müttefikan, tüccar grubu ekalliyetle kabul)."
Lojman yapılması talebi kamu işyerlerinde önemli ölçüde ha-
yata geçirildi. Lojman olmayan yerlerde kira karşılığı bir ek öde-
me yapılması ise çok istisnai durumlarda uygulandı.
"Madde 25-İşçi çocuklarının şehit çocuklarından sonra tercihan
leylî sanat mekteblerine meccanen kabulü (müttefikan kabul)."
Bu önemli talebin ne ölçüde uygulandığı konusunda bilgi yok-
tur.
"Madde 26-Memlekette açılacak bütün işlerin Türk erbab-i sây
ve ameline tahsisi (müttefikan kabul)."

284
İttifakla kabul edilen bu talep, 11.6.1932 tarihinde kabul edilen
2007 sayılı Türkiye'deki Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat
ve Hizmetler Hakkında Kanunla büyük ölçüde hayata geçirildi.
"Madde 31-Hiçbir asrî zihniyete uymayan esnaf talimatnâmesi-
nin ilgasıyla cemiyet teşkili hakkının her sınıf halka kanun muci-
bince bahşedilmesi (müttefikan kabul)."
"Madde 32-Gediklerin, kabzımallığın, sırık hamallığının
kat'iyen ilgası. Limanlarda, gümrüklerde kâhya vesair namlarla
işçinin hukukunu kaybettiren ve memlekette işçiyi istibdatla kul-
lanan kimselerin faaliyetlerine meydan verilmemesi (müttefikan
kabul)."
Bu talep uzun yıllar hayata geçirilemedi ve özellikle inşaat ve
tarım işkollarında günümüzde bile bir ölçüde devam etmektedir.
"Madde 33-Müesseseler tarafından her sene işçilere verilecek
ikramiyenin müsavatla tevzii (üç grup müttefikan kabul, tüccar
ekalliyetle kabul)."
İşçilere ikramiye verilmesi kamu kesiminde 1950'li yıllarda
başladı. Özel sektörde ise ancak toplu iş sözleşmesi kapsamındaki
işçiler ikramiyeden yararlanabilmektedir.
"Madde 34-Ziraat işlerinde kullanılan işçiler yukarıki madde-
lerin ahkâmından müstesnâdır (müttefikan kabul)."
Tarım işçilerinin İş Kanunu kapsamına alınabilmesi günümüz-
de bile tam olarak sağlanamadı. 4857 sayılı İş Kanunu'na göre, 50
ve daha az sayıda işçinin çalıştığı tarım ve orman işlerinde çalışan
işçileri koruyan bir iş kanunu yoktur.
• İktisat Kongresi Sonrası Değerlendirmeler
İşçi Grubu başkanlığına seçilen Kütahya temsilcisi Aka Gün-
düz Bey İktisat Kongresi sonrasında Anadolu'da Yeni Gün gazete-
sinde 6 Nisan 1923 günü şu değerlendirmeyi yaptı:
"Bu Grup da otuz dört maddelik mukarreratı Kongre'de kabul
ettirmiştir. Kongre'nin hulûs-u niyeti, ciddi mesai ve hissiyatı sa-
yesinde Türkiye işçileri birçok memleket işçilerinden fazla müsa-

285
adâta nail olmuşlardır. Bu muvaffakiyatin âmillerinden birisi de
Türkiye işçilerinin bütün diğer zümrelerle elbirliği içinde çalış-
mak istemesi ve bunun her vesile ile temin eylemesidir. Türkiye
işçileri sây, refah ve memleket istiklâli istiyorlar. Her ne şekil ve
surette olursa olsun bu üç umde haricinde Türk işçisi bulamaz-
sınız (…)
"Kongre bazı müstacel temenni kararları vermiştir. Bunları
Hükümete arzettiğimizden azami beş gün zarfında cevaplar aldık
ve temennimizin ehemmiyetle nazar-ı dikkate alındığını gördük.
Bu Kongre mukarreratı velev resmen olsun kanunî mahiyetini al-
dığı gün iktisadiyatımızın temelleri atılmış olacaktır ve bu halk
devletinin tecellilerinden birisidir. O günü göreceğimizi kuvvetle
ümid ediyorum. "322
Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası'nın önderi Şefik Hüs-
nü'nün İktisat Kongresi sonrasındaki değerlendirmesi de Kongre
öncesindeki eleştirel tavrından farklıydı ve olumluydu:
"Amele Grubunun İktisat Kongresinde ciddi ve birlikli faa-
liyeti, emekçi sınıfın diğer sınıflar yanında ve aynı seviyede
muhterem bir mevki işgal etmesini mümkün kılan evsaf ve
meziyetlere malik bulunduğunda şüphe bırakmamıştır.
"Memleketimizin her tarafından gelen işçi sınıfı mümessil-
leri, İzmir'de buluşup görüştüler. Bu, Türkiye'nin işçilik tari-
hinde ilk defa vâki olan bir hadisedir. Yalnız bu imkânı hazır-
lamış olmasından dolayı İktisat Kongresinin kıymeti amele
nazarında pek büyüktür. Son zamanlara kadar amele teşki-
latlarının faaliyetleri daima mevzii kalmış, muhtelif merkez-
lerde bulunan işçiler arasında münasebet tesis edememiştir.
İzmir'de yurdumuzun dört köşesinden gelen murahhasların
teâti-i efkâr etmesi ile şimdiye kadar uzaktan uzağa, az çok
nazarî bir tarzda yapılmasına uğraşılan ittihad-ı umuminin

322 Ökçün, age, s.339.

286
temelleri amelî bir tarzda hazırlanmış oldu. Maateessüf bu
faaliyetler esnasında iş bozanlar çıktı, vaki isnat ve iftira-
lar ortaya atıldı. Fakat hissiyatına hâkim olan Amele Grubu
temkinine halel getirmedi. İşçilik inkılâp ruhundan gelen bir
hamle ile nokta-i nazarının tebellür etmesine hâil olanları,
müsbet bir iş meydana çıkarmaktan istinkâf edenleri kendi
hallerine bırakarak, elbirliği ile işçilerimizin asgari metâlibi-
ni herkesin anlayabileceği basit maddeler şekline soktu ve
Kongre Heyet-i Umumiyesine arz etti."323

İzmir İktisat Kongresi, Kemalist Devrim'in önemli toplantıla-


rından biridir. Mustafa Kemal Paşa şöyle diyordu: "Nasıl ki Erzu-
rum Kongresi felaket noktasına gelmiş olan bu milleti kurtarmak
hususunda Misak-ı Millinin ve Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun ilk
temel taşlarını tedarik hususunda âmil olmuş, müessir olmuş,
müteşebbis olmuş ve bundan dolayı tarihimizde, tarih-i millimiz-
de en kıymetli ve yüksek hatırayı ihraz etmiş ise, kongreniz dahi
milletin ve memleket hayat ve halâs-ı hakikisini temine medar
olacak düsturun temel taşlarını ve esaslarını ihzar edip ortaya
koymak suretiyle tarihte büyük namı ve çok kıymetli bir hatırayı
ihraz edecektir."324

9 İlke ve İşçi/Memur Hakları


1923 yılında genel seçimler yapıldı. Mustafa Kemal Paşa, genel
seçimler öncesinde, 8 Nisan 1923 günü, "Anadolu ve Rumeli Mü-
dafaai Hukuk Cemiyeti Reisi" unvanıyla "Seçim Hakkında Beyan-
name" yayımladı. "9 Umde" olarak da bilinen bu belge, Türkiye
demokratik devriminin temel noktalarını vurguluyordu.
Seçim Hakkında Beyanname'de işçileri ve memurları koruyu-
cu düzenlemelerin yapılacağı belirtiliyordu:

323 Aydınlık, Nisan 1923, Sayı 14’ten aktaran: Ökçün, age, s.382.
324 Ökçün, age, s.256; Afetinan, age, s.68.

287
"İlk tahsilde öğretimin birliği ve bütün mekteplerimizin ihti-
yaçlarımıza ve asrî esaslara uydurulması ve muallim ve mü-
derrislerimizin hallerinin iyileştirilmesi temin edilecektir.
"Emeği ve çalışmayı ve erbabını himaye edici kanunlar ya-
pılacaktır. (...)
"Ordu mensuplarının refahının temini bilhassa gereklidir.
(...)
"İhtiyat subaylarının hayat ve geleceklerini kendilerine ve
memlekete en faydalı bir surette temin etmek esaslı bir he-
defimizdir.
"Memleket müdafaası ve millet bağımsızlığı uğrunda malul
kalan askeriye mensupları ve millet efradı ile bütün emekli-
lerin ve yetimlerin ve dulların zaruret ve sefaletlerine mey-
dan bırakmayacak tedbirler alınacaktır.
"Halk işlerinin azami süratle neticelendirilmesi faal, mukte-
dir, namuslu bir memurlar silsilesinin tam bir intizamla ve
usul ve kanun dairesinde iş görmesine bağlı olduğundan,
memurlar sınıfı bu bakımdan ikmal edilecek ve bütün devlet
şubeleri daimi teftiş ve denetime tabi tutulacaktır. Diğer ta-
raftan memurların tayin, azil, refah, dokunulmazlık, mesu-
liyet, emeklilik ve taltifleri tespit edilecektir."325
Mustafa Kemal Paşa, 16-17 Ocak 1923 günleri İzmit'te İstanbul
gazetelerinin temsilcileriyle yaptığı görüşmede şunları söylüyor-
du: "Ben Halk Fırkası namı altında bir fırka teşkil edeceğim dedi-
ğim zaman zannolunmasın ki, milletin muhtelif sınıflarından bir
veya iki sınıfın menfaatlarını veyahut refahını temin etmeye yö-
nelik bir gaye takip edeceğim ve diğer sınıfların menfaatlarını dü-
şünmeyeceğim ve onlarla mücadele edeceğim. Böyle bir şey yok-

325 ATABE, c.15, 2005, s.279-280.

288
tur. Fırkanın programı bütün milletin refah ve saadetini temine
yönelik olacaktır. (...) Bizde henüz sınıflar şekillenmiş değildir."326
Bu anlayış, 1923 yılında kurulan Halk Fırkası'nın Nizamname-
si'nde şu şekilde ifade edildi: "Madde 1. Halk Fırkası; Cemiyetler
Kanunu mucibince teşekkül etmiş siyasî bir cemiyettir. Gayesi,
millî hâkimiyetin halk tarafından ve halk için icrasına rehber-
lik etmek ve Türkiye'yi asrî bir devlet haline yükseltmek ve Tür-
kiye'de bütün kuvvetlerin fevkinde kanunun velâyetini hâkim
kılmaya çalışmaktır. Madde 2. Halk Fırkası nazarında halk mef-
humu, herhangi bir sınıfa münhasır değildir. Hiçbir imtiyaz iddi-
asında bulunmayan ve umumiyetle kanun nazarında mutlak bir
müsavatı kabul eden bütün fertler halktandır. Halkçılık, hiçbir
ailenin, hiçbir sınıfın, hiçbir cemaatin, hiçbir ferdin imtiyazlarını
kabul etmeyen ve kanunları vaz'etmekteki mutlak hürriyet ve is-
tiklâli tanıyan fertlerdir."327
Cumhuriyetin ilanından sonra oluşturulan I. İnönü Hükümeti
bir program hazırlayarak Meclis'e sunmadı. Başbakan İsmet Paşa
yaptığı konuşmada, 1923 Nisan'ında seçimlere giderken Mustafa
Kemal Paşa tarafından açıklanan 9 İlke'nin hükümetin hareket
hattı olacağını söyledi. 6.3.1924-22.11.1924 döneminde sorumluluk
üstlenen II. İnönü Hükümeti de program sunmadı.
22.11.1924-3.3.1925 tarihleri arasında görevde kalan ve Fethi
Okyar'ın başbakanlığındaki III. Cumhuriyet Hükümeti'nin prog-
ramında şu ifade yer alıyordu: "Memurinin hukuk ve vazayifini
tanzim için epey müddetten beri başlanmış olan mesaiyi ikmale
çalışmak mühim işlerimiz adadından bulunacaktır. (...) Derdesti
müzakere bulunan mesâi kanununun bir an evvel intacını Meclis-
i Alinizden rica etmekteyiz."
Bu dönemin önemli örgütlenmelerinden biri, Mustafa Kemal
Paşa'nın Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasındaki yol arkadaşlarından
bazıları tarafından kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası idi.

326 ATABE, c.14, 2004, s.300, 304.


327 Parla, age, s.25

289
Bu partiyi kuranlar, 1919'da başlayan demokratik devrim süre-
cini kavrayamayan ve gelişmeler karşısında bu sürecin dışına ve
hatta karşısına düşen komutan ve diğer yöneticilerdi.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası işçi sınıfının sorunlarına
özel bir ilgi göstermedi. Parti programında bu konudaki düzen-
leme şöyleydi: "Sermayedarlarla çalışanların menfaatleri aynı
surette müdafaa edilecektir. Amelenin temettüe iştirak ettirilme-
lerine taraftarız. Bunu kanun değil, ikna suretiyle temine çalışa-
cağız."
Parti, Türkiye demokratik devriminin karşısındaki güçlerin çe-
kim merkezi olunca, Takriri Sükun Kanunu'nun verdiği yetkilere
dayanılarak kapatıldı.
12 Ağustos 1924 tarihinde kurulan ve sosyalist/komünist un-
surların etkisi altındaki Amele Teali Cemiyeti, 1925 yılında yöne-
ticilerinin tutuklanması sonrasında dağıldı. Bu örgütün yerine
kurulan İstanbul İşçi Yardımlaşma Derneği bir süre Cumhuriyet
Halk Fırkası'nın etkisi altında kaldı. Ancak 1927 yılında yeniden
sosyalist/komünist unsurların etkisi altına girince, 1928 yılında
kapatıldı.
Yukarıda ele alınan 151 sayılı Ereğli Havza-i Fahmiyesi Maden
Amelesinin Hukukuna Müteallik Kanun'un kabulünden sonra, 22
Temmuz 1923 tarihli Bakanlar Kurulu toplantısında 2608 sayılı ka-
rarnameyle İhtiyat ve Teavün Sandıkları Talimatnamesi yürürlüğe
girdi. Ancak bu tarihten önce, daha 1922 yılında bu nitelikte san-
dıkların çalıştığı bilinmektedir. Bu sandıkların üst örgütü olarak
Amele Birliği 1923 yılında oluşturuldu.
Amele Birliği, Cumhuriyet'in ilk kapsamlı sosyal güvenlik ku-
rumuydu. İşçilerin de temsil edildiği Amele Birliği, Zonguldak
bölgesindeki kömür işçilerine sigorta yardımları ve sağlık hizmet-
leri sağladı. Amele Birliği'nin sağladığı yardımlar şunlardı: (1)
Hasta işçilere yardım; (2) Doğum yardımı; (3) Ölenlerin gömülme
masrafları için yardım; (4) Nekahat devresi ve hava değişimi için
yardım; (5) Verem ve uzun süren ve hastanelerde tedavisi olma-

290
yan hastalıklar için yardım; (6) Havzada bir daha çalışmamak
üzere cüzdan terk edenlere yapılacak son yardım; (7) Ölenlerin ai-
lelerine yapılacak son yardım; (8) Kazazede işçilere avans yolu ile
yapılacak son yardım; (9) Ödünç para vermek sureti ile yardım. 328

İşçilerin ve Memurların Haklarına İlişkin Düzenlemeler


Osmanlı İmparatorluğu döneminde seçme-seçilme hakkı üze-
rinde kısıtlamalar vardı. Padişah tarafından onaylanan İntihab-ı
Mebusan Kanununa göre, 1908 yılında yapılan seçimlerde birinci
ve ikinci seçmen olabilmek için aranan koşullar arasında "devlete
az çok vergi vermek" ile "bir kimsenin hizmetkarlığında bulunma-
mak" yer alıyordu.329
3 Nisan 1339 (1923) tarih ve 320 sayılı kanunla seçme ve seçil-
me haklarının demokratikleştirilmesi doğrultusunda önemli bir
adım atıldı. Bu kanun ile, 18 yaşını bitiren her erkeğe seçme hakkı
tanındı. Birinci ve ikinci seçmen veya milletvekili olabilmek için
vergi ödeme yükümlülüğü de kaldırıldı.330
15 Ekim 1339 (1923) gün ve 353 sayılı kanunla 1909 yılında ka-
bul edilmiş olan Cemiyetler Kanunu değiştirilerek, "cemiyetler
azasının 18 yaşına dahil olanlardan olması (...)" koşulu getirildi.
Cemiyetler Kanunu'nda 20 Aralık 1339 (1923) gün ve 387 sayılı
kanunla da hükümete yeni bir yetki verildi: "Hükümet her nevi
cemiyetlerin muamelât-ı idariye ve hesabiyesini her zaman teftiş
ve tetkik ettirebilir."
15 Ocak 1924 tarihinde, on bin ve daha fazla nüfuslu yerleşim
birimlerinde, sınai ve ticari müesseselerde haftada bir gün tatil

328 Amele Birliği ile ilgili çok önemli bir çalışma için bkz. Ş. Gökbayrak,
Cumhuriyet’in Bir Anıt Kurumu, Zonguldak-Ereğli Kömür Havzası Amele
Birliği’nde Bir Dönem (1921-1946), Fişek Enstitüsü Yay., Ankara, 2008. Ayrıca
bkz. Amelebirliği, Ereğli Kömür Havzası Amelebirliği Biriktirme ve Yardımlaşma
Sandığı, Ankara, 1998. İkinci kitabın hazırlanmasında Sina Çıladır’ın büyük
katkısı olduğu belirtilmektedir.
329 M. Gülmez, Türkiye’de Çalışma İlişkileri (1936 Öncesi), 1983, s.170.
330 Gülmez, age, s.178.

291
yapılmasını öngören 394 sayılı Hafta Tatili Hakkında Kanun kabul
edildi. Cuma günleri yapılacak olan bu tatil ücretsizdi. Sağlık ku-
ruluşları, taşımacılık işletmeleri, oteller ve benzeri bazı kuruluş-
larda hafta tatili başka bir gün verilebilecekti. "Açık havada veya
senenin bir kısmında çalışan veya faaliyeti mevsime tabi bulunan
ziraat, avcılık, balıkçılık, çobanlık, ormancılık, yapıcılık, tuğla-
cılık ve" benzeri işlerde çalışanlar bu kanunun kapsamı dışında
tutulmuştu.
Kanun teklifinde, bu kanunun 30 bin ve daha fazla nüfuslu
yerleşim birimlerinde uygulanması önerilmişti. Ancak İktisat En-
cümeni'nde yapılan görüşmelerde bu nitelikte yalnızca 12 kent
bulunduğu belirlendi ve üst sınır 10 bine indirildi.
Bu tasarı görüşülürken ilginç noktalardan biri, hafta tatilinin
hangi gün olacağıydı.
Bir taraftan demokratik devrim sürecinde dinin toplumsal ya-
şam üzerindeki etkisi azaltılmaya çalışılıyordu, diğer taraftan o
tarihlerde henüz birçok işletmenin yabancıların elinde olmasının
getirdiği bir tepki vardı.
İkinci kaygı ağır bastı ve hafta tatili Cuma günü olarak kabul
edildi.
Gümüşane milletvekili Zeki Bey'in kanun teklifinde şöyle de-
niyordu: "Hükümeti Cumhuriyetimizin dini, Dîni İslam ve ananatı
milliyesi icabatı öteden beri hafta tatilini Cuma günlerine hasr ve
tarafı Hükümetten dahi resmen kabul edildiğinden Cuma günleri
devairi resmiye tatil edilmektedir. Halbuki bu tatil yalnız devairi
resmiyeye münhasır kalıp merkezi ticaret olan mahallerde anası-
rı gayrimüslimenin Cumartesi ve Pazar günleri ticarethanelerini
kapatmakta bulunmaları, Hâkimiyeti Milliye ve hayatı iktisadiye-
mizle katiyen gayrikabili teliftir." (Tutanak, 31.12.1339, s.601)
İstanbul Milletvekili Yusuf Akçura Bey de şu konuşmayı yaptı:
"Devairi resmiyenin bu kanunla hafta tatili günü Cuma günlerine
inhisar ettiği gibi Devletle ve ahalinin ihtiyacatı umumiyesiyle ya-
kından alakadar olan müesseselerin mesela; Düyunu Umumiye,

292
Osmanlı Bankası, Tütün İnhisarı, ilh. gibi müesseselerin bütün
silsilei idariyelerinin ta direksiyonlarından, müdiriyeti umumiye-
lerinden itibaren tatil günleri dahi haftada bir güne, Cuma günü-
ne inhisar etmesi icabeder." (Tutanak, 31.12.1339, s.606-607)
Hafta tatilinin Cuma gününden Pazar gününe aldırılması, 27
Mayıs 1935 gün ve 2739 sayılı Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hak-
kında Kanun ile sağlandı.
13 Mart 1924 gün ve 439 sayılı Orta Tedrisat Muallimleri Kanu-
nu öğretmenlerin maaşlarını belirliyordu. Buna göre, sabit mu-
allimler staj süresince ayda 1500 kuruş maaş alacaktı. Muallim
olunca bu maaşları 1700 kuruşa yükseltilecekti. Bu maaş meslek-
te 4. yılın başında 2000 kuruşa çıkarılacak ve daha sonraki her yıl
300 kuruş zam uygulanacaktı.
1924 Anayasası, cemiyet kurma hakkını tanıyordu. Bu genel
hakka dayanılarak çeşitli örgütlenmelere gidildi.
1924 Anayasası, 20 Nisan 1924 tarihinde kabul edildi. 1924
Anayasası'nın dili, 10 Ocak 1945 tarihli bir kanunla Türkçeleşti-
rildi. 24 Aralık 1952 tarihinde kabul edilen bir kanunla da tekrar
eski dile dönüldü.
1924 Anayasası'nda sendikal hak ve özgürlüklere ilişkin dü-
zenleme yer almadı. 1924 Anayasası'nda dernek kurma hakkı
tanınıyordu: "Madde 70- Kişi dokunulmazlığı, vicdan, düşünme,
söz, yayım, yolculuk, bağıt, çalışma, mülk edinme, malını ve hak-
kını kullanma, toplanma, dernek kurma, ortaklık kurma hakları
ve hürriyetleri Türklerin tabii haklarındandır."
Derneklerin faaliyetlerine sınırlama getirilebileceği belirtili-
yordu: "Madde 79- Bağıtların, çalışmaların, mülk edinme ve hak
ve mal kullanmanın, toplanmaların, derneklerin ve ortaklıkların
serbestlik sınırı kanunlarla çizilir."
Sıkıyönetim durumunda bu hak ve özgürlüklerin kullanımı-
na sınırlama getirilebileceği ifade ediliyordu: "Sıkıyönetim, kişi
ve konut dokunulmazlığının, basın, gönderişme, dernek, ortak-
lık hürriyetlerinin geçici olarak kayıtlanması veya durdurulması

293
demektir. Sıkıyönetim bölgesiyle bu bölgede hangi hükümlerin
uygulanacağı ve işlemlerin nasıl yürütüleceği harp halinde de do-
kunulmazlığın ve diğer hürriyetlerin nasıl kayıtlanabileceği veya
durdurulacağı kanunla gösterilir." (M. 86)
1924 yılında, TBMM gündemine bir İş Kanunu Tasarısı girdi.
Bu tasarı ancak 1925 yılında görüşmeye alındı. 120 maddelik ta-
sarının 19 maddesi görüşülüp kabul edildikten sonra görüşmeler
kesildi ve 10 Mayıs 1926 tarihinde tasarı geri çekildi. Ağaoğlu-Hü-
daioğlu, bu tasarıda grev ve lokavtın ve işçi cemiyetlerinin serbest
olduğunu ileri sürerken, Mesut Gülmez, grev hakkının tasarıda
açıkça tanınmış ve düzenlenmiş olmadığını, sendikalaşma hak-
kını açıkça tanıyan ve düzenleyen maddelerin bulunmadığını be-
lirtmektedir. Tasarıda hâkim olan anlayış, emek ile sermaye ara-
sındaki çelişkilerin uzlaştırılarak ülkenin ekonomik gelişmesine
bağımlı kılınmasıdır.331

1925-1929 Dönemi

1925-1929 yılları, Türkiye demokratik devriminin en hareketli


dönemidir.
CHP, bu dönemde işçi sınıfının en nitelikli kesimini müttefik
olarak kabul etti; "memur" olarak istihdam ettiği bu kesime çok
önemli ayrıcalıklar sağladı. İşçi sınıfının bu kaymak tabakası (işçi
aristokrasisi) da, demokratik devrimde önemli görevler ve roller
üstlendi; ancak sınıf kimliğini değil, milli kimliğini ön planda
tuttu. CHP, bu maddi ayrıcalıkları ve toplumsal itibarı, demok-
ratik devrimi geliştirmek ve ilerletmek için gereksinim duyduğu
bu kesimin sınıf mücadelesine katılmasını ve işçi sınıfının diğer
kesimlerine önderlik ederek onları örgütlemesini önlemek için
sağladı. Bu yıllarda Sovyetler Birliği ile kurulan yakın ilişkilerin
Türkiye'nin bağımsızlığını zedeleyici bir biçimde gelişmesini ön-

331Ağaoğlu-Hüdaioğlu, age, s.128; Gülmez, age, s.207-220.

294
lemede de işçi sınıfının bu kaymak tabakasını sistemle özdeşleş-
tirme uygulaması bir araç olarak kullanıldı.
Bu yıllarda Türkiye'de mülksüzleşme değil, tam tersine bir
"mülk sahibi" olma süreci yaşandı. Özellikle ülkeden ayrılan Er-
menilerin ve Rumların arazilerinin, demokratik devrim sürecinde
el konan dini vakıf arazilerinin ve sürgüne tabi tutulan Kürt aşiret
reislerinin ve toprak ağalarının arazilerinin dağıtılması, belirli bir
"mülklüleşme" yarattı.
Bu dönemde sendikal hak ve özgürlüklerin kâğıt üzerinde hu-
kuken geniş bir biçimde varolmasına karşın, Türkiye'de önemli
bir sendikal faaliyet veya önemli bir işçi sınıfı hareketi yoktu. İşçi
sınıfının yapısı, çalışma ve yaşama koşullarını, hak ve özgürlük-
lerini geliştirmek amacıyla kendiliğinden güçlü bir hareketin doğ-
ması için yeterli değildi. Komünistlerin bu doğrultudaki çabaları
da çok etkisiz kaldı. İşçi sınıfının mülksüzleşmiş ve en nitelikli
unsurları, "memur" statüsünde istihdam ediliyor ve hükümete
karşı bir örgütlenmeye gitmeden günün koşullarında iyi yaşama
ve çalışma olanaklarına ve toplumsal itibara sahip olabiliyorlardı.
İşçi sınıfının diğer kesimlerinin çoğu ise ülkedeki genel yoksulluk
ortamında yarı köylü, yarı işçi olarak yaşamını sürdürüyordu.
1925-1929 döneminde ülkeye CHP hâkimdi. Bu tek parti döne-
minde demokratik devrime irtica veya Kürt milliyetçisi çizgide
karşı çıkanların cezalandırılmasında acımasız davranıldı; bir-
çok kişi idam edildi. Etnik kimlik ve inanç kimliği, ulusal kimli-
ğin gelişmesinin önünde önemli bir engel olarak algılandı. Diğer
taraftan, kendiliğinden çok fazla gelişmeyen ve komünistlerin
geliştirmeye çalıştığı sınıf kimliği de ulusal kimliğe rakip olarak
görüldü. Bu yıllarda Türkiye komünistlerinin enternasyonalist ve
merkeziyetçi Komünist Enternasyonal'e bağlı tavrı, sınıf kimliği-
nin geliştirilmesinin tehdit olarak algılanmasına yol açtı. TKP'ye
yönelik tevkifatlarla komünistlerin legalde örgütlenmesi önlendi;
illegal örgütlenmeler büyük darbe yedi. Komünistler herhangi bir
ayaklanma girişiminde bulunmadılar. Bu tevkifatlarda verilen ce-

295
zalar, dini ve etnik temelli ayaklanmalarda uygulanan cezalardan
çok daha hafif kaldı.

CHP Belgelerinde ve Hükümet Programlarında


İşçi/Memur Hakları
1925 yılında Şeyh Sait ayaklanmasından sonra görevlendirilen
ve 3.3.1925-1.11.1927 döneminde görev yapan IV. Cumhuriyet Hü-
kümeti'nin (III. İnönü Hükümeti) programında çalışma yaşamına
ilişkin bir düzenleme yoktu. Öncelikle görev, ayaklanmanın bas-
tırılmasıydı.
26 Haziran 1927 günü seçimlere gidilmesi kararı alındı. Musta-
fa Kemal Paşa, 29 Ağustos 1927 günü yayımladığı bildiride Cum-
huriyet Halk Fırkası'nın görüşlerini açıkladı. Gazi M. Kemal imza-
sıyla yayımlanan "Seçim Hakkında Beyanname"de şu değerlen-
dirme yer alıyordu: "Dahilde nifak ve ihtilafa müsaade etmeyen
ve nimet ve külfeti bütün memlekette her vatandaş için eşit tutan
milli birlik sınırı içinde iktisadi gelişmeye mesaimizi vakfetmek,
işte dahili siyasetimizin esası bu olacaktır."332
2 Eylül 1927 tarihinde milletvekili seçimleri yapıldı.
1927 yılında, Cumhuriyet Halk Fırkası'nın İkinci Kurultayı
toplandı. Bu kurultaya damgasını vuran olay, Mustafa Kemal
Paşa'nın okuduğu nutuktu. Nutkun sonunda, Mustafa Kemal Pa-
şa'nın Gençliğe Hitabesi yer alıyordu. Mustafa Kemal Paşa'nın
kafasındaki demokratik devrim o denli kapsamlıydı ki, bunun
ancak Cumhuriyet sonrasında yetiştirilecek ve eğitilecek yeni ku-
şakla sürdürülebileceğine inanıyordu.
22 Ekim 1927 tarihinde kabul edilen Cumhuriyet Halk Fırkası
Nizamnamesi'nde partinin "cumhuriyetçi, halkçı, milliyetçi, siya-
si bir cemiyet" olduğu ve "devlet ve millet işlerinde din ile dünyayı
tamamen birbirinden ayırmayı en mühim esaslarından" saydığı
belirtiliyordu. Parti, "kanun nazarında mutlak bir eşitliği kabul

332 ATABE, c.18, 2006, s.364.

296
eden ve hiçbir ailenin ve hiçbir sınıfın, hiçbir cemaatin, hiçbir fer-
din imtiyazlarını tanımayan fertleri halktan ve halkçı olarak ka-
bul eyler," deniyordu.333
CHP'nin işçi örgütlenmelerine yönelik bir müdahalesi, Par-
ti'nin 1927 yılındaki tüzüğünde yer alıyordu. "Gerçekten, 40ıncı
maddeye göre, siyasal, yönetsel, toplumsal, ekonomik, kültürel
ve bunlara benzer tüm kuruluşların 'heyet-i müdirelerine' gire-
ceklerin adaylıkları Fırka müfettişlerince onaylandıktan sonra
ilan" olunacaktı.334
Cumhuriyet Halk Fırkası'nın 1927 Kongresi'nde kabul edilen
Program Beyannamesi'nde ise çalışma yaşamını (işçileri ve me-
murları) doğrudan ilgilendiren bir düzenleme yoktu. Partinin
cumhuriyetçi, laik, halkçı ve milliyetçi olduğu belirtiliyordu. "Me-
sai sahasında ilk gayemiz, memlekette çalışmayı, ailede ve fert-
te çalışkanlığı teşvik etmek ve cesaretlendirmektir," deniyordu.
Beyanname şöyle bitiyordu: "İktisadi gelişmeler için konulacak
kanunların ve devletçe alınacak tedbirlerin yalnızca halkın genel
menfaatları fikrine dayalı olması başlıca gayemizdir. Ne kadar
mühim olursa olsun hususi bir menfaatın temini veya muhafazası
için devletçe tedbir alınmasına ve bilhassa fertlerin hususi men-
faatları için devlet hazinesinden doğrudan veya dolaylı herhangi
bir fayda beklemenin gayrimümkün ve gayricaiz olduğunun kana-
at haline gelmesine bilhassa ehemmiyet veriyoruz."335
1.11.1927-27.9.1930 döneminde görev yapan V. Cumhuriyet Hü-
kümeti'nin (IV. İnönü Hükümeti) kısa programında eşkıyalıkla
mücadele ve iktisadi sorunlar dile getiriliyordu.
Bu dönemde Cumhuriyet Halk Fırkası'nın işçi sınıfına yönelik
politikaları ikiliydi.
Aşağıda ayrıntılı olarak ele alınacağı gibi, geleneksel olarak
işçi sınıfı hareketinin başını çeken vasıflı işçiler "devlet memuru"

333 ATABE, c.22, 2007, s.22.


334 Gülmez, age, s.181-182.
335 ATABE, c.22, 2007, s.39-42.

297
statüsüne geçirilerek, 1926 yılında kabul edilen 788 sayılı Memu-
rin Kanunu ile önemli haklara ve toplumsal itibara kavuşturuldu.
Diğer işçilerin sınıf çıkarları temelinde bağımsız örgütlenmesi ise
fiilen engellendi. İşçi sınıfının tam mülksüzleşmemiş kesimlerin-
de de örgütlenme ve mücadele konusunda güçlü bir hareket geliş-
medi. İşinden şikayetçi olan işçi, işyerinde kalıp direnmek yerine,
işten çekip gitmeyi, başka bir işyerinde işe girmeyi veya köyüne
dönmeyi tercih etti.
Şeyh Sait ayaklanması sonrasında çıkarılan Takriri Sükun Ka-
nunu'nun verdiği yetkiye dayanılarak sendikaların Hükümet ta-
rafından kapatılmasının ardından, 1925-1929 döneminde Cumhu-
riyet Halk Fırkası'nın işçi örgütlenmesine yönelik tavrını, Amele
Teali Cemiyeti'ndeki gelişmelerle izlemek olanaklıdır.

İşçileri ve Memurları Doğrudan İlgilendiren Mevzuat


Şeyh Sait ayaklanması sürecinde kabul edilen 17 Mart 1925 gün
ve 578 tarihli Takriri Sükun Kanunu, sendikal özgürlükler konu-
sunda doğrudan bir düzenleme getirmiyordu. Kanun metni şöy-
leydi: "İrticaa ve isyana ve memleketin nizam-ı içtimaisini ve hu-
zur ve sükununu ve emniyet ve asayişini ihlale bais bilumum teş-
kilat ve tahrikat ve teşvikat ve teşebbüsat ve neşriyatı, hükümet,
Reisicumhur'un tasdikiyle, res'en ve idareten men'e mezundur.
İşbu ef'al erbabını Hükümet İstiklal Mahkemesine tevdi edebilir."
Bu dönemde memurların kuracakları kooperatiflere destek
verildi. 19 Mart 1925 gün ve 586 sayılı kanunla (Resmi Gazete,
24.3.1925) şu olanak sağlandı: "Ankara'da teşekkül edecek me-
murin kooperatifine sermaye olmak üzere Ankara'da muvazenei
umumiye ve mülhak bütçelerden maaş ve tahsisat ve ücret alan
memurin ve müstahdemine maa tahsisatı fevkalâde nısıf maaşla-
rının avans olarak kooperatif şirketine itaya mezuniyet verilmiş-
tir. İşbu avans her ay maaş ve tahsisatı fevkalâdenin yüzde beşi
nisbetinde mahsubedilmek suretile itfa edilecektir."
298
12 Nisan 1925 gün ve 608 sayılı Maadin Nizamnamesinin Bazı
Maddeleriyle Taş Ocakları Nizamnamesini Muaddil Kanunla, Tür-
kiye'de madenlerde yalnızca Türklerin çalıştırılabileceği düzenle-
mesi getirildi. İlgili madde şöyleydi: "Her nevi ruhsatname ve im-
tiyaz iltizam ashabının âmillerin madenlerde ameliyat ve imalât
için istihdam eyliyecekleri bilcümle memurin ve müstahdimin
ve amele Türkiye Cumhuriyeti tabasından olacaktır. Ancak mem-
lekette bulunamayan maden mühendisleri ile fen memurları ve
mütehassıs usta başılar ile mütehassıs ustalar tabaai ecnebiyeden
dahi olmak caizdir." (Tutanak, 12.4.1341, s.252)
19 Nisan 1926 gün ve 815 sayılı Kabotaj Kanunu'yla, karasula-
rı içinde balıkçılık, süngercilik, vb. işlerde amelelik yapma hakkı
Türk vatandaşlarına tanındı. İlgili madde şöyleydi: "Madde 3-Kara
suları dahilinde balık, istridye, midye, sünger, inci, mercan, sedef
ve saire saydı, kum ve çakıl ve saire ihraçı ve gerek sathı bahirde
ve gerek ka'rı bahirde mevcut kazazede sefain ve merakiple enkazı
metrukenin ihraç ve tahlisi dalgıçlık, arayıcılık, kılavuzluk, deniz
bakkallığı, bilcümle Türk vesait ve merakibi bahriyesi derununda
kaptanlık, çarkçılık, katiplik, tayfalık ve amelelik ve saire icrası ve
iskele, rıhtım hammallığı ve bilümum deniz esnaflığı icrası Türki-
ye tebaasına munhasırdır."
4 Nisan 1926 gün ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi kabul
edildi. Bu kanunun 53-72. maddeleri, cemiyetlerin kuruluş ve ça-
lışmalarını düzenliyordu.
1 Mart 1926 gün ve 765 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 201. mad-
desi şöyleydi: "Her kim ihafe veya tehdit veya cebr-ü şiddet veya
başka suretlerle sınaat ve ticaret serbestisini men ederse bir aydan
iki seneye kadar hapis ve otuz liradan elli liraya kadar ağır ceza-yi
nakdiye mahkûm olur." Tatil-i Eşgal Kanunu'nun yürürlükte ol-
duğu dönemde getirilen bu düzenleme grevi yasaklamamaktadır.
1926 yılının çalışma yaşamına ilişkin iki önemli düzenlemesi
Borçlar Kanunu ve Memurin Kanunu idi.

299
22 Nisan 1926 gün ve 818 sayılı Borçlar Kanunu ile işçi-işveren
ilişkilerinde İslam hukuku terk edildi. Cevdet Paşa'nın önderliğini
yaptığı bir grup, 1868-1876 döneminde 16 kitaptan oluşan Mecelle-
i Ahkam-ı Adliyye adlı yapıtı hazırladılar. Hanefi hukuk anlayışıy-
la hazırlanan bu bütünlüğün ikinci kitabı, işçi-işveren ilişkilerini
düzenliyordu. Bu ilişkide işçi (ecir), kendisini kiraya veren kimse
olarak tanımlanıyordu (M. 413). Bu anlayış, feodalite ve hatta kö-
leci dönemlerin izlerini taşımaktadır. Çalışma süresi, gün doğu-
şundan ikindiye veya gün batışına kadar o yerdeki geleneğe göre
belirlenecekti (M. 495). Borçlar Kanunu, kapitalizm öncesi döne-
me ilişkin ücretli çalışma düzenlemesini, daha çağdaş, kapitalist
bir niteliğe dönüştürdü.
Kanunun 313.-347. maddeleri hizmet akdine ilişkindi. İşçilerin
işe girişte deneme süresi 2 aydı. Belirsiz süreli iş sözleşmelerinin
feshinde ihbar süresi "amele için" bir hafta, büro elemanları için
iki haftaydı. İşçinin işyeri kıdeminin bir yılı aşması durumunda ih-
bar süresi herkes için iki hafta olarak uygulanacaktı (M. 340, 341).
Borçlar Kanunu'nun önemli bir hükmü de, işverenler veya
işveren örgütlerinin, işçilerle veya işçi örgütleriyle "umumi mu-
kavele" yapabilmeleridir (M. 316-317). Bu maddeye dayanılarak
daha sonraki yıllarda toplu iş sözleşmeleri bağıtlanmıştır: "İş sa-
hibi kimselerin veya cemiyetlerinin, işçilerle veya cemiyetleriyle
yaptıkları mukavelede hizmete müteallik hükümler vazolunabilir.
Bu umumi mukavele, tahriri olmadıkça muteber değildir. Alaka-
darlar bu mukavelenin müddetinde ittifak edemezlerse, bir sene
mürurundan sonra altı aylık müddet için yapılacak bir ihbar ile,
her zaman mukaveleyi feshedebilirler." (M. 316) "Umumi bir mu-
kavele ile bağlı bulunan iş sahipleriyle işçiler arasında yapılacak
hususi hizmet akidlerinin umumi mukaveleye muhalif hükümleri
batıldır. Bu batıl hükümlerin yerine, umumi mukavele hükümleri
kaim olur." (M. 317)
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin hukuk alanındaki temel direk-
lerini oluşturan bu kanunlar kabul edilirken, işçi sınıfının devlet

300
memuru statüsünde istihdam edilen mülksüzleşmiş ve vasıflı ke-
simlerinin hak ve çıkarlarını koruyan 788 sayılı Memurin Kanunu
da kabul edildi. Bu kanun, aşağıda ayrıntılı olarak ele alınmaktadır.
İşçi sınıfının hizmet akdi ile çalışan diğer tabakalarının hakla-
rını Borçlar Kanununun ötesinde düzenlemeyi amaçlayan yeni bir
girişim, 1927 İş Kanunu Tasarısı oldu. 1055 sayılı Teşviki Sanayi Ka-
nunu'nun kabul edildiği ve sermayenin gelişiminin teşvik edildiği
süreçte gündeme gelen bu tasarı, özel girişimciliği ürkütmemek
ve ekonomik kalkınmaya öncelik vermek anlayışıyla hazırlanmış-
tı. İşçi sendikaları konusunda da "memleketimiz için henüz kabil-
i tatbik bulunmayan amele sendikaları..." ifadesi kullanılmıştı.336
Halbuki bu tarihte sendikaların kurulmasının önünde yasal bir
engel yoktu. Tasarının ilginç bir düzenlemesi de, işçi ücretlerin-
den yüzde 5'i geçmemek üzere yapılacak kesinti ve işverenin aynı
miktardaki katkısıyla "işçi teavün ve tekaüt sandıkları"nın kurul-
masıydı. Bu tasarı da kadük oldu.
1929 yılında hazırlanan bir İş Kanunu taslağı TBMM görüşme-
leri öncesinde incelenmek üzere Danıştay'a gönderildi. Danıştay
bu taslağı genişletti; ancak İktisat Bakanı bu tasarıyı 1929 Ka-
sım'ında geri aldı. Tasarı, TBMM gündemine gelmedi.337

Devlet Memurları Kanunu (Memurin Kanunu, 1926)


1923-1946 döneminde memurlar, işçi sınıfının diğer tabaka-
larıyla ve diğer emekçi sınıf ve tabakalarla karşılaştırıldığında,
önemli maddi ve manevi ayrıcalıklara sahipti. Bu hakları sağla-
yan temel belge, 18 Mart 1926 gün ve 788 sayılı Memurin Kanunu
(Resmi Gazete, 31.3.1926) idi.
1945 ve özellikle de 1950 sonrasında memurların bu ayrıcalık-
ları diğer işçilere yaygınlaştırıldı ve böylece ayrıcalık olmaktan
çıkarıldı ve hatta sınırlı ve kısıtlı sendikal mücadeleyle aşıldı. Me-
murların toplumsal itibarı da azaldı.

336 Gülmez, age, s.226-232.


337 Gülmez, age, s.234.

301
1982 yılında Devlet Personel Dairesi Başkanı olan Selçuk Kan-
tarcıoğlu, 1923 sonrasındaki dönemi şöyle değerlendirmekteydi:
"788 sayılı (1926) Memurin Kanunu, 1108 sayılı (1927) Maaş Kanu-
nu adı ile 1926-1927 yıllarında Cumhuriyetimiz daha üç yaşında
iken düzenlenmiş hükümlere, bugün bile, bütün kamu personeli-
nin hasret çektiği görülmektedir."338
1923-1946 döneminde devlet memurluğu çok itibarlı, ama
aynı ölçüde de diğer emekçi sınıf ve tabakaların tepkisini çeken
bir işti. Bu dönemde, Türkiye'de işçi aristokrasisinin önemli bir
bölümünü oluşturan devlet memurları, ülkede uluslaşma ve en-
düstrileşme gerçekleştirilmeye çalışılırken, Osmanlı dış borçları
ödenirken ve ordunun güçlendirilmesi için savunma harcamaları
artırılırken, diğer emekçi sınıf ve tabakaların üzerinde artan yü-
kün sorumlusu görünümüne girdiler. Özellikle köylüler, yıllardır
çektikleri ve 1930'lu ve 1940'lı yıllarda daha da artan sıkıntılarının
sorumlusu olarak devleti, onunla bütünleşmiş olan Cumhuriyet
Halk Partisi'ni ve onların görünürdeki temsilcileri olan memurları
gördüler ve suçladılar.
1946 öncesinde CHP ve devlet özdeşleşmişti. Memurlar ise bu
bütünlük içindeydi. Milli demokratik devrim programı çerçeve-
sinde gerçekleştirilen reformlar ve ülkede ilkel birikimi özel sek-
tör veya kamu eliyle gerçekleştirme çabası, halkın sırtındaki vergi
yükünü artırdığında, reformlara karşı tepkiler oluştu. Örneğin,
ülkede yaşanan olumsuz koşullara karşı duyulan tepkilerin din-
ci bir önderlik ve görünüm altında şapka düşmanlığı biçiminde
ifade edildiği koşullarda, öncelikle memurlara şapka giyme zo-
runluluğu getiren bir kararname kabul ediliyordu (1925). 1932 yılı
dolaylarında Uşak Şeker Fabrikası Müdürü'nün bir davranışı, bu
dönemki havayı yansıtacaktır. "Oradaki meslekdaşlarımızın bol
maaş ve ikramiye aldıklarını duyar, altlarında otomobil bulun-
duğunu gıpta ile dinlerdik. (...) Uşak Fabrikası'na intisabım sene-

338 S. Kantarcıoğlu, “Önsöz”, S. Güven, S. Ünsal, C. İzgi, age, s.7.

302
sinde (1932) fabrikanın bir umum müdürü vardı. Kendisine Remzi
Bey denirdi. Bu zat, fabrika Umum Müdürlüğü ile Uşak Parti (CHP)
Başkanlığı'nı uhdesinde cem etmiş pek kudretli ve çok çalışkan,
hem de zeki bir zattı. (...) Merkeziyet o derece had bir hal almıştı
ki, bizzat Umum Müdür bölgeleri gezerken memurların kıyafetile
meşgul olur ve golf pantalon veya çizme giymeyen memuru teşhir
yoluyla manen ve para cezası ile maddeten tecziye ederdi."339.
1950 öncesinde devlet memurlarının özellikle köylülerle arası
kötüydü. Köye götürülen hizmetler son derece sınırlıyken, köyde
yoksulluk yaygındı ve yoksulluğun artmasında vergilerin rolü bü-
yüktü. Özellikle savaş yıllarında alınan vergiler, köylülerin CHP
ve onunla özdeşleşmiş olan devlet memurlarına karşı tepkisini
pekiştirdi. Bu döneme ilişkin aşağıdaki değerlendirme önemlidir:
"Köylere gönderilen memurların çoğu ya rüşvet alarak köylü ile
uyuştular, yahut rüşvet vermiyen köylere tahammüllerinin çok
üstünde külfet yüklediler. Öyle ki, bazı köylüler bütün mahsu-
lünü hükümete satmaya zorlandığı halde kendisine tayin edilen
miktarı veremediler. Ortalık çok dar ve geçim çok güçtü. Birçok
çiftçi bu yükün altında ezildi. Aradan yıllar geçtiği halde köylü-
nün 'yeşil ekinden vergi aldınız' diye Halk Partisine karşı duydu-
ğu hiddeti unutturmak mümkün olmamıştır."340
Kamu kuruluşlarındaki işçi aristokratı devlet memurları ise,
gerek sahip oldukları belirli ayrıcalıklar, gerekse işveren gibi dav-
ranmaları nedeniyle, diğer işçilerin tepkisini çekiyorlardı. Bazı
kamu kuruluşlarında genel müdürün aynı zamanda CHP örgütü
içinde üst düzeyde görev alması, işçilerin gözünde, çekilen sıkın-
tılar açısından memurlar ile CHP'yi özdeşleştiriyordu.
Memurların, aldıkları göreceli yüksek aylıklardan ve daha da
önemlisi, nitelikli emeklerinden kaynaklanan sınıf değiştirme
olanakları vardı.

