You are on page 1of 8

Western Filmleri ve Amerikan Modernitesi

Giriş

Amerika kıtasının kalıcı bir şekilde yerleşime açılması, ilk olarak Britanyalı
kolonilerin girişimleri ile gerçekleşmiştir. 1607 yılında Captain Newport, içinde 71
yerleşimcinin bulunduğu Susan Constant gemisiyle Kuzey Amerika’nın doğu
kıyılarına, şu anki Virginia eyaletinin olduğu yere yanaştı. Bu bölgede ilk Amerikan
kentleşmesi olan ismini Britanya Kralı I. James’den alan Jamestown yerleşkesi
kurulmuş oldu. İlk yerleşimciler yoksul, çıkış arayan, girişimci kimselerden
oluşuyordu. Hapishaneden çıkanlar, devlete borcu olanlar buraya gelerek 5 yıllık
çalışma cezalarını ödemek isteyenler, din ve mezhep baskısına uğrayanlar; Amerika
kıtasına yeni bir umutla gelen insanlardı. Yeni dünyanın refah ve aydınlık bir gelecek
vaadetmesi eski dünyadan olağanüstü büyük bir göçün başlamasına sebep oldu.

İlk göçebeler Virgina kıyılarını çevreleyen Apalaş Dağları’nın sınırladığı bölgeye


yerleşmişlerdi. Kıtaya yüzyıllar önce yerleşen yerlileriyle uyumlu bir ilişki
kurmuşlardı. Colomb yerlilerle ilk tanıştığında Kraliçe’ye çok uysal ve uyumlu bir ırk
olduklarını, 50 adam ile istediklerini yaptırabileceklerini söylemişti.[1] 17.yy’da
adaya gelenler de büyük ölçüde benzer bir karşılık görmüştü bu uysal ırktan. Doğaya,
toprağa ve evrene karşı olan ruhani yakınlıkları nedeniyle, hiç bir zaman
‘yerleşmemiş’ olan bu yerliler, kıtanın özgür vatandaşlarıydı. Buraya yerleşmek için
gelen modern insanlar onlardan; domatesi, patatesi, kakaoyu, mısırı, biberi, fasülyeyi,
vanilyayı, avokadoyu, ananası, balkabağını, fıstığı ve belki de en önemlisi tütünü
öğrendiler. İlk yıllarında eski dünyayla tütün ticareti yaptılar. Bölgenin ilk
yerleşimcilerinin arasında Jamestown’ı Londra sokaklarıyla karıştıran deneyimsiz,
burjuva zihinli cici beyler de vardı. Ancak bu yabanıl topraklarda hüküm sürecek olan
onlar olmayacaktı. Eski dünyadan yeni dünyaya göçen insanlar buranın acımasız, ilkel
ve yabanıl doğasına karşı kendisini değiştirmek zorundaydı. Kızılderililerin
yardımıyla her yeni kuşak öncesinden daha sert ve pratik, yalın bir yaşamı seçen
korkusuz doğa adamları olmuşlardı. O çok merak ettikleri Apalaş Dağları’nın
arkasına, yani batıya doğru bir hareketlenme başlamıştı.

Bu yazının konusunu oluşturacak olan Western Filmleri’ne ve bu filmlerin Amerika


üzerinde oluşturduğu epik ulus uygarlık kurmacasına dair modernite unsurları; hep bu
dönemde; yani vahşi batının fethi kurmacasından yola çıkmaktadır.[2] Öncelikle
dönemin toplumsal ve politik atmosferi modernleşme ve modernite üzerinden
değerlendirilip, batıya açılma kavramı fragmanlar halinde gözden geçirilecek, bunu da
Amerika’nın ulus-uygarlık kurmacaları olan ve Western Filmleri üzerinden
incelenecektir.

