You are on page 1of 18

İKİNCİ SÖMESTR BAŞLANGICI

AVRUPA’DA PARLAMENTOLARIN EVRİMİNE KISA BİR


BAKIŞ
Batı medeniyeti’nin 18.ci YY’dan itibaren dünyaya hakim olmasının
belki de en önemli nedeni silahlı ordusuyla polisiyle, güçlü kral veya
hattâ imparatorların, toplumdaki silahsız unsurlar tarafından kontrol
edilebilmeleridir. Yani paradoksal olarak güçlü Batı devletlerinin
başında gücü kontrol edilebilen yönetimler vardır.
Geçen sömestrde bu unsurlardan ilk olarak ortaya çıkan dini ele almış
ve özellikle Papa’nın kralları kontrol edebilmeleri üzerinde
odaklanmıştık.
Parlamentolar
Ancak Batı’da kralların gücünü en az Papa ve kilise kadar etkin bir
şekilde kısıtlayan çok önemli ve güçlü bir kurum daha ortaya çıktı. Bu
kurum toplumun en önemli katmanlarını içeren parlamentolardı. Bu
parlamentoların Avrupa çapında doğup yaygınlaşmaları konusunda
Van Zanten ve meslektaşlarının bir çalışması çok önemlidir. 1 Bu
çalışmaya birazdan eğileceğiz. Ama daha önce Parlamentoların genel
tarihine, daha doğrusu, ne zaman ortaya çıkmış oldukları konusuna
kısaca bakalım.
Kramer’in çok önemli çalışmasına göre ilk Parlamento milattan önce
yaklaşık 3000 yıllarında, Avrupa’da değil, orta Avrasya’da bugünkü
Irak’ta Sümerler zamanında yaşamsal önemdeki bir toplantı
dolayısıyla ortaya çıkmıştı.2 Meşhur Gılgamış Destan’ından
anlaşıldığına göre, bu bir savaş meclisiydi. Mesopotamya bu dönemde
her biri bağımsız kent devletlerinden oluşuyordu ve Kiş kenti Uruk
kentine bir ultimatom gönderip hakimiyetini kabul etmesini aksi halde
saldıracağını bildirmişti. Bunun üzerine iki “kamara”dan oluşan Uruk
1
Jan Luiten Van Zanten, E. Buringh, M. Bosker. “The Rise and Decline of European
Parliaments, 1188-1789”, The Economic History Review, 2011.
2
S. N. Kramer, Tarih Sümer’de…, s.52-58.
Parlamentosu toplandı.3 Yaşlılardan oluşan ve senato diyebileceğimiz
“kamara” ne pahasına olursa olsun barıştan yanaydı ve kararları eli
silah tutan gençlerden oluşan “alt ev” ile görüşen kral tarafından veto
edildi. Demek ki, şu andaki bigimize göre dünya tarihinin ilk
parlamentosu M.Ö. 3000’lerde Sümerler devrinde toplanmıştı. Bu
parlamento’nun aynen bugün İngiltere ve ABD’de olduğu gibi iki
“kamarası” vardı. Kral kamaralardan biri ile ayni fikirde değilse diğer
kamara’nın fikrini tercih edebilirdi. Her iki kamara da kendisinden
farklı düşünüyorsa son kararın nasıl alındığı konusunda bilgimiz yok.
Bu meclislere kimlerin nasıl seçildiklerini de bilmiyoruz. Sadece yaşlı
ve gençlerden oluştuklarını biliyoruz.
M.Ö. 3000’lerin Mesopotamya’sından Avrupa’ya geçersek, Batı
medeniyeti’nin ancak yüzyıllar sonra eski İyonya, Yunan ve Roma
Cumhuriyeti döneminde Parlamento kurumundan haberdar olduğunu
ve Roma’da güçlü bir Senato’nun var olduğunu görmüştük.
Orta Çağ’a geldiğimizde Parlamento’nun yeniden keşfedilmiş
olduğunu görüyoruz. Bu keşif İspanyollar tarafından 12.ci yüzyılda
gerçekleşti. Daha sonraki yüzyıllarda tüm Avrupa’ya yayıldı.
Günümüzde de öneminden hiç bir şey kaybetmeden sadece Avrupa’da
değil diğer kıtalara da yayıldı.
Parlamentoların bu denli güçlenmelerinin ardında toplumun en önemli
katmanlarını içermesi önemli rol oynamıştır. Nitekim, kilise, asiller,
kentleri temsil eden tüccarlar ve loncalar, yani burjuvazi, daha sonraki
dönemlerde, 19 ve 20.ci yüzyıllarda, ilaveten işçiler gibi kralların
gücünü kısıtlayabilecek tüm unsurlar parlamentoda temsil
ediliyorlardı.
İlk parlamento4 1188 yılında İspanya’nın Leon kentinde Kral IX.cu
Alfonso tarafından kuruldu. Tahta yeni geçen Alfonso, Leon bölgesi
3
Burada, günümüz İngiliz Parlamentosu’nun “lordlar” ve “avam kamaralarından” esinlenerek
“kamara” terimini kullandım.
4
İslandalılar ilk parlamentoyu kendilerinin kurduklarını iddia ederler. Ancak bu tartışmalı bir
konudur.
kentlerinden kilise mensuplarını, büyük toprak sahiplerini, ve her
kentin kendi içerisinden seçilmiş temsilcilerini parlamento’ya davet
etti. İlk toplantıda mevcut kanunlara herkes gibi itaat edeceğini,
kararlarını bu kanunlar çerçevesinde vereceğini, herkesin mülkiyet
haklarına saygı göstereceğini ilan etti. Dolayısıyla bu ilana Ortaçağ
Avrupası’nda hukuk devleti fikrinin ilk ortaya çıkışı olarak
bakabiliriz.