339 Arif Gediz’in anılarından aktaran: T. Veldet, age, s.161-162.


340 A. Doğan, Kurtuluş, Kuruluş ve Sonrası, Dünya Yay., İstanbul, 1964, s.245.

303
1920-1930 döneminde yabancı sermayenin Türkiye'de yaptığı
yatırımlarda yüksek düzeydeki bürokratlara da, küçük oranlı da
olsa, hisse veriliyordu.341
1923-1946 döneminde devlet memurlarının büyük bir bölümü
mülksüzleşmiş özgür ücretliler olarak Türkiye işçi sınıfının bir
parçasıydı. Bu işçi aristokratları, işverenlerden ve siyasal iktidar-
dan bağımsız ve kendi kesimsel kısa vadeli çıkarlarını koruyan
örgütlenmeler yaratamadılar. Memurlar, devlet ve CHP ile özdeş-
leşerek, dönemin, emekçi halkın sırtına yüklenmiş ekonomik so-
runlarının günah keçisi oldular. İşçi aristokratı devlet memurları,
ülkede uygulanan milli demokrat devrim programını destekleye-
rek, önemli maddi ve manevi ayrıcalıklar elde ettiler ve işçi sını-
fının diğer kesimlerinden ve diğer emekçi sınıf ve tabakalardan
koptular. 1946 ve özellikle 1950 sonrasında ise, Türkiye'de kapi-
talizmin ulaştığı düzeyin niteliksel olarak farklı sorun ve gerek-
sinimlerine ve ülkenin vasıflı işgücü stoğundaki gelişmeye bağlı
olarak, işçi aristokrasisinin yapısında bir değişiklik yaşandı, dev-
let memurlarının bir dönemki ayrıcalıklarının çoğu diğer işçilere
yaygınlaştırıldı ve devlet memurluğu eski itibarını yitirdi.
• Aylıklar ve Diğer Ödemeler
1923-1946 döneminde memurların gelirleri diğer emekçilere
göre epey iyiydi. Bu konudaki mevzuatın sağladığı önemli haklar
aşağıda sunulmaktadır (askeri personel ve bazı kuruluşların per-
soneli hariç):
788 sayılı Memurin Kanunu'nun 20. ve 21. maddelerine göre,
memurlar üç yılda bir terfi edecek ve yüzde 15 oranında zam ala-
caktı. Terfi edemeyenlerin aylıkları üç yılda bir yüzde 10, terfi
etmesi gerekirken kadro nedeniyle edemeyenlerin aylıkları ise
üç yılda bir yüzde 15 oranında artırılacaktı. Ekonomik, sosyal ve

341 E. Kongar, İmparatorluktan Günümüze Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, İstanbul,


1976, s.321.

304
coğrafi koşulları uygun olmayan bölgelerde çalışan memurların
aylıkları yüzde 33-100 oranında yükseltilecekti.
789 sayılı (1926) Maarif Teşkilatı'na dair kanun ile, öğretmenlerin
aylıklarına üç yılda bir yüzde 10-15 oranında zam yapılması, ilkokul
öğretmenlerine ayda 5-10 TL ev kirası verilmesi kararlaştırıldı.
20 Haziran 1927 gün ve 1108 sayılı Maaş Kanunu (Resmi Gaze-
te, 2.7.1927) ile maaşlar düzenlendi.
1108 sayılı (1927) Maaş Kanunu ile memur aylıklarından kesi-
len damga resmi ve pul vergisi dışındaki tüm vergiler kaldırıldı.
18 Mayıs 1929 gün ve 1452 sayılı Devlet Memurları Maaşatının
Tevhit ve Teadülüne Dair Kanunla (Resmi Gazete, 30.6.1929), su-
baylar ve askeri memurlar dışındaki tüm devlet memurlarının
maaş sistemi düzenlendi.
Korkut Boratav'ın hesaplamalarına göre, 1923-1929 döneminde
memurların durumu şöyle gelişti: "1923-1929 yılları için güvenilir
işçi ücretleri verileri yoktur. Ancak, toplam memur maaşlarının
milli gelir (GSYİH) içindeki payını saptamak mümkündür. 1923-
24 ve 1928-29 yılları ortalamaları olarak memurların milli gelir-
den aldıkları pay aşağı yukarı değişmeden (yüzde 6'nın biraz al-
tında) kalmıştır. Bu saptama, dönem boyunca memurların milli
ekonomi içindeki göreli durumlarının korunduğu ve (eğer devlet
memurlarının sayısında milli gelir büyüme hızını aşan bir artma
olmamışsa) yılda yüzde 8,5 oranında büyüyen bir ekonomide bu
tabakanın reel gelirlerinde ilerleme sağlandığı anlamına gelir."342:
• Çalışma Süresi
788 sayılı (1926) Memurin Kanunu'na göre memurların gün-
lük çalışma süresi, mevsimlere göre altı saatten sekiz saate kadar
değişebilmekte ve Bakanlar Kurulunca saptanmaktaydı (M. 51).
1937 yılına kadar işçilerin günlük ve haftalık çalışma süresini dü-
zenleyen bir mevzuat yoktu.343 3008 sayılı kanunun 1937 yılında

342 K. Boratav, “İktisat Tarihi, 1908-1980”, Sina Akşin (ed.), age, s.290-291.
343 Günlük çalışma süresini 8 saat olarak belirleyen 151 sayılı (1921) kanun,
yalnızca Ereğli Kömür Havzası için geçerliydi.

305
yürürlüğe girmesiyle, kapsamdaki işyerlerinde haftalık çalışma
süresi 48 saat olarak belirlendi (M. 35). Günde 3 saate kadar fazla
çalışma yapılabiliyordu. Ancak 3780 sayılı (1940) Milli Korunma
Kanunu çalışma süresine ilişkin kısıtlamayı kaldırdı.
Memurların aylık ücretlerinden, çalışmadıkları hafta tatili ve
genel tatil günleri için bir kesinti yapılmıyordu. İşçiler ise ancak
fiilen çalıştıkları günler karşılığında bir ücret alabiliyorlardı.
Geçmişte yapılan bir nizamname değişikliği ile, memurlara
yılda bir ay ücretli izin hakkı tanınmıştı. Bu hak, 788 sayılı (1926)
Memurin Kanununda da kabul edildi (M. 78). Bu dönemde bazı
kamu işletmelerinde çalışan işçilerin yönetmeliklerden doğan yıl-
lık ücretli izin hakkı varsa da, tüm işçilere yıllık ücretli izin hakkı
ancak 15 Nisan 1960 tarihinde verildi.
Devlet memurlarına ayrıca, zorunlu ve geçerli nedenlere bağlı
olarak ve kaymakam veya valinin onayıyla, yılda üç defaya kadar
8 gün ücretli izin verilebiliyordu (M. 79). İşçi statüsünde istihdam
edilen ücretlilerin ise böyle bir hakları yoktu.
• İş Güvencesi ve Disiplin Cezaları
788 sayılı (1926) Memurin Kanunu memurlara iş güvencesi
sağlıyordu. Memuriyetten çıkarılmak ise ancak "kumar oynat-
mak, sarhoşluğu itiyat edinmek, ar ve hicabı mucip harekette
bulunmak, harp, ihtilal, isyan gibi fevkalade ahvalde bilaemir
ve bilazaruret vazifei memuriyetini terk etmek, memuriyetine ait
mahrem dosyalar mündericatını ifşa etmek" (M. 33) durumların-
da mümkündü.
3008 sayılı (1936) İş Kanunu'nun 13. maddesine göre ise, işçiler
hiçbir gerekçe gösterilmeden işten çıkarılabiliyorlardı. Kanunun
15. maddesi de, işçilerin ihbar önelsiz ve tazminatsız olarak basit
gerekçelerle işten çıkarılabilmelerine olanak tanıyan hükümler
içeriyordu. Aynı suçu işleyen memurlar çok daha basit cezalarla
cezalandırılırken (788/26-32), işçiler işten atılıyordu.

306
• Sosyal Güvenlik
Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde, çeşitli kamu
kuruluşlarında çalışanların bağlı oldukları tekaüt sandıkları ku-
rulmuştu. Bu sandıkların büyük bir bölümü, 1325 (1909) tarihli
Memurini Mülkiye Tekaüd Kanunu uyarınca birleştirildi ve Cum-
huriyet dönemine devredildi.
788 sayılı (1926) Memurin Kanunu, 25 yıl çalışan devlet me-
murlarına emekli aylığı alma hakkı tanıyordu (M. 70). Emekli
aylığı, son 10 yıl içinde alınan en yüksek aylığın yüzde 50'siydi.
25 yıldan sonra çalışılan her yıl için bu yüzde 50'nin yüzde 2'si
eklenecekti.
İlk defa 788 sayılı kanun ile memurların tedavi ve yol masraf-
larının ait oldukları Bakanlık bütçesinden verilmesi kabul edildi.
4598 sayılı (1944) kanun da şu hükmü getiriyordu: "3656 sayılı
kanuna tabi maaşlı ve ücretli memurlardan (açık maaşı alanlar
dahil) memleket içindeki resmi veya hususi sıhhat müesseselerin-
de yatarak veya ayakda tedavileri lüzumu fennen sabit olanların
tedavi ve yol masrafları (...) dairelerince ödenir."
788 sayılı (1926) Memurin Kanunu, memurlara ve bakmakla
yükümlü oldukları kişilere parasız tedavi olanağı da sağlıyordu
(M. 87). Ayrıca, resmi doktorun raporu süresince hasta memur
ücretli izinli sayılıyordu (M. 84). Günün koşullarında, gelir ka-
yıplarını tümüyle önleyen ve ek giderleri tümüyle karşılayan bu
uygulamalar, son derece önemli ayrıcalıklardı.
• Konut Kredisi ve Lojman
1923-1946 döneminde memurların ayrıcalıklarından biri de,
konut kredisi ve bazı kamu kuruluşlarının sahip oldukları lojman-
lardı.
İlk olarak, inşaatlara kredi sağlamak amacıyla 1926 yılında
Emlak ve Eytam Bankası kuruldu. Daha sonra, Maliye Bakanlı-
ğı'na memur konutu yaptırma konusunda yetki verildi ve İmar
Bankası kuruldu. 24.5.1928 tarih ve 1352 sayılı kanunla, Ankara'da
"memurin apartmanları" yapılması için bütçeye tahsisat konul-

307
ması kararlaştırıldı.
1929 yılında 1452 sayılı kanunla, Ankara'da bulunan memur-
lara maaş derecelerine göre bir mesken tazminatı verilmesi kabul
edildi.
Bu yıllarda ayrıca Ankara'da I. ve II. Vakıf Apartmanları, Ziraat
Bankası lojmanları yaptırıldı.
• Örgütlenme, Toplu Pazarlık ve Grev Hakları
1926-1946 döneminde yürürlükte bulunan 788 sayılı Memurin
Kanunu'nda memurların sendikalaşmasını yasaklayan bir hüküm
yoktu. Cumhuriyet döneminde yürürlükte olan 1909 tarihli Tatil-i
Eşgal Kanunu ise, "hükümetten ruhsat veya ayrıcalık alarak de-
miryol, tramvay ve liman işleriyle aydınlatma işleri gibi kamuya
yönelik bir hizmetle yükümlü bulunan her çeşit şirketi" kapsıyor-
du (M. 1). Bu nedenle, Tatil-i Eşgal Kanunu'nda yer alan "kamuya
ilişkin hizmetleri yerine getiren şirketlerde sendika kurulması ya-
saktır" hükmü devlet memurları için geçerli değildi. Ancak, 1938
yılında kabul edilen Cemiyetler Kanunu ile (M. 12), mesleki nite-
likte cemiyet kurma yasağı getirildi.
Sendikalaşmayı yasaklayan bir hükmün bulunmamasına kar-
şın, devlet memurları sendikalaşmadılar. Bunda herhalde işçi
aristokratlığı konumları belirleyici olurken, ülkede hâkim olan
millici hava da etkisini gösterdi. Bazı başka ülkelerde işçi aristok-
rasileri kendi kesimsel çıkarlarını koruyabilmek ve geliştirebil-
mek için işverenlerden, siyasal iktidardan ve devletten bağımsız
örgütlenmeler oluşturmuşlardı. Türkiye'de işçi aristokrasisinin
önemli bir bölümünü oluşturan memurların böylesine bağımsız
bir tavra girememeleri, belki çoğunun üretken faaliyet içinde bu-
lunmamalarına ve Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda işçi aristokratları-
nın oynadığı önemli role bağlanabilir.
Memurlar, işverenleri olan devlete karşı örgütlenmeye gitmez-
ken, kendilerini diğer işçilerden ayıran kulüpler, dernekler, yar-
dımlaşma sandıkları ve kooperatifler kurdular. Bu örgütlenmeler
siyasal iktidarın sıkı denetimi ve yönlendiriciliği altındaydı.

308
Memurların toplu pazarlık hakkı yoktu. Grev yapmaları ise,
TBMM'deki görüşmeler sırasında hiç tartışılmadan kabul edilen
bir hükümle, kesin bir biçimde yasaklanmıştı. Memurin Kanunu-
nun 65. maddesi, memurların grev yapmasını yasaklıyordu. Mad-
de şöyleydi: "Memurlar müçtemian tatili eşgal edemezler. Aksi
takdirde mevcut ahkamı cezaiye mucibince haklarında muamele
yapılmakla beraber, müşevvikleri memuriyetten ihraç ve iştirak
edenlerin sınıfları bir derece tenzil olunur."
1923-1946 döneminde memurların saptayabildiğim tek grevi,
1925 yılında Samsun, Adana ve Trabzon telgraf memurlarının ma-
aşlarının artırılması talebiyle yaptıkları grevdir. Grevciler Ankara
İstiklal Mahkemesi'ne verildi. Yargılama sonucunda, Adana telg-
rafçılarının tümü beraat ederken, Samsun'dan 5 ve Trabzon'dan 1
telgrafçı cezalandırıldı, diğerleri beraat etti.344
• Siyasal Faaliyet
788 sayılı (1926) Memurin Kanunu'nun 9. maddesi, "memurla-
rın siyasi cemiyet ve klüplere intisap ve devamları, her nevi inti-
habata müdahaleleri ve siyasi neşriyat ve beyanatta bulunmaları
memnu ve bilmuhakeme sübutu halinde tartlarını muciptir" hük-
münü getiriyordu.

1930-1938 Dönemi

1930-1938 yılları, Türkiye demokratik devriminin çizgi ve he-


deflerinin sistemli hale sokulduğu ve 1937 yılında Anayasa'da ya-
pılan düzenlemeyle 6 Ok'ta en gelişkin biçimini aldığı dönemdir.
1929 Büyük Buhranı'nın toplumsal alandaki etkileri (İzmir olayla-
rı, Ağrı isyanı, Menemen olayları) ulusal kimliğin ön plana çıka-
rılması doğrultusundaki çalışmaların daha da yoğunlaştırılması
sonucunu doğurdu. Bu dönemde kamu yatırımlarının artması ve

344 Aybars, age, c.II, İzmir, 1988, s.376-377.

309
devletçiliğin daha etkili bir biçimde uygulanması, tüm geçim kay-
nağı işgücü satışı olan insanların sayısının artırılması gereksinimi-
ni de hissettirdi. Türkiye'nin Sovyetler Birliği ile geçmiştekinden
de yakın iktisadi ilişkilerinin bulunduğu koşullarda işçi sınıfının
nicel olarak büyümesi, sınıf mücadelesinin gelişmesi kaygısını
güçlendirdi. Bu kaygı, CHP'nin işçileri kendi kontrolü altındaki
örgütlerde bir araya getirmesi girişimine yol açtı. Ayrıca, işçi sınıfı
saflarında ulusal kimliğin güçlendirilmesi amacıyla halkevleri ve
halkodaları açıldı. 1936 yılında 3008 sayılı İş Kanunu'nun kabulü
ve mülksüzleşmiş ücretlilerin en yaygın biçimde istihdam edildi-
ği kamu kurum ve kuruluşlarında işyeri yönetmelikleriyle işçilere
önemli hakların verilmesi de bu amaca yönelik uygulamalardı.
1929 Dünya Buhranı, Türkiye'yi de hızla etkiledi. Buhranın
emekçi sınıf ve tabakalar üzerindeki etkisi büyük oldu.
Mustafa Kemal Paşa, 1930 yılında Anadolu'yu gezerek halkın
sorunlarını ve genel eğilimlerini gözlemledi.
12 Ağustos 1930 günü de Fethi Okyar'ın genel başkanlığında
ve Mustafa Kemal Paşa'nın yakınlarının da içinde yer aldığı Ser-
best Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Fethi Bey'in 4 Eylül 1930 günü
İzmir'e yaptığı ziyaret sırasında, çok sayıda işçinin katıldığı bü-
yük gösteriler oldu; hükümet protesto edildi. 7 Eylül 1930 günü
Ağrı ayaklanması başladı. 23 Aralık 1930 günü de Menemen olayı
gerçekleşti.
Bu üç olay, yaşanan ekonomik krize işçilerin, köylülerin ve es-
nafın tepkilerinin örnekleriydi.
Serbest Cumhuriyet Fırkası, kendi yöneticilerinin isteği dışın-
da bir muhalefet odağı haline geldi.345 İzmir'deki gösteriler sıra-
sında yaşanan bir olay durumun ciddiyetini yansıtmaktadır. Ah-
met Ağaoğlu şöyle anlatmaktadır:
"Matbaanın iç tarafında saklanmış olan polis neferleri hal-

345 Bu konuda Şevket Süreyya Aydemir’in değerlendirmeleri için bkz. Aydemir, Tek
Adam, c.3, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1965, s.388, 395, 400.

310
kı korkutmak için olacak, izdihamın üzerine tabanca bo-
şaltmaya koyulmuş ve atılan kurşunlardan biri 14 yaşında
mektepli bir çocuğa rastgelerek öldürmüştü. (...) Kalabalık
ortasından ihtiyar bir adamcağız kucağında taşıdığı bir ço-
cuğu birdenbire Fethi Bey'in ayaklarına atarak: 'İşte size bir
kurban! Başkalarını da veririz! Yalnız sen bizi kurtar!' dedi
ve ağlıyarak kendisi de Fethi Bey'in ellerine sarıldı. (...) 'Yal-
nız bizi kurtar! Kurtar bu zalim mutemetlerin ellerinden!
diye yalvarıyordu."346
Bu dönemde başka parti girişimleri de oldu.
Abdulkadir Kemali'nin başkanlığındaki Ahali Cumhuriyet Fır-
kası, 29 Eylül 1930 tarihinde kuruldu. Parti, Bakanlar kurulu ka-
rarıyla feshedildi. Kâzım Bey başkanlığında kurulmasına çalışılan
Türk Cumhuriyet Amele ve Çiftçi Partisi'ne hükümet izin vermedi.
Gerekçe örgütün "komünist temayüllü addedilmesi"idi.347
Tekin Alp, 1936 yılında yayımlanan Kemalizm kitabında
1930'lu yılları şöyle anlatmaktadır:
"Yeni Türkiye'nin ekonomi dirijesi bu kadarla kalmaz. (...)
Sây ve patronla işçi arasındaki münasebetleri nizamlandır-
mak ta bu programın hedeflerinden birini teşkil eder. Kema-
list devletin temelini teşkil eden nizam, otorite ve disiplin,
millî istihsalin iki unsuru olan patronla amele arasındaki
ebedî mücadelelerin ve kardeş katilliklerinin, Türkiye'de yer-
leşmesine tahammül edemezdi. Esas prensipi halkın refahı
olan Kemalist devlet, bu refahın, onu yaratmakla mükellef
olan kimselerin rekabeti yüzünden bozulmasına cevaz vere-
mezdi. Diger demokratik memleketlerde cereyan eden hâdi-
seler, Türk hukûmetinin gafil avlanmasına meydan vermiye-
cek kadar ibret alınacak şeylerdir. Vikaye, tedaviden yeğdir
kaidesine sadık kalan fırka, memleketin çok süratle endüs-

346 A. Ağaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları, Nebioğlu Yay., İstanbul, (tarihsiz), s.57.
347 Tunaya, age, 1952, s.635-638.

311
trileşmesi neticesinde, amele sayısı fazla artmadan harekete
geçmiş olmak için, klâsik sınıf mücadelelerine karşı şimdi-
den kanunî tedbirler almaktadır. Yeni fabrikalar açıldıkca vü-
cude gelecek olan amele kitleleri bir kere teşekkül etti miydi,
başka memleketlerde kargaşalıklar doğuran ayni sınıf espri-
si Türkiye'ye de sokulacak, orada da, filân veya falan şefin,
maddî veya manevî menfaatlerinde zarara uğradığı bahane-
sile, on binlerce işcinin işini terk ettiği, sabotajlar yaptığı, ba-
rikadlar inşa ettiği ve umumî nizamı ihlâl ettiği görülecek, ve
bütün bunlar, gûya, hep hürriyet namına yapılacaktır. Halk
Partisi: 'Hayır', diyor, 'buna hürriyet demezler, anarşi der-
ler. Millî istihsal, camianın refahı, sâyin intizamı, şu veya bu
zümrenin hava ve hevesine, yahud hususî menfaatine değil,
milleti temsil eden unsurların menfaatine bağlı kalmalıdır.
Milletin bütün mukadderatı devletin eline tevdi edilmiş oldu-
ğuna göre, millî ekonomi, ne sebeble gayri mesul unsurlara,
avamferiblere, yahud muhterislere vabeste kalsın.'
"Parti, işcinin menfaatlerini koruma perdesi altında, ekseri-
ya, efkârı zehirleyen müfrit siyasî cereyanların, devlet esas-
larını kökünden süpürüp proletarya diktatörlüğünü tesis et-
meğe çalışan yabancı propagandaların araya sokulduğunu
da gözden kaçırmamaktadır.
"Asrımızda salgın bir hastalık haline gelen böyle bir musibe-
tin önüne geçmek maksadile, Halk Partisi, proğramının baş-
tan başa mülhem olduğu ayni ahenk, asayiş ve barış ruhile
hareket etmektedir. Alâkadarlar, aralarında anlaşamadıkları
takdirde, devlet, daima umumî menfaat esasını takib ede-
rek, ihtilâfların hakem usulile hallini deruhde eylemektedir.
İşci sınıfının, kendini bizzat korumak ve patronların istismar
arzularına karşı müdafaa etmek için, grev gibi anarşi vası-
talarına müracaate ihtiyacı yoktur. Milletin mukadderatına
hâkim olan hükûmet, en geniş demokratik prensiplerle ida-

312
re olunmaktadır. Elinde kanunun kuvveti, bütün suiistimal-
lere mâni olacak, patronların her türlü istismar arzularının
önüne geçecek kanunî otorite mevcuddur."348
Şerif Aykut da, 1936 yılında yayımlanan kitabında, CHP'nin
işçilere bakışını şöyle özetliyordu: "Parti, bütün işçileri kendisin-
den sayar. Ulusçu bilir. İşte bu ulusçu işçilerin en ufak haklarına
varıncıya kadar ilgilenerek onların gündelikleri üzerinde oynat-
maz. Sonra kendilerinin hayatlarını korur. Bunun için hastalığa,
kazaya uğramış, kocalmış işçiler için ayrı ayrı bölekler koyduğu
gibi işçilerin hayatlarını düzenliyecek, çocuklarını gözetliyecek,
sağlıklarile uğraşacak esasları da İş Kanununa geçirmiştir."349
• CHP Belgelerinde ve Hükümet Programlarında
İşçi/Memur Hakları
VI. Cumhuriyet Hükümeti (V. İnönü Hükümeti) 27.9.1930-
4.5.1931 tarihleri arasında görev yaptı. Meclis'te 2 Ekim 1930 günü
tartışılan Hükümet programında çalışma yaşamına ilişkin şu de-
ğerlendirme vardı: "Mali siyasetimiz, bütçe muvazenesine müs-
tenit tasarrufkârane bir siyaset edecek değiliz. Yalnız iş kanunu
ve işçilerin vaziyetlerinin ıslahı ile bilhassa meşgul olacağımızı
kaydetmek isteriz. (...) Memurin mâaşatında Teadül Kanunu ile
Tekaüt Kanunu, alâkadarların refah ve hukukunu tevsi edecek su-
rette tekemmül ettirmeğe çalışacağız. Fakat bu konularda tenzilât
yapmak temayüllerine asla muvafakat etmiyeceğiz."
2 Ekim 1930 günü TBMM Genel Kurulu''nda yapılan görüş-
meler, Cumhuriyet Halk Partisi'nin 4 Eylül 1930 günü İzmir'de
yaşanan işçi olaylarından ne kadar etkilendiğini göstermektedir.
Gümüşane Milletvekili Fethi Bey'in Genel Kurul konuşması bu
açıdan ilginçtir:
"Anlayamadığım bir zihniyet var: Amele, Halk Fırkasına

348 Alp, age, s.256-258.


349 Aykut, age, s.56.

313
mensup oldukça iş yolundadır! Vaktaki bu Amele Halk fır-
kasına intisap etmek hakkını Serbest Fırka lehine istimale
başlar; o zaman iş değişir. Derhal iktisadi meslekler ihtilâfı
meydan alır. Devletçilik ve liberalizm nazariyelerile bu me-
selenin halli çareleri aranır. Efendiler, nazariyeler ihtilafile
bu meseleyi hal için zahmet çekeceğimize amelenin neden
gayrı memnun olduklarını tahkik etsek daha iyi olur zanne-
derim. (...) Bilûmum ameleyi komünist telâkki etmek doğru
mudur?" (Tutanak, 2.10.1930, s.36-37)
1931 yılında genel seçimler gündeme geldi. Mustafa Kemal
Paşa, 20 Nisan 1931 günü yayımladığı seçim bildirisinde şu değer-
lendirmeyi yaptı:
"Cumhuriyet Halk Fırkasının Cumhuriyetçi, milliyetçi, halk-
çı, devletçi, laik ve inkılâpçı vasıfları onun değişmeyen bariz
mahiyetidir.
"Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan mürekkep
değil ve fakat ferdi ve içtimai hayat için iş bölümü itibarile
muhtelif mesai erbabına ayrılmış bir camia telakki etmek
esas prensiplerimizdendir.
"A) Çiftçiler, B) Küçük sanat erbabı ve esnaf, C) Amele ve işçi,
D) Serbest meslek erbabı, E) Sanayi erbabı, F) Tüccar ve G)
Memurlar, Türk camiasını teşkil eden başlıca çalışma züm-
releridir. Bunların her birinin çalışması diğerinin ve umu-
mi camianın hayat ve saadeti için zaruridir. Fırkamızın bu
prensiple istihdaf ettiği gaye sınıf mücadelesi yerine içtimai
intizam ve tesanüt temin etmek ve birbirini nakzetmeyecek
surette menfaatlerde ahenk tesis eylemektir. Menfaatler, ka-
biliyet, marifet ve çalışma derecesiyle mütenasip olur. (...)
"Milliyetçi Türk amelesi ve işçileri mevcudiyetleri ve emekle-
riyle Türk camiasının kıymetli uzuvlarıdır. Bu itibarla amele
ve işçilerin hayat ve haklarını ve menfaatlerini göz önünde

314
tutarız. (...)
"Milletin yüksek menfaatini daima göz önünde tutarak bü-
tün dikkat ve himmetleriyle vazifelerine hasrı hayat eden
memurlar her türlü huzur ve refaha lâyıktırlar. (...)
"Yurtta sulh, cihanda sulh için çalışıyoruz."350
"Yurtta barış" çabasının unsurlarından biri de sınıf çatışmala-
rının önlenmesiydi.
VII. Cumhuriyet Hükümeti (VI. İnönü Hükümeti) 4.5.1931-
1.3.1935 döneminde görev başındaydı. Bu hükümetin programında
çalışma yaşamına ilişkin şu değerlendirme vardı: "Memur kadro-
larında yüzde on beş derecesinde bir tasarruf, alelumum masraf-
larda her halde yüzde on tenzil, şimendifer işletmesinde çok ucuz
ve tasarrufkârane bir hattı hareket takibi gibi radikal tedbirlerle
alelumum bütçede geçen seneye nispetle ümit ettiğimiz tenakus
miktarı otuz milyondan hayli fazladır. Hadisata cevap vermeğe
hazır, ihtiyatlı sağlam muvazeneli bir bütçe, umumi hayat için de
esaslı bir nazım olacaktır."
Bu gelişmeler sonrasında CHP'nin 3. Kurultayı 13-19 Mayıs 1931
günleri toplandı.
CHP'nin 1931 yılındaki Kurultayı'nda kabul edilen Programı'na
şu maddeler kondu:
"Cümhuriyet Halk Fırkasının ana vasıfları.
"1. Cümhuriyet Halk Fırkası, A-Cümhuriyetçi, B-Milliyetçi, C-
Halkçı, Ç-Devletçi, D-Lâik, E-İnkılâpçıdır. (...)
"Kanunlar önünde mutlak bir müsavat kabul eden ve hiçbir
ferde, hiçbir aileye, hiçbir sınıfa, hiçbir cemaate imtiyaz ta-
nımıyan fertleri halktan ve halkçı olarak kabul ederiz.
"Ç) Ferdi mesai ve faaliyeti esas tutmakla beraber mümkün

350 ATABE, c.25, 2009, s.118-119.

315
olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi ma-
muriyete eriştirmek için memleketin umumî ve yüksek menfa-
atlerinin icap ettirdiği işlerde -bilhassa iktisadî sahada- devle-
ti fiilen alâkadar etmek mühim esaslarımızdandır. (...)
"Madde 2: Türkiye Cümhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan
mürekkep değil ve fakat ferdî ve içtimaî hayat için iş bölümü
itibarile, muhtelif mesai erbabına ayrılmış bir camia telakki
etmek esas prensiplerimizdendir.
"A) Küçük çiftçiler, B) Küçük sanayi erbabı ve esnaf, C) Ame-
le ve işçi, Ç) Serbest meslek erbabı, D) Sanayi erbabı, büyük
arazi ve iş sahipleri ve tüccar, türk camiasını teşkil eden baş-
lıca çalışma zümreleridir. Bunların her birinin çalışması, di-
ğerinin ve umumi camianın hayat ve saadeti için zarurîdir.
Fırkamızın, bu prensiple istihdaf ettiği gaye sınıf mücadelesi
yerine içtimaî intizam ve tesanüt temin etmek ve biribirini
nakzetmiyecek surette menfaatlerde ahenk tesis eylemektir.
Menfaatler, kabiliyet ve çalışma derecesile mütenasip olur."351
CHP Genel Sekreteri Recep Peker 3. Kurultay'da kabul edilen
programı açıklarken şu değerlendirmeyi yapıyordu:
"Milletimizin hususi seciyelerinin ve müstakil hüviyetinin
mahfuz kalması için her nerden gelirse gelsin ve her ne ma-
hiyette olursa olsun beynelmilelcilik cereyanlarına kapıl-
manın milli felaketler doğuracağına kaniiz. Her ferdimizin
bundan dikkatle kaçınmasını lüzumlu görürüz. Programın
iktisat kısmında amele ve işçilerimiz için milliyetçilik şartını
zikre sebep olan esas fikir de budur.
"Bugünkü Türk milleti siyasî ve içtimaî camiası içinde kendi-
lerine kürtlük, çerkezlik ve hattâ lazlık ve pomaklık gibi fikir-
ler telkin edilmiş olan vatandaşlarımızı kendimizden sayarız.

351 CHP, age, 1931, s.13-14.

316
Mazinin karanlık istibdat devirlerinden kalma bir miras olan
ve uzun tarihi tekallûbatın mahsulü bulunan bu yanlış telak-
kileri hulusla ve samimiyetle düzeltmek vazifedir. (...)
"Hıristiyan ve Musevi vatandaşlar için de aynı açıklıkla fi-
kirlerimizi söylemek lâzımdır. Fırkamız ve vatandaşları da
biran evvel izah ettiğimiz dil ve emel birliğinde iştirak kaydı
altında tamamen Türk olarak kabul eder.
"Halkçılık:
"Biz memleketin saadetini, vatandaşların birinin menfaati
ötekini selbeden sınıf zihniyetinin hâkimiyeti altında yaşa-
mamasında görüyoruz. (...)
"Cumhuriyet Halk Fırkası, tek vatandaşın olduğu kadar ça-
lışma zümrelerinin hususi menfaatlerinin de devletin ve
memleketin umumi menfaati çerçevesi içinde temin oluna-
bileceğine kanidir. Bütün dünyada görülen misallere bakar-
sak sınıflaşmak fikri insafsız, ihtiraslı ve taassuplu bir sınıf
mücadelesini ve bu da vatandaşların mütemadî çatışmasını
doğuruyor. Bu çatışma bir devletin yaşamasında ve tehlike-
lerden korunmasında en büyük kuvvet olan millî birliği ve
milliyet fikirlerini yavaş yavaş tahrip ediyor. (...) Bu sebeple
biz sınıflaşmayı reddediyor ve bunun yerine milletçe kütle-
leşmek fikrini müdafaa ediyoruz. (...)
"Memlekette bir sınıf şuuru uyandıracak tahrikât hissediliyor.
Bu tahrikât şimdilik siyasî, içtimaî ve iktisadî şartları büsbü-
tün başka memleketlerden gelen serpintiler halinde olmakla
beraber biz bu zeminde uyanık olmak lüzumuna kaniiz.
"Fırkanın sınıf telakkisini reddeden prensibini programımız-
dan aynen okuyorum. "352

352 Parla, age, s.108-112.

317
Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti tarafından yazılarak liselerde
kullanılan Tarih IV, Türkiye Cümhuriyeti kitabında "halkçılık" il-
kesi şöyle tanımlanıyordu: "İnkılâbımızın 'halkçılık' esası: (1)
Demokratlık; (2) Herhangi bir fert veya zümreye milletin umumi
hakları haricinde imtiyaz tanımamak; (3) Sınıf mücadelesi kabul
etmemek gibi unsurlardan terekküp eder."353
1931 Kurultay'ında kabul edilen Program'ın diğer bir maddesi
de şöyleydi: "Milliyetçi türk amelesi ve işçilerinin hayat ve hak-
larını ve menfaatlarını göz önünde tutacağız. Sây (emek,YN) ile
sermaye arasında ahenk tesisi ve bir iş kanunu ile ihtiyaca kâfi
hükümlerin vaz'ı, Fırkanın mühim işleri arasında görülür."354
Program'ın memurlara ilişkin bölümü de şöyleydi: "Milletin
yüksek menfaatini daima göz önünde tutarak bütün dikkat ve
himmetlerile vazifelerine hayatlarını hasreden memurlar, her tür-
lü huzur ve refaha layıktırlar."355
İşçi sınıfının gelişmediği ve sermaye-emek çelişkisinin ön
planda olmadığı koşullarda işçiler ve memurlarda sınıf kimliği
ve sınıf bilinci kendiliğinden gelişmiyordu. Komünistler normal
olarak kapitalist sömürüye maruz kaldıkları için işçilik ve işçi
sınıfı bilincine günlük çıkar mücadelesi içinde kendiliğinden
erişmiş olan işçilere antikapitalist ve sosyalist bilinç vermeye ça-
lışırlar. Türkiye'de ise komünistler bu yıllarda sınıf kimliği ve bi-
linci aşılamaya çalışıyordu. Hükümet ve devlet de, komünistlerin
yerleştirmeye çalıştığı sınıf kimliği ve bilincinin, "beynelmilelci"
amaçlarla kullanılacağından ve bağımsızlığa zarar vereceğinden
korkuyor, bu nedenle sınıf olgusunu reddediyordu.
Bu gelişmelerden sonra, 7 Aralık 1931 günü TBMM Genel Ku-
rulu'nda Mahmut Esat Bozkurt'un İş Kanunu ile ilgili değerlen-
dirmeleri, CHP'nin işçi sorunlarına yaklaşımında "beynelmilelci

353 Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti, age, 1934, s.184.


354 CHP, age, 1931, s.19.
355 Age, s.37.

318
komünizm" tehlikesini nasıl önemsediğini göstermektedir. 1936
yılında İş Kanunu'nun kabulünde bu kaygı da önemlidir.
Mahmut Esat Bey'in İş Kanunu ile ilgili sorusunu İktisat Vekili
Mustafa Şeref Bey yanıtladı. Mahmut Esat Bey de söz alarak şun-
ları söyledi:
"Beyefendiler; memleketimiz ve bilhassa memleketimizdeki
amele bir takım yabancı propagandalar karşısındadır. Bu
yabancı propagandaların nasıl fena maksatlarla amele üze-
rinde işlendiğine uzaktan değil, mahkemelerimizde cereyan
eden davalarla şahit oluyoruz. Mahkemelerimize düşmiyen
işlerin vaziyeti ise daha geniş sahâlârı işgal etmektedir.
"Bendeniz öyle zannediyorum ki, bu yabancı cereyanların
önüne geçebilmek için amele üzerinde millî ideal ne kadar
müessirse, zabıta kuvveti ne kadar müessirse, bunların hep-
sinden evvel müessir olacak şey, amelenin korunmuş hakla-
rı ve menfaatleridir. Amelenin menfaatleri korundukça, ya-
bancı cereyanları mağlup etmek imkânı vardır ve bendeniz
öyle zannediyorum ki, bir gün bu memlekette Türk amelesi-
nin hakları korunmuşsa, Türk amelesi muhakkak ki yabancı
propaganda cereyanlarını mağlup edeceklerdir. (...)
"Hatırlıyabiliriz ki, Hükûmetimizin istinat ettiği geçen fırka
kongresinde Türk amelesinin hakkı korunacağına dair bir
de karar vermiştir. Bu itibarla da itimat ettiğimiz Hükûmetin
bu kanunu bir an evvel çıkarmasını ve Türk amelesinin vazi-
yetini muasır medeniyete lâyık bir hale getirmesi lazımdır."
(Tutanak, 7.12.1931, s.25)
Bu kaygı ve düşüncelerle hareket eden CHP 1930'lu yıllarda
işçileri parti kontrolü altında örgütleme girişiminde bulundu.
İttihat ve Terakki Cemiyeti 1910'lu yıllarda esnafı ve esnafın ya-
nında çalışan işçileri esnaf cemiyetlerinde örgütlemiş ve gerek kad-
ro temininde, gerek kitle eylemlerinde bu güçten yararlanmıştı.

319
25 Şubat 1910 günlü Esnaf Cemiyetleri Talimatnamesi ile lon-
calardaki kethüdaların görevine son verildi. Ardından çeşitli es-
naf dernekleri kuruldu. Örneğin, Dersaadet Ekmekçiler Amelesi
Esnaf Cemiyeti 17 Temmuz 1910 tarihinde oluşturuldu. İlgili belge-
de şöyle deniyordu: "Esnaf Cemiyeti Talimatı'nın beşinci maddesi
mûcibince ekmekçi amelesi için teşkili lâzım gelen cemiyet a'zâ-
lığına Emânet'ten gönderilen memur ve cemiyet kâtibi ve esnafın
mu'teberlerinden iki kişi ve amele hazır oldukları halde (...)"356
1910 yılında İstanbul'da yaşayan esnaf için çıkarılan nizamna-
me, Şûra-yı Devlet ve Meclisi Vükela kararlarıyla taşrada da geçer-
li kılındı. 24 Nisan 1328 (1912) tarihli Esnaf Cemiyetleri Nizamna-
mesi tüm ülkede uygulanacaktı. Bu nizamnameye göre, esnafın
işyerlerinde çalışan kişiler de üyelerin yazıldığı deftere kaydedi-
lecekti (M. 9). "Esnaf cemiyetleri teşekküllerini müteâkib kendi
esnafları arasında zabt u rabtı muhâfaza ve işbu nizâmnâme ile
cemiyetlere tahmil edilen vazâifin şuver-i ifâiyyesini tayin edecek
sûrette bir talimat-ı dahiliye tertib edip Dersaadet'te Şehremane-
ti'ne ve taşrada devâir-i belediyyeye verecektir." (M. 13)357
Cumhuriyetin ilk yıllarında esnafın yanında çalışan işçilerin
de üye olabildiği cemiyetler çalışmalarını sürdürüyordu.
Bu gelenekten gelen CHP kadroları, 1930 yılında yaşanan İzmir,
Menemen ve Ağrı olaylarından ve halkın Serbest Cumhuriyet Fır-
kası'na verdiği destekten sonra, önce bu işçi ve esnaf cemiyetleri-
ni kontrolleri altına alarak işçileri ve esnafı yönlendirmeye çalıştı.
Kemal Sülker bu çabayı şöyle anlatmaktadır: "Fethi Bey'in lideri
olduğu Serbest Fırka'nın kapatılmasından sonra, iktidar, işçi ör-
gütlerinin başına işçi olmayanları getirmeyi planlamış, dernek ve
cemiyetlerin yozlaştırılması dönemine geçilmiştir. Örneğin Taşçı,
Duvarcı, Betoncu İşçiler Birliği Başkanlığına Mimar Tahsin, İstan-

356 O. N. Ergin, “Ekmekçi Amelesi Cemiyeti’nin Sûret-i Teşekkülü ve Tâbi Olduğu


Ahkâm-ı Şerâiti Mübeyyin Tezkire-i Emânet-Penâhi”, Mecelle-i Umûr-ı
Belediyye, C.8, İstanbul Büyükşehir Belediye Yay., İstanbul, 1995, s.4468.
357 Ergin, “Esnaf Cemiyetleri”, age, c.4, s.1916-1920.

320
bul Demiryolu İşçileri Birliğinin başına da Mühendis Sabri getiril-
mişti (Ocak 1931). Türkiye Tütün İşçileri Birliği Başkanlığı parti-
zan Topaç Ali'ye verilmiş ve işçi lokalleri açılarak burada işçilerin
para vermeden oturup dinlenmesi bahanesi ile bu lokaller iktidar
partisinin propaganda merkezleri haline dönüştürülmüştür."358
Hükümet, işçileri Cumhuriyet Halk Partisi'ne üye yapmada is-
tenen sonucu alamayınca, 1932 yılı sonlarında İzmir'deki işçi ve
esnaf derneklerini yeniden örgütledi. 1923 yılında kurulan Emek-
çiler Derneği, 1932 yılında İzmir Sanayi İşçileri Birliği'ne dönüş-
türüldü. Örgütün nizamnamesine göre, "Madde 2. İzmir Sanayi
İşçileri Birliği; İzmir'de mevcut iplik, şayak fabrikaları ile meyan
kökü, palamut ve her türlü yağ fabrikaları işçi ve müstahdemini
cami ve teavün esasına müstenit bir birliktir."359
1934 yılı sonlarında fiilen oluşturulan İzmir İşçi ve Esnaf Ku-
rumları Birliği ise 1935 yılında tüzel kişilik kazandı. Bu örgütlen-
me, İzmir Valisi Kâzım Dirik'in 11 Aralık 1934 tarihinde yayımla-
dığı bir bildiri üzerine ortaya çıktı.360 Bu bildiriye göre, İzmir'de
faaliyet gösteren esnaf ve işçiler belirli derneklere üye olmak zo-
rundaydı. Bu kişiler 1935 yılının ilk iki aylık döneminde bu der-
neklere başvurarak kimlik alacaklar ve aidat ödeyeceklerdi. Der-
nek kimliği olmayan işçiyi çalıştıran işveren cezalandırılacaktı.
1935 yılında İzmir İşçi ve Esnaf Kurumları Birliği'ne 15 işçi derneği
ve 17 esnaf derneği üyeydi. Bu bağlı derneklerde toplam 17.359 işçi
ve 6.622 esnaf üye bulunuyordu. CHP İzmir örgütü bünyesinde de
CHP İzmir İşçi-Esnaf Birliği Bürosu kurulmuştu.361

358 K. Sülker, Türkiye’de İşçi Hareketleri, Genişletilmiş 3. Baskı, Gerçek Yay.,


İstanbul, 1973, s.175-176.
359 B. Varlık, “İzmir Sanayi İşçileri Birliği (1932), Mülkiyeliler Birliği Dergisi, Mayıs
1993, s.35-40.
360 Bildirinin tam metni için bkz. Varlık, agm, s.14-17. Bu belgenin bir bölümü ilk
kez Kemal Sülker tarafından yayımlanmıştı. Bkz. Sülker, Türkiye’de Sendikacılık,
Sendika Kültürü Serisi No.1, İstanbul, 1955, 32.
361 H. Uyar, “ ‘Devletin İşçi Sınıfı’ ve Örgütlenme Girişimi: CHP İzmir İşçi Esnaf
Cemiyetleri Birliği (1935)”, Tarih ve Toplum Dergisi, Sayı 160, Nisan 1997,
s.14-20; B. Varlık, Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi’nde yayımlanan “İzmir

321
25 Ağustos 1935 günlü Ulus gazetesinde yayımlandığına göre,
İktisat Vekili Celal Bayar, İzmir Birliği'nin açılışında yaptığı ko-
nuşmada şunları söyledi: "Hepimizin bilâistisna, müttefik ol-
duğu bir nokta vardır. Bu, memlekette iş hayatının bir an evvel
tanzimidir. Şuphesiz bu hayat ayırlardan beri ihmale uğramıştır.
Bunun millî iktisadiyatımıza tamamen uygun bir şekilde tanzimi
için vaktinden kaybedildiği muhakkaktır. Hepiniz bilirsiniz ki,
Cumhuriyet Halk Partisi iş hayatına büyük ehemmiyet vermekte
ve hükûmet de bunda kuvvetli bir hassasiyet göstermektedir. Yine
bilirsiniz ki, esas prepsiplerimizden birisi sây (emek) ile serma-
yede tevazün (denge) husule getirmektir. Ne sermayenin sâye, ne
de sâyin sermayeye karşı gayri adilâne bir faaliyet ve hâkimiyetini
istemiyoruz. Mütevazin (dengeli) bir usul ve prensip kurduktan
sonradır ki iş hayatını bütün ehemmiyetile ele almış olacağız, bu
arzı ve ahdimizi yerine getirebilmek için en mühim müeyyide ta-
biidir ki, iş kanunu olacaktır."362
Bülent Varlık, Birlik'in 1946 sonu veya 1947 başına kadar varlı-
ğını sürdürdüğünü belirtmektedir.
Ancak ilginç olan nokta, "tek ve mecburi sendikacılık" anlayı-
şını anımsatan, ancak diğer taraftan İttihat ve Terakki'nin esnaf
üzerinde denetim kurmada yararlandığı yapıları akla getiren bu
girişimin İzmir'le sınırlı tutulmasıdır.
1930 olaylarından sonra özellikle 1932 yılında iktisadi kriz iyice
derinleşti. Bu yıllarda halkın örgütlenmesinde kullanılan önemli
örgütlerden biri Türk Ocakları idi. Türk Ocakları, 1919 yılında iş-
galleri protesto etmek için birçok yörede düzenlenen mitinglerin
örgütlenmesinde önemli katkılarda bulunmuştu. Ancak bu yapı
içinde "Türk dünyasının birliği" anlayışı etkiliydi. Kemalist yö-

İşçi ve Esnaf Kurumları Birliği” yazısında, 1.1.1935-23.11.1935 tarihleri


arasında bu örgüte bağlı derneklerin toplam sayısının 164 olduğunu belirtiyor.
Üye esnaf sayısı 5.555 ve üye işçi sayısını da 23.869 olarak belirtiliyor. Bkz.
Age, c.2, s.175.
362 Şahingiray, age, s.117.

322
netim, bu örgütün kapatılmasına ve halkevlerinin kurulmasına
karar verdi. Türk Ocaklarının kongresi 10 Nisan 1931 günü olağa-
nüstü olarak toplandı. Türk Ocakları Derneği'nin kapatılması ve
derneğin sahip olduğu bütün hakların CHP'ne devrine karar ve-
rilmesini öneren önerge oybirliği ile kabul edildi. 257 şubesi olan
Türk Ocakları CHP'ye katıldı.
İlk halkevi ise 19 Şubat 1932 günü Ankara'daki eski Türk Ocağı
binasında açıldı.
Devlet ve hükümet, memurların halkevlerinde çalışmaları-
nı teşvik etti. Halkevlerinin yanı sıra halkodaları da açıldı. 1950
yılında ülkenin dört bir tarafında 477 halkevi ve 4332 halkodası
faaliyet gösteriyordu. Halkevleri 8 Ağustos 1951 gün ve 5830 sayılı
kanunla kapatıldı ve mal varlıkları hazineye devredildi.
4 Temmuz 1934 gün ve 2559 sayılı Polis Vazife ve Selahiyet Ka-
nunu'nun 18. maddesi, polise geniş yetkiler veriyordu: "Fevkalade
hallerde ve Devletin emniyet ve selametini ve içtimaî nizamı tehdit
ve ihlal kabiliyetini haiz vaziyetlerde bu hal ve vaziyetleri ihdas
edeceklerine veya devamına müessir olacaklarına şüphe edilen-
leri, sebep ortadan kalkıncaya kadar, polis nezaret altına alabilir
ve umumî ve hususî nakil vasıtalarına vaziyet edebilir. Bu hal ve
vaziyetin ve devamının takdiri en büyük mülkiye âmirine aittir."
Bu yetkilerin işçi sınıfının bağımsız örgütlenme çabalarına
karşı nasıl ve ne ölçüde uygulandığı konusunda bir bilimsel ça-
lışma yapılmamıştır.
VIII. Cumhuriyet Hükümeti (VII. İnönü Hükümeti) 1.3.1935-
1.11.1937 döneminde görev yaptı. Hükümet programında işçi ve
memurları ilgilendiren bir değerlendirme yoktu.
Cumhuriyet Halk Partisi'nin 4. Kurultay'ı 9-16 Mayıs 1935 gün-
leri toplandı.
CHP Genel Sekreteri Recep Peker, CHP'nin 9-16 Mayıs 1935 gün-
leri toplanan 4. Kurultayı'nda 13 Mayıs günü şu konuşmayı yaptı:
"Türkiyede sınıf yoktur, cins yoktur, imtiyaz yoktur.