Western Filmleri

Amerikan Sineması’nın en karakteristik türlerinden biri olan Western Filmleri, bir


ulus-uygarlık olan Amerika’nın ve Amerikan olanın doğuşunu anlatan epik
anlatılardır. Deleuze’e göre de Griffith’in ilk versiyonlarını sunduğu ve Amerikan
Sineması’nın da çekmeyi bırakmadığı temelde bir film, ulus-uygarlık doğuşu filmi
vardır.[3] Bazin, Western’lerin sinema türünün bildiğimiz ilk teorik temellerini
attıklarını söyler. Ona göre Western, genel olarak sinemanın doğasını ifade eder.
Sinemanın kendisinde olduğu gibi özünde bir devinim türü olduğunu belirtir. Ama bu
devinim, çılgın kovboyların, gözü pek yerleşimcilerin, Uzak Batı’nın vahşi
topraklarında dört nala at sürmeleri anlamında ampirik bir hareketlilikten ibaret
değildir. Bazin ve Metin Gönen bunun aslında vahşi batıya doğru ilerleyen bir ulus-
uygarlık kurmacasının sinematografik karşılığı olduğunu söyler. [4]

Western filmleri de bu ulusal-uygarlıksal doğuşu anlatan; Amerika’nın Britanya’dan


bağımsızlığını kazanmasının ardından başlayan uluslaşma döneminden sonra,
Amerika İç Savaşı ve vahşi batının iskana açılması ve fethi zamanlarında; 1830-90
arasında tarih alırlar.

Yeni (Bir) Dünya’ya Göç Etmek ve Bağımsızlık

Amerika kıtasına yerleşen koloniler, bağlı bulundukları Britanya Krallığı’na karşı


verdikleri bağımsızlık mücadelesiyle, Barrington’ın deyişiyle tarihin son kapitalist
devrimini gerçekleştirmişlerdir. Buna karşın Amerikan Devrimi’nin sömürgeciliğe
karşı bir devrim değil, temelde İngiltere ve Amerika’daki ticaretle uğraşan çıkar
çevreleri arasındaki bir çatışmadan kaynaklandığını belirtir.[5] Bu nedenle bu modern
çağın son kapitalist devrimi, Kuzey Amerika Kıtası’nın bir ulus birliğine dönüşmesi
sürecini açıklaması açısından önemlidir.

Yedi Yıl Savaşları’nda Fransa’yı yenen İngiltere, 1793’teki Paris Antlaşması’yla


Kuzey Amerika kıtasının hemen hemen tümünü ele geçirmiş olmuştu. Amerika’daki
kolonileri bağımsızlık mücadelesi vermeye iten en önemli neden İngilizlerin bu
savaşlardan sonra Amerika’ya getirdikleri baskıdan kaynaklanmaktadır. Buradaki
koloniler feodal ve mutlakiyetçi bir biçimde değil, liberal bir temele dayanılarak
sömürge haline getirilmişlerdi. Sander’in belirttiği gibi Kuzey Amerika’ya olan göç,
Güney Amerika’ya olan gibi oradaki kaynakları sömürmek üzerine kurulu bir
zenginlik arayışı olan geri dönüşlü bir göç değildi. Dinsel baskıdan, işsizlik ve
fakirlikten kurtulmak, kendilerince özgür yaşayacakları yepyeni bir ortam yaratmak
umuduyla göç etmişlerdi. Bu göç temelli bir göçtü, yerleşimciler ailelerini de
yanlarına alarak Yeni Dünya’ya geliyorlar; bu nedenle de Kuzey Amerika kökenli
yerli halkla karışmıyorlardı. Güney’e giden zenginlik serüven arayan İspanyol ve
Portekizliler ise dönmeleri gerçekleşmeyince ailelerini arkada bıraktıklarından Güney
Amerika kökenli yerli halkla karışmış ve melez halklar oluşmuştur. Kuzey’in
kolonilerini birleştirip güçlü bir devlet haline gelebilmesinin en önemli neden göç
anlayışlarındaki bu temel farklılıktır.[6]

Oral Sander, Kuzey Amerika’daki İngiliz kökenli kolonilerin yeni topraklarda Avrupa
tipi bir toplum oluşturmasının ikinci nedeni olarak; kolonilerde aristokrasinin
olmamasını ve monarşinin gücünden coğrafi olarak uzak olunmasını gösterir. Uçsuz
bucaksız bir kıta olan Amerika, toprak sıkışıklığı baskısı olmayan, eşitlikçi çiftçi
topluluklarının oluşmasına imkan tanıyordu. Ama, ilk yerleşim bölgelerinde ve
limanlarda 18. yy’da mal sahipleri ve tüccarlar yine de İngiltere benzeri bir oligarşi
ortamı kurmuşlardı. Siyasi önderliği de elinde tutuyordu bu kesim. Kendilerine rakip
olabilecek monarşi, kent ve toprak aristokrasisi ve bunları destekleyecek bir köylü
tabakası Kuzey Amerika’ya geçememişti. [7]
Üçüncü olarak kolonilerde farklı dinlerin varlığını öne sürer Oral Sander. Dinlerdeki
bu çeşitlilik en başından kabul edilmişti, bütün tarihi boyunca da Kuzey Amerika
halkı hiç bir zaman tek bir dini kabul etmesi için baskıya uğramamıştı. 18.yy içinde
zaten buradaki halklar dini duygularından uzaklaşıp Avrupa toplumunu
dönüştürmekte olan laikleşme anlayışını paylaşıyordu. Anayurtlarını terketme nedeni
olan bu dinsel baskı, yer yer kendisini hissettirse de asla Amerika kıtasında bir
doktirin baskısına dönüşmedi.[8] Yine de kıtanın bütününün ele geçirdiği zaman bu
dini baskıyı kendisi dönüştürerek, vahşi yaşamın karşısına Hristiyan teolojisini
koyarak doğaya bağlı yaşayan yerli halkı ötekileştirip elimine edecektir.

Son olarak 13 Koloni’yi kollektif bir şekilde birleştiren üç tür öfkenin olduğunu ifade
eder Sander. Fransa’nın yarattığı askeri ve ekonomik baskıya karşı bir öfke vardı ama
1763’de Fransa adadan çekilince bu öfke ortadan kalktı. İkinci olarak kıtanın yerli
halkı olan Kızılderililerle karşı bir öfke duyuluyordu. Koloniler gibi göçebelerdi,
ancak beyazlara göre sürekli bir tehdit oluşturuyorlardı; nitekim topraklarını savunma
konusunda Avrupalı saldırganlığı ve acımasızlığı karşısında pek şansları olmadı.
Kolonileri birleştiren son öfke ise anayurtlarına karşı olan öfkeydi. İngiliz
sömürgeciliği Yedi Yıl Savaşları’ndan sonra savaş borçlarını ödemek için,
Amerika’daki kolonilerinin vergi ve ticaret uğraşlarına dair aldığı sert ve yaptırımcı
kararlarla büyük tepki çekmişti.[9]

Yedi Yıl Savaşları’ndan sonra, dünyanın en büyük sömürge gücü olan İngiltere, en
büyük sömürgesi durumunda olan Amerika kolonilerine uyguladığı vergi ve ticaret
yasalarını değiştirerek, sert bir tutum takınmıştı. Buna karşılık koloniler Fransa’nın da
yardımlarıyla bağımsızlıklarını ilan ettiler. George Washington komutasındaki
koloniler 1782 yılında İngiltere’nin bağımsızlıklarını kabul etmesine kadar savaştılar.
Bu bağımsızlık modern Amerika’nın; hem anayasal anlamda hem de vahşi batıya
açılarak doğal kaynaklarını geliştirme anlamında ortaya çıkmasını sağlamıştı. Bu
savaşın sonunda dünyada yeni bir toplum, Amerika Birleşik Devletleri; İmparatorluk
ve Hristiyanlık kabuğunu yıkarak, devlet dini ve monarşi gibi kavramlardan uzak bir
devlet ulus-uygarlık olarak ortaya çıkmıştı. Avrupa’nın modern devletleri, tarihsel
olarak uzun bir süreç içinde yavaş ve sıkıntılı, eski ve yeninin sürekli çatışmalarıyla
ortaya çıkmışklarken, Amerika Birleşik Devletleri’nde ise bu önceden planlanmış ve
daha sonra ortaya konmuştur.[10]

Genişleme ve Büyüme

Bağımsızlık kazanıldığında Amerika Birleşik Devletlerinin toprakları Atlas Okyanusu


kıyısında günümüzdeki yüzölçümünün üçte biri civarında bir alandan oluşuyordu.
Mississippi Nehri’nin batısındaki topraklar kağıt üzerinde Fransa’ya aitti. ABD’nin 3.
başkanı Thomas Jefferson bu toprakların ABD için gelecekteki önemini anlamıştı.
Fransa’nın başındaki Napoléon Boneparte, bu toprakları para karşılığı ABD’ye satma
teklifini getirdiğinde; 2.147.000 km2’lik bu alan 1803 yılında 78 Milyon Fransız
Frank’ına yani hektar başına 7 cent’e ABD’ye satıldı. ABD’nin günümüzdeki 15
eyaletini kapsayan bu topraklar, Pasifik Okyanusu kıyılarına doğru ilerleyiş ve
genişleme için hayati önem taşıyordu.[11] Meriwether Lewis ve William Clark isimli
iki Amerikan askeri 1804-1806 yıllarında yaptığı araştırma gezilerinde Pasifik
Okyanusu’nun kuzeyine Oregon bölgesine kadar gittiler ve bölgeyi araştırdılar. En
önemli keşifleri, ovanın hayat damarı olan Missouri Nehri boyunu takip etmeleri oldu.
Amerikan kollektif bilincinin yalnız ve korkusuz kahramanlarına en iyi örneklerden
olan bu kaşifler, daha sonraki yıllar için toprakların genişlemese büyük hizmet
verecekler, Western sinemasında kahramanlaştırılacaklardı. Batıya yerleşme ve
bölgeyi ehlileştirme çabasının en önemli yatırımlarından birisi de 1825 senesinde
New York’tan Kuzey Amerika’nın Beş Göl’üne kadar 584km’lik yapay bir su yolu
olan Erie Kanalı’dır. Kanal’ın buradan sonra Missouri Nehri’yle birleşerek batıya
doğru olan ilk ulaşım hattını oluşturması düşünülmüştü. Bu ulaşım hattı, batının
hammadesinin sanayileşmiş doğu kıyılarınca sömürülmesi anlamına geliyordu. İleride
göreceğimiz iç savaşın politik ve ekonomik nedenlerinden olacak olan Kuzey’in fazla
gelişmesi, bu şekilde sağlama alınıyordu.

Bu dönemde bir çok girişimci Pasifik kıyılarını çevreleyen Rocky ve Sierra–Nevada


Dağları’nda çıkan büyük altın yatakları için bölgeye hücum etti. Aileler de ucuza
aldıkları topraklarını işlemek için bu iç bölgelere doğru göç ettiler. Kuzey
Amerika’nın batısına doğru olan büyümesi böylelikle başlarken; vahşi batı kültünün
doğmasına sebep oldu. Dönemin edebiyat eserleri batıya yapılan serüvenleri, oraların
zenginliğini, burada yaşayan yerli halkın kültürünü anlatan eserlerdi. Mark Twain’in
Huckleberry Finn ve Tom Sawyer gibi karakterleri daha yazıldıkları yıllardan beri;
batıyı, macerayı, girişimi öven yapısıyla, sinemanın Western filmlerine benzer bir
şekilde; bir ulus-uygarlık kurmacasına girişmişlerdi bile. Sinemadaki karşılıkları da
vahşi batının kurgusal dünyasında yol alan merkez karakterler; cowboy, mountain
man, pioneer[12] gibi cesaret, fiziki dayanıklılık, girişimcilik ve ahlaki yücelik gibi
erdemlere sahip kişiler olmuştu. Gönen, bu kişilerin vahşi batının fethi destanında
temel bir kişilik olarak var olabilmeleri için; toplumla özdeşleşebilen kolektif bir figür
olmaları gerektiğini söyler.[13] Amerikan bireyselciliğinde olduğu gibi bir ulusal
sözcü olarak görev alarak, her zaman ve her durumda insiyatif kullanıp bireyselciliği
ve kahramanlığı sivriltmişlerdir.

