You are on page 1of 11

Gerçekçi (Realist) Anlatı

Tarihsel ve Kuramsal Çerçeve


Avrupa’daki Rönesans, Reform ve Aydınlanma Çağı ile
birlikte dinsel ve Tanrı merkezli gerçeklik anlayışının yerini
insanı, aklı, bilimsel gözlem ve deneyi odak noktası
olarak kabul eden bir gerçeklik anlayışı alır. Kartezyen
düşüncenin öncüsü René Descartes (1596-1650)’a göre; doğa
anlaşılabilirdir ve onun sırlarını deney yoluyla
keşfedilebilecek yasalarla açığa çıkartmak mümkündür.
İnsan; aklı, iradesi ve özgüveni sayesinde artık doğayı
deşifre edip ona hükmedebileceğine inanmaktadır. Bir
bakıma, artık dünyanın «küçük tanrısı»dır. Akla ve bilime
duyulan sonsuz güven, 17. yüzyıldan itibaren Avrupa
düşünce sisteminin egemen özelliği haline gelir.
 Isaac Newton (1643-1727)’ın yerçekimi yasası, evrenin sırrını çözmüştür.
Evrende var olan her şey, insan davranışları da dahil olmak üzere,
insanoğlunun gözünde, doğa yasalarıyla hesaplanabilir ve açıklanabilir
gerçeklerdir. İnsan, boyutları belirgin bir uzay-zamanda, hiçbir
kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde sağlam bir konumdadır. Mekân; en-
boy-derinlikten oluşan, üç boyutlu bir kavramdır. Dünya,
öngörülebilir ve güvenilir bir gezegendir. Dolayısıyla insan, dünyaya
yabancı değildir. Zaman, dünden bugüne, oradan da yarına,
kronolojik bir biçimde akmaktadır. İlk örneklerini 18. yüzyılda görmeye
başladığımız ve 19. yüzyılda Balzac, Stendhal, Goncourt Kardeşler, Flaubert,
Eliot, Dickens, Hardy, Daudet, Dumas, Gogol, Turgenyev, Tolstoy,
Dostoyevski gibi yazarların ürettiği eserlerle zirveyi gören REALİZM
(Gerçekçilik), Newton fiziğinin ve gözlem ile akıl yürütme
yöntemlerini kullanarak olaylar zincirinin nasıl oluştuğunu
(succession, similitude) ve olaylar arası ilişkileri açıklamaya çalışan
Auguste Comte (1789-1857)’un pozitivist dünya görüşünün
edebiyattaki uzantısı görünümündedir.

 19. yüzyıl gerçekçiliği, akılcılığın (rasyonalizm) gereği olarak gerçeği


duyularla algılanabilecek maddeler dünyasında arar.
Gerçekçi Anlatının Ana Özellikleri
 19. yüzyıl gerçekçi roman ve öyküsünün kim, ne, nerede, ne
zaman, nasıl, niçin sorularına neredeyse kesin yanıtlar içeren bir
biçim-içerik dokusu vardır. Başı-ortası-sonu belli olan, neden-
sonuç ilişkisine dayalı, yapısında hiçbir kargaşa, tutarsızlık,
absürtlük, belirsizlik, tamamlanmamışlık ve bilgisel boşluğun
göze çarpmadığı, ucu kapalı metinlerdir realist metinler. Realist
anlatıyı tüm telleri sağlam, akordu yerinde bir enstrümana
benzetmek mümkündür.

 Olaylar, kronolojik bir akış içerisinde, dün-bugün-yarın


sıralamasına bağlı kalınarak aktarılır. Uzak geçmişten çok
bugün yani güncel olan anlatılır. «Tarihçiler geçmişin, romancılar
ise bugünün anlatıcılarıdır.» görüşü, realistler arasında ağırlık
kazanmıştır.
Mekân, üç boyutlu ve sağlamdır. Mekânsal
gerçeklik, çoğu kez ayrıntılı betimlemelerle
eserde aktarılır. Tasvirler, romantik yazarlarda
olduğu gibi eserde bir fon ya da süsleyici bir unsur
değil, okurun algılarına hitap eden, yazara
işlediği karakteri tanıtma olanağı sağlayan etkin
bir araçtır. Deney ve gözlemi esas alan bir
düşüncenin ürünü olduğu için realist anlatı,
gözün gördüğü, kulağın duyduğu, burnun
kokladığı, elin dokunduğu, dilin tadına vardığı ve
söylediği her şeye önem verir. Otorite, insanın beş
duyusudur.
Gerçekçi anlatının ana kurgu ilkesi, bir öykü anlatmaktır.
İçerik, bu yüzden son derece önem taşır. Gerçekçiler,
toplumun her günkü sıradan yaşantısını yansıtmaya özen
gösterirler. Dış gerçeği yansıtmanın önem taşıdığı mimetik
anlayıştır bu. Gerçekçi anlatı, anlattıklarına «gerçeğin aslı
gibidir» kaşesini vurur ya da o illüzyonu okurda yaratır. Örneğin
Stendhal’ın ifadesiyle roman, yol boyunca gezdirilen bir
aynadır. Romantizme tepki olarak doğan gerçekçilik,
romantizmin gündelik gerçeklerden uzak, idealize edilmiş
kahramanları ve olayları yerine sıradan, genel, olağan ve
alışılmış olandan söz etmeyi tercih eder. Masalsı olan, uzak
diyarların çekiciliğinden medet uman, fantastik bir
anlayışa yönelmez.
Yazar, gerçekliği yansıtacaksa bunu bütün yönleriyle
yapmalıdır. Anlatılması yakışık almayacak, kaba,
çirkin, iğrenç ve ayıp sayılan şeyler de edebiyata
sokulmalıdır.

Fizik dünyasında determinizm (nedensellik) olduğu


gibi, insanlar dünyasında da her şeyin bir nedeni
vardır, olmalıdır. Bunları bilmek, insanı ve toplumu
var eden yasaları bilmek demektir. Olaylar
rastlantılarla, mucizelerle, sihir ve büyüyle
açıklanamaz; psikolojik ve sosyal kanunlarla
açıklanabilir. Yazar, eserinde bunları ortaya
koymakla mükelleftir.
Topluma bakan yazardan beklenen şey, bir bilim
adamı gibi, gözlemlerinin sonucunu eserinde
olduğu gibi anlatmaktır. Zola ve Flaubert’in
üzerinde ısrarla durduğu «yazarın tarafsızlığı»
ilkesi, gerçekçi anlatının yöntem anlayışının en
önemli öğesidir. Olaylara dışarıdan bakarak onları
olduğu gibi yansıtacak yazarın, kendi görüşlerine eserde
yer yoktur. Edebiyat siyasi, felsefi, dinî, ahlaki bir
amaca hizmet etmemelidir. Okuyucunun,
metinden bu bağlamda çıkaracağı olası mesajlar
için, yazar özel bir çaba sarf etmemelidir.
Gerçekçi anlatıda öyküsü aktarılan birey-insan,
dünya ile bütünleşmeyi sürdürmektedir. Kişiliği,
çevrenin onun üzerindeki etkisi, bağlı olduğu
toplumun gelenek ve görenekleri önemli ve
anlatılmaya değerdir. Çünkü birey, toplumun
ürünüdür ve toplum, insanların farklılıklarını
belirleyen faktörleri barındırır. İnsan, iç
dünyasını dış görüntüsüne de yansıtmakta, giyim
kuşam, yaşadığı mekân ve kullandığı dilde iç
dünyasına özgü veriler yer almaktadır. Dolayısıyla
eserde bunların da yansıtılması önem taşımaktadır.
 Birey-insan henüz çevresindeki dünyaya ve topluma yabancı
değildir. Bilimin, teknolojinin ve maddenin devleşen
dünyasında kendi kimliğini, anlamını ve gücünü yitirmemiştir.
Aklın önderliğindeki bilimsel gelişmeleri, sanayileşmeyi, kapitalizmi
ve kentlileşmeyi içine alan bir serüvenin vazgeçilmez öğesidir. O,
edebiyat yapıtlarının pasif, silik, önemsiz, anlamsız bir figürü
değil, «kahraman»ıdır. Yazgısını yönlendirebilir, irade ve
özgüven sahibidir. Başarı ya da yenilgi, onun kendi seçimidir.
Başına gelen olayların nedeni, kişilik özellikleridir. Kişiliğinde
parçalanmışlık, yabancılaşma, çatışma, aidiyetsizlik gibi derin
varoluş sorunları göze çarpmaz. Bireyin yolculuğu, somut
dünyada gerçekleşir, henüz dıştan içe yönelmemiştir. Çünkü ne
roman yazarı ne de kahraman, henüz bilinçaltını tüm
karmaşasıyla keşfetmemiştir.

 Gerçekçiler; sembolik, şiirsel, zor anlaşılır bir dil ve üslubu


benimsemezler.
 Realist anlatı, diegetik yani aktarmacıdır. Eserden önce zaten var olan dış
dünyayı okura aktarma görevini üstlenmiştir. Anlatıcı-yazar, metni var eden
ve sahnede başrolü oynayan kişidir. Yani anlatının en baskın figürüdür.
Açıkça her şeyi bilen bir anlatıcıdır o. Okura, bilgisiyle güven verir. Anlattığı
dünyaya yabancı durmadığı, son derece hâkim olduğu izlenimini yaratır. Olaylar,
durumlar, kahramanlar, zaman ve mekânlar üzerine yorum yapmak için anlatıya
burnunu da sokabilir. Bu aşamadan sonra realist metinler; insanı ve toplumu
eğitme, ona yol gösterme aracı haline gelmeye başlar. Her şeyi bilen anlatıcılar,
anlattıkları hikâyeye ilişkin akla gelebilecek ve olası her türlü soruyu yanıtlama
çabasına giriştiklerinden realist öykü ve roman, okura fazla yorum yapma imkânı
tanımaz, okuru pasifleştirir. Ona her sorunun yanıt bulduğu kurmaca bir dünyada,
anlatıcıların güdümünde huzurlu, konforlu bir okuma deneyimi sunar. Okur,
metni rahatlıkla kavrar, onda yitip gitmez, anlatılanlara yabancılaşmaz.

 Realist anlatı, anlatıyı merkezî, baskın bir ses üzerine kurguladığı için, bir
bakıma diğer tüm sesleri kısar. Bu yüzden polifonik (çoksesli) değil
monolojik (teksesli)tir. Dolayısıyla hayatı anlamlandırmaya çalışırken
anlamı sabitler ve çok anlamlılığı öldürür.

You might also like