You are on page 1of 32

III. Hz.

MUHAMMED
Şu bir gerçek ki Hz. Muhammed, Allah’ın kelamına muhatap olma açısından mef’ul/nesne, fakat
İslami hareketin yürütücülüğünü üstlenmiş olması bakımından ise fail/öznedir. Dolayısıyla
Kur’an muhtevasının epeyce bir bölümü Hz. Muhammed’in Allah’tan kendisine iletilen vahyi
insanlara tebliğ ederken karşılaşmış olduğu güçlükleri, sorunları ve vermiş oldukları kararları ele
almaktadır. Bu münasebetle Hz. Muhammed’e Kur’an’da çok yoğun bir şekilde yer verildiği
görülür.
A. Beşeri Yönü
 Kur’an’a göre Hz. Muhammed de diğer insanlar gibi bir beşerdir. Nitekim bu husus
Kur’an’ın iki ayetinde “(Ey Muhammed) De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım…”
Şeklinde ifade edilmiştir. şunu hemen belirtelim ki, Kur’an’ın beşer olarak takdim ettiği
Hz. Muhammed, Allah dilemedikçe kendisine fayda ve zarar verecek bir güce sahip
olmayan, ilahi hazinelerin kendi yanında bulunmadığı, gaybı bilmeyen ve melek olduğunu
söyleyemeyen ama Allah’a inananların ilki olan, diğer insanlar gibi evlenip yuva kuran,
bazen eşleriyle tartışan, bazen eşlerinden birine verdiği bir sırrın ifşasından dolayı üzülen,
bazen de etrafındaki bir kısım fakir insanlara yemek davetleri veren bir insandır.
 Ancak burada şunu da ifade edelim ki, Kur’an Hz. Peygamber’i bir beşer olarak takdim
ederken onun bazı ayrıcalıklı yönlerinin bulunduğunu da dile getirmektedir.
B. Peygamberliği

 Hz. Muhammed, miladi 610 yılında başlayan dini-sosyal içerikli bir hareket olan İslam’ı
tebliğ ile görevlendirilmiş bir elçidir. Nitekim bu realiteyi Kur’an, “Ey Örtüye bürünen
(rasulüm) kalk ve (insanları) uyar”, (Müddessir, 75/1-2) “(Ey Muhammed!) De ki: “Ey
İnsanlar! Ben hepiniz için gönderilmiş bir elçiyim…”, (A’raf, 7/158) “(Ey Muhammed)
Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 21/107) şeklindeki beyanatlarıyla
çok açık ve net bir şekilde ifade etmiştir.
 Onun peygamberliği mahalli olmayıp evrenseldir. Yani Allah Rasulü (sav), belli bir tarihte
belli bir coğrafyada yaşayan insanlara değil, bütün insanlara gönderilmiş bir peygamberdir.
Çünkü bu konuda esasen Kur’an’ın perspektifi, “Biz seni bütün insanlara ancak
müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bilmezler” (Sebe,34/28)
ayetiyle ortaya konulmaktadır ki, o da Allah Resulü’nün “kaffeten li’n-nas” sözünde yer
alan bütün insanlara gönderilmiş bir peygamber olmasıdır.
 Kur’an’ın dediğine göre Hz. Muhammed söz konusu elçilik misyonunu yerine getirirken,
kendisine vahyedilen esasların dışına asla çıkmış değildir. Çünkü o, insanlar içinden
seçilen ve nübüvvetle görevlendirilen bir peygamberdir. Böyle olması da onu Allah’a itaata
ve Kur’an’ın muhtevasına bağlı kalmaya mecbur bırakmaktadır. Nitekim bu hususu
Kur’an “Rabbinden sana vahyoluna uy. O’ndan başka Tanrı yoktur. Müşriklerden yüz
çevir” (En’am, 6/106) gibi ayetlerde ortaya koymaktadır.
 Hz. Muhammed peygamberlik misyonunu yerine getirirken vahiy almadığında, zaman
zaman kendi bilgi birikimi ve kişisel tecrübesiyle tercihlerde bulunmuş; bazı durumlarda
da karşı karşıya kaldığı bir takım olaylar sebebiyle yer yer üzülmüş ve sıkıntı çekmiştir.
 Hz. Peygamber (sav), Abdullah b. Ümmi Mektum olayında olduğu gibi bazen bir mümine
karşı sergilediği bir davranış üzerine, bazı durumlarda da –savaşta esir alma ya da kısas
yoluyla cezalandırma gibi- verdiği bir takım kararlar sebebiyle uyarılara maruz kalmıştır.