Burada hukuk devleti ile kanun devleti arasındaki farka da değinmek


gerekir. Hukuk devletinde kanunlar siyasetin üzerindedir. Siyasetçinin
mevkii ne olursa olsun kanun karşısında diğer vatandaşlardan
herhangi bir üstünlüğü yoktur. Kanun devletinde ise hırslı bir siyasetçi
kanunları siyasi güç elde etmek için kullanır. Böylelikle siyasetçinin
kontrolündeki devlet, kanunları vatandaşlarını kontrol etmek için
kullanır ama kanunların devleti, dolayısıyla kendisini, kontrol
etmesine izin vermez.

Bu noktada şu soruları sorabiliriz:


1) Bu büyük olay neden ilk defa İspanya’da gerçekleşti?
2) Kralların kutsal haklarından feragat etmek manasına gelen bu
adımları acaba IX.cu Alfonso neden attı?
Hukuk devleti gibi bugün dahi öneminden hiç bir şey kaybetmeyen bir
kavramın ilk defa İspanya’da ortaya çıkışı, İberia Yarımadasının
Kuzey Batı’sına sıkışmış Katolik İspanyolların yarımadayı
Müslümanlardan geriye alabilmek için halkı kendi yanlarına çekme
ihtiyacından kaynaklanmıştı. Bu gelişmeler Katolik İspanyollar ile
Müslümanların yarımada halklarını kendi yanlarına çekme
konusundaki rekabetlerinin sonucudur.
Ancak, bu gelişme İspanya ile sınırlı kalmadı. Benzer siyasi durumlar
başka yerlerde ortaya çıktıkça Parlamentolar da Avrupa içinde yayıldı.
Örneğin, İspanyol Aragon Kralı’nın Sicilya’yı ele geçirmesinden
sonra, Sicilya halkının desteğini sağlamak amacıyla Sicilya
Parlamentosu kuruldu ve ada halkına benzer haklar verildi. Keza
Fransız Krallığı da yeni fethedilen Languedoc ve Toulouse bölgelerine
yayıldığında ilk Fransız parlamentoları o bölgelerde kuruldu. İngiliz
Parlamentosu her 2 yılda en az bir kere toplanıyordu. Polonya,
Danimarka ve İsveç’te de parlamentolar kuruldu.
Bu parlamentolardan İngiltere Parlamentosu’nun evrimi çağdaş hukuk
devleti’nin ortaya çıkışı açısından özel önem taşır. Şimdi bu konuya
odaklanacağız.
İNGİLTERE’DE PARLAMENTO VE ÇAĞDAŞ HUKUK
DEVLETİ’NİN KURULMASI VE EVRİMİ
Batı’da imparator veya kralların gücünü kısıtlayabilen başka güçler de
ortaya çıktı. Bu durum İngitere’de 1215 yılında lordların krala zorla
Magna Carta dokümanını imzalatmasıyla gün yüzüne çıktı. Magna
Carta İngiltere’de Parlamento’nun kuruluşu olarak algılanır.

Dahası, Magna Carta ile kilise de İngiltere’de bağımsızlığına kavuştu.


Artık kilisenin başındaki Archbishop kral tarafından tayin
edilemeyecek diğer bishoplar tarafından seçilecekti. Ayrıca Kral’ın
Magna Carta’ya uyup uymadığı asiller (lordlar) tarafından sürekli
incelenecek ve uymadığı saptanırsa asiller Kral’a savaş ilan
edeceklerdi. Bu şekilde ilan edilen bir savaşın meşru olacağı da
Magna Carta’ya konulmuştu.

Magna Carta’nın bir diğer çok önemli katkısı Habeas Corpus


kavramını ilk defa ortaya koymuş olmasıdır. Habeas Corpus “kişi
senin elindeymiş” şeklinde tercüme edilebilir. Bir kişi hapse
atıldığında kendisi veya bir yakını mahkemeye başvurur ve söz
konusu kişinin haksız yere hapise atıldığını iddia eder ve hakimin
“Writ of Habeas Corpus” yazmasını isterdi. Hakim bu iddiayı makul
görürse, dokümanı yazar ve hapishane yetkilisine göndererek
mahkumun mahkemeye gönderilmesini ve onun suçlu olup
olmadığının kendisi tarafından saptanacağını belirtirdi.

1295 yılında kilise, lordlar ve halk temsilcilerinin katılmalarıyla


İngiliz Parlamentosu lordlar ve avam kamarasından oluşan bugünkü
yapısına kavuştu.