Filmler bunu yaparken toplum tarafından suçlu olarak adledilen tipleri


kahramanlaştırmayı ve böylelikle Freudyen anlamda bir “suçluya özdeşleşme”
yaratma çabasına giderler. Suçluyla özdeşleşme; kendiliğin korkulan şeye
dönüşmesini sağlarken; aynı zamanda da korkunun haz verici bir güven duygusuna
dönüşmesine yardım eder. Bu şekilde anksiyetenin geriliminden kurtulan izleyici;
hem saldırgan hem de kahraman rolüne girer. Özdeşleşme ve içselleştirme
mekanizmalarındaki çifte kazanç, saldırganın yerinin alınmasıyla pekişmektedir.
Suçla özdeşleşmeyi, egonun korku karşısında haz ilkesini çalıştırmaya yarayan bir
savunma düzeneği olarak da görebiliriz. İzleyici bu şekilde kendi içindeki saldırgan
dürtülerini risk almaksızın boşaltım yoluna gider.[14] John Ford’un Stagecoach
(Posta Arabası, 1939) ile başlattığı bu anlatısal trik, batının fethinin izleyicinin
egosunda yeniden yaşanmasını daha keyifli kılar ve filmin sonunda suçlu olanın
aklanmasıyla adalet duygusu yaratarak, batının fethedilmesini haklı kılar. Filmlerde
“kötü”ler de, bu kahramanların kötücül doppelgangerleri olarak karşımıza çıkarlar.
Toplumda sahip olduğu konumu kahramanınkinden yüksektir, ancak yine de
yükselmek için hırsla doludur. Filmin sonundaki düelloya kahramanla karşı karşıya
gelmeleri gerekir. Metin Gönen’in ifade ettiği gibi kötünün kahramanca
cezalandırılarak başlangıçtaki dengeli durumun sağlanması bir tür dramatik
zorunluktur. Vahşi batıda henüz bir hukuk, adaletten bahsedilemez. Uygarlıktan uzak
bu geniş topraklarda adalet yalnızca silahlar ve yumruklarla sağlanabilir.[15]
İç Savaş

ABD; daha sonraki tarihlerinin ve şimdiki durumunun da gösterdiği gibi, devralınan


bazı sıkıntıların ve çözülmemiş sorunların yüklenmişti. Bunlardan en önemlisi ırkçılık
meselesiydi. Kuzey Amerika’nın güneydoğusundaki geniş pamuk tarlalarını sürmek
için kolonizasyonun ilk yıllarından beri bölgeye Afrika’dan köle getiriliyordu.
Köleliğin bölgenin tarıma dayalı yapısını sürdürmesi açısından hayati bir önemi vardı.
16. Başkan olan Abraham Lincoln öncülüğündeki büyük kalkınma yıllarında ABD,
temel insan hak ve özgürlüklerinin savunucusu olarak eşitlik anlayışının yerleştiği bir
düzenle Avrupa uluslarına örnek teşkil ettikleri düşüncesiyle; Güney kolonilerin zenci
tutsakların çalıştırmasına karşıydı. Diğer taraftan köle sahibi kimselerinen değerli
topraklarda siyasal denetim oluşturmaları da Kuzey’in işine gelmiyordu.[16] 1861-
1865 yılları arasında kölelik sistemini kaldırmak isteyen Lincoln önderliğindeki
endüstrileşmiş kuzey eyaletleri ile ekonomisi tarıma -dolayısıyla köleciliğe- dayalı
olan güney eyaletleri arasında Amerika İç Savaşı patlak verdi. Lincoln’ün bir diğer
isteği de bu köleleri özgürleştirip, kuzeyin liberal endüstrisine ucuz işgücü olarak
yerleştirmek vardı. İngiltere’nin de güney eyaletlerinden büyük miktarlarda pamuk
italatı yaparak Kuzey’in tekstil endüstrisini tehdit etmesiyle, Amerikan
Kapitalizminin en önemli kaynağı olan pamuk dışarıya satılmaya başlandı.[17]
Lincoln’e tepki vererek birlikten ayrılmayı göze alan güney eyaletlerinin oluşturduğu
Konfederasyon ile Birlik arasındaki iç savaş böylece ortaya çıktı.

Dört yıl süren iç savaş sonrasında kölelik yasaklandı, ABD bölünmekten kurtuldu ve
kıta üzerinde hızla genişlemeye, ekonomik bakımdan büyük bir ivmeyle büyümeye
başladı. Bu gelişmenin en büyük nedeni olarak, ‘el deymemiş bir kıta olarak’, doğal
kaynakların nüfusu dengelemesini gösterilir. Kıtaya ayak basan göçmenlerin girişimci
ve hırslı yapısı, hiç sömürülmemiş doğal kaynaklarla karşılaşınca, doğal olarak dünya
tarihinin en hızlı gelişmesi burada yaşandı. 1803 yılında 4 milyon civarı olan nüfus iç
savaş yıllarında 31 milyonu geçiyordu. Sonuç olarak 1860’ların sonunda ABD üç
kutba ayrılmış görülüyordu. Pamuk üreticisi Güney, özgür çiftçiler ülkesi Batı ve
hızla endüstrileşen Kuzeydoğu.

Avrupa ile Bağlar, Monroe Doktrini

Amerikan modernitesinin Avrupa’dan bağımsız ilerlemesinin en büyük nedeni; 5.


Başkan James Monroe’nun 1823’de aldığı kararlar gösterilebilir. Monroe Doktirini
denilen dış politikası ABD’nin Avrupa’nın işlerine karışmaması ve hiç bir politik
ilgisi olmaması üzerine kuruluydu. Buna karşılık Avrupa devletleri Amerika
kıtasındaki devletlerin iç işlerine karışmamalıydı. ABD, Avrupalıların bu kıtadaki her
tür sömürgeci faaliyetini düşmanca bir girişim olarak nitelendirecekti. Monroe
Doktirini sonrası diğer Amerika ülkelerinin ABD’ Avrupa’nın gelişen ABD’yle
ilişkin hiç bir yaptırımı kalmamış oldu. Bu doktrin sonucu Güney Amerika’daki
bağımsızlık ayaklanmaları sömürge devletlerce durdurulamadı. Armaoğlu bu durum
sonucunda, ABD’nin Pan-Amerikanizm olarak ortaya çıkardığı bu tutum ile; Latin
Amerika üzerinde ekonomik ve siyasi bir kontrol sağladığını söyler.[18] Teksas’ın
alınması ve Meksika savaşları sonrası beliren sınır, daha sonraki yıllara
Amerikalıların bir kaçış sınırı olan–sinemasında da sıklıkla kullanacağı-, “Meksika
Sınırı” olacaktı.
Bu noktada bu kısa ABD Tarihi’nin en önemli toplumsal, kolektif durumunu ortaya
olan bazı özelliklerden bahsetmekte yarar var. Bunların en önemlisi Amerika’ya göç
eden yerleşimcilerin nesilden nesile içselleştirdiği “Sınır” kavramıdır. İlk koloniler
sert ve vahşi ormanlarını aşmakta zorlandıkları Apalaş Dağları’nı bir tür sınır
belirlemişlerdi. Bağımsızlık sonrasında batının ABD topraklarına katılmasıyla birlikte
bu bilinmeyen topraklar iskana; geniş düzlükleri ve sıradağları sömürülmeye
açılmıştı. Sınır ve genişleme kollektif bilinciyle hareket eden Amerikalılar, vahşi
batıya doğru sürekli bu sınırları genişletme çabası içindelerdi. Bu genişlemenin en
