You are on page 1of 20

Osmanlı Türkçesi Edebiyatı

Osmanlı Türkçesi Edebi Eserlerine Genel Bakış

ALPASLAN GÜLER
On üçüncü yüzyılda karşılaştığımız simaların başında, eserlerinde yer yer Türkçe kelimelere ve mülemmalara
yer veren Mevlana Celaleddin-i Rumi (1207-1273) görülmektedir. Bunu takiben oğlu Sultan Veled'in (1226-1312)
Türkçe manzumeler yazması, ayrıca hakkında pek fazla bilgi bulunmayan, Behaeddin Veled'in talebelerinden
olduğu söylenen Ahmed Fakih'in, dünyanın geçici ve rüya olduğunu konu edinen 83 beyitlik Çarhnamesi ile
Evsaf-ül-Mesacid adlı mesnevileri, bu asırda zikredilmesi gereken eserlerin başında gelmektedir. Şeyyad Hamza
ise ilk defa Yusuf ile Zeliha mesnevisini vermek ve dini şiirler yazmakla bu asrın bir başka simasıdır. Ayrıca 79
beyiti bulunan Dasıtan-ı Sultan Mahmud adlı mesnevisi zikre değer bir eserdir. Diğer yandan tasavvufi ve dini
konuları işlemekle birlikte İran şiir hususiyetini taşıyan, gazellerinde mazmunlara yer vererek Klasik Edebiyatın
temelini ve nüvesini teşkil eden ve Divan Şiirinin ilk temsilcisi sayılan Hoca Dehhani bu asrın kayda değer
şairlerindendir.

Yine bu yüzyılda Seyyid Battal Gazinin hayatını ele alan Battalname ile Danişmend Ahmed Gazi etrafında
teşekkül eden destani eser Danişmendname yazıya geçirilmiştir ve Hoca Nasreddin ise (1208-1284) keskin
zekasıyla asrı süslemiştir.

Yunus Emre (1204-1320) ise 13. asrın ikinci yarısı ile 14. yüzyıla taşan, yalnız devrinin değil, her zaman ve her
yerde kendisini kabul ettiren, edebiyatımızın en büyük şairlerinden biridir. Bize yadigar olarak bıraktığı, dili pek
açık ve anlaşılır olan Divan'ına bakılırsa onun tahsili, İslami ilimlere vakıf bir Türk dervişi olduğu, pekçok yerleri
dolaştığı kanaatine varılır. Risaletü'n-Nushiyye adlı ikinci eseri öğretici (didaktik) bir mesnevi olup, 573 beyit
ihtiva etmektedir. O, en çok eserlerinde ilahi aşkı, varlık-yoklukla hayat ve ölümü işlemiştir. Bilhassa ölüm
temasını onun kadar içli ve samimi işleyen şair pek azdır. Yalnız kendisinden sonra bazı Yunuslar ortaya çıkmış
ve şiirleri onlarınkiyle karıştırılmıştır. Bunlar içinde Aşık Yunus ve Derviş Yunus başta gelmektedir.

On üçüncü yüzyılın bir başka eseri, Şeyyad İsa'nın 343 beyiti ihtiva eden Ahval-i Kıyamet adlı mesnevisidir.
Bütün bunlara ilave olarak Şeyh Sanan'ı anlatan Şeyh Abdurrezzak Destanı'nı belirtmek gerekir.

On dördüncü yüzyıl edebiyatı:

On üçüncü asra nispetle eserlerin bir hayli çoğaldığı görülür. Konuda ve türde çeşitlilik artmış, bu yüzyılda artık
edebiyatımızda Yunus'tan sonra başka divanlar da görülmeye başlamıştır. Bilhassa mesnevi vadisinde yazılan
eserler bu devrin edebi hareketine çeşitlilik kazandırmışlar ve canlılık getirmişlerdir. Gerçekte bu yüzyıl Klasik
Türk Edebiyatının kuruluş çağıdır. Dini-tasavvufi, ahlaki konular dışında eser veren şairler çoğalmış ve din dışı
mesneviler bir hayli fazla yazılmıştır. Manzum aşk ve macera hikayeciliğine yer verilmesi, mesnevi tarzının
gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Bu fikirden hareket edersek Klasik Türk Edebiyatı, divanla değil mesneviyle
başlamıştır denilebilir. Çünkü pekçok mesnevinin yanında görülen divanlar çok azdır. Yunus Emre eserleriyle bu
asra da taşmıştır. 1307 yılında yazdığı 562 beyti bulan Risaletü'n-Nushiyye'si asrın ilk mesnevisi olarak
karşımıza çıkar. Yalnız bazı mesnevilerin gazellere yer vermeleri belki divanların ortaya çıkmasında bir basamak
teşkil etmiş olabilir. Dini-destani mesneviler edebi ve ilmi mahiyetteki mesnevilere nispetle daha fazla görülür.
Fakat bazı mesnevilerin, başta Hurşidname olmak üzere bir siyaset kitabı hüviyetinde oldukları da bir gerçektir.

14. yüzyılda yazılan mesnevilerin sayısı, ele geçmeyenler hariç, elli sekizi bulmaktadır.

Bu mesnevilerden bazıları beyler adına yazılmıştır. Bunlardan; Kastamonulu Şazi'nin Maktel-i Hüseyn'i, Candar
hükümdarı Celaleddin Şah Bayezid'e (ölm. 1385); Kemaloğlu İsmail'in Ferahname'si Mir Gazi'ye, Tabiatname
Aydınoğlu Umur Beye (1309-1348) sunulmuştur. Fakat asrın iki büyük mesnevisi, her ne kadar Germiyan
sahasında yazılmışsa da, Osmanlı sarayına intisap eden şairler tarafından Osmanlı hükümdarlarına
sunulmuştur. Bunlardan biri Şeyhoğlu Mustafa'nın yazdığı Hurşidname olup, Yıldırım Bayezid Hana sunulmuştur.
Diğeriyse Germiyan beyi Süleyman Şah adına yazılmaya başlanmış, fakat Yıldırım Bayezid'in oğlu Emir
Süleyman (1402-1410)a sunulmuş olan, arkasında büyük bir Osmanlı Tarihi'ne de yer veren Ahmedi'nin
İskendername'sidir. Yine devrin siyasetnameleri arasında mühim mevkii olan ve Şeyhoğlu Mustafa tarafından
yazılan Kenzü'l-Kübera ve Mehekkü'l-Ulema adlı eser, önceleri Germiyan sonraları Osmanlı sarayında vazife
gören Paşa Ağa bin Hoca Paşaya sunulmuştur. Bu eser ihtiva ettiği manzumelere bakılınca kısmen bir tezkire
hüviyetine sahiptir.

Bu yüzyılda Türkçecilik şuuruyla karşılaşılmaktadır. Şairlerin hemen hepsi bu açıdan eserlerini vermeye
çalışırlar. Onlar yepyeni bir edebiyat vücuda getirirken asrın Türkçecilik cereyanı içine ister istemez girmişler ve
Türkçe hakkında, eserlerinde, çeşitli görüşlere yer vermişlerdir. Bu itibarla Anadolu'da bir milli edebiyat çağının
açılmasında rol oynamışlar ve millete değer vererek, kalıcı eserler bırakmayı başarmışlardır.

Anadolu sahasında olmaları bakımından, siyasi birliğin yanında ve sonradan Osmanlıların gayretiyle kültürde de
sağlanan birlik gözönüne alınınca bu asrın bütün şair ve müelliflerini, hangi sahada olursa olsunlar, Osmanlı Türk
Edebiyatına bir başlangıç olarak almak gerekecektir. Yukarıda da belirtildiği gibi 14. yüzyıl eserleri de mesnevi
vadisinde gelişmiştir. Bu asırda, müellifi ve telif tarihi bilinen, sadece müellifinin belli olduğu ve her ikisinin de
şüpheli olarak kaldığı mesnevilerin sayısı 58 civarındadır. Buna mukabil divan sayısı ona ulaşmaz.

Türkçecilik şuuruyla eser veren müelliflerin başında asrın Türkçe aşığı şair Gülşehri gelmektedir. Kırşehirli olan
Gülşehri'nin hayatı hakkındaki bilgiler kati değildir. Türkçe yazmakla ve eser bırakmakla övünen bu şair,
Felekname'sini 1301 (H.701) ve Mantıkuttayr'ını 1317 (H. 717) yılında yazmıştır. Kırşehir'de zaviye sahibi ve
müridi oldukça fazla olan bir şeyhtir. Mantıkuttayr'ını yazdığı zaman yaşı bir hayli ilerlemiştir. 1317 tarihinden
itibaren hayatta olup olmadığı da belli değildir. Hulvi Mahmud Cemaleddin 1653 (H. 1064) Lemezat adlı eserinde
onu Ahi Evren'in halifesi olarak göstermiştir. Mantıkuttayr her ne kadar Feridüddin-i Attar'ın eserinden tercüme
gibi görünür ve onun ismini taşırsa da Gülşehri eserini aynen tercüme etmemiş, te'lifi bir yol tutmuştur. Bunun
yanında Mesnevi-i Şerif, Kelile ve Dimne, Kabusname ve Esrarname gibi eserlerden aldığı, parçalarla
Mantıkuttayr'ı zenginleştirmiş ve konusunu genişletmiştir. Aruz vezniyle yazılan eserin diğer adı Gülşenname'dir.
Gülşehri eserini Türkçenin kudretini ölçmek için yazmıştır. O hemen her bendin sonunda kendi ismine övünerek
yer vermiş, Türkçeyi ve dilini de ortaya sürmeyi ihmal etmemiştir. Buradan da ondaki Türkçe sevgisinin hiçbir şair
ve nasirle kıyaslanmayacak derecede oluşu ve dil sevgisi; sonradan gelecek şair ve nasirlere de sıçramış
olabilir. Asrında ve daha sonraki yüzyıllarda Türkçe yazan şair ve sanatkarlar, eserlerinde bazı özürlere yer
verirken, Gülşehri Türkçe yazmakla övünmekten kendini alamaz. O,

“Sözü Gülşehri diliyle söyleriz”

derken, Türkçe yazmakta bir çığır açtığını da ihsas ettirmekte ve kendisinden sonra gelen şairlere bir öncü
durumunda karşımıza çıkmaktadır. Belki bir buçuk asır sonra başlayacak olan Türki-i Basit cereyanının ilk
mübeşşirlerinden olmak şerefi de Gülşehri'ye aittir.

Mantıkuttayr temsili bir eserdir. Çeşili sebeplerle, ekseriya Hüdhüd'ün ağzından nasihata yer verdiği gibi, dini
ikazlarda da bulunmaktadır. Fakat eser asıl olarak münazara tarzında olup, akıcılığını ve sürükleyiciliğini bu
durumdan almaktadır. Bundan başka, öğretme açısından tasavvufi merhale ve ıstılahlar önde gelmekte ve eser
tasavvufi talimi bir hüviyet kazanmaktadır. Edebiyat tarihinin içinde ve asrına göre değerlendirilince, 15. yüzyılda
üstad olarak kabul edilen ve tesiri 17. yüzyıla kadar devam eden Gülşehri'nin Mantıkuttayr'ı başarılı bir eser
olarak karşımıza çıkmakta ve Türkçeye yer verdiği fikir ve işleyiş tarzı yönünden de devrinin abidesi olarak
görülmektedir.

Gülşehri'nin, Felekname ve Aruz Risalesi adında iki eseri daha vardır. Lakin bunlar Farsça olarak yazılmıştır.
Türkçe olarak 10 civarında gazeline de rastlanmıştır.

Aşık Paşa (1271-1332 H.670-733): 1329-30 (H.730) yılında tamamlanan Garibname adlı mesnevisi, Risaletün-
Nushiyye, Mantıkuttayr gibi mesnevilerden sonra üçüncü fakat hacmi büyük bu eseriyle ve; Türkçecilik fikriyle
karşımıza çıkar. Aslen Horasanlı ve nüfuzlu bir aileye mensup olan Aşık Paşanın asıl adı Ali'dir. Baba İlyas'ın
torunu ve Baba Muhlis (Muhlis Paşa)in oğludur. 1272 yılında doğmuş, devrine göre iyi bir tahsil görmüştür.
Kırşehir'de yerleşen Aşık Paşa, büyük nüfuzu ve pekçok müridi olan bir şeyhtir. Eserlerinin dili devrine göre
sadedir. Fakat onun kudret ve şöhreti, şairlik ve sanatından değil, şeyhliğinden ileri gelmektedir. Eserlerinde
tasavvufa geniş yer vermiş ve bu hususu sünni akideye bağlı olarak terennüm etmiştir. Böylece devrinin sufi bir
şairi olarak görülmüştür. 1330 yılında yazdığı Garibnamesi 10.312 beyittir ve pekçok nüshası mevcuttur. Eser,
failatün failatün failün olarak baştan sona kadar bu vezinle yazılmıştır. Garibname on bab üzre tertip edilmiştir.
Her babda bir sayı ele alınmış ve bu on ile son bulmuştur. Bu bir bakıma, neyin nerede bulunacağını da işaret
etmektir.

Garibname gerek şekil, gerekse muhteva bakımından üstün bir eserdir. On babdan ve her on bab da on
destandan meydana geldiği göz önüne alınırsa onlu bir tasnife yer verilmiştir. O, bunun sebeplerini ayrıca
eserinde ele alır. Mantıkuttayr'da olduğu gibi Garibname'de de Celaleddin-i Rumi hazretlerinin tesiri açık olarak
görülür. Tasavvufi olmasının yanında dini ve ahlaki yanı ağır basan, telkine geniş yer veren ve öğretmeyi gaye
edinen bir eserdir.

Aşık Paşa, bir nevi i'tizar içinde de olsa, Türkçecilik şuuru köklü bir şairdir. Gerçekte o, devri için ortaya koyduğu
eserleriyle Türkçeye büyük hizmette bulunmuş ve Türkçenin eksik taraflarını da söylemekten çekinmemiştir. Her
şeyden önce Aşık Paşada bir dil düşüncesi ve gramer fikrinin olduğunu ve diğer dillerle kıyaslayarak bu fikre
ulaştığını zikretmek gerekir.

Bütün bunlara ilave olarak; 201 beyti bulan ve “Fakirlik iftiharımdır.” hadis-i şerifini işleyen Fakrname; 33 beyitlik
küçük bir mesnevi olan ve zamanı; geçmiş, hal ve gelecek olarak üç kısımda ele alan 1333 yılında yazdığı
Dasıtan-ı Vasf-ı Hal yine 59 beyitlik küçük bir mesnevi olan Hikaye Risalesi Aşık Paşanın diğer küçük
mesnevilerini meydana getirirler. Kimya Risalesi ise onun başka bir eseridir. Aşık Paşa sadece aruzla değil
heceyle de şiirler yazmıştır. Bunların sayısı yetmişe ulaşmaktadır. Fakat aruz ve hece karışıktır.

Hoca Mesud ve eserleri: Asrın ortalarında Süheyl ü Nevbahar ve Ferhengname-i Sa'di adlı eserleriyle tanınan
Hoca Mesud, bu devirde bilhassa mesnevi edebiyatının değerli simaları arasında yer almıştır. Yeğeni İzzeddin
Ahmed'le birlikte 1350 (H.751) yazdığı Süheyl ü Nevbahar ilk eserini teşkil eder. Eser daha çok manzum aşk ve
macera hikayeciliği içinde yer almaktadır. İlk bin beytini yeğeni İzzeddin Ahmed, geriye kalan 4661 beyti de Hoca
Mesud yazmıştır. Feulün feulün feul vezninde olan eser 5669 beyittir. Eserde, daha sonraki mesnevilerde sık sık
görüleceği üzere Süheyl ile Nevbahar'ın ağzından söylenilen gazeller vardır. Bu gazellerin vezni asıl eserin
vezniyle aynı değildir. Konusu Fars edebiyatından alınan eserin aslına rastlanamamıştır. Eser Yemen
hükümdarının oğlu Süheyl ile Çin hükümdarının kızı Nevbahar arasında geçen derin aşkın hikayesidir. Bu itibarla
romantiktir. Bazan didaktik unsurlara yer verilen eserde, gerçeğe uymayan masal unsurları da bulunmaktadır.
Fakat bunlar pek fazla olarak eserde yer işgal etmez ve göze batmazlar. Eserin işlenişi bu kabil masal
unsurlarını örtmeyi başarmıştır. Asıl mühim mesele Süheyl ü Nevbahar'ın saraylara yer vermesi ve idare
sistemini ve tebeayı ele alması, devrine göre bir nevi siyaset tarzını da ortaya koymaktadır. Eser, dili bakımından
mühimdir. Kelime hazinesi de zengindir.

Ferhengname-i Sa'di adlı ve 1073 beyitlik eserine gelince; bu eser Şeyh Sa'di-i Şirazi (ölm. 1292/H.691)nin
Bostan adlı kitabının tercümesidir. Eserin Farsça aslı 4184 beyittir. Hem asıl hem de tercüme feulün feulün
feulün feul vezniyledir. Hoca Mesud bu eseri 1354 (H.755) yılında tamamlamıştır. Eser Süheyl ü Nevbahar'a
nispetle, sanat yönünden sönük kalır. Fakat dil tarihi itibariyle kıymetini muhafaza etmektedir.

Konu itibariyle nasihat tarafı ağır basar. Bostan'ın bütününün tercümesi olmayan eser, bir nevi seçme tercüme
hüviyetindedir. Şair müntehabatında (seçmesinde) eserin asıl tertibine riayet etmemiş, yerine göre, hikayelerin
seçiminde takdim tehir de yapmıştır.

Elvan Çelebi: Aşık Paşanın oğlu olan Elvan Çelebi 2084 beyti bulan Menakıbu'l-Kudsiyye fi-Menasibi'l-Ünsiyye
adlı mesnevisini 1359 (H.760) yılında yazmıştır. Eser tam bir mesnevi olmakla birlikte, içinde terci-i bend ve
kaside tarzında manzumelere de rastlanır. Elvan Çelebi, asrın önde gelen şairleri arasındadır. Onun köklü ve
kültürlü bir Türk ailesine mensup olması, yetişmesinde mühim rol oynamıştır. Edebiyatımızda ihtiva ettiği
manzumelerle, bir tezkire hüviyeti taşıyan Kenzü'l-Kübera ve Mehekkü'l-Ulema'da da adı geçmektedir. Hayatı
hakkında geniş ve kati bilgi azdır. Babası ve dedesi gibi devrinde epeyce tanınmış mutasavvıf bir şairdir. Cezbe
sahibi ve ulu bir şeyh olduğu kaynaklarda yer almıştır. Sünni olan Elvan Çelebi tasavvuf terbiyesini babasının
halifeleri arasında yer alan ŞeyhülislamFahreddin'den almıştır. Gerek yaşayışı gerekse şiiriyle tesiri 16. yüzyıla
kadar sürmüştür. Hatiboğlu ve Muhyiddin Çelebi gibi şairler ona eserlerinde yer vermişlerdir. Elvan Çelebi
yanında Elvan Paşa adıyla da anılan şairin şairliği vasattır. Hayatı Çorum ve Kırşehir yörelerinde geçmiş tekke
ve zaviye sahibi bir sufidir. Doğum tarihi gibi ölüm tarihi de kesin bilinmemektedir. Adından da anlaşılacağı üzere
menakıp türünden bir mesnevi olan eserde; Seyyid Ahmed-i Kebir-i Rifai, Baba İlyas-ı Horasani ve oğulları gibi
bazı zevata yer vermiştir.

Asrın diğer bir şairi 1362 (H.763) yılında yazdığı ve edebiyatımızda Maktel türünün öncüsü durumunda olan
Kastamonulu Şazi'dir. Hazret-i Hüseyin'in şehadetini konu alan eseri, 3313 beyitlik bir mesnevidir. Vezni failatün
failatün failün'dür ve eserde yer yer aynı vezinle yazılmış gazeller de yer almaktadır. Eser on meclisten ibarettir.
Hayatı hakkında fazla bilgi olmayan Kastamonulu Şazi'nin bu eseri Maktel-i Hüseyin nev'inin Türkçede ilk örneği
olarak görülmektedir. Hatime kısmındaki beyitler onun Mevlevi bir şair olduğu fikrini kuvvetlendirmektedir.
Asrın ikinci yarısında görülen diğer bir mesnevi, mevzuunu Kur'an-ı kerimden alan ve kendisine gelinceye kadar
birkaç defa başka şairler tarafından işlenen, hemen hemen aynı adı taşıyan Yusuf ile Zeliha (Kıssa-i Yusuf)
mesnevisidir. Erzurumlu Mustafa Darir bu eserini 1367 (H.768) yılında yazmış ve hazret-i Yusuf'un hayatını ele
almıştır. Erzurumlu Darir bununla da kalmamış derin siyer ve tarih bilgisinin verdiği imkan sayesinde hazret-i
Peygamber'in hayatını kültür tarihimizde, Türkçe olarak 3-4 cilt halinde Siyer-i Nebi adıyla yazmış, Fütuhuş-Şam
Tercümesi; adlı eserinden başka yine hadis sahasında Yüz Hadis adında diğer bir eser de bırakmıştır. Dili gayet
açık, akıcı, samimi ve sohbet havası içinde olan Erzurumlu Mustafa Darir'in, Azeri sahasında yetişse bile,
Osmanlı Türkçesiyle eser verdiğini zikretmek gerekir. Aynı yıllarda Meddah Yusuf, Varaka ve Gülşah adlı 1559
beyitlik eserini yazmıştır. 1368 (H.918). Eser hazret-i Peygamber devrinde yer alan ve Beni Şeybe adlı bir
kabilede büyüyüp yetişen Varaka adlı oğlanla, Gülşah adlı kızın arasında geçen hadiseleri işler. Eser romantik,
acıklı, belirli bir kısma kadar gerçekçidir. Daha sonra hazret-i Peygamberin mucizesi karışmaktadır.

1372-73 (H.774) yılında Ümmi İsa tarafından yazılan ve 800 beyitten meydana gelen Mihrü Vefa ile, ondan daha
küçük bir mesnevi olan ve 350 beyti bulan İbrahim'in Dasitan-ı Yiğit 1379 (H. 781) adlı eserlerin zikrinden sonra,
asrın büyük mesnevileri içinde yer alan Hurşidname (Hurşidü Ferahşad) 1387 (H.789) üzerinde durmak yerinde
olacaktır. Şeyhoğlu Mustafa 7903 beyit olan bu eserinde Türkçenin kudretini ölçmüş ve dili işlemiştir. Eser
Germiyan Beyi Süleyman Şah adına yazılmaya başlamışsa da Yıldırım Bayezid Hana takdim edilmiştir. Eser
daha çok Hurşid ile Ferahşad arasında geçen, masal unsurlarına yer veren, aynı zamanda siyasetname
cinsinden bir eserdir. Mesnevinin en belirgin yönü beşeri aşkı terennüm etmesidir.

Devrin mesnevi cinsinden bir başka eseri 1387 (H. 789) yılında Kemaloğlu İsmail tarafından yazılan
Ferahname'dir. 3030 beyit olan bu mesnevi Mir Gazi'ye ithaf olunmuştur. Ahmed'in Işknamesi (Tuhfename) ise
15. asrın en son mesnevisi olarak karşımıza çıkar. 1397 (H.800) yılında yazılan eser Kıpçak şivesinden
aktarılmıştır. 8702 beyittir. Uzun bir aşk hikayesi durumundadır.

Mevzu çeşitliliğinin ve hayal genişliğinin verdiği imkanlar bu yüzyılda irili ufaklı pekçok mesnevinin yazılmasına
sebep olmuştur. Tursun Fakih'in 510 beyitlik Muhammed Hanefi Cengi ile Gazavat-ı Resulullah gibi 673 beyitlik
mesnevileri gelmektedir. Ayrıca asrın diğer mesnevileri Hazret-i Hadice Mevlidi; Kirdeci Ali'nin Güvercin Destanı,
Kesikbaş ve Ejderha Destanları ile Hikaye-i Delletü'l-Muhtel adlı masal unsurlarına yer veren eserleri vardır.
İzzetoğlu'nun Tavus Mucizesi, Sadreddin'in Mucize-i Muhammed Mustafa'sı ve Destan-ı Geyik adlı eseri aynı tip
eserlerdir. Bunlara ilaveten Kayserili İsa'nın Dasitan-ı İbrahim'ini; Ömeroğlunun Şefaatname'si; Mehmed
Yusuf'un, Dasitan-ı İblis, Hikayet-i Kizu Cehuh ve Kadı ile Uğru Destanı'nı; Yıldırım devri şairlerinden Niyazi-i
Kadim'in Mansurname'sini Sule Fakih'in Yusuf ve Zeliha'sını, Pir Mahmud'un Bahtiyarname'sini ve müellifi bilinen
ve bilinmeyen pekçok mesnevinin bu asırda yazıldığı görülmektedir. Bu asırda yazılan mesnevilerin sayısı bir
hayli fazla olup, bunlar kısmen kurulmakta olan Divan Edebiyatı ile Halk Edebiyatı arasında gerek mevzu
gerekse tür itibariyle bir köprü teşkil ederler. Fakat, bunun yanında bir milli benlik ve arayış da devrin eserlerinde
görülür. Ayrıca eserlerde mevzuu dine dayandırma ağır basar. Kaygusuz Abdal ise Halk Edebiyatı içinde tekke
tarafında bulunan Yunus Emre'nin uzantısı durumundadır. Ayrıca Dede Korkut Hikayeleri önceki asırda teşekkül
etmelerine rağmen bu asırda yazıya geçirilmiştir.

Osmanlı Türkçesinin, Azeri Türkçesiyle kati ölçülerle ayrılmadığı, Batı Türkçesinin bu merkezi devrinde başta
Kadı Burhaneddin olmak üzere, sonradan Azeri Edebiyatı içinde yer alacak olan diğer şairleri ve eserlerini de
zikretmek bu yüzyılın umumi karakteri bakımından gereklidir. Bunlar arasında hakkında yukarıda yer ayırdığımız
Erzurumlu Mustafa Darir, Osmanlı sahasına yakınlık yönünden diğerlerinden ayrılır. Asrın bir başka şairi divan
sahibi Nesimi bulunmaktadır. O divanında, heyecanlı ve ateşli bir edaya, sanatlı ve ahenkli bir söyleyişe yer
vermiştir. Gazellerinden başka Tuyuglar da yazmıştır.

On beşinci yüzyılda Osmanlı Edebiyatı: On dördüncü asırda gelişmiş ve temelini atmış bir edebiyattır. Çeşitli
kültür merkezlerinde de olsa, teşekkülü 15. yüzyıla bir geniş ufuk verebilmiştir. Bu asrın hemen başında Ankara
Savaşı (1402) gibi bir hadisenin bulunması, Anadolu siyasi birliğinin kurulmasını geciktirdiği gibi, kültürdeki
dağınıklığın da devam etmesine sebep olmuştur. Böyle olmasına rağmen, ekseri zamanlarını Frenklere ayırmış
bir beyliğin, bu yönüyle diğer beyliklerden apayrı bir tarafının bulunması ve cihad aşkının ötekilere galebe
çalması ve Müslüman Anadolu Türklüğünün kalbinin Osmanlı Beyliğinin merkezine meylini temin etmiştir. Çünkü
beylikler arasındaki kavgalar boş ve manasızdır. Fakat Osmanlı Beyliğinin mücadelesi bunlardan uzak olup,
onlarınkine benzememektedir. Sultan Alaeddin de onları bu gayeyle birleştirmiştir. Zaten Germiyan Beyliği gibi
beyliklerin, her ne halde bulunursa bulunsun, Osmanlıya tabiiyyeti, diğer beyliklerin de birliğe yönelmesinde
örnek teşkil etmiştir. Bu bakımdan, daha önce Şeyhoğlu Mustafa'da görülen hususlar, başta Ahmedi olmak üzere
Germiyan'da yetişen diğer şairlerde de görülmüştür. Geçen asra nispetle 15. yüzyılın farkı, edebiyatta mesnevi
türünün devam etmesinin yanında, nesir eserlerin ve divanların fazlalaşması, milliliğe önem verilerek tarih
şuurunun açığa çıkması ve Osmanlı tarihinin yazılmaya başlamasıdır.

Daha asrın hemen başında Germiyanlı Ahmedi (ölm. 1412-13/H.815), 1390 (H.792) yılında yazmış olduğu
İskendername adlı 8760 beyitlik eserini, Yıldırım Bayezid'in büyük oğlu Emir Süleyman'a (1402-1410)
sunmuştur. Şair mevzuunu Nizami'den almış İskender'in hayatına yer vermiştir. Altı bölümden meydana gelen
eserin son bölümü Osmanlı Melikleri Sülalesinin tarihini teşkil etmektedir. Nihad Sami Banarlı tarafından 1939
yılında Dasitan-ı Tevarih-i Al-i Osman ve Cemşidü Hurşid Mesnevisi adıyla yayınlanan eser Osmanlı tarihini
manzum olarak vermektedir. Eserin tamamı siyasetnameye yakın olup, ansiklopediktir. Ahmedi bu eserinden
başka 15. asra Divan ile giren şairlerin başında gelmektedir. Onun Cemşidü Hurşid adlı mesnevisi de Çelebi
Sultan Mehmed'e sunulmuş olup, 4800 beyittir. Bu eser ise daha çok aynı asırda yazılan Tutmacı'nın Gül u
Husrev'i gibi aşk mevzuunu işleyen bir eserdir. Zaten bu asırda 14. yüzyılda olduğu gibi dini mesneviler ağırlık
kazanır. Bunların başında yine Ahmedi'nin ve Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i gelmektedir. Didaktik ve nasihatname
türünden eserler bu asırda da görülmektedir. Ayrıca tasavvufi eserler de mevcuttur.

Sultan İkinci Murad Hanın saltanatına kadar mesnevi vadisinde verilen eserlerin yirminin üstünde olduğunu
söylemek gerekir. Bunlar içerisinde hemen hepsinin; gerek mevzu, gerekse konuyu işlemeleri yönüyle, ayrı ayrı
kıymetlerinin olduğunu belirtmek yerinde olur. Fakat gerek asrında gerekse bütün bir Osmanlı Türk Edebiyatında
varlığını sürdürecek ve günümüze kadar Türk milleti tarafından tutulacak olan eserlerin başında Süleyman
Çelebi'nin 1410 yılında tamamladığı ve Bursa'da yazdığı Mevlid'i (Vesiletü'n-Necat) gelmektedir. Mevzuda
çeşitlilik itibariyle Yazıcı Salih'in Şemsiyye'si, Ahmedi'nin Tervihü'l-Ervah'ı zikredilmesi gereken eserlerdir. Asrı,
eserleriyle süsleyen şairler içinde yer alanlardan birisi de Ahmed-i Da'i'dir. Onun Çengnamesi, Tıbba dair yazdığı
Tervihü'l-Ervah'ı Emir Süleyman'a sunulan eserlerdir. Ayrıca Viysü Ramin adlı eserini padişahın emri üzerine
tercümeye başlamışsa da ömrü vefa etmemiştir. Camasbname Tercümesi ile Vasiyet-i Nuşirevan ve
Mansurname onun diğer eserleridir. Türkçe, müretteb olmayan Divan'ı da mevcuttur. Farsça divanı ile eserlerinin
sayısı 10'u bulmaktadır. Bunlardan Cinan-ı Cenan, Miftahü'l-Cenne, Sıracü'l-Kulub ve Tıbb-ı Nebevi Tercümesi
mensurdur.

