You are on page 1of 55

CELÂLÎ FETRETİ

Doçent Dr. M U S T A F A A K D A Ğ

A. 1596 SIRASINDA O S M A N L I D E V L E T İ N İ N U M U M Î
DURUMU
1— İRAN VE AVUSTURYA HARBLERÎNİN UZAMASINDAN
DOĞAN HOŞNUTSUZLUK

İktisadî darlığın bir neticesi olarak, Anadolu'da ve h a t t â Rumeli'de,


içtimaî sarsıntı alâmetlerinin, Kanunî'nin son, senelerinde tehlikeli siyasî
vakalara sebep olduğunu, "çiftbozan reayâ"nın artması yüzünden her
tarafta " l e v e n d â t " türediğini, medrese talebesinin bütün Türkiye'de
birden ayaklandıklarını, memurla halk arasında çeşitli meseleler yüzünden
anlaşmazlık çıktığını ve bu hâdiselerin 1596 yılına kadar geçirdikleri saf­
haları tesbit ve kısmen de makaleler halinde yayınladık 1 . Şimdi, ayni
bilgilere dayanarak, İ r a n ve Avusturta harblerinin, Anadolu'nun 1596 dan*
sonraki durumu üzerinde yaptığı tesirleri kısaca hulâsa edeceğiz:
Osmanlı İmparatorluğu bü söylediğimiz duruma gelmiş bulundu­
ğundan dolayı, 1578 de, İ r a n ' a harb ilânı meselesi devletin ileri gelenleri
arasında münakaşalara sebep olmuştu. Devleti uzun bir harbi göze almıya
sevkeden zaruretleri bilmemekle beraber, Sokullu Mehmed Paşa'nın bu
karara muhalif kalmasının 2 yerinde bir ileri görüşten doğduğunu tahmin
etmek zor değildir.
Celâlî mücadelesi daha K a n u n î devrinden itibaren meydana gelmekle
beraber, I I I . M u r a d zamanında açılan bu uzun harblerin Anadolu hâdiseleri­
nin seyrine büyük tesirler yaptıkları tarihî bir hakikattir. Bu sıralarda yal­
nız içtimaî bünye değil, bizzat devlet müesseseleri de büyük bir değişmeye
maruz bulunuyorlardı. O r d u n u n temeli sayılan timarlı sipahi sınıfının
harbetme bakımından bozulmıya başlaması K a n u n î Süleyman'ın son
zamanlarında iyice hissolunmuştu. Kıbrıs seferinde ise b ü t ü n bütün mey­
dana çıktı. Uzun İ r a n harbleri sırasında devlet âdeta bu askerlerden
ümidini keserek, ücretli asker sayısını arttırmıya mecbur oldu. Bu suretle
bir taraftan ulûfeli asker devletin esas kuvveti oldu; diğer taraftan da, bey­
lerbeyleri ve sancakbeyleri kanunî miktardan çok fazla sekban beslemeye
başladılar 3 . T i m a r erbabının seferden kaçmaları veya gitmemeleri dirlik-

1
Bilhassa şu etüdlere bakınız: Timar rejiminin bozulması, DTCFD, c. III, Sa. 4
Yeniçeri ocak nizamnınnm bozuluşu, DTCFD, c. V, Sa. 3: Medreseli isyanları, iktisat
Fakültesi Mecmuası, c. 11, sa. 14
2
Kareçelebi Zade Abdulaziz, Ravzat'ul-Ebrâr, S. 458
3
Timar rejiminin bozulması adındaki makalemizde izahat vardır: DTCFD, c.
III, Sa. 4
54 MUSTAFA AKDAĞ

lerinin ellerinden alınmasını icabettiriyor; fakat boş kalan tımarlara harbe


yarar kimseler talip olmuyordu. Ümerâ sınıfı, tımarlılar gibi azli ve her
türlü cezayı göze almamakla beraber, onlar da ellerinden geldiği kadar
seferden kalma yollarını arıyorlardı. Tarihçi Âlî bunların, meselâ 1583
sıralarında, müflis bir durumda olduklarını ve sefere âdeta sürüklendik­
1
lerini bildiriyor . Mâlî darlık yüzünden devlet tevcih beratı verdiği ümerâyı
bunun mukabilinde bir hayli ağır vergi ödemiye mecbur ediyordu. Sefer­
den kaçınma gibi haller de bir çok beylerin azline sebep olmaktaydı. Doğuya
ve Batıya geniş salâhiyetlerle yollanan serdarlar, yeter derecede asker
tedariki için, mazûl veya vazifeli demiyerek, "kapısı kuvvetli" beyleri
tercih ediyorlar ve tabii mukabilinde de böylelerine rastgele mansıplar
tevcih ediyorlardı. Mansıbında tutunabilmek veya yeni bir mansıp ala­
bilmek için, "kuvvetli kapı beslemek" beyler arasında bir az da yarış halini
almıya başlamıştı. Ayrıca, Divan'da bir çok rüşvet ve irtikâpla da tevcih
yapıldığı görülüyordu. Bu durumlar ümeranın vaziyetini hayli karıştır­
mıştı. 1596 sıralarında Anadolu'nun her tarafında pek çok mazûl beyler
vardı2.
K a p u Kulları'na gelince, 1559 dan beri Anadolu'nun her tarafında
yerleşme imkânını bulan yeniçeriler 3 , Altı-Bölük sipahileri ve "sair pâdi­
şâh kulları" buralarda ev-bark ve çift-çubuk sahibi olmaları dolayısiyle,
Devletin istediği zamanda, sefere gitmeleri işlerine gelmiyordu. O n u n
için, İ r a n ve Avusturya harbleri sırasında hükümet için mühim bir mesele
de, vilâyetlerde oturan Kapı Kulları'nı sefere gitmiye mecbur etmekti.
Bu harblerde Devlet Ocağa türklerden toplu olarak asker aldığı için,
bu yeniçeri ve hele sipahilerin çoğu bulundukları yerin halkmdandılar 4 .
Celâlî isyanları bakımından İ r a n ve Avusturya harblerinin halk,
bilhassa köylü üzerindeki kötü tesirleri ise çok daha şiddetli olmuştur.
Bu sıralarda harbte işe yarar hizmet ücretli ve gönüllü kimselerden temin
olunduğundan dolayı, bu hususta halkı ilgilendiren bir şey yoktu. Fakat
pek büyük olan harb masrafları tamamiyle reâyâ tarafından ödeniyordu.
Seferler için halktan alınan vergileri iki kısımda toplamak lâzımdır: Birisi
"Tekâlif-i Divâniye", yahut "Avarız" vergileridir ki, bu sınıfa dahil
olanları Devlet kendisi tahsil ediyordu. Diğeri ise, dirlik erbabının, ken­
dilerine verilmiş olan dirlik sahalarından (timar, zeamet, has), K a n u n
gereğince almaları âdet olan vergilerdir ki, bunlar uzun seferler sırasında
kanunî mıkdarlarını aşarak halkın zararına çok vakit bir kaç misli alına-
gelmişlerdir.

1
Âlî, K ü n h ü ' l - A h b a r , Nuruosmaniye Yazması, N o . 3407, S. 554
2
Selânikî, Nuruosmaniye yazm. N o . 3133, Yaprak 340 ve 3 4 3 : K â t i p Çelebi, Fez­
leke, C.l, S. 289; Hele şu ferman b ü t ü n bu hususu t a m a m i y l e m e y d a n a k o y m a k t a d ı r :
Ankara Etnografya Müzesi, A n k a r a sicilleri, N o . 6, S. 258
3
T i m a r Rejiminin bozulması adlı makalermize bak. D T C F D , C. I I I , Sa. 4
4
Bu mevzua âit şu m a k a l e m i z : Yeniçeri ocak nizamının bozuluşu, D T C F D , C.
V, Sa. 3
CELÂLÎ FETRETİ 5.j

En geniş olan Pâdişâh haslarından, en küçük olan bir sipahi veya kale
eri timarma kadar, şahıslara maaşlarına bedel olarak terk olunmuş vergile­
rin kanunî miktarlarından fazla ve usulsüz tahsil olunmalarının bir netice­
si olarak doğan memur-halk anlaşmazlığının tarihi hayli eskidir. Fakat,
bilhassa bu son uzun harb yıllarında mesele hakikî bir mücadele ve düşman­
lık mevzuu olmuştur. " K a n u n ve şer'e muhalif" fazla vergi almaktan
çıkan dâvaların mahkemelere aksettirilebilenlerinde halkın hemen daima
haklı çıktığı, yani, memurların fazla vergi aldıklarının şâbit olduğu gö­
rülmektedir. Bu gibi hallerde, kanunsuz hareket eden memura tertip olu­
nacak cezanın fermanla tâyini gelenek olduğundan, kadı sadece hâdiseyi
tesbit ile merkeze bildiriyordu. Beylerin veya herhangi bir dirlik sahibinin
fazla vergi alması devletin otoritesini sarsacak bir hâdiseye sebep olmadıkça,
sırf bu suçtan dolayı memurun azli cihetine gidildiği hemen hemen görülmü­
yor. Şikâyet umumî ise, gidilen yol kadıya, 'hukuk-ı fukarayı iade" ettir­
mesi için emir vermekten ibarettir. Merkezî otoritenin kuvvetli olduğu bu
sırada " ü m e r â " hakkındaki bu müsamahanın sebebi meydandadır.
Çünkü, devlet, harp zaruretleri dolayısiyle, "kapısı kuvvetli beylere" dâima
itibar ediyordu. Bu suretle de ümeranın halktan kanunsuz vergi almalarına
kendisi zımnen razı olmuş bulunuyordu. Bununla beraber, kanun ve şer'
hilâfına reayadan sekiz on misli vergi alınması öyle kolay kolay temin olu­
namıyordu. Her şeyden evvel, bir hûdiseye meydan vermeden geniş halk
tabakalarının itirazlarını yenmek ve hattâ, sırasına göre ölümü göze almak
lâzımdı. Esasen pek çok köylünün vergi verme kudreti tükenmişti. Ayrıca,
merkez tarafından büyük bir itimada sahip olan kadılarla uğraşmak lâzım
geliyordu. O halde, bu kadar zorluklara rağmen beyleri kanunsuz hareket
etmeye ve devleti de bu hususta az çok müsamahaya sevkeden tarihî âmiller
nelerdir, bunun söylenmesi icabeder.
Ümeranın yapacakları hizmetlere ve sosyal hiyerarşideki mevkilerine
göre, kendilerine tâyin olunan has gelirlerinin mikdarları XIV. ve XV.
Asırlarda tesbit olunmuştu, ve 1596 yılına gelindiği zaman da, hemen
hemen hiç değişmemiş bulunuyordu. Halbuki, hizmet erbabının borçlu
oldukları hizmetleri ve sosyal itibarları eskisinin aynı kaldığı kabul olunsa
dahi, Osmanlı maliyesinin ve vergi sisteminin kurulmasında temel ölçü
olan akçenin geçirdiği kıymet değişikliği devlet hizmetinde olanların
çok zararına olmuştu. Bu durum hakkında bir fikir edinmek için akçenin
kıymetleri üzerine bazı rakamlar vereceğiz:
İkinci Bayezid zamanında 100 dirhem gümüşten 280 akçe kesilirken,
1596 sıralarında aynı mikdar gümüşten 950 akçe kesiliyordu. Tabiî ak­
çenin itibari kıymeti de ayar düşmesiyle beraber inmiş, bir filori altununun
resmî rayici 35 den 120 akçeye çıkmıştı. T a m kuruş da 30 dan 80 akçeye
yükselmiş bulunuyordu. Halbuki Osmanlı malî esasları ve vergi sistemi
akçenin bu kıymet değişmesine katiyyen uyamamış, vergi kanunları ilk
kondukları zamandaki şekillerini muhafaza etmişlerdir. Meselâ, Fâtih
Sultan Mehmed devrinde iki koyuna bir akçe resm-i ağnam alınıyordu.
56 MUSTAFA AKDAĞ

O zaman bir koyun 20 akçeye, iki koyun ise 40 akçeye, satılabilmekteydi.


Bundan takriben 150 sene sonra da, resm-i ağnam gene iki koyuna bir akçe
olarak kalmıştı. Halbuki, bu sıralarda bir koyun ortalama 100 akçeye, iki
koyun ise 200 yüz akçeye satılır olmuştu. Hayvanın fiyatı eskisinden beş
misli fazlaya çıktığına göre, adı geçen verginin de 5 akçe olması icabederdi.
Hulâsa, dirlik erbabının nakid olarak almakta oldukları bütün vergiler
bu suretle sabit kaldığından, akçenin düşmesi bakımından resmî değere
göre üç defa azalmış demektir. Yalnız, reayadan mahsul olarak alman
vergilerde bir artış olması tabiidir. Çünkü, meselâ buğday bile eski fiyatına
nazaran 1596 sıralarında iki üç misli yükselmiş bulunmaktaydı. Hulâsa
eskiden muayyen bir sancağın beyine takdir olunan 300 bin akçelik has
kanunnamelerde hiç değişmeden muhafaza edildiğine göre, ayni sancağın
1596 sıralarındaki beyi de nazarî olarak aynı mikdarı alıyordu, demektir.
Halbuki eşya fiyatlarında görülen yükselmeler hesaba katılmasa bile,
I I . Bayezid devrinin 300 bin akçesi 7500 floriye müsavi iken, I I I . Mehmed
devrinin 300 bin akçesi ancak 2500 flori etmekteydi.

Gerek devletin ve gerek sefere gitmekle vazifeli olan dirlik erbabının


(beyler ve timar sahipleri) her sefere çıkışta yapmıya mecbur oldukları
masrafların, XV. Asra nazaran XVI. Asrın sonlarında ne kadar yüksek
olabileceği hakkında bir kanaat edinmek üzere, cebeli için ödenmesi lâzım
olan insan ücretinin seneliği 600 akçeden 3000 akçeye çıktığını, o zaman
150-200 akçeye alınan bir katır veya iyi bir atın bu sıralarda 2500-3000
akçeden aşağı alınamadığını düşünmek kâfi gelir 1 .

Akçenin böyle mütemadi kıymet düşüklüğüne uğramasına karşı,


devlet malî kanunlarını değiştirmeyerek aynen muhafaza etmiştir. Dirlik
erbabı (bilhassa beyler) ise, söylediğimiz sebeplerden dolayı vergileri kanunî
mikdarlarına göre almıya razı olmıyarak yükseltmişlerdir. Giderek bu
işin çığırından çıktığı, devletin pek aldırış etmemesi neticesi, beylerbey-
leri'nin ve sancak beylerinin maiyyet memurları ve hasların başında bu­
lunan voyvodaların halkı zorla soymıya başladıkları görülmüştür. Vergi
defterlerinin ve kanunnamelerin bu kadar uzun ömürlü olmaları dolayı-
siyle, ödiyecekleri vergilerin mikdarlarmı pek iyi bilen reaya memurların
bu yolsuz hareketlerine karşı şiddetle itiraz ediyorlardı. Devletin kendisi
için almakta olduğu avarız vergileri de eskisine göre on misline yakın
artırılmıştı. Fakat âvârız vergilerine âit bir kanunname yoktu; her sene
ihtiyaca göre bu vergilerin mikdarı fermanla tâyin olunuyordu ve merkez­
den defterle yollanan "âvârız eminleri" ile kadılar tahsilatı birlikte yapı­
yorlardı. Dikkate şayandır ki, halk bu vergilere itiraz etmemekte-, yalnız
kadılarla eminlerin şahısları için aldıkları "mübaşir akçesi"nin fazlalı­
ğından şikâyet etmekteydiler.

1
Bu hususta bilgi için şu makalelerde tafsilât vardır: Osmanlı İmparatorluğunun
kuruluş ve inkişafı devrinde Türkiyenin iktisadî vaziyeti, Belleten, Sayı: 51 ve 55
CELÂLİ FETRETİ 57

Bu hususta son söz olarak denebilir ki, en ziyade İ r a n ve Avusturya


harbleri yüzünden 1596 sıralarında, halk, eskisine bakarak ortalama on
misli vergi ödemek zorunda bulunuyordu. Halbuki, iktisadî b u h r a n d a n
en çok zarar gören köylülerin ödeme güçleri, aksine, sıfıra doğru düş­
mekteydi.
Görülüyor ki, beylerin ve askerin devamlı surette sefere gidip gelme­
leri yüzünden memnuniyetsizliklerine mukabil, halk ta ağır vergiler altında
kendilerine karşı kin duymıyâ başlamıştı. Anadolu'nun her tarafında fazla
vergi aleyhine, toplu halk ayaklanmaları meydana geliyordu. Beylerbeyi-
lerinin ve sancak beylerinin zulümlerine karşı olan bu hareketlere rağmen,
cebrî vergilerini almak zorunda olan bu beylerin maiyyet memurları (kapu
ağaları) artık beylere âit resimleri almıya giderken, b ü t ü n bir köyün veya
bir kaç köyün birden toplanmış halkıyle çarpışmaya varır gibi, kalabalık
maiyyetlerle dolaşmakta idiler. Büyük Celâlî grupları, köylülerin, maiyyet
memurlarına karşı durmak için bir araya gelmeleri değil, tersine, maiyyet
memurlarının köylüleri, sözde itaate almak için, başlarına daha kalabalık
derecede sekban toplamalarından meydana gelmiştir ki, ileride bu ciheti
vakalara dayanarak göstereceğiz.

2— ANADOLU'DA İDARÎ TEŞKÎLÂTIN KARIŞMASI

XVI asrın ortalarından itibaren, Anadolu'da, sosyal sınıflar arasın­


daki düzenin sona erdiğini, medreselilerin topluca ayaklanmayı âdet
edindiklerini, "alçak hallü" tımar erbabının, "levendât"ı yanlarına alarak,
ilk küçük Celâlî bölüklerini bunların kurmuş olduklarını, nihayet, böyle
bir durumda bulunurken meydana gelen Şehzade Bayezit isyanının idarî
bakımdan mühim değişme yapılması neticesini verdirmiş olduğunu evvelce
bir kaç etüdümüzde izah etmiştik .
Vilâyetlerdeki idarî teşkilâtın nasıl karışık bir hal aldığını anlaya­
bilmek için, evvelâ normal devrin idare tarzını kısaca söylemek lüzumludur.
O n u n için, meselâ K a n u n î devrinin sonlarında vilâyetlerin idare şeklini
tetkik edelim:
Osmanlı İmparatorluğunda " A n a Memleket" teki idarî taksimatın
temeli kadılıklar idi. Başlarında adlî ve idarî yetki sahibi birer kadı bulunan
kazalar (yahut kadılıklar), birbirlerinden tamamiyle ayrı olarak merkeze
bağlı idiler. Osmanlı merkeziyet rejiminin en sağlam tarafını kazaların
bu şekil idarî durumları teşkil ediyordu. Asayişin sağlanması ve askerî
idare yönünden ise, kadılıklar böyle bir bağımsızlığa sahip değillerdi.
Bir kaç kadılığın asayiş ve askerî idaresi birleştirilerek sancak beyi denen
bir şahsın üzerine verilmişti. Sivil idare bakımından bir j a n d a r m a âmiri

1
Şu makalelere bakınız: Dil ve Tarih Fakültesi Dergisi C. I I I . Sayı: 4 ve C. V,
Sayı: 3; Ayrıca, İktisat Fakültesi Mecmuası, G. XI, Sa. 14 de "Türkiye Tarihinde İçtimaî
Buhranlar serisinden Medreseli İsyanları" adlı makale.
58 MUSTAFA AKDAĞ

mevkiinde olan sancak beyi "sancak merkezi" kabul edilen bir kadılıkta
oturur, diğer kadılıklardaki asayişi muhafaza için oralara subaşıları tâyin
ederdi. Sancak beyi sancağını teşkil eden bütün kadılıklarda bulunan
tımarlı sipahi askerlerinin sefere götürülmesine de memur idi ve bunların
komutanı mevkiinde bulunuyordu. Sancak beyi âsâyiş temini mukabilinde
mücrimlerden " c ü r ü m ve cinayet resmi" denen bir vergi almakta olduğun­
dan dolayı, mahkemelerle sıkı sıkıya alâkalı idi. Çünkü, " c ü r ü m ve cinayet
resmini" kadının hükmetmesi lâzımdı. İdarî ve adlî bakımdan kadılıklar
doğrudan doğruya merkeze bağlı oldukları gibi, âsâyiş bakımından da
sancaklar aynı suretle merkeze bağlı bulunuyorlardı.
Askerî bakımdan bir kaç sancak vilâyet (yahut eyalet) denen daha
büyük bir birlik teşkil ediyorlardı. Bu sancaklardan birisinin sancak merkezi
"paşa sancağı" adı ile vilâyet merkezi idi. Burada, bu sancaklar gurupunun,
yani vilâyetin askerî şefi olan beylerbeyi otururdu. Bütün vilâyetteki tımar­
ları tevcih etme salâhiyetine sahip olan beylerbeyinin bu kakımdan büyük
bir ehemmiyeti vardır; aynı zamanda vilâyet merkezi olan "paşa sancağı"
nın da sancak beyi makamında idi. Bundan başka, sancak beyleri ile
reaya arasında anlaşmazlık çıktığı veya kadı ile beyin arası açıldığı hallerde,
-merkezin müsaadesi şartiyle- beylerbeyi, vilâyetinde bulunan diğer bir
sancağa da, böyle ihtilâfları hal için, karışabilmekte idi. " U m u m üzere
teftiş" için merkezin verdiği fermanla bütün vilâyet içinde beylerbeyinin
"ehl-i fesat teftişi" yaptığı da görülmekle beraber, bu gibi hallerde reayaya
çok zulüm olduğu anlaşılarak, sonradan bu türlü fermanlar verilmez ol­
muştu.
Beyler, sancaklarındaki asayişi " k a p ı l a r ı n d a " bulunan sekbanlarla
korurlardı. Bunların başında " k e t h ü d a " , "subaşı", kaymakam, "bölükbaşı"
adı ile söylenen maiyyet memurları vardı ki, beyler bunlar vasıtasiyle iş
görmekte idiler. Beylerbeyi ve sancak beyleri bu maiyyet memurlarını
"vilâyet divanı çavuşu", " z a i m " ve "tımarlı sipahi" gibi dirlik erbabın­
dan tâyin etmekte idiler. " Ü m e r a " , sekban ile sefere giderken, sancakla­
rının başına maiyyet memurlarından birer kaymakam bırakırlardı. Asayişi
korumak için de sancağın "alçak hallü" sipahilerinden 30 veya 50 kişi
seferden alıkonularak, beyin kaymakamına yardım ederdi. Görülüyor ki,
sancakların asayişi tamamiyle tımarlı sipahinin üzerinde bulunuyordu.
1553 den 1596 ya kadar geçen zamanda girişilen uzun harbler ve
Anadolu'da çıkan mühim iç hâdiseler tımarlı sipahilerin askerî ve idarî
fonksiyonlarını çok zayıflattı. Bunların ordudaki rolleri beylerin sekban­
larına ve devletin yeni bir tarzda tedarik etmeye başladığı kapukulu asker­
lerine 1 geçti 2 . Anadolu'nun asayişini temin vazifesini de, Bayezidhâdi-
1
" D e v r i ş m e " d e n e n usûl az çok devam etmekle beraber, artık bu sıralarda " i h t i d a d a n
7 akça ulufe ile" T ü r k halkı arasından d o ğ r u d a n doğruya yeniçeri ve sipahi ocaklarına
binlerce k a p u k u l u kaydolunarak b u n l a r doğru sefere yollanırdı.'
2
Yeniçeri ocak nizamının bozuluşu" adındaki makalemizde bilgi vardır. Dil ve
T a r i h Coğrafya Fakültesi dergisi C. V, sayı 3
CELÂLÎ FETRETÎ 59

sesinden beri, yavaş yuvaş, fiilen yeniçerilerle altı-bölük halkı yapar olmuş­
lardı. Beyler, cürüm ve cinayet resimlerini bunların elinden kurtarmak
ve kanunsuz vergilerini cebren toplayabilmek için, yukarıda saydığımız
maiyyet memurluklarına çok vakit yeniçeri ve bilhassa "sipah zorbası"
almaya başladılar. Bu suretle, 1596 sıralarında ümerânın ekseriyeti sefer­
lerde bulunduklarından dolayı, Anadolu tamamiyle bu kapukullarından
türeme maiyyet memurlarının idaresinde bulunuyordu. Beylerbeylerinin
ve sancak beylerinin kethüdaları, kaymakamları ve subaşıları sıfatiyle,
bölük bölük sekbanları» başında oldukları halde, dolaşarak umumî Celâli
bayrağını çeken bu âsi maiyyet memurlarının çoğu altı-bölük sipahisi idiler
ki, ilerdeki bahislerde bu mühim ciheti tetkik edeceğiz.
Beylere âit bulunan " c ü r ü m ve cinayet" resimlerinden dolayı, asayişin
muhafazası hususunda sancaklar ayrı birer hükümet gibi idiler. Bir san­
cağın beyi ve onun adamları bitişiklerindeki sancağın toprağına katiyen
geçemiyorlardı. H a t t â kendi sancakları içerisinde bulunan "serbest" hak­
kını haiz olan dirlik ve vakîf topraklarına dahi girmeye yetkileri yoktu 1 .
XVI. asrın ortalarındanberi suhtelerin ve Celâli bölüklerinin faali­
yetleri yukarıda anlatılan asayiş düzenini bozmuştu. Çünkü, bu âsi gruplar
yalnız türedikleri çevrelerde değil, daha uzaklarda da dolaşıyorlardı. Bazan
bir kaç sancağı birden geçerlerdi. Bunların peşlerine takılan "eşkiya ser­
darları" yahut, bir sancağın maiyyet mumurları "eşkıyaları" takip ederek
bir çok sancaklara giriyorlar, ve tabiî, mücrimleri veya mensuplarını ya­
kaladıkça " c ü r ü m ve cinayet resmi" almayı ihmal etmiyorlardı. Bu hal
" t o p r a k subaşılarının", yani, âsilerin bağlı bulundukları yerin asayiş
memurlarının itirazına, hattâ, bazan silâhla mâni olmaya kalkmalarına
sebep oluyordu. Celâlî isyanları henüz devriye bölüklerinin faaliyeti
safhasında iken, bu sancak ve vilâyet hudutlarını geçme işi oldukça mühim
bir dâva idi. Meselâ R u m beylerbeyisinin bölükleri Kırşehir ve Aksaray
taraflarına hep tecavüz eder dururlardı; Celâlî fetreti başladığı sırada,
beylerbeyisine ağa olan altı bölük halkından birisi yüzelli sekban ile
Kırşehir'e hücum etmiş, arkasından gene altı-bölük halkının idare ettik­
leri beylerbeyi bölükleri gelmekte devam ederek, buralarda büyük bir
korku yaratmışlar ve halkı " c ü r ü m ve cinayet resmi" bahanesiyle soy­
muşlar, pek çok da insan öldürmüşlerdi 2 . Hele her beylerbeyinin kendi
vilâyetine maiyyet memurlarını, birer kuvvetli bölük ile, devre çıkar­
ması bu sıralarda daimî bir hal almış gibi idi. Halbuki bunların paşa
sancağından harice çıkmaları diğer sancak beylerinin haklarına ve yetki­
lerine tecavüz sayılmak lâzımdı.