büyük etkeni kuzeydoğudaki liberal kesmin yeni hammadde ve pazar arayışıydı.
Abraham Lincoln bunu çok iyi biliyordu. En büyük hayali iki okyanusu bir araya
getiren bir kıtasal bir tren yolu kurmaktı. Kendi tasarısı iki farklı firmanın, -Union
Pacific ve Central Pacific- iki kıyıdan hareketiyle orta bir noktada buluşmasını, tren
yolunun en hızlı tamamlanma yolu olduğunu ortaya belirledi. Tren yolu doğuda
Omaha’dan başlayıp, batıda San Francisco’ya bağlanacaktı. Tren yolunun yapımında
çalışması için iç savaştan çıkan girişimci askerler düşünülmüştü. Bu toprakları
görmek, buradaki doğal kaynakları sömürmek isteğinde olanlar da işçi olarak görev
aldılar. Sınır kavramı ve sorunu iki büyük okyanusun arasında yer alan bir kıta için
çözülmüş görünüyordu. Ancak Metin Gönen’in belirttiği gibi Amerikan kollektif
bilincindeki sınır devletlerarası ayrımı belirten ampirik-statik bir hat değildir. Ulus-
uygarlıkla vahşi doğa arasındaki imgesel-dinamik bir ufuktur.[19] Öyle ki; Amerikalı
çağımızda uzayı kendine bir hedef-sınır belirlemiş gözükmektedir. Vahşi batının fethi
bu anlamda dönemin Amerika’sında aynı şekilde önemli görülmüştür. Önce posta
arabalarıyla delinen sınır, telgraf hattı döşenmesiyle sabitleşir. Daha sonra kıta içi tren
yolu döşenir, bu yol boyunca yeni kentler, kasabalar kurulur. Gidilen vahşi bölgeler
ve vahşi yerliler ‘ehlileştirilir’. Amerikan modernitesi gittiği yerlerdeki özgür bizon
sürülerini avlar ve büyük hayvan çiftlikleri kurar. Böylece de kapitalist yapısını
sürekli olarak ivmelendirir ve korur.

Bu nedenle de Amerikan modernitesinin sınır üzerinden kendi ufkunu yayma girişimi


yalnızca coğrafi anlamda bir genişlemeyle açıklanamaz. Çünkü Amerika’nın yerli
halkı bu anlamda modern Amerikalılar için beşeri bir sınır oluşturmaya devam
etmektedir. Diğer/öteki kavramı bu baskı unsurlarının ortaya çıkmasına neden olan
farklılığı yaratır. Öteki kavramı, burjuva toplumları için ya görmezden gelerek veya
yok ederek, ya da asimile edip kendilerinin replikaları haline getirerek ele alınmıştır.
Wood’un öteki kavramı altında incelediği diğer kültürler deyişi, ortadaki beşeri sınırı
göstermektedir. Ötekidir. Wood’a göre emperyalist bu asimilasyonu ikiye ayırır,
‘öteki’ kültür eğer yeterince uzaktaysa, kendi toplumsal karakterlerinden mahrum
bırakılarak egzotikleştirilir ya da; Amerikalıların yerlilere yaptığı ‘ötekileştirme’
benzeri bir yaklaşımla elimine edilirler.[20]