Böylelikle Krallar artık İngiltere’de hem kilise, hem asiller hem de


loncalar gibi halk temsilcilerinden oluşan Parlamento tarafından
kontrol edilmeye başladılar. Ayrıca, mahkemeler de önemli bir kontrol
unsuruydu. Ancak mahkemelerin tam bağımsızlığa kavuşmaları
yüzyıllarca bekledi. Zira mahkemeler Kral’ın mahkemeleriydi ve
hakimlerin maaşlarını Krallar ödüyordu. Mahkemelerin kralların
kontrolünden çıkmaları için 17.ci yüzyıla kadar beklemek icap etti.
17.ci yüzyıl İngilteresi hukuk devletinin ilk defa ortaya çıktığı ve
dolayısıyla dünya tarihi açısından son derece önemli bir dönemdir. Bu
yüzyılın ortalarında İngiltere’de gücünü gittikçe arttırmak ve Fransa
Kralı gibi ülkesini tam bir mutlakiyetle yönetmek isteyen Kral 1.ci
Charles’a karşı Oliver Cromwell’in liderliğindeki Parlamento harekete
geçti. Kanlı bir iç savaş 1641 yılında başladı ve 1646 yılında Kralın
yenilgisi ve 1649 yılında da idamı ile sonuçlandı. Aynı yıl İngiltere’de
Cumhuriyet ilan edildi.

Bu sefer Cromwell’in aşırı güçlendiği düşünüldü ve Kraliyet yeniden


ihya edildi. Bu restorasyon sürecinde iç savaş sırasında Parlamento
güçlerinin liderliğini yapan ve Kral 1.ci Charles’ı idama mahkûm eden
Cromwell’in de kafası mezarından çıkartılan cesedinden ayrıldı ve 1.ci
Charles’ın mahkûm edildiği Westminster Hall’un duvarında yıllarca
bir sırığa geçirilerek teşhir edildi. Ardından yeni kral James II’nin
yeniden aşırı güçlendiği düşünüldü ve ona karşı bir hareket başladı.
Kral ile Parlamento arasındaki bu karşılıklı rekabete Katolik-Protestan
rekabeti de eklenince tam bir kaos oluştu. Sonunda 1688 yılında
Parlamento Hollanda Prensi William’ı İngiltere Kralı olmak üzere
davet etti. Ancak bir şartları vardı. Kral ve Kraliçe tahta çıkmadan
önce Parlamento’ya gelecek ve Parlamento’nun çıkartacağı kanunlara
herkes gibi itaat edeceklerine yemin edecekler ve bunu ifade eden Bill
of Rights dokümanını imzalayacaklardı. Bu doküman ayrıca tüm
etkinliklerinde kral ve kraliçenin Parlamento’nun kararları dışına
çıkmayacaklarını da ifade ediyordu.

Bütün bunlardan çok önemli bir diğer sonuç da çıktı. Bu, hatırlanacağı
gibi 553 yılında toplanan Constantinopolis Ekumenik Konsil’inde
kabul edilen kralların kutsal haklarının (Divine Rights of Kings) sonu
demekti. Bu çok eski 1135 yıllık doktrine göre, bir kral veya kraliçe
güç ve yetkisini doğrudan doğruya Allah’tan alır ve dolayısıyla da
halka veya Parlamentoya değil sadece Allah’a hesap verirdi. Bu
durumda da krala karşı ayaklanmak sadece siyasi bir suç değil ayni
zamanda büyük bir günahtı. Bill of Rights dokümanının imzalanması
kralların kutsal haklarının sonunu getirmiş oldu. 1688 yılında
imzalanan Bill of Rights dokümanı İngilizler tarafından kansız
gerçekleştiği için “Muhteşem Devrim”, Glorious Revolution olarak
anılır.
Glorious Revolution ayni zamanda tarihte görülen en önemli ve etkin
elitler arası anlaşmadır. Bu anlaşmanın tarafları William’ı davet eden
Protestan ve Katolik liderleri ile Parlamento idi. Anlaşmaya göre, Kral
tüm vatandaşlar gibi Parlamento’nun çıkardığı kanunlara tâbi olurken
Protestan olmakla beraber, Katolikleri de dinlerinde serbest
bırakacaktı. Yani ibadet hürriyeti anlamında laiklik de kazanılmış
oldu.
Dahası, güçler ayrımı da gerçekleşti. Yasama, yani kanunları yapan
Parlamento Yürütme’nin, yani Kral’ın, üzerinde yer aldı. Yargıya
gelince, o da Kral’ın vesayetinden kurtuldu. Bu, daha iç savaşın
başında Kral’a bağlı Star Chamber mahkemesinin 1641’de iptal
edilmesiyle gerçekleşmişti.5 Bu bölümün sonundaki ekte İngiltere’de
yargı bağımsızlığın evrimi konusunda ayrıntılı bilgi sunulmaktadır.
Ve nihayet 1694’te Bank of England’ın kurulması ile Kral’ın halktan
borç para alması da kesin kuralara bağlandı. Aslında bu banka özel bir
anonim şirket (joint-stock company) olarak kurulmuştu. Şirketin
amacı da hissedarlardan toplanan paraların devlete borç verilmesi ve
elde edilen faiz gelirinin hissedarlar arasında dağıtılmasından ibaretti.6
Kralın borçlanmasının kesin kurallara bağlanmasının ardında
bankanın bu özel sektör yapısı vardı. Bu kesin kurallar sayesinde
İngiliz Devleti 1688 yılında 1 milyon Sterlini % 6-30 arasında bir
faizle alabilirken, 1697’de 17 milyon Sterlini %3 faizle halktan borç
alabildi. Bu denli büyük miktarda borcu böylesine düşük faizle borç
alabilmesi sayesinde İngiltere 18.ci yüzyılın en büyük donanmasını
oluşturdu ve en büyük dünya gücü olarak ortaya çıktı.
Borcun geri ödenmesine gelince, devlet Hristiyanlıkta da faiz yasağı
olduğundan, borcunu küçük bölümlere ayırarak halka tahvil şeklinde
satıyor ve belli bir tarihte geri ödemek taahhüdünde bulunmuyor
5
Douglass North and B. Weingast, “The Evolution of Institutions Governing Public Choice in
17th Century England”, Journal of Economic History, 49, 803-832, 1989.
6
Kam Fan Sin, The Legal Nature of the Unit Trust (Oxford: OUP, 1997).
ancak annuite denilen yıllık ödemeleri tam zamanında yapıyordu.
Hazinede durum müsait olduğunda ana paralar da zaman zaman geri
ödeniyordu.7
Kısacası, toparlarsak, güçler ayrımı ile vatandaşları tarafından kontrol
edilebilen bir hukuk devleti, paradoksal bir biçimde, güçsüz gibi
gözükürken aslında en güçlü devlettir. İlk defa İngiltere’de oluşturulan
hukuk devleti, yani, herkesin, Kral’ın dahi, Parlamento’nun çıkardığı
kanunlara uymak mecburiyeti ile bunu uygulayan bağımsız yargı,
büyük zorluklar hattâ kanlı bir iç savaş sonunda gerçekleşmiş çok
kıymetli bir doktrindir. Bu doktrin ilk defa 1215 yılında Magna Carta
ile ortaya çıkmış ancak tam olarak uygulanması ancak 17.ci yüzyılın
sonunda, 1688 tarihinde Glorious Revolution ile İngiltere’de
gerçekleşebilmiştir.
1750’lerde görülen sanayi devriminin ilk defa İngiltere’de ortaya
çıkması hiç de tesadüfi değildir. Sanayi devriminin gerçekleşmesi için
şart olan icatlar, yeni teknolojiler, bunların ortaya çıkması için gerekli
olan özel sektör yatırımları eğer hukuk devleti ve bağımsız yargı
kurulmamış olsaydı hiç bir zaman gerçekleşmezdi. Bunların ilk defa
İngiltere’de gerçekleşmiş olması sanayi devriminin de ilk defa o
ülkede ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur.
Bugün tüm Batı demokrasilerinde bu doktrin geçerlidir. Bu yayılma
iki aşamalı oldu. 1770’lerde Amerika Bağımsızlık Savaşı ile
Atlantik’in Batısı’na, 1789-1815 arasında da önce Fransız Devrimi
ardından da Napolyon istilasıyla tüm kıta Avrupası’na yayıldı.
EK: İNGİLTERE’DE YARGI BAĞIMSIZLIĞININ EVRİMİ
12.ci yüzyıl başında (1178) Kral 2.ci Henry güvendiği beş adamını
halktan gelen tüm şikayetleri dinlemeleri ve gerekli doğru kararları
almaları için görevlenderdi. 1215 yılında Magna Carta bu ilk
hakimlerin sürekli görev yapmaları için Westminster’de bir yer
7
Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz: Murat Çizakça, Islamic Capitalism and Finance: Origins, Evolution and
the Future (Cheltenham: Elgar, 2011), pp. 65-71.
tahsis etti. Ancak bu Kral’ın mahkemesiydi ve Kral yurt dışındaysa
(Haçlı Seferleri gibi nedenler dolayısıyla) veya yetişkin değilse
mahkeme görev yapamıyordu. Zamanla sürekli çalışan bir şikayet
mahkemesi kuruldu. Hakimlerin rüşvet aldıkları iddia edilince 3
hakimden 2’si kovuldu. Ayni zamanda hakimlerin maaşları da
arttırıldı. Buna ragmen rüşvet önlenemeyince 1350 yılında Baş
Hakim sadece kovulmakla kalmadı ayni zamanda idama da
mahkum edildi fakat sonra affedildi.
1386’da Kral ve Parlamento arasındaki güç çatışması gene
hakimlerin başına patladı. Kral Parlamento’nun bir uygulaması
hakkında hakimlerden karar istedi. Hakimlerin kararından
hoşlanmayınca altı hakim de idam edildiler. Yukardaki 1 ve 3.cü
maddelerin ardında böyle tarihsel tecrübeler vardır. Nitekim Gül
savaşları (wars of the roses) sırasında bu sefer Parlamento gene
siyasi bir karar isteyince yargı siyasi konularda yorum
yapamayacağını belirtti.
Daha 15.ci yüzyılda kanunlara Kral dahil herkesin itaat mecburiyeti
bulunduğu fikri genel Kabul görmeye başladı.
16.cı yüzyılda Yürütme ile yargı arasındaki mesafe daha da
genişledi.8
Ancak öte yandan ve daha da önemlisi, Reformasyon ile birlikte
İngiliz kralları Katolikliği terkedip Protestan mezhebine geçince ve
Kral Anglikan Kilisesi’nin başı olunca, Papa’nın Kralı kontrol gücü
ortadan kalktı ve Kral daha da güçlendi.
İngiltere’de modern yargı gücünün oluşmasında 17.ci yüzyılın özel
bir yeri vardır. Bu yüzyılın başlangıcına kadar Star Chamber adı
verilen bir mahkeme tamamen Kral tarafından kontrol ediliyor,
hakimlerini Kral seçiyor, maaşlarını Kral ödüyordu. Hakimler
8
Kral’ın mahkemesi olan Star Chamber Kral’ın danışmanlarından oluşan ve bir takım
yürütme yetkileri de bulunan Privy Council’dan ayrıldı. Privy Council üyeleri arasında
artık hiç bir hakim kalmadı).
Kral’ın hoşlanmadığı bir karar aldıklarında, yukarıda gördüğümüz
gibi, derhal kovulurlar hatta ihanet ile yargılanır, yargılamayı bizzat
Kral yapar ve idam edilirlerdi. Kral’ın mahkemeler üzerindeki
hakimiyeti Star Chamber mahkemesinin iç savaşın başında 1641’de
iptal edilmesine kadar devam etti.9 Bu durum aşağı yukarı 30 yıl
sürdü ve mahkemeler üzerindeki yürütme baskısı kalktı. Ancak
baskı tekrar geldi ve hakimler gene kovulmaya başladılar.
Hakimlerin Kralı kızdırmamak için verdikleri hukuka aykırı
kararlar İngiliz adaletinin yıpranmasına yol açtı.
Bu durumda Parlamento, haklı olarak, hakimleri Kral’ın hizmetkârı
olarak görüyor, Kral da Parlamento’yu inkâr ederek ülkeyi
yönetmek istediğinden, yargıyı yürütmenin bir parçası olarak
görmek istiyordu. Yani yürütme de yasama da yargıya hakim
olmak istiyor kavgalarını yargı üzerinden yapıyorlardı. Her iki
organ da yargıya kendi adamlarını sokmaya çalışıyorlardı.
Günümüzde böyle bir çaba İngiltere de “saçma” (absurd) olarak
algılanır.
Ancak bu tür çabaların saçmalık olarak algılanmasının ardında
1688 yılında gerçekleşen Glorious Revolution ve onun bir unsuru
olan adalet reformu vardır. Bu reform, hakimlerin maaşlarının Kral
tarafından değil, devlet hazinesinden ödenmesini, görevleri
sırasında suç işlememeleri şartıyla kovulmalarının yasaklanmasını
içeriyordu. Yeni Kral William III bu şartları kabul etti ve
hakimlerin bağımsızlıklarına saygı duyacağına söz verdi. Ondan
sonra gelen krallar da yargı bağımsızlığına saygılı davrandılar.
Bir hakimin kovulması gücünü elinde tutan Parlamento da ancak
hem lordlar hem de Avam Kamarası müşterek kararıyla bir hakimi
işten atabilir. Bu yönde bir karar en son 1701 yılında uygulandı.
Böylelikle devlet gücü İngiltere’de yürütme (Kral/Kraliçe),
yasama (Lordlar ve avam kamarasından oluşan Parlamento) ve
9
Douglass North and B. Weingast, “The Evolution of Institutions Governing Public Choice in
17th Century England”, Journal of Economic History, 49, 803-832, 1989.
bağımsız yargı olmak üzere üçe bölündü. Bu unsurların her biri
diğerini kontrol eder ve aşırı güçlenmesini önler. Devlet böylelikle
ülkeyi koruyacak kadar güçlüyken, ayni zamanda halk tarafından
kontrol edilebilir niteliktedir.
Ayni sistem küçük bazı farklarla diğer tüm demokratik hukuk
devletlerinde uygulanmaktadır.