Bunlara, Hz. Peygamber’in vahiy alma esnasında unutma endişesiyle ayetleri tekrar
etmedeki aceleciliği, Tebük seferi için Müslümanları silah altına çağırdığı zaman hem
gidilecek mesafenin uzunluğu hem de yaz olması dolayısıyla savaşa iştirak etmedeki
isteksizlik gösterenlere izin vermesi vb. hususları da ekleyebiliriz.
 Kur’an bir yandan Hz. Muhammed’i, yapıp ettiklerinden dolayı uyarırken, diğer yandan da
onu teselli ederek görevini kusursuzca yapmasını sağlıyordu. Nitekim bu durum şu ayette
dile getirilmiştir: “(Ey Muhammed) Seni yalanlıyorlarsa (bil ki) senden önce nice elçiler
yalanlanmıştır. Bütün işler Allah’a döndürülür.” (Fatır, 35/4)
C. Yetki ve Sorumluluğu

 Her Peygamber gibi Allah elçisi Hz. Muhammed de nübüvvetin gereği olarak bir takım
yetki ve sorumluluklarla donatılmıştır. Onun söz konusu yetki ve sorumlulukları salt
manevi, ahlaki ve uhrevi olmayıp, bir o kadar da dünyevi, siyasi, askeri ve hukuki
içeriklidir.
 Hz. Peygamber’in yetki ve sorumluluklarını iki kısımda ele almak mümkündür:
 1. Peygamberlikle ilgili olanlar
 2. Devlet başkanlığı, kumandanlık ve kadılıkla ilgili olanlar.
 Biz burada yalnızca peygamberlik görevi üzerinde durmak istiyoruz. Çünkü Allah
Rasulünün peygamberlik misyonu dışındaki diğer görev ve sorumlulukları ebedi ve
evrensel ilkelere dayanmakla birlikte, mahalli ve tarihsel, yani çağının şartlarına ve
ihtiyaçlarına uygun olmak, zaman ve mekanla sınırlı bulunmak gibi bir niteliğe sahiptir.
 Bilindiği üzere Hz. Muhammed (sav)’in peygamberlik görevi ile ilgili yetki ve
sorumlulukları da onun, Kur’an vahyi karşısındaki yükümlülüklerin bir uzantısıdır. Bu
yükümlülükleri Kur’an bazı kavramlarla anlatmaktadır ki, bunlar da tebliğ, beyan, teşri,
inzar ve tebşirden ibarettir.
 Hz. Peygamber’in tebliğ misyonundan maksat, onun Yüce Allah’tan almış olduğu
talimatları olduğu gibi muhataplarına iletmesidir. Kur’an Hz. Peygamber’in tebliğ
misyonundan bahsederken “Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni bildir. Eğer (bunu)
yapmazsan O’nun mesajını iletmemiş olursun…” (Maide, 5/67) şeklinde ifade etmiştir.
 Hz. Muhammed’in Kur’an vahyi karşısındaki sorumluluklarından biri de kendisine
gönderilen ilahi mesajı açıklamasıdır ki, buna tefsir ya da beyan denilmektedir. Nitekim,
“İnsanlara, kendilerine indirileni beyan etmen için sana da Kur’an’ı indirdik…” (Nahl,
16/44) ayeti bu sorumluluğuna işaret etmektedir.
 Allah Rasulünün görevi vahyi tebliğ ve tefsir etmekten ibaretti. Bunun yanında tebliğ ettiği
hususların ilke ve esaslarını yaşamak, gönderildiği toplumu bu doğrultuda yönetip
yönlendirmek ve yeni bir toplum modeli oluşturmak da onun başta gelen misyonu arasında
yer almaktaydı.