323
"Mıntıka menfaati, derebeylik, ağalık, aile, cemaat imtiyazı
fikirleri yoktur. Türkiyede değer ancak bilgi üstünlüğü kapa-
site ve çalışma ile yükselebilir. Bir taraftan işçilerin çoklu-
ğu ve parti kuvvetine dayanan kuvvetle ulusal çalışmanın
ahengini bozacak zorlu hareketlerine ve öte yandan serma-
ye sahiblerinin, büyük iş sahiblerinin para ve varlık gücüne
dayanarak işçilerin haklarını çiğnemesine yol bırakmıyoruz.
Binaenaleyh sınıf kavgası, tahakküm, imtiyaz zihniyetlerini
kökünden silen bir zihniyet, bu memleketin zihniyetini ta-
mamlayacaktır. (...)
"Arkadaşlar; Türkiyede ulusal endüstri ilerlemektedir. Dev-
let kendi yapıcılık kuvvetini her alanda göz kamaştıracak bir
muvaffakiyetle tebarüz ettirmekte iken hususi teşebbüslere
açık bulunan sahada da bir çok işler her gün ileri gitmek-
tedir. Bütün bunların neticesinde memlekette geniş bir işçi
sınıfı türemektedir. Endüstri açılmamız neticesinde mevcud
işçilerimizin sayısı artacaktır. Gerektir ki, bu ileri gidişin tabii
neticesi olarak artacak olan işçi sınıfları; klasik sınıf mücade-
lesi, liberal devletin her fena cereyana açık ruhunda doğup
onun içinde beslenmiş olan ve ona karşı cebhe alıp çalışmış
bulunan ve gaye olarak onun yerine bir sınıf tahakkümü dev-
leti kurmayı güden noktai nazarı takip eden cereyanlar, ulu-
sal Türk devletinin değerli evlatlarından ve yurddaşlarından
ibaret olan bu yeni genç Türk işçi sınıfını zehirlemesine ön
vermesin ve bu genç tabaka yurd için olduğu kadar kendileri
için de felâket getiren yanlış duygularla zehirlenmesin.
"Onun için yeni doğan bu işçi sınıfının patronlarla münase-
batı noktasını bütün Parti programının baştan aşağıya yazı-
lışında ve anlaşılışında ruh olan ahenk, anlaşma, uyuşma
haline irca ediyor. Aralarında uyuşma yolu yetmezse devle-
tin koyacağı hâkim yolu çatışmaları önleyecektir.
"Programda Türkiyede grev ve luk-avt sınıf çarpışması yasak
edilecektir.

324
"Fakat bu yasak oluşun yanında, herhangi bir sermayedar
fikrinin, kendisi kadar bu memleketin halkçılık zihniyetin-
den dolayı, bir evladı olan işçiyi, haksız yolda tazyik edeme-
mesini temin etmek de lâzımdır. Onun yanında bir işçi küt-
lesinin topluluğuna, tesanüt kabiliyetine güvenerek devlet
varlığında esas olan sanayi mevcudiyetini tahrib etmesine
de müsait bulunmamak gerektir.
"Bunun için grev ve luk-avtı yasak eden yeni programımız
onun yanında işçi ile iş verenin münasebetlerinde, anlaşma-
larını esas olarak koyuyor. Şu halde acaba korporatif bir dev-
let düşüncesi mi hâkimdir fikri hatıra gelebilir. Bunu da kar-
şılamak için programımızda bir önemli madde vardır. Onu
hatırlatayım: Türkiyede istismarcı yolda çalışacak tröstler ve
karteller de yasak olacaktır. Bilirsiniz, nasıl marksist sosya-
list fikir bir ulusu içinde sınıf duygusu ile besleyerek parça
parça çatışma saflarına ayırır bir sınıfı öteki sınıf aleyhine
uğraşa sürükleyici telkinler yaparsa, müstahsillerin arala-
rında birleşmeleri ve elele vermeleri ve bu suretle müsteh-
likler aleyhine ilk bakışta bariz görünmeyen fakat hakikatte
zararlı olan bir başka çeşit sınıf mücadelesine yol açar. (...)
"Türk işçisini ve esnafını da teşkilatlandırmak programımız-
da yer almıştır. Bu teşkilatlandırış bildiğimiz klâsik işçi teş-
kilatlanmasından başka üstün ve ulusal fikirlerle olacaktır.
Biz onları devrini yaşamış, hükümleri geçmiş ve ihtiyarlamış
olan sosyalist cereyanların verdiği yurd içinde yurddaşa
karşı mücadele yollarile değil, kendi ulusal anlayış ve zih-
niyetlerimizle kuruma bağlıyacağız. Türk işçileri bir kavga,
bir ayrılık unsuru olmayacaklar, onlar ulusal Türk Devleti-
nin bekasına, varlığına içten inanarak yardımcı bir destek
olacaklardır."363

363 C.H.P. Dördüncü Büyük Kurultayı Görüşmeleri Tutulgası (9-16 Mayıs 1935),
Ulus Basımevi, Ankara, s.46-50.

325
Kurultay, emek ile sermaye arasındaki ilişki konusunda da bir
anlayış değişikliğine gitti. S. Ağaoğlu ve S. Hüdaioğlu 1935 Kurul-
tayı konusunda şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
"Emek ile sermaye birbirine karşı addedilmemiştir. Halbuki
1931'deki program (...) emekle sermayenin karşılıklı olduk-
ları fikri galiptir. Ve aralarında bir muvazene yapmak mev-
zuubahisti. 1935 programına göre ise emek ve sermaye ulu-
sal ekonominin birbirine bağlı ve birbirini tamamlayan iki
unsurudur. İkisi birden ulusal ve ekonomik vahdeti temin
ederler. Aralarında zıddiyet olamaz."364
"Programın 68inci maddesi de iş kanunları bakımından mü-
him bir meseleye dokunmaktadır. Bu maddeye göre işçiler
Fırka programına göre birlik yapabilirler. Bu birliğin gayesi
ulusal birliği tamamlamak ve ona kuvvet vermektir. Yalnız
bu birlik bir sınıf zihniyetinin tezahürü olamaz. 68inci mad-
de birliklerin sınıf kavgasına alet olamıyacaklarını söyleye-
rek Türkiye'de kurulacak sendikanın hakiki mahiyetini orta-
ya atmış oluyor. Diğer taraftan yine 66ıncı maddeye göre bu
sendika kökü dışarda olan bir cemiyete de bağlı bulunamaz.
Bu suretle enternasyonal bir birlik azası şeklinde türk ame-
lesi teşkilatlandırılamaz."365
CHP'nin 1935 Kurultay'ında kabul edilen programın bazı mad-
deleri aşağıda sunulmaktadır:
"Cumuriyet Halk Partisinin Ana Vasıfları.
"1-Cumuriyet Halk Partisi; a-Cumuriyetçi, b-Ulusçu, c-Halk-
çı, ç-Devletçi, d-Lâik, e-Devrimcidir. (...)
"Türkiye Cumuriyeti halkını ayrı, ayrı klaslardan karışıt de-
ğil, fakat ferdiğ ve sosyal hayat için, iş bölümü bakımından,

364 Ağaoğlu, Hüdaioğlu, age, s.153.


365 Age, s.154.

326
türlü hizmetlere ayrılmış bir sosyete saymak esas prensip-
lerimizdendir; çiftçiler, küçük zanaat sahibleri, esnaf ve
işçilerle, özgür ertik sahibleri, endüstrieller, tecimerler ve
işyarlar Türk ulusal kuramının başlıca çalışma örgenleridir.
Bunların her birinin çalışması, öbürünün ve kamunun haya-
tı ve genliği için bir zorağdır.
"Partimizin bu prensiple amaçladığı gaye, klas kavgaları
yerine sosyal düzenlik ve dayanışma elde etmek, ve asığlar
arasında, birbirine karşıt olmıyacak surette, uyum kurmak-
tır. Asığlar, kapasite ve çalışma derecesine göre olur."366
"İşin Düzenlenmesi. Hiçbir ekonomik girişim, kamugasıya
olduğu kadar, ulusal ve özel bütün kınavlar arasındaki uyu-
ma da karşıt olamaz. İş verenlerle işçilerin çalışma birliğin-
de de bu uyum, esastır. İş kanunu ile işçiler ve iş verenler
arasındaki karşılıklı ilgiler düzenlenecektir.
"İşde Uzlaşma. İş anlaşmazlıkları, uzlaşma yolu ile ve buna
imkân olmazsa devletin kuracağı uzlaştırma araçlarının yar-
gıçlığı ile kotarılır.
"Grev ve lukavt yasağı. Grev ve lukavt yasak olacaktır.
"Uluscu Türk işçilerinin hayat ve hakları ile bu esaslar için-
de ilgileniriz. Çıkarılacak iş kanunlarımız, bu esaslara uygun
olacaktır."367
"65. Ulusun yüksek asığını her vakit göz önünde tutarak bü-
tün dikkatleri ile hayatlarını, hizmetlerine hasreden işyarlar
her türlü baysallık ve genliğe değer kazanırlar.368
"66. Türkiyede cins ve klas fikirlerini yayma ve klas kavgası
ergesi ile cemiyet kurulmıyacaktır. Devlet, özel yönetgeler

366 CHP, age, 1935, s.78.


367 Age, s.79.
368 Age, s.84.

327
ve şarbaylıklarla Devlete bağlı kurumlardan hizmet karşılığı
aylık ve aktı alanlar bulundukları işin sıfat ve özlüğü ile ce-
miyet kuramazlar. (...)
"68. Türk işçilerini ve esnafımızı, ulusun ana varlığı içinde, o
varlık için kuvvet ve fayda verici yolda ve Parti programının
çerçevesi içinde, örgütlemeyi iş edineceğiz.
"69. Arsıulusal ergelerle cemiyet yapılamıyacağı gibi, kökü
yurd dışında olan cemiyetler kurmak da yasak olacaktır.
Uluslar arasında beraberlik yapmakta devletin fayda görece-
ği ergelerle cemiyet kurmak veya kurulu olanların şubelerini
açmak için Bakanlar Kurulunun kararı lüzumludur."369
Tekin Alp, CHP'nin 1935 yılında toplanan 4. Kongresi'nden
sonra ve 1936 yılında 3008 sayılı İş Kanunu'nun kabul edilmesin-
den önce yayımlanan kitabında şöyle demekteydi:
"Partinin yeni programında, işçi meselesine ve işçilerle pat-
ronlar arasındaki münasebetlere taallûk eden (ilişkin, Y.N.)
her türlü hususat hakkında, yani modern demokrasileri
çok büyük güçlükler karşısında bırakan meseleye dair cez-
rî (radikal, Y.N.) bir tarzı hal bulunmuştur. (...) İşçi ve pat-
ron grevleri şiddetle yasak edilecektir. (...) Parti, takib ettiği
devletcilik rejimi itibarile memleketin ekonomik hayatının
bütün safhâlârını, herşeyden evvel camianın menfaatlerini
göz önüne getirerek, zümre ve sınıf ihtilâflarının tesirine ka-
pılmaksızın, devlet tavassutile (aracılığıyla, Y.N.) halletmek
taraftarıdır. (...) İşçi sınıfı, Partinin ve devletin elile teşkilat-
landırılacaktır. Bu nizamlanma sayesinde, işçi sınıfı... alelû-
mum milletin menfaatini sıyanet (koruma, Y.N.) noktasın-
dan zarurî olan tevazün (denklik, Y.N.) ve ahenk çerçevesi
içinde hareket etmesi lâzımgelen haklarını ve vazifelerini
tamamen müdrik (anlamış, Y.N.) bulunmaktadır."

369 Age, s.84-85.

328
"Kemalizm, zümre ve sınıf menfaatlerinin temsil edilmesini
sureti kat'iyede reddetmekte ve sınıflar arasında vücudü za-
rurî tevazün (denklik, Y.N.) ve ahengin yegâne hakemi olarak
devletin, camia menfaatlerini temsil etmesine cevaz vermekte-
dir. Kemalizm, yine ayni sebeble, tröst ve kartel teşekküllerine
kökünden muhaliftir. (...) Bunlar da, işçilerle patronları çatış-
tıran sendikalar ve mümasil teşekküller kadar tehlikelidir."370
1937 yılında İsmet İnönü başbakanlıktan ayrıldı ve onun yeri-
ne Celal Bayar atandı. IX. Cumhuriyet Hükümeti (I. Bayar Hükü-
meti) 1.11.1937-11.11.1938 döneminde görev yaptı. Bayar Hüküme-
ti'nin programında işçileri ve memurları ilgilendiren bölümler yer
aldı. Ayrıca, çiftçiye toprak dağıtımı da programda önemli bir yer
tuttu. Programın bazı bölümleri aşağıda sunulmaktadır:
"Topraksız çiftçi bırakmamak prensibi parti programımızın
34. maddesine dayanır. Her Türk çiftçisini kâfi toprak sahi-
bi etmek ve topraksız çiftçiye toprak dağıtmak için hususi
istimlâk kanunları çıkartmak bu maddenin hükmüdür. Her
Türk çiftçi ailesinin çalışarak geçinebileceği bir toprağa ma-
lik olmasını vatan için sağlam bir temel ve imar esası say-
maktayız. Memlekette her bölgenin hususi şartlarına göre
bir çiftçi ailesinin geçinebilmesi için muhtaç olduğu toprağa
malik olmasını behemahal temin etmek ve bu aile toprağının
hiçbir sebep ve suretle parçalanmasına ve elden çıkmasına
meydan vermemek lazımdır. Her bölgenin nüfus kesafetine
ve toprak verim derecesine göre büyük çiftçi ve çiftlik sahip-
lerinin işletebilecekleri arazi genişliğini sınırlandıracağız.
Buna ait bir kanun lâyihasını biran evvel hazırlayarak büyük
Meclise takdim etmek kararındayız.
"Esasen kömür madenlerimizin devamlı istihsâl imkânlarını
korumak için kömür havzamıza rasyonel istihsâl usullerinin

370 Alp, age, s.189-190, 192.

329
sokulması da bugünkü dünya tekniğinin kati icaplarından-
dır. Bunun için, iptidai bir halde kalmış olan maden teçhi-
zatımızı yenilemek ve maden işçilerimize daha mükemmel
çalışma ve yaşama şeraiti temin etmek, onlara madenciliği
sevdirmek lazım gelmektedir. İstihsâli artıracak elemanlar
arasında işçi iskanı işine büyük ehemmiyet vermek istiyoruz.
"İleri idare tekniği salahiyet ve mesuliyeti elele vermektir.
İşleri kısa bir zamanda kati bir neticeye bağlamaktır. Kırta-
siyecilik asla esas ve gaye değildir. Kırtasiyeciliğin manası
tek tatbik şekli suratle ve fakat isabetle verilmiş kararları ve
işlerden alınan maddi verimli neticelere teşviktir. Türkiye
Cumhuriyeti memurlarını istisnasız, hepsinin bu vasıflarla
ve zihniyetle vazifelerine sarılmalarını isteyeceğiz. Onların
da bizden tabii hak olarak isteyebilecekleri emin geçim emin
istikbaldir.
"Bazı hudut mahallerinde gümrük memurları mesken müş-
külâtı içindedir. Bu ihtiyaçları da tespit ederek heyeti umu-
miyesini bir inşa planına bağlayacağız. Gümrüklerimiz için
daha kifayetli elemanlar yetiştirmek, Avrupa gümrüklerinde
staj yaptırmaya devam etmek arzusundayız.
"Gümrük muamelelerinde iş sahipleri için olduğu kadar
gümrük memurları için de kolaylık, sürat ve intizam tedbir-
leri alacağız.
"Mahkûmların, iş yerlerinde çalışmalarından kendileri için
ve iş sahipleri için karşılıklı faideler hasıl olmuştur. Bunların
daha geniş mikyasta ve bilhassa maden işletmelerinde çalış-
tırılmaları mukarrerdir.
"Biz otarşist değiliz. Fakat Türkiye'de ekonomik şartları mev-
cut ve milli ekonomi bakımından yapılması kabil veya zaruri
her şeyi yapmak ve yaptırmak azmindeyiz. Fert tarafından
yapılabilecek işlerin, fertlerce yapılmasını himaye ve teşvik

330
edeceğiz. Bu maksatla sanayii teşvik siyâsetimizde devam
edeceğiz. Fakat ferdi mesai veya sermayenin bugün için yet-
mediği veya gidemediği işlerde, korunmanın gerektirdiği
hususlarda, milli emniyeti ve umumi menfâati temin etmek
ferdi mesai ve sermayenin çeşitlenip büyümesini kolaylaştır-
mak için devlet iş başına geçecektir. Bu bakımdan Kemalist
rejimin karakteri, yapıcı ve yaptırıcı olması ve bazı memle-
ketlerde olduğu gibi mevcut çeşitli sınıflar menfâati arasın-
daki mücadeleleri uzlaştırmak değil, umumi ve ferdi çalış-
maya ve menfâate hizmet gayesini gütmesidir. Temeli : Türk
milletinin umumi menfâati Türkiye'nin ekonomik kabiliyeti
ve imkânları ahenkli bir milli ekonomi manzume ve cihaz-
lanmasının Türk vatanında doğup serpilmesi milli idealdir."
Atatürk'ün ölümünden sonra Celal Bayar tarafından oluşturu-
lan ve kısa bir süre görev yapan X. Cumhuriyet Hükümeti'nin kısa
programında çalışma yaşamına ilişkin bir değerlendirme yoktu.

İşçileri Doğrudan İlgilendiren Mevzuat


3 Nisan 1930 gün ve 1580 sayılı Belediye Kanunu, belediyelerin
vazifeleri arasında, fakirlere parasız veya ucuz ilaç verilmesi, üc-
retli/ücretsiz hizmet sağlayacak muayenehane ve dispanser açıl-
ması, fakirler için yatı evleri yapılması ve idare edilmesinin yanı
sıra şunları sayıyordu: "M. 15/(70). Şefkat, tasarruf, memurin ve
müstahdemini belediye tekaüt sandıkları tesis ve idare etmek ve
şehir bankaları açmak; (...) (72) Zabıtai belediye memuru, beledi-
ye fen memuru, yapı kalfası ve yapıcı ve muhtelif meslek ustaları
gibi beldenin ve belediye idaresinin muhtaç olduğu meslekler er-
babı yetiştirmek üzere kurslar, dersler, gece ve hafta tatili günü
dershaneleri ve ikmal ve çırak, ev kadını mektepları açmak ve ida-
re etmek; (73) İşciler, san'at ve mesai erbabı ve alelûmum müstah-
demler için iş kalemleri ve idarehaneleri tesis ve idare etmek, ede-
ceklere de ruhsat vermek; (...) (76) Fabrika ve iş evlerinin, amele
ve meskenlerinin sıhhî teftişlerini yapmak."

331
24 Nisan 1930 gün ve 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu
başta çocuklar ve kadınlar olmak üzere, işçi sağlığı konusunda
önemli düzenlemeler getirdi. Bu kanunun çıkarılması için işçi sı-
nıfının bir çabası yoktu. Hükümetin amacı nüfusu artırma ve işçi-
lerin daha iyi çalışabilmeleri için sağlıklarını koruma olsa gerektir.
Kanunla "12 yaşından aşağı bütün çocukların fabrika ve imalat-
hane gibi her türlü sanat müesseseleriyle maden işlerinde amele
ve çırak olarak istihdamı" yasaklandı (M. 173). 12-16 yaş arasındaki
çocukların günlük çalışma süresi en fazla 8 saatti. Bu yaş grubun-
dakilerin gece 20.00'den sonra çalıştırılmaları yasaktı (M. 174).
Yeraltında çalışan işçilerin 24 saat içindeki çalışma süresi 8 sa-
ati aşamayacaktı (M. 175).
Kadınların doğumdan önce üç hafta ve doğumdan sonra üç
hafta süresince "fabrika, imalâthane ve umumî ve hususî mües-
seselerde çalışması ve çalıştırılması" yasaktı. Kadınların bu süre
içinde çalıştırılabilmeleri ancak "kendisi ve çocuğunun sıhhati
için bir zarar husule getirmiyeceği bir tabip tarafından tahriren
tasdik" edilmesine bağlıydı (M. 155).
Doğum yapan kadınlara, doğum sonrası izninin arkasından 6
ay süreyle günde iki kez yarım saatlik ara verilecekti (M. 177).
Sürekli olarak 50 ve daha fazla sayıda işçi çalıştıran işyerle-
rinde bir doktor bulundurulacaktı. 50-500 sayıda işçinin çalıştığı
işyerlerinde revir kurulacaktı. 500'den fazla işçinin çalıştığı işyer-
lerinde her 100 işçi için 1 yatağın bulundurulduğu bir hastane ku-
rulacaktı (M. 180).
Bu düzenlemeler, 1930'larda sayıları ve önemleri artan kamu
işletmelerinde hayata geçirildi. Özel sektörün bu koşulları yerine
getirmesini sağlayıcı düzenlemeler ve denetim eksik kaldı.
9 Haziran 1932 gün ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu'na göre,
"kollektif şirketin ve gayri mahdut mes'uliyetli şeriklerin iflasında"
birinci sıradaki alacaklılar şöyle belirlendi "M. 206/(A) İflâsın açıl-
masından bir evvelki sene için hizmetçi ücretleri; (B) İflasın açıl-
masından evvelki altı ay için yazıhanenin memur, kâtip ve müstah-

332
demlerile müessesede daimî çalışan memur ve müstahdemlerin
ücretleri; (C) İflasın açılmasından evvelki üç ay için için gündelik
veya parça üzerine çalışan fabrika işçilerile sair işçilerin ücretleri."
11 Haziran 1932 gün ve 2007 sayılı Türkiye'de Türk Vatandaşla-
rına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkında Kanun ile, birçok
işte yabancı uyrukluların çalışmaları yasaklandı.371
Bu kanun tasarısının TBMM Genel Kurulu''nda görüşülmesi
sırasında Dahiliye Vekili ve Muğla milletvekili Şükrü Kaya şunları
söyledi: "Bu kanun yani bazı sanatların ecnebilere memnu olması
kanunu, bütün müstakil milletlerin ötedenberi kendi memleket-
lerinde yapmış oldukları bir kanundur ve bunun hukuku düvelde
ismi rejim detranjdır. Yani ecnebilerin tâbi olacağı usul ve kavait.
Biz bu kanunu ta ötedenberi arzu ederdik, fakat daima memleke-
tin inkişafına ve istikbaline mâni olan kapitülasyonlar bunu akim
bir halde bıraktı. Umumî Harpte kapitülasyonların bir taraflı olarak
ilgası üzerine bazı sanatlar Türklere hasredildi. Biz bu hakkın en
büyüğünü Lozan'da kazandık. Lozan'da bazı sanatlar ve meslekleri
vatandaşlara hasrettik. Son kalan birkaç kısım vardı, onları da bu
kanunla ikmal ve itmam etmiş oluyoruz." (Tutanak, 4.6.1932, s.65)
8 Haziran 1933 gün ve 2275 sayılı Kanunla Türk Ceza Kanu-
nu'nun 201. maddesi aşağıdaki biçimde değiştirildi:
"Her kim cebr-ü şiddet veya tehdit ile veya her ne suretle
olursa olsun sanat veya ticaret serbestisini tahdit veya men
ederse bir aydan iki seneye kadar hapis ve otuz liradan yü-
zelli liraya kadar ağır para cezasına mahkûm olur.
"Her kim cebr-ü şiddet veya tehdit ile gerek ameleyi ve gerek
ticaret ve sanat sahiplerini veya müteahhitleri yevmiyeleri
azaltıp çoğaltmaya veyahut evvelce kabul edilen şartlardan
başka şartlar altında mukaveleler kabulüne icbar etmek

371 Bu konuda bkz. G. Ökçün, Yabancıların Türkiye’de Çalışma Hürriyeti, İş


Bankası Yay., Ankara, 1962.

333
maksadiyle bir işin tatiline veya nihayet bulmasına sebebi-
yet verir veya tatilin devamına âmil olursa altı aydan beş se-
neye kadar hapis ile cezalandırılır."
Bazı araştırmacılar bu yeni düzenlemeyi grev yasağı olarak
değerlendirseler bile, madde metni dikkatle okunduğunda şiddet
veya tehdit unsurlarının arandığı görülmektedir.372
27 Mayıs 1935 gün ve 2739 sayılı Ulusal Bayram ve Genel Ta-
tiller Hakkında Kanun ile ücretsiz genel tatil günleri düzenlendi.
1 Mayıs ise bahar bayramı olarak kabul edildi. Hafta tatili Cuma
gününden Pazar gününe alındı.
Tasarının TBMM Genel Kurulu''nda görüşülmesi sırasında
Antalya Milletvekili Rasih Kaplan, "Salıyı neden almamışlar da
pazarı kabul etmişler?" sorusunu yöneltti. Afyon Karahisar Millet-
vekili Berç Türker şu görüşleri ileri sürdü: "Hafta tatili meselesi ta
biblique zamanlardan kalma bir meseledir. Eski kitablar diyor ki,
Allah bu dünyayı inşa etmek için altı gün çalışmış ve yedinci günü
istirahat etmiş. Bu mesele bence dinî değil sıhhî bir meseledir.
Maalesef o vakitler din işlerini kendi menfaati şahsiyelerine göre
kurmak için çalışan ruhaniler zümresi beşeriyeti birbirinden ayır-
mak için kimi cumayı, kimi cumartesini ve kimi de pazarı mukad-
des bir gün diyerek milletler nezdinde teşebbüslerde bulunmuş-
lar ve muvaffak olmuşlar. Sonra aklı selim ashabı ve iş adamları
dünyanın hemen hemen her tarafında müttefikan pazarı istirahat
ve tatil günü olarak tesbit ve kabul etmişlerdir. Biz Cümhuriyetin
teessüsünden beri Avrupalı büyük Devletler sırasına girdik. İk-
tisadî ve ticarî ve malî işlerimize bir hız verdik. Binaenaleyh biz
de ekseriyetin kabul ettiği tatil gününü kabul etmeğe mecburuz."
(Tutanak, 27.5.1935, s.302-303)
1 Mayıs'ın bahar bayramı olarak kabulünde de ilginç bir tartış-
ma yaşandı:

372 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Y. Ersoy, Çalışma Hürriyetine Karşı Suçlar
(TCK M. 201 ve 275 Sayılı Kanunun İlgili Hükümleri), Ankara Üniversitesi SBF
Yay. No:345, Ankara, 1973, s.70.

334
"Tarık Us (Giresun): Mayısın birinci günü bir tatil günü ola-
rak kabul ediliyor. Komisyon buna bahar bayramı adını ver-
miştir. Anlamak istiyorum. Bunun esbabı mucibesi nedir,
başka bir ad bulamazlar mı idi?
"Dahiliye Vekili Şükrü Kaya (Muğla): Memleketimizde tatil
günlerimiz azdır. Çalışkan bir milletin istirahat hakkıdır. Bu
sıhhî ve içtimaî bir meseledir. Vaktile tatil günlerinde dahi
biz istirahatı bilmezdik. Onun için camianın uzun seneler-
denberi alışkın olduğu bu tatil günlerini çok görmeyelim.
"Tarık Us (Giresun): Çok görmüyorum. Bahar bayramı diyor-
sunuz.
"Dahiliye Vekili Şükrü Kaya (Muğla): Bahar bayramı niçin
diyoruz. Bunu soruyorlar. Mayıs baharın gelişidir. Memleke-
timiz çiftçidir. Bu ayda her taraf yeşillenir ve her tarafta zi-
rai faaliyet artar. Siz ister mayıs bayramı deyiniz, ister bahar
bayramı deyiniz." (Tutanak, 27.5.1935, s.304)
1932 yılındaki önemli bir gelişme, yeni bir İş Kanunu Tasarı-
sı'nın hazırlanmasıdır. Bu tasarı, geçmiştekilerden farklı olarak,
sendikalaşma ve grev haklarını tanıyordu. Ancak bu tasarı birkaç
yıl komisyonlarda oyalandıktan sonra, 1934 Haziran'ında geri çe-
kildi.373
Maden Ocaklarında Yeraltı İşlerinde Kadınların Çalıştırılma-
ması Hakkındaki Milletlerarası Mukaveleye İltihaka Dair 3229 sa-
yılı kanun 9 Haziran 1937 günü kabul edildi.
11 Haziran 1936 gün ve 3039 sayılı Çeltik Ekimi Kanunu (Resmi
Gazete, 23.6.1936) ile çeltikliklerde çalışan işçilerin yatı yerleri dü-
zenlendi; işçilerin güneş doğmadan önce çalıştırılmaları yasak-
landı; güneş batmadan bir saat önce paydos edilmesi kuralı geti-

373 Gülmez, age, s.235-253. 10 Mart 1932 tarihli İş Kanunu Layihasının tam metni
için bkz. B. Kuruç, Belgelerle Türkiye İktisat Politikası (1929-1932), c.I, Ankara
Üniversitesi SBF Yay. No:569, Ankara, 1988, s.420-424.

335
rildi; işçilere temiz içme suyu temini ve parasız kinin dağıtılması
zorunluluğu kondu. Bu düzenlemelere uymayanlara ilk defa para
cezası verilecek, ihlalin tekrarlanması durumunda çeltik ekimi
yasaklanacaktı (M. 23-27).
27 Aralık 1937 gün ve 3293 sayılı Sınai Müesseselerde Sigor-
ta Şirketlerinde Kullanılan Ecnebilere Mukabil Türk Memur ve
Müstahdemi Yetiştirilmesi Hakkında Kanun ile işyerlerine şu yü-
kümlülük getirildi: "Madde 1. Hususi veya sermayesinde Devlet
iştiraki bulunan veya Devlet sermayesiyle kurulan imtiyazlı veya
imtiyazsız bilûmum Sınaî müesseselerle Sigorta Şirketleri her
hangi bir işte istihdam edecekleri her ecnebi mütehassıs için İcra
Vekilleri Heyeti'nce aylık olarak takdir olunacak bir mütehassıs
yetiştirme ücretini tediyeye ve verecekleri bu ücretleri her altı
ayda bir peşinen Hazineye yatırmağa ve mukabilinde alacakları
makbuzların tarih ve numaralarını İktisat Vekâleti'ne bildirmeğe
mecburdurlar."
Bu şekilde toplanan paralar Sümerbank'a devredilecekti. Sü-
merbank da bu parayı, yabancı ülkelere eğitim için göndereceği
öğrencilerin giderlerini karşılamada kullanacaktı.
15 Haziran 1938 gün ve 3456 sayılı Noter Kanunu'nda noter kâ-
tipleri için ikramiye getirildi: "M. 70. Noter dairesinde iyi surette
çalışmış olan kâtiblere kendilerine isnad olunamayan hastalık
vesair sebeblerden dolayı vazifelerinden çıkarılmaları halinde,
sekiz yıldan on beş yıla kadar hizmeti olanlara son aldıkları aylık
ücretin üç misli, on beş yıldan yirmi yıla kadar hizmeti olanlara
dört misli ve yirmi yıldan yirmi beş yıla kadar hizmeti olanlara altı
misli ve yirmi beş yıl ve daha fazla hizmeti olanlara da bir senelik
ücretlerinin tutarı ikramiye olarak verilir. Bu hüküm noter kâtib-
lerinin ölümü halinde de caridir."
17 Haziran 1938 gün ve 3457 sayılı Sınaî Müesseselerde ve Ma-
den Ocaklarında Mesleki Kurslar Açılmasına Dair Kanun ise or-
talama 100'ün üstünde sayıda işçi çalıştıran işyerlerinde çırak,
kalfa ve ustaların meslekî bilgilerinin artırılması için kursların

336
açılmasını öngörüyordu. Çalışma zamanı dışında düzenlenecek
ve haftada en çok altı saat sürecek kurslara katılmak zorunluydu.
Sınaî Müesseselerde ve Maden Ocaklarında Mesleki Kurslar Açıl-
ması Hakkında Nizamname de 6 Mayıs 1939 tarihinde kabul edildi
(No.2/10193).
17 Haziran 1938 gün ve 3490 sayılı Sermayesinin Tamamı Dev-
let Tarafından Verilmek Suretile Kurulan İktisadi Teşekküllerin
Teşkilatile İdare ve Murakabeleri Hakkında Kanun memurların
işletme yönetimine katılması konusunda bir düzenleme getirdi.
Bu kanuna göre, iktisadi devlet teşekkülleri, "ellerinde bulunan
teşebbüsleri... mahdut mes'uliyetli müesseselere devretmeğe"
mecburdu. Kurulacak bu müesseseler müdür ve idare komitesi ta-
rafından yönetilecekti. "İdare komitesi, müessese müdürünün re-
isliği altında varsa muavinlerile müessesenin mensub olduğu te-
şekkülün idare meclisi tarafından müessesenin servis şefleri veya
memurları arasından seçilecek en az üç zattan terekküb eder."(M.
31) "İdare komitesinin vazifesi, müessesenin rasyonel faaliyetini
iş programına ve alâkalı teşekkül tarafından tesbit edilmiş olan
esaslara göre sevk ve idare etmektir." (M. 32)
3490 sayılı kanun, işletmenin kâr etmesi durumunda, iktisa-
di devlet teşekkülleri ve bağlı müesseselerde çalışan memur ve
müstahdemlere yılda bir aylık istihkaklarını geçmeyecek şekilde
ikramiye verilmesini de öngörüyordu (M. 42).
28 Haziran 1938 gün ve 3511 sayılı Basın Birliği Kanunu ile ba-
sın kuruluşlarının sahipleriyle ücretli çalışanlarının birlikte ör-
gütleneceği bir yapı oluşturuldu. Bu yapı 13 Haziran 1946 gün ve
4932 sayılı kanunla, tasarı üzerinde hiç tartışma yapılmadan, kal-
dırıldı (Tutanak, 13.6.1946, s.252). Ancak bu kanunun ilginç yanı,
kıdem tazminatı hakkındaki düzenlemesidir.
Bu kanunun hizmet akdinin sona erdirilmesine ilişkin madde-
si TBMM'deki görüşmeler sırasında hiç tartışma olmadan kabul
edildi (Tutanak, 28.6.1938, s.406). Madde metni şöyleydi: "M. 27.
Müddeti muayyen olmayan mukaveleler gazete veya mecmuada

337
geçen hizmet müddeti beş sene veya daha az olduğu takdirde bir
ay, hizmet müddeti daha fazla olan hallerde iki ay evvel ihbar
olunmak şartile her iki tarafça fesholunabilir. Mukavele, gazete
veya mecmua sahibi tarafından feshedildiği takdirde karşı tara-
fa ayrıca bir tazminat verilmesi lazımdır. Bu tazminatın mikdarı,
gazete veya mecmuada geçen her çalışma yılına mukabil bir aylık
ücret tutarından eksik olamaz. Ancak, hizmet müddeti ne olursa
olsun, verilecek tazminatın yekûnu bir senelik ücret tutarını geçe-
mez." (Resmi Gazete, 14.7.1938)
29 Haziran 1938 gün ve 3530 sayılı Beden Terbiyesi Kanunu ile
işçilere ve memurlara işyerinde spor yapma olanağının sağlanma-
sı zorunlu kılındı: "M. 21. Memur ve işçi sayısı beş yüzden fazla
olan müesseseler, fabrikalar, ticaret evleri ve sair kurumlar kendi
memur ve işçilerine beden terbiyesi yaptırmak için genel direktör-
lüğün teklifi ve istişare heyetinin kararı üzerine İcra Vekilleri He-
yeti tarafından verilecek karara göre jimnastik salonu, spor alanı,
yüzme havuzu ve saire gibi tesisleri yapmağa ve uzman beden ter-
biyesi öğretmeni veya antrenörü tutmağa mecburdurlar."
28 Haziran 1938 gün ve 3512 sayılı Cemiyetler Kanunu ile "aile,
cemaat, ırk, cins ve sınıf esasına veya adına dayanan" cemiyetle-
rin teşkili yasaklandı (M. 9/h). Bu madde TBMM'deki görüşmeler-
de hiç tartışma olmadan kabul edildi (Tutanak, 28.6.1938, s.414).
Bu kanunun hemen arkasından da, 29 Haziran 1938 gün ve
3531 sayılı Kanunla Türk Ceza Kanunu'nun 141. ve 142. maddeleri
antidemokratik bir biçimde ağırlaştırıldı.
Ancak Cemiyetler Kanunu'ndaki bu yasak abartılmamalıdır.
Bu kanunu ihlal etmenin yaptırımı, bir seneye kadar hafif ha-
pis veya 10 liradan 200 liraya kadar hafif para cezasıdır. Yasağa
ilişkin hükmün yürürlükte bulunduğu 1938-1946 döneminde kaç
kişinin bu hükmü ihlalden yargılandığı ayrıca araştırılmalıdır.
Ancak bu dönemde sendikal örgütlerin olmamasını yalnızca veya
ağırlıkla bu maddeye bağlamak doğru değildir. Bu kadar küçük

338
bir ceza, tabandan zorlanan bir sendikacılık hareketini engelle-
yemezdi. Ayrıca, Cemiyetler Kanunu'ndaki hüküm "sınıf" esasına
dayalı örgütlenmeleri yasaklamaktadır. "Meslek" esasına dayalı
sendikaların kurulmasının önünde hiçbir yasal engel yoktu. Bu
boşluğa karşın, bu doğrultuda güçlü bir eğilim olmadığından, bu
yasal boşluk da zorlanmamıştır.
Bu kanunun 12. maddesiyle bir başka yasak geldi: "Devlet, hu-
susî idareler ve belediyelerle Devlete bağlı kurumlardan hizmet
karşılığı maaş veya ücret alanlar bulundukları işin sıfat ve mahi-
yeti ile cemiyet kuramazlar."
Kanunun 29. maddesi de mülki amirlere geniş yetki tanıyordu:
"Zabıta, cemiyetlerin merkez ve müesseselerine mahallin en bü-
yük milkiye âmirinden verilen ve istenildiği zaman ibraza mecbur
olduğu yazılı emri hâmil olarak her zaman girmeğe salahiyetlidir."
12. ve 29. maddelerde getirilen düzenlemeler TBMM Genel Ku-
rulu'ndaki görüşmeler sırasında hiç tartışma olmadan hemen ka-
bul edildi (Tutanak, 28.6.1938, s.414-416).
Bu kanunun hangi anlayışla hazırlandığı, sınıf esasına dayalı
cemiyet kurma yasağını kaldıran 4919 sayılı kanunun TBMM Genel
Kurulu'nda 5 Haziran 1946 günü tartışılması sırasında açıklandı.
Aydın milletvekili Adnan Menderes, 5 Haziran 1946 günü yap-
tığı konuşmada, Cemiyetler Kanunu'nun 1901 tarihli Fransız Ce-
miyetler Kanunu'nun hemen hemen aynen tercümesi olduğunu
ileri sürdü. Cemiyetler Kanunu'nun, önerilen değişiklikler son-
rasında bile hem Fransız Cemiyetler Kanunu'ndan hem de 1909
yılında kabul edilen kanundan daha geri olduğunu söyledi (Tuta-
nak, 5.6.1946, s.49).
Bu iddia üzerine Erzincan Milletvekili Ş. Sökmensüer söz ala-
rak bu iddiaları yanıtladı:
"Benim kürsüye çıkmamın başlıca âmili, Sayın Adnan Men-
deres arkadaşımızın halen yaşamakta olan Cemiyetler Kanu-
nu'nun 1901 Fransız Cemiyetler Kanunu'nun bir kopyası ol-

339
duğu hakkındaki beyanatıdır. Arkadaşlar, bugün yaşamakta
olan Cemiyetler Kanununun hazırlanışında Emniyet Umum
Müdürü olarak çalışmış bir arkadaşınızım. (...)
"1932-1939 seneleri zarfında kısa bir fasıla ile Emniyet Umu-
miye Müdürlüğü ve muavinliği vazifesi yapmış bir arkadaşı-
nız sıfatiyle arz edeyim ki, o sırada memleketin millî birliğini
ve hattâ Devlet olarak birliğimizi parçalamak için bir takım
teşebbüsler ve propagandalar vardı. Arkadaşlar, bunlar ara-
sında şunu size izah edeyim: Gizli bir kuvvet gençlik arasın-
da ve millet arasında şu propagandayı yapıyordu: Halkevle-
rine giriniz. Cumhuriyet Halk Partisinin safları arasında üye
olunuz, onlardan çok Kemalist görününüz, onlardan çok de-
mokrat görününüz, onlara hâkim olunuz ve onları parçala-
yınız, emelinize kavuşuncaya kadar bu yolda devam ediniz.
"Bunun ardından 'Altı Ok Altı Kazık' adında bir eser çıktı. Bu
eser, altı umdeyi yıkmak için çok esaslı kötü telkinler ihtiva
eden bir eserdi. (...)
"İşte böyle bir zamanda ne sağ ekstremite rejiminin ve ne de
sol ekstremite rejiminin memlekette kurulmaması için bazı
kayıtlar koymak zarureti hasıl oldu. (...)
"Biz bu hürriyet rejimini takviye etmeğe çalışan bir rejim
tatbik ettiğimiz için elbette böyle gizli kuvvetlerin çalışma-
larını önlemek hakkımızdır. Onun için önledik. Amma par-
ti kurulmasına mani olmadık. Nitekim Serbest Cumhuriyet
Partisi çıktı, şu çıktı bu çıktı. Bunlara mâni olduk mu? Bu
arada hüsnüniyetle herhangi bir parti çıktı, müracaat etti de
Cumhuriyet Halk Partisinin iktidarı buna mâni mi oldu? (...)
"Cemiyetler Kanunu hazırlanırken hiçbir ecnebi mevzuatına
müracaat etmedik." (Tutanak, 5.6.1946, s.52-53)

340
3008 Sayılı İş Kanunu
3008 sayılı İş Kanunu, 1934 yılında hazırlanan tasarının ya-
salaşmış biçimidir.374 Bu kanunun çıkmasında çeşitli etmenler rol
oynadı.
Türkiye'de işçi gereksinimi artıyor, ücretli olarak çalışanların
sayısının da artırılması gerekiyordu. 1920'li yıllarda ve özellikle de
1929 bunalımı sonrasında işçilerin yaşam koşulları kötüleşmişti.
1930 yılında Serbest Fırka'nın işçilerden gördüğü destek ve özel-
likle İzmir olayları, Cumhuriyet Halk Fırkası'nın da işçi sorunları-
na eğilmesini zorunlu kılmıştı. Ayrıca, "devletçilik" uygulamasına
geçişle birlikte, kamu kesiminde çalışan işçi sayısında da hızlı bir
yükselme görülüyordu. Bu işçilerin işverenlerle bireysel ilişkileri-
nin düzenlenmesi giderek önem kazanan bir konu oluyordu.
İşçilerin gelişmelerden duyduğu hoşnutsuzluk, örgütlü ve kit-
le tabanına dayalı bir tepki biçiminde kendini ifade etmemiş olsa
da, iktidardakiler tarafından biliniyordu. Hükümet, gelişmelerin
sınıf çelişkilerinin keskinleşmesine yol açmamasını sağlamak
amacıyla, işçilere ve özellikle de bu çelişkilerin önem kazanacağı-
nı tahmin ettiği büyük işyerlerindeki işçilere belirli hakların sağ-
lanmasını da düşündü.
Dönemin İçişleri Bakanı Recep Peker, İş Kanunu ile ilgili ola-
rak şunları söylüyordu:
"Kanunun geç kalması hakiki hayata esaslı bir zarar da ver-
miş değildir. Çünkü İş Kanunu'nun ortaya koyduğu tanzimci
ruhu memlekette tatbik etmek ihtiyacı ancak bu günlerde
kendini göstermeğe başlamıştır. Devlet büyük sanayi haya-
tına yeni giriyor demektir. Bu sanayiin kurulup işlemesi dev-
rindedir ki iş verenle iş alan arasındaki ahenk ve münasebet-
lerin tanzimi kati bir ihtiyaç olarak duyuluyor. Bu bakımdan
kanun, tam zamanında hayata doğmuş olacaktır.

374 Kemal Karpat, 3008 sayılı yasanın İtalyan İş Yasası’ndan kaynaklandığını


belirtiyor: “İtalyan İş Kanununa göre hazırlanıp 1936’da geçirilmiş olan İş
Kanunu (...)” Bkz. K. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul, 1967, s.69.

341
"Yeni iş kanunu bir rejim kanunu olacaktır. (...) Bu kanunla
Türkiye'de iş hayatı yeni rejimimizin istediği ahenk ve anlaş-
ma yoluna girecektir.
"Arkadaşlar, bizim neslin derece derece acılarını tatmış oldu-
ğumuz libelar Devlet tipinin çekiştirici, çarpıştırıcı ve yurd
içinde ulus birliğini bozucu ruhunu hergün yeni bir tedbir-
le ortadan kaldırarak bunun yerine ulusal Devlet tipindeki
birlik ve beraberlik zihniyetinin tatbikatını hayatımıza aşı-
lıyoruz. (...) Liberal Devlet tipi içinde işçi sınıfı ve patron sı-
nıfı, bunun daha geniş manasile proleter ve burjuva sınıfları
iki düşman cephe halinde bir birine karşı çarpışıp dururlar.
Bunlar; millet birliği gibi büyük ve mukaddes davanın ya-
nında hiçbir kıymeti olmayan ve millet varlığını tahrib eden
zehirli telkinler mahsulü sunî bir heyecanın vecdi içinde vu-
ruşup dururlar. (...)
"İşte bu iş kanunu (...) Türkiye'de ulusal Devlet tipindeki
ahenkli ve muvazeneli bir hayatın tanzimine yarayacak bir
eser olacaktır.
"Biz bu iş kanunu ile, yurddaşların sınıflaşarak parçalara ay-
rılmasına karşı bir kale dıvarı örüyorsak buna benzer başka
kanunlarla tarifelere hâkim olmak, kredileri tanzim etmek
ve fiatların kontrolü kanunları gibi tedbirlerle de her gün
mütekamil safhalarda yürüyerek Türkiye'de müstehlik ve
müstahsıl unsurlar mücadelesinin ruhunu da ortadan kal-
dırmış bulunuyoruz. (...)
"Arkadaşlar, yeni iş kanunu sınıfcılık şuurunun doğmasına
ve yaşamasına imkân verici hava bulutlarını ortadan silip
süpürecektir. Bu kanunla milli hayatın iş alanında muvaze-
ne kurulacaktır. Yaşayan her unsurun bakasını, ilerlemesini
temin edecek, en büyük ve en esaslı unsur, muvazenedir.
(...) Evet bu iş kanunu, iş hayatımızda muvazene kuracaktır..

