Professional Documents
Culture Documents
Camiler
Selçuklu cami mimarisinde farklı etki alanlarının izini taşıyan beş ana plan tipi izlemekteyiz. Bu beş
tipe tam olarak girmeyen fakat onlardan esinlenen ara tipler de mevcuttur.
Medreseler
Vakıflar tarafından yönetilen ve bütün Selçuklu kentlerinde anıtsal yapılar olarak yükselen Selçuklu
medreseleri, eğitime verilen önemi göstermektedir. Burada öğrenciler parasız olarak İslami bilgiler, tıp,
astronomi, matematik, felsefe konularında eğitilirdi. İlk medreseler, Büyük Selçuklu Veziri Nizamül
mülk tarafından İran'ın çeşitli kentlerinde, Bağdat ve Basra'da kuruldu. Moğol akınlarında yakılıp
yıkılan Selçuklu medreselerinin Orta Asya ve İran'daki ev planlarından ilham aldığı kabul edilir. Bu
yapılarda açık bir revaklı avlu etrafında, biri giriş olmak üzere dört eyvan bulunmaktaydı. Anadolu'da
erken örneklerde üstü kubbeyle örtülü kapalı avlu etrafında tek veya üç eyvanın uygulandığını görürüz.
Bu plan tipinin paralellerine Suriye Eyyubi ve Zengi mimarisinde rastlarız. Artan ihtiyaç nedeniyle
giderek, İran'da olduğu gibi açık avlulu medreselerin yapımı çoğaldı. Kapalı avlulu medreselere örnek
olarak Afyon Boyalıköy (1210, bugün yıkık), Isparta Atabey Ertokuş (1224), Niksar Yağıbasan (XII.
yüzyıl), Çay Taş Medrese (1278-79), Konya İnce Minareli (1260-70) ve Karatay (1251) medreselerini
verebiliriz. Tek eyvanlı olan Konya İnce Minareli ve Karatay
Selçuklu türbeleri gövde planlarına göre gruplandırılır. Silindirik, çokgen, kare gövdeli ve tek eyvan
şeklinde örnekler vardır. Silindirik gövdeli türbelerin daha çok 13. yüzyıl sonlarında ve Doğu
Anadolu'da Ahlat'ta, Van yöresinde yoğun olduğunu görürüz. Ahlat'ta Ulu Kümbeti (1273), 13. yüzyıl
sonlarından Esen Tekin, Boğatay Aka ve karısı Şirin Hatun'un ve Hasan Padişah'ın (1275) türbelerini
örnek olarak sayabiliriz.
Sekizgen gövdeli türbelere bütün Anadolu'da rastlarız. Tokat Ebul Kasım, Kırşehir Melik Gazi, Amasya
Halifet Gazi, Divriği Sitte Melik ve Kamereddin, Erzurum Emir Saltuk Türbeleri 13. yüzyılın çeşitli
sekizgen gövdeli türbelerine örneklemelerdir.
Çokgen gövdeli türbeler, Anadolu'nun her bölgesinde karşımıza çıkar. Konya'da Alaeddin Camii'ne
bitişik Sultan II. Kılıçarslan Türbesi en erken örneklerdendir (1192). Kayseri Döner Kümbet (1276)
cephelerini bezeyen hayat ağacı, çift başlı kartal ve arslan kabartmalarıyla Orta Asya şaman
geleneklerini yansıtmaktadır. Burada ölünün ruhunun hayat ağacı vasıtası ile kuş şeklinde öbür
dünyaya -gök kubbeye-kainata geçişi sembolize edilmektedir. Aynı mezar sembolizmi, daha geç tarihli
(1312) Niğde Hüdavent Hatun Türbesi'nin cephelerindeki kabartmalara da yansır. Nefis taş işçiğine
sahip, Sivas, Tokat, Akşehir, Kırşehir müzelerinde bulunan mezar taşlarında hayat ağacı, gök kubbeyi
simgeleyen rozetler, çift kuş, çift başlı kartal, çift arslan kabartmaları görülür. Bu figürler ölü kültü ile
ilgili Orta Asya inançlarının İslami tarikatlara yansıması ile açıklanabilir.
Kervansaraylar
Saraylar ve Çinileri
Bugün harap durumda olan Selçuklu sarayları konusundaki bilgiler son yularda artan kazılar, rastlantı
buluntular ve yayınlarla artmıştır. Selçuk sultanları küçük bir medrese planını anımsatan ana saray
ünitesi etrafında çeşitli irili ufaklı yapı gruplarından oluşan yazlık ve kışlık saraylar, av ve eğlence
köşkleri yaptırmıştır. Selçuklu Dönemi'nin Ünlü tarihçisi İbni Bibi’nin anlatımlarından renkli saray
yaşantısı ve eğlenceleri konusunda bilgi sahibi oluyoruz. Kazılar ve yayınlarla en etraflı tanıtım, Sultan
Alaeddin Keykubad'ın Beyşehir gölü kıyısında bulunan yazlık sarayı Kubadabad konusunda olmuştur
(1236). Diyarbakır Artuklu Sarayı ve Sultan Alaeddin Keykubad'ın Kayseri Keykubadiye, Alanya İçkale
Saraylarında yapılan kazılar, Selçuklu saraylarının zengin figürlü çinileri, alçıları, freskleri ve hatta
Diyarbakır'da mozaikleri konusunda bizi aydınlatmıştır. Müzelere rastlantı buluntularla ulaşan,
Alaeddin Keykubad Dönemi'ne ait olduğu kabul edilen isimsiz Antalya sarayı, Antalya Aspendos ve
Akşehir saraylarının figürlü çini buluntuları aynı teknik, desen ve kompozisyon özellikleriyle,
muhtemelen gezici ustalar tarafından oluşturulan, Anadolu saraylarına özgü saray bezeme
programının varlığını ortaya koyar. İlk yapılışı Sultan II. Kılıçarslan Dönemi'nden olan (1156-1192) ve
sultan Alaeddin Keykubad tarafından genişletilip onarılan Konya Alaeddin Köşkü ise, figürlü çini
bezemesinde yedi renkli minai tekniğini kullanarak Büyük Selçuklu seramiklerinin mimariye yansımış
örneklerini verirler. Saray tamamen harap olduğundan planı konusunda bilgi sahibi değiliz.
Bugün Konya Karatay Medresesi Müzesi'nde sergilenen Kubadabad ve Alaeddin sarayı çinileri
Selçuklu saraylarının bezemesi konusunda bizi aydınlatır. Duvarlar 1.80 m yüksekliğe kadar saray
yaşantısını ve sembolik koruyucu yaratıkları yansıtan "sıraltı" ve "lüster" tekniğinde işlenmiş yıldız
formlu çinilerle bezenmiştir. 22-23 cm çapındaki yıldızlar firuze renkli ve bitkisel desenli haç biçimli
çinilerle biribirine bağlanmıştır. Bir düş dünyası gibi gözler önüne serilen figürlü çiniler sultanı, saray
ileri gelenlerini, hizmetkarları, av eğlencelerini, tılsımlı ve büyülü inançları bize aktarır. Saraylılar mor,
firuze veya sarı yaldızlı (lüster) renkli kaftanları ile bağdaş kurmuş otururken görülürler. Uzun saçları,
Selçuklu tipi hotozlu başlıkları, hale ile çevrili dolgun yanaklı, iri gözlü yüzleri çağın modasını yansıtır.
Ellerinde cenneti simgeleyen nar meyvası, haşhaş dalı veya çiçek, bazen de kadeh görülür. Ayakta
canlandırılan hizmetkarlar meyveler, av hayvanı, içki sürahisi taşırken canlandırılmıştır. Sfenks, siren,
grifon, ejder, çift başlı kartal gibi doğa üstü gücüne inanılan, koruyucu veya uğur getirici yaratıklar
tılsımlı bir masal atmosferi yaratır. Selçukluların inanışına göre kartal, sultanı koruyan, ona kudret,
kuvvet, aydınlık ihsan eden bir semboldü. Bu nedenle sık sık kalelerde de taş kabartma olarak yer
alırlar. Bazı çinilerde gövdelerine işlenmiş "es sultani" yazısı sultanın arması olarak bütün kuvvet ve
ihtişamları ile canlandırıldıklarını kanıtlar. Sonsuz hayat ve cennet sembolü olan tavus kuşu, hayat
ağacı ve nar meyveleri birlikte canlandırılarak bizi ebedi aleme götürür.
Saraylarda büyülü bir masal atmosferi yaratan simgesel resimlerin yanı sıra, erken İslam çağı
soylularının geleneksel eğlencesi ve sporu olan av ile ilgili zengin bir anlatımla karşılaşırız. Kaçışan
çeşitli av hayvanları, kıvrık hareketleriyle sanki sultanın av bahçesinde coşkuyla resmi geçit yaparlar.
Kuşlar, arslan, ayı, yaban eşeği, deve, at, keçi, oğlak, antilop, tavşan, kurt, tilki, av köpeği birbirini izler.
Selçuklu saray çinilerinin gezici ustalarla yöresel atölyelerde yapıldıkları sanılmaktadır. Kubadabad
kazıları sırasında bulunan imalat artığı parçalar, bazı çini fırını malzemesi bu düşünceyi doğrular.
Külliyeler
Anadolu'da Türk mimarîsinin örneklerini ortaya koyan devlet ve beylikler, Karahanlı, Gazneli ve Büyük
Selçukluların çeşitli fonksiyonlara sahip yapı birimlerinin plan yorumunu, mimarî anlayışını bilen,
özümleyen bir kültür yapısı ile Anadolu'daki birliklerini ortaya koymuşlar idi. Bunun sonucu olarak, bu
mimarî bilgiler, kültür birikimi, Anadolu'ya hem kuzeydoğudan hem de güneydoğudan girmiş ve
yaygınlık kazanarak devam etmiştir.
Büyük Selçuklu komutanlarından Artuk bin Eksük'ten adını alan ve üç kol halinde l. Hısnkeyfâ ve
Âmid, 2. Mardin ve Meyyâfârikîn, 3. Harput Artukluları olarak Anadolu'da mimarî eserlerini vermeye
başlayan Artuklulardan, Mardin'de Ernineddin Külliyesi'nin (1108-1122 Hicrî 502-516) günümüze bazı
birimleri eksik olarak ulaşan kuruluşu, en erken külliye örneği olarak bilinir. Anadolu'daki bu en erken
külliye yapısı, cami, medrese, darüşşifa, hamam ve çeşme gibi fonksiyonel yapı birimlerinden
meydana gelmiştir. Külliyede büyük bir alanı kaplayan hamamın batısındaki avlunun güneyinde cami,
kuzeyinde medrese, doğusunda çeşme yer alır. Bugün namazgahın bulunduğu yerde ise, darüşşifa
yer almakta idi. Töpografık şartlar sebebi ile kademeli bir yapılaşmanın görüldüğü külliyede, cami ve
medrese aynı avluyu paylaşmakta, ayrı fonksiyonel yapılar, organik bir bütünlük içinde yer almaktadır.
Anadolu Selçuklu Dönemi'nden günümüze ulaşan külliye örneklerinin, külliyeyi meydana getiren
fonksiyonel yapı birimlerinin farklı şekillerde konumlanması ile inşa edildiği anlaşılmaktadır. Yukarıda
sözü edilen iki örnek, bağımsız yapılardan meydana gelen külliye örnekleridir. Bu dönem külliyelerinin
farklı yapı konumlamalarına bağlı olarak planlandığı ve mimari görünüş kazandığı görülmektedir.
Cami mihrap duvarına bitişik medrese yapısı ile, külliye oluşturan erken tarihli bir örnek,
Danişmentlerin Kayseri Ulu Camii ve kıble yönünde camiye bitişik olan Melik Gazi Medresesi'dir.
Anadolu Selçuklu Dönemi'nden 1206 (Hicri 602) tarihli kitabesi günümüze gelen ulu cami, bir
Danişmentli eseri olarak kabul edilir, medrese de Danişmentli hükümdarı Melik Gazi'nin adını taşır,
günümüze gelmemiştir.
Anadolu Selçuklu Dönemi'nin, yukarıdan beri tanıtmaya çalıştığımız külliye kuruluşlarında, fonksiyonel
yapı birimleri içinde, daima cami yapısı önemli olmuş, diğer yapılar (medrese, darüşşifa, kümbet/türbe,
hamam gibi) camiye bağlı kalmış idi.
Anadolu Selçuklu külliye planlamasında, mevcut yapı topluluklarını değerlendirerek, görülen özellikleri,
şöylece ifade etmek ve bu yapılar arasında bir ayırım yapmak mümkündür;
1. Cami ve medrese gibi, dinî ve eğitim fonksiyonlu yapı birimlerinin bitişik olarak inşa edildiği
külliyeler.
2. Cami ve tıp bilimleri ile sağlık hizmetlerinin sürdürüldüğü medrese planındaki eğitim birimi ve bir
mekânın kümbet olarak değerlendirildiği külliyeler.
3- Yan yana tekrarlanan, medrese plan şemasında veya biraz farklı bir plan kuruluşu ile konumlanan,
tıp eğitimi ve sağlık hizmeti fonksiyonlu kuruluşlar.
Çeşmeler
Çeşme kelimesi, Farsça "göz" anlamına gelen "çeşm" kelimesinden gelmektedir. Sözlüklerde kısaca,
göz gibi olan delik ve bu delikten akan su diye açıklanan çeşme kelimesinin yerine, 13-14. yüzyıllarda
Arapça "sıkaye", "ayn" yahut "meska" terimlerinin kullanıldığı da görülmektedir. Sivas Gökmedrese
Çeşmesi (1271) ve Bolvadin Alaca Çeşme (1278) kitabelerinde, "ayn" kelimesine, Tokat/Pazar Hatun
Hanı Çeşmesi (1239), Afyon iki Lüleli Çeşme (1379 yıkılmış) ve Sinop Emir Sahabettin Çeşmesi
(1429) kitabelerinde "sikaye" kelimesine rastlanmaktadır. Anadolu öncesi Türk döneminde çeşme gibi
kullanılan su tesisleri "alış", "pınar" veya "suvat" terimleri ile isimlendirilmiştir.
Orta Çağ İslâm şehirlerinde, dinin temizliğe ve suya büyük önem vermesi, Hz. Peygamber'in
sadakaların en faziletlisinin "su temini" olduğunu söylemesi, çeşme inşasını teşvik edici unsurlar
olmuştur. İslâm fetihleriyle ele geçirilen bölgelerdeki antik çeşmelerin onarılarak kullanıldığı
bilinmektedir. 10. yüzyılda İspanya'da Endülüs Emevilerine ait su yolu ve Aslanlı Çeşme, İslâm
mimarisinde ilk çeşme örnekleridir. Ayrıca Tunus, Fas, Cezayir ve Mısır'da değişik zamanlarda inşa
edilmiş çeşmelere rastlanmaktadır.
Türklerin hayrat veya sadaka olarak yaptıkları çeşmeler şehir, kasaba veya yerleşme merkezlerinde
çokluğu gibi, ana yolların kenarlarında, açıklık ve kırlık yerlerde de inşa edilmiştir. Yerleşme
bölgelerinde yapılan çeşmelerin suyu büyük oranda kaynaklardan su kanalları veya künkler vasıtasıyla
getirilmiştir. Su kaynağından suyu şehir merkezine nakletmek için kullanılan künklere Osmanlı
Dönemi'nde pöhrenk adı verilmiştir. Bu pöhrenkler ortalama olarak 0.35-0.40 metre uzunluğunda,
0.13-0.16 metre çapındadır. Ağız kısımları (birleşme yerleri) erkekli dişili olarak yapılır ve birbirinin
içerisine geçirilmekte ve bağlantı yerleri de su kaçmasını önlemek amacı ile löküm adı verilen ve kireç
ile zeytinyağının karıştırılmasıyla elde edilen bir harçla sıvanmaktadır.
Selçuklu Devri'nde ilk çeşmelerin nasıl olduğu hakkında kesin bir bilgimiz yoktur. Ancak diğer su
tesisleri gibi sağlam durumdaki antik devir çeşmelerinin Türkler tarafından da kullanıldığı
anlaşılmaktadır. Günümüze gelebilen Selçuklu çeşmeleri genellikle medrese, han, cami ve tekke
yapılarının ön cephelerine ya da iç avlularına açılan cümle kapılarının yakınlarındaki bir eyvan
içerisine, yapıların önünden geçen yola ya da meydana açılan yüzlerine inşa edildikleri mevcut
örneklerden anlaşılmaktadır. En basit çeşme örneği 1204 tarihli Kızılören (Emir Kutlu) Kervansarayının
ön cephesindeki fevkani köşk mescidin altındaki duvar üzerinde görülmektedir. Dış görünüşü ile hiçbir
özelliği olmayan çeşme çok sadedir. Sade ve basit çeşmelerin bir diğer örneği de 1239 yılında inşa
edilen Ağzıkarahan'ın cephesindedir. Bu çeşme de zemin kaplaması arasına yerleştirilmiş, lüleli bir su
haznesi ile zemindeki bir yalaktan ibarettir.
Kayseri'de Sahabiye Medresesi'nin bitişiğinde yer alan çeşme H. 665-M. 1266 yılında Sahip Ata
tarafından inşa ettirilmiştir. Çeşme orijinal yerinden sökülerek bugün bulunduğu yere nakledilmiştir.
Orijinal hali bilinmeyen bu çeşme nişinin üzeri muhtemelen yapılan son onarımlar esnasında yuvarlak
kemerli olarak yenilenmiş olmalıdır. Selçuklu Devri çeşmelerinin en güzel ve en süslü örneğini 1271
tarihli Sivas Gökmedrese'nin cephesinde görmekteyiz. Bu çeşmede iki ayrı cinsten taş kullanılmak
suretiyle renkli bir görünüşün oluşması sağlanmıştır. Fazla derin olmayan çeşme nişinin üzeri üç dilimli
dekoratif bir kemerle örtülmüştür. Çeşme üzerinde gayet ince işlenmiş geometrik ve bitkisel süslemeler
görülür.
Kale Mimarisi
Tarihin erken dönemlerinden itibaren kale
mimarîsi, askerlik ve teknik ile savaş usullerinin ilerlemesine paralel olarak gelişme göstermiştir. Eski
çağlarından günümüze kadar Türk sanatı, kendine özgün özelliğini korumuş ve dünya sanatı içinde de
daima önemli bir yere sahip olmuştur. Öz Türkçede kıla - kütle ve kalav - kârgir anlamlarında kullanılan
kale, Azericede "gala", Başkurtçada "nığıtma", Kazakçada "korğan", Kırgızcada "çep" şeklinde
söylenmektedir. Türkler İslâmiyet'i kabul etmeden önce kale yerine "balık" kelimesini de
kullanmışlardır. İslâmiyet'i kabulden sonra balık yerine kale sözcüğü yaygınlaşmıştır. Karahanlı
Türkleri ile Oğuz Türkleri ise "Balık" kelimesi yerine "Kent" sözünü kullanmışlardır. Kaşgarlı Mahmud,
balık sözünün bu mânâsını bilmekte ve onun İslâmiyet'ten önce Türkler tarafından şehir ve kale
anlamında kullanıldığı söylemektedir. Kale kelimesinin kökü olan ve Arapça "ka-le'a" fiilinden gelen
"kal" mastarı, "bir şeyi kökünden sökmek" manasına gelmektedir. "Kulâ'a" ve "Kullâ a" kelimeleri "tepe
gibi yüksek olan şey" anlamı taşımaktadır.
MİMARİDE SÜSLEME
Taş Süsleme
Anadolu'nun hemen her bölgesinde farklı türlerde de olsa bol miktarda bulunan taş, Orta Çağ Anadolu
Türk mimarisinin temel malzemesi olmakta ve bu malzeme üzerine işlenen bezemeler de Orta Çağ
Anadolu Türk mimarisinin temel karakteristiği olarak kabul edilmektedir.
Taş süslemenin Orta Çağ Anadolu Türk mimarisinde dış cephede yoğunlaştığı bölgeler taçkapılar,
pencereler, köşe kuleleri, son cemaat veya giriş revakları, sundurmalar ve minarelerdir. İç mekanda
mihraplar ve dönem içinde birkaç örneğiyle karşılaştığımız minberlerdir.
Orta Çağ Anadolu Türk mimarisinde taş süslemenin en yoğun olduğu bölgeler olarak dikkati çeken
taçkapılar, genellikle yapıların yola bakan cephelerinin ortasına, bu cepheden belli oranda çıkıntı
yapacak şekilde ve çoğu zaman duvar saçağı seviyesine kadar (bazı örneklerde duvar seviyesinden
daha yüksek tutulmuşlardır) yükselen dikdörtgen bir kütle olarak konumlandırılmışlardır. Fazla derinliği
olmayan bir eyvan şeklinde de düşünülebilecek olan taçkapı nişlerinin, mukarnas veya tonozdan
oluşan örtüleri, sütunceleri ve yan nişleri tüm Orta Cağ Anadolu taçkapılarında görülebilecek
unsurlardır. 13. yüzyılın ikinci yarısından itibaren anıtsal yapıların önyüzlerinde, cephe ortasındaki
taçkapınm üzerine yerleştirilen ve son örneğini 14. yüzyılın ilk yarısı içinde izleyebildiğimiz
minarelerinde taçkapılara dikey bir yükseklik kazandırarak adeta onu bit anıta dönüştürdüğünü
gözlemlemek mümkündür. 14-15. yüzyıllarda mimarînin özellikle cami-mescid nitelikli dinî mimarinin
bünyesinde meydana gelen son cemaat veya giriş revağı yada avlu gibi değişik unsurlardan
kaynaklanan zorunluluktan dolayı boyutların küçüldüğü, yüzeylerin süslenmeden sade bırakıldığı
izlenmektedir. Son cemaat yeri ve avlu gibi öğelerin olmadığı örneklerde ise taçkapıların darahp
uzayarak duvar seviyesinden daha yüksek tutulduğu ve yüzeylerin mümkün olduğunca boş
bırakılmadan süslendiği dikkati çeker.
12. yüzyılın sonlarında, 1180-81 yıllarında Mengücekoğullarından Şehinşah bin Süleyman tarafından
Meragalı Hasan bin Firuz'a inşa ettirilen Divriği Kale Camii'nde taçkapı, mukarnaslı kavsara ve yan
nişler dışında tüm öğeleriyle biçimlenmiştir. Geometrik süslemeli tek sıra bordürün üç yönden kuşattığı
taçkapı, alınlığı, mukarnas başlıklı ve üzeri geometrik düzenle süslenmiş çokgen gövdeli sütunceleri
Anadolu öncesi tuğla işçiliğinin gelenek olarak taşa aktarılmış şekli olarak yorumlayabileceğiniz sivri
formlu kemeri ve bordür süslemesiyle erken dönemin orijinal çalışmalarından biridir. Gerek taçkapı
alındığında, gerekse taçkapıyı kuşatan bordürde birim örneği çıkarılmış geometrik düzenin, çini
levhaları hatırlatır şekilde hazırlanmış taşlar üzerine muhtemelen yerde işlenerek duvar üzerine
yerleştirilmiş olması, bezemenin yapılış süreci hakkında da bilgiler vermektedir.
Sivas Keykavus Darüşşifası’nın (1217-18) taçkapısı, dönem içinde oldukça geniş tutulan ve yıldız
ağlarından oluşan geometrik düzenli kuşatma bordürü ve taçkapı köşeliklerinde bugün tahrip olmuş
insan başı kabartmalarıyla olduğu kadar, ana eyvan kemerini kuşatan bordürüyle de dikkat çekicidir.
Özellikle içleri sapları birbirleriyle geçme yapan rumi, palmet, lotüs gibi bitkisel motiflerle doldurulmuş
sekiz dilimli madalyonlar, bitkisel düzenlerin bordur gibi dar yüzeylere uygulanmış örnekleri olarak
göze batarlar.
Tuğla Süsleme
Anadolu öncesi Türk mimarisinde tuğla malzeme, özellikle Büyük Selçuklu Dönemi İran yapılarında,
coğrafyadan kaynaklanan bir zorunluluktan dolayı birincil yapı malzemesi durumundaydı. Anadolu
Türk mimarisinde ise, taştan sonra en önemli yapı malzemesi olarak görülmektedir. Orta Çağ Anadolu
Türk mimarîsinde yapısal ve süsleme amaçlı kullanılan tuğla malzeme, toprağa bağlı olarak özel
üretim koşulları gerektiren, taşa nazaran daha seri halde ve standart ölçülerde daha ekonomik olarak
elde edilebilmekte ve özel nitelikleriyle taş mimariye renk çeşitlemesi sağlayabilmektedir. Ö. Bakırer,
mescit ve türbe gibi küçük ölçekli Orta Çağ Anadolu Türk yapılarında tuğlanın daha çok
benimsendiğini, ölçüleri itibariyle tüm Orta Çağ için standartlaşmış bir örneğin olmadığını ileri sürerek,
Konya İplikçi Camii dışında tamamıyla tuğla malzemeden yapılmış eser olmadığını belirtmektedir.
Selçuklu Dönemi tuğlaları, tam (yaklaşık ölçüleriyle kare şeklindedirler), yarım (ölçüleri itibariyle
dikdörtgen biçimlidirler) ve minare tuğlaları olarak gruplanan birini tuğlalar ve kesme tuğlalar şeklinde
iki ana grupta ele alınabilirler.
Özellikle tam ve yarım şeklindeki birim tuğlaların yatay, yatay/düşey ve eğik olmak üzere üç farklı istif
türünde örgüye girdikleri ve bu örgü sonucunda da tuğlanın kendi geometrik yapısından kaynaklanan
bir zorunlulukla, duvar yüzeyinde baklava dilimi vs. şeklinde geometrik biçimler oluştuğu
görülmektedir. Kayseri/Pınarbaşı Melikgazi Türbesi'nde (7. yy. sonu) bu üç istif yöntemini, sonuçta
ortaya çıkan bezemeleri ve tuğlayla yapılmış mukarnas uygulamalarını da görmek mümkündür.
Sırsız tuğlaların sırlı tuğlalarla veya küçük çini parçalarla birlikte kullanımıyla meydana gelen
süslemeler, Selçuklu Dönemi tuğla işçiliğinde sık rastlanan bir bezeme türüdür. Malatya Ulu Camii'nin
mihrap önü kubbesiyle (1247), Konya İnce Minareli Medrese'nin avlu kubbesinde (1258) sırlı ve sırsız
tuğlayla çininin birlikte kullanımıyla çark-ı felek biçiminde bir düzenleme elde edilmiştir. Amasya Gök
Medrese Camii Türbesi (1266) kemerinde sırlı ve sırsız tuğlaların yatay/düşey tarzda istiflenmesiyle
oluşmuş geometrik düzenleme dikkati çeker. Sırsız tuğla, sırlı tuğla ve çini birlikteliğiyle oluşturulmuş
en erken tarihli geometrik düzenlemelerden biri de Sivas Keykavus Türbesi'nin Şifahane avlusuna
bakan cephesindeki uygulamalardır.
Tuğla malzemenin süsleme amacıyla en güzel kullanımları, tuğla kaplamanın yapıldığı örneklerde
görülmektedir. Bu uygulamalarda, herhangi bir yüzeyi kaplayarak süslemesi düşünülen bezeme
düzeni, Ö. Bakırer'in E. Jacopstahl'dan aktardığına göre, tahta bir kutu içine kesme tuğlalar ve çini
parçalarla, bir ölçüde kalıp olarak hazırlanan bezeme, tahta kutudan çıkarılmış bir levha olarak yapıda
kaplanacağı duvar yüzeyine sıva yardımıyla monte edilmektedir. Bu levhaların duvar yüzeyine harçla
monte edildiğinin ve dolayısıyla örgü sonrası kaplandığının en büyük göstergesi olarak, kaplanan
levhaların zamanla dökülmesiyle arka yüzeyde duvarın ortaya çıkması gösterilmektedir. Bu yöntemle
yapılan bezemelerin Orta Çağ Anadolu Türk mimarisindeki erken tarihli örnekleri, Sivas Keykavus
Türbesi'nin (1218-19) kasnak cephelerinde, Malatya Ulu Camii'nin avlu revak kemer köşeliklerinde ve
Amasya Gök Medrese Türbesi'nin (1266) cephelerinde izlenebilmektedir.
Çini Süsleme
Çini, Orta Çağ Anadolu Hıristiyan mimarisinde örneklerinin olmamasına bakılırsa, Türklerin
Anadolu'ya getirdiği mimari süsleme malzemelerinden biridir. Anadolu öncesinde Türkistan ve İran'da
inşa edilmiş Karahanlı ve Büyük Selçuklu yapılarında sırlı tuğlayla birlikte çininin de kullanıldığı
bilinmektedir.
Çininin Orta Çağ Anadolu Türk mimarisinde daha çok iç mekanı bezeyen bir malzeme olarak
değerlendirildiği, hiçbir zaman İran ve Türkistan'daki yapılarda okluğu gibi kubbeyi ve duvarları dıştan
kaplayan bir malzeme olarak ele alınmadığı görülmektedir. Anadolu'da dış cephelerde çiniden çok sırlı
tuğlanın, bunun ela daha çok minarelerde değerlendirildiği belirtilebilir.
İç mekanda cini, mihrap, eyvan, kubbe yüzeyi, kubbeye geçiş öğeleri ve belli yüksekliğe kadar duvar
yüzeylerinde kaplama malzemesi olarak ele alınmıştır. Selçuklu Dönemi'nde daha çok çini mozaik
tekniğinde yapılmış süslemeler görülmektedir. Çini mozaik tekniği, yapılış bakımından kesme tuğla
kaplama bezemelerine benzemektedir. Selçuklu Dönemi'nde daha çok turkuaz ve patlıcan moru renkli
sırlı çini plakalardan, hazırlanan desene göre küçük parçalar kesilmektedir. Kesilen parçaların sırlı
yüzeