You are on page 1of 80

SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

AVRUPA TARİHİ

Galya’yı ele geçirerek Frank Krallığı’nı kuran Merovenj kralları Franklarının soyundandır. Hanedana
ismini veren Merovech (Meroveé), yarı efsanevî bir kişiliktir. Hayatı ve faaliyetleri hakkında pek
fazla bilgi bulunmayan Merovech asıl Frank Krallığı’nın kurucusu I.Clovis’in (481-511) dedesidir.
Tüm Frank kabilelerini tek yönetim altında toplayan Clovis Galya’yı tamamen ele geçirir. Karısı
Clotilde’nin etkisi ile Hıristiyanlığı kabul eden Clovis, Avrupa’nın ilk Katolik kralıdır. Hıristiyanlığı
kabul etmesi ona Vizigot, Ostrogot ve Vandal gibi diğer Cermen kavimlerinin krallarından daha
ayrıcalıklı bir statü kazandırır. Kendisi ile birlikte halkının büyük bir kısmı da eski pagan inançlarını
terk ederek Hıristiyanlığı kabul eder

Papa Zachary’nin 751’de Merovenj hanedanının son kralı III. Childeric’in yerine Saray Nazırı olan
Pépin’i, Frankların kralı olarak ilan etmesiyle, adını hanedanın en büyük temsilcisi Şarlman’dan alan
Karolenj hanedanı dönemi başlar. Hanedanın meşruluğunun Papa tarafından onaylanması çok
önemlidir ki, taraflar arasındaki bu uyum ve işbirliği sonra da devam edecek ve nihayet 800 yılında
Şarlman, Papa III. Leo’nun elinden giydiği taç ile Kutsal Roma imparatoru ilan edilecektir.
962’den 1806 yılına kadar varlığını devam ettiren ve Merkezî Avrupa’nın büyük kısmı ile İtalya’yı
kapsayan Kutsal Roma İmparatorluğu Avrupa’nın en büyük monarşisidir. 800 yılında Papa
tarafından ilk Kutsal Roma İmparatoru ilan edilen Şarlman’ın ölümünden kısa bir süre sonra Frank
Krallığı, onun torunları arasında bölüşülmüştür.

843 yılındaki Verdun Antlaşmasıyla Kutsal Roma- Cermen İmparatorluğu üçe ayrıldığı zaman
herkesin bir lordu (efendisi, hâkimi) olması ilkesi benimsenmiştir. Böylelikle feodalite denilen
sistemin temeli atılmış oldu.
Vasallar imparatorluk otoritesine mutlak itaat edenlerdir. Bunlar baronlar, kontlar, markizler ve
şövalyeler gibi unvanlar alıyordu. Vasallık bir yemin ile efendiye ömür boyu hizmet etmeyi
gerektiriyordu. Bunun karşılığında da efendi vasalını korumayı taahhüt ediyordu. Bu ilişkinin maddi
boyutu ise efendinin vasalına fief denilen toprak parçasının kullanım hakkını vermesiydi. Fief
kelimesinden feodalite kavramı türemiştir.

Feodal sistemde imparator olan efendi genelde düklere ve kiliseye çok büyük topraklar
bağışlıyordu. Dükler de yine vasallık şartı ile markizlere, markizler kontlara, kontlar baronlara ve
baronlar da şövalyelere fief denilen dirlikleri veriyorlardı. Böylece en alttan en üste kadar vasallık
ilişkisine dayalı hiyerarşik bir düzen oluşturulmuş oluyordu. Ancak bu kişiler askerdiler ve
kendilerine bahşedilen toprak karşılığı at ve şövalye denilen savaşçı zırhlı süvariler ile efendinin
hizmetinde bulunmak zorundaydılar.
Feodal sistemin doğmasını sağlayan temel unsur otorite boşluğu olmuştur. Frankların kurduğu
Roma İmparatorluğu’nun 9. Yüzyılın ilk yarısında parçalanmasından sonra Avrupa merkezi devlet
yapısından yoksun kalmıştır. Bu otorite boşluğunu 10. ve 13. yüzyıllar boyunca Avrupa’da
feodalizm ve Papalık doldurmaya çalışmıştır.

711 Kadiks Savaşı ile Tarık bin Ziyad, İberya yarımadasının güneyinde Guadalete Savaşı’nda Vizigot
kralı Roderik’i mağlup eder. Roderik’in hayatını kaybettiği bu savaşın ardından Müslümanlar
Cordoba (Kurtuba) ve Vizigot Krallığı’nın başkenti Toledo’yu (Tuleytula) ele geçirir. Bir yıl sonra
İspanya’nın fethini sonuçlandırmak için on sekiz bin kişilik bir ordu ile bizzat İspanya’ya gelen Musa
bin Nusayr, Sidonia (Medina), Carmona (Karmûne), Sevilla (İşbiliyye), Merida (Maride), Reyyo,
Gırnata, Murcia (Mursiya)’yı ele geçirir. Güney kesimlerinin fethi tamamlandıktan sonra Toledo’da
birleşen iki ordu 713 yılında kuzeye yönelir. Bu harekât sırasında Beşkens, Barselona (Barşelûne),
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Saragosta (Zaragoza) Müslümanların hâkimiyeti altına girer. Böylece birkaç yıl içinde İslam orduları
Güney Fransa’ya kadar ilerlerler.

Anglo-Sakson tabiri V. yüzyılın ilk yarsından itibaren Britanya’nın doğu ve güney kesimlerini istila
eden Cermen kavimlerini ifade etmek için kullanılan bir terimdir. M.S. 500’den 1066 yılına kadar
süren devir Anglo-Sakson dönemi olarak adlandırılır.
1066 yılında Fransa’nın kuzeyinde hüküm süren Normanların lideri Fatih William’ın Hasting
Savaşı’nda Anglo-Saksonlara karşı kazandığı zaferle İngiltere’de Norman hâkimiyeti başlar

İlk Haçlı seferi çağrısı 1074 yılında, Bizans İmparatoru VII. Mihail Dukas tarafından yapılmıştır.
Büyük Selçuklu sultanı Melikşah’ın ölümünden sonra devlet içindeki otorite boşluğu ve iktidar
mücadeleleri, 1086’da Anadolu Selçuklu sultanı Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın ölümü Türkleri zor
durumda bırakmıştı. Bunun üzerine Bizans İmparatoru I. Aleksios Komninos, Haçlı seferi çağrısını
yenilemiş, Papa II. Urbanus da bu çağrıyı olumlu karşılamıştır.

1098’de de Urfa’da ilk Haçlı devleti kuruldu. 1098 yılında Fatımilerin eline geçmiş olan Kudüs, bir yıl
sonra Haçlıların eline geçti. I. Haçlı Seferi (1096-1099) sonucu doğuda Urfa Kontluğu (1098-1144),
Antakya Prensliği (1098-1268), Trablus Kontluğu (1109-1289) ve Kudüs Krallığı (1099-1291) olmak
üzere dört Haçlı devleti kurulmuş
oldu.

1348 ila 1350 yılları arasında salgın halinde görülen hıyarcık vebası tüm Avrupa’da nüfusun üçte bir
oranında azalmasına sebep oldu. Bunun sonucu olarak tarımsal üretim azaldı ve bütün Avrupa’da
köylü isyanları görülmeye başladı. Özellikle Fransa’da 1358 yılında yaşanan köylü isyanlarında otuz
binden fazla insan öldü. 1381 yılında İngiltere’de köylüler “biz İsa’nın suretinde birer insan olarak
yaratıldık ama siz bize vahşi hayvanlar gibi davranıyorsunuz” diyerek ayaklandılar ve kısa bir
süreliğine de olsa Londra’yı ele geçirmeyi başardılar.

Geç dönem ortaçağ Avrupası’nda şehirlerarası ticareti geliştiren ve adına Hansa Birliği denilen bir
teşkilat söz konusudur. Hansa Birliği aslında 1161 yılında kurulmuş olmasına rağmen etki alanının
doruğuna 14. yüzyılda çıkmıştır. Amacı eş güdümlü bir siyasetle Alman ve İskandinav tüccarların
Batı Avrupa ve Rusya ile ticaretini geliştirmekti. 1397’de İsveç, Norveç ve Danimarka’nın ortak
çıkarlar doğrultusunda, kendi siyasi varlıklarını sona erdirmeden oluşturdukları Kalmar Birliği,
özellikle Kuzey Alman devletlerinin oluşturduğu Hansa Birliği’nin ticari gücüne ve Alman siyasi
nüfuzuna alternatif bir oluşumdu.

Kalmar Birliği, 14.-16. yüzyıllar arası üç İskandinav ülkesinin (İsveç, Norveç, Danimarka) bir tahtın
egemenliği altında bir araya gelmesi sonucu oluşan birliğe verilen addır. Bazı Avrupalı tarihçiler
tarafından İskandinav Güçleri olarak da adlandırılır.

Maniyerizm: 16. yüzyılın ikinci yarısında Rönesans sanatına karşı duyulan bir tepkinin sonucunda
ortaya çıkmıştır. Rönesans’ın insanı ön plana alan, sıkı bir geometriye dayanan akılcı tutumuna
karşı çıkma, katı kalıpları yıkma eylemidir.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

IV. Henri, Avrupa Birliği’nin öncülerinden biridir. Habsburglar’ın gücünü yıkıp, kendi müttefiki olan
Türkleri Asya’ya sürdükten sonra Rusya’nın dışarıda bırakıldığı yeni bir Avrupa’yı kurmayı
tasarlamıştı.
Avrupa devletleri arasındaki güç dengelerini oluşturma ve bu “Avrupa Hristiyan Cumhuriyeti”nde
ebedî barışı sağlama kisvesi altında aslında Osmanlı sultanının Avrupa topraklarındaki
hükümdarlığını yoketmek ve Habsburg hanedanının gücünü azaltmak istiyordu. IV. Henri, Avrupa
Hristiyan Cumhuriyeti’ni 3 ayrı grupta toplanan 15 bağımsız devlete ayıracaktı.

İspanya donanması 1588 yılında İngiliz donanmasına yenilene kadar Yenilmez Armada unvanına
sahip olmuştur.

Fransa, İspanya ile savaşa devam ettiği yıllarda ülkede Fronde İsyanı denilen büyük bir isyan
başladı. Fronde İsyanı, aslında 1624-1642 yılları arasında Fransa başbakanı olan Kardinal
Richelieu’nün soyluların nüfuzunu kırarak meclisin gücünü azaltmaya yönelik politikalarına bir
tepki olarak ortaya çıkmıştı. Richelieu’den sonra Fransa başbakanı olan Mazarin’in de aynı
politikaları, daha da ileri götürerek devam ettirmesi 1648’de Paris’te Fronde İsyanının çıkmasına
sebep oldu.

Colbert zamanında merkantilizm, Fransa’nın resmî siyaseti haline geldiği için Fransız
merkantilizmine “Colbertizm” denmiştir. Colbert’in önlemleri sayesinde, Fransa malî bunalımdan
çıktı ve Avrupa’da ekonomisi en güçlü devletlerden biri hâline geldi.

Genel olarak 15 ve 16.yüzyıllarda Batı Avrupa devletlerinin hepsinin amacı merkezî mutlak siyasal
yapılanmaya gitmekti. Düşünürler de geliştirdikleri kuramlarla, mutlak monarşiyi savunan görüşler
ileri sürdüler. Aynı dönemlerde İtalya’da Machiavelli, İngiltere’de Hobbes, Fransa’da Bodin mutlak
monarşiyi savunan kuramlar geliştirdiler.
Genel olarak ütopyacı olarak nitelendirdiğimiz bu düşünürlerin görüşlerini, içinde bulundukları
kapitalist sistem ve bu sisteme karşı insanların mutluluğa nasıl erişebilecekleri arayışı
şekillendirmiştir. Thomas More(1480-1535)’un Ütopyası ve Campenalla (1568-1639)’nın Güneş
Ülkesi, bu arayışın güzel örnekleridir. Thomas Morus ve Campenalla bu dönemde ileri sürdükleri
görüşleriyle daha sonraki düşünceleri etkileyecek ve sosyalist düşünürlerin ilk öncüleri olacaklardır.

Siyaset biliminin kurucusu kabul edilen Machiavelli (1469-1527) Prens adlı eserinde İtalya’nın
siyasal birliğini nasıl sağlayacağı sorununa çözüm önerileri getirirken Osmanlı Devletini örnek
olarak göstermiştir. Osmanlı Devletinde tüm ülkenin tek bir efendiye tabi olduğunu, görevlilerin
padişahın kulu olup varlığını ona borçlu olduğunu ve yalnız ona itaat ettiğini; dolayısıyla da dış
güçlerin içeriden bir işbirlikçi bulmasının mümkün olmadığını belirtmiştir.

İngiltere’de Sanayi Devrimi, ilk önce dokuma ve demir sanayiinde gerçekleşmiştir. Buna paralel
olarak İngiltere’de ilk dokuma fabrikası 1771’de kuruldu. Dokuma tezgâhları su dolaplarıyla çalıştığı
için sadece ırmak boylarına kurulabilmekteydi. 1785’e gelindiğinde James Watt’ın yaptığı ve buhar
gücüyle işleyen motor, bir fabrikadaki bütün tezgâhları çalıştırabilmekteydi. 1807’de Amerikalı
Robert Fulton buhar makinesini gemilere uyguladı. 1825’te demir raylar üzerinde yürüyen ve buhar
kuvvetiyle çalışan ilk lokomotif çalışmaya başladı. 1844’lerden itibaren Samuel Morse’un telgrafı,
1876’dan itibaren Alexander Graham Bell’in telefonu Avrupa toplumlarını, sanayi öncesi dönemle
kıyaslanmayacak şekilde değiştirdi.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Amerika’daki İngiliz kolonilerine yerleşen göçmenler İngiltere’de kilisede reform yapmaya çalışan,
Tanrı önünde eşitlik ilkesine inanmaları nedeniyle eşitliğe bağlı ve dinî kuralların basitleştirilmesini
isteyen, Prütan hareketinin takipçisiydiler. Demokratik ilkeler ve uygulamalar, bu koloniler halkının
yönetim tarzını oluşturmuştu. Amerika Kıtası’nın, kuzey bölgelerindeki bu serbestlik ortamı, özerk
devletler kurma düşüncesini geliştirmiştir. Çoğunluğunu Prütanların oluşturduğu koloniler, eşitlikçi
inançlarının etkisiyle, Kuzey Amerika’daki çoğunluğa dayalı ilk siyasal yönetimi kuracaklardır.

13 İngiliz Kolonisi: 1765 yılında İngiltere Kralı, koloniler için bir “Damga Pulu Kanunu” (Stamp Act)
çıkardı. Başbakan Lord Ghatam’ın hasta bulunduğu bir sırada, Maliye Bakanı, kendi adını taşıyan
“Townshend Kanunu”nu 1767 Haziranında Avam Kamarasından geçirdi. Bu kanuna göre, Amerikan
kolonilerinin ithal ettiği çay, kâğıt, cam ve hatta ressam boyalarına yeni vergiler kondu. Bu ise yeni
tepkilere sebep oldu.

Tepkilerin önderliğini Massachussetts kolonisi yapmaktaydı. Bıı sebeple İngiltere, 1769 Martında
Massachusetts’i “âsi” ilan etti. Bunun üzerine İngiltere çay hariç kâğıt ve cam üzerindeki ithal
vergilerini kaldırdı. Ne var ki, ithal vergileri dolayısıyla, kolonilerde çavın fiyatı iki misline çıkmış ve
bunun sonucu olarak da İngiltere’den ithal edilen çaya talep azalmıştı. Bunun üzerine İngiliz
hükümeti, 1773’de çay’dan aldığı ihracat vergisini düşürerek kolonilere çay ihracatını teşvik etmek
istedi. Çünkü, İngiltere’de çay stokları çok yükselmişti.

Koloniler İngilterenin bu yeni oyununa da cevap vermekte gecikmediler. İngiliz tüccarlarının


Amerikan kolonilerine başlattığı “çay hücumu” üzerine, Boston limanında demirlemiş bulunan
çay yüklü İngiliz gemisine 16 Aralık 1773 gecesi giren bir kaç kişi, gemide bulunan 343 sandık çayı
denize döktüler.

Virginia, bütün kolonileri “Amerika’nın birleşik menfaatleri” için bir Kongre’ye davet etti. “Birinci
Kontinental Kongre” adını alan bu Kongre, 1774 Eylülünde Philadelphia’da toplandı, George
Washington, Benjamin Franklin ve John Adams da bu Kongre’de delege olarak bulunuyordu.
Kongre, İngiltere’den yapılan ithalât ile oraya yapılan ihracata bir yıl süre ile son verme kararı aldı.
Aynı zamanda, Kongre, Boston Limanı Kanunu’na Massachusetts’in gösterdiği direnmeyi de
onayladı ve destekledi.

Filadelfiya Kongresi üzerine İngiltere kolonilerde askerî tedbir almaya başladı. Hava iyice
gerginleşmişti. Bu gerginlik içinde 18 Nisan 1775 sabahı Boston’da İn­ giliz askerleri ile halk
arasında ilk silâhlı çatışmalar başladı. İlk silâh seslerini işittiği zaman, Boston’ın aydın liderlerinden
ve hak ve hürriyetler savunucusu Samuel Adams, “Bu ne şerefli bir gündür” diye bağırmıştı.
Savaşın patlaması üzerine 10 Mayıs 1775’de yine Filadelfiya’da, ikinci Kontinental Kongre toplandı
ve Amerikan Kıt’a Ordusu adı ile bir Ordu kurulma­ sına ve başına da George Washington’ın
getirilmesine karar verildi.
Bağımsızlık ilkesini kabul eden Kongre, Thomas Jefferson’ın başkanlığında bir heyet seçti. Bu heyet
tarafından hazırlanan, fakat esasında Thomas Jefferson’ın kale minden çıkan Bağımsızlık
Beyanname, Kongre tarafından kabul edilerek 4 Temmuz 1776’da yayınlandı.

Bağımsızlık Beyanmamesi, demokrasi tarihi ve’siyaset bilimi açısından çok önemli bir belgedir.
Çünkü, ilk defa olarak, insanların doğuştan sahip oldukları hak ve hürriyetler ve demokrasinin
temel ilkeleri bu belgede belirtilmiştir.

Amerikan Ordusu 17 Ekim 1777’de, kuzeyde, Saratoga’da yapılan muharebede İngiliz ordusunu
büyük bir yenilgiye uğrattı ve İngiliz komutanı 6.000 kişilik ordusu ile teslim oldu. Saratoga zaferi
Amerikalılara siyasal bakımdan büyük avantajlar sağladı. Bu da, Fransa ve Ispanya’nın, İngiltere’ye
karşı Amerika’nın yanında savaşa katılmalarıydı.Fransa’nın yaptığı bu yardımın, Saratoga zaferinin
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

kazanılmasında önemli rolü olmuştur. Fransız tarihçisi Jacques Rainville, “Bizim askerî ve malî
yardımımız olmasaydı Amerikan âsilerinin ezilecekleri muhakkaktı” der ki, Amerikan tarihçileri de,
Fransa’nın yardımının Saratoga zaferinin kazanılmasında büyük rolü olduğunu kabul ederler.

Amerikalılara yardım eden bir diğer ülke de Hollanda oldu. Hollanda, Amerikan ihtilâli ile ilgili
değildi. Hollanda yalnız ticaretle uğraşıyordu ve ticareti de en fazla Fransa’yla idi. Lâkin Fransa,
Hollanda’dan aldığı malları Amerika’ya sevkediyordu.

19 Ekim 1781’de, Yorktown’da (Virginia’da) kuşatılan İngiliz ordusu teslim olmak zorunda kaldı. Bu
kuşatma esnasında Fransız donanması da, İngiliz ordusunun denizden ikmal ve ulaşımını kesmişti.
Yorktown zaferi ile savaş sona ermiş oluyordu.

Yorktown yenilgisinin arkasından İngiltere Amerikalılarla barış görüşmelerine başladı. Bütün


savaşan taraflar arasında barış 3 Eylül 1783’te Paris’te imzalandı. Buna göre: İngiltere Amerika
Birleşik Devletleri’nin bağımsızlığını tanıyordu.

Avrupa diplomasisinin politik oyunlarını kendi gelişme ve varlığı için tehlikeli gören Amerika,
Monroe Doktrini’ni kendisine kalkan yaparak, her iki Amerika kıtasına da Avrupa emperyalizminin
el atmasına engel olmuştur. Ancak, kendi ekonomik gelişmesi için Güney Amerika’yı gayet elverişli
bir alan olarak görmüş ve Monroe Doktrini, Panamerikanizm, Dolar Diplomasisi ve hatta “Büyük
Sopa” gibi vasıtalarla bu kıtayı sıkı bir şekilde nüfuzu altına almıştır.

Prusya’yı 18. yüzyılda güçlü bir devlet haline getiren hükümdar, “Büyük Frederik” (Friedrich der
Grosse) adı ile anılan II. Frederik olmuştur. 1740-1786 yıllarında hükümdarlık yapmıştır. II. Frederik,
o zamanlar “aydın istibdat” denen bir akımın en kuvvetli temsilcisi sayılır. Ülkesini daima
çağdaşlaştırmak için çalışmış, filozoflarla dost olmuş ve güçlü ve disiplinli bir ordu kurmuştur.

16. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa sahnesine çıkan kuvvetli devletlerden biri de Rusya’dır. Çarlık
Rusyası’nın kuruluşu 16. yüzyılın ortalarına kadar gider. Altınordu Hanlığı’nın Rusya’daki
hâkimiyetinin 16. yüzyılda sona ermesi üzerine, Moskova Prensliği’nin başına geçen IV. Ivan (veya
Korkunç İvan), 1533’de Çar ünvanını almıştır. “Rus Çarlığı” bu şekilde başlamıştır. IV. İvan 1584’te
öldükten sonra Rus Çarlığı, bir süre karışıklıklar içinde kaldı. Nihayet 1613’de Rus Çarlığı’na Mihail
Romanov getirildi. Bundan sonra 1917’ye kadar Rusya’yı Romanof hanedanı yönetecektir.

I. Petro (veya diğer adı ile Deli Petro), bir kara devleti olan Rus Çarlığı’nı denizlere çıkarmak ve
Rusya’ya denizler üzerinde pencere açmak istemiştir. Bu denizler de tabiî olarak Baltık Denizi ve
Karadeniz’di. Petro, Rusya’nın güçlü bir devlet olabilmesi için denizlere çıkmasının şart olduğuna
inanmıştı. Halbuki o sırada Baltık Denizine İsveç ve Karadeniz’e Osmanlı İmparatorluğunu egemen
bulunuyordu. Bu sebepten, Petro’nun denizlere açılma mücadelesi, özellikle bu iki devletle
olmuştur. 1699 Karlofça antlaşması ile Rusya, Karadeniz kıyısındaki Azak’ı almışsa da, 1711 Prut
Anlaşması ile tekrar Osmanlı İmparatorluğu’na iade etmek zorunda kalmıştır.

Rus İmparatoru I. Petro İsveç ile 1709’da yaptığı Poltava muharebesinde de İsveç’i yendi ve Neva
nehrinin denize döküldü bölgeyi alarak, burada Petersburg şehrini kurdu ve hükümet merkezini de
buraya nakletti. İsveç’in Rusya ile mücadeleye devam etmesi ve yine mağlûp olması üzerine
1721’de imzalanan Nystad barışı ile Petro, İsveç’ten, Karelia, Ingermanland, Estonya ve Letonya’yı
alarak Baltık Denizi’nin doğu kıyılarına yerleşti.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Voltaire’in “Kuzey’in Semiramis’i” dediği Çariçe Katerina, kendisinin de itiraf ettiği gibi, bir
kadından fazla, bir erkeğin niteliklerine sahipti. Aslen Alman olan Katerina, III. Petro ile
evlendikten sonra Ortodoksluğu kabul etmiş ve bir Rus’tan daha fazla Rus olmuştur.
Mostesquieu’yü okumuş, Voltaire ile yazışmaları olmuş ve Diderot’yu sarayında ağırlamıştır. Bu
Fransız aydınları ile temasları sonucu, bazı liberal fikirlere sahip olarak bazı reformlar da yapmıştır.

İngiltere’yi, 1485’ten 17. yüzyılın ilk yıllarına kadar Tudor hanedanı yönetmiştir. Tudor
hanedanından sonra İngiltere, 1603’ten 1688’e kadar, Stuart hanedanının hükümdarlığı altında
bulunmuştur. 1688-1714 yılları arasında Orange hanedanı başta bulunmuş ve 1714 de İngiltere
tahtını, Avrupalı bir hanedan olan Hanotra hanedanı ele geçirmiştir.

İngiliz denizciliğinin gelişmesinde, 1649 ile 1660 yılları arasında Stuart hanedanının yönetimini
ortadan kaldırıp, askerî bir diktatörlük kuran Cromwell 1651’de “Navigation Act”, yani Denizcilik
Kanunu denen bir kanun çıkarmış ve dışardan İngiltere’ye gelen bütün ithal mallarının İngiliz
gemileriyle taşınmasını şart koşmuştur. Bu kanun, İngiliz gemiciliğinin hızla gelişmesinde çok
önemli bir faktör olmuştur. Bu kanun yüzünden Cromwell, yine kuvvetli bir denizci ülke olan
Hollanda ile savaş yapmak (1652-1654) zorunda kalmış ve Hollanda’yı yenmiştir. Keza, Güney
Amerika’daki İspanyol sömürgeleriyle ticaret yapabilmek için İspanya ile de savaş yapan (1654-
1658) Cromwell, onu da yenmiş ve istediği ticaret yapma hakkını elde etmiştir.

Orange hanedanından Kral William, 1689 Şubatında, “Haklar Beyannamesi ’’ni kabul ederek,
Parlamento’ya gayet geniş hak ve yetkiler tanıdı. O kadar ki, William hükümdarlığa, bu
beyannameyi kabul etmek şartıyla getirilmişti ve beyanname yayınlandıktan sonra, kendisine ve
karısı Mary’ye hükümdarlık tacı Parlâmento tarafından giydirildi. Yani Kral’a, hükümdarlık etme
yetkisini Parlâmento vermiş oluyordu. Bu ise, o sırada Avrupa monarşilerinde yerleşmiş olan “İlâhi
Hukuk” teorisinin İngiltere’de sona erdirilmesi demekti. Ayrıca, Parlamento’nun Kral karşısındaki
üstünlüğünü belirten ve Kralın yetkilerini esaslı bir şekilde sınırlayan Haklar Beyannamesi, İngiliz
demokrasisinin en önemli belgelerinden biridir.

İngiliz sömürgeciliğinin gelişmesinde en büyük adım, Yedi Yıl Savaşları sonunda, 1763’de, Fransa ve
İspanya ile imzaladığı Paris Antlaşması olmuştur. Bu antlaşma ile İngiltere, bütün Kanada’yı,
bugünkü Amerika’da Missisipi nehrinin bütün doğu kısımlarını almış ve Fransa’yı Hindistan’dan
çıkararak bütün Hindistan’ı ele geçirmiştir.

1783 yılında, İngiltere tarihinin en parlak başbakanlarından William Pitt Başbakan oldu. William
Pitt, başbakan olduğu zaman henüz 24 yaşında bulunuyordu. Bu “harika çocuk”un başbakanlığı
Türk tarihi bakımından da önemlidir. Zira İngiltere’nin, 1791’den 1878’e kadar devam eden,
“Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü koruma politikası” Başbakan William Pitt
tarafından başlatılmıştır. Katerina’nın, Avusturya ile birlikte, Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalama
amacı ile açtıkları 1787-1792 savaşında, Pitt, Rusya’nın Akdeniz’e inmesinin yaratacağı tehlikeyi
görmüş ve savaşı durdurması için 27 Mart 1791’de Rusya’ya bir ültimatom göndermiştir.

Hollanda, 1648 Vestfalya antlaşması ile, İspanyol egemenliğinden kurtularak bağımsızlığını almıştı
ve Avrupa’nın sömürgeci devletlerinin başında geliyordu. Hollanda, bu sömürgeciliğini özellikle
denizciliğine borçluydu. İhtilâl çıktığı zaman 2.5 milyon kadar bir nüfusu olan bu ülkenin, hiç kara
ordusu yoktu. 17. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’ye yenilen Hollanda, 1715’ten itibaren
İngiltere’nin nüfuzu altına girmişti. O kadar ki, yüzyılın ikinci yarısında, Hollanda için, “İngiliz
gemisinin dümen izinden giden bir mavna” deniyordu.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

İsviçre, 17. Yüzyıldan beri 13 kantondan meydana gelen bir “Konfederasyon”dur. İsviçre’nin
bağımsız bir devlet olarak tanınması, 1648 Vestafalya Antlaşması iledir. Fakat İsviçre Avrupa
politikasında önemli bir rol oynamaktan uzaktır. Napolyon, 1798’de İsviçre’yi işgal edecek ve
burada 1803 yılına kadar devam edecek olan bir Helvetya Cumhuriyeti kuracaktır. Napolyon,
1803’te İsviçre’yi tekrar bir Konfederasyon haline getirecektir.

Amerika’nın keşfinden sonra, Kuzey Amerika kıtasında, Avrupa sömürgeciliğinin hücumuna


uğramıştır. Bu sömürgeci devletlerin başında, İspanyollar, Fransızlar ve İngilizler geliyordu. İlk önce
İspanyollar 1565’te Florida’da ilk koloniyi kurmuşlar ve daha sonra da Batı Florida ve Teksas’ı ele
geçirerek Kaliforniya’ya kadar olan toprakları kontrolleri altına almışlardır. Fransızlar ise ilk defa,
1534’de, bugünkü Kanada’ya gelmişlerdir. Fakat ilk yerleşme 1604’de, Saint-Laurent nehri
ağızlarında meydana gelmiş ve 1608’de bugünkü Quebec şehrini kurmuşlardır. İngilizlerin Kuzey
Amerika’da devamlı yerleşmeleri ilk defa 1607 yılında bugünkü Virginia’da olmuştur.

13 Koloni ile İngiltere arasında yapılan Saratoga Savaşında Fransa’da sahte bir şirket kuruluş bu
şirket aracılığıyla masrafları bizzat Fransız hükümeti tarafından karşılanan silah ve mühimmatlar 13
Koloniye ulaştırılır. Fransız tarihçisi Jacques Rainville, “Bizim askerî ve malî yardımımız olmasaydı
Amerikan âsilerinin ezilecekleri muhakkaktı” der ki, Amerikan tarihçileri de, Fransa’nın yardımının
Saratoga zaferinin kazanılmasında büyük rolü olduğunu kabul ederler. Amerikan bağımsızlık
savaşında sırasıyla Fransa, İspanya ve Hollanda 13 Koloni’ye yardım etmiştir.

1789 ‘da kurulan Kurucu Meclis üyeleri, İngiliz parlamenter sisteminde bir gelenek olduğu üzere,
bir takım kulüpler kurarak buralarda kümelenmişlerdi. Bunların başında Jacobinler geliyordu.
Jacobin’ler meşrutî monarşiye taraftardılar. Buna karşılık Cordelierler ise Cumhuriyetçi idiler. Lâkin
Jacobin’lerin içinde beliren aşırı ihtilâlciler, Jacobin’lerin bölünmesine sebep olacak ve ılımlı
Jacobin’ler ayrılacak, buna karşılık diğer Jacobin’ler de Cordelier ve Montagnard’lar gibi solcu
cumhuriyetçilere ayrılacaklardır. Bu siyasal gruplaşmalar, özellikle, 1791’de ilk anayasanın
kabulünden sonra daha da şiddetlenecektir.

Fransa’da Camille Desmoulin adlı genç bir gazetecinin halkı ateşleyen bir konuşması üzerine halk
heyecana geldi ve siyasal mahkûmların hapsedildiği Bastille hapishanesine 14 Temmuz 1789 günü
saldırdı ve bütün mahkûmları serbest bırakarak hapishaneyi ateşe verdi. Bastille, âdeta despotik
rejimin bir simgesi idi. O tarihten sonra 14 Temmuz tarihi, Fransa’da millî bayram günü olarak
kutlanmaya başlanmıştır.

Fransa’da 1791 Anayasası Mostesquieu’nün “kuvvetler ayrılığı” ilkesine göre hazırlanmıştı.


Yürütme yetkisi Kral’a aitti. Yalnız Kral o mevkie, “Allah’ın inayeti ve halkın isteği ”ile gelmişti.
Bakanların atanması Kral’a aitti. Yasama gücü, yani kanun yapma yetkisi Meclis’e aitti. Kral bu
kanunları uygulamakla yükümlüydü. Yalnız, Meclis üyeleri, yılda en az üç işçi gündeliği vergi ödeyen
seçmenler tarafından seçilecekti. Görülüyor ki, seçim hakkı gerçek anlamda demokratik esasa
dayanmıyordu. Kurucu Meclis, “millî egemenlik” kavramını böyle düşünmüştü. Yargı ise, doğrudan
halk tarafından seçilen yargıçlar tarafından kullanılacaktı.

İhtilalden sonra Prusya Kralı ile Avusturya İmparatoru, Saksonya’daki Pillnitz şatosunda bir araya
gelerek Fransa’nın durumunu görüşerek 27 Ağustos 1791 günü bir bildiri yayınladılar. Pillnitz
Bildirisi adını alan bu belgede, Fransa Kralı’nın halen içinde bulunduğu durumun bütün Avrupa
hükümdarlarını ilgilendirdiği, Taç’ın ve halkın çıkarlarına uygun bir hükümetin kurulması
imkânlarını XVI. Luis’e sağlamak üzere bir araya gelecekleri ve diğer devletlerin desteği de
sağlanınca, bu amacı gerçekleştirmek için harekete geçileceği bildiriliyordu.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Prusya’ya karşı kazanılan Valmy savunmasının yapıldığı gün Yasama Meclisi de toplanır. 21 Eylül
1792 günkü toplantıda ise, Krallığın ilgası ile Cumhuriyet’in ilânına karar verilir. Bu sürede
Fransa’da Krallık ve onunla birlikte, 1789’dan beri devam eden “meşrutî monarşi” sona erer ve
Cumhuriyet dönemi başlar. Buna, Fransa tarihinde I. Cumhuriyet denir ve 1804 Aralık ayına kadar
devam edecektir. Cumhuriyet rejiminin ilk meclisi “Convention” (Konvansiyon) adın alır. 749
kişiden oluşan bu Meclis halk tarafından seçilmişti.

Fransa’da normal bir yönetime geçmek üzere, 1795 Ağustosunda, III. Yıl Anayasası denen yeni bir
Anayasa ile “Directoire” (direktuvar) yönetimi kuruluyordu. Bu yeni rejimin özelliği, yürütme
kuvvetinin bir tek kişi yerine, beş kişilik bir kurula verilmesiydi. Zira ‘Terör” yönetimi, yürütme
yetkisinin bir tek kişiye verilmesinin sakıncalarını göstermişti. Bu sefer, yürütme yetkisi, kararlarını
çoğunluk ilkesine göre alan 5 kişilik bir kurula veriliyordu. Bu kurula “Direktörler Meclisi”
(directoire) ve üyelerine de “Direktör”yani yönetici deniyordu.

Napolyon’un bütün kuzey İtalya’ya kontrol altına alması üzerine, Avusturya Napolyon’la, 17 Ekim
1797’de, Campo Formio (kuzey-doğu İtalya’da Udine yakınlarında bir köy) barışını imzalamak
zorunda kaldı. Campo Formio barışına göre: 1795’de Fransa’nın işgal ve ilhak ettiği Belçika’nın,
Fransa’ya ait olduğunu Avusturya kabul ediyordu. Belçika’nın kaybına karşılık, Venedik
Cumhuriyeti toprakları, Avusturya ile Fransa arasında bölüşü­ yordu. Adige nehrine kadar olan
Dalmaçya kıyılarını Avusturya alıyordu. Adige nehrinin sağında kalan topraklar, Napolyon’un
kurduğu “Cisalpine” Cumhuriyetinin oluyordu. Venedik’e ait Yedi Ada’yı Fransa alıyordu. Venedik
donanması da keza Fransa’ya geçiyordu.

Napolyon İngilizlerin uzak doğu sömürge yollarını kesmek, Mısır’ı ele geçirip orada bir kanal açmak
amacıyla Osmanlı toprağı olan Mısır’ı işgal eder. Bu işgal sırasında Osmanlıya bağlı kölemen
beyleriyle Ehramlar ve Ebukır savaşlarını yapar. Kuran düşmanı olmasına rağmen halkın
sempatisini kazanmak amacıyla ““Mısır halkı! Size, dininizi yıkmak için geldiğimi söyleyeceklerdir.
İnanmayınız. Onlara, haklarınızı iade etmek, sizi sömürenleri cezalandırmak için geldiğimi ve
Memlûklardan daha fazla Allah’a, Peygamberine ve Kur’an'a saygı duyduğumu söyleyiniz” demiştir.
Bu propagandaların etkisiz kaldığı da söylenemez. Mısır halkı kendisine “Sultan el-Kebir” (Büyük
Sultan) diyordu. Mısır’a çıktığı sırada ise, hem Papa’dan ve hem de Mekke Şerifi’nden mektup
almıştır. Papa, mektubunda kendisine “Çok sevgili oğlum ’’diye hitap ederken, Mekke Şerifi de
kendisine “Kutsal Kabe’nin koruyucusu ’’diyordu.

Malta Şövalyeleri Rus Çarı’nın himayesine girmişlerdi. Napolyon’un, Mısır’a gelirken Malta’yı
alması Rusya’yı sinirlendirdi. Campo Formio Antlaşması ile Yedi Ada’yı alan Fransa, buradan Mora
ve Arnavutluk’ta kışkırtmalar yapıyordu. Balkanlar’a kendisi göz koyan Rusya, buraların Fransa’nın
eline geçmesinden korkmaya başladı. Mısır’ı ele geçiren Napolyon, buradan yukarı çıkabilir ve
Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkabilirdi. Halbuki Osmanlı İmparatorluğu’nun toprakları üzerinde
Rusya’nın emelleri vardır. Bu sebeple, İngiltere Aralık 1798’de ve Rusya da Ocak 1799’da Osmanlı
Devletiyle ittifak yaptılar. Tarihte ilk defa olarak Rus donanması Boğazlardan geçti ve Osmanlı
donanması ile birlikte Yedi Ada’yı zapt etti. İngiliz gemileri de ihtiyaçlarını Osmanlı limanlarından
sağlıyordu.

İhtilal savaşları sırasında Napolyon ilk yenilgisini Osmanlıdan alır. 25 Mayıs 1799 yılında Osmanlı
ordusu komutanı Cezzar Ahmet Paşa’ya yenilen Napolyon Mısır’ı terk etmek zorunda kalmıştır.

Napolyon Viyana yakınlarında Austerlitz kasabası civarında, 2 Aralık 1805’de, ortak Avusturya-
Rusya ordularını büyük bir yenilgiye uğrattı. Austerlitz muharebesine, “Uç İmparatorlar
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Muharebesi” denir. Zira, her üç devletin imparatorları da ordularının başında bulunuyordu. Bunlar
I. Napolyon, II. François ve I. Aleksandır idi.

Osmanlı – Fransız savaşı sonunda Padişah III. Selim , 30 Ekim 1799 tarihli bir ferman ile, İngiliz
ticaret gemilerine Karadeniz'de dolaşma ve ticaret yapma yetki ve izni vermiştir. Böyle bir izin ilk
defa olarak İngiltere’ye verilmekteydi.

Rusya, Avusturya ve Prusya arasında 26 Eylül 1815’te kurulan “kutsal ittifak”a göre Hıristiyanlığın
ilkelerine, adalet, şefkat ve barış ilkelerine göre hareket edeceklerdi. Üç hükümdar, daima, gerçek
ve çözülmez kardeşlik bağları ile bağlı kalacaklardı. Ve aynı zamanda, tebaalarına da bir “aile
babası” gibi davranacaklardı. Yine üç hükümdar, aynı bir dinin üyeleri olarak, kendilerini,
Hıristiyanlığın üç ana kolunun, Allah tarafından görevlendirilmiş temsilcisi sayıyorlardı. Başka bir
deyişle, Avusturya Katolikliği, Prusya Protestanlığı ve Rusya da Ortodoksluğu temsil etmekteydiler.
Nihayet, antlaşmada, tebaalarına da nasihatte bulunan hükümdarlar, barışın ancak Hıristiyanlık
ilkelerinin uygulanması ile korunabileceğini söylüyorlar ve tebaalarından Hıristiyanlığa bağlı
kalmalarını istiyorlardı.

Napolyon’un Elba adasından kaçarak yeniden Fransa’nın başına geçmesi üzerine 1815 yılında
İngiltere, Prusya, Rusya ve Avusturya arasında dörtlü ittifak kurulur, bu ittifak yayımladığı bildiri ile
Fransa’yı büyük devletler safından çıkararak Meternik Sistemini dünyaya duyurur.

1830 İhtilalleri sonucunda Fransa’da yaşanan demokratikleşme hareketine “Temmuz Monarşisi”


adı verilmiştir. 27 Temmuz 1830 günü Paris sokaklarında ayaklanmalar başladı. İlk harekete
geçenler, liberallerin aşırı kolunu teşkil eden Cumhuriyetçilerdi. Bunlara öğrenciler ve işçiler ve
nihayet halk da katılınca, Paris sokaklarında üç gün süren kanlı çarpışmalar oldu. 30 Temmuz'da
liberal milletvekillerinin kurduğu bir Yürütme Konseyi, X. Charles'in Krallıktan düşürüldüğünü ve
Orléans hanedanından Duc d'Orléan'in I. Louis Philippe adı ile Kral olduğunu ilân etti. Duc
d'Orléan, Fransız İhtilâline olan sempatisi ve liberal fikirlerde tanınmıştı. İhtilâlciler, “Cumhuriyet”
ilân edememişlerdi. Çünkü, Cumhuriyet'in ilânının Avrupa ile yeni bir savaşa sebep olacağını
görmüşlerdi.
Anayasa ise, gerçek demokratik ilkelere göre değiştirildi ve Louis-Philippe “Fransa Kralı” değil,
“Fransızların Kralı” unvanını aldı. Bu surede Kral'ın otoritesinin halka da

Belçika ihtilâli, 25 Ağustos 1830 gecesi Brüksel operasında başladı. Oynanmakta olan oyunun
konusu ise, Napoli halkının İspanyol egemenliğine karşı ayaklanması idi. Oyun sırasında, seyirciler
arasında bulunan öğrenciler, birdenbire “Kahrolsun Hollandalılar” diye bağırmaya başladılar. Ve bu
hareket sokaklara yayıldı. Buradan da bütün Belçika'ya. İhtilâl böyle başladı. 1831 yılında kurulan
Belçika I. Dünya Savaşı’nda Almanlar tarafından işgal edilene kadar tarafsız devlet statüsüne sahip
olmuştur.

Trafalgar Muharebesi, 21 Ekim 1805'de İngiliz donanması ile Fransız ve İspanyol donanmaları
arasında, İspanya'nın güneyindeki Trafalgar burnunun batısında gerçekleşen deniz muharebesidir,
İngilizlerin zaferiyle sonuçlanmıştır.

Karl Marx Das Kapital'in birinci cildini 1856'da yayınlamıştır. Bununla beraber, Karl Marx ve yakın
arkadaşı F. Engels 1848 ihtilallerinde fikri bakımdan gayet aktif olmuşlardır ve 1848'de Engels'le
Marx meşhur "Komünist Manifestosu'nu" yayınlamışlardır. Bunun yayınlanmasından sonra Engels
ve Marx işçileri bir milletlerarası teşekkülde birleştirmeye çalışmışlardı. Bu suretle milletlerarası
proleteryayı organize etmek suretiyle komünist ihtilaline gitmeyi düşünmüşler ve bu amaçla da
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Marx ve Engels'in çabasıyla 1864'te ilk defa olarak İngiltere'de I. Enternasyonal adını verdiğimiz bir
Milletlerarası İşçi Federasyonu kurulmuştur.

Napolyon'un 1870 yılında Sedan'da Prusya’ya esir düşmesi üzerine, halk 4 Eylül günü Meclis'i
basar. Sosyalistler "Komün" yönetimini kurarak, ilk komünist rejim denemesine girişir. Ancak "Millî
Savunma" hükümeti kurularak cumhuriyet ilan edilir. İkinci İmparatorluk bu suretle sona erer,
Fransa tarihinde, "fiilen" de olsa Üçüncü Cumhuriyet dönemi başlar.

XIV. Louis'in meşhur Versailles sarayı'nın "Aynalı Salonu"nda büyük tantana ve görkemli bir
törenle 18 Ocak 1871 günü "Alman İmparatorluğu”nun kurulduğu ilân edildi. Güney Alman
devletleri artık İmparatorluğa dahil olmuştu. Bu suretle Alman millî birliği tamamlanmıştı. Kral
I. Wilhelm, "Almanya İmparatoru" ve Bismarck da "Şansölye" unvanını alıyordu.
1 Mayıs 1871’de imzalanan Frankfurt Barışı ile Almanya Fransa’dan Alsace-Lorraine topraklarını
almıştır. Ayrıca, Fransa Almanya'ya 5 milyar frank savaş tazminatı ödemeyi kabule etmiştir.

Muhafazakârlığın ve statükonun korunmasında, milletlerarası sosyalizmin doğmakta olan


tehlikesine karşı monarşilerin savunulmasında 1872 yılında kurulan “üç imparatorlar ligi” olarak
kabul edilen üçlü antant Almanya, Rusya ve Avusturya arasında imzalanmıştır. Bu antant aynı
zamanda 1815 yılında imzalanan Kutsal İttifakı da hatırlatmaktadır.

Alman başbakan Bismarck’ın 1870 Sedan yenilgisinin acısını unutturmak ve dostluğu geliştirmek
amacıyla Fransa’yı Tunus'u almaya ve hatta daha ötesinde sömürge maceralarına teşvik ettiği bir
gerçektir. Fakat, bunları, bir yandan Fransa ile dostluğu geliştirmek ve öte yandan da Fransa'ya
1870 in acılarını unutturmak için yaptığı da bir gerçektir. Fransa'nın Tunus'u ele geçirmesi, İtalya'yı
Üçlü İttifak'a itmiştir.

Ayastefanos Antlaşması gereği Osmanlı Devleti Rusya'ya 1 milyar 410 milyon ruble savaş tazminatı
ödeyecekti. . Fakat Rus Çarı, Osmanlı Devleti'nin malî sıkıntısını göz önünde bulundurarak, bu
tazminatın 1 milyar 110 milyonundan vazgeçmiş, fakat buna karşılık, Batum, Kars, Ardahan,
Eleşkirt ve Beyazıt Rusya'ya bırakılmıştır.

Avusturya, Ayastefanos ile kurulan büyük bir Bulgaristan'ın, kendisinin Selanik yolunu
keseceğini gördü. Ayrıca, Bulgaristan Rusya'nın etkisinde olacağına göre, Rusya'nın
Balkanlar'daki egemenliği tartışmasız bir dayanak kazanmış olacaktı. Kaldı ki, Rusya,
Ayastefanos ile Karadağ'ın da topraklarını genişletip bu devleti bağımsız yapmakla,
Avusturya'nın Adriyatik'e çıkışını da engellemek istiyordu. Avusturya bütün bunların
düzeltilmesini istediği için antlaşmaya karşı çıkmıştır.

İngiltere 23 Mayıs 1878 günü, yani Berlin Kongresi'nin toplanmasından üç hafta önce,
Osmanlı Devleti'ne 48 saat süreli bir ültimatom verir. Ültimatomda, Kıbrıs adasının işgal
ve idaresinin İngiltere'ye bırakılması istenir ve bu isteğin kabul edilmemesi halinde,
İngiltere'nin dostluğunun geri çekileceği ve sonucun ise Osmanlı İmparatorluğunun
paylaşılması olacağı bildirir. Hatta ültimatomda, İngiltere’nin, Rusya'nın İstanbul'dan geri
çekilmesi ve Bulgaristan sınırlarının küçültülmesi için Rusya ile müzakere halinde olduğu,
eğer Osmanlı Devleti bu ültimatomdaki istekleri kabul etmeyecek olursa, İngiltere'nin bu
konudaki müzakere teşebbüsü derhal kesilecek ve bunun ilk sonucu İstanbul'un işgali ve
Osmanlı İmparatorluğu'nun bölüşülmesi olacağı söylenir.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Osmanlı Devleti Kıbrıs, Mısır, Tunus, Cezayir, Bosna topraklarını savaşsız kaybetmiştir. Ancak
Trablusgarp yani Libya 1911-1912 yıllarında İtalya ile yapılan savaş sonunda imzalanan Uşi
Antlaşmasıyla kaybedilmiştir.

Osmanlı Devleti 1878 Halepa Antlaşması ile Girit’te 80 üyeli bir Vilayet meclisinin oluşmasını ve
bunun 49’unun Hristiyan, 31’inin de Müslümanlardan seçilmesini kabul etmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda gerçek liberalizm hareketini 1865’de kurulan Yeni Osmanlılar


Cemiyeti ile başlatmak yerinde olur. Kurucular arasında Namık Kemal’in de bulunduğu bu
cemiyete daha sonra Ali Suavi, Ziya Paşa, Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşa ve Mithat Paşa
gibi siyasî tarihimizin önemli kişileri de katılmış ve Veliahd Murad Efendi ile Şehzade
Abdülhamid Efendi de bu topluluk ile yakından ilgilenmişlerdir.

1689’da Çin ile Rusya arasında imzalanan Nerchinsk Antlaşması ile, hem sınır düzenlemesi ve hem
de sınır ticareti düzenlemesi yapılmıştır. Nerchinsk Antlaşması, Çin’in imzaladığı ilk Batılı anlamdaki
antlaşmadır.

Japon toplumunun en alt tabakasını Eta denen paryalar teşkil ediyordu. Onun üstünde tüccar ve
esnafın meydana getirdiği Heymin denen sınıf bulunuyordu. Toplumun en üstünde ise asker-asiller
yer almıştıı. Ülkenin siyasal yapısı feodalite, yani derebeylik sistemidir. 19. yüzyıl ortalarında
derebeylerin sayısı 276’yı buluyordu. Her derebeyliğin başında Daymiyo denen derebeyleri
bulunuyordu. Daymiyo’lar, kendi derebeylikleri içinde mut lak otoriteye sahiptiler. Yönetim,
adalet ve malî alanlarda geniş yetkileri vardı. Para bile basabiliyorlardı. Ayrıca, her Daymiyo’nun
kendi askeri vardı. Bu askerlere Samurayi deniliyordu ve Samurayi’ler Japonya’nın askerî gücünü
meydana getiriyordu.

Çin hükümeti 1839 da yayınladığı kararda, afyon kaçakçılığı için ölüm cezası getirmişti. Gerçekten
bu konuda çok sıkı tedbirler de aldı. Bu ise, İngiliz ticareti için güçlükler doğurdu. Çin hükümetinin
afyon ticaretini önlemek hususundaki kararlılığı, İngiltere’nin bu ülke ile ticaretini de aksatmaya
başlamıştı. Çin’in Canton’da aldığı tedbirler, İngiliz ve yabancı tüccarlar ile Çin makamları arasında
olaylar çıkmasına sebep olunca, İngiltere ile Çin arasındaki münasebetler gerginleşti. Esasında,
İngiltere bakımından, aradığı bahane ortaya çıkıyordu. Bu sebeple İngiltere 1839’da Çin’e askerî
müdahaleye karar verdi. Afyon Savaşı denen İngiltere-Çin savaşı böyle başladı. Savaş 1842 yılında
imzalanan Nanking Antlaşması ile sona erdi.

XIX. Yüzyılda Çin’in Avrupa’nın yoğun sömürgesine maruz kalmasına ve bundan dolayı Çin’de
yabancı düşmanlığının başlamasına neden olan İngiltere ile imzalanan Nanking’dir.
Çin’de Nanking Antlaşmasından sonra "Büyük Bıçaklar", "Küçük Bıçaklar", "İhtiyar Fenerler",
"İhtiyar Kardeşler", “Haklı Yumruklar-Boxer” adında yabancı düşmanlığı üzerine kurulmuş örgütler
kurulmuştur.

1905 yılında Japonya ile yapığı savaşta yenilmesi üzerine iç çalkantılar yaşayan ve topraklarında
Cadet, Octabrist, Bolşevik ve Menşevik adında siyasi grupların oluştuğu devlet Çarlık Rusya’dır.

İlk gazete Paris’te yayınlandı. Kralın saray tarihçisi Renaudot tarafından “La Gazette” ismiyle
çıkarılan gazetede haberler ve iş ilanları vardı. Pahalı satıldığı için orta gelirliler beş-on kişi
toplanarak gazete alırlardı. Zenginler arasında gazete okumak moda olmuştu.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Çağdaşı Osmanlı tarihlerinde “Deli” veya “Koca” sıfatlarıyla, genelde ise “Büyük” lakabıyla anılan I.
Petro, Rusya’yı imparatorluk aşamasına yükselten ve modern çağlara taşıyan gerçek kurucusu ve
yeniden yapılandırıcısıdır. Karadeniz’e açılmayı başaramamış olmakla beraber yirmi yıldan fazla
sürmüş olan İsveç savaşlarını zaferle bitiren Rusya 1721, Niştat / Nystad Antlaşması ile Baltık
denizine kesin olarak yerleşti.

Diplomatik Devrim, Avrupa'daki uzun süreli ittifakların 1756'da bozularak, müttefiklerin yeni
ittifaklar kurması olayıdır.16 Ocak 1756’da İngiltere ile Prusya arasında Westminster Antlaşması
imzalandı. Bu antlaşma ile birlikte Avrupa’da “diplomatik devrim” başladı.

“Yüzbaşının Kızı” isimli romana konu olan 1773 yılında yaşanan Pugaçev Ayaklanması
II. Katerina döneminde Yemelyan İvanoviç Pugaçev isimli bir Kazak, Çar III. Petro olduğunu
söyleyerek çevresine topladığı Kazaklar, Başkırtlar ve köylülerle 1773’te ayaklandı. Rus kuvvetlerini
arka arkaya mağlup ederek Moskova ve Petersburg’u tehdit eder bir vaziyete geldi. Ancak General
Suvorov karşısında aldığı yenilgiden sonra, yakın arkadaşlarının ihanetiyle 14 Eylül 1774’te
yakalanıp, 1775 Ocak’ında öldürüldü. Bu ayaklanmanın izleri uzun süre devam etmiştir. Puşkin
“Yüzbaşının Kızı” isimli romanında bu ayaklanmayı anlatır.

İngiltere’de mekanik tohum ekme makinesinin 18. yüzyılda Jethro Tull tarafından icat edilmesinden
sonra tarımda verimlilik daha da arttı. Zira atların çektiği bu makine sayesinde tohumlar toprağa
daha derin yerleştiriliyor ve bu işlem sırasında daha az tohum zayi oluyordu. Tull’un dışında da
birçok Avrupalı mucit tarım alanlarının geliştirilmesi için önemli buluşlar yaptı.

1775’te Fransa’nın birçok bölgesi tahıl fiyatlarındaki artışı protesto eden köylü isyanları sonucunda
harabeye döndü. Fransız köylüler, depolardaki buğdaya zorla el koydular. Bu isyanlar tarihe “Un
Savaşı” olarak geçti ve isyanlar ancak krallığın asiler üzerine asker göndermesiyle yatıştırıldı. Buna
rağmen “Un Savaşları” ve köylü isyanları Fransız İhtilali’nin önemli sebeplerinden birini oluşturdu.

Thomas Paine 1776’da 47 sayfalık “Sağduyu” isimli bir risale yayınladı. Üç ay içerisinde 120 bin adet
satan bu risalenin, o zamanki 13 Amerika kolonisinde hemen hemen herkes tarafından okunduğu
iddia edilir. Büyük satışla rağmen tek kuruş telif ücreti almayan Thomas Paine, eseriyle koloni
halklarına kendi bağımsızlıkları uğruna savaşmaları için açık bir çağrı yapıyordu. Sağduyu, Amerika
bağımsızlık meşalesini yakmıştı.

18. yüzyılda Avrupa seri savaşlara sahne olmuştur. Bunların içerisinde en önemli olanları Veraset
Savaşları olarak adlandırılan; İspanya Veraset Savaşları (1702-1714), Lehistan Veraset Savaşları
(1733-1738), Avusturya Veraset Savaşları (1740-1748) ve Yedi Yıl Savaşları’ydı (1756-1763). Avrupa
Dünyası dışında meydana gelen en önemli savaş ise yaydığı siyasi ve toplumsal düşünceler
bakımından Amerikan Bağımsızlık Savaşı’ydı (1774-1783). Seksen Yıl Savaşları yani Hollanda Savaşı
(1568 - 1648) yılları arasında yaşanmıştır.

Fransa, Yedi Yıl Savaşları’nda (1756-1763) maruz kaldığı kayıpların ve utancın intikamını almak için,
İngiltere’ye karşı Kuzey Amerika’daki on üç İngiliz Kolonisi’nin 1774’te ayaklanmasını iyi bir fırsat
olarak değerlendirdi. Söz konusu savaşta Fransa öncelikle kolonilere gizlice para ve silah
yardımında bulundu ve daha sonra Amerika ile bir ittifak antlaşması imzaladı (1778). Bu
antlaşmayla; Fransa, Amerika İngiltere’den bağımsızlığını kazanana kadar, kolonilerle birlikte
İngiltere’ye karşı savaşmayı kabul ediyordu.

Montesquieu (1689-1755), “Acem Mektupları” ve “Kanunların Ruhu” adlı eserlerinde Fransa’da


yaşanmakta olan siyasi ve sosyo-ekonomik durumu ve dini kurumların toplum üzerindeki olumsuz
etkilerini sert bir dille eleştirdi. Mutlak otokratik yönetim anlayışına yani tek kişi egemenliğine
dayalı krallık rejimine şiddetle karşı çıktı.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

1815’de liberal akımlar karşısında monarşik sistemleri korumak amacıyla Kutsal İttifak kurulur.
Ortodoks Rusya, Katolik Avusturya ve Protestan Prusya’nın hükümdarları “Kutsal Kitap” altında
Hıristiyan geleneğine uygun dışa karşı dayanışmayı taahhüt ederler.
1818’de toplanan Aachen kongresinde Fransa Kutsal İttifaka dâhil edilir ve bu birliktelik dışa karşı
dayanışma meyvesini 1827 yılında Osmanlı donanmasına karşı gerçekleştirilen Navarin baskınında
verir (Baskına İngiltere, Fransa, Rusya ortak filosu katılmıştır).

Rusya, Kırım Savaşı yenilgisinden sonra imparator II. Aleksandr (1855-1881) döneminde kendi iç
işlerinde de bir takım reformlara girişti. 1861 yılında toprağa bağlı köle durumundaki serf köylülere
özgürlükleri bağışlandı. 1864 yılında yargı yasası düzenlendi. Köy okulları açılarak kırsal kesimde
okur-yazarlık oranı artırıldı. 1874 yılında her genç için zorunlu askerlik hizmeti getirildi. Alman
üniversite-leri tarzında üniversiteler yapılandırıldı. Bu çalışmaların masraflarını Rusya 1867 yılında
Alaska’yı Amerika Birleşik Devletleri’ne satarak karşılamaya çalıştı.

II. Wilhelm Orta Doğu’da da sömürgeler elde edebilmek, İngiltere ve Fransa’yla rekabette güç
kazanabilmek amacıyla Osmanlı Devleti ile iyi iliş-kiler kurmaya çalıştı. 1889 ve 1898 yıllarında II.
Wilhelm iki defa İstanbul’u ziyaret etti. Dönemin padişahı Abdülhamid ile iyi ilişkiler kurdu. Başta
Goltz Paşa olmak üzere 1883 yılından itibaren sayıları on binin üzerine çıkan Alman subay ve
görevlileri Osmanlı ordusu içinde I. Dünya Savaşının sonuna kadar hizmet ettiler.

İngiltere, 1878’de ele geçirdiği Kıbrıs konusunda Fransa’nın tepkilerini azaltmak amacıyla Fransa’yı
Tunus’a yönlendiriyordu. Almanya ise, Fransa’ya 1870 yılında ele geçirdiği Alsace-Lorraine
bölgesinin acısını unutturmak ve aralarındaki münasebetlerin de iyileşmesini istiyordu. Bundan
dolayı da Fransa’nın yeni bölgelerle ve özellikle Tunus’la ilgilenmesi konusunda destek veriyordu.
Fransa’nın Tunus’u işgal etmesine İtalya tepki gösterdi. Ancak İtalya’da gösterdiği tepki ve
protestolarına karşılık alamadı. Trablusgarp’tan önce İtalya dikkatini Habeşistan’a çevirmişti.
1885’ten itibaren Habeşistan’a girmek isteyen İtalya, 1894’te buraya saldırdı ve 1896’da Habeşler
tarafından ağır bir yenilgiye uğratıldı.

Rusya-Avusturya İttifakı ve Grek Projesi


Yedi Yıl Savaşları sırasında İngiltere, Prusya ve Hollanda; Avusturya ve Fransa’ya karşı ittifak
yapmışlar ve galip gelmişlerdi. Özellikle Avusturya’nın Prusya’ya yenilmesi, bu devleti kuvvetli bir
müttefik aramaya sevketti. Bunun sonucu olarak, 1781 yılının Nisan ve Mayıs aylarında II. Jozef ile
II. Katerina arasındaki yazışmalarda, iki devlet arasında bir ittifak kuruldu. Buna göre, Osmanlı
Devletine karşı açılacak bir savaşta, iki taraf birbirlerine yardım edeceklerdi. Fakat bu ittifak bu
kadarla kalmadı. Yine iki hükümdar arasında 1782 yılında yapılan yazışmalarla, Osmanlı Devleti’nin
yenilgisi ve Avrupa’daki topraklarının ele geçirilmesi halinde, bu “miras”ın nasıl taksim edileceği
hususunda bir anlaşma meydana gelmişti ki, "Grek Projesi”denen tasarı budur.
Buna göre: Eflâk, Buğdan ve Besarabya’da, yani Dinyester nehri ile Tuna nehri arasındaki
topraklarda bir “Daçya Devleti” kurulacak, Dinyester’e kadar olan Karadeniz kıyılarını Rusya alacak,
Avusturya’ya da, Sırbistan, Bosna, Hersek ve Dalmaçya kıyıları ile Eflâk’ın küçük bir kısmı verilecek.
Eğer Osmanlı Devleti Avrupa’dan tamamen çıkarılırsa, yani İstanbul’da ele geçirilirse, o zaman
başkenti İstanbul olan ve Rusya’ya bir ittifak ile bağlı bulunacak bir “Grek Devleti”yani Bizans
Devleti kurulacak ve bunun başına Katerina’nın torunu Konstantin, XIII. Konstantin adı ile kral
olacaktı.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

AVRUPA TARİHİ

1. Montesquieu (1689-1755), krallık istibdadının karşısındaydı. Ülkesinde, İngiltere örneği Anayasalı


Monarşi kurulmasından yanaydı. Güçler ayrılığı prensibini savunmuş, iktidar yetkisinin yasama,
yürütme, yargı organları arasında bölünmesini istemiştir. Bunun için de, 1712'de yazdığı "Acem
Mektupları", 1747'de basılan "Kanunların Ruhu"gibi eserlerinde, Fransa'nın o günlerdeki sosyal
durumunu yermiş, siyasi ve dini kurumlara hücum ederek, mutlakiyet rejimini sarsmaya çalışmıştır.

2. Voltaire (1694-1778), vicdan ve düşünce özgürlüğünden yanaydı. Bu bakımdan eserlerinde özellikle


kiliseye ve mevcut kurumlara hücum etmiştir. Böylece krallığın Tanrısal haklara dayanmadığım
göstermeye çalışarak, onun bu gücünü yıkmaya, bununla da mutlakıyet rejimini yıpratmaya gayret
etmiştir.

3. Jean - Jacques Rousseau (1712-1778), toplum hayatının yeni baştan düzenlenmesinden yanaydı.
Siyasi düşüncelerini 1746 yılında basılan "Toplumsal Sözleşme" adlı ünlü eserinde yayınlamıştır. Ona
göre, devlet , toplumsal bir sözleşmeden ibarettir. Kişiler arasında eşitlik esastır. Bu bakımdan O,
hükümet hakkının sadece halkta bulunması gerektiğini söylüyordu. Bunun için halkın egemenliği
üzerine kurulu Cenevre tipi bir Cumhuriyet istiyordu.

4. Diderot (1713-1784), dönemin hemen bütün Fransız düşünürlerinin makaleler yazdığı bir
ansiklopedi çıkarmış, bununla siyasi, sosyal konularda ve düşünce alanında halkı aydınlatmaya
çalışmıştır.

5. Konvansiyon, ilk iş olarak 21 Eylül 1792'de krallığı kaldırarak, Cumhuriyeti ilan etti. Böylece
Fransa'da monarşi yönetimi sona erdi ve I. Cumhuriyet dönemi başlamış oldu. Biraz sonra da Kral,
vatana ihanet suçundan yargılandı ve ölüme mahkûm oldu. 21 Ocak 1793'te idam edildi. Arkasından
da 16 Ekim 1793'te karısı Marie Antoinette aynı suçtan idam olundu.

6. Direktuvar Dönemi (28 Ekim 1795 - 9 Kasım 1799): Türkler karşısında yenilgiye uğramış bulunan
Napolyon, Mısır'dan gizlice ayrılıp Fransa'ya dönerek (9 Ekim 1799) hükümet aleyhtarları ile birleşip 9
Kasım 1799'da Direktuvar yönetimine son verdi.

7. Bu bildiri Fransa'da büyük tepki uyandırdı ve Yasama Meclisi 20 Nisan 1792'de Avusturya'ya savaş
ilan etti. Bunun üzerine Prusya da, Şubat 1792'de Avusturya ile anlaşma yapmış olduğundan, savaşa
katıldı. Böylece Koalisyon Savaşları başlamış oldu.

8. Napolyon, önce Avusturyalıları, sonra da Piyemontelileri yendi. Böylece Kuzey İtalya'yı ele geçirdi.
Bu durum üzerine Avusturya ile Fransa arasında 18 Ekim 1797 tarihinde Compo Formio Barış
Andlaşması yapıldı.

9. Fransa'nın Mısır'ı ele geçirmesi, Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere, Rusya arasında bir ittifakın yani
İkinci Koalisyon'un kurulmasana neden oldu. Yapılan savaşlar sonunda Napolyon başarısızlığa uğradı,
Fransa'ya döndü (Ekim 1799).

10. Napolyon, ilk olarak İngiltere Kralına bağlı olan Hanover'i işgal etti. Sonra müttefiki İspanya'nın da
katkısı ile büyük bir donanma meydana getirdi. Planı, bu donanmanın, İngiliz donanmasını Manş
Denizi'nden çıkmaya
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

mecbur ettiği sırada, kendisinin İngiltere'ye geçmesine dayanıyordu. Böylece de İngiltere'yi adasında
yenmeyi gerçekleştirmek istiyordu. Ancak Fransız donanması, Amiral Nelson komutasındaki İngiliz
donanmasına 20 Ekim 1805'de Trafalgar'da yenildi.

11. Napolyon bundan sonra, 1806 yılında, Almanya'daki Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu'nu
ortadan kaldırdı. (Bunun üzerine, bu İmparatorluğun başında bulunan II. Fransuva, sadece Avusturya
İmparatoru olarak kaldı.) Avusturya'nın dışındaki diğer Alman devletlerinden meydana gelen Ren
Konfederasyonu'nu kurdu ve bir ittifak ile bunu kendisine bağladı.

12. Fransa ile Rusya İmparatorları arasında barış antlaşması 9 Temmuz 1807'de Tilsit'te yapıldı.
Osmanlı İmparatorluğunu da yakından ilgilendiren Tilsit Antlaşması’na göre: Napolyon, devam
etmekte olan Osmanlı-Rus Savaşında (1806-1812 Savaşı) arabuluculuk yapacaktı. Bu sonuç vermezse,
iki devlet Osmanlı İmparatorluğuna karşı birlikte harekete geçecekti. Buna karşılık, Çar Aleksandr da
Fransa ile İngiltere arasında arabuluculuk yapacaktı. Bu da kabul edilmezse iki devlet İngiltere'ye karşı
bir ittifak yapacaktı.

13. Napolyon ile Rus Çarı I. Aleksandr, 28 Eylül 1807'de Erfurt'da yeniden buluştular. Yapılan
görüşmeler sonunda iki İmparator arasında bir anlaşmaya varıldı ve bu bir metin haline getirilerek 21
Ekim 1807'de imzalandı. Erfurt Antlaşmasında, "ortak düşman ve kıtanın düşmanı" olan İngiltere'ye
karşı yapılan ittifak teyit ediliyordu.

14. Fransa ile müttefikler arasında 30 Mayıs 1814'de Paris Barış Antlaşması imzalandı. Buna göre,
Fransa, 1792 sınırlarına çekilmeyi ve Avrupa'ya yeni bir statü vermek için toplanacak olan Viyana
Kongresi kararlarını, koşulsuz olarak kabul etti.

15. Fransa İmparatoru I. Napolyon, hazırladığı yeni ordusu ile müttefik ordularının toplanmasına
meydan vermemek için hızla Belçika'ya girdi. Amacı, İngiliz ve Prusya ordularını birleşmeden önce,
ayrı ayrı yenmekti. Fakat 18 Haziran 1815'de Waterloo'da yapılan savaşta, Wellington komutasındaki
İngiliz ordusu ile yardıma gelen Prusya ordusu karşısında büyük bir yenilgiye uğradı.

16. Nitekim bu amaçla Viyana Kongresi'nde Avrupalılar, Osmanlı Devleti'nin durumu için ilk defa
"Doğu Sorunu" deyimini kullanmışlar ve bu da, bundan böyle Osmanlı dış siyasetinde, ona karşı
izlenen tutum ve davranışlarda başlıca etki faktörü olmuştur.

17. Diğer taraftan, İstanbul'daki Avrupa elçileri ile Osmanlı Hükümeti arasındaki ilişkiler, bu elçilerin
emrinde çalışan çoğu Rum, Ermeni veya İstanbul'a yerleşmiş "Levanten" denilen Hıristiyanlar
aracılığıyla yapılmaktaydı. Bu durum da, çeşitli diplomatik entrikalara, casusluk ve rüşvet olaylarına
yol açıyordu.

18. "Doğu Sorunu" siyasi bir terim olarak, ilk defa 1815'te Viyana Kongresi'nde kullanıldı. Bundan
sonra da siyaset ve devlet adamları ile, tarihçiler arasında önem kazandı.

19. İngiltere ile Osmanlı arasında Mayıs 1580'de ilk "Sözleşme" yapılmıştır. Buna göre: İngiliz
tüccarları, Fransız ve Venediklilere verilmiş olan ayrıcalık haklarına (Kapitülasyonlara) sahip olacaklar,
İngiliz ticaret gemileri kendi bayrakları altında Osmanlı sularında dolaşabileceklerdi. İngiltere, elde
ettiği bu ayrıcalıklardan hemen sonra, 4 Mayıs 1583 tarihinde İstanbul'da daimi elçiliğini açmıştır.
Böylece, Osmanlı başkentinde daimi yabancı elçi sayısı Fransız ve Venedik'e ait olanlarla üçe çıktığı
gibi, Osmanlı-İngiliz resmi diplomatik ilişkileri de kurulmuştur.

20. İlk Osmanlı-Rus çatışması (Ejderhan Seferi) 1569'da olmuş, ilk barış da (Bahçesaray Antlaşması)
1681'de yapılmıştır. Bundan kısa bir süre sonra (1687 yılında) Rusya, İkinci Viyana kuşatmasından
sonra Türklere karşı
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Avrupa devletlerinin kurduğu Kutsal İttifak'a girerek Osmanlı İmparatorluğu ile savaşmaya
başlamıştır.

21. İsveç Kralı Demirbaş Şarl (XII. Şarl), Rusya'ya girerek Rusları arka arkaya yendi, fakat 1708 yılında
Poltava Meydan Savaşı'nda Rus Çarı I. Petro'ya yenildi ve Osmanlı İmparatorluğu'na sığındı.

22. 1768-1774 Savaşı sonucunda 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması bir dönüm
noktası olmuştur. Daha önce de belirtildiği gibi, bu antlaşma ile Rusya, Karadeniz'e çıkma tasarısında
önemli gelişmelerle birlikte, Osmanlıların Fransızlara verdiği kapitülasyonlardaki haklan kendisine de
sağlamış, ayrıca Osmanlı sınırları içerisinde bulunan Ortodoksları koruma hakkını elde ettiğini iddia
edecek hale gelmiştir.

23. Rusya-Avusturya İttifakı ve Grek Projesi


Yedi Yıl Savaşları sırasında İngiltere, Prusya ve Hollanda; Avusturya ve Fransa’ya karşı ittifak yapmışlar
ve galip gelmişlerdi. Özellikle Avusturya’nın Prusya’ya yenilmesi, bu devleti kuvvetli bir müttefik
aramaya sevketti. Bunun sonucu olarak, 1781 yılının Nisan ve Mayıs aylarında II. Jozef ile II. Katerina
arasındaki yazışmalarda, iki devlet arasında bir ittifak kuruldu. Buna göre, Osmanlı Devletine karşı
açılacak bir savaşta, iki taraf birbirlerine yardım edeceklerdi. Fakat bu ittifak bu kadarla kalmadı. Yine
iki hükümdar arasında 1782 yılında yapılan yazışmalarla, Osmanlı Devleti’nin yenilgisi ve Avrupa’daki
topraklarının ele geçirilmesi halinde, bu “miras”ın nasıl taksim edileceği hususunda bir anlaşma
meydana gelmişti ki, "Grek Projesi”denen tasarı budur.
Buna göre: Eflâk, Buğdan ve Besarabya’da, yani Dinyester nehri ile Tuna nehri arasındaki topraklarda
bir “Daçya Devleti” kurulacak, Dinyester’e kadar olan Karadeniz kıyılarını Rusya alacak, Avusturya’ya
da, Sırbistan, Bosna, Hersek ve Dalmaçya kıyıları ile Eflâk’ın küçük bir kısmı verilecek. Eğer Osmanlı
Devleti Avrupa’dan tamamen çıkarılırsa, yani İstanbul’da ele geçirilirse, o zaman başkenti İstanbul
olan ve Rusya’ya bir ittifak ile bağlı bulunacak bir “Grek Devleti”yani Bizans Devleti kurulacak ve
bunun başına Katerina’nın torunu Konstantin, XIII. Konstantin adı ile kral olacaktı.

Rusya Çariçesi II. Katerina, Avusturya İmparatoru II. Joseph ile 1780 yılı Mayıs ayında Mohilefte
görüştü. İki hükümdar bu görüşmede, Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarının paylaşılması
konusunu ele aldılar ve bir plan yaptılar.

24. Rus tehlikesi karşısında, sonuçta 11 Temmuz 1789 tarihinde Osmanlı-İsveç İttifak Antlaşması
imzalandı.

25. 1789 yılı sefer mevsiminde Osmanlı ordularının Rusya ve Avusturya cephelerinde uğradığı
yenilgiler üzerine, Osmanlı Devleti, Prusya ile ittifak antlaşması yapmayı kabul etti. Bunun üzerine de
iki devlet arasında görüşmeler başladı. Bu görüşmelerde Osmanlı Devleti'ni Rumeli Kazaskeri Aşir
Efendi ile Reisülküttab Raşit Efendi, Prusya'yı da İstanbul Elçisi Friedrich von Diez temsil etti.
Görüşmeler sonucunda da, 31 Ocak 1790 günü Osmanlı-Prusya İttifak Antlaşması imzalandı. Yine bu
ittifakla Osmanlı Devleti, tarihinde ilk defa olarak, bir Hıristiyan devletle karşılıklılık esasına göre bir
antlaşma imzalamış, bu suretle de Avrupa diplomasisine ve ittifaklar dönemine girmiştir.

26. Nisan 1791'de yapılan Maçin Muharebesi'nden sonra, artık yeni bir zafer kazanmak ümidi
kalmamıştı. III. Selim, bu durum karşısında İngiltere, Prusya ve İspanya'nın arabuluculuğuyla Rusya ile
barış yapılmasına karar verdi. 18 Ağustos 1791 tarihinde, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında sekiz
aylık bir süre için, Kalas Mütarekesi imzalandı. Arkasından da, Kasım 1791'de, Yaş kasabasında barış
görüşmelerine başlandı.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

27. Fransa ile Avusturya arasında 18 Ekim 1797'de Campo Formio Barış Antlaşması yapılmıştı. Fransa,
bu antlaşma ile, diğer maddelerin yanı sıra; Kuzey İtalya, Yedi Ada ve Dalmaçya kıyılarındaki bazı
toprakları ele geçirmişti. Bu ise, Avrupa'daki siyasi durumu değiştirdiği gibi, tarihte ilk defa olarak
Fransa'yı Osmanlı İmparatorluğu'na birdenbire karadan komşu haline getirmişti. Osmanlı
İmparatorluğu ise, özellikle Dalmaçya kıyılarına Fransa'nın yerleşmesini endişe ile karşılamıştı. Çünkü
Fransızlar, bu bölgedeki Hıristiyan toplulukları, bu arada Rumları ihtilal düşünceleriyle Osmanlı
Hükümetine karşı ayaklanmaya teşvik etmeye başlamışlardı. Diğer taraftan Napolyo'nun Bosna ve
Arnavutluk'a hücum etmek niyetinde olduğu duyulmuştu.

28. Napolyon, denize açıldıktan sonra, önce yolu üzerinde bulunan ve Orta Akdeniz'de stratejik önemi
büyük olan Malta adasını St. Jean şövalyelerinden 12 Haziran 1798'de aldı. Bundan sonra yoluna
devam ederek, 1 Temmuz 1798'de İskenderiye önlerine geldi ve ertesi günü karaya asker çıkartarak
kenti kuşattı. Kalede yeterli asker ve silah bulunmadığından kolaylıkla İskenderiye'ye girdi; can ve mal
güvencesi vererek burayı teslim aldı. Bunun arkasından Mısır halkına bir bildiri yayınlayarak,
padişahın dostu olarak geldiğini, amacının, Fransa'nın Mısır'daki yurttaşlarına fena davranışlarda
bulunan ve zarar veren, aynı zamanda padişahın emirlerini dinlemeyen Kölemenleri
cezalandırmaktan ibaret olduğunu açıkladı. Bununla da, Mısır halkını kandıracağını, kendine taraftar
olacaklarını umdu. Görüldüğü gibi, Napolyon Bonapart, bu bildirisiyle41 Mısır halkına Fransızlar'ı bir
işgalci değil kurtarıcı olarak göstermek istemiştir. Bu arada inandırıcı olmak için de, kendisinin hatta
bütün Fransızların Müslüman olduğunu iddia etmiştir. Diğer taraftan Mısır'a yaptığı seferden Osmanlı
Devleti'nin haberi olduğunu hatta onun isteğiyle böyle bir harekete geçtiğini ileri sürmüştür.
Amacının da Mısır'ı işgal etmek olmadığını, sadece padişahın sözünü dinlemeyen Kölemen beylerini
yola getirmek ve Mısır'da Osmanlı egemenliğini yeniden kurmak olduğunu açıklamıştır. Kölemenler,
İskenderiye ye çıkmış olan Fransızlara Karşı koymaya hazırlandılar. Fakat Napolyon, 21 Temmuz 1798
tarihinde yapılan Piramitler Savaşı'nı kazanarak, 24 Temmuz 1798 günü Kahire'ye girdi ve böylece
Mısır'a sahip oldu.

29. Paris elçisinin bu durumuna rağmen, İstanbul Hükümeti, Fransa'nın bu hazırlıkları ve niyetleri
hakkında, Mora Valisi ve Rusya aracılığı ile haberler almıştı. Ancak buna bir türlü inanamamıştı.

30. Amiral Nelson komutasındaki İngiliz donanması, Tulon'dan ayrılan Fransız donanmasını bütün
Akdeniz'de arıyordu. Sonuçta iki donanma İskenderiye önlerinde Ebukır'da 1 Ağustos 1798'de
karşılaştılar. Yapılan deniz savaşında Nelson, Fransız donanmasını yenerek, âdeta yok etti. İngilizlerin
yaptığı bu ani baskın ve elde ettikleri basan, Mısır'daki Fransız kara ordusunun anavatanı ile
bağlantısının kesilmesine ve Mısır'da âdeta hapis kalmasına neden oldu.

31. Napolyon, kendisine karşı kurulmuş bulunan Üçüncü Koalisyon cephesini denizde ve karada
başarısızlıklara uğrattıktan sora, 2 Aralık 1805 tarihinde Austerlitz Savaşı (Üçüncü İmparator
Savaşı)'nda Avusturya ve Rusya'yı yendi ve Avrupa'da kesin üstünlüğünü kurdu.

32. Kale-i Sultaniye Antlaşması’yla Boğazların yabancı savaş gemilerine kapalılığı kuralının, ilk defa
devletlerarası bir antlaşmada yer almış olmasıydı. Böylece daha önce, sadece Osmanlı Devleti ile
Rusya arasında konu olan Boğazlar sorunu, İngiltere'nin bu girişimi ile devletlerarası bir nitelik almış
oldu.

33. III. Selim, Ziştovi Andlaşması'ndan (1791) sonra, Avrupa hakkında geniş bilgi edinebilmek için,
dönemin bilim adamlanndan Ebubekir Ratıp Efendi'yi elçi olarak Viyana'ya gönderdi. Sekiz ay sonra
İstanbul'a dönen Ebubekir Ratıp Efendi, yaptığı araştırmaları bir rapor halinde III. Selim'e sundu. Bu
raporda, Avrupa devletlerinin gelişme ve ilerlemesini sağlayan koşullar belirtilmekte ve Osmanlı
Devleti'nin de ilerleme ve gelişmesi için, bu koşulların sağlanması önerilmekteydi.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

34. İlk Osmanlı konsolosluğu 1806'da Londra'da açıldı. 19. yüzyılda, Akdeniz kıyılarından Kuzey
Denizi'ne kadar belli başlı her limanda üst üste buna yenileri eklendi. Bir ara bunların sayısı Büyük
Britanya adalarında 48'e İtalya'da 52'ye ulaştı.

35. Napolyon'un sürgünde bulunduğu Elbe'den kaçarak Fransa'nın tekrar başına geçmesi ve onun 100
günlük hükümdarlığı, Waterloo'da yenilmiş olmasına (18 Haziran 1815) ve St. Helene adasına
sürülmesine rağmen, Avrupa'nın üç büyük devletini harekete geçirdi. Bu da "Kutsal İttifak"ın
yapılmasına yol açtı. Rusya, Avusturya ve Prusya arasında 26 Eylül 1815 tarihinde Paris'te imzalanan
bir anlaşma ile "Kutsal İttifak" kurulmuştur.

36. Kutsal İttifak'a katılmamış bulunan İngiltere'yi de yanına alarak, 20 Kasım 1815'te, Avusturya,
Rusya, Prusya ve İngiltere arasında imzalanan İkinci Paris Antlaşması ile "Dörtlü İttifak"ı (ya da "Dörtlü
İdare"yi) kurmayı başardı.

37. 1815 Viyana Kongresi, Belçika ile Hollanda'yı dil, din, düşünce ve çıkarlarını dikkate almadan
birleştirmişti. Bu tarihten itibaren de iki ulus arasında çekişmeler eksik olmuyordu. Belçikalılar
Hollanda baskısından şikayetçiydiler.

38. Aralık 1830'da Londra'da bir konferans toplandı. Sonuçta, Belçika'nın bağımsızlığı kabul edildi.
1831 'de de bu devletin yeni sınırları çizildi ve meşruti bir krallık kuruldu. Böylece, Belçika'da
ulusçuluk ve liberalizm başarı kazanmış oldu. Bu ise Viyana'da kurulmuş olan statüye indirilen önemli
bir darbe idi.

39. "Kutsal İttifak"'ı kuran Avusturya, Rusya ve Prusya yeniden birleştiler ve 15 Ekim 1833'de Berlin'de
gizli bir anlaşma imzaladılar. Böylece absolutizmi (Mutlak Monarşi) savunan Doğu Bloku'nu, yani ikinci
"Kutsal İttifak"ı kurdular. Buna karşılık, Nisan 1834'te İngiltere, Fransa, İspanya ve Portekiz aralarında
Londra'da dörtlü bir anlaşma imzalayarak, liberalizmi savunan Batı Bloku'nu meydana getirdiler.

40. 1848 İhtilalleri: bütün Avrupa'yı derinden etkileyecek olan 1848 İhtilalleri patlak vermiştir. Bu
ihtilallerde, liberalizmin yanında güçlü akım olarak nasyonalizm ve sosyalizm de yer almıştır. 1848
İhtilali patlak vermiş ve ilk defa da yine Fransa'da başlamıştır.

41. 24 Şubat 1848 günü geçici bir hükümet kuruldu ve Fransa'da İkinci Cumhuriyet ilan edildi.

42. Avusturya, Macarların bu hareketine tepki gösteren Rusya ile işbirliğine gitti. Bunun sonucu olarak
1849 yılında büyük bir Rus ve Avusturya ordusu Macaristan'a girerek, Macar bağımsızlık hareketini
kanlı şekilde bastırdı. Macaristan yeniden Avusturya'ya bağlandı. Bunun üzerine, Macarların bir kısmı
ile bunlara yardım eden bazı Polonyalılar, Osmanlı İmparatorluğu'na sığındılar.

43. Sırp İsyanı, Avusturya'nın karşı olmasına ve Osmanlı Devleti'nin çalışmalarına rağmen sürdü. Bu
arada Kara Yorgi 1807'de Belgrad'ı aldı ve kentteki Müslümanların çoğunu katletti, Aralık 1808'de de
kendini bütün Sırpların kralı ilan etti. Ancak bunu ne Osmanlı Devleti ne de Avusturya kabul etti.

44. İsyanı Hazırlayan Nedenler : Yunan İsyanı'nın başlamasının ve başarıya ulaşmasının en önemli
nedeni, şüphesiz ki, Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu siyasi, askeri, mali ve ekonomik yönlerden
olumsuz durumuydu. Son olarak; Osmanlı-Fransız Savaşı (1798-1802), Osmanh-Rus, İngiliz Savaşı
(1806-1812), Vehhabî İsyanı, Kabakçı Mustafa İsyanı gibi iç ve dış olaylar, Osmanlı Devleti'ni her
yönüyle iyice zayıflatmıştı. Bunlarla birlikte Rum isyanının hazırlanmasında, doğmasında ve
gelişmesinde çeşitli iç ve dış nedenler vardı.
Bunlar ana hatlarıyla şöyle açıklanabilir:
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

- birçok Avrupalı aydın (Byron, Victor Hugo, Goethe gibi), bu hayranlığın etkisiyle Yunan bağımsızlık
hareketine sempati duymuşlardır. Bu nedenle Yunanlılar lehinde ve Türkler aleyhinde yazılar yazarak,
Yunan davasını Avrupa uluslarına mal etmek ve onların her türlü yardımını
- Etniki Eterya Cemiyeti'nin Kurulması ve Çalışmaları:
- Tepedelenli Ali Paşa'nın İsyanı:
- Eflâk-Buğdan İsyanı (1821):
- Mora İsyanı(1821):
- Mehmet Ali Paşa'nın İsyanı Bastırması:

45. Avrupa Devletlerinin Soruna ve Mora İsyanı'na Karışmaları:


- Navarin Olayı (20 Ekim 1827) ve Sonuçları:
- Osmanlı İmparatorluğu'nu, aniden "Donanmasız bir deniz İmparatorluğu" haline düşürmüştür34. Bu
da İmparatorluğun geleceği bakımından sakıncalı bir durum yaratmıştır.
Donanması yanmış, 1826'da kaldırılan Yeniçeri Ocağı'nın yerine kurulan "Asakir-i Mansure-i
Muhammediye" adlı yeni ordu, daha tam gelişememişti. Ayrıca devlet iç ve dış pek çok sorunla karşı
karşıyaydı. Üstelik İngiltere ve Fransa ile de ilişkileri kesilmişti.

46. Edirne Andlaşması (14 Eylül 1829), Savaşın Sona Ermesi:


Yunanistan Devleti'nin kurulması, Türk denizciliği ve Türkiye'nin genel güvenliği yönlerinden de
önemli gelişmelerin başlangıcını meydana getirdi. Bir defa, bu tarihe kadar bir Türk gölü olan Ege
Denizi, bu niteliğini kayıp ederek, rakip ve yayılma emelleri besleyen bir devletle çekişme alanı haline
geldi. Bu da, 1829 yılından itibaren Türkiye'nin karşısına yeni bir sorunun, "Ege Sorunu"nun çıkmasına
neden oldu. Aynı zamanda Türk denizciliğinin ve ekonomisinin karşısına yeni bir güç daha çıktı.

47. İran'ın Rusya karşısında arka arkaya ağır yenilgilere uğraması ve Ekim 1813'te Gülistan
Antlaşması’nı imzalayarak Karabağ, Şirvan, Derbent, Baku gibi önemli yer ve toprakları Ruslara
bırakmak zorunda kalmasıydı.
48. 1821 -1823 Osmanlı - İran Savaşı ve Andlaşması: Türkmençay ile Kafkaslara Rusya yerleşti.

49. Fransa'nın Cezayir'i İşgal Etmesi (5 Temmuz 1830): Bu tarihlerde Cezayir Dayısı bulunan İzmirli
Hasan Paşa, alacağı olan paranın verilmemesinden dolayı Fransa'ya karşı bazı önlemler almaya
başlamıştı. Bu da iki ülkenin arasını açmıştı. Fransa da, bu anlaşmazlığı körükleyecek bir davranış içine
girmişti. Sonunda, 29 Nisan 1827 günü, Cezayir Dayısı alacak sorununu tartışırken, Fransız elçisinin
yüzüne elindeki yelpaze ile vurunca, iki ülke arasındaki ilişkiler kesildi. Arkasından da bu olayı bahane
eden Fransa, çoktan beri planladığı hareketi gerçekleştirmek üzere, 16 Haziran 1827'den itibaren
Cezayir'e savaş ilan etti ve Cezayir şehrini büyük bir donanma ile kuşatmaya başladı. Sonuçta,
Osmanlı Devleti, 1847 yılında Cezayir üzerindeki hak ve hukukunun
sona erdiğini kabul etmiştir.

50. Başlangıçta Amerika Birleşik Devletleri, daha çok Batı Akdeniz'de faaliyet göstermiş, bu arada
1795'te Cezayir, 1796'da Trablusgarp, 1797'de Tunus ile ticaret anlaşmaları yapmıştır. Doğu
Akdeniz'de ise ticari faaliyetleri, özellikle 1801 yılından itibaren oldukça çoğalmıştır. Bu arada, ilk
Amerikan ticaret gemisi 1797 yılında İzmir'e, ilk savaş gemisi de 9 Kasım 1800'de ziyaret amacıyla
İstanbul'a gelmiştir. "George Washington" adındaki bu gemi yedi hafta İstanbul'da kalmış ve 30 Aralık
1800'de buradan ayrılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu
ile Amerika Birleşik Devletleri arasında, İstanbul'da 7 Mayıs 1830'da, ilk "Ticaret ve Dostluk"
anlaşması imzalandı. Anlaşma dokuz açık ve bir gizli madde olmak üzere iki kısımdı.

51. Bu suretle Mısır'a sahip olan Mehmet Ali Paşa, bundan sonra civar topraklarda nüfuzunu yaymaya
çalıştı. Bu arada, 1812'de, Osmanlı Hükümeti'nin bir türlü sonuçlandıramadığı Hicaz'daki Vehhabi
İsyanı'nı bastırmaya
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

memur edildi. Bunun üzerine, oğulları komutasında isyancıların üzerine gönderdiği ordu ile 1818
yılında İsyana son vererek, hac yolunu açtı. Bu ise, Mehmet Ali Paşa'yı İslam dünyasında saygınlık ve
şöhrete ulaştırdı.
Babıâli de, ona Hicaz ve Habeş valiliklerini verdi. Bundan sonra Mehmet Ali Paşa, Sudan'a el attı ve
1822'de bu ülkeyi bütünüyle ele geçirdi. Böylece Mısır'da âdeta bir devlet kurmaya başladı.

52. Osmanlı Devleti'nin, Avrupa devletleri içerisinde ilişkilerinin en eski olduğu devlet Fransa idi.
Osmanlılar, Fransızlara "Kadim dost" (Eski dost) derlerdi.

53. Mençikof, 2 Mart günü protokol kurallarını hiçe sayarak, günlük elbisesiyle Hariciye Nazın'nı ve
Sadrazamı ziyaret etti. Böylece daha başlangıçta, Osmanlı devlet adamlarını baskı altına almak istedi.
Bunu daha ileri götürerek, resmi görüşmelere, Hariciye Nazırı Fuat Efendi (Paşa)'nin istifa etmesinden
sonra başlayacağını bildirdi. Bunun üzerine de Fuat Efendi istifa etti. Rusya Olağanüstü Elçisi, bu
başarısından sonra, 19 Mart 1853 günü Osmanlı Devleti'ne Rusya'nın isteklerini bildirdi.
Bunlar şöyleydi:
1) Kutsal Yerler sorununun Ortodoks Kilisesi lehine çözümlenmesi ve bunu belirtecek bir fermanın
çıkarılması,
2) Ortodoks Kilisesinin ayrıcalıklarının bir senetle belirlenmesi.
Görüldüğü gibi, Rus istekleri, gerçekte Osmanlı sınırlan içerisinde yaşayan Ortodoks toplumların
Rusya'nın koruyuculuğuna verilmesini esas alıyordu.

54. Babıâli, Londra'da Palmer ve Paris'te Goldschmid adındaki iki banka grubu ile 24 Ağustos 1854'te
bir sözleşme yaparak, 3.000.000 İngiliz lirası (yaklaşık 330 milyon kuruş) borç aldı. Osmanlı tarihinde
alınan bu ilk borca Mısır'dan alınan vergi geliri karşılık olarak gösterildi. Ancak, ilk borçtan hazineye
giren para ile savaş masrafları karşılanamadığından, ertesi yıl yeniden borçlanma zorunluluğu doğdu.
İkinci borçlanma ise, İngiltere ve Fransa hükümetlerinin kefaleti sağlanarak, 1855 yılında Rothschild
şirketi ile 5.000.000 Sterlinlik bir sözleşme imzalanarak yapıldı. Bu borca karşılık olarak da İzmir ve
Suriye gümrüklerinin gelirleri ile Mısır vergisinin, birinci borçlanmadan arta kalan kısmı gösterildi.
Ayrıca bu sözleşme ile, alınacak paranın sadece savaş masraflarına karşılık olarak kullanılması, bunu
kontrol etmek üzere de, İngiltere ve Fransa hükümetlerinin temsilcilerinden oluşacak bir komisyonun
kurulması kabul edildi. Böylece Osmanlı Devleti, Kırım Savaşı ile birlikte tarihinde ilk defa dış
borçlanma ve aynı zamanda yabancıların mali kontrolü dönemine de girmiş oldu.

55. Cidde Olayları ve Suriye Bunalımı (1858-1861): Tanzimat ve Islahat Fermanlarıyla Hıristiyanlara
verilen hak ve ayrıcalıkların, getirilen eşitli ilkesinin, Osmanlı Müslüman halkı tarafından tepkiyle
karşılandığı yukarıda belirtilmişti. Bu, İmparatorluğun diğer yerlerinde olduğu gibi, Cidde ve Suriye'de
de büyük hoşnutsuzluklara yol açmıştı. Diğer taraftan, Avrupa devletlerinin koruyuculuğuna güvenen
Hıristiyanlar da taşkınlıklara başlamıştı. Büyük Devletlerin, bölgedeki çıkarları için bunları
desteklemeleri ve davranışları ise, İmparatorluğun bu köşelerinde olayların çıkmasına yol açan başlıca
etken oldu.

56. İtalya'nın bu genel durumu içerisinde, İtalyan birliğinin kurulması için ilk çalışmalar, 1807'lerde
kurulmuş gizli bir örgüt olan Carbonari tarafından yapılmıştır. Ancak, ulusal birliğin sağlanmasında
izlenecek yol hakkında,
ulusçular arasında bazı görüş farkları vardı:

57. 1848 yılında Fransa'nın Cumhurbaşkanı, 1852'de de İmparatoru olan III. Napolyon, gençliğinde
uzun süre İtalya'da bulunmuştu.

58. Cavour'un bu girişimlerde bulunduğu sıralarda, aşırı İtalyan birlikçilerinden Felix Orsini adlı birisi,
kendi sorunlarının çözümlenmesi için ilgi göstermeyen III. Napolyon'a karşı 14 Ocak 1858'de bir
suikast girişiminde
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

bulundu. İmparator'a birşey olmamakla beraber, çevrede ölen ve yaralananlar oldu. Orsini ve
arkadaşları yakalanarak idam edildi.

59. Avusturya, 26 Nisan 1859'da Piyemonte'ye savaş ilan etti. 3 Mayıs'ta da Fransa, Piyemonte'yi
yalnız bırakmayacağını açıklayarak, Avusturya'ya karşı savaşa girdi. Savaş, Kuzey İtalya'da üç devlet
arasında oldu. Sonunda Avusturya, 4 Haziran 1859'da Magenta'da, 24 Haziran'da Solferino'da
müttefiklere yenildi.
Avusturya Lombardiya ve Venedik'ten çıkarıldı. Toskana, Parma ve Modena'daki Habsburg soyundan
olan hükümdarlar iş başından uzaklaştırıldı. Fransa, Piyemonte ve Avusturya arasında 10 Kasım
1859'da Zürih Antlaşması yapıldı.

60. 1860 yılı içerisinde, Venedik ve Roma hariç olmak üzere, bütün İtalya birleştirilmiş oldu. Bunun
üzerine 18 Şubat 1861'de Torino'da ilk İtalyan Parlamentosu açıldı ve 17 Mart 1861'de Victor
Emmanuel İtalya Kralı
ilan edildi. Biraz sonra da Kont Cavour, eserinin büyük ölçüde meydana çıktığını gördükten sonra, 6
Haziran 1861'de öldü. Böylece, İtalya Krallığı'nın kurulması ile İtalya'da yeni bir dönem başlamış oldu.
İtalyanlar, önce Viyana’yı daha sonra da 20 Eylül 1870'de Roma'yı işgal ederek başkenti buraya
taşıdılar. Böylece, Roma'nın da katılmasıyla, İtalyan birliği tamamlanarak gerçekleştirilmiş oldu.

61. 1861'de Prusya Kralı olan I. Wilhelm (1797-1881), ülkesinin ekonomik ve askeri bazı sorunlarının
çözümlenmesinde güçlüklerle karşılaşmıştı. Bunları giderebilmek için de, Savaş Bakanı Roon'un
tavsiyesiyle 1862'de başbakanlığa Otto von Bismarck'ı getirmişti. (Alman birliğinin kurulmasında
gerçekte birinci derecede rol oynayan Prens Otto von Bismarck (1815-1898))

62. Bismarck, Gastein Anlaşması, daha geniş anlamıyla Danimarka sorunu ile Alman birliği için ilk
adımını başarıyla attıktan sonra, birliğin kurulmasına en büyük engellerden birisi olan Avusturya'ya
karşı savaş hazırlıklarına girişti.

63. Sadovva Savaşı, yalnız Prusya - Avusturya arasındaki ilişkileri değil, Almanya'nın geleceğini de
tayin etmiştir. Nitekim, bu savaş ve sonucunda yapılan antlaşma ile Alman birliğinin kurulmasının iki
büyük engelinden biri ortadan kalkmış oldu. Avusturya, Alman devletleri üzerindeki, yüzyıllardan beri
süren hak ve yetkilerini Prusya'ya bırakmakla, Almanya üzerindeki bu devletin üstünlüğünü kabul etti
ve kendisi de bundan böyle sadece Avusturya-Macaristan İmparatorluğu haline geldi. Bundan böyle
de, daha çok Doğuya yönelik bir dış politika izlemeye başladı.
Bu savaşın sonucunda İtalya da, Avusturya'ya karşı Prusya'nın yanında savaşa katılmış olduğundan,
bir başarı sağlayamamasına rağmen Venedik'i aldı. Bu amaçla da İtalya ile Avusturya arasında 3 Ekim
1866'da Viyana Antlaşması yapıldı.

65. Eylül 1870 günü Sedan'da iki devletin orduları arasında büyük bir meydan savaşı yapıldı. Fransızlar
kesin ve büyük bir yenilgiye uğradılar, 2 Eylül'de III. Napolyon, 80.000 kişilik askeri ile Prusya
kuvvetlerine esir düştü14. Bu haberin duyulması üzerine Paris'te ayaklanma oldu. 4 Eylül 1870'de
toplanan Meclis, III. Napolyon'u tahttan indirerek, Cumhuriyet ilan etti. Böylece Fransa'da Üçüncü
Cumhuriyet kurulmuş oldu.

66. Almanya ile Fransa arasında, 26 Şubat 1871'de Versailles'de ön barış, arkasından da bu esaslar
içerisinde 10 Mayıs 1871'de Frankfurt'ta asıl barış antlaşması yapıldı. 1866 Sadowa Savaşı sonucunda,
Prusya'nın liderliğinde Kuzey Germen Konfederasyonu'nun kurulması ile Alman birliğinin yarısı
gerçekleştirildi. Sedan Savaşı sonucunda ise birliğin tamamı sağlanmıştır.

67. İngiltere, Yedi Yıl Savaşı (1756-1763)'nda Kuzey Amerika'daki Fransız kolonilerini ele geçirmiş ve
Hindistan'a yerleşmişti. Ancak bu savaş İngiltere'yi mali yönden sıkıntıya sokmuştu. Bu nedenle de
1764 - 1765 yıllarında
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

kolonilere bazı vergiler koydu ve gelir getirici kanunlar çıkardı. Amerika'daki koloniler, kendilerinin
oyu ve rızası olmadan konan bu vergilere şiddetle karşı çıktılar. Özellikle, birçok resmi işleme pul
yapıştırmayı öngören "Pul Kanunu", Koloniler'de, İngiltere'ye karşı örgütlenerek karşı çıkmanın
başlangıcını teşkil etti.

68. 1767 yılında çıkarttığı "Townshend Kanunu" ile, Koloniler'e ihraç edilen kâğıt, cam, kurşun ve çaya
yeni vergiler koydu. Bunun üzerine Koloniler yeniden İngiltere'ye karşı cephe aldılar. Halk,
İngiltere'den gelen mallan boykot etti. Bunun üzerine İngiliz Parlamentosu, 1770'de, çay hariç olmak
üzere Townshend Kanunu ile konan vergileri kaldırdı.

69. "Kolonilerin içerisinde bulunduğu üzücü durumu görüşmek üzere", 5 Eylül 1774'de
Philadelphia'da ilk Amerikan Kongresi toplandı. Burada yapılan görüşmelerin sonucunda, Koloniler
arasında birliğin korunmasına, İngiltere'nin koyduğu zorlayıcı yasalara karşı çıkılmasına ve Britanya ile
olan ilişkilerin yeniden düzenlenmesinin istenmesine, karar verildi.

70. Kongre, 10 Mayıs 1776'da bağımsızlığın ilan edilmesine karar verdi. Bunun üzerine, Thomas
Jefferson'un hazırladığı "Bağımsızlık Bildirisi", 4 Temmuz 1776'da kabul edilerek yayınlandı.

71. Amerikalılar'ın Saratoga Savaşı'nı kazanmaları ve Fransa'nın Kolonilerle bir anlaşma yapması,
Amerika kıtasıyla yakından ilgili olan İspanya'yı da harekete geçirdi. Fransa, İspanya ve Hollanda
ABD’ye yardım etti. İngiltere 1783’te Paris’te yapılan antlaşma ile ABD’nin bağımsızlığını tanıdı.

72. Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa diplomasisinden uzak kalmak, Kutsal İttifak'ın Lâtin Amerika'yı
tehdit eden müdahalesini önlemek ve Rusya'nın Kuzey Amerika üzerindeki isteklerine karşı
koyabilmek için, dış politikasını yeniden saptamak ve bazı kurallara bağlamak gereğini duydu. Bu
amaçla Başkan Monroe (1817-1825), Kongre'de 2 Aralık 1823'te yaptığı konuşmada, Amerika Birleşik
Devletleri'nin dış politikasını, tarihe "Monroe Doktrini" adıyla geçen şu esaslara dayadı:
1) Amerika Birleşik Devletleri, Avrupalı devletlerin Amerika kıtasında yeniden sömürgecilik
hareketlerine girişmelerine ve kendi sistemlerini kıtanın herhangi bir yerine uygulamak için
yapacakları girişimlere, izin veremez.
2) Amerika Birleşik Devletleri, Avrupalı güçlerin arasında bu güçleri ilgilendiren sorunlardaki savaşlara
ve politikalara karışmamayı, esas alır.

73. Amerika Birleşik Devletleri'nin iç savaşı, görünüşte Güneylilerin zenci esaretine, Kuzeylilerin ise
bunun kaldırılmasına taraftar olmalarından doğan ayrılıktan çıkmıştır. Ancak, bunun altında yatan asıl
nedenler, ekonomiye dayanıyordu. 1850 yılından itibaren Kuzey - Güney gerginliği daha da çoğaldı.
Sonuçta, o günlerdeki 34 eyaletten, 11 Güney eyaleti, Birlik'ten ayrılarak, 8 Şubat 1861 'de Amerika
Konfedere Devletleri adıyla ayrı bir birlik kurdular. Bunun arkasından da 12 Nisan 1861'de Kuzeylilere
savaş açtılar. Böylece Kuzey - Güney Savaşı başlamış oldu. İç savaş çok şiddetli şekilde dört yıl sürdü
ve Güneylilerin yenilmesiyle 9 Nisan 1865'te sona erdi. Kuzey - Güney birliği yeniden kuruldu. Savaş
sırasında Başkan bulunan Lincoln'un çalışmaları ile, Güneyde de esirlik kaldırıldı. Ancak, savaşın
bitmesinden beş gün sonra, 14 Nisan 1865'de, Lincoln bir Güneyli tarafından öldürüldü.
III. Napolyon'un Meksika'da Katolik İmparatorluk Kurması ve Amerika Birleşik Devletleri: 1864

74. 19. yüzyılın ikinci yarısında Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ile Meksika arasındaki topraklar ile
Alaska'ya tamamen egemen olmuş ve bu yüzyılın sonlarına doğru da ekonomik yönden güçlü hale
gelmiş bulunuyordu. Bunun sonucu olarak da, "Monroe Doktrini"ne bağlı görünmekle beraber,
bundan böyle denizaşırı girişimlere başladı. "Dolar Diplomasisi" yoluyla Orta ve Güney Amerika
devletleri üzerinde ekonomik ve politik nüfuzunu gittikçe güçlendirdi.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

75. 1897'de Havai (Hawaii) adalarını kendisine kattı. 1898'de ise İspanya'nın elinde bulunan Küba'da
isyan çıkınca, Kübalılar'ın yanını tuttu. Bu da 1898 Nisan ayında Amerika Birleşik Devletleri-İspanya
Savaşı'nın çıkmasına neden oldu. Bu savaşta İspanya yenildi ve Fransa'nın aracılığıyla iki devlet
arasında 10 Aralık 1898'de Paris Andlaşması yapıldı. Buna göre İspanya, Küba'nın bağımsızlığını tanıdı.
Ayrıca Puerto Rico ile Guam adasını savaş tazminatı olarak, Filipinler'i ise 20 milyon dolar karşılığında
Amerika Birleşik Devletleri'ne verdi15. Bu suretle Amerika Birleşik Devletleri, Uzakdoğu'ya, yani Doğu
Asya kıyılarına kadar uzanmış oldu.

76. Napolyon Bonapart'ın, İspanya ve Portekiz'i işgal etmesi ve bu ülkelerin krallarını tahtlarından
uzaklaştırmasından yararlanarak, 1808'de bağımsızlık için fiilen harekete geçmişlerdir. 1810'da
Kolombiya, 1811 'de Meksika ve Venezuela, bağımsızlıklarını ilan ettiler. Kıtanın birçok yerinde de
halk bağımsızlık için ayaklandı. Fakat bunlar İspanyollar karşısında başarı kazanamadılar. 1816'da
Arjantin, Uruguay, Paraguay, 1818'de Şili, 1819'da Venezuela, 1824 yılma kadar da diğer bütün Orta
ve Güney Amerika'daki ülkeler, birkaç küçük koloni dışında, bağımsızlıklarını kazandılar. Portekiz
egemenliğinde bulunan Brezilya'ya gelince, bu ülkeye sığınmış olan Portekiz Kralı, ülkesine dönerken
yerine oğlunu bırakmıştı. O da, 1822 yılında, Brezilya'nın bağımsızlığını ve kendisinin de krallığını ilan
etti.

77. Türkistan Hanlıkları'nın Rusya Tarafından İşgal Edilmesi:


Orta Asya diye de adlandınlan bu geniş topraklarda, yani Türkistan'da, 19. yüzyılın ortalarında dört
Türk devleti bulunuyordu. Bunlar: Buhara Hanlığı (1500-1868), Hîve (veya Harezm) Hanlığı (1512-
1873), Hokand Hanlığı (1710-1865) ve sadece on üç yıl varlık gösterebilen Kaşgar Hanlığı (1865-1878)
idi.
Ruslar, 15 Mayıs 1865'te Taşkent'i işgal ettikten sonra Hokand Hanlığı üzerinde egemenliklerini
kurdular. Bundan böyle de bu Hanlık Rus yönetimine girdi. 27 Mayıs 1866'da Taşkent'in Rusya'ya
bağlandığı resmen açıklandı. Ruslar, 17 Temmuz 1867'de de Türkistan'da işgal ettikleri bölgelerde
"Türkistan Genel Valiliği"ni kurdular. 19 Şubat 1876'da da Hokand Hanlığı'nı kaldırıp, "Fergana
Bölgesi" adı altında Türkistan genel valiliğine bağladılar.
Çinliler, 16 Aralık 1877'de Kaşgar'ı, 16 Mayıs 1878'de de Doğu Türkistan'ın bütününü işgal ettiler25.
Böylece, Kaşgar Hanlığı ve daha geniş anlamıyla Doğu Türkistan'ın bağımsızlığına son verdiler.

78. Çin Hükümeti, 1796'da, İngilizler tarafından getirilen afyonun ithalini yasaklamıştı. Ancak İngilizler,
Hindistan'dan getirdikleri afyonu Çin'e satmaktan büyük kârlar sağlamaktaydılar. Bu nedenle kaçak
olarak afyonu Çin'e satmakta devam ettiler. Bunun üzerine Çin Hükümeti, 1834'de kaçakçılığa engel
olmak üzere, çok sert önlemler aldı. Bu önlemler, İngiltere'nin diğer ticaret mallarını da etkiledi.
Çoktandır Çin üzerinde söz sahibi olmak isteyen İngiltere, Kanton'da afyon ithalinin yasaklanmasıyla
ilgili olarak 1838'de çıkan bazı olayları bahane ederek, işi silahla çözümlemek, yani Çinlileri afyon
almaya mecbur etmek üzere harekete geçti. Bunun üzerine, 1839 yılında İngiltere ile Çin arasında
"Afyon Savaşı" başladı. Savaş iki yıl kadar sürdü ve Çin'in yenilgiyi kabul etmesiyle sonuçlandı. Bunun
üzerine iki devlet arasında 29 Ağustos 1842'de Nankin Andlaşması imza edildi. Bu antlaşma ile Çin
kapılarını batı ülkelerine açmış oldu.

79. Çin'de yabancıların gittikçe çoğalan bu etki ve baskılan, Çinliler arasında yabancılara karşı olan
düşmanlık duygularının, daha da şiddetlenmesine yol açtı. Bunun sonucu olarak örgütlenmeye
başladılar. Bu örgütlerden birisi de Boxer adını taşıyordu. Boxerler, 1898'de Şantung'da ayaklandılar
ve 13 Haziran 1900'da Pekin'e girdiler. Birçok yabancıyı, bu arada Alman büyükelçisini öldürdüler. Çin
Hükümeti de bunları el altından destekledi.

80. Nitekim bunlardan "Frankfurter Zeitung" Gazetesi, Çin olayının Osmanlı Sarayı tarafından büyük
bir önemle izlendiğini, Osmanlı Devleti'nin Çin asilerini desteklediğini ve camilerde Çin'deki İslami
hareketlerden söz edilerek halkın kışkırtıldığını yazmıştır. Bunun yanı sıra da, Avrupa'nın Çin'deki
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

olayları bastırdıktan sonra dikkatini Osmanlı Devleti üzerine toplayacağını ve o zaman büyük bir
Osmanlı sorununun ortaya çıkacağını belirtmiştir. 9 Temmuz 1900'da çıkan "Noye Fraye Prese"
Gazetesi de, Çin olayından Padişahı sorumlu tutmuştur.

81. Japonya'nın Bir Güç Merkezi Olarak Belirmesi: 1867'de tahta çıkan genç İmparator Mutsuhito da
bunlara katıldı. Bundan sonra Japonya'da "Meiji Restorasyonu" denilen köklü reformlar dönemi
başladı. 1868 yılında Şogun yönetimine resmen son verilerek, Batı örneğine göre bir hükümet
kuruldu. 1871 'de Daymiyo'luk kaldırılarak feodal sistem yıkıldı. Avrupa usulünde devlet şekli ve askeri
Örgüt kurulmaya başlandı. Eğitimde reformlar yapıldı. Avrupa'ya öğrenciler gönderildi ve oradan
öğretmenler, teknisyenler getirildi. 1872'de ilk demiryolu yapımına başlandı. 1889'da ilk anayasa
yapıldı ve yürürlüğe kondu. Bu arada endüstri gelişmeye başladı.

82. Çin - Japon Savaşı (1894-1895):


Japonlar, Kore üzerinden Güney Mançurya'yı ele geçirdiler ve Çin'in kuzeyindeki bazı yerleri işgal
ettiler. Japon donanması da Formosa'yı elde etti. Japonya'nın sağladığı bu üstünlük karşısında Çin,
Amerika Birleşik Devletleri'nin aracılığıyla 16 Nisan 1895'de, Japonya ile Shimonoseki Andlaşmasını
yaptı. Böylece, bu savaş ve andlaşma sonucunda Japonya Asya'ya ayak basmış ve dünyaya da gücünü
göstermiş oldu.
Japonya'nın bu başarısı ve Mançurya'ya yerleşmesi, bazı Batılı güçleri memnun etmedi ve harekete
geçirdi. En sert tepki de, Mançurya ile Kuzey Çin'e göz dikmiş olan Rusya'dan geldi.

83. Japon - Rus Savaşı (1904-1905): Mançurya’ya egemen olmak amacıyla savaş çıkar, Japonya galip
gelir, ABD’nin arabuluculuğu ile 5 Eylül 1905'te Portsmouth Barış Andlaşması imzalanır. Japonya, bu
andlaşmayla Rusya'nın Mançurya, Kore ve Kuzeydoğu Çin'deki etkisini ve gelişmesini engelleyerek,
kendisi buralarda söz sahibi haline gelmiştir. Bu suretle de, Uzakdoğu'nun bu bölgesinde şiddetlenen
Rus-Japon rekabeti, Japonya'nın üstünlüğüyle sonuçlanmıştır.

84. Üç İmparator Anlaşması (1872): Almanya (Bismark), Avusturya, Rusya arasında iki kez imzalanır.
Bismarck, "Üç İmparator Ligi"ni kurarak, Fransa'yı Avrupa'da yalnız bırakmıştı. Ancak, bunun Fransa'yı
intikam politikasından vazgeçirmeyeceğini ve bu devletin ilk fırsatta Almanya'ya savaş açacağını
biliyordu. Fransızlara, Alsace ve Lorraine'nin kaybından doğan acıyı unutturmanın, aynı zamanda
onların dikkatini Avrupa'nın dışına çevirmenin, en iyi yol olduğunu gördü. Böyle bir şey için de
Fransa'yı, Tunus'u almaya teşvik etmeliydi. Öte taraftan 1878'de Kıbrıs'a yerleşen İngiltere de, Kıbrıs'a
karşılık, Tunus'u alması için Fransa'yı teşvik ediyordu.

85. 20 Mayıs 1882'de Almanya, İtalya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu arasında "Üçlü İttifak"
adıyla anılan andlaşma imzalandı.

86. II. Wilhelm hükümdarlığının ilk günlerinden itibaren Osmanlı İmparatorluğu ile yakından
ilgilenmeye başladı. Bununla Alman ekonomisinin genişlemesine ve Alman prestijinin çoğalacağına
yardımcı olacağını hesaplıyordu. 6 Ekim 1888'de, Almanların Haydarpaşa - İzmit demiryolu işletme ve
İzmit - Ankara demiryolunu yapım hakkını almaları, bu ilgiyi daha da çoğalttı. Bu nedenlerle Kayzer,
tahta çıkışının ertesi yılında, Kasım 1889'da, İstanbul'u ziyaret etti. Arkasından da 1890'da bir
Osmanlı-Alman ticaret anlaşması imzalandı.

87. Üçlü İttifak'a Karşı Üçlü İtilafın Kurulması (1890-1907):


1894 tarihli Fransız-Rus Anlaşması, Avrupa'da Üçlü İttifak'a karşı yeni bir denge unsuru ortaya
çıkarmıştı. Ancak bunun Almanya, daha geniş anlamı ile "Üçlü İttifak (Bağlaşma)" karşısında daha
etkili hale gelmesi, 1904'te İngiliz - Fransız ve 1907'de İngiliz - Rus anlaşmalarının yapılması
sonucunda, yani dolaylı olarak üç devletin bir blok içerisinde birleşmesi ve "Üçlü İtilaf (Anlaşma)"ın
meydana getirilmesi ile olmuştur.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

88. İngiltere, Kraliçe Victoria döneminde (1837-1901) büyük "Güneş batmaz" imparatorluğunu
kurmuştu. İngiliz sömürge imparatorluğunun ağırlık noktası, temeli, kendisi başlı başına bir
imparatorluk olan Hindistan'dı.

89. Karadeniz'in Tarafsızlığının Kaldırılması (1871): Londra'da 17 Ocak 1871'de, Osmanlı


İmparatorluğu, İngiltere, Rusya, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya'nın katılmasıyla bir konferans
toplandı. Görüşmelerin sonucunda Rusya'nın isteklerine uygun olarak, 13 Mart 1871'de, Karadeniz'in
yeni statüsünü belirleyen bir anlaşma imzalandı.
Buna göre:
1) Paris Andlaşması'nın, Rusya'nın Karadeniz'de savaş gemisi bulun durmasını ve tersane yapmasını
önleyen hükümleri kaldırılıyordu.
90. Rusya'nın Doğu'ya yayılma politikasının özellikle 1856'dan sonraki gelişmeleri sonucunda, 1865'te
Hokand, 1868'de Buhara, 1873'te Hîve Hanlıkları Rusların, 1878'de de Kaşgar Hanlığı Çinlilerin
egemenliği altına girmişti. Türkistan'da, Rusların ve Çinlilerin bu yayılma ve işgal harekâtı sırasında
ise; Rusya, İngiltere, Çin arasında bölge üzerindeki rekabetten doğan siyasi çekişmeler ve gelişmeler
olmuş, buna zaman zaman Osmanlı Devleti de katılmıştı.

91. Yemen İsyanı (1871-1873):


İngiltere, 1839'da Aden'i ele geçirmişti. Böylece Arabistan Yanmadası'na ilk yabancı ayağı atılmıştı.
Yine bu arada Mısır'da bağımsızlık peşinde koşan Mehmet Ali Paşa, 1834'te Yemen'e bir ordu
göndererek burayı da kendisine bağlamak istemiş, fakat başarı sağlayamamıştı. Bundan sonra Babıâli,
1848'den itibaren Yemen ile yeniden yakından ilgilenmeye başlamış, fakat ülke 1869'a kadar yine
yerel yöntemlerin egemenliği altında kalmakta devam etmiştir. 1870'de ise Yemen'de, Devlete karşı
isyan başlamıştır.

92. Balkan Bunalımı ve Osmanlı-Rus Savaşi'nı Hazırlayan Olaylar (1875-1876):


- Panslavizm
- Hersek İsyanı (1875):
- Bulgar İsyanı (1876):
- Osmanlı - Sırbistan, Karadağ Savaşı(1876):
- İstanbul Konferansı (23 Aralık 1876 - 20 Ocak 1877): Konferansın toplandığı gün meşrutiyet ilan
edildi.
Büyük Devletler, Osmanlı Hükümeti'nden, Sırbistan ve Karadağ'ın savaştan önceki durumlarını
tanımasını ve bunların topraklarının genişletilmesini, Bosna-Hersek ve Bulgaristan'a bazı ayrıcalıklar
ile özerklik verilmesini istediler. Bunların kabul edilmesi için de bir haftalık süre tanıdılar.

93. Girit Sorunu ve Halepa Fermanı (1878):


Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Hanya yakınlarındaki Halepa'da, İngiliz Konsolosu'nun da katılmasıyla
asilerin temsilcileriyle görüştü. Sonuçta, Büyük Devletler'in konsoloslarının kontrolünde106, asilerle
23 Ekim 1878'de Halepa Sözleşmesi'ni imzaladı. 20 Kasım 1878'de bir "Buyruk" (Ferman) ile
yayınlanan ve Girit halkına yeni haklar veren bu sözleşmenin esasları şöyleydi:

94. İlk Ermeni örgütleri, 19. yüzyılın ikinci yansında, görünürde hayır cemiyetlerinin kurulmasıyla
başlamıştı. Bu tarihlerden itibaren Osmanlı Devleti'ninsınırlan içinde ve dışında birçok Ermeni komita
ve cemiyeti kuruldu. Bunlar içerisinde en önemlileri Hınçak ve Taşnaksutyun Komitalan idi. Hınçak
(Çan sesi) Komitası, Kafkasyalı Ermeniler tarafından 1887'de İsviçre'de kurulmuştur. Üyeleri arasında
Rusyalı Ermeniler de bulunuyordu.
Başta İstanbul olmak üzere çeşitli illerde şubeleri bulunan cemiyetin merkezi sonradan Londra'ya
taşınmıştı. Amaçlan önce Doğu Anadolu'yu ele geçirmek, sonra da burayı Rus ve İran Ermeni
bölgeleriyle birleştirerek bağımsız bir Ermenistan kurmaktı. Taşnaksutyun Komitası (Ermeni İhtilal
Cemiyetleri İttifakı), 1890'da
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Kafkasya'da kurulmuştur. Amacı, Türkiye'de faaliyet gösteren Ermeni derneklerini birleştirerek onlara
yardım etmek ve bir Ermenistan kurulmasını sağlamaktı.

95. Taşnaksutyun Komitası'nın son girişimi, II. Abdülhamit'e karşı, 21 Temmuz 1905'te yapılan "Yıldız
Suikastı" oldu. Ermeniler, Padişahın bineceği arabaya bomba yerleştirdiler. Ne var ki II. Abdülhamit,
arabaya binmekte gecikince, bomba kendisinin gelmesinden önce patladığından kurtuldu.

96. Tunus'un Fransa Tarafından İşgali (1881):


Berlin Kongresi sırasında, Almanya Başbakanı Bismarck, 1870'de yenilgiye uğrattığı Fransa'ya Alsace-
Lorraine'nin acısını unutturmak ve onun dikkatini kendi sınırlarından uzaklara çevirmek için Tunus'u
almasını önermişti. İngiltere de, kendisinin Kıbrıs'a yerleşmesine karşı Fransa'nın tepkisini önlemek
için, onu Tunus'a yöneltmek istemişti. Böylece Osmanlı Devleti'nin bu toprağı, Büyük Devletler
arasında pazarlık konusu haline gelmişti. Ayrıca, Akdeniz'in iki büyük devleti Fransa ve İtalya'nın da
rekabet alanı halini almıştı. 1878 yılından itibaren ise, Tunus üzerindeki, Fransız-İtalyan çekişmesi
şiddetlendi. Bunun üzerine, İngiltere ve Almanya'nın desteğini sağlamış bulunan Fransa, Osmanlı
Devleti'nin içinde bulunduğu bunalımdan da yararlanarak, bazı sınır olaylarını bahane ederek
harekete geçti. Cezayir'deki Fransız birlikleri, Nisan 1881'de Tunus'a girerek, ülkeyi işgale başladı.
Bunun üzerine Tunus Beyi, 12 Mayıs 1881'de Bardo Andlaşması'nı imzalayarak, Fransız himayesini
kabul etti.

97. Makedonya Sorunu: Makedonya; Osmanlı Devleti'nin yaklaşık olarak Selanik, Manastır ve Kosova
illerinin topraklarını kapsayan bölgeye denmekteydi. Berlin Antlaşmasında Makedonya’da ıslahat
yapılacak kararının alınması, büyük devletlerin iç işlerine karışmasına neden oldu. Ayrıca Doğru
Rumeli’nin Bulgar Prensliği ile birleşmesi isyanlara zemin hazırladı. İsyanlar sonucunda Rusya ve
Avusturya; Ekim 1904'de yine bir araya gelerek, Mürzsteg Programı adı verilen yeni bir ıslahat projesi
hazırladılar.

98. Bu tarihte (1898'de) ise, Osmanlı Asyası'nda demiryolu durumu şöyleydi: İngiliz hatları (İzmir-
Aydın 373 km., Mersin - Adana 67 km.) toplam 440 km.; Fransız hatları (İzmir-Kasaba 512 km., Yafa-
Kudüs 87 km., Beyrut-Şam 247 km., Şam-Halep 420 km) toplam 1266 km.; Alman hatları
(Haydarpaşa-İzmit 91 km., İzmit-Ankara 485 km., Eskişehir-Konya 444 km) toplam 1020 km. Bu
demiryollarından İngiliz ve Alman hatlarının bütünü çalışıyordu. Ancak Fransızların Suriye'deki
hatlarının bir kısmı henüz bitirilememişti.

99. Osmanlı Dış Borçları ve Düyunu Umumiye (Genel Borçlar) İdare Meclisi'nin Kurulması (20 Aralık
1881):
Daha önce belirtildiği gibi Osmanlı Devleti, Kırım Savaşı sürerken 1854 yılında ilk dış borçlanmayı
yapmıştı. Bundan sonra da borç almaya devam etmişti. Nitekim 1874 yılında borçlarının toplamı
238.773.272 liraya ulaşmıştı. Böylece Devlet altından kalkamayacağı ağır bir yükün altına girmişti. Bu
nedenle de 1875 yılında borçlarının faiz ve ödemelerini beş yıl süreyle yarıya indirdiğini resmen
açıklamıştı. Bu da Osmanlı hazinesinin iflası demekti. Bu durumda da Osmanlı Devleti, 1877-1878
Savaşı'na girmiş ve yenilerek, 1878 Ayastafanos Antlaşması ile Rusya'ya ağır savaş tazminatı ödemek
zorunda kalmıştı.
Osmanlı Hükümeti bir "Kararname" yi 20 Aralık 1881'de yayınlandı. Buna, yayınlandığı tarih (28
Muharrem 1299) dolayısıyla "Muharrem Kararnamesi" dendi.
Düyunu Umumiye İdare Meclisi, Osmanlı Devleti'nin dış borçlarını doğrudan doğruya kendisi
toplamak ve borç karşılığı olarak gösterilen gelirleri yönetmek, yani aynı zamanda yabancı bir mali
kontrol kurulu olmak üzere kurulmuştu. Merkezi İstanbul'da olan kurulun yedi üyesi vardı. Üyelerin
beşi; İngiliz ve Hollandalı, Fransız, Alman, Avusturyalı, İtalyan alacaklılar, ikisi de Osmanlı alacaklılar
tarafından beş yıl süre ile seçilmekteydi.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

100. İttihat ve Terakki Cemiyeti, bazı kaynaklarda değişik tarihlere rastlanmakla beraber, 3 Haziran
1889'da "İttihad-ı Osmanî (Osmanlı Birliği)" adıyla, İstanbul'da Askeri Tıbbiye Okulu'nda kurulmuştur.
1902 Jön Türk kongresinde Prens Sabahattin ve Ahmet Rıza taraftarları olmak üzere ikiye ayrıldı.
1906'da Selanik'te "Osmani Hürriyet Cemiyeti", Şam'da, "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti" kuruldu ve
bunlar 1907'de İttihat ve Terakki ile birleştiler. İngiliz Kralı VII. Edward ile Rus Çan II. Nikola 8-9
Haziran 1908'de Reval (Tallin-Estonya) görüşmesini yaptılar. Bu buluşmada, iki devlet arasında
özellikle Makedonya ve Boğazlar sorunu ele alınmıştır.

101. İKİNCİ MEŞRUTİYET DÖNEMİNİN ÖNEMLİ OLAYLARI:


Avusturya'nın Bosna-Hersek'i ilhakı, Rusya'nın Boğazlar statüsünü lehine değiştirmek istemesi,
Bulgaristan'ın bağımsızlığını ilanı, Girit'in Yunanistan'a katılmak istemesiydi.

102. Padişah ve Anayasa Değişikliği:


(31 Mart İsyanı) İstanbul'daki olayların yatıştırılmasından ve başkentte güvenliğin sağlanmasından
sonra, 27 Nisan 1909 günü "Milli Meclis", bu defa İstanbul'da olağanüstü bir toplantı yaparak, II.
Abdülhamit'in tahttan indirilmesine ve yerine 65 yaşındaki kardeşi Mehmet Reşat'ın, V. Mehmet
(1909-1918) adıyla padişah yapılmasına karar verdi45. Ertesi günü de II. Abdülhamit, oturmak üzere
Selânik'e gönderildi.

103. 20. yüzyılın başlarında İtalya, başlıca iki hedefe yönelmiş bulunuyordu. Bunlar; Adriyatik
kıyılarını, bu arada Arnavutluk'u da alarak, Adriyatik'i bir "kapalı deniz" haline getirmek ve
Trablusgarp'ı ele geçirerek sömürge yapmaktı.
Bosna-Hersek bunalımı (Avusturya’nın işgali) İtalya ve Rusya'yı birbirine daha çok yaklaştırmış oldu.
Bunların sonucu olarak, İtalya Kralı ile Rus Çarı, Torino yakınlarında buluşarak, 24 Ekim 1909'da
Racconigi Andlaşması'nı yaptılar. “İtalya, Rusya'nın Boğazlar üzerindeki çıkarlarını; buna karşılık Rus
ya da, İtalya'nın Trablusgarp ve Bingazi üzerindeki çıkarları ile ilgisini tanıyacaktı.”
Trablusgarp ve Bingazi'nin Osmanlı Devleti tarafından uygarlık yönünden geri bırakıldığı, buradaki
İtalyanlara ve diğer yabancılara karşı kötü davranıldığı gösterilmekteydi. Osmanlı Devleti, bu
ültimatoma 29 Eylül 191 l'de cevap vererek, İtalya'nın iddialarını ve isteklerini reddettiğini, ancak
görüşmeye hazır olduğunu bildirdi. Bunun üzerine İtalya, aynı gün (29 Eylül 1911 günü) Osmanlı
Devleti'ne savaş açtığını ilan etti. Böylece Trablusgarp Savaşı başlamış oldu.
Osmanlı Devleti'nin bu sıralarda Trablusgarp'ta sadece 3.500 kadar askeri vardı. Babıâli; Makedonya,
Arnavutluk ve diğer yerlerde sürmekte olan ayaklanmalar dolayısıyla, Trablusgarp'ta savaş için gerekli
hazırlığı yapamamıştı. Savaşın başlamasından sonra ise, İngiltere'nin, İtalya'yı gücendirmemek için,
Mısır'da tarafsızlığını ilan etmesiyle, Trablusgarp ile karadan bağlantısı da kesilmişti. Bu nedenle
Trablusgarp'a, ancak Mısır ve Tunus üzerinden, gizli olarak yetersiz ölçüde yardım gönderebilecek
durumdaydı.

104. Osmanlı Devleti ile İtalya arasında, Trablusgarp Savaşı'nı sona erdirmek üzere, Uşi (Quchy)'de 15
Ekim 1912'de gizli önbarış, 18 Ekim 1912'de asıl ve açık Barış Andlaşması imza edildi68. Gizli
Andlaşma ile tamamı on bir madde olan açık Andlaşma'nın başlıca esasları şunlardı:
1) Osmanlı Devleti, Trablusgarp ve Bingazi'yi derhal boşaltacak ve bu ralara bağımsızlık verecekti.
Ancak italya, bölgede barışın kurulması için girişimlerde bulunabilecekti. Yani, buraları, dolaylı olarak
kendisine kalabilecekti.
2) Buna karşılık italya, savaş sırasında ele geçirdiği Oniki Ada'yı Osmanlı Devleti'ne geri verecekti.
Ancak, Balkan Savaşı sırasında Yunanistan'ın adaları işgal etmesi tehlikesine karşı, İtalya'nın işgali
geçici olarak sürecekti69.
3) Padişah aynı zamanda Halife olduğundan, Trablusgarp'ta Naibüssultan adıyla bir temsilcisi
bulunacak, ancak bunun dini görevleri dışında hiçbir siyasi yetkisi olmayacaktı.
4) İtalya, kapitülasyonların kaldırılması konusunda Osmanlı Devleti'ne yardım edecekti10.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

105. Balkan Savaşı


- 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nın ünlü komutanı Gazi Ahmet Muhtar Paşa Sadrazamlığa getirildi. O
da, 22 Temmuz 1912'de tarafsız "Büyük Kabine" yi kurdu. İşte ülkede, "düzenin çığırından çıktığı ve
sözün ayağa düştüğü"80, dış durumun ise çok kritik bir hale geldiği sırada, "Büyük Kabine" iş başına
büyük ümitlerle getirilmiş oldu.
- Makedonya’daki eğitimli 65.000 asker terhis edildi.
- Balkan Savaşı'nın ilk işareti, 8 Ekim 1912'de Osmanlı-Karadağ Savaşı'nın fiilen başlamasıyla ortaya
çıkmış oldu.
- Kamil Paşa hükümeti
- Babıali baskını ile Mahmut Şevket Paşa hükümeti

106. Balkan Savaşlarını bitiren antlaşmalar


- 10 Ağustos 1913'te imzalanan Bükreş Antlaşması oldu. Buna göre:
1) Bulgaristan; Silistre, Tutrakan ve Güney Dobruca'yı Romanya'ya verdi.
2) Yunanistan; Epir'in bütününü, Selanik, Drama, Kavala ile birlikte
Güney Makedonya'nın büyük kısmını aldı.
3) Sırbistan'a; Manastır, İstip, Üsküp, Priştine verildi.
4) Karadağ, Plevlye ve Cakova 'yi aldı.
5) Bulgaristan'a, Makedonya'nın küçük bir bölümüyle Dedeağaç bölgesi
bırakıldı.
- Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında, 29 Eylül 1913'te, İstanbul Andlaşması imzalandı. Tamamı
yirmi madde ve dört Ek'ten meydana gelen andlaşmaya göre: Bulgaristan; Kırklareli, Dimetoka ve
Edirne'yi geri veriyor, Türk-Bulgar sınırı yaklaşık olarak Meriç nehri oluyordu. Bulgaristan'da kalan
Türkler, Bulgarlarla eşit haklara sahip olacaktı ve isteyen dört yıl içerisinde Osmanlı topraklarına göç
edebilecekti.
- Osmanlı-Yunan barışı ise, 14 Kasım 1913'te imzalanan Atina Andlaşması ile gerçekleştirildi. Bununla
Osmanlı Devleti, Yunanistan'ın Balkanlar'da ele geçirdiği topraklar ile Girit'in bu devlete ait olduğunu
resmen kabul etti. Ayrıca, Yunanistan'da kalan Türklerin sahip olacakları haklar ve durumları saptandı.
Ancak, 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Anlaşması'nın beşinci maddesi uyarınca, Ege adalarının geleceği
Büyük Devletler'in kararına bırakılmış olduğundan, sorun bu andlaşmada yer almadı.
- Londra'daki "Büyükelçiler Konferansı"nda Ege adaları ile ilgili olarak alınan kararlar, Büyük Devletler
tarafından 14 Şubat 1914'te bir notayla Osmanlı Devleti'ne bildirildi. Buna göre, Meis adası hariç,
Oniki Ada İtalya'ya, İmroz (Gökçeada) ve Bozcaada dışındaki bütün Ege adaları Yunanistan'a
veriliyordu.
- Osmanlı Devleti ile Sırbistan arasında da 13 Mart 1914'te İstanbul Andlaşması yapıldı. İki devletin
ortak sınırı kalmadığından, bu andlaşma, daha çok Sırbistan'da kalan Türklerin ve bunların taşınamaz
mallarının durumu ile geleceğini saptamaktaydı.

107. Avusturya Veliahdı Arşidük Ferdinand, Saraybosna'ya gelmişti. Ancak Veliaht ve karısı, 28
Haziran 1914 günü, Princip adında bir Sırplı tarafından öldürüldü. Bu da Birinci Dünya Savaşı'na yol
açan olayların başlangıcı oldu.
- Almanya, 1 Ağustos 1914'te, Rusya'ya savaş ilan etti. Bu ise, gerçek anlamda Birinci Dünya Savaşı'nın
başlamasına neden oldu.
- Almanya, 3 Ağustos'ta Fransa'ya da savaş ilan etti.
- Böylece Almanya, çevresindeki iki büyük devlete aynı anda savaş açmışoldu. Ancak daha önce
yapılmış olan Schlieffen planına göre, Alman orduları ilk olarak Belçika'dan geçerek Fransa'yı kısa
sürede işgal edecek,
sonra da Rusya'ya saldıracaktı. Bu nedenle Almanya, Belçika'dan askerlerinin geçmesine izin
vermesini istedi. Belçika bunu kabul etmeyince de, 4 Ağustos'ta, bu devlete savaş açtı ve topraklarını
işgal etmeye başladı.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

- İngiltere, adasının güvenlik kuşağı olarak saydığı karşı kıyılarda gelişen olaylar üzerine, Üçlü İtilaf
içerisindeki müttefiklerine katıldı ve 4 Ağustos 1914'te Almanya'ya savaş ilan etti.

- Harbiye Nazırı Enver Paşa ile Dahiliye Nazırı Talât Paşa, ayrıca Sadrazam Sait Halim Paşa Alman
taraftarı olup, Üçlü İttifak'ın yanında savaşa katılmak istiyorlardı.

- Alman-Rus Savaşı başlamış olduğundan, Osmanlı Devleti'nin de savaşa hemen katılması


gerekiyordu. Fakat Babıâli, buna hemen yanaşmadı. Bununla beraber, ittifak anlaşmasını imzaladığı
gün, genel seferberlik kararı aldı ve Mebuslar Meclisi'ni dağıttı, iki gün sonra da tarafsızlığını ilan etti.

- Ege Denizi'ndeki denge için ümitle beklediği "Reşadiye" ve "Sultan Osman" adları verilen iki büyük
savaş gemisine, İngiltere savaş başlayınca el koymuştu.

- Osmanlı 7 Eylül 1914'te tek taraflı olarak kapitülasyonları kaldırdığını ilan etti. Buna, başta Almanya
ve Avusturya olmak üzere diğer devletler karşı çıktılar.

- Almanya, Fransa'yı kısa sürede yeneceğini ve işgal edeceğini hesaplamıştı. Fakat Marne
çarpışmalarında
yenilmişti. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ise Galiçya'ya yaptığı saldırıda bozguna uğramıştı.
Böylece Almanya, iki cepheli savaş karşısında kalmıştı.

- 27 Ekim 1914'te, Amiral Souchon komutasındaki (Midilli ve Yavuz gemileri de dahil olmak üzere)
Türk Donanması Karadeniz'de açıldı ve 28-29 Ekim 1914 gecesi Rusya'nın Odesa ve Sivastopol gibi
limanlarını
topa tuttu. Böylece de Osmanlı Devleti fiilen savaşı başlatmış oldu. Bu olay üzerine; Rusya 2 Kasım'da,
İngiltere ve Fransa 5 Kasım'da, Osmanlı Devleti'ne savaş ilan ettiler. Osmanlı Devleti de bunlara karşı
12 Kasım 1914'te resmen savaş açtı.

- Osmanlı Devleti'nin resmen savaşa girdiğini açıklamasından iki gün sonra, 14 Kasım 1914'te, Kutsal
Cihat (Cihad-ı Mukaddes) ilan edildi. Bunun amacı; İtilaf Devletlerinin egemenliği altındaki
Müslümanları onlara
karşı ayaklandırmak, bu devletlerin Müslüman uyruklarından toplayacağı askerlerin Osmanlı Devleti
ile müttefikleri olan Almanya ve Avusturya'ya karşı savaşmasını önlemeye dayanıyordu.

- Başkomutan Vekili Enver Paşa, emrindeki 189.562 kişilik bir orduyla Rusları arkadan çevirmek, onları
geriletmek, Kars ve Batum'u alabilmek üzere Sarıkamış Harekâtı'na girişti. 22 Aralık 1914'te de
hücuma geçti. Ancak soğuk,yolsuzluk, açlık, hastalık ve iyi planlama yapılmamış olmasından Türk
Ordusu 60.000 kişi kadar kayıp vererek, 9 Ocak 1915'te geri çekilmek zorunda kaldı. Böylece Enver
Paşa istediği sonuca ulaşamadı.

- Ruslar, bunun üzerine taarruza geçip Anadolu'da ilerlemeye başladılar ve 27 Mart 1915'te Artvin'i
aldılar. Bu arada, Van'daki Ermeniler, 15 Nisan 1915'te ayaklandılar; şiddetli çarpışmalardan sonra
Türklerin 17 Mayıs 1915 günü kenti boşaltmak zorunda kalmaları üzerine, Van'ı ele geçirip, yaktılar12.
Bunun arkasından da Ruslar, kolayca Van'a kadar ilerleyip, burayı işgal ettiler. Sonra da, 16 Şubat
1916'da Erzurum ve Muş'u, 3 Mart'ta Bitlis'i, 8 Mart'ta Rize'yi, 19 Nisan'da Trabzon'u ve 25 Temmuz
1916'da da Erzincan'ı ele geçirdiler.

- Erzincan Mütarekesi (18 Aralık 1917): Böylece Erzincan Mütarekesi'nin imzalanmasıyla, 29 Ekim
1914'ten beri
sürmekte olan Osmanlı-Rus Savaşı sona ermiş oldu.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

- Brest-Litovsk (Osmanlı-Rus) Andlaşması (3 Mart 1918):

- Bu arada, bu barış görüşmelerinden yararlanan Ukrayna, Almanya ve müttefikleri ile ayrı bir barış
yapmak ve Sovyet Rusya'nın baskısından kurtulmak için, 22 Ocak 1918'de bağımsızlığını ilan etti.
Bundan sonra da, Brest-
Litovsk'ta Osmanlı Devleti, Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve
Bulgaristan ile 9 Şubat 1918'de ayrı ayrı antlaşmalar imzaladı.

- Alman orduları Belçika’ya girdikten sonra Fransa’ya girdi. Fransız ordularının yapmak istedikleri bir
iki taarruz teşebbüsü sonuç vermeyince, Fransızlar Ağustos sonlarından itibaren çekilmeye başladılar
ve Paris'in kuzeyinde bulunan Marne nehri üzerinde kuvvetli bir savunma hattı kurdular. Almanlar bu
hattı yarmak ve Paris'e girmek için 6-9 Eylül arasında üç gün şiddetli taarruzlarda bulundularsa da,
Marne cephesini yaramadılar ve taarruzu durdurdular. Schlieffen planı başarısızlığa uğramış oluyordu.
Bu karşılık Almanlar Doğu cephesine ve Ruslara döndüler. Ağustos 1914 sonunda Hindenburg
komutasındaki Alman orduları Tannenberg'de ve Eylül sonunda da Mazurya bataklıklarında
(Polonya'da) Rusları iki defa ağır yenilgilere uğrattılar.

Osmanlı Devletinin Savaşa Katılması


- Osmanlı Devleti ilk ittifak teşebbüsünü, geleneksel dostu saydığı İngiltere nezdinde İtilaf devletlerine
yapmıştı. İtalya'nın Trablusgarp'a saldırması, Osmanlı Devletinde Üçlü İttifaka karşı bir antipati
uyandırmıştı. Ayrıca Avusturya'nın Balkan politikası ve Bosna- Hersek'i ilhak etmiş olması da bu
antipatide rol oynuyordu. Bu şartlar içinde Maliye Nazırı Cavit Bey, 1911 Ekiminde İngiltere Bahriye
Bakanı Winston Churchill'e bir mektup yazarak, Osmanlı Devletiyle İngiltere arasında bir ittifak
yapılmasını teklif etmişse de, Churchill, verdiği cevapta, "Şimdilik yeni siyasi bağlar altına giremeyiz"
diyerek, ittifak teklifini reddetmiştir.

Osmanlı Devletinin İtilaf Devletleri blokuna katılmak için yaptığı bu ittifak teşebbüsün de
gerçekleşmemiş olması, Osmanlı Devletini ister istemez Almanya'nın kucağına atmıştır. Kabinede
Alman ittifakına taraftar olanların başında Sadrazam Sait Halim Paşa, Harbiye Nazırı Enver Paşa,
Dahiliye Nazırı Talat Bey ve Meclis Reisi Halil Bey geliyordu. Üçlü İttifak blokuna katılma teklifi ilk önce
Avusturya'dan gelmiş, bu teklif üzerine Osmanlı Devletİ 22 Temmuzda ittifak için Almanya’ya
başvurmuş ve II. Wilhelm'in isteği üzerine Almanya Osmanlı Devletiyle ittifak görüşmelerine
başlamıştır.
İttifak görüşmeleri 27 Temmuz’da İstanbul'da başlamış ve 2 Ağustos 1914'de de Türk- Alman ittifakı
imzalanmıştır. İtilaf Devletleri taraftarı olarak bilinen Maliye Nazırı Cavit Bey ile Bahriye Nazırı Cemal
Paşa ve kabinenin diğer birçok üyeleri, bu gizli görüşmelerden haberdar edilmemişler ancak ittifak
imzalandıktan sonra kendilerine haber verilmiştir.
Gerçekten, Osmanlı Devleti de ittifak imzalamakla beraber, hemen savaşa girmeye taraftar değildi ve
bunun için de savaşın patlaması karşısında tarafsızlığını ilan etmişti. Müttefikler yani İtilaf Devletleri
Osmanlı Devletinin savaş boyunca tarafsız kalması için bazı teşebbüslerde bulundular. Fakat Osmanlı
Devletinin tarafsızlığa karşılık ileri sürdüğü kapitülasyonların kaldırılması konusunda bile kesin bir
taahhüde girişmek istemediler. Ege adalarının tekrar Osmanlı Devletine verilmesi, Mısır meselesinin
çözümlenmesi gibi toprak isteklerine ise hiç yanaşmadılar.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Osmanlı Devleti savaş karşısında tarafsızlığını ilan etmekle beraber, Ağustosun ilk haftasından itibaren
olaylar ve Almanya'nın çabaları Osmanlı Devletini savaşa katılmaya sürüklemiştir. Akdeniz'de İngiliz
donanmasının takibine uğrayan Goeben ve Breslau adlı iki Alman savaş gemisi 10 Ağustosta
Çanakkale’ye sığındı. Osmanlı Devletinin tarafsız devlet olarak bu gemilerin silahlarını sökmesi ve
personelini de gözaltına alması gerekirdi. Fakat Almanya buna şiddetle itiraz etti. Bunun üzerine,
Osmanlı Devleti bu gemileri daha önce Almanya'dan satın almış olduğunu duyurdu ve gemilere Türk
bayrağı çekilerek, tayfalara da fes giydirildi ve Goeben'e Yavuz ve Breslau'a da Midilli adları verilerek
Osmanlı donanmasına katıldı.
Marne muharebeleri, Almanya'nın Fransa’yı 6 haftada yere serme planını suya düşürmüştü. Onun için
Almanya'nın Osmanlı Devletini de savaşa sokmak için baskıları arttı. Almanya şimdi Rusya ile esaslı bir
mücadeleye girdiğine göre ve Avusturya da Rusya karşısında pek birşey yapamadığına göre, Osmanlı
Devleti’nin de Rusya’ya bir cephe açmasını istiyordu. Devletin mali durumu iyi değildi ve borç paraya
ihtiyacı vardı. Almanya bunun üzerine Osmanlı Devletine borç verdi.
Başta Harbiye Nazırı Enver Paşa olmak üzere, kabinenin bazı üyeleri devletin savaşa girmesini
istiyorlardı. Bunun sonucu olarak, Enver Paşa'nın emri ile Amiral Souchon Osmanlı donanmasını
alarak 29-30 Ekim 1914 gecesi Karadenize çıktı ve Odesa ve Sivastopol gibi Rus limanlarını topa tuttu.
Bu olay üzerine İngiltere, Fransa ve Rusya, Osmanlı Devletine savaş ilan ettiler.

1918 Yılı: Savaş Sona Eriyor


1917 yılı geldiğinde, ister Merkezi Devletler olsun, ister Müttefikler olsun, savaşan bütün taraflarda
ve özellikle kamu oylarında bir yorgunluk ve savaşa karşı bir bıkkınlık ortaya çıkmaya başlamıştı. Üç
yıldır yapılan savaş henüz kesin bir yenilgi veya zafer işareti taşımıyordu. Çünkü bahis konusu olan bir
cephede bir muharebenin kazanılması değil, düşmanın tam yenilgiyi kabul etmesi idi. 1917 yılı
geldiğinde hiçbir taraf için de bunun işareti kesin olarak belirmemişti. Bu durum kamu oylarında
savaşın sona ermesi için duyulan arzuyu gittikçe şiddetlendirmekteydi. Savaş uzadıkça yaşama şartları
da güçleşiyordu.
Herkesin barışa özlem duyduğu bu atmosferi, Birleşik Amerika Cumhurbaşkanı Woodrow Wilson
farketmekte gecikmedi ve barışın düzenini tespit etmek üzere ortaya atılarak, Kongrede 8 Ocak 1918
de verdiği bir söylevde, barışın temel ilkeleri olmak üzere 14 Nokta'yı açıkladı.
Bu 14 Nokta'dan her birinin özü şöyleydi.
1. Açık barış antlaşmaları ve gelecekte de açık diplomasi.
2. Karasuları dışında, savaşta ve barışta, denizlerin mutlak serbestisi.
3. Bütün ekonomik engellerin mümkün olduğu kadar kaldırılması.
4. Milli silahlanmaların azaltılması için gerekli ve yeter garantiler.
5. Sömürge isteklerinin, ilgili halkların menfaatleri ile, yetkileri sonradan tespit edilecek olan
sömürgeci devletin istekleri aynı derecede gözönünde tutulmak suretiyle, mutlak bir tarafsızlıkla
çözümlenmesi.
6. Bütün Rusya toprakları boşaltılacak ve devletlerin de yardımı ile Rusya’ya kendi gelişmesini
sağlamak için her türlü imkan verilecek.
7. Belçika’ya tam ve bağımsız egemenliğinin geri verilmesi.
8. İşgal edilen Fransız topraklarının boşaltılması ve Prusya'nın 1871 de Alsas-Loren meselesinde
yaptığı hatanın düzeltilmesi suretiyle barışın teminat altına alınması.
9. İtalyan sınırlarının milliyet prensibine göre düzeltilmesi.
10. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu halklarına muhtar gelişme imkanlarının verilmesi.
11. Romanya, Sırbistan ve Karadağ toprakları boşaltılacak ve Sırbistan'a denizden mahreç
verilecek. Balkan devletlerinin ilişkileri milliyetler prensibine göre düzenlenecek.
12. Osmanlı İmparatorluğunun Türk olan kısımlarının egemenliği sağlanacak, fakat Türk olmayan
milliyetlere muhtar gelişme imkanları verilecek. Çanakkale Boğazı devamlı olarak bütün milletlerin
gemilerine açık olacak ve bu, uluslararası garanti altına konacak.
13. Bağımsız bir Polonya kurulacak.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

14. Büyük ve küçük, bütün devletlere siyasi bağımsızlıklarını ve toprak bütünlüklerini karşılıklı
olarak garanti altına almak imkanını sağlamak amacı ile, bir milletler teşkilatı kurmak.
Wilson bu 14 noktayı, genel bir barışı gözönüne alarak hazırlamıştı. Bunun dışında Wilson'un önem
verdiği bazı esas meseleler vardı. Bunların başında bir uluslararası barış teşkilatının kurulması
geliyordu. İkincisi, toprak sınırlarının milliyetler ilkesine göre düzenlenmesiydi. Avrupa barışının
bozulmasını Wilson, bu ilkenin uygulanmamasında görüyordu.

İkinci Dünya Savaşı

Müttefiklerin Zaferi 1944-1945


1943 yılı İkinci Dünya Savaşının dönüm noktasını teşkil etmiştir. Şubat ayında Almanya'nın Stalingrad
muharebesini kaybetmesi, bütün doğu cephesinde genel bir gerilemenin başlangıcını teşkil ederken,
Mayıs ayında da kuzey Afrika'nın Müttefiklerin eline geçmesi de İtalya'nın çöküntüsünü
çabuklaştırmış ve bu olayın sonunda da Alman işgali altındaki memleketlerde milli kımıldanışlar
başlamıştır. Bu, Napolyon'un İspanya'da karşılaştığı başarısızlıklar üzerine Napolyon işgali altındaki
bütün memleketlerde ortaya çıkan milli kurtuluş hareketlerine benziyordu. Napolyon için dönüş yılı
nasıl 1808 olmuş ise, Hitler için de 1943 öyle olmuştur.
1943 yılından itibaren savaş durumu Müttefiklerin lehine dönmeye başladıkça, savaşı bir an önce
sona erdirmek için gerekli askeri tedbirleri almak ve aynı zamanda savaş sonrası düzenin esaslarını
tesbit etmek amacı ile Müttefikler arasındaki temaslar çok sıklaşmış ve bunun için de bir dizi
konferanslar yapılmıştır.

A) Casablanca Konferansı
1941 yılı sonunda Birleşik Amerika'nın savaşa katılmasından sonra Sovyet Rusya'nın üzerinde en fazla
ısrarla durduğu nokta, İngiltere ve Amerika'nın Almanya’ya karşı ikinci bir cephe açmak suretiyle,
üzerindeki Alman baskısını hafifletmeleriydi.
Casablanca Konferansı 14-24 Ocak 1943’te Roosevelt ile Churchill arasında yapılmıştır. Stalin de davet
edilmişse de gelememiştir. Konferansta şu kararlar alınmıştır.
-Rusya üzerindeki baskıyı hafifletmek için Sicilyaya çıkarma yapmak ve Almanya üzerindeki baskıyı
arttırmak;
- Balkanlarda ikinci bir cephenin açılmasını mümkün kılmak için, Türkiye'nin de savaşa katılması
konusunda gerekli askeri hazırlıkları yapmak;
-Almanya'nın mukavemeti yeteri kadar zayıflayınca Avrupa'da da bir cephe açmak ve nihayet
"Almanya Japonya ile İtalya kayıtsız şartsız teslim oluncaya kadar" mücadeleye devam etmek.

B) Washington Konferansı
Kuzey Afrika cephesinin kapanması üzerine alınacak yeni tedbirleri görüşmek üzere 12- 26 Mayıs
1943 günlerinde toplanan bu konferans da yine Roosevelt ile Churchill arasında olmuştur. Buna şifre
adı dolayısıyla Trident Konferansı da denir.
Alınan kararların esasları şöyledir:
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

1) İtalya'nın saf dışı kılınması için bu topraklar işgal edilecektir. Böylelikle Almanların Rusya üzerindeki
baskısı hafifliyecek ve aynı zamanda, Türkiye'nin savaşa katılması da mümkün olacaktır. Böyle bir
durumda, Romanya petrollerinin bombardımanı için Türk hava sahasının kullanılması sağlanacaktı.
2) İkinci Cephenin Fransa'da açılması işi 1944 ilkbaharında tamamlanacaktır.
3) Savaş sonrası düzeni için Churchill tarafından ileri sürülen şu fikirler kabul edilmiştir:
- Barışı koruma sorumluluğu Birleşik Amerika, İngiltere, Sovyet Rusya ve Çin'e verilecekti.
- Bu dört devletin oluşturduğu Dünya Konseyi'ne bağlı olmak üzere, Avrupa, Amerika ve Uzakdoğu
Bölge Konseyleri kurulacaktır.
- Avrupa'da bir konfederasyon kurulacak ve bu, Tuna, Balkan ve İskandinav federasyonlarını içine
alacaktır. Türkiye, Balkan Federasyonuna dahil olacaktır.
- İngiltere ile Rusya arasında da kuvvetli bir Fransa bulunacak ve ayrıca, Polonya ile Çekoslovakya
Sovyetlerle iyi geçineceklerdir.

C) Quebec Konferansı
Bu konferans, İtalya'da Mussolini'nin birdenbire düşmesiyle ortaya çıkan yeni durum karşısında,
ikinci cephe meselesini yeni bir açıdan ele almak amacı ile, 14-24 Ağustos 1943’te Churchill ve İngiliz
Genelkurmayı ile Amerikan Genelkurmayı arasında Quebec'de yapılmıştır. Bu konferansta Churchill,
İtalya'da ortaya çıkan yeni durum dolayısıyla, ikinci cephenin Fransa yerine, Türkiye'nin de savaşa
katılmasiyle Balkanlarda açılmasında çok ısrar etmiş, fakat görüşünü kabul ettirememiştir. İkinci
cephenin Fransa'da Normandiya kıyılarında açılmasına karar verilmiş ve bunun hazırlanması
sorumluluğu da Amerikalılara bırakılmıştır.

Ç) Moskova Konferansı
Sovyetler, Amerika savaşa girer girmez, Almanyaya karşı Avrupa'da derhal ikinci bir cephe açılmasını
istemişti. Yine Sovyetler, Amerika'nın kendilerine derhal geniş yardıma başlamasını istemişlerdi. 1942
yılında bu yardım yapılmışsa da, bunu yetersiz bulmuşlardı. Amerika'nın Sovyetlere geniş yardımı
ancak 1943’ten itibaren mümkün olabilmişti. Bu iki meselede tatmin edilmemiş olmaları, Sovyetleri,
Batılıların kendisini Almanya karşısında yıpratmak istedikleri kanısına götürmüştü.
Rosevelt ile Churchill Sovyetlerin bu şüpheciliğini, farkettiklerinden dolayı konferansa Stalin'i de davet
etmişler, fakat ne o Rusya'dan ayrılabilmiş, ne de onlar Rusyaya gidebilmişlerdir. Bu sebeple, Ruslara
durumu açıklamak üzere, Amerika Dışişleri Bakanı Cordell Hull ile İngiltere Dışişleri Bakanı Anthony
Eden, 1943 Ekim’inde Moskova’ya gittiler. Sovyet dışişleri Bakanı Molotov ile birlikte, 19-30 Ekim
1943 arasında toplantılar yaptılar.

Moskova Konferansı kararları şu noktalarda toplanmıştır:


1) Savaşın kısaltılması: Bunun için Ruslar, ikinci cephenin en geç 1944 ilkbaharında açılmasını,
Almanya'nın bombardımanı için İsveç hava alanlarının kullanılmasını ve Türkiye'nin savaşa girmesini
istemişlerdir. Türkiye'nin savaşa sokulmasının kabulü Sovyetleri son derece hoşnut bırakmış ve
Türkiye savaşa katıldığı takdirde, ikinci cephenin birkaç ay gecikmesine razı olacaklarını
söylemişlerdir.
2) Dört devlet Deklarasyonu. Bu deklarasyonla dört devlet (ABD, İngiltere, Rusya ve Çin), savaştan
sonra barışın korunması ve silahsızlanma konularında işbirliğine devam edeceklerini
belirtmekteydiler.
Not: Bu, Amerika'nın artık infirad politikasından ayrılacağı ve Sovyetlerin de Batılılarla işbirliğine
devam edeceği anlamında alınmıştır.
3) Nüfuz alanları: Dört devlet savaştan sonra nüfuz alanı kurma politikası gütmeyeceklerdi. Buna
karşılık Ruslar, Avrupa'da federasyonlar kurulmasını kabul etmediler.
4) Sömürgeler: Bütün sömürgeler uluslararası vesayet rejimi altına konacaktı.
5) Savaş suçluları: Almanya'nın işgali altında tuttuğu memleketlerde zulüm ve işkence yapmasını
önlemek için, savaş suçlularının cezalandırılacağı ilan edildi.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

D) Tahran Konferansı
Tahran Konferansı, Roosevelt, Churchill ve Stalin'in katılmasiyle 28 Kasım-1 Aralık 1943 tarihleri
arasında yapıldı. Buna şifre adı ile "Eureka" da denir.
Tahran Konferansında söz konusu olan meselelerin en önemlileri şöyledir:
1) Ruslar ikinci cephenin açılmasında yine ısrar etmişler ve bu ısrarın sonucu olarak bu cephenin
açılması tarihi 1 Mayıs 1944 olarak tesbit edilmiştir. Churchill, ikinci cephenin Balkanlarda açılması
fikrini Ruslara da kabul ettirememiştir. İkinci cephe ile ilgili olarak, Türkiye'nin de savaşa katılmasına
karar verilmiştir.
2) Savaş sonrası barış düzeninin korunması için bir uluslararası teşkilat kurulması fikri bütün taraflarca
kabul edilmekle beraber, Ruslar, dört büyük devlet arasına Çin'in de katılmasına yine itiraz etmişler,
fakat onlar da isteklerini kabul ettirememişlerdir.
4) Moskova Konferansında olduğu gibi bu konferansta da Polonya meselesi söz konusu olmuştur.
Ruslar Londra'daki mülteci Polonya hükümetini tanımayı yine reddetmişlerdir. Polonya'nın sınırları
meselesinde ise, Oder nehrine kadar olan Alman topraklarının Polonyaya verilmesi kabul edilmiştir.

Not: Roosevelt, Rusların Baltık, Türk Boğazları ve Pasifiğin sıcak sularına çıkma arzusunu sempati ile
karşıladığını belirtmiştir. Ruslar Finlandiya'dan da toprak istekleri olduğunu da belirtmişlerdir. Bir
yemekte Churchill, Stalin'e, savaştan sonra Rusların toprak istekleri olup olmıyacağını sorduğu zaman,
Stalin "Vakti geldiğinde konuşacağız" demiştir. Bu konuşmalarda ortaya çıkan ilgi çekici noktalardan
biri de, Sovyetlerin Almanya'dan duyduğu derin korku idi. Bu sebeple, Almanya'nın adamakıllı
ezilmesini ve parçalanmasını istiyorlardı. Buna karşılık Churchill, Almanya'nın 5 ayrı bağımsız devlete
bölünmesini ileri sürmüştür. Yine bir yemekte Stalin, Almanya'nın tesliminden sonra 50.000 Alman
subayının kurşuna dizilmesini teklif edecek kadar ileri gitmiştir.
Tahran Konferansının önemli sonucu zafere doğru yaklaşıldıkça müttefikler arasındaki görüş
ayrılıklarının da belirmeye başlamasıydı. Churchill durmadan ikinci cephenin Balkanlarda açılmasını
ileri sürmüştü. Çünkü Sovyetlerin Balkanlara girip bir daha çıkmamalarından endişe etmekteydi. Tabii
bunu Ruslar da farkettiklerinden, bu fikre karşı gelmişlerdir. Roosevelt ise, Tahran'da mümkün olduğu
kadar Stalin'e kur yapmaya çalışmış ve savaştan sonra Sovyetlerle sıkı bir işbirliği yapabileceği
hayaline kapılmıştı.

İkinci Cephenin Açılması


Stalingrad muharebelerinden sonra Almanlar gerilemeye başlamışlardır. Fakat 5 Temmuz 1943'de bir
karşı taarruz denemesine giriştilerse de başarı elde edemediler. Aksine, Ruslar 15 Temmuz 1943 de
bütün cephede genel bir taarruza kalktılar. Bu taarruz karşısında Almanların gerilemesi hızlandı. 1944
Nisan ve Mayıs aylarında Ruslar, bazı toprak kısımları hariç, savaş çıkmadan önceki sınırlarına
ulaştılar.
Churchill Balkanların komünist egemenliği altına girmesinden endişe ettiği için, ikinci cephenin
Balkanlarda açılmasını ve bu suretle Balkanlara Ruslardan önce Müttefik askerlerinin girmesini
düşünmüştü. Bu fikrini Roosevelt'e kabul ettiremeyince, 5 Mayıs 1944’te Rusya’ya bir teklifte
bulunarak, Balkanların İngiltere ile Rusya arasında nüfuz bölgelerine ayrılmasını ileri sürdü. Buna
göre, Yugoslavya ve Yunanistan İngiliz, Romanya ve Bulgaristan Rus nüfuz alanı olacaktı. Bu teklifi
prensip olarak Rusya kabul etmekle beraber, Amerika'nın da fikrinin alınmasını istedi. Amerika’ya
söylendiği zaman tepkisi sert oldu ve Churchill'in tasarısı da suya düştü. Halbuki bu sırada Rus orduları
Romanya’ya girdi. Sovyetler Birliği komünizmi Balkanlara doğru yaymaya başlamıştı.
Avrupa'nın durumu bu şekildeyken, Müttefikler ikinci cepheyi açmak üzere, 6 Haziran 1944
sabahından itibaren Fransa'nın Normandiya plajlarına 100 km. lik bir kıyı boyunca çıkarma yapmaya
başladılar. 1.000 uçaktan oluşan bir filo 3 tümenlik bir kuvveti havadan indirdi. Aynı anda 4.000
çıkarma gemisi de denizden çıkarma yaptı. Gerek havadan indirmeyi, gerek denizden çıkarmayı
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

11.000 avcı ve bombardıman uçağı ile 7 zırhlı, 13 kruvazör ve yüzlerce hafif savaş gemisi destekledi.
Çıkarmayı izleyen ilk üç gün içinde yapılan çetin mücadeleden sonra Müttefik kuvvetleri kıyılarda
tutunmaya başarılı oldular. 11 Haziran’da çıkarma yapılan kıyılardaki 14 Alman tümenine karşılık 16
Müttefik tümeni bulunuyordu. 16 Haziran’da Müttefikler 700.000 asker, 100.000 kamyon, otomobil
ve tank ile 245.000 ton malzeme çıkarmış bulunuyorlardı. Müttefikler 24 Ağustos’ta Paris'e ve 3
Eylül’de de Brüksel ve Amsterdam'a girdiler. Müttefikler 25-26 Eylül 1944’te Ren nehrini aşmaya
başladılar. Artık Alman topraklarına girilmişti.

Rusların Balkanlar ve Orta Avrupa’ya Girmesi


Normandiya çıkarmasının başarılı olması üzerine Ruslar 23 Haziran 1944’te Doğu Cephesinde genel
bir taarruza giriştiler. Bu taarruz, Rus ordularının Balkanlara ve Orta Avrupa’ya girmesini sağladı. Rus
kuvvetleri taarruza kalkıp bütün Romanya’yı işgale başladılar. Bu durum karşısında Kral Michel,
Mihver taraftarı başbakan Mareşal Antenoscu'yu tevkif ettirdi ve Milli Köylü Partisi, Sosyalist Partisi
ve Komünist Partisinin dahil olduğu bir milli kabine kurdurdu. Bu kabine 12 Eylül 1944 de Sovyetlerle
mütareke yaptı.
Rus askerlerinin Bulgaristan'ı işgale başladıkları bir sırada Sovyet Rusya 5 Eylül 1944’te Bulgaristan'a
savaş ilan etti. Bu durum üzerine Bulgar Hükümeti 8 Eylülde mütareke istedi. 9 Eylülde komünistlerin
de dahil bulunduğu Anavatan Cephesi bir hükümet darbesi ile iktidarı ele aldı. Nihayet mütareke 28
Ekim 1944’te imzalandı.
Rus kuvvetleri Bulgaristan'dan sonra Macaristan ve Yugoslavya'ya girdiler. Macar generallerinden
Miklos, elindeki Macar kuvvetleriyle birlikte Ruslarla birleşti ve bir geçici hükümet kurdu. Alman
işgalinden kurtulan Macar topraklarından bir seçim yaptırarak, bir Meclis kurdu. Miklos hükümeti 20
Ocak 1945’te Müttefikler adına Sovyetlerle mütareke yaptı.
Rus kuvvetleri Çekoslovakya'ya ancak 1945 ilkbaharında girebildiler. Bununla beraber, Londra'daki
mülteci Çek Hükümetinin üyesi Dr. Beneş daha önce Moskova’ya giderek memleketin sivil idaresi
hakkında Sovyetlerle bir anlaşma yaptı.
1944 yılının Ekim ayında Rus kuvvetleri Yugoslavya’ya girdiler. Komünist Partizanların Lideri Tito,
Ağustos 1944’te Churchill ile yaptığı bir anlaşmada, Yugoslavya’yı komünistleştirmeyeceğine söz
vermişti. Tito Eylül’de gizlice Rusyaya gitti ve 29 Eylül 1944’te Sovyet Rusya ile bir anlaşma yaptı. Buna
göre, Alman işgalinden kurtulan Yugoslavya topraklarının idaresi Yugoslavya Milli Kurtuluş Komitesine
yani Tito'ya verilecek ve savaş biter bitmez Rus kuvvetleri geri çekilecekti.
Balkanların Rus işgali altına girdiğini gören İngiltere, Yunanistan'ı Sovyetlere kaptırmamak için daha
çabuk davrandı. 1944 Eylülünde Yunanistan'a 4.000 kişilik bir kuvvet çıkardılar.
1944 Ekimi’nde Arnavutluk da komünistlerin idaresi altına girdi. 8 Kasım 1941’de Arnavutluk'ta
Komünist Partisi kurulmuştu. Bunun lideri Enver Hoca idi. Komünist Partisi 1942 Eylül’ünde Milli
Kurtuluş Hareketi adı ile bir de direniş örgütü kurdu. İtalya'nın savaştan çekilmesi üzerine Almanlar
Arnavutluk’u işgal ile, bir Niyabet Konseyi kurdular. Fakat ikinci cephenin açılması üzerine Almanlar
Arnavutluk’tan çekilince komünistler duruma hakim oldular ve Enver Hoca 1944 Ekim’inde
Arnavutluk Halk Cumhuriyetini ilan etti.

Moskova Konferansı
Balkanların ve Orta Avrupa'nın bu durumu Churchill'in çok canını sıkmıştı. Sovyet yayılmasını önlemek
için Stalin ile bir anlaşma yapmak üzere Moskova’ya gitti ve 9-20 Ekim 1944’te Stalinle görüştü.
Balkan memleketlerinin iki devlet arasında nüfuz bölgelerine ayrılışı konusunda bir anlaşmaya
varmaya başarılı oldu. Romanya Rus, Yunanistan, İngiliz nüfuzuna terkedildi. Yugoslavya ve
Macaristan % 50 İngiliz % 50 Rus nüfuzu altında olacaktı. Bulgaristan için bu oranlar, % 75 Rus, % 25
İngiliz idi. Bu yüzde oranlarının anlamı, kabinelere girecek ve orada temsil edilecek siyasal eğilimlerin
oranlarıydı.
Polonya meselesinde uzlaşma olamadı. Konferansa, Londra'daki mülteci Polonya Hükümetinin
temsilcisi ile, Rusların nüfuzu altında bulunan Lublin Komitesi'nin temsilcileri de davet edilmişti.
Londra Komitesi, Polonya kabinesine bir miktar komünistin alınmasını kabul ettiyse de, Lublin
Komitesi bu oranın % 50-50 olmasında ısrar edince, bir anlaşmaya varılamadı.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Öte yandan, Moskova Konferansında, Almanya için kurulacak Müttefik Kontrol Komisyonunda
Fransa’ya da yer verilmesi ile, Montrö Sözleşmesinin değiştirilmesi de kabul edildi.

Yalta Konferansı
Başkan Roosevelt Yalta'ya gelirken kafasını meşgul eden başlıca iki mesele vardı.
- Birincisi, Başkan Wilson gibi, o da Birleşmiş Milletler Teşkilatının kurulmasına büyük önem
veriyordu. Roosevelt'e göre, savaş bittikten sonra Amerikan kuvvetlerinin Avrupa'da kalmasına
Amerikan kamu oyu razı olamazdı. Bu sebeple, savaştan sonra Amerika çekilmeli ve Avrupa
devletlerini kendi anlaşmazlık ve meseleleri ile başbaşa bırakmalıydı. Fakat Amerika'nın bunu
yapabilmesi için, barışı etkili bir şekilde koruyacak bir uluslararası teşkilat kurulmalıydı.
- Roosevelt'in ikinci meselesi de, Uzakdoğu savaşına Sovyet Rusya'nın da bir an önce katılması
ve bu bölgede de savaşın en kısa zamanda sona erdirilmesiydi.

İngiltereye gelince: Churchill'e göre, uluslararası teşkilat diğer meselelerden sonra geliyordu. Ona
gore;
- Almanya’ya uygulanacak muamele, Polonya meselesinin çözümlenmesi, savaştan sonra
Avrupa'daki kuvvetler dengesinde Fransa'nın yeri, Balkanlar’da ve İran'da İngiliz nüfuzu gibi meseleler
herşeyden önce çözümlenmeliydi.
Stalin'e gelince; onun hakkında o zamanki şartlara göre tahmin olunan şudur: Kafasında üç önemli
mesele vardı.
- Birincisi, savaştan sonra Rusya'nın ekonomik kalkınmasını sağlamak. Bunun için gerekli iki
kaynak da, Amerika'nın vereceği kredi ile Almanya'dan alınacak tamirat borcu olabilirdi.
- İkincisi, Çarlık Rusya'nın 1904-1905 savaşında Uzakdoğu'da uğramış olduğu kayıpları tekrar
geri almak.
- Üçüncüsü de, Almanya'nın muhtemel saldırısına karşı Rusya'nın güvenliği için gerekli
tedbirleri şimdiden almak. Bunun için de Doğu Avrupa memleketlerinde halk demokrasileri
kurulmalıydı.

Tarafların bu tasarıların egemen olduğu Yalta Konferansı 4 - 11 Şubat 1945 tarihleri arasında toplandı.
Görüşülen meseleler ve sonuçları şöyledir:
Uzakdoğu: Sovyetler Uzakdoğu savaşına katılmayı kabul ettiler. Fakat bir çok tavizler alarak. Güney
Sakhalin ile civarındaki adalar, Port Arthur deniz üssü ve Kuril adaları Sovyetlere verilecek ve
Mançurya Çin'in egemenliği altında kalmakla beraber, Doğu Çin Demiryolları ve Güney Mançurya
Demiryolları Rusya ile Çin tarafından ortak olarak işletilecekti.
Almanya: Almanya esas itibariyle üç işgal bölgesine ayrılacak, fakat İngiltere ve Amerika kendi
bölgelerinde Fransa'ya da bir kısım ayıracaklardı. Aynı şekilde Berlin şehri de ortak işgal altında
bulunacaktı.
Tamirat Borçları: Rusların sunduğu plana göre, Almanya 20 milyar dolar tamirat borcu ödeyecek ve
bunun yarısını Sovyet Rusya alacaktı. 20 milyar doların yarısı, iki yıl içinde ve makina, sınai teçhizat
şeklinde menkul sermaye olarak ödenecek ve geriye kalanı da 10 yıl içinde Almanya'nın çeşitli
üretiminden alınacaktı. Alman ağır sanayiinin % 80'i yok edilecekti.
Birleşmiş Milletler: Birleşmiş Milletlerin kurulması ve Güvenlik Konseyi’nin devamlı üyeleri için veto
ilkesi kabul edildi. Üyelik meselesinde ise Ruslar, Türkiye ile, Rusya ile diplomatik ilişkiler kurmamış
olan Güney Amerika devletlerinin Birleşmiş Milletler Teşkilatına üye olarak alınmamalarını istedi.
Tartışmalardan sonra, 1 Mart 1945'e kadar ortak düşmana savaş ilan etmiş olanların üyeliğe alınması
kabul edildi. Bunun üzerine Türkiye 23 Şubat 1945 de Almanya ve Japonyaya savaş ilan etti.
Polonya Meselesi: Polonya'nın doğu sınırları için, 1919 Paris Barış Konferansında tesbit edilen Curzon
Çizgisi kabul edildi.
Kurtarılan Avrupa Hakkında Demeç: Bu demeçle, eski Nazi Almanyası taraftarı olan memleketlerde
demokratik rejimlerin kurulacağı belirtilmekteydi.
Boğazlar: Boğazlar statüsünün Sovyet Rusya lehine değiştirilmesine, bu meselenin Dışişleri Bakanları
tarafından ele alınmasına, bu durumdan Türkiye'nin de haberdar edilmesine karar verildi.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Sonuç: Yalta Konferansından Roosevelt gayet hoşnut olarak ayrıldı. Churchill ise hiç hoşnut değildi.
Bunun içindir ki, Churchill hatıralarının Yalta ile başlayan kısmına Demir Perde adını koymuş ve
Yalta'yı Finale olarak nitelendirmiştir. Gerçekten Yalta "Büyük İttifak"ın sonu oluyordu. İşbirliği
devresi son buluyor ve şimdi rekabet ve mücadele başlıyordu.

Almanya'nın Teslim Olması


İkinci Cephenin açılmasından sonra artık Almanya için kurtuluş imkanı kalmamıştı. Almanya doğudan
ve batıdan Müttefik kuvvetleri tarafından işgal edilmeye başladı. Müttefik kuvvetlerinin Berlin'e
girdikleri, Berlin'de sokak muharebelerinin yapıldığı ve bu muharebelerin Başbakanlık binasının
yakınına geldiği bir sırada, 30 Nisan 1945 günü öğleden sonra Hitler intihar etti. Yerine Amiral
Doenitz'i bırakmıştı. 2 Mayıs’ta Berlin Müttefiklere teslim oldu. 4 Mayıs’ta Hollanda, Kuzey-Doğu
Almanya ve Danimarka'daki Alman kuvvetleri Müttefiklere teslim oldular. Böylelikle Avrupa savaşı
sona ermişti.

Uzakdoğu Cephesi
1942 yılında yapılan Midway ve Guadalcanal deniz savaşları ile Japonya'nın Pasifikteki genişlemesi
durdurulmuştu. 1943 yılından itibaren üstünlük Pasifikte Amerika'nın ve Güney-Doğu Asya'da da
İngiltere'nin eline geçmişti.
1944 yılında Leyte'de yapılan bir deniz savaşında Japonlar ağır kayıplara uğradılar. Filipinler, gayet
çetin muharebeler yapılarak ada ada işgal edildi ve 1945 Şubatında bütün Filipinler Amerikalıların
eline geçti.
1945 Martında stratejik Iwo Jima adasının işgali ile Amerikalılar Japonya'nın daha yakın mesafeden ve
yoğun bir şekilde bombardımanı için stratejik bir nokta elde etmiş oldular. Mayıs ayında Okinawa
adasının işgali Amerikayı Japonyaya daha yaklaştırmış ve Japonya'nın bombardımanını daha da
kolaylaştırmıştır.

Potsdam Konferansı
Almanya'nın savaştan çekilmesi Avrupa'da bir sürü problem ortaya çıkarmıştı. Barış düzeninde
bunlara bir çözüm bulmak gerekiyordu. Bunun için üç devlet arasında 17 Temmuz-2 Ağustos 1945
tarihleri arasında Berlin yakınında Potsdam'da bir toplantı yapılmıştır. Başkan Roosevelt 12 Nisan
1945 de öldüğü için, Başkanlık, yardımcısı Harry S. Truman'a geçmiş ve Amerikayı Potsdam'da Truman
temsil etmiştir. Temmuz sonunda İngiltere'de seçimler yapılmış ve Muhafazakar Parti seçimi
kaybettiğinden, İngiltere’yi konferansın yarısında Churchill, Temmuz sonundan sonra da İşçi Partisi
lideri ve yeni Başbakan Clement Attlee temsil etmiştir.
Potsdam Konferansında görüşülen meseleler şunlardır:
Almanya Meselesi: Almanya'daki bütün Nazi müesseseleri ortadan kaldırılarak, dört devlet kendi işgal
bölgelerinde demokratik rejimin kurulmasına ve ayrıca, Alman savaş sanayisinin barış ekonomisinin
ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde organize edilmesine beraberce çalışacaklardır. İngiltere ve
Amerika, Alman endüstrisinin kökünden yıkılmasına engel oldular. Tamirat borcu için de herhangi bir
rakam tesbit edilmedi. Sovyet Rusya, Amerikan, İngiliz ve Fransız işgal bölgelerinden tamirat borcu
alamayacaktı. Ancak barış ekonomisi için gerekli olmayan sanayi teçhizatın pek az bir kısmı Sovyetlere
verilecekti. Alman donanmasının çok büyük bir kısmı tahrip edilecekti. Savaş suçluları yargılanacaktı.
Avusturya: Almanya'da olduğu gibi, Avusturya ve Başkenti Viyana da dört devlet arasında işgal
bölgelerine ayrıldı.

Japonya'nın Teslim Olması: Savaşın Sonu


Potsdam Konferansının açıldığı gün Amerikalılar New Mexico'da ilk atom bombası denemesini
yapmışlar ve olumlu sonuç almışlardı. Bu haber, 24 Temmuz günü Truman tarafından özel bir
konuşmada Stalin'e söylenmiş, fakat Stalin o zaman bu olayın önemini kavrayamamıştı. Gerçekten
Amerikan uçakları 6 Ağustos 1945’te Hiroşima ve 9 Ağustosta da Nagazaki üzerine birer atom
bombası attılar. Her iki şehirde de yüzbinlerce insan öldü. Bu yeni silah Japonya’ya durumun
vahametini gösterdiği için, 10 Ağustos’ta İsviçre'nin aracılığı ile Amerika’ya başvurup, Japonya
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

İmparatorunun hak ve imtiyazlarına dokunulmamak şartiyle, teslim olacağını bildirdi. Amerika da


bunu kabul etti.
Hiroşima’ya atılan atom bombası Rusları da şaşırttı. Onun için acele edip 8 Ağustos’ta Japonya’ya
savaş ilan ettiler ve hemen Mançurya’yı işgale başladılar. Teslim belgesini Japonya 2 Eylül 1945 sabahı
Tokyo koyunda Amerika'nın Missouri zırhlısında imzaladı. İkinci Dünya Savaşı sona ermişti.

İkinci Dünya Savaşında Türkiye


Türkiye'nin İkinci Dünya Savaşındaki durumu, stratejik mevkinin önemi dolayısıyla, gerek
Müttefiklerin, gerek Mihver'in Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa sokmak için harcadıkları çabaların
ve Türkiye üzerinde yaptıkları baskıların hikayesinden başka bir şey değildir. Savaşan tarafların bu
faaliyetleri karşısında Türkiye'nin politikası ise, savaşın dışında kalmak ve memleketi savaşın
yıkıntılarından korumak olmuştur. Türkiye'nin idarecileri bu gayenin gerçekleşmesinde gerçekten
değerli bir başarı kazanmışlardır.
A) Fransa'nın Yenilmesi ve Türkiye
19 Ekim 1939 Ankara İttifakına göre, Türkiye'nin savaşa katılma zorunluğu, ilk defa olarak,
Almanya'nın 1940 Mayıs’ında Fransaya saldırması ve İtalya'nın da Fransa’ya savaş ilan etmesi üzerine
ortaya çıkmıştır. Çünkü, İngiltere ve Fransa ile yapılmış olan bu ittifakın Birinci maddesine göre, savaş
şimdi Akdeniz'e de yayılmış olmaktaydı ve bu durumda da Türkiye'nin savaşa girmesi gerekiyordu.
Bunu yapmadı; daha doğrusu yapamadı. Çünkü, 1925 Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Paktı'na
uyarak meseleyi Sovyetlere açtığı zaman, Sovyetler, Türkiye'nin savaşa girmesi halinde, Türkiye’yi
tehdit etti. Yani Türkiye savaşa girdiği takdirde Sovyetlerle bir çatışmaya maruz kalacaktı. Halbuki
ittifakın 2 No'lu Protokoluna göre böyle bir duruma Türkiye Müttefiklerinin yanında yer almak
zorunluluğunda değildi. Bu nedenle İngiltere ve Fransa Türkiye'nin savaşa katılmasında fazla ısrar
etmemişlerdir.
B) İtalya'nın Yunanistan'a Saldırması ve Türkiye
28 Ekim 1940’da İtalya'nın Yunanistan'a saldırması ise Türk-İngiliz -Fransız ittifakının 3'üncü
maddesinin işletilmesini gerektiriyordu. Çünkü İngiltere ve Fransa 13 Nisan 1939’da Yunanistan ve
Romanya’ya garanti vermişlerdi ve ittifaka göre, bu garanti sebebiyle bu iki devlet Yunanistan veya
Romanya'nın yardımına giderse, Türkiye de savaşa katılacaktı. Gerçekten İngiltere Türkiye'nin
"mümkün olan en kısa zamanda" savaşa katılmasını istedi. Fakat bu sefer Türkiye Almanya'nın tehdidi
karşısında kaldı. Bu tehdit Türkiyeyi savaşa katılmaktan alıkoydu. Bununla beraber, İtalya'nın
Yunanistan'a saldırması, toprak emelleri dolayısıyla, Bulgaristan'ın da Yunanistan'a saldırması
sonucunu verebilirdi. Bu sebeple, Türkiye Bulgaristan'a bir uyarmada bulunarak, Yunanistan'a
saldırdığı takdirde, kendisinin de hareketsiz kalmıyacağını bildirdi. Bu uyarma karşısında Bulgaristan
kımıldamaya cesaret edemedi. Öte yandan, Türkiye, İtalya Selanik’i aldığı veya Bulgaristan da
Yunanistan'a saldırdığı takdirde kendisinin de savaşa katılacağını hem İngiltereye ve hem de
Yunanistan'a bildirdi. Her iki ihtimal de gerçekleşmediği için, Türkiye'nin savaşa girmesi de bahis
konusu olmadı.
C) Balkanlarda Alman Faaliyeti ve Türkiye
1940 yılının sonu ile 1941'in ilk aylarında Almanya'nın Balkanlarda gösterdiği faaliyet ve özellikle
Romanya ve Bulgaristan'daki faaliyetleri, İngiltere, Türkiye ve Sovyetler için endişe kaynağı oldu.
Şimdi artık bozulmaya başlayan Alman-Sovyet ilişkileri karşısında Sovyetler Türkiye’ye yanaşmaya
başladılar. İngiltere’ye gelince, Almanların Bulgaristan'a yerleşmesinin, bütün Orta Doğu’ya, özellikle
İran ve Irak petrolleri ile Süveyş'e giden yolu Almanya’ya açmasından korktu. Bunun için Türkiye'nin
savaşa katılmasını istedi. Hatta Churchill bu konuda Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'ye bir de mektup
yazdı. Fakat Türkiye yine savaşa katılmaya yanaşmadı. Bir defa, Sovyetlerin durumundan emin değildi.
İkinci olarak da, üzerindeki Alman baskısı devam ediyordu. Almanya tam bu sırada Türkiye'nin savaşa
katılmasını hiç arzu etmiyordu.
Almanya'nın Balkanlara yerleşmesi ihtimali karşısında İngiltere Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve
Bulgaristan arasında bir Balkan Bloku'nun kurulmasını istedi. Amerika Balkan Bloku fikrine ilgi
gösterdi ve Başkan Roosevelt, 1941 Şubatı başında, bir temsilcisini Ankara’ya yolladı. Fakat her
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

nedense Amerika Türkiye'nin özellikle uçak ihtiyaçlarını çok yüksek buldu. Halbuki Türkiye savaşa
girmeyi göze alırken, ayağını sağlam yere basmak istiyordu.
Ç) Türk-Sovyet İlişkilerinin Düzelmesi
Fransa'nın Almanya karşısında çabucak çökmesi, 1940 yazında Rusya'nın Romanya'dan Besarabya’yı
alması, Macaristan'ın Transilvanya’yı ve Bulgaristan'ın da Dobruca’yı Romanya'dan almaları ve
Almanya'nın Romanya’ya garanti vermesi, 1940 Kasım’ında Berlin'de Molotov-Hitler görüşmelerinde
ganimetlerin paylaşılmasında uzlaşmaya varılamaması ve nihayet Balkanlarda Almanya'nın gösterdiği
faaliyet, Alman- Sovyet ilişkilerinin bozulmasında önemli rol oynayan başlıca faktörler olmuştur.
1941 yılının başından itibaren artık Alman-Sovyet ilişkileri adamakıllı bozulmaya başlamıştı. 1 Mart
1941’de Bulgaristan'ın Üçlü Pakt'a katılması, Sovyetleri harekete geçirdi. 25 Mart 1941’de Türk
Hükümetine başvurup, 1925 tarihli tarafsızlık ve saldırmazlık paktını teyid ettiler ve Türkiye'nin,
Almanya’ya karşı savaşa girmesi halinde, Sovyet Rusya'nın tam bir tarafsızlığına güvenebileceğini
bildirdiler.

D) Türkiye Üzerinde Alman Baskısı


1941 Martı sonunda Türkiye ile Sovyetler arasındaki ilişkiler iyileşmeye doğru giderken, yeni bir olay
Almanya'nın Türkiye üzerinde baskıya geçmesine ve dolayısıyla Türkiye için bir Alman tehlikesinin
doğmasına sebep oldu.
1941 Nisanında Irak'da Mihver taraftarı Raşid Ali Geylani bir hükümet darbesi ile iktidarı ele geçirdi.
İngilizler Raşid Ali'ye karşı harekete geçti. Raşid Ali de Almanya'dan yardım istedi. Raşid Ali'nin
iktidarda kalması Almanya’ya, bütün Orta Doğu petrollerini ele geçirmek imkanını sağlıyacaktı. Bunun
için, Almanya Irak'a göndermek üzere Türkiye'den, asker ve malzeme geçirmek istedi ve baskı yaptı.
Türkiye ise buna karşı koydu. Türkiye’yi razı etmek için Almanya, Batı Trakya ile Ege adalarından
toprak teklif etti. Türkiye bu teklifi Kabul etmedi.
Hitler Türkiye'nin direnişini kıramayacağını anlayınca bu işten vazgeçti ve Türkiye ile 18 Haziran
1941’de bir saldırmazlık antlaşması imzaladı. 22 Haziranda da Rusyaya saldırdı.
Türk-Alman saldırmazlık paktı ile Almanya sağ kanadından emin olarak Rusya’ya saldırdı. Türk-Alman
saldırmazlık paktı Amerika’nın tepkisine sebep oldu ve ABD Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu
çerçevesi içinde Türkiye’ye yaptığı yardımı kesti.
Türkiye Almanya'nın Irak'a yardım geçirmesine karşı koymakla bütün Orta Doğu’yu ve petrolleri,
Almanya'nın eline geçmekten kurtarmış oluyordu. Ayrıca, Türkiye'nin Almanyaya karşı koyması,
Sovyet Rusya'nın güneyini de tehlikeye girmekten kurtarmıştı. Bu, herhalde küçümsenemiyecek bir
hizmetti.

E) Türkiye Üzerinde Müttefiklerin Baskısı


1942 yılı sonunda Türkiye üzerindeki Alman baskısı kalkmakla beraber, bunun yerini Müttefiklerin
baskısı aldı. Bu konuda Sovyetlerin Stalingrad zaferi bir dönüm noktası teşkil etmiştir. Bu, aynı
zamanda, Türk-Sovyet ilişkilerindeki yeniden terse dönüşün de başlangıcı olmuştur. 1943'den itibaren
Sovyetler Türkiye’ye karşı sert bir durum almaya başlayacaklar ve bu durum savaşın sonunda Türkiye
üzerinde gerçek bir Sovyet tehdidi olarak ortaya çıkacaktır. Savaş sırasındaki müttefiklerarası
konferanslarda da gördük ki, Türkiye'nin savaşa katılmasının söz konusu edilmediği hemen hemen
hiçbir konferans olmamıştır. Roosevelt ile Churchill arasındaki 1943 Casablanca Konferansında
Türkiye'nin de savaşa katılmasıyla bir Balkan cephesinin açılmasına karar verilmesi üzerine, Başbakan
Churchill, durumu Türk liderlerine açıklamak üzere, 30 Ocak-1 Şubat 1943 arasında, Adana'da
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Başbakan Şükrü Saraçoğlu ile görüşmelerde bulundu ve Türkiye'nin en
geç 1943 yılı sonunda savaşa katılmasını istedi. Buna karşılık Türk devlet adamları şu iki nokta
üzerinde özellikle durdular:
1) Türkiye, Sovyet Rusya'dan emin değildir ve ondan çekinmektedir. Almanya'nın yenilmesiyle Sovyet
Rusya Avrupa'ya egemen duruma geçecektir.
2) Türkiye'nin savaşa katılabilmesi için Türk Ordusunun malzeme bakımından geniş ölçüde takviyesi
gerekir.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

1943 Ekim’indeki Dışişleri Bakanlarının Moskava Konferansında da Ruslar, Türkiye'nin savaşa


sokulmasında ısrar etmişlerdir. Molotov'a göre, Türkiye'den savaşa girmesinin istenmesi, bir "telkin"
şeklinde değil, bir "emir" şeklinde olmalıydı. Amerikalılara ve İngilizlere göre, Türkiyeye böyle bir emir
verildiği takdirde, kendisine silah yardımı yapmak zorunluydu ki, o zaman bu yardım ikinci cephenin
açılmasını geciktirebilirdi. Bunun için, 1943 yılı sona ermeden Türkiye'nin savaşa katılmasının
istenmesine karar verildi.
İngiltere Dışişleri Bakanı Eden, bu kararları bildirmek üzere, Türkiye Dışişleri Bakanı Numan
Menemencioğlu ile Kahire'de görüştü. Eden'a verilen cevap, yeteri kadar yardım yapılmadıkça,
Türkiye'nin savaşa katılamıyacağı idi. Eden, Türkiye'nin olumsuz cevabının Türk-İngiliz ilişkilerini
gerginleştireceğini söylediyse de Türkiye savaşa katılmayı reddetti.
1943 Kasım’ındaki Tahran Konferansında da Sovyetler Türkiyenin savaşa sokulmasında ısrar ettiler.
Hatta Stalin, "gerekirse enselerinden yakalayarak" Türkleri savaşa sokmak gerektiğini söyledi.
Amerika ve İngiltere de Türkiye'nin savaşa girmesini istediklerinden, Churchill, 4-6 Aralık 1943 de
Kahire'de Türkiye Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile görüştü. Bu sefer Müttefiklerin baskısı gayet ağır
oldu. Onun için İnönü, "pensip olarak" savaşa katılmayı kabul etti. Fakat Türkiye'nin savunma gücü
için gerekli olan silah ve teçhizat verilmedikçe savaşa girmeyecekti. Churchill bu isteği kabul etti ve
Ocak-Şubat 1944 de Ankara'da Türk ve İngiliz askeri heyetleri arasında bu konuda görüşmeler yapıldı.
İngilizlere göre Türkler çok fazla şey istemişlerdi. Bu silah ve malzeme verilecek olursa, bunun
sevkiyatı savaş sonuna kadar devam edecek ve bu arada Türkiye de savaş dışında kalmış olacaktı.
Askeri görüşmelerin kesilmesi Türkiye ile İngiltere ve Amerika'nın ilişkilerini gerginleştirdi. Churchill,
barış konferansında Türkiye'nin sağlam bir mevkiye sahip olamayacağını söyledi.

F) Yalta Konferansı
Yalta Konferansında Türkiye, daha önce de belirttiğimiz gibi, Boğazlar ve Birleşmiş Milletler dolayısıyla
söz konusu olmuştur. Boğazlar konusunda Stalin, Montrö Sözleşmesinin artık eskimiş olduğunu,
değişmesi gerektiğini, bu sözleşmeye göre Japon İmparatorunun Boğazlarda Rusya'dan daha büyük
bir role sahip bulunduğunu, Montrö Sözleşmesinin İngiliz-Rus ilişkilerinin iyi olmadığı bir zamanda
yapılmış olduğunu, herhalde şimdi İngiltere'nin Japonya ile birleşerek Rusya’yı boğma niyetinde
olmadığını ve Türkiye'nin Boğazlar vasıtasiyle Rusya'nın gırtlağına sarılmasına artık Rusya'nın
tahammül edemeyeceğini söylemiştir.
Amerika ve İngiltere Boğazlarda Rusyaya daha geniş bir geçiş serbestisi tanınmasını kabul ettiler.
Bununla beraber, Amerikan Hükümeti, Türkiye'nin Boğazlar üzerindeki egemenliğini ihlal edecek bir
statüye taraftar değildi. İngiltere de, bağımsızlığı konusunda Türkiyeye garanti verilmesi gerektiğini
belirtti.
Konferans, Boğazlar meselesinin Dışişleri Bakanları tarafından ele alınmasına ve durumdan
Türkiye'nin de haberdar edilmesine karar verdi.
Yalta Konferansının arkasından Sovyetler, 19 Mart 1945 de, 1925 tarihli Türk-Sovyet tarafsızlık ve
saldırmazlık paktını feshetti. Sovyetler, Haziran 1945’te Türk Hükümetine verdikleri notada, Kars ve
Ardahan bölgelerinin Rusya’ya terki ile Boğazlarda Sovyetlere üs verilmesini ileri sürdü. Molotov
notayı verirken Türk Büyükelçisine, "Bu toprakları size 1921’de terkettiğimiz zaman Sovyetler Birliği
zayıftı" demiştir.
Almanya'nın yenilmesi ile Avrupa dengesinde meydana gelen boşluktan yararlanan Sovyetler,
Avrupa'da olduğu gibi, Türkiye’ye karşı da emperyalist emellerini açığa vurmaktan çekinmedi. Artık
Türk-Sovyet ilişkileri kritik bir devreye girmişti. Potsdam Konferansı Türk-Sovyet ilişkilerinin bu
atmosferi içinde yapıldı.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Soğuk Savaş Dönemi

Dönemi Şekillendiren Faktörler


Birinci Dünya Savaşından sonraki dünya, XIX. yüzyılın dünyasından çok farklı olmuş ise, 1945'ten
sonraki dünya da, 1918'in dünyasından çok farklı bir yapıda olmuştur. Bu farklılıkları ve yeni
dünyamızı şekillendiren faktörleri şu noktalarda toplamak mümkündür.