 Hz. Muhammed’in Kur’an vahyi karşısında yükümlülükleri bağlamında yukarıda sözü
edilen teşri fonksiyonu da, onun Yüze Allah tarafından kendisine verilen yetkinin bir
sonucudur. Esasen şari sıfatının yegane sahibi Allah’tır. Ancak Allah’ın verdiği yetkiye
dayanarak Hz. Peygamber de Kur’an’ın boş bıraktığı alanlarda hüküm koyabilir. Bu
konuda şu ayeti örnek verebiliriz. “Allah ve rasulü bir konuda hüküm verdikten sonra artık
inanmış bir erkek ve kadının kendileriyle ilgili konularda tercih serbestisi yoktur…”
(Ahzab, 33/36)
 Mesela beş vakit namazın vakti, nasıl kılınacağı, vitir namazının vacip oluşu, namazlarda
Kabe’den önce Beyt-i makdis’e yönelme, orucu bozan ve bozmayan şeyler, kimlere
zekatın farz olduğu, şer’i boşamanın şekli, hayızlı kadının namaz kılmaması, oruç
tutmaması, büyük annenin mirası gibi hususlar konuyla ilgili örneklerdir.
 Hz. Peygamber (sav)’in yetki ve sorumluluklarından biri de insanları, Allah’a karşı görev
ve mükellefiyetleri bağlamında uyarmaktadır. Kur’an bu konudan bahsederken “nezir” ve
“münzir” sözcüklerini kullanmaktadır. “…ben apaçık bir uyarıcıyım” (Ahkaf, 46/9)
 Kur’an, Hz. Peygamber’in uyarıcılık görevinden söz ederken bazen de onun
beşir/müjdeleyici misyonuna yer vermektedir. Bu husustaki ayetler ekseriya Rasulullah’ın
söz konusu iki fonksiyonunu birlikte zikretmektedir. “(Ey Muhammed) Şüphesiz biz seni
hak ile müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik…” (Fatır, 35/24)
D. Gayr-i Müslim Gruplarla İlişkisi

 İnsanlığa yol göstermek üzere değişik zamanlarda indirilen Kur’an bir taraftan hiçbir ırk,
dil, cins, topluluk ve zümre ayırımı gözetmeden bütün beşeriyeti vahyin muhatabı kabul
etmekte; diğer taraftan da insanların farklı ırklardan gelip ayrı toplumlar oluşturmalarını,
esasen kendilerine verilen nimetler hususunda bir imtihan, insanlığın ortak ideal ve
hedefleri için bir tanışma, yarış ve işbirliği vesilesi saymaktadır.
 Bu sebepledir ki Kur’an, kendi mensuplarının oluşturduğu bir toplumda İslam inancını
paylaşmayanların inanç özgürlüğüne, can ve mal güvenliğine sahip olarak yaşamaları
hususunu garanti altına almaktadır.
 Kur’an, özellikle din konusunda farklı inanç sahiplerine baskı yapılmasını kesinlikle
yasaklayarak, onların inanç ve ibadet özgürlüklerini asla kısıtlamamıştır.
 Tarihi tecrübeye bakılırsa görülür ki, Hz. Peygamber ve Hulefa-yı Raşidin dönemlerinde
gayr-i müslim toplumlarla yapılan zimmet antlaşmalarında bu husus açıkça dile
getirilmiştir.
 Ayrıca inanç ve ibadet hürriyetinin bir gereği olarak dini eğitim ve öğretim, ayin ve
ibadetlerle mabedler de hukukun himayesi altına alınmıştır.
 İslam ülkelerinde yaşayan bu farklı inanç sahiplerine bazı sınırlamalar dışında kural olarak
Müslümanlarla eşit bir ikamet ve seyahat özgürlüğü verilmiş; çalışma hürriyeti bakımından
herhangi bir sınır getirilmeyerek, iş ve ticaret hayatının her alanında faaliyet gösterme
hakkına sahip kılınmışlardır.
 Bu gruplar, amme hizmetleri ve sosyal güvenlik imkânlarından yararlanma noktasında da
Müslümanlarla aynı haklara kavuşturulmuştur.
1. Hicret Öncesi Dönem

 Hicret öncesi dönem, Allah Rasulunün (sav) İslam’ın başlangıcından itibaren 12 senesini
geçirdiği Mekke dönemidir. Bu dönemde Mekke’de Müslüman grupların dışında müşrikler
ve az da olsa kitap ehli olanlar vardı. Bilindiği üzere Allah Rasulu Müslümanlara karşı çok
şefkatli ve merhametli, son derece yumuşak ve nazik idi.
 Nitekim bu husus, “Size kendi aranızdan öyle bir peygamber geldi ki sizin sıkıntıya
uğramanız ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir,
merhametlidir” (Tevbe, 9/128)
 Allah Resulu kendileriyle tevhid mücadelesinde bulunduğu müşrik topluma karşı da
oldukça iyi davranıyordu. Çünkü risalet vazifesini yerine getirirken de Kur’an ona, gayr-i
Müslim unsurlara, özellikle müşriklere karşı iyi davranmasını emrediyordu. “(Ey Resulum)
Sen Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele
et!...” ayeti bu hususun apaçık bir kanıtıdır.