Sultan İkinci Murad Han, bu asrın ikinci çeyreğinde ilim ve kültür hayatına büyük bir canlılık getirmiştir. Sanata,
ilme ve fenne düşkünlüğü, şairliği, ilim adamlarına verdiği kıymet sayesinde artık Osmanlı Sarayı, Türk ve İslam
dünyasının merkezi olma yolundadır. Kuruluşundan beri devletin hayatında görülen kültür faaliyeti ancak onun
zamanında şahsiyetini bulmuş ve pekçok eserin, milli açıdan yazılmasına ve tercüme edilmesine sebep
olmuştur. Osmanlının önde gelen iki büyük kültür padişahından birincisi olmak şerefi ona aittir. Gerçekten
devrinde yazdırdığı eserler ve Türkçeye olan düşkünlüğü, konuları alim ve şairlere dağıtması, hatta tetkikiyle
Sultan İkinci Murad Hanın Türk kültür tarihi içinde müstesna yeri vardır. Bu bakımdan devrinin alim ve şairleri,
eser te'lif ve tercümesinde bir nevi yarış içine düşmüşler. Sultan Adına; manzum ve mensur olarak, pekçok
eserin ortaya konulmasına ve Osmanlı edebiyatının gelişip serpilmesine sebep olmuşlardır.

Ebü'l-Hayr lakabını alan bu kültür padişahı bütün anlatılanların üstündedir. Onun üstünlüğü oğlu Mehmed'e olan
öğütlerinde ve Vasiyetnamesinde de açıkça görülür. Fakat o, her şeyden önce dindar bir padişahtır,
muvaffakıyeti, hatta iki defa tahtı oğluna bırakması da ona bağlıdır.

Devrinde Osmanlı sarayı ilmin ve sanatın ve ışığın merkezi olmuştur. Onun etrafında Hacı Bayram-ı Veli, Emir
Buhari gibi devri ahlaki yönden dirilten ve cemiyetin terbiyesini üstlenen büyükler; Molla Gürani, Alaeddin-i Tusi,
Şerafeddin-i Kırımi, Kırımlı Seydi Ahmed, Alaeddin-i Semerkandi, Acem Sinan, Alaeddin Ali Arabi, Fahreddin-i
Acemi ve Seydi Ali Acemi gibi Arabistan'dan, Türkistan'dan ve Kırım'dan gelmiş alimler bulunmaktadır. Bunların
çoğu bilhassa Seyyid Şerif Cürcani ve Teftazani'nin talebeleri olmuşlardır.

Bunlara ilave tarikat ehli olan bu dirayetli padişahın devrinde, başta Bayramilik olmak üzere Zeynilik ve
Mevleviliğin sarayda yer tutması da zikredilebilir. Bu açıdan bakılınca, o, Mesnevi'nin ilk tercüme ve şerhini
yaptırdığı ve adına izafeten Mesnevi-i Muradiyye lakabı ile anılmaktadır. Gerçekten Sultan İkinci Murad Han
zamanı Türk Milletinin içtimai hayatında Hacı Bayram-ı Veli, Akşemseddin, Eşrefoğlu Rumi gibi büyük sufilerin
bulunduğu, tasavvufa temayülün fazlalaştığı, Zeyniyye ve Mevleviyye tarikatlarının, yüksek mahfillerde rağbet
gördüğü ve Bayramiliğin çok yayıldığı bir devirdir.

Tezkirelerin kaydettiğine göre, Osmanlı padişahları içinde ilk şiir söyleyen de İkinci Murad Handır. Zamanında
Türk-Siyasi Birliğinin kurulmaya başlamasıyla kültür ve sanat faaliyetleri de artık Osmanlı sarayına taşınmıştır.
Bu itibarla Sultan İkinci Murad Han adına pekçok manzum ve mensur eser yazılıp, ithaf edilmiştir. Devrinde
yazılan mesneviler konu itibariyle daha ziyade dini tasavvufi, aşk ve macera, tarihi-hamasi, ahlaki ve dini,
destanımsı-efsanevi, nasihatamiz, ansiklopedik ve mizahidirler. Bunlar sırasıyla Balıkesirli Devletoğlu Yusuf
tarafından 1424-25 (H.827) yılında yazılan ve bir ilmihal olan 6960 beyitlik Kitabü'l-Beyan'dır. Eser, dini tabir,
terim ve deyim bakımından zenginlik gösterir. Vikaye Tercümesi olarak da anılır.

İkinci olarak Muhammed Hatiboğlu'nun 1425 (H.829) yılında yazdığı, yüz hadis ve yüz hikayeyi ihtiva eden 6092
beyitlik Ferahnamesi gelmektedir. Eser dini, didaktiktir. Tercüme olup, aslı Arapçadır. Açık bir dile sahip olan
eser, ayrıca hem Karamanoğlu İbrahim Beye hem de İsfendiyar bin Bayezid'e sunulmuştur.

Gülşen-i Raz devrin bir başka eseridir. Şeyh Elvan-ı Şirazi tarafından 1425-26 (H.829) yılında telif edilmiş olup,
2854 beyittir. Mürettep bir eserdir. Mevzu olarak Mahmud-ı Şebüsteri'den alınmıştır.

Ansiklopedik bir eser olan ve elli bir babı ihtiva eden Muradname'ye gelince; 10.410 beyittir. 1427 (H.830) yılında
tamamlanan bu eser devrin önde gelen hacimli eserleri arasında yer alır ve dil itibariyle sadelik gösterir.

Hüsrev-i Şirin, 7053 beyit olup, devrin büyük şairi Hacı Bayram-ı Veli'nin müridi ve Seyyid Şerif Cürcani'nin ders
arkadaşı, şöhreti 19. asra kadar devam etmiş olan, Şeyhi mahlasını kullanan, meşhur tabib Yusuf Sinaneddin
tarafından yazılmıştır. Yalnız sondan 109 beyitlik kısmı yeğeni Cemali, tarafından yazılmıştır. Şeyhi, eserin
mevzuunu, Nizami'nin aynı ismi taşıyan mesnevisinden almıştır. Eserde yer yer gazeller de görülmektedir. Hissi
bir aşk hikayesi şeklinde olan eserde zaman zaman nasihat ve tasavvufi bahisler de görülür.

Şeyhi'nin mesnevi edebiyatı içinde yer alan bir başka eseri 126 beyitlik Harname'sidir. Osmanlı Edebiyatı içinde
ilk defa görülen mizaha ve hicve yer veren Harname Türk mizah ve hiciv edebiyatının gerçek bir şaheseri olarak
değerlendirilmiştir. İlhamını Arapça bir atasözünden alan Şeyhi, eserinde tabii ve canlı bir dil kullanmıştır, içtimai
meseleleri işlemiştir. Onun Neyname ve Habname adlı iki mesnevisinden söz edilirse de henüz ele geçmemiştir.

Şeyhi, yalnız mesnevi sahasında kalmaz. Divan'ı ile de gazel vadisinde en güzel eserini verir. Zaten
gazellerindeki incelik, mazmunları işleme ve tasavvufa yer vermesi Türk Edebiyatı içinde ona müstesna bir mevki
kazandırmıştır.

On altıncı yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman'a Camelname şeklinde tercüme ve takdim edilen; Abdi Musa
tarafından 1429-30 (H.833) yılında yazılan Camasbname İkinci Murad devrinin bir başka mesnevisidir. 5122
beyit olan eser daha çok bir masal kitabıdır. Fakat eserde Danyal peygamberin hayatı ile ilgili bir kısım da vardır.

1436 (H.839) yılında yazılan Mesnevi-i Muradiyye'ye gelince eser, hayatı hakkında bilgi bulunmayan mevlevi şair
Muinüddin bin Mustafa tarafından yazılmıştır. 14.404 beyitten ibaret olan Mesnevi-i Muradiyye devrin en hacimli
eseri olup, hazret-i Mevlana'nın Mesnevi'sinin birinci defterinin tercüme ve şerhidir. Yalnız eserde 152 adet gazel
bulunmaktadır. Bunlardan birkaçı Farsçadır. Eser daha çok padişah İkinci Murad Hanın işaretiyle yazılmıştır ve
iki ciltten müteşekkildir.

Siname: 1310 beyite yer veren bu eser Hümami'nindir. 1436 (H.839) yılında tamamlanmıştır. Mürşidü'l Ubbad
veya Mürşidü'l-Ibad, Arif tarafından yazılmıştır 1438 (H.840). 20411 beyittir. Bu mesnevi dört bölümden ibarettir.
Tasavvufi ve öğretici olan eserin dili sade, fakat sanat yönü tesirli değildir. Aynı yıllarda yazılan Nüsha-i Alem ve
Şerhü'l-Adem adlı eser 369 beyit olup, Arif'in küçük bir mesnevisidir. Yine aynı tarihlerde Muhammed bin Selman
Mevlid'ini yazmıştır. 800 beyitten fazla olan eser Erzurumlu Mustafa Darir'in eserini de sayarsak bu nev'de
Türkçede dördüncü olarak görülmektedir. Arif'in, Muhammed aleyhisselamın miracını konu alarak yazdığı
Miracname'si ise 2000 beyite yakın bir eserdir. Yine onun 1402 beyitlik Vefatü'n-Nebi adlı mesnevisini zikretmek
yerinde olur. Görüldüğü gibi o üç eserinde de Muhammed aleyhisselamın hayatını işlemiştir. İsimsiz bir
mesnevisinin olduğunu da zikretmek gerekir.

İkinci Murad Han devrinin hacim itibariyle önde gelen mesnevilerinden biri de 12.239 beyit olan Aşık Ahmed'in
yazdığı Camiü'l-Ahbar adlı eseridir. 20 babdan meydana gelen eser hikayelere yer verir. Dili devrine göre açıktır.
Gülşen-i Uşşak (Hüma vü Hümayun) orta hacimde bir mesnevidir 1446 (H.850) yılında te'lif edilmiş olup, 4559
beyitten meydana gelmiştir. Mevzuu, Arap diyarında çocuğu olmayan Menuşeng adlı bir padişahtır. Eser
Şeyhi'nin yeğeni Cemali tarafından yazılmıştır. Fatih Sultan Mehmed ve İkinci Bayezid Han zamanlarını da idrak
eden Cemali'nin ele geçmemiş Yusuf ile Zeliha ve Miftahü'l Ferec adlı mesnevilerini de zikretmek yerinde olur.
Onun başka risalelerinin bulunduğu da bilinmektedir. Cemali'nin eserlerinde sanat yönünün ağır bastığı da bir
gerçektir.

Sultan İkinci Murad zamanında yazılan ve mevzu bakımından dikkat çeken yegane eser Gelibolulu Zaifi
tarafından yazılan ve padişahın savaşlarına yer veren Gazavat-ı Sultan Murad ibni Muhammed Han adlı eserdir.
1446-51 (H.850-5) yılları arasında yazılan eser tarihi ve edebi olup, gazavat nevindendir ve 2566 beyittir.

Gerek halk arasındaki yeri gerekse edebi eser olarak değeri gözönüne alınınca devrin önde gelen bir başka eseri
Yazıcıoğlu Muhammed bin Salih bin Süleyman'ın 1449 (H.855) yılında yazdığı 9008 beyit ihtiva eden
Muhammediyye'sidir. Bunlara ilave olarak Ahmed Hayali'nin Ravzat-ül-Envar ve Tarikatnamesi'ni zikretmek
gerekir.

Mensur eser olarak İkinci Murad Han zamanında yazılan eserlerin başında İrşadü'l-Mürid ile'l-Murad gelmektedir.
Kasım bin Muhammed Karahisari tarafından Farsçadan tercüme edilmiştir. Kemaleddin bin İsa ed-Dümeyri'nin,
Hayatü'l-Hayavan'ı, Gülistan'ın Manyasoğlu tarafından aynı adla yapılan tercümesi, Mahmur bin Muhammed
Şirvani'nin Tuhfe-i Muradi'si, Mercimek Ahmed'in Kabusname Tercümesi, Yazıcıoğlu'nun Tarih-i Al-i Selçuk'ı,
Hızır bin Celaleddin'in İbni Kesir Tarihi Tercümesi, Mahmud bin Kadı Manyas'ın A'cebü'l-U'cab'ı, Arif Ali Molla'nın
Danişmendname'si, Mustafa bin Seyyid'in Cevahirname-i Sultan Muradi'si, Ahmed-i Dai'nin Tezkiretü'l-Evliya
Tercümesi, Mehmed bin Abdullatif'in Bahrü'l-Hikem'i, Hızır bin Abdullah'ın Kitabü'l-Edvar'ı, Mukbilzade Mü'min'in
Zahire-i Muradiyyesi ile Miftahü'n-Nur ve Hazaini's-Sürur'u zikredilmesi gereken eserlerdir. Aslında bu devirdeki
mensur eserler bunlarla da kalmaz. Musa bin Mesud'un eseri Kırk Vezir Hikayesi, Firdevsi'nin Şehname
Tercümesi bunlara ilave edilmelidir. Yine bu devre kadar olan şairlerden toplama bir mecmua olan, daha çok
gazellere yer veren Ömer bin Mezid'in Mecmuatü'n-Nezair'i Sultan İkinci Murad Hana adanmıştır. Böylece bu
padişah zamanında tezkireciliğin nüvesi teşekkül etmiştir.

Osmanlı Devletinde şiir, ilk önceleri gazel tarzının azlığına rağmen Mesnevi sahasında kendini gösterir. Buna
rağmen Osmanlı edebiyatı divan edebiyatı gibi bir isimle anılmakta ve sadece dar bir çerçeveye sıkıştırılmak
istenmektedir. Bu bir bakıma hemen her sahada eser vermiş bir milletin, divan kelimesini öne sürerek, kabiliyetini
ve gayretlerini ve kültür faaliyetlerini de inkara yönelmeden başka bir şey olamaz. On beşinci yüzyılın ortalarına
gelinceye kadar, beyliklerde yazılan eserler de dahil, mesnevilerin sayısı yüze yaklaşırken, divanların sayısı ona
çıkmaz. Bir başka husus gerek Araplarda gerekse Farslarda divan şairi olan ve divanı bulunan pek fazla şair
vardır. Fakat onlar edebiyatlarının sınırını divan kelimesiyle daraltmazlar. Aynı durum Türk edebiyatı için de
düşünülünce doğu Türkçesiyle yazılan pekçok divanla karşılaşırız. Fakat bizde divan edebiyatı denince yalnız
Osmanlı edebiyatı akla gelmektedir. KısacasıOsmanlı edebiyatı bir mesnevi edebiyatı olarak başlamıştır.

Akla gelen diğer bir husus, gazel türünün mesneviye göre kısa bir şiir şekli oluşu, mevzu bakımından geniş
tutulmayışı daha sonra, başta padişahlar ve şehzadeler olmak üzere sarayda yer tutması divanlara olan rağbeti
arttırmış olmalıdır. Bu yönden ele alınınca sarayda okunan ve yazılan eserlerin başında divanlar gelmektedir.
Fakat bütün bir edebiyata Divan Edebiyatı olarak ad vermek en azından, diğer kültür eserlerini mühimsememek
olur.

1404 (H.806) yılında Amasya'da doğan, Osmanlı padişahlarının altıncısı olan bu kudretli padişah, ilim ve kültür
hayatı yanında, batıda Venedik, Eflak, Bizans, Arnavut, Sırp, Macar, Bohemya, Polon, Hırvat ve Alman
milletleriyle, doğuda ise başta Karaman Beyliği olmak üzere Anadolu'da yer alan irili ufaklı beylerle mücadele
halindedir. Zamanındaki fetihler daha çok batıda gerçekleşmiş olmasına rağmen, bilhassa saltanatının ilk
yıllarında Bizans'ın iç karışıklıklara verdiği sebep de vardır. Fakat Sultan Murad, doğruluğu, halis niyeti, fadlı ve
merhameti, cesareti, azim ve tedbiri ve bilhassa ahde vefası sayesinde bütün bunların üstünden gelmesini
başarmış, batıda kazandığı zaferlere ilave olarak doğuda Anadolu Türk Birliğinin kurulmasına gayret etmiştir.
Doğudaki birliğin kurulmasından sonra bilhassa Osmanlı Devleti aleyhine batılılarla işbirliği yapma gayretleri şii
olan İran'a düşecektir. Yukarıda yer verdiğimiz hususiyetleri yanında Sultan Murad-ı Saninin alimleri himayesi,
sanata düşkünlüğü ve edebiyata değer vermesi, bunun neticesinde ilim ve sanat adamlarıyla olan meclisleri
bırakmaması da vardır. Tarihler onun adaletini, hükümdarlığını cesaret ve cömertliğini zikretmeden
geçememişlerdir. Yazılan şiirlerde mübalağalı bir şekilde padişahları övmek varidse de, bu husus Sultan İkinci
Murad Han için yapılmışsa gerçeğin anlatılmasından başka bir şey değildir.

Sultan İkinci Murad Hanın, Muradi mahlasıyla şiir söyleyen ilk Osmanlı padişahı olduğu bilinmektedir. Artık
Osmanlı sarayında oğlu İkinci Mehmed de divanda görülecektir. Avni mahlası ile şiirler yazan, küçük de olsa bir
divana sahip olan Fatih Sultan Mehmed'in iki oğlu hem Cem Sultan, hem de İkinci Bayezid Han, bu yüzyılın ikinci
yarısında sarayın yetiştirdiği şairler olarak bilinir. Bilhassa asrın sonuna doğru Cem Sultan ve Bayezid-i Veli şiire
kendilerini de katarlar. Cem Sultan şiirlerinde Cem mahlasını, İkinci Bayezid de Adli'yi kullanır. Yalnız Cem
Sultan'ın bunlardan ayrı bir tarafı onun edebiyatımıza Cemşid ü Hurşid adlı bir mesnevi bırakmış olmasıdır. On
altıncı asırda bu halka daha da genişlemektedir.

On beşinci yüzyılın sarayda kudretli şairi Şeyhi'dir. Ancak İkinci Murad Handan sonra Şeyhi yerini Ahmed
Paşaya bırakacaktır. Fatih zamanında Osmanlı Türkçesinin en güzel sesini aksettiren Ahmed Paşa haklı olarak
Sultanü'ş-Şuara (Şairlerin Sultanı) ünvanını da almıştır. İnce, zarif, nüktedan, keskin zekalı ve hazırcevap bir şair
olan Ahmed Paşa, Fatih'in sohbet arkadaşıydı. Onun Osmanlı Hanedanına karşı, riyadan uzak, samimi ve ciddi
bir bağlılığının bulunması en güzel gazellerini İkinci Mehmed'e sunmaya sebep olmuştur. Padişahla hocası şair
arasında ayrıca şiire dayalı yarenlikler onun bir başka cephesini aksettirmiştir. Onunla Osmanlı edebiyatına
“nazirecilik” de girmiştir. Yine “tarih düşürme” sanatı onda mühim bir yer tutar.

Bu devirde Saraya yakın, tesirli üçüncü şair Necati'dir. Ahmed Paşanın Şairler Sultanı diye anıldığı zamanlarda,
Necati'nin şiirleri onun meclisine kadar ulaşmış ve dikkatini çekmiştir. Bilhassa Necati'nin döne döne redifli gazeli
bu cazibeyi temin etmiştir. Necati, mühtedi bir şair olarak tanınmasına rağmen Türkçeyi en güzel kullanan
şairlerin başında gelir. Onun içindir ki, sesi asırlara hakim olacak ve tesiri devam edecektir. Çeşitli devlet
hizmetinde bulunan Necati, 1509 yılında Vefa'da vefat etmiştir. Şiirlerinde en çok Türkçe kelimelere yer vermiş,
mecbur kalmadıkça yabancı asıllı kelimeler kullanmamıştır. Şair bu yönüyle Türkçecilik cereyanı içinde müstesna
bir mevkie sahiptir. 650 gazeli ihtiva eden bir Divan bırakmıştır. Şiirlerine devrinde ve daha sonraki zamanlarda
nazireler söylenmiştir.

Hümami, Atayi, Safi, Cemali, Adni, Nişani, Melihi, Sadi-i Cem, Mesihi ve Aydınlı Visali devrin diğer şairleri olarak
bilinirler.

Divanların çoğalmasına karşılık Mesnevi Edebiyatı da varlığını bir hayli gösterir. Bunların başında hamse sahibi
Akşemseddinzade Hamdullah Hamdi gelmektedir. Yusuf ile Zeliha, Kıyafetname, Tuhfetü'l-Uşşak, Leyla vü
Mecnun ve Mevlid adlı eserleri hamsesini meydana getiren mesnevilerdir. O bilhassa Yusuf ile Zeliha adlı
mesnevisiyle şöhret bulmuştur. 1503 yılında vefat etmiştir. Tacizade Cafer Çelebi (ölm. 1515) asrın bir başka
mesnevi şairidir. Hevesname'si İstanbul'u anlatan bir mesnevidir. Ayrıca Divan'ı da vardır.

Asrın diğer bir mesnevi şairi de Edirneli olan ve Revani diye anılan İlyas Şüca Çelebi'dir. İkinci Bayezid Han ile
Yavuz Sultan Selim Hanın iltifatlarına mazhar olmuştur. Divan'ından Başka İşretname adlı bir mesnevisi de
vardır. Şiirlerinde mahalli renklere tesadüf edilen Revani'nin İşretnamesi ile Osmanlı Edebiyatında yeni bir konu
işlenmiştir. Zaten 16. asra girerken konulardaki çeşitlilik daha da genişleyecek ve Osmanlı Türk Edebiyatı pek
fazla bir gerçekçiliğin içinde olacaktır. Tacizade de yukarıda bahsedilen eseriyle şehirlere açılmış ve İstanbul'u
anlatmıştır. Bu arada yine Hikayet-i Şirinü Perviz-Rivayet-i Gulgunü Şebdiz adlı mesnevisini Yavuz Sultan Selim
Hana sunan Ahi'yi zikredebiliriz. Fakat asrın büyük mesnevi yazarları Lamii Çelebi ile Taşlıcalı Yahya Beydir.

İkinci Murad Han devrinde yazılan ve mensur olan eserlerden başka 15. yüzyılda bu sahada en güzel eseri
Sinan Paşa (1440-1486) vermiştir. 1476 yılında Fatih Sultan Mehmed Han tarafından sadrazamlığa getirilen
Sinan Paşa Tazarruname'si ile haklı bir şöhret kazanmış ve bu sahadaki tesirleri Yakub Kadri'ye kadar devam
etmiştir. Şeyh Vefa Konevi'ye intisab eden Sinan Paşanın Tazarruname'sinden başka yine nesir sahasında
Maarifname ve Tezkiretü'l-Evliya adlı iki eseri daha bulunmaktadır. Hasılı o, ortaya koyduğu eserleriyle devrine
damgasını vurmuş ve tesiri Cumhuriyet dönemini de içine almıştır. Onun Tazarruname'si büyük samimi bir
münacaat, Maarifnamesi ahlak kitabıdır. Tezkiretü'l-Evliya'sı ise velilerin hayatı ve menkıbelerine ayrılmıştır. Yine
1453 yılında yazılan ahlak kitaplarından birisi de Ali bin Hüseyin'in Tacü'l-Edeb adlı eseridir.

Bu devirde yazılan tarih kitapları da, Enveri'nin Aydınoğulları Tarihine yer verdiği ve 1469 yılında veziriazam
Mahmud Paşaya sunduğu manzum Düsturname'si bir tarafa bırakılırsa, mensur saha içinde görülür. Bunların
başında Tursun Beyin Tarih-i Ebü'l-Feth'i gelmektedir. İstanbul'un fethine katılan Tursun Bey, tarihini 1442-1488
yıllarına ait 46 yıllık vak'alara ayırmıştır. Beyati'nin, Cam-ı Cemayin adlı eseri bu cinsten bir başka eserdir.
Bunlardan başka Aşık Paşanın torunu olan Derviş Ahmed Aşıki'nin ve Oruç Beyin, Yazıcıoğlu'nun, Neşri'nin,
Sarıca Kemal'in eserlerini zikretmek yerinde olur.

İkinci Bayezid devrinde ise Süleymanname adlı büyük eseriyle Firdevsi-i Tavil, Kıvami'nin yine İkinci Bayezid
Han devrinde yazdığı Fetihname-i Sultan Mehmed adlı eseri canlı müşahedelerle ortaya konulmuş bir başka
eserdir. Fakat daha ziyade şiirle yazılmış olup, İstanbul'un fethini anlatır.

On beşinci yüzyılda Halk Edebiyatı olarak Osmanlı edebiyatında İkinci Murad Han zamanında Hacı Bayram-ı
Veli ile başlayan bir ekol, daha ziyade tekke içi olarak devam etmiştir. Onun takipçileri daha çok Akşemseddin
hazretleri (1389-1459) ve Eşrefoğlu Rumi (1353-1469)dir. Akşemseddin hazretlerinin İstanbul'un fethindeki
hizmetleri her türlü takdirin üstündedir. Eşrefoğlu Rumi'ye gelince, bir Divan ile Müzekkinnüfus adlı meşhur dini
tasavvufi eserini yadigar bırakmıştır. Yine Karamanlı şair Kemal Ümmi de ilahileriyle tekke şiiri içinde kalmış ve
ünü diğer Türk illerine de yayılmıştır.

Din dışı mevzularda ise, Osmanlı destanları bir destan havası içinde, efsanevi Osmanlı tarihini işleyerek halk
edebiyatı sahasında yeni bir çığır açarlar. Bilindiği üzere Türk Milleti destan yönünden büyük eserleri olan bir
millettir. Ancak bunların bazıları tam olarak ele geçmemiştir.

On altıncı yüzyılda Sultan İkinci Bayezid-i Veli de dahil edilirse, bütün bir asır şair padişahlarla doludur. Hatta bu
durum taşrada şehzade mahfillerine kadar taştığı gibi, şiirlerinin bir kısmını Osmanlı Türkçesiyle terennüm eden
ve Osmanlı Devletine bağlı Kırım Hanlarından Gazi Giray'a kadar uzanmaktadır. Böylece hükümdarların ilimden
ve şiirden anlamaları alimleri ve şairleri etrafına toplamaları adeti gerçekleşmiş oluyordu. Yalnız alim ve şairlerin
hükümdar saraylarında olması ve ileriye doğru devletin götürülüşü bu asrın yegane karekteri olup, padişahların
şanına uygunluğu devrin bir başka hususiyetidir. Bu hal eski Türk an'anesine de sadakattan başka bir şey
değildir.

Devletin bu asırda ulaştığı sınırlar gözönüne alınınca, gerek mahalli ve taşralı; gerekse İstanbul içinden
edebiyatın hemen her sahasında saymakla bitmez şairlerin yetişmesi devrin bir başka hususiyetidir. Tezkireler
ve şiir mecmuaları karıştırıldığı takdirde pekçok şairin bu yüzyıla ses getirdiği görülür. Ayrıca bu asırda,
sakinameler, kırk hadisler, şehrengizler, gazavatnameler ve bu cinsten eserler olan Selimnameler,
Süleymannameler, hicivler, tarihler, makteller, şikayetname gibi mektuplar, işleniş tarzı ne olursa olsun, bir
mevzu genişliğine sebep olmuşlardır.

Başta Divan'ı olmak üzere pekçok eserin sahibi olan Mahmud Lamii (1472-1532) ehl-i tarik bir kimsedir. İlk edebi
eserini İkinci Bayezid Han devrinde vermiştir. O, sırasıyla Şevahüdü'n-Nübüvve, Nefehatü'l-Üns, İbretname,
Şerefü'l-İnsan, Maktel-i İmam-ı Hüseyin, Veys ü Ramin, Bursa Şehrengizi, Vamik u Azra, Hüsn ü Dil, Letaif,
Münazarat-ı Bahar u Şita gibi eserlerinin yanında bir Lügat yazdığı gibi, Gülistan'ın dibacesini de şerh etmiştir.

Tokatlı Kemalpaşazade'ye gelince (1468-1534); o da asrın ikinci çeyreğinde, Divan'ı, Esrarname Tercümesi,
Yusuf u Zeliha'sı ve İkinci Bayezid'in işareti üzere yazdığı Tevarih'i Al-i Osman ile dikkati çeker. Zembilli Ali
Efendinin ölümü üzerine Şeyhülislamlık makamına getirilen ve tesiri Erzurumlu İbrahim Hakkı'ya kadar, bilhassa
tekke edebiyatında devam eden Şemseddin Ahmed Kemalpaşazade, Gülistan'a nazire olarak Nigaristan adında
başka bir eser daha yazmıştır.

Asrın, cilt cilt gazel yazan, bir noktada Baki gibi kudretli şairlerin yetişmesini sağlayan şairi Zati (1471-1546)dir.
Dükkanını şiir mahfili haline getiren Zati'nin en büyük eseri Divan'ıdır. Ayrıca mesnevi olarak; Şem ü Pervane,
Ahmedü Mahmud, Edirne Şehrengizi, Siyer-i Nebi ve Mevlid gibi eserleri vardır.

Kanuni Sultan Süleyman Han gibi muhteşem bir hükümdarın zamanında Taşra'daki sesler de İstanbul'da
yankılanmıştır. Bunlardan birisi, Azeri Türk Edebiyatı içinde, dili bakımından, ayrı bir yer alsa bile, gönüldeki
bağla İstanbul'a bağlanan Fuzuli'dir. Diğeriyse Vardar Yenice'sinden seslenen Hayali'dir. İkincisinin sadece bir
Divan'ı vardır. Fuzuli ise, menşe itibariyle Arap Edebiyatına bağlı olan Leyla ve Mecnun adlı mesnevisini Üveys
Paşaya sunmuştur. O, bu eserin tertip ve tahririnde kendisine göre yenilikler yapmış, neticede onu milli ve orijinal
bir şekle sokmuştur. Fuzuli ilimsiz şiirin olamayacağını söyleyen bir sanatkar olup, yaşadığı topraklarda sanatını
bulmuş, Bağdat gibi büyük bir kültür merkezinin havasını teneffüs etmiştir. Onun Bağdat, Kerbela gibi her zaman
Türk dünyasının ortasında bulunması doğu ve batı Türklüğünden haberdar olmasına sebep olmuştur. Eserlerinin
çeşitliliğinde ve konuları işleyişindeki derinlikte, hatta mevzuunu seçişte köprü vazifesi gören bu coğrafyanın
mühim tesiri vardır.

Divan'ı en mühim eserleri arasında yer alır. Arapça ve Farsça divanından başka Heft Cam adlı Sakiname'si,
Rindü Zahid'i, Hüsnü Aşk'ı, Şikayetname'si, Hadis-i Erbain Tercümesi, Muamma Risalesi, Matlau'l-İ'tikad'ı, Şahü
Geda'sı, Farsça Enisü'l-Kalb'i ve kasideleri, Türkçe-Farsça Manzum Lügat'ı ve Türkçe Mektup'ları onun belli başlı
eserlerini teşkil ederler.

Bu yüzyılda mizah, genç yaşta hayatını kaybeden talihsiz şair Figani'de görülür. O bize sadece bir Divançe
bırakmıştır. Trabzonlu olan bu şair 1532 yılında bir iftiraya kurban giderek öldürülmüştür. Asrın üçüncü
çeyreğinde ölen Emri (doğ. 1575)de muamma ve tarih düşürmeye hevesli olmasına rağmen hiciv şiiri yazan
şairler arasında sayılabilir. Divan sahibi olan ve Yavuz Sultan Selim Hanın cülusuna ait yazdığı Selimname'siyle
dikkat çeken bir başka şair Hayali'nin doğup büyüdüğü ve yetiştiği kültür merkezlerinden gelen İshak Çelebi (ölm.
1536)dir. Ayrıca bu devrin divan sahibi olan iki büyük şairi Nev'i (1533-1599) ile Ruhi-i Bağdadi (ölm. 1606)dir.

Kırk yaşına geldiği zaman, şair, cengaver, kudretli büyük bir hükümdarın ölümüne ağlayan ve mersiyesiyle canlı
ve içli bir şekilde bu hadiseye yer veren, devrin ünlü hocalarından ders gören, medrese havasının çekiciliğine
kapılan ve yetişmesiyle Şeyhülislamlık makamına liyakat kesbeden, hasılı asrın ikinci yarısını dolduran ve
Kanuni Sultan Süleyman Hana candan bağlı olan şair Baki (Mahmud Abdülbaki) (1526-1600) asrın Sultanü'ş-
şuarası olarak kalmıştır. Dünya kavgalarının, menfaat düşüncelerinin hiçbir işe yaramadığını:

Kadrini seng-i musallada bilüp ey Baki

Durup el bağlayalar karşuna yaran saf saf

beytiyle dile getirmiştir. Sözü dizmede ve seçmede ona yetişen şair yoktur. Sanatı yüce, hissi ve duyuşu derin
olan Baki'nin kendisinden sonra yolunu takip eden şairler çıkmış ve Baki Mektebi (ekol) kurulmuştur. Gerçekten
imparatorluğun dört bir yanından ses veren şairler onun gibi söylemeye gayret ederek bu mektebin devamını
temin etmişlerdir.

Mahmud Abdülbaki başta Divan'ı olmak üzere büyük ve hacimli eserler bırakmıştır. Bunlar Fezailü'l-Cihad,
Mealimü'l-Yakin ve Fezail-i Mekke adlı eserlerdir. Bunlardan Mealimü'l-Yakin; Muhammed aleyhisselamın
hayatını anlatan bir siyerdir. Baki'nin dili Divan'ında yer yer ağırlık göstermesine rağmen, mensur olan diğer
eserlerinde açık ve anlaşılır bir dildir.

Bu kadar divan şairinin içinde Mesnevi Edebiyatı 16. yüzyılda görülen divanlarla at başı yürür. Kara Fazlı (ölm.
1563) Nahlistan adlı mensur hikayesinin yanında Lehcetü'l-Esrar, Hüma ve Hümayun ile Gül ü Bülbül adlı
mesnevilerini yazar. Fakat bu yüzyılda hamse sahibi olarak Taşlıcalı Yahya görülmektedir. Hamsesini Gencine-i
Raz, Kitab-ı Usul, Şah u Geda ve Gülşen-i Envar adlı mesneviler meydana getirmektedir. Ayrıca bir de Divan'ı
vardır. Lamii Çelebi'nin yukarıda bahsedilen eserleri içinde Bursa Şehrengiz'i Bursa'nın güzel yerlerini
tanıtmaktadır. Bu da şairin ehl-i tarik olmasına bağlanabilir.

Bu yüzyıla mesnevi getiren şairler arasında; Azeri İbrahim Çelebi (ölm. 1585) Nakş-ı Hayal, Ravzatü'l-Envar adlı
mesnevileriyle, Bursalı Cenani Mahzenü'l-Esrar, Riyazü'l-Cinan ve Cilaü'l-Kalb adlı üç mesnevisiyle Larendeli
Hamdi Kıssa-i Leyla vü Mecnun adlı mesnevisiyle görülürler.

On altıncı yüzyılın nesir sahasındaki belli başlı eserleri tarih ve tezkire vadisindedir. Yukarda kendisinden
bahsettiğimiz Kemalpaşazade Şemsüddin Ahmed'in Tevarih-i Al-i Osman'ından başka: Tosyalı Celalzade
Mustafa Çelebi (1494-1567) Tabakatü'l Memalik fi-Dereceti'l-Mesalik adlı ilim ve edebiyat sahasındaki eserini ve
Selimname'sini yazmıştır. Lütfi Paşa (1488-1563) ise Asafname ile Tevarih-i Al-i Osman'ını yazmıştır. Selaniki
Mustafa Efendi (ölm. 1600)'ye gelince Ferhad Paşanın sadrazamlığından sonra Ruzname-i Humayun yazmak
için vazifelendirilmiştir. Bu eserinde Selaniki devrin eksik ve aksayan taraflarını ele alıp, tahlil ve tenkit etmiştir.
Hasan Can'ın oğlu olan Hoca Sadeddin Efendi (1536-1599) ise devrin büyük tarihçisidir. Osmanlı tarihini iki cilt
halinde yazmış ve Tacü't-Tevarih adını vermiştir. Uslubu canlı olup, sanatla doludur. Nesrinin esasını bilhassa
secili, kafiyeli ve sanatlı yazısı meydana getirir.

Devrin bir başka tarihçisi Gelibolulu Ali (1541-1600)'dir. En mühim eseri dört ciltten meydana gelen Künhü'l-
Ahbar'ıdır. Ayrıca Nasihatü's-Selatin, Kavaidü'l-Mecalis ve Menakıb-ı Hünerveran adlı eserlerin de yazarıdır.

Beylikler devrinden bu asra kadar, hemen her sahada gittikçe genişleyen Osmanlı Edebiyatı artık onların toplu
olarak gözden geçirilmesi ve değerlendirilmesi hususunda, yetiştirdiği kalem sahipleri sayesinde, gerekeni de
ihmal etmemiştir. Önceleri antoloji şeklinde şiir mecmualarıyla başlayan bu zevk üstünlüğü 16. asırda tezkirelerin
ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Aslında tezkireciliğe İran ve Çağatay Türkçesi edebiyatlarında önceden şahit
olmaktayız. Osmanlı tezkirecileri bilhassa kendilerine örnek olarak, Devletşah ve Nevai tezkirelerini seçmişler ve
bu klasik tarzın takipçisi olmuşlardır.

Bu asrın tezkirecilerinin başında divan sahibi olan Sehi (ölm. 1548) Heşt Behişt adlı tezkiresiyle birinci
durumdadır. Sırasıyla Latifi (1491-1582) kendi adıyla anılan Latifi Tezkiresi'ni, Aşık Çelebi (1520-1572)
Meşairü'ş-Şuara'sını, Kınalızade Hasan Çelebi kendi adıyla da zikredilen Tezikretü'ş-Şuara'sını Ahdi Gülşen-i
Şuara'yı yazmıştır. Gelibolulu Ali'nin yazdığı Künhü'l-Ahbar adlı eserin son bölümü de tezkire olarak
zikredilmelidir. Ayrıca Mecmau'n-Nezair ve Camiü'l-Meani gibi antolojiler de bu asırda görülen şiir mecmualarıdır.

Bu yüzyılda seyahat edebiyatıyla da karşılaşmaktayız. Seydi Ali Reis (ölm. 1562) bu sahada Mir'atü'l-Memalik ve
Kitabü'l-Muhit adlı eserlerini yazar. Bunlardan başka Piri Reis'in Kitab-ı Bahriye'si gibi eserler asrın zikre değer
eserleridir.

Halk edebiyatı tarafından bakılınca bu asırda tekke şairleri ön planda gelirler. Bunlar arasında Şeyh İbrahim
Gülşeni, Ahmed-i Sarban ile Ümmi Sinan en çok tanınanlardır. Bunlara ilaveten Muhyiddin Üftade (ölm. 1580),
Seyyid Seyfullah Halveti ve İdris-i Muhtefi (ölm. 1615)yi zikretmek gerekir. Bunların hepsi devlete bağlı, millete
inanan, bir bakıma halkın terbiyesini üzerlerine alan tekke şairleridir. Fakat bu asrın azılı Osmanlı düşmanı hurufi
şair ve ihtilalcisi Pir Sultan Abdal halk edebiyatında devlete ihanet yönünden müstesna bir mevki ittihaz eder. O,

“Açılın kapılar Şah'a gidelim”

ve

“Katib ahvalimi Şah'a böyle yaz”

derken başka bir ülkenin İran'ın şahını arzulamaktadır. Onun gitmek ve haber vermek istediği kimse İran Şahı
Tahmasb'dır.

Halk edebiyatı içinde bu yüzyılın zikre değer diğer şairleri, Kul Mehmed, Öksüz Dede ve Çıldırlı Hayali'dir.

Köroğlu ise devrin başka bir renkli simasıdır. Özdemiroğlu Osman Paşanın kuvvetlerine katılması muhtemel bir
Celali eşkıyası olduğu söylenen Köroğlu kendi adı ile anılan Köroğlu Destanı'nın kahramanı durumundadır. Bu
itibarla bu devirde halk hikayelerinin varlığı ayrı bir husustur. Mehdi mahlasıyla şiirler söyleyen Derviş Hasan
bunlardandır. Ayrıca Magrib Ocakları'nın saz şairleri de bu kısma girer.

Fakat 17. yüzyılda Osmanlı Edebiyatı içerisinde halka daha dönük bir edebiyat ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan 17.
asır, Osmanlı Halk Edebiyatının altın çağını meydan getirmiştir. Serpinti ve tesirleri 18. asır, Osmanlı Türk Saray
Edebiyatına da ulaşan bu edebiyat sayesinde, Divan şiirinde bile mahallilik ortaya çıkmış hatta devrin Nedim gibi
ünlü şairleri bu cereyanın içinde türkü bile yazmıştır.

On yedinci asırda Halk Edebiyatı yine tekke ve saz kolu olmak üzere ikili bir durum içindedir. Aslında bu durum
Osmanlı Türk Edebiyatının başlangıcından beri var olup, onun bir devamı şeklindedir.

Bu yüzyılın Tekke Edebiyatı içinde yer alan başlıca şahsiyetleri Adem Dede (ölm. 1652), Aziz Mahmud Hüdayi,
Niyazi-i Mısri'dir. Bu şairlerin hepsi bir tarikata mensup olup, şeyhtirler. Onlar meydana getirdikleri mahfillerde
halkı irşad ve terbiye yönüne gitmişler ve tesirli şiirler söyleyerek eserler meydana getirmişlerdir. Bunların ilimle
uğraşmaları, insanlara doğru yolu göstermeleri önde gelen meziyetlerindendir.

Adem Dede daha çok Mevlevi Tarikatı içinden gelir. Önce Konya'da Bostan Çelebi'nin, daha sonra İstanbul'da
İsmail Ankaravi'nin yanında yetişmiştir. Daha sonra Galata Mevlevihanesi şeyhi olmuş olan bu Mevlevi Dedesi,
zeki, nüktedan, arif ve hoşsohbet bir sufidir. Arapça ve Farsça şiirleriyle klasik edebiyata giren ve Türkçe olan
gazelleri mevcuttur. Fakat onun en mühim tarafı mevlevilik içinde hece ile, Yunus tarzında şiirler söylemesidir.
Tesiri Şeyh Galib'e kadar uzanan Adem Dede'nin bu itibarla Türk Halk Edebiyatı içinde mühim bir mevkii vardır.

Aziz Mahmud Hüdayi ise Celvetiye Tarikatının kurucusudur. Şeyh Üftade'ye intisab etmiş, şeyh olmuş
Üsküdar'da kendi adıyla anılan dergah, devri için ruhani terbiyenin mihrakı durumuna gelmiştir. Nefaisü'l-Mecalis
ve Cami-ul-Fezail başta olmak üzere yirmiden fazla eserinin olduğu bilinmektedir. Devrinin hem aruz, hem de
hece vezniyle şiir söyleyen şairleri arasında olup, Divan'ı vardır.

Niyazi-i Mısri aslen Malatyalıdır. Halveti, Tarikatına mensuptur. Mısır'da tahsil gördüğü için Mısri denilmiştir.
Yunus Emre Ekolüne mensuptur. Hakkında birçok menakib vardır. Arapça ve Türkçe çeşitli eserleri mevcuttur.
1694 yılında Limni'de vefat eden Niyazi-i Mısri, Yunus Emre'nin 17. asırdaki sesidir.

Osmanlı Türk saz şairleriyse bu yüzyılda alabildiğine çoğalmıştır. Muhtelif askeri topluluklar içinden saz şairleri
yetiştiği gibi ülkenin dört bir tarafından pekçok saz şairi çıkmıştır. Bunun neticesi olarak birçok mahfiller teşekkül
etmiş, saraydan kahve köşelerine kadar mesirelerde, panayır ve ocaklarda saz şairleri görülür olmuştur. Ayrıca
gazel ve murabba şekilleri de halk şairleri arasında rağbet görmüştür. Bu devrede, 1908 yılından sonra
gerçekleştiği söylenen iki zümre, konuşma ve yazı dili birbirine ziyadesiyle yaklaşmıştı.

Bu asırda yetişen saz şairleri arasında en önde gelen şair Karacaoğlan'dır. Güney Anadolu'dan yetişen bu
gezgin Türkmen şairi 16. yüzyılın sonlarından itibaren şöhretini duyurmaya başlamış, 17. yüzyılda ise bu şöhretin
zirvesine çıkmıştır. Şiirlerine bakılırsaonun coğrafyasında bütün bir imparatorluk yer alır. Ancak nereleri gezdiği,
nerelerde kaldığı pek belli değildir. Bu zeki ve hisli Türkmen çocuğu halk zevkinin bütün inceliklerini zorlamış ve
konuşturmuştur. Şöhretinin diğer Türk illerinde de yayılması, onun adına efsanevi Karacaoğlan hikaye ve
deyişlerini ortaya çıkarmıştır. Şiirinde sosyal meseleler, adetler, gelenek ve görenekler yer aldığı gibi sanatlı
söyleyişini, tasvirlere ve mecazlara yer verdiğini belirtmek gerekir. Nerede doğup nerede öldüğü belli olmayan
Karacaoğlan şiirlerinde tabiata mühim yer verir. O bir bakıma, tabiatı ve kadın güzelliğini hareket noktası olarak
almıştır.