1
'Serbest kaydıyle has veya zeamet olan köy grupları içlerinden en büyüğüne
bağlı olarak nahiyeleri teşkil ediyorlardı. Buraların asayişini koruma vazifesi dirlik sahibi­
nin voyvodasına ait idi. Nahiye hangi kadılık dahilinde ise oranın kadısı bu durumda
olan yerlere birer naip tayin eder. Vovvodanınn hareketlerinin "şer'e" uygun olup olmadı­
ğını bu naibe kontrol ettirirdi.
2
İstanbul, Başbakanlık arşivi, Divan kayıt defteri, No. 132, Yaprak 130.
60 MUSTAFA AKDAĞ

1596 sıralarında durum o kadar karışmıştı ki, idarî gelenek ve kanun


diye bir şey kalmamıştı. Kasabalardaki ve şehirlerdeki kethüdayerleri,
ve bilhassa yeniçeri serdarları sancak beyinin işini âdeta paylaşmışlardı.
Bunlardan başka, merkezden Anadolu'ya asker sürmeğe ve yahut her­
hangi bir vazifeye yollanan çavuş, kapıcı veya bölük zabitlerine, geçecekleri
sancaklara ait bir çok dâvaların halli de veriliyordu. Hele müfettiş
olarak yollanan paşalar pek geniş selâhiyetlerle hareket ederek hayli
karışıklıklara yol açıyorlardı; kalabalık maiyyetleriyle geçtikleri kasaba, şehir
ve köylere misafir olmaları halka ağır masraflara mal oluyordu.
Kadılıklara ve kadılara gelince: kadıların vaziyetinde daha iyi bir
kararlılık görülmektedir. Öyle "sancak beyleri gibi" sık sık azlolunmuyor-
lardı. Tevcih beratlarındaki müddetlerini umumiyetle ikmal ediyorlardı;
berat müddetini birtirmeden azlolunanlar çok azdı. Bunun sebebi de
kadıların tâyininin kazaskerler vasıtasiyle yapılmasının şart olmasıdır;
çünkü, böyle bir halden dolayı, serdarlar, "orduy-ı h ü m a y u n " namına
hareket ederek kadıları tâyin etmek imkânını bulamıyorlardı
İ r a n ve Avusturya harbleri sırasında kadıların idarî işleri çok fazla
olmuştu. Pek çok kadılar at üstünden inmiyorlardı; "tekâlif-i divaniye" y i 2
kendileri toplamak kürekçileri yahut nüzul zahiresini istenen yere bizzat
götürüp teslim etmek zorunda idiler. Ayrıca, il-erleri'yle beraber, eşkiya
takibine de çıkıyorlardı. Bu vaziyette adlî işlerini ihmal etmeleri yüzünden,
Yerlerine bıraktıkları naibler bir çok yolsuzluklar yapmaya fırsat bulu­
yorlardı.

3— 1596 DA C E L Â L İ FETRETİNİN BAŞLAMASI

Büyük Celâlî mücadelesinin yarım asır içinde nasıl doğduğunu ve


geliştiğini, 1596 da, Eğri seferi açıldığı sırada birden bire ne suretle büyük
bir kriz halinde Anadolu'nun her tarafını kapladığını yakında çıkacak diğer
bir etüdde göstereceğiz. Celâlî isyanları için katî bir safha ifade eden bu
yıldaki durumun bir tablosunu çizelim:
Adalet fermanlarına dayanan Anadolu halkının, kadılar idaresinde,
kendilerini korumaya karar vermeleri ve "il-erleri"nden teşkil ettikleri
bölüklerin başlarına ileri gelen kimseleri "yiğitbaşı" tâyin etmeleri, her
tarafta, maiyyet memurlarını ve "sekban bölükleri"ni devre çıkmaktan
vazgeçmeye zorlamıştı. Fakat yanlarındaki kalabalığı beslemek zorunda
olan bu memurların hareketsiz kalmalarına imkân yoktu. Çünkü bölükba-
1
Kadıaskerlerin sefere gitmeleri âdet olmadığından, bütün ilmiye mansıpları bir
tek kanaldan tevcih olunmakta idi. Halbuki diğer mansıplara hem iki taraftaki ser­
darlar ve hem de padişah doğrudan doğruya kendisi tayinler yapmakta olduklarından
bir çok karışıklıklar olmakta idi.
2
Bunlar: nüzul bedeli ve nüzul zahiresi, sürsat bedeli ve sürsat zahiresi, kürekçi
bedeli veya kürekçi erleri.
CELÂLÎ FETRETİ 61

şılar idaresinde sağlam birer teşkilât halinde birleşmiş bulunan "leven-


d â t " ve sekbanlar için devre çıkmak zarurî bir geçim yolu olmuştu.
Bununla beraber, askerin ve beylerin mühim bir kısmı Eğri seferinde
olduğundan, Anadolu ve K a r a m a n vilâyetlerinde, maiyyet memurlarına
ve Celâli bölüklerine karşı halk t a r a f n d a n kurulan korunma birklikleri
muvakkaten vaziyete hâkim oldular. R u m (Sivas) vilâyetinde ise, bilhassa
beylerbeyinin maiyyet memurları kendilerini devre çıkmaktan men'e kalkan
reayayı yıldırmak için umumî harekete geçtiler. Böylece, ilk büyük Celâli
fırtınası b u r a d a n koptu.
1596 seferine çıkılırken, Sivas'ı muhafazaya yollanan eski beylerbey­
lerinden Ahmet Paşayı bu vilâyetteki şehirlerin ve kasabaların halkı kabul
etmiyerek, paşanın sekbanlarına kapılarını kapamışlardı. Ahmet Paşa halkı
zorlamaya cesaret edemedi ve yerinde oturmayı kabul etti. Fakat, seferde
olan beylerbeyinin Sivas'ta oturan kaymakamı, reayayı itaate almak
bahanesiyle bütün sancaklara kuvvetli devriye bölükleri çıkarmaya baş­
ladı. Çorum taraflarına Canfeda Oğlu lâkabını taşıyan Timurtaş adında
bir altı-bölük sipahisi 1 , Bozok'a Ferruh Bölükbaşı ve arkasından Kürt
Şeref adında bir "sipah zorbası", Amasya'ya M a h m u d Bölükbaşı, Kır­
şehir taraflarına da, gene altı-bölük halkı idaresinde iki bölük devre çık­
tılar. Beylerbeyinin bu soyguncu bölükleri halka dehşet veriyorlardı. Bil­
hassa Bozok'ta kanlı çarpışmalar oluyordu. Bura Cadılıklarından Sorgun
köylerinin halkı hayvan sürülerini ve harmanlarını ortada bırakarak
Amasya sancağına sığınmışlardı 2 .
K a r a m a n ve Anadolu vilâyetlerinde ise, aksine olarak, reaya kadılar
idaresinde, adalet fermanlarını ele almışlar ve kurdukları milis teşkilâtı saye­
sinde "ehl-i ö r f ü , yani maiyyet memurlarını hareketsiz bırakmışlardı. Halk­
tan türeyen bir yiğitbaşı veya herghangi bir nüfuzlu kimse, ahaliyi başına
toplamak suretiyle, hükümet idaresi aleyhine ayaklanıyor, sancak bey­
lerinin ve maiyyetlerinin mallarını yağma ettiriyor, kendilerini sanacaktan
sürüp çıkarmaya teşebbüs ediyordu. Kastamonu, Ankara, Balıkesir, Ay­
dın ve Teke taraflarında buna benzer bir çok hâdise olmakta idi.
Eğri seferi için, Anadolu'nun her tarafından, hükümetin nüzul za­
hireleri veya bedellerini toplatmaya başlaması, ve hele her has sahibinin
kendi haslarına "sefer levazımı" ve kanunsuz vergiler toplatmaya adamlar
yollaması halk üzerinde son kötü tesirleri yapmıştı. K a r a m a n vilâyetinde
"sefer levazımı tedariki" adı altında yapılan soygunlara karşı büyük bir
isyan patlak verdi; halk, ilk defa, burada suhtelerle birleştiler
K a r a m a n isyanına, azlolunan beylerbeylerinin ve sancak beylerinin
açıkta kalan binlerce "kapı halkı" (sekbanları)da karıştılar. Böylece hareket
genişledi. Âsilerin şefi, son Selçukî hükümdarı Sultan Alâeddin'in neslinden
1
Canfeda Oğlu hakkındaki vesikalar, Çorumlu dergisinde, sayı: 3 ve 4
2
Bu hâdiseler hakkında gelecek etüd'ün son kısım hâdiseleri; ayrıca: Başbakanlık
arşivi divan kayıt defteri, No. 132, yaprak 130
62 MUSTAFA AKDAĞ

olduğunu ileri sürerek padişahlık iddia etmeğe başladı. Halbuki zamanın


ruh haleti buna müsait değildi. Belki de bu cihetin yardımı ile isyan bas­
tırıldı. Bu mühim hâdiseyi Selânikî gayet kısa kaydetmiş olduğu için, şim­
1
dilik fazla bilgi vermek mümkün değildir .
Aynı sıralarda bir başka hâdise de Kütahya taraflarında geçti.
Bu sancağın Altıntaş nahiyesinde zeameti olan dergâh-ı âlî çavuşu ve
vezirâzam İbrahim Paşanın "defterlû a d a m l a r ı n d a n " Bayram adında
birisi, "Sinan Paşa adam yazmak için Anadolu'ya vardığında yazdığı eşkiyayı
sipah oğlanı ve silâhtar ve cebeci ve topçu" bölükleri halinde başına top­
lamış, defterde isimleri olup da gelmek istemeyenlere hakaret ve işkence
ederek işe başlamış idi. Bir müderrisi ve bütün ev halkını öldürmek suretiyle
zengilere karşı giriştiği cinayetler halk arasında büyük bir korku yarattı.
Pek çok insanların kanını dökmekte idi. Bütün o tarafın kasabalarından
ve şehirlerinden İstanbul'a bu hususta feryat mahzarları yağıyor; hattâ
hususî adamlar gidiyorlardı. Kadıların hemen hepsi arzlarında, "mezkûr­
ların haklarından gelinmezse Celâlî şeklinde bir azîm fitnenin zuhuruna
bâis olur" demekte idiler. Bayram hakkında ferman çıkarak, zeametinden
azlolunduğu ve ele geçirilerek katlolunması emrolundu; fakat, Eğri seferi­
nin telâşı içinde, araya İstanbul muhafızı Hasan Paşa girerek katline mâni
oldu ve adamlariyle beraber kendisini Eğri seferine yolladı 2 . Daha Ana­
dolu'nun bir çok taraflarında hakikî yeniçeri ve altı-bölük halkı veya ken­
dilerini kapıkulu gösteren bir takım kimseler bölüklerle dolaşarak Eğri
seferine hazırlık yapmakta olduklarını ileri sürmekte ve halktan at, katır,
deve gibi hayvanlarını zorla almakta idiler.
Aşağı yukarı bütün Anadolu'nun sancaklarında bunlara benzer
hâdiseler arkası arkasından süratle çıkmakta idiler. Köy halkının çoğun­
luğunu teşkil eden fakir insanlar devamlı surette yağmacı bölüklere katılı­
yorlardı. Bu yüzden, maiyyet memurlarının ve Celâlî şeflerinin yanlarındaki
sekban sayıları binleri aşıyordu. Halkın arzusu ile teşkil olunan "il-erleri'-
n i n " başında bulunan yiğitbaşılar bile, bölükleriyle beraber Celâlî olmakta
idiler. Meselâ suhtelere karşı uzun zamandanberi yiğitbaşı olarak kendi­
sini tanıtan Neslioğlu, bu vaziyetinden faydalanarak, köylülerin başına
geçmiş, Afyonkarahisar ve İsparta taraflarında en mühthiş bir Celâlî
olmuştu. Kastamonu ve Çankırı taraflarına şöhret salan Urgancıoğlu
Mehmed Pehlivan da aynı şekilde idi. Artık, ne halk ve ne de hükümet,
"il-erleri'ne ve yiğitbaşıİarma fazla" güvenmiyorlardı.
Hulâsa, o zamanın yazı diline "Celâlî Fetreti" diye geçen büyük kriz
Eğri seferinin açıldığı 1596 yılı yazından itibaren başlamıştı. Yukarıda
misâl olarak verdiğimiz hâdiseler, çeşitli karakterde vakalar gibi görünme­
lerine rağmen, hepsi de birer "levendât" veya resmî tâbiri ile, "sekban"
baskını idiler, ve menşelerini de köy halkının iktisadî bir çöküntü içine
düşmelerinden alıyorlardı.
1
Selânikî, Nuriosmaniye yazması, No. 3133, yaprak. 222.
2
İstanbul, Başbakanlık arşivi, Divan kayıt defteri, No. 136, yaprak 34 ve 39.
CELÂLÎ FETRETİ 63

4 — " E Ğ R İ SEFERİ F İ R A R İ L E R İ " N İ N CELALİ İSYANLARINDA


TESİRLERİ MESELESİ

Gerek doktora tezi olarak hazırladığımız, yayınlanacak tedkikte vardı­


ğımız netice ve gerek burada şimdiye kadar verdiğimiz bilgi, Celâli ayak­
lanmalarının Karayazıcı ile başladığı hakkındaki kanaatin yanlışlığını
ortaya koymuştur. Bu suretle, Eğri seferinde yapılan yoklamada bulunma­
dıklarından dolayı " f i r a r i " sayılarak takibe uğrayan 30 bin sipahinin
Anadolu'ya geçerek "Celâlîlerin zuhuruna sebep oldukları" yolundaki
iddianın yersiz olduğu anlaşılmış oluyor.
Evvelce söylediğimiz gibi, 1596 ya kadar her vilâyet ve sancakta, devriye
bölüklerine dayanan maiyyet memurlariyle ve bunların içinden Celâli
olanlarla, halk arasındaki mücadele bazan hafif, bazan şiddetli, fakat
dağınık bir şekilde devam edip dururken, Eğri seferinin ilân olunduğu
bu yıldan itibaren bu halk-memur (ehl-i örf) mücadeleleri birdenbire geniş­
lemiş ve büyük bir iç h a r b haline gelmiş bulunmakta idi. Aceba hâdise­
lerin, birden bu kadar süratle büyümesinde "firarilerin" bir tesiri yok
mudur? Buna cevap vermeden önce, "seferden firar" meselesinin mahiyeti
ve genişliği üzerinde durmak zarurîdir.
Bir defa, tımarlı sipahilerin yoklamada bulunmaması, yahut sefere
gitmekten kaçınması ilk defa 1596 da görülmüş bir olay değildir. Daha
Yavuz Selim'in Şah İsmail üzerine açtığı İ r a n seferi sırasında, K e m a h ' t a
yapılan yoklamada bir çok tımar erbabının sefere gelmedikleri, bir kıs­
mının yerlerine başkalarını gönderdikleri, bazılarının da bedel yolladıkları
anlaşılmıştı. " K a n u n üzere" bunlara düşen ceza, seferde bulunmayanların
dirliklerinin alınması ve birer yıllık mahsullerinin (yani topladıkları öşür
ve resimlerin) hazineye zaptından ibaretti l . K a n u n î ' n i n son yıllarında
tımarlı sipahilerin ne vaziyetlerinden ve ne de tımarlarından memnun
olmadıkları hâdiselerle sabit olmuştu 2 . Hele Kibrisin zaptı sırasında, se­
ferden firar edenlerin büsbütün arttığı görülüyordu 3 . İ r a n ve Avusturya
harbleri devamınca, yalnız tımarlı sipahi değil, Anadolu'da oturan ve
miktarları tımarlılardan aşağı olmayan kapıkulları da seferden kaçınmaya
başlamışlardı. Bu askerleri ne beyler ve ne de başlarındaki şefleri yerlerinden
kımıldatamıyorlar, merkezden gelen sefer emirlerine aldırış eden olmuyordu.
Artık her sefer ilânında "Anadolu'nun üç koluna" da ayrı ayrı "asker
sürücüleri" yollamak âdet olmuştu. Askeri sefere gitmeğe mecbur etmek
için, kadılar, ümera kaymakamları, köy kethüdaları, imamlar, hatipler

1
Topkapı Müzesi arşivi, Edremit şer'iye sicilleri, No. 1, yaprak 36
2
Ali, Kanunî'nin memleket fethi arzusundan bahsederken, tımar erbabı hakkında
"eğer fıkarâ-yi sipahin zaaf hallerini tasavvur etmeseler bir an payitahta gelmezler ve yıl­
larla serhadlerde kalırlar idi" diyor: Künhülahbar, Nuruosmaniye yazması, No. 1407
s. 323.
3
Tımar rejiminin bozulması adındaki makalemizde bilgi vardır: Dil ve Tarih-Coğ-
rafya Fakültesi dergisi, c. I I I , sayı: 4 de.
64 MUSTAFA AKDAĞ

çevrelerindeki kapıkullarını yola çıkarmaya memur oluyorlardı. Bütün


tedbirlere rağmen seferden kalanlara, "padişah kulu" gözüyle bakılmaması
için reayaya ilânlar yapılmakta idi. Böyle bir zor altında kalan a l t ı b ö l ü k
sipahilerinin ve yeniçerilerin, bilhassa Avusturya seferlerine varmamak
için, son başvurdukları çare, ağalariyle beraber, yollarda, şehir ve kasaba­
larda fazla eğlenmek, çadırlarda vakit geçirmek ve bu suretle "sefer mev­
simini" atlatmak idi. Bazan Bursa şehri Anadolu'dan gelip de sefere geç
kalmak için ayak sürüyen askerle dolup taşıyordu. Askerin Macaristan'a
gelip yetişmediği hakkında "ordu-yı hümâyun serdarlarının" kopardıkları
feryat üzerine, İstanbul'dan bir asker sürücü çıkarılarak "yollarda eğle­
nenlerin çadırlarını başlarına yıkıp iki konağı bir edip tez sefer mahalline
eriştiresin" diye eline bir de ferman verilir, başka bir şey yapılamazdı.
Avusturya seferlerinin, askerlerin sefer mevsimini kasten yollarda,
çadırlarında geçirmeyi âdet haline getirmelerinden dolayı uzayıp gittiğini
Ferhat Paşa, İstanbul'da kaymakam bulunduğu sırada serdar vezirâzam
Sinan Paşaya yazdığı mektupta acı bir dil ile ifade etmişti 1 .
Bunları kaydetmekle şunu söylemek istiyoruz: 1596 da gerek kapı
kullarının ve gerek tımarlı sipahilerin, daha doğrusu her sınıf askerin bir
çoklarının Eğri seferine emirsiz olarak iştirak etmemeleri veya harb sahasın­
dan kaçmaları ilk karşılaşılan bir hâdise değildi; geçen seferlerde de
aynı haller görülmüştü. Esasen I I I . Mehmed'in bu sefere bizzat gitmeye
karar vermesinin en mühim sebebi bütün askeri, tam kadro ile ve zamanın­
da, Avusturya cephesine yetiştirerek harbi zaferle bitirmek ümidi idi.
Bütün gayretlere rağmen, hem tımarlı sipahilerden ve hem de kapı-
kullarından pek çoklarının her türlü cezayı göze alarak gene seferden
kaldıkları, bir çoklarının yollarda eğlendikleri ve bir kısmının da harb
karışıklığı sırasında doğrudan doğruya kaçtıkları muhakkaktır. Pâdişâhla
birlikte sefere gitmiş bulunan İbrahim Peçevî, I I I . Mehmed'in cülus bahşişi
verdiği 80 bin kişiyi aşan kapıkulundan 50 binden fazlasının Eğri seferine
gitmiş bulunduklarını, vilâyet askerlerinin de yüz bin değil ise elli-altımş
bin kadarının seferde mevcut bulunmuş olduklarını tahmin etmektedir 2 .
Eğer Peçevî'nin verdiği bu rakamlar hakikate yakın ise, her iki sınıf as­
kerden de, ortalama otuzar bin kişi seferden kalmış demektir. Fakat, vilâyet
askerlerinin yüzbin ve k a p ı k u l l a r ı n ı n seksen bin kişi olarak ifadesi şüphe­
siz, devletin resmî defterlerine dayanmaktadır. Çünkü kapıkullarından
sayıları binleri aşan bir zümre vardı ki, şehirlerde ve kasabalarda kasap­
lık, fırıncılık vesair esnaflık ediyorlar; köylerde ortakçı veya, çiftliklerin
sahibi olarak, geniş mikyasta, çiftçilik ve hayvancılık ile uğraşıyorlardı.
Yaşlı başlı olan ve geniş birer işin başında bulunan bu insanların zaten
hiç harbe iştirak ettikleri yoktu. Esasen bu gibileri, kapıkulluğu sıfatını

1
Kaymakam Ferhat paşanın vezirâzam Sinan paşaya 20 Ramazan 1002 (1594)
tarihli mektubu: Başbakanlık arşivi, mühimme: 7, S. 307.
2
Peçevî, C. II, S. 203.
CELÂLÎ FETRETİ 65

ulufesi için değil, kendilerine temin ettiği hukukî imtiyazlar için taşıyorlardı.
Çünkü "padişah kulu" vergiden muaf idi ve mahkemeler kendisini mu­
hakeme ve tevkif salâhiyetini haiz değillerdi. Eğer devletin elinde hakika­
ten harble mükellef 80 bin ulûfeli askeri bulunsa idi, şarka ve garbe her
ordu çıkarılışında kapıkulu boşluğunu doldurmak için ihtidadan 7 akça
ulufe ile binlece insanı ocağa ve bölüğe yazmağa ne imkân ve ne de lüzum
görülürdü. Çünkü serdarlara koşulan kapıkulu miktarı umumiyetle on bine
bile varmıyordu.
Tahminen yüz bin kişi kabul olunan vilâyet askerlerinden, ümeranın
şahsî askerleri olan sekbanlar çıktıktan sonra, tımarlı sipahilerin ne kadar
tuttuğunu bilmiyoruz. Yalnız, bunlardan da pek çokları resmî defterlerde
tımarlı sipahi görünmekle beraber, hakikatte her biri bir kaç tımarı birden
elinde toplamak imkânlarını bularak, bu dirliklerinin mahsulünden sırf
bir mültezim gibi istifade eden, fakat iltizam bedelini, devlete değil de,
nüfuzlu bir takım ricale rüşvet olarak veren ve bu yolla geniş kazanç yol­
ları bulan kimselerdi. Bunlar da, kapıkullarının iş tutan zümresi gibi, hiç
bir sefere gitmiyor, hükümet çok sıkıştırdığı zaman, "bedel vermek" veya
"cebeli yollamak" gibi kaçamak vasıtalarla yakalarını kurtarıyorlardı.
1596 da, harbi kaybetme tehlikesi geçirmiş olmanın verdiği psikolojik
tesirle yapılan Eğri seferi yoklaması, sefere gelmiyenleri, veyahut harb
meydanından kaçanları cezalandırmak adı altında yapılmış olsa dahi,
hakikatte tımarlı sipahilerin defter üzerindeki nazarî mevcutları ile ordunun
eli altındaki hakikî mevcutlarını birbirinin aynı yapmak gayesini güttüğü
meydandadır; yani, bu vesile ile devlet, rical hizmetkârlarına vesair as­
kerlikle ilgisi olmayanlara geçen tımarları bu gibilerin ellerinden kurtarmak
istiyordu. Bunun en kuvvetli delili, kapıkullarından sefere gelmeyenlerin
ve firar edenlerin miktarları da tımarlı sipahilerden az olmadığı halde,
kapıkulu kadrolarında yapılan yoklamanın üzerinde durulmamış olmasıdır.
Esasen her iki sınıf askerden de yoklamada bulunmayanların evvelki sefer­
lerde görülen noksanlardan farklı olacakları tahmin olunamaz. Yalnız,
bu defa padişahın sefere çıkmış olması, "seferliler" kadrosunu geniş tutmayı
icabettirdiğinden, " f i r a r i " rakkamının bir az yüksek olması tabiidir.
Hâdisenin bu sefer bu kadar büyütülmesinde, Avusturya seferinin
açılmasından sorumlu olduğu rivayet olunan Sinan Paşanın da mühim
rol oynadığını tahmin etmek mümkündür.
Hükümetin binlerce dirlik erbabını azl için bu yoklamayı bir vesile
yapmak istediği şundan da bellidir ki, yoklamayı "seferliler defterinden"
yaptırması lâzım gelirken, imparatorluğun umumî tımar defterleri üzerin­
den yaptırmış, bu suretle, sefere memur olmayan ve hattâ donanmaya,
Bağdat muhafazasına ve Eflâk seferine -ki bu sonuncular mühim yekûn
tutuyorlaıdı- memur olanlar da tımar defterinden silinmişlerdir. Bu gibi­
lerin böyle haksız bir azli tanımak istememeleri üzerine dirlikleri iade
olunmuştur.
1
Başbakanlık arşivi, divan kayıt defteri: No. 129, yaprak 6,8, 32, 35.
66 MUSTAFA AKDAĞ

Eğri yoklamasında tesbit edilen firarilerden Rumeli yakasından


olanların "firari defterleri" elde mevcuttur ki, bu defterin içinin tetkiki de
1
bize bu hususta kıymetli malûmat verecektir . Adı geçen defterde, firar
edenlerin isimleri, tımarlarını teşkil eden köy gruplarının "baş ' kariye-
leri", tımarlarının akça tutarları ve bu dirlikler kendilerinden alındıktan
sonra kimlere tevcih olunduğu açık bir surette gösterilmiştir. Firariler
arasında tımarı altı binden aşağı olanlar sayılı denecek kadar azdır; buna
mukabil, dirlikleri 20 bin ile 50 bin akça arasında olan zaimler büyük
bir ekseriyeti teşkil ediyorlar; 60 bin akçalı zaimlerin bir kaç kişi olduğu
görülmektedir.
Bu defter bize ispat etmektedir ki, firari sayılanların çoğu yaşlı başlı
ve mütemadiyen " t e r f i " alarak 20 bin akçayı aşmış zaimlerdir. Hakikatte
ise, bunların hemen hepsi, yalnız Eğri seferine değil, uzun zamandanberi
hiç bir sefere iştirak etmiyorlardı; her biri fazla mal ve mülk sahibi olmuş­
lardı; zeametlerine birer mültezim gibi tasarruf ediyorlar ve ricalin himaye­
sinde bulunuyorlardı. Bir çokları da gene "ricalin dairesi halkından" idiler
Firarilerden boşalan tımar dirliklerinin yeni kimselere verilmesinde
takip olunan yol dahi yoklamaya ait bu tahminimizi teyit etmektedir:
Hükümet elde ettiği bu binlerce açık tımarın tevcihinde hazinenin mas­
raflarını azaltma bakımından büyük faydalar temin etmeyi düşünmüştür.
Bu suretle binlerce yeniçeri, sipahi, ulûfeli çavuş, müteferrika ve serhad
kulları (yeniçeri, fâris, azab, gönüllü) ulufeden tımara çıkarılmışlardır.
Bunların hepsinin de ulufelerinin yüksek olduğu dikkati çekmetedir. Meselâ
ekserisi 20 ile 50 akça arasında idi, ve hele 30 ile 40 akça arasında olanlar
büyük bir yekûn tutuyordu. Hazinenin yükünü hafifletmek ve bilhassa,
yerlerine daha az ulufe ile, seferde çok işe yarayan yeni kul yazmak gaye­
siyle hareket edildiği anlaşılan bu geniş ölçüde ulufeden tımara aktarma
muamelesi evvelki kanun ve nizamlara pek uymuyor. Kapıkullarından
isteyenleri tımara geçirme âdeti K a n u n î devrindenberi yerleşmiştir. Gaye
de, ulufeleri yükselmiş olanlardan İstanbul'da kendilerine daha fazla
terfi kadrosu bulunamıyanlara zeamet vermek suretiyle bu mahzurun
önüne geçmek idi. Böylelerine, "ulufeleri hazineye kalmak şartiyle" tımar
verilirken, beratlarına" sülüsân üzere" kaydı muhakkak konuyor ve bu
suretle, meselâ, on beş akça ulufesi olan bir yeniçeri, on beş bin akçalık
yerine, on bin akçalık tımara geçiriliyordu 2 . Bu defa ise "sülüsân üzere"
kaydı yalnız ulufeleri 20 akçadan yukarı olanların beratlarına konmuş,
fakat hiç birisinin, bu kayıt dolayısiyle, dirliğinin zeametten aşağı düşmesine
meydan verilmemiştir 3 . Ulufeleri 20 akçadan aşağı olanların beratlarına

1
Başbakanlık arşivi, Kâmil Kepeci tasnifi, divan tahvil kalemi, No. 347
2
Buna ait bilgi için, tımar rejiminin bozuluşu adındaki makalemizde bilgi vardır:
Dil ve Tarih-Coğ. Fakültesi dergisi C. I I I sayı: 4
3
Bundan anlaşıldığına göre, 20 ile 30 akça arasında ulufe alanlara dahi "sülüsân
üzere" kaydı konmamıştır. Çünkü, konduğu takdirde bunların dirlikleri 20 binden
aşağı düşer ve zeamet olamazdı.
CELÂLÎ FETRETİ 67

ise, " k a n u n l a r ı n d a n iki bin ziyadesiyle" yahut üç bin ziyadesiyle, vesair


kayıtları ilâve olunmuştur ki, bu suretle, meselâ, 6 akça ulufesi olan bir
yeniçeri iki veya üç bin ziyadesiyle sekiz veya dokuz bin akçalık tımara
1
geçirilmiştir . Görülüyor ki, maziye ve mevcut geleneğe nazaran bu sı­
ralarda ulufeye karşılık tutulan tımar miktarı iki mislinden de fazlaya
çıkarılmıştır. Tabiî b u n u n en büyük sebebi dirliğe çıkacak yeniçerilerin
itirazlarına yer bırakmamak ve onları memnun etmekti; çünkü bu sıralarda
tımar dirlikleri itibarlarından çok kaybetmişlerdi.
Bütün bunları anlatmakla göstermek istediğimiz cihet şudur: 1596
da alevlenen Anadolu hâdiselerinin Eğri seferi firarileri tarafından çıkarıl­
dığı yolundaki vekayiname kayıtları ve ondan sonra devam eden buna
benzer görüşler tarihî realiteye uymamaktadır. 1596 ile 1610 yılları ara­
sında geçen büyük "Gelâlî Fetreti"nde yalnız Eğri seferi firarileri olan sipa­
hilerin değil, umumiyetle tımar erbabının katiyen baş rolü oynamadıklarını,
mücadeleye karışan sınıflar arasında çok tâli derecede kaldıklarını ileride
göreceğiz. Yalnız, buraya şu kadarını ilâveye lüzum vardır ki, Karayazıcı'nm
etrafında toplanan kalabalık arasında her sınıftan olduğu gibi tımarlı
sipahilerden olanlar da az değillerdir; fakat bunların Eğri yoklaması ile
alâkaları yoktu; çünkü mazûl olmadıkları, "Celâlî yanına varanların günah­
ları afvolunması" dolayısiyle, bir çok kimselerin dirliklerine müdahale
olunmaması için aldıkları emirlerden anlaşılmaktadır 2 .
Hulâsa, Eğri seferi yoklamasında tesbit edildiği anlaşılan "30 bin
firarî"nin azlolundukları hakkındaki kararın, hakikî sipahilerden, bu rak-
kama nisbetle, çok azını açıkta bıraktığı muhakkaktır ve hükümet de
bunu böyle hesapladığı için bu karara cesaret etmiştir, çünkü, 1553 de
ve bütün I r a n harbleri sıralarında görülmüştür ki, toplu sipahi azillerine
başvurulmaması devletin tecrübe ile kabul ettiği bir prensipti 3 .

B- İ Ç T İ M A Î S I N I F L A R I N M Ü C A D E L E D E K İ D U R U M L A R I

1 — MEMURLA H A L K I N ANLAŞMAZLIĞI, ALTI-BÖLÜK ZORBALARI,


BÖLÜKBAŞILAR

Celâlî mücadelesinin doğuşundan 1596 ya kadar olan safhasını in­


celediğimiz evvelki eserimizde, içtimaî sınıfların hâdiseler karşısında
durumları tamamiyle tesbit olunmuştur. Fakat, "Celâlî Fetreti" olarak ele
aldığımız meselenin bu safhası daha baştan itibaren o kadar karışık ve
mühim hâdiselerle cereyana başlamıştır ki, bu yeni durum içinde içtimaî
sınıfların yerlerini tekrar gözden geçirmeye ihtiyaç vardır.
Mücadelenin XVI. asrın ortalarındaki safhasında, yani başlangıçta,
Anadolu'da ve h a t t â Rumeli'nin, Türk nüfuslu kasaba ve köyleri itibariyle
1
Başbakanlık arşivi, divan kayıt defteri. No. 130 (bu defter tamamiyle böyle mu­
amelelere aittir.)
2
Başbakanlık arşivi, divan kayıt defteri, No. 150, s. 75
3
Bu hadiselere ait malûmat yakında çıkacak başka bir etüdümüzdedir.
68 MUSTAFA AKDAĞ

sosyal ve ekonomik hayatı Anadolu'ya çok benzeyen geniş bir sahasında


başlıca huzursuzluk unsurları, çift bozan reayadan ve aileyi terkeden genç
erkeklerden türeyen " l e v e n d â t " ile vazifesizlik yüzünden medreselerde yı­
ğılan "suhtevât" idi. Bu sıralarda harbten bıkmış vaziyette olan ve beyler
gibi reayayı soymak için ellerinde salâhiyetleri de bulunmayan tımar
erbabı da iktisadî perişanlık yüzünden itaatsizliklerini genişletmeye başlı­
yorlardı. Bilhassa "alçak hallû" olan sipahilerin levendlerden pek farkları
yoktu.
Yarım asrın geçmesi sırasında, suhtelerin bölükler halinde geniş
sahalarda ayaklanmaları Celâli mücadelesinin gelişmesine esaslı surette
yardım etmekle beraber, levendât ve tımarlı sipahileri dairesine alamamış,
tek başına devam eden ayrı bir hâdiseler serisi karakterini muhafaza
etmiştir. " L e v e n d â t " ise, evvelâ devletten memnun olmayan tımarlı
sipahilerin etrafında toplanarak ilk küçük Celâli bölüklerini kurmuşlardı.
Gittikçe işe " m u k a t a a l a r ı " tutan mültezimler ve bilhassa beylerbeylerin
ve sancak beylerinin maiyyet memurları olan kaymakamlar, kethüdalar
ve subaşılar da karıştıklarından dolayı, levendler etrafında toplanacakları
yeni unsurlar bulmaya başladılar. Gene levend bolluğunun neticelerinden
olarak, I I . Selim'in tahta çıktığı zamandan i t i b a r e n , Anadolu'nun
gittikçe içine sürüklendiği içtimaî düzensizliğe yeni bir sınıf insanlar
daha karışıyorlardı ki, bunlar da kapıkulluğu iddia edenlerdi. Yalancı
kapıkullarından "yeniçeri ve acemi oğlanı namına olanlar"m da müca­
delede aktif rol oynadıkları hemen hemen görülmemiştir. Yaptıkları
bütün uygunsuz hareketler, kulluk imtiyazlarına güvenerek şunun bunun
malını türlü bahaneler altında elinden almak ve etrafta soygunculuk
etmek gibi bir nevi mütegallibelik i d i 2 . Buna mukabil, altı bölük halkın­
dan olduğunu iddia ile "sarı ve kırmızı bayrak götürenler"in Celâlî
isyanlarında büyük bir önemleri vardır. Altıbölük halkının, "sipahi hiz­
metkârı" almaya salahiyetli olması dolayı siyle bu kimseler, tımarlılar veya
maiyet memurları gibi aynı suretle, yanlarına levend toplamak imkânını
buluyorlardı. Yalnız, bunların levendleri sekban d e ğ i l . . . "Sipahi oğlanı"
veya "sipahi hizmetkârı" görünmekte ve altı bölüğe mahsus kisve giy­
mekte idiler.

Önceleri Celâlilere karışmayarak uzun müddet suhteler gibi kendi


başlarına faaliyette bulunan bu "bayrak kaldıran bölükler", 1596 sıraların­
da çok artmış bulunuyorlardı. Sarı ve kırmızı bayraklarla gezen yüzlerce
bölük Anadolu'nun her tarafında görülmekte idi.
1
Bu hadise hakkında: Yeniçeri nizamının bozuluşu adındaki makalemiz: Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi dergisi G. V, sayı: 3
2
Köylere dağılan muhtelif kapıkulu sınıflarının veya kapıkulluğu iddia edenlerin
reayadan ne gibi garip usullerle para, hayvanat ve erzaklarını aldıkları 23 Haziran 1599
(29 Zilkade 1007) tarihili bir fermanda tasvir olunmuştur: Bak. Ankara Etnografya Müzesi,
Ankara sicilleri, No. 6, s. 258.
CELÂLİ FETRETİ 69

Celâli Fetreti devamınca bunların adetleri azalmış olmakla beraber,


hemen her zaman mevcut olmuşlar ve ayrı hüviyetlerini muhafaza
etmişlerdir. Celâlîlere karışanları ise şüphesiz bayraklarını ve elbisele­
rini çıkarıyorlardı.
Uzun İran ve Avusturya harbleri sırasında hükümet Anadolu'­
dan grup grup yeniçeri ve "sipah ve silâhdar" kaydederek cephelere
gönderdiği için, kapıkullannm sancaklardaki mikdarları pek artmış,
fakat kontrolları aksine azalmış idi. Bu vaziyetten dolayı, altıbölük
halkından geçinenlerin soyguncu ve isyankâr hareketleri az zamanda
hakikî altı-bölük halkına da sirayet etti. Celâli Fetretinin başladığı
sıralarda "sipah ve silâhtar" bölükleri kuvvetlerini "levendat" ile
de artırarak gezmeye başladılar. H a t t â ileri gelen "sipah zorbaları"
beylerin maiyet memurluklarını ellerine aldıklarından dolayı "sipah
ve silâhdarları" maiyyetlerine alıyorlar ve ümeranın sekbanları yerine
bunları kullanıyorlar, soygunlarda halka dehşet veriyorlardı. Hele
1602 de sipahilerin İstanbul'da çıkardıkları isyanın kendi mağlubi-
yetleriyle sona ermesi üzerine, Anadolu'ya geçerek Karayazıcı ağalı­
ğını yapmış olan arkadaşlariyle birleşen zorbalar Ankara, Konya,
Kütahya, Bursa, Balıkesir, Manisa, Aydın taraflarında "Celâli Fetreti­
n i n " cereyanına yeni bir istikamet verdiler. " S i p a h zorbası yağması"
yahut "sipah sürgünü" diye halk dilinde meşhur olan bu mühim hâdiseler
" b ü y ü k kaçgun" devrine ait olduklarından, onları ileride tetkik edeceğiz.
Büyük sekban dalgalarının asıl sevk ve idarecisi olan ümerâ
maiyyet memurlarına gelince, bunlar, suhte, tımarlı sipahi ve kapıkulları
gibi müesses bir sınıf teşkil etmiyorlardı. Normal zamanlarda beylerin,
kendilerine hizmet edecek maiyet memurlarını dirlik erbabından (tımarlı,
sipahi, vilâyet divan çavuşu, zaim) seçmekte olduklarını ve idari
gelenek bozulduktan sonra, kapıkullannm dirlik erbabının yerine geç­
tiklerini yukarıda söylemiştik. Arkası arkasına tertip olunan seferlere
lâzım olan yeniçeri ve sipahi ihtiyaçlarının Anadolu'dan yazılan
levendlerle karşılanması dolayısiyle, Türk ahali arasında altı-bölüğe
karşı büyük bir rağbet uyanıyordu. Fakat, bu, ulufeden faydalanma
gayesiyle değil, kulluk imtiyazlarını elde etmek için idi. Sipah ve silâhdar
yazılanlardan çoğu ne sefere gidiyorlar ve ne de ulufe için İstanbul'un
semtine uğruyorlardı. Diğer bir kısmı ise hakikaten seferlere gidiyorlar,
fakat döndükten sonra bölüklere yerleşemediklerinden maada, ulufe
de alamıyorlardı. Buna rağmen sipah oğlanlığmdan vaz geçmiyorlardı.
Bunun yegâne sebebi, hukukî imtiyazlardan faydalanma meselesi yanında
bir de maiyyet memuru olma imkânı sağlamak idi. Hakikaten, sipah
oğlanı yazıldıktan sonra, bir beye maiyyet memuru olmak ve oradan
bir mektup (inha tezkeresi) elde ederek bir sancağa bey tayin edilmek

1
Karaçelebi zade Abdülaziz, bu hâdisede Anadolu'ya kaçarak zorba arkadaşlarına
katılanları 4 bin kişi olarak kaydediyor: Ravzatülebrar, s. 405
70 MUSTAFA AKDAĞ

Anadolu halkı için devlet mansıblarına en kolay ulaşma yolu idi.


Celâli isyanlarının nasıl başladığını bir kaç satırlık kayıt ile ifade etmek
isteyen Selânikî, bir münasebetle, bu hususta şöyle diyor: "Bu esnada
ecanib ve erâzilden bölüklere dahil olup birer tarîk ile seferlere
varmayıp sancak alan ümeraya yetişip ellerine müzevvir ahkâm a-
lıp istihdam olmak için kaldık diye sancak zaptına müsellimler olup
beyleri sefere gidip reayay-ı zaîf üstüne musallat olup cibilliyetlerin­
l
de bütün zulümleri yaptılar" . Türk halkının, bu şekilde, altı-bölük
yoluyla maiyyet memurluğundan sancak beyliğine geçmeleri, ve h a t t â
beylerbeylerinin hizmetinden divan ve saray kulları arasına karışma
imkânlarını bulmaları, formalite bakımından enderim geleneklerine
uydurulmuş gibi görünmekte ise de, hakikatte aykırı idi. Çünkü altı
bölüğe eskiden yeniçeri ileri gelenleri ve hizmet erbabının çocukları
alınır, Anadolu halkı buraya giremezdi 2 .
Her ne olursa olsun, idarecilerin devşirme enderun mektebinden
yetişmesi şeklinde sistemleşmiş olan Osmanlı siyasî prensibini şu hâdi­
senin fiilen yıkmış sayılması lâzımgelir ki, şüphesiz bu hal hem devlet
ve hem de reaya için tarihî bir önem taşımaktadır.
Büyük Celâli mücadelesinde mevcut içtimaî ve iktisadî yapıyı
tahribe hizmet ettiklerinden dolayı "menfi taraf" olarak kabul ettiği­
miz kuvvetleri teşkil edenlerden b i r . d e bölükbaşılar mevcuttur ki, bun­
lar bilhassa "levendât"ı teşkil ve idare bakımından Celâlî isyanları için
birinci derecede mühim bir sınf teşkil ediyorlardı.
Bölükbaşı, ortalama, yüz kişilik bir sekban bölüğünün şefi de­
mektir. Tımarlı sipahi teşkilâtı sağlam iken bir beylerbeyinin sekban­
larının başında ancak bir kaç bölükbaşı bulunabiliyordu. Fakat sonra­
ları beylerin "kapı halkı" yüzleri aşınca bölükbaşılar mühim bir zümre
olarak tanınmaya başladılar. Çünkü, levendler ümerânın veya mai­
yetindeki ağalarının etrafında değil, bölükbaşının etrafında bir birlik
hayatiyeti gösteriyorlardı. Böyle olduğu içindir ki, iyi bir bölükbaşı
bir insandan ziyade kıymetli bir meta yahut iyi bir at gibi ümerâ tarafın­
dan daima aranırdı. Bunun bir neticesi olarak, bölükbaşılar müte­
madiyen maiyyet değiştiriyordu. Bir gün en maruf bir Celâlî şefine
hizmet eden bir bölükbaşı ertesi gün bir sancak beyinin veya beylerbe­
yinin hizmetine geçiveriyordu. Gerek ümeranın ve gerek bizzat bölük-
başıların bölükbaşılık hakkındaki bu ruh haletleri on beş senelik Celâlî
Fetretinde tamamiyle devam etmiştir ki, Celâlî isyanlarında bu pek
karakteristik bir noktadır. Meselâ, Anadolu'nun herhangi bir yerinde

1
Selânikî, aynı yazı, y a p r a k 340.
2
Türklerin mansıblara alınması meselesinin celâlîlerde millî b i r gaye olarak yaşa­
dığını ileri süren Hüseyin H ü s a m e t t i n bu gayenin birinci A h m e d ' i n padişah olmasiyle
tahakkuk ettiğini yazıyor ki, bu görüşünde başlıca celâlî şeflerine boylerbeylik ve sancak
beyliği verilmesine d a y a n m a k t a d ı r : Amasya tarihi c. I I I , Sayfa 367.
CELÂLÎ FETRETİ 71

kuvvetli bir Celâli grupu dağıtıldığı zaman âsi bölükbaşıların dört


bir tarafa dağılarak sancak beylerinin dairesinde kolayca yer buluver-
meleri hâdisesi umumî bir şekilde, her zaman görülmekte idi; halkın
bütün şikâyetlerine rağmen, hükümet, ümerasına emir dinletemiyor ve buna
da mâni olmıyordu.
Bölükbaşılar sekbanların arasından yetiştikleri için, levend sayılmak
lâzımdır. Altı-bölük halkından bölükbaşılığı kabul edenlerin bulunup
bulunmadığını bilmiyoruz. Bölükbaşılardan da beylerin ağalığına (yani
maiyyet memurluğuna) yükselenler var mıdır, belli değil, öyle zannedi­
yoruz ki, bunlar ümera sınıfına geçmek istedikleri takdirde, evvelâ
bölüğe geçmeleri ve oradan bir beye ağa olup, sancak beyliğini bu
yoldan istemeleri lâzımdı. Çünkü, yukarıda da dediğimiz gibi, enderun
geleneği Anadolu'da bu şekilde tatbik ediliyordu.

2— C E L Â L İ FETRETİNDE KÖYLERİN DURUMU

XVI. asrın ortalarındanberi fiilî vakalarla kendisini gösteren


celâli mücadelesinin tamamiyle köy sosyal ve ekonomik bünyesi
içersinde cereyan ettiğini şimdiye" kadar verdiğimiz bilgiler tamamiyle
göstermiş bulunmaktadır. 1596 da başlayan "Celâli Fetreti" ise gö­
rülmedik bir hızla köy formasyonunu tamamiyle tahrip cihetine
yönelmiş bulunuyordu. Bunu daha iyi anlayabilmek için " F e t r e t " t e n
evvel geçen hâdiselerin köy halkı üzerindeki tesir şekillerini gözden geçir­
mek zarureti vardır.
Osmanlı İmparatorluğunu tehdit eden iktisadî buhranın ilk yıkıcı
emareleri köy ekonomik kuruluşunda hissolunmaya başlamıştı:
bir taraftan, kanunnameler aynen muhafaza edilmesine rağmen, ver­
gilerin sekiz on misli tahsil olunmasının âdeta tabiî telâkki edilir
olması, diğer taraftan, buna tahammül edemeyen köylünün para
ihtiyacı karşısında, "murabahacılara " m ü r a c a a t etmesi neticesi olarak,
köy topraklarının m a h d u t insanların tasarrufuna geçmesi ihtimalinin
belirmiş bulunması Türkiye'nin ileri köy formasyonunu bozacak
iki mühim hâdise olmak üzere ortaya çıkıyordu. Ayrıca, köylünün
ihtiyacı olan eşyanın satın alma fiyatları da, meselâ I I . Bayezit devrine
nazaran, 1596 sıralarında ortalama olarak yedi sekiz misli fazla idi.
Ziraî mahsulün fiyatlarındaki fark ise iki devirde 4 mislini geçmiyordu 1 .
Köy çevrelerinde cereyan eden şu hâdiselerin reaya üzerindeki
ilk tepkisi bir çok insanların ziraatten vaz geçerek sağa sola dağılmaları
olmuştu. Daha Kanunî devrinde bile "çift bozan reaya"nın artmış olmasın­
d a n endişe ediliyordu 2 . Celâlî mücadelesinin geliştiği devir olan X V I .
1
Dışarıya çok hububat kaçırılan garbi Anadolu'da ve Bursa ile İstanbul gibi iki
büyük şehrin yan yana bulunduğu Marmara çevrelerinde hububat fiyatları da diğer
eşya fiyatları gibi, hatta onlardan daha fazla bir fiyat farkı ile 4 akçadan 30 akçaya çıka­
rılmıştı.
2
Selânikî s. 75.
72 MUSTAFA AKDAĞ

asır dilinin meşhur olan "levendât" ve "suhtevât"ı tamamiyle köy halkı


arasından türemekte idiler. Ümerânın maiyyet memurları tarafından
istenen salmalar ve vergi eminlerinin sui-istimalleri, ayrıca 'köylere kadar
sokulmuş olan yeniçeriler, sipahiler, h a t t â kadı, müderris, sancak beyi,
çavuş, müteferrika ve sair gene hükümetten olan bir takım isnsanlar
tarafından köylerde çiftlikler tesisi neticesine doğru giden faizcilik,
yarıcılık vesâir iktisadî tazyikler köy halkından bir takım insanları "kapı
a r a m a y a " , yani bir beyin sekbanhğma girmeye mecbur ediyordu. Uzun
harbler ve reaya ile vilâyet memurları arasındaki mücadele ümerayı fazla
sekban beslemeye sevketmiş olduğundan, köyünden ayrılan her " l e v e n d "
kolaylık ile bir " k a p ı " bulabiliyordu. Evveline âit etüdde Celâli mücade­
lesinin birinci derecede rol oynayan bir unsuru haline girdiğini görece­
ğimiz "devriye bölükleri" tamamiyle köyünü terkeden bu insanlardı.
Şu halde köyün ekonomik bünyesinin bozulmasından meydana gelen
bu binlerce insanlar, beylerin sekbanları olarak tekrar köy ekonomisine
musallat oluyorlardı. Hulâsa köyün sosyal bünyesini gene kendisinin ke­
mirmekte olması gibi çok garip bir sosyal hâdisenin cereyan ettiği açıkça
görülmektedir 1 .
Köylünün bu şekilde levend olması hareketi ile muvazi olarak, köy
formasyonunu yeni bir şekle sokma gayesi güden "çiftlikler" kurulması
hâdisesi, yani toprakların m a h d u t ellerde toplanması faaliyeti, başta üme­
rânın ve tahsildarların vergi hususundaki tazyiklerinden hayli faydalandı
ise de, 1596 sıralarına gelindiği zaman sekban bölüklerinin çiftliklere dahi
tecavüze başladıkları görülüyordu. Bir taraftan " ü m e r â n ı n " sekban bö­
lükleri halinde birleşen köylü " l e v e n d â t " m , "yem ve yemek" ve "sekban"
akçası vesair adlar altında, reayanın iktisadî varlığını tamamiyle öldürme
faaliyetleri, diğer taraftan, gene hükümet adamlarından, çoğu kapıkulları,
pasif bir takım hizmet erbabı ve mütekaitler olmak üzere, paralı bir züm­
renin köyde bir nevi toprak aristokrasisi yaratma gayreti, her iki hareketin
de, netice itibariyle Osmanlı devletirîin tarihî köy kuruluşunu tahrip veya
tamamiyle değiştirme neticesini verecekleri aşikâr idi. Fakat, toprakları
büyük parçalar halinde birleştirme hareketi beylerin gezici "levendlerinin"
soyguncu faaliyetleriyle zıd düşüyordu. Çünkü, bu bölükler başlarındaki
• sancak beyini bile kendi gayelerinin icaplarına itaat ettiren hür teşekküller
olmaları itibariyle, buraya girecek köy ferdinin içtimaî statüsü hiç bir
kayda tâbi değildi. Halbuki çiftlik sahibi, köylüyü tamamiyle çoban veya
çiftlik hizmetkârı haline getirmek istiyordu 2 .
Kuruluşunun hususiyetleri itibariyle ileri olarak kabul ettiğimiz köy
sosyal ve ekonomik bünyesinin karşılaştığı, bu dışardan gelme tesirler
ile yıkılması ihtimaline karşı devlet ne gibi tedbirler almıştır? bizzat
köyün kendisi bunlara karşı herhangi bir reaksiyon göstermemiş midir?
1
"Celâli İsyanlarının başlaması"na âit tedkikimizde izah olunacak
2
Bunlar hakkında Belleten Sa. 55 deki makaleye bak.
CELALİ FETRETİ 73

Reayanın çiftini terk etmeye başladığı ilk zamanlarda hükümet


tarafından buna mâni olunma çarelerinin düşünülüp düşünülmediğini
bilmiyoruz. Ancak, beylerin devriye bölükleri ve küçük Celâli grupları
teşekkül ettikten sonra, köy halkını bunlardan kurtarmak ve çiftliklerin
kurulmasını önlemek için hayli vasıtalara müracaat olunmuş, fakat bir
türlü mâni olunamamıştır. Meselâ, ilk zamanlarda kalabalık maiyyetlerle
halkı soymaya çıkan ümerâya veya maiyyeti halkına şiddetli cezalar veri­
liyordu. Fakat gerek devriye bölükleri ve gerek Celâli grupları, esasta
" l e v e n d â t " çokluğundan meydana geldiği için, bunlar bir netice vermiyor
idi. Nihayet, I I . Selim ve I I I . Murad zamanlarında suhtelere şiddetli cezalar
tertip olundu; "il-erleri" denen mahallî milis teşkilâtı geliştirildi. Devriye
bölüklerinin dağıtılması için pek çok emirler verildi. Bununla beraber
hiçbir netice çıkmadı. En nihayet bu sonuncu padişah kadıların ve köylü
reayanın arzularına uyarak devriye bölükleri ile gezen "ehl-i ö r f ü köyle­
rine sokmamaları için bazı yerlerin halkına müsaadeler verdi. Bunun
arkasından, Celâli mücadelesinde pek büyük tesirleri görülen meşhur bir
adalet fermanı yayınlayarak, reayaya, resmen, devriye bölükleriyle gezen
ümerayı ve adamlarını muhitlerine yanaştırmamalarını tavsiye etti.
Yukarıda köy sosyal bünyesine musallat olduğunu söylediğimiz sekban
dalgalarına karşı hükümetin son ve en müthiş tedbiri bu birinci adalet
fermanı olmuştur.
Köyü iktisadî esaret altına almak isteyenlere karşı devletin yaptığı
mücadelelere ait fazla bilgimiz yoktur. Yalnız faizciler için yüzde on ile
on beş arasında resmî bir faiz koymuş, buna riayet etmeyenlere cezalar
verdiğinden başka, faizciliği bir kazanç haline getirerek büyük sermaye
toplayan kimseleri halk şikâyet ettikçe İstanbul'a getirterek kasaplık
yaptırmış ve bu suretle iflâsına sebep olmuştur.
Bununla beraber, tetkik ettiğimiz vesikalarda, her köyü üçer beşer
çiftlik haline getirmeye çalışan bu sonuncu ekonomik hâdisenin fazla akis­
lerine tesadüf edemedik. Halbuki neşrolunan adalet fermanlarında ve
diğer bir takım "hükm-i h ü m â y u n l a r " da, köy formasyonunun bozul­
masına âmil olanlar arasında köyü çiftlik yapmak isteyenlerden de uzun
uzun bahsolunuyor 1 . Ancak, şu ilâve olunabilir ki, ekseriyeti yeniçeriler
tarafından kurulduğu anlaşılan bu çiflikler, yahut üç beş ailenin tarlalarını
birleştirmek suretiyle yapılan geniş ziraat Fetret devrinin birinci safhasında
muvaffak olamamıştır. Çünkü büyük sekban grupları tamamiyle köy­
lerde faaliyette bulunuyorlardı.
Köy sosyal bünyesini bozmakta olan bu hâdiselere karşı doğrudan
doğruya köylülerin gösterdiği reaksiyonlara gelince, köy için en büyük
tehlike saydığımız ümeranın fazla vergi almaları şeklinde görülen "sekban"
soygunlarına karşı şüphesiz çiftçi halkın mücadelesi çetin olmuştur, "il-er­
leri" ve bunların başında bulunan "yiğitbaşılar" önceleri hakikî bir "köyü

1
Meselâ şu adalet fermanlarına bak.: M. Çağatay Uluçay, Saruhan'da eşkıyalık,
vesika 1 ve 37.
74 MUSTAFA AKDAĞ

k o r u m a " teşkilâtı idiler. Bundan başka, köylülerin doğrudan doğruya


memurlara karşı ayaklandıkları da görülüyordu. Hele köylülerin, "ehl-i
örf" hakkındaki şikâyetleri pek fazla olmuştur. Bazan halk kendilerini
silâhla müdafaa için müsaade istiyorlar, fakat hükümet kabul etmiyordu.
Nihayet, Üçüncü Murad, yukarıda söylediğimiz adalet fermanı ile, bütün
Anadolu köylerine "devriye bölüklerine" karşı kendilerini koruma hakkını
tanıyınca; memlekette âdeta bir ihtilâl havası esmeğe başladı. Adalet
fermanlarını ellerine alan halk köylerinin yollarını kapatarak hiç bir ya­
bancıyı geçirmiyorlardı. H a t t â bu hal bir çok mmtakalarda köylülerin
bütün memurlar ve dolayısiyle hükümet teşkilâtı aleyhinde toplu ayaklan­
ma tertip etmelerine kadar gitmekte idi. Tabiî bu gibi haller hükümeti
endişeye düşürdüğünden, sık sık halkın elindeki silâhların toplattırılmasına
başvuruyordu. 1595 sıralarında köylülerin kendi kendilerini silâhla müdafaa
teşkilâtları çok ilerlemiş vaziyette idi; bir çok sancaklarda beylerin ağalan
köylere çıkamaz olmuşlardı. Fakat ümerânın maiyetindeki muazzam
levend yığınlarını uzun müddet hareketsiz tutmaya imkân yoktu. Neticede
köy müdafaaları kamilen yıkıldı. Levend bölükleri âdeta yarım asırlık
bir hazırlıktan sonra köyleri tahrip ile" o zamana kadar köylerinde kalma
imkânlarını bulan diğer levend arkadaşlarını da ayaklanmaya zorladılar.
Bu suretle, iktisadî tazyiklere karşı köy sosyal bünyesinin yaratmaya te­
şebbüs ettiği "köylü isyanı" daha başta muvaffakiyetsizliğe uğrayarak,
onun yerine, büyük ve tahribkâr levend isyanı geçti ki, bunun safhalarını
bundan sonra gelen bahislerde tetkik edeceğiz 1 .