342
Bu kanun işçilerin hakkını millî birlik havası içinde dikkat-
le korumakla beraber yalnız bununla kalmayacak, iş veren
unsurların da hak ve vazifelerini tesbit etmiş olacaktır. Yani
biz bu eserle tek taraflı bir maksad takip edecek yolda değil
hakları ve karşılıklı durumları tanzim edilmiş bir iş hayatı ile
milliyetçi ve halkçı bir iş ve çalışma cephesi kuracak yolda
yürüyoruz. Bu nokta çok iyi anlaşılmalıdır. Her çalışan ya-
nında çalışan yurddaşın haklarını sayacak ve bununla millî
ufukta her hangi yanlış beynelmilelci telâklilerle süslenmiş
parçalar varsa bunlar açılıp aydınlanarak iş alanlarla veren-
ler millî ve kudretli bir blok halinde yeni Türkiye'nin inşası
eserinde elele, kolkola uzun hedeflere doğru koşarak mesa-
feler alacaklardır." (Tutanak, 8.6.1936, s.83-84)
Ayrıca, bu dönemde mülksüzleşmiş ücretli emeğin yetersizliği
de önemli bir sorundu. Bu dönemde sürekli işçiliği teşvik etmek
için ekonomik planda belirli hakların sağlanması kamu kesimin-
de tartışılıyordu. Uzun yıllardır gündemdeki bir konu olan İş Ka-
nunu'nun yasalaşması ile hem işçiler arasındaki huzursuzluklar
bir ölçüde önlenmeye, hem de sağlanan bazı haklar ve güvence-
lerle işgücü arzı artırılmaya çalışıldı. Savaş rüzgârlarının estiği bir
dünyada üretimin sürekliliğinin sağlanması da önemli bir amaçtı.
Türkiye 1932 yılında Milletler Cemiyeti'ne ve onun bir yan ku-
ruluşu olan Uluslararası Çalışma Örgütü'ne üye oldu. ILO Anaya-
sası, Türkiye'ye belirli yükümlülükler getiriyordu. İş Kanunu'nun
çıkmasında bu etmen de küçümsenmeyecek bir rol oynadı.375
İş Kanunu tasarısının TBMM'de görüşülmesi sırasında ilginç
değerlendirmeler yapıldı.
Eskişehir milletvekili Emin Sazak şunları söyledi: "Bizde ame-
le deyince, müstakil amele diye bir sınıf yoktur. Amelenin yüzde
doksanı çiftçidir." (Tutanak, 3.6.1936, s.29)

375 Bkz. C. Talas, İçtimai İktisat Dersleri, A.Ü.S.B.F. Yay. No:46-28, Ankara, 1955,
s.140-141.

343
Manisa milletvekili Hikmet Bayır, kanunun kapsamının tek bir
işçi çalıştıran işyerlerini bile kapsayacak biçimde genişletilmesini
önerdi. Öneri reddedildi. (Tutanak, 3.6.1936, s.30)
Antalya milletvekili Türkan Baştuğ, çocukların çalışma yaşı-
nın 12'den 14'e çıkarılmasını önerdi. Önerisi reddedildi. (Tutanak,
3.6.1936, s.45)
Afyon Karahisar milletvekili Berç K. Türker Genel Kurul'da
yaptığı konuşmada "grev ve lokavt olmamalıdır; bunun önünü al-
malıyız; çünkü biz asayiş içinde ticaretimizi, iktisadiyatımızı iler-
letmeliyiz" dedikten sonra İş Kanunu'na eklenmesini istediği şu
önergeyi verdi: "Her hangi bir ihtilaftan dolayı ve grev maksadile,
işçilerin, gizli toplantılar yapmaları ve işçileri bu yola teşvik ve
tahrik etmek yasaktır. Emniyeti umumiye memurları bu gibi top-
lantıları tarassut etmek, dağıtmak ve müşevvikleri ve elebaşıları-
nı tevkif ederek mahkemeye vermekle muvazzaftırlar."
Bu önerge gereksiz bulundu. Kanuna aykırı davranışlar karşı-
sında hükümetin bu tür işlemler yapmaya hakkı olduğu belirtildi.
(Tutanak, 3.6.1936, s.64)
• İş Kanunun Kapsamı, Uygulanması ve Yürürlüğe Girmesi
İş Kanunu, "mahiyeti itibariyle yolunda işliyebilmesi için gün-
de en az on işçi çalıştırmağı icap ettiren işyerleri"nde uygulana-
caktı. Ancak, kanunda "mahiyetleri ve ekonomik durumları itiba-
riyle 3008 sayılı İş Kanunu hükümlerinin kısmen veya tamamen,
mahal veya işkolu itibariyle kendilerine teşmili lazım gelen işçiler
ve işyerleri Bakanlar Kurulu kararıyla tesbit edilerek, Çalışma Ba-
kanlığı'nca uygulanır" hükmü de yer aldı.
1936-1946 döneminde Cumhuriyet Halk Partisi yönetimi tara-
fından İş Kanunu'nun kapsamında bir genişletme yapılmadı.
İş Kanunu, "deniz ve hava nakliyatı ile tarım işlerinde" uygu-
lanmamaktaydı. Atatürk'ün 1.11.1936 günü T.B.M.M. 'ni açarken

344
yaptığı konuşmada, deniz ve tarım işçileri için de yeni kanunların
hazırlanması gerektiğini söylemesine karşın,376 1923-1950 döne-
minde bu istek gerçekleşmedi. İş Kanunu, "bedenen veyahut be-
denen ve fikren" çalışan kişileri kapsamına almaktaydı. "Fikren"
çalışanlar kanunun kapsamı dışında bırakılmıştı.
İş Kanunu, 3 Haziran 1936 günü kabul edildi, 15 Haziran 1936
günlü Resmi Gazete'de yayımlandı ve 15 Haziran 1937 tarihinde yü-
rürlüğe girdi. Ancak İş Kanunu'nun bazı maddeleri, 1940 yılında ka-
bul edilen Milli Korunma Kanunu ile uzunca bir süre uygulanmadı.
11 Haziran 1936 günü ise 3038 sayılı kanunla (Resmi Gazete,
23.6.1936) Türk Ceza Kanunu'na ünlü 141. ve 142. maddeler eklen-
di. Ancak, bu kitabın ikinci bölümünde ele alındığı gibi, bu mad-
delerde "şiddet unsuru" aranıyordu.
• Ücretler ve Yan Ödemeler
3008 sayılı İş Kanunu, uygulandığı işyerlerinde fazla çalışma
ücretine bir zam getirdi.
Kanuna göre, günlük normal çalışma süresinin tamamlanma-
sından sonra yapılacak çalışmalarda ücretler yüzde 25 ile yüzde
50 arasında değişen bir oranda zamlı olarak ödenecekti (M. 37/3).
1939 yılında kabul edilen Fazla Saatlerde Çalışma Nizamnamesi,
bu konuya biraz daha açıklık getirdi. Nizamname hükümlerine
göre, fazla çalışma ücretinin hangi oranda zamlı ödeneceği ko-
nusunda işverenler ve işçiler belirlenen sınırlar içinde özgürce
anlaşacaklardı. Ayrıca, ulusal bayram, genel tatil ve hafta tatili
günlerinde çalışmanın ücretinin yüzde 50 zamlı ödeneceği hük-
mü de getirildi (Nizamname, M. 7). Bu tarihte hafta tatili ücretsiz
olduğundan, bu zam önemliydi.
İş Kanunu'nun 106. maddesi, yasada öngörülen işçi sigorta-
ları nedeniyle işçilerin ücretlerinde bir indirim yapılamayacağını
hükme bağlıyordu.

376 K. Öztürk, Cumhurbaşkanları’nın Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni Açış Nutukları,


1969, s.251.

345
İş Kanunu'nun 32. Maddesi, asgari ücret konusunda şu düzen-
lemeyi getiriyordu: "Çalışma Bakanlığınca lüzum görülecek yer-
lerde ve işlerde (...) ödenecek işçi ücretlerinin aşağı hadleri ma-
halli komisyonlarca tespit edilir."
Bu uygulamaya ancak 1951 yılında geçilebildi.
• Çalışma Süresi
3008 sayılı İş Kanunu, haftalık çalışma süresini 48 saat olarak
belirledi (M. 35). Kanunun 37. maddesi ise, fazla çalışmayı düzen-
liyordu. Kanuna göre, fazla çalışma günde en çok üç saat olabile-
cekti. Fazla çalışma yapılan günlerin toplamı yılda 90'ı geçeme-
yecekti. Fazla çalışma için işçinin onayının alınması gerekiyordu.
Ancak bu konuda işçiden genel bir onay alınmasına izin veriliyor-
du. 1939 yılında çıkarılan Fazla Saatlerde Çalışma Nizamnamesi
ile bu konu daha ayrıntılı olarak düzenlendi.
• İş Güvencesi
3008 sayılı İş Kanunu'na göre işyerinde deneme süresi bir aydı.
Kanunun 13. maddesine göre, süresi belirsiz hizmet akdiyle ça-
lışan işçiler bir nedene bağlı olmaksızın işten çıkarılacaklarında
ihbar öneline hak kazanıyorlardı. Bu süre bedenen çalışanlar için
şöyleydi: İşyeri kıdeminin altı aya kadar olduğu durumlarda bir
hafta, kıdemin 6 aydan 18 aya kadar olduğu durumlarda 2 hafta,
kıdemin 18 aydan 3 yıla kadar olduğu durumlarda 3 hafta, kıde-
min 3 yıldan 5 yıla kadar olduğu durumlarda 4 hafta. İşçinin kıde-
minin 5 yıldan fazla olması durumunda, 5 yıldan fazla her yıl için
ayrıca 15 günlük ücreti tutarında bir tazminat ödeniyordu. Bu taz-
minat kıdem tazminatının ilk biçimini oluşturdu. İhbar önelleri,
bedenen ve fikren çalışanlar için, yalnızca bedenen çalışanların
iki katıydı.
3008 sayılı kanun, iş ve işçi bulma hizmetinin devletçe üstle-
nilmesini gerekli görüyorsa da (M. 63, 64), İş ve İşçi Bulma Kuru-
luş ve Görevleri Hakkında Kanun (No: 4837) ancak 21 Ocak 1946
günü kabul edildi (Resmi Gazete, 25.1.1946).

346
• İşçi Temsilciliği (Mümessilliği)
3008 sayılı İş Kanunu'nun genellikle gözden kaçırılan önemli
bir katkısı, sendikal örgütlülüğün olmadığı bir dönemde işyerle-
rinde seçimle belirlenen "mümessil işçi"lik kurumunu getirmesi-
dir. Bu kurum özellikle kamu işyerlerinde işletildi ve 1946 yılın-
dan itibaren sendikal örgütlenmenin oluşmasına mümessil işçi-
likte deneyim kazanmış işçiler küçümsenmeyecek bir rol oynadı.
Kanunun 78. maddesi şöyleydi: "Bir iş yerinde çalışmakta olan
işçiler arasından, elli kişiye kadar iki, elliden iki yüz işçiye kadar
üç, iki yüzden bine kadar dört ve binden yukarı sayıda işçiler için
beş 'mümessil işçi' seçilir. Bu mümessiller, iş verenle işçiler ara-
sında çıkacak 'tek başlı' yahud 'toplulukla' iş ihtilâflarını kotar-
mak için iş verenle veya vekili ile konuşup anlaşmak ve meseleyi
uzlaştırmaya çalışmak ödevini yaparlar iş veren, işçilere vaki ola-
rak tekliflerini bu mümessillerle müzakere eder. Arada ihtilâf çık-
maması çarelerini iş verenle 'mümessiller' beraberce araştırırlar."
"'Mümessil' seçilmiş olan işçilerin her biri, iş arkadaşlarının hak
ve menfaatlarını doğrulukla korumak borcundadır."
Mümessil işçilerin seçilme koşulları ve güvenceleri İcra Vekil-
leri Heyeti'nin 11 Mart 1939 gün ve 2/10565 sayılı kararnamesiyle
kabul edilen İş İhtilafları Uzlaştırma ve Tahkim Nizamnamesi ile
belirlendi. Bu nizamnameye göre, her iki senede bir, Mart başın-
dan Mayıs sonuna kadarki devrede mümessil işçi seçimleri yapı-
lacaktı. İşveren, başvuran işçiler arasından, eğitim durumu, işye-
ri kıdemi ve yaş unsurlarını dikkate alarak bir ön eleme yapacak
ve işçi sayısı 50'ye kadar olan işyerlerinde dört, 51-500 işçi çalışan
işyerlerinde altı ve 500'den fazla sayıda işçi çalışan işyerlerinde
de on aday belirleyecekti. İşyerinde çalışan işçilerin beşte birinin
itirazı üzerine, listedeki işçinin adaylığı düşürülecekti. İşveren,
mümessil işçilere, görevlerinin yerine getirilmesi için gereksinim
doğması durumunda işyeri içinde bir yer göstermekle ve gerekli
personel, haberleşme ve kırtasiye yardımını yapmakla yükümlüy-
dü. İşveren, mümessil işçilerden birini işten çıkarmak isterse, İş

347
Dairesi'nin ilgili birimine önceden durumu sebepleriyle bildirmek
zorundaydı.
• İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği
Kanunlarla getirilen haklar ile uygulama arasındaki farkın en
büyük olduğu alan, işçi sağlığı ve iş güvenliğidir. Ücretler, çalışma
süreleri, sosyal güvenlik ve iş güvencesine ilişkin konular işçiler
arasında genellikle yaygın olarak bilinir ve işverenin bunlara uy-
maması işyerinde önemli sorunlar yaratır. Ancak işçi sağlığı ve iş
güvenliği konusunda bu duyarlılık genellikle yoktur.
3008 sayılı İş Kanunu'nun 36. maddesi, sağlık kuralları açısın-
dan günde ancak sekiz saat veya daha az çalışılmış olması gere-
ken işlerin 1937 yılı sonuna kadar çıkarılacak bir nizamnamede
belirleneceğini belirtiyordu. Günde Ancak Sekiz Saat veya Daha
Az Çalışılması İcabeden İşler Hakkında Nizamname, 6.11.1940 ta-
rihinde kabul edildi ve 12.2.1941 tarihinde yürürlüğe girdi.
• Sosyal Güvenlik
3008 sayılı İş Kanunu'nun 25. maddesi, kadın işçilerin doğum-
dan üç hafta evvel ve doğumdan üç hafta sonraki dönem içinde
çalışmalarını yasaklıyordu. bu süre, zorunluluk durumunda, do-
ğumdan önce ve sonra altışar haftaya çıkarılabiliyordu. İşveren
bu süre içinde kadın işçinin ücretinin yarısını ödemekle yükümlü
tutuluyordu.
Kanuna göre, "iş hayatında iş kazalariyle mesleki hastalıklar,
analık, ihtiyarlık, işten kalma, hastalık ve ölüm hallerine karşı
yapılacak sosyal yardımlar, Devlet tarafından tanzim ve idare"
edilecekti." (M. 100) Bu görevin yerine getirilmesi amacıyla, 3008
sayılı kanunun yürürlüğe girdiği tarih olan 16.6.1937 tarihinden
bir yıl sonra "Devlet müessesesi olmak üzere, bir İşçi Sigorta İda-
resi" kurulacaktı.
İş Kanunu'nun 101. maddesine göre, işçiler işyerlerine alın-
malarıyla birlikte kendiliklerinden sigortalı oluyorlardı. Sigortalı
olma hak ve yükümlülüğünden kurtulmak olanaklı değildi. 107.

348
maddeye göre, İşçi Sigorta İdaresi öncelikle iş kazasiyle meslek
hastalıkları ve analık sigortalarını gerçekleştirecekti.
İşçi Sigortaları Kurumu Kanunu, ancak 9.7.1945 tarihinde ka-
bul edildi ve 1.1.1946 tarihinde yürürlüğe girdi.

Sendikalaşma, Toplu Pazarlık ve Grev Hakları


3008 sayılı İş Kanunu'nda sendikalaşma hakkına ilişkin bir
düzenleme yoktu. Bu koşullarda, Tatil-i Eşgal Kanunu'nun sen-
dikalaşmaya ve 1938 yılına kadar da 1909 Cemiyetler Kanunu'nun
dernek kurmaya ilişkin hükümleri geçerliydi. Diğer bir deyişle,
"hükümetten ruhsat veya ayrıcalık alarak demiryol, tramvay ve
liman işleriyle aydınlatma işleri gibi kamuya yönelik bir hizmetle
yükümlü bulunan her çeşit şirket"te çalışanlar için sendikalaşma
yasağı vardı; bu sayılanlar dışındaki tüm işyerlerinde çalışan iş-
çilerin sendikalaşma hakkı mevcuttu. Sendikalaşma kısıtlaması
olan işyerlerinin işçilerinin dernek kurarak haklarını koruma ve
geliştirmelerinin önünde bir engel de bulunmuyordu.
Toplu pazarlık hakkı 3008 sayılı İş Kanunu'nda ayrıntılı bir
biçimde düzenlendi. Bu düzenleme, Tatil-i Eşgal Kanunundaki
düzenlemenin daha ayrıntılı ve kapsamlı bir hale getirilmesiydi.
Ancak Tatil-i Eşgal Kanununda görüşmeler sonucunda anlaşma
sağlanamazsa grev hakkı doğarken, İş Kanunu'nda mecburi tah-
kim (hakem kararının bağlayıcı olduğu biçimde hakeme gitme zo-
runluluğu) söz konusuydu. Bu dönemde Borçlar Kanununun 316.
ve 317. maddeleri de "umumi mukavele" adı altında anlaşmaların
bağıtlanmasına olanak tanıyordu.
İş Kanunu'nun 78. maddesine göre, işyerinde çalışan işçile-
rin en az beşte biri (10 kişiden az olmamak üzere) yürürlükteki
iş koşullarının hepsini veya birini veya birkaçını veya bunların
uygulanma biçimlerini değiştirmek için işverenle "toplulukla iş
ihtilâfı" çıkarabiliyordu. Toplulukla iş ihtilâfı çıkarılabilmesi için
işyerinde çalışan işçilerin beşte biri yeterliydi; günümüzde oldu-
ğu gibi, işçilerin toplam sayısının yarıdan bir fazlasının sendika

349
aracılığıyla bu girişimde bulunması beklenmiyordu. İşçilerin bu
girişimde bulunabilmesi için önceden işten atılmayı göze alarak
sendikaya üye olmaları da gerekmiyordu. Ayrıca işçilerin beşte bi-
rinin bu girişimde bulunması öncesinde Çalışma Bakanlığı'ndan
yetki alınması gibi bir zorunluluk da yoktu. 1936 yılındaki bu dü-
zenleme, günümüzde Türkiye'nin onaylayıp uygulamadığı 98 sa-
yılı ILO Sözleşmesi'ne uygundu.
Bu süreçte işçileri görüşmelerde mümessil işçiler temsil edi-
yordu.
Mümessil işçilerle işveren ve temsilcileri görüşüp ve bir uzlaş-
ma sağlanırsa, bu anlaşma metni taraflarca imzalandıktan sonra,
işçilerin görebileceği bir yere asılarak ilan ediliyordu. Kararın ilan
tarihinden sonraki iki işgünü içinde, işyerindeki işçilerin en az
beşte birinin itiraz etmemesi durumunda, karar kesinlik kazanı-
yordu. İşyerinde çalışan işçilerin en az beşte birinin bu anlaşmaya
karşı çıkması durumunda, anlaşma geçersiz sayılıyordu.
Aşağıda, bu bölümün sonunda ele alınacak örneklerden, İs-
tanbul'da Kartal'da kurulu Anadolu Çimentoları T.A.Ş. fabrika-
sı'nda çalışan 120 işçi, mümessil işçilerle işveren arasında ücret-
lere yapılması kararlaştırılan yüzde 8 oranındaki zammı kabul
etmiyerek, saat başına sekizer kuruş zam talebiyle toplulukla iş
uyuşmazlığı çıkardılar.
Bu düzenleme, 1963 yılında kabul edilen 275, 1983 yılında ka-
bul edilen 2822 ve 2012 yılında kabul edilen 6356 sayılı kanun-
larla getirilen düzenlemeden çok daha demokratiktir. 275, 2822
ve 6356 sayılı kanunlara göre, sendika yetkilileri işçiler adına bir
toplu iş sözleşmesi bağıtlarlar ve tarafların imzalamasıyla bu söz-
leşme yürürlüğe girer; bağıtlanan toplu iş sözleşmesi, yürürlüğe
girmeden önce o toplu sözleşmenin kapsamındaki işçilerin onayı-
na sunulmaz. Sendika yetkililerinin kabul ettiği koşullar, sendika
üyeleri için peşinen bağlayıcıdır.
Halbuki 1936 yılında 3008 sayılı İş Kanunu ile getirilen düzen-
lemede, işçilerin seçtikleri mümessil işçiler işverenle görüşüp bir

350
uzlaşmaya vardıklarında, uzlaşılan metin işçilere sunulmakta ve
ancak onların beşte birinin itiraz etmemesi durumunda geçerlilik
kazanmaktadır.
3008 sayılı İş Kanunu ve ilgili 11 Mart 1939 gün ve 2/10565 sa-
yılı Bakanlar Kurulu kararnamesiyle kabul edilen İş İhtilaflarını
Uzlaştırma ve Tahkim Nizamnamesine göre, mümessil işçilerle
işverenin uzlaşamaması veya mümessil işçilerle işverenin uzlaş-
tığı metne işyerindeki işçilerin en az beşte birinin karşı çıkması
üzerine devreye İş Dairesi'nin görevlendireceği bir memur giriyor-
du. Bu kez görüşmelere mümessil işçiler ve işveren yetkililerine
ek olarak, itiraz eden işçilerin seçtikleri bir işçi de katılıyordu. Bu
kurul uzlaşırsa, anlaşma sağlanmış oluyordu. Eğer görüşmelerde
ittifakla bir sonuca ulaşılamazsa, uyuşmazlık vilayetlerdeki İş İh-
tilafları Hakem Kurulu'na iletiliyordu.
İş İhtilafları Hakem Kurulu, valinin veya muavininin başkanlı-
ğında, söz konusu ilde İş Kanunu'nun uygulanmasından sorumlu
en büyük memur, Hukuk İşleri Müdürü ve bu üç resmi görevlinin
birlikte seçecekleri iki üyeden oluşuyordu.
Hakem kurulu, yaptığı duruşmada, işverenin temsilcilerini,
mümessil işçileri ve gerekli gördüğü diğer kişileri dinliyordu. İş-
yerindeki görüşmelerde varılan anlaşmaya işçilerin itirazı nede-
niyle süren bir uyuşmazlık söz konusuysa, itiraz eden işçilerin bir
temsilcisi de duruşmaya katılıyordu. İş İhtilafları Hakem Kurulu,
çoğunlukla karar veriyordu. Karara itiraz olmazsa, karar kesinlik
kazanıyor ve üzerinden yirmialtı iş haftası geçmeden aynı konu
ile ilgili yeni bir toplulukla iş uyuşmazlığı çıkarılamıyordu.
Hakem Kurulu'nun kararına taraflardan biri itiraz ederse,
konu İş İhtilafları Yüksek Hakem Kurulu'na gidiyordu.
İş İhtilafları Yüksek Hakem Kurulu, Başbakan tarafından be-
lirlenecek Devlet Şûrası İkinci Reislerinden birinin başkanlığı
altında, fakülte veya yüksek okul profesörleri arasından İktisat
Vekilinin seçeceği bir kişi, İş Kanunu'nun uygulanmasından so-

351
rumlu dairenin en büyük amiri, İktisat Vekaletinde ilgili daire-
nin en büyük amiri, Adliye Vekaleti Hukuk İşleri Umum Müdürü,
İktisat Vekaleti Hukuk Müşaviri ve Dahiliye Vekaleti Hukuk Mü-
şavirinden oluşuyordu. Yüksek Hakem Kurulu, dosya üzerinden
incelemenin yanı sıra, ilgili tarafları veya gerekli gördüğü kişileri
dinleyebiliyordu.
Yüksek Hakem Kurulu'nun kararları kesindi.
İşyerinde çeşitli düzeylerde bir karar çıkarıldıktan sonra, 26
hafta geçmeden, "aynı gaye ve şekilde yeni bir toplulukla iş ih-
tilâfı ortaya" konamıyordu. Türkiye'de bağıtlanan toplu iş sözleş-
melerinin genellikle iki yıl (104 hafta) olduğu dikkate alınırsa, 26
haftalık süre son derece önemlidir. 275, 2822 ve 6356 sayılı kanun-
lara göre, toplu iş sözleşmesi süresi sona ermeden yeni hak ta-
lepleriyle toplu pazarlık süreci başlatılamaz. Halbuki 1936 yılında
kabul edilen 3008 sayılı İş Kanununda bu süre bunun dörtte biri-
dir, 26 haftadır.
3008 sayılı İş Kanunu'nda getirilen düzenleme, herhangi bir
kamu kurumundan yetki alınmasını da gerektirmediğinden son
derece kolay uygulanabilmekteydi. Bu konudaki nizamnamenin
1939 yılında kabul edilmesinden itibaren yüzlerce işyerinde top-
lulukla iş uyuşmazlıkları çıkarıldı ve (adı konmasa bile fiilen top-
lu iş sözleşmesi olan) anlaşmalar imzalandı.
3008 sayılı İş Kanunu'nun olumsuz boyutu, görüşmeler sonu-
cunda anlaşmaya varılamaması durumunda grev yasağının bu-
lunmasıydı.
Osmanlı İmparatorluğu'nda grev hakkına ilişkin bilinen ilk
düzenleme, 1845 Polis Nizamnamesi'nde yer almaktadır. 18 Nisan
1845 tarihli Polis Nizamnamesi'nde polisin görevleri arasında şu
da sayılmaktadır: "İşini bırakarak greve gitmeyi amaçlayan işçile-
rin dernek ve toplulukları ile buna benzer kamu düzenini bozucu
her türlü fitne ve fesat derneklerini ortadan kaldırmak ve yok et-

352
mek, böylelikle de ihtilalin önünü almak için sürekli olarak uğ-
raşmak ve çaba harcamak."(M. 12)377
1867 yılında kabul edilen Demiryolları Nizamnamesi'ne ise
grev yasağı olarak anlaşılabilecek hükümler getirildi.
1909 yılında kabul edilen ve grev hakkını çok geniş bir biçimde
düzenleyerek lokavtı bir işveren yetkisi olarak tanımayan Tatil-i
Eşgal Kanunu'nun hükümleri ise, 1936 yılında 3008 sayılı İş Ka-
nunu'na kadar yürürlükte kaldı.
1936 yılında İş Kanunu kapsamındaki işyerleri için grev yasağı
geldi; bu yasak kanunun yayımlanmasından bir yıl sonra, 15 Ha-
ziran 1937 tarihinde yürürlüğe girdi. İş Kanunu kapsamı dışındaki
işyerleri için yine bir yasak söz konusu değildi.
1936 yılında kabul edilen 3008 sayılı İş Kanunu'nun 72. mad-
desi grevi yasaklıyordu. Bir sonraki madde ise, grevin tanımını
şöyle yapıyordu:
"Elli kişiden az işçi bulunan işyerlerinde on işçinin ve elliden
itibaren beşyüz kişiden az işçi çalışan işyerlerinde umum
işçi sayısının beşte biri kadar sayıda işçilerin ve beşyüz kişi
ile daha yukarı sayılarda işçi çalıştırılan işyerlerinde ise, en
az yüz işçinin, gerek iş mukaveleleriyle önceden taayyün et-
miş olan ve gerek işin mahiyetine ve çalışma teamüllerine
veya kanuni ve nizami hükümlerine müsteniden mer'i bu-
lunan umumi veya hususi iş şartlarının hepsi yahut bir veya
birkaçı yerine, kendi menfaatlerine daha uygun gördükleri
başka iş şartlarını işverene kabul ettirmek veyahut muayyen

377 Gülmez, age, s.360. Mesut Gülmez, bu metnin Temmuz Monarşisi döneminde
uygulanan bir Fransız yasasının çevirisi olduğunu belirtmekte, bu maddenin
varlığından hareketle bu dönem öncesinde henüz saptanamamış bazı eylemler
olduğunu ileri sürenlere karşı çıkmaktadır. Bkz. Age, s.361 ve ayrıca Gülmez,
Meclislerde İşçi Sorunu ve Sendikal Haklar (1909-1961), Öteki Yay., Ankara,
1995, s.306-309. Ben de Mesut Gülmez’in değerlendirmelerine katılıyorum.
1845 yılında Prusya’da kabul edilen bir düzenleme de işçi örgütlerinin
oluşturulmasını ve grev yapılmasını yasaklamaktadır (DGB, The German Trade
Union Movement, s.11).

353
ve mer'i iş şartlarına karşı itirazları bulunmaksızın ancak
bunların tatbikatine ait usuller ve tarzların değiştirilmesini
temin eylemek kasdiyle, aralarında kararlaştırarak, hep bir-
likte veya birdenbire iş bırakmaları 'Grev'dir.
"Birinci fıkrada yazılı nisabları doldurmamakla beraber,
aynı maksatlardan biri için, herhangi bir işyerinde, en az üç
işçinin dahi aralarında kararlaştırarak, hep birlikte ve bir-
denbire iş bırakmaları yüzünden o işyerindeki faaliyet tama-
men veya işin mahiyetine göre ehemmiyetli derecede kısmen
atalete uğrarsa, bu hale sebep olan işçilerin işbu hareketleri
de 'Grev' sayılır.
"Çalıştıkları işyerlerindeki iş şartlarına itirazları olmayıp
da mahza başka bir işyerinde çıkan toplulukla iş ihtilafının
oradaki işçiler lehine kotarılmasını sağlamak maksadiyle,
yukarıda yazılı nisablarda işçilerin, aralarında kararlaştı-
rarak, hep birlikte ve birdenbire işi bırakmaları dahi 'Grev'
hükmünde tutulur." (M. 73)
3008 sayılı kanun, her türlü grevi yasaklarken, grev yapanlar
için de yaptırımlar getiriyordu.
3008 sayılı kanuna göre, grev yapan işçilerin herbiri on lira-
dan yüz liraya kadar hafif para cezasına çarptırılacaktı (M. 127-1).
Grev yapan işçiler, kamu hizmeti gören kuruluşlarda çalışmak-
ta iseler, para cezasına ek olarak bir aydan altı aya kadar hafif
hapis cezası ile cezalandırılacaklardı (M. 127-2).
Eğer yapılan grev, devlet, il veya belediye yönetim veya karar-
ları üzerinde bir etki ve baskı yapmak amacına dönükse, greve ka-
tılanlar iki aydan iki seneye kadar hapis cezasına çarptırılacaklar-
dı. Ayrıca, bir aydan bir seneye kadar bir süre de kamu kuruluşları
ile kamu hizmeti veren kuruluşlarda çalışmaktan alıkonacaklardı
(M. 127-3).
Grev yapan işçiler, işyerine, işverene, işveren vekiline veya iş-
çilerin yönetimiyle ilgili diğer kişilere ait mallara zarar verirlerse,

354
bu olaylara katılan her işçi 50 liradan 200 liraya kadar para ce-
zasına, iki aydan bir yıla kadar da hapis cezasına çarptırılacaktı.
Kamu hizmeti gören kuruluşlarda çalışırken bu zararları yapan
işçilerin cezası 100 liradan 300 liraya kadar para, altı aydan üç
seneye kadar da hapisti. Zarara uğrayan kuruluşun devlete ait ol-
ması durumunda, bu cezalar yüzde 50 oranında daha artırılacaktı
(M. 128).
3008 sayılı kanun, grev yapan işçilere önderlik edenlere ise
daha yüksek cezalar öngörüyordu. Grev yapan işçiler on liradan
yüz liraya kadar bir para cezası öderken, bunlara önderlik edenler
bu para cezasını üçtebir fazlasıyla ödedikleri gibi, ayrıca bir ay-
dan üç aya kadar hapis cezasına çarptırılıyorlardı (M. 129).
Kamu hizmeti gören işyerlerinde veya yönetimi etkilemek için
yapılan grevlerde ise, yöneticilere verilen hapis cezası diğerlerin-
den üçte bir oranında fazlaydı.

Kamu Kesiminde 1923-1946 Döneminde İşçi Hakları


Türkiye işçi sınıfı ve sendikacılık hareketi tarihine ilişkin çalış-
malarda özellikle 1960 öncesinde büyük boşluklar vardır. Bu dö-
neme ilişkin araştırmalarda, işçilerin yaşama ve çalışma koşulları
konusunda genellikle 1936 yılında kabul edilip 1937 yılında yü-
rürlüğe giren 3008 sayılı İş Kanunu'nun hükümleri ve bu kanunla
getirilen sınırlı hakların 1940 yılından itibaren Milli Korunma Ka-
nunu ile kısıtlanması esas alınmaktadır.
1963 öncesinde 3008 sayılı kanun hükümleri uyarınca çıka-
rılan toplulukla, iş ihtilafları ayrıntılı bir biçimde hiç incelen-
memiştir. Bu nedenle de, birçok kişi, Türkiye'de ilk toplu iş söz-
leşmelerinin 1963 yılında 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve
Lokavt Kanunu'nun kabulü sonrasında bağıtlandığını bile ileri
sürmüştür. Borçlar Kanunu'na dayanılarak yapılan sözleşmeler
genellikle bilinmemektedir.
İşçi sınıfı tarihine ilişkin çalışmaların çoğunda, kamu kuruluş-
larında memur ve müstahdem statüsünde istihdam edilenler, işçi

355
sınıfının dışında değerlendirilmiştir. İşçi sınıfı tarihlerinin çoğu,
"memur"ları ve hatta "müstahdem"leri bile dışlayan, dar bir "işçi"
yorumu ve tanımına göre yazılmıştır.
Kamu kuruluşlarında işçi statüsünde istihdam edilenlerin yü-
kümlülüklerini, sorumluluklarını ve hak ve çıkarlarını düzenle-
yen özel kanunlar, nizamnameler ve talimatnameler ise hemen
hemen hiç ele alınmamıştır.
3008 sayılı İş Kanunu, 8.6.1936 tarihinde kabul edildi, 15.6.1936
tarihinde yayımlandı ve yayımından bir yıl sonra yürürlüğe gir-
di. İş Kanunu'nun 29. maddesine göre, "işveren, iş şartlarını ve
işçilerin tabi tutulacakları inzibat, sağlık koruma ve iş emniyeti
icaplarını gösterir bir dahili talimatname yapmağa mecburdur. Bu
talimatnamelerde bulunması lazım gelen hususlar, işbu kanunun
mer'iyete girdiği tarihten itibaren üç ay içinde İktisat Vekaletince
tesbit ve ilan olunur. Dahili talimatnameler her işin bulunduğu vi-
layette İktisat Vekaletince işbu kanunun tatbikına memur edilen
makam tarafından tasdik olunmakla mer'iyet kesbeder." Bu mad-
dede talimatnamelerin işyerinin işçiler tarafından görülebilecek
yerlerine asılması ve isteyen işçilere birer suretinin verilmesi de
öngörülüyordu. Bu madde, 25 Ocak 1950 gün ve 5518 sayılı kanun-
la değiştirildi.
İktisat Vekaleti İş Dairesi Reisliği, iç yönetmeliklerin ihtiva
edeceği hususlar hakkında 15.9.1937 tarihinde bir resmi tebliğ ya-
yımladı.378 İş Dairesi Reisliği, iç yönetmeliklerle ilgili olarak 1947
yılına kadar sekiz adet tebliğ ve genelge çıkardı.379
Bu özel düzenlemeler, 1930'lu yıllarda kamu ücretli çalışanla-
rına (memur, müstahdem, işçi) günün koşullarında önemli ayrı-
calıklar sağlarken, 1960'lı yıllarda kamu kuruluşlarındaki ilk dö-
nem toplu iş sözleşmelerinin iskeletini de oluşturmuştur.
Doğal olarak, bu yazılı metinlerin ötesinde, yaşama ve çalış-
ma koşullarına ilişkin birinci el anlatımlarla tablo daha net bir

378 Resmi Gazete, 15.9.1937, No:3709.


379 Bkz. Çalışma Mevzuatı, c.II, Çalışma Bakanlığı, 1949, s.649-655.

356
biçimde ortaya çıkacaktır. Ayrıca, 1946 sonrasında sendikaların
görüşmeler yoluyla elde ettikleri bazı kazanımlar da vardır.
Bu döneme ilişkin yorumlarda, Türkiye'de mülksüzleşme
düzeyinin geriliği ve nitelikli işgücü yetersizliği de gözönünde
bulundurulmalıdır. Bu olgunun diğer bir boyutu da tam olarak
mülksüzleşmemiş işçilerin davranışlarının anlaşılmasında ücret
dışı gelirlerin de dikkate alınmasının gereğidir. Ücret dışı gelirler
dikkate alınmadan yalnızca işyerinden alınan ücretlerdeki deği-
şiklikleri inceleyen çalışmalar gerçekliği kavrayamaz.
Ücretlilerin çalışma ve yaşama koşulları, özellikle diğer top-
lumsal sınıf ve tabakalarla karşılaştırmalı olarak, bu ayrıntıda ele
alınmayınca, Türkiye işçi sınıfının davranışları konusunda yanlış
değerlendirmeler yapılmaktadır.
Bu yazıda, bu eksiklikler, bazı kamu işletmelerindeki uygula-
malardan örneklerle ve dönemin en çok işçi çalıştıran işletmele-
rinden olan TCDD ve TEKEL özelinde bir parça da olsa giderilme-
ye çalışılacaktır. Ayrıca, Yüksek Hakem Kurulu'nun toplulukla iş
ihtilafları konusundaki bazı kararlarından da yararlanılacaktır.
• Bazı Kamu İşletmelerinde İşçilerin Çalışma ve
Yaşama Koşulları
1940'lı yıllarda Eskişehir'de Devlet Demiryolları ve Şeker Fab-
rikaları işçilerinin durumu şöyle anlatılıyordu:
"Devlet Demiryolları işçi monoğrafilerinden netice: 4000 kü-
sürü bulan işçiler umumiyetle şehrin yerlileridir. Köylerden ve ha-
riçten gelen pek azdır. Eski işçilerde ilk mektep tahsili bile nadir-
dir. Otuz yaşından genç olanların yüzde 75'i Sanat Okulunu bitir-
miştir. Hariçten geliri olana yaptığım tetkiklerde pek az rastladım.
Hemen hepsi fabrikadan aldıkları para ile geçiniyorlar. Aynı za-
manda başka fabrikalarda çalışan yoktur. Çünki fabrika idaresin-
ce bu yasak edilmiştir. Bir kısmı boş vakitlerinde dışarda öteberi
satmak veya tarlalarda çalışmak suretiyle kazanç temin ederler.

357
"Fabrika idaresinin hergün verdiği yarım ekmek ve bir kap
yemek işçilere büyük yardım sağlamaktadır.
"Yol atelyesinde ayrıca bekar işçiler için yüzelli kişilik bir
lojman vardır.
"Ustabaşılardan bir kısmı Sanat Okulunu bitirdikten sonra
dış memleketlerde ihtisas yapmıştır. Bunların yaşayış tarzı
tabii olarak diğerlerinden ayrılmaktadır. (...)
"Şeker Fabrikası: Bu fabrika işçilerinin ekserisi mevsimlik-
tir. Yekünü bindörtyüz küsürü bulan işçinin ikiyüzellisi dai-
midir. Diğerleri kampanya işçisidir. Burada gayri mütecanis
bir işçi topluluğu görülür. Kadın ve çocuklar hemen hemen
yarı yekunu tutarlar. Birkaç usta müstesna kalifiye işçiye
rastlanmaz. Çoğunluğu göçmenlerin teşkil ettiği bu işçi top-
luluğunun kendine mahsus hususiyetleri vardır. Şeker ma-
niplasyonu kısmında kadınlar ve erkekler ayrı ayrı çalışırlar.
(...) Kendilerine günde bir öğün yemek ve dörtyüzelli gram
ekmek verilir."380
Sümerbank Kayseri Bez Fabrikası'nın 10. kuruluş yıldönümü
vesilesiyle yayımlanan bir yazıda, 1940'lı yılların ortalarındaki
durum şöyle anlatılıyordu:
"Gerçekten işçi ve memur, bütün çalışanların sağlık ihtiyaç-
larının karşılanması için kurulmuş bulunan hastahane, kreş
ve bakım odaları ve buralarda kullanılan çeşitli malzeme ve
araçlar ileri bir tekniği temsil etmekte idi. İşçilerin ihtiyaçla-
rının işletme tarafından parasız olarak tatmin edilmesi için
tertiplenen teşkilat ve tesisler temiz, bakımlı ve memnun
edici bir yeterlikte idi. Diğer taraftan işçilerin okuma yazma
öğrenmelerinden başlayıp bilgili işçi olarak yetişmelerini

380 A. Güngörür, “Eskişehir’de Sosyal Monografi Çalışmaları,” Çalışma Bakanlığı


Çalışma Dergisi, No:21, Ağustos 1947, s.69-70.

358
mümkün kılan işçi kursları ve çırak okulu bu alanda yapı-
lanların güzel bir örneğini teşkil ediyordu.
"Bu faaliyetlerin yanında çocuk, kadın işçilerin korunması
için alınan tedbirler, memur ve işçi çocuklarının sağlam ve
bilgili yetişmesine yarayacak mektepler, besleme sistemleri,
bakım evleri ayrı ayrı üzerinde durulacak ictimai önemi olan
işlerdi. Bunların yanında Adalet Bakanlığı ile yapılan bir an-
laşma ile iş esasına göre kurulmuş olan kadın mahkûmların
fabrikada çalıştırılmasına dayanan cezaevi gerek ceza siste-
mimiz gerek iş hayatımız için başlı başına içtimai ve hukuki
bir varlıktır. (...) 1 Haziran Cumartesi akşamı fabrika işçi ve
memurları tarafından tiyatro oynandı. (...) Pazar gecesi Fab-
rikanın kuruluşundan beri mevcut olan geniş yüzme havuzu
etrafında bir toplantı tertiplendi."381
1939 yılında yayımlanan bir kitapta, İnhisarlar İdaresi'nin ço-
cuk yuvası şöyle anlatılıyordu: "İnhisarlar idaresi tütün işletme
evlerini de en asrî ve fennî tesisatla mükemmelleştirmekte ve bu-
ralarda çalışan işçilerin sıhhatleriyle de yakından alakalanmak-
tadır. Bu cümleden olmak üzere Üsküdar'da işletme merkezinde,
evlerinde baktıracağı kimsesi olmıyan işçilerin çocukları için açıl-
mış olan Çocuk Yuvasını gösterebiliriz."382
1940'larda kamu kesiminde işçi lehine yapılan uygulamalara
ilişkin bir değerlendirme de şöyleydi: "Başta Devlete bağlı mües-
seseler olmak üzere, kanuni bir mecburiyet bulunmaksızın bazı
büyük işyerleri, işçilere parasız bir, hatta iki öğün yemek, iç çama-
şırı, pijama, elbise, ayakkabı vermekte, Sümerbank müesseseleri
ise, aynen işçilere ücretli yıllık izin vermektedir."383

381 Çalışma Dergisi, Sayı 7, Haziran 1946, s.57.


382 C. Barbarosoğlu, C., “Cümhuriyet Gümrükçülüğü ve İnhisarlar İdaresinin
Karekteri”, Cümhuriyetin 16. Yıldönümünde Hitabeler ve Konferanslar, Ankara,
1939, s.76-77.
383 Çalışma Dergisi, No:17, Nisan 1947, s.67.

359
Karabük Demir Çelik Fabrikası'nın 1930'lu yılların sonları ve
1940'lı yıllarına ilişkin gözlemler de bulunmaktadır. Gerhard
Kessler'in gözlemleri şöyledir:
"İşletme idaresi kuruluşunun ilk gününden itibaren daimi
bir sabit işçi ve müstahdem zümresi elde etmek için gayret
sarfetmiştir. Bunu temin etmenin en iyi vasıtası iyi mes-
kenlerin inşasıydı ve inşasıdır. (...) Halihazırda Karabük'te
işletme tarafından inşa edilip personele gayet ucuz olarak
kiraya verilen evlerin adedi 3000'e baliğ olur. (...) Tek katlı
müstakil sıra evler ekseriyeti teşkil ediyor, az miktarda da
müstahdemlere mahsus iki katlı bitişik evler de vardır. Her
evin küçük bahçeleri de mevcuttur. Müessese bütün evlere
meccanen elektrik, su ve yakacak veriyor, insanın hakikaten
derhal Karabük'e göç edeceği geliyor. Bekar personel için te-
sis edilmiş küçük, sevimli bekar yurtları vardır. Bunlar hiçbir
vakit kitle karargahları değildirler."384
"Kiralar ancak meskenleri iyi bir halde muhafaza edebilmek
için gerekli masrafları karşılayacak nisbettedir ve meskenle-
re gayet iyi bakılmaktadır."385
"İşletmenin inşa ettiği şeyler arasında 100 yataklı ve 9 dok-
toru bulunan güzel bir de hastahane dahildir; burada polik-
linik ve eczahane de ilave edilmiştir. Müessesenin tesis ettiği
büyük bir ilk ve orta mektebi de ziyaret ettim. (...) Karabük'te
700 kadar azası bulunan bir istihlak kooperatifi de vardır."386
"İşletmede nakdi ücretlerden ayrı olarak bir öğün sıcak ye-
mek verilmektedir. Masalarında örtüler bulunan Karabük'te-
ki yemekhaneler de, Zonguldak'takilerden daha sevimli-

384 G. Kessler, “Zonguldak ve Karabük’teki Çalışma Şartları,” İçtimai Siyaset


Konferansları, Kitap 2, 1949, s.25-26.
385 Kessler, agm, s.26.
386 Kessler, agm, s.27-28.

360
dirler. (...) Çocuk başına 6-10 lira aylık. (...) 3-15 güne kadar
uzayan ücretli yıllık izinler. (...) 1-2 aylık tutarındaki ücret-
leri evlenme ikramiyesi. (...) Bütün bu iyi tedbirlerin vaze-
dilmesindeki gaye, aynen az evvel bahsettiğimiz ucuz kiralı
meskenlerde de olduğu gibi, işçi ve müstahdemini mümkün
mertebe müesseseye devamlı olarak bağlamaktır. Personeli
için ucuz kantinler de kurmuştur. Getirdiği yemeğini işlet-
mede bizzat pişirmek isteyen, mutfaklardan faydalanabilir.
(...) Bugün Karabük'te personelin hiçbir aidat tediyesine ha-
cet kalmaksızın, bütün işi (hastaların bakımı, YK) müesse-
se üzerine almıştır. Yine işletmedeki çalışma süresine göre
üç aya kadar devam eden hastalıklar için hastalık parası da
ödenmektedir."387
Ahmet Çehreli'nin değerlendirmeleri de aynı doğrultudadır:
"1939 senesinde inşaatın peyderpey tamamlanarak işlet-
meye alınmasıyla daimi kadrolu işçi istihdamı başlamıştır.
İlk zamanlar bu tip sanayi için dökümhane, atölyeler, nak-
liyat işlerini kolaylaştırmak gayesi ile Devlet Demir Yolları
Sivas ve Eskişehir Atölyelerinden, Kırıkkale Çelikhane Üni-
tesinden kalifiye ustalar getirilmiş ve yüzde 95 İngilizlerin
nezaretinde çalışan fabrika idaresi çok kısa zamanda Türk
işçilerinin işe intibakları ile Türk mühendis ve ustalarına
devrolmuştur. (...)
"Sümerbank'ın işçilerle alakalı Yönetmeliklerinde sosyal es-
priye her hattı ile rastlanmış olması bu müessesenin kuru-
luşunda örnek alınmış ve buna göre de işçiye bir öğün 1800
kalorili iki kap yemek, 1/4 ekmek, yazlık ve kışlık elbise, el-
yüz yıkamak için sabun, soyunma, yıkanma yerleri, elbise
dolapları, işe götürüp getirmek için tren veya otobüs gibi
haklar tanındıktan başka, mühendis ve memurlar sitesinde-

387 Kessler, agm, s.31.

361
ki evlerden, ileri gelen usta ve ustabaşılar cüzi bir bedelle
istifade ederlerdi."388
Ahmet Ali Özeken'in gözlemleri de benzer niteliktedir: Kara-
bük Demir ve Çelik Fabrikası'nın kurulması sırasında önce 400
işçi seçilir. Bunlar yetiştirilir. Bir bölümü yurtdışına gönderilerek
eğitilir. "400 kişiden 95'i tam manasile, daimi, profesyonel, kalifi-
ye bir işçi olarak yetişmiş, ve bu çekirdek etrafında, bugün Kara-
bük'te 1250'yi mütecaviz, ailelerile beraber, küçük bahçeli evlerde
yerleşmiş, fabrikanın inşa ettiği küçük muntazam evlerde oturan
ve daimi bir işçi kütlesi teşekkül etmiştir."389
Sümerbank işçilerine sağlanan barındırma hizmeti de, günün
koşullarında, son derece önemliydi. A. A. Özeken bu konuda şu
bilgileri vermektedir:
"Sümer Bank camiasına dahil ve sayısı yuvarlak rakamla 30
bine varan işçi ve memurun yüzde 20'si işletmelerce barındı-
rılmış bulunmakta idi.
"Bunların yüzde 10'u bekar olarak işçi koğuşlarında -amele
pavyonlarında- ve ancak yüzde 7'si ailelerile beraber, fabri-
kalar civarında inşa edilmiş memur ve amele evlerinde yer-
leştirilmiş bulunmakta idi. (...)
"Sümer Bankça, barındırma politikası hizmetinde, kuruluş-
tan 1945 sonuna kadar, 30 milyon lira sarfedilmiş bulunu-
yordu. Bu suretle 1123 münferit işçi ve memur evi, 118 apart-
man, 29 bekar amele paviyonu, 249 baraka inşa edilmiş,
ayrıca, bankanın kira ile tuttuğu 200 evde de, fabrika me-
mur ve işçilerinin barındırıldığı tespit edilmiştir. Evli işçile-
rin, ailelerile birlikte barındırılma nispeti: Gemlik Suni İpek

388 A. Çehreli, “Türkiye Demir ve Çelik İşletmelerinde İşçi-İşveren Münasebetleri,”


Sosyal Siyaset Konferansları, 17. Kitap, 1966, s.144-145.
389 Özeken, “İşçiyi Barındırma Problemi,” İçtimai Siyaset Konferansları, Kitap 3,
İstanbul, 1950, s.121.

362
Fabrikasında: % 44; Konya Ereğlisi Bez Fabrikasile Kayseri
Mensucat Kombinasında: % 35'er; Hereke'de % 20 (1950'de
% 40); Nazilli'de % 16; Karabük'te % 40'tı."390
1945 yılında yayımlanan bir makalede kamu işçilerinin duru-
mu (biraz abartılı olarak) şöyle anlatılıyordu: "Dün yabancıların
idare ettikleri sözde fabrikalara işçi olarak giden kadınlar, küçük
çocuklarını komşularına, daha iricelerini sokaklara bırakıyor-
lardı. Bugün mesela Cibali Tütün Fabrikası'nda çalışan analar,
yavrularını fabrikanın yanında temiz bir dairede hekim ve bakıcı
dikkati altında bulunduruyorlar. Yine dün karanlıkta, havasızlık
ve toz içinde kazma sallıyan kömür amelesi, kendi teşebbüsleriy-
le tedarik edebildikleri biraz mısır ekmeği ve sovan ile mide dol-
durup vücutları üzerinde kalın bir tabaka teşkil eden kömür toz-
larından kurtulmak için açık havada, nihayet basit barakalarda
uyumaya çalıştıkları halde, bugün aynı amele 3800 kaloriyi aşan
sıcak bir yemek yiyor. Ocaktan çıkar çıkmaz sıcak su ile yıkanıyor.
Radyo karşısında havadis alıyor. Şarkı dinliyor, sinemada eğleni-
yor ve temiz bir karyolada rahat bir uyku uyuyor."391
Yukarıdaki örneklerden hareketle, 1923-1946 döneminde kamu
kesiminde işçilerin hiçbir sorununun olmadığı veya sömürülme-
diklerini ileri sürmek söz konusu değildir. Vurgulanan nokta, bu
döneme ilişkin değerlendirmelerde yalnızca 3008 sayılı İş Ka-
nunu'nun hükümlerinden hareket etmenin yanlışlığıdır. Kamu
kesimi işçilerinin bu dönemde birçok sorunları vardır, yoğun bir
sömürü söz konusudur; ancak, bu işçiler, özel sektör işçilerine ve
köylülüğe göre, ülkede mülksüzleşme düzeyinin geriliğinin yol
açtığı daimi ücretli işçi yetersizliğinden kaynaklanan bazı haklara
da sahiptir. İşçi sınıfının bu dönemki davranışlarına ilişkin değer-
lendirme yapılırken, bu noktanın gözden kaçırılmaması gerekir.