Gevheri ve Aşık Ömer de devrin kudretli halk şairleridir. Bunlardan Gevheri yüksek zümre ediplerine de tesir
etmiş bir şöhrettir. Devrinin sosyal hayatına ve cemiyet davalarına fazla ilgi duymayan şair, aşıkane duygularla
söylenmiş şiirleriyle tanınmaktadır. Hatta gazel söyleyen divan şairleriyle arasında bir uygunluk göze çarpar.
Söylediği, koşma, semai, türkü ve türkmani gibi şiirlerde divan şairlerinin kelime ve kafiyelerine yer verir.

Aşık Ömer ise muhtemelen Konya'nın bugün Gezlevi şeklinde anılan Gözlevi'de doğmuş bir şairdir. Savaşlara
katılmasının verdiği bir halle Rus, Avusturya ve Venedik harplerine ait manzumeler yazmıştır. Zaten o, Dördüncü
Mehmed, İkinci Ahmed ve İkinci Mustafa gibi padişahların devrini idrak eden bir şairdir. Gezici bir şair olması,
Aşık Ömer'in diğer bir yönüdür. Bütün bunların yanında onun Türk saz şairlerinin üstadı sayıldığı da bir gerçektir.
Şiirlerine nazireler söylenen Aşık Ömer, yüksek zümre şairleri tarafından da üstün tutulmuştur.

Ola Aşık Ömer'in cilvegehi adn-i celil

mısraından anlaşıldığına göre 1707 tarihinde vefat etmiştir.

Yine 17. yüzyılda Kuloğlu Katibi, Kayıkçı Kul Mustafa, Öksüz Ali gibi halk şairleri yanında Girid'de yetişen ve
savaşa katılan Aşık, Seyyahi'yi de saymak gerekir. Ancak Girid Savaşını işleyen Keşfi, Üsküdari, Yamak, Kul
Muslu, Memioğlu, Şahinoğlu ve Mecnun'u da zikretmek lazımdır.

Bu yüzyılda Kerem ile Aslı ve Aşık Garib gibi hikayelerinin teşekkül ettiği; Karagöz ve Kukla oyununun ortaya
çıktığı görülmektedir.

On yedinci yüzyılda divan şairi, devletin duraklama devrine girmesine rağmen yükselmesine devam etmiştir. Bu
aslında mimari gibi diğer sanat dallarında da kendini göstermiştir. Bu asrın padişahları da şiiri elden
bırakmamışlardır. Adli mahlasını kullanan Sultan Üçüncü Mehmed, şiirlerinde Peygamber efendimize duyduğu
derin muhabbet ve saygıyı eksik etmeyen ve Bahti mahlası ile şiirler yazan Sultan Birinci Ahmed; Farisi'yi mahlas
olarak kullanan Sultan İkinci Osman Han, hep şair hükümdar olarak karşımıza çıkarlar. Asrın büyük padişahı,
Bağdat Fatihi Dördüncü Sultan Murad Hanın bu padişahlar arasında mühim bir mevkii vardır. O da şiir söyleyen
padişahlar arasında yer alır. Şiirlerine sert tabiatı, heybetli hali aksetmiştir. Bunu takip eden şair padişah Sultan
Dördüncü Mehmed'dir.

On yedinci yüzyılın en büyük şairi Nef'i (1575-1635)dir. Erzurum'un Hasankalesi'nde doğmuştur. Asıl adı
Ömer'dir. Şiirinde şimşekler çakan bu şair, kelime seçmede çok mahirdir. Ses yüklü olan mısralarında ses ve söz
arasındaki uyumu sağlayan şair:

Hem yazar hem tutarım nağme-i kilke aheng

mısraında şiirini anlatmadan geçemez. O, şiirde ses unsuruna değer vermiştir. Ona göre, şiir mana ve söyleyiş
bakımından kusursuz olmalıdır. Bu bakımdan divan şiirine heybetli söyleyiş kazandırmış, şiir lisanına kulağa hoş
gelen bir aheng ve ses vermeye muvaffak olmuştur. Onun bir başka hususiyeti şiirlerinde hicve kaçmasıdır. Bu
belki şairin keskin ve ince zekasının akisleridir. Ancak hiciv şairin hayatına mal olmuştur. Kasideciliğiyse bir
başka meşhur tarafıdır. Bu vadide edebiyatımızın en önde gelen siması olup, Klasik edebiyatımızda kaside
üstadı olarak bilinir. O yerdiği kadar yükseltmesini ve övmesini de bilen şairdir. Onun, Mevlevi tarikatında olması
diğer bir yönüdür. 1635 (H.1044)te katledilmiştir. Öldürülmesine:

“Katline oldu sebeb

Hicvi hele Nefi'nin”

Beytinde olduğu gibi hicvi sebep olmuştur. Bu mısra ayrıca onun ölümüne düşürülmüş bir tarihtir. Farsça şiirler
de yazan şairin bu dilde bir Divan'ı vardır. Diğer eserleri; Türkçe Divan'ı ile hicviyelerinin toplandığı Siham-ı
Kaza'sıdır.

Şeyhülislam Yahya (1561-1644) güzel ve zarif gazelleriyle devrin diğer bir divan şairidir. Bu ilim ve devlet
adamının aydınlığa açılan hür bir sanat havası vardır. Divan'ındaki şiirler 17. asır Türk sanat dünyasının duygu
ve düşüncelerini aksettirmektedir. O asrında Baki ile Nedim arasında bir köprü gibi görülür.

En önemli eseri Divan'ıdır. Sakiname'si 77 beyitlik küçük bir mesnevidir. Feraiz Manzumesi Şerhi, İbni Kemal'in
Nigaristan'ını tercümesi vardır. Fetvaları Fetava-yı Yahya adıyla toplanmıştır.

Divan şiirinin üstad şairleri arasında yer alan Naili (ölm. 1666) asrın kudretli ve şiirde mana derinliğini veren
şairlerindendir. Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Şiirlerine nazireler söylenmiştir. Bilinen tek eseri Divan'ıdır.

Şeyhülislam Behayi (1601-1653) devrin bir başka şairidir. Tacü't-Tevarih sahibi olan HocaSadeddin Efendinin
oğlu olup, devlet memuriyetlerinde çalışmıştır. Bu şair de şiirinde, asrın diğer şairlerinde olduğu gibi ses
güzelliğine düşkündür.

Asrın önde gelen iki mevlevi şairi Neşati (ölm. 1674) ve Cevri (ölm. 1654)dir. Neşati Edirne'de mevlevi tekkesinin
şeyhidir. Hocalık vasfıyla tanınmış olup, Üstad-ı Üstadane-i Rumi olarak Esrar Dede tarafından Tezkiresinde
zikredilmektedir.

Divan'ı eserlerinin başında gelir. Hilye-i Enbiya ve Şehrengiz'i vardır. Nef'i tesirinde bir şairdir.

Cevri ise Celaleddin-i Rumi'ye candan bağlı derviş, çalışkan ve sanatkar bir şairdir. Divan'ından başka Hilye-i
Çaryar-ı Güzin, Aynü'l-Füyuz adlı eserleri de vardır.

Vecdi (ölm. 1660), Fehim-i Kadim (ölm. 1648), Nedim-i Kadim (ölm. 1670) asrın divan sahibi diğer şairleridir.
Ancak bu asırda rubai tarzında Azmizade Haleti'yi anmak yerinde olur. Haleti ilim yolunu seçmiş müderris olmuş,
kadılıklarda bulunmuş bir şairdir. Rubaileriyle haklı bir şöhret kazanmıştır. Divan'ından başka Sakiname'si ve
Münşeat'ı vardır.

Yaşı bakımından 18. yüzyılın ilk çeyreğine de taşan Nabi, 17. yüzyılın terbiye ve tefekkür ekolünü açan şairdir.
Asıl adı Yusuf olup, Urfa (Ruha)lıdır. Şiirlerinde açık fikre ve didaktik bir düşünceye yer vermiştir. Bu itibarla onda
bir sadelik görülür. Rindane ve sufiyane söyleyişe sahiptir. Kadere rızası tamdır. Farsça şiirler de yazmıştır.
Divan'ı, Hayriyye'si, Surname'si ve Hadis-i Erbain Tercümesi, manzum; Fetihname-i Kameniçe, Tuhfetü'l-
Harameyn, Zeyl-i Siyer-i Veysi ve Münşeat'ı mensur eserlerini teşkil eder.

Bu yüzyılın mesnevi edebiyatında Nev'izade Atayi (1583-1636) ön sırayı işgal eder. Hamsesi Alemnüma,
Nefhatü'l-İzhar, Sohbetü'l-Ebkar, Hefthan ve Hilyetü'l-Efkar adlı eserlerden meydana gelmiştir. Ayrıca
Taşköprüzade'nin Şakayıku'n-Numaniyye'sine Hidayetül Hakayık fi-Tekmileti'ş-Şakayık adlı bir zeyl de yazmıştır.

Yine bu yüzyılda Miraciye ve Şehname'siyle mesnevi edebiyatı içinde görülen Ganizade Nadiri (ölm. 1626)
mesnevi edebiyatı yönünden üstünde durulması gereken bir şairdir. Yukarda bahsedilen Nabi de Hayrabad ve
Surname'siyle bu vadide anılması gereken bir şahsiyettir.

Asıl adı Alaeddin Ali olan Bosnalı Sabit bu asırda Nabi Mektebi tesirinde kalan bir başka mesnevi edebiyatı
şairidir. Divan'ı bulunmasına rağmen o, şöhretini mesnevileriyle yapmıştır. Zafername en kuvvetli mesnevisidir.
Edhemü Hüma adlı mesnevisi eksik kalmıştır. Derename ve Berbername adlı mesnevileri daha ziyade avamidir.
Amr-i Leys adlı mesnevisi ise küçük bir eserdir. Ayrıca manzum olarak ele aldığı bir Hadis Tercümesi de vardır.

Bu asrın nesrinde ön sırayı işgal edenler Nergisi (ölm. 1635) ve Veysi (1561-1628)dir. Nergisi mensur olarak bir
hamse kaleme almıştır. Eserlerinde hiç alışılmamış ve kullanılmamış kelimelere yer veren Bosnalı Nergisi, bunu
bir itiyat haline getirmiş ve söz güzelliğini sanatlı söylemede aramıştır. Devrin nesir sahasında kurucusu ve
öncüsü hükmündedir. Aynı zamanda şiirler de söylemiştir. El-Kavlü'l-Müselleme fi-Gazavati'l-Mesleme, Kanunü'r-
Reşad, Meşakk-ül-Uşşak, İksir-i Saadet ve Nihalistan adlı eserleri hamsesini meydana getirir.

Alaşehirli Veysi de nesirle şöhret bulmuştur. Şiirleri de daha çok devrin ictimai meselelerine yer vermiştir.
Dürretü't-Tac fi-Sahibi'l-Mi'rac adlı siyer kitabından başka Vakıaname veya Habname-i Veysi adlı eserleri vardır.
Divan'ının dili nesrine göre açık ve sadedir.

Nesir sahasında diğer şahsiyetlerden biri de Katib Çelebi (1609-1660)dir. İstanbullu olan Katib Çelebi hususi
hocalar vasıtasıyla yetiştirilmiştir. İlme bağlı ve ilmin zevkini tadan bir şahsiyettir. Onca cihadın büyüğü ilim elde
etmek için çalışmaktır. Cihannüma, Keşfü'z-Zünun, Fezleke ve Mizanü'l-Hak onun bıraktığı en mühim eserlerdir.

Seyahat edebiyatı içinde yer alan Evliya Çelebi (doğ. 1611) ilmi, edebi ve tarihi bir şahsiyete sahiptir. Nerede ve
kaç yaşında öldüğü belli değildir. 10 ciltlik seyahat kitabıyla Osmanlı Devletinin her tarafından bilgiler getirmiştir.

On yedinci yüzyılın nesir sahasındaki diğer şahsiyetleri, tarihi eser yazanlardır. Bunların başında Peçevi İbrahim
Efendi (1574-1650)'dir. Tarih-i Peçevi adlı eseriyle meşhurdur. Mustafa Naima (1655-1716) ise kendi adıyla
anılan Ravzatü'l-Hüseyn fi-Hulasat-i Ahbar-ı Hafıkayn adını verdiği tarihini Amcazade Hüseyin Efendiye ithaf
etmiştir. Koçibey de alim, şair ve münşiler arasında yer alır.

Asrın kritiğini yapan eserler olarak karşımıza çıkmalarına rağmen, bu asırda görülen tezkireler 16. yüzyıl
tezkirelerine kıyasla aşağıda kalırlar Nesir sahasında yer alan bu eserlerin başlıcaları; Riyazi Mehmed Efendi
(1572-1644)nin Riyazü'ş-Şuara'sı; Kafzade Faizi (1589-1622)nin Zübdetü'l-Eş'ar'ı, Ali Güfti (ölm. 1677)nin
Teşrifatü'ş-Şuara'sı; Asım (ölm. 1676)ın Zeyl-i Zübdetü'l-Eş'ar'ıdır.

Yine 17. yüzyılın nesir sahasında yazılan ve ihmal edilmemesi gereken eserleri Mesnevi şerhleridir. Asrın ilk
büyük Mesnevi şarihi Ankaravi İsmail Rüsuhi Efendinin eseridir. Bostan Çelebi'den hilafet alan Şarih-i Mesnevi,
Galata Mevlevihanesi Şeyhi olmuştur. Rüsuhi mahlasıyla şiirler de yazan Ankaravi'nin yedi ciltlik Mesnevi
Şerhi'nden başka, Cami-ul-Ayat, Fatih-ul-Ebyat, Miftahü'l-Belaga, Misbahü'l-Füseha, Hüccetü's-Sema ve
Minhacü'l-Fukara adlı eserleri de vardır.

Sarı Abdullah Efendi (1584-1660)de asrın Mesnevi şarihlerindendir. Eserinin adı Cevahir-i Bevahir-i Mesnevi'dir.
Ayrıca Nasihatü'l-Müluk, Düsturu'l-İnşa, Meslekü'l-Uşşak ve Semeratü'l-Fuad adlı eserlerini zikretmek gerekir.
On sekizinci asırda Osmanlı Edebiyatı, devletin düştüğü iç ve dış sarsıntılara rağmen 17. yüzyıldaki kuvvet ve
kudretinden bir şey kaybetmez. Yalnız bu asrın edebiyatında cemiyete dönüklük ve bir mahallilik rüzgarı
esmektedir. Devrin sanata düşkün ve milletinin refahını temine çalışan hükümdarları mevcuttur. Bu padişahların
hayatlarında ve zamanlarında cereyan eden hadiseler de birbirlerine benzerlik gösterir. Asrın başında Sultan
Üçüncü Ahmed Han vardır. Şairdir ve sanata düşkünlüğü bir başka hususiyetidir. Devlet, Avrupa devletlerinde
olup bitenlere yabancı değildir. Asrın sonunda ise, Sultan Üçüncü Selim Han görülür. O da sanata ve şiire
düşkün divan sahibi bir şairdir. Fakat ne yazık ki, her iki padişah da isyanla sükut edecektir. İki hükümdarın
müşterek taraflarından biri, ikisinin de hattat olmasıdır.

Sultan Üçüncü Ahmed'in zamanında; Melikü'ş-Şuara ve Reis-i Şairan ünvanları ile taltif edilen Osmanzade Taib
(ölm. 1724), Seyyid Vehbi (ölm. 1736), Neyli, Kami (ölm. 1724), Sultan Üçüncü Ahmed'in nedimlerinden
AhmedDürri (ölm. 1722), Nabi ve Ruhi ekollerinin bir nevi takipçisi olan Sami, İstanbullu Nazım, Selim Efendi
(1661-1725), Damad İbrahim Paşa, Nedim'in dostu İzzet Ali Paşa(ölm. 1739) ve şair Nedim (ölm. 1730) gibi
şairler vardır. Bunların hemen hepsi açık lisana yönelen ve mahallileşme cereyanına açık şairlerdir.

Bunların içinde Nedim, çağında sönük bir şair olarak görünse bile yerli bir edebiyat cereyanının kudretli temsilcisi
olarak görülür. Fakat hayatı hakkında tam ve teferruatlı bilgi yoktur. Lisanı temiz ve ahenklidir. Sade ve samimi
bir söyleyişe sahiptir. Bir bakıma şiirlerinde semt semt İstanbul'u verir. Bu onun zarif bir İstanbul çocuğu
olmasından ileri gelmektedir. Halk edebiyatında 17. yüzyılın Karacaoğlan'ı ne ise 18. asrın Divan Edebiyatında
Nedim de, o mesabededir. İstanbul Türkçesini kullanan Nedim aynı zamanda hayatın da şairidir. Hece vezniyle
söylediği türküsü onu bir açıdan Halk Edebiyatına yöneltmiştir. Zamanın büyük müderrisleri içinde yer alır. Bu
münasebetle Divan'ından başka Arapçadan tercüme eserleri de vardır. Patrona Halil İsyanı gibi meşum bir isyan,
memleketin pekçok değerlerini alıp götürdüğü gibi Nedim'i de almıştır.

Asrın zineti olan diğer şairler Tokatlı Kani (1712-1792), Rasih, Koca Ragıb Paşa (1699-1765), Haşmet(ölm.
1768), Fıtnat Hanım (1780) ve Şeyh Galib (ölm. 1757-1799)dir. Bunlar arasında Koca Ragıb Paşa ile Şeyh
Galib'in değerleri büyüktür.

Koca Ragıb Paşa, mana derinliği veren beyitleriyle Türk tefekkür edebiyatında müstesna bir mevkie sahiptir.
1756 tarihinden itibaren ölünceye kadar sadrazamlık yapmış ve sarayın damadı olmuştur. O, Osmanlı-Türk
devletinin haysiyet ve şerefini yükseltmiş, itibarını Avrupa devletlerine karşı muhafaza etmiştir. Kaynaklar onun
alim, fazıl, şair ve büyük vezir olduğunda müttefiktirler. Zaten isminin başında yer alan “Koca” kelimesi bunu
ziyadesiyle ifade etmektedir. Onun Divan'ı ve Münşaatı'ndan başka, Fethiyye-i Belgrad adlı siyasi bir risalesi
vardır. Ayrıca Tahkik ve Tevfik başlığı ile yazdığı siyasi raporu mevcuttur.

Osmanlı Türk Edebiyatının bu asırdaki en kudretli temsilcisi Şeyh Galib'dir. O aynı zamanda Türk Divan
Edebiyatının da en son temsilcisi durumundadır. Divan şiiri en kudretli sözlerini bu son temsilcisiyle söylemiştir.
Mevlevi bir aileye mensup olan Galib Esad (1757-1799) ilk tahsilini babasından yapmıştır. Hocaları arasında
Galata Mevlevihanesi Şeyhi Hüseyin Dede ile dil ve edebiyat muallimi Hoca Neş'et de vardır. Asıl adı Mehmed
olmasına rağmen şiirlerinde kullandığı Esad mahlasını hocası Neş'et vermiştir. Mevleviliği sayesinde devrin
hükümdarı Sultan Üçüncü Selim Handan iltifat görmüş, Galata Mevlevihanesinin şeyhsiz kalması üzerine 34
yaşında buranın şeyhliğine tayin edilmiştir. Üçüncü SelimHanın icraatları üzerine söylediği tarih manzumeleri ve
padişaha sunduğu kasideleri vardır. Bu büyük şair 42 yaşındayken bir mirac gecesi vefat etmiştir. Şiirinde; mana,
duygu, tarz, tesir bakımından Baki, Nef'i, Fuzuli, Nedim, Nabi gibi geçmiş Osmanlı şairlerinin aksi vardır. O
şuaranın büyüklerini hakkıyla tanımış ve herbirinin verdiği hava ile şiirini ortaya koymuştur. Galib'in bir tarafı da
Halk edebiyatına yöneliktir. Bu tesir 17. yüzyıl tekke şairi Adem Dede'den gelmektedir. Tarih manzumelerinin
yanında Divan'ı ve Hüsnü Aşk adlı bir mesnevisi vardır. Bu itibarla o, asrın Mesnevi edebiyatı içinde yer alır.

Mesnevi edebiyatı bu asırda varlığını, Süleyman Mehmed Nahifi (1643-1778), Sünbülzade Vehbi (ölm. 1809),
Enderunlu Fazıl (ölm. 1810), gibi şahsiyetlerle sürdürmüştür. Nahifi daha çok Celaleddin-i Rumi hazretlerinin
Mesnevi-i Şerif'ini aynı vezinde manzum olarak tercüme etmiştir. Ayrıca, Divan'ı, Kaside-i Bürde Tahmis ve
Şerhi, Banet Suad Tahmisi ve Hilyetü'l-Envar'ı sevilen ve çok okunan eserleridir.

Sünbülzade Vehbi, Reisü'ş-şairan (Şairler reisi) ünvanını alan bir divan şairidir. Ancak Nabi yolunda oğlu
Lütfullah için yazdığı Lütfiyye'siyle mesnevi şairleri içinde de yer alır. Ayrıca Farsça-Türkçe lügat olan Tuhfe-i
Vehbi'siyle Arapçadan Türkçeye Nuhbe-i Vehbi'sini yazmış ve bir bakıma lügatçılık sahasında yer işgal etmiştir.
Her iki lügat da manzumdur. Şevkengiz ve Münşeat'ını da zikretmek gerekir.

Bu yüzyılın bir başka mesnevi şairi Fazıl-ı Enderun'dur. Hubanname, Zenanname ve Çenginame adlı eserleri
vardır. Fazıl, eserlerinde daha çok mahallidir. Nedim tarzını kendisine göre devam ettirmiştir. Subhizade
Feyzullah da asrın bir başka mesnevi şairidir.

Asrın tarih yazarlarına gelince bunlar eserlerini mensur olarak vermişlerdir. Eserleri daha ziyade kendi isimleriyle
anılır. Başlıcaları: Raşid'in (ölm. 1735) tarihinden başka, Sıhhatname ve Fütühatname'si vardır. Münşaat'ı iki ayrı
mecmuada toplanmıştır. Kendi adı ile anılan Raşid Tarihi ise Naima'nın bir devamı durumundadır.

İlmi, efendiliği, hoşsohbeti, zekiliği sayesinde sevilmiş olan Çelebizade Asım (1685-1760), hem şair hem de
hattattır. Divan'ı, Münşeat'ı, Acaibü'l-Letaif adlı küçük bir tercümesi vardır. Çelebizade Tarihi'niyse, mesleği icabı
ortaya koymuştur.

Silahtar Fındıklılı Mehmed Ağa (1658-1724)nın en mühim eserleri Zeyl-i Fezleke ile Silahtar Tarihi'dir. Defterdar
Mehmed Paşanın Zübdetü'l-Vakayı'i ve Vasıf Efendi (ölm. 1806)nin Mehasinü'l-Asar ve Hakayık-ul-Ahbar
tarihleri, bu asrın zikredilmesi gereken eserleridir.

Tezkireler bu asırda da varlıklarını devam ettirirler. Ancak 17. asır tezkirelerinden pek farklı değillerdir. Safai'nin
Safai Tezkiresi; İsmail Beliğ Efendinin, Güldeste-i Riyaz-ı İrfan'ı ve Nuhbetü'l-Asar fi Zeyl-i Zübdetü'l-Eş'ar'ı;
Salim'in Salim Tezkiresi, Ramiz'in Adab-ı Zürefa'sı; Safvet Mustafa Efendinin Safvet Tezkiresi, Akif Beyin Mir'at-ı
Şiir'i zikre değer eserlerdir. Bunlara ilave olarak Şeyhi'nin Vakayi-i Fudala'sını bir de Mehmed EminTezkiresi'ni
zikretmek yerinde olur.

Mevlevi Tezkiresi olarak bu asırda Sakıb Dede (ölm. 1732)nin Sefine-i Nefise-i Mevleviyye'si vardır. Esrar
Dede'nin yazdığı tezkirenin adı ise; Tezkire-i Şuara-yı Mevleviyye'dir.

Bu asırda seyahat edebiyatı içinde sefaretnameler ortaya çıkmıştır. Bunların yazarları eserlerinin adından da
anlaşılacağı üzere yabancı ülkelerde sefirlik vazifesinde bulunmuşlardır. Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi
Sefaretname-i Fransa adlı eseriyle bu sahada ön planda gelir. AhmedResmi Efendi (1700-1738)de Prusya
Sefaretnamesi'ni sade, renkli ve gerçekçi bir şekilde yazmıştır.

Aziz Efendi (ölm. 1798) Osmanlının Berlin Büyükelçisi olmasına rağmen Muhayyelat'ı ile şöhret bulmuştur.

On sekizinci yüzyılda Halk edebiyatı, Tekke kolunda Diyarbekirli Ahmed Mürşidi ve Erzurumlu İbrahim Hakkı ile
temsil edilir. Ahmed Efendinin eserinin adı Pendname olup 10.000 beyte yakındır. İbrahim Hakkı ise İlahiname
olarak adlandırdığı divanında şiirlerini toplamıştır. Ayrıca Marifetnamesi büyük bir ilimler ansiklopedisidir. Onun
bütün eserleri şeyhi İsmail Fakirullah'ın tembihleri ve irşadları üzerine kurulmuştur. 1703 yılında Hasankalesi'nde
doğmuş ve 1780 yılında Tillo'da vefat etmiştir. Şiirlerinde; “Ferdi”, Şeyhine bağlılığını gösteren “Fakiri” ve
bilhassa “Hakki” mahlasını kullanmıştır. Her iki şair de şiirlerinde, pek az olarak kullandıkları heceyle olan şiirler
bir tarafa bırakılırsa, aruz veznini kullanmışlardır.

Saz şairleri bu devirde daha çok savaşları konu almışlardır. Bunlardan Aşık Ravzi, Aşık Nuri önde gelen
şairlerdir. Devrin iç meselelerini dile getiren şairlerin başında Hükmi mahlasını kullanan bir halk şairi görülür.
Pazvandoğlu Osman ise Deruni mahlasıyla şiirler söylemiştir. Yine bu yüzyılda Cezayir'de Magrib Ocaklarında
vazifeli ordu şairleri vardır. Benli Ali, Kara Hamza, Nahdi, Magriblioğlu ve Seferlioğlu bu ocağa mensup şairlerdir.
Levni halk şairleri arasında zikredilirse de o, daha çok tezhib ve minyatür sanatında asrın en büyük ustasıdır. Bu
yüzyılda azınlıklar, bilhassa Ermeniler arasından aşug adı verilen halk şairleri de yetişmiştir. Aşık Mecnuni, Aşık
Vartan ve Aşık Güvan bunlardan birkaçıdır.

Türk Edebiyatının bundan sonraki devresine Batı Etkisindeki Türk Edebiyatı denir.

Osmanlı Devleti 19. yüzyıla karışıklıklar içinde girmiştir. Devlet düzenli ordudan mahrumdur. Artık Yeniçeri Ocağı
asker olmaktan çıkmış, devletin başına gaileler açmaktadır. Avrupa'nın durumu gün geçtikçe Osmanlı aleyhine
değişmekteydi. Ancak 18. asırdan itibaren bu durum takip edilmekte idi. Ortaya çıkan isyanlar durumu daha da
kötüye götürmüştü. Avrupa silah ve teknikte gün geçtikçe ilerliyordu. İkinci Sultan Mahmud zaruri olan yeniliklere
devletin kapısını açmıştı. Onun ilk işi Yeniçeri Ocağını yıkarak Asakir-i Mansure-i Muhammediyye adında yeni bir
ordu kurması oldu. Çeşitli mektepler açarak yeniliğe ayak uydurmaya çalışılan bu devirde Mısır Meselesi gibi
gaileler eksik değildi. Sultan İkinci Mahmud kıyafet inkılabını yapmış ve Takvim-i Vekayi adında gazeteyi
çıkarmıştı. Yine ilk defa olarak ilk tahsili mecbur kılmıştı. Fakat bütün bu Avrupalılaşma hareketleri Tanzimat
İnkılabını hazırlıyordu. Nihayet Mustafa Reşid Paşa İstanbul'da Kasım 1839 da, henüz Hariciye Nazırıyken
Gülhane Hatt-ı Hümayununu okudu. Encümen-i Daniş daha sonra da Cemiyyet-i İlmiyye-i Osmaniyye gibi
akademi mesabesinde ilmi cemiyetler kuruldu. Mecmua-i Fünun adlı dergi neşre başlandı.

On dokuzuncu asırda başta Mustafa Reşid Paşa (1800-1858), Ali Paşa (1815-1871), Keçecizade Fuad
Paşa(1815-1869) gibi batı kültürüyle yetişen diplomat ediplerle bu kültüre bağlı muallimler yetişti. Yeni ilimlerin
kelime hazinesini Mütercim Asım'ın çalışmaları karşıladı. O, devrin büyük lügatçısıydı. Burhan-ı Kati'ı Üçüncü
Sultan Selim Hana; Kamus Tercümesi'ni de İkinci Mahmud Hana sunmuştur. Münşi ve tarihçiydi.

Gazetecilik devrin bir başka yönünü veriyordu. Böylece her şey halka intikal ediyordu. İngiliz William Churchil
1840 yılında Ceride-i Havadis'i 1860 yılında ise Agah Efendi Tercüman-ı Ahval'i çıkardı. Bunu Şinasi ile Agah
Efendinin birlikte çıkardıkları Tasvir-i Efkar adlı gazete takip etti.

Asrın divan şairleri arasında önce Adli mahlasıyla şiirler yazan Sultan İkinci Mahmud Han gelmektedir. On
sekizinci yüzyıl şairi Nedim'e benzer bir söyleyişle Enderunlu Vasıf (ölm. 1824) dikkati çekerse de başarısı azdır.
Keçecizade İzzet Molla (1785-1829) kendi hayatını ve yolculuğunu eserine katar. Mihnet-Keşan adlı eseri hicve
kaçan ve hadiseleri gülünç gösteren bir eserdir. Bahar-ı Efkar ve Hazan-ı Asar adlı iki divanı vardır. Gülşen-i Aşk
Galib'in tesirini taşır.

Akif Paşa, devrin münşi ve şairlerinden olup, Klasik Türk-Osmanlı Divan Edebiyatının kendi tekamülü içinde
yetişen bir simasıdır. Hece vezniyle yazdığı mersiyesi onu halk şiirine çeker. Tabsıra adlı eserin sahibidir. Adem
Kasidesi ile bir başka şöhreti vardır. Divan sahibi Şeyhülislam Arif Hikmet Bey de eski edebiyatın bir uzantısı
olarak görülür. Eski şiir bu asırda Encümen-i Şuara şairleriyle devam ettirilir. 1861 (H.1277) senesi sonlarında
devrin divan şiiriyle uğraşan şairleri Encümen-i Şuarayı kurarlar. Encümen'e devam eden şairler: Lebib, Osman
Şems, Manastırlı Hoca Naili, Manastırlı Faik, Ekrem Beyin kardeşi Recaizade Celal, Ziya Bey, Namık Kemal,
Kasım Paşa, Halet, Hakkı, Hersekli Arif Hikmet ve Faik Memduh'tan ibarettir.

Bu asrın kadın şairleri Leyla Hanım, Şeref Hanım, Adile Sultandır. Nesirde Esad Efendi vardır. O Vakanüvis bir
tarihçidir. Divan'ı, Tarih'i, Üss-i Zafer'i Şuara Tezkiresi vardır. Tezkirenin adı Bahçe-i Safaenduz'dur. Asrın diğer
Şuara Tezkireleri Şefkat'in Tezkiresi Arif Hikmet Beyin yarım kalmış bir eseri, Davud Fatin Efendinin Hatimetü'l-
Eş'ar'ıdır.

Halk Edebiyatı; tarihi ve an'anevi ictimailiğini bu asırda da devam ettirmiştir. Klasik halk şiirini devam ettiren
şairler bulunmasına rağmen, aruzla yazılmış gazeller, divanlar, müseddesler de söylemişlerdir. Hatta şiirlerinde,
divan şiirinin dilini, mazmunlarını kullanan şairler bile mevcuttur.

Mevzu itibariyle Kırım, Sivastopal ve Silistre gibi Ruslarla yapılan savaşlardan Nizip Harbine kadar iç ve dış
hadiselerin hepsi halk şiirine aksetmiştir. Orta oyunu ise bilhassa bu asırda rağbet görmüş ve yayılmıştır. Ferhad
ile Şerife Hanım hikayesi gibi çeşitli halk hikayelerinin doğduğu ve destanların söylendiği de bir gerçektir. Ayrıca,
Karagöz taklitli ve halk hikayecilerinin ortaya koydukları çeşitli tipler, roman ve tiyatro dallarında Avrupai Türk
Edebiyatına tesir etmiştir.

Asrın tanınmış saz şairleri ise Bayburtlu Zihni (1795-1859), Erzurumlu Emrah (ölm. 1860), Aşık Dertli (1772-
1845) ve isyancı şair Dadaloğlu (ölm. 1868)dur.

Asrın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Türk Edebiyatı artık batı tesirinde, romandan tiyatroya kadar, pek fazla
eser verecek ve cemiyet hayatında gazete büyük yer tutacaktır.

Tanzimat, Osmanlı Edebiyatında Avrupai bakımdan bir başlangıç noktası olarak görülür. Avrupai Edebiyatın
tanzimat devrinde Şinasi-Namık Kemal ve Ziya Paşa vardır. Bunlar ilk devri meydana getiren, şair, yazar,
gazeteci şahsiyetlerdir. Bir tarafları daima eski edebiyata dönüktür. Şiirlerinin muhtevası yeni olmakla birlikte
gazel ve kaside tarzını kullanırlar. Hatta, Namık Kemal gibi eski şiir an'anesinde divan ortaya koyan şahsiyetler
bile vardır. Fakat bilhassa Namık Kemal bundan sonraki devrede romandan tiyatroya kadar edebiyat sahasında
kalem oynatacaktır. Şinasi (1824-1871) daha çok gazeteci olarak görülür. Gazetede çıkan makalelerinden
başka, Müntehabat-ı Eş'ar, Şair Evlenmesi, Durub-i Emsal-i Osmaniyye gibi eserleri vardır. Ziya Paşa (1829-
1880) bir tarafıyla daima eskiye bağlıdır. Külliyat-ı Ziya Paşa adıyla şiirleri Süleyman Nazif tarafından
toplanmıştır. Zafername, Paşanın hiciv üslubuyla yazdığı ve Ali Paşayı hedef aldığı bir başka eseridir. Harabat,
Defter-i Amal Mukaddimesi diğer eserleridir. Batıdan tercümeleri de vardır.

Namık Kemal'e gelince bunların içinde en çok eser verenidir. Vatan Neşidesi (Hürriyet Kasidesi) az çok kendi ruh
halini verir. Namık Kemal, tiyatro sahasında Vatan Yahut Silistre, Gülnihal, Akif Bey, Kara Bela; roman
sahasında İntibah, Cezmi gibi eserlerin sahibidir. Ayrıca makaleleri, tenkitleri vardır. Nesir sahasında Rüya'sı,
Celal Mukaddimesi, Me-Prison Muahezenamesi, Renan Müdafaanamesi, Mektupları onun diğer eserleridir.
Yazdığı Evrak-ı Perişan ve Osmanlı Tarihi ise diğer iki eseridir.

Tanzimat Edebiyatının ikinci devresini Ekrem-Hamid-Sezai Mektebi teşkil eder. Her üçü de şiir sahasında
birleşirler. Recaizade Mahmud Ekrem (1847-1914) daha çok “Üstad Ekrem” olarak anılır. Şiirlerinden başka,
hikaye, roman ve tiyatroları vardır. Ayrıca Talim-i Edebiyat'ı ve tercümeleri bulunmaktadır. Nağme-i Seher,
Yadigar-ı Şebab ve üç parçadan ibaret olan Zemzeme, şiir kitaplarını meydana getirir. Pejmürde'si daha çok
mensureleri ihtiva eder. En mühim romanı Araba Sevdası'dır.

Abdülhak Hamid'in (1857-1937) ilk şiir kitabı Hep Yahut Hiç adını taşır. Belde, Sahra, Makber, Ölü, onun diğer
şiir kitaplarıdır. Şiirlerinde yeni şekillere yer vermiştir. Makber adlı eseri Türk mersiye edebiyatının şaheseridir.
Osmanlı Devletinin yıkılışını ve Cumhuuriyet devrinin ilk 14 yılını gören bu şairin Macera-yı Aşk, Sabru Sebat,
Duhter-i Hindu, Nesteren, Tarık, Tezer, Eşber, Sardanapal, Liberte, İbn-i Musa, Abdullah-üs-Sagir ve Finten gibi
tiyatro eserleri vardır. Ancak tiyatrolarını sahneye uydurmak güçtür. Tarih ve millet şuuruna yer vermesi
eserlerinin bir başka yönüdür.

Samipaşazade Sezai bu iki edibin yanında daha sönük kalır. Sergüzeşt adlı romanı en önemli eseridir.

Bu devrede Ekrem-Muallim Naci çatışması ortaya çıkmıştır. Bu daha çok Eski-Yeni çarpışması olarak
adlandırılmışsa da Naci şiirde Ekrem kadar yenidir. Fakat her ikisini de takib eden gençler vardır. Naci, Ekrem
Beyin Zemzeme'sine Demdeme ile karşılık vermiştir. Ayrıca Istılahat-ı Edebiyye'yi yazmıştır. Ancak Naci'ye asrın
en büyük padişahı Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından Tarihnüvis-i Al-i Osman ünvanı verilmiş, maaş
bağlanmış ve nişan tevcih edilmiştir. Aslında bu mücadelenin temelinde bu ve buna benzer kıskançlıkları da
hesaba katmak gerekir. Naci'nin en mühim hususiyetlerinden biri şiirinde açık dil kullanmış olması ve şarklı
kalmasıdır. Medrese Hatıraları'nı, Muhaberat ve Muhaverat'ını, Ömer'in Çocukluğu'nu hep bu açık dille yazan
Muallim Naci'nin bazı şiirleri, Recaizade Mahmud Ekrem tarafından Talim-i Edebiyat adlı esere alınmıştır.
Yetişmesinde manevi bir terbiyenin bulunması, kuvvetli inancı; şarkla garbı mukayeseye iktidarı, milli olmasını ve
edebiyatımızın kendi içinde yenileşmesini isteyen bir şahsiyet olmasını temin etmiştir.

Şiirlerinde zenginlik ve millilik göze çarpar. İlk şiirlerini Tuna Gazetesinde neşretmiştir. İlk şiir kitabı ise
Ateşpare'dir. Şerare, Füruzan, Sünbüle diğer şiir kitaplarıdır. Hamiyet yahut Musa bin Ebi'l-Gazan ve Zatü'n-
Nitakayn adlı eserinin mevzusunu İslam tarihinden almıştır. Ertuğrul Bey Gazi manzum eseriyse Kayı
Türklüğünün Anadolu'ya gelip yerleşmesini işler. Bu onun milli tarihe olan hürmetinin aksidir. Osmanlı Şairleri,
Esami, İstılahat-ı Edebiyye onun diğer eserleridir.

Recaizade'yi takip eden gençler, Tanzimat Edebiyatının ikinci nesliyle Servet-i Fünun Edebiyatı arasında bir
köprü vazifesi görürler. “Ara nesil” olarak adlandırılan bu nesil, daha çok edebi faaliyetlerini dergilerinde
gösterirler.

Edebiyat-ı Cedide olarak adlandırılan Servet-i Fünun Edebiyatı şiirde Tevfik Fikret ile Cenab Şehabeddin,
nesirdeyse Halid Ziya ile temsil edilmiştir. Bu zümre içinde Süleyman Nazif (1869-1927), Faik Ali (1876-1950), Ali
Ekrem (1867-1937), Süleyman Nesib (1866-1917), Hüseyin Suad (Yalçın) (1867-1942), Hüseyin Siret (1872-
1959), Ahmed Reşid (Rey) (1870-1956), Celal Sahir (1838-1935) şiir sahasında eser veren şairlerdendir. Halid
Ziya (1865-1945), Mehmed Rauf (1874-1931), Hüseyin Cahid (1857-1957) roman ve hikaye alanında bu
zümrenin önde gelen şahsiyetlerindendir. Ayrıca, Cenab, nesriyle de dikkati çeken bir şahsiyettir.
Tanzimat devrinin ekseri paşaları da Avrupa Edebiyatının içinde yer almışlardır. Yalnız Cevdet ve Münif Paşalar
bu devrin ilim ve irfanına çok şeyler ilave ederler. Cevdet Paşa büyük bir gayret, ilmi mesai sayesinde dev
eserler ortaya koymuştur. Münif Paşa Mecmua-i Fünun'u çıkarmış ve tedrisat üzerine eğilmiştir. Süleyman Nazif
gibi Servet-i Fünun içinde yer alan ve Rıza Tevfik gibi şairler daha sonra şiirlerinde geçmiş günlerin hasretiyle
Sultan İkinci Abdülhamid Handan af dileyen şiirler yazmışlardır.

Avrupai Türk Edebiyatının kadın şairleri de vardır. Nigar Hanım (1862-1918), Fatma Aliye Hanım (1864-1924)
Abdülhak Mihrünnisa Hanım (1864-1943) bunların başında gelirler. Emine Samiye Hanım ise devrin kadın
muharrirlerindendir.

Bu asrın halk için eser yazan muharrirlerinin başında Ahmed Midhat Efendi (1844-1913) gelmektedir. Ebüzziyya
Tevfik (1848-1913) ise Türk matbaacılığının unutulmaz simasıdır. Matbaacılıkta devrin padişahı Sultan İkinci
Abdülhamid Han geniş imkanlar tanımış; İkinci Murad Hanla başlayan kültür faaliyetleri onunla dünyaya yayılmış;
Osmanlı-Türk Edebiyatı, ilim ve kültürüne ait eserlerin pekçoğu bu büyük kültür padişahının himmetiyle
basılmıştır.

İlk roman ve hikayeciler arasında Nabizade Nazım'ın da büyük yeri vardır.Mizancı Murad hem tarih hem roman
yazarı olarak görülür. Ahmed Vefik Paşa (1823-1871) tiyatroda bilhassa adaptasyon sahasında tanınır. Ayrıca
devrin milliyetçilik hareketleri içinde de bulunur.Süleyman Paşa (1838-1892), Ali Süavi (1839-1878), büyük lügat
ve ansiklopedi yazarı Şemseddin Sami (1850-1904), bu akım içinde yer alırlar. Ancak Osmanlı Müellifleri'nin
yazarı Bursalı Tahir Bey (1861-1926), Necib Asım (1861-1935), Veled İzbudak (1869-1950), Ahmed Hikmet
Müftüoğlu (1870-1927), Mehmed Emin Yurdakul (1869-1944) bu cereyanın belli başlı sanatkarları
durumundadırlar.

Servet-i Fünundan sonraysa popüler edebiyatı Hüseyin Rahmi (1864-1944) ve AhmedRasim (1864-1932) devam
ettirirler.

Yirminci asır Osmanlı-Türk Edebiyatının belli başlı edipleri Cumhuriyet Devrinde yaşarlar. Bu asrın şiirle uğraşan
tek padişahı Sultan Beşinci Mehmed Reşad'dır. Asra girerken Fecr-i Ati Edebi zümresiyle karşılaşılır. Bu zümre
içinde Şehabeddin Süleyman (1885-1921), Tahsin Nahid (1887-1918), Müfid Ratık (1887-1917), Emin Bülend
(1886-1942), İzzet Melih, Fazıl Ahmed Aykaç (1887-1967) ve M. Behçet Yazar yer almışlardır. Bu asrın Milli
Edebiyat cereyanı içinde Ömer Seyfeddin (1884-1920), Ali Canip Yöntem (1887-1976), Ziya Gökalp (1876-
1924), Fuad Köprülü (1890-1966), Hamdullah Suphi (1886-1966) yer alırlar; sanatta ve şekilde milliyetçiliğiyse
Enis Behic (1891-1949), Halid Fahri (1891-1971), Orhan Seyfi (1890-1972), Yusuf Ziya (1895-1967), Ali Mümtaz
(1897-1967) devam ettirirler. Rıza Tevfik (1869-1947) aşık tarzı tesirlerle şiirler yazar.

Cumhuriyet devri içinde de yer alan fakat herhangi bir zümreye bağlı olmayan müstakil sanatkarların başında
Mehmed Akif (1873-1936), Ahmed Haşim (1883-1933), Yahya Kemal (1884-1958), Yakub Kadri Karaosmanoğlu
(1889-1974), Refik Halid (1888-1965), Reşad Nuri Güntekin (1889-1956), Faruk Nafiz (1898-1973), Necib Fazıl
Kısakürek (1904-1983), Peyami Safa (1899-1961) bulunmaktadır. Devrin kadın sanatkarları ise Güzide Sabri
Aygün, Şekufe Nihal, Halide Nusret ve Halide Edib'dir.

Yedi yüz yıllık Osmanlı-Türk Edebiyatının bu şekilde çeşitli sahalarda ve türlerde gelişmesi elbette, devletin
sanata ve kültüre düşkün, ilim adamlarına değer veren padişahların desteğiyle olmuştur. Zaten Osmanlı
padişahlarının pekçoğu şairdir. İkinci Murad Handan başlamak üzere şiir, Osmanlı sarayında yerini almıştır.
Osman Beyden başlayarak şiir söyleyen ve divan sahibi olan padişahları ayrıca zikretmek gerekir. Bunların hepsi
klasik edebiyatımız içinde yer almışlardır. Bu bakımdan Klasik Türk Edebiyatının, kendine has bir üslubu, üslupta
şahsi olmayan geleneği, şekilciliği, ölçüsü, nakilciliği ve edebi kaideleri vardır. Yeniliklere pek açık olmayan,
herkesi anlayışta ve zevkte birleştirmeye çalışan klasik edebiyatımızda anlayış, görünüş ve zevkle ölçü ve düzen
mutlaka yer alır.

Klasik edebiyatımız ortak mazmunlar ve şekiller dışına çıkmayarak hayatla alakasız gibi görünürse de aslında
çeşitli vadilerde verilen eserlerle (şehrengiz, surname, hiciv vs.) hakiki Türk hayatını konu edinmiş ve yerli
mevzuları işlemiştir. Aslında divan vadisinde şahsi görüşler dar (klasik) çerçeveler içinde işlendiğinden klasizm
içinde hususi bir romantizme açılır.

You might also like