3— BÜYÜK CELÂLI GRUPLARININ BİRLEŞMELERİ :


KARAYACI'NIN ORTAYA ÇIKIŞI

Celâli mücadelesinin, 1596'da, birden genişleyerek bütün Anadolu'yu


büyük bir krize sürüklediğini söylemiştik. Bilhassa köylü reayaya üzerine
saldıran bölüklerin başında altı-bölük sipahileri "beylerbeyisinin ağası"
adı ile hareketi idare ediyorlardı. "Ehl-i örf" ün -yani memurların- "bö­
lüklerle dolaşmaları hükümetçe yasak olunduğundan ve bu hususta halkın
elinde adalet fermanı dahi bulunduğundan, buna riayet etmeyen beyler
ve adamları fiilen Celâlî olmuşlardı.
Aynı yılın sonuna doğru bütün asker ve ümerâ Eğri seferinden dönmüş
oldukları için, sancak beyleri ve beylerbeyleri namına dolaşan sekban
bölükleri daha çok artmış idiler. Ümerâ, görünüşte, merkezin itaatinden
katiyen ayrılmıyorlardı. Fakat kendi namlarına soygunculuk eden maiyyet-
lerini açıktan açığa himaye etmekte idiler. Bir çok sancak beyleri ise,
doğrudan doğruya kendileri bile Celâli şeklinde dolaşıyorlardı. Halk ada­
let fermanlarını ileri sürmekle beraber, hiç kimse dinlemiyor 2 ; Hükümet,
1
Köylerin sosyal ve ekonomik durumlarına ait mühim hâdiseler adı geçen eseri­
mizin son kısmımda anlatılacak.
2
Ankara Etnografya müzesi, Ankara sicilleri, No. 7, sayfa 287.
CELÂLÎ F E T R E T İ 75

bir taraftan, beylerin el altından soyguncu bölüklerini kendilerinin idare


ettiklerini görüyor, buna rağmen bir şey yapamayarak, ancak seferlere
davet ediyordu. Artık devriye bölüklerine karşı "il-erleri" çıkarılması da
bir fayda sağlamamakta idi. Çünkü pek çok yiğitbaşılar da il-erleriyle
beraber halkı soymaya bakıyorlar, mühim hiç bir vazife yapmıyorlardı.
Bu sıralarda Anadolu sancaklarında bir takım insanlara "vilâyet
muhafazası" için fermanlar verildiği ve halka da gönüllü bölüklerinin
teşkili için müsaade olunduğu görülüyor. Fakat bu işin başına geçirilenler
gene çavuş, müteferrika, sipahi gibi hükümet mensubu kimseler olduk­
larından, yeni birer soyguncu sekban bülüğü toplayarak soygunculuğa
çıkmaktan başka bir şey yapmadılar. Niğde kadısının, " â y â n v e eşrafın" bu
gibi kimseler hakkındaki şikâyetlerini arzederken verdiği malûmat, "vi­
lâyet muhafazasına memur olanların" Celâlîlerden hiç farkları olmadığını
göstermektedir. Kadı, halkın "vilâyet muhafazası namiyle" bir daha kim­
seye ferman verilmemesini talebettiklerini bildiriyordu 1 .
Bütün vilâyet ve sancaklarda bu sıralarda faaliyet tamamiyle köylerde
cereyan etmekte idi. Sarı ve kırmızı bayraklılar (yani altı-bölük halkı),
eşkiya serdarları (yani merkezden eşkiya takibine memur olanlar,) yiğitba­
şılar, beylerin ağaları, hep kalabalık birer sekban bölüğünün başında olarak,
köylerden silindir gibi geçiyorlardı. Tesadüf ettikleri çiftlikleri talan et­
mekte, zenginleri bütün paralarını teslime mecbur etmekte ve at, katır,
deve gibi hayvanlardan bulduklarını sürmekte idiler. Ekinlere müthiş
zarar veriyorlardı. Halkın "yem ve yemeğini" yiyorlar ve icabında köylerde
günlerce oturuyorlardı. Levendler ahâlinin evlerine misafir edildiklerinden,
bir çok da uygunsuz hareketler olmakta idi 2 . Dolaşan bölükbaşıların
fazlalığı dolayısiyle her köy hemen hiç boş kalmıyor, ağa, çavuş, serdar,
Celâli birbirlerini takip ediyorlardı.
Bu şartlar altında köyde barınmak çok zorlaşmıştı. O n u n için fakir
halk mütemadiyen silâhlanarak köyünü terk etmekte ve gidip bir sekban
bölüğüne yazılmakta idi. Abdülkadir Efendi, köylerin acıklı d u r u m u n d a n
bahsederken: "Çiftçiler hizmetlerini ve kuralarını bırakıp vesvese-i şeytan
izlâliyle tüfenklenip sekbanlara karışıp seyyidi olurdu" diyor 3 .
Köylerde birbirlerini takip ettiklerini söylediğimiz bu kadar çok
sekban bölüklerinin kendi aralarında çarpışmaya yer vermemeleri bütün
Celâli isyanlarının hayret edilecek hususiyetlerinden birisidir; yalnız,
bunlardan suhteleri ayırmak lâzım gelmektedir.
Denebilir ki, gerek 1596 ve gerek 1597 yılları, geniş köy içtimaî mu­
hitinin hâdiseler tarafından uzun "Celâli Fetretine" hazırlanması faaliyeti
ile geçmiştir. Gittikçe kabaran levend dalgaları köyleri tamamiyle yiyip
1
Başbakanlık arşivi, divan kayıt defteri, N o . 136, y a p r a k 130
2
" Y e m ve y e m e k " , p a r a salmaları ve levendlerin halkın evlerine misafir edilmeleri
üç m ü h i m şikâyet mevzuu idi. Şu ferman bu d u r u m u oldukça tasvir etmiştir, A n k a r a
Etnografya müzesi, A n k a r a sicilleri, N o . 6, S. 258.
3
Abdülkadir, Vekayii tarihiye, Esat efendi yazması, No* 2151, y a p r a k 73
76 MUSTAFA AKDAĞ

bitiriyorlardı; zengin kimseler şehirlere ve kalesi olan yerlere hicret etme -


te idiler. Netice itibariyle levend gruplarının artık kasabalara ve şehirlere
hücum etmeleri zarureti kendiliğinden doğuyordu. Fakat, beşer altışar
yüz nüfuslu köyleri basmaya kâfi gelen küçük sekban bölüklerinin büyük
kasabalara ve hele şehirlere yanaşamıyacakları tabiî idi. O n u n için, artık
bölükleri bir araya toplayan kalabalık Celâli guruplarının teşekkül etmeye
başladığı görülüyordu. Yukarıda da söylediğimiz gibi, içtimaî ve ekonomik
düzeni yıkmaya çalışan sekban bölükleri, "sarı ve kırmızı bayrak kaldıran­
lar", yiğitbaşılar idaresinde il-erleri, ellerinde fermanlarla muhafız veya
"eşkiya serdarı" olanların muhafaza bölükleri ve nihayet adalet ferman­
larına karşı alenen ayaklanan devriye bölükleri faaliyetlerini çeşitli bahane­
lerle devam ettiriyorlardı. Binaenaleyh bunlar Celâlî bayrağı altında nasıl
toplanabilmişlerdir, b u n u n safhaları hakkında bilgimiz yoktur. Yalnız
şu kadarını söylemek m ü m k ü n d ü r : Köylerde sekbanlarına yiyecek ve
gündelik ulufe tedarik edemeyen şefler, ya gidip daha kuvvetli bir Celâlîye
iltihak etmek veya sekbanlarının kendilerini birer birer terk etmelerine
razı olmak mecburiyetinde idiler. Bu vaziyette bölükleriyle gidip Celâlîye
karıştıkları ihtimali kuvvetlidir. Bundan başka, malûm olan diğer bir
cihet de şudur: Yukarıdaki çeşitli katagorilerden yalnız devriye bölükleri
Celâlî grupları halinde büyümüşler, diğerleri önemlerini kaybetmişlerdir.

Celâlî mücadelesinin başladığı XVI. asrın ortalarından Karayazıcı'-


nın idaresinde toplandığını gördüğümüz büyük Celâlî grupunun harekete
geçtiği 1597 sonlarına kadar olan zaman zarfında, hâdiselerin geçirdiği saf­
halara dikkat edilirse görülecektir ki, suhteler memlekette soygunu bir
geçim vasıtası haline getirmişler ve aynı yola levendler de sürüklenmiş,
nihayet, tımarlı sipahi işe karışarak levendleri küçük Celâlî bölükleri halinde
toplamışlar ve âdeta Celâlî mücadelesine muayyen bir şekil vermişlerdir.
Tımarlıların yerine geçen altı-bölük halkı maiyyet memurluğunu da ellerine
geçirerek Celâlî bölüklerini büsbütün kuvvetlendirmişler, bir taraftan da
altı-bölüğe ait bayraklarla dolaşma âdeti inkişaf etmiştir. 1596 sıralarında
"sarı ve kırmızı bayraklılar" çok kalabalık idiler. Nihayet altı-bölük halkı
devriye bölüklerinin başına geçerek, Celâlîliği "ümeranın maiyyet memur­
larının" ayaklanması şekli altında Fetret devrine çevirmişlerdir. O halde
Celâlî isyanlarını idare edenler umumiyetle altı-bölük ileri gelenleri ol­
makla beraber, resmî görünüşte beylerbeylerinin ve sancak beylerinin
maiyyet memurları (daha doğrusu ağaları) olarak hareket etmeleri neticesi,
hâdiseler, hemen daima ümerânın kendilerine müzâheretleriyle büsbütün
önem kazanmıştır. Şunu da kaydetmek lâzımdır ki, Celâlî şefleri arasında
çavuşlara, zaimlere ve ileri gelen tımar erbabına da tesadüf edilmektedir.
Şüphesiz bunlar da beylerin dairelerinde maiyyet memuru olarak hizmet
ediyorlardı; ancak, zeametlere, son zamanlarda, altı-bölük halkından
pek çok kimse çıkarılmakta olmasından dolayı bunların da çoğunun gene
altı-bölükle alâkalarının bulunması ihtimali kuvvetlidir.
CELÂLÎ FETRETİ 77

Böylece, meseleyi vilâyet beylerinin maiyyetlerindeki memurların


ayaklanmaları şeklinde tesbit ettikten sonra, şimdi Karayazıcı'nın büyük
sekban guruplanmasının şefi olmasına yardım eden tarihî şartları gözden
geçirelim.
Hüseyin Hüsamettin, asıl adı Abdulhalim olan Karayazıcı'nm şahsî
hüviyetini "Urfa dahilinde Kılıçlı aşiretinin efradından Ali'nin oğlu"
1
olarak tesbit etmiştir . Eserini X V I I . asrın ortalarında yazan ermeni
tarihçi Arakel ise, Urfa'da, Karayazıcı'nm Çorumlu bir türkün oğlu
2
olduğunu işittiğini söylüyor . Fakat Celâli Fetretinin mâhiyeti ve âsi şef­
lerin oynadıkları rollerin siyasî rengi bakımından, bizim için mühim olan
şuralı veya buralı olduğu değil, yukarıda tesbit ettiğimiz zümrelerden
hangisine mensup bulunduğunu bilmektir. Osmanlı vekayinâmeleri de
bu sonuncu nokta üzerinde durmuş oldukları halde, Abdülhalim'in resmî
hüviyetinin doğrusu tamamiyle malûm olamamıştır. "Vekayinâme"
müellifi Abdülkadir'e göre, eski Habeş beylerbeyisi Hüseyin Paşa Kara-
m a n ' d a isyan ettiği zaman, Karayazıcı Tarsus livasında "sekban bölük-
başı" idi 3 . Kâtip Çelebi de, Abdülhalim'in beylerbeyileri yanında kâh
sekbanbaşılık ve kâh subaşılık edip durduğunu yazmaktadır 4 . Solakzâde
ise, adı geçen şahsın Şam kullarından olduğunu söylüyor 5 . Bizim tesadüf
ettiğimiz bir hükümde, Malatya kadısının bir arzı hulâsa edilerek, " m u ­
kaddema Malatya'ya Celâlî ve eşki'ya müstevli o l u p " envai zumı ve taaddî
ettikleri arz olunmakla def ve izaleleri için yerli ve yurtlu ata ve dona
kadir yarar ve bahadır yiğitlerden yüz-elli nefer gönüllü tahrir ve içlerin­
den birer ihtiyarların ağa ve kethüda ve kâtip ve çavuş tâyin olunmak
üzere ellerine emr-i şerif verilmeğin serhadlu tayfasından Karayazıcı de­
mekle maruf bir şakı kimesne ağa tâyin olunup vârid olan evâmir-i şerifeye
amel etmeyip şekavet ve ifsat üzere olan etrâk ve ekrad eşkiyasmdan
havasına tabi kimesneleri tamah-ı hamı için gönüllü yazmakla şer'i şerife
müracaat etmeyip etraf ve eknafta olan bigünah müslümanlarm cemiyet
ile üzerlerine varıp nicelerini katledip emval ve erzaklarını garet edip
davarlarını sürüp bu makule fesadına nihayet olmayıp günden güne fesat
ve şenaatleri izdiyad bulmuştur" deniyor. Yalnız, bu vesikanın kayıtlı
bulunduğu 75 numaralı Mühimme defteri, hicri, 1011-1013 yıllarına
âit olduğundan dolayı, burada adı geçenin meşhur Karayazıcı olduğu
şüphelidir 6 . Ancak, hâdiseleri yakından görmüş bulunan İbrahim Peçevî

1
Hüseyin Hüsamettin, Amasya tarihi, c III s 348.
2
Brosset, Collection d'historiens Armeniens: Arakel de Tauriz, p. 539
3
Abdülkadir, adı geçen eser, yaprak. 73 (Nev'î zade, Zeyli Şakayik'de Yazıcı'nın
sekban başı olduğunu yazıyor: Nuruosmaniye yazması No. 3314, yaprak 291-294).
4
Kâtip Çelebi, Fezleke, C. I. s. 289.
5
Solakzâde, s. 662
6
Başbakanlık arşivi, Mühimme defteri, No. 75, s. 273 (Mühimme defterlerinde
tarih sırasına her zaman riayet olunmadığından bu hükmün 1006 hicri tarihine ait olması
ihtimali kuvvetlidir).
78 MUSTAFA AKDAĞ

Karayazıcı'mn Sivas sancaklarından birisinde bir mirlivaya kaymakam­


lık yapmakta iken, sancak başka bir beye verildiğinde, yeni gelen mütesel­
lime mansıbı teslim etmek istemiyerek isyan ettiğini yazıyor ki, bu kayıt
Solakzâde'nin verdiği bilgi ve yukarıda bizim bahsettiğimiz vesikanın
1
metni ile birleşince oldukça açık bir mâna almaktadır .
Gerek vekayinâmelerin verdikleri bilgiler ve gerek o zaman Anadolu'­
da cereyan eden hâdiselere uygun düşmesi bakımından Karayazıcı'mn
tarihî şahsiyeti hakkında ancak tahmini olarak şunu söyliyeceğiz: Celâli
şefleri içinde en tanınmış olan bu kimse, öyle anlaşılıyor ki, önce bir beyin
"kapısında" sekban yahut bölükbaşı olarak bulunuyordu; sonra, o zaman
Anadolu'da moda olduğu gibi, bölüğe geçerek Şam veya bir h u d u t kale­
sine muhafız olarak gitti. Celâli Fetreti başlayınca, Malatya taraflarına
geldi ve Celâlilere karşı her tarafta teşkil olunan gönüllü bölüklerinden
birisinin ağalığını elde etti. Kapıkulluğu sıfatı dolayısiyle, ihtimal, bu
arada, bir beyin kaymakamlığını kabul ederek, sancağının başına geçti,
ve bütün maiyet memurları gibi, o da devriye bölüğü ile beraber herhangi
bir hâdiseyi bahane ederek Celâli oldu.
Şimdi, Karayazıcı'mn ve eski beylerbeyi Hüseyin Paşanın ne za­
man isyan bayrağını çektiklerini tesbit etmek icabetmektedir: yukarıda
söylediğimiz gibi, "Celâli Fetreti" 1596 da başlamış bulunuyordu; beyler­
beylerinin ve sancak beylerinin maiyyet memurları devriye bölükleriyle
beraber köylere saldırmışlardı. O halde, Hüseyin Paşa ile Karayazıcı'mn
ilk Celâli isyanını çıkardıklarını değil, büyük sekban gruplanmasım ne
zaman sağladıklarını düşünmek lâzımdır.
Selânikî'nin ifadesine göre, beylerbeyliğinden mazûl Hüseyin P a ş a 2
"rüşvetler vererek mehayif teftişi, vilâyet muhafazası ve sefere asker sür­
meğe" kendisini memur ettirdi. K a r a m a n ' a vardığında, etrafına binlerce
sekban toplayarak halktan, "salgun" yoluyla paralar istemeye başladı.
Karşı gelen kadıları "siyaset" ediyordu. Bir çok kadılar ve pek çok şikâ­
yetçi İstanbul'a gelerek âsî paşanın zulümlerini anlattılar. Fakat divan
hükümeti hiç ehemmiyet vermiyordu. Nihayet Karayazıcı'dan kaçan
bir çok kimseler daha gelip İstanbul'da Hüseyin Paşanın şikâyetçileriyle
birleştiler. Kalabalık halk kadılarla birlikte divanı zorlamaya başladılar.
Hükümet ricalinin Celâlileri himaye ettiklerini, onlardan rüşvet aldıklarını
iddia ediyorlardı. Nihayet 1599 temmuzunda, Anadolu'dan kaçıp gelen
kadılarla halk divanı bir daha zorladılar ve hükümete hakaret edecek kadar
ileri vardılar. Bunun üzerinedir ki, bütün vilâyetleri Celâlilerden temizle­
mek üzere Sinan Paşazade Mehmet Paşa ilk "Celâli serdarı" tâyin olundu.

1
Peçevî, C. 2, S. 252
2
Hüseyin Hüsameddin bu Hüseyin paşanın Amasyalı Budak beyin oğlu oğlu ol­
duğunu tesbit ediyor: Amasya tarihi c. I I I . s. 343; Venedik elçisi Nikola Notio ise rapo­
runda bu şahsm Sinan paşanın akrabası olduğunu, anasının ise bir sultan bulunduğunu
kaydetmiştir. Adı geçen Rusça eser. s. 58
CELÂLÎ FETRETİ 79

Mehmet paşanın serdarlığı dolayısiyle Selânikî şöyle diyor: " K a r a -


yazıcı namına serdar-ı suhte memleket içinde sekban ve tüfenkendazlar
ve cemiyet ile gezip her taraftan müslümanlara gadr ve hayf üzere olan
1
eşkiya ve zalemenin hakkından gelmeğe serdar oldu" . Bu sözlerden an­
laşılıyor ki, Karayazicı da Hüseyin Paşa gibi, K a r a m a n taraflarını talan
eden "suhteleri" bastırmaya memur idi. Abdülkadir Efendi, Hüseyin Paşa
K a r a m a n ' d a ayaklandığı zaman, Karayazıcı'nm da Tarsus'ta olduğunu
söylediğine göre, her iki âsînin de 1598 (1006) da K a r a m a n vilâyetinde
medrese talebesinin çıkarmış oldukları büyük isyanı bastırmaya memur
olan kuvvetlerin başında oldukları anlaşılıyor. Gerek Hüseyin Paşanın
ve gerek Karayazıcı'nm başında toplanmış olan büyük sekban kalabalık­
larının K a r a m a n ve Tarsus taraflarında, suhtelerle uğraşmaktan ziyade
soygunla ve halkın sırtından geçinmekle meşgul olduklarını tahmin etmek
zor değildir. Şu halde, her iki âsînin de, esas itibariyle, 1598 yazında bin­
lerce sekbanlarını halkın üzerine musallat etmeleri ve kendilerinin de cebrî
para toplamaları üzerine haklarında pek çok şikâyetlerin olduğunu ve
fakat hükümet merkezinin bunları Anadolu'nun her tarafından ümerânın
sekbanları hakkında gelen şikâyetlere benzeterek aldırış etmediğini kabul
etmek lâzımdır. 1598 son baharı ile 1599 yaz ayları arasında Hüseyin
Paşa ve Karayazıcı'nm şahsiyetleri etrafında çok mühim hâdiselerin cereyan
etmiş olması zarurîdir. Çünkü bu son yılın temmuzunde, Mehmet Paşa
Konya ve Maraş istikametinde hareket ettiği zaman, bütün Anadolu
yarımadasının, çoğu altı-bölük halkı olan başlıca Celâlî şefleri tamamiyle
bu iki âsinin etrafında toplanmış bulunuyorlardı. Abdülkadir Efendi bun­
ların ne kadar uzaklardan geldiklerini ifade için, "Yemen ve Hint'ten
firar e d e n " eşkiyalarm cem olduğunu söylüyor 2 .

Hülâsa, Celâlî olmuş binlerce âsi maiyyet memurlarını bu kadar uzak


mesafelerden hareketle bir şahsın etrafında toplanmaya zorlayan sebepleri
bu gün bilemiyoruz 3 .
Burada kaydı lâzım gelen başka mühim bir nokta, "Celâlî Fetreti"
içinde eski Habeş Beylerbeyisi Hüseyin Paşanın isyanı hakkında mevcut
bilgilerin pek mâkul olmadığıdır. Evvelâ ayaklanan Karayazıcı mıdır,
yoksa bu beylerbeyi midir, katiyetle bilinmiyor. Fakat akla uygun olan
Hüseyin Paşanın, bir beylerbeyi sıfatı ile, sekbanların başında olarak
harekete geçmiş olmasının hükümet merkezinde fazla telâşa sebep olmuş
bulunduğudur. Buna mukabil, Karayazıcı bir maiyyet memuru olması
dolayısiyle, hareketi merkezin dikkatini çekmiyordu. Çünkü, yukarıda
da söylediğimiz gibi, epey zamandanberi, Anadolu'nun her tarafında Kara-
1
Selânikî, Nuruosmaniye yazması, No. 3133, yaprak 332
2
Abdülkadir, aynı eser, yaprak. 73.
3
Anadolu'nun her tarafından pek çok kimselerin Yazıcı'ya iltihak ettiklerine âit
sicillerde pek çok kayıtlar vardır: meselâ Ankara Etnografya Müzesi, Ankara sicilleri
No. 8, s. 200, 303; Bursa Müzesi, Bursa sicilleri No. B 136-351, yaprak 108.
80 MUSTAFA AKDAĞ

yazıcı ayarında pek çok maiyyet memurları hareket halinde bulunuyorlardı


ve hükümet bunların yaptıklarını mutat bir yolsuzluk olarak telâkki
etmekte idi.
Diğer taraftan, Hüseyin Paşanın isyanı Celâli mücadelesinin gelenek­
lerine de uymuyordu. O vakte kadar bir beylerbeyisinin Celâli olduğu
görülmemişti. Görünüşe bakılırsa, ne celâlîler ve ne de hükümet bu âsi
paşanın hareketini Celâlîlik içersinde görememişler, âdeta yadırgamalar­
dır. O n u n içindir ki, bir beylerbeyi olmasına rağmen, K a r a m a n ' d a açtığı
isyan bayrağına hiç bir taraftan sekban bölüğü katılmadı. Âsî yalnız kendi
kapısı halkı ile K a r a m a n ' d a hayli paralar topladıktan sonra, "Celâli ser­
d a r ı " vezir Mehmed Paşanın istanbul'dan hareketi üzerine, Karayazıcı'ya
sığınmak mecburiyetinde kaldı. Dediğimiz gibi, Celâlîler onu kendilerinden
saymadıkları için, Yazıcı Urfa kalesinde sıkıştığı zaman, kendisini hükü­
mete teslim ederek mukabilinde sancak beyliği aldı ve Yazıcı'yı bu hare­
ketinden dolayı muaheze eden de o l m a d ı l .
Hüseyin paşa İstanbul'da idam olunduğunda; cesedinin deveye ge­
rilerek gezdirilmesi ve hakaret olunması ne mânaya alınmalıdır?.
Bizce bunda derin siyasî sebepler aramaya lüzum yoktur. Bu hareket
sadece eskidenberi "padişahın ekmeği ile perverde olmuş" her enderun-
dan yetişme "hain-i devlete" tatbik edilen bir cezadır ve şüphesiz gayesi
de padişahın kullarına bir ibret göstermekten ibaret olmak lâzımdır.
Hulâsa, Karayazıcı'nın ortaya çıkışı 1598 yazındadır ve kendisi,
bütün Celâlî şefleri gibi, mücadelenin kendine has geleneği içinde yetiş­
miş bir şahsiyetti. 1599'da, etrafına, Celâlî olan en meşhur "sipah zorbaları"
toplanmış bulunuyordu, Karayazıcı'nın kendisi de aslen bölük mensubu
idi ve ancak bu sayededir ki, o zaman Anadolu'da en itibarlı bir askerî
sınıfın mensuplarını etrafında toplayabilmişti.

9 — CELÂLİLERİN GAYELERİ

Celâlîleri harekete getiren muayyen bir gayeleri var mıdır? yahut,


uzun mücadele sıralarında, hiç olmazsa hâdiselerin zoru altında böyle
bir şey doğmuş mudur?
İslâm ansiklopedisine " K a r a y a z ı c ı " maddesini yazmış olan Kramers
âsîlerin Şiî tarikatinin tesiri altında hareket etmiş olmak ihtimallerini
ileri sürüyor. Bunun için de iki delile dayanmaktadır: Bunun birisi Babin-
ger'in K a n u n î devrindeki isyanlara âit tetkikidir ki, yazar, Karayazıcı
isyanının dahi evvelce zaman zaman alevlendikleri görülen tarikat ayak­
lanmalarından birisi olmasını akla yakın buluyor. Diğer delili de Kara­
yazıcı ve biraderi Deli Hasan'a kethüdalık yapan bir şahsın " Ş a h v e r d i "
adı ile anılmakta olmasıdır 2 .

1
Selânikî, Hüseyin Paşanın U r f a ' d a Karayazıcı'ya vezirâzam olduğunu, M e h m e d
Paşanın a d a m l a r ı n ı n gelip söylediklerini kaydediyor: aynı eser, yaprak. 340
2
Encyclopedie de l'İslâm, Karayazıcı maddesine bak.
CELÂLÎ F E T R E T İ 81

Kramers'ın hataya düştüğü aşikârdır. Çünkü, yalnız bir şahıs ismi­


ne dayanarak böyle bir hüküm verilemez. Esasen Şahverdi adını taşıyan
kimselere o zaman Sünnî halk arasında da raslanmakta idi. Hele müellifin
bahsettiği kethüda Şahverdi'nin isyandan vazgeçerek, arkadaşlarına da
delâlet etmek suretiyle, yeniden devlet hizmetine girdiği, müteferrikalık
ile enderunda ve sadrâzam dairelerinde nüfuzlu bir şahsiyet kazandığı
düşünülürse, böyel bir istidlalin yanlışlığı daha çok anlaşılır. Vakaları iyi
tanıdıktan sonra, Celâli isyanlarının tarikatla ilgileri hiç hatıra gelmez.
Meselâ, Prof. Cavid Baysun islâm Ansiklopedisine yazdığı I. Ahmed mad­
desinde Celâlî isyanları meselesine kısaca dokunmuş, fakat bu hâdise­
lerde dinî tesirlerin olabileceğini düşünmemiştir; uzun harblerin yarattığı
gayrı memnunlarla, bu sırada çok fazla türemiş olan sekbanların bu
meselede birinci âmil olduklarını söylüyor *. Profösürün bu görüşü tasvir
ettiğimiz vekayie de uygundur.

Hüseyin Hüsamettin Celâlîlerde daha geniş gayelerin bulunduğunu


tasavvur ediyor; sosyal bünyede dönmeler ve devşirmeler girdiğindenberi
türklerin buna karşı mücadeleye girmiş olduklarını söyleyen müellif, Yıl­
dırım Bayezit'ten sonra sarayda, hükümet idaresinde ve halk arasında
meydana gelen krizleri ve ayaklanmaları milliyetçi bir ruhun harekete
getirdiğini ifade etmekte ve büyük Celâlî Fetretini de çok eski olan bu mü­
cadelenin bir devamı saymaktadır. Karayazıcı'nm başbuğluğunda
toplanan Celâlîler, padişaha, türklerin de enderuna alınmalarını ve yüksek
mansıblara tâyin olunmalarını kabul ettirmek istiyorlardı, fakat Kara-
yazıcı ve onun gibi ileri gelen bazı şefler kuvvet kazandıkça kendilerine
" ş a h " , " s u l t a n " unvanlarını vererek istiklâl sevdasına düştüler. Bu husus­
ta Hüseyin Hüsamettin şöyle diyor: "Şayan-ı dikkattir ki zamanı fetrette
erbab-ı ihtilâlden bazılarının ilân-ı istiklâl ederek namlarına sikke darp
ettirdikleri ele geçen fermanlarda, ahkâm defterlerinde mezkûr olduğu
halde, erbab-ı ihtilâlin kendi namlarına hutbe okuttukları meskûttur" 2 .
Bu son sözüyle, Amasya tarihi müellifi bazı Celâlî şeflerinin esas gayeden
saparak devletten ayrılma (seporatiste) temayülü göstermeye başladıkla­
rını anlaytıyor.

Ne Osmanlı devlet teşkilâtını ve ne de İslâm-Türk sosyetesinin husu­


siyetlerini asla bilmeyen Rus yazarı A. S. Tveritinova'nın bu husustaki
görüşleri Hüseyin Hüsamettin'inkine nazaran tamamiyle antitez mahi­
yetindedir. Esasen, bu yazar Hüseyin Hüsamettin'in eserini, esaslı kay­
naklara, şer'iye sicillerine ve arşiv malzemelerine dayanmak suretiyle
hazırlamış olmasını gözde tutarak, âsilerin gayeleri hakkında Amasya
tarihindeki fikirlere çok ciddî bir önem veriyor. Fakat kendisi bunu ilmî
bir surette çürütecek yerde bir takım tevillerle ters çeviriyor.

1
Cavid Baysun. İslâm Ansiklopedisi, I. A h m e d maddesi.
2
Hüseyin H ü s a m e t t i n , aynı eser, c. 3, s. 342, 347, 355
82 MUSTAFA AKDAĞ

Bu suretle, Rus yazarı da Celâli isyanlarının bir gayenin elde edilmesi


için hazırlanmış olduğunu kabul ediyor; fakat bunları kendi materyalist
görüşlerine uydurmaya çalışıyor. Türk tarihçileri gibi, o da, isyanı, tamamiy-
le tımar erbabının çıkardığını ve ayaklanmaların Eğri seferi firarileri
Anadolu'ya geçtikten sonra başladığını doğru olarak kabul etmiştir. Yu­
karıda tetkik etmiş bulunduğumuz vakaların cereyan tarzını, olduğundan
başka türlü bilen ve Osmanlı tımar rejimini Avrupa feodalitesinin bir
aynı sanan A. s. Tveritinova bu iki esas üzerinde durmakta ve Avrupa
feodal rejimden kapitalist merkeziyetçi rejime geçerken, garp cemiyet­
lerinin sosyal bünyelerinde görülen krizin izahına âit klişe fikirleri bir
formül halinde Osmanlı-Türk sosyal bünyesine "mahsus Celâli isyanlarına
da tatbik etmektedir. İfadesine göre, Osmanlı orta ve küçük feodallerinin
arazileri büyük feodaller ve saray bürokrasisi tarafından zabtolunuyordu.
Murabahacı büyük ticaret sermayesi de bunların fakir düşmelerine sebep
olmuştu. Tımar sahiplerinin isyan etmelerindeki hakikî sebep bu idi.
Karayazıcı'nın bayrağı altında birleşmiş olan "âsiler karargâhı"nı iki mühim
unsur teşkil etmiş bulunmakta idi. Bunların birisi isyana şeflik eden feodal­
ler zümresidir. İkinci zümreyi vergilerin ağırlığı altında ezilen köylüler
teşkil ediyorlardı. Bu sonuncular büyük bir ekseriyet halinde idiler. Böy­
lece hâdise esasında bir köylü isyanı iken, şeflerin feodaller olması yüzün­
den gaye bunların dar sınıf menfaatleri çerçevesinde kaldı ve hattâ, feodaller,
köylülerin hareketlerinden endişeye düşerek, onları terk ile hükümetle
barıştılar 1 .
Rus müellifi bunları anlatmakla Hüseyin Hüsamettin'in " m ü h t e -
dilere karşı millî ayaklanma" şeklinde ifade edilebilen tezini reddetmek
istiyor. Amasya tarihinde verilen bilgilerin, hazırlanma tarzlarındaki
ciddiyet itibariyle, doğru olduklarına inanıyor; ancak, bu eser "burjuva
milliyetçi inkılâp sırasında' yazıldığından dolayı görüşü muayyen maksada
dayanmaktadır" diyor 2 .
Adları geçen Türk ve Rus müelliflerinin birbirlerine zıd tezlerinin
tarihî realiteye uygunsuzluğunu burada tekrar izah edecek değiliz. Çünkü
yukarıda tetkik ettiğimiz meselelerde Celâlî mücadelesinin sebepleri, bu
isyanı çıkaranların sosyal ve ekonomik durumları, vakaların cereyan
tarzları vesikalarla anlatılmıştır. Burada araştıracağımız noktalar "Celâlî
F e t r e t i " devrinde türeyen Celâlî şeflerinin bazı gayeler beslemiş olup ol­
madıklarını, bilhassa Anadolu'yu Osmanlı İmparatorluğundan ayırmayı
düşünüp düşünmediklerini tesbit etmek olacaktır.
Hemen bütün müellifler bâzı celâlî şeflerinin Anadolu'da müstakil
bir devlet kurma iddiasına kalktıklarını kabul ediyorlar. Çünkü, vekayinâme-
lerde bu hükmü verdirecek kayıtlar mevcuttur. Şimdi, biz, evvelâ bu
kayıtların bir hakikati ifade edip etmediklerini araştıralım:

1
Adı geçen rusca eser, s. 12, 13, 52
2
Aynı eser s. 12, 13
CELÂLÎ FETRETİ 83

En kıymetli menbalardan sayılan Selânikî, Karayazıcı'nın şahlığını


ilân ettiğine dair kendisi katî bir şey yazmıyor, "Celâli serdarı" vezir
Mehmet Paşanın, Yazıcı'yı Urfa kalesinde kuşattığı sırada İstanbul'a
yolladığı adamların söylediklerini kaydediyor. Bunların ifadesine göre,
Karayazıcı Urfa'yı zabtetmiş ve padişahlık iddiasına başlamış, Hüseyin
Paşa da vezirazamı olmuş, " H a l i m Şah, muzaffer b â d " imzasiyle tuğra
çekiyormuş, "kadılar nasb ve asaleten asker yaşayıp", yanma "mügalike-
1
den (?) vafir kuzzat cemolmuş . Aynı adamlar, âsînin saray ve yeniçeri
teşkilâtı kurduğunu, " e t r a f ve eknafa nişanile ahkâm gönderip" hükümdar
gibi hareket ettiğini söylemişler ve ayrıca nişanlu hükümlerin getirip"
göstermişler.
Mustafa Selânikî, bir sayfa sonra, aynı meseleyi bir daha kaydetmek­
tedir. Burada Mehmet Paşadan sadece haber geldiğini, Yazıcı'nın Urfa
kalesini zabtetmiş olduğunu söyledikten sonra "Karayazıcı'nın " H a l i m
Şah nutk-ı t â b â n " tuğrası çektiği, "şâhân-ı pîşîn neslindenim" diye
iddia ettiği, tuğrakeşi de İstanbul'da Divan'da kâtip iken ihaneti görülmesi
üzerine eli kesilerek taş gemisine konan ve oradan kurtularak Karayazıcı'ya
varan Siyret Çavuş adında birisi olduğu yolunda avam ve havas arasında
dedikodular d o l a ş t ı ğ ı n ı ve bunlara benzer " t ü r r e h a t ve hezeyan" nak-
leylediklerini söylüyor 2 .
Kâtip Çelebi de, Karayazıcı'ya âit olduğunu söylediği Rebi-ül'evvel
1009 (Eylül 1600) tarihli bir " h ü k m ü h ü m a y u n u " aynen kaydetmektedir 3 ;
bunun nerden alınmış olduğu malûm değil.
Şüphesiz müellifler bunları umumiyetle doğru olarak kabul ediyor­
lar ve Celâlîlerin Anadolu'da müstakil bir devlet kurmayı akıllarından
geçirdiklerini de burdan çıkarıyorlar. Biz bu fikri peşin olarak kabul et­
meden evvel, Karayazıcı'nın hakikaten böyle fermanlar neşredip etmediği
ve ettiyse bunun ne dereceye kadar Celâlîlerin hislerini ifade edebildiği
meseleleri üzerinde duracağız.
Bir defa, "Karayazıcı fermanının" Celâlî Fetretinin cereyan tarzı ve
Celâlîler arasında mevcut gelenek içinde pek garip göründüğünü hisset­
memeye imkân yoktur. Akla daha yakın olan cihet, bunun Celâlîlerin
muhalifleri tarafından ve gayenin de sarayı Celâlîler ve onları teşvik
edenler aleyhine katî, kararlar vermeğe sevketmek olduğudur. Çünkü
tarihî gelişmeleri itibariyle, Celâlî ayaklanmalarında ne devleti ve ne de
hanedanı endişeye düşürecek bir taraf yoktu. Celâlîleri bahane ederek
sefere gitmek istemeyen askerlere ve ümeraya yazılan fermanlarda bu
kanaat daima ifade olunmuştur 4 .
İktisadî ve içtimaî nizama karşı büyük bir tehlike teşkil eden sekban
kitlelerinin ve bölükbaşılarının herhangi siyasî bir gayeleri olmadığı bütün
1
Selânikî, aynı yazma, yaprak 340
2
Selânikî, adı geçen yazma, yaprak 340
3
Fezleke, c. 1, s. 128
4
Meselâ, Ankara Etnografya müzesi Ankara sicilleri, No. 6, s. 257.
84 MUSTAFA AKDAĞ

"Celâli Fetreti" devrinde açık olarak kendisini göstermektedir. Onlar,


kendilerine kim fazla ücret ve yağma hissesi verirse onun emrine girmeyi
tercih ediyorlardı. Şu halde biz burada asıl Celâli şefleri üzerinde dura­
cağız .
Her şeyden evvel söylemek lâzımdır ki, en büyüğünden en küçüğüne
kadar bütün celâli şefleri, yani isyanın idareci zümresi resmen pâdişâhın
kendilerine verdiği sıfatları taşıyorlardı. İçlerinde ümerâ sınıfına mensup
olanlar bulunmamakla beraber, sipah oğlanları ve çoğunun menşei gene
altı-bölük olan zaimler, çavuşlar ekseriyeti teşkil ediyorlardı. Bütün bunlar,
devriye bölükleriyle beraber isyan ettikleri zaman, hemen hepsinin de
fiilî vazifeleri ümerânın maiyyet memurluğu idi. Hele mensup oldukları
milliyetler ve tabi oldukları gelenekler itibariyle düşünüldüğü takdirde,
Celâlî şefleri grupunun tamamiyle İstanbul Enderun mektebinin Anadolu'­
da bir devamı olduğu görülür. İ r a n ve Avusturya harblerinin son yıllarında
Anadolu halkından pek çok insan "bölüğe girdiğinden" dolayı, bunların
ekseriyeti Türk olmakla beraber, bu terkipte, enderunda olduğu gibi,
Sırp, Boşnak, Arnavud, Rum, Kürt, hulâsa enderunda bulunan bütün
milliyetlerden insanlar vardır. Binaenaleyh, padişahın resmî memuri­
yetini taşıyan ve onun enderun mektebinin bütün ananelerine ve husu­
siyetlerine sahip olan bir zümrenin Anadolu'da, fırsat elverince istiklâl
sevdasına düşme kabiliyeti göstereceklerine, hele müşterek bir fikir etrafın­
da içlerinden bir şahsa katî sadakatle bağlanacaklarına ihtimal verilemez.
Esasen, sekbanların geçim zaruretinden doğma soyguncu ruhlarının esiri olan
celâlî kitlesi, 1600 sıralarının istediği siyâsi bir teşekkül haline geçivermek
için, lüzumlu olan bütün sosyal unsurlara da malik değillerdi. Meselâ
şehir ve kasaba muhitleri, her sınıf halkı ile, kendilerine kapalı ve hattâ
düşman bulunuyordu. Sekbanlar köylerin müstahsil halkı hakkında bile
hiç bir merhamet duymadan her şeylerini mahvediyorlardı.
Bundan başka, etraflarına binlerce levend toplayan Celâlî şeflerinin,
içinde yaşadıkları cemiyetin siyasî telâkkilerine ve sosyal geleneklerine
kendilerini uydurmak mecburiyetini hissederek hareket ettiklerini va­
kaların cereyanından anlamak mümkündür. Celâlî Fetretinin meydan geldiği
devrin sosyetesinde hâkim olan bu gelenek ve telâkkilerin başlıcalarını
söyliyebiliriz; meselâ, bu sıralarda, hattâ bütün Celâlîlik devrinde bir
veya bir kaç şahsın başlarına sekban toplıyarak herhangi bir harekette
bulunabilmeleri ve daha doğrusu bir bölük halinde gezebilmeleri için,
mutlaka hükümetten resmî bir sıfatlarının olması icabettiği görülmektedir.
Reayadan birisi para veya sahip olduğu şöhret sayesinde bir bölük peyda
edip dolaşmazdı. Bu gibiler böyle bir faaliyete geçmek için resmî bir sıfat
elde etmek mecburiyetinde kalıyorlardı. Yukarıda anlattığımız üzere, bütün
Celâlî şeflerinin ya bir sipah oğlanı veya dirlik mensubu, zaim, çavuş,
yahut hiç olmazsa, bölükbaşı, yiğitbaşı olmalarının sebebi bu sosyal te­
lâkkinin icabına uymak zaruretidir. Celâlî şefi olanların böyle resmî
bir sıfat yanında uymaya mecbur oldukları diğer mühim bir siyasî telâkki
CELÂLÎ FETRETİ 85

de şudur: bölük ile dolaşmaya vesile ettikleri işe salâhiyetleri olabilmesi


için ellerinde bir "emr-i şerif" yahut "hükm-i h ü m a y u n " bulunması lâzımdı.
Celâlîlik bu iki sosyal ve siyasî telâkkinin mahkûmu olduğu içindir ki,
devlet, Anadolu'da hiç bir fiilî nüfuzu kalmadığı zamanda bile siyasî bir
endişe duymamış ve açılan harplere ara vermeden devam etmiştir.
Ne resmî bir sıfatı ve ne de elinde bir "hükm-i h ü m a y u n u " olmadan
ayaklananlar yok değildi. Fakat bunlar bir akis bırakmıyacak derecede
az ve silik olduğu gibi, vekayinameler bunlara da Celâlî adını verseler bile,
devlet hiç bir zaman bu gibi şahıslarla barışmayı ve âsî şefe mansıb vermeyi
kabul etmemiş, bunlara mutlaka siyasî isyan gözüyle bakmış, bu suretle
bizim yukarıda tarifini yaptığımız Celâlîlerle bunları birbirinden ayrı ola­
1
rak telâkki etmiştir
Bütün bunlardan başka, Karayazıcı'nm kendisini bir hükümdar
yerine koyarak fermanlar neşrettiğine ve bir takım adamlara mansıblar
verdiğine dair ileri sürülen iddiaların ve gösterilen vesikaların esassızlığını
düşündürecek daha reel tarihî deliller de yok değildir. Bunlardan birisi
şudur: Karayazıcı hakkında mahkeme sicillerinde, ahkâm ve mühimme
defterlerinde görülen pek çok vesikaların hiç birisinde bu âsînin hükümdar
sıfatiyle hareket ettiğine dair en küçük bir işaretin dahi bulunduğu gözü­
müze çarpmamıştır. Mansıblar verdiğine dair de en ufak bir misaline
rastlayamadık. Bu meşhur Celâlî'ye soygunlarında yardım eden ümerâ
ve kadılar az değildir. Fakat bunların hepsinin hükümet merkezinin
tâyin ettiği kimseler olduklarını katiyetle biliyoruz. Bir kadı hakkında
da şikâyet olunurken, "Karayazıcı'nm mektubu ile kadı oldu" sözü geçi­
yor ki, bu kayıt âsinin kendi başına hareket etmediğine delildir, Çünkü,
devrin yazı dilinde metktup " ü m e r â n ı n ve kadıların bir kimseyi bir va­
zifeye tâyin ettirmek için merkeze yolladıkları arz manasına kullanıl­
makta i d i 2 .
Karayazıcı Canik taraflarına sığındıktan sonra, Anadolu'nun dört
tarafına, evlerine dönen sekban, bölükbaşı veya Celâlî şeflerinden bazı­
larının hasımları tarafından yakalanarak mahkemelere teslim edildikleri
görülmektedir. Bunların aldıkları yağma eşyalarını elde etmek üzere ev­
lerinde araştırmalar yapılıyordu. Meselâ, Karayazıcı ile soygunlara iştirak
eden ve Sivas beylerbeyisinin devriye bölükleriyle de hayli faaliyette bu­
lunan Abdüsselâm Çavuş adında birisi, Karayazıcı'nm son defa Hasan
Paşaya mağlûp olması üzerine kaçarak H a y m a n a taraflarına gelmiş ve
on arkadaşı ile yakalanarak Ankara mahkemesine getirilmişti. Burada
bunların eşyaları arasında yapılan araştırmada "Karayazıcı mührü ile
m a h t u m ve tevabii imzası ile mümzi nice tezâkir-i müteaddide" çıkmıştı 3 .
1
Bu şekilde siyasî gaye ile isyan edenlerin hemen her zaman tarikat mensupları
olduğu görülmektedir.
2
Başbakanlık arşivi, Divan kayıt defteri, No. 133, yaprak 104-N0. 146, yaprak . 73.
3
Osmanlı tahrir usulünde böyle müteaddid imzalı tezkere yazma geleneği Altı-Bölük
ağalarda görülmektedir. Meselâ, sancaklardaki Altı-Bölük halkına ait bir husus içün
kadıya veya kethudâyerine mektup yazmak lâzım gelince, Altı-Bölüğün altı ağası da
mza ediyor.
86 MUSTAFA AKDAĞ

Suçlu, Yazıcı Çorum'da iken köyüne salınan parayı götürüp ancak iki
gün kaldığını ifade ile, soygunlara iştirak ettiğini inkâr ettiği halde, tez­
1
kerelerin kendisine âit olduğunu saklamadı . Daha buna benzer bir çok
kayıtların gösterdiği gibi, Karayazıcı, ferman neşretmiş değil, mektup ve
tezkereler yazmıştır ki, bunlar onun hükümdar olarak hareket etmiş olması
ile telif olunamaz.
Siciller ve arşiv vesikaları üzerinde esaslı olarak meşgul olmuş bulunan
Hüseyin Hüsamettin ise Karayazıcı'nın ve Amasya tarihi ile ilgisi olan
diğer mühim bazı Celâli .şeflerinin ferman neşrettiklerine ve hattâ para
bastırdıklarına ait bir çok kayıtlara rastlandığını iddia ediyor. Fakat bize
bu hususta verdiği vesika numuneleri katiyen iddiasını ispat eder mâhiyette
2
değildir .
Bilâkis müellifin bu türlü vesikaları doğru olarak kıymetlendiremediği
anlaşılmaktadır. Yukarıda dediğimiz gibi, resmî bir sıfatla ve ellerinde bir
fermanla faaliyette bulunmak mecburiyetinde olan âsiler, istedikleri zaman
böyle bir fermanı elde edemediklerinden dolayı, padişahın tuğrasını taklit
ile sahte fermanlar tertip ederlerdi. Adamları veya kendileri bunlarla
dolaşıyorlar ve gittikleri yerlerde kadılara bunları gösteriyorlardı. Bu,
"müzevvir fermanları" her zaman kendileri uyduramazlar, çok vakit de,
para mukabilinde, İstanbul'da "divan kâtiplerinden birisinden temin
ederlerdi" ihtimal, Hüseyin Hüsamettin vesikalarda geçen bu "müzevvir
ferman" ve ' s a h t e tuğra çekmek" tâbirlerini âsilerin hükümdarlık iddiası
ile ferman neşretmiş oldukları mânasına anlamıştır.
Bu, "müzevvir ferman" ve "sahte tuğra çekmek" işinin İstanbul'da
ne kadar ileri götürüldüğünü Selânikî acı bir ifade ile kaydetmektedir:
"devlet ve saltanat hainleri nice vacib-i salb taife ile hemdâstan olup
dürlü müzevvir ahkâm yazıp kimi divan canibinden ve nicesi maliye tara­
fından defterdarlar ve nişancılar tuğralar çekip memâlik-i islâmiyede
istedikleri gibi reaya-yı memlekete müstevli o l u p " halkı mütemadiyen
işkence ve zulümlerle soyduklarını söylüyor 3 .
Osmanlı devletinin akçe kestirme usûlünden bahsederken, Anadolu-
n u n ve Rumeli'nin mühim merkezlerinde " D a r p h a n e i Ârhire"lerin
mevcut olduğunu, ellerinde gümüş külçesi olanların buralarda bu külçeleri
akçeye tahvil ettirebildiklerini söylemiştik. Darphanelere nezaret eden
kadı, bey ve defterdarlar, bazen hileli akçe kestirmek suretiyle menfaat
temin ediyorlardı. Hüseyin Hüsamettin'in, bu hâdiseler hakkında çıkan
bir fermanı görerek yanılmış olduğu muhakkaktır.
Şu izahlarımızla Celâli şeflerinin Anadolu'yu imparatorluktan ayır­
mak isteyen bir gaye güttükleri hakkındaki fikirlerin mümkün olamıyaca-
ğını anlatmış oluyoruz.
1
Ankara Etnografya Müzesi, Ankara sicilleri, No. 8, s. 200.
2
Hüseyin Hüsamettin, aynı eser, C. I I I , S. 363.
3
Selânikî, aynı yazma, yaprak 343.
CELÂLÎ FETRETİ 87

Devlete bir kasıtları olmayan ve padişahın şahsiyetini de çiğnemeye


cesaret edemeyen Celâli şeflerinin bu iki mefhum dışında aceba bir gaye­
leri yok mu idi?
U z u n Celâli mücadelesi sırasında, âsiler padişahtan hep mansıb
istediklerine göre, gayelerinin de netice itibariyle bu olduğu kabul oluna­
bilir. İstanbul enderununda nasıl enderun halkı arasında hâkim olan
gaye padişahtan daha yüksek bir mansıb almayı düşünmekten ibaret
ise, Celâli şefleri için de aynı halin mevcut olduğunda hiç şüphe yoktur.
Birinci derecede şefler beylerbeyliği, hattâ vezirlik isteğinde bulunuyor­
lardı, diğer daha aşağı kademede olanlar için, ehemmiyetlerine göre,
sancak beyliği, müteferrikalık ve bölüğe geçmek kâfi geliyordu. Celâlüer
için böyle bir durumun hasıl olması, bir az da, bunların gasbolunan hak­
larını İstanbul enderun mensuplarından kurtarmaları manasınadır. Çünkü
kapıkulu ve maiyyet memuru olarak Anadolu'da vazifede bulunanlar itaat
içinde kaldıkları müddetçe, tabiî olarak, mansıblar İstanbul'da vazife
gören, sarayla ve divanla doğrudan doğruya temasta olan enderunlulara
ve kapıkullarına tevcih olunuyordu.

Celâli Fetreti devrinde, sabık Habeş beylerbeyisi Hüseyin Paşadan


başlayarak, bazı beylerbeyleri Celâli olmuşlar, fakat hükümet merkezi
bunlara vezirlik ve sadrazamlık gibi mansıblar teklif etmeyi aklından
geçirmemiştir. Bu halin ancak Abaza Mehmed Paşa isyanından itibaren
düşünülmeye başladığını ileride göreceğiz. Binaenaleyh, bu sırada isyan
eden beylerbeyleri yok edilmişlerdir.
Celâli mücadelesinin başlıca unsuru olan levendlere, resmî adlariyle
sekbanlara gelince: bunlar içinde katî olarak müşahede olunan bir ruh,
sekbanlık şuurunun mevcudiyeti idi. Bu büyük kitlenin aralarında zümre
şuurunun mevcut olması dolayısiyledir ki, Celâlî isyanları tam bir sekban
ayaklanması şeklinde devam etmiştir. Bu sekbanlık dâvası, hükümetin
Celâlîlere karşı güttüğü siyasette olsun, • âsilerin birbirleriyle münasebet­
lerinde olsun, büyük rol oynamıştır. Bunun'haricinde, sekbanlar da her­
hangi bir müşterek gayenin varlığına delâlet eden emareler yoktur. Yal­
nız, Celâlî şefi hükümetten mansıb aldığı zaman, ileri gelen bölükbaşıların
ve bazı sekbanların da müteferrikalık, çavuşluk almayı ve bölüğe geçmeyi
ümit etmeleri tabiidir.
Görülüyor ki, Celâlî isyanları, kadronun yüzde doksan beşi levend
olması itibariyle, tam bir köylü isyanı olduğu halde, gaye cihetinden dü­
şünülünce, bu harekete asla sosyal bir köylü hareketi denemez, Adalet
fermanlarına göre meydana gelen köylü hareketleri gelişmiş olsaydı, ancak
o zaman, XVI. asır Almanya'sında görüldüğü gibi; tam bir köylü isyanı
çıkmış olacaktı. Bu bakımdan Rus müellifinin, bu hareketleri bir köylü
isyanı sayması tamamiyle h a t a l ı d ı r l .

1
Adı geçen Rusça eser, s. 64.
88 MUSTAFA AKDAĞ

5 - KASABALARIN VE ŞEHİRLERİN FETRET DEVRİNE GİRİŞİ

Sırasında da izah ettiğimiz gibi, Celâli Fetreti, esas itibariyle, köy


iktisadiyatının geçirmekte olduğu müthiş bir krizin ortaya çıkardığı yüz
binlerce ve belki de milyonu aşan " l e v e n d â t m " (köyü terk eden boş in­
1
sanların) eseri olduğu tarihî bir hakikat olarak karşımıza çıkıyor . Fiilî
vakalar itibariyle XVI. asrın ortalarından başladığını gördüğümüz Celâlî
mücadelesinin 1598 sıralarına kadar köy muhitlerinde cereyan ettiği
gerek evvelki yıllara âit tedkikimizde ve gerek burada tesbit ettiğimiz
hâdiselerle anlaşılmış oluyor. Bu vaziyete göre, Karayazıcı'nın ortaya çıkı­
şına kadar olan Celâlî ayaklanmaları şehir ve kasabalar ahalisinden
köyle ancak iktisadî ilgisi olan bir zümreyi alâkalandırıyordu. Bunlar da,
köy vakıflarından faydalananlar, arazi ve çiftlik sahipleri (bilhassa ulemâ
sınıfı) idiler. Tamamiyle köylerde gezen ve henüz şehirlerin semtine uğ­
ramayan Celâlîler ve ümeranın devriye bölükleri hakkında " u l e m â ve
sülehâ ve ayan ve e ş r a f ı n mütemadiyen İstanbul'a mahzarlar yağdır­
malarının en mühim sebebi bunların köyde büyük menfaatlerinin teca­
vüze uğraması idi. Fakat 1598 den itibaren şehirler ve kasabalar için
vaziyet değişiyordu; daha büyük gruplar haline gelen Celâlîler buraları
da basmaya hazırlanmakta idiler. Çünkü, artık bu sıralarda, her şeye
rağmen köylerinde oturan halk, sekbanlara ve onların hayvanlarına "yem
ve yemek'den fazla bir şey veremiyordu.

Mevzuumuz bakımından, köy ile şehir arasındaki bazı farklara işaret


etmeden, yukarıda söylediğimiz durum kolay anlaşılamaz. O n u n için
bizce malûm bazı hususiyetleri kaydedeceğiz. Bu suretle köylülerin hemen
toptan Celâlî olarak sosyal ve ekonomik bünyeyi tahrip cihetine gitme­
lerini, buna mukabil kasabalar ve şehirler halkının kaleler ve palankalarda
kapanmak suretiyle buna mani olmaya çalışmalarını daha iyi anlamış
olacağız.
XVI. asır Anadolu'sunda, köy ile şehiri karşılaştırarak ekonomik,
sosyal ve idarî ayrılıkları gösterelim: ekonomik bakımdan, şehir halkının
yaşayış tarzı, işi ve hükümet karşısındaki mükellefiyetleri köylülere göre
çok daha iyi idi. Kadı, müderris, müezzin, hatîp vesair kuvvetli bir ulema
sınıfı hükümetten veya vakıflardan "vazife" (ulufe) alıyorlardı; işlerinin
hafif olması yüzünden, bunlardan pek çokları köylerde arazi işlettiklerinden
başka, oturdukları şehirlerde ve kasabalarda emlâkleri de vardı. Her türlü
vergiden muaf idiler. H a n , h a m a m , dükkân ev, bağ ve bahçe gibi şehirlere
mahsus kıymetli emlâk sahibi olan " a y a n ve eşraf" da ulemânın yanında
gene çok müreffeh bir sınıf olarak yer almışlardı. Henüz Avrupa sanayiinin
tesirlerini hissetmeyen esnaf ve tüccarın kazançları asla eksilmemişti;
hattâ sırasında söylediğimiz gibi, ticaret eşyasının fiyatları çok yüksel-

1
Bitmez tükenmez celâlî isyanlarının tamamiyle sekbanların eseri olduğunun ilk
defa ifade eden Netayic-ül'vukuat müellifidir; Bak. C. II, S. 24.
CELÂLİ FETRETİ 89

miş olduğundan, fazla bile kazanıyorlardı. Korporasyon (esnaf teşkilâtı)


dolayısiyle rekabetten de zarar görmeyen bu sınıfın mükellef olduğu en
mühim vergi, "orduy-ı hümâyûn için o r d u c u " çıkarmaktan ibaretti. Bu
sıralarda b ü t ü n Anadolu şehirleri yarı müstahsil bir karaktere sahip ol­
duklarından halk pek çok yiyecek ihytiyaçlarını kendileri istihsal edi­
yorlardı.
Bütün şehir halkının (emlâk sahibi olmak şartiyle) devlete ödedikleri
en mühim vergi tekâlif-i divâniye (avarız akçası) idi. Tekâlif-i örfiye pazar­
lara çıkan maddelerden ve sanayi eşyasından almıyordu ki, bu türlü
vergilerin tahsili " m u k a t a a " adı ile ayrı bir tahsil usulüne tabi idi. Büyük
bir yolsuzluğa sebep olan "tekâlifi şer'iyenin" türlü şekilleri de şehirde
yoktu. Hülâsa şehir ahalisi henüz iktisadî darlığı hissetmediklerinden
maada, devlete de köylüler kadar fazla vergi vermiyorlardı. Hele vergi
tahsilindeki sadelik şehir halkının çok lehine idi.
Sosyal bakımdan: şehirler ve kasabalar daha kalabalık nüfusun top­
landığı yerler olduğundan başka, muhtelif içtimaî sınıflar da yan yana
bulunuyorlardı, insanlar birbirleriyle münasebetlerinde daha bilgili ve
müsait şartlar içinde idiler. Bilhassa ulemâ sınıfının karşısında içtimaî
muvazeneyi bozacak mütegallibe bir zümrenin türemesi imkânları azdı.
Halk meşgul oldukları işleri ve içtimaî durumları bakımından bir takım
sınıflara ayrılmışlardı ki, her sınıfın kendisini koruyacak bazı teşkilâtı
ve imtiyazları vardı. İdarî ve iktisadî tazyiklere karşı şehir halkının ken­
dilerini daha kolay korumalarına bu hususiyetleri çok yardım ediyordu.
İdarî bakımdan: Kasabaların ve şehirlerin baş otoritesi kadılar idi.
Mahkemeler ümeranın şehir reayası ile olan münasebetlerini tanzim ve
onlara vasıta olma vazifelerini tamamiyle yapıyorlardı. Müftü, müderris,
mazûl kadı ve mütekait beyler, sancak beyinin subaşısının ve sair adam­
larının yolsuzluklarından halkı koruyacak bir durumda idiler. Esasen
sancak beyinin yegâne salâhiyeti olan polislik vazifesini şehirlerin ve ka­
sabaların sosyal ve idarî hususiyetleri tamamiyle tahdit etmişti. Çünkü
yukarıda mevcudiyetinden bahsettiğimiz içtimaî ve meslekî sınıfların kendi
aralarında inzibatî meselelerini hal edecek teşkilâtları vardı. Görülüyor
ki, Celâlî isyanının gelişmesine fena hareketleriyle birinci derecede hizmet
eden maiyyet memurlarının salâhiyet ve nüfuzları şehirlerde ve kasabalarda
çok zayıf idi. Şehrin kendi sosyal ve ekonomik bünyesinde ise içtimaî
nizamı bozacak sıkıntılı bir sınıf henüz yoktu; b u n u n en büyük delili şehir
halkı arasından "levendât" ve h a t t â " s u h t e v â t " türemediğidir.
Köye gelince: çiftçi reayanın elde ettikleri mahsul ticaret ölçüsünde
yükselmemiş olduğu için, akça mütemadiyen düştüğü halde, köylülerin ka­
zançları fazla artmamıştı. Umumiyetle toprak hasılatı esasına göre kurulan
dirlikleri (tımar, zeamet, has) ellerinde tutanlar, ve hattâ devlet, artmış
olan yüksek masraflarını hep köylü reayaya yüklüyorlardı. Köylerden
alınan vergiler bir çok nev'e ayrıldığı gibi, dirlikler için ayrı bölgeler ha­
linde taksim olunma ve vergi teşkilâtı da o nisbette çoktu. Dirlik erbabı,

.
90 MUSTAFA AKDAĞ

sancak beyleri, kadılar ve bizzat hükümet köyden türlü türlü vergiler


toplamakta idiler. Mültezimler, eminler, voyvodalar, subaşılar, nâibler
ve sair birer ikişer çeşit vergi toplamaya selâhiyetleri olanlar tarafından
vergilerin kanunî haddinden ziyade alınması ve yeni vergiler icadı gibi
Celâli isyanı için köyden âdeta levend yaratan dâvalar tamamiyle köyde
cereyan ediyordu. Köye uğrayan her "ehl-i ö r f ü n maiyyetinde bulunan
sekbanlara, vergilerden hariç olarak "sekban akçası" ve "yem ve yemek"
1
diye ödenen ağır mükellefiyetler yalnız köylerde görülmekte idi .
Sosyal durum itibariyle de köy şehirle ölçülemez. İşleri ve yaşayış
tarzları birbirinin aynı olan üç beş yüz nüfuslu bir köy sosyetesi yalnız
müstahsil sınıftan ibaretti. Köylü için hükümet üç kişiden ibaret bulunu­
yordu. Birisi köyün sipahisi (yani: tımar sahibi), ikincisi sancak beyinin
mümessili olan subaşı ve üçüncüsü de kadının mümessili olan nâib idi.
Nâib ve subaşı bütün nahiye köylerine baktıklarından dolayı, her köye
ancak bir hâdise çıkınca uğrarlardı. Fakat sipahinin seferler haricinde
hep köyde oturması lâzımdı, ne idarî ve ne de inzibatî hiç bir salâhiyeti
yoktu. Yalnız tımar beratında yazılı olan öşrü ve bazı "resim"leri bir
mültezim gibi toplar, başka bir şeye karışamazdı.
Nazarî olarak köy idaresinin şehirdekinden pek farklı olmaması
lâzım gelirdi. Kadının anlayışına göre, her şeyi "şer'i şerif" halleder,
bey veya adamı, kadının veya naibin hükümlerini yerine getirirdi. Ver­
gilerin " k a n u n ve deftere muhalif" alınmaması hususunda kadıların sıkı
sıkıya nezareti köy idaresinin ana prensipi idi. Fakat realitede bu cari
olamıyordu. İki veya üç kişilik maiyyeti ile köye giden kadı, yahut naibi
iki üçyüz sekbanla dolaşan bir "ağa (yâni beyin ağası)" yanında hiç ka­
lıyordu. O n u n için köylüler " k a n u n ve defteri" ileri sürmeğe ve kadıya
müracaatı faydasız görmekte ve daha kolayı, vergiyi toplayan şahıs ile
pazarlığa girişmekte idiler. Miktarını kanunla tâyin etmek mümkün ol­
mayan cürüm ve cinayet resimleri asayiş memurlarının geniş ölçüde sui­
istimallerine müsait olduğundan, bu gibi gayrî muayyen resimlerin be­
hemehal mahkemenin kararından çıkması prensip idi. Fakat bunların
hiç birisine riayet olunmuyordu. Hulâsa iktisadî darlık.ve onun bir neticesi
olan idarî yolsuzluklar ve seferlerin ağır masrafları hep köy reayasını
ezmiş, şehir halkı ise yukarıda anlattığımız sebeplerden dolayı normal
durumunu hemen hemen muhafaza etmişti.
Yukarıda da söylediğimiz gibi, kökünü köyden alan Celâlî ayaklanması
şekil ve ruh itibariyle katiyen köy içtimaî sefaletinin ifadesi olamamış,
köylüler "sekban bölüğü" adını alan yarı resmî bir teşkilât içinde erimişler­
dir. Binaenaleyh, 1596 dan 1598 yılına kadar geçen zamanda mütemadiyen
köyleri tahrip edenler, köy reayası olarak değil, beylerin sekbanları olarak
hareket etmişler ve h a t t â adalet fermanlarının verdikleri müsaade ile

1
Daha sonra şehir halkı da şehre uğrayan veya mühim bir iş için gelen resmî şah­
siyetlere "misafir akçası" adı ile büyük masraflar etmeye başlamışlardır.
CELÂLİ F E T R E T İ 91

köyleri müdafaa için kurulan ve bir çok yerlerde ümerâya ve onların bö­
lüklerine karşı toplu halk isyanı mâhiyetini almaya başlayan köylü teş­
1
killerini yok etmişlerdir . Netice itibariyle sekban hareketi bir taraftan
köyü "sekban akçası" ödeyemiyecek kadar iktisaden mahvetti; diğer
2
taraftan da, köylüleri kitle halinde "sekban bölüklerine" aldı .
Artık binleri aşan büyük sekban grupları teşekkül etmişti. Zengin­
leri kasabalara, şehirlere kaçan ve pek çok fakir halkı da sekban olan köyler
bunlara hiç bir şey veremiyorlardı. Bundan sonra kasabaları ve şehirleri
basmak bir zaruretti. Şehirlere ve. kasabalara hücum edecek kudrette
olan ilk büyük sekban topluluğu K a r a m a n vilâyetinde eski beylerbeylerin­
den Hüseyin Paşanın etrafında toplandı. Bu âsi paşanın bölükbaşıları ve
maiyyeti memurları sancaklara çıkarak kasabalara saldırdılar. Zenginler
kalelere giriyorlardı. Âsiler kaleleri sararak halktan bir çok paralar istiyor-
lar ve almadan çekilmiyorlardı 3 . Bunlardan başka, aynı sahalarda bir
çok da "vilâyet muhafazasına m e m u r " kimseler dörder beşer yüz sekbanla
dolaşmakta ve halkı para vermeye mecbur etmekte idiler 4 . Aynı vilâyetin
cenup sahalarında ise medrese talebesi levendlerle birleşmişlerdi; kasabalar
daima bunların hücumuna uğruyorlardı. Ayrıca, vilâyetin her tarafında
beylerbeyinin ve sancak beylerinin ağaları kalabalık bölüklerle dolaşıyor­
lardı. Kasabalarda veya köylerde en ufak bir mukavemet felâket doğur­
makta idi. Zenginlerin evleri ateşe veriliyor, kendileri de öldürülüyorlardı.
Fetret devrinin kanlı safhası başlamıştı.
K a r a m a n vilâyetinin hali çok feci idi; bir çok kimseler Istanbula
kaçmışlardı. Yukarıda söylediğimiz gibi, nihayet İstanbul'dan K a r a m a n ­
daki Hüseyin Paşayı ve Urfa taraflarındaki Karayazıcı'yı ele geçirmek
üzere vezir Mehmet Paşa serdar olarak yola çıktığında, K a r a m a n celâlîleri
Karayazıcı ile birleşmek üzere Güneydoğu Anadolu'ya geçtiler. Adana,
Maraş, Halep ve Urfa vilâyetleri tahammül edilmez derecede bir sekban
istilâsına uğradılar. Batı Anadolu sahasında dahi pek çok levendler ve
ümerâya maiyyet memurluğu yapmakta olan tanınmış "sipah zorbaları"
dahi Karayazıcı'ya katılmak üzere şarka hareket etmişlerdi 5 . Burada
şu mühim noktayı kaydetmek lâzımdır ki, Anadolu'nun dört bir tarafında
bulunan ağaların ve bölükbaşıların sanki evvelden hazırlanmış bir ihtilâl
hareketinde u m u m î emir almış gibi, bir şefin emri altına koşup gitme­
lerinin sebeplerini katiyen bilemiyoruz. Yalnız, Hüseyin Paşanın vezir
Mehmet Paşanın hareketi üzerine Yazıcı'ya iltihak ettiği malûmdur.
1
D o ğ r u d a n doğruya reayanın ayaklanmalarına ve ü m e r a a d a m ariyle silâhlı mü-
cadeleye girişmelerine âit bir çok vakalar evvelki devre ait e t ü d ü m ü z d e çıkacak,
2
Abdülkadir, adı geçen eserinde köylülerin sekbanlara "şeytan izlâliyle" karıştık-
larını söylüyor; başka bir şey yazmıyor. Biz tetkiklerimizde celâlîlerin köylüleri herhangi
bir p r o g p a g a n d a ile saflarına aldıklarına dair bir emareye rastlamajdık
3
Başbakanlık arşivi, divan kayıt defteri, N o . 139 yaprak 6 ve 40 Selânikî, aynı y a z m a
yaprak, 331 ve 332; Etnografya Müzesi, Ankara sicilleri. N o . 6, s. 257
4
Başbakanlık arşivi, divan kayıt defteri. N o . 136, yaprak. 103
5
Bursa müzesi, Bursa sicilleri N o . B 136-351, yaprak 108.
92 MUSTAFA AKDAĞ

İleri gelen şefler ve bölükbaşıları, sekbanlariyle şarka gittiklerinde,


yerlerinin boş kaldığı, halkın sekban dalgasından kurtulduğu sanılmama-
lıdır. Gene maiyet memurlarının veya herhangi resmî vazifeli bir şahsın
etrafında yeni sekban bölükleri teşekkül ediveriyordu ki, Celâli Fetretinin
Anadolu için uzun ve devamlı bir felâket oluşunda bu husus mühim
noktadır.
Güneydoğuya toplandıklarını söylediğimiz Celâliler, bu sahada bü­
yük bir korku 'yaratmışlardı. Maraş vilâyetinin tımar erbabı İstanbul'a
yolladıkları mahzarlarda 1599 baharı seferine çıkamadıklarını, çünkü,
her tarafta Celâlîlerin baş kaldırdığını bildiriyorlardı: vilâyet ihtilâl için­
de iken ehl-ü iyâllerini "levendâtın" yağma ve taarruzlarına terk ederek
sefere gitmelerinin hiç bir suretle mümkün olamıyacağını, israr edildiği
takdirde dirliklerinden dahi "feragat" edeceklerini açıkça beyan etmiş­
lerdi. Bu münasebetle, Maraş'ta dolaşan grupları sayıyorlardı ki, bunlar
üç yüz atlı ile Maymun Davud Oğullan, dört yüz sekban ve atlı ile Köse
Sefer ve iki yüz atlı ile Osman Paşa müsellemi Ömer adındaki Celâlîlerdi;
isyan üzere olan Hüseyin Paşanın da levendleriyle vilâyete dahil olmuş
bulunduğunu haber veriyorlardı 1
En kuvvetli Celâli Grupu Güneydoğu çevrelerinde toplanmış olma­
sına rağmen, buralardaki kasabalarda ve şehirlerde henüz hasar ya­
pılmadığını ve Karayazıcı'nın halkın t a h a m m ü l edeceği salmalar is­
temekten başka bir şey yapmadığını tahmin ediyoruz. Abdülkadir'ih kay­
dettikleri de bunu teyit etmektedir 2 . Diğer taraftan, bu sahaların iskân
formasyonunun Anadolu'nun diğer çevrelerinden farklı olması dolayısiyle,
Celâli mücadelesine bu halin tesir etmiş olduğu da muhakkaktır; h a t t â
bütün büyük Celâli seferleri daima burada yapılan karşılaşmalarla sona
ermişlerdir ki, bu da aynı vaziyetle alâkalıdır. Fakat bunlara âit bilgimiz
yoktur. Aşiretlerin vaziyetine gelince, devriye bölüklerinin bunları dahi
soymalarına âit misaller çoktur. Buna rağmen Celâlîlere aşiretlerden yardım
olduğuna âit delil yoktur.
Karayazıcı'nın etrafında toplanan büyük sekban kitlesi ilk defa Urfa
kalesini zorlamak suretiyle şehirlere hücuma başlamış bulunuyordu. Ce­
lâlîlerin neden bu şehre hücum ettiğini pek iyi bilemiyoruz: Vekayinâme-
lerin ifadelerine göre, vezir Mehmed paşanın karşısında duramıyarak Urfa
kalesine kapanmak mecburiyetinde kalmışlardı 3 . Fakat şimdiye kadar
olan tetkiklerimizden anlaşılacağı üzere, "sekban bölüklerinin" mevcudi­
yeti geniş sahalar dahilinde daima gezmekle mümkün olduğundan, kalede
uzun müddet hareketsiz kalamazlardı. Bünyelerine yabancı geldiği an­
laşılan Hüseyin Paşayı hükümete teslim ettiler. Mukabilinde Karayazıcı
Antep sancağına bey tâyin olundu; arkadaşlarına ve bölükbaşılarına ne

1
Ankara Etnografya müzesi, Ankara sicilleri, No. 6, s. 257.
2
Abdülkadir, aynı yazma, yaprak 73.
3
Kara Çelebi-zade, Ravzatülebrâr s. 489.
CELÂLİ FETRETİ 93

gibi hizmetler verildiğini bilmiyoruz. Karayazıcı kaleden çıkarak sancağına


gitmekte olduğu esnada, İstanbul'dan âsiyi yakalama emrini alan " s e r d a r "
tekrar hücum ederek gene bozguna uğrattı. Bu defa Karayazıcı Sivas
l
taraflarına k a ç t ı . Bir çok Celâlîler esas grupu terk ederek etrafa dağıl­
mak mecburiyetinde kaldılar. Mehmed Paşa da kışı geçirmek üzere Di­
yarbakır'a çekildi. Gerek Celâlîler ve gerekse serdarların levendleri tama-
miyle soygunla yaşıyorlardı. O n u n için Maraş ve Urfa havalisinde halkın
iktisadî durumu mahvolmuş ve hicrete mecbur kalmışlardı. Gene de ma­
2
hallî sekban faaliyetleri devam ediyordu .
Sivas (Rum) vilâyetinde Gelâlî Fetreti daha çok kanlı geçmekte idi.
Bu sahada bu müthiş hâdiselerin daha 1596 yazında beylerbeyinin ve san­
cak beylerinin sekbanları ve ağaları tarafından köylere yapılan baskınlarla
başladığını yukarıda söylemiştik. Niğde, Kırşehir, Çorum, Amasya ta­
rafları ahalisi kamilen yerlerinden oynamışlar, kimisi kaleler ve palankalara
girerek müdafaaya başlamışlar, kimisi de (şüphesiz ekseriyeti) âsî sekban­
lara karışmışlardı. Yalnız Tosya'da, kadı ile de uyuşan Hasan Bey adında
birisinin beşyüz kişi öldürdüğü bildiriliyordu 3 . Sekbanların başında bu­
lunan ağalar umumiyetle altı-bölük halkından olmakla beraber, maiyyet-
lerinde, yeniçeriler de görülüyordu 4 . Yeşilırmak çevrelerinde ise. " F e t r e t "
pek kanlı olarak devam ediyordu. Amasya, Tokat ve bilhassa Şarkî Ka-
rahisar şehirlerinde yağmalar ve mahalleleri ateşe vermeler devam ediyordu.
Buralarda suhteler ve altı-bölük halkı çok faal rol oynamakta idiler. Bütün
sancak beyleri dairelerine kalabalık sekbanlar toplamışlardı. Şarkî Kara-
hisar kendilerine sancak beyi süsü veren Celâlî şeflerinin ve binlerce sek­
banlarının devamlı merkezi idi. Böyle beylerden birisine müsellemi olan altı
bölük halkından M u h a r r e m namında meşhur bir sipahi, bölük arkadaş­
larının yardımı ile başına büyük sekban kalabalığı toplayarak, sancak
beyi adına salmalar toplamaya başlamış ve büyük bir korku yaratmıştı.
Bütün paralarını ve servetlerini alabilmek için zenginleri acımadan öl­
dürüyordu. Dağ aralarına sığınan halkın devamlı feryatları üzerine Bursa'ya
kaçan âsi orada tanınmış ve adamlariyle beraber İstanbul'da katlolun-
muştu 5 .
Yukarıda Sivas taraflarına geldiğini söylediğimiz Karayazıcı, 1596
danberi bu vilâyeti sekbanlarının ateş içinde bıraktığını söylediğimiz
beylerbeyi M a h m u d Paşa ile iyi anlaştığından dolayı, Paşanın sefere gider-
1
Nuhbettüttarih ve'lahbâr s. 207 -Selânikî Karayazıcı'mn dürzülere dehalet etmek
istediğini yazıyor: Aynı yazma yaprak. 354.
2
Bu sırada Şam kulları âdet üzere, Haleb'e vergi tahsiline yardıma geldiklerinde
yolsuzluklarından dolayı 17 kişiyi İbrahim paşa astırmış, Bunun üzerine karışıklık çık­
mıştı. Selânikî: aynı yazma yp. 333
3
Başvekâlet arşivi-divan kayıt defteri, No. 132, yaprak 130-N0. 141, yaprak 13,
No. 143—yaprak 68—No. 133, yaprak 107.
4
Başbakanlık arşivi, Divan kayıt, defteri No.,. 132, yaprak 130.
5
Bursa müzesi, Bursa sicili No. 136, yaprak 102- Selânikî, aynı yazma, yaprak, 340
ve 341.
94 MUSTAFA AKDAĞ

1
ken İstanbul'da yaptığı teşebbüs üzerine, Amasya beyliğine tâyin olundu .
Dağılan meşhur Celâli şefleri gene Karayazıcı'nın etrafına toplanıyorlardı.
Bunların ekseriyeti Anadolu'nun her tarafından gelen altı-bölük "zor­
baları" idiler. Bütün R u m vilâyetinde (yani Sivas'ta) Fetret çoktan baş­
lamış olduğu için, Karayazıcı ve arkadaşlarının buralarda görünmeleri
sekban kitlelerini bir kaç misline çıkarmaktan başka bir şey yapmış değildi.
Yalnız Karayazıcı'nın Celâlîlikte fazla ileri gitmediği, şehirleri ve kasaba­
ları yakıp yıkma yerine, buraların halkından müzakere yoluyla toplu
paralar almayı tercih ettiği görülmektedir. İstediği paraları köy ve şehir
ve kasabaların halkı aralarında toplayarak götürüp teslim ediyorlardı.
Mesalâ, Tokat kadısının bir arzında verdiği malûmata göre, Karayazıcı
Çorum'a tâyin olunduğu sırada, "müfettiş-i emval" Abdülkerim ve def­
terdar Derviş, kendisine vararak, Tokat'a 50 bin kuruş (resmî rayice göre
4 milyon akça) salma saldırmışlar, Yazıcı'ın ağalarından M u r a d Ağayı
getirerek, bu miktarın iki misli olan yüz bin kuruş toplamışlar ve kendi­
lerine de ayrıca kırk bin kuruş almışlar, bu suretle yüz kırk bin kuruş
ödemeye mecbur kalan halk perişan olmuştu. Kadı arzında, "Yazıcı bir
şehirden bir akça almış değil i k e n " bu şahısların tahriki ile bu parayı
aldığını söylüyorsa da, bu hakikate uygun değildir. Çünkü binlerce sek­
banlara verilen ulufeler ancak bu türlü ağır salmalarla elde edilebilmekte
i d i 2 . Kâtip Çelebi'ye göre, bu sıralarda mansıbların tevcihinde büyük
bir yolsuzluk vardı. Bir sancak beyliği iki üç adama birden veriliyordu.
Bunlardan parası olan, sancağı rakiplerinden kurtarabilmek için, gidip Ya-
zicı'ya bir çok paralar ve mal vererek ondan yardım istiyor ve mansıbına
bu suretle oturabiliyordu. Esasen, "kendisinde ref ve nasba kudret gör­
düğü için" isyan etmişti 3 .
Bu müellifin fazla mazûl ümeranın meydana geldiği hakkındaki kaydını
diğer bir çok tarihî vesikalar da teyit ediyorlar 4 . Ancak bir mansıbın
bir kaç kişiye birden tevcih edilmesinden bir takım anlaşmazlıkların mey­
dana geldiği, hele mansıb yüzünden ümerânın arasında çarpışmalar ol­
duğu yolunda herhangi bir hâdiseye rastlamış değiliz. Esasen yeni tevcih­
lerin çoğu "sefere gitmek" kaydiyle yapıldığından "mansıb erbabının"
bir kısmı seferde bulunmakta idi. Hele Celâlîlerin hemen hepsinin maiyyet
memuru ve altı-bölük halkından olmaları ve -Hüseyin paşa hariç- Ende-
rundan yetişmek suretiyle veya sair yollarla normal surette sancakbeyi
veya beylerbeyi olanların Celâlîler arasında görünmeleri, "fetret"de ma-
zûllerin rol oynamadıklarına delildir. Devriye bölükleriyle sancaklarını
ve vilâyetlerini, Celâlîler gibi, fiilen sekban kitlelerine soyduran ümera

1
Nuhbetüttarih ve'lahbar, s. 207.
2
Başbakanlık arşivi, tbnülemin, Dahiliye, karton 3, No. 645.
3
Kâtip Çelebi, Fezleke, C.l, S. 289.
4
Mesalâ: Ankara Etnografya müzesi, Ankara sicilleri, No. 6, s 258
CELÂLÎ F E T R E T İ 95

ise mazûl değillerdi ve bunların hemen hiç birisi Celâli sayılmamıştı;


1
fazla ileri gidenler kolaylıkla katlolunabilmekte idiler .
Karayazıcı, 1600 martında Çorum sancağına tâyin olduğu zaman dahi
şehirlere, kasabalara, hali vakti yerinde zenginler bulunan köylere adamlar
yollayarak salma toplamakta devam etmişti. Çünkü o muayyen bir gayeden
ziyade, başlarında bulunduğu binlerce sekbanın geçim zaruretlerinin esiri
idi. Kendisi için ne bir arazi ve ne de emlâk almış değildi. Aşağı yukarı
bütün Celâlîlerin yegâne hususiyetleri hiç bir şehir veya kasabanın kalesine
bağlanmamak ve bir yerde oturmamaktı. Onlar günde aldıklarını günde
sarfediyorlardı. Karayazıcı, diğer bütün ümerâ veya Celâli şefleri gibi,
kendisinin de etrafındaki sekban kitlesinin esiri olduğunu anlamış görünmek­
tedir. O n u n içindir ki, verilen devlet hizmetlerini kabul ettiği halde, Celâlîlik
tavrını bir türlü değiştirememiştir. Bunu çok iyi bilen hükümet Celâlîlerin
siyasî bir gaile açacaklarından katiyen korkmuyordu. Karayazıcı'ya karşı
tertip ettiği "Celâlî seferleri" sırf halkın feryadından ve Anadolu halkı
gözünde "hükûmetsizlik" tesirinin uyanmaması gayesinden ileri geliyordu.
Meselâ, Karayazıcı Çorum'da tam bir sancak beyi gibi oturuyordu. Fakat
maiyetindeki Celâlî şefleri ve sekbanlar etrafta ve kasabalarda soymadıkları
zengin bırakmıyorlardı. İşte bu soygunların neticesi olarak, kopan feryatlar
üzerinedir ki, Bağdat valisi Sokullu zade Hasan Paşa yeniden Celâlî seferi
için serdar tâyin olundu. Merkezden de eski Halep valisi Hacı İbrahim
paşa yollandı. Fakat, serdara iltihak etmeden Kayseri'de Yazıcı'yı mağlûp
etmek isteyen bu paşa kendisi bozuldu 2 . Buna rağmen Yazıcı Orta-Ana-
dolu'da daha fazla duramıyordu. Tekrar Elbistan taraflarına geçtiğinde,
Hasan Paşa Celâlîleri perişan etmeye muvaffak olunca, Yazıcı da Canik
dağlarına kaçtı ve 1601 sonlarında orada telef oldu 3 . Yazıcı'nın, 1599
da, Sivas'tan başlayarak, iki sene zarfında, Amasya, Çorum, Kayseri,
Elbistan, ve nihayet, gene Sivas yoluyla Canik (Samsun) taraflarına gel­
diği esnada yaptığı geniş bir turla bu sahanın Fetret devrine yaptığı yegâne
tesir, buralarda Anadolu'nun diğer çevrelerine nazaran daha fazla sekban
yığılmasını mümkün kılmasıdır. Bir de, bu meşhur Celâlinin salmaları
halktan anlaşma yoluyla almayı tercih etmesi sebebiyle, zenginleri öldürme
gibi sekbanların kanlı hareketlerini önlemiş olduğu görülmektedir. Çünkü
diğer bir çok sancak beylerinin veya Celâlî şeflerinin bir kaza yahut
sancakta, icabında yüzlerce insan katlettiklerine âit pek çok mahzarlar
tertip olunduğu halde, Yazıcı hakkında bu türlü şikâyetlere rastlanma­
mıştır. Buraya şunu kaydetmek lâzımdır ki, Karayazıcı herhangi bir mın-

1
Nesli Oğlu, Kınalı Oğlu, Zülf ikar Paşa, Tekeli M e h m e d Paşa vesairleri e n d e r u n d a n
tayin olmayıp, Celâlîlikten yetişmişlerdir ve Celâlîlikten vazgeçmeleri için kendilerine
mansıb verilmiştir.
2
Yazıcı kendisine âit olduğu iddia edilen bir " h ü k m ü h ü m a y u n u " h ü k ü m d a r sı-
fatiyle güya b u r d a bir şahsa vermiş ve o şahsı vergiden muaf kılmıştı.
3
Hüseyin H ü s a m e t t i n Yazıcı'nın arkadaşları tarafından öldürüldüğünü yazıyor:
Amasya tarihi, C. 111. S. 35 (fakat ö l ü m ü n ü n hakiki şekli belli değildir).
96 MUSTAFA AKDAĞ

takada oturduğu esnada, o vilâyetin ümerâsından ne muhalefet ne de


faz'la yardım görmüştür. Gerek ümerânın ve gerek Gelâlîleıin dayandıkları
kuvvet olan sekban, bölükbaşı ve maiyyet memurları kendilerini âdeta bir
ocaktan saydıkları için, başka türlü olmasına da imkân yoktu.
Celâli Fetretinin cereyan ettiği sahaların şarkta son hudut bölgesi olan
Erzurum, Ahıska, Rize taraflarında sekban faaliyetinin safhalarını gös­
teren bilgi elimizde yoktur. Selânikî'nin kaydına göre, bütün bu şark sa­
hasında, Kara M u r a d adında bir "sipah zorbası" soygunları idare etmiştir.
Şarkta bulunan "Altı-Bölük H a l k ı " üzerine kethüdayeri tâyin edildiği
anlaşılan Kara M u r a d Ağa İstanbul'da divandan bir takım sahte fermanlar
satın almıştı. Erzurum kadısına yazılan birisinde beylerbeyliğinin ken­
disine verildiği yazılı idi. Bundan istifade ile 1600 yılında Erzurum şehrine
büyük bir sekban ve altı-bölük kalabalığı ile girerek, asıl beylerbeyi Ömer
Paşanın müsellemini katlettirerek şehri yağma etti. O n d a n sonra elindeki
diğer sahte fermanlarla diğer sancaklara sancak beyi olduğu iddiasiyle
girdi ve aynı suretle pek çok paralar ve eşya topladı. Dolaştığı yerlerde
yüzlerce insan katlettiriyordu. Halk arasında büyük bir panik başlamıştı.
İstanbul'a feryatçılar gelmesi üzerine tevkifi için fermanlar yollandı. Kara
M u r a d izini kaybetmek için aldığı paralarla birlikte Balıkesir taraflarına
kaçarak gizlendi. Fakat kadılarla halk birleşerek kendisim yakalayıp
İstanbul'a yolladılar. Yapılan tahkikatta Kara Murad "sahte nişanları"
150 bin akça mukabilinde maliye tezkirecisi Davud Efendiden aldığını
iddia etti ise de, bu iftira sayılarak kendisi idam olundu 1 .
Anadolu'da görülen sekban ayaklanmalarının tesirleri Şam, Bağdat,
Tebriz ve Nahcivan taraflarında da görülmektedir. Bu gibi uzak yerlere
sekbanlar beylerbeylerinin "kapı halkı" olarak gittikleri gibi, serhad
kulu olarak ulûfeleriyle devlet tarafından da yollanıyorlardı. Anadolu'da
gene sekbanlardan ulufe ile bölüğe geçirilerek nöbete yollanan "Altı Bölük
Halkı-sipah ve silâhdarlar" da kethüdayerleriyle birlikte bu mühim ka­
lelerde oturmakta idiler. Bunlar oralarda da Anadolu'da yaptıkları gibi
bir çok soygunlar yapmakta ve beylerbeylerine karşı gelmekte idiler.
Bunlar karşısında yerli halkın reaksiyonlarının ne olduğunu bilmiyoruz 2 .
Şimdi Celâli Fetretinin Batı Anadolu'daki cereyan şeklini hulâsa
edeceğiz: Garbi Anadolu'da sosyal teşkilât ve h a t t â iktisadî durum diğer
sahalara nazaran daha iyi bulunuyordu. Celâlîlere muhalif olan medrese
talebesi kuvvetli bir zümre teşkil ettikleri gibi, Ulema ve mütekait memur­
lar da şehirlerin sağlam bir unsuru idiler. Çevrenin İstanbul'a yakınlığı
dolayısiyle merkezin kontrol imkânı da fazla idi. İşte bu hususiyetlerden
dolayı hâdiseler burada bir az başka türlü geçmiştir.
Anadolu vilâyetinde adalet fermanlarının ve halk korunma teşkilâtının
daha iyi neticeler verdiği yukarıda geçen vakalardan anlaşılacaktır. Meselâ
/ •

1
Selânikî, aynı yazma, yaprak. 343.
2
Arşiv, Ali Emiri tasnifi, Mehmed III devri, No. 22.
CELÂLİ FETRETİ 97

bir çok yerlerde halk teşkilâtının başında olanların, diğer vilâyetlerde


geçenlerin aksine olarak, "ehl-i örfe" hücum ettikleri ve onları mağlûp
ettikleri bile görülmüştür. Fakat hükümet Gelâlîlerden ziyade reayanın
içinde inkişaf eden bu türlü ayaklanmalardan korktuğu için, halkın silâh­
lanmalarına müsaade etmiyor, bazen adalet fermanlarını nakzeden emirler
veriyordu. Bir taraftan hükümetin reaya hakkındaki bu mübhem durumu,
diğer taraftan 1596 da askerin ve ümeranın seferden avdeti ile Celâlîlerin
ve devriye bölüklerinin kuvvetlenmesi, nihayet buralarda da halkın muka­
vemetini kırmış bulunmakta idi. 1597 yazından itibaren ümerânın maiyyet
memurları sekbanları harekete getirdiler; altı-bölük halkı adına bayrak
kaldırarak dolaşanlar da çoğaldı 1 . Hamit (İsparta) sancağındaki kasaba­
ların ahalisi mahzarlar yollayarak sükûnetin bozulmakta olduğunu, fe­
lâketin yakın bulunduğunu haber vermişlerdi: reayadan bir çok kimseler
çiftlerini bozarak, gelen sancak beylerine ve "ehl-i örfe" bölükbaşı yazılı­
yorlar, başlarına sekban bölükleri toplayıp talana başlıyorlardı 2 Kaza
kadıları da yolladıkları "kazâyâ defterlerinde", sabık Hamit beyi Ömer'in
ve kethüdası Hızır'ın altı yüz atlı ile devre çıktıkları, elli kadar köy
ve kasabadan binlerce kuruş salgun topladıkları haber verilmekte idi.
Ahmed, Yunus ve Süleyman adında üç dergâh-ı âli çavuşu yanlarına bir
kaç da tımarlı sipahi alarak, bin kişilik bir sekbanla harekete geçmişlerdi.
Burdur'un Bartan köyü nazırı (vakıf nazırı) olan oğlu Derviş Nazır beşyüz
atlı ve doksan yaya sekban ile Burdur çevrelerinde harekette idi 3 . Antalya
kadısı da o tarafta Arslan Bey adında birisinin (altı bölükten olması lâzım­
dır) dört yüz kişi ile her köyden ellişer altmışar kuruş (resmî rayiçte: dört
bin ile dört bin sekiz yüz arası) topladığını ve bir çok kimseleri katlettiğini
arzediyordu 4 . Sadrazama ait olan Ankara'nın Haymana haslarında,
voyvodanın da kalabalık sekbanlarla ahalinin " y e m ve yemeklerini",
koyun, kuzu ve tavuklarını aldığı, "resimleri" bir kaç misli topladığı,
"devletlu akçası" diye uydurma bir vergi istediği şikâyet olunup durmakta
idi. Bir sürü" meşhur eşkiyalar" ve kalabalık bir sekban gurupu da Ankara
sancak beyinin kethüdası idaresinde bu sancağı soyuyordu; zengin kim­
selerin paraları zorla alındığı ve kadıların mahkemeye davetine aldırış
etmedikleri hakkında İstanbul'a mahzarlar yollanmıştı. Aynı sancakta
Burhan adında başka bir şefin idaresinde kalabalık bir sekban bölüğü de
Ankara ile Kızılırmak arasında idi 5 . Aydın sancağı ahalisi de sancak
beyi olanların ve kethüdalarının ikiyüzden fazla sekbanla gelip kasabaları

1
Ankara Etnografya Müzesi, Ankara sicilleri, No. 7, s. 287
2
Arşiv, Divan kayıt defteri. No. 143.
3
Arşiv, Ali Emiri, Mehmed III No. 70-Divan kayıt defteri No. 143, yaprak 62-
îbnülemin, karton: 3, No. 485.
4
Arşiv, divan kayıt defteri. No. 146, yaprak. 39
5
Ankara Etnografya müzesi, Ankara sicilleri, No. 7, s. 257, 276, 286-N0. 8, S. 412-
Arşiv, divan kayıt defteri No. 146 yaprak. 63 .
98 MUSTAFA AKDAĞ

ve şehirleri soyduklarını şikâyetle, bunların kalelere sokulmaması için


l
dizdarlara izin verilmesini istiyorlardı .
Buraya kadar kaydettiğimiz vakalarla ve hadiselerin oluş tarzını
tetkikle 1596 dan 1601 yılına kadar olan Celâli fetretinin bütün Anadolu'­
da nasıl ceryan etmiş olduğunu ifâde ettik. Bundan sonra ise Karayazı-
cı'nın ölümü ile,-yani 1602 den itibaren celâli fetretinin yeni bir saf­
haya girdiğini göreceğiz.
Karayazıcı 1601 de Hasan Paşaya mağlûp, olunca celâli kuvvetlerin­
den bir kısmı yerlerine dağılmışlardı. Canik dağlarında o kış Yazıcı öldükten
sonra ise, bir çok şefler kendi gruplarını alarak birer istikamete hareket
ettiler. Bununla beraber, geri kalan kitle Yazıcı'nın biraderi Deli Hasan'ı
2
başlarına şef y a p t ı l a r . Meselenin bu safhası mühim olmakla beraber
fazla bir şey bilmiyoruz. Yalnız bundan doğan neticeler kendisini göster­
mektedir. Meselâ altı-bölük halkından olan şefler eski yerlerine döndükleri
esnada, Anadolu vilâyetine gelenler bölük arkadaşlariyle tekrar birleşerek
altı-bölük bayrağını çektiler ve bu defa kendi resmî sıfatlariyle harekete
başladılar. Yanlarına binlerce sekbanı, "sipahi" ve "sipah hizmetkârı" adı
ile topladılar. Bu hadise yeni ve müthiş bir krizin başlangıcıdır ki, biz bunu
"Büyük kaçgun" denen 1602 den sonraki devrin hadisesi olarak ele alaca­
ğımız için burda tetkikine girişmiyoruz.
Altı-bölük sipahilerinin celâlîlerden ayrılarak (belki de Deli Hasan'm
şef olması yüzünden) kendi bölük arkadaşlariyle birleştikleri esnada,
İstanbul'da da "Anadolu'da celâlilerin hanumanlarını perişan ettikleri"
tehlikeli bir sipah isyanı meydana gelmişti. Hükümet şiddet kullanınca
mağlûp olan payitaht sipahileri Anadoluya geçerek şikâyet mevzuu yap­
tıkları celâli arkadaşlariyle birleştiler. Deli Hasan da İstanbul'da sipahi­
lerin mağlûp olması üzerine, hükümetten mansıb isteyerek, isyandan vaz
geçti. Bu hadiseler arasında muhakkak bir münasebet olmakla beraber
neden ibaret olduğunu anlamak mümkün olmadı.
Karayazıcı'nın ölümünden sonra dağılan bir çok şefler de yeniden
maiyyet memurluğu hizmetlerine dönerek sekban faaliyetini sancaklarda
devam ettirmişlerdir. Diğer bir kısım şefler ise celâli gruplarını dağıt­
mayarak, her biri Anadolu'nun bir sahasında, kendi başlarına faaliyete
geçmişlerdir. Böylece, gene manzara şu idi: altı-bölük halkı, beylerin
devriye bölükleri ve celâli bölükleri birbiri ardından büyük soyguncu
gruplar halinde kasabalara ve köylere girerek halk arasında dehşet
yaratıyorlardı. Karayazıcı'dan sonra görülen diğer mühim bir değişiklik
de, bu meşhur şef Çorum, Kayseri, Elbistan hattından garbe geçmediği
halde, onun ölümünü takip eden yazda celâlilerin garbe yayılmalarıdır.
Tokat'ta Hasan Paşa kuşatılarak öldürüldükten sonra, Deli Hasan, otuz
binden fazla bir kuvvetin başında olarak, Ankara üzerinden Kütahya'ya
1
Başbakanlık arşivi, îbnülemin, karton; 3, No. 59,9.
2
Deli Hasan'ın da Bağdat kullarından olduğu anlaşılıyor.
CELÂLÎ FETRETİ 99

hareket etti. Anadolu vilâyetinin muhafızı bulunan Hafız Ahmet Paşayı


kaleye kapanmaya mecbur ettiği sırada, Kütahya şehrini ateşe verdi.
Artık kasabalar ve şehirler için bu hâdise felâket devrinin başlangıcı idi.
Gene Amasya'dan ayrılan Yularkasdı adındaki şefin kuvvetleri Kastamonu
ve Sinop taraflarına gittiler. Dereli Hasan'dan sonra en kuvvetli bir grupun
başbuğu olan Tavil, Ankara, Bolu, Eskişehir ve Konya arasında dolaşıyordu.
Karakaş Mehmed Ankara, Kayseri, Kırşehir, Bozok çevrelerinde faaliyette
bulunmakta idi. Bir çok celâli gurupları da Yeşilırmak çevresinde kal­
mışlardı.
Celâli fetretinin kat'î bir safhaya girmesi bakımından mühim bir
değişiklik işareti olan hadiseler neticesinde sekban tufanı şehirler ve kasabalar
için daha tahribkâr bir mâhiyet almaya başlamış, köy halkının ekseriyeti
köylerini terk ile celâlilere ve sair sekban gruplarına karışmışlar, böylece,
b ü t ü n Anadolu iki taraflı bir seferberlik faaliyeti içine atılmıştır. Bir tarafta,
evvelki bahislerde bildirdiğimiz yıkıcı kuvvetler azâmi kudretlerinin son
haddine ulaşırken, diğer taraftan, ulemâ, " a y a n ve e ş r a f ı n ve zengin
bazı hükümet mensuplarının etrafında toplanan şehirler ve kasabalar
halkı kendilerini müdafaa için son hazırlıklarını yapıyorlardı. Köylerde,
sekbanlara karışmayan küçük bir zengin zümre servetlerini alarak kalelere
göç ediyor, diğer bir kısmı da birbirleriyle birleşerek herhangi bir köyde
veya müsait arazide palanka kuruyorlardı. Memleketin müstahsil sınıfının bu
şekilde yerlerinden oynamaları ile ziraat son derecede azaldı. Bunun neticesi
olarak, hemen bütün Anadolu yarım adasında vahim bir kıtlık devri geldi.
Şimdi bütün bunları hazırlayan son vakaları da kısaca söyliyerek büyük
kaçgunun nasıl başlamış olduğunu tesbit edelim:
Tokat'ta Hasan Paşayı yok eden Deli Hasan garbe hareket ettiğinde,
geçtiği yerlerdeki kasabaların ve şehirlerin ahalisini çok para ödemeye
mecbur ediyordu. Meselâ, Ankara önlerinde göründüğü zaman, bu şehir
ahalisi seksen bin kuruş (bugünün parası ile 640 bin lira) vermiye mecbur
olmuşlardı. 1 Yukarda da söylediğimiz gibi, Hafız Ahmet Paşa Kütahya'yı
müdafaaya hazırlandığından dolayı bu şehir kendisini para ile kurtaramadı.
Mahalleler ateşe verilerek kül haline getirildi. Kışlamak üzere, 1602 yılının
sonuna doğru, Karahisarısahip (Afyon Karahisarı) şehrine yerleştiği zaman
yanında yirmi bin sekban vardı.
Celâlîlerin en kalabalığı olan bu muazzam levend selinin Kütahya
önlerinde görünüvermesinin bütün Garbi Anadolu'da ve M a r m a r a çevre­
lerinde uyandırdığı tesir müthiş oldu. Bursa şehrinde büyük bir telâş vardı.
Halk heyetler yollayarak hükümetten yardım istiyorlardı. Bir taraftan da
celâlîlerin çok çekindikleri bir kuvvet olan medreselilerin silâhlanmalarına
müsaade olunmasını dilemekte idiler. Hükümet, hem N u h Paşa emrinde
mühim bir kuvveti Bursa'ya yolladı; hem de suhtelerin silâhlanmalarına
ilk defa resmen müsaade etti. Ayrıca, Ege çevresindeki sancak beylerini de
1
Ankara Etnografya müzesi, Ankara sicilleri, No. 10, s. 146
ıoo MUSTAFA AKDAĞ

1
Bursa'y müdafaaya memur etti. Halbuki o taraflarda görülen panik
Bursa'dan kat kat fazla idi. Kadılar arzlar yollayarak vaziyeti bütün
tafsilâtı ile merkeze bildirdiler. Halk da mahzarlar yolladılar. Parası olan­
ların kalelere ve emin yerlere göçtüklerini, "fakir fukaranın" ise bir yere
gidemiyerek korkudan feryat ettiklerini kaydediyorlardı; halk sancak
beylerinin ve askerlerin Bursa'ya çağrılmalarına itiraz ediyorlardı. Bu
vaziyette hükümet beylerin yerlerinde kalmalarına razı olmak mecburi­
l
yetinde k a l d ı . Fakat Deli Hasan birden bire kararını değiştirerek kethüdası
"Şahverdi"yi istanbul'a yolladı ve hükümetten mansıb talebetti.
Yukarda dediğimiz gibi bu hâdise Yemişçi Hasan Paşanın sipahi
isyanını bastırmasından sonra olmuştur. Nihayet, Bosna beylerbeyliğine
verilen ve Hasan Paşa adını alan Deli Hasan, bahara, vilâyetine büyük
bir sekban kalabalığı r ile hareket etti. Maiyetinden yedi kişiye de gene
Rumeli taraflarında sancak beyliği verildi. Dört yüz bölükbaşı İstanbul'da
"sipah ve silâhtar" bölüklerine geçirildiler 2 . Bu fırsattan istifade ile Ana­
dolu'yu sükûnete kavuşturmak isteyen hükümet b ü t ü n celâlîler hakkıda
bir de af ilân etti. Gerek Karayazıcı'nın ve gerek Deli Hasan'ın, "cemiyet­
lerine v a r a n " bütün âsiler, reaya olsun hükümet mensubu olsun , af olunu­
yorlardı. Dirlik sahiplerinin dirliklerine dahi dokunulmıyacaktı 3 .
Deli Hasan'dan nerede ve ne için ayrıldıklarını bilmediğimiz Tavil
ve Karakaş Mehmed adındaki şefler ve daha bir çok celâli ileri gelenleri
Kütahya, Konya, Kayseri, Çcrum, Kastamonu, Bolu sancaklarının çev­
relediği bütün Orta Anadolu'da daha bir sene faaliyette bulunarak sekban
kadrolarını misli görülmedik bir dereceye çıkarıp kendileri nihayet
Çağala zade Sinan Paşa ile barıştılar ve mansıblarını alarak şark seferine
gittiler. Bütün Anadolu ise, aksine, kan ve ateş içinde kalarak, "Büyük Kaç-
g u n " "Büyük firari" adları ile söylenen büyük bir kendi kendisini tahrip
felâketine girmiş oldu ki, meselenin bu safhasını bundan sonrası için
hazırlamakta olduğumuz tedkîkimizde izah edeceğiz.