390 Özeken, agm, s.121.


391 O. Ş. Uludağ, “İş ve İşçi,” Çalışma Dergisi, Çalışma Bakanlığı, Sayı 1, 20 Eylül
1945, s.28.

363
• TCDD'de Çalışan İşçilerin Hakları
1. Statü
Nafia Vekaleti Devlet Demiryolları ve Limanları İşletme Umum
Müdürlüğü'nde bir ücret veya aylık karşılığında çalışanlar, olduk-
ça farklı haklara sahip çeşitli tabakalara bölünmüştü. Bu uygula-
ma, günün yöneticileri açısından, ücretlilerin birlikte hareketini
önlemek için son derece akıllı bir yöntemdir.
1935 yılında kabul edilen 2847 sayılı kanuna (2847 sayılı Dev-
let Demiryolları ve Limanları İşletme Umum Müdürlüğü Memur ve
Müstahdemlerinin Ücretlerine Dair Kanun, 15.11.1935) göre ücretli
çalışanlar, memur, müstahdem, müseccel işçi ve muvakkat işçi
statülerinde istihdam ediliyordu.
Memur ve müstahdemler A, B, C ve D gruplarına bölünmüş, 19
dereceye dağılmıştı. D grubunda yer alan 17.-19. derecelerde hasta-
bakıcı, aşçıbaşı, amele çavuşu, bekçi, hademe, amele, hamal, ma-
kasçı gibi kadrolar yer alıyordu. Diğer bir deyişle, yalnızca "işçi"
statüsündeki ücretlilerin tarihini yazanlar, bu gruptaki ücretlileri
araştırmalarının kapsamı dışında bırakmaktadır.
Müstahdem olarak çalışan ve 18. ve 19. derecelerde yer alan
meslekler şunlardı:
18.1: Amele çavuşu, yol çavuşu muavini, şakird, sınıf I lamba-
cı, gardvagon.
18.2: Sınıf I bekçi, romorkör ateşçisi, sınıf I hademe, yol bek-
çisi, bahçıvan, sabit makine ateşçisi, sınıf II lambacı, gardifren,
lavajcı.
18.3: Sınıf II bekçi, mağazacı, sınıf II hademe, sınıf I makasçı,
hamalbaşı.
19.1: Sınıf I amele, sınıf I yol amelesi, geçit bekçisi, sınıf I ha-
mal, sınıf II makasçı.
19.2: Sınıf II amele, sınıf II yol amelesi, sınıf II hamal.
"İşçi" statüsündekiler ise, "usta," "işçi," "işçi muavini" ve "çı-
rak" olarak çalıştırılmaktaydı.

364
2. Ücretler
1935 yılında kabul edilip 1.6.1936 tarihinde yürürlüğe giren
2847 sayılı kanun, müstahdem ve müseccel işçilerin ücretlerini ve
her yıl kademe ilerlemesiyle yapılacak ücret artışlarını düzenli-
yordu.
Müstahdemler için öngörülen brüt aylıklar ve her iki senede
bir yapılacak kademe zammının bir senelik miktarı çizelgede gös-
terilmiştir (TL/ay):

Müstahdem Statüsündeki Ücretlilerin Aylık Ücretleri (TL)


Derecesi En Aşağı Aylık En Yukarı Aylık Yıllık Kademe Zammı
18.1 46 61 1,00
18.2 43 58 1,00
18.3 40 55 1,00
19.1 37 52 1,00
19.2 33 48 1,00

Saat hesabıyla daimi olarak çalıştırılan "müseccel işçiler"e ve-


rilen aylıklar ve her iki senede bir yapılan kademe zammının bir
senelik miktarı da aşağıdaki çizelgede gösterilmiştir:

Müseccel İşçi Statüsündeki Ücretlilerin Aylık Ücretleri (TL)


Derecesi En Aşağı Aylık En Yukarı Aylık Yıllık Kademe Zammı
Usta (I. sınıf) 100 125 1,66
Usta (II. sınıf) 90 115 1,66
İşçi (I. sınıf) 77 95 1,20
İşçi (II. sınıf) 59 76 1,13
İşçi muavini 43 58 1,00
4. sene çırağı 45
3. sene çırağı 33
2. sene çırağı 25
1. sene çırağı 21

1937 yılında kabul edilen 3173 sayılı kanun (3173 sayılı Devlet
Demiryolları ve Limanları İşletme Umum Müdürlüğü Memur ve
365
Müstahdemlerinin Ücretlerine Dair Olan Kanunun Bazı Maddele-
rini Değiştiren Kanun, 17.5.1937) ile yukarıda belirtilen ücretlerde
önemli bir değişiklik yapılmadı.
İktisat Bakanlığı İş Dairesi tarafından 1938 yılında yapılan an-
ketin sonuçlarına göre, Türkiye'de ortalama işçi gündeliği 136 ku-
ruştu. Bu tarihte hafta tatili ücreti ödenmediğinden, ortalama işçi
aylığı yaklaşık 34 liraydı. 392
1939 yılında Yüksek Hakem Kurulu tarafından İzmir Elektrik ve
Tramvay Şirketi'ndeki toplulukla iş uyuşmazlığı konusunda veri-
len kararda ise, günde onbir saatlik çalışma karşılığında yazın 195
kuruş, kışın ise 182,5 kuruşun ödenmesinin uygun olduğu belirtil-
mektedir.393 Buna göre, günlük 8 saatlik çalışma karşılığında bir
işçi yazın ayda 35,5 lira alabilecekti. Kararda belirtildiğine göre,
işyerinde eskiden 13 saatlik çalışma karşılığında bir günlük ücret
olarak belirtilen miktar verilmekteymiş.
Bu iki örnekle kıyaslandığında, ücretler açısından bu dönem-
de Devlet Demiryolları ve Limanları İşletme Umum Müdürlü-
ğü'nde çalışmanın önemli avantajlarının olduğu görülmektedir.394
"Stajyer müstahdemler" ve "muvakkat işçiler" için kanunla bir
düzenleme yapılmamıştı. Bu kişilerin ücretlerinin belirlenme yet-
kisi genel müdürlüğe devredilmişti.
1946 yılında kabul edilen ve "işçi" statüsünde istihdam edilen-
lere uygulanan İşyerlerine Mahsus Yeknesak Dahili Talimatname-
de, yukarıda belirtilen uygulamanın sürdürüleceği ifade ediliyor-
du (M. 8 ve 15).395

392 Çalışma Dergisi, s.13.


393 Resmi Gazete, 7 Teşrinisani 1939.
394 1938 yılında Eskişehir Atelyesinde dökümhanede işbaşı yapan Ömer Ergün,
o yıllarda demiryolu işçisinin çevreye göre iyi ücret aldığını, “esnafın kredi
açtığını, taksitle mal verdiğini, sıkıntı çekmediklerini, lokantada yemek
yiyebildikleri”ni belirtiyor (Ömer Ergün’le 26.2.1988 ve 13.3.1989 günleri
yapılan görüşmeler).
395 İş Yerlerine Mahsus Yeknesak Dahili Talimatname, Devlet Demiryolları ve
Limanları İşletme Genel Müdürlüğü, Alsancak Demiryollar Basımevi, İzmir,
1946.

366
3. Şube Mıntıkası Dışında Görev Zammı
1940 tarihli Tahsisatlar Nizamnamesi'ne göre, "kendilerine
şube mıntıkaları haricinde muvakkat vazife verilmiş olan yol ça-
vuşu, yol çavuş muavini ve amelelerine, geçit, tünel, yarma, köp-
rü ve yol bekçilerine, drezinörlere, şube işçilerine ve bulundukları
iş merkezinden harice muvakkat vazife ile gönderilen ziraat ve fi-
danlıklar bahçıvan, çavuş ve amelesile liman çavuşu ve amelesi-
ne ve yol atelyesi ve emniyet tesisatı işçilerine (...) harcırah veril-
meyip, zaruri masraflarına karşılık olarak beher gün için otuz ve
... aylık ücretleri yetmiş beş lirayı geçenlere altmış kuruş munzam
tazminat verilir." (M. 21)
4. Fazla Çalışma Ücreti
Ücretlerle yakından bağlantılı ve önemli diğer bir konu ise faz-
la çalışma ücretidir.
1937 yılında yürürlüğe giren 3008 sayılı İş Kanunu'nun konu-
ya ilişkin hükmü şöyleydi: "Her bir fazla saat çalışma için verile-
cek ücret, normal çalışma ücretinin saat başına düşen miktarının
yüzde yirmibeşten yüzde elliye kadar yükseltilmesi suretiyle öde-
nir." (M. 37/3)
15 Eylül 1936 tarihli Nizamname (Devlet Demiryolları ve Li-
manları İşletme Umum Müdürlüğü Memur ve Müstahdemlerine
Verilecek Harcırah, Tazminat ve Tahsisatlar Hakkında Nizamna-
me) ile kanunda belirtilen bu hakkın ötesinde bir fazla çalışma
zammı alınıyordu: "Fazla mesai ücreti beher saat için memurun
bir saatlik ücretinin yüzde 50 zammile tutarından ibarettir. (...)
Atelye ve atelyeli depolar işçilerinin mesai saatleri haricindeki
fazla mesai ücretleri aşağıda gösterilen hükümlere tabidir. (...) İş-
çilerin 9 saatten sonraki fevkalade saat ücretleri; ilk iki saat için
mutad saat ücretine yüzde 50 ve bunu takip eden saatler için de
yüzde 100 zam suretile ödenir." (M. 14)
1939 Dahili Talimatnamesi'nde (Nafia Vekaleti Devlet Demir-
yolları ve Limanları İşletme Umum Müdürlüğü, İş Yerlerine Mah-
sus Yeknesak Dahili Talimatname) "işçi" statüsünde çalışanlar

367
için yapılan düzenleme de, İş Kanunu'nun belirlediği alt sınırdan
yüksekti: "(...) Günlük çalışma müddetleri olan sekiz veya 8,30
saatlik müddetten sonra devam eden fazla saatle çalışma herbir
saati için verilecek ücret, çalışma ücretinin saat başına düşen
mikdarının yüzde 35 ilavesi suretile ödenir." (M. 7)
22 Mayıs 1940 tarihli Nizamname'de veya Tahsisatlar Nizam-
namesi'nde de (Devlet Demiryolları ve Limanları İşletme Umum
Müdürlüğü Memur ve Müstahdemlerine Verilecek Harcırah, Taz-
minat ve Tahsisatlar Hakkındaki 15 Eylül 1936 Tarihli Nizamna-
menin Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine ve Bu Nizamnameye
Yeniden Bazı Hükümlerin İlavesine Dair Nizamname) benzer bir
düzenleme vardı (M. 14).
5. Ulusal Bayram, Genel Tatiller ve Hafta Tatillerinde Ücret
Ödenmesi
1951 yılına kadar, yürürlükteki kanunlara göre, işçilere yalnız-
ca fiilen çalışılan günler için ücret ödeniyordu. Ancak demiryolu
müstahdemleri ve işçileri bu hakka özel düzenlemeler aracılığıyla
daha önce kavuşmuştu.
15.9.1936 tarihli Nizamname, bu konuda şu düzenlemeyi geti-
riyordu: "Bilfiil çalıştıkları günlere mukabil ücret alan müseccel
işçi, tathir amelesi ve hamallar gibi müstahdemin ile hizmeti bila
fasıla bir seneyi dolduran muvakkat işçi ve yol tamirat amelesinin
yalnız ulusal bayram ve genel tatil günleri yevmiyeleri o günlerde
çalıştırılmasalar dahi verilir. Bunlardan hizmetlerine ihtiyaç olup
da bu günlerde çalıştırılanlara beher gün için ayrıca birer adi yev-
miye verilir." (M. 15)
1939 tarihli Dahili Talimatname'deki düzenleme de şöyleydi:
"Ulusal bayram ve genel tatil günleri, iş yerlerinin tatil edilmesi
esastır. Bu günlere aid işçi yevmiyelerinin verilmesi, munzam tah-
sisatlar nizamnamesi hükümlerine tabidir." (M. 9)
22.5.1940 tarihli Nizamname, bu konuda bazı yeni düzenleme-
ler getiriyordu: "(A) (...) D servisindeki müseccel yevmiyelilere,
(2) numaralı cetvele dahil bulunan müseccellere ve hizmeti bila

368
fasıla bir seneyi dolduran muvakkat işçi ve yol tamirat amelesine
ulusal bayram ve genel tatil günlerinde çalıştırılmasalar dahi o
günlere ait ücretleri tam olarak verilir. Ancak bunlardan müseccel
işçi, tathir amelesi ve hamallar gibi müstahdemler ile hizmeti bila
fasıla bir seneyi dolduran muvakkat işçi ve yol tamirat amelesine,
hizmetlerine ihtiyaç olup da zikrolunan günlerde çalıştırıldıkla-
rı takdirde beher gün için yevmiyelerinden başka ayrıca birer adi
yevmiye verilir. (B) 3008 sayılı İş Kanunu'nun şümulüne giren bü-
tün işçilere 29 ilkteşrin gününe ait ücretleri, hiçbir iş karşılığı ol-
maksızın ve tatilden önce verilir. Bunlardan 29 ilkteşrin gününde
iş icabı olarak çalıştırılanlara o güne ait ücretleri iki misli olarak
ödenir. (C) 2 numaralı cetvele dahil saatliler ve 1 numaralı cetvelin
19. derecesindeki amele ve hamallar hariç olmak üzere D serisine
dahil müseccel müstahdemlere... hizmetlerine ihtiyaç hasıl olma-
masından dolayı pazar günlerinde çalıştırılmasalar dahi o günle-
re ait ücretleri tam olarak ödenir." (M. 15)
1946 Talimatnamesi ise tüm işçiler için 1940 Nizamnamesine
(Tahsisatlar Nizamnamesi) atıfta bulunuyordu: "Madde 9: Ulusal
bayram ve genel tatil günleri, işyerlerinin tatil edilmesi esastır. Bu
günlere ait işçi yevmiyelerinin verilmesi, Tahsisatlar Nizamname-
si hükümlerine tabidir."
Daha sonraki yıllarda ise kanun hükümleri uygulandı.
6. Yıllık Ücretli İzin
Türkiye'de işçi statüsündeki ücretlilere yıllık ücretli izin hak-
kı, 11 Nisan 1960 gün ve 7467 sayılı kanun ile tanındı. Bu kanuna
göre, bir yıl çalışan işçi ücretli izne hak kazanıyordu. 1-5 yıl kıdemi
olanlara yılda 12 gün, 5 yıldan fazla ve 15 yıldan az kıdemi olanla-
ra yılda 18 gün, 15 yıldan fazla kıdemi olanlara yılda 24 gün ücretli
izin verilecekti.
Ancak Devlet Demiryolları müstahdem ve işçileri yıllık ücretli
izin hakkına da daha önceden kavuştu. 1936 Nizamnamesi şöyle
bir düzenleme getiriyordu: "Ücretli memur ve müstahdemlerden
müseccel hizmeti beş seneyi doldurmuş olanlara 30 gün ve dol-

369
durmamışların 21 gün senelik mezuniyet hakları vardır. Yevmiyeli
ve saatli müstahdemlere de müseccel her hizmet senesi için me-
zun kaldığı günlerin iki yevmiyesi verilir ve bir senedeki mezu-
niyeti zarfında alacağı paranın yekünü o müstahdemin bir aylık
tutarını geçmez." (M. 43)
1939 Dahili Talimatnesi ise "işçi" statüsündekiler için şu dü-
zenlemeyi getiriyordu: "Müseccel hizmeti beş seneyi dolduran
işçilere 30 gün ve beş seneyi doldurmıyan işçilere 21 gün müd-
detle verilen mezuniyetten, saat ve gündelik üzerinden ücret alan
işçilere mezun kaldıkları günlerden beher hizmet senesi için iki
gündelik verilir. Bir senedeki mezuniyet zarfında alacağı paranın
yekünü işçinin bir aylık tutarını geçemez. Aylıklı olan işçiler Tah-
sisatlar Nizamnamesi ahkamı dairesinde mezun kaldıkları günle-
rin ücretlerini tam olarak alırlar." (M. 8)
7. İş Kazası Nedeniyle Ölümde Tazminat
Bu konuda 1936 tarihli Nizamname'de şu hüküm yer alıyordu:
"Muvakkat amele ve müstahdemlerden iş başında kazaya uğrıya-
rak ölenlerin varislerine azami 500 ve malul kalanlara Nafia Veki-
linin tasvibile azami 500 lira tazminat verilir." (M. 35).
8. Hastalıkta Ücret Ödeme
İşçiler açısından önemli sorunlardan biri, iş kazası ve meslek
hastalıkları dışında hastalandıklarında ve istirahat aldıklarında,
bir gelir kaybıyla karşılaşmalarıdır. İşçi Sigortaları'nın kurulma-
sı öncesinde genel olarak bu sorun yaşanıyordu. Ancak 1936 Ni-
zamnamesi demiryolu müstahdemleri için şu düzenlemeyi geti-
riyordu: "Hasta olan yevmiyeli ve saatli müstahdeminden tescil
edildikleri tarihten itibaren müddeti hizmetleri bir seneyi ikmal
etmiş olanlara hastalık gaybubetlerinde bir sene zarfında azami
30 günlük yevmiyeleri nısıf olarak verilir. Müseccel müddeti hiz-
metleri bir seneden beş seneye kadar olanlara üç ay nısıf ve beş
seneden on seneye kadar olanlara 6 aylık nısıf ve müddeti hiz-
metleri on sene ve daha fazla olanlara bir senelik nısıf yevmiye
verilir." (M. 47)

370
1939 Dahili Talimatnamesi ile bu uygulama diğer işçilere de
yaygınlaştırıldı: "Hasta olan müseccel işçilerin hasta kaldıkları
günlere aid ücretleri munzam Tahsisatlar Nizamnamesi hüküm-
lerine göre ödenir." (M. 8)
1940 Nizamnamesi, müstahdemlerin bu hakkını şöyle düzen-
ledi: "Yevmiyeli ve saatli müstahdemlerden tescil edildikleri ta-
rihten itibaren hizmet müddetleri bir seneyi ikmal etmemiş olan-
lara hastalıktan ileri gelen gaybubetlerinde bir sene zarfında en
çok otuz günlük yevmiyeleri yarım olarak verilir. Müseccel hizmet
müddetleri bir seneden beş seneye kadar olanlara üç ay yarım ve
beş seneden on seneye kadar olanlara altı aylık yarım ve hizmet
müddetleri on sene ve daha fazla olanlara bir senelik yarım yev-
miye verilir." (M. 47)
Diğer işçilerle ilgili 1946 Talimatnamesi'nde ise aynı uygula-
manın geçerli olacağı belirtiliyordu: "Hasta olan müseccel işçile-
rin hasta kaldıkları günlere ait ücretleri Tahsisatlar Nizamnamesi
hükümlerine göre ödenir." (M. 8)
9. Kıdem Tazminatı
1934 yılında Devlet Demiryolları ve Limanları İşletme Umumi
İdaresi Memurları Tekaüt Sandığı kuruldu (Kanun No: 2454). Bu
Sandığa ilişkin düzenleme, 27.1.1936 tarihinde 2904 sayılı kanunla
(2904 sayılı Devlet Demiryolları ve Limanları İşletme Umumi İda-
resi Memurları Tekaüt Sandığı Hakkındaki 2454 Sayılı Kanuna Ek
Kanun) değiştirildi. Bu düzenlemeye göre, memur ve müstahdem-
lerin aylıklarından her ay yüzde 5 oranında bir kesinti yapılacak,
Umumi İdare de aynı miktarda katkıda bulunacaktı. Kuruluşta üç
yılını doldurduktan sonra ayrılanlara, Sandıktaki birikimlerinin
tamamı verilecekti.
1936 yılında kabul edilen 3008 sayılı İş Kanunu ise kıdem taz-
minatı uygulamasını getirdi: "Bilumum işçiler hakkındaki fesih-
lerde, beş seneden fazla olan her bir tam iş senesi için ayrıca on-
beş günlük ücret tutarında tazminat dahi verilir." (M. 13)

371
Memurlar ve müstahdemler için uygulanan 1936 tarihli Nizam-
name ise daha geniş haklar tanıdı: "Kadro tensikatı icabı vazifele-
ri lağvedilenlere veya idareten görülen lüzuma binaen açığa çıka-
rılanlara beher hizmet senesine mukabil bir aylığı tutarı tazminat
verilir. Hizmet senesi hesabında 6 aydan az küsürat ay ve fazlası
bir sene itibar edilir." (M. 36)
İşçi statüsünde istihdam edilenler için düzenlenen 1939 tarih-
li Talimatname'de memur ve müstahdemlerin hakları işçilere de
tanınıyordu: "Müseccel işçilerden kazaya uğrayanların tazminat
istihkakları ile ölenlerin varislerine verilecek tazminat, 2904 nu-
maralı kanun hükümleri ve kadro teşkilatı dolayısile açığa çıka-
rılan müseccel işçiler için de 2904 numaralı kanun ve munzam
tahsisatlar nizamnamesi hükümleri tatbik olunur. (...) Bu suretle
işinden çıkarılan işçilere verilecek ücret ve tazminat meblağları İş
Kanunu'nun 13üncü maddesinde yazılı mikdarlardan hiçbir veç-
hile az olamaz." (M. 8)
10. Mesken Tazminatı
1935 yılında kabul edilen 2847 sayılı kanun (2847 sayılı Dev-
let Demiryolları ve Limanları İşletme Umum Müdürlüğü Memur
ve Müstahdemlerinin Ücretlerine Dair Kanun, 15.11.1935), devlet
memurlarına 1452 sayılı kanun ile verilmekte olan mesken tazmi-
natlarının aynı hüküm ve şartlarla Devlet Demiryolları memur ve
müstahdemlerine de verilmesini öngörüyordu (M. 5).
11. İşçi Çocuklarının Eğitimine Katkı
1939 Dahili Talimatnamesi'nde işçi çocuklarının eğitimine
bir katkı yapılması da öngörülüyordu: "Mektep bulunmıyan ma-
hallerde çalışan müseccel işçilerin arzu edenlerinin ilk tahsil ça-
ğındaki çocuklarının idarece tayin olunan şehirlerde açılan pa-
ralı pansiyonda iaşe ve ibateleri temin edilmek suretile çocuklar
tahsil ettirilir. Bu çocukların babalarından veya velilerinden iaşe,

372
ibate ve ilbas karşılığı olmak üzere 9 ay tedris müddetinde ayda
maktuan beş lirayı tecavüz etmemek şartile işçi ücretinin yüzde
5'i alınır." (M. 15)
Bu düzenleme 1946 Dahili Talimatnamesi'nde de aynen yer
aldı.
• Tekel İş Yerleri İç Yönetmeliği
Tekel işyerleri için İş Yerleri İç Yönetmeliği 1 Ağustos 1947 tari-
hinde yürürlüğe girdi.
1947 yılına kadar Tekel işyerlerinde çalışanlar 3008 sayılı İş
Kanunu uyarınca Yüksek Hakem Kurulu'na intikal eden bir toplu-
lukla iş ihtilafı çıkarmadılar.
İş Yerleri İç Yönetmeliği'nin yayımlandığı 1947 yılında, Tekel
işyerlerinde işçi sendikaları da kurulmaya başlanmıştı.
1 Ağustos 1947 tarihinde yürürlüğe giren Tekel Genel Müdür-
lüğü İş Yerleri İç Yönetmeliği396 aşağıdaki işyerlerinde uygulana-
caktı: Tütün Fabrikaları (İstanbul, İzmir, Samsun, Adana, Malatya
Fabrikaları ve Bitlis Atelyesi), Müskirat Fabrikaları (Ankara Bira,
İstanbul Bira, Likör ve Kanyak, Paşabahçe İspirto ve Rakı, İzmir
Şarap ve İspirto, Tekirdağ Şarap, Ürgüp Şarap, Elazığ Şarap, Ga-
ziantep İçki, Diyarbakır İçki), deneme şarap evleri, çeşitli işletme-
ler (İstanbul Yedek Parça, İstanbul Kutu Fabrikası ve Matbaası,
İstanbul Kibrit Fabrikası, İyidere Kereste Fabrikası, Tatava Kereste
Atelyesi, İstanbul Kereste Deposu), tuzlalar, yaprak tütün işleme
ve bakım işyerleri, çay depoları ve işleme evleri, nakliyat işyerleri
ve transit ambarları, hammadde malzeme ve mamulat ambarları,
başmüdürlük ve müdürlüklere bağlı satış depoları.
3008 sayılı İş Kanunu'nun öngörmesine rağmen, 1947 yılında
Türkiye'de asgari ücret uygulanmıyordu. Ancak Tekel işyerlerinde
bir asgari ücret vardı: "İşe alınan işçilere yoklamada tayin olunan
grubu üzerinden başlangıç ücreti verilir." (M. 20)

396 İş Yerleri İç Yönetmeliği, Tekel Genel Müdürlüğü, İstanbul, 1947, s.38.

373
"Muhtelif gruplara mensup işçilerin asgari başlangıç ücretleri:
Yaprak tütün bakım ve Diğer muhtelif iş
işleme evleri saat ücreti yerleri saat ücreti
(kuruş) (kuruş)
(a) Çırak 17 20
(b) İmalat işçisi 20 20
(c) Yardım işçisi 20 20
(d) Nezaretçi 25 25
(e) Usta 50 35

"Tecrübe devresinde işçiye başlangıç ücreti verilir." (M. 51)


Ücret zamlarını Genel Müdürlük belirliyordu: "Muhtelif işçi
gruplarına mensup sınıfların zam müddetleri Genel Müdürlükçe
tayin olunur." (M. 125)
"Müddetini dolduran bir işçinin zam görmesi için san'at veya
mesleğinde liyakat itibarile terakki göstermiş olması şarttır." (M.
126)
1947 yılında işçiler genel tatillerde ve Ulusal Bayram günü
ücretsiz izinli sayılıyorlardı. Tekel işyerlerinde ise Ulusal Bayram
günü ücretli izin uygulanıyordu: "29 Ekim Cumhuriyet Bayramı
müstesna olmak üzere kapalı tatil günlerinde işçilere ücret veril-
mez." (M. 59)
Hastalık durumunda işçiye yarım yevmiye ödeniyordu ve be-
lirli haklar tanınıyordu: "İş kazası, mesleki hastalık ve analık hal-
lerinin dışında kalan hastalıklar dolayisile işine devam edemiyen
işçilerin günlük ücretleri (tatil günleri hariç) yarım yevmiye ola-
rak verilir." (M. 72)
"İş kazası ve meslek hastalıkları dışında kalan hastalıklarda
birinci günden itibaren yapılacak akçeli yardımlar için işçinin Te-
kel Genel Müdürlüğü'nün her hangi bir yerinde sürekli olarak 6
aydan beri çalışmış olması şarttır." (M. 73)
"Akçeli yardım, işçinin hastalığına ait raporun idare doktoru,
bulunmadığı yerlerde Hükümet veya Belediye doktoru tarafından

374
tasdiki tarihinden başlamak üzere hastalığın devamınca ve aşağı-
daki şartlarla yapılır.
(a) İş yerinde on seneye kadar çalışmış bulunanlara 6 hafta
(b) On seneden fazla çalışmış bulunanlara 12 hafta
Bu süreler sonunda işe başlayacak durumda olmıyanların işle-
rine son verilir." (M. 74)
"74üncü maddedeki süreler geçtiği halde işçinin iyileşemeye-
ceği iş yeri doktoru, bulunmayan yerlerde Hükümet veya Belediye
doktoru tarafından yapılan muayenede anlaşılırsa, işçiye, koruma
sandığına dahil bulunmak şartile, mevduatının yarısı nisbetinde
ikramiye verilir. Bu gibi işçilerin İş Kanunu'nun 13üncü maddesi
hükümlerinden istifade hakları saklıdır." (M. 75)
"Tekel Genel Müdürlüğü iş yerlerinde bulunup da hastalığı
74üncü maddede yazılı müddetlerden fazla sürmesi sebebile işine
son verilmiş olanlardan, iyileşerek tekrar iş isteyenlerin muayene-
leri yapılır. İşlerinden faide umulur ve boş yer bulunursa, tercihan
yeniden işe alınırlar. Bu gibilerin ilk girişleri tarihinden itibaren
kazanmış oldukları kıdem hakları saklı kalır. Ancak, bunlar ev-
velce çıkarken bir ikramiye veya tazminat almışlarsa bu parayı
geri vermeleri şarttır." (M. 76)
İşçilere evlenme yardımı ödeniyordu: "Bir defaya mahsus ol-
mak üzere, Tekel Genel Müdürlüğü iş yerinde sürekli çalışarak:
3 seneyi dolduranlar için 200 saat tutarı,
5 seneyi dolduranlar için 300 saat tutarı,
10 seneyi dolduranlar için 400 saat tutarı
kadar evlenme yardımı yapılır. Eşlerin her ikisi de Tekel iş yer-
lerinde çalıştıkları taktirde her iki işçi de yardımdan faydalanır."
(M. 130)
İşçilere doğum yardımı ödeniyordu: "Çocuğu dünyaya gelen er-
kek veya kadın işçiye, İşçi Sigortaları Kurumu tarafından yapılan
yardımlar dışında, 25 lira tutarında bir yardım yapılır. Ana baba-
dan her iki işçi de Tekel Genel Müdürlüğü iş yerlerinde çalıştığı
taktirde, doğum yardımı yalnız kadın işçiye yapılır." (M. 78)

375
İşçilere ölüm yardımı ödeniyordu: "Tekel Genel Müdürlüğü iş
yerlerinde 6 ay müddetle sürekli olarak çalışmış bulunan ve ça-
lıştığı esnada eceli ile ölen işçilerin, ailelerine derhal cenaze mas-
rafı namı altında maktuen 50 lira verilir." (M. 79) "Tekel Genel
Müdürlüğü koruma sandığına dahil olup iş yerlerinde çalışmakta
iken eceli ile ölen işçinin dul karı, ana, rüşt çağına varmamış er-
kek çocuk veya erkek kardeş, evli olmayan kız veya kız kardeş ve
yardıma muhtaç baba veya kocasına, bu sandıktaki birikmiş pa-
rasına mücavi bir miktarda ikramiye, temettü ile birlikte, müsavi
hisselere taksim suretile, verilir." (M. 80)
Meslek hastalığı ve iş kazası durumunda, İşçi Sigortaları Kuru-
mu'nun verdiği geçici işgöremezlik ödeneği ile işçinin ücreti arasın-
daki fark işçiye ödeniyordu:"15 günü geçmeyen mesleki hastalık
ve iş kazası hallerinde, Sigorta kurulunca verilmiyen ilk 3 günlük
tam yevmiye İdarece verileceği gibi, bu yönetmelik gereğince ya-
pılan diğer yardımlar da saklıdır." (M. 81)
Kaza nedeniyle ölümlerde bir ikramiye veriliyordu: "Kasd ve ku-
suru olmamak şartile, kazaya uğrayanlara veya bu yüzden ölen-
lerin varislerine 4772 ve muaddel 5019 sayılı İşçi Sigorta Kanunu
hükümleri dışında, Genel Müdürlükçe prim tarifesi gereğince, bir
ikramiye verilir." (M. 82)
Çalışma yeteneği azalanların uygun bir işe geçirilebilmesi söz
konusuydu: "Kaza neticesinde veya meslek hastalığı dolayısile
hafif işte kullanılması lüzumu, iş yeri doktoru, bulunmayan yer-
lerde Hükümet veya Belediye doktoru raporu ile anlaşılan işçiler
aldıkları ücretle hafif hizmetlere geçirilirler." (M. 85)
Türkiye'de yıllık ücretli izin ancak 1960 yılında çıkarılan ka-
nunla bir hak olarak getirilmişken, 1947 yılında Tekel işyerlerinde
yıllık ücretli izin uygulaması vardı:
"Tekel İdaresi iş yerlerinde sürekli çalışarak: 3 seneyi dol-
durmuş bulunanlara, senede 1 hafta; 10 seneden fazla hizmeti
olanlara 2 hafta ücretli izin verilebilir (…) Ücretli izne istihkak
için, işçinin izin istediği zamana tekaddüm eden bir sene içinde
işe geldiği günler sayısının işletmenin çalışma günlerinin yüzde

376
90'ından aşağı düşmemiş olması şarttır. Bu izinlerin kullanılma
zamanını iş yeri en yüksek amiri tespit eder (…) Bir seneden fazla
hizmet görmüş olan işçilere, senede 15 gün ücretsiz izin verilebi-
lir. İşçinin izni bitmeden yazı ile yapacağı baş vurma üzerine, iş
yeri en yüksek amiri bir mahzur görmezse bu müddeti bir aya ka-
dar uzatabilir." (M. 132)
İşyerinde sıkı bir disiplin uygulanıyordu. Yasaklar arasında, te-
fecilik, iş başında grup halinde toplanıp konuşmak, iş yerlerin-
de öte beri satmak, iş yerlerine ner nevi silah ve cerh edici alet
getirmek ve yabancıları iş yerine sokmak da bulunuyordu."Her
işçi iş başı işareti verildiği zaman iş elbisesini giymiş olarak işinin
başında bulunmuş olacak, paydos işareti verilmeden işinden ay-
rılmıyacaktır." (M. 87)
"Her işçiye üzerinde kendi numarası bulunan bir marka tah-
sis edilir. İş yerine girerken kapıdaki levhadan kendi markasını
alır ve çalıştığı şubeye girdiği zaman orada bulunan ikinci levha-
ya markasını asarak işe başlar. Paydos olduğu zaman veya daha
evvel işinden ayrılması icap ediyorsa işçi markasını çalıştığı yerin
levhasından alıp müessese kapısındaki levhaya asar." (M. 92)
"İşçiler icabında kendilerine gösterilen başka işleri de yapma-
ğa mecburdur." (M. 101)
Tekel işyerlerinde bir işçi koruma sandığı da faaliyet gösteri-
yordu. Ancak bu sandığa üye olabilmek için çeşitli koşullar vardı:
"Tecrübe devresinde işe elverişli olduğu anlaşılan işçi işe alın-
dığı günden itibaren altı ay müddetle çalıştırıldıktan sonra mü-
esseselerdeki işçi koruma sandığına üye olmak hakkını haizdir."
(M. 25)
"Mevsime tabi yaprak tütün işlemesi, tuz ve şarap istihsali iş-
lerinde veya arizi ve muvakkat hizmetlerde kullanılan işçiler ko-
ruma sandığına aza olamazlar." (M. 26)
İşçilerden kesilen ceza paraları iş koruma sandığına aktarılı-
yordu: "İşçilerden cezaen kesilen paralar, işçinin mensup olduğu
müessesenin işçi koruma sandığına irad kaydolunur." (M. 114)

377
Tekel işyerlerine çırak alınacağında çalışan işçilerin çocukla-
rına öncelik tanınıyordu: "Çırak seçilirken müesseselerde çalışan
işçilerin çocukları tercih olunur." (M. 35)
Bu haklara karşılık, haftalık çalışma süresi, 3008 sayılı İş
Kanunu'nda belirtilen 48 saatin üstüne çıkıyordu: "Kuru ve yaş
üzümden soma imali gibi mevsiminde ikmali zaruri olan işlerde,
şarap ve tuz istihsalinde ve yaprak tütün işlemesinde mevsiminin
bitimine kadar pazarları da çalışılmak üzere 56 saatlik mesai tat-
bik olunur. Bu takdirde mesai madde 41'de gösterilen saatlerde
başlar ve haftanın yedi gününde de 8'er saat çalışılır." (M. 42)
Tekel işyerlerinde 1947 yılında çalışan işçiler henüz etkili bir
örgütlülük altında değillerdi. Ancak, çeşitli nedenlere bağlı ola-
rak, işyeri iç yönetmeliği ile, 3008 sayılı İş Kanunu'nun tanıdığı
hakların ötesinde bazı haklara sahiptiler. Bu haklar, 788 sayılı
Memurin Kanunu ile memurlara tanınan hakların gerisinde ol-
makla birlikte, özel sektör işyerlerinde tanınan ve uygulanan hak-
ların ötesindeydi. Bu iç yönetmelik ve uygulamalar, 1964 yılında
ilk dönem toplu iş sözleşmelerinde de etkili oldu.
• Memurların Gelirleri ve Tekaüt Sandıkları
1931 yılında memur aylıklarından muvazene, iktisadi buhran
ve kazanç vergileri kesilmeye başlandı.
2847 sayılı (1935) Devlet Demiryolları ve Limanları İşletme
Umum Müdürlüğü Memur ve Müstahdemlerinin Ücretlerine Dair
Kanun ile memurların, müstahdemlerin ve "saat hesabile daimi
olarak çalıştırılanların" ücretleri belirlendi. "Muvakkat amele
ücretleri, ihtiyaca göre hariçteki amele ücretleri esası üzerinden
İşletme Umum Müdürlüğünce tesbit" edilecekti (M. 2). Örneğin,
atelyedeki birinci sınıf ustabaşı, 10. derecede memurdu, aylık
ücreti 130-150 TL idi ve 2 yılda bir her yıl için ayda 1,33 TL zam
alacaktı. Örneğin, romorkör makinisti, telefon tesisat memuru,
puvantör ve başmanevracı, 15. derecede memurdu, aylık ücreti
67-82 TL idi ve 2 yılda bir her yıl için 1,00 TL zam alacaktı. Yevmi-
yeliler arasında ise birinci sınıf usta ayda 100-125 TL, ikinci sınıf

378
usta 90-115 TL, birinci sınıf işçi 77-95 TL, ikinci sınıf işçi ise 59-76
TL kazanacaktı.
Korkut Boratav'ın hesaplamalarına göre, memurların aylıkla-
rının milli gelir içindeki payı bu yıllarda şöyle gelişti:397 1929: %
5,2; 1930: % 6,8; 1931: % 7,1; 1932: % 8,2; 1933: % 8,6; 1934: % 8,8;
1935: % 8,7: 1936: % 7,2; 1937: % 7,4; 1938: %7,6; 1939: % 9,1.
1931 yılında memurların iktisaden faal nüfus içindeki oranı
yalnızca yüzde 1,2,398 milli gelirden aldıkları pay yüzde 7,1 idi. Bu
iki oran arasındaki ilişki, işçi aristokratlığının ifadesidir.
Erdoğan Soral'ın 1974 yılı Ocak ayında Devlet Planlama Teş-
kilatı aracılığıyla uyguladığı önemli bir anket ise, 1950 öncesin-
de memurların sınıf değiştirme olgusunu gözler önüne sermek-
tedir. Erdoğan Soral'ın bazı bulguları şöyle özetlenmektedir: "Bu
dönemde (1931-1940), devlet memurluğundan gelip müteşebbis
olanların tümünün yönetici olarak özel kesime geçtikleri söylene-
mez. 1931-40 dönemi devlet memuriyetinin gözde olduğu yıllardır.
Devlet hizmetinde çalışmak maddi ve moral yönleriyle çekicidir.
Dolayısıyla bu dönemde özel kesime geçen devlet memurlarının
çoğunun mal sahibi müteşebbis durumunda iş hayatına atıldık-
ları söylenebilir. Devletçilik dönemi bu görünüşü ile devlet me-
muriyetinde sermaye birikiminin sağlanabildiği bir dönem olarak
gözükmektedir."399 1941-1950 döneminde, "memuriyetten özel
kesime geçen müteşebbislerimiz yoğundur. (...) Ticaret ve devlet
memuriyeti bu dönemde iş alanlarına atılan müteşebbislerimizin
kaynağını teşkil etmektedir."400 "Müteşebbislerimizin önemli bir
kısmının daha önceki mesleği devlet memuriyetidir. Devlet me-
muriyetinden özel teşebbüse geçen müteşebbislerimizin yarıdan
fazlası mal sahibi müteşebbis olarak iş hayatına atılmışlardır. Bu

397 Boratav, age, s.300.


398 U. Ömürgönülşen, “Türkiye’de Kamu Görevlilerinin Sayısal Evrimi ve 1980
Sonrasında Kamu Görevlilerinin Azaltılmasına Yönelik Politikalar Üzerine
Düşünceler”, Mülkiyeliler Birliği Dergisi, Kasım 1990.
399 E. Soral, Özel Kesimde Türk Müteşebbisleri, AİTİA Yay., Ankara, 1974, s.37.
400 Soral, age, s.38.

379
görünüş ile devlet memuriyeti Türkiye'de sermaye birikiminin ger-
çekleştirilebildiği bir meslek olarak görülmektedir. İlginçtir. Öyle
bir olguya benzer araştırmaların yapıldığı diğer az gelişmiş ülke-
lerde rastlayamadık." 401
1930 yılına kadarki dönemde devlet memurlarına ilişkin emek-
lilik sistemi dağınıktı ve prim ödenmesi esasına dayanıyordu. 3
Haziran 1930 gün ve 1683 sayılı Askeri ve Mülki Memurlara Mah-
sus Emeklilik Kanunu ile genel bütçeden maaş alan devlet me-
murları için primli sistem yerine devlet bütçesinden finansmana
dayalı sisteme geçildi.
Bu dönemde genel bütçe dışındaki kamu kurum ve kuruluşla-
rında çalışan memurlar için de tekaüt sandıkları kuruldu. Bunla-
rın bazılarına ilişkin mevzuat aşağıda sunulmaktadır:
İstanbul Mahalli İdaresiyle Ankara Merkez Belediyesi Memur-
ları Tekaüt Kanunu (3 Haziran 1933 gün ve 2264 sayılı kanun; Res-
mi Gazete, 7.6.1933).
Devlet Demiryolları ve Limanları İşletme Umumi İdaresi Me-
murları Tekaüt Sandığı Kanunu (28 Mayıs 1934 gün ve 2454 sayılı
kanun, Resmi Gazete, 30.5.1934).
İnhisarlar Umum Müdürlüğü Tekaüd Sandığı Kanunu (20 Mart
1936 gün ve 2921 sayılı kanun, Resmi Gazete, 30.3.1936).
İnhisarlar Tekaüd Sandığı Nizamnamesi (30 Mayıs 1936, Resmi
Gazete, 11.6.1936).
Devlet Demiryolları ve Limanları İşletme Umum Müdürlüğü
Tekaüd Sandığı Nizamnamesi (19 Ağustos 1936, Resmi Gazete,
2.9.1936).
Denizyolları ve Akay İşletmeler ile Fabrika ve Havuzlar İdare-
leri Memur ve Müstahdemleri Tekaüd Kanunu (15 Şubat 1937 gün
ve 3137 sayılı kanun, Resmi Gazete, 27.2.1937).
Türkiye Cümhuriyeti Ziraat Bankası Memurları Tekaüd Sandığı
(4 Haziran 1937 gün ve 3202 sayılı Türkiye Cümhuriyeti Ziraat Ban-
kası Kanunu, M. 55 ve devamı, Resmi Gazete, 12.6.1937).

401 Age, s.211.

380
Askeri Fabrikalar Tekaüd ve Muavenet Sandığı Hakkında
Kanun (26 Ocak 1939 gün ve 3575 sayılı Kanun, Resmi Gazete,
7.2.1939).
Köy Enstitüleri Kanunu (17 Nisan 1940 gün ve 3803 sayılı ka-
nun, Resmi Gazete, 22.4.1940. Kanunun 18-21. maddelerine göre
Köy Öğretmenleri Tekaüt Sandığı ve Köy Öğretmenleri Sağlık ve
İçtimai Yardım Sandığı kurulacaktı).
Belediyeler ve Bunlara Bağlı Müesseseler ve Belediyeler Ban-
kası Memurları Tekaüd Sandığı Teşkiline Dair Kanun (2 Temmuz
1941 gün ve 4085 sayılı kanun, Resmi Gazete, 10.7.1941).
Köy Öğretmenleri Tekaüt Sandığı Nizamnamesi (11 Kasım 1941,
Resmi Gazete, 18 Kasım 1941).
Posta, Telgraf ve Telefon İdaresinin Biriktirme ve Yardım San-
dığı Hakında Kanun (22.12.1941 gün ve 4157 sayılı Kanun; Resmi
Gazete, 26.12.1941).
Askeri Fabrikalar Tekaüt ve Muavenet Sandığı Nizamnamesi
(5.5.1942; Resmi Gazete: 20.5.1942).
İktisadi Devlet Teşekkülleri Memurları Tekaüt Sandığı Hak-
kında Kanun (20.5.1942 gün ve 4222 sayılı Kanun; Resmi Gazete,
25.5.1942).
Köy Öğretmenleri Sağlık ve İçtimai Yardım Sandığı Nizamna-
mesi (31.3.1943; Resmi Gazete, 16.4.1943).
Etibank Memur ve Müstahdemleri Yardımlaşma Cemiyeti Ana
Nizamnamesi (Resmi Gazete, 25.9.1945).
Bu dönemde oluşturulan Köy Öğretmenleri Sağlık ve İçtimaî
Yardım Sandığı daha sonraki yıllarda İlkokul Öğretmenleri Sağlık
ve İçtimaî Yardım Sandığı'na (İLKSAN) dönüştürüldü.
Hükümet bu dönemde memurlar tarafından tüketim koope-
ratifleri, yapı kooperatifleri ve memur kulüpleri kurulmasını da
teşvik etti.
• Memurlar ve Siyasal Faaliyet
788 sayılı (1926) Memurin Kanunu'nun 9. maddesi, "memurla-
rın siyasi cemiyet ve klüplere intisap ve devamları, her nevi inti-

381
habata müdahaleleri ve siyasi neşriyat ve beyanatta bulunmaları
memnu ve bilmuhakeme sübutu halinde tartlarını muciptir" hük-
münü getiriyordu.
Ancak bu yasağın 1946 öncesinde nasıl uygulandığını en iyi
Atatürk özetlemektedir.402 "Memurlar Kanunun, 'memurların po-
litik dernek ve klüplere girmelerini yasaklayan' hükmü karşısında
tereddüte düşenlere ve hiç olmazsa bu maddenin de değiştirilme-
si kanısında bulunanlara Atatürk şu karşılığı vermişti: 'Ben bu
maddede değiştirilecek bir şey görmüyorum. Çünkü burada me-
murların politik derneklere girememesindeki amaç, onların Be-
nim Partim'den başka bir partiye girmemesi demektir. Bu bakım-
dan bu madde hatta yararlıdır ve kesinlikle değiştirilmemelidir.' "
Dahiliye Vekili Şükrü Kaya ise 1937 yılı Ocak ayında memurla-
rın CHP ve siyasetle ilgisini şöyle ifade ediyordu: "Eski kanunda
memurlar siyaset ile meşgul olamazlardı. Bugün valiler, siyaset ile
meşgul olan heyetin başındadır. Valiler parti başkanlarıdır. Parti
ile hükümet bir olduğu için memurlara siyasi vazife verilmiştir."403
Memurların CHP ile ilişkisi ayrıca Halkevleri aracılığıyla sürdü-
rülüyordu. Halkevleri tamamiyle CHP'nin denetimi ve güdümün-
deyken ve CHP'nin politikalarını yaymanın bir aracıyken, memur
ve öğretmenlerin, birer "içtimai kültür müessesesi" olduğu ileri
sürülen halkevlerine "devamlarının teşvik olunmasına İcra Vekil-
leri Heyeti"nin 19.7.1932 tarihli toplantısında karar verildi. Halkev-
lerinin üyeleri arasında memurların büyük bir ağırlığı vardı.
31 Nisan 1938 tarih ve 3360 sayılı kanun, memurlar arasında
gerekli durumlarda tasfiye yapılabilmesini sağlayacak şu hüküm
ile, mevcut düzene karşı tavır alan memurlar için iş güvencesini
tümüyle ortadan kaldırdı: "Cumhuriyet rejimine ve memleketin
içtimai nizamını bozmağa müsait akideleri yapmaya çalıştığı gizli
tezkiye varakalarıyla teeyyüt eden memurlar sicil itibariyle teka-
üde sevk olunurlar." Dikkat edileceği gibi, bir yargı kararı değil,

402 M. Goloğlu, Tek Partili Cumhuriyet (1931-1938), Ankara, 1974, s.191-192.


403 A. Us, 1930-1950 Hatıra Notları, İstanbul, 1966, s.143.

382
memurun amirinin doldurduğu gizli tezkiye varakaları, sicil itiba-
riyle tekaüde sevk olunmak için yeterli kabul edilmekteydi.
Özetle, CHP kadroları 1930'lu yıllarda sayıca büyüyen işçi sı-
nıfının sınıf mücadelesine girmesini önlemek ve "beynelmilel
komünizm"den etkilenmesini engellemek için şu işleri yaptı:
İşçi sınıfı tabakalara bölündü ve özellikle memur adı altında
istihdam edilen beyaz ve vasıflı mavi yakalı işçilere günün koşul-
larında küçümsenmeyecek ayrıcalıklar tanındı.
Kanun, tüzük ve yönetmelikler aracılığıyla diğer işçilere bazı
haklar verildi.
Kamu işletmelerinin belirli merkezlerde yoğunlaşması önlen-
di, ülkenin çeşitli bölgelerine dağıtıldı404 ve çok sayıda işçinin bir
arada bulunduğu kamu işletmelerinde işçilerin çoğunun birinci
kuşak, tamamiyle mülksüzleşmemiş ve 1925 öncesindeki işçi olay-
larından ve örgütlenmelerinden habersiz kimseler olması sağlan-
dı. Ayrıca, "işletmelerde kurulmuş CHP ocakları, müteyakkız bir
espiyonaj yuvası vazifesi görüyordu."405
Asker ve mahkûm çalıştırılarak veya çeşitli biçimlerdeki zo-
runlu çalışma ile işçi açığı kapatılmaya çalışıldı.