Tekrar kıta Avrupası’nda ki parlamentoların genel durumuna


dönersek, 1400-1527 arasında parlamentolar Avrupa’nın Güney Batı
köşesinden Kuzey-Doğu’ya doğru yayıldılar. Bu yayılmanın Rusya’ya
ulaşması 400 sene aldı. Ancak Rusya parlamentosu, Zemsky Sobor,
sadece 55 yıl hayatta kaldıktan sonra Romanov Hanedanı tarafından
kaldırıldı. Bu karar hanedanın da sonu oldu. 1917 yılında ayaklanan
işçiler hanedan mensuplarını ailece katlettiler ve komunist rejimini
getirdiler. Bu olaylar meşru bir parlamentonun kaldırılmasının dünya
tarihinde görülen en dramatik ve kanlı sonuçlarından birisidir.
Parlamentoların sadece kurulmaları değil, bir kere kurulduktan sonra
faaliyet yoğunlukları da önemlidir. Konuya bu açıdan bakarsak,
İspanya, Portekiz ve Fransız parlamentolarının 12-18.ci yüzyıllar
arasında birer parabol çizdiklerini görürüz. Bunlar 12-13.cü yüzyıllar
arasında kuruldular. Faaliyetleri 15.ci yüzyılda maksimuma ulaştı. 17-
18.ci yüzyıllara gelindiğinde de durdu.
Bu trende karşın, Kuzey-Batı Avrupa bu kurumu nisbeten geç aldı
ama İngiltere, Hollanda ve İsveç’de parlamenter faaliyetler giderek hız
kazandı. Orta Avrupa’da da İsviçre dışında her yerde parlamenter
faaliyetler 16.cı yüzyıldan itibaren hep azaldı.
Kısacası, parlamentolar en erken tarihlerde Güney-Batı Avrupa’da
kuruldular, ancak bu bölgede 16.cı yüzyıldan itibaren çöktüler. Bu
kuruluşlar Orta Avrupa’da 14 yüzyıldan sonra hız kazandı, ancak 15-
16.cı yüzyıldan itibaren onların da faaliyetleri ciddi şekilde azaldı. En
önemli farklılık Kuzey-Batı Avrupa’da görülür. O bölge devletleri
parlamentolarının faaliyetleri 13.cü yüzyıldan itibaren hiç durmaksızın
artmıştır.
Şimdi bu bariz farklılıkları nasıl açıklayacağız? Van Santen ve ekibi
kısmi bir açıklama getirebildiler. Onlara göre, İspanya/Portekiz
parlamentolarının 16.cı yüzyıldan itibaren faaliyetlerinin azalması
gerek reconquista’nın10 tamamlanması gerekse Güney Amerika’da
keşfedilen altın ve gümüşlerin İspanya’ya getirilmesi sonucunda
İspanya/Portekiz krallarının artık vergi geliri elde etmek için
parlamento’nun onayına ihtiyaçlarının kalmamasıyla açıklanabilir.
Bunun tam tersi olarak, İngiliz ve Hollandalıların İspanya’ya karşı
giriştikleri savaşlarda devamlı olarak halkın finansman desteğini
sağlamak üzere parlamentolarını sık sık ve düzenli bir şekilde
toplamak zorunda kaldıkları düşünülebilir. Zira savaş için finansman,
finansman için de vergi gerekir. Vergi de Parlamento’da oylanır.
Güney-Batı ve Kuzey-Batı Avrupa’daki durumları böylelikle
açıklayabildik. Ancak Fransa ve Orta Avrupa’da parlamenter
faaliyetlerin giderek azalmasını nasıl açıklayacağız? Bu konuda Van
Zanten ve ekibi bir açıklama sunamamışlar. Kanımca, bu bölgedeki
eğilimleri en akla yakın şekilde açıklayan Hans Sturmberger’dir.11
Sturmberger’in açıklaması bir yandan Orta Avrupa’daki Türk
korkusu, diğer yandan da Osmanlı hayranlığına dayanır. Sturmberger
sadece Osmanlı tehdidine karşı Habsburg İmparatorluğu’nun birlik ve
beraberlik içerisinde İmparator’un yönetimi altında birleşme

10
İberia yarımadasının İspanyollar tarafından fethedilmesi ve Endülüs Emevi Devleti’nin
sona erdirilmesi.
11
Hans Sturmberger, “Das Problem der Vorbildhaftigkeit des türkischen Staaswesens im 16.
Und 17. Jahrhundert und sein Einfluss auf den europaeischen Absolutismus”, XIIé Congress
International des Sciences Historiques, Vienne, 29 Aout-5 Septembre 1965, Rapports IV,
(Wien: Berger&Söhne, 1965), 201-209. Makalenin başlığı: “Türk devlet yönetiminin
modelliği ve 17.ci yüzyıl’da Avrupa mutlakiyetçiliği üzerindeki etkisi” şeklinde tercüme
edilebilir.
ihtiyacına değil ayni zamanda Osmanlı devlet yönetimi karşısında