C- CELÂLİ F E R T R E T İ N D E H Ü K Ü M E T İ N SİYASETİ
V E ALINAN T E D B İ R L E R İ
I- HALKIN KADILAR İDARESİNDE KORUNMA TEŞKİLÂTI
KURMALARI İL-ERLERİ VE YiĞİTBAŞILAR

Evvelâ, hükümetin 1596 yılına kadar celâli mücadelesinde tutmuş


olduğu yolu söylemek lâzımdır. Bu suretle fetret devrinde güdülen politikayı
daha iyi anlamak mümkün olacaktır.
1
N u h b e t ü t t a r i h ve'lahbar, s. 213-Başbakanlık arşivi, İ b n ü l e m i n , k a r t o n : 3, N o . 654.
2
Bazı vekayinameler Deli H a s a n Paşanın Rumeli'ye giderken geçtiği yerlerde gene
celâli hareketini bırakmadığını, halka pek çok z u l ü m yaptığını yazdıkları halde (meselâ:
Peçevî: c. 2, s. 270), bazıları ise gayet m u n t a z a m gittiğini ve bir ferde tecavüz o l u n m a d ı ğ ı m
kaydediyorlar (Meselâ: Abdülkadir, aynı yazma, s. 80).
3
Başbakanlık arşivi, Divan kayıt defteri, N o . 150, s. 75.
CELÂLİ FETRETİ 10 1

Bilindiği gibi vilâyetlerde asayişi koruma vazifesi ve hakkı sancak


beylerine verilmişti. Onlar da bu iş için "kapı halkı" denen bir sekban
kuvveti teşkil etmiş bulunmakta idiler. Her sancak beyi, kendisine yardımcı
olmak üzere, kaymakam, kethüda, subaşı adları ile, tımarlı sipahi arasın­
dan bir takım maiyyet memurları seçerdi . Sefer olmadığı zamanlarda
sancak beyi ve maiyyetindeki bu memurlar asayişi adı geçen elli veya yüz
kişilik sekbanlarla temin ederlerdi. Fakat bey sefere çıktığında, yerine
bıraktığı kaymakamına yardım etmek üzere 30-50 kişilik "alçak hâllü"
tımarlı sipahi sefere götürülmüyordu. Hülâsa, sancaklarda asayişin muha­
fazası, esas itibariyle, tımar erbabına dayanıyordu.
Celâli mücadelesi başladıktan sonra "levendât ve suhtevâta" karşı
bu teşkilât kâfi gelmemeye başladı. H a t t â tımarlı sipahiler de asayişi bo­
zuyorlardı. Hele celâli bölükleri ortaya çıktıktan sonra durum büsbütün
zorlaştı. Bu türlü asayişsizlik hükümetin emniyetini bozmaktan ziyade
reayanın rahatını kaçırıyordu. Devlet uzun harplere girmesi yüzünden
"levendât ve suhtevâta" karşı kendi kuvvetlerinden istediği kadar fayda-
lanamadığından dolayı halkın kendi kendisini koruması esasına dayanan
bir teşkilâtın inkişaf ettiğini görmekteyiz. Bu teşkilâtı ahali kendi parasiyle
kuruyordu. Bir kişi yiğitbaşı yapılır ve onun emrine de ücretle isteyenler­
den adamlar tutulurdu. "İl-erleri" elenen bu milis bölüğünün insan miktarı
otuzdan yüzelliye kadar değişmektedir. Yiğitbaşı tayinini her yerin ayan ve
eşrafının rızasiyle kadı yapar ve divan hükümeti onu tasdik ederdi. Yiğit-
başılar idaresindeki il-erleri teşkilâtı 1596 yılına kadar hayli değişiklikler
geçirmiş, Anadolunun bâzı mıntakalarında teşkilât farkları göstermiş ve
celâli mücadelesinin inkişafında bazen müsbet, bazen menfi olmak üzere
mühim tesirler yapmıştır. Eğri seferi hazırlıkları sırasında, artık celâli
fetretinin başlayacağı tamamiyle meydana çıkmış olduğundan, Anadolu'da
halkı korumak için alınan bir sürü tedbirler arasında bir çok yiğitbaşıların
tekrar tayinleri görülmekle beraber, artık bu tarz mahallî korunma usulü
itibardan düşmüştü. Bunun yerine, halkın kendisinin silâhlanmaları ve
kendilerini korunmaları cihetine gidiliyordu. Daha Üçüncü Murad za­
manında adalet fermanı çıkarılarak reayaya "maiyyetle gelen ehl-i örfü"
içlerine koymamaları hakkında emirler" verilmesi de bu mânâya idi.
Ankara kadısına 29 zilkade 1007 ( 2 3 Haziran 1599) tarihli ile yazılan
bir fermanda kapıkulları ve ümeranın maiyyetleri ve sair hükümet mensup­
ları tarafından halkın cebren soyulduklarına âit şikâyetler kaydolunduktan
sonra, bunlara mani olmak için, " h e r kariyenm ahalisine birer nefer
yarar ve tuvânâ kimseyi yiğitbaş nasbedip cemisini şarlayıp köylerine
böyle türlü adlarla soygunculuğa gelenlere karşı birleşmeleri ve "ehl-i

1
Beylerbeylerinin emirlerinde bunlardan başka vilâyetin ehemmiyetine göre elli ile
yüz arasında "vilâyet divan çavuşları" vardı ki bu.çavuşlar paşa sancağının yüksek tımar
erbabı arasından beylerbeyinin selâhiyeti ile seçilirdi. Çavuş olan tımar sahibinin dir­
liği yükseltiliyordu.
102 MUSTAFA AKDAĞ

1
fesadın hakkından gelmeleri" yolu gösteriliyordu . Reayanın kendi ken­
dilerini korumaları celâlîlerle, daha doğrusu bu sıralarda devriye bölükleri
ile mücadelede gayet iyi netice veriyordu. H a t t â pek çok yerlerde köylü­
lerin maiyyet memurlarını ve onların sekbanlarını mağlup ettikleri dahi
görülmüştü. Fakat bu hareket de hükümetin istediği muayyen bir hududda
kalamıyor, bu defa, da reayanın hükümet kontrolundan çıktığı, hattâ bazı
yerlerde köylülerin tamamiyle isyan ettikleri görülüyordu ki, eğer hâdise­
lerin bu cephesi inkişaf etmiş olsaydı, celâli isyanlarına değil, tam mana-
2
siyle sosyal bir halk isyanına şahit olacaktır .
Hükümet bu cihetlerden çekindiği için, celâli fetreti şiddetini art­
tırdığında, sancakların emniyetini korumak üzere yeni yeni şekiller düşün­
müştür. Meselâ bir ara "il-erleri'nin" başına bir yiğitbaşı değil, hükümete
mensup çavuş, zaim, sipahi ve sair resmî bir kimseyi tayin eder oldu. Bu
yeni koruma şeflerine "eşkiya serdarı", "il muhafızı" gibi isimler veril­
mekte idi. Bunlardan her sancakta kaç kişi vardı ve her biri ne kadar
,"il-eri" topluyordu, bilmiyoruz. Niğde "Ayan ve eşrafının" kadıya müra­
caat ile İstanbul'a yollattıkları şikâyetlerine göre, 1597 de bu sancakta
"vilâyet muhafazasını müstakil mansıb" olarak almış bir çok kimselerin
dörder ve beşer yüz levandât ile dolaştıkları anlaşılmaktadır 3 . Buna
benzer daha bir çok vesikalardan anlaşılıyor ki, her sancakta ihtiyaca ve
bir az da halkın gösterdiği arzuya göre bir kaç " i l e r i " bölüğü teşkil olun­
muş ve başlarına fermanla birer serdar verilmişti. Divanda sahte ferman
satılması gibi bir yolsuzluğun bu sıralarda fazla olduğu düşünülünce, pek
çok "il muhafızlarının" da sırf cürüm ve cinayet resmi adı altında halkı
soymak için böyle fermanlarda faydalandıkları şüphesizdir.

Malatya kadısı tarafından İstanbul'a yollanan bir m e k t u p t a 4 da


mahalli korunma teşkilâtlarına ait bilgi vardır. Burada "yerlu ve yurtlu
ata ve tuna kadir yarar ve bahadır yiğitlerden yüz ellü nefer gönüllü
tahrir ve içlerinden birer ihtiyarların ağa, kethüda ve kâtip ve çavuş tayin
olunmak üzere ellerine emr-i şerif" verilmiş bulunduğu yazılıdır 5 . Malatya'­
da celâlîlere karşı teşkil olunmasına müsaade olunan bu mahallî korunma
kuvvetinin başına, fermanda yazıldığı gibi, içlerinden bir ağa seçilecek
yerde, "serhadlû tayfasından" 6 Karayazıcı adında birisinin geçtiği ve
bu adamın muayyen miktarla kalmayarak pek çok gönüllü yazdığı, büyük
1
Ankara Etnografya müzesi, Ankara sicilleri, No. 6, s. 258
2
Adı geçen Rus müellifi celâli isyanlarının bu tarzda cereyan ettiğini hayalinde ta­
savvur ettiği için, Almanya'da ve Rusya'da görülen buna benzer hadiselerle mukayese
etmiştir.
3
Başbakanlık arşivi, divan kayıt defteri, No. 1636, yaprak 163.
4
O zamanın tahrir edebiyatında mektup, divana yollanan arz manasını gelmek­
tedir.
5
Başbakanlık arşivi, Mühimme defteri, No. 75, s. 273.
6
"Serhatlu tayfa" hudut kalelerinde bulunan ulûfeli. askerlerdir.
CELÂLÎ FETRETİ 103

bir levend kalabalığını başında topladığı ve "dimağı fesatta" olduğu aynı


mektupta haber v e r i l i y o r d u .
Görülüyor ki, calâlî mücadelesinde mahallî korunma teşkilâtı üç saf­
ha geçirmiştir. Bunlardan birincisi "il-erleri ve yiğitbaşılar" idi. I I I . Mu­
rat devrine kadar önem verilen bu milis kuvveti nihayet itibardan düşerek,
bu padişah halka "ehl-i örfe karşı" kendi kendilerini korumak üzere, adalet
fermanlarını vermiştir. Bu da tehlikeli görülerek, nihayet "il-erleri'nin"
başına hükümetin kendisi "muhafız serdarlar" tayin eder oldu. Fakat
son zamanlarda yiğitbaşılar gibi bunlar da il-erleri'ni soygunda kullanı­
yorlardı. Halk bunlardan da sızlanıp durmakta idi. Bunlardan başka ma­
hallî korunma teşkilâtı görülmemiştir, "nefir-i âm- halkın toptan silâh­
lanması" ve kalelerin "ehl-i örfe" kapatılması gibi teklifler kadılar ta­
rafından hükümet merkezine yapılmış ise de hükümet bu usullere müra­
caat etmemeyi prensip saymıştır.

2- CELÂLİLERE K A R Ş I YAPILAN MÜCADELELER VE


MUVAFFAKİYETSİZLİKLERİN SEBEPLERİ

Yarım asırlık mazisi olan celâlî mücadelesinin "fetret safhası" nın, 1596
da, birden bire denecek kadar sür'atle, Anadolu'nun her tarafında, bir
yangın halinde parlamış bulunduğunu -söylemiştik. Buna rağmen, hükü­
met daha üç sene, yani 1599 yazma kadar, doğrudan doğruya her hangi
bir "celâlî seferi" tertip etmedi. Hüseyin Paşa ve Karayazıcı gibi celâlî
şeflerinin etrafında toplanan büyük sekban gurupları şehirlere ve kasaba­
lara da saldırmaya başladıktan sonradır ki', hükümet İstanbul'a kaçan kadı,
müderris, ayan ve eşrafın divana yaptıkları şikâyet ve hattâ tazyik önünde
daha fazla mukavemet edemiyerek sefere karar vermiştir. İlk sefer 1599
Temmuzu sonunda, Anadolu'dan kaçan halkın tazyiki ile açıldı. Serdarlığa
Sinan Paşa zade üçüncü vezir Mehmet paşa tayin olundu. " T â serhadd-i
mansureye varınca vilâyet içinde zahir olan celâlî ve ehl-i fesadm vücutlarını
dünyadan kaldırıp" Diyarbekir'de kışlaması için serdara ferman verildi:
Bu seferin tertip şeklini ve Mehmed Paşaya verilen kuvvetlerin teşkilindeki
hususiyetleri bilmek mevzuumuz için çok önemlidir. Çünkü bu, yalnız
ilk celâlî seferi değil, aynı zamanda 1596 ile 1603 yılları içinde Anadolu'ya
tertip olunan seferler içinde en muvaffakiyetli olanıdır.
Hükümetin Anadolu'daki karşıklıklardan siyasî bir endişe duymadı­
ğını, Avusturya ve İ r a n seferlerine normal surette devam ettiğini sırasında
kaydetmiştik. Fakat 1598 den sonraki celâlî hâdiselerine karşı da aynı
suretle hareketsiz kalmaya imkân yoktu. Çünkü sekban dalgalarının tah­
ribatı kasabalara ve şehirlere intikal ettiğinden, ulemâdan ve şehirlerdeki
büyük ailelerden pek çokları İstanbul'a kaçmışlardı. Bunlar, "hân-ü-man-
larının" mahvolduğunu ileri sürerek hükümeti mütemadiyen tazyik edi-

1
Bu şahsın bildiğimiz meşhur Karayazıcı olduğu şüphelidir. Çünkü hükümde tarih
olmadığı gibi yazılı olduğu defter de (1011-1013) hicrî yıllarına aittir.
104 MUSTAFA AKDAĞ

yorlardı. Bundan başka, gene şehirlerden ve kasabalardan kadı, müderris,


ayan ve eşrafın ve yüzlerce halkın imzalarını taşıyan mahzarlar yollanıyordu.
H a t t â arkası arkasına şikâyet heyetleri gelmekte idi. İşte reayanın böyle
bir zorlaması tesiriyledir ki, vezir Mehmed Paşa 1599 temmuzu sonlarında
"celâli serdarı" olarak Üsküdar'da çadır kurdu. Hükümet bu sefer için
İran ve Avusturya harplerine hazırladığı kuvvetlerinden hiç bir şey ayır­
madı. Kapıkulu olarak, çavuş ve kapıcılardan yüz ve eski acemi oğlanların­
dan "kapıya çıkarılan" bin kişi Mehmed Paşanın emrine verilmişti. Selânikî'-
nin ifadesine göre, serdar Üsküdar'da çadırını kurdurduğunda " İ s t a n b u l
sokaklarında nidalar ettirildi; dirlik isteyen gidip paşa kapısına dirlik
1
yazılsın, on beşe yirmiye ve otuza denildi." . Bu sıralarda devlet bile
yeniçerilere 9 veya 10 akça ulufe verebildiği halde, Mehmet paşanın ce-
lâlîlerle mücadele için teşkil etmekte olduğu "kapısı halkının" her biri­
sine 15 ile 30 akça arasında ulufe vermeyi göze alması dikkati çekmektedir.
Sonra, bunları da İstanbul halkı arasından yazmayı münasip görmüştür.
Şüphesiz b u n u n başlıca sebebi şudur: bir taraftan yüksek ulufe, diğer
taraftan İstanbul'un hayatına alışmış sekban, serdara daha sadık asker
temin etmiş olacaktı.

Bunlardan ayrı olarak, Anadolu kadılıklarına da fermanlar yollandı ve


"il-erlerin'den ok atmağa ve tüfenk kullanmağa kadir dirlikten sefâlû yi­
ğitlerin" "atlusu ve piyadesi ayrı ayrı defter olunduktan ve üzerlerine
bir yiğit n â m d a r baş ve b u ğ " tayin olunduktan sonra, serdara gönderilme­
leri emredildi 2 .
31 Temmuz 1599 da vezir Mehmed Paşa Üsküdar'dan Konya'ya doğru
yola çıktı. Celâl îler Maraş ve Elbistan çevrelerinde toplanıyorlardı. Hüseyin
Paşa ile Karayazıcı bu sahada yerleşmiş idiler. Mehmed Paşa, yalnız kendi
kapısı halkı ve az bir kapı kulu askerleri ile bunlara karşı çıkamazdı. O n u n
için, vilâyetlerden de bir kısım ümerâ ile vilâyet askerlerini çağırmak mec­
buriyet vardı. Serdar sancaklardan temin edeceği kuvvetlerin en mühim
kısmını Şam, Haleb beylerbeylerinden ve "ekrad ve a'rab-ı badîye'den"
tadarik e t t i 3 . Çünkü Şam, Haleb, Diyarbekir ve Musul sahalarındaki
sancak beylerinin çoğu birer hanedan mensubu idiler ve sancaklarına
"ocaklık üzere" sahip bulunuyorlardı. Tabiî idare ettikleri halk da kendi
aşiretleri idi. Bu suretle, bu beylerin getirecekleri askerler Anadolu'nun
çift bozan reayasından türeme sekbanlardan olmayacaktı ve Karayazıcı'-
nın Anadolu'nun çiftçi halkından topladığı sekban kitlesi güneyin ve
ve güney doğunun bedevi hayatına alışmış insanları vasıtasiyle mağlûp
edilecekti. Çünkü Türk çiftçi halktan yetişme sekbanlar, isterse Rumeli'-,
den getirilsin, birbirlerine karşı harp etmiyorlardı. Karşı tarafın yağmalar-

1
Selânikî, aynı yazma, yaprak: 332
2
Meselâ Bursa kadılığından ikiyüz kişi tüfenkli ve avcı isteniyordu: Bursa müzesi
sicilleri, BNo. B 14-194, yaprak: 78.
3
Selânikî, aynı yazma, yaprak: 333
CELÂLÎ FETRETİ 105

dan elde ettiği paralardan sekbanlara ödediği ulufe çok yüksek olduğu
için, ekseriya hükümet tarafının sekbanları celâlîler tarafındaki sekban
arkadaşlarının yanına geçerler ve hükümet kuvvetlerinin mağlûp olma­
larına sebep olurlardı. Bütün celâli mücadelesi sırasında göze çarpan
hakikat bu idi.
İşte Mehmed Paşa bunları düşündüğü içindir ki, ordusunda fazla
sekban bulundurmamak gayesiyle yukarda söylediğimiz tarzda bir kuvvet
teşkil etmişti. Hakikaten Mehmed Paşa böyle bir tedbir sayesinde celâlîlerle
her karşılaşmasında galip gelmiştir. Celâlîlerin zaman zaman yarattıkları
krizi önlemek için hükümetin daima bu yoldan yürüdüğünü, yani "ekrad
ve a'rap askeri" dediği sekbanlıkla alâkası olmayan aşiret halkından
faydalandığını daima göreceğiz ki, bu cihet celâli mücadelesi tarihinde mü­
him b ; r noktadır ve bilinmesine çok lüzum vardır.
Karayazıcı, Mehmed Paşaya, ilk defa Elbistan taraflarında mağlûp
olmuş, ondan sonra Urfa kalesine kapanmıştı. Hüseyin Paşayı teslim mu­
kabilinde kendisine Antep sancak beyliği verildi. Mehmed Paşa merkezden
aldığı emir üzerine Karayazıcı'ya tekrar hücum ederek gene perişan etti.
Celâlîler bu defa Sivas taraflarına kaçtılar. Bundan sonra Yazıcı Amasya
beyliğine verildiği esnada, vezir Mehmed Paşanın da azlolunduğu görül­
mektedir. Bunun yegâne sebebi paşanın kendi sekbanlarını yanında tu­
tabilmesi için celâlîler gibi halkın malını ve parasını yağma etmelerine
göz yummuş olması idi. Belki bir az da İstanbul'daki rakiplerinin tesiriyle,
Mehmed Paşanın Yazıcı'dan daha zalim olduğu hakkında hükümete
şikâyetler yapılmıştı l .
Karayazıcı Çorum'a tayin olunduğu sırada, sekbanlarının soyguna
devam etmesi üzerine, "Celâli serdarlığı" bu defa da Bağdat Beylerbeyisi
olan Sokullu zade Hasan paşaya verildi, istanbul'dan da eski Halep
beylerbeyisi Hacı İbrahim paşa yollandı. Fakat bu paşa serdarla birleşme­
den evvel Karayazıcı'ya hücum ettiğinden, Kayseri'de mağlûp olarak
kaleye kapanmak mecburiyetinde kaldı. Bu hâdisede İbrahim Paşanın
sekbanlarının celâlîler tarafına geçip geçmedikleri belli değildir.
Serdar Hasan paşa, Musul'da, Sinan Paşa zade Mehmed Paşanın
yaptığı gibi, " İ m a â i y e hâkimi olan Seyit H a n ' d a n ve Cizre hâkimi Mir
Şereften ve Eburiş oğlundan ve saçlı ekradından tüfekli sekbanlar"
isteyerek Ruha, Diyarbekir, Şam vesair memalik-i arap askerleriyle bir­
likte kuvvetli bir ordu topladı 2 . Kayseri'den Elbistan'a geçmiş bulunan
Yazıcı ile Hasan Paşa burada karşılaştıklarında Celâlîler yenildiler, ve bir
rivayete göre, yirmi bin sekban telefat verdiler 3 . Hasan Paşa celâlîleri
takip ile Tokat taraflarına geçti. Yazıcı, Canik dağlarına kaçtığı için,
paşa cenup askerlerine kışlak izni verdi. İlk baharda celâlîlerin basına

1
Peçevî, C. II, S. 253.
2
Abdülkadir, aynı yazma, yaprak 73- Peçevî, C. 2, S. 253.
3
Nuhbetüttarih ve'lahbâr, s. 207
106 MUSTAFA AKDAĞ

geçen Deli Hasan, serdar paşanın cenup kuvvetleri gelmeden kendisine


hücum ederek Tokat kalesine kapanmaya mecbur etti. Serdarın sekban­
larının celâlîler tarafına geçtiği anlaşılıyor. Çünkü Tokat kalesi içinde
bulunan serdar Hasan Paşayı celâlîlerin kolayca vurmalarına bu sekban­
lardan birisi rehberlik suretiyle yardım etmişti. Bu haber İstanbul'da
duyulunca, "celâli seferine" bu defa da Diyarbekir Beylerbeyisi Hadım
Husrev paşa tayin olundu. Gene evvelki iki seferde olduğu gibi, cenup
askerleri Husrev paşanın emrine veriliyordu. Şam'daki b ü t ü n kapıkulları,
Şam vilâyet askerleri ve Humus, H a m a , Lübnan, Kudüs vesair pek geniş
sahanın askerlerinin derhal hareketi için sancak beylerine ve yerli hâkimlere
1
emirler yollandı . Bu ordu, Anadolu'nun nerelerinde celâli grupları
varsa hepsini de yok edecekti. Bir taraftan da Hafız Ahmet paşa Anadolu
vilâyetinin muhafazasına memur oldu. Kadılara emirler yazılarak kendi
çevrelerinde bulunan "celâli cemiyetlerinin "yerlerini ve miktarlarını
Hafız Ahmet paşaya acele bildirmeleri istendi. Bu sırada beyler ve vilâyet
askerleri seferde olduğundan, sancaktardaki mâzûl ve mütekait sancak
beyleri, müteakait dergâhı-âli çavuşları, emir ile seferden kalan ve divanı
hümayun hizmetinde bulunmayan çavuşlar, divan kâtipleri, beylerbeyleri
kâtipleri, vilâyet çavuşları ve saire "eli emirli" bütün mâzuller, umumî
olarak, Hafız Ahmed paşanın emrinde toplanacaklardı 2 .
Husrev paşa emrolunan orduyu toplayamadı. Çünkü cenup askerleri
emrine itaat etmediler. Bunu duyan Deli Hasan garbe hareketle, Hafız
Ahmet paşayı Kütahya'da kuşattı ve böylece Husrev paşanın seferinden
hiç bir muvaffakiyet elde edilmedi 3 .
Bu söylenen seferler haricinde, ne beylerbeylerine ve ne de sancak
beylerine kendi vilâyetlerinde çıkan celâlî ayaklanmalarına karşı sefer
tertibi emri verilmemiştir. Çünkü ümerâ dahi kalabalık sekbanlariyle
beraber halk nazarında celâlîlerden farklı değillerdi. H a t t â bazan kendi­
lerine "eşkiyâ teftişi " emri verildiği zaman, köylerde ve kasabalarda büyük
bir panik yaratıyorlardı. "Celâlîler bunların yaptığım y a p m a d ı " diye
feryat eden halk İstanbul'a şikâyetçi heyetler yollamakta idiler.
Gerek 1596 dan 1603 yılına kadar olan celâlî fetretinde ve gerekse
1603 den 1610 yılına kadar olan Büyük Kaçgun'da, Anadolu'da olup geçen
mühim tarihî hadiseler içerisinde, devletin ve celâlî kuvvetlerinin şiddetli
tesirinde bulundukları sosyal bir ruh haletini hatırlatmak istiyoruz ki,
o da, her mesleğin mensupları arasında mevcut sınıf, yahut zümre şuurudur.
Bilhassa devlet müesseselerine mensup aynı bir teşkilâtın insanları arasında
birbirlerine karşı kuvvetle hissettikleri bu ruh XVI. ve X V I I inci asır
insanları tarafından "gayret" kelimesiyle ifade olunmuştur. Bu suretle
"ocak gayreti", yahut "yeniçerilik gayreti", "kulluk gayreti" yeniçeriler

1
Başbakanlık arşivi, İbnülemin, Dahiliye, karton 7, No. 155L
2
Ankara Etnografya müzesi, Ankara sicilleri, No. 8, s. 334 ve 344
3
Nuhbetüttarihvelahbar, s. 211- Peçevî C. II, S. 253.
CELÂLİ FETRETİ 107

arasında mevcut sınıf-zümre şuurunu ifade ettiiği gibi, "sipahilik gayreti"


de altı-bölük halkının ferdleri arasındaki birbirlerini koruma ruhunu
ifade ediyordu. " S u h t e (yahut suhtelik) gayreti" bütün medrese talebesine
müşterek hareket ve birbirlerini müdafaa fikri telkin etmekte idi. İşte
celâlî mücadelesinin yegâne hâkim kuvveti olan sekbanlar arasında mevcut
seknanlık gayreti" de celâlî isyanlarında pek müthiş rol oynayan bir sosyal
hâdise olarak ortaya çıkmıştır. Ayrıca her beyin kapı halkı arasında bir
"kapı halkı gayreti" vardı. Fakat bütün ümerânın maiyyet memurları
arasında böyle bir ruhun var olup olmadığını bilemiyoruz. Bununla be­
raber, bunlarda böyle bir şey olmasa da son zamanlarda hemen hepsi
kapı kulundan oldukları için " k u l gayreti" birbirlerini korumalarına kâfi
gelse gerektir.

Hülâsa, öyle zannediyoruz ki, XVI. ve X V I I inci asır Türk-Osmanlı


cemiyetinin siyasî hayatına veçhe veren, bu "gayret"ler celâlî isyanlarına
daima hâkim olmuştlardır. Hele 1603 ile 1610 yılları arasında geçen
Büyük Kaçgun'da hükümetin celâlîlere karşı mücadelesini tetkik ettiğimizde
sekbanlar arasında yaşayan "sekbanlık" ruhunun hâdiselere ne kadar
kuvvetle hâkim olduklarını tamamiyle göreceğiz. Hakikaten, bu devrede
hükümet cebhelere bağladığı askerlerinden hiç bir kuvvet ayıramadığı
için, Anadolu'yu tahrip eden büyük sekban kitlelerine karşı gene beylerin
ve paşaların "kapı halkından" olan sekbanlarla mücadeleye mecbur ol­
muş , fakat hiç bir netice alamamıştır. H a t t â hükümet kuvveti olarak
yollanan bu sekbanlar "celâlî serdarlarını" bırakarak, karşıya, yani celâlî
sekbanlarının saflarına geçmek suretiyle kendi paşalarını mağlûp ve bazan
katlettirmişlerdir. Kuyucu M u r a d Paşa Celâlîliği tasfiye etmeğe karar
verdiği zaman, onlara karşı galip gelebilmek için her şeyden evvel "sek­
banlık gayretinden" ordusunu tamamiyle temizliyerek işe başlamıştır
ve bu sayede de , Celâlîliği, yahut kendisinin de söylediği gibi; sekbanhğı
büyük bir mağlûbiyete uğratmıştır ki, ilerde hazırlayacağımız eserde
bunları bütün tafsilâtı ile göreceğiz 1 .

1
Bununla beraber devlet, aynı sekbanlardan Avusturya ve İran seferlerinde çok
fayda görülüyordu. Anadolu'da hükümet ve celâlî saflarında karşılaşan sekbanlar
çarpışma yerine âdeta birbirleriyle kucaklaştıkları halde, beylerin kapısında sefere
gidince düşmana karşı harp ederek fedakârca ölüyorlardı.

You might also like