1939-1946 Dönemi

Atatürk'ün ölümünün ardından başlayan II. Dünya Savaşı,


Türkiye'nin planlarını aksattı. Hükümetin savaşın dışında kalma
çabaları başarılı oldu; ancak bu tavır, savaş sonrasında bazı so-
runlar yaşanmasına da yol açtı.
II. Dünya Savaşı yıllarında emekçi sınıf ve tabakalar büyük zor-
luklar yaşadı. Bu zorluklar CHP'ye fatura edildi. Demokratik devri-

404 “Vehim içindeki diktatörlük, gayri iktisadiliğine rağmen, ‘sanayii memleketin


muhtelif mıntıkalarına taksim ederek büyük amele kitlelerinin bulunmasına’
mani olmıya kalkıyor.” (Erişçi, age, s.22).
405 Erişçi, age, s.27.

383
mi tamamlayamamış olan CHP, bu zorlukların yol açtığı toplumsal
muhalefetten karşıdevrim güçlerinin yararlanmasını önleyemedi.
Savaş yıllarında Türkiye'de sermayedar sınıfın elindeki serma-
ye birikimi hızla arttı. 1946 yılında başlayan Soğuk Savaş Türki-
ye'yi de etkiledi. Güçlenen ve bağımsız bir güç olma konusunda
özgüven kazanan Türkiye büyük burjuvazisi, büyük toprak sahip-
leriyle birlikte, ABD'nin Soğuk Savaş stratejisine uygun hareket
etti ve hükümeti etkileme çabasında ABD'den destek aldı. Türkiye
büyük burjuvazisi, büyük toprak sahipleri ve ABD emperyalizmi,
Türkiye demokratik devriminin kazanımlarını hızla aşındıran bir
süreci başlattı. Türkiye'nin milli demokratik devriminde Mustafa
Kemal Paşa'nın en önemli aracı olan CHP, karşıdevrim güçleri kar-
şısında geri adım attı; milli demokratik devrimin geriye döndürül-
mesine alet oldu. 1945 yılında dünya ölçeğinde antifaşist güçlerin
birliği ve ağırlığı devam ederken direnen CHP, 1946 yılında Soğuk
Savaş'la birlikte geriye gidişi kabullendi. Köylülüğün nüfusun
beşte dördünü oluşturduğu ve II. Dünya Savaşı'nın yükünü ağır-
lıklı olarak köylülüğün çektiği ve köylülüğün geniş kesimlerinin
henüz toprak ağalarının, aşiret reislerinin, din adamlarının, tefe-
cilerin, vb. kulluğundan kurtarılamadığı koşullarda parlamenter
demokrasiye geçilince, karşıdevrim süreci "demokratik" bir görü-
nümle başladı.
Bu süreçte Türkiye işçi sınıfının devlet memuru statüsünde is-
tihdam edilen kesimleri kazanımları korumaya çalışırken, hizmet
akdiyle çalışanların büyük bölümü de, köylülükle birlikte karşı-
devrim sürecini destekledi. Bunun bir nedeni, bu işçilerin önemli
bir bölümünün kısa bir süre önce köylü olması, henüz tam an-
lamıyla mülksüzleşmemesi, gerek 1929 Buhranının kırsal kesim-
de yarattığı tahribatın, gerek II. Dünya Savaşı koşullarının kırsal
bölgelerde yol açtığı sorunların faturasını CHP'ye çıkarmalarıydı.
Diğer taraftan 1923-1938 döneminin sınırlı ve kısıtlı eğitim ve ileti-
şim olanakları, yeni yetişen kuşakların Türkiye demokratik devri-
minin gerek duyduğu düzeyin gerisinde kalmasına yol açmıştı. İn-

384
sanlar henüz kulluktan özgür yurttaşlığa geçemeden uygulanan
parlamenter sistem, insanları kullaştıran güçlerin hâkimiyetini
pekiştirme sonucunu doğurdu.
Savaşa taraf olan veya savaş tehdidi altında yaşayan tüm ülke-
lerde olduğu gibi Türkiye'de de savaş yıllarında sıkıyönetim uygu-
landı. Resmi Gazete'de 25.5.1940 tarihinde yayımlanarak yürürlü-
ğe giren 22 Mayıs 1940 gün ve 3832 sayılı Örfi İdare Kanununa göre
Örfi İdarenin yetkileri arasında şunlar bulunuyordu:
"M. 3/I. Görülecek lüzum üzerine meskenleri ve her türlü ce-
miyet, kulüb gibi teşekküllere aid binaları ve bunların müş-
temilâtını ve iş mahalleri ile sair kapalı yerleri ve mektup,
telgraf vesair mersuleleri, şahısların üzerlerini gece ve gün-
düz aramak ve bunlarda subut vasıtaları olan veyahut mu-
sadereye tâbi bulunan eşyayı zabt ve radyo, telefon ve telsiz
gibi bilcümle muhabere vasıtalarını kontrol ve icabında tatil
ve menetmek; (...)
"M. 3/IV. Gazete, kitap vesair matbuaların tab ve neşrini veya
hariçten idhalini menetmek ve matbaaları kapatmak ve mat-
buat ve telgraf ve mektup üzerine sansür koymak;
"M. 3/V. Kapalı ve açık yerlerde her türlü toplantıları men et-
mek ve cemiyetlerin faaliyetlerini durdurmak."
Savaş yılları, hükümetlerin tüm hesaplarını saldırıya uğra-
madan ve baskılar sonucunda savaşa sürüklenmeden Türkiye'yi
selamete çıkarma üzerine yapıldığı bir dönemdi. Bu sürecin zor-
luklarının faturası da CHP'ye çıkarıldı.

CHP Belgelerinde ve Hükümet Programlarında


İşçi/Memur Hakları
Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt'un 25 Şubat 1939 günü İzmir
Halkevi'nde ve ardından Konya ve Adana halklevlerinde yaptığı
bir konuşma daha sonra kitapçık olarak yayımlandı. Türk Köylü ve
İşçilerinin Hakları isimli kitapçıkta M. E. Bozkurt şunları yazıyordu:

385
"Türk milletinin yüzde 80'inden fazlası köylü ve işçi olun-
ca köylü ve işçinin haklarını düşünmek, onları korumak ve
istemek 'Milliyetçiyim!' deyen bir Türkün ilk ödevidir. Mo-
dern milliyetçiliğin belli başlı farikası da budur. İşçinin ve
köylünün haklarını bağıranlara Komünist yahut sosyalist
damgasını yapıştırma gayretini güdenler, şahsi menfeatle-
rini çalışan kitlelerin zararlarında arayanlardır. (...) Modern
milliyetçilikten bahsedilince köylü ve işçiyi mutlaka ve be-
hemehal en ön safda düşünmek bir zarurettir. Ve bu, aklın,
mantığın bir zaruretidir. İcabıdır. Türk köylü ve işçisini ve
bunların haklarını kadrosu içine almayan modern bir mil-
liyetçilik düşünülemez. Ve olamaz. Türk köylü ve işçisini ve
onun haklarını kadrosu içine almayan bir sistem, Türk milli-
yetçiliği değil, Karl Marx'ın çok yerinde ve umumi mahiyet-
te dediği gibi, kuvvetli tek bir sınıfın, diğer zaif sınıfları esir
sürüleri gibi kullanması, sömürmesi sistemidir. Tıpkı Mısırın
ihramlarını firavunların kamçı darbeleri altında yükselten
esir sürüleri gibi."406
M. E. Bozkurt'un ifade ettiği anlayış, işçilerin bağımsız bir sınıf
olarak örgütlenmesi, toplumsal ve siyasal süreçlere müdahale et-
mesi değil, "işçinin haklarını düşünmek ve korumak"tır.
Kapitalizmin yeterince gelişmediği ve ülkede hâkim çelişkinin
artık-değer sömürüsü temelli olmadığı koşullarda, iki ayrı politi-
ka gündeme gelebilir. Birincisi, ülkenin kalkınmasını ve böylece
bağımsızlığını sağlamada özel teşebbüse ağırlık veren bir sistem-
de işçilerin daha yoğun bir biçimde sömürülmesidir. İkincisi, özel
teşebbüsün kalkınma ve bağımsızlığa katkıda bulunma gibi bir
anlayışının olmadığı koşullarda, işçilerin bu doğrultuda etkili bir
mücadelesi olmasa da, işçiyi koruyan bir anlayış.
CHP'de bu iki politikayı da savunan kesimler vardı. M. E. Boz-
kurt ikinci politikayı savunanlardandı.

406 Bozkurt, Türk Köylü ve İşçilerinin Hakları, İzmir Ticaret Basımevi Köy Neşriyatı,
İzmir, 1939, s.6-7, 9.

386
Celal Bayar'ın istifasından sonra başbakanlık görevi Cumhur-
başkanı İsmet İnönü tarafından Refik Saydam'a verildi. 25.1.1939-
3.4.1939 döneminde görev yapan XI. Cumhuriyet Hükümeti'nin
(I. Saydam Hükümeti) programında çalışma yaşamına ilişkin şu
değerlendirmeler yer alıyordu: "Devlet bütçesinden verilen maaş
ve ücretlerle Devlet sermayesiyle kurulmuş müesseselerdeki maaş
ve ücretler arasında ahenk tesisi ve bu esnada bu müesseselerin
salim bir surette işlemesinin de temini üzerinde ehemmiyetle te-
vakkuf ettiğimiz bir mevzudur. Bu gayeye matuf mesaiyi en kısa
bir zamanda tahakkuk ettireceğiz. Vazifelerin ehillerine, tevdiine
ve memurların terfi ve terfihlerinde adalet ve liyakâtin esas tutul-
masına dikkat edeceğiz."
Refik Saydam'ın başbakanlığındaki XII. Cumhuriyet Hükümeti
(II. Saydam Hükümeti) 3.4.1939-9.7.1942 döneminde görev aldı. Bu
hükümetin programında çalışma yaşamına ilişkin bir değerlen-
dirme yoktu.
1939 yılında genel seçimler yapıldı (15-26 Mart).
CHP'nin 5. Kurultayı 29 Mayıs-3 Haziran 1939 günleri toplan-
dı. Kurultay'da alınan karar uyarınca, illerde valilerin il başkanı
olması sistemine son verildi. Devlet memurlarının partiye üye ol-
malarına olanak tanınmamasına karar verildi. Siyasal partiye üye
olma yaş sınırının 18'den 22'ye çıkarılması kararlaştırıldı.
7 Haziran 1939 tarihinde yayımlanan bir genelgeyle valilerin
il başkanlığı görevine son verildi. 1931 yılında kaldırılan parti mü-
fettişliği, 1939 yılında yeniden kuruldu.
CHP'nin 8-15 Haziran 1943 tarihlerinde toplanan 6. Kurulta-
yı'nda önemli politika değişikliklerine gidilmedi.
CHP Genel Sekreterliği, il kongrelerinde gündeme getirilen di-
leklerin özetini 1943 yılında toplanan 6. Kurultay'a ayrı bir kitap
olarak sundu. Bu dilekler arasında işçileri doğrudan ilgilendiren
aşağıdaki istekler yer alıyordu:
"Fakir ve dul kadınlara, tercihan devair ve müesseselerde
vazife verilmesi.

387
"Ecnebi şirketlerde yalnız Türk memurlarının kullanılması.
"Resmi dairelerdeki memur ve müstahdemler gibi menafii
umumiyeye hadim müessese müstahdemlerinin de yirmi lira-
ya kadar maaş veya ücretlerinden kazanç vergisi alınmaması.
"Buhran ve muvazene vergisinin küçük memurlarla bazı sa-
nat işçilerinden kaldırılması.
"Memur ve amele maaş ve ücretlerinin arttırılması.
"Hususi müesseselerde çalışan memurlara yapılan zamların
devlet memurlarına yapılan zamlar gibi vergiden muaf tu-
tulması.
"Memurlara verilecek giyim ve ayakkabıların biran evvel ve-
rilmesi.
"Eğitmen ücretlerinin artırılması.
"Mütekaitlerle ücretli memurların ve partide faal vazife gö-
renlerin çocuklarının da memur çocukları gibi paralı okulla-
ra ve okul pansiyonlarına tenzilatlı olarak kabul edilmeleri.
"İlkokul öğretmenlerinin muvazenei umumiyeye alınmaları.
"Maden amelesinin yevmiyelerinin arttırılması,
"Maden amelesine verilen ekmek miktarının fazlalaştırılması.
"336 numaralı koordinasyon kararına tevfikan madenlerde
amele çalıştırılması.
"Maden amelelerinin üç gruba ayrılarak iki ay köyünde zi-
raatle bir ay da madenlerde çalıştırılması usulünün kabulü.
"Maden ocaklarında çalışan işçilere ucuz ve sağlam ayakka-
bı temini.
"Maden ocaklarında müstahdem olup da ve Ereğli'de mec-
buren ikâmet edenlere Etibankça yakacak kömür verilmesi.

388
"Ereğli Kömür İşletmesi işçilerine devlet demiryolları gibi te-
kaüdiye veya ikramiye verilmesi.
"Ereğli Kömür İşletmesi daimi işçilerinin yevmiyelerinin art-
tırılması ve ayın onbeşinde ücretlerinin yüzde ellisi nisbetin-
de avans verilmesi.
"İşletme kooperatiflerinde çalışan işçilere taksitle manifatu-
ra verilmesi.
"Sümerbank fabrikalarının fazla istihsal edebilmeleri için
işçi ekiplerinin artırılması.
"Hususi müesseselerde çalışan işçilerin işlerine nihayet ve-
rildiği zaman ikramiye verilmesi.
"İş Kanunu'nun 24 üncü maddesinin tadili.
"Bez fabrikasında bir çocuk bakım evi inşası.
"Ücretli memurlarla odacıların ve dar gelirlilerin de memur-
lar gibi ihtiyaç maddelerinden istifade etmelerinin temini.
"Pahalılıkla mücadeleye memur edilen müstahdemlere ay-
nen erzak verilmesi.
"Posta ve telgraf muhabere memurlarına ağır işçi karnesi ve-
rilmesi.
"Servis aktifte çalışanlara polisler gibi er tayını verilmesi.
"Memurlar ile halka müsavi fiat üzerinden hububat ve ek-
mek verilmesi."407
1939 ve 1941 yıllarındaki kurultaylarda partinin programının
çalışma yaşamına ilişkin bölümlerinde önemli bir değişiklik ya-
pılmadı.

407 CHP, C.H.P. Altıncı Büyük Kurultayına Sunulan Vilâyet Kongreleri Dilekleri
Hulâsası, Ankara, Çankaya Matbaası, 1943.

389
9.7.1942-9.3.1943 döneminde görevde kalan XIII. Cumhuriyet
Hükümeti'nin (I. Saraçoğlu Hükümeti) programında şu değerlen-
dirmeler yer alıyordu:
"Zengin ve pahalı adamlar için mesele mevcut değildir; köy-
lü ve çiftçi bu malların sadece satıcılarıdır; Amele ve esnaf
yevmiyelerini ve işlerini yeni şartlara daha evvelden intibak
ettirmişlerdir. Görülüyor ki bu hayat pahalılığı bütün ağır-
lığını bilhassa muayyen bir miktardan az maaş veya ücret
alan memurlara çektirmektedir. Bunlara hayat pahalılığı
nispetinde veya daha az bir maaş zammı yapmak bu gün
hazinemizin tamamen kudreti haricindedir. Esasen bu kabil
zamlar bizi fasit bir daireye düşürüyor. Bu sebeple bu yükü
hafifletmek için başka istikametlerde çareler aradık ve her-
gün biraz daha arayacağız.
"Yükünü biraz hafifletmek istediğimiz bu ailelerin reisleri-
ne şimdilik ve bir başlangıç olmak üzere birer çift ayakkabı,
kezalik bu ailelerin reislerine ve eşlerine birer elbiselik ku-
maşı meccanen vermek istiyoruz. Bundan başka muhtaç va-
tandaşlara iktidarımız dahilinde içtimai yardımlar yapmağa
çalışacağız. Görülüyor ki bütün dikkatimiz, bütün faaliyet-
lerimiz daha ziyade bu zaruri ihtiyaç maddeleri etrafında
toplanacaktır.
"Köylüyü topraksız, toprağı da köysüz bırakmıyacağız. Ve
yavaş yavaş toprağı, sanatı ve tekniği sadece bilginin emrine
geçireceğiz.
"İktisadi ve siyasi sahâlârda Devletçilik, fertçilik ve koopera-
tifçiliğe bırakılan sahalar o kadar geniştir ki bunlar arasında
bir menfâat çarpışması asla olmayacak ve ileride de olma-
ması için de daima dikkatli ve hesaplı yürüyeceğiz. Bizde
imtiyazlar ve sınıflar asla mevcut olmadı. Demokratlık Türk
tarihinin derinliklerinden yuvarlanıp gelen büyük bir haki-

390
kattır. Biz halkçı idik, halkçıyız ve daima da halkçı kalacağız.
Tek partili bir devlet kurmuş olmamız başlıca bu büyük ha-
kikate dayanıyor.
"Biz ne sarayın ne sermayenin ne de sınıfların saltanatını is-
tiyoruz. İsteğimiz sadece Türk Milleti'nin hâkimiyetidir."
CHP, Cumhuriyet'in ve CHP'nin 20. yıldönümü vesilesiyle 1943
yılında Yirmi Yıl İçinde Cumhuriyet Halk Partisi isimli bir çalışma
yayımladı. Bu çalışmada sınıf olgusu şu şekilde ele alınıyordu:
"Sınıfları teşkilatlandırma, onların menfaatleri arasında te-
zadı belirtecek sınıf mücadelesine meydan verme cemiyetin
enerjisini beyhude yere israf etmekten ve işin ve iş sahipleri-
nin huzurunu gidermeden başka bir şeye yaramaz.
"Türk milletini türlü sınıflardan mürekkep telakki etmemeli,
meslek erbabının bir araya gelmesi şeklinde görmeli ve bir-
birini istismar eder sınıfların vücuda gelmesine asla meydan
vermemelidir.
"Parti, sınıf kabul etmemekle, sosyal nimetlerden faydalan-
manın (kabiliyet ve çalışma derecesiyle mütenasip olacağını)
programına koymakla işi ve çalışmağı faziletlerin başında
görmüş ve millet ahlâkının miyarını da doğrudan doğruya
veya bilvasıta milletçe faydalı işe yarayıp yaramama olarak
kabul etmiştir. Bu bakımdan çalışma ahlâkının kökleşmesi-
ne yarayacak manevi bir muhiti hazırlamaktadır.
"Sınıf menfaatlerine dayanan partiler olmaksızın ve bunlar
arasında mücadeleye lüzum kalmaksızın demokrasinin te-
mel fikri olan (Hürriyet)in korunabileceğini Partimiz, yarat-
tığı rejimle âleme göstermiştir. (...) Ferdî mülkiyet esası ko-
runduğu halde sınıfların teşekkülüne ve sınıf mücadelesine
meydan verilmemesinin yolu bulunabileceği herkese açıkça
gösterilmiştir."408

408 Parla, age, s.155-158.

391
XIV. Cumhuriyet Hükümeti (II. Saraçoğlu Hükümeti) 9.3.1943-
7.8.1946 döneminde görevde kaldı. Bu hükümetin programında
çalışma yaşamına ilişkin aşağıdaki değerlendirmeler yer aldı:
"Yine bu kararlara göre, hükümet bu muayyen fiyatla alınan
malları mahdut ve muayyen bir sahaya tahsis etti. Bunları
evvela ordunun saniyen dar ve mahdut gelirli vatandaşların
ihtiyaçlarına tahsis eyledi. Ve geri kalan miktarla da tanzim
şatışları yapmayı düşündü ve böylece başlıbaşına bir prog-
ram vücut buldu. Bu programa göre: 140 liradan fazla ücret
ve maaş alan geniş manasıyla bütün memur ve müstahdem-
lere birer kat elbiselik kumaş. 140 liradan aşağı olanlara iki-
şer kat elbiselik kumaş. 70 liradan aşağı maaş ve ücret alan-
lara da ayrıca birer ayakkabı vermeyi vadetmiştik. Elyevm
bütün bu vaitler icra safhasındadır. Ve derpiş edilen zamanı
içinde tamamen yapılacaktır."
Hükümetçe elbiselik kumaş ve ayakkabı verilmesi bugün için
önemsiz görülebilir; ancak II. Dünya Savaşı koşullarında bunlar
önemli katkılar oluşturuyordu.
1945 yılında II. Dünya Savaşı sona erdi. Sovyetler Birliği, ABD,
İngiltere ve Fransa ittifakı galip geldi. 1941 yılından 1946 yılı or-
talarına kadar süren bu saflaşma, Türkiye'de parlamenter düzene
geçiş eğilimini güçlendirdi. Ancak insanların henüz kulluktan
kurtulamadıkları koşullarda yaşanan dış kaynaklı "demokratik-
leşme" rüzgârları, Türkiye'de demokratik devrimin gelişiminin
durdurulmasına ve karşıdevrim güçlerinin saldırısına yol açtı.
Türkiye'de "demokratikleşme" olarak ifade edilen parlamenter
demokratik düzene, nüfusun hâlâ beşte dördünü oluşturan köy-
lülüğün büyük bölümünün ağa/tefeci/din adamı/şeyh/aşiret reisi
kulluğundan kurtarılamadığı koşullarda geçildi. 1927 tarım buh-
ranı, 1929 dünya buhranı ve II. Dünya Savaşı'nın yükünü çekmiş
olan köylülük büyük ölçüde karşıdevrim güçlerinin etkisi altın-
daydı.

392
Savaş sonrası dönemde yeni siyasal partiler kuruldu. Bu siya-
sal partilerin programları, hem II. Dünya Savaşı'nı kazanan itti-
fakın ilerici çizgisinden hem de hemen ardından başlayan Soğuk
Savaş'ta komünizm korkusuyla emperyalizmin ve sermayedarla-
rın kabullenmek durumunda kaldıkları "ilerici ve demokrat" çiz-
giden etkilendi.
Bu "demokratikleşme"den kısa bir süre için sosyalist/komü-
nist sol da yararlandı ve özellikle sendikaların örgütlenmesinde
başarılı oldu. 1946 yılı ortalarından itibaren Soğuk Savaş rüzgâr-
ları esmeseydi ve ülkede antiemperyalist ve antikapitalist siyasal
örgütlenmeler özgürce çalışma olanağı bulabilseydi, dış dina-
mikler sonucunda sağlanan bu "demokratikleşme" gerçek bir de-
mokratikleşmeye dönüştürülebilirdi. Ancak Soğuk Savaş'ın baş-
lamasıyla, "demokratikleşme" olarak ifade edilen düzenlemeler
tümüyle karşıdevrim sürecine katkıda bulundu. Türkiye demok-
ratik devriminde Mustafa Kemal Paşa'nın önderliğinde büyük
katkılarda bulunmuş olan CHP bile bu karşıdevrim dalgasından
etkilendi ve kendi geçmişiyle temelden çelişen tutum ve davranış-
lara sürüklendi.
İlk siyasal örgütlenme, 18 Temmuz 1945 tarihinde kurulan Mil-
li Kalkınma Partisi idi. Parti programında şöyle deniyordu: "M.
36- Sanayi, müessesat, maden ve orman işletmelerinde bütün ik-
tisadî sahâlârda işçilerin mesailerinde temin ettiği azamî verime
karşılık, onları terfih edebilmek için en mütekâmil dünya işçi teş-
killeri nümune ittihaz edilerek hakları teminat altına alınacaktır.
Resmî tatil günlerinde işçi yevmiyelerinin, çalıştıkları günler gibi
verilmesi istenilecektir."409
Demokrat Parti, 7.1.1946 tarihinde kuruldu. Parti programında
işçiler ve memurlar lehine önemli düzenlemeler öngörülüyordu.
Programın bazı maddeleri şöyleydi:

409 Tunaya, age, 1952, s.645.

393
"Madde 5. (...) İnsanlık haysiyetinin korunması için, çalış-
mak isteyen her işsiz yurddaşa iş bulunmasını, ihtiyarlık ve
sakatlık gibi hallerde yurddaşların yardım görmelerini, de-
mokrat bir cemiyetin başlıca hedeflerinden sayarız.
"Madde 6. İçtimaî iş bölümünün tabiî neticesi olarak, çiftçi-
lik, işçilik, tüccarlık, sanayicilik, avukatlık ve memurluk gibi,
yurddaşların teşkil ettikleri iş ve çalışma zümrelerinin kar-
şılıklı münasebet ve menfaatlerin, umumî menfaat çerçevesi
içinde, içtimaî adalet ve insanî tesanüt prensiplerine uygun
olarak ahenkleştirilmesi lüzûmuna ve imkânına inanıyoruz.
"Madde 7. Umumi hayatta her bakımdan muvazeneli ve
ahenkli bir gelişmenin sağlanması için, yalnız siyasî parti-
ler kurulmasını, yani, sadece siyasî sahada teşkilatlanmış
olmayı kafi görmüyoruz; milletimizin iktisadî ve içtimaî
sahâlârda da süratle teşkilatlanmasını ve daha şuurlu bir
birliğin tecellisi için, işçilerin, çiftçilerin, tüccar ve sanayi-
cilerin, serbest meslek mensuplarının, memur ve muallim-
lerin, yüksek öğretim talebesinin meslekî içtimaî ve iktisadî
maksatlarla cemiyetler, kooperatifler ve sendikalar kurmala-
rını gerekli buluyoruz.
"Bütün bu meslek ve tesanüt teşekküllerinin manevi şah-
siyet olarak her türlü siyasî tesir ve maksatlar dışında kal-
maları şartiyle, işçi sendikalarının grev hakkının tanınması
fikrindeyiz. (...)
"Madde 11. Devlet memurlarının, seçimlere iştirak dışında,
hiçbir siyasî faaliyette bulunmamaları ve siyasî partilere gir-
memeleri lüzumuna kaniiz. (...)
"Madde 23. Devlet vazifelerinin günden güne artması ve dev-
letin siyasî ve idarî bünyesinde iktisadî hareketlerin daha
belirgin hale gelmesi yönündeki gelişme, memur meselesini
umumî hayatın çetin bir meselesi haline koymuştur.

394
"Memurların, her şeyden evvel, halka hizmet duygusu taşı-
maları, vazife ve mesuliyet hislerine bağlı ve ehliyet ve ih-
tisas sahibi olmaları şarttır. Bu hususların sağlanması için
bilhassa şu esaslar üzerinde önemle durulmasını gerekli
buluyoruz:
"(a) Memurların hal ve atilerinin emniyet altına alınması, ay-
lıkların, memur ve emeklileri geçim kaygısından kurtaracak
dereceye getirilmesi.
"(b) Memurların tayin, terfi, cezalandırılmaları hususlarını,
takdirden ziyade objektif usullere bağlanması.
"(c) İhtisas ve diploma hakları mahfuz kalmak şartiyle mes-
lekî kabiliyet ve ehliyetleri olduğu takdirde tahsil durumları
nazara alınmaksızın bilumum amme hizmetlerinde çalışan
vatandaşlara derecelerini tamamlamak suretiyle yükselme
imkânlarının sağlanması.
"(ç) Çocukların okutulmasında memurlara kolaylıklar göste-
rilmesinin usulleştirilmesi. (...)
"Madde 88. (a) İçtimai adalet ve insanî tesanüt prensipleri-
nin tabiî neticeleri olan içtimaî sigortalar ve işçinin ve ailesi-
nin maddî ve manevî refahını temin edecek bütün iktisadî ve
teknik tedbirlerin alınmasına taraftarız.
"Memurlar hakkında da bu muhiyette tedbirler düşünülme-
sini lüzumlu addediyoruz. (...)
"(e) İşçiler için ücretli tatiller ve mezuniyetler sağlanması
imkânını arayacağız."410
Daha sonra kurulan partilerin programlarında da işçi ve me-
murlar lehine düzenlemeler bulunuyordu.

410 Age, s.662-673.

395
28 Şubat 1946 tarihinde Sosyal Adalet Partisi, 11 Mart 1946 ta-
rihinde Liberal Demokrat Partisi, 24 Nisan 1946 tarihinde Çiftçi
ve Köylü Partisi, 26 Nisan 1946 tarihinde Türk Sosyal Demokrat
Partisi, 14 Mayıs 1946 tarihinde Esat Âdil Müstecaplıoğlu'nun
başkanlığındaki Türkiye Sosyalist Partisi, 24 Mayıs 1946 tarihin-
de Türkiye Sosyalist İşçi Partisi, 17 Haziran 1946 tarihinde Türkiye
İşçi ve Çiftçi Partisi, 20 Haziran 1946 tarihinde Şefik Hüsnü Değ-
mer'in başkanlığındaki Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi,
21 Haziran 1946 tarihinde Yalnız Vatan Partisi, 21 Haziran 1946 ta-
rihinde Ergenekon Köylü ve İşçi Partisi, 26 Haziran 1946 tarihinde
Arıtma Koruma Partisi, 19 Temmuz 1946 tarihinde İslam Koruma
Partisi, 15 Ağustos 1946 tarihinde Yurt Görev Partisi kuruldu.
CHP'nin 10-11 Mayıs 1946 günleri toplanan 2. Olağanüstü Ku-
rultayı'nda, CHP Programı'nda yer alan ve sınıf esasına dayalı ör-
gütlenmeleri yasaklayan 22. madde kaldırıldı. Bu madde şöyleydi:
"Türkiye'de cins ve sınıf ve rejiyonal fikirleri koruma ve yayma,
sınıf mücadelesi uyandırma maksatlarıyla cemiyet kurulamaz."411
21 Temmuz 1946 günü genel seçimler yapıldı. 465 milletvekili
seçildi. CHP 397, DP 61 milletvekilliği kazandı; 7 kişi de bağımsız
olarak seçildi.
XV. Cumhuriyet Hükümeti, Recep Peker tarafından kuruldu
ve 7.8.1946-10.9.1947 döneminde görevde kaldı. Bu dönemin iki
önemli gelişmesi, II. Dünya Savaşı'nın hemen sonrasında yaşa-
nan demokratik havadan, Soğuk Savaş'a geçilmesi ve Türkiye'nin
Sovyetler Birliği ile ilişkilerinin gerginleşmesiydi.
1945-1946 yıllarında Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki iliş-
ki konusunda farklı görüş ve değerlendirmeler vardır. Bu kitap,
Sovyetler Birliği'nin Türkiye'den talepleri konusundaki iddiaların

411 Kili, Cumhuriyet Halk Partisinde Gelişmeler, Boğaziçi Üniversitesi Yay., İstanbul,
1976, s.96. Asım Us bu değişimi şöyle anlatıyor: “10 Mayıs 1946. Cumhuriyet
Halk Partisi Kurultayı fevkalade olarak toplandı. İsmet İnönü bir nutuk ile
toplantının sebeplerini anlattı. (...) Cumhuriyet Halk Partisi sınıf menfaati
üzerine kurulan partilere engel oluyor, şikâyetleri ortadan kalkacaktır. Parti,
programında şikayetlere sebep olan maddeyi kaldırmıştır.” Us, age, s.677.

396
tartışılacağı bir yer değildir. Ancak devletin bu konuya yaklaşımı
ve bu konuyu sunuşu, işçi/memur sorunlarına yaklaşımını da et-
kilediğinden, hükümet programında çalışma yaşamının dışında
bu konuda yapılan değerlendirmeler de özetle dikkate alınmalıdır.
Hükümet programında güncel gelişmeler ve çalışma yaşamına
ilişkin aşağıdaki değerlendirmeler yer alıyordu:
"Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında her iki memlekette bir
çeyrek asır evvel başarılan inkılâp günlerinden beri kurul-
muş ve her iki tarafın nefine gelişmiş olan samimi dostluğun
dayandığı muahedenin, bugünkü şartlara daha uygun ve
hükümleri ciddi surette iyileştirilmiş yeni bir andlaşma ile
değiştirilmesi maksadıyla, Sovyetler tarafından 19 Mart 1945
tarihinde, andlaşmanın yenilenmemesi arzusunun açık-
lanması üzerine gösterdiğimiz bütün iyi niyet ve gayretlere
rağmen yeni bir vesikayı müzakere ve intaca imkân bulama-
dık. II. Dünya Harbi'nde Birleşmiş Milletler davası uğrunda
katlandığı fedakârlıklar ve yaptığı kahramanlıkları takdir et-
mekte bütün medeniyet dünyası ile beraberiz.
"Türkiye'nin uluslararası manzumede idame ettiği özel mü-
nasebetlerden Sovyetler'e herhangi bir zarar gelebileceğini
katiyyen kabul etmiyoruz. Türkiye'nin bütün milletlerle, bil-
hassa komşu memleketlerle dostluk bağlarından ve kendi
egemenliğine ve toprak bütünlüğüne riayetten başka hiçbir
isteği yoktur.
"Ve bu şart bütün dış münâsebetlerimizin değişmez esasını
teşkil eder. Sovyet Rusya ile aramızdaki zarardan başka bir
netice vermiyen bugünkü muallak durumun yakın bir gele-
cekte karşılıklı güvene dayanan kuvvetli bir dostluğa yer ve-
receğinden ümidimizi kesmiş değiliz.
"Bizim büyük komşumuza karşı muhafazada devam ettiği-
miz iyi niyet aynı duygularla karşılaştığı ve adalet hislerinin
galip geldiği gün güçlüklerin zail olacağına kani bulunuyo-

397
ruz. Biz kendi hesabımıza, Türk-Sovyet münâsebetlerinin
geçmişte olduğu gibi gelecekte de mütebariz dostluk ve kar-
şılıklı güvene dayanan güzel seyrini yeniden müşahade et-
mekle ancak memnuniyet duyacağız.
"Arkadaşlar;
"Sovyetler Birliği Ankara Sefareti sekiz ağustos günü Dışiş-
leri Bakanlığı'na bir nota tevdi etmiş ve Sovyetler Birliği ba-
kımından boğazlar rejiminde arzu edilen tadillerin ne gibi
esaslardan ibaret olduğunu izah eylemiştir. Bu esaslar şu
beş noktaya dayanmaktadır:
"1. Boğazlar bütün memleketlerin ticaret gemilerinin geçişi-
ne daima açık olmalıdır.
"2. Boğazlar Karadeniz Devletlerinin harp gemilerinin geçişi-
ne daima açık olmalıdır.
"3. Karadeniz'de sahili bulunmayan devletlere ait harp ge-
milerinin boğazlardan geçmesi, hususi surette derpiş edilen
haller müstesna, memnudur.
"4. Karadeniz'e girmek ve Karadeniz'den çıkmak için tabii su
yolu olan boğazlara müteallik rejimin tesisi Türkiye'nin ve
Karadenizde sahili bulunan diğer devletlerin selahiyeti da-
hilinde olmalıdır.
"5. Boğazlarda ticari seyrüseferin serbestisini ve boğazların
güvenliğini temin hususunda en fazla alakadar ve bunu icra-
ya en kadir olmaları sıfatıyla Türkiye ve Sovyetler Birliği, işbu
boğazların Karadenizde sahili bulunan devletler aleyhine di-
ğer devletler tarafından kullanılmasının önüne geçmek için
bunların müdaafasını müşterek vasıtalarıyla temin ederler.
"Dikkatli bir incelemeye tabi tutulmuş olan bu Sovyet notası
hakkında hükümetimiz tetkiklerini bitirdikten sonra noktai
nazarını ifade edecektir.

398
"Şûrasını şimdiden söyliyebilirim ki biz bu meselede millet-
ler arası mukavelelerin hükümlerine de bağlıyız. Ve her şe-
yin üstünde olarak kendi toprak bütünlüğümüzü ve hüküm-
ranlık haklarımızı mahfuz tutmağa mecburuz. Bu, bizim için
değişmez esastır.
"Herhalde, Cumhuriyet Hükümeti Sovyet isteğini not etmiş-
tir. (...)
"Müttefikler ile vesair ilgili devletlerle birlikte 1936 tarihli
Montrö Andlaşmasının tadili meselesini müzakereye hazır
bulunmaktadır.
"Çalışma :
"İşçi hayatının iyileştirilmesi ve bunların risklere karşı te-
minâta kavuşmalarını sağlayacak teceddütlere daha büyük
ölçüde devam edeceğiz.
"l. Bu yıl uygulanmasına başlanmış olan ve şimdilik meslek
hastalığı, kaza ve analık hallerini ihtiva eden sosyal sigor-
talara bir de işçilerimizin ihtiyarlığını teminat altına alacak
emeklilik sigortası ekliyeceğiz.
"2. İş hukukumuzu değiştireceğiz. Henüz iş kanunumuzdan
faydalanamayan küçük iş yerindeki işçilerle deniz ve tarım
işçileri için tasarılar sunacağız.
"3. İş ve işçi bulmayı bir devlet vazifesi haline getiren kanun-
la meydana gelen devlet kurumunun çalışmasını genişlete-
ceğiz. Kalifiye işçi yetiştirmeye önem vereceğiz.
"4. Memleketimizin muhtelif bölgelerinden iş sahâlârına
doğru vukubulan işçi hareketini kontrol altına alarak gerekli
tesislerin kurulmasıyla meşgul olacağız.
"5. İş merkezlerinde sıhhi ve sosyal tesisleri tamamlamağa
ve işçilerimizi sihhi meskenlere yerleştirmeğe üzerinde za-
man ve emek sarfiyle çalışacağız.

399
"6. İş Kanunu'nun işçi lehine olarak işverenlere yüklettiği
mükellefiyetleri tam olarak gerçekleştirmeği takip edeceğiz.
"Devletten aylık alanların ve müstahdemlerin aylıklarının
mümkün ve münâsip nispetlerde artırmak çocuk zamlarını
çoğaltmak ve uzak bölgelere tayin edilen yerli olmayan me-
murlara ayrıca bir zam yapmak kararındayız. Fiilen vazife
başında bulunmak kaydı altında yüksek idare ve komuta
makamında bulunanlara temsil ödeneği vereceğiz.
"Yolluk Kanunu'nu yeni baştan gözden geçirilerek eksiklik-
lerinin tamamlanması memurların durumunu hafifletmiş
olacaktır. Eski emeklilerde dahil olmak üzere emekli aylık-
larının artırılmasını ve bunlara çocuk zammı verilmesini lü-
zumlu görüyoruz.
"Bütün dairelerimizin gördükleri hizmetlerle kadrolarının
esaslı bir incelemeden geçirilmesini ve mümkün olan tasar-
rufların yapılmasını ve fazla görülen elemanların da başka
iş sahalarında görevlendirilmelerini ve teadül kanunun baş-
ka memleketlerdeki benzerleri de gözönünde tutularak, bu-
günün icaplarına uygun bir hale getirilmesini zaruri bir iş
telâkki ediyoruz.
"Yurttaşı ev sahibi kılmak üzere uzun vadeli ve ucuz faizli
kredi açacak olan Emlak Kredi Bankası'nın çalışmalarına hız
verilecektir.
"Ankara'da ve doğu bölgelerimizde bir taraftan memurları-
mızın ihtiyaçları, diğer taraftan bu bölgelerdeki halkımıza
iyi örnekler vermek ve şehir ve kasabalarını yeni mahalle-
lerle güzelleştirmek için başlanmış bulunan memur evleri
yapımına sürekli olarak devam edeceğiz.
"Hükümet memurları ve idare amirleri tarafından güzelleş-
tirme veya herhangi bir maksatla şehir, kasaba ve köylerde
iane toplatılması kesin olarak yasaklanacaktır.

400
"Memurlar kanununun yenilenmesini teklif edeceğiz."
1946 yılında Soğuk Savaş rüzgârları esmeye başladı.
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı, 16 Aralık 1946 günü yayım-
ladığı bildiriyle, Türkiye Sosyalist Partisi ile Türkiye Emekçi ve
Köylü Sosyalist Partisi'ni, bu siyasal örgütlerle bağlantılı sendika-
ları ve bazı yayın organlarını kapattı.
Bu dönemde CHP'deki komünizm karşıtlığı, emperyalizmin,
güçlenmiş olan Türkiye büyük burjuvazisinin ve köy enstitüleri
ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu nedeniyle toplumsal, siyasal
ve iktisadi güçlerinin tehdit altında olduğunu gören büyük top-
rak sahiplerinin katkılarıyla daha belirgin ve saldırgan bir çizgiye
savruldu.
CHP bu yıllarda henüz çalışma yaşamında meydana gelen bü-
yük değişikliklerin farkında değildi.
Bağımsızlık açısından tehdit olarak algılanan "beynelmilel ko-
münizm" korkusuna bir de Soğuk Savaş'la birlikte ABD emperya-
lizminin, güçlenmiş Türkiye büyük burjuvazisinin, büyük toprak
sahiplerinin ve yeniden faaliyet alanlarını genişletmeye başlayan
tarikatların komünizme ve her türlü ilerici düşünce ve örgütlen-
meye karşı saldırısı eklendi. CHP'nin 1946 yılından itibaren poli-
tikaları, kapitalizmin gelişmesinde ulaşılan yeni düzey ve emper-
yalizmin artan müdahaleleri koşullarında büyük bir kargaşaya
dönüştü. Bu durumun bir örneği, sendikal hak ve özgürlükler ve
küylülüğün mülksüzleşerek işçileşmesi konusundaki görüşlerde
yansıyan anlayıştı.
Çalışma Bakanı Sadi Irmak, 1947 yılı Mart ayında yayımlanan
bir yazısında grev hakkına şu şekilde karşı çıkıyordu:
"Bazıları grevsiz sendika olamıyacağını iddia etmektedirler.
Bunu cesaretle tartışabiliriz. Biz şu kanaatteyiz ki grevin ya-
saklığı sendika hürriyetine aykırı değildir.
"Sebepleri:

401
"a) İşçinin grevle elde edebileceği hak ve menfaatlerin çok
fazlasını makul ve adil bir tahkim ukusiyle sağlamak müm-
kündür. Türkiye'de tatbikat böyledir. İzmir, İstanbul, Ankara
hakem kurullarımız en geniş bir grev hareketinin sağlıyamı-
yacağı menfaatleri işçimize temin etmişlerdir. Merak edenle-
re dosyalarımız açıktır.
"b) Devletçi bir rejimde zümrelerin kendi kuvvetleriyle ar-
zularına ulaşmalarına liberal rejimde olduğu gibi bir ihtiyaç
yoktur. İhtilaflarda Devletin adil bir nazımlık ve hakemlik rolü
oynaması esastır. İş Kanunumuz bu zihniyetten mülhemdir.
"c) Kalkınma devrinde olan ve geçmiş asırları süratle telafi-
ye mecbur olan bir memlekette grev, enerji israfı olduğu gibi
çok defa, hele fakir memleketlerde işçinin sefaletine sebep
olmaktadır. Sendikaların grev yapan üyelerini günlerce bes-
liyebilmeleri için milyonluk servetler teraküm ettirmeleri la-
zımgelir ki bu da işçi tasarruflarının kısır yerde istihlak edil-
mesine sebep olur. Ve çok defa patronlar, sendikaları zayıf
düşürmek için grevleri tahrik ederler. Devletçi bir rejim milli
iktisat üstünde bu nevi oyunlara göz yumamaz.
"d) Grevin karşılığında lokavt'i de yani patronların tazyik
maksadiyle müesseselerini kapamalarını da yasak ettiğimiz
için bir adalet gereği daha yerine getirilmiş bulunuyor.
"e) Dünyada müşahede ettiğimiz en yeni gelişmeler grev
hakkını tahdide hatta büsbütün kaldırmıya müteveccihtir.
Amerika'nın bile bu yolda bulunduğuna dair belirtiler vardır.
"f) Hiçbir gerçek Türk işçisi bizden grev hakkını talep etme-
miştir.
"g) Grevin bazı memleketlerde ne gibi maksatlara alet edil-
mekte olduğu meydandadır. Bizim memleketin bu hususta
bir muafiyeti yoktur."412

412 Irmak, “Türk Sendikaları,” Çalışma Bakanlığı, Çalışma Dergisi, Sayı 16, Mart
1947, s.68-69.

402
CHP'nin grev hakkı konusundaki bu olumsuz tavrı, emperya-
listlerin ve Demokrat Parti'nin "özgürlükçü ve demokrat" görü-
nümü karşısında çağdışı kaldı ve işçilerin DP'ye daha da yakın-
laşmasında etkili oldu. Karşıdevrim bu alanda da "demokratik"
görünüm altında kitle desteği sağladı.
Dr. Rebii Barkın, Zonguldak CHP milletvekiliydi ve CHP İşçi Bü-
rosu'nun Başkanıydı. Rebii Barkın, 1946 yılı Ocak ayında yayım-
lanan bir yazısında şöyle diyordu: "Kalifiye olmak için bu durum-
daki bir işçinin toprağından sökülerek işyerlerinde halkolunacak
sun'i bir içtimai nizam içine sokulması lazım değildir. Ona köyün-
de yardım etmek, köyünü işyerine bağlamak ve işletmenin sağ-
ladığı azami faydalardan bir kısmını, mesela, yol, ışık, ısı, temiz
ve bol su, hekim, ilaç ve kitap şeklinde ona vermek en esaslı, en
makul ve istikbal için en garantisi olan bir program olacaktır."413
1947 yılında hazırlanan İş ve İşçi Bulma Kurumu Komisyon Ra-
poru'nda Ereğli Kömür İşletmesi'ndeki işçi gereksinimi tartışılır-
ken şu öneriliyordu: "3. İşçilerin toprakla olan ilgilerinin devam
ettirilmesi (...)"414
Niyazi Berkes, bu durumu şöyle değerlendirmektedir:
"Bir taraftan endüstrileşmek isteniyor, öbür taraftan sanki
Türkiye baştan başa işçileşmiş de hani bugün yarın proleter
ihtilali kopacakmış gibi, bir işçi korkusu, bir emekçi düş-
manlığı körükleniyordu. (...)
"Çalışma Bakanlığı'nın başına bir köylü düşmanı olduğu kadar, bir
işçi düşmanı olan, işçiden köpekten korktuğu kadar korkan, evhamlı
bir adam geldi. Türk eğitimini de harabeye çeviren bu R. Ş. Sirer adlı
zatın ekonomi, sanayi, işçilik meseleleri ile zerre kadar ilgisi, bu ko-
nularda zerre kadar bilgisi olmadığı herkesin bildiği bir şey iken bu
yere getirilişinin baş sebebi, 'işçi tehlikesini' önlemekti. Bu zat, daha

413 Barkın, “Zonguldak Kömür Havzasında Kalifiye İşçi Davası,” Çalışma Bakanlığı
Çalışma Dergisi, Sayı 3, Ocak 1946, s.20.
414 Çalışma Bakanlığı Çalışma Dergisi, Sayı 18, Mayıs 1947, s.61.

403
doğru dürüst işçisi bulunmayan bu memlekette, her köşenin ardında
bir proleter, her adımın arkasında bir kızıl ihtilal saklı sanırdı."415
CHP'nin bu anlayışı ve tam mülksüzleşmemiş emekçiler, özel
ve kamu kuruluşları açısından önemli sorunlar yaratmaktaydı.
Orhan Tuna, yaşanılan bu çelişkiyi şöyle ifade ediyordu: "Gerçi
şehirleri alabildiğine büyültmemek, varlıksız bir proletarya züm-
resinin bilhassa büyük şehirlerde temerküzünü önlemek, hususi-
yetle iktisadi kriz devirlerinde kütle işsizliği tabir edilen fevkala-
de vahim meselelerle karşılaşmamak itibariyle, köylü-işçi tipinin
büsbütün faydasız ve hatta zararlı olduğu hiçbir şekilde iddia edi-
lemez. Ancak bu tip halen fabrika idarecileri için büyük güçlükler
doğurmakta, sinai işyerlerinde işçilerin girip çıkmaları, yer değiş-
tirmeleri hayret edilecek derecelere varmakta, sanayi ünitelerini
idare edenler adeta bugünden yarına vaki işçi devri neticesinde
ellerinin altında sabit bir kadroyu tutamamaktadırlar."416
CHP'nin "işçi korkusu" işçileri DP'ye itti.