1) Bir kere, İkinci Dünya Savaşından sonra ortaya çıkan ve bugüne kadar devam eden
uluslararası politikanın yapısı çok değişmiştir. Savaştan sonra dünya politikasına iki yeni kuvvet,
Süper-Devlet adı verilen, Birleşik Amerika ile Sovyet Rusya hakim olmuştur. Birleşik Amerika, savaştan
sonra Monroe Doktrinini terkederek bir dünya devleti olmuş ve uluslararası politikada birinci plana
geçmiştir. 1917 Bolşevik İhtilalinden İkinci Dünya Savaşı'nın çıkışına kadar çekingen bir politika takip
eden ve büyük devletler topluluğunun dışında kalan Sovyet Rusya’da, 1945'ten itibaren takip ettiği
aktif, yayılıcı ve emperyalist politikasının dışında, gerçekleştirdiği teknolojik gelişme ile de, o da
uluslararası politikanın birinci planına geçmiştir.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

2) Sovyet Rusya'nın sivrilmesi ile, ilk defa olarak uluslararası ilişkilerde doktrin ve ideoloji unsuru
yerini almıştır. Sovyet sistemi, dünya proleter ihtilali gibi, komünizmi bütün dünyada hakim kılmak
isteyen bir doktrine dayandığından, savaştan sonra Sovyet dış politikası tamamen bu hedefe yönelmiş
ve bu da uluslararası politikaya doktrin ve ideoloji unsurunun girmesine sebep olmuştur. Komünist
düzenin karşısında olan ülkeler, Sovyet Rusya’nın komünizmi bütün dünyaya yayma çabalarına karşı
koyunca, uluslararası mücadelenin konusu, farklı dünya görüşlerinin çatışması ve hürriyet düzeni ile
totaliter komünist düzenin mücadelesi haline gelmiştir. Uluslararası ilişkiler tarihinde böyle bir durum
ilk defa ortaya çıkmaktaydı.

3) İkinci Dünya Savaşı'nın en sonuçlarından biri de, uluslararası politikanın "alan genişlemesi"dir.
1945'e gelinceye kadar, uluslararası ilişkilerin yoğunlaştığı başlıca alan Avrupa idi. Asya, Afrika ve
Latin Amerika, XX. yüzyılın ortalarına kadar, uluslararası politikanın bağımsız alanları değildi. Bu kıtalar
ancak Avrupa politikasının çerçevesi içinde yer alırlardı. Halbuki bugün artık böyle değildir. Çin Halk
Cumhuriyeti ve Hindistan gibi geniş ülkeli ve kalabalık nüfuslu iki ülkenin ortaya çıkışı ve Japonya'nın
Asya'da büyük bir ekonomik kuvvet olarak tekrar sivrilmesi ile Asya gayet önemli bir uluslararası
politika alanı haline gelmiştir. Elliyi aşan bağımsız devleti ile Afrika, artık sömürgeciliğin Kara Afrikası
olmayıp, uluslararası ilişkilerin yeni bir ağırlık alanıdır. Latin Amerika ise, XIX. yüzyıldaki
uyuşukluğundan silkinmeye başlamıştır. 1982 yılında Arjantinin Falkland Savaşı ile İngiltere’ye kafa
tutabilme cesaretini kendinde görmesi ve diğer Latin Amerika ülkelerinin tepkileri, küçümsenecek bir
olay değildir.
Not: Nihayet, Üçüncü Dünya Ülkelerine de Asya-Afrika-Latin Amerika grubu dendiğini de
unutmayalım.

4) Uluslararası ilişkilerin alan genişlemesi, sadece dünyanın düzeyi üzerinde olmayıp,


günümüzde bu ilişkiler yukarıya doğru da bir alan genişlemesi yaparak, uzaya taşanmıştır. Birinci
Dünya Savaşı karada ve denizlerde yapıldı. İkinci Dünya Savaşında ise zaferi havalarda güçlü olanlar
kazandı. Bu savaşta kara ve deniz muharebelerinin kaderini daima "hava" tayin etti. Yani, İkinci Dünya
Savaşı, uluslararası mücadeleyi dünyanın yüzeyinden atmosfere çıkardı.

Rus Emperyalizminin Canlanması "Avrupa’da Sovyet Üstünlüğü"


İkinci Dünya Savaşı sonunda Birleşik Amerika ile Sovyet Rusya'nın iki büyük kuvvet olarak ortaya
çıkmalarında, uluslararası politika arenasında meydana gelmiş olan boşluklar şüphesiz en büyük rolü
oynamıştır.
Sovyetler savaşın son yılları olan 1944-45'te, Alman işgalinden kurtarmak bahanes ile askerlerini
soktukları Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan'da komünist rejimlerin
kurulması için faaliyetlerine hız verirken, Uzak Doğu'da da, Kuomintag'ın milliyetçilerine karşı Mao
Tse-tung'un komünistlerine yardımlarını arttırmak Çin'i komünizmin kontrolü altına almak için
harekete geçmişlerdi.
Bütün bunlar olurken, İran, Türkiye ve Yunanistan üzerinde de çeşitli baskılara ve oyunlara girişerek,
Basra Körfezi ve Hind Okyanusuna ve öte yandan Doğu Akdeniz’e inmek için çaba harcamaya
başlamışlardı.
Türkiye Üzerinde Sovyet Tehdidi
Daha Potsdam Konferansı sırasında Türkiye üzerinde bir Sovyet tehdidi açık olarak ortaya çıkmıştı. Bu
tehdit, bu devletin, Boğazlarda üs istemesi ve Kars ve Ardahan bölgelerinin Rusyaya terkini ileri
sürmesi ile ağır bir nitelik kazanmıştı. Fakat 1946 yılında, Türkiye üzerindeki bu tehdidin ağırlığı daha
da artmıştır.
Potsdam kararlarına göre, her üç devletin Boğazlar hakkındaki görüşlerini Türk hükümetine
bildirmeleri gerekiyordu. Bu karara ilk uyan Amerika oldu ve 2 Kasım 1945 de Türk hükümetine
verdiği notada bu konudaki görüşlerini açıkladı. Bu görüş Amerika tarafından daha Potsdam'da da
belirtilmişti. Birleşik Amerika Boğazlarda, ticaret gemileri için tam serbesti, Karadeniz'e kıyıdar
devletlerin savaş gemilerinin geçişi için geniş serbesti ve Karadeniz'e kıyı olmayan devletlerin savaş
gemilerinin ise, Karadeniz devletlerinin izni ile geçiş hakkına sahip olmasını istiyordu.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Sovyetlerin 1925 tarihli Türk-Sovyet tarafsızlık ve saldırmazlık paktını 1945 yılında feshetmesinden
sonra Türk-Sovyet ilişkilerinde gittikçe artan soğukluk, İstanbul'da meydana gelen bir olayla gerginliğe
dönmüştür. Bir süreden beri İstanbul'da yayınlanmakta olan birkaç gazete solcu yayında
bulunmaktaydı. Buna tepki gösteren İstanbul Üniversitesi gençliği, 4 Aralık 1945 günü yaptığı büyük
bir yürüyüşte, Yeni Dünya, Tan ve Fransızca çıkmakta olan La Turquie gazetelerinin binaları ile,
Beyoğlu'nda bir Sovyet vatandaşına ait bulunan Berrak Kitapevi'ni tahrip etti. Sovyet hükümeti bu
olayı protesto ederken, olaylarda Türk polisinin de işbirliği yaptığı iddiasını ileri sürüyor ve
sorumluluğun Türk hükümetine ait olduğunu bildiriyordu.
Potsdam kararlarına uygun olarak Sovyetler Boğazlar hakkındaki görüşlerini, Türk Hükümetine 7
Ağustos 1946’da verdikleri bir nota ile açıkladılar. Notada, Türkiye'nin İkinci Dünya Savaşı sırasında
Boğazlardaki yetkilerini kötüye kullandığı ve Mihver'in savaş gemilerine geçiş verdiği belirtildikten
sonra, yeni Boğazlar rejiminin alması gereken şeklin esasları olarak şunlar belirtiliyordu:

1) Ticaret gemilerinin barışta ve savaşta tam geçiş serbestisine sahip olması.


2) Karadeniz'e kıyısı olan devletlerin savaş gemilerine her zaman geçiş serbestisi tanınması.
3) Karadeniz'e kıyısı olmayan devletin savaş gemileri için, -istisnai bazı haller dışında- barışta ve
savaşta geçiş yasağı konması.
4) Yeni Boğazlar rejiminin yalnız Karedeniz'e kıyısı olan devletler tarafından düzenlenmesi.
5) Ticaret ve geliş-geçiş serbestliği ile Boğazların güvenliğinin, en ziyade ilgili ve bu işe en liyakatli
devletler olan Sovyet Rusya ile Türkiye tarafından ortak vasıtalariyle sağlanması.
Birleşik Amerika ve İngiltere Sovyet Hükümetine verdiği bir nota ileSovyet isteklerine itiraz ederek,
bunu kabul edemeyeceklerini bildirdi.
Sovyetlerin notasına Türk Hükümeti bir nota ile cevap verdi. Bu cevapta "Tarih Türkiye'nin dahil olup
Türk Milletinin memlekete karşı vazifesini yapmadığı hiçbir savaş misali kaydetmemiştir". Bu sonuncu
cümle, Türkiye'nin Sovyet tehdidine karşı açık bir meydan okumasıydı. Bununla denilmek isteniyordu
ki, Sovyet Rusya Boğazlar üzerindeki ihtiraslarını gerçekleştirmek için kuvvete başvuracak olursa, Türk
Milleti buna aynı şekilde karşı koymaktan kaçınmıyacaktır. Bu, Türk Hükümetinin Sovyet tehdidine,
her ne şekilde olursa olsun, karşı koyma azminin bir ifadesiydi.

Yunanistan İç Savaşı
Yunanistan'dan Alman kuvvetlerinin çekilmesi ile birlikte, Almanlara karşı mücadele eden Yunan
çetecileri arasında da bir sağ-sol çatışması çıkmıştı ve solu EAM'cılar (Milli Kurtuluş Cephesi), sağı da
EDES'ciler (Yunan Milli Demokratik Ligi) temsil etmekteydi. EAM'ın askeri kuvvetini ELAS, yani Milli
Halkçı Kurtuluş Ordusu teşkil ediyordu. Kurtuluştan sonra bu mücadele sağ ve sol partiler arasındaki
mücadele şeklini aldı.
Yunan iç savaşını sona erdiren iki olay olmuştur. Birincisi, 12 Mart 1947 tarihli Truman Doktrini'dir. Bir
yandan Türkiye'nin, diğer yandan Yunanistan'ın, uğramış olduğu bu Sovyet baskı ve oyunları
karşısında Amerika Başbakanı Truman'ın Yunanistan'a 300 milyon dolarlık ve Türkiyeye de 100 milyon
dolarlık askeri yardım kararı Sovyetleri gerieltmiştir. İkincisi ise, 1948 Martından itibaren Tito'nun
Moskova ile arasının açılması ve Sovyet blokundan kopmasıddır. Böylece, Sovyetlerin Yunanistanı
komünizmin kontrolü altına sokma teşebbüsleri de başarısızlıkla neticelenmiş olmaktaydı.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Avrupa’da Sosyalist Blokun Kuruluşu


1945 Şubat’ında Yalta'da Amerika, İngiltere ve Sovyet liderleri arasında yapılan toplantı sonunda
yayınlanan Kurtarılmış Avrupa Hakkında Demeç, serbest ve demokratik seçimler için gerekli tedbirler
alınıncaya kadar, Sovyet işgalindeki ülkelerde geçici hükümetlerin kurulmasını ve bu hükümetlerde
bütün siyasi partilerin ve siyasi eğilimlerin temsil edilmesini öngörmekteydi. Esasına bakılırsa, bu
ülkelerde hiç bir parti tek başına hükümeti kurabilecek oy gücüne sahip değildi. Gerek bu demeç
dolayısıyla, gerek yapılan Kurucu Meclis seçimlerinin oy neticeleri doiayısiyle, hükümetler bu
ülkelerde genellikle koalisyon kabineleri şeklinde kuruldu. Fakat dikkati çeken nokta, bu kabinelerde
komünistlerin hemen daima İçişleri, Adalet ve Enformasyon bakanlıklarını almaları idi. Bu suretle,
İçişleri Bakanlığı ile ülkenin güvenlik kuvvetleri, Adalet Bakanlığı ile mahkemeler ve Enformasyon
Bakanlığı ile de basın ve radyo gibi kitle haberleşme vasıtaları komünistlerin kontrolü altına girmiş
olmaktaydı.

Bir süre sonra komünistlerin hükümetleri tamamen ele geçirdikleri görüldü. Çünkü çeşitli hadiseler ve
baskılar yüzünden, bazen de Sovyetlerin baskısı ile, Komünist Partisinin dışındaki siyasi partiler
hükümetlerden ayrılarak muhalefete geçtiler. Böylece hükümetler bir süre sonra, tamamen
komünistlerden meydana gelmiş oluyordu.
Sovyet işgali altındaki ülkelerle barış antlaşmaları yapıldıktan sonra, artık Sovyet askerlerinin bu
ülkelerden çekilmesi gerekiyordu. Halbuki komünist partileri iktidara sahip olmakla beraber, aynı
zamanda komünistlerin karşısında da kuvvetli muhalefet partileri bulunuyordu. Sovyetler, bu
muhalefet partilerini tamamen bertaraf edip komünist rejimleri yerleştirmeden bu ülkelerden
çekilmek istemedi ve bu sebeple bu ülkelerde muhalefet partilerinin tasfiyesine girişildi.

25 Şubat 1947’de Macaristanın Küçük Emlak Sahipleri Partisi'nin (bu Parti 1945 seçimlerinde oyların
% 57'sini almıştı), Genel Sekreteri Bela Kovacs, ülkenin güvenliğine karşı komplo hazırlamakla suçlandı
ve tutuklandı.
Bulgaristan’da ise, bu ülkenin en güçlü partisi olan Çiftçi Partisi'nin lideri Nikola Petkov, vatana ihanet
suçundan 1947 Haziran’ında tutuklandı ve ölüme mahkum edilerek Eylül ayında da idam edildi.
Romanya’da da, komünistlere karşı çetin bir mücadele açmış olan Köylü Partisi lideri Julius Maniu
1947 Temmuz’unda vatana ihanet suçundan tutuklanıp mahkemeye verildi ve Kasım ayında da
müebbed hapse mahkum oldu.

Polonyada ise, ülkenin en popüler partisi olan Polonya Köylü Partisi'nin lideri ve savaş sırasında
Londra’daki mülteci Polonya hükümetinin başkanı Stanislav Mikolajczyk, komünistlerin kendisini
tutuklamaya hazırlandıklarını farkedince, 1947 Kasım ayında Londra’ya kaçtı.

Çekoslovakya gelişmeleri ise biraz daha farklı oldu. Savaştan sonra, cumhurbaşkanlığına
Çekoslovakya’nın eski devlet adamlarından Dr. Beneş ve başbakanlığa da Komünist Partisi lideri
Klement Gottwald getirilmişti. Bakanların çoğu Komünist Partisi dışındandı. Bu sebeple, hükümeti
tamamen komünistlere teslim etmek için Sovyetler Çekoslovakyaya açıkça müdahale ettiler ve bir
hadiseyi protesto eden 11 bakanın yerine komünistleri baskı ile hükümete soktular. Dr. Beneş'in
direnmesi fayda etmedi. Bu kriz sırasında Dışişleri Bakanı Masaryk 10 Mart 1948 günü Bakanlık
binasının dördüncü katından kendisini atarak intihar etti.

"Çekoslovak Darbesi" adı verilen bu olay Batı'da büyük yankılar ve tepkiler uyandırdı. Bu olay üzerine
Batılılar, Sovyet emperyalizminin yayılmasına karşı tedbirler almak üzere 1948 Martı’ndan itibaren
harekete geçtiler.
Ekonomik ve Sosyal Düzenin Sovyet Modeline Göre Kurulması

Bu ülkeler komünist partilerinin tam kontrolü altına girdikten sonra, yapılan anayasalarla ekonomik,
sosyal ve siyasal düzen Sovyet modeline göre kuruldu. Bu ülkelerin milli ve tarihi özellikleri gözönüne
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

almadan kurulan bu Sovyet düzenine karşı, 1953 Martı’nda Stalinin ölümünden sonra bu ülkelerde
tepkiler ve başkaldırmalar ortaya çıktı.
Komünist ülkelerden Yugoslavya ile Arnavutluk’ta komünist rejimlerin kurulması ise çok daha başka
şekilde olmuştur. Her iki ülke de savaş sırasında Alman işgaline uğrayınca, bunların komünist partileri
hemen direnme kuvvetlerini oluşturmuş ve savaş boyunca Almanlara karşı savaşarak, savaşın
sonunda ülkelerinin kontrolünu ellerine almışlardı. Bu gelişmelerde Sovyet Rusyanın hiç bir yardımı
ve etkisi olmamıştır. Bundan dolayı, Yugoslavya ve Arnavutluk Moskova'ya karşı bundan sonra daha
bağımsız tutum aldı ve hatta bir süre sonra Moskova'dan koptu.

Kominform'un Kuruluşu
Sovyetlerin savaş biter bitmez, bir yandan İran, Türkiye ve Yunanistan üzerinde baskıya geçmesi ve
öte yandan da işgalleri altındaki Avrupa ülkelerinde komünist rejimleri baskı ve tehdit metodları ile
kurmaları, özellikle Birleşik Amerika'nın, Sovyet Rusya ile barışta da işbirliği yapabileceği hususundaki
ümitlerinin çabucak kaybolmasına sebep oldu. Amerika, tekrar Monroe Doktrinine dönmek için
Avrpadan çekilmek şöyle dursun, Sovyet Rusya'nın şimdi yaratmaya başladığı tehlike ve tehdidi gayet
açık olarak görmeye başladı. Bundan dolayı, 1947 Martında Truman Doktrinini ve 1947 Haziranında
da Marshall Planı'nı ortaya attı.
Truman Doktrini, Amerika'nın Sovyet tehdidine maruz kalan ülkeleri destekleme kararını ve Marshall
Planı da hür Avrupa'yı ekonomik bakımdan kalkındırma ve güçlendirme kararını ifade ediyordu.
Savaştan sonra Amerika'nın tekrar kendi kabuğuna çekilerek meydanı Sovyetlere bırakacağına
kesinlikle inanmış olan Moskova için, Amerika'nın bu yeni tutumu bir süpriz oldu ve Sovyetleri
telaşlandırdı. Uydu ülkelerle Moskova arasındaki bağları daha da güçlendirmek ve aynı zamanda da
uluslararası komünist faaliyet ve hareketlerini bir merkezden idare etmek için yeni tedbirlere
başvurmaya karar verdiler.
1947 yılında Sovyet Rusya, Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Polonya, Çekoslovakya,
Fransa ve İtalya komünist partilerinin liderleri Polonya'da bir araya gelerek yayınladıkları belgeyle 5
Ekim 1947’de Cominform'un kurulduğunu ilan ettiler.
Yayınlanan belgelere göre, kurulan bu uluslararası komünizm teşkilatının amaçları şunlardı:
1) İşçilerin yegane vatanı olarak Sovyetler Birliği'nin savunulması.
2) Birleşik Amerika tarafından temsil edilen emperyalizme karşı mücadele.
3) Bütün dünyayı kapsayacak olan bir Sovyetler Cumhuriyeti'nin kurulması.

Çin'de Komünizm
Sovyet Rusya 1946-47 yıllarındaki faaliyetleri ile Avrupa’daki durumlarını iyice sağlamlaştırmışlardı. O
kadar ki, bir Sovyet tehdidi Avrupa’nın üzerine iyice çökmüş bulunmaktaydı. Her ne kadar, Amerika
1947'den itibaren bu Sovyet tehlikesine karşı bir tepki göstermeye ve harekete geçmeye başlayacak
ise de, bunun neticesini ancak 1949 yılında alabilecektir. Fakat Amerika'nın tepkilerinin başladığı 1947
yılından itibaren de Asya'nın kaderi çizilmeye başlamıştı. Zira Çin'de Milliyetçilerle Komünistler
arasındaki mücadele 1948’den itibaren Milliyetçilerin aleyhine ve komünistlerin lehine dönmeye
başlayacak ve Avrupa’da NATO ittifakının kurulduğu 1949 yılının sonbaharından itibaren Çin Komünist
Partisi'nin kontrolü altına girecektir. Bu ise, Uzak Doğu kuvvet dengesinin gayet ağırlıklı bir biçimde
Sovyetler tarafına eğilmesi demekti.
1 Ekim 1949’da Mao Tse-tung Çin Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşunu resmen ilan etti ve aynı gün
Sovyet Rusya tarafından tanındı. Batılı devletlerden ilk tanıyan İngiltere oldu ve İngiltere Çin Halk
Cumhuriyetini 1950 Ocak ayında tanıdı. Böylece 1912’de Çin'de Mançu sülalesinin ve imparatorluğun
yıkılması ile başlayan çalkantılar, Çin'de komünist bir rejimin kurulması ile sonuçlanmış olmaktaydı.
Sovyet Rusya ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında 14 Şubat 1950 de bir dizi anlaşmalar imzalandı.
Bunlardan bir tanesi, "Dostluk, İttifak ve Karşılıklı Yardım" anlaşması, ikincisi, Sovyet Rusya'nın Çin'e
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

10 yılda ödenmek üzere 300 milyon dolarlık yardımını öngören bir anlaşma ve üçüncüsü de Sovyet
Rusya'nın Doğu Çin demiryollarını, Port Arthur ve Dairen limanlarını Çin'e iade etmeyi öngören
anlaşmadır.
Sovyet Rusya Avrupa’da açık bir üstünlüğe sahip iken, şimdi Uzak Doğu ve Asya'da Çin gibi komünist
devi ortaya çıkıyordu. 1949 yılında NATO'nun kurulması ile Avrupa belki dengelenmişti, fakat Asya'da
kuvvetler dengesinin durumu gayet açık bir şekilde komünist blokun lehine idi.

Batılıların Avrupa'da Dengeyi Kurmaları


Truman Doktrini
Komünizmin ortaya çıkardığı evrensel tehlike, Amerika’yı, sadece Avrupa gelişmelerinin içine değil,
uluslararası ilişkiler düzeninin bütünü içine sürüklemiş ve uluslararası politikanın global yapısı içinde
ve hürriyet düzeninin korunmasında sorumluluklar almaya yöneltmiştir. Geleneksel Amerikan dış
politikasındaki bu radikal değişmenin başlangıcını da Truman Doktri’ni teşkil eder.
Başkan Truman Amerikan Kongresine 12 Mart 1947 günü gönderdiği mesajında, Türkiye ve
Yunanistan'a 400 milyon dolarlık askeri yardım yapılması için kendisine yetki verilmesini istedi.
Amerikan Kongresi 22 Mayıs’da Yunanistan'a 300 milyon ve Türkiyeye de 100 milyon dolarlık bir
askeri yardım yapılmasını kabul etti. Truman Doktrini savaş sonrası Amerikan dış politikasında,
neticeleri günümüze kadar ulaşan fevkalade önemli bir dönüm noktasını teşkil eder. Bunun içindir ki,
Truman Doktrini karşısında Sovyet basını büyük bir sinirlilik göstermiştir.

Marshall Planı
Truman Doktrini, esas itibariyle Yunanistan ve Türkiye’ye askeri yardımı öngörmüştür. Çünkü bu iki
ülke Sovyetlerin doğrudan doğruya baskısı ve tehdidi altında idi. Fakat bu sırada Avrupa’nın durumu
ekonomik olarak son derece kötüdür. Altı yıllık savaş bütün ülkelerin ekonomik kaynaklarını
tüketmiştir. Savaş bütün ülkelerde ağır tahribat yapmıştır. Bir bakıma toplumlar açlıktan
kıvranmaktadır. Ekonomileri harekete geçirecek kaynak yoktur. Sovyet Rusya bu durumu fırsat
bilerek komünizm propagandasını şiddetlendirmişti. Komünizm propagandası fakirliğin müsait
zemininde çok etkili olmaktaydı. Sovyetler, komünist partilerinin özellikle kuvvetli olduğu Fransa ve
İtalya’yı seçmişlerdi. Bu iki ülkede komünist partilerinin kışkırtmasiyle çıkan grevler, bu ülkelerin
ekonomisini felce uğratmıştı. Bu grevlerle komünist partilerinin iktidara gelmeleri amaçlanmıştı. Bu
bakımdan, 1947 Eylül’ündeki Kominform toplantısına Fransa ve İtalya Komünist Partilerinin katılması
ilgi çekicidir.

Amerika'nın 1945 Haziranı ile 1946 sonu arasında Batı Avrupa’ya yaptığı ekonomik yardım 15 milyar
dolar olmuş, fakat bu yardım bütçe açıklarının kapanması, ithalat için kullanılması gibi, paranın verimli
olmayan ve gidip de gelmeyeceği alanlara harcanmıştı.
Bu sebeple Amerika Avrupa’ya yapacağı yardım için başka bir formül aradı ve bu formül Dışişleri
Bakanı George Marshall'ın 5 Haziran 1947 günü Harvard Üniversitesi'nde verdiği bir nutukta açıklandı.
Buna göre, Avrupa ülkeleri her şeyden önce kendi aralarında bir ekonomik işbirliğine girişmeliler ve
birbirlerinin eksikliklerini kendileri tamamlamalılar. Bu genel işbirliği sonunda bir açık ortaya
çıktığında Amerika bu açığın kapatılması için yardım etmeli. Bunun için de önce bir işbirliği programı
yapılmalıydı.
Marshall Planı adını alan bu teklifi görüşmek üzere 27 Haziran 1947’de Paris'te bir toplantı yapıldı. 12
Temmuz’da İngiltere, Fransa, Belçika, İtalya, Portekiz, İrlanda, Yunanistan, Türkiye, Hollanda,
Lüksenmburg, İsviçre, İzlanda, Avusturya, Norveç, Danimarka ve İsveç'in katılmasıyla toplanan 16’lar
konferansı 22 Eylül’de, Amerika’ya sunulmak üzere bir Avrupa Ekonomik Kalkınma programı hazırladı.
Bu program üzerine Amerika 3 Nisan 1948 de Dış Yardım Kanununu çıkardı. Amerika bu kanuna
dayanarak daha ilk yılında 16'lara 6 milyar dolarlık bir ekonomik yardım yaptı. Bu yardımlar daha
sonraki yıllarda da devam edecektir. Dış Yardım Kanunun çıkması üzerine 16 Avrupa ülkesi, 16 Nisan
1948’de Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı'nı kurdular.
Marshall Planına karşılık Sovyetler de, uyduları ile kendileri arasındaki ekonomik ilişkileri ve işbirliğini
sıkılaştırmak için Molotof Planı adını verdikleri ikili ticaret sistemini kurmuşlardır. Zira, bazı uydular ve
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

özellikle Çekoslovakya Marshall Planına katılmak için büyük istek göstermiştir. 1948 Şubat’ındaki
Çekoslovak darbesinde bunun da büyük rolü olduğundan şüphe yoktur.

Amerika Dışişleri Bakanı George Marshall'ın ismine karşılık Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov'un adını
alan yeni ekonomik işbirliği sistemi, komünist uydularının Sovyet kontrolü altına daha fazla
girmesinden başka bir şey değildi.

Batı Avrupa Birliği


Uydu ülkelerde Sovyetlerin yaptıkları komünist darbeleri içinde, Batılı devletler üzerinde en fazla
tepki uyandıranı 1948 yılındaki Çekoslovak darbesi olmuştur. Çünkü Çekoslovakya şimdiye kadar Orta
Avrupa’da Batılı manasında demokrasinin en ileri öncüsü olmuştu. Sovyetler yaptıkları darbe ile bir
Batı Demokrasisini öldürmüş olmaktaydılar.

Diğer taraftan, bu darbe ile Sovyetlerin, doğu ve orta Avrupa ile Balkanlardaki hakimiyeti, egemenliği
de tamamlanmış oluyordu. Bundan sonra sıra Batı Avrupaya gelecek demekti. Bu sebeple,
Çekoslovakya hadisesi, gerek Avrupa’da, gerek bütün dünyada büyük tepki uyandırmıştır.
İşte bu şartlar içinde, İngiltere ve Fransa ile, Benelux grubu olarak bilinen Belçika, Hollanda ve
Lüksemburg arasında, 4 Mart 1948’de Brüksel'de başlayan toplantı, 17 Mart 1948’de Batı Avrupa
Birliği'ni kuran bir antlaşmanın imzası ile sona erdi. Bu antlaşmaya göre beş devlet, aralarındaki her
türlü işbirliğinden başka, taraflardan biri Avrupa'da bir silahlı saldırıya uğradığı takdirde, diğerleri her
türlü vasıtalarla onun yardımına gideceklerdi.

Batı Avrupa Birliği Avrupa'daki Sovyet tehdit ve yayılmasına karşı alınmış ilk askeri tedbirdir. Fakat
Amerika'nın bu ittifak içinde olmayışı, Batı Avrupa Birliği’ni Sovyetler karşısında bir denge unsuru
olmaktan yoksun bırakıyordu. Fakat 1948 yılının gelişmeleri, Batılıları ve Amerikayı, daha geniş bir
ittifak sistemi kurmaya sevkedecek ve NATO ortaya çıkacaktır.

Berlin Buhranı
1948 yılı gelişmeleri içinde en gelişmelerden biri Berlin Buhranı’dır. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra,
Almanya'nın tümünde yapıldığı gibi Berlin şehri de dört işgal bölgesine ayrılmıştı. Fakat ne var ki,
Berlin şehri Almanya'nın Sovyet işgal bölgesi içinde bulunuyordu. Batılıların Berlin'deki işgal bölgeleri
ile Almanya'daki işgal bölgeleri arasındaki ulaşım, Sovyet işgal bölgesinden geçilerek yapılmaktaydı.
Amerika, İngiltere ve Fransa, kendi işgal bölgelerinde gerçek anlamda demokratik bir rejim
uyguluyorlar ve ayrıca ekonomik kalkınma için de her türlü çabayı sarfediyorlardı. Üç müttefik
bununla da kalmadı ve Amerika ile İngiltere 1946 yılının Aralık ayında Almanya'daki işgal bölgelerini
birleştirerek buna Bizonia adını verdiler. Berlin Buhranı çıkınca, Fransa da 1948 Haziran’ında kendi
işgal bölgesini Bizonia ile birleştirdi ve böylece üç müttefikin işgal bölgeleri Trizonia adını aldı.

Sovyetler İngiltere, Fransa ve ABD askerlerini Batı Berlin'den atmaya karar verdi ve Batı Almanya ile
Batı Berlin arasındaki her türlü ulaşıma kısıtlamalar koydu ve 1948 yılının Mart ayından itibaren bütün
ulaşımı kesti. Batı Berlin'de 2 milyon kadar insan yaşamaktaydı ve bunların beslenmesi gerekiyordu.
Bu durum Sovyetlerle Müttefikler arasında büyük bir gerginlik doğurdu. Amerika gücünü ortaya
koyarak, kurduğu bir "hava köprüsü" ile her gün Batı Berlin'e günde 3-4 bin ton yiyecek ve yakacak
taşımaya başladı.
Berlin Buhranı Batılılara böyle bir ümidin yersizliğini ve Almanya'nın bölünmüşlüğünün bir gerçek
olduğunu gösterdi. Bu sebeple, hiç değilse kendi işgal bölgelerini birleştirerek Batı Almanya’yı
bütünleştirmek istediler. 1948 Eylülünde Bonn'da toplanan bir Kurucu Meclis anayasa çalışmalarına
başladı ve 23 Mayıs 1949 da da Federal Alman Anayasası ilan edilerek Batı Almanya veya resmi adı ile
Federal Alman Cumhuriyeti ortaya çıktı.
Federal Alman Cumhuriyeti'nin kurulmasına karşılık olmak üzere Sovyetler de kendi işgal bölgelerinde
1949 Ekiminde Demokratik Alman Cumhuriyetini kurdular.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Berlin Buhranı, savaş sırasında Batılılarla Sovyet Rusya arasındaki işbirliği ve ortaklığın tamamen
ölmüş olduğunu ve şimdi dünyanın Doğu ve Batı Blokları olarak ikiye bölündüğünü kesinlikle gösteren
bir gelişme olmuştur.

NATO'nun Kuruluşu
Marshall Planı ve Truman Doktrini, Sovyetlerin Orta Doğu ve Avrupa'da girişmiş oldukları yayılma
faaliyetlerine karşı Birleşik Amerika'nın almış olduğu ilk tedbirlerdir. Fakat 1948 Berlin Buhranı
Amerika’ya şunu gösterdi ki, dünyanın yeni bir barış düzenine kavuşturulması için artık Sovyetlerle bir
işbirliği yapma imkanı kalmamıştır. Çünkü Sovyetler, bir barış düzeninin kurulmasından ziyade,
mümkün olduğu kadar geniş alanları komünist kontrolü altına sokmanın çabası içindedir. İşte bu
durum, Amerika’yı, Sovyetlere karşı Durdurma ve çevreleme politikasını uygulamaya götürmüştür.
Amerika Sovyet yayılmasını durdurmak için gerekli tedbirleri alacaktır ki, bu tedbirlerin en etkilisi 4
Nisan 1949’da kurulan NATO veya Kuzey Atlantik İttifakı olacaktır.
Sovyetlerin Avrupa'da girişmiş olduğu yayılma çabaları ve özellikle Çekoslovak darbesi, 1948
Martında, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg arasında Batı Avrupa Birliği denen bir
ittifak sisteminin kurulması sonucunu vermiştir. Sovyet saldırganlığına karşı kurulmuş bulunan bu
ittifak, daha ilk günden itibaren Amerika’ya dayanmaya ve ittifakın üyeleri de Amerika’yı bu ittifakın
içine çekmeye çalıştı. Amerika'nın askeri ve mali desteği olmazsa, bu ittifakın Sovyet emperyalizmine
karşı etkili olması mümkün değildi.
Amerika Monroe Doktrininden beri Avrupa ile ittifaklara girmiyordu. Fakat Avrupa'daki durum da
ciddi ve tehlikeli idi. Batı Avrupa Birliği'nin kuruluşunun hemen arkasından Sovyetlerin Berlin
Buhranını çıkarması, Batıya karşı açıkça bir meydan okumaydı. Bu sıkıntılı durumu Amerikan Senatosu
üyelerinden Senatör Arthur H. Vandenberg bertaraf etti. Senatör Vandenberg Nisan ayında Senatoya
sunduğu bir karar tasarısında, Amerika Cumhurbaşkanına, Amerika'nın güvenliğini ilgilendiren ve
karşılıklı yardıma dayanan "bölgesel ve diğer ortak anlaşmalara" katılma yetkisinin verilmesini istedi.
Vandenberg'in bu teklifi 11 Haziran 1948 de Amerikan Kongresi tarafından kabul edildi ve bu karara
bundan böyle Vandenberg Kararı denildi. Vandenberg Kararı, Amerika'nın 1823'tenberi uyguladığı
Monroe Doktrini’ni veya inziva politikasını resmen terketmesiiydi.
Amerika, dış politikasında bu esaslı değişikliği yaptıktan sonra, 4 Nisan 1949’da 12 Batılı ülke arasında,
kısa adı ile NATO (North Atlantic Treaty Organization) denen Kuzey Atlantik İttifakı kuruldu.
Antlaşmanın başında, bu ülkelerin, milletlerin, demokrasi ilkeleri ile kişi hürriyetleri ve hukuk
üstünlüğüne dayanan hürriyetlerini ve ortak savunmaları ile barış ve güvenliklerini korumak için
birleşmiş oldukları belirtiliyordu. İçlerinden birine yapılmış bir saldırı hepsine yapılmış sayılacaktı.
NATO'nun kuruluşu ile Sovyetlerin Avrupa'daki yayılmasını durdurmuştur.

Not: Sovyetler Birliği 1949'a gelinceye kadar Avrupa'nın önemli bir kısmını sınırları içine katmıştır.
Sovyet Rusya, 1940-1945 yılları arasında Avrupa'da 450.000 Km. toprağı ve 24 milyon kadar nüfusu
sınırları içine katmıştır. 1945- 1948 yılları arasında ise, 1 milyon Km. toprak ile 92 milyon nüfusu da
kontrolları altına almışlardır. Türkiye ve Yunanistan'ın 1952 de, Batı Almanya'nın 1955 de ve
İspanya'nın da 1982 yılında NATO'ya katılması ile NATO üyelerinin sayısı 16'ya yükselmiştir.

Yugoslavya'nın Kominform'dan Çıkarılması


Batı Bloku'nun, Sovyet yayılması ve tehlikesi karşısında Avrupa'da toparlamaya ve Sovyetler
karşısında güçlü bir duruma gelmeye başladığı sırada, Sovyet Blok'unda önemli bir çatlak ve çatışma
meydana gelmiş ve Sovyetlerin Balkanlar’da en kuvvetli kolu sayılan Yugoslavya Rusya’dan kopmuş,
arkasından da, 28 Haziran 1948’de Kominform'dan çıkarılmıştır.

Sovyetler Yugoslavya'yı da tam anlamıyla kontrolları altına almak istemiş, fakat Yugoslavya lideri Tito
buna izin vermemiştir. Çünkü Yugoslavya'nın komünist rejim altına girmesi, Sovyet askerleri veya
Sovyet Rusya'nın sayesinde değil, Tito ve "Partizan"larının Almanlara karşı yaptığı silahlı mücadele
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

sonunda olmuştu. Diğer uydu ülkelere göre bu farklılık, Tito'ya, Moskova'ya karşı davranışında büyük
bir bağımsızlık sağlamıştı.

Tito, kendisini Balkanların bir lideri yapmak istiyordu. Bu amaçla, Bulgaristan, Romanya ve Macaristan
ile çeşitli işbirliği anlaşmaları ve ittifak antlaşmaları imzalanmıştı. Tito, bu ülkeleri Belgrad etrafında
toplamak ve hatta Yunanistan'da Markos galip geldiği takdirde Yunanistan'ı da katarak, bir Balkan
Federasyonu kurmak istiyordu. Bu ise Sovyetleri rahatsız etmişti. İki ülke arasında doktriner görüş
ayrılıkları da ortaya çıkmıştı. Sovyetler, Tito'nun aynen Sovyet komünizmini ve sistemini uygulamasını
istemişler, Tito ise buna karşı gelerek, komünizmi Yugoslavya'nın milli şartlarına göre uygulama
çabasındaydı. Tito'nun bu hareketi, uluslararası komünizm hareketinde ilk "milli komünizm" tatbikatı
olarak düşünülebilir.

Bu sebeplerle Yugoslavya'nın Sovyet Bloku'ndan kopması, Sovyet Rusya için ağır bir darbe olmuştur.
Onun için, bir süre Yugoslavya Sovyet Rusya'nın tehditlerine maruz kalmış ve bunun üzerine Amerika
Yugoslavya’ya ekonomik ve askeri yardıma başlamıştır. 1953'te Stali'nin ölümünden sonra Sovyet-
Yugoslav ilişkileri yumuşamış ise de, Moskova'nın çabalarına rağmen Tito tekrar Sovyet Blokuna
dönmeyip, 1961'den itibaren Nehru ve Nasır ile birlikte Bağlantısızlar Blokunun lideri olmuştur.

Beş Barış Antlaşması


1945-1948 arasındaki devrede Batılılarla Sovyetler arasında yapılan çeşitli konferanslardan sonra,
İkinci Dünya Savaşının yenilen devletlerinden İtalya, Romanya, Bulgaristan, Macaristan ve Finlandiya
ile 19 Şubat 1947’de barış antlaşmalarının imzası mümkün olabilmiştir.
İtalyan barış antlaşması ile İtalya, batıda Fransa’ya küçük bir toprak bıraktı. İtalya- Avusturya sınırı
eskisi gibi kabul edildi. Güney Tirol ve Brenner Geçidi İtalya'nın elinde kaldı. Trieste bölgesi Serbest
Bölge haline getirildi. Barış antlaşması ile İtalya bütün sömürgelerini kaybetti. Habeşistan tekrar
bağımsız oldu. Trablusgarp, Libya adı ile 1951 Aralık ayında bağımsızlığını kazandı. İtalya, Sovyetler
Birliği, Yugoslavya, Yunanistan, Habeşistan ve Arnavutluğa, toplam olarak 360 milyon dolar tamirat
borcu ödeyecekti.
Yenilen devletler olan Romanya, Bulgaristan ve Macaristan Sovyet Rusyaya, Çekoslovakyaya ve
Yunanistan'a tamirat borcu ödeyeceklerdi.

Uzak Doğu Çatışmaları (1950-1954)


Avrupa'da NATO'nun ve dolayısıyla Doğu ve Batı blokları arasında dengenin kurulması üzerine, bu iki
blok arasındaki çatışmalar ve soğuk savaş gelişmeleri, Avrupa'dan Uzak Doğu’ya taşınmıştır. Daha
doğrusu, Sovyetler, yayılma faaliyetlerini Uzak Doğu’ya taşımıştır. Bunun içindir ki, 1950-54 arasında
Uzak Doğu çatışmalarının iki temel gelişmesi Kore Savaşı ile Hindiçini Savaşı olmuştur.

A)Kore Savaşı
1945 yılında Amerika ile Sovyet Rusya arasında yapılan bir anlaşmaya göre, savaş bittikten sonra
Kore, Birleşik Amerika, Sovyet Rusya, İngiltere ve Çin'in ortak vesayeti altında olacaktı. Potsdam
Konferansında Sovyet Rusya Uzak Doğu savaşına katılmaya karar verince, askeri harekat bakımından
Kore toprakları 38. enlem çizgisi ile ikiye ayrıldı ve bu çizginin kuzeyi Sovyet, güneyi de Amerikan
askeri harekat sahası olarak kabul edildi. Amerika Hiroshima ve Nagazaki'ye atom bombalarını
attınca, Sovyetler hemen Japonya’ya savaş ilan edip, askerlerini Kuzey Kore'ye soktu ve 38. enlem
çizgisine kadar ilerlediler.
Böylece Kore, savaşın sonunda, kuzeyi Sovyet, güneyi Amerikan işgali altında olmak üzere fiilen ikiye
bölünmüş oluyordu. Bir yandan Amerikan-Sovyet müzakereleri, öte yandan Birleşmiş Milletlerin
çabaları, bu iki Kore'nin birleşmesini sağlayamadı. Bunun üzerine Amerika, 10 Mayıs 1948’de
Syngman Rhee'nin başkanlığında Güney Kore Cumhuriyeti kuruldu. Sovyetler de Kuzey Kore'de 9 Eylül
1948’de Kore Halk Cumhuriyeti'ni kurdular.
ABD’yi Asya kıtasından atmak isteyen Sovyetler Birliği’nin talimatı ile Kuzey Kore kuvvetleri 25
Haziran 1950 sabahından itibaren Güney Kore'ye karşı saldırıya geçti. Bu açık saldırganlık karşısında
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Amerika Birleşmiş Milletleri harekete geçirdi. Amerikalı general MacArthur komutasında Birleşmiş
Milletler Kuvveti oluşturuldu.
Not: Türkiye Birleşmiş Milletler Kuvveti'ne bir tugaylık bir kuvvetle katıldı. Milli Mücadeleden beri
muharebe alanlarına girmemiş olan Türk askeri, Kore Savaşında, gerçekten destan denebilecek
kahramanlık örnekleri vermiştir. Kore'de akan Türk kanı ve Türk kahramanlığı, Türkiyenin 195 yılında
NATO'ya alınmasında çok önemli bir rol oynamıştır.

1950 Haziran’ında başlayan Kore savaşı, 1953 Temmuz’unda Panmunjom Antlaşması ile sona erdi. Bu
üç yıllık süre içinde taraflardan hiç biri kesin bir üstünlük gösterip zafere gidememiştir. Panmunjom
Antlaşması ile Kuzey ve Güney Kore arasındaki sınır yine 38. enlem çizgisi Kabul edildi. Sovyetler
Birliği Amerikayı Kore'den çıkaramıyacaklarını anlamışlardı.

Not: Sovyet lideri Stalin'in 1953 Mart’ında ölmesi ve içerdeki iktidar mücadelesi dolayısıyla, Sovyet
Rusya mütarekeye razı olmuş ve mütareke anlaşması 27 Temmuz 1953’de Panmunjom'da
imzalanmıştır. Gerek mütareke görüşmelerine, gerek mütarekenin imzasına, "gönüllüler" adına Çin
Halk Cumhuriyeti de katılmıştır.

Amerika'nın Uzak Doğu'da Yeni Tedbirleri


Kore Savaşı Amerikaya, bu bölgeye ait politikasını yeniden düzenleme ve Avrupa’da olduğu gibi,
dünyanın bu bölgesinde de sosyalist emperyalizmine karşı bir takım savunma tedbirleri alma
zorunluluğunu gösterdi.
Japonya 2 Eylül 1945 de teslim olduğundanberi Amerikanın işgali altında bulunuyordu. Sovyetler ve
Çin propagandaları ile Japon halkını Amerika aleyhine kışkırtıyorlardı. Bütün bunların üstünde, Kore
Savaşı şimdi Uzak Doğu’da bir de Çin tehlikesini ortaya çıkarmıştı. Böyle bir karmaşık durumda
Amerika’nın Japonya’ya ihtiyacı vardı. Bu sebeple, Japonya ile ilişkileri yeni bir düzene sokmak ve
bunun için de ilk önce Japonya ile barış yapmak gerekirdi.
Japonya ile barış antlaşması 8 Eylül 1951’de San Francisco'da imzalandı. Bu barış ile Japonya, Kore ve
Pasifik’teki bir çok ada üzerindeki her türlü hak ve iddialarından vazgeçti. Ayrıca Japonya, Amerika’ya,
topraklarında kara, deniz ve hava kuvvetleri bulundurmak hakkını tanıdı.
ABD gerek Çin ve gerekse ileride ortaya çıkma ihtimali olan Japon emperyalizmine karşı Avsturalya ve
Yeni Zelanda’yı yanına alarak ANZUS (Australia, New Zealand, United States) paktını kurdu.

Hindiçini Savaşı
Fransa II. Dünya Savaşından sonra Hindiçini'deki sömürgelerine (Vietnam, Laos, Tayland ve
Kamboçya) tekrar yerleşerek eski düzeni kurmaya kalkınca, Fransa’ya karşı bağımsızlık ayaklanmaları
başladı. Vietnam'ın kuzey bölgelerinde bu bağımsızlık hareketini Ho Chi-minh liderliğindeki
sosyalistler yürüttü.
1954 yılında Hindiçini meselesi Doğu ve Batı blokları arasında ciddi bir buhran haline geldi. Bunun
üzerine, Birleşik Amerika, Fransa, Sovyet Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti ve İngiltere'nin katılması ile
1954 yılında Cenevre'de bir konferans toplandı. Cenevre Konferansı, 20 Temmuz 1954 de, Hindiçini
yarımadasında bir mütareke sağlayan bir anlaşmanın imzası ile kapandı. Bu anlaşma ile Fransa,
Vietnam, Laos ve Kamboçya'dan tamamen çekilerek bu ülkeler bağımsız olmaktaydı. Fakat, Vietnam
17. enlemden itibaren ikiye bölündü ve kuzeyi Ho Chin-minh ve Viet-Minh'e bırakıldı. Güneyde ise
ayrı bir Vietnam devleti kurulmaktaydı. Almanya ve Kore'den sonra Vietnam da ikiye bölünmüş
olmaktaydı.

C) SEATO'nun Kuruluşu
Uzak Doğu’daki sosyalist yayılmacılığa karşı Amerika'nın bu bölgeyi koruma doğrultusunda attığı ilk
adım, Tayland, Laos, Kamboçya ve Güney Vietnam'a askeri ve ekonomik yardımlarını arttırmak oldu.
İkinci adım ise, SEATO veya Manilla Paktı denen Güney-Doğu Asya Antlaşma Teşkilatı (South East Asia
Treaty Organization)nın kurulmasıdır. Bu kollektif savunma sistemi, 8 Eylül 1954’de, Amerika,
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

İngiltere ve Fransa ile, Uzak Doğu ülkelerinden Yeni Zelanda, Avustralya, Filipinler, Tayland ile
Pakistan'ın katılması ile kurulmuştur.
SEATO'nun imzası ile Amerika Sovyet Rusya ve müttefiki Çin etrafında, Avrupa'nın Atlantik
kıyılarından Pasifik’e kadar uzanan bir ittifaklar çemberi meydana getirmiş oldu.
Not: Bu arada 1952 yılında Türkiye ile Yunanistan da NATO'ya katılmışlardı. Arada bir Yugoslavya
kalmıştı, fakat 9 Ağustos 1954’de Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında da Balkan İttifakı
imzalanarak bu boşluk da kapatılmıştı.

Şimdi Uzak Doğu'da da bir tek boşluk kalmıştı. Amerika bu boşluğu da kapatmak için, 2 Aralık 1955 de
Milliyetçi Çin (Formosa) hükümeti ile de bir ittifak imzaladı. SEATO antlaşması gibi, bu ittifakın da
süresi yoktu.
1955’te Almanya'nın NATO'ya 15. üye olarak katılması üzerine Sovyet Rusya da kendi uydularını
etrafına toplayarak Varşova Paktı olarak bilinen Varşova Güvenlik Paktı'nı kurdu. Bu ittifak Sovyet
Rusya, Arnavutluk, Bulgaristan, Doğu Almanya, Polonya, Romanya ve Çekoslovakya arasında 20 yıl
için imzalanmıştı. Antlaşmanın giriş kısmında, ittifakın sebebi olarak, Batı Almanya'nın NATO'ya
girişinin, "yeni bir savaş tehlikesini arttırdığı ve barışsever devletlerin milli güvenlikleri için bir tehdit
teşkil ettiği" belirtilmekteydi.

Sosyalist Blokta Sarsıntılar


Sovyet Rusya diktatörü ve 1924 yılındanberi Rusya'nın yönetimini elinde tutan Jozef Vissarionoviç
Stalin 74 yaşında iken 5 Mart 1953 günü Moskova'da öldü. Stalin'in ölümü ile Sovyet Rusya'da dört yıl
sürecek olan bir iktidar mücadelesi başladı. Stalin'in ölümü ve iktidar mücadelesi, Sosyalist ülkelerde
hem komünist rejimlere karşı ve hem de Moskova'ya karşı ayaklanmaların ve patlamaların ortaya
çıkmasına sebep oldu. Blok içindeki bu sarsıntılar, gerek Blok içi ilişkilere ve gerek Sovyet Rusya'nın
dış politikasına da etki etmiştir. Bu gelişmeler neticesi, her iki alanda da bazı yumuşamaların meydana
geldiği bir gerçektir.