 Ancak sözünü ettiğimiz müşrik kesimin Hz. Peygamber’e karşı tutum ve davranışları ne
yazık ki, son derece olumsuz; hatta ona hayat hakkı tanımayacak kadar ileri bir seviyede
idi. Bu düşmanca tavırlar ise esasen onların, Kur’an’ı inkarlarının dışa vurumundan başka
bir şey değildi. “(Ey Muhammed) İnkarcılar seni gördükleri zaman, seni alaya almaktan
geri durmazlar…”
 Bütün bu menfi davranışlar sonucunda, “İnkar edenler ‘sen peygamber değilsin’
diyorlar…” ayetinde de işaret edildiği gibi bu grup, Hz. Muhammed’in risaletini
reddediyordu. Çünkü esasen onların maksatları, Kur’an’ın ortaya koyduğu bu yeni
oluşuma karşı çıkarak atalarının dinini yaşatmak ve öteden beri sahip oldukları siyasi,
iktisadi ve idari itibarlarını kaybetmemekti.
 Bu yüzden Hz. Peygamber’in risaletini inkârla yetinmeyip ona, mecnun, kâhin ve şair
dediler.
 Mekke müşriklerinin Hz. Muhammed’e karşı olan bu düşmanca tavırları aslında
peygamberlerle beraber bütün Müslümanlara yönelikti. Bunun bir sonucu olarak müşrikler
Mekke’de Müslümanları baskı altında tutarak yer yer onlara zulüm ediyorlardı. Bu yüzden
Hz. Peygamber bazı Müslümanların Habeşistan’a (Etyopya) sığınmalarına izin vermişti.
 Kur’an, “İçlerinden zulmedenler bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel yolla mücadele edin
ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim tanrımız da sizin
Tanrınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuzdur.” (Ankebut, 19/43) nassıyla, genelde
bütün Müslümanların, özelde de Hz. Muhammed (sav)’in Ehl-i kitapla olan ilişkilerini
düzenleyerek onlara, Mekke dönemi kitap ehline karşı iyi münasebetler geliştirmelerini
emretmektedir.
 Ancak ehl-i kitabın bir kısmı kendilerine karşı iyi muamele edilmesini hak ettiği halde, bir
kısmı Kur’an’a karşı olan olumsuz tavırlarıyla böyle bir hakkı elde edememişti.
 Yaklaşık 12 yıllık hicret öncesi Mekke döneminde Hz. Peygamber, çok uğraşmasına ve bir
takım zorluklara katlanmasına rağmen, Kur’an mesajını muhatapların büyük bir bölümüne
kabul ettirememişti. Öte yandan özellikle müşriklerin Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara
yönelik baskıları gün geçtikçe artarak devam ediyordu.
 Bunun üzerine Hz. Peygamber bazı Medinelilerle kurulan iyi ilişkiler nedeniyle, hem bu
baskı ve zulümden kurtulmak hem de yeni bir strateji geliştirmek amacıyla, müminlerle
birlikte miladi 622 senesinde Medine’ye hicret etmeye karar verdi. Yüce Allah’ın indirdiği
bir takım naslarla, Hz. Peygamber’in Müslümanlarla ilgili bu kararını onaylayarak hem
hicret edenlerden hem de onlara kucak açarak yardımda bulunanlardan hoşnut olduğunu
haber verdi.
 “Hicret edenler ve (onlara) yardım edenlerden (İslam’a girmekte) ilk öne geçenlerle
bunlara güzelce tabi olanlar yok mu? Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah’tan razı
oldular. Allah onlara içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırladı.” (Tevbe, 9/100)
2. Hicret Sonrası Dönem

 Kur’an, hicret sonrası durumla ilgili olarak Hz. Peygamber’in başta münafıklar olmak
üzere, ehl-i kitap ve müşriklerle olan ilişkilerinden söz etmektedir. Münafık grup bilindiği
gibi bedevi, Yahudi, Hıristiyan veya müşriklerden oluşmaktaydı.
 Zira, hicret sonrası Medine’de Müslümanlar siyasi bakımdan önemli bir güç haline
gelince, menfaatlerine düşkün pek çok insan, Müslüman olduğunu söylemeye başladı.