İşçileri Doğrudan İlgilendiren Mevzuat


• Milli Korunma Kanunu
İş Kanunu'nun çalışma sürelerine ilişkin hükümleri II. Dünya
Savaşı nedeniyle askıya alındı.
15 Ocak 1940 günü TBMM'ye sunulan ve 18 Ocak günü görüşü-
lerek kanunlaşan 3780 sayılı Milli Korunma Kanunu, Savaş sıra-
sında artan işgücü gereksinimini bu yolla önemli ölçüde karşıladı.
Milli Korunma Kanunu'na göre, "Hükûmet, sanayi ve maadin
müesseselerinin istihsallerini ve diğer iş yerlerindeki mesaiyi, bu
kanunun derpiş ettiği ihtiyacı karşılayabilecek hadde çıkarmak
için lüzumu olan işçi kadrosunu ve ihtisas elemanlarını temin
eder. Bu maksadla vatandaşlara ücretli iş mükellefiyeti tahmil
edilebilir." (M. 9)

415 Berkes, 200 Yıldır Neden Bocalıyoruz, s.135-136.


416 O. Tuna, “Türkiye’de Sanayileşme Hareketlerinden Doğan İşçi-İşveren
Meseleleri,” Yeni Türkiye, İstanbul, 1959, s.304.

404
"Sanayi ve maadin müesseselerinde ve diğer iş yerlerinde ça-
lışan işçiler, teknisyenler, mühendisler, ihtisas sahibleri ve sair
müstahdemler, çalıştıkları müesseseyi veya iş yerlerini kabule
şayan bir mazeret olmaksızın ve haber vermeksizin terk edemez-
ler. Bu madde hükmüne tevfikan çalışmaya mecbur tutulanlara
sâylerine mukabil emsaline göre normal bir ücret verilir." (M. 10)
Milli Korunma Kanunu'nun 19. maddesi, iş saatlerinin her gün
üç saat daha uzatılabilmesine izin veriyordu. İş Kanunu'nun 50.
maddesinde kadınların ve çocukların bazı işyerlerinde çalıştırıl-
masına kısıtlama getiriliyordu. Milli Korunma Kanunu, sanayi
kuruluşları ile diğer işyerleri için bu kısıtlamayı da kaldırdı. Ayrı-
ca, Hafta Tatili Kanunu gereğince pazar günleri verilmesi zorunlu
olan ücretsiz hafta tatili izni de bazı koşullarla kaldırıldı. Ancak
işçiye haftada bir gün tatil verilecekti.
Hükümet, köylerde oturan kadın ve erkekleri, devlete ya da
şahsa ait ziraat işlerinde ücretli olarak çalıştırabilecekti: "Hükû-
met; ziraatte çalışabilir her vatandaşı, kendi ziraat işi yüzüstü
kalmamak şartile ikametgâhının en çok 15 kilometre mesafesi
dahilinde bulunan gerek Devlete ve gerek şahıslara aid ziraat iş-
letmelerinde tahakkuk eden ihtiyaca göre münasib ücretle çalıştı-
rabilir ve bu mıntakada eşhasa aid olub da sahibine katgi lüzumu
olmayan her nevi ziraat vasıtalarından münasib bir kira mukabi-
linde istifade edebilir. Kadınlar ancak kendi köy, kasaba ve şehir
sınırları içinde çalıştırılır." (M. 37)
Milli Korunma Kanunu'nda 30 Ocak 1942 günü yapılan deği-
şiklikle, tüm kuruluşlarda ve işyerlerinde asgari çalışma süreleri-
nin belirlenmesi yetkisi Hükümete verildi.
Milli Korunma Kanunu uyarınca Ereğli Kömür Havzası'nda ma-
dende, Nafia Vekaleti'nin yol, köprü, meydan ve iskele inşaatların-
da, Maarif Matbaası'nda, Ereğli Kömür Havzası'nda orman kesim
ve sevk işlerinde, Garp Linyit Ocaklarında, Soma Değirmisaz ve
Tavşanlı Linyit Havzalarında, Etibank Garp Linyitleri İşletmesi'nde
ücretli iş yükümlülüğü uygulandı. Ayrıca, özel sektörde iplik ve

405
dokuma imalathane ve fabrikalarında, ulusal savunma siparişleri
kabul eden fabrika ve kuruluşlarda ve çeşitli diğer işletmelerde İş
Kanunu'nun fazla çalışmaya ilişkin hükümlerinin uygulanmaya-
cağı kararı verildi. Kamu kuruluşlarında fazla çalışma konusunda-
ki kısıtlamaların kaldırıldığı işyeri sayısı ise çok yüksekti.
Milli Korunma Kanunu'nda 1944 yılında yapılan bir değişik-
likle, ücretli iş yükümlülüğü varken işini terk edenlerin işine geri
götürülmesi sırasında yapılan harcamaların da kendilerinden
alınması hükmü getirildi.
II. Dünya Savaşı topyekün savaştı. Savaşta taraf olan veya sa-
vaş tehlikesi altında yaşayan diğer ülkelerde çalışma yaşamına
ilişkin getirilen düzenlemeler, Türkiye'de Milli Korunma Kanu-
nu'nun getirdiği yükümlülüklerden çok daha ağırdı.
Milli Korunma Kanunu, yalnızca işçi sınıfı için bazı kısıtlama-
lar getirmedi; fabrikalara ve makinelere de el koydu. Örneğin, Ko-
ordinasyon Heyeti'nin 267 sayılı kararıyla Veysel Akbaş'ın dizel
elektrojen grubuna el kondu (Resmi Gazete, No: 5030). 284 sayılı
kararla bir tel çekme makinesine (Resmi Gazete, No: 5052), 290
sayılı kararla Tuzla ve Ankara'da tuğla ve çimento fabrikalarına
(Resmi Gazete, No: 5054), 349 sayılı kararıyla Eleko Deri Fabrika-
sı'na (Resmi Gazete, No: 5160), 464 sayılı kararıyla Zeytinburnu
Çimento Fabrikası'na (Resmi Gazete No: 5465), 557 sayılı kararıyla
Nadire Cenani ispirto fabrikasına (Resmi Gazete, No: 5890), 586
sayılı kararıyla Ayancık Kereste Fabrikası'na (Resmi Gazete, No:
5992) el kondu.
Koordinasyon Heyeti kararları arasında, bazı kişilerin araçla-
rının kullanımına izin verilmesinin örnekleri, özel araç kullanımı-
na getirilen kısıtlamayı yansıtmaktadır. Örneğin, 528 no.lu karar-
la Numan Menemencioğlu'nun otomobiline seyrisefer izni verildi
(Resmi Gazete, No: 5748). 555 sayılı karar da Şakir Zümre'nin oto-
mobiline ilişkin seyrisefer izniydi (Resmi Gazete, No: 5888).
Koordinasyon Heyeti'nin 255 sayılı kararıyla pasta ve çörek
yapımı yasaklandı (Resmi Gazete, No: 5020). Bu yasak, hububat

406
satışı tahdidini serbest bırakan 420 sayılı kararla kaldırıldı (Resmi
Gazet, No:5308).
Milli Korunma Kanunu'nun işçilere verdiği zarardan çok daha
büyüğü, 11 Kasım 1942 gün ve 4305 sayılı Varlık Vergisi Hakkında
Kanun ile Türkiye büyük burjuvazisine verildi.417
Bu yıllar, Türkiye'de karaborsacılığın yaygınlaştığı, Türkiye
büyük burjuvazisinin vurgunculuk yoluyla büyük servetler ka-
zandığı bir dönemdi. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 1 Kasım 1942
günü TBMM Genel Kurulu'ndaki konuşmasında bu kesimleri he-
def alarak şunları söyledi: "Acı ile hatırlamalıyız ki milletin iaşe
işlerini tanzim etmek yolunda Cumhuriyet Hükümetlerinin sar-
fettikleri gayretlere, iki senedenberi, cemiyetimiz tarafından hiç
yardım edilmemiştir. İşte bugün ilk hallolunacak mesele, umumî
itimat havasının iade edilmesidir. Bulanık zamanı, bir daha ele
geçmez fırsat sayan eski batakçı çiftlik ağası, ve elinden gelse
teneffüs ettiğimiz havayı ticaret metaı yapmaya yeltenen gözü
doymaz vurguncu tüccar ve bütün bu sıkıntıları politika ihtiras-
ları için büyük fırsat sanan ve hangi yabancı milletin hesabına
çalıştığı belli olmayan birkaç politikacı, büyük bir milletin bütün
hayatına küstah bir surette kundak koymaya çalışmaktadırlar. Üç,
beş yüz kişiyi geçmiyen bu insanların vatana karşı aşikâr olan za-
rarlarını gidermek yolu elbette vardır. (...) Ticaretin ve iktisadi fa-
aliyetlerin serbestliğini bahane ederek milleti soymak hakkını hiç
kimseye, hiçbir zümreye tanımamalıyız." (Tutanak, 1.11.1942, s.4)
Bu konuşmanın ardından, Varlık Vergi Kanunu tasarısı 11 Ka-
sım 1942 günü TBMM Genel Kurulu'nda görüşülerek kabul edildi
ve 12 Kasım 1942 günlü Resmi Gazete'de yayımlandı.
Varlık vergisi, tüccarlardan emlak ve akar sahiplerinden ve bü-
yük çiftçilerden alınacaktı. Vergi kapsamında olanlar, belirlenen
vergi miktarını 15 gün içinde ödemek zorundaydı. Bir aylık süre

417 4305 sayılı kanuna 4501 sayılı kanunla ek yapıldı. Tatbik Kararnamesi,
No.2/19288, Resmi Gazete, No:5302; Kararname No: 2/19453, Resmi Gazete,
No:5338.

407
içinde vergilerini ödemeyenler, genel hizmetlerde veya belediye
hizmetlerinde çalıştırılacaktı. Çalışma karşılığında ödenen üc-
retin yarısı vergi borcu için kesilecekti. Kadınlar ve 55 yaşından
büyük erkekler çalıştırılma yükümlülüğünden muaftı. Varlık Ver-
gisi ağırlıklı olarak azınlıklara uygulandı. Cumhurbaşkanı İsmet
İnönü, 20 Ocak 1943 günü şunları söylüyordu: "Bu memleket ta-
rafından gösterilen konukseverlikten yararlanarak, zengin olduk-
ları halde, ona karşı nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçacak
kimseler hakkında bu kanun bütün şiddetiyle uygulanacaktır!"
Bu verginin belki bir de başka boyutu vardı. İstanbul burjuvazi-
si Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında maddi/manevi hiçbir katkıda
bulunmamıştı. Anadolu halkı, tekalifi milliye ile varını yoğunu
verirken, İstanbul burjuvazisinin Rum ve Ermeni kökenli kesim-
leri, bağımsızlık savaşına katkıda bulunmadıkları gibi, Yunan or-
dusuna yardımda bulunmuştu. Varlık Vergisi, belki bir ölçüde 20
yıl önceyle hesaplaşmaktı.418
Milli Korunma Kanunu'nun bazı uygulamaları işçi sınıfının
daha uzun süre çalışmasına neden oldu; bazı işyerlerinde zorunlu
çalışma getirdi; ancak Türkiye büyük burjuvazisine de zarar ver-
di. Aynı iktidar, Varlık Vergisi Kanunu ve Çiftçiyi Topraklandırma
Kanunu ile burjuvaların ve toprak ağalarının etinden et kopardı;
bu kesimlerin toplumsal güç ve itibarına büyük darbe indirmeyi
de hedefledi.
4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ve devrimci bir
toprak reformu uygulanmasını sağlayacak 17. maddesi eğer "de-
mokrasiye geçiş" yaşanmadan uygulanabilseydi, Türkiye'de top-
rak ağalığına ve hatta tarımda büyük toprak sahipliğine son vere-
bilecek kadar radikal bir düzenlemeydi.

418 Türkiye burjuvazisinin Varlık Vergisi’ni ödemedikleri için Aşkale’de bir süre
bedenen çalıştırılan mensupları konusunda duyarlılık gösteren kişilerin,
aynı yıllarda Milli Korunma Kanunu uyarınca uygulanan zorunlu çalışma
(mükellefiyet) kapsamındaki işçiler konusunda suskun kalmaları, sınıfsal
bir tercihin ifadesidir. Sorun, azınlık haklarını koruma görünümü altında
burjuvaziyi savunanların “ilerici” tanınan bazı kişiler olmasıdır.

408
• İşçilere İlişkin Diğer Düzenlemeler
Bu dönemde çalışma yaşamına ilişkin çeşitli nizamnameler
kabul edildi:
-Bakanlar Kurulu'nun 27 Ekim 1939 gün ve 2/12245 sayılı kara-
rıyla Fazla Saatlerde Çalışma Nizamnamesi.
-Bakanlar Kurulu'nun 6 Kasım 1940 gün ve 2/14637 sayılı ka-
rarıyla Günde Ancak 8 Saat Veya Daha Az Çalışılması İcap Eden
İşler Hakkında Nizamname.
-Bakanlar Kurulu'nun 15 Şubat 1941 gün ve 2/16156 sayılı kara-
rıyla İşçilerin Sağlığını Koruma ve İş Emniyeti Nizamnamesi.
-Bakanlar Kurulu'nun 11 Ağustos 1942 gün ve 2/18562 sayılı ka-
rarıyla Ereğli Kömür Havzası Maden Ocaklarında Çalışan İşçilerin
Sıhhi İhtiyaçlarının Teminine Dair Nizamname.
-Bakanlar Kurulu'nun 11 Ekim 1943 gün ve 2/20738 sayılı kara-
rıyla İş Müddetleri Nizamnamesi.
-Bakanlar Kurulu'nun 11 Ekim 1943 gün ve 2/20739 sayılı kara-
rıyla Hazırlama, Tamamlama veya Temizleme İşleri ile Aralı İşler
Nizamnamesi.
1942 yılında henüz İşçi Sigortaları Kurumu yoktu. 17 Haziran
1942 gün ve 4268 sayılı Madenlerin Aranma ve İşletilmesi Hakkın-
da Kanun (Resmi Gazete, 23.6.1942) maden işçilerinin hastalan-
maları durumunda onları koruyan bazı düzenlemeler getirdi: "M.
26- Maden işletenler hasta olan ve kazaya uğrıyan işçileri parasız
tedavi ettirmeğe mecburdurlar. Bu maksatla hastanesi olmıyan
mahallerdeki madenler bir hasta odası ve ilkyardım vasıtalarını
ihzar ederler. Yüzden beş yüze kadar işçisi olan madenler bir re-
vir mahalli ve beş yüzden yukarı işçisi olan madenler yüz kişi-
sine bir yatak hesabiyle hastane açmağa mecburdurlar. Birbirine
yakın olan madenleri işletenler müşterek bir hastane kurabilirler.
Tedavi altına alınanlardan işten dolayı hastalanmış veya kazaya
uğramış olan işçilere almakta oldukları ücretlerin aşağıda yazı-
lı olan miktarı verilir. Yiyecekleri temin edilmek şartiyle hasta-
ne veya revirlerde tedavi edilenlerden: (a) Bekâr olanlara; % 25;

409
(b) Evli çocuksuz olanlara, % 50; (c) Evli ve çocuklu olanlara, %
75. Çalışamıyacakları günler için ayakta tedavi edilenlerden: (a)
Bekâr olanlara, % 50; (b) Evli çocuksuz olanlara, % 65; (c) Evli ve
çocuklu olanlara, % 80."
Türkiye, II. Dünya Savaşı sona ererken Birleşmiş Milletler'in ku-
rucu üyeleri arasında yer aldı. Faşizmin yenilgisi dünyada demok-
rasi rüzgârlarını estiriyordu. II. Dünya Savaşı'nda Nazi ordularının
belkemiğini kıran Kızıl Ordu, Sovyetler Birliği'ne dünya çapında
büyük bir itibar kazandırmıştı. Ayrıca Fransa ve İtalya'da komünist
partileri, faşizme ve Alman işgaline karşı mücadelede büyük özve-
riyle çok önemli katkılarda bulunmuştu. Dünyada devrimci güçle-
rin güç ve etkisinin arttığı bir dönem yaşanıyordu. Türkiye'nin de
üyesi bulunduğu Uluslararası Çalışma Örgütü'nün 1944 yılındaki
Philadelphia Bildirgesi bunun göstergelerinden biriydi.
Türkiye'de hükümetin ilk adımlarından biri, 22 Haziran 1945
gün ve 4763 sayılı Çalışma Bakanlığı Kuruluş ve Görevleri Hak-
kında Kanun'un kabul edilmesi oldu. Çalışma yaşamına verilen
önem, bu konuda uzmanlaşmış bir bakanlığın kurulmasına yol
açtı. 28 Ocak 1946 gün ve 4841 sayılı Çalışma Bakanlığının Kuru-
luş ve Görevleri Hakkında Kanun ile bakanlığın çalışmaları yeni-
den düzenlendi.
3008 sayılı İş Kanunu'nda işçi sigortalarının kurulacağı hük-
me bağlanmıştı. 27 Haziran 1945 gün ve 4772 sayılı İş Kazalarıyla
Meslek Hastalıkları ve Analık Sigortaları Kanunu kabul edildi.
9 Temmuz 1945 gün ve 4792 sayılı İşçi Sigortaları Kurumu Ka-
nunu ile adı 1964 yılında Sosyal Sigortalar Kurumu'na dönüştürü-
lecek olan kurum oluşturuldu.
21 Ocak 1946 gün ve 4837 sayılı İş ve İşçi Bulma Kurumu Ku-
ruluş ve Görevleri Hakkında Kanun ile iş ve işçi bulma hizmetleri
kamunun elinde tekel duruma getirildi.
11 Şubat 1946 gün ve 4864 sayılı Mesleki Hastalıkların Tazmini
Hakkındaki 42 Numaralı Milletlerarası Sözleşmeye Katılmaya Dair
Kanun, 11 Şubat 1946 gün ve 4865 sayılı Sınai Müesseselerde Hafta

410
Tatili Yapılması Hakkındaki 14 Numaralı Milletlerarası Sözleşmeye
Katılmaya Dair Kanun ve 11 Şubat 1946 gün ve 4866 sayılı Ücretli İş
Bulma Bürolarının Kapatılması Hakkında 34 Numaralı Milletlera-
rası Sözleşmeye Katılmağa Dair Kanun ile bu sözleşmelerin onay-
lanması konusunda Bakanlar Kurulu'na yetki verildi. Bakanlar
Kurulu da bu yetkiye dayanarak bu sözleşmeleri onayladı.
Çalışma yaşamı açısından büyük bir değişiklik, 3512 sayılı
Cemiyetler Kanunu'nun bazı maddelerinin 5 Haziran 1946 gün
ve 4919 sayılı kanunla değiştirilmesi oldu. Bu değişiklikle sınıf
esasına dayalı cemiyet kurma yasağı kaldırıldı, sendikaların önü
açıldı.
13 Haziran 1946 gün ve 4934 sayılı Kanunla da Türk Ceza Ka-
nunu'nun 141. ve 142. maddelerinde öngörülen cezalar biraz daha
artırıldı.

Memurların Gelirleri ve Yaşam Koşulları


30 Haziran 1939 gün ve 3656 sayılı Devlet Memurları Aylıkla-
rının Tevhid ve Teadülüne Dair Kanunla (Resmi Gazete: 8.7.1939),
subaylar ve askeri memurlar dışındaki maaşlı devlet memurları-
nın maaş sistemi 15 derece olarak yeniden düzenlendi. Bu kanun-
la, Ankara'da oturan devlet memurlarına, derecelerine göre ayda
10-60 TL arasında değişen bir geçici tazminat verildi.
3 Temmuz 1939 gün ve 3659 sayılı Bankalar ve Devlet Müesse-
seleri Memurları Aylıklarının Tevhit ve Teadülü Hakkında kanun
ile KİT'lerde çalışan memurlara yılda 1 maaş tutarında ikramiye
verilmesi kararlaştırılarak, KİT memurları diğer memurlara göre
daha ayrıcalıklı kılındı. Olağanüstü başarı gösterilmesi durumun-
da 1 maaş daha verilebilecekti.
28 Haziran 1941 gün ve 16098 sayılı Devlet Denizyolları İşlet-
me Umum Müdürlüğü Memurlarının Tayin, Tebdil, Terfi, Tecziye
Usullerile Bunlara Verilecek Harcırah, Tazminat ve Tahsisatlar
Hakkında Nizamname (Resmi Gazete, 15.7.1941) ile denizadamla-
rının ücret, iaşe ve diğer çalışma koşulları düzenlendi.

411
28 Ocak 1942 gün ve 4178 sayılı Memur ve Müstahdemlere Ve-
rilecek Fevkalade Zam Hakkında Kanunla, devlet memurlarına,
KİT'ler ve Demiryolları Umum Müdürlüğü'nde çalışan memur-
lara "fevkalade zam" verildi. Zam, kesintiler çıktıktan sonra net
aylığın yüzde 15-25'i oranındaydı. 4 ve daha fazla çocuğu olanla-
ra, 4. çocuktan itibaren ayda net 2,5 TL çocuk parası verilecekti.
1500 metreden yukarı rakımlı yerlerde oturan memurlara yılda
6 ay süreyle ayda net 15 veya 30 TL yakacak yardımı ödenecekti.
Aynı kişilere 4306 sayılı (1942) kanunla da giyim eşyası verilmesi
kararlaştırıldı. 1.-7. derecelerdeki memurların yalnız kendilerine
3 metre elbiselik kumaş, 8-11. derecelerdeki memurların kendi-
lerine ve eşlerine 3'er metre elbiselik kumaş, 12-15. derecelerdeki
memurların kendilerine 1 çift ayakkabı ve kendilerine ve eşlerine
3'er metrelik elbiselik kumaş verilecekti. Kanun metninde, "ame-
le, işçi ve hamal olarak çalışanlara" giyim eşyası dağıtılmayacağı
belirtiliyordu.
29 Mart 1943 gün ve 19673 sayılı kararnameyle kabul edilen
Belediye Memur ve Müstahdemleri Nizamnamesi (Resmi Gazete,
13.4.1943) ile çalışma koşulları belirlendi.
17 Eylül 1943 gün ve 4500 sayılı kanunla (Resmi Gazete,
23.9.1943) devlet memurlarına ve KİT ve Demiryolları Umum Mü-
dürlüğü memurlarına, 1 aylık maaşları ve fevkalade zamları tuta-
rında ek ödeme yapıldı. KİT memurları böylece 1943 mali yılında
3 aylık ikramiye aldılar.
4598 sayılı (1944) kanunla, devlet memurlarına, sahip oldukla-
rı her çocuk için ayda net 5 TL verilmeye başlandı. Çocuğu doğan
veya karısı ölen memura 1 aylık ücreti ödenecekti. Memurun ken-
disinin ölümü durumunda mirasçılarına 2 aylık ücret verilecekti.
31 Haziran 1944 gün ve 4599 sayılı kanunla (Resmi Gazete,
24.6.1944) devlet memurlarına ve KİT ve Demiryolları Umum Mü-
dürlüğü memurlarına sıkıntısı çekilen şeker, pirinç, un gibi mad-
delerin resmi fiyatlar üzerinden dağıtılması kararlaştırıldı. Ayni
yardımın aylık tutarı 15 TL olacaktı. Para olarak ödeme de yapıla-

412
bilecekti. (Ayrıca bkz. 31 Ağustos 1944 gün ve 3/1441 sayılı Karar-
name; Resmi Gazete, 6.9.1944.)
4620 sayılı (1944) kanunla, devlet memurlarına 4598 sayılı ka-
nunla tanındığı belirtilen haklar, Demiryolları Umum Müdürlüğü
memurlarına da verildi. 4621 sayılı (1944) kanunla aynı haklar
KİT memurlarına da tanındı. Ayrıca, madencilik, sanayi ve ziraat
işletmelerinin sevk ve idare personeline safi karın yüzde 1'inin da-
ğıtılması kararlaştırıldı.
9 Nisan 1945 gün ve 4716 sayılı Kanunla (Resmi Gazete:
12.4.1945) devlet memurları ve KİT ve Demiryolları Umum Müdür-
lüğü memurlarına bir aylık ücretleri ve fevkalade zamları tutarın-
da ek ödeme yapıldı.
4805 sayılı (1945) kanunla, devlet memurları ve KİT memur-
larının aylık ücretlerine 1.1.1946 tarihinden geçerli olmak üzere,
yüzde 16-50 oranında zam yapıldı.
4988 sayılı (1946) kanunla, yüksek aylıklarda yüzde 43 ile dü-
şük aylıklarda yüzde 150 arasında değişen oranlarda zam yapıldı.
4178 sayılı (1942) kanunla verilen fevkalade zam ile 4599 sayılı
(1944) kanunla verilen aynî yardım kaldırıldı; çocuk parası çocuk
başına ayda 10 TL oldu. 5000 sayılı (1947) kanunla Demiryolları
Umum Müdürlüğü memurlarının aylıklarına aynı oranda zam ya-
pıldı, çocuk parası ayda 10 TL oldu; fevkalade zammın ödenmesi-
ne ise devam edildi.
Osmanlı dönemindekinden farklı olarak, Cumhuriyet döne-
minde memur aylıklarının ödenmesinde bir aksama olmadı. Dü-
zenli gelir güvencesi de, geliri 1929 öncesindeki tarım buhranı ve
daha sonra da 1929 buhranı nedeniyle iyice azalan ve istikrarsız-
laşan köylülüğe göre, çok büyük bir avantaj oluşturuyordu.
Özellikle II. Dünya Savaşı yıllarında verilen zamlar ve ek öde-
meler ve giyecek ile gıda maddesi dağıtımı memurları önemli öl-
çüde korudu. Bu dönemdeki siyasal iktidar, köylülüğü, ürününe
ucuza el koyarak, yeni vergiler uygulayarak ve mal darlığını ön-
leyemeyerek, işçileri ise Milli Korunma Kanunuyla, enflasyonla

413
ve karaborsayla sıkıntıya sokarken, memurlar göreceli olarak ra-
hattı. Korkut Boratav, Savaş yıllarında memurların milli gelirden
aldıkları payı şöyle anlatmaktadır:419 "Maaşların milli gelirden
payı, Saydam hükümetinin politikaları sayesinde 1941'de % 10'a
kadar yükseldiği halde, artan enflasyon temposuna dayanamaya-
rak 1942'de % 7,4'e, 1943'de % 5,3'e kadar düşmüştür. 1944-45 yıl-
ları ise maaş payının savaş öncesi düzeye yeniden yaklaşabildiği
yıllardır. Gerçekten de tek parti rejimi, memur tabakasının savaş
enflasyonu karşısında ezilmemesi için yoğun çaba sarfetmişir.
Dolayısıyla savaş boyunca memurların hayat standardının, sade-
ce milli hasıladaki gerileme oranında düştüğü; göreli durumları-
nın bozulmadığı söylenebilir."
1946 yılında memurların milli gelirden aldığı pay yüzde 7-8
düzeyindeyken, memurların iktisaden faal nüfus içindeki payları
yüzde 2,2 idi. Ancak bu göreceli iyi duruma karşın, II. Dünya Sa-
vaşı döneminde memurların gerçek gelirlerinde de önemlice bir
azalma oldu.
Evli ve 2 çocuklu bir memurun 1939, 1942, 1945 ve 1947 yılla-
rında brüt ve net aylıkları aşağıdaki çizelgede sunulmaktadır. 420
Memur Aylıkları (Cari Fiyatlar, TL/ay)
Derece 1939 1942 1945 1947
Brüt/Net Net Brüt/Net Brüt/Net
1 600/433 498 675/550 1000/631
2 500/365 429 567/467 875/561
3 400/297 341 458/385 750/490
4 292/219 259 350/298 625/416
5 257/194 225 307/262 550/369
6 210/159 183 253/218 475/322
7 167/127 155 203/189 400/274

419 Boratav, agm , s.310.


420 S. Tozan, F. Cevan, Kamu Personeline Sağlanan Mali ve Sosyal Haklar (1939-
1976), Devlet Personel Dairesi Yay., Ankara, 1977, s.11,69.

414
8 138/103 132 177/164 350/241
9 112/89 114 155/145 300/208
10 99/79 96 133/131 250/174
11 85/68 83 117/116 225/157
12 75/61 73 106/106 200/140
13 60/50 63 90/91 175/123
14 50/43 52 69/80 150/106
15 40/34 42

1939 yılında tarımda ortalama aylık net ücret 10-20 TL, yıllık
ücret ise net 73-135 TL idi.421
Memur konutları sorunu 1940'lı yıllarda yeniden gündeme geldi.
18 Temmuz 1944 gün ve 4616 sayılı kanunla, Ankara'da oturan
memurlara ödenen mesken tazminatı, tüm ülkedeki memurlara
yaygınlaştırıldı. Ayrıca, Ankara'da Saraçoğlu Mahallesi'nin yapı-
mına 1944 yılında başlandı. 1947 yılında tamamlanan mahallede
434 konut bulunuyordu. Aynı dönemde Doğu illerinde de 275 me-
mur konutu yaptırıldı.422
Bu dönemde Demiryolları Umum Müdürlüğü, Sümerbank,
Etibank, Şeker Şirketi, Karabük Demir-Çelik gibi kamu işletmele-
rinin de memurlar ve hatta vasıflı işçilerin çok düşük kiralar kar-
şılığında oturabildikleri lojmanları vardı. Bu kuruluşların sinema
salonları, spor tesisleri, kantinleri, özel ilkokulları, vb. ise hem
belirli ayrıcalıklar sağlıyor, hem de lojmanlarda kalan memurları
ve daimi vasıflı işçileri yöreden ve yöredeki diğer işçilerden önem-
li ölçüde koparıyordu.
Cumhuriyet döneminde de il özel idareleri, Devlet Demiryol-
ları ve Limanlar, İnhisarlar, Denizyolları, Ziraat Bankası, Askeri
Fabrikalar, İETT gibi kuruluşlarda özel kanunlarla emekli sandık-
ları oluşturuldu. 1949 yılında ise T.C. Emekli Sandığı kuruldu.

421 Çalgüner, age, s.73,77.


422 Y. Sey, “Cumhuriyet Döneminde Toplu Konut Sorunu,” Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Ansiklopedisi, c.9, İstanbul, 1984, s.2379.

415
Yüksek Hakem Kurulu Kararları
1936-1946 döneminde işçi hakları açısından hemen hemen hiç
incelenmemiş bir alan, işyerlerinde çıkarılan toplulukla iş uyuş-
mazlıklarıdır.
Yukarıda, 1936 yılında kabul edilip bir yıl sonra yürürlüğe gi-
ren 3008 sayılı İş Kanunu'na ilişkin bölümde ayrıntılı olarak anla-
tıldığı gibi, bir işyerindeki işçilerin en az beşte birinin (on kişiden
az olmamak üzere) başvurması durumunda, yürürlükteki çalışma
koşullarının veya bunların uygulanma biçimlerinin değiştirilmesi
amacıyla, toplulukla iş uyuşmazlığı çıkarılabiliyordu.
1930'lu yılların sonlarından itibaren toplulukla iş uyuşmazlık-
ları çıkarıldı. Bu dönemde Yüksek Hakem Kurulu'na kadar gelen
7 uyuşmazlık, bu dönemdeki ücret düzeyi ve çalışma yaşamına
ilişkin sorunlar konusunda oldukça yararlı bilgiler sunmaktadır.
• İzmir Tramvay ve Elektrik T.A.Ş. İşçileri (1939)
Toplulukla iş uyuşmazlıklarında Yüksek Hakem Kurulu'nun 5
Kasım 1939 tarihinde verdiği ilk karar, İzmir Tramvay ve Elektrik
Türk Anonim Şirketi işçilerinin başvurusu üzerine gündeme geldi.
Bu işyerinde 1923 yılından beri bir anlaşma uygulanmaktaydı.
Bu anlaşma ile, Türkiye'de henüz kanunlarla hafta tatili ücretli
değilken, on günde bir bir gün ücretli izin verilmesi hakkı sağlan-
mıştı. Sağlanan diğer bir hak ise, anlaşmanın 8. maddesine göre,
hasta olan işçilere bu günler için tam ücret ödenmesiydi. Şirket,
"anlaşmanın tatili eşgale mani olmak için o zaman çalışmakta
olan işçilerle şirket arasında yapılan bir mukaveleden ibaret olup
yalnız akidler hakkında hüküm ifade edebileceğini ve binaena-
leyh akde taraf olmasına imkân bulunmayan diğer işçilere de bu
hükmün teşmilinin hukuk kaidelerine münafi olduğunu" ileri
sürmüşse de, Yüksek Hakem Kurulu bu anlaşmayı işyerinde çalı-
şan diğer işçiler açısından da dikkate aldı.
İzmir Tramvay ve Elektrik T.A.Ş. işçileri, 1939 yılında bir top-
lulukla iş uyuşmazlığı çıkardılar. İşyerindeki görüşmede anlaş-
ma sağlanamayınca, konu Vilayet Hakem Kurulu'na gitti. Vilayet

416
Hakem Kurulu'nun kararına hem işçi, hem de işveren tarafı itiraz
edince, konu İş Uyuşmazlıkları Yüksek Hakem Kurulu'na götü-
rüldü. Yüksek Hakem Kurulu, 5 Kasım 1939 tarihinde karar verdi.
Yüksek Hakem Kurulu, işçilere ayda üç gün ücretli izin verilme-
sinin istisnai bir durum olduğuna değinerek, bu uygulamanın
işyerindeki tüm işçilere yaygınlaştırılmasının çeşitli sakıncalar
doğurabileceğine değindi. Ancak, 1923 yılında söz konusu anlaş-
ma imzalandıktan sonra işyerine giren bazı kişilere de bu hakkı
yaygınlaştırdı. "Tramvayların seyrü seferinde vazifedar bulunup
vatmanlık, biletçilik ve kontrolörlük işlerini ifa edenlerin, Şirke-
tin diğer servislerinde çalışanlardan daha çok yıprandıkları ve
bunlara on günde bir verilen 'ücretli mezuniyet'in kendilerinden
beklenen verimi temine hadim olduğu gözönüne alınarak, yalnız
işbu hareket servisi işçileri için ayda üç gün 'tam ücretli izin' veril-
mesi usulünün -'yedek' vesaire gibi işçi ünvanı farkı gözetilmeksi-
zin ve seyyanen- tatbik edilmesine ekseriyetle karar verildi."
İkinci uyuşmazlık konusu, hastalık günlerinde yapılacak öde-
meye ilişkindi. Vilayet Hakem Kurulu, Anlaşmanın 8. maddesi
uyarınca hasta olan işçilere hastalık günlerinde verilecek ücretin,
yüz yirmi kuruştan az ücret alanlara gerçek günlük kazançları
ve fazla alanlara ise ancak bu miktar üzerinden -yani yüz yirmi
kuruştan- ödenmesini kabul etmemiş ve "hastalık günlerinde
ödenecek ücretlerin her işçinin hakiki günlük kazancı üzerinden
hesap ve tediyesine karar" vermişti. Yüksek Hakem Kurulu, işve-
renin bu konudaki itirazını reddetti ve "hastalık halinde işçilere
hakiki ücretlerinin tam olarak ödenmesine ittifakla karar" verdi.
Yüksek Hakem Kurulu kararından anlaşıldığına göre, eskiden
işçilerin kış aylarında günlük çalışma süresi onüç saatti ve işçiler
bunun karşılığında günde 182,5 kuruş ücret alıyorlardı. Yaz ayla-
rında günlük çalışma süresi ondört saate çıkıyor ve ücretleri de
195 kuruş oluyordu. 1939 yılından önce işçilerin yaz ve kış çalışma
süreleri günde onbir saate indirildi ve ancak ücretlerinde bir indi-
rime gidilmedi.

417
• İstanbul Havagazı, Elektrik ve Teşebbüsatı Sınaiye
T.A.Ş. Yedikule Havagazı Fabrikası İşçileri (1941)
II. Dünya Savaşı yıllarında hızlanan enflasyon nedeniyle işçi
ücretlerinin satınalma gücünün düşmesi yaygın bir yoksullaş-
maya yol açtı. İstanbul Havagazı, Elektrik ve Teşebbüsatı Sınaiye
T.A.Ş. Yedikule Havagazı Fabrikası işçileri, toplulukla iş uyuş-
mazlığı çıkardılar. İşçilerin talebi şöyleydi: "Şirketin mali vaziyeti
hakkında hiçbir malumatımız olmamakla beraber, fabrikadaki
memurlara bu sene istisnasız zam yapıldığını biliyoruz. Şirket
mümessili bize zam yapmağa imkân olmadığını ve şirketin zarar
ettiğini ileri sürüyor. Vaziyeti bu derecede bozuk olan bir şirket
ne diye memurlarına zam yapar? Memurlara yalnız zam yapmakla
kalmayıp bir de her sene ikramiye vermekte, biz işçilere ise hiç
zam yapılmamaktadır. Hepimiz bilhassa son vaziyetin doğurdu-
ğu pahalılık dolayısile maişetimizi temin edemiyoruz. Filhakika
ustabaşıların tensip ve tavsiyesi üzerine işçilere zam değil, bila-
kis bir vazifeden diğer ağır ve fazla ücretli bir vazifeye verilmek
suretile, ücret yükseltilmesi usulü caridir. Biz ise ailelerimizi iaşe
hususunda düştüğümüz darlık dolayısile günlük ücretlerimize
umumi zam yapılmasını istiyoruz."
Şirket ise zam yapılmasının olanaklı olmadığını bildirdi.
Yüksek Hakem Kurulu durumu inceledi ve 21.4.1941 tarihli ka-
rarında, işçilerin ücretlerine 1 Mayıs 1941 tarihinden geçerli olmak
üzere aşağıda belirtilen miktarlarda zam yapılmasını uygun gördü:
(i) Bekâr olan veya geçindirmekle yükümlü bulunduğu nüfu-
sun sayısı dördü aşmayan işçilerin ayda ellerine net olarak geçen
ücretin ilk yirmi liraya kadar olan kısmına yine net olarak yüzde
12 ve ikinci yirmi liraya kadar olan kısmına net yüzde 6 ve kırk
liradan yüz liraya kadar olan kısmına da net yüzde 3;
(ii) Geçindirmekle yükümlü bulunduğu nüfusun sayısı dörtten
altıya kadar olan işçilerin ayda ellerine net olarak geçen ücretin
ilk otuz liraya kadar olan kısmına yine net yüzde 12 ve ikinci otuz
liraya kadar olan kısmına net yüzde 6 ve altmış liradan yüz liraya
kadar olan kısmına net yüzde 3;

418
(iii) Geçindirmekle yükümlü bulunduğu nüfusun sayısı altı-
dan yukarı olan işçilerin ayda ellerine net olarak geçen ücretin ilk
kırk liraya kadar olan kısmına yine net yüzde 12, ikinci kırk liraya
kadar olan kısmına net yüzde 6 ve seksen liradan yüz liraya kadar
kısmına da net yüzde 3 .
• İzmir'de Belediye Un Fabrikası, Filibeli ve Kardeşleri Un Fab-
rikası, İstihlas Un Fabrikası İşçileri (1942)
İzmir'de Belediye Un Fabrikası, Filibeli ve Kardeşleri Un Fabri-
kası ve İstihlas Un Fabrikası işçileri adına bu işyerlerinin mümes-
sil işçileri 1942 yılında toplulukla iş uyuşmazlığı çıkardılar. Talep-
leri, ücretlerine zam yapılması ve fabrikanın çalışmadığı günlerde
işçilere yarımşar gündelik ödenmesiydi.
Vilayet Hakem Kurulu, pahalılık dolayısıyla işçilerin geçim sı-
kıntısına düştüklerini kabul ederek, ücretlere yüzde 10 oranında
zam yapılmasını kararlaştırdı. Ancak, fabrikaya yeterli tahıl gel-
memesi nedeniyle çalışılamayan günlerde işçilere yarım gündelik
ödenmesi talebini reddetti.
Vilayet Hakem Kurulu'nun kararını mümessil işçiler kabul et-
tiler. İşverenler ise kabul etmeyerek, konuyu Yüksek Hakem Kuru-
lu'na götürdüler.
Yüksek Hakem Kurulu konuyu inceledi. 1939 yılından 1942 yı-
lına kadar Belediye Un Fabrikası işçilerinin ücretlerine yüzde 12,
Filibeli ve Kardeşleri Un Fabrikası işçilerinin ücretlerine yüzde 10
ve İstihlas Un Fabrikası işçilerinin ücretlerine yüzde 28 oranların-
da zam yapılmış olduğunu saptadıktan sonra, bu zam oranlarının
yetersiz olduğuna ve işçi ücretlerine yüzde 10 oranında daha zam
yapılmasına karar verdi.
Yüksek Hakem Kurulu'nun ikinci konudaki kararı ise ilginç-
tir. Kurul, "bir işçinin işinde ve işverenin her an emrine hazır bir
halde bulunmakla beraber çalıştırılmaksızın ve çıkacak işi bekli-
yerek boş geçirdiği zamanlar" konusunda İş Kanunu'nun 40. ve
Borçlar Kanunu'nun 345. maddelerine atıfta bulunduktan sonra
şöyle demektedir: "Çalışılmayan günler için işçilere kanunen tam

419
gündelik vermek lazım geldiği neticesine varılırsa da, işçiler Vila-
yet Hakem Kurulu huzurunda yarımşar gündelik istediklerinden,
ancak bu talepleri veçhile çalışmadıkları günler için işverenler
tarafından kendilerine yarımşar gündelik ödenmesine ekseriyetle
karar verilmiştir."
• İstanbul Havagazı ve Elektrik ve Teşebbüsatı Sınaiye T.A.Ş.
Yedikule ve Kadıköy Fabrikaları İşçileri (1943)
İstanbul Havagazı ve Elektrik ve Teşebbüsatı Sınaiye T.A.Ş.
Yedikule ve Kadıköy fabrikaları işçileri, 1943 yılı başlarında, ken-
dilerine işverence günde bir öğün sıcak yemeğin parasız olarak
verilmesi talebiyle toplulukla iş uyuşmazlığı çıkardılar. İşyerinde
işçilere parasız olarak yarım tayın ekmek verilmekteydi. Vilayet
Hakem Kurulu, işçilerin talebini haklı bularak, ekmeğin tam ta-
yına çıkarılması ve ayrıca birer kap sıcak yemeğin verilmesini uy-
gun gördü.
İşveren, mali durumunun çok kötü olduğunu ileri sürerek,
ek bir yük altına giremeyeceğini bildirdi ve Vilayet Hakem Kuru-
lu'nun kararına itiraz etti. Yüksek Hakem Kurulu, kamu ve özel
kesim işyerlerinde bu tür uygulamaların bulunduğunu ve özellik-
le de söz konusu Şirket'le aynı alanda etkinlik gösteren İstanbul,
Beyoğlu ve Yeniköy Daireleri T.A. Gaz Şirketi'nin kendi işçilerine
benzer nitelikte çeşitli haklar tanıdığını belirterek, Vilayet Hakem
Kurulu'nun kararını 17 Temmuz 1943 günü oybirliğiyle onayladı.
• Pamuk Mensucat T.A.Ş. İşçileri (1945-1946)
İzmir'de Halkapınar mevkiinde kurulu ve İzmir Pamuk Mensu-
cat T.A.Ş.'ne ait fabrikada çalışan 631 işçi, hayat pahalılığı nede-
niyle aldıkları ücretle geçinemediklerini belirterek, yevmiyelerine
50-75 kuruş zam yapılması talebiyle 1945 yılı ikinci yarısında top-
lulukla iş uyuşmazlığı çıkardılar.
İl Hakem Kurulu, 4 Ekim 1945 tarihinde verdiği kararda, bir ön-
ceki yıl söz konusu fabrika işçilerine bir zam yapıldığını ve son bir
yıl içinde fiyatlarda bir artış olmadığını belirterek, işçilerin istek-

420
lerinin reddine karar verdi. İşçiler bu karara karşı Yüksek Hakem
Kurulu'na başvurdular.
Yüksek Hakem Kurulu, 7.2.1946 tarihinde verdiği kararda, İz-
mir'de bir yıl içinde fiyatların yüzde 3 dolayında pahalılandığını
saptadı. Pamuk Mensucat Fabrikası'nda günlük işçi ücretleri or-
talaması 1944 yılında 357 kuruş ve 1945 yılında 371 kuruştu. Buna
karşılık, aynı nitelikte üretimde bulunan Yün Mensucat Fabrika-
sı'nda günlük işçi ücretleri ortalaması 1944 yılında 393 kuruş ve
1945 yılında 502 kuruştu. Şark Sanayi Kumpanyası'nda günlük
işçi ücretleri ortalaması ise 1944 yılında 424 kuruş iken 1945 yılın-
da 468 kuruşa çıkmıştı.
Yüksek Hakem Kurulu, Pamuk Mensucat işçilerine 1944 yılı
Ağustos ayında yapılan günlük 40 kuruşluk zammın da bir devam
primi olduğunu belirledi. Yüksek Hakem Kurulu, tüm bu değer-
lendirmelere dayanarak, 7 Şubat 1946 tarihinde şu kararı verdi:
"Bu duruma göre, devam primi olarak verilmekte bulunan işçi
başına günde 40 kuruş ile birlikte dahi Pamuk Mensucat T.A. Şir-
ketinin işçilerine vermekte olduğu günlük ücret vasatisinin ben-
zeri fabrikalar işçi gündelikleri vasatisinden aşağı bulunmasına
ve bu halin istihsal işinde çalıştırılanların maddi ve manevi va-
ziyetlerine tesir edeceğine ve fabrikanın kâr haddi nisbetinin bu
bakımdan gözönünde tutulmasının varit olmamakla beraber esa-
sında fabrikanın mali durumu da elverişli bulunmasına göre, işçi
mümessillerinin zam istekleri haklı görülmüş olduğundan İzmir
İli Hakem Kurulu'nun 4.10.1945 tarihli kararının bozulmasına ve
İzmir Pamuk Mensucat Türk Anonim Şirketi Fabrikasında çalışan-
lara halen ödenmekte bulunan bütün ücret ve zamlardan başka
seyyanen her işçiye günde 40 kuruş bir zam yapılmasına oybirli-
ğiyle karar verildi."
• Anadolu Çimentoları T.A.Ş. Kartal Fabrikası İşçileri (1946)
İstanbul'da Kartal'da kurulu Anadolu Çimentoları T.A.Ş. fabri-
kası'nda çalışan 120 işçi, mümessil işçilerle işveren arasında üc-
retlere yapılması kararlaştırılan yüzde 8 oranındaki zammı kabul

421
etmiyerek, saat başına sekizer kuruş zam talebiyle toplulukla iş
uyuşmazlığı çıkardılar. İşyerinde işçi ücretlerine en son 1 Nisan
1943 tarihinde bir zam yapılmıştı.
İl Hakem Kurulu, işçilerin geçim zorluğu içinde bulundukları-
nı, aynı nitelikte bir işyeri olan Zeytinburnu Fabrikası'nda asga-
ri saat ücretinin 5 kuruş daha yüksek olduğunu ve bu fabrikada
asgari ücretle çalışanların Kartal Fabrikası'nda asgari ücretle ça-
lışanların dörtte biri kadar olduğunu, Zeytinburnu Fabrikası'nda
yüksek ücret alanların sayı ve oranının daha fazla olduğunu,
Zeytinburnu Fabrikasında verilmekte olan devam priminin Kartal
Fabrikası'nda bulunmadığını, Zeytinburnu Fabrikasında işçilere
her gün bir ekmek ve ayrıca bir kap sıcak yemek verilirken, Kartal
Fabrikasında yalnızca bir ekmek verildiğini saptadı. İl Hakem Ku-
rulu, bu değerlendirmelerin ardından, bütün işçilerin saat ücret-
lerine 5 kuruş zam yapılmasını kararlaştırdı.
İşveren, 12 Nisan 1946 tarihinde yaptığı itirazda, "Müessesenin
mali vaziyeti pek fena olduğu ve bilançonun büyük bir açık göster-
diği halde son bir fedakarlık ile bütün işçi ücretleri yekununa yüzde
8 bir zammı kabul eyledikleri, esasen müessesenin 1939'dan itiba-
ren 1943 senesine kadar işçilerine yapmış olduğu zammın en ziyade
ufak ücretler üzerinde olduğu ve günde mecaanen verilen 30 ku-
ruşluk bir ekmekle beraber nisbetin yüzde 258'e baliğ olduğu, mü-
esseselerinin Zeytinburnu Fabrikası ile aynı şerait ve aynı mevkide
bulunmadığı için iki fabrikanın kıyas edilemeyeceği"ni ileri sürdü.
İşçiler, İl Hakem Kurulu'nun kararına itiraz etmediler.
Yüksek Hakem Kurulu ise, İl Hakem Kurulu'nun 1943-1946 dö-
nemi enflasyonunu incelemeden bir karar vermesini eleştirerek,
söz konusu dönemde fiyatların yüzde 9,5-10 oranında arttığını be-
lirtti ve 24 Mayıs 1946 tarihinde kararını şöyle verdi: "Bu sebeplere
dayanılarak İl Hakem Kurulu'nun işçi ücretlerine saat başına beş
kuruş zam yapılması hakkındaki kararının bozularak yüzde 10
nisbetinde zam yapılmasına ve şu kadar ki, İl Hakem Kurulu kara-
rına işçiler tarafından itiraz edilmemiş olduğuna göre, yapılacak

422
yüzde 10 zammın saatte beş kuruşu geçmemesine çoğunlukla (...)
karar verildi."
• Şark Sanayi Kumpanyası T.A.Ş. Mensucat Fabrikası İşçileri
(1946)
İzmir'de bulunan Şark Sanayi Kumpanyası T.A.Ş. Mensucat
Fabrikası'nda çalışan 482 işçi, Pamuk Mensucat Fabrikası'nda
çalışan 631 işçinin ücretlerine Yüksek Hakem Kurulu'nun 7.2.1946
tarihli kararıyla yapılan zamla, yevmiyelerin 80 kuruş arttığını;
halbuki kendilerine daha önce yapılan zammın günde 50 kuruş
düzeyinde kaldığını belirterek, günde 30 kuruş zam talebiyle mü-
messilleri aracılığıyla toplulukla iş uyuşmazlığı çıkardılar423.
İl Hakem Kurulu, Pamuk Mensucat Fabrikası işçilerinin ücretle-
rinin Şark Sanayi Kumpanyası işçilerinin ücretlerinden daha yük-
sek olduğunu ve işçi ücretlerine yapılan zammın şirketin mali du-
rumunu fazla bozacak nitelikte bulunmadığını saptayarak, daha
önceden yapılmış olan 50 kuruşluk zamma ek olarak, gündeliklere
20 kuruş daha zam yapılmasına 16.7.1946 tarihinde karar verdi.
İşveren bu karara itiraz etti. Konu Yüksek Hakem Kurulu'na
geldi. Yüksek Hakem Kurulu'nun üyelerinden biri de, Ekonomi
Bakanlığı Sanayi Tetkik Heyeti Başkanı Şevket Süreyya Aydemir
idi. Yüksek Hakem Kurulu, İzmir Şark Sanayi Fabrikası işçilerine
günde 20'şer kuruş zam yapılmasına ve bu zammın toplulukla iş
ihtilafının çıkarıldığı 18.6.1946 tarihinden sonra yeniden işe giren
işçilere uygulanmamasına karar verdi.