Sonuç

Amerikan Sineması, western filmlerinden hız alarak kazandığı fiktif sinematik dilini,
Aristoteles’in Poetika’da belirlediği kurallara dayandırmıştır. Kurgusal yapıtın
yaratacağı kurgusal hakikat ise izleyicisinde kurgusal bir tarihsellik ve düşünce
doğurmaktadır. Western sineması da bu anlamda ABD ulus uygarlığının kuruluşuna
dair kurmaca, gerçek dışı bir sinemadır. Dolayısıyla kurmaca tarih yazımının, hızla
ulusallaşma çabasındaki göçmenler üzerinde büyük bir gücü olduğu görülebilir.
Sinemanın ilk yıllarından beri kendisini hissettiren modern gücü sayesinde -Griffith’in
“bir uygarlığın doğuşu” anlatısına benzer bir amaçla- siyasi bir araç görevi görerek,
göçebe topluluklardan bir toplum yaratma silahı olarak kullanılagelmiş, sonuç
Amerikan ulus-uygarlığını kurmaca bir şekilde yaratması anlamında başarılı da
olmuştur. Kovboy rollerinde sıklıkla gördüğümüz ünlü aktör James Steward’ın dediği
gibi “Western filmleri Amerika’dır.” Öyleyse şu son soruyla yazıyı sonlandırabilirim,
Peki sayın Steward, Amerika, western filmleri midir?

-Kemal Göztepe, İstanbul, Haziran 2010

Kaynaklar

Armaoğlu, F. (2004). 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi. İstanbul: Alkım Yayınevi.

Barrington, M. J. (1989). Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri.


İstanbul: V Yayınları.

Bazin, A. (2000). Sinema Nedir. İstanbul: İzdüşüm Yayınları.

Deleuze, G. (2005). Cinema I. Londra: Continuum International Publishing.

Gönen, M. (2008). Western ve Amerika: Bir Ulus-Uygarlık Kurgusu. İstanbul: Versus


Kitap.

Kakınç, T. (1993). Western Filmleri. Ankara: Bilgi Yayınevi.

Lydenberg, R. (1997). Freud’s Uncanny Narratives. PMLA 112:5, 1072-1086 .

Sander, O. (1995). Siyasi Tarih: İlkçağlardan 1918’e. Ankara: İmge Kitabevi.

Verhoeff, N. (2006). The West in Early Cinema: After The Beginning. Amsterdam:
Amsterdam University Press.

Wood, R. (1985). An Introduction to the American Horror Film. B. Nichols (Dü.)


içinde, Movies And Methods Volume:2 (s. 195-220). Los Angeles: University of
California Press.

[1] Las Casas, 2002, s. 8

[2] Gönen, 2008, s. 15

[3] Deleuze, 2005, s. 152

[4] Bazin, 2000, s.218

[5] Barrington, 1989, s. 92


[6] Sander, 1995, s. 112

[7] Age., s.113

[8] Age., s.113

[9] Age., s.114

[10] Sander, 1995, s. 115

[11] ABD daha sonra, Alaska, Texas, Oregon gibi bölgeleri dışardan satın alma
yoluna gitti. 1781-1867 yılları arasında 1,807,533,440 akr alanı 85,079,222$
karşılığında kendi topraklarına kattı. Ayrıntılı bilgi için:
www.blm.gov/natacq/pls02/pls1-1_02.pdf

[12] ‘Batının fethi’nde bu karakterler Amerikan bilincinin ulusal kahramanlarıdır.


Pioneer, öncü/piyon gibi kıtanın bu bölgesine türlü tehlikelere göz yumarak ilk
yerleşen insanlardır. Kovboylar sığır sürülerini güderek bölgede çalışan tren işçilerine
yiyecek sağlar; Mountain Man dedikleri dağlarda yaşayan insanlar bölgeye çok
hakimdirler izcilik yaparak Amerika’nın büyümesini sağlarlar.

[13] Gönen, 2008, s.19

[14] Lydenberg, 1997, s.1080

[15] Gönen, 2008, s. 22

[16] Barrington, 1989, s. 95 (İç Savaş öncesi 1860 yılında ülkedeki beyazların yüzde
yedisinin tüm kölelerin dörtte üçüne sahip olduğunu aktarmıştır. Bu durum asıl
meselenin köleliğin kaldırılmasından ziyade siyasi otoritenin tek merkezli hale
getirilmesi isteğini akla getirir.)

[17] Barrington, 1989, s. 114

[18] Armaoğlu, 2004, s. 73-74

[19] Gönen, 2008, s. 15

[20] Wood R. , 1985, s. 200

You might also like