Esasen onların amacı Müslümanların sözünü ettiğimiz bu siyasi güçlerinden yararlanmaktı.
 Dıştan Müslüman gözükmeye çalışan, ama aslında iman etmemiş olan bu çıkarcı grup,
sergilediği çifte standart sebebiyle Hz. Peygamber’in (sav) başlatmış olduğu İslami
harekete çok büyük zarar veriyordu.
 Kur’an, ikiyüzlülükten söz eden bir kısım ayetlerinde bedevilerin de aynı niteliği taşıdığına
özel bir vurgu yapmaktadır. Sözgelimi bu hususu konu edinen bir pasajında “Çevrenizdeki
bedeviler içinde ikiyüzlüler, Medineliler içinde de ikiyüzlülüğe soyunanlar vardır. Sen
onları bilmezsin. Biz onları biliriz. Onları iki defa azaba uğratacağız. Sonra da büyük
azaba götürülecektir.” diyerek Kur’an, bu grubun da münafık olduğunu haber vermektedir.
 Münafıkların Hz. Peygamber ve Müslüman topluluğa karşı sergilemiş olduğu bütün bu
olumsuz davranışlar sebebiyle olmalı ki, Yüce Allah elçisine, söz konusu gruba karşı nasıl
bir strateji takip etmesi gerektiğini bildirmişti.
 “Ey Peygamber! İnkarcılar ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların
varacakları yer cehennemdir. O, ne kötü bir varış yeridir.”
 Araştırıldığı zaman görülür ki Kur’an, Mekke’deki Yahudi ve Hıristiyanları her iki grubun
da kabul ettiği Hz. İbrahim ve onun soyundan gelen sahih peygamberlik geleneğinin ortaya
koymuş olduğu mesaj etrafında, Müslümanlarla birlikte ortak bir çizgiye çekmeye
çalışmıştır.
 Ama ne yazık ki, Yahudiler ve Hıristiyanlar tarihsel süreç içerisinde oluşturdukları teolojik
çemberi bir türlü kırıp da onun dışına çıkmayı başaramamışlardır.
 Fakat buna rağmen Kur’an, düşmanca bir tavır içine girmedikleri sürece Hz.
Peygamber’den, onlara karşı barış ve hoşgörüye dayanan ilişkiler içerisinde hareket
etmesini istemiştir.
 Nitekim tarihsel süreç de bize göstermektedir ki, bu inanç sahipleri İslam toplumu
içerisinde kendi dini kültürel kimliklerini koruyarak güven içinde yaşamışlardır.
 Sonuç olarak şunu belirtelim ki, Müslümanların gayr-i Müslim unsurlarla ilişkilerini
düzenleyen ayetler ve Allah Resulu (sav)’nün uygulamaları topluca değerlendirildiğinde,
şu iki temel prensibin ortaya çıktığı görülür:
 1. İnançların zedelenmesine yol açacak bir tarzda olmaksızın, İslam’ın insana bakışını
gösteren örnek davranışlar sergilemek, dünya hayatının düzen ve istikrarını sağlamak ve
bu çerçevedeki menfaatlerini koruyup geliştirmek amacıyla Müslümanların gayr-i
Müslimlerle iyi ilişkiler içinde olmaları, yasaklanmayıp aksine özendirilmiştir.
 2. Hangi sebeple olursa olsun Müslümanların, gayr-i Müslimleri dost edinmeleri yani
onlara güvenip sırlarını paylaşmaları, İslam’a göre doğru bir davranış değildir.
 Nitekim Enbiya suresinin 107. Ayetinde Hz. Muhammed’in, bütün yaratılmışlara “rahmet”
olarak gönderildiğinden söz edilmesi bize göstermektedir ki, İslamiyet başka din
mensuplarıyla temas kurmayı, barış ve esenlik içerisinde yaşamayı tavsiye etmekte, ancak
ilişkileri belli bir sınırda tutarak, Müslümanların aleyhine kullanılır endişesiyle sırları
paylaşmayı yasaklamaktadır.
 Bunun içindir ki Kur’an, Al-i İmran 3/28, Nisa 4/144, Maide 5/5 ve Mücadele 58/22
ayetlerinde bu hususa dikkat çekerek “Ey müminler! Yahudi ve Hıristiyanları veli yani dost
edinmeyin” şeklinde genel bir ilke koymuştur.

You might also like