423 Bu dönemde Şark Sanayi Kumpanyası’nda çalışan işçi önderlerinden Recep


Mutafçıoğlu daha sonra sınıf değiştirmiş, Mutafçılar İnşaat Makinaları Sanayi
ve Ticaret A.Ş.’nin Yönetim Kurulu Başkanı olmuştur. Recep Mutafçıoğlu’nun
1943-1946 dönemi işçilik anıları için bkz. MESS İşveren, Haziran 1992, s.4.

423
SONUÇ

Mustafa Kemal Atatürk, insanlığın gelişiminde önemli aşama-


lardan biri olan demokratik devrimin Türkiye'de gerçekleştirilme-
sinde belirleyici bir rol üstlendi.
Gerçekleştirilenler, insanlık tarihi açısından bakıldığında,
sıradan bir demokratik devrimin görevleriydi. Ancak bu demok-
ratik devrimin 1919 yılında Osmanlı'dan devralınan iktisadi,
demografik, toplumsal ve siyasal yıkıntı mirası temelinde ve I.
Dünya Savaşı'nın galipleri ve taşeronlarının saldırılarına karşın
gerçekleştirilebilmesi bir mucizeydi. Mustafa Kemal Paşa, askeri
yeteneklerinin ötesinde, toplumsal ve siyasal alandaki yetenek-
leriyle de 19 yıllık bir süreçte, Müslümanların hâkim olduğu bir
ülkede ilk kez antiemperyalist temelli bir demokratik devrim ger-
çekleştirdi.
Mustafa Kemal Atatürk, yukarıda anlatıldığı süreçte yeni bir
ulus-devletin kurulması ve bağımsızlığının pekiştirilmesi, bu
devletin sınırları içinde yeni bir ulusun yaratılması ve insanların
kulluktan kurtarılarak özgür yurttaşlar haline dönüştürülmesi
doğrultusunda çok önemli adımları attı, attırdı.
Mustafa Kemal Paşa'nın önderlik ettiği demokratik devrim,
kapitalizmin gelişmesinin ürünü değildi; emperyalizmin baskı ve
sümürüsüne karşı verilen mücadele temelinde gelişti. Demokra-
tik devrimin "milli" niteliğinin kaynağı burjuvazinin sınıfsal çıkar

424
ve talepleri değil, antiemperyalist mücadeleydi. Rum ve Ermeni
saldırılarına karşı Müslümanların yerel düzeydeki direniş eğilim-
leri, Mustafa Kemal'in önderliğindeki bir süreçle, emperyalizme
karşı milli mücadeleye ve ardından kapsamlı bir milli demokratik
devrime dönüştürüldü. Mücadelenin milliliği burjuvalığından de-
ğil, antiemperyalistliğindendi.
Mustafa Kemal Paşa'nın bağımsızlık tutkusu, onu tutarlı bir
antiemperyalist yapıyordu. 1 Aralık 1921 günü Büyük Millet Mecli-
si'nde yaptığı konuşma, bu tavrını çok güzel sergilemektedir:
"Biz hayatını, bağımsızlığını kurtarmak için çalışan emek
erbabıyız, zavallı halkız. Mahiyetimizi bilelim. Kurtulmak,
yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız.
Dolayısıyla, her birimizin hakkı vardır. Salahiyeti vardır. Fa-
kat çalışmak sayesinde biz hakkı kazanırız. Yoksa arka üstü
yatmak ve hayatını emek harcamadan geçirmek isteyen in-
sanların bizim toplumumuz içinde yeri yoktur, hakkı yoktur.
(...) O halde ifade ediniz efendiler; halkçılık, toplumsal niza-
mını emeğine, hukukuna dayandırmak isteyen toplumsal bir
doktrindir. Efendiler, biz bu hakkımızı saklı bulundurmak,
bağımsızlığımızı emin bulundurabilmek için heyeti umumi-
yemizce, heyeti milliyemizce bizi mahvetmek isteyen emper-
yalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyeti
milliyece mücahedeyi uygun gören bir mesleği takip eden
insanlarız. (...) Ne yapalım ki, demokrasiye benzemiyormuş,
sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş.
Efendiler, biz benzememekle ve benzetmemekle iftihar et-
meliyiz. Çünkü, biz bize benziyoruz, efendiler."424
Mustafa Kemal Paşa, dünyadaki gelişmeleri ve dengeleri çok
iyi izleyen bir devlet adamıydı. Emperyalizme karşı verilen başa-
rılı mücadelenin dinamiklerini iyi kavramıştı. 22 Ekim 1920 tari-
hinde Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti Dışişleri Halk

424 ATABE, c.12, 2003, s.121.

425
Komiseri Çiçerin'e yazdığı mektuptaki kavrayış son derece önem-
lidir: "Kesin olarak inanmaktayım ve bu inancımı yurttaşlarım
da paylaşmaktadır ki, bir taraftan Batılı emekçiler, diğer taraftan
köleleştirilen Asya ve Afrika halkları, bugün milletlerarası serma-
yenin, onları birbirine kırdırmak, köleleştirmek ve efendilerinin
azami kârı için onları kullandığını anladıkları ve sömürge politi-
kalarının bir cinayet olduğu bilinci dünya emekçi kitlelerinin kal-
bine yerleştiği gün burjuvazinin iktidarı son bulacaktır."425
Mustafa Kemal Paşa, 7 Temmuz 1922 günü, Rus Sefiri Aralof'un
İran Sefiri Mümtazüddevle İsmail Han şerefine verdiği ziyafette
yaptığı konuşmada, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın mazlum milletle-
rin kurtuluş mücadelesinin güç ve esin kaynağı olduğunu şöyle
ifade ediyordu: "Türkiya'nın bugünkü mücadelesinin yalnız Tür-
kiya'ya ait olmadığını, bütün arkadaşlarımız ifade etmiş iseler de,
bunu bir defa daha teyit etmek lüzumunu hissediyorum. Türki-
ya'nın bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsay-
dı, belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi.
Türkiya, azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa et-
tiği dava, bütün mazlum milletlerin, bütün Doğu'nun davasıdır ve
bunu nihayete getirinceye kadar Türkiya, kendisiyle beraber olan
Doğu milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir."426
Mustafa Kemal Paşa'nın önderliğindeki antiemperyalist kurtu-
luş mücadelesinin sömürge ve yarı-sömürgelerdeki etkisini Halil
İnalcık şöyle özetlemektedir: "Türk devriminin en derin etki yap-
tığı ülke, Hindistan'dır. Bu büyük ülkede gerek Müslümanlar, ge-
rek Hindular, İngiliz koloni idaresine karşı özerklik ve bağımsızlık
hareketlerinde, Türkiye'de gelişen olaylardan ilham almışlar ve
Türkiye ile dayanışma halinde bulunmuşlardır." "Emperyalistlere
karşı direncin simgesi olan Kemal adı, Hint'te, Çin'de ve Asya'nın
bütün sömürgelerinde 'bir buçuk milyar insanın ağzında' kurtu-
luş parolası olmuştur. Karaosmanoğlu, Atatürk'ün ölümünde, Gü-

425 ATABE, c.10, 2003, s.64.


426 ATABE, c.13, 2004, s.136.

426
ney Vietnam'ın merkezi Saygon'da kalabalık halk kitlelerinin ta-
pınaklarda toplanarak matem tuttuklarına bizzat tanık olmuş."427
Türkiye demokratik devriminin 1919-1938 döneminde ülkede
kapitalizm gelişmemişti; işçi sınıfı ve burjuvazi, devletin ve siya-
sal iktidarın politikalarını bağımsız birer etmen olarak belirleye-
bilecek güçte değildi.
İşçi sınıfının önemli bir bölümü yarı mülksüzleşmiş veya mülk-
süzleşmemiş kişilerdi. Ayrıca, mülksüzleşmiş ücretlilerin önemli
bir bölümü de, esnaf-sanatkar olarak nitelendirilebilecek patron-
laşamamış işverenlerin işyerlerinde çalışıyor, işçi-sermayedar çe-
lişkisini yaşamıyordu; sınıf kimliğinin ve bilincinin gelişmesinin
koşulları yoktu. İşçi sınıfının vasıflı unsurlarının önemli bir bölü-
mü de "memur" statüsünde istihdam edilerek işçi aristokratlarına
dönüştürülmüş ve devletle bütünleştirilmişti.
Türkiye büyük burjuvazisinin önemli bir bölümü Rum, Yahu-
di ve Ermenilerden oluşuyordu. Ulusal Kurtuluş Savaşı'na destek
vermemiş ve hatta büyük çoğunluğu emperyalistlerle ve Yuna-
nistan'la açık bir biçimde işbirliği yapmış olan bu burjuvazinin
ulusal devletin politikalarını belirlemeye ve hatta etkilemeye ça-
lışması söz konusu değildi.
Emperyalist güçlerin ise bu yıllarda I. Dünya Savaşı'nın yıkı-
mının giderilmesi, Almanya'nın kontrol altında tutulması, 1929
Dünya Buhranının aşılması ve Sovyetler Birliği ve yerli komünist-
lerle başedilmesi gibi önemli sorunları vardı. Bu sorunlar, itibarlı
bir devlet olan Türkiye'ye müdahale olanaklarını ve niyetlerini
büyük ölçüde kısıtlıyordu.
Devlet, bir taraftan ulus-devleti güçlendirecek ve bir ulus oluş-
turacak politikalar uyguluyor; diğer taraftan bu sürecin ülkede sı-
nıf mücadelesini geliştirmesinden çekiniyor ve bunu engellemeye
çalışıyordu. 1945 yılına kadar bu politika büyük ölçüde başarılı
oldu. Türkiye büyük burjuvazisi büyük yatırımlara yönelmedi;

427 İnalcık, age, s.25, 43.

427
sermayesini ağırlıklı olarak ticarette tuttu. Emperyalist güçlerin
genel politikası da Türkiye gibi ülkelerde sanayi yatırımlarını en-
gellemekti. Diğer taraftan, kırsal kesimde mülksüzleşme süreci
yavaşlatıldı ve hatta bazı etmenlere bağlı olarak tersine çevrildi.
Yeni kurulan kamu işletmelerinde çalışacak işçiler de (biraz zor-
lukla da olsa) bir biçimde temin edildi.
1945 yılına gelindiğinde dünya değişmişti.
II. Dünya Savaşı sırasında yerli sermayedarların elinde önemli
bir sermaye birikimi sağlandı. Emperyalizmin bu dönemki politi-
kası da, iç pazarın genişletilmesi ve Türkiye'de kurulan işletmeler
aracılığıyla bu pazara daha etkili bir biçimde girilmesiydi. Emper-
yalist güçlerle ilişki içindeki bu sermayedarlar, Türkiye'de sanayi
yatırımları yapmaya yöneldi. Tarımda traktörün yaygın biçimde
kullanılmaya başlanmasıyla ekilen tarım arazileri hızla arttı. Bü-
yük çiftçilerin hızla artan nakit gelirlerinin bir bölümü tüketime,
bir bölümü de diğer sektörlerde yatırıma yöneldi. Toprak ağaları
ve tefecilerin artan iktisadi ve toplumsal gücü, insanların henüz
kulluktan kurtarılamadığı ve nüfusun yaklaşık yüzde 80'inin hâlâ
kırsal bölgelerde yaşadığı koşullarda parlamenter demokrasiye
geçilmesiyle birlikte siyasi güce de dönüştü. Kent burjuvazisinin,
toprak ağalarının ve tefecilerin ekonomik, toplumsal ve siyasal
çıkarları, ABD emperyalizminin politikalarıyla örtüşüyordu. Kar-
şıdevrim "demokratik" bir görünüm altında sahneye çıktı.
Diğer taraftan Türkiye'de ücretli emek-sermaye çelişkisi teme-
lindeki kapitalizm de hızla gelişmeye başladı.
Dünyada ise Soğuk Savaş yaşanmaya başlandı. Gerek Türki-
ye'de kapitalizmin gelişme düzeyi gerek Türkiye'nin Sovyetler
Birliği ile ilişkilerinde yaşanan bazı sorunlar, Türkiye'nin ABD
önderliğindeki kapitalist blokta yer almasına yol açtı.
Bu yeni koşullarda, Mustafa Kemal Atatürk'ün sağlıklı bir bi-
çimde hayatta olması belki farklı bir süreci yaşatabilirdi. Ancak
İsmet İnönü ve CHP'nin diğer önder kadroları, M. Kemal Ata-
türk'ün yeteneklerine ve gücüne sahip değildi.

428
Ayrıca Soğuk Savaş'la birlikte Türkiye'de etkinliğini artıran
ABD de karşıdevrim cephesini çeşitli biçimlerde destekliyordu.
Kapitalizmin altın çağının yaşanmasının sağladığı olanaklar (sü-
rekli ekonomik büyüme ve tam istihdam) bu cepheleşmede etkili
bir biçimde kullanılıyordu.
Bu durumda, "Türkiye'de kapitalizmin gelişmişlik düzeyi" ve
ayrıca Soğuk Savaş'la birlikte emperyalizmin artan gücü ve etki-
si, Türkiye demokratik devriminde geriye gidişleri, karşıdevrimi
gündeme getirdi. Türkiye demokratik devriminde Mustafa Kemal
Atatürk'ün elindeki önemli araçlardan biri olan CHP, yeni dönem-
de demokratik devrimde geriye gidişin araçlarından biri haline
sokuldu. Bu süreçte, CHP'nin iktidarda bulunduğu dönemde bazı
CHP kadrolarının devlet ve iktidar olanaklarını kullanarak büyük
servetlere sahip olmuş olması da önemli bir rol oynadı.
1991-2012 döneminde bölgesel çıkarları, yaşadığımız coğrafya-
da bağımsız bir devletin varlığı ve politikalarıyla temelden çelişen
emperyalist güçler, demokratik devrimin kazanımlarını tümüyle
tahrip etme çabalarını yoğunlaştırdı. Ulus-devletin zayıflatılması,
ulusal bütünlüğe karşı etnik kimliğin ve ümmet kimliğinin öne çı-
karılması, insanların kullaştırılması girişimleri giderek güçlendi.
Bu süreç, emperyalist güçler tarafından teşvik edildi, desteklendi
ve korundu. 2002 yılının sonlarında AKP'nin iktidara getirilmesi-
nin ardından Türkiye demokratik devriminin kazanımları büyük
darbe yedi.
Türkiye günümüzde milli demokratik devrimini yeniden ger-
çekleştirme göreviyle karşı karşıyadır.
Ancak günümüzde kapitalizmin gelişmişlik düzeyi, 1919-1938
dönemindekinin çok çok ötesindedir. Diğer taraftan, Türkiye çok
ciddi bir parçalanma tehdidiyle, Türkiye burjuvazisi de kendi iç
pazarını kaybetme sorunuyla karşı karşıyadır. Geçmiş on yıllarda
güçlenmiş olan Türkiye burjuvazisinin bazı kesimleri, kapitaliz-
min üçüncü küresel krizi sürecinde emperyalistlerin uygulattığı
politikalar nedeniyle de güç kaybetmektedir.

429
Küçük meta üreticisi köylü veya esnaf-sanatkâr biçimindeki
küçük burjuvazi, toplumun üçte birinden bile azını oluşturmakta-
dır. Türkiye işçi sınıfı, toplumun üçte ikisine ulaşmıştır. Burjuvazi
ise küçük bir azınlıktır.
Türkiye büyük burjuvazisi, sayısal ve oransal azınlığına kar-
şın, gerek elindeki sermaye birikimi, gerek emperyalistlerle yoğun
işbirliği nedeniyle, henüz milli kimliğe sahip değildir. Sınıfsal
çıkarları emperyalistlerle temelden çelişen veya sınıf kimliğini
geri plana iterek vatanseverlik duygularıyla hareket eden serma-
yedarların sayısı ve oranı henüz çok düşüktür. Kapitalizmin ilk
geliştiği ülkelerde burjuvazinin milli kimliği, onun sınıf çıkar-
larından kaynaklanıyordu. Günümüzde Türkiye burjuvazisinin
büyük güç sahibi kesimlerinin sınıf çıkarları henüz milli değildir,
"beynelmilelci"dir.
Ancak emperyalizmin Türkiye'yi parçalama çabaları, güçlen-
miş Türkiye burjuvazisinin sınıf çıkarlarıyla çelişen bir projedir.
Burjuvazi, kendi kontrolü altında bir iç pazar ister. 2008 yılının
son çeyreğinden beri yaşanmakta olan kapitalizmin üçüncü küre-
sel krizi, uluslararası düzeyde rekabeti daha da yoğunlaştırmıştır.
Emperyalist ülkelerde burjuvaziler yeniden "millici"leşmektedir;
bu ülkelerde ulusalcılık yeniden yükselmektedir. Türkiye büyük
burjuvazisi, artan acımasız rekabet koşullarında ulusötesi şirket-
lerle sınıf çelişkisi içine girebilir. Ayrıca, özellikle küçük ve orta
büyüklükteki kapitalist işletmeler emperyalist güçlerin dayattık-
ları aşırı değerli Türk Lirası politikası nedeniyle büyük sorunlar
yaşamaktadır. Bu politika, Türkiye burjuvazisinin üretici gücüne
büyük darbe indirmekte, onların uluslararası piyasalarda rekabet
gücünü baltalamakta, iç piyasada ulusötesi şirketlerin hâkimiye-
tine yol açmaktadır. Bu sınıf çelişkisi, Türkiye burjuvazisi içinde
çeşitli kesimlerin sınıf çıkarları gereği millici bir çizgiyi benimse-
melerine yol açacaktır.
Türkiye işçi sınıfı günümüzde önemli bir örgütlenme ve mü-
cadele geleneğine sahiptir. İşçilerin ve kamu çalışanlarının karşı

430
karşıya bulunduğu temel sorunların gerisinde, emperyalist sömü-
rü ve baskı yatmaktadır. Türkiye işçi sınıfının kurtuluş mücadele-
si, antiemperyalist mücadeleden geçmektedir. Diğer bir deyişle,
işçi sınıfı, sınıf çıkarları gereği antiemperyalisttir, millicidir, anti-
kapitalisttir. Sovyetler Birliği'nin yıkıldığı koşullarda Türkiye işçi
sınıfının "beynelmilelci komünistler"i izleyerek Türkiye'nin ba-
ğımsızlığına zarar verme tehlikesi ve tehdidi yoktur.
1919-1938 döneminde işçi sınıfının küçük bir bölümü (işçi aris-
tokratı memurlar) millici oldukları için kendi kesimsel ekonomik
ve toplumsal sorunlarına büyük ölçüde çözüm bulabilmişlerdi.
Bu insanları demokratik devrimin Ulusal Kurtuluş Mücadelesi
aşamasında harekete geçiren sınıf çıkarları değil, can/namus/mal
kaygısıydı. Demokratik devrimin daha sonraki aşamalarında ken-
dilerine sağlanan olanaklar da onları millici yapmıştı.
Günümüzde işçi sınıfının sınıf çıkarları antiemperyalist ve
millici olmayı gerektirmektedir. Geçmişin komprador burjuvazisi
günümüzde emperyalizmin işbirlikçisi tekelci burjuvazidir. Sınıf
çıkarları gereği millici olan burjuvazi değil, işçi sınıfıdır.
Emperyalizmin ulus-devlete, ulusun bütünlüğüne ve özgür
yurttaşlığa yönelik karşıdevrimci saldırısı, onurlu yaşamak iste-
yen vatanseverlere, Kemalistlere de zarar vermektedir. 1919 yılın-
da can/namus/mal kaygısıyla birleşen insanlar, günümüzde bö-
lünme/iç savaş/yok olma tehdidiyle birleşmektedir. Onurlu milli
duygularla hareket eden vatanseverlerin, Kemalistlerin büyük
çoğunluğu emekçi sınıf ve tabakalardan insanlardır. Bu insanla-
rın sınıf çıkarları ve kimlikleri de milli çıkar ve kimlikleriyle örtüş-
mekte ve birbirini pekiştirmektedir.
Günümüzün görevi, sınıf çıkarlarının antiemperyalist, antika-
pitalist ve millici yaptığı işçi sınıfıyla, bölünme/iç savaş/yok olma
kaygısının millici yaptığı kitleleri birleştirmek, Türkiye demokra-
tik devrimini geliştirerek korumaktır. Türkiye demokratik devrimi
ancak 1938 yılında eriştiği zirvenin çok ilerisine götürülmekle ko-
runabilir; Kemalist devrim, ancak daha ilerilere götürülerek kur-

431
tarılabilir. Geleceğin programını, bu mücadelede belirleyici güç
olan işçi sınıfının çıkarları ve talepleri belirleyecektir.
Cumhuriyet'in 10. yıldönümü vesilesiyle yayımlanan kitapta
belirtildiğine göre, bu dönemde yaygın biçimde kullanılan slo-
ganlardan biri, "durmayalım, düşeriz" idi.
1946 yılında Kemalist devrim, Türkiye'nin milli demokratik
devrimi durduruldu. Duranlar düşmeye başladı. Düşüş AKP ik-
tidarında tamamlanıyor. Günün görevi, Türkiye'nin demokratik
devrimini 1938 yılındaki düzeyin ötesine taşımaktır, devrimi sür-
dürmektir. Duran düşer; düştü.
Kemalistler artık işçi sınıfı olmaksızın Kemalist devrimin ka-
zanımlarını koruyamaz. Sınıf çıkarları nedeniyle millicileşmiş işçi
sınıfı da, Kemalist devrimin, Türkiye milli demokratik devriminin
kazanımlarına sahip çıkmadan bugünkü sınıf çıkarlarını koru-
yamaz ve geliştiremez. Kemalist devrimin kazanımları da ancak
artık toplumumuzda belirleyici toplumsal güç olmakta olan işçi
sınıfının uzun vadeli ekonomik, toplumsal ve siyasal çıkar ve ta-
lepleri doğrultusunda daha da geliştirilerek korunabilir.
Bu kitabın amacı, 1919-1945 döneminde Kemalist devrimin,
devletin, hükümetlerin ve CHP'nin işçi sınıfına yönelik politika-
larına ilişkin yanlış bilgileri ve önyargıları değiştirmeye çalışarak,
bu bütünleşme sürecine katkıda bulunmaktır.

432
KAYNAKÇA

AFETİNAN, İzmir İktisat Kongresi (17 Şubat-4 Mart 1923), Türk Ta-
rih Kurumu Yay., XVI.Dizi-Sayı 46, Ankara, 1982.
AFETİNAN, Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk'ün El Yazıları,
Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1969.
AĞAOĞLU, A., Serbest Fırka Hatıraları, Nebioğlu Yay., İstanbul,
(tarihsiz).
AĞAOĞLU, S., HÜDAİOĞLU, S., Türkiye'de İş Hukuku, İş Hukuku
Tarihi, Merkez Basımevi, 1939.
AKAL, E., Milli Mücadelenin Başlangıcında Mustafa Kemal, İttihat
Terakki ve Bolşevizm, Tüstav Yay., İstanbul, 2002.
AKŞİN, S. (ed.), Türkiye Tarihi, Çağdaş Türkiye, 1908-1980, c.4,
Cem Yay., İstanbul, 1989.
AKŞİN, S., Ana Çizgileriyle Türkiye'nin Yakın Tarihi, 1789-1980, c.1,
Cumhuriyet Yay., İstanbul, 1997.
ALP, Tekin, Kemalizm, Cumhuriyet Gazete ve Matbaası, İstanbul,
1936.
APAK, R., Türk İstiklâl Harbi, VI ncı Cilt, İç Ayaklanmalar (1919-
1921), Genelkurmay Başkanlığı Harb Tarihi Dairesi Resmi Ya-
yımları, Seri No.1, Ankara, 1964.
433
ARAR, R., Türkiye'de Çaycılık ve Turistik, Sosyal, Kültürel, Ekono-
mik Rize, İstanbul, 1969.
ATATÜRK, Nutuk (1919-1927), Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan:
Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara,
2005.
ATATÜRK, Nutuk, Belgeler, c.III, Atatürk'ün Doğumunun 100. Yılı-
nı Kutlama Koordinasyon Kurulu Yay., Ankara, 1984.
Atatürk'ün Bütün Eserleri, c.1-30, Kaynak Yayınları.
AYBARS, E., İstiklal Mahkemeleri, c.II, 1920-1927, 9 Eylül Üniversi-
tesi Yay., İzmir, 1988.
AYBARS, E., Türkiye Cumhuriyeti Tarihi-I, 8. Basım, ErcanYay., İz-
mir, 2003.
AYDEMİR, Ş. S., İkinci Adam, c.I, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1966.
AYDEMİR, Ş. S., İkinci Adam, c.II, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1967.
AYDEMİR, Ş. S., Tek Adam, c.III, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1965.
AYKUT, Ş., Kamâlizm (C.H.Partisi Programının İzahı), Muallim
Ahmet Halit Kitap Evi, İstanbul, 1936.
BARKAN, Ö. L., Türkiye'de Toprak Meselesi, Gözlem Yay., İstanbul,
1980.
BAŞAR, A. H., Atatürk'le Üç Ay ve 1930'dan Sonraki Türkiye, 2. Ba-
sım, AİTİA Yay. No.155, Ankara, 1981.
BAŞAR, A. H., İktisadi Devletçilik, c.I, İstanbul, 1931.
BERKES, N., 200 Yıldır Neden Bocalıyoruz, 2. Basım, İstanbul,
1965.
BİLA, H., CHP 1919-1999, Doğan Kitap, İstanbul, 1999.

434
Birinci Türk Tarih Kongresi, Maarif Vekâleti ve Türk Tarihi Tetkik
Cemiyeti Tarafından Tertip Edilmiştir, Konferanslar, Müzakere
Zabıtları, T. C. Maarif Vekâleti, İstanbul, 1932.
BOZKURT, M. E., Atatürk İhtilali, c.I-II, Kaynak Yay., İstanbul,
2003.
BOZKURT, M. E., Türk Köylü ve İşçilerinin Hakları, İzmir Ticaret Ba-
sımevi Köy Neşriyatı, İzmir, 1939.
C.H.F. Üçüncü Büyük Kongre Zabıtları (10-18 Mayıs 1931), Devlet
Matbaası, İstanbul, 1931.
C.H.P. Dördüncü Büyük Kurultayı Görüşmeleri Tutulgası (9-16 Ma-
yıs 1935), Ulus Basımevi, Ankara, 1935.
C.H.P. Altıncı Büyük Kurultayına Sunulan Vilâyet Kongreleri Dilek-
leri Hulâsası, Ankara, Çankaya Matbaası, 1943.
ÇAĞLAR, Y., Türkiye'de Ormancılık Politikası (Dün), Ankara, 1979.
ÇALGÜNER, C., Türkiye'de Ziraat İşçileri, Ankara Yüksek Ziraat
Enstitüsü Yay., Sayı 132, Ankara, 1943.
Çalışma Mevzuatı, c.I, Çalışma Bakanlığı, Yay. No:6, Ankara, 1946.
Çalışma Mevzuatı, c.II, Çalışma Bakanlığı, Yay. No:17, Ankara,
1949.
ÇANKAYA, N., Türk Kurtuluş Savaşı'nda İrticai Olaylar ve İç İsyan-
lar, Töre Yayın Grubu, İstanbul, 2003.
ÇAVDAR, T., Türkiye'nin Demokrasi Tarihi, 1839-1950, İmge Yay.,
Ankara, 1995.
ÇELENK, H., 141- 142 Üzerine, ANKA Yay., Ankara, 1976.
CEZAR, Y., Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, Alan
Yay., İstanbul, 1986.

435
CHP, Program ve Nizamname, (Partinin VI. Büyük Kurultayında
14.VI.1943 Tarihindeki Toplantısında Kabul Edilmiştir), Zerba-
mat Basımevi, Ankara, 1943.
CHP Program, Devlet Matbaası, İstanbul, 1931.
CRISS, N.B., Istanbul Under Allied Occupation, 1918-1923, Brill, Le-
iden, 1999.
Cümhuriyetin 16. Yıldönümünde Hitabeler ve Konferanslar, Anka-
ra, 1939.
Cumhuriyetin 50. Yılında Vakıflar, Vakıflar Genel Müdürlüğü, An-
kara, 1973.
Cumhuriyetin 80. Yılında Uluslararası Vakıf Sempozyumu Kitabı,
Vakıflar Genel Müdürlüğü, Ankara, 2004.
Cumhuriyetin 80. Yılında Uluslararası Vakıf Sempozyumu
Kitabı,Vakıflar Genel Müdürlüğü, Ankara, 2004.
DERİN, H., Türkiye'de Devletçilik, İstanbul, 1940.
DİE, İstatistik Yıllığı-1949, Ankara.
DİE, Sanayi Sayımı-1927, Yay.No.584, Ankara, 1969.
DİE, Türkiye'de Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50 Yılı, Yay.
No:683, Ankara, 1973.
DOĞAN, A., Kurtuluş, Kuruluş ve Sonrası, Dünya Yay., İstanbul,
1964.
ELİÇİN, E. T., Kemalist Devrim İdeolojisi, Ant Yay., İstanbul, 1970.
ENGİN, M. S., Kemalizm İnkılâbının Prensipleri, Büyük Türk Mede-
niyetinin Tarihi ve Sosyolojik Tetkikine Methal, c.2, Cumhuriyet
Matbaası, İstanbul, 1938.
ERDOST, M. İ., Osmanlı İmparatorluğu'nda Mülkiyet İlişkileri, Onur
Yay., 2. Basım, Ankara, 1989.
436
Ereğli Kömür Havzası Amelebirliği Biriktirme ve Yardımlaşma San-
dığı, Amele Birliği, Ankara, 1998.
ERGİN, O. N., Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, c.8, İstanbul Büyükşehir
Belediye Yay., İstanbul, 1995.
ERİŞÇİ, L., Türkiye'de İşçi Sınıfının Tarihi (Özet Olarak), Kutulmuş
Basımevi, İstanbul, 1951.
EROL, M., Türkiye'de Amerikan Mandası Meselesi 1919-1920, İleri
Basımevi, Giresun, 1972.
ERSOY, Y., Çalışma Hürriyetine Karşı Suçlar (TCK.M. 201 ve 275
Sayılı Kanunun İlgili Hükümleri), Ankara Üniversitesi SBF Yay.
No:345, Ankara, 1973.
ERTUNA, H., Türk İstiklâl Harbi, V inci Cilt, İstiklal Harbinde Ayak-
lanmalar (1919-1921), Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı
Resmi Yayımları Seri No:1, Ankara, 1974.
ERTÜRK, H., İki Devrin Perde Arkası, Hilmi Kitapevi, İstanbul,
1957.
ERÜRETEN, B. M. , Türkiye Cumhuriyeti Devrim Yasaları, Cumhuri-
yet Yay., İstanbul, 1999.
Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları, c.1-3, Kaynak Yay., İstan-
bul, 1992.
GERAY, C., Planlı Dönemde Köye Yönelik Çalışmalar, TODAİE Yay.,
Ankara, 1974.
GİRİTLİOĞLU, F., Türk Siyasi Tarihinde Cumhuriyet Halk Partisinin
Mevkii, 2 Cilt, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1965.
GÖKBAYRAK, Ş., Cumhuriyet'in Bir Anıt Kurumu, Zonguldak-Ereğli
Kömür Havzası Amele Birliği'nde Bir Dönem (1921-1946), Fişek
Enstitüsü Yay., Ankara, 2008.

437
GOLOĞLU, M., Sivas Kongresi, Ankara, 1969.
GOLOĞLU, M., Tek Partili Cumhuriyet (1931-1938), Ankara, 1974.
GÜLMEZ, M., Türkiye Belgesel Çalışma İlişkileri Tarihi (1936 Önce-
si), TODAİE Yay., Ankara, 1983.
GÜLMEZ, M., Türkiye'de Çalışma İlişkileri (1936 Öncesi), TODAİE
Yay., Ankara, 1983. GÜLMEZ, M., Meclislerde İşçi Sorunu ve
Sendikal Haklar (1909-1961), Öteki Yay., Ankara, 1995.
GÜVEN, F. H., Cumhuriyet Kanunları Rehberi, Güven Basımevi, İs-
tanbul, 1950.
GÜVEN, S., ÜNSAL, S., İZGİ, C., Atatürk Döneminde Devlet Perso-
nel Rejimi (1923-1938), Devlet Personel Dairesi Yay., Ankara,
1982.
HARINGTON, T., Tim Harington Looks Back, London, 1941.
HARMAN, C., A People's History of the World, Verso, London,
2008.
HOBSBAWM, E., Nations and Nationalism Since 1780, Programme,
Mythe, Reality, Cambridge University Press, 2003.
HOBSBAWM, E., The Age of Capital 1848-1875, Charles Scribner's
Sons, New York, 1975.
HOBSBAWM, E., The Age of Empire 1875-1914, Vintage Books, New
York, 1989.
İĞDEMİR, U., Sivas Kongresi Tutanakları, Türk Tarih Kurumu Yay.,
Ankara, 1969.
İLERİ, R. N., Atatürk ve Komünizm, Anadolu Yay., İstanbul, 1970.
İLGEN, A., 1921 Türkiye Sanayi Sayımları, Cedit Neşriyat, Ankara,
2008.

438
İNALCIK, H., Atatürk ve Demokratik Türkiye, Kırmızı Yay., İstan-
bul, 2007.
İş İstatistikleri, Çalışma Bakanlığı, Başbakanlık İstatistik Gn. Md.
Yay. No:243, Ankara, 1945.
İş Yerleri İç Yönetmeliği, Tekel Genel Müdürlüğü, İstanbul, 1947.
İş Yerlerine Mahsus Yeknesak Dahili Talimatname, Devlet Demir-
yolları ve Limanları İşletme Genel Müdürlüğü, Alsancak De-
miryollar Basımevi, İzmir, 1946.
IŞIKLI, A., Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yay., Ankara, 1997.
İstatistik Yıllığı-1930, Başvekalet İstatistik Müdürlüğü, Ankara,
1930.
İstatistik Yıllığı, c.17, Başbakanlık İstatistik Genel Müdürlüğü Yay.
No:303, Hüsnütabiat Basımevi, İstanbul, 1949.
KAFAOĞLU, A. B., Varlık Vergisi Gerçeği, Kaynak Yay., İstanbul,
2002.
KARAL, E. Z., Osmanlı Tarihi, c.VII, Ankara, 1977.
KARAL, E. Z., Osmanlı Tarihi, c.VIII, Ankara, 1983.
KARPAT, K., Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul, 1967.
KEPENEK, Y., Türkiye Ekonomisi, 5. Basım, V Teori Yay., Ankara,
1990.
KİLİ, S., Cumhuriyet Halk Partisinde Gelişmeler, Boğaziçi Üniversi-
tesi Yay., İstanbul, 1976.
KIVILCIMLI, Dr. H., Türkiye İşçi Sınıfı'nın Sosyal Varlığı (Birinci
Kitap, Sayı, Topografya, Kadın ve Çocuk), 1. Basım, Bozkurt
Matbaası, İstanbul, 1935; 2. Basım, 1935 Marksizm Bibliyotegi
Serisi: I (Telif ve Tercümeler), Çağrı Yayıncılık, İstanbul, 1978.

439
KOÇ, Y., Türkiye İşçi Sınıfı ve Sendikacılık Tarihi, Olaylar-Değerlen-
dirmeler, Yol-İş Yay., Ankara, 1996.
KOÇ, Y., Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi, Osmanlı'dan 2010'a, Epos Yay.,
Ankara, 2010.
KOÇ, Y., Yanlış-Doğru Cetveli, İşçi Sınıfı Tarihi Yazımında İnatçı Ha-
talar, Epos Yay., Ankara, 2010.
KOCATÜRK, U., Atatürk ve Türk Devrimi Kronolojisi, 1918-1938,
Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayımları, Ankara, 1973.
KONGAR, E., İmparatorluktan Günümüze Türkiye'nin Toplumsal
Yapısı, İstanbul, 1976.
KORNİYENKO, R. P., The Labor Movement in Turkey (1918-1963),
US Dept. of Commerce, Washington, D.C., 1967.
KÖYLÜ, K., Türkiye'de Büyük Arazi Mülkleri ve Bunların İşletme Şe-
killeri, Tarım Bakanlığı Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü Çalış-
maları, No:154, Ankara, 1947.
KÖYMEN, O., Türkiye'de Tarımsal Yapının Gelişimi (1923-1938), Bo-
ğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi Yay., İstanbul, 1981.
KÜÇÜKÖMER, İ., Düzenin Yabancılaşması, 2. Basım, İstanbul,
1989.
KUMAŞ, R., CHP'nin Soyağacı, Çağdaş Yay., İstanbul, 1999.
Kurtuluş Savaşı'nın İdeolojisi, Hâkimiyeti Milliye Yazıları, Genişle-
tilmiş 2. Basım, Kaynak Yay., İstanbul, 2004.
KURUÇ, B., Belgelerle Türkiye İktisat Politikası (1929-1932), c.1, An-
kara Üniversitesi SBF Yay. No:569, Ankara, 1988.
Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar Belgeler, Takım 1, c.3, Ankara
Üniversitesi SBF Yay. No:320, Ankara, 1972.

440
MAKAL, A., Osmanlı İmparatorluğu'nda Çalışma İlişkileri: 1850-
1920, Türkiye Çalışma İlişkileri Tarihi, İmge Yay., Ankara, 1997.
MAKAL, A., Türkiye'de Tek Partili Dönemde Çalışma İlişkileri:
1920-1946, İmge Yay., Ankara 1999.
MAKAL, A., Ameleden İşçiye, Erken Cumhuriyet Dönemi Emek Ta-
rihi Çalışmaları, İletişim Yay., İstanbul, 2007.
MÜDERRİSOĞLU, A., Kurtuluş Savaşının Mali Kaynakları, Maliye
Bakanlığı Ellinci Yıl Yay. No:1974-162, Ankara, 1974.
Mustafa Suphi ve Yoldaşları, TÜSTAV, İstanbul, 2004.
ÖKÇÜN, A. G., Yabancıların Türkiye'de Çalışma Hürriyeti, İş Banka-
sı Yay., Ankara, 1962.
ÖKÇÜN, A. G., Türkiye İktisat Kongresi, 1923-İzmir, Haberler-Bel-
geler-Yorumlar, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Yayını No:262, (2. Basılış), Ankara, 1971.
ÖKÇÜN, A. G., Ta'til-i Eşgal Kanunu, 1909, Belgeler-Yorumlar, AÜ
SBF Yay., Ankara, 1982.
ÖKE, M. K., İngiliz Ajanı Binbaşı E.W.C.Noel'in Kürdistan Misyonu
(1919), Boğaziçi Yay., İstanbul, 1989.
Onuncu Cümhuriyet Bayramı Hazırlama Komisyonu, 1923-1933, An-
kara, 1933.
ORHUN, H., Türkiye'de Devlet Memurlarının Hukuki Rejimi, İçişleri
Bakanlığı Yay., İstanbul, 1946.
ÖZDAMAR, S., Çalışma Mevzuatı (1920-1996), Maliye Bakanlığı
Bütçe ve Mali Kontrol Gn. Md. Yay. No:1994/19, Ankara, 1996.
ÖZTÜRK, İ. S., Ulusal Kurtuluş Mücadelesinde İç İsyanlar, Fark
Yay., Ankara, 2007.

441
ÖZTÜRK, K., Cumhurbaşkanları'nın Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni
Açış Nutukları, Ak Yay., İstanbul, 1969.
ÖZTÜRK, K., Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri ve Programları, Ak
Yay., İstanbul, 1968.
PAMUK, Ş., Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914, Gerçek Yay.,
İstanbul, 1988.
PARLA, T., Türkiye'de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, Kema-
list Tek Parti İdeolojisi ve CHP'nin Altı Oku, c.3, İletişim Yay.,
İstanbul, 1995.
PEKER, R., İnkılab Dersleri Notları, Ulus Basımevi, Ankara, 1935.
PERİNÇEK, D., Kemalist Devrim-1, Teorik Çerçeve, 6. Basım, Kay-
nak Yay., İstanbul, 2000.
PERİNÇEK, D., Kemalist Devrim-3, Altı Ok, Kaynak Yay., İstanbul,
1999.
PERİNÇEK, D., Kemalist Devrim-6: Atatürk'ün CHP Program ve
Tüzükleri, Kaynak Yay., İstanbul, 2008.
PERİNÇEK, M., Atatürk'ün Sovyetler'le Görüşmeleri, Sovyet Arşiv
Belgeleriyle, Kaynak Yay., İstanbul, 2005.
PETROSYAN, Y. A., Sovyet Gözüyle Jöntürkler, Bilgi Yay., Ankara,
1974.
POLYAKOV, Y. (ed.), A Short History of Soviet Society, Progress
Publishers, Moscow, 1977.
QUATAERT, D., Osmanlı Devleti'nde Avrupa İktisadi Yayılımı ve Di-
reniş (1881-1908), Yurt Yay., Ankara, 1987.
Sadri Etem, Türk İnkılabının Karakterleri, Milli Eğitim Bakanlığı
Yay., Devlet Matbaası, 1933; 2. Basım, Kaynak Yay., 2007.

442
ŞAHİNGİRAY, Ö. (der.), Celâl Bayar'ın Söylev ve Demeçleri, 1921-
1938, Ekonomik Konulara Dair, Türkiye İş Bankası Kültür Yay.,
İstanbul, 1999.
ŞAHİNGİRAY, Ö. (der.), Celâl Bayar'ın TBMM'de Yaptığı Kanun Tek-
liflerinin Esbabı Mucibeleri, 1920-1938, Türkiye İş Bankası Kül-
tür Yay., İstanbul, 1999.
Sanayi İstatistikleri, 1932-1939, Başvekalet İstatistik Umum Mü-
dürlüğü, Ankara, 1941.
ŞAPOLYO, E. B., Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, 3. Baskı,
Rafet Zaimler Yay., İstanbul, 1958.
SARIKOYUNCU, A., Milli Mücadelede Din Adamları, c.2, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yay., Ankara, 2007.
ŞERİF, Ahmet, Anadolu'da Tanin, Kavram Yay., İstanbul, 1977.
SORAL, E., Özel Kesimde Türk Müteşebbisleri, AİTİA Yay., Ankara,
1974.
STEINHAUS, K., Atatürk Devrimi Sosyolojisi, Sander Yay., İstan-
bul, 1971.
SÜLKER, K., Türkiye'de Sendikacılık, Sendika Kültürü Serisi No:1,
İstanbul, 1955. SÜLKER, K., Türkiye'de İşçi Hareketleri, Genişle-
tilmiş 3. Baskı, Gerçek Yay., İstanbul, 1973.
ŞAHİNGİRAY, Ö. (der.), Celal Bayar'ın Söylev ve Demeçleri, 1920-
1953, Türkiye İş Bankası Yay., İstanbul, 1954.
TALAS, C., İçtimai İktisat Dersleri, A.Ü.S.B.F.Yay. No:46-28, Anka-
ra, 1955.
Tarih IV, Türkiye Cümhuriyeti, Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti, Dev-
let Matbaası, İstanbul, 1934.

443
TEVETOĞLU, F., Türkiye'de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler (1910-
1960), Ankara, 1967.
TEVETOĞLU, F., Milli Mücâdele Yıllarındaki Kuruluşlar, Karakol
Cemiyeti, Türkiye'de İngiliz Muhibleri Cemiyeti, Wilson Prensib-
leri Cemiyeti, Yeşilordu Cemiyeti, Türk Tarih Kurumu Yay., An-
kara, 1988.
TEVETOĞLU, F., Millî Mücâdele Yıllarındaki Kuruluşlar, Türk Tarih
Kurumu Yay., Ankara, 1988.
THORNBURG, M. W., Türkiye'nin Bugünkü Ekonomik Durumunun
Tenkidi, Ankara, 1950.
TİMUR, T., Türk Devrimi ve Sonrası, 4. Baskı, İmge Yay., Ankara,
1997.
TODAIE, Türkiye'de Toprak Reformu, c.I, Ankara, 1961.
TÖKİN, İ. H., Rakamlarla Türkiye, c.II, Başbakanlık İstatistik Gn.
Md. Yay. No: 302, Ankara, 1949.
TÖKİN, İ. H., Türkiye Köy İktisadiyatı, 2. Basım, İletişim Yay., İs-
tanbul, 1990.
TOZAN, S., CEVAN, F., Kamu Personeline Sağlanan Mali ve Sosyal
Haklar (1939-1976), Devlet Personel Dairesi Yay., Ankara, 1977.
TUNAYA, T. Z., Türkiye'de Siyasi Partiler, 1859-1952, İstanbul, 1952.
TUNAYA, T. Z., Türkiye'de Siyasal Partiler, Mütareke Dönemi, c.II,
Hürriyet Vakfı Yay., İstanbul, 1986.
TUNÇAY, M. , Türkiye'de Sol Akımlar, 1908-1925, c.1; Türkiye'de Sol
Akımlar, 1925-1936, c.2, İletişim Yay., İstanbul, 2009.
TUNÇER, M., ARIEMRE, M. F., AKŞİT, R., Milli Korunma Mevzuatı,
Ankara, 1955.

444
TURAN, Ş., Türk Devrim Tarihi, Ulusal Direnişten Türkiye Cumhu-
riyeti'ne, c.1-2, Bilgi Yay., Ankara, 1998.
TURAN, Ş., Türk Devrim Tarihi, Yeni Türkiye'nin Oluşumu (1923-
1938), 3. Kitap, Birinci Bölüm, Bilgi Yay., Ankara, 1995.
TURAN, Ş., Türk Devrim Tarihi, Yeni Türkiye'nin Oluşumu (1923-
1938), 3. Kitap, İkinci Bölüm, Bilgi Yay., Ankara, 1996.
TURAN, Ş., Türk Devrim Tarihi, Çağdaşlık Yolunda Yeni Türkiye
(10 Kasım 1938/14 Mayıs 1950), 4. Kitap, Birinci Bölüm, Bilgi
Yay., Ankara, 1999.
Türkiye Komünist ve İşçi Hareketi, Aydınlık Yay., İstanbul, 1979.
Türkiye Nasıl İlerliyor, 1950-1957, Basın-Yayın ve Turizm Umum
Müdürlüğü, Ankara, 1957.
ULUĞ, N. H., Derebeyi ve Dersim, Hâkimiyeti Milliyet Matbaası,
Ankara, 1932.
ULYANOVSKY, R.A. (ed.), The Comintern and the East, The Stru-
ggle for the Leninist Strategy and Tactics in National Liberation
Movements, Progress Publishers, Moscow, 1979.
US, A., 1930-1950 Hatıra Notları, İstanbul, 1966.
VELDET, T., 30. Yılında Türkiye Şeker Sanayii, Türkiye Şeker Fabri-
kaları A.Ş. Neşriyatı, No: 48, Ankara, 1958.
VELİDEDEOĞLU, H. V., ATAAY, A. M., Türk Cemiyetler Hukuku,
Hak Kitapevi, İstanbul, 1956.
YALMAN, A. E., Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdikleri, c.I, İs-
tanbul, 1970.
YAŞA, M. vd., Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ekonomisi, 1923-1978,
Akbank Yay., İstanbul, 1980.

445
446

You might also like