duyulan hayranlığın ve Osmanlı örneğinin de önemine değinmektedir.
Burada Kanuni zamanında Avrupa’nın gözlemlediği mutlakiyet
rejiminin (Absolutismus), Batı’daki benzerlerinden en az 200 sene
daha eski kökenleri olduğuna Sturmberger dikkatleri çekmektedir.
Orta Avrupa’daki Türk korkusu, hayranlık ve örnek alma içgüdüsünü
Busbeck, Machiavelli, Martin Luther gibi zamanın en önemli
düşünürlerinde de bulmak mümkündür. Bir diğer düşünür Rüstow’a
göre de Kanuni zamanındaki Osmanlı, o dönemin en modern ve ileri
mutlakiyetçi devletiydi. Machiavelli’ye göre de Padişah’ın mutlak
otoritesi bir yandan içerde mutlak birliği sağlarken diğer yandan da
Batılı feudal ve güçler ayrımı uygulayan devletleri çok ciddi bir
şekilde tehdit ediyordu. Campanella’ya göre ise, daha önce de görmüş
olduğumuz gibi, Padişah’ın şahsında birleştirmiş olduğu devlet ve din
otoritesi onun gücünü daha da arttırmaktaydı. Hem Botero hem de
Busbeck’e göreyse Türkler modern zamanların Romalıları idiler. Bu
düşünürlere göre Batılı bir Kral’ın aylarca süren parlamento
toplantıları ve ikna çalışmaları sonunda ulaşabildiği sonuca, Osmanlı
Padişahı tek bir divan toplantısında ulaşabilirdi (aslında bu pek doğru
değil, sadrazam ulaşabilirdi! Padişah Dîvan toplantılarına katılmaya
tenezzül dahi etmez, sadece bazen çok önemli konularda yapılan
tartışmaları duymak isterse Dîvan-ı Hümayûn’un özel bir bölümünde
kafes arkasında kendini göstermeden konuşmaları dinlerdi).
Toparlarsak, Osmanlı tehdidinin en yoğun hissedildiği Orta Avrupa’da
Osmanlıların askerî başarıları örnek olarak ele alınıyor ve Osmanlı
taklitçiliği yaygınlaşıyordu. Bu her zaman böyledir. Galipler her
zaman taklit edilirler. Nitekim XIV.cü Louis zamanında Fransa’nın
doğrudan Osmanlı tehdidi altında olmamasına rağmen mutlakiyete
yönelmesi, hatta Kral’ın “devlet benim” (l’etat c’est moi) demesi
Fransa’nın Osmanlının bahşettiği kapitülasyonlar sayesinde tüm
Avrupa’da Osmanlıyı en yakından tanıyan devlet olmasıyla
açıklanabilir. Nitekim XIV’.cü Louis’in lakabı “Yeni Süleyman”dı ve
Fransa onun iktidarı zamanında tam bir mutlakiyetçi monarşiye
dönüştü. 1661 yılında Kral tüm devlet mekanizmasını kontrolü altına
aldı. Bir yandan Parlamentoyu kapatırken diğer yandan asillerin en
güçlülerini Versailles sarayında gözünün önünde ikamete mecbur
ederek kırsalda kendisine karşı bir takım hareketlere girişmelerini
önledi. Profesyonel Polis gücü yarattı ve ordunun nüfusunu on misli
arttırdı (30.000’den 300.000’e). Ordunun böylesine güçlenmesi, bir
yandan kırsal aristokrasiyi tehdit ederken diğer yandan da Kral’a karşı
her hangi bir ayaklanmayı imkânsız kılıyordu.12
Parlamentoları olmamasına rağmen Osmanlıların durmak bilmez
ilerleyişleri, kendi parlamentolarında ise önemli kararların
alınmasındaki güçlükler, Orta Avrupalıları Osmanlıları taklit etmeye
yöneltti. Nitekim, Fransa’dan başka Prusya, Avusturya ve İsveç de
mutlakiyete yöneldiler. Bu taklitçilik, Orta Avrupa
parlamentarizminin gerilemesi ve Orta Avrupa’nın mutlakiyete
yönelmesinin ardındaki en önemli neden olsa gerekdir.
Böylelikle, yasamanın en önemli kurumu olan parlamentolar
konusunda şu sonuçlara varmaktayız:
1) Parlamentolar genellikle işgalcilere karşı halk desteğini
kazanmak için kurulmuşlardı
2) Zamanla çok güçlü ve mutlakiyetçi bir dış gücü taklit ederek
onun gibi güçlenebilmek için parlamentolarının faaliyetlerini
azalttılar.
3) Ancak yüzyıllar süren uzun bir tarih perspektifinden
bakıldığında, parlamentoları düzenli çalışan Hollanda ve
İngiltere gibi ülkelerin, parlamentoları çalışmayanlara nazaran
üstünlük sağladıkları görülür.
4) Dahası, parlamentoları iptal edilen veya güçsüzleştirilen ülkeler
çok büyük sosyal patlamalara şahit olmuşlardır.

12
Anderson, Lineages…, pp. 101-102.
Yukarda üç numaralı sonuç öylesine önemlidir ki bu konu üzerinde
biraz daha derine inmek gerekir. Burada söz konusu edilen ve uzun
dönemde görülen üstünlüğün ardındaki nedenleri incelememiz
gerekmektedir.
Daron Acemoğlu ve ekibi farklı bir yaklaşımla 16, 17, 18 ve erken
19.cu yüzyıl dönemlerinde Avrupa ülkelerinin yaşamış olduğu
ekonomik büyümenin hemen hemen tamamen Atlantik kıyısı
ülkelerince gerçekleştirilmiş olduğunu saptamışlardır.
Ancak, her Atlantik kıyısı ülkesi ayni başarıyı gösterememiştir.
Nitekim, Acemoğlu Avrupa çapında kentleşmeyi inceleyip, en hızlı ve
sürekli kentleşmenin Atlantik’te yoğun ticaret yapan ülkelerde
görüldüğünü, bunu diğer Batı Avrupa ülkeleri kentleşme oranlarının
takip ettiğini en arkadan da Doğu Avrupa ülkelerinin geldiğini
gösterir.
Atlantik ticareti derken sadece Avrupa-Amerika kıtaları arasındaki
ticareti değil, ayni zamanda Avrupa Asya arasındaki ticareti de
kastediyoruz. Zira söz konusu dönem Süveyş Kanalının açılmasından
önceki dönemi kapsamaktadır. Yani, Avrupa’dan Asya’ya deniz
yoluyla ulaşmak ancak Atlas Okyanusunu, Atlantik’i, Kuzey’den
Güney’e boydan boya geçerek ve Ümit Burnu’nu dolaşarak
mümkündü.
Batı Avrupa ülkeleri arasında görülen ekonomik büyüme farklılıkları
Acemoğlu’na göre Orta Çağ siyasi kurumları ile Atlantik ticareti
arasındaki ilişkinin öneminden kaynaklanmaktadır.
Van Zanten grafiklerinin tam da bu ilişkiyi doğruladığı ortadadır.
Parlamentoları en sürekli ve yoğun faaliyet gösteren ülkeler Kuzey-
Batı Avrupa ülkeleridir. Genel olarak ekonomik büyümeyi yansıtan
kentleşme sürecinin de en hızlı ve sürekli olduğu ülkeler ayni
ülkelerdir. Nitekim, parlamentoları parabol çizmiş olan İspanya,
Portekiz, Fransa gibi ülkeler, Atlantik kıyısında olmalarına rağmen,
parlamenter faaliyetleri sürekli ve devamlı artan Kuzey-Batı ülkeleri
İngiltere ve Hollanda’nın gerisinde kalmışlardır.
Burada Fransa’nın durumu ilginçtir. Zira Fransa, İspanya ve Portekiz
gibi, Güney-Batı Avrupa tipi güçlü Kral-zayıf hattâ gücünü tamamen
yitirmiş parlamento sisteminden, Kuzey Batı tipi kralın gücünün
giderek kısıtlandığı güçlenen parlamento sistemine dönüş yaptı. Bu
adeta bir U dönüşüdür ve Fransız vergi toplama sisteminde büyük
devlet adamı Colbert tarafından oluşturulan bir radikal değişiklik
sayesinde gerçekleşmiştir.
Bu reform ile Fransa’daki tüm vergi kaynakları bir araya getirilerek
hükmî şahsiyeti olan devasa bir şirket, korporasyon, haline getirildi.
Bu şirket tüm vergilerin yarısını toplar hale geldi. Bu durum sayesinde
bu “vergi toplayanlar korporasyonu” Kral’a karşı 1660’lardan itibaren
büyük güç kazandı ve giderek Kralı taviz vermeye zorladı. Bu şirket
Kral tarafından ortadan kaldırılamayacak kadar güçlenmişti. Kral
şirketten borç istediğinde, şirket kendi adına çıkartılmış kısa süreli
tahvil ihraç edip bunları orta ve ortanın üstü halka, yani burjuvaziye,
satıyordu. Bu tahviller de serbestçe piyasada alınıp satılabiliyordu.
Krala büyük miktarlarda borç alma imkânı veren bu şirkete karşı da
Kral’ın eli kolu bağlanmış oluyordu.
Fransa’da esas dönüm noktası Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında
İngilizlere karşı Amerikalılara verdiği destek yüzünden bütçesinin alt
üst olmasıdır. Nitekim 1788’de devlet borçlarına ödenen faiz bütçenin
neredeyse yarısına denk geliyordu. Kral XVI.cı Louis bu durumda
yeni vergiler koyabilmek için mecburen Parlamento’nun yeniden
toplanmasına razı oldu. Ancak artık çok geçti, 1789’da Fransız
Devrimi patladı. Kral ve Kraliçe bir kaç yıl sonra giyotinle idam
edildiler.
Kısacası, bir yandan vergi reformu diğer yandan çok kanlı bir devrim
sonucunda Fransa, Kral’ın gücünün kontrol edilemediği Güney-Batı
Avrupa kampından çıkıp, yürütmenin gücünün burjuvazi tarafından
kısmen de olsa kontrol edilebildiği İngiltere ve Hollanda kampına
yönelmiş oldu.13 Ancak Fransa’nın sorunları gene de bitmek bilmedi.
Kral ve Avusturya asıllı eşinin idamlarından sonra başta Avusturya
olmak üzere belli başlı tüm Avrupa ülkeleri Fransa’ya karşı birleştiler.
Bundan sonrası ancak Schiller’in “feuertrunken” sözüyle ifade
edilebilir. Yani milyonlar ateşten sarhoş oldular. Napolyon’un
liderliğinde Fransa’nın büyük askerî reformlar gerçekleştirerek tüm
kıt’a Avrupası’nı işgal etmesi, ardından Rusyayı da işgal etmeye
kalkıp bozguna uğraması ve sonunda 1815’te Waterloo’da kesin
yenilgiye uğrayıp St. Helene adasına sürülüp orada ölmesi 18-19.cu
yüzyıl Avrupası’nın en kanlı dönemidir.
Bu olaylar klasik Batı müziğine de yansımıştır. Beethoven üçüncü
senfonisini önce Fransız Devrimi’nin "Liberté, égalité, fraternité" yani
“özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” sloganını ordularıyla tüm Avrupa’ya
yayan Napolyon’a duyduğu hayranlık dolayısıyla ona ithaf ettikten
sonra, Napolyon’un da özellikle kendisini imparator ilan ettiktikten
sonra diğer mutlakiyetçi liderlerden farksız olduğunu kavrayınca,
onun adını silip senfoniyi tüm kahramanlara ithaf etti. Beşinci
senfonisi savaşların vahşetini anlatan “kader” senfonisidir. Yedinci
senfonide muhteşem bir cenaze müziği vardır. Dokuzuncu senfoni ise
koraldir, Schiller’in meşhur şiirinin müziğe dökülmüş hali olup
savaşlardan mahfolmuş tüm insanların birbirleriyle kardeş oldukları
fantazi bir evreni düşler.
Aslında bütün bu olayların ardında 18.ci yüzyıl Fransa’sı gibi çok
güçlü bir ülkenin yüzyıldan uzun bir süre boyunca (1614-1774)
parlamentosunu (États généraux) kapatması sonucunda Kral’ın halkın
taleplerinden habersiz kalması, XVI. Louis’in sonunda mali kriz
dolayısıyla Parlamento’yu yeniden toplaması ancak artık çok geç

13
Eliana Balla and Noel D. Johnson, “Fiscal Crisis and Institutional Change in the Ottoman
Empire and France”, (Fairfax, Virginia: George Mason University Mercatus Center, working
paper May 09-08, 2009).
kalınması ve tam bir sosyal patlama olarak Devrim’in gerçekleşmesi
(1789) vardır.
Hollanda’da 17.ci yüzyılın başlangıcında gerçekleşen bir olay ise
Parlamento’nun bir ülkenin sosyal ve ekonomik açıdan gelişmesi
açısından ne denli önemli olabileceğini somut olarak ortaya koyar.

You might also like