Sovyet Rusyada İktidar Mücadelesi


Stalin'in ölümünün ertesi günü, yani 6 Mart 1953 günü, yayınlanan bir bildiri, Georgi MaJenkov'un
Başbakan ve Beria, Molotov, Bulganin ve Kaganoviç'in de Başbakan Yardımcıları olduğunu açıklandı.
Böylece Stalin'in yerine göz koyanlar, hemen bir iktidar mücadelesi içine girmemişler, adeta geçici bir
anlaşma ile Kollektif Liderlik denen toplu idareyi tercih etmişlerdi.

Georgi Malenkov, daha Stalin'in sağlığında onun halefi olarak bilindiğinden, Başbakanlığa gelmesi
süpriz olmadı. Lavrenti Beria ise, Stalin'in İçişleri Bakanı olarak yıllarca Sovyet gizli polis teşkilatını
idare etmiş ve bu teşkilatı, Partinin hizmetinde iyi kullanmıştı. StaIin'in halefi olarak adı geçenlerden
biri de o idi. Vyaçeslav Molotov ise, 1939-1949 yılları arasında Sovyet Dışişleri Bakanlığı yapmış ve
savaştan sonra Sovyetlerin yayılmacı-emperyalist politikasının yürütülmesinde Stalin'in sağ kolu
haline gelmişti. Fakat 1949’da Dışişleri Bakanlığından alınmıştı. Şimdi Stalin'in ölümü ile tekrar ön
plana geçiyordu. Nikolay Bulganin de orduda siyasal komiserlik yapmış, Mareşal rütbesine sahip bir
sivildi. Şimdi onun da hem Başbakan Yardımcısı ve hem Savunma Bakanı olması, Stalin'in yerinde
onun da iddiasının olduğunu gösteriyordu. Lazar Kagonoviç'e gelince, o da Stalin'in yakın
adamlarından biri olarak bilinmekteydi.
Yine aynı bildiride, Moskova Komünist Partisi Genel Sekreteri Nikita Sergeyeviç Kruşçev adında birinin
de, Parti Merkez Komitesi üyeliğine getirildiği açıklanıyordu. İşte iktidar mücadelesini kazanan adam
bu olacaktır.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Kruşçev 1953 yılının Eylülünde Sovyetler Birliği Komünist Partisinin Birinci Sekreteri oldu. Bu, Parti'nin
Kruşçev'in eline geçmesi demekti.

1958 Mart’ında da Bulganin Başbakanlıktan çekildi ve Kruşçev, Parti Birinci Sekreterliği ile beraber
Başbakanlığı da üzerine aldı. Kruşçev'in iktidarı 14 Ekim 1964 tarihine kadar devam etti.

Çekoslovakya’da Pilsen Ayaklanması


Stalin'in cenaze töreninde Çekoslovakya'yı, Komünist Partisi Lideri ve 1948 Şubat darbesinin
kahramanı, Klement Gottwald temsil etmişti. Fakat cenaze töreninden altı gün sonra, 14 Mart 1953
de öldü. Bunun üzerine, Antonin Zapoiocky Cumhurbaşkanı oldu. Wiliam Siroky Başbakan ve Antonin
Novotny de Komünist Partisi lideri seçildi. Bu "Troika"nın kollektif idaresi başladığı sırada, Çekoslovak
ekonomisi çok kötü bir durumdaydı. Enflasyon gittikçe artarken, aşırı endüstrileşmenin neticesi
olarak, tarım üretimi ve tüketim endüstrisinin üretimi de azalmaktaydı. Dolayısıyla bu durumda
fiyatlar da hızla yükselmekteydi. O kadar ki, karaborsada tüketim maddelerinin fiyatı, resmi fiyata
nisbetle 5-10 kat artmıştı.
Hükümet enflasyonu frenlemek amacı ile bir para operasyonuna başvurdu. Çekoslovak parası
"Kuron"ları, yenisi ile değiştirme yoluna gitti. Bu yapılırken 50 eski Kuron yerine sadece 1 Kuron
veriliyordu. Yani halkın elindeki tasarruflar birdenbire azalıyordu. Hükümet enflasyonu önlemek için,
halkın satın alma gücünü düşürmekteydi. Fakat bu tedbir büyük tepki ile karşılandı.

1 Haziran 1953 yılından itibaren ortalık karıştı. Pilsen'deki Lenin fabrikalarında (eski adı ile Skoda
fabrikası) çalışan 5000 işçi sokaklara döküldü ve gösterilere başladı. Bunun arkasından, Ostrava'daki
Çelik fabrikası işçileri ile Prag'daki makina endüstrisi işçileri de gösterilere başladı. Fakat esas
ayaklanma Pilsen'de yaşandı. Pilsen'de işçiler belediye binasını basarak yağma ettiler. Ellerine
geçirdikleri hoparlörlerle "hür seçim istiyoruz" diye bağırıyorlardı. Göstericiler, Stalin ve Gottwald'ın
resimlerini ayaklar altında parçaladılar. Ellerine geçirdikleri Rus bayraklarını paramparça ettiler. Bu
ayaklanmalar Kruşçev’inde katıldığı toplantılarda alınan karar üzerine sert bir şekilde bastırıldı.

Doğu Berlin Ayaklanması

1953 yılında ekonomik şartlar Doğu Almanya'da da kötüleşmekteydi. Yiyecek maddeleri karneye
bağlandığı halde, hükümet gereken yiyeceği karne ile veremeyecek duruma geldi. Bunun üzerine
Doğu Almanya'nın Komünist Partisi lideri Walter Ulbricht, Sovyet Rusya’ya başvurup yardım istedi.
Ulbricht, yayınladığı bir kararname ile, üretimi arttırmak için, çalışma şartlarını daha da ağırlaştırdı.

Fakat Doğu Alman halkı içinden yüzlerce insan komünizmden kurtulmak için her gün Batı Berlin'e
kaçıyordu. Bir yandan Stalin'in ölümü, öte yandan Komünist Partisi içindeki görüş ayrılıklarından
cesaret alan Doğu Berlin'deki işçiler 16 Haziran 1953 sabahı ayaklandılar. Ayaklanma bütün Doğu
Berlin'e yayıldı. İşçiler, çalışma şartlarının hafifletilmesini ve fiyatların düşürülmesi yanında,
hükümetin istifasını ve gizli ve serbest seçim istiyorlardı. Ülkede genel grev ilan edilmişti. Binlerce
insan şehrin merkezindeki hükümet binasına saldırdı.
Bu durum karşısında şehirde bulunan iki Sovyet zırhlı tümeni harekete geçti. Halk taş ve sopalarla
Sovyet tanklarına karşı koydu. Tanklar halkın üzerine ateş açtı. Fakat 17 Haziran akşamı saat 19.00
sıralarında Sovyet kuvvetleri şehre hakim olmuşlar ve ayaklanmaları bastırmışlardı.

Polonya’da Poznan Ayaklanması


Stalin'in ölümü ilk önemli etkisini Polonya üzerinde gösterdi. Polonyalılar geleneksel olarak milliyetçi
ve dinlerine bağlı bir milletti. XX. yüzyılda Polonyalıların en büyük korkusu Almanlardı. Fakat savaştan
sonra Stalin'in Polonya'da kurduğu komünist rejimin baskısı çok daha ağır oldu. Bu sebeple Stalin'in
ölümüne en fazla sevinenler Polonyalılardı.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Stalin ölümünden sonar Polonya’da yumuşama ve liberalleşme havası başladı ve gizli polis teşkilatı
dağıtıldı, binlerce siyasi mahkum serbest bırakıldı, tüketici fiyatlarında indirim yapıldı. 1956 yılında
ülkede Sovyet aleyhtarlığı başladı.

Poznan'da 28 Haziran 1956 günü işçiler ayaklandılar. Buradaki Zispo otomobil, vagon, ve askeri
malzeme fabrikalarında 15.000 kadar işçi çalışmakta idi ve 1955 yılındanberi bunların bir takım
problemleri vardı. Bunların başında çalışma şartlarının ağırlığı, ücretlerin yetersizliği, gibi meseleler
geliyordu. İşçiler, ellerinde, ücretlerin arttırılmasını, fiyatların düşürülmesini ve ekmek istiyen
pankartlar taşıyorlardı. Fakat kalabalık büyüdükçe sloganlar da sertleşti. Topluluk şimdi, "Kahrolsun
Rusya.... Kahrolsun Sovyet işgali", "Bize dinimizi veriniz", "Yaşasın ekmek, hürriyet ve adalet" diye
bağırmaya başlamıştı.
Güvenlik kuvvetleri göstericilerle başa çıkamayınca tanklar şehre girmeye başladı ve ayaklanmalar
bastırıldı. Ayaklanma bastırılmakla beraber, yeni bir demokratikleşme dönemini de beraberinde
getirdi. Komünist Partisi Merkez Komitesi 18-28 Temmuz arasında yaptığı toplantılarda, halkın siyasi
ve ekonomik sıkıntılarını hafifletmek amacı ile bir çok kararlar aldı. Hükümet, Aralık ayında
Parlamento için yeni seçimler yapılacağını ilan etti. Katolik Kilisesinin faaliyetine müsaade edildi.

Macar Milli Ayaklanması

Macaristan'da patlak veren milli ayaklanma, Sovyetlerin başına uluslararası sorun oldu ve bir Macar
gazetecisinin dediği gibi, 13 gün süre ile adeta Kremlin'i temelinden salladı.
Stalin'in ölümü ve 17 Haziran 1953'teki Doğu Berlin ayaklanması Macaristan'a da etki etti.
Macaristan'ın bazı fabrikalarında işçiler ayaklandı. Bu durum Sovyetleri endişelendirdi ve Macar
Komünist Partisi lideri ve Başbakan Rakosi 28 Haziran’da Başbakanlıktan çekildi ve İmre Nagy
Başbakan oldu. Nagy başbakan olur olmaz komünist rejimin bir çok sert tatbikatını hemen yumuşattı.
Bu yumuşama tedbirleri sayesinde Nagy kısa sürede halkın sevgisini kazandı. Fakat Nagy'ın bu
yumuşak komünizmi Sovyet liderlerini korkuttu. "Şovinizm" ve "küçük burjuva demagojisi" yapmakla
suçlanan Nagy, 1955 Nisan’ında Başbakanlıktan alındığı gibi, Komünist Partisi Merkez Komitesi
üyeliğinden de çıkarıldı.

Budapeşte'de büyük gösteriler başladı. Kalabalık bir kaç saat içinde 200.000 kişiyi buldu. Göstericiler
eski Başbakan Nagy'ın evinin önüne gitti. Nagy balkona çıkıp "Yoldaşlar" diye halka hitap etmek
istediği zaman, halk "Biz yoldaş değiliz!" diye bağırdı. Halkın ellerinde taşıdığı bayrakların ortası
delikti. Çünkü bayraklardaki orak-çekiç'i çıkarmışlardı. Göstericiler o gece radyo binasını ele geçirmek
için harekete geçince, güvenlik kuvvetleri halkın üzerine ateş açtı. Buna rağmen halk gösterilerine
devam etti. Stalin'in büyük boydaki heykelini bir kamyona bağlayan halk, heykeli devirdi ve parçaladı.
Bu sırada Macaristan'ın üçüncü büyük şehri olan Debrecen'de de halk ayaklanmıştı.

Bu durum karşısında Macar Komünist Partisi, 24 Ekim sabahı Imre Nagy'ı tekrar başbakanlığa getirdi.
Nagy hemen radyoda yaptığı bir konuşmada, kamu hayatının daha geniş şekilde demokratize
edileceğini ve sosyalizmin inşasında Macar milli karakterinin gözönünde tutulacağını bildirerek,
halktan silahlarını bırakmasını istedi. Halk bu isteğe uymadı.

25 Ekim sabahından itibaren gösteriler ve genel grevler Macaristan'ın her tarafına yayılmıştı. Halk,
hürriyet ve Sovyet askerlerinin Macaristan'dan çıkmasını istiyordu.

Bu sırada, ayaklananlar bir Milli İhtilal Komitesi kurmuşlardı ve başkanlığına da Macar Generali Pal
Maleter'i getirmişlerdi. Macaristanın bütün şehirlerinde de milli ihtilal komiteleri kurulmuştu.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Kısacası, Macaristan bir iç savaşa sürüklenmişti. Fakat şu farkla ki, bu iç savaş, bir ülkenin iki ayrı
grubu arasında değil, emperyalist ve işgalci bir kuvvet ve onu destekleyenlerle milli bağımsızlık
mücadelesi verenler arasında idi.

Sovyet Rusya 30 Ekim akşamı bir deklarasyon yayınladı. Sovyet tankları 31 Ekim’den itibaren
Budapeşte'yi tamamen kuşattı. Bu durum karşısında İmre Nagy, Sovyetlerin Varşova Paktı'nı ihlal
ettiklerini belirterek, Macaristan'ı Varşova Paktı'ndan çıkardığını ve tarafsızlığını ilan etti. Nagy, 2
Kasımda da Birleşmiş Milletler Genel Sekreterine gönderdiği mektupta, Macaristan'ın "tarafsızlığının"
B.M. tarafından garanti edilmesini istedi. Nagy, Sovyetlerin Budapeşte büyükelçisi bulunan Yuri
Andropov'u da makamına davet ederek alınan kararı ve Macaristan'ın Varşova Paktından çıkması
meselesini müzakere etmek istediğini bildirdi. İşte bu müzakereler hem İmre Nagy'ın ve hem de
Macar milli ayaklanmasının sonunu getirdi. Zira, 4 Kasım akşamı Başbakan Imre Nagy ile Savunma
Bakanı Pal Maleter, Tuna nehrindeki Csepel adasında bulunan Sovyet karargahına müzakereler için
gittiklerinde Sovyet gizli polisi tarafından tutuklandılar. Bundan sonra Pal Maleter ve İmre Nagy'dan
haber alınamayacak ve yalnız 17 Haziran 1958’de bir Sovyet hapishanesinde idam edildikleri
açıklanacaktır. 4 Kasım sabahından itibaren yüzlerce Sovyet tankı Budapeşte'ye amansız bir şekilde
girmeye başladı. Sovyet tanklarının bu kanlı baskını üzerine onbinlerce Macar, kadın ve erkek, genç ve
ihtiyar, ülkelerinden kaçmak için değil, komünizmden kaçmak için yollara döküldüler. Macar Milli
ayaklanması bitmişti. Yakın tarihin kanlı bir yüz karası kapanmakta idi.

Orta Doğu Çatışmaları (1955-1959)


Stalin'in ölümünden sonra sosyalist blok içinde sarsıntılar ve çatlamalar olmakla birlikte, 1955 yılından
itibaren Soğuk Savaş veya Doğu-Batı çatışmaları Orta Doğu bölgesine sıçradı. Sovyetler bir yandan
blok-içindeki sorunlarla uğraşırken, öte yandan da Orta Doğu bölgesinde Batı Bloku ile çatışma içine
girdi. Bu durum, 1960 yılına kadar sürecek bir dizi buhranlar, bunalımlar dönemini açacaktır.

Orta Doğu gelişmelerinin başlangıç ve ağırlık noktasını, bir bakıma mihverini, 1948 yılında İsrail'in
bağımsız bir devlet olarak kuruluşu teşkil eder. İsrail Devleti'nin kuruluşuna karşı Arap dünyasının
tepkileri Orta Doğu'da buhranların, krizlerin günümüze kadar uzantısına sebep olmuştur.

A) İsrail'in kuruluşu ve Arap-İsrail Savaşı: 1948-1949

Birinci Dünya Savaşı sonunda İngiltere'nin "manda"sına verilen Filistin, yahudilerle Araplar arasındaki
çatışmalar yüzünden İngiltere'nin başına dert olmuştu. İki savaş arası dönemde İngiltere'nin Araplarla
Yahudileri uzlaştırmak için harcadığı çabalar bir sonuç vermediği gibi, Filistin topraklarını bu iki millet
arasında paylaştırmak istemesi de bir çözüme ulaşmadı.
İngiltere, Filistin'deki durumun daha kötüye gitmesini önlemek için 1939 yılında, Filistin'e yapılacak
Yahudi göçlerini çok sınırladı. Fakat bu sefer Avrupa'nın çeşitli yerlerinden Yahudiler Filistin'e kaçak
olarak girmeye başladılar. Bu kaçak göçleri Haganah adlı gizli bir teşkilat organize ediyordu.
Filistin'deki İngiliz kuvvetleri bu kaçak göçleri önlemeye çalışınca İngiliz askerleri ile Yahudiler arasında
silahlı çatışmalar çıktı. Bu çatışmalarda İrgun adlı Yahudi tethiş teşkilatı aktif bir rol oynamakta idi.

İngiltere bir süre uğraştıktan sonra, Filistin sorunundan kurtulmak amacıyla ve 2 Nisan 1947’de
meseleyi Birleşmiş Milletlere götürdü. Meseleyi ele alan Genel Kurul, iki haftalık müzakerelerden
sonra, Filistin meselesine bir çözüm bulması için bir özel komisyon kurdu.

B.M. Filistin Komisyonu, 16 Haziran-24 Temmuz tarihleri arasında yaptığı incelemelerden sonra,
raporunu yayınlayarak oybirliği ile, Filistin'in bağımsızlığını teklif etti. Genel Kurul, 27 Kasım 1947'de,
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Filistinin Araplarla Yahudiler arasında taksimine karar verildi. Fakat karara göre, Filistin'de kurulacak
Yahudi ve Arap devletleri arasında bir ekonomik birlik kurulacak ve Kutsal Kudüs şehri de uluslararası
statüye sahip olacaktı.

B.M. Genel Kurulunun taksim kararı bütün Arap dünyasında tepki ile karşılandı. Arap ülkeleri 17 Aralık
1947’de Kahire'de yaptıkları toplantıda, Filistin'in taksimi kararını önlemek için savaşa gitme kararı
aldılar. B.M. kararı üzerine İngiltere yaptığı bir açıklamada, 15 Mayıs 1948'den itibaren Filistin'deki
bütün kuvvetlerini çekeceğini ilan etti ve kuvvetlerini çekmeye başladı. Bu çekme işinin
tamamlanmasından bir gün önce de, David Ben Gurion başkanlığında 14 Mayıs 1948 günü Tel-Aviv'de
toplanan Yahudi Milli Konseyi, İsrail Devleti'nin kuruluşunu ilan etti.

İsrail Devleti kurulur kurulmaz, Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak orduları İsrailin üzerine yürümeye
başladılar. Birinci Arap-İsrail savaşı başlamıştı. Amerika yeni İsrail devletini 14 Mayıs günü tanıdı,
Sovyet Rusya ise Arap-İsrail savaşının çıkmasından iki gün sonra tanıdı. İngiltere ve Amerika, savaş
çıkar çıkmaz Filistin kıyılarını abluka altına alıp, Filistin'e silah sevkiyatına ambargo koydukları halde,
Sovyetler, kurdukları bir hava köprüsü aracılığıyla Çekoslovakya'dan Yahudilere silah ve cephane
sevketmeye başladı. Arap-İsrail savaşı bir yıl kadar sürdü, Araplar her yerde ağır yenilgiye uğradılar.

İsrail Araplarla yaptığı muharebelerde çok başarılı olduğu için, ateşkes anlaşmalarının çizdiği fiili
sınırlar içindeki İsrail toprakları, Birleşmiş Milletlerin taksim kararında kendisine verilenden çok
genişti. İsrail Filistin topraklarının hemen hemen dörtte üçünü ele geçirdi. Keza, taksim kararına göre,
Kudüs şehri uluslararası statüye sahip olacağı halde, savaşın sonunda yarısı İsrailin eline geçti, yarısı
da Ürdün'de kaldı. 1967 savaşında İsrail Kudüs'ün diğer yarısını da ele geçirecektir.

1948-1949 Arap-İsrail savaşı, Orta Doğu'nun yapısını değiştiren aşağıdaki sonuçları doğurmuştur;
- Filistin'de yaşayan bir milyon kadar Arabı yurdundan etmiş ve bir Mülteciler Meselesi ortaya
çıkmıştır.
- Mısır’ın, savaşta en ağır yenilgiye uğrayanlardan olması, Mısır'da monarşinin, yani Kral Faruk
rejiminin devrilmesine neden olmuştur.

Not: Mısırlı genç subay, Yarbay Cemal Abdünnasır'ın liderliğinde Hür Subaylar Komitesi adı ile gizli bir
teşkilat kurdular ve 23 Temmuz 1952’de yaptıkları darbe ile Kral Faruk'u devirdiler. Başkan Nasır'ın
bundan sonraki bütün çabası Arap monarşilerini yıkmak ve bunların yerine "sosyalist-cumhuriyetçi"
rejimler kurmaya yönelik olacaktır. Bu ise bölgede yeni gelişmelere ve yeni mücadelelere yol
açacaktır.

- İsrail ordusu karşısında beş Arap devletinin yenik duruma düşmesi, Arap dünyasında
"milliyetçilik" duygusunu tahrik etmiş ve bir Arap Milliyetçiliği hareketi başlamıştır. Nasır, bütün
Arapları birleştirip milli ve büyük bir arap dünyası kurmak ve onun başına geçmek istemiştir. Kısacası,
Arap milliyetçiliği ateşini yakan Nasır olmuştur.

İngiliz-İran Petrol Anlaşmazlığı: 1951-1954


İran petrollerinin bulunduğu XX. yüzyılın başındanberi bu petrolleri Anglo- İranian Oil Company adlı
bir İngiliz şirketi işletmekteydi. İkinci Dünya Savaşından sonra İran bu anlaşmanın değiştirilmesini
istedi. Amerikan şirketlerinin Venezuela ve Suudi Arabistan ile yaptıkları anlaşmalarda, üretimden
elde edilen kar yarı yarıya paylaşılmakta idi. Bunun üzerine bütün İran'da petrolün millileştirilmesi için
gösteriler başladı. Bu gösterileri komünist Tudeh Partisi ile, fanatik şiiler destekliyordu.

Şirket bu durum karşısında gerileyip, Amerikan şirketleri gibi kardan 50 hisse vermeği kabul etti ise
de, halk ve muhalefet bunu Kabul etmedi. Meclisde İran petrollerinin millileştirilmesini öngören
kanun kabul edildi.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

İngiltere bir yandan meseleyi Uluslararası Adalet Divanına götürürken, bir yandan da İran üzerinde
baskıda bulunmak üzere İran sularına bir kruvazör ile bir miktar asker gönderdi.

1952 yılında İran'da yapılan seçimlerde Dr. Musaddık'ın Milli Cephesi ile sosyalist Tudeh'çiler Mecliste
çoğunluğu aldı. 1953 yılında Musaddık Şah'ı tahtan indirterek kendini İran diktatörü ilan etti.
Şahın tahtından indirilmesi ve ülkeden ayrılıp Roma'ya kaçmak zorunda kalması, Ordu'yu harekete
geçirdi. General Zahidi liderliğinde Ordu'nun 19 Ağustos 1953’te yaptığı darbe ile Musaddık
düşürülerek tutuklandı. Üç gün sonra da İran Şahı halkın sevgi gösterileri arasında ülkesine döndü.

Başbakanlığa getirilmiş olan General Zahidi, petrol anlaşmazlığının çözümü için Amerika'nın aracılığını
istedi ve Amerika'nın aracılığı ile, Anglo-İranian Oil Company ile Amerikan petrol şirketlerinin
oluşturduğu bir komisyon ve İran arasında 5 Ağustos 1954’te bir anlaşma imzalandı. Konsorsiyomda
Anglo-İranian şirketinin hissesi % 40, Hollanda’ya ait Royal Dutch Shell şirketi % 16, Fransız Petrol
Şirketi % 6 ve geriye kalan 5 Amerikan Şirketinin herbiri de % 8'er hisseye sahip olacak ve İran
petrolleri bu şirketler tarafından ortak olarak işletilecekti.
Süveyş Buhranı

Süveyş Kanalı bir Fransız şirketi tarafından yapılmış ve 17 Kasım 1869 günü dünya deniz trafiğine
açılmıştı. İşletilmesi bu Fransız şirketine ait bulunmakla beraber, o zamanki Mısır hükümetinin de
kanalda hissesi vardı. Mısır hükümeti sonradan mali sıkıntıya düşüp hisselerini satışa çıkarınca,
1875’te bu hisseleri İngiltere aldı ve bu suretle Süveyş Kanalını İngiliz-Fransız şirketi işletir oldu.
İngiltere, Süveyş Kanalı'ndan geçen ve Hindistan’la bağlantısını kuran "İmparatorluk Yolu"nu güvenlik
altına almak için 1882’de, bir Osmanlı toprağı olan Mısırı işgal edince, Kanal üzerindeki kontrolü da
daha kuvvetlenmiş oldu.

29 Ekim 1888’de İstanbul Anlaşması imzalandı, bu anlaşmaya göre, Süveyş Kanalı savaşta ve barışta
bütün devletlerin savaş ve ticaret gemilerine daima açık olacaktır. Geçiş serbestisini güvenlik altına
almak için, kanalın her iki tarafında üçer millik bir alanda hiç bir zaman askeri harekat veya silahlı
çatışma yapılamıyacaktı.

İtalya 1935-36 da Habeşistan'ı işgali üzerine İngiltere, Mısır'la ilişkilerini yeni bir düzene sokmak istedi
ve Mısır Hükümeti ile 26 Ağustos 1936 da yaptığı bir anlaşma ile, Mısır'a bağımsızlığını verip bu
ülkeden askerini çekme kararı aldı.

İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere Mısır'a 200 bin kadar asker yığdı. Savaş bitince İngiltere bu
askerlerini çekmedi. İngiltere'nin Mısır'a asker yığması, adeta bir işgal manzarası yaratmış ve bu da
halkın tepkisi ile karşılaşmıştı. Halk Mısır'ın tam bağımsızlığı için İngiliz askerinin çekilmesini istiyordu.

Gizli Mısır Komünist Partisi ile 1929’da Şeyh Hasan el-Banna tarafından kurulan Müslüman Kardeşler
(El-İhvan El-Muslimin) İngiliz aleyhtarlığını körüklemekteydi. 500 bin kadar taraftarı bulunan bu
kuruluş, Wafd Partisine karşı bir denge unsuru olarak Kral Faruk'dan destek görmekteydi.

1945 yılı sonunda Mısır'ın yaptığı müracaat üzerine, Mısır ile İngiltere arasında müzakereler başladı ve
iki taraf arasında 1946 Ekim’inde bir anlaşma yapıldı. Buna göre, İngiltere 1949 yılına kadar Mısır'dan
kademeli olarak çekilmeyi kabul etti. Fakat bu sefer Sudan meselesi ortaya çıktı. İngiltere 1882 de
Mısır'ı işgal ettikten sonra daha aşağılara da inerek Sudan'ı da ele geçirmek suretiyle Nil'in
bütünlüğünü sağlamıştı. Mısır Sudan'ı kendisine katmak ve Nil'in bütünlüğünü kendi kontrolünda
tutmak istiyordu. Bu arada Arap-İsrail savaşının çıkması ve Mısır’ın bu savaşta hezimete uğraması
İngiltere’nin askerlerini çekmeyi ağırdan almasına neden oldu.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Yarbay Cemal Abdünnasır başkanlığındaki Hür Subaylar Komitesi, 23 Temmuz 1952 günü yaptıkları bir
darbe ile Krallığa son verip idareyi ellerine aldılar ve 26 Temmuz’da da, İskenderiye’de bulunan Kral
Faruk'u tahtından feragate zorlayıp ülkeden çıkardılar.

Nasır Süveyş ve Sudan meselelerini daha yumuşak bir şekilde ele aldı. 12 Şubat 1953’te İngiltere ile
Mısır arasında yapılan bir anlaşma ile, Sudan'a üç yıl içinde bağımsızlık verilmesi kararlaştırıldı.
Nasır 1954’te imzaladığı Süveyş antlaşması ile Batıyla ilişkilerini bir düzene sokarken, bir yandan Arap
dünyası içinde bir takım faaliyetlere girişmişti. Bu faaliyetlerle, bir yandan Arap ülkeleri arasında bir
kollektif güvenlik paktının, yani bir askeri ittifakın kurulması söz konusu olurken, bir yandan da "İslam
Kongresi" adı altında bir birlik kurulması için çalışılmaktaydı. Görünen odur ki, Nasır'ın
gerçekleştirmek istediği şey, Doğu ve Batı blokları arasında bir "Üçüncü Blok" idi.

1955 yılında İsrail ile Mısır arasında Gazze bölgesinde çatışmalar başlayınca, Mısır Amerika ve
İngiltere’den silah satın almak istedi. Batılıların Mısır’a silah satmayı reddetmesi üzerine, Mısır’ın da
bir kaç gün önce Çekoslovakya ile bir anlaşma yaparak bu ülkeden silah satın almaya karar verdiğini
açıkladı.

Mısır, Çekoslovakya ile silah anlaşmasını yapar yapmaz, 1955 Eylülünde Dünya Bankasına başvurarak
240 milyon dolar kredi istedi. Amerikan Senatosu Mısır hükümetinin Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanıması
ve onunla diplomatik ilişkiler kurması nedeniyle bu krediyi onaylamadı.

Senato'nun kararına tepki gösteren Nasır, 24 Temmuz'daki konuşmasında ülkesinin ne kuvvet ve ne


de Dolar önünde eğilmiyeceğini bildirdikten sonra, 26 Temmuz’da, ihtilalin dördüncü yıldönümü
dolayısıyla İskenderiye'de yaptığı uzun bir konuşmada Süveyş Kanalını işleten İngiliz-Fransız şirketini
millileştirdiğini ilan etti. Bu olara İngiltere ve Fransa büyük tepki gösterdi.

İngiltere ve Fransa, Nasır'ın Orta Doğuda yarattığı bu tehlikeli durumu sona erdirmeye karar verdiler
ve bu iki devletin desteği ile İsrail, 29 Ekim 1956 günü birdenbire Mısır’a karşı saldırıya geçti. İngiltere
ve Fransa havadan Mısır’ı bambardımana tuttu.Sovyet Rusya bu savaşta Nasır’a silah verdi ve
İngiltere ile Fransa’yı tehdit etti. Birleşmiş Milletlerin ve ABD’nin çabalarıyla iki taraf arasında yeniden
anlaşma sağlanarak Süveyş Kanalı dünya deniz trafiğine yeniden açıldı.

Not: Bu savaşta Mısır’ın yanında yer aldığı ve Mısır’a silah sattığı için Sovyetlerin Arap dünyasındaki
prestiji artmıştır.

B) Eisenhower Doktrini
Sovyet Rusyanın yönelttiği tehditler üzerine Amerika, İngiltere ve Fransaya sert bir çıkış yaparak bu iki
devletin Mısır’a karşı giriştikleri saldırıyı önlemekle beraber, kısa bir süre sonra Orta Doğu
konusundaki görüşlerinde büyük bir değişiklik yaptı. Daha doğrusu, Süveyş buhranı geçtikten sonra,
Orta Doğu'da ortaya çıkan durum Amerika’yı rahatsız etti. Süveyş savaşı dolayısıyla Batının prestiji
Arap dünyasında büyük bir darbe yemişti. Batı'nın Orta Doğu'daki bu prestij kaybı, bölgede büyük bir
boşluk meydana getirirken, bu boşluk, Sovyet Rusya tarafından doldurulmaktaydı. Sovyet Rusya sanki
Arapların kurtarıcısı olmuştu. Sovyetlerin amacı, Süveyş Kanalına ve Batı'nın Orta Doğu'daki petrol
kaynaklarına hakim olarak, bölgeyi siyasi kontrolları altına alıp Batı'ya darbe indirmek ve mümkün
olursa Batı'yı bu bölgede çökertmekti.
Not: Rusya bu arada Macar topraklarına 200 bin kişilik askeri ile 4000 tankını sokup, 50.000 kişiyi
öldürmüştür.

Bu şartlarda yapılacak şey bölge ülkelerinin ekonomik sıkıntılarının giderilmesine yardımcı olmak ve
komünizm hegemonyasının neler getirebileceğini bölgeye anlatmak ve bunların komünizme karşı
koymalarına yardım etmekti. İşte bu noktalardan hareket eden Başkan Eisenhower, 5 Ocak 1957’de
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Kongreye gönderdiği ve Eisenhower Doktrini adını alan mesajda bütün bu hususları açıkladıktan
sonra, Kongre'den şu hususlarda kendisine yetki verilmesini istiyordu:
1) Bağımsızlığını korumak için ekonomik kalkınma çabası içine giren Orta Doğu ülkelerine
ekonomik yardım yapmak.
2) Bunlardan isteyen ülkelere askeri yardım yapmak.
3) Bu ülkelerin istemeleri şartıyle, "uluslararası komünizmin kontrolü altında bulunan bir
ülkeden gelecek açık silahlı saldırılar karşısında, Amerikan silahlı kuvvetlerinin kullanılması.
Bu amaçlarla Başkan Eisenhower, Kongreden, üç yıl süre ile, her yıl 200 milyon Dolar harcama yetkisi
istemekteydi. Temsilciler Meclisi, 30 Ocak'da, Senato da 5 Martta, büyük oy çoğunluğu ile Eisenhower
Doktrinini kabul ederek, Başkana istediği yetkileri verdi.
Eisenhower Doktrini ile Amerikan dış politikası için Orta Doğu ile bağlantı alanını bir hayli genişletmiş
ve Amerika, İngiltere ve Fransa'nın Orta Doğu'da bıraktıkları boşluğu bizzat doldurmak üzere harekete
geçmiştir. Bundan sonra Amerika ve Sovyet Rusya ilk defa olarak Orta Doğu'da karşı karşıya
gelecektir.

Eisenhower Doktrini karşısında Orta Doğu ikiye ayrılmıştır. Bu doktrini kabul ettiğini ilk ilan eden; 6
Ocak'da Lübnan olmuştur. Lübnan bu hareketi ile, şimdiye kadar takip ettiği tarafsızlık politikasını
terketmiş oluyordu. Lübnan'ın arkasından Pakistan, Irak, Türkiye ve Yunanistan Eisenhower Doktrinini
kabul ettiklerini açıkladılar. Bunlardan sonra Afganistan, Libya, Tunus ve Fas en sonunda İsrail bu
Doktrini kabul ettiklerini bildirdiler. Buna karşılık, ilk şiddetli tepki Mısır'dan geldi. Arkasından Suriye
bu tepkiye katıldı. Bu iki devleti ise Ürdün ve Suudi Arabistan takip etti ise de, bir kaç hafta sonra
Suudi Arabistan tutumunu değiştirerek, Eisenhower Doktrinini "iyi ve müsbet" bulduğunu bildirdi.

Sovyetler Birliği bu doktrine büyük tepki gösterdi. 7 Ocak'da yayınladıkları resmi bildiride, Eisenhower
Doktrinini, "Orta Doğu ülkelerini esaret altına alma amacını güden bir tedbir", "Amerikan tekelci
kapitalizminin militarist çevrelerinin Orta Doğu işlerine kaba bir müdahalesi" olarak nitelemişlerdir.

1957 Suriye Buhranı


İkinci Dünya Savaşı sonunda Suriye Fransa'dan tamamen kurttularak tam bağımsızlığına kavuşmakla
birlikte, uzun süre siyasi istikrara kavuşamamıştır. 1949-1953 yılları arasında Suriye'de üç defa
hükümet darbesi, 21 kabine değişikliği olmuş ve bu arada iki defa askeri diktatörlük kurulmuştur.
1949 yılı başlarında Albay Hüsnü Zaim bir hükümet darbesi yaparak iktidarı ele geçirmişse de, iktidarı
uzun ömürlü olmamış ve 14 Ağustos 1949’da Albay Sami Hınnavi tarafından devrilmiştir. Fakat
Hınnavi'nin iktidarı da uzun sürmemiş ve 20 Aralık 1949’da Albay Edip Çiçekli Hınnavi'yi devirmiştir.
Çiçekli'nin iktidarı biraz daha uzun ömürlü olmuştur. Fakat 1953 Ekiminde yapılan genel seçimlerde
Çiçekli'nin Kurtuluş Hareketi Partisi'nin çok büyük çoğunluk elde etmesi, Çiçekli'nin diktatörlüğüne ve
Baas Partisi de dahil diğer siyasi partilerle arasının açılmasına sebep olmuştur. Çiçekli, 25 Şubat
1954’te askeri bir darbe ile iktidardan düşürülmüştür. Bu tarihten sonra Suriye'nin siyasi hayatında
Baas Partisi en etkili güç olmuştur.

Mısır Lideri Nasır'ın Bağdat Paktın'a cephe alması ve silah alış-verişi ile Sovyeter Birliğine
yakınlaşması, Baas ile Nasır'ın ilişkilerinin gelişmesine yol açmıştır. 1956 yılından itibaren Baas,
Mısır'la birleşme fikrini savunmaya başlamış ve bu konuda bir çok gösteriler düzenlemiştir. 1956
Süveyş buhranı ve İngiltere ve Fransa'nın Mısır'a saldırmaları, Baas ile Mısır'ı birbirine daha da
yaklaştırdığı gibi, Arap dünyasında hem Batı aleyhtarlığını ve hem de sol akımların tesirini arttırmıştır.

1957 yılında Suriye ile Sovyetler Birliği arasında bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşmaya gore Sovyetler
Suriye’ye 500 milyon dolarlık ekonomik ve askeri yardım yapacaklardı. Bu yardım, Lazkiye'de yeni bir
limanın yapımı, Suriye'de karayolları ve demiryolları inşası, sulama ve enerji projelerinin finansmanı
ve yine Suriye'de 6 tane yeni havaalanı inşası için kullanılacaktı. Ayrıca Suriye'nin silahlandırılması da
bu yardım çerçevesi içinde yer alıyordu.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Bu gelişmeler, Suriye'nin komşuları Türkiye, Irak ve Ürdün ile İsrail ve Lübnan'da büyük endişeye yol
açtı. Gerçekten, işin aslına bakılırsa, Çarlık Rusyası zamanındanberi ilk defa olarak Sovyetler bu
anlaşma ile bir Orta Doğu ülkesine ayak basma imkanını elde ediyorlardı. Zira, bu anlaşma ile bir çok
asker ve sivil Sovyet uzmanı Suriye'de bulunmak imkanına sahip oluyordu.

Ağustosun son haftasında, Irak Kralı Faysal ve Ürdün Kralı Hüseyin İstanbul'a gelerek Türkiye
Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes ile görüşmelerde bulundular. Bu
görüşmelere Amerika Dışişleri Bakan Yardımcısı Loy Henderson da katıldı. Başkan Eisenhower ise,
Başbakan Menderes'e gönderdiği mesajda, Suriye'nin bir saldırısı karşısında Türkiye Irak ve Ürdün'ün
bu ülkeye karşı askeri bir harekata girişmek zorunda kalması halinde, Amerika'nın kendilerine derhal
silah yardımı yapacağını bildirdi. Amerika Batı Avrupa'daki hava kuvvetlerinden bir kısmını Adana
hava üssüne gönderdiği gibi, VI. Filo da Doğu Akdeniz'e gelmek üzere harekete geçti. Şimdi Türkiye,
yıllardanberi kuzeyden hissettiği baskıyı, aynı zamanda güneyden de hissetmek durumunda kalıyordu.
Yani Türkiye, Sovyetlerin hem kuzeyden ve hem de güneyden baskısı altına girmek üzereydi.

Sovyetlerin tehditleri karşısında Amerika'nın Türkiye’yi destekleyen tutumu Sovyetleri yumuşattı.


Diğer yandan, Suudi Arabistan Suriye ile Türkiye arasında aracılık teşebbüslerine giriştiği gibi, Suriye
üzerinde yatıştırıcı faaliyetlerde bulundu. Buna karşılık, Ürdün Kralı Hüseyin de, içerden gelen baskılar
dolayısıyla, tutumunu değiştirerek Suriye’ye karşı yumuşak bir tavır aldı. Bütün bir faktörler
birleşince, Ekim ayı sonunda buhran ortadan kalktı.

Irak'ta Monarşinin Yıkılması


Lübnan’da yaşanan iç karışıklıklar Irak'da bardağı taşıran damla oldu. Lübnan'da karışıklıkların çıkması
en fazla Irak'ı telaşlandırdığı gibi, Lübnan Cumhurbaşkanı Camille Chamoun Türkiye ve Irak'ın
Lübnan'a müdahale etmesini istiyordu. Bu sebeple, Irak Başbakanı Nuri Said, Lübnan müdahalesine
hazırlık olmak üzere Irak'ın doğu bölgesindeki askeri birlikleri ülkenin batısına sevketmeye karar verdi.
İşte bu birliklerin komutanı General Kasım, birlikler Bağdat'tan geçerken, 14 Temmuz 1958 gecesi, ani
bir darbeye girişti. Kasım'ın askerleri Kraliyet sarayına baskın yaptılar. Saray muhafızları karşı
koymadıkları gibi, darbeyi yapan askerlerle birleştiler. Bu baskın sırasında küçük yaştaki Kral Faysal ile
Kral naibi amcası Prens Abdülilah öldürüldü. Başbakan Nuri Said Bağdat'tan gizlice kaçarken halk
tarafından tanındı ve linç edildi. Monarşinin sona ermesi Irak halkı tarafından sevinçle karşılanırken,
General Kasım darbesinden dolayı Kahire ve Moskova bayram yapmaktaydı. Buna mukabil, Irak'daki
darbe Batı'da büyük endişe ile karşılandı. Amerikaya göre, bu gelişmelere kuvvetli bir cevap
verilmeyecek olursa, durum Batı'nın Orta Doğudan tamamen tasfiyesi ile sonuçlanabilirdi. Bundan
dolayıdır ki,
Amerika 15 Temmuz’dan itibaren Lübnan'a asker çıkarmaya başladı.

Irak ihtilalinden en fazla endişe duyan ve o nisbette de şiddetli tepki gösteren tek devlet Türkiye
olmuştur. Türkiye, İran ve Pakistan devlet başkanları Irak'daki durumu müzakere etmek için 14-17
Temmuz günlerinde İstanbul'da toplandılar. Toplantı sonunda yayınlanan ortak bildiride, Irak'daki
darbe, bir "uluslararası haydutluk" ve bir "vahşet" olarak vasıflandırılmaktaydı. Bundan dolayı Türkiye
17 Temmuz’da Amerikaya başvurup, Irak'a müdahaleye kararlı olduğunu bildirdi ve Amerikanın
kendisini manen ve maddeten desteklemesini istedi. Ürdün de Türkiyenin Irak'a müdahalesini
istemekteydi. Ancak Sovyet tehdidi ve ABD’nin bu müdahaleye sıcak bakmaması olayın
gerçekleşmesini engelledi.

Not: Sovyet Rusya'nın Orta Doğu'da aktif hale gelmesi, Türkiyeyi Batı'ya daha fazla kaydırmıştır.
Çünkü Sovyetlerin, Türkiye'nin güneyine de inmesi, Türkiye için ciddi güvenlik endişeleri
doğurmuştur. Bu endişeler Amerika tarafından da paylaşılmış olmalı ki, 1958 sonunda, Amerika
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Türkiye'de füze üsleri tesis etmeye karar vermiş ve bu da Sovyetlerin protestosuna ve Türk-Sovyet
ilişkilerinin yeniden gerginleşmesine sebep olmuştur.

Sovyet Rusyanın Çekoslovakyayı İşgali

Kruşçev'in Sovyetler Birliği başkanlığından düşürülmesi ve Brajnev’in Sovyetler Birliği devlet başkanı
olmasından sonra, Çekoslovakya'da, sosyalizmin veya komünizmin yeni bir şekline doğru hızlı bir
gelişme başlamıştır. Çekoslovakya'da 1967 yılında "insancıl kömünizm" hareketi ortaya çıkar.
Aleksander Dubcek'in liderliğini yaptığı bu "insancıl komünizm" hareketi, ne Moskova'dan kopmayı,
ne bağımsızlık politikası izlemeyi ne de Varşova Paktı'ndan çıkmayı amaçlamaktaydı. Bu hareket,
sadece Çekoslovakya'da komünist sistemin uygulanmasını insan haysiyetine yaraşır bir şekle sokmak
istemekteydi. Dolayısıyla, böyle bir uygulama insan hürriyetlerine de asgari bir yer verilecekti ki,
Sovyetleri çileden çıkaran husus işte bu olmuştur. Macar "milli" hareketi gibi, Çeklerin "insancıl
komünizm" hareketi de başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Varşova Paktı üyeleri olan Sovyetler Birliği, Polonya, Doğu Almanya, Macaristan ve Bulgaristan
birliklerinden meydana gelen 250.000 kişilik bir kuvvet Çekoslovakya'yı işgale başladı. Bu kuvvetin
miktarı Ağustos ayı sonunda 600.000'i bulacaktır.

Prag'a giren Sovyet kuvvetleri, ilk önce Çekoslovak Komünist Partisi genel merkez binasını işgal
ederek, Birinci Sekreter Dubçek, Merkez Komitesİ Üyesi Smirkovsky, ve Başbakan Cernik'i
tutuklayarak Moskova'ya götürdüler. Kendilerine tehdit ve baskılarla bir anlaşma imza ettirildi.
Moskova'da imza ettirilen anlaşma bir bildiri ile açıklandı. Eylül ayının başından itibaren basın
hürriyetine yeniden konulan kısıtlamalarla, Ocak ayında başlayan hürriyetçi dönem tekrar geriye
gitmeye başladı. Ocak ayında başlayıp Ağustos ayında sona eren ve "Prag Baharı" denen demokratik
dönem artık sona ermişti.
Batı dünyası ve NATO Çekoslovakya'nın Sovyetler tarafından işgalinden büyük endişe duydu.
Hadisenin insan haklarına, Uluslararası Hukuk'un ve Birleşmiş Milletler Antlaşmasının ve hatta barış
içinde birarada yaşamanın temel prensiplerine aykırılığı bir yana, Çekoslovakyaya 600.000 kişilik bir
kuvvetin yığılması yeni bir Sovyet tehdidinin ortaya çıkması demekti. Bu sebeple NATO, kendisini
askeri bakımdan güçlendirme tedbirlerini gevşetmemeye karar verdi.

Çekoslovakya'nın işgali uluslararası komünizm hareketini böldüğü gibi, Sovyet Rusya'nın prestiji için
de ağır bir darbe teşkil etmiştir. Özellikle bağlantısız Üçüncü Dünya Ülkeleri nezdinde Sovyetlerin
önemli prestij kaybına uğradıkları bir gerçektir.

Çin'de Proleter Kültür İhtilali ve Sonrası

1966 yılından itibaren yoğunlaşan Çin'deki Büyük Proleter Kültür İhtilali, gittikçe şiddetlenen
gelişmeleri ile, Sovyet-Çin ilişkilerini daha da gerginleştirmiş ve Çin, Sovyet Rusyayı bir düşman olarak
görmeye başlamıştır. Çin'in Sovyetlerle yeni bir çatışmaya girmesi ve aynı zamanda Proleter Kültür
İhtilali gelişmelerinin sert, yıkıcı ve ihtilalci havası, Çin'e sempati duyan bir çok ülkede Çin'e karşı bir
korku ve ürkeklik doğurmuş ve Çin bir diplomatik yalnızlık içine itilmiştir. Bu durum, Çin'i Amerikaya
yanaşmaya sevketmiş ve bir Çin-Amerikan yakınlaşması ortaya çıkmıştır.

Başlangıçta sadece "Kültür İhtilali" diye ortaya çıkan hareket, daha sonra "Proleter Kültür İhtilali" ve
daha da sonra "Büyük Proleter Kültür İhtilali" olmuştur. Kültür İhtilalinin amacı, özellikle yüksek
öğrenimde burjuva kültürünün bütün kalıntı ve tesirlerinin yokedilmesi ve gerçek anlamda bir
"ihtilalci-proleter" bir gençlik yetiştirmekti. Yani mesele başlangıçta bir eğitim ve kültür meselesi idi.
Fakat hadiseler giderek öyle bir yola döküldü ki, eğitim, öğretim, öğrenci profesör, köylü, tarım, işçi,
endüstri, bürokrat, devlet mekanizması, ordu, toplumun tüm üyeleri, "Büyük Proleter Kültür
İhtilali"nin ülkeyi karmakarışıklığa sürükleyen düzensiz çarkları içine itildi. Bu şartlarda Kültür
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

İhtilalinin ne olup olmadığını tayin ve tarif Mao için bile mümkün olmadığı gibi, toplum tam bir anarşi
içine süreklenerek, Mao aleyhtarı unsurlar açıkça kafa tutmaktan çekinmediler.
Sovyet Rusya ve diğer Doğu Avrupa sosyalist ülkeleri, Marksizm-Leninizm prensiplerine uygun olarak,
komünizme geçebilmek için önce sosyalist sistemi kurmaya çalışmışlardı. Yani feodalizm-sosyalizm-
komünizm, aşılması gereken esas aşamalardı. Fakat Çin henüz feudal düzenden kurtulabilmiş değildi.
Mao bu nedenle sosyalizm aşamasını atlayarak, feodalizmden komünizme geçişi sağlamayı
düşünmekteydi.

Mao, bu konuda aydınların düşünce ve tekliflerinden yararlanmak istedi ve 1956 yılında “Yüz Çiçek
Dönemi”ni açtı. Dönemin esası, serbest tartışmayı hedef alan "Bırakın yüz çiçek açsın ve yüz düşünce
okulu çekişsin" prensibine dayanmaktaydı. Fakat "Yüz Çiçek" (Hundred Flowers) dönemi Mao'nun
beklediği neticeyi vermedi.
1958'den itibaren "İleriye Doğru Büyük Hamle" dönemi başladı. Çin toplumu "halk komünleri"
şeklinde organize edildi. 500 milyon köylü 26.000 "komün" içine alındı. Komünlerde en ileri komünist
sistem tatbik edildi. Komünler çiftliklere sahip olduğu gibi, küçük küçük demir ve çelik üretme
birimlerine de sahipti. Yani komünler hem tarım ve hem de endüstri işletmeleri şeklinde organize
edilmişti. Mao buna "iki ayak üstünde yürüme" diyordu.

İleriye doğru büyük hamle, kitleye verdiği ihtilalci ruh ve heyecan ve gayretle başlangıçta başarılı
gözüktü. Hava şartlarının da iyi gitmesi neticesi 1958 yılında tarımsal üretimde büyük bir artma oldu.
Yine bu ruh ve heyecanla, komünlerde evlerin arka bahçelerinde kurulan küçük ocaklarda demir ve
çelik üretimine teşebbüs edildi. Bu Mao'nun "çelik savaşı" idi. 1958 Ekimi sonunda bu küçük demir-
çelik ocaklarının sayısı bir milyonu bulmuş ve yaklaşık 100 milyon kadar insan sadece bu işte
çalışıyordu.

Dört yıl üst üste havaların kötü gitmesi, komün halkının bir süre sonra ilk heyecanını kaybetmesi,
ekonomik gerçeklere uymayan demir-çelik endüstrisi, sektörler arası denge ve koordinasyonun iyi
kurulamaması, Büyük Hamle'yi tam bir başarısızlığa uğrattı. İleriye doğru büyük hamle, Marksizm-
Leninizm'e de ters düştüğü için Sovyet liderlerinin de tenkitlerine hedef olmuş ve teşebbüsün
başarısızlığı, ideolojik alanda Moskova'nın haklılığını ortaya koymuştu.

Mao 1964'ten itibaren bir ideolojik kampanya başlattı. Bu kampanyanın hedefi, birinci planda
aydınlardı ve ihtilalci heyecanını ve ideolojik dinamizmini kaybedenlerin, nerede olursa olsun,
"temizlenmesi" amacını güdüyordu.

Mao bu ideolojik temizlik hareketini bir kitle hareketine dönüştürmek istemiştir ki, bu da Kültür
İhtilali olmuştur.

Kültür İhtilali, Başbakan Chou En-lai'ın 30 Nisan 1966 da yaptığı bir konuşma ile resmen ilan
edilmiştir. Bu konuşmasında Chou, üniversitelerde, eğitimde, basında, sanat ve edebiyat ile kültürün
diğer alanlarında, "burjuva ideolojisi"ne karşı sert ve uzun bir mücadele açılmasını istedi.

18 Ağustos 1966 günü ise Pekin'de, Mao'nun başkanlık ettiği ve bir milyon kişinin katıldığı bir açık
hava toplantısı yapıldı. Bu toplantısının hemen arkasından gençler tarafından "Kültür İhtilalinin Kızıl
Muhafızları" teşkilatı kuruldu, bundan sonra ülkenin sokakları Kızıl Muhafızların kontrolüne girdi.
Aralık ayında ise, İhtilalci Asiler teşkilatı kuruldu. Kızıl Muhafızlar özellikle büyük şehirlere hakim
olurken, İhtilalci Asiler kırsal alana girdiler. Bu ise İhtilalci Asiler ile köylülerin çatışmasına sebep oldu.

Kültür İhtilalinin ortaya çıkardığı bu terör, ülkede belirgin bir şekilde Mao aleyhtarlığının doğmasına
sebep oldu. Mao, ihtilalci bir toplum yaratmak isterken, toplumda kendisine karşı bir muhalefet
yaratmıştı. Mao'nun kendisi bile bu gelişmelerden hayal kırıklığına uğramış ve 1968 Temmuzunda
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Kızıl Muhafızların liderlerine, "Beni mahcup ettiniz. Daha da önemlimi, işçileri, köylüleri ve askerleri
hayal kırıklığına uğrattınız" demiştir.
Kültür İhtilali ülke ekonomisinde, eğitim sisteminde ve hatta savunma sisteminde ağır hasarlara yol
açtı. O anarşi içinde ekonominin mekanizması bozulduğu gibi, eğitim kuruluşları ve özellikle
üniversiteler çalışamaz olmuştur. Kültürel İhtilal Çin'i uluslararası sahnede yalnızlığa mahkum
etmiştir. Çünkü İhtilal'in sert ve yıkıcı metodu, Çin'e sempati duyan üçüncü dünya ülkelerinde bile
korku ve dehşet uyandırmıştır. 1969 yılında Çin gerçekten yalnızdır.

Çin - Amerikan İlişkilernin Düzelmesi


Çin 1949 Ekiminde uluslararası sahneye çıktığı andan itibaren Amerika'nın şiddetli bir muhaIefeti ile
karşılaşmıştır. Çünkü, komünist Çin'in ortaya çıkması Uzak Doğu ve Asya'daki kuvvetler dengesinde
Amerika'nın aleyhine büyük bir değişiklik meydana getirmişti.

Kültür İhtilali'nden sonra hem Amerika'nın ve hem de Çin'in durumunda önemli değişiklikler oldu.
Çin’de oluşan sertlik yanlısı iç ve dış politika Çin’i uluslararası alanda yalnız bırakmıştı. Bu sebeple Çin,
"halktan halka ilişkiler" dediği başka ülke halklarını ihtilale kışkırtmaktan vazgeçerek, "devletten
devlete ilişkiler" dediği bir yumuşaklık politikasını benimseyerek ve dış politikasının alanını
genişletmek suretiyle Sovyet Rusya’ya karşı çok alternatifli bir dış politika oluşturmaya karar
vermiştir. Buna Çin dış politikasının "revolüsyon" dan "evolüsyon"a geçmesi denmektedir.

Amerika'nın tutum değişikliğinde rol oynayan en önemli sebep ise Vietnam Savaşı’dır. 1960'ların
başında Kuzey Vietnam ile Güney Vietnam arasında başlayan çatışmalar giderek bir savaş halini almış
ve Amerika, 1965 Ocak ayından itibaren Kuzey Vietnam'ı bombalamaya başlayarak, Vietnam
savaşının içine gömülmeye ve Vietnam bataklığına girmeye başlamıştır. Bu da Amerika'nın "sertlik
politikası" idi. Amerika'nın Vietnam savaşına bu derece bulaşması, Avrupalı müttefikleri tarafından
hoş karşılanmamış ve Avrupa ile Amerika arasındaki görüş ayrılıklarının derinlemesi bu yıllara
rastlamıştır. De Gaulle Fransası'nın NATO'nun askeri kanadından ayrılmaya 1965 yılında karar
vermesi, bundan dolayıdır.

Kısacası, Çin'in diplomatik yalnızlığı gibi, bu sertlik politikası dolayısıyla, Amerika da ilk defa olarak
hem içerde ve hem de liderliğini yaptığı ittifak sistemleri içinde bir "yalnızlık" ile karşılaşmıştır.
Amerika bu açmazı açması 1968 sonunda devlet başkanlığına seçilen Richard Nixon yapabildi.

Nixon daha 1967 yılında, tanınmış bir dış politika dergisi olan Foreign Affairs'de yazdığı "Vietnam'dan
Sonra Asya" başlıklı yazısında, "Asya konusundaki herhangi bir Amerikan politikası, Çin'le ilgili
gerçekleri bir an önce kabul etmelidir" demiştir.

Nixon, yakınlaşmanın ilk adımını atarak Güney Vietnam'da bulunan 540.000 kişilik Amerikan
kuvvetlerinden 25.000 kişilik bir kuvveti otuz gün içinde çekmeye başlayacağını bildirdi. Yine bu
açıklamaya göre, Nixon 1969 yılı sonuna kadar 100.000 ve 1970 yılında da tekrar 100-150 bin kişilik
bir Amerikan kuvvetini Vietnam'dan çekecekti. Tabiatiyle Vietnam'dan bu kadar çok Amerikan
askerinin çekilmesi Çin'i de rahatlatacaktı. Çünkü, Çinliler, Amerika'nın Güney Vietnam'a yarım
milyondan fazla asker yığmasını, aynı zamanda kendilerine de yöneltilmiş bir tehdit olarak
görmekteydiler.

Nixon'ın Pekin'e yaklaşma doğrultusundaki ikinci adımını, Guam Doktrini yani Nixon Doktrini
sağlamıştır. Bu doctrine göre Amerika Vietnam örneği mahalli savaşlara bulaşmayacak, Asya'daki
askeri taahhütlerini azaltacak, fakat Asya gelişmelerini yakından takip ederek, mevcut anlaşmalardan
doğan taahhütlerine bağlı kalacaktı.
Amerika'nın, Uzak Doğu ile kendisi arasına belirli bir mesafe koyan bu yeni politikası da şüphesiz
Çinliler için yeni bir hoşnutluk oluşturmuştu.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Amerika'nın bu yumuşatıcı yaklaşımlarını Çinliler cevapsız bırakmadılar. Japonya'da dünya


şampiyonası için bulunan Amerikan masa tenisi (ping pong) takımı, 6 Nisan 1971 günü Çin'e davet
edildi. Bu davet vesilesiyle Çin hükümeti, çoğunluğu Amerikalı olan 7 Batılı gazeteciye de giriş vizesi
verdi. Amerikan masa tenisi takımını Çinde gezdirdiği gibi, 14 Nisan 1971 günü de Başbakan Chou En-
lai tarafından kabul edildi. Aynı gün, Başkan Nixon da, 20 yıldanberi Çin'e karşı uygulanan ticari
ambargoyu kaldırdı ve Amerika’ya gelmek isteyen Çinlilere vize verileceği bildirildi. Amerikan ping-
pong takımının yapmış olduğu bu ziyaretle, Çin ile Amerika arasında ilk temaslar başlamış oluyordu ki
buna Ping-Pong Diplomasisi denilmiştir. Şimdi uluslararası politikada yeni bir dönem açılıyordu.

Amerikan-Çin ilişkilerindeki buzların erimeye başladı, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Arnavutluk ve
diğer 20 ülkenin teklifi üzerine, 25 Ekim 1971’de, 76 oyla (Türkiye de dahil) kabul ettiği bir kararla, Çin
Halk Cumhuriyetini Birleşmiş Milletler üyeliğine kabul ediyor ve buna karşılık Milliyetçi Çin'i (Taiwan)
de üyelikten çıkarıyordu. Başkan Nixon Çin Halk Cumhuriyetini 21-28 Şubat 1972 tarihleri arasında
ziyaret etti.

Batı Bloku Gelişmeleri


1958-1962 Berlin buhranı ve Berlin Duvarı'nın inşası, yine bu buhran sırasında U-2 olayının patlak
vermesi ve Küba buhranı,iki blok arasındaki çatışmaların örnekleridir. Sovyet Rusya ile Amerika’yı
karşı karşıya getiren bu çatışmalar ve buhranlar, Batı Bloku içinde dayanışmayı arttıracağı yerde,
aksine, görüş ayrılıklarını ortaya çıkarmıştır. Amerika'nın buhranlar sırasında, genellikle tek başına
hareketi ve Küba buhranında olduğu gibi, müttefikleriyle danışma mekanizmasını yeteri kadar
işletmemesi, Atlantiğin iki yakası arasında görüş farklılıklarının ortaya çıkmasına ve Avrupa'nın
Amerika'yı eleştirmeye başlamasına sebep olmuştur. Bu konuda da bayrağı ilk açan De Gaulle
Fransası olmuştur. Amerika'nın Vietnam'da tırmanmaya girmesi ise, bardağı taşıran damla olacaktır.
Amerika'nın, tek başına hareket ederek, Batı'yı maceraya sürüklemesi endişesi doğmuştur.

1958 Berlin Buhranı


Sovyet hükümeti 27 Kasım 1958’de, Amerika, İngiltere ve Fransa’ya, yani Berlin'de işgal devleti olarak
yetki ve sorumlulukları bulunan üç Batılı devlete birer nota vererek, Batılı devletlerin Berlin'de
bulunmalarının Doğu Almanya'nın güvenliğini ihlal ettiğini ileri sürerek Batılı devletlerin 6 ay içinde
askerlerini Batı Berlin'den çekmelerini istedi.

Batılıların Batı Berlin'de bulunmaları politik ve stratejik bakımdan Sovyetleri ve Doğu Almanya’yı
rahatsız ediyordu. Doğu Berlin'de hayat şartlarının kötü gitmesine karşılık, Batı Berlin, her gün gelişen
ekonomisi ile, Doğu Alman komünizminin ortasında bir refah adası gibi duruyordu. Üstelik, Doğu
Berlin'de komünizm bütün baskısı ile devam ederken, Batı Berlin tam manasiyle hür ve demokratik
bir idareye sahipti. Bu durum, Doğu Almanya'dan Batı Almanya'ya kaçışlara neden olmaktaydı, bu
kaçışlarla, Doğu Almanya'nın yetişmiş ve kalifiye insan gücü azalmaktaydı.

Sovyetlerin 27 Kasım 1958 tarihli notasına karşılık Batılı devletler iki Almanya’nın birleşmesinden
yanaydı. Bu sorunu çözmek için İngiltere, Fransa ABD ve Rus Dışişleri bakanları Cenevre’de 1959
yılında toplandı. Dışişleri Bakanları Konferansı'nda üç Batılı devlet "Avrupa Barış Planı" adı ile bir plan
ortaya attılar. Bu planın hareket noktası Almanya'nın birleştirilmesiydi. Sovyet Dışişleri Bakanı, Doğu
Almanya'nın varlığına son veren böyle bir planı kabul etmedi.

Ancak konferansın ikinci safhasında, devletler arasındaki gerginlik yumuşamaya başladı. New
York'daki Sovyet Sanayi Sergisini açmak üzere Amerika’ya gelmiş olan Sovyetler Birliği Komünist
Partisi (Politbüro) üyesi Frol Kozlov aracılığıyla, Amerikan hükümeti Kruşçev'i Amerikaya davet etti.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Aynı anda, Moskova'daki Amerikan Sanayi Sergisini açmak üzere de Başkan Yardımcısı Richard Nixon
Moskova'ya gitmişti. 1959 Temmuz ayında artık Berlin meselesinin kriz şartlarından sıyrıldığı
söylenebilir. Camp David'de Eisenhower-Kruşçev buluşması, Sovyet-Amerikan ilişkilerine bir
yumuşama getirmiştir.
Adana'daki İncirlik üssünden kalkan ve Amerikalılara ait bir U-2 casus uçağı, Pakistan üzerinden
Sovyet topraklarına girdiği bir sırada, 1 Mayıs 1960 günü Sovyetler tarafından düşürüldü. Bu olay,
Amerika ile Sovyet Rusya arasında yeni bir krizin doğmasına sebep oldu.

Doğu Alman hükümeti, 13 Ağustos 1961’den itibaren, Doğu ve Batı Berlin arasındaki sınır üzerinde
yüksek bir beton duvar inşa etmeye başladı. Bu, meşhur Berlin Duvarı'dır. Bu duvar uzun seneler
Utanç Duvarı diye anılmıştır. Doğu'lu Almanların ve Doğu Berlinlilerin Batıya kaymaları bu duvar ile
önlemek istenmiştir. Buna rağmen, ilk zamanlarda yine pek çok Alman bu duvarı da aşarak Batı
Berlin'e sığınmak istemiş ve duvarın dibinde Doğu Alman askerleri tarafından vurularak
öldürülmüştür. Berlin Duvarı'nın inşası, bir bakıma, Sovyetlerin isteklerini Batı'ya kabul ettiremeyip,
hiç değilse Doğu Berlin'i Berlin'in bütününden koparıp, Doğu Almanya'nın, hukuki değilse bile, fiili
kontrolü altına sokması manasını da taşımaktaydı.

U-2 Hadisesi
Sovyetler uzaya ilk uyduyu 1957 Ekim’inde atmışlardı. Uydunun uzaya fırlatılması uzay tekniği
bakımından önemli olmakla beraber, hadisenin askeri ve stratejik bakımdan ehemmiyeti, bu uyduyu
uzaya götüren füzenin yapılabilmiş olması ve böyle bir uzun menzilli ve güçlü bir "taşıyıcı"nın
gerçekleştirilmiş olmasıydı. Sovyetler böyle bir "taşıyıcı"yı elde etmekle, Amerika'nın havalardaki
stratejik üstünlüğü sona eriyor ve stratejik üstünlük Sovyetlere geçmiş oluyordu.

Sovyetlerin stratejik üstünlüğü bu devlete, Amerika’ya "ani baskın" ve bir "sürpriz darbe" vurma
imkanını kazandırıyordu. Bu durumu önlemenin yolu ise, Sovyetlerin askeri faaliyetlerini yakından
takip etmek ve gözlemek, yani devamlı istihbarat yapmaktı. İşte bu istihbaratı Amerika, Lockheed
firmasının geliştirdiği yeni bir uçak olan U-2 uçağı ile yapmaya başladı.

Bu uçaklar 30 bin metreye kadar çıkmak suretiyle radarların ve avcı uçaklarının etkisinden kendilerini
koruyabiliyorlar ve ayrıca bu kadar yükseklikten de çok net resim çeken teknik teçhizata da sahip
bulunuyorlardı. Uçağın bir diğer özelliği de, yakıt almaksızın yedi buçuk saat havada kalıp 3.000 mil
uçtuğu gibi, motorları bozulduğu zaman da 300 mil süzülebilmesiydi. Bu uçakların üsleri ise, İngiltere,
Almanya, Japonya ve Türkiye'de bulunuyor ve bu üslerden havalanıp Rusya üzerinde uçuyorlardı.

Pilot Francis Gary Powers idaresindeki bu U-2 uçaklarından biri, 1 Mayıs 1960 günü Türkiye'deki
Adana-İncirlik havaalanından kalkıp, Pakistan'da Peşaver üzerinden Sovyet topraklarına girdikten bir
süre sonra motorlarının arıza yapması üzerine alçalmak zorunda kalınca Sovyet radarlarına yakalandı
ve düşürüldü. Pilot sağ olarak kurtulmuştu.

Kruşçev yaptığı konuşmada Amerikan uçağının düşürüldüğünü, düşürülen uçağın U-2 uçağı olduğunu,
pilotun sağ olduğunu, bu uçağın Sovyet Rusya üzerinde casusluk maksadiyle uçtuğunu gösteren
bütün delillerin elde edildiğini söyleyip, Amerika’ya sert sözler söyledi.

Bununla beraber, Kruşçev İngiltere, Fransa ve ABD ile yapacakları, Paris zirvesine katılacağını ve
toplantının bir neticeye ulaşmasına gayret edeceğini söyledi. Buna karşılık Başkan Eisenhower yaptığı
basın toplantısında, "Kimse yeni bir Pearl Harbour" istemiyor diyerek havayı yumuşatmaya çalıştı.
U-2 hadisesi Türk-Sovyet ilişkilerine de etki etmiştir.

Küba Füzeleri Buhranı


Amerika, U-2 casus uçaklarını Sovyetlerin haberi olmadan Sovyet toprakları üzerinde uçurmuş ise,
Sovyetler de, Amerika'nın haberi olmadan, Florida kıyılarından ancak 90 mil mesafedeki, yani
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Amerika'nın burnunun dibindeki, Küba'ya Amerika’ya yönelik füzeler yerleştirmiştir. Birincisinde


gürültüyü koparan Kruşçev iken, ikincisinde Başkan Kennedy olmuştur.
Küba buhranının iki önemli vasfı vardır.

Birincisi, nükleer silahlar çıktığındanberi ilk defa insanlık bir nükleer savaşın eşiğine gelmiştir.
Buhranın doğurduğu gerginlik içinde, Amerika ile Sovyetlerden birinin düğmeye basarak nükleer
silahları ateşlemesi ancak bir an meselesi haline gelmiştir. Bu da dünyanın ne kadar ince bir denge
üzerinde durduğunu göstermiştir.

İkincisi, bir nükleer savaşın eşiğine kadar gelinmiş olması ve dünyanın dayandığı ince dengenin ne
kadar kolaylıkla kopabileceğinin görülmüş olması, iki "süper devlet" arasındaki sertlik ilişkilerinin
tehlikesini ortaya koymuş ve bu ilişkilerde bir yumuşamanın ne kadar gerekli olduğunu göstermiştir.
Bu sebeple, bu krizden sonra Doğu ve Batı blokları arasında bir yumuşama sağlama doğrultusunda
yavaş yavaş bir takım adımlar atılmaya başlanmıştır.

Küba, bir İspanyol sömürgesi iken, Amerika'nın 1898 yılında İspanya ile savaş yapıp bu devleti
yenmesi sonunda bağımsız olmuştur. Diğer Latin Amerika ülkelerinde de olduğu gibi, bu tarihten
sonra Küba da Amerika'nın kontrolü altına girmiştir.

Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi, Küba'da uzun sure diktatörlerin idaresinde olmuştur. Bu
diktatörler ise, iktidarlarını sürdürebilmek için daima Amerika’ya dayanmışlardır. Fakir ve sömürülen
Küba halkının, gerek bu diktatörlere, gerek Amerikaya karşı tepkileri eksik olmamış ve zaman zaman
ayaklanmalar patlak vermiştir. Mesela, Jose Miguel Gomez'in 1906-1909 arasında "Yankee
Emperyalizmi" dediği Amerikan kontrolüne karşı ayaklanması bu tepkilerin ilk örneği olmuştur. Fakat
Fidel Castro ayaklanması, gerek Küba'da gerek Küba ile Amerika arasındaki ilişkilerde ve hatta genel
olarak Latin Amerika'nın havasında pek çok şeyi değiştirmiş, Amerikayı Latin Amerika’da ilk defa bir
komünizm tehlikesi ile karşı karşıya getirmiştir.
Fidel Castro ve arkadaşları, Küba'da ötedenberi diktatörlüğünü sürdüren Fulgencio Batista rejimini
yıkmaya karar verdikleri zaman, Marksizm ve komünizmle hiç bir bağlantıları yoktu. Fidel Castro'nun
Batista diktatörlüğünü yıkmak için başlattığı harekete 26 Temmuz Hareketi denir. O kadar ki Küba
komünistleri, Castro'nun teşebbüsünü Marksizm- Lenininzm'in taktik ve stratejisine aykırı gördükleri
için, bir süre Castro'yu desteklememişler ve onu eleştirmişlerdir.

Fidel Castro dağlarda ve kırsal alanda yürüttüğü mücadeleyi başarıya ulaştırarak 8 Ocak 1959’da
gerillarının başında başkent Havana'ya girdi. Fidel Castro 16 Şubat 1959’da ilk hükümetini kurdu ve
kendisi de Başbakan oldu. Sovyet Rusya, Castro Havana'ya girdikten iki gün sonra, 10 Ocak’ta, Castro
rejimini resmen tanıdı.
Küba'da halkın çok büyük kısmı fakir olduğu için, Batista'nın devrilmesinden sonra Castro'dan bir
takım beklentileri vardı. Castro bu beklentilere bir cevap olmak üzere 17 Mayıs 1959’da Tarım
Reformu Kanunu'nu çıkardı. Amerikan vatandaşlarının sahip olduğu büyük şeker kamışı tarımsal
alanlarını da kamulaştırıldı. Bu kamulaştırma olayı ve kamulaştırma bedellerinin ödenmesinde
Castro'nun ağırdan alması, Castro ile Amerika arasındaki ilişkilerin giderek bozulmasına sebep oldu.

Bunun üzerine Castro bütün liberal ve ılımlı unsurları kabineden çıkardı ve bunların yerine sol
unsurları getirdiği gibi, Sosyalist Halk Partisiyle yakın ilişkiler kurmaya başladı. Bu ise, Castro'nun
komünizme kayması idi. Bu gelişmeden Sovyetler çok memnun olurken, Amerika'nın da Castro'ya
karşı tutumu iyice sertleşmeye başladı.
Sovyetler Birliği Başbakanı Birinci Yardımcısı Anastas Mikoyan 4-14 Şubat 1960 tarihleri arasında
Küba'ya on günlük bir ziyaret yaptı. Bu ziyaret sırasında, Küba ile Sovyetler Birliği arasında bir anlaşma
da imzalandı. Bu anlaşma ile Küba ile Sovyetler Birliği arasında diplomatik ilişkiler kuruluyordu. Ayrıca,
Suvyetler Küba'dan 1960-1964 yıllarında 4.5 milyon ton şeker alacaklar ve Küba'nın Sovyet Rusya'dan
makina ve teçhizat alması için %
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

2.5 faizli 100 milyon dolar kredi açacaklardı. Küba'nın şeker için yeni bir pazar bulması şekerin
esas alıcısı olan Amerika'nın Küba üzerindeki baskısını da hafifletmiş olacaktı. Yani Küba, kendisini
şeker dolayısıyla Amerika’ya olan bağımlılıktan kurtarmaya başlıyordu. Buna karşılık bir Havana-
Moskova köprüsü kuruluyordu. 1960 yılının Kasım ve Aralık aylarında, Binbaşı Ernesio Che Guevara
başkanlığında bir Küba heyeti Moskova'yı ziyaret ederek, yeni bir takım ekonomik ve ticari anlaşmalar
imzalandı.

1960 yılında yapılan Amerika Başkanlık seçimini Demokrat Parti adayı John F. Kennedy kazandı.
Kennedy'nin ilk işi, şimdi artık şekillenmeye başlamış olan Castro komünizminin Latin Amerika'nın
diğer ülkelerine bulaşmasını önlemek amacı ile, 13 Mart 1961 de Gelişme İttifakı sistemini ortaya
atmak oldu. Bu, Latin Amerika ülkelerinin ekonomik kalkınmalarını hızlandırmak için Kennedy'nin
ortaya attığı bir yardım programı idi. Amerika'nın 18 Latin Amerika ülkesine yaptığı yardım 908 milyon
dolar olmuştur.

Fakat Kennedy'nin "yapmak zorunda kaldığı" ikinci iş ise, Castro’yu devirmekti. Daha Kennedy başkan
seçilmeden önce, Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı, (CIA) Castro'yu devirmek için bir plan
hazırlamıştı. Buna göre, Küba'dan kaçıp Amerika’ya sığınan Kübalı mülteciler aylarca askeri kamplarda
eğitim yaptırılarak Küba'ya bir çıkarma için hazırlanmışlardı. CIA'nın istihbaratına göre, bu Kübalılar
Küba'ya çıkarılır çıkarılmaz, Küba halkı Castro'ya karşı ayaklanarak bu kuvvetlerle birleşecekler ve bu
suretle Castro kolaylıkla devrilecekti. Çıkarma "Domuzlar Koyu" (Bay of Pigs) denen bir yere
yapılacaktı.

Nikaragua'dan kalkan Amerikan B-26 bombardıman uçakları 15 Nisan 1961 günü Küba havaalanlarını
bombardıman etmeye başladı. Guatemala'dan gemi ile yola çıkarılan Kübalı mültecilerden meydana
gelen kuvvetler de 17 Nisan'dan itibaren Domuzlar Koyu'na çıkarılmaya başlandı. Fakat harekat tam
bir fiyasko oldu. Hiç bir Kübalı bu kuvvetlerin yardımına gelmediği gibi, Castro kuvvetleri üç gün içinde
çıkarma kuvvetlerinden 300 kadar insanı öldürdü ve 1100 kadar kişiyi de esir aldı. Kennedy'nin
korktuğu başına gelmişti. Fakat, CIA'ye çok kızmasına rağmen, sorumluluğu tamamen kendi üzerine
almak gibi bir cesaret jestinde bulundu. Kennedy, "Zafer'in yüz tane babası vardır; fakat hezimet
yetimdir." diyordu.

Amerika'nın Castro'yu devirme teşebbüsü Küba liderini daha da sola itti ve Castro 1 Mayıs 1961’de
yaptığı konuşmada Küba'yı bir "sosyalist devlet" olarak ilan etti. Kruşçev daha sonra, Castro'yu bir
komünist olarak görmek istediğini belirttiği zaman da Castro kendisinin bir komünist olduğunu
söyleyecektir. Bu ise, Küba'nın Sovyet Rusya tarafından yeni bir değerlendirmesine sebep olacak ve
bu değerlendirme sonunda da Sovyetler 1962 yılı başında Küba'ya füze yerleştirmeye
başlayacaklardır.
U-2 uçaklarının Küba üzerinde yaptıkları uçuşlarda, bu ülkede füze üslerinin bulunduğunu tesbit etmiş
bu sebeple, Başkan Kennedy 22 Ekim 1962 akşamı Amerikan radyo ve televizyonlarında yaptığı
konuşmada, Küba'ya Sovyet füzelerinin yerleştirilmiş olduğunu ve bu füzelerin kuzeyde Hudson
körfezi ile güneyde Lima'ya kadar olan bir alanı vurabileceğini, bunun ise bütün Amerika kıtalarının
barış ve güvenliğine yöneltilmiş açık bir tehdit olduğunu ve bu sebeple bu füzelerin sökülmesini istedi.
Bu suretle 1959 ilkbaharındanberi gelişen bir gerginlik, nihayet bir uluslararası buhrana dönüşmüş
olmaktaydı.
Başkan Kennedy, yaptığı konuşmada, "Hürriyetin bedeli daima pahalıdır. Fakat Amerikalılar bu bedeli
daima ödemişlerdir" diyordu. Kennedy bu konuşmasında, Küba'nın "karantina"ya alınacağını da ilan
etti. Nitekim 24 Ekim 1962’den itibaren Amerikan İkinci Filo'suna ait 19 savaş gemisi, Küba kıyılarını
800 Km. çapında bir çember üzerinde ablukaya aldı.

Küba ise, bir Amerikan istilasına karşı askeri hazırlıklara geçti. Atmosfer o kadar gergindi ki, bütün
dünya her an bir çatışmanın çıkmasını beklemeye başladı. Sovyetler Amerika'nın kararlılığını görünce,
yavaş yavaş yumuşamaya başladı. 27 Ekim’de Sovyetler, Küba'daki Sovyet füzelerinin sökülmesini
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

kabul edebileceklerini, buna mukabil Amerika'nın da Türkiye'deki Jüpiter füzelerini sökmeleri


gerektiğini bildirdiler. Bu şart Amerika tarafından kabul edildi, çünkü Jüpiter füzeleri artık demode
olmuştu.

Not: Türkiye'deki Jüpiter füzelerinin sökülmesi ise, Türkiye'de kırgınlık yaratmıştır. Amerika'nın
gerektiğinde veya Sovyetlerle bir pazarlık söz konusu olduğunda, Türkiye’yi feda edebileceği gibi bir
his ve şüphe uyanmıştır. 1964 Kıbrıs buhranı sırasında Başkan Johnson'un Türkiyeye karşı takındığı
tavır ise, bu şüpheleri daha da kuvvetlendirecek ve Amerika Türkiye’yi feda etmeden Türkiye kendisi
Sovyetlerle ilişkilerini yumuşatmak için harekete geçecektir.

Karşılıklı füze sökümünün kabulü ile Küba Buhranı atlatılmış oluyordu. 20 Haziran 1963’te, Kremlin ile
Beyaz Saray arasında, özellikle buhran zamanlarında yanlış anlamaların önlenmesi amacı ile bir
"Kırmızı Telefon" hattı kuruldu. Bu telefon ile, iki devletin liderleri doğrudan doğruya
konuşabileceklerdi. "Kırmızı Telefon" anlaşmasının arkasından 5 Ağustos 1963'de de Amerika, Sovyet
Rusya ve İngiltere arasında, yeraltı denemeleri hariç, karada, havada ve denizde yapılan nükleer
denemelerin durdurulmasına ait anlaşma imzalandı.

Fransa'nın NATO'dan Uzaklaşması


Fransa'nın "bağımsız" politikası; 1958 de 5. Cumhuriyet Fransasının başına geçen de Gaulle ile başlar.
Fransa'nın Kuzey Afrika'da üç sömürgesi vardı: Tunus, Cezayir ve Fas. Fransa Tunus ve Fas'a 1956 da
bağımsızlık verdi. Çünkü, zaten Tunus'a 1882 de ve Fas'a 1904 de yerleşmişti ve bu iki ülke üzerinde
"himaye" rejimine sahip olduğu için, her ikisi de bir dereceye kadar bir bağımsızlık statüsüne sahipti.
Fakat Cezayir'in durumu bunlardan çok farklı idi. Fransa, Osmanlı Devleti'nin toprağı olan Cezayir'i
1830 da işgal etmiş ve burasını tam bir sömürge olarak idare etmişti. Bu sebeple de sanki Fransa
Cezayir ile adeta bütünleşmiş idi. Dolayısıyla, Fransa Cezayir'in bağımsızlığını kolay kolay kabullenmek
istemedi. 1954 Kasımından itibaren Cezayir mücahitleri ile Fransa arasında silahlı mücadele başladı.
1958 yılı geldiğinde, Fransa bu mücadelenin kendisi için sonuç vermeyeceğini anlayınca, Cezayir Milli
Kurtuluş Cephesi ile anlaşmak istedi. Fakat bu sefer de, Cezayir'deki Fransız subayları Fransa'nın
karşısına çıktılar. Bu subaylar Fransız hükümetine karşı ayaklandılar. Bu güç ve karışık durumda
Fransızlar köşesine çekilmiş bulunan İkinci Dünya Savaşı kahramanı General Charles de Gaulle'ü
işbaşına çağırdılar. De Gaulle 1958 de 5. Cumhuriyet Anayasası denen yeni bir anayasa ile Fransız
parlamentosu tarafından cumhurbaşkanlığına seçildi.

De Gaulle'e göre, büyük devlet olmanın da, bağımsız dış politikanın da, çok kutuplu bir uluslararası
politika düzeni yaratmanın da temel şartı "Nükleer güç" idi.

De Gaulle 1958'den itibaren NATO içinde Fransa'nın rolünü ve sesini yükseltme çabasına girmiştir.
Bunun içinde De Gaulle, NATO içinde bir Amerika-İngiltere- Fransa saçayağını kurmak istemiş fakat
başarılı olamamıştır. Çünkü De Gaulle nükleer silahların, kullanılmasında Amerika'dan başka İngiltere
ve Fransa'nın da veto hakkı olmasını istemiştir ki, ne Başkan Eisenhower ve ne de Kennedy bunu
kabule yanaşmamışlardır. De Gaulle, Ortak Pazar'dan hareketle bir Avrupa Birliği kurmak ve NATO'yu
Avrupa Birliği üzerine oturtarak Amerika’nın NATO üzerindeki etkisini azaltmak istemiş fakat bu da
mümkün olmamıştır.

1965 yılında De Gaulle Amerika ve diğer NATO üyelerine gönderdiği notalarda, NATO Başkomutanlığı
emrindeki Fransız askeri kuvvetlerinin geri çekileceği bildirildi ve NATO Başkomutanlık karargahı dahil
bütün NATO üs ve tesislerinin Fransız topraklarından çekilmesi istendi. Almanya'da bulunan iki
tümenlik kuvvet ile hava filolarının bu ülkeden geri çekileceği açıklandı. Bunların arkasından da
Fransa'daki Amerikan üslerine ait beş anlaşma da feshedildi. De Gaulle nihayet NATO ile bağları
koparmıştı. Fransa NATO'dan çıkmıyor, ancak askeri kanadından çekiliyordu.

Yumuşamaya (Detant) Doğru Yeni Gelişmeler


SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Bloklarda 1960-1970 arasında meydana gelen yapı değişiklikleri şüphesiz blokların birbirlerine
yaklaşmasında veya hiç değilse davranışlarında eski sertlik alışkanlıklarından vazgeçerek
anlaşmazlıkları bile nisbeten daha yumuşak yaklaşımlar içinde ele almalarında önemli rol oynamıştır.
Dolayısıyla bu gelişmede 1962 Küba buhranın büyük etkisi vardır. Özellikle Doğu ile Batı bloklarının,
aralarındaki çatışmalara eskisinden daha farklı bakmalarında ve bu çatışma ve buhranları daha farklı
ele almalarında Küba buhranı bir dönüm noktası teşkil etmiştir denilebilir.

Bununla beraber, 1960'lardan itibaren blokların dışında meydana gelen gelişmelerin de, blokların
karşılıklı ilişkilerine etki ederek yumuşamaya büyük katkı sağlamıştır. 1960'lardan itibaren ortaya
çıkan Üçüncü Dünya, Asya-Afrika Bloku, Asya-Afrika-Latin Amerika Grubu, Tarafsızlar, Bağlantısızlar
gibi deyimler, kavramlar ve hareketler bunun örnekleridir.

Bandung'tan Bağımsızlığa
1960'ların başından itibaren, uluslararası politikanın yeni bir faktörü olarak ortaya çıkan önemli
gelişmelerden biri de, Doğu ve Batı bloklarının dışında "Bağlantısızlık" adı ile yeni bir hareketin ve
yeni bir devletler gruplaşmasının ortaya çıkmasıdır. Bu hareket, çeşitli şekillerde başlayıp geliştiği için,
Üçüncü Dünya, Asya-Afrika Bloku, Tarafsızlar veya Bağlantısızlar Bloku gibi isimler almakla beraber,
bütün bunların başlangıç noktası 1955 yılında Endonezya'da toplanan Bandung Konferansı'dır.

Bandung Konferansı, Hollanda'nın sömürgesi iken, 1945'ten sonra sürdürdüğü bir bağımsızlık
mücadelesi sonunda, 1949'da, bağımsızlığını kazanan Endonezya'nın teşebbüsü ile, 18-24 Nisan 1955
tarihlerinde yine Endonezya'nın Bandung şehrinde toplanmış olup, Asya-Afrika Konferansı adını
almıştır.
Konferansın amacı, yeni bağımsızlıklarını alan Afrika ve Asya ülkelerinin, Amerika ve Sovyet Rusya gibi
iki büyük nükleer güç karşısında varlıklarını korumak için bir birlik ve dayanışma sağlamaktı.

Not: Konferansta en ciddi tartışmalar, Batı'nın temsilcisi durumunda bulunan ve uluslararası


komünizm tehlikesi karşısında tarafsızlığın tehlikelerine işaret eden Türkiye Dışişleri Bakanı Fatin
Rüştü Zorlu ile, Hindistan'ın komünist veya anti-komünist her türlü kuvvet gruplaşmasının karşısında
olduğunu ve fakat NATO'nun sömürgeciliğin en güçlü koruyuculuğundan biri olduğunu ileri süren
Hindistan Başbakanı Nehru arasında olmuştur.

SİLAHSIZLANMA

Silahsızlanmanın konvansiyonel silahlardan nükleer silahlara intikalinde ve dolayısıyla, nükleer silahlar


bakımından bazı sınırlama anlaşmalarının yapılabilmesinde, bir nükleer savaşın doğurabileceği
muhtemel korkunç neticelerin gözönüne getirilmesi şüphesiz büyük rol oynamıştır. Amerika ile
Sovyet Rusya arasında şu kadar veya bu kadar fark olmuş veya bir denge mevcut olmuş, bir nükleer
savaşın her iki tarafta da meydana getireceği tahribat, yıkım ve insan kaybı açısından, bunun hiç bir
ehemmiyeti kalmamıştır ki, buna "Dehşet Dengesi" diyoruz. Dünyanın Dehşet Dengesi ile karşı karşıya
kalması ise, 1962 Ekimindeki Küba Buhranı ile olmuştur. Küba Buhranı, Birleşmiş Milletler
Silahsızlanma Komisyonunun yıllarca çalışmalarından çok daha müessir olmuş ve silahsızlanma
müzakerelerinde masaların etrafında bir ihtimal olarak söylenenler, bir anda insanlığın karşısına
çıkıvermiştir.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Türk Dış Politikası (1960-1980)


Genel Görünüm
Son yirmi yıllık Türk dış politikasının esas mihverini bir tek mesele teşkil etmiştir: Kıbrıs meselesi. Türk
dış politikasının aktivitesi Kıbrıs meselesi etrafında dönmüş ve diğer alanlardaki faaliyetlerimiz bu
meselenin dalları olarak gelişmiştir dersek, herhalde gerçeği ifade etmiş oluruz. Türk dış politikasının
Kıbrıs meselesinden fışkıran veya bu meselenin tesirinde gelişen ana faaliyet dalları, Amerika, Sovyet
Rusya, Yunanistan ve Orta Doğu ile ilişkilerimizdir. Bunu da normal karşılamak gerekir. Çünkü, son
otuz yıl içinde Kıbrıs, Türkiye'nin hayati ve milli meselesi, milli menfaatlerimizin ağırlık noktası
olmuştur. Bir dış politika her şeyden önce milli meselelere dayanmak zorundadır.

Türk dış politikasının ikinci önemli unsuru, Birleşik Amerika ile olan ilişkilerimizdir. Fakat geriye, son
yirmi yıla baktığımızda, tespit edeceğimiz husus şudur ki, Türk-Amerikan ilişkileri, NATO çerçevesi
içinde bağımsız bir ittifak ilişki olarak gelişeceği yerde, hemen daima, Kıbrıs meselesinin iniş-
çıkışlarına göre değişen bir yapı göstermiştir. Her ne kadar 1970'lerin ortalarından itibaren bir Ege
meselesi de ortaya çıkmış ise de, Kıbrıs meselesi Türk-Yunan ilişkilerinin daima mihenk taşı olmuş ve
Amerika da, NATO'nun güney-doğu kanadı olarak Türkiye ve Yunanistan'a eşit ağırlık vermiştir.
Halbuki çıplak eşitlik prensibi, Türk-Yunan ilişkilerinin çıplak gerçeği ile daima ters düşmüştür. Kıbrıs
meselesinin gelişmelerinde ağırlık daima Türkiye tarafında olması gerekirken, Amerikanın salt eşitlik
prensibine veya genellikle dengesizliklerle hastalıklı bir denge politikasına sarılması, Türk-Amerikan
ilişkilerinin, bu ilişkileri zaman zaman ağır bir şekilde sarsan, ciddi bir meselesi olmuştur.

Bu sebeplerden dolayıdır ki, Türk-Amerikan ilişkileri 1884 ve 1974 Kıbrıs buhranlarında çok ağır
sarsıntılar geçirecektir.

Yine son yirmi yıl içinde Türkiye, Amerika ile olan ittifak bağlarına rağmen, ikinci süper-devlet olarak
Sovyet Rusya ile ilişkilerinde bir istikrarın mevcut olmasına ve bu büyük kuzey komşumuz ile gereksiz
yere anlaşmazlık veya çatışma çıkarmamaya daima ehemmiyet vermiştir. Bununla beraber, Türk-
Amerikan ilişkilerindeki dalgalanmalar, Türkiye tarafından aksettirilmese bile, daima Türk-Sovyet
ilişkilerine de aksetmiştir. Yani Kıbrıs meselesi Türk-Amerikan ilişkilerine şekil vermiş, Türk-Amerikan
ilişkilerinin şekli de, bir bakıma, Türk-Sovyet ilişkilerini şekillendirmiştir. 1945 Martındanberi kötü
giden Türk-Sovyet ilişkilerinin, biraz aşağıda göreceğimiz üzere, Kıbrıs buhranı içinde, 1964 yılı
sonlarından itibaren yeni ve müsbet bir yola girmesinde, 1964 Haziranındaki Johnson mektubunun
büyük rol oynadığını unutmamalıyız.

Türkiye'nin Yunanistan'la ilişkileri, yaklaşık otuz yıldanberi çalkantılar içinde cereyan etmektedir. Zira
bu çalkantılar Kıbrıs meselesi ile başlamış ve 1974 Kıbrıs buhranından sonra buna bir de, Ege meselesi
eklenmiştir. Fakat temel anlaşmazlık Kıbrıs mihverine oturmuş bulunmaktadır. Kıbrıs meselesi
çözümlendiği gün, yani Kıbrıs meselesi ortadan kalktığı zaman, Yunanistan'la olan diğer anlaşmazlık
ve meselelerimizin de müsait ve müsbet bir zemine oturacağından şüphe edilmemelidir.

Orta Doğu ile ilişkilerimiz, tabiatiyle Kıbrıs meselesinden en az müteessir olmuş bir dış politika faaliyet
alanımızdır. Türkiye'nin Orta Doğu ülkeleri ile ilişkilerinin temel faktörü İsrail olmuştur. İsrail
meselesinde onlara yaklaşabildiğimiz ölçüde ilişkilerimiz gelişme göstermiştir. Fakat unutmamak
gerekir ki, Türkiye'yi başlangıçta Arap ülkelerine yaklaşmaya götüren esas mesele, Arapların Kıbrıs
meselesinde ve özellikle Birleşmiş Milletlerde Türkiye'yi desteklemeleri olmuştur. Arap ülkeleri,
kendilerinin İsrail meselesi ile Türkiye'nin Kıbrıs meselesi arasında bir bağ kurunca, Türkiye de İsrail
politikasına yeni bir şekil vermek zorunda kalmış ve 1967'deki Arap-İsrail savaşı da, bu yeni politikanın
ilk tatbikatına imkan vermiştir.
Görülüyor ki, Kıbrıs meselesi Türk dış politikasının hemen her şeyi demek olmuştur.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Bundan dolayı, Türk dış politikası konusundaki açıklamalarımıza, Kıbrıs meselesinin gelişmeleriyle
başlayacağız.

Kıbrıs Buhranları

A)1963-1964 Kıbrıs Buhranı

Kıbrıs'ın bağımsızlık döneminin bu iki buhranı, esas itibariyle, Kıbrıs rumlarının Enosis'ten, yani adayı
Yunanistan'a ilhak sevdasından vazgeçmemeleri ve 1960 Anayasasının Türklere tanıdığı hakları bir
türlü hazmedememiş olmalarından çıkmıştır. O kadar ki, Cumhurbaşkanı seçilmiş bulunan Kıbrıs rum
lideri Makarios dahi, yeni Cumhuriyetin ilk gününden itibaren, yaptığı çeşitli konuşmalarda, Enosis'i
unutmadıklarını, eninde sonunda Enosis'i gerçekleştireceklerini söylerken, rum idaresi de Türklerin
haklarını çiğnemeye ve anayasayı ihlale başlamıştır. Bu sebepten de, Türkiye 1961 yılından itibaren
bu anayasa ihlallerine karşı rumları uyarmaya çalışmıştır.

1960 Kıbrıs anayasasına göre, Lefkoşe, Limasol, Magusa, Baf ve Larnaka'da, bu beş büyük şehirde,
Türkler ve rumların ayrı belediyeleri olacaktı. Fakat bu belediyelerin sınırlarını çizmek ve
mekanizmasını tesbit etmek mümkün olamadı. Bunun üzerine Makarios, 1952 yılı Martında, bu beş
büyük şehirde de tek belediye kurulmasını ve bu belediyelerde Türklerin nüfusları nisbetinde temsil
edilmesini ileri sürdü. Türk toplumu Makarios'un bu isteğini kabul etmedi. Bu da, iki toplum
arasındaki ilişkileri gerginleştirdi.
Makarios ve rumların Anayasadan rahatsız oldukları her hali ile belli oluyordu.
Nihayet Makarios, Anayasada değişiklik yapılması meselesini Türkiye ile görüşmek üzere 22-26 Kasım
1962 günlerinde Ankara'yı ziyaret etti. Yanında Dışişleri Bakanı Spyros Kyprianu da vardı. Türk
hükümet yetkilileri ile yapılan müzakerelerde, Türk hükümeti bütün bu değişiklik tekliflerini reddetti.
Çünkü bunlar Türk toplumunun yaşama teminatı ile alakalı idi.

Kıbrıs Türk toplumu, Makarios'un bu tutumu karşısında, 29 Aralık 1962'de yaptığı bir açıklamada, 1
Ocak 1963'ten itibaren beş büyük şehirde kendi belediyelerini işletmeye karar verdiklerini açıkladılar.
Buna karşılık, Makarios hükümeti, Türklerin kuracağı belediyeleri tanımayacağını ve beş büyük şehir
belediyesinin hükümet kontrolü altına alındığını bildirdi. Rumların bu kararı, 1960 Anayasasına
resmen aykırı idi.
1963 yılında Kıbrıs'ta gerginlik daha da arttı. Rum tethişçiler Türklere saldırmaya başladılar. Türkler
kaçırılıyor ve öldürülüyordu. Bu atmosfer içinde, Makarios, 30 Kasım 1963'de, Türk toplumuna ve
Kıbrıs'la doğrudan doğruya ilgili devletlere, 13 konuda Kıbrıs Anayasasında değişiklik yapılması
gerektiğini bildirmiştir. Bu değişikler, Cumhurbaşkanı Makarios ile Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fazıl
Küçük'ün veto hakkının kaldırılmasını, beş büyük şehirde tek belediyeler kurulmasını ve
memuriyetlerde Türklere % 30 kontenjan tanıyan hükümlerin kaldırılmasını öngörmekteydi. Kısacası,
bu değişikliklerin kabulü halinde Türk toplumu basit bir azınlık haline düşecekti. Türkiye Makarios'un
bu anayasa değişikliği tekliflerini kesinlikle reddetti.
Türkiye'nin bu kararlı tutumu Makarios ve Kıbrıs rumlarını kuvvet ve zorbalık yoluna sevketti ve
rumlar Lefkoşe'de 24 Aralık 1963 günü Türklere saldırarak 24 Türkü şehit ettiler ve 40 Türkü de
yaraladılar. Bu hadise, Türkleri yoketme planının bir başlangıcı idi. Katliamı durdurmak amacı ile Türk
jetleri 25 Aralık günü Lefkoşe üzerinde uçmaya başladı. 650 kişilik Türk askeri birliği de karargahından
çıkarak Lefkoşe'nin Türk kesimini koruma altına aldı.

Diğer taraftan Türkiye, Garanti Antlaşması gereğince Yunanistan ve İngiltere'yi harekete geçirdi ve üç
devlet önce, ortak bir kuvvetle Lefkoşe'deki çarpışmaları durdurmak üzere iki taraf arasına girdi (Yeşil
hat). Ayrıca, İngiltere'nin teklifi üzerine, Türkiye ve Yunanistan ile, Türk ve rum toplumlarının
temsilcilerinin katılması ile 15 Ocak 1964'de Londra'da bir konferans toplandı. 21 Ocakda fiilen
kesilen bu konferans hiç bir netice vermedi. Çünkü tarafların görüşleri arasında bir uçurum vardı.
Türkiye ve Türk tarafı Noel Hadiseleri denen, 24 Ocaktaki rum katliam teşebbüsünden sonra
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

görmüştü ki, Kıbrıs'taki Türk varlığının devam ettirilebilmesi için daha fazla garantilere ihtiyaç vardır.
Bu garantilerin biri, Kıbrıs'ta federal bir sistemin kurulması ve Türk toplumunun rumlardan bağımsız
olarak kendi kendisini idare etmesi, diğeri de rum saldırılarına karşı daha müessir güvenlik
tedbirlerinin alınması, yani Türkiye'nin adaya daha sağlam bir şekilde ayak basması.
Buna mukabil rum tarafı, tam bağımsızlık teranesi tutturmuştur. "Tam bağımsızlık" ile söylenmek
istenen, Türk toplumunun basit bir azınlık haline getirilerek rum çoğunluğunun hakimiyeti altına
sokulması ve Türkiye'ye Kıbrıs üzerinde haklar veren bütün anlaşmaların ortadan kaldırılması ve
Enosis yolundaki engellerin temizlenmesi idi.

Londra Konferansında bir netice alınamayınca, Kıbrısa 10.000 kişilik bir NATO kuvvetinin gönderilmesi
ve adada sükun ve asayişi bu kuvvetin sağlaması hususunda bir İngiliz-Amerikan planı ortaya atıldı.
Türkiye tarafından kabul edilen bu plan; Makarios tarafından reddedilince, Londra Konferansı tam bir
başarısızlıkla neticelenmiş oldu.

Bu arada şunu da belirtelim ki, bu Kıbrıs buhranı karşısında İngiltere, Garanti antlaşmasını imzalayan
devlet olduğu halde, meseleye fazla bulaşmamaya özellikle dikkat etmiştir. İngiltere, NATO kuvveti
teklifinde görüldüğü üzere, Amerika'yı işin içine çekmeye çalışmıştır. Keza, İngiltere'nin bu tutumu
karşısında Türkiye de, Yunanistan üzerinde baskı yapabilecek bir devlet olarak Amerika'yı mesele ile
ilgilendirmek istemişse de, Amerika da Kıbrıs işine bulaşmaktan kaçınmış ve Türkiye ile Yunanistan
arasında haklı-haksız ayırımını yapmamaya özellikle dikkat etmiştir. Bu durum Türkiye için bir hayal
kırıklığı olmuştur.
Kıbrıs'ta rumların Türklere saldırıları devam etmesi üzerine, Türkiye 15 Şubatta Kıbrıs'a müdahalede
bulunmayı düşünmüştür. Bu ise buhranı daha da şiddetlendireceği için, Güvenlik Konseyi meseleye el
koymuş ve 4 Mart 1964'de 8 maddelik bir karar almıştır. Kararda, gerek ilgili devletlerden, gerek Türk
ve rum toplumlarından, barışı ve huzur ve sükunu bozacak hareketlerden kaçınmaları istenirken, bu
barış ve sükunu sağlamak üzere bir barış gücü kuruluyor ve ayrıca Kıbrıs meselesine barışçı bir çözüm
bulunması amacı ile, Genel Sekreterin bir arabulucu tayin etmesi isteniyordu. Finlandiyalı diplomat
Tuomioja aracı olarak tayin edilmiştir.
B. M. Barış gücü adaya gelmeden önce rumlar avantajlı bir durum elde etmek için Türklere karşı
yeniden saldırılara geçtiler. Bunun üzerine Türk hükümeti, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden, Kıbrıs'a
müdahale yetkisi aldı. Bunun üzerine B. M. Barış Gücü acele teşkil edilerek Mart sonlarında adaya
sevkedilmiştir.

B. M. barış gücünün adaya gelmeye başlaması, Kıbrıs rumlarını frenlemiş ise de, Makarios 4 Nisanda
Zürich ve Londra anlaşmalarının ayrılmaz bir parçası olan ittifak antlaşmasını feshettiğini ilan etti.
Makarios, Türkiye'nin Kıbrıs'la olan bağlarını birer birer koparmak istiyordu. Tabii Türkiye bu feshi
kabul etmedi. Fakat, bu hadisenin arkasından, Yunan başbakanı Yorgo Papendreou yayınladığı bir
bildiride, Yunanistan'ın, helenizmin Kıbrıs'taki halk mücadelesini kayıtsız-şartsız desteklediğini, Zürich
ve Londra anlaşmalarının yürümediğini, bu anlaşmaların adada durumu çıkmaza sürüklediğini
söylemiş ve Makarios'un ittifak antlaşmasını feshetmesini desteklemiştir. Kısacası, Yunanistan
Makarios'un bütün kanunsuzluklarına arka çıkıyordu.
Mayıs ayında Makarios'un Kıbrıs'ta mecburi askerlik sistemini ihdas etmesi, rumları askere almaya
başlaması ve dışardan ağır silahlar satın alması, durumu yeniden gerginleştirdi. Makarios bir yandan
da Sovyet Rusya ve Sovyet bloku ile yakın ilişkiler içine girmişti.

Bu yeni gelişme Türkiye'nin Kıbrıs'a müdahalesi kararını kesinleştirdi. Kıbrıs'a Türk askerinin çıkması 7
Haziran için planlanmıştı. Fakat 5 Haziranda "Johnson Mektubu" hadisesi patlak verdi. Amerika bir
kaç gün önce, bu çıkarmayı önlemek için diplomatik teşebbüste bulunmuştu. Fakat Türkiye'yi
kararından caydıramayınca, Başkan Johnson

Başbakan İsmet İnönü'ye 5 Haziran günü, ifadesi ağır ve tehdit dolu bir mektup gönderdi. Başkan
Johnson mektubunda şu noktaları belirtiyordu:
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

1) Türkiye, Garanti Antlaşmasını tam işletmeden adaya müdahale kararı almıştır. Türkiye henüz
müdahale hakkını kullanamaz.
Ne kadar gariptir, Türkiye'nin bütün çabalarına rağmen, Amerika Kıbrıs meselesine bulaşmaktan
kaçındığı halde, şimdi Garanti Antlaşması hakkında değer yargısında bulunarak, sadece siyasi değil,
aynı zamanda hukuki bakımdan da meseleye bulaşmak gibi çelişkili bir tutum içine giriyordu.

2) Türkiye tarafından Kıbrıs'a yapılacak askeri bir müdahale, kendisini Sovyetler Birliği ile bir
çatışma durumuna sokabilir. Türkiye, NATO'lu müttefiklerine danışmadan, onların "rıza ve
muvafakatı"nı almadan böyle bir harekete giriştiğine göre, acaba NATO'nun Türkiye'yi savunma
yükümlülüğü var mıdır? Türkiye bu noktayı herhalde düşünmedi.

Başkan Johnson'ın söylemek istediği şuydu ki, Kıbrıs'a müdahale yüzünden Türkiye'nin Sovyetlerle
başı derde girerse, Amerika Türkiye'yi savunmayacaktır. Johnson mektubunun Türkiye'ye vurduğu en
ağır darbe buradaydı. O Türkiye ki, NATO'ya, Sovyet tehlike ve tehditlerine ve saldırı ihtimaline karşı
Amerika'dan destek ve güvenlik elde etmek için girmişti. Şimdi Amerika, bir Kıbrıs için, Türkiye'yi bir
Sovyet saldırısı karşısında yapayalnız bırakabileceğini söylüyordu. Bu çok vahim bir durumdu.

3) Türkiye ile Amerika arasında mevcut 12 Temmuz 1947 tarihli yardım antlaşmasının 4'üncü
maddesine göre, Türkiye Amerika'nın vermiş olduğu silahları Kıbrıs'a müdahalede kullanamaz. Çünkü
bu silahlar Türkiye'ye savunma amacı ile verilmiştir.
Amerika, Makarios'un bütün kanunsuzluk, vahşet ve cinayetlerini ve Yunanistan'ın da bütün bunlara
destek olmasını görmezlikten gelerek, Türkiye'nin uluslararası antlaşmalardan doğan meşru haklarını
kullanmasını bir saldırı telakki ediyordu.

4) Ayrıntılı görüşmeler için Türkiye Başbakanı Vaşington'a giderse Başbakan Johnson bundan
memnun olacaktır.
Nasıl 12 Mart 1947 tarihli Truman Doktrini Türk-Amerikan ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuş ise, 5
Haziran 1964 tarihli Johnson Mektubu da Truman Doktrininin açmış olduğu sağlam bir dönemi tersine
çeviren bir dönüm noktası olmuştur. Türk Milletinin en hassas ve haklı davasında ortaya konan bu
fevkalade sakat tutum, Türkiye'de Amerika'ya olan güveni büyük ölçüde sarsmış ve tesirlerini daha
sonraki yıllara kadar yaymıştır. O sırada Başbakan İnönü'nün Kıbrıs işlerindeki danışmanı Profesör
Nihat Erim, daha sonra şöyle diyecektir: "Denebilir ki, o zamana kadar dünyanın tek memleketi
Türkiye idi ki, orada Amerikalılara "Go Home" denmiyordu. Bu Johnson mektubundan sonra Türk
kamu oyunda Amerika'ya güven çok sarsılmıştı ve ilk defa olarak Türkiye'de Amerika'ya karşı olumsuz
bir kamu oyu meydana gelmeye başlamıştı. Bundan sonraki yıllarda bu daha da kuvvetlenmiştir." Bu
sırada, 1961 Anayasasının getirdiği hürriyet rejimi içinde sol akımların boy göstermeye başladığı da
unutulmamalıdır.
Başbakan İnönü Johnson'ın mektubuna 13 Haziranda cevap verdi. Bu cevap oldukça yumuşak bir
ifade taşıyordu. Cevapta, 12 Temmuz 1947 tarihli yardım antlaşmasının yorumuna hiç
değinilmemiştir. Buna karşılık şu hususlar belirtiliyordu:

1) Mektubun "gerek yazılış tarzı, gerek muhtevası", Amerika'nın Türkiye gibi bir müttefiki için
"hayal kırıcı" olmuştur.
2) Bu son teşebbüs ile birlikte, 1963 sonundanberi Kıbrıs'a askeri müdahale ihtiyacı
dördüncüdür. Ve Türkiye bu işin başındanberi Amerika ile danışma halinde bulunmuştur.
3) Kıbrıs rum hükümeti açıkca silahlanmaya başlamış, Anayasa dışı faaliyetlere girişmiş, Türklere
karşı "zulmünü" arttırmış ve bütün bunlar Yunanistan tarafından, kendisinin imzaladığı uluslararası
antlaşmalara aykırı olduğu halde, desteklenmiş, fakat Türkiye'nin bütün uyarmalarına rağmen
Amerika bir şey yapmamıştır.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

4) Birbirlerine karşı antlaşmalardan doğan zorunluluklarını; yükümlülüklerini istediği zaman


reddeden devletler arasında bir ittifaktan söz edilebilir mi?
5) "NATO müttefiklerinden herhangi birine yapılacak saldırı, saldırgan tarafından tabiatiyle
daima haklı gösterilmeye çalışılacaktır. NATO'nun bünyesi saldırganın iddialarına kapılacak kadar zayıf
ise, hakikaten tedaviye muhtaç demektir."
6) Türkiye'nin anlayışına göre, NATO, saldırıya uğrayan bir üyeye derhal yardımı mecburi
kılmaktadır. Üyelerin takdirine bırakılan husus, yardımın mahiyeti ve genişliğidir.
Başbakan İnönü, Başkan Johnson'un mektubundaki teklifi ve daveti kabul ederek, 21 Haziranda
Vaşington'a gitti. Johnson, herhalde ilişkisiz mektubunun Türk hükümeti üzerinde yaptığı kötü tesiri
silmek için olacak, Başbakan İnönü'nün bu seyahati için kendi özel uçağını tahsis etti.

Türk-Amerikan görüşmeleri 22-23 Haziranda yapıldı. Türk hükümetinin bu görüşmelerdeki hareket


noktası şuydu: Zürich ve Londra anlaşmaları ile Türk toplumuna tanınan hakların korunması ve bunu
sağlamak için de, daha da sağlam güvenlik ve garanti tedbirlerinin elde edilmesi. Bu son noktada söz
konusu olan, Türkiye'nin ada üzerindeki yetkilerinin daha da arttırılması idi.

Bu görüş Amerika tarafından esas itibariyle kabul edildiği gibi, Türkiye'nin Kıbrıs'tan çekilmesine
karşılık, Ege'deki Yunan adalarından birisinin Türkiye'ye verilmesi de söz konusu olmuş ve Türk tarafı
bu görüşe de karşı gelmiştir. Bununla beraber, Vaşington görüşmelerinde, Kıbrıs meselesinin nihai bir
çözüme ulaştırılmak üzere, Amerika'nın eski Dışişleri Bakanlarından Dean Acheson'un aracı olarak
tayin edilmesine karar verilmiştir.
Dean Acheson'ın, Kıbrıs meselesine kesin bir çözüm bulmak için arabuluculuk faaliyeti 10 Temmuz
1964'de Cenevre'de başladı ve 1 Eylül gününe kadar devam etti. Cenevre görüşmelerinde,
Magusa'nın kuzeyindeki Boğaz ile, Kıbrıs'ın kuzey kıyılarındaki Akantu geçidi arasında çizilen çizginin
doğusunda kalan Karpas yarımadasının Türkiye'nin egemenliğine bırakılması prensip olarak Türkiye
tarafından kabul edilmiştir. Türkiye'nin tek itirazı, Akantu noktasının, arazinin askeri yararlılığını daha
müsait hale getirmek için, biraz daha batıya kaydırılması idi.

Acheson Planı adını alan bu tekliflerin bir diğer tarafı da, Kıbrısın rum kesiminde kalan Türkler, yoğun
oldukları bölgelerde, en az beş kanton veya mahalli muhtariyet bölgesine sahip olacaklardı.
Acheson Planı, Karpas yarımadasını Türkiye'ye vermekle, adanın 400 mil karelik bir kısmını, yani %
11'ini Türkiye'nin egemenliğine terketmiş olmaktaydı. Kantonları ve muhtariyet bölgelerini de hesaba
katınca, adanın % 25-30 kadarı Türkiye'nin kontrolü altına giriyordu.

Cenevre görüşmeleri devam ederken Kıbrıs'taki durum yeni bir krize girdi. Ağustos başında rumlar
Kıbrıs'ın Erenköy ve Mansura bölgesindeki Türklere karşı bir katliam hareketine girişerek saldırılara
başladılar. Adadaki Birleşmiş Milletler Barış Gücü kuvvetleri bu yoketme hareketi karşısında
hareketsiz kalınca, Türk Hava Kuvvetlerine ait jet uçakları 8 ve 9 Ağustos günlerinde rum mevzilerini
bombaladılar. Rumların katilam teşebbüsleri bu şekilde durduruldu.

Fakat Türkiye'nin bu müdahalesi üzerine Makarios, Suriye, Mısır ve Sovyet Rusya'dan yardım istedi.
Bunun üzerine Sovyet Başbakanı Kruşçev, 9 Ağustosta Başbakan İnönü'ye bir mesaj göndererek,
oldukça yumuşak bir ifade ile, Türkiye'nin Kıbrıs'a "askeri saldırıda" bulunmakla üzerine sorumluluk
aldığını bildirdi ve askeri harekatın durdurulmasını istedi. İnönü 13 Ağustosta verdiği cevapta ise,
rumların gayri insani ve ahlaki davranışlarını anlatarak, Sovyet Rusya'nın durumu anlayacağı ve
nüfuzunu bu istikamette kullanacağı ümidini ifade etmiştir.

8-9 Ağustos bombardımanları, 1963 Aralık ayındanberi Türkiye'nin yapmak istediği dört müdahale
niyetinin, ilk defa müessir bir şekilde gerçekleşmesiydi. Askeri bakımdan, böyle bir bombardımandan
sonra bir çıkarma hareketinin gelmesi gerektiği için, bu bombardımanlar Atina'da heyecan ve panik
yaratmış ve Yunan hükümeti, Yunanistan'ın hiç bir zaman Türkiye ile bir savaşı göze alamıyacağını,
Türk-Yunan dostluğuna ehemmiyet verdiğini ve Kıbrıs meselesinin barışcı yollarla çözümünü
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

arzuladığını Türkiye'ye bildirmiştir. Yunan Başbakanı ile Türk Başbakanı arasında da bu konuda
mesajlar teati edilmiştir.

Türkiye'nin Kıbrıs bombadımanı Yunanistan'ı geriletmiş ve Türk-Yunan ilişkilerine nisbeten bir


yumuşaklık getirmiş ise de, Yunanistan bu bombardımandan sonra Kıbrıs'a asker sevketmeye
başlamıştır. İlk elde 5.000 Yunan askeri Kıbrıs'a yollanmış ise de, bu miktar daha sonra giderek artacak
ve 12.000'e kadar çıkacaktır. Birleşmiş Milletler Arabulucusu Finlandiyalı diplomat Sakari Tuomioja,
peşpeşe gelen buhranlı hadiseler içinde pek fazla bir şey yapamadan, 9 Eylül 1964'de ölüverdi. Bunun
üzerine yerine, arabulucu olarak, Ekvatorlü diplomat Galo Plaza Lasso tayin edildi.

Galo Plaza, 1964 Ekiminden 1965 Şubatına kadar Kıbrıs meselesiyle alakalı taraflarla yapmış olduğu
temas ve görüşmeler sonunda 66 sayfalık bir rapor hazırladı. Bu rapor, B.M. Güvenlik Konseyi
tarafından 26 Mart 1965 tarihinde yayınlandı. Fakat Galo Plaza'nın raporu Türkiye tarafından
reddedildi. Çünkü rapor, çelişkilerle dolu olduğu gibi, Türk toplumunu rum toplumunun hakimiyeti
altına sokan tekliflerde bulunuyordu. Galo Plaza, raporunun başında, Kıbrıs'taki Türk ve Rum
toplumlarının, tarihi ve ırki ve diğer her çeşit hususiyetleri ile birbirinden ayrı iki toplum olduğunu
belirttiği halde, Türk toplumunu Kıbrıs'ta basit bir azınlık haline getiren, Rumcayı bile Kıbrıs devletinin
resmi dili yapan teklifler ileri sürmüştür. Görülmüştür ki, Galo Plaza meseleyi anlamadığı gibi,
uluslararası hukuk kurallarına aykırı olarak yetkilerini de aşmıştır. Bunun dışında Galo Plaza,
Türkiye'nin federal sistem tezini terketmesini ve Kıbrıs'taki Türklerin Türkiye'ye göç etmelerinin
kolaylaştırılması gibi garip teklifler de ileri sürüyordu.

Türkiye'nin Galo Plaza raporunu reddetmesinden sonra Kıbrıs meselesi, 1955 Mayısından itibaren
Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan ikili görüşmelerin konusu oldu. Fakat bu ikili görüşmeler de
1966 yılı sonuna kadar bir takım kesintilerle yapılabilmiştir. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi, Makarios
ve Kıbrıs rumlarının, Türk- Yunan görüşmelerine karşı çıkıp, meseleyi Birleşmiş Milletler çerçevesinde
yürütmek istemeleri. Doğrusu şudur ki, o sıralarda Genel Kuruldan Türkiye lehine bir karar çıkarmak
mümkün değildi. Makarios'un Kıbrıs'ı bağlantısızlara dahil olduğu için, bağlantısızlar Genel Kurulda
çoğunlukta idi.
İkincisi, Yunanistan'daki hükümet buhranları da Türk-Yunan ikili görüşmelerini aksatmıştır. Başbakan
Yorgo Papandreu Ordu'da bir takım temizlik hareketlerine girişmek isteyince, 1965 Temmuzunda Kral
tarafından başbakanlıktan azledildi. Fakat siyasi istikrarsızlık Yunanistanı, 1967 Nisanındaki askeri
darbeye kadar çalkantı içinde bırakacaktır. Bu şartlarda Kıbrıs için elbetteki bir şey yapılamazdı. Yalnız,
Türkiye bu dönemde, özellikle Makarios ve Kıbrıs rumlarına karşı gayet kararlı ve seri bir tutum almış
ve rumların herhangi bir olup-bittiye başvurmalarını önlemiştir.

1963-1964 Kıbrıs buhranının, Türkiye bakımından en önemli neticesi, Johnson mektubu dolayısıyla
Amerika'ya karşı güvenin sarsılması neticesi, Türkiye'nin Sovyetlerle ilişkilerini düzeltmek için
harekete geçmesidir. Daha aşağıda da değineceğimiz üzere, Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin, 30
Ekim-6 Kasım 1964 tarihlerinde Moskova'yı ziyaret etmiştir. Ziyaretin sonunda yayınlanan bildiride,
Kıbrıs'ta "iki milli cemaat"in varlığından söz edilmekteydi. Bu, Türkiye'nin Kıbrıs görüşünün en önemli
noktasının Sovyetler Birliği tarafından da desteklenmesiydi. Türk-Amerikan ilişkileri 1964

yılından itibaren ciddi bir soğukluk içine girerken, 1964 sonundan itibaren Türk-Sovyet ilişkileri artan
bir hızla gelişme göstermeye başlıyordu. 1963-1964 Kıbrıs buhranının Türk dış politikası bakımından
doğurduğu en önemli netice budur.

B) 1967 Kıbrıs Buhranı


1965 Mayısından itibaren Kıbrıs konusunda Türk-Yunan ikili görüşmelerinin başlaması ile, Kıbrıs'ta her
şeyin süt liman olduğu sanılmamalıdır. İrili ufaklı hadiseler ve çatışmalar daima süregelmiştir. Ne var
ki, Türkiye'nin kararlı tutumu ve özellikle, İsmet İnönü hükümetlerinin daima koalisyona dayanmasına
rağmen, 1965 Ekim seçimlerinde Adalet Partisi'nin T.B.M.M.'nde büyük çoğunluğu elde ederek tek
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

başına iktidara gelmesi, Kıbrıs rumlarını, Makarious'u ve Yunanistan'ı ihtiyatlı hareket etmeye
sevketmiştir. Zira, Makarios ve Yunanistan, Kıbrıs meselesindeki darbelerini daima Türkiye'deki iç
siyasi istikrarsızlığa göre ayarlamışlardır. Bu o zaman da böyle oldu ve bundan sonra da böyle
olacaktır.

Fakat Yunanistan'ın kendi istikrarsızlığı, dolaylı bir şekilde 1967 Kıbrıs buhranını doğurmuştur.
Yunanistan'da 28 Mayıs 1967'de genel seçimlerin yapılması kararlaştırılmıştı. Fakat görünen oydu ki,
Yorgo Papandreu ile oğlu Andreas Papandreu liderliğindeki Merkez Birliği Partisi'nin seçimleri
kazanma ihtimali fazla idi. Halbuki Baba-Oğul Papandreu'lar Kral'a, Ordu'ya ve sağa karşı sert tavır
almışlar ve yunan iç politikasında gerginliğe sebep olmuşlardır. Yorgo Papandreu'nun bir yandan
komünistlerle işbirliği yapmak istemesi, öte yandan, daha önce de belirttiğimiz gibi, Ordu'da tasfiyeye
girişmek istemesi, 21 Nisan 1967 sabahı, Albay Papadopulos liderliğinde askerlerin bir darbe
yapmasına sebep oldu.

Darbe üzerine, Başbakanlığa getirilen eski Yargıtay Başsavcısı Konstantin Kolias, 21 Nisan günü verdiği
demeçte, Kıbrıs meselesine barışcı bir çözüm yolu bulmaya çalışacaklarını söylemiştir. Fakat 22 Nisan
günü radyoda okunan hükümet programında, barışçı çözüm deyiminin ne manaya geldiği daha iyi
anlaşılmıştır. Zira, yeni hükümetin programında, "Kıbrrs'taki azınlık haklarının dikkate alınması
suretiyle, Enosis'i barışçı müzakerelerle sağlama gayesi gütmekteyiz" denilmekteydi. Bunun manası
şuydu ki, Yunan diktatoryasının Kıbrıs politikasının esası Enosis'tir. Fakat bunu kuvvete başvurarak
değil, müzakerelerle, yani Türkiye ile pazarlıkla gerçekleştirecektir. Enosis'in gerçekleşmesi halinde
de, Kıbrıs'taki Türk toplumuna "azınlık hakları" tanınacaktır.
Haziran ayından itibaren yeni yunan hükümetinin Batı Trakya Türklerine karşı yoğun bir baskı
politikasına giriştiği ve bu baskıların Temmuz ayında da devam ettiği görülmüştür, Türk Dışişleri
Bakanlığı sözcüsü, 28 Haziranda verdiği demeçte, "Yunanlılar, Batı Trakya'daki soydaşlarımıza baskıyı
çok arttırmıştır. Bu konuda teşebbüslerimiz var. Lozan'da Türklere verilen haklar adeta tanınmıyor"
diyordu. Buna karşılık, Yunan İçişleri Bakanı General Patakos da, 30 Hazirandaki demecinde,
"Hükümetin önünde çözülecek çok önemli meseleler vardır. Bunlar iktisadi durum, dış ilişkiler ve
Kıbrıstır" demekteydi.

Gerçek şudur ki, bu sırada Türkiye'de hiç kimse, Kıbrıs ile Batı Trakya arasında doğrudan doğruya bir
bağ kurmayı düşünmemiştir.

Yunan cuntasının Kıbrıs konusundaki tasarılarını kolaylaştıran ve Batı Trakya'yı Kıbrıs'a karşı bir koz
olarak kullanmaya sevkeden hadise de, 5 Haziran 1967'de patlak veren Arap-İsrail savaşı olmuştur.
Türkiye'de yeni Adalet Partisi iktidarı, bu savaştan yararlanarak Türkiye'nin Orta Doğu ve Arap-İsrail
politikasına yeni bir istikamet vermeye doğru giderken, Yunan cuntası da, bu savaşın yarattığı
atmosferi kendi lehine sömürmeye çalışmıştır.

Bu arada, Kıbrıs rumlarının Sovyet Rusya'dan silah satın almaya başladığına dair haberler de
çoğalmaya başlamıştır. Ankara'daki Sovyet büyükelçisi 28 Haziranda bu söylentileri yalanladığı gibi,
TASS ajansı 4 Temmuzda yayınladığı yorumda, "Sovyetler

Birliği Kıbrıs'taki son gelişmelerden, bu bölgede durumun yeniden gerginleştirme teşebbüslerinden ve


Kıbrıs Cumhuriyetinin varlığının tehlikeye girmesinden endişelenmektedir" diyordu. Türkiye'nin 1964
sonlarından itibaren Sovyetlere yaklaşma politikasına karşılık, Amerika tarafından desteklenen
Yunanistan'daki sağcı-askeri darbenin, Sovyetleri Türkiye tarafına daha da eğilttiği bir gerçektir.

Temmuz ayından itibaren Yunan hükümetinin Kıbrıs'ta bir Enosis darbesi yapacağına veya Kıbrıs
meselesini Enosis esası üzerinden çözümlemek istediğine dair söylentiler dolaşmış ve gerek hükümet
yetkilileri, gerek Dışişleri Bakanlığı yaptıkları açıklamalarda Türkiye'nin Enosis'i hiç bir zaman kabul
etmiyeceğini kesin bir dille belirtmişlerdir.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

6 Eylülde Dışişleri Bakanlığından yapılan açıklamada, Türkiye Başbakanı Süleyman Demirel ile Yunan
Başbakanı Kollias'ın, 9 Eylülde Keşan'da ve 10 Eylülde de Dedeağaç'ta buluşarak, Kıbrıs meselesi dahil,
Türk-Yunan ilişkilerini alakadar eden bütün meseleleri görüşecekleri bildirilmiştir. Başbakan
Demirel'in sonradan 12 Eylülde Ankara'da yaptığı basın toplantısından anlaşıldığına göre, ikili
görüşme isteği Yunan tarafından gelmiştir.
Türk-Yunan Başbakanları, önceden tesbit edildiği üzere, heyetler halinde, 9 Eylülde Keşan'da ve 10
Eylülde de Dedeağaç'ta görüşmeler yapmışlardır. Esasında görüşmeler fazla sürmeden Keşan'da
bitmiştir. Dedeağaç görüşmeleri göstermelik olmuştur. Zira, Keşan toplantısı başlar başlamaz, yunan
tarafı yazılı bir teklifte bulunmuştur. Bu teklife göre, Türkiye Kıbrıs'ın Yunanistanla birleşmesine, yani
Enosis'e razı olacak, buna karşılık Türkiye'ye Batı Trakya sınırlarında bazı tavizler verilecekti. Böyle bir
teklif 1966 yılında Stefanopulos hükümeti tarafından da Türkiye'ye yapılmış, fakat Türkiye tarafından
derhal reddedilmişti. Bu sefer de Türkiye Başbakanı aynı şekilde tereddüt etmeden reddedince,
görüşecek pek bir şey kalmamıştı. Fakat Yunan tarafının ricası üzerine, görüşmelere göstermelik de
olsa, devam edilmiştir. 10 Eylül 1967 da yayınlanan ortak bildiri, Kıbrıs meselesinin, Türk-Yunan
ilişkilerinin temel unsuru olduğunu vurgulamış, tarafların, Kıbrıs meselesine ait görüşmelerini
yaklaştırma imkanlarını arayacaklarını, adada gerginliğin artmasına sebep olacak hareketlerden
kaçınacaklarını belirtmiş ve antlaşmalara riayet hususunda da tarafların görüşleri arasında "uygunluk"
bulunduğunu müşahade etmiştir. Bu "uygunluk"a rağmen, Yunan cuntası Kasım ayında bir Enosis
teşebbüsüne girişecek ve bu da yeni Kıbrıs buhranının ortaya çıkmasına sebep olacaktır.

Başbakan Süleyman Demirel, 12 Eylülde yaptığı basın toplantısında, "Kıbrıs işinin bugüne kadar barışçı
bir çözüm yoluna kavuşmamasında, Yunanistan'ın adayı kendisine ilhaktan gayrı bir hal şeklini
mümkün görmemesi başlıca amil olmuştur", "Türkiye adanın ilhakına hiç bir zaman rıza
gösteremeyecektir" demek suretiyle, Keşan ve Dedeağaç görüşmelerinde, Yunan askeri hükümetinin
de Enosis peşinde koştuğunu ve bundan dolayı da görüşmelerin neticesiz kaldığını söylemek
istemiştir. Yunan cuntasının, daha önceki yunan hükümetlerinden belki tek farkı, Enosis'i, Türkiye ile
müzakere ve pazarlık suretiyle gerçekleştirmek istemesidir.

Diğer taraftan, Başbakan Demirel, Türkiye'nin bu meseledeki politikasını 4 prensibe


dayandırmaktaydı:
1) Yürürlükteki antlaşmaların, tarafların rızası olmadan değiştirilmemesi;
2) Kıbrıs'ta iki toplumdan hiçbirinin diğerine hükmetmemesi;
3) Lozan Antlaşması ile bu bölgede kurulmuş olan dengenin bozulmaması;
4) Kıbrıs meselesine, Enosis dışında bir çözüm aranması.

Bu dört prensibin zikredilmesinden görülüyordu ki, şimdi Türk-Yunan ilişkilerinde bir de "Lozan
Dengesi" meselesi ortaya çıkmaktaydı. Zira, 1963-1964 Kıbrıs buhranından sonra Yunanistan, Türkiye
ile bir savaş ihtimaline karşı ve Lozan Antlaşmasının 13'üncü maddesine aykırı olarak, Türk kıyıları
karşısındaki adaları
silahlandırmaya başlamıştı. Kıbrıs'tan sonra, şimdi bu mesele de Türk-Yunan anlaşmazlığına bir unsur
olarak girmekteydi. Keza, Yunanlıların yeni başlattıkları, Batı Trakya Türklerine baskı meselesi de,
Lozan Dengesini yakından alakadar etmekteydi.

Papandreu'ların sol iktidarını deviren ve Amerika tarafından hararetle desteklenen Yunan cuntası ile
bu görüşmeleri yaptıktan sonra, Türkiye Başbakanı Süleyman Demirel, 13-17 Eylül günlerinde
"sosyalist" Romanya'yı ve 19-29 Eylül günlerinde de Sovyetler Birliğini ziyaret etti. Başbakan
Demirel'in ziyaretine Sovyet hükümeti büyük ehemmiyet verdi ve Demirel her gittiği yerde büyük
gösterilerle karşılandı. 29 Eylül günü yayınlanan ortak bildiride, Türk-Sovyet ilişkilerinin gelişmesinden
duyulan memnuniyet açıkça ifade edildikten sonra, Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında temel
menfaatleri çelişki içine sokacak bir meselenin mevcut olmadığı belirtiliyor ve Kıbrıs konusunda da,
Kıbrıs meselesinin, "Kıbrıs devletinin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğünün muhafazası esasına
istinaden, Türk ve Rum milli cemaatlerinin, kanuni haklarını ve menfaatlerini ve güvenlik ve karşılıklı
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

itimad içinde yaşamalarını sağlayacak şekilde barışçı yollarla halledilmesi gerektiği" ifade ediliyordu.
Yani Sovyet Rusya, kanuni hakları ve menfaatleri ile Türk toplumunu bir "milli toplum" olarak kabul
ettiğini, dolayısıyla adada iki milli toplumun varlığını bir kere daha vurgulamakta idi.

C) 1974 Kıbrıs Buhrahı ve Kıbrıs Harekatı


1968 Haziranında başlayan ve Kıbrıs'a yeni bir düzen getirme amacını taşıyan toplumlararası
görüşmeler, altı yıl devam etmesine rağmen, 1974 yılı geldiğinde en küçük bir mesafe dahi almış
değildi. Cünkü, rumların gayesi, Türklere 1960 Anayasası'ndaki hakları dahi vermemek ve Türk
toplumunu bir azınlık statüsü içinde tutmaktı. Böyle bir gayenin ilerisi ise, şüphesiz Enosis idi.

Buna karşılık Türk toplumu ve Türkiye ise, geçmiş tecrübelerin ışığında, Kıbrıs'taki Türk varlığının
korunabilmesini, ancak 1960 Anayasasındakinden daha fazla haklar ve yetkilerde görmekte idiler. Bu
politika, başlangıçtan itibaren federal bir sistem olarak görülmüştü. Kıbrıs devletinin, Türk ve rum iki
ayrı federe devlete dayanması, Türk toplumu için en sağlam teminat telakki edilmişti.

Fakat 1968'de başlayan toplumlararası görüşmeler ilerledikçe, Türk hükümeti, federal devlet
politikasında değişiklikIer yaptı. Bu yeni politikanın adı, bölge muhtariyeti esasına dayanan üniter
devlet idi. Bu bir çeşit kanton sistemi idi. Kıbrıs'ta tek bir devlet olacak fakat bir kaç bölgede
toplanmış olan Türkler, kendi bölgelerinin idarelerinde muhtariyete sahip olacaklar, kendi işlerini
kendileri göreceklerdi. Bölgelerin iç işlerine rumlar müdahale edemiyecekti.

Türkiye'de Ekim 1973 seçimlerinden sonra, Bülent Ecevit başkanlığında kurulan Cumhuriyet Halk
Partisi-Milli Selamet Partisi koalisyon hükümeti ise, fonksiyonel federatif sistem tezini benimsemiştir.
Bu sistemde toprakların paylaşılması söz konusu değildir. Tek bir devlet içinde, görev ve yetkilerin iki
toplum arasında paylaşılması söz konusudur.

Görülüyor ki, hangisi söz konusu olursa olsun, Türk görüşlerinin rum görüşleriyle uyuşması mümkün
değildi. Bundan dolayı 1974 yılı geldiğinde, Türkiye'deki yeni C.H.P.-M.

S.P. koalisyonundan da ümit bulamayan rum lideri Makarios, sabırsızlanmaya başladı. 1974 yılında
Türkiye ile Yunanistan arasında yeni bir anlaşmazlık gelişti. Türkiye'nin Çandarlı adlı araştırma
gemisinin, 1974 Mayısında, Ege Denizi'nin uluslararası sularında ve Türkiye'ye göre de Türkiye'nin
kıt'a sahanlığı içinde, petrol araştırmalarına başlaması üzerine, Yunanistan bu suların, kendisinin kıt'a
sahanlığı içinde bulunduğu iddiası ile ortaya çıktı.

Kıt'a sahanlığı anlaşmazlığı Haziran ve Temmuz aylarında devam ederken, Kıbrıs rum toplumu, içinde
sürtüşmeler ve Makarios'un da Atina ile arası açılmaya başladı.

Toplumlararası görüşmelerin uzaması, ne olursa olsun Enosis'i gerçekleştirerek yunan halkının


desteğini kazanmak isteyen yunan cuntasını kızdırmıştı. Yunan hükümeti, adayı Yunanistan'a ilhak
zamanının geldiğine inanıyor, fakat Makarios'u da bu ilhak için engel olarak görüyordu. Bu sebeple
Atina, adadaki yunan subayları vasıtasiyle, Makarios aleyhine bir takım faaliyetlere girerek, onu
iktidardan düşürmeye karar verdi. Sertlik taraftarı Kıbrıs rumlarını Makarios'a karşı kışkırttı. Makarios
2 Temmuzda, Yunan Cumhurbaşkanı Fedon Kizikis'e yazdığı mektupta Atina'nın bu faaliyetlerini
protesto etti ve kendisinin tayin edilmiş bir vali değil, seçilmiş bir lider olduğunu bildirerek, kendisine
buna göre muamele edilmesini istedi.

Atina'nın bu mektuba cevabı sert oldu. 15 Temmuz 1974 günü eski EOKA tethişçilerinden ve
cinayetleri ile meşhur Nikos Sampson, Rum Milli Muhafız teşkilatını da yanına alarak, yaptığı bir darbe
ile Makarios'u düşürdü ve Kıbrıs Elen Cumhuriyeti'ni ilan etti. Makarios kaçmayı başardı ve hayatını
kurtardı. Sampson darbesi ise, Enosis, yani adanın fiilen Yunanistan'a ilhakından başka bir şey değildi.
Hadise aynı zamanda Yunanistan'ın Kıbrıs'a açık bir müdahalesi idi. 1974 Kıbrıs buhranı böyle başladı.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Sampson darbesini Türkiye, anayasa düzeninin yıkılması, gayrı meşru bir idarenin kurulması ve Kıbrıs
konusundaki antlaşmaların ihlali saymış ve yeni idareyi tanımadığını bildirmiştir. Keza İngiltere sert bir
şekilde, yeni hükümeti tanımadığını ilan etmiştir.

Amerika da, daha yumuşak tonda yaptığı bir açıklama ile, hadiseyi tasvib etmediğini ve tanımadığını
bildirmiştir.
Türkiye, Garanti Antlaşmasının 4'üncü maddesinin verdiği yetkiye dayanarak, İngiltere ile beraber
Kıbrıs'a müdahale etmeye karar verdi ve Başbakan Bülent Ecevit, İngiltere hükümeti ile temas etmek
üzere 17 Temmuzda Londra'ya gitti. Londra'da Başbakan Wilson ve Dışişleri Bakanı Callaghan ile
yaptığı görüşmelerden umduğunu bulamadı. İngiltere müdahaleye yanaşmadı. İngiltere'ye göre, bu
hadise küçük bir hadise değildi ve Birleşmiş Milletler ile NATO'da ele alınmalıydı. Başbakan Ecevit'in,
Türkiye'nin tek başına müdahalesinden söz etmesine rağmen, İngilizler buna ihtimal vermemişlerdir.

Öte yandan, Amerika'nın Atina üzerindeki baskılarına rağmen, Yunan cuntası Kıbrıs'taki yunan
subaylarının ve tethişçi Sampson'un geri çekilmesini kabul etmedi. NATO'da yapılan müzakerelerde
aynı şekilde hareket ettiler. Hatta Türkiye'nin müdahalesi halinde kendilerinin de Kıbrıs'a kuvvet
yollayacaklarını söylediler. Yunan cuntası da, Türkiye'nin müdahalesine ihtimal vermiyordu.

Başbakan Ecevit 19 Temmuz akşamı Londra'dan döndü ve 20 Temmuz 1974 sabahı, Türk silahlı
kuvvetleri, Türk jetlerinin havadan himayesinde, Girne bölgesinden Kıbrıs'a ayak basmaya başladı.

20 Temmuz sabahı erken saatlerde Türk askeri, hava kuvvetlerinin himayesinde Girne plajlarına
çıkarken, aynı zamanda da, Lefkoşe-Girne yolu üzerinde ve Lefkoşe yakınlarındaki Gönyeli'ye de
havadan indirme yapıldı. Kıbrıs ve yunan kuvvetlerinin sert mukavemeti dolayısıyla şiddetli
çarpışmalar oldu. 22 Temmuz akşamı ateşkes yürürlüğe girdiğinde Türk kuvvetleri Girne-Lefkoşe
yolunu kontrol altına almışlar ve Girne kıyılarında da bir genişleme yapmışlardı. Durumun askeri
bakımdan tehlikeli ve yetersiz olduğu da bir gerçekti. Bu sebeple 22 Temmuzdaki ateş-kes ile 1'inci
Kıbrıs Harekatı sona erdikten sonra, Türkiye 40.000 kişilik bir kuvvet yığmaya ve 300 tank
göndermeye başarılı olmuştur.

15 Temmuzdaki Sampson darbesi üzerine Güvenlik Konseyini harekete geçiren Türkiye olmuştur.
Yunanistan'ın müdahalesi konusunda pek bir şey yapamıyan Güvenlik Konseyi, Türkiye'nin Kıbrıs'a
çıkarma yapmaya başlaması üzerine birdenbire hareketlenmiştir. Bunda, Türkiye'nin adaya
müdahalesi ile birlikte Türk-Yunan ilişkilerinin birdenbire gerginleşmesi ve iki ülke arasında tam bir
savaş atmosferi içine girmesi herhalde önemli rol oynamıştır. Zira, Türkiye ve Yunanistan her an bir
savaşa girmek üzere idiler. Yunan cuntasının kuvvetli adamlarından General Yoanides (loannides) Batı
Trakya'daki yunan kuvvetlerini Türkiye'ye karşı saldırıya geçirmek istemişse de, bu teşebbüs cuntanın
diğer üyeleri tarafından önlenmiştir.

Güvenlik Konseyi, Kıbrıs harekatının daha ilk günü, 20 Temmuzda, aldığı 353 sayılı kararla, tarafları
ateş-kese ve adadaki bütün yabancı kuvvetleri adadan çekilmeye ve bütün ülkeleri Kıbrıs'ın
egemenlik, bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne saygıya davet etti.

Gerek Amerika'nın Türkiye ve Yunanistan nezdindeki faaliyetleri neticesi, gerek Kıbrıs'taki çıkarmanın
askeri durumu dolayısıyla, Türkiye, Güvenlik Konseyi'nin 353 sayılı kararını kabul ederek 22 Temmuz
1974 saat 17.00'den itibaren ateş kesti.

23 Temmuz günü ise Yunan hükümeti istifa etti ve Cumhurbaşkanı Kizikis, eski başbakanlardan ve
Fransa'da yaşamakta olan Constantin Karamanlis'i milli birlik hükümetini kurmak üzere Atina'ya davet
etmiştir. Kıbrıs'ta da Sampson'un yerini Glafkos Klerides almıştır.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

353 sayılı kararın 5'inci maddesi, Kıbrısta anayasa düzeninin yeniden kurulması amacı ile, Türkiye,
Yunanistan ve İngiltere hükümetlerinin derhal görüşmelere başlamasını istiyordu. Bu sebeple, üç
devletin dışişleri bakanları 25 Temmuzda Cenevre'de toplandılar ve altı günlük bir çalışmadan sonra
30 Temmuz 1974'de Cenevre Deklarasyonu denen belgeyi imzalıyarak yayınladılar.
Bu Deklarasyona göre:
1) 1960 Anayasa düzenini yeniden tesisi hususunda üç dışişleri bakanı mutabık kalmakla
beraber, bundan önce alınması gereken bazı acil tedbirler vardır.
2) Kıbrıs'ta taraflar, 31 Temmuz 1974 günü Türkiye saati ile 24.00'de kontrolleri altında
bulundukları alanları genişletmeyeceklerdir. Yani, bu deklarasyona göre, Kıbrıs'ta ateş-kes çizgisi, 22
Temmuz saat 17:00'deki çizgi değil, 30 Temmuz gece yarısı mevcut olan çizgidir. Çünkü, 22
Temmuzdan sonra rumların saldırıları devam ettiği için, çatışmalar yeniden devam etmiş ve Türk
kuvvetleri kontrolları altındaki alanı genişletmiştir.

3) 30 Temmuz ateş-kes çizgisinde, sadece Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin kontrolü altında


olacak bir güvenlik bölgesi tesis edilecektir.
4) Kıbrıs rum ve yunan kuvvetlerinin muhasarası altında olan bütün Türk bölgelerinden bu
kuvvetler çekilecek ve bu Türk bölgeleri Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin koruması altına girecektir.
5) Kıbrıs'ta anayasa düzeninin yeniden tesisi için üç dışişleri bakanı 8 Ağustosta Cenevre'de
yeniden biraraya gelecektir. Fakat anayasa düzeni tesis edilinciye kadar, Cumhurbaşkanı Yardımcısı
Rauf Denktaş, 1964 Anayasası gereğince, Cumhurbaşkanı görevlerini yürütecektir. Fakat bu durum,
Kıbrıs Geçici Türk Yönetiminin devamına engel olmayacaktır.

14 Ağustos sabahında Türk Silahlı Kuvvetleri 2'inci Kıbrıs Harekatına başlıyordu.

2'inci Kıbrıs Harekatı 16 Ağustos 1974 akşamı saat 19:00'dan itibaren Türkiye'nin, Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi'nin aynı günlü ve 360 sayılı kararına uyarak ateş-kesi kabul etmesiyle sona erdi. İki
gün içinde Türk silahlı kuvvetleri, Magusa-Lefkoşe-Lefke- Kokkina çizgisine ulaşarak adanın % 38'ini
ele geçirmişlerdi.
2'inci Kıbrıs Harekatı, birincisinin aksine, dünya kamu oyunda Türkiye'nin aleyhine bir havanın
doğmasına sebep olmuştur. 1'inci Harekat bir hukuki müdahale mahiyetinde telakki edilmesina
mukabil, 2'inci Harekat bir toprak iktisabı ve bir işgal olarak telakki edilmiştir. Kimse, Türk
toplumunun 11 senedir çekmekte olduğu ızdırapları, rumların işlediği cinayetleri ve rum saldırılarını
düşünmek istememiştir.

Yunanistan'ı hesaba katmaz isek, 2'inci Kıbrıs Harekatına en şiddetli tepki Sovyet Rusya ve
Amerika'dan gelmiştir.
a) Sovyetlerin Tepkisi
21 Nisan 1967'deki askeri darbe ile Yunanistan'da sağ bir rejimin kurulması ve bu rejimin Amerika'ya
dayanması Sovyetleri hiç memnun etmemiştir. Kıbrıs'taki 15 Temmuz 1974 Sampson darbesi ile
Makarios'un düşürülmesi Sovyetlerin daha canını sıkmıştır.

Çünkü Makarios bağlantısızlık politikası takip ettiği kadar, 1963-1964 Kıbrıs buhranında olduğu gibi,
Türkiyeye karşı Sovyetlerle iyi ilişkiler devam ettirmeye de ehemmiyet veriyordu. Bundan dolayı,
Sovyetler, Sampson darbesi karşısında sert tepki göstermiş ve Makarios hükümetinden başka bir
hükümeti tanımayacağını bildirmiştir.

Türkiye'nin 20 Temmuz müdahalesi karşısında da Sovyetler, herhangi bir tepki göstermemişler ve


hatta bir bakıma anlayışla karşılamışlardır. Çünkü, Türkiye'nin müdahalesi ile, adada eski hukuki ve
idari statünün tekrar yerleştirileceğini ve Makarios'un da adaya döneceğini ümit etmişlerdir. Yine bu
sebepten, Güvenlik Konseyi'nin 353 sayılı kararını hararetle desteklemişlerdir.
SELAMİ YALÇIN İLE TARİH

Fakat, Birinci Cenevre Konferansı sonunda yayınlanan 30 Temmuz deklarasyonu Sovyetler için hayal
kırıklığı doğurmuştur. Çünkü bu Deklarasyonda Makarios'tan hiç söz edilmiyordu.

Türkiye'nin 14 Ağustosta 2'inci Kıbrıs harekatını başlatması ve aynı gün Yunanistanın, NATO'nun
askeri kanadından çekildiğini ilan etmesi, Sovyetlerin, gerek Türkiyeye karşı tutumlarında, gerek Kıbrıs
politikalarında önemli bir değişiklik meydana getirmiştir. Yunanistan'ın NATO'dan çıkması Sovyetleri
son derece sevindirmiş ve Türkiye ile ilişkileri bir soğukluk devresine girerken, Yunanistanla ilişkileri
birdenbire gelişme göstermiştir. Sovyetlerin bu şekildeki tutumlarında rol oynayan faktör, Türkiye'nin
adanın üçte birinden fazlasını ele geçirmesi ve adanın bir bakıma fiilen taksim edilmesi idi. Halbuki,
Sovyetler adada iki ayrı milli toplumun varlığını kabul etmekle beraber, Kıbrıs'ın taksimine daima karşı
gelmişlerdi. Onlara göre taksim demek, Kıbrıs adasının bir NATO üssü haline gelmesi demekti. Halbuki
Makarios gibi birisinin liderliğindeki bağımsız ve bağlantısız bir Kıbrıs, adanın NATO üssü haline
gelmesini önlemekteydi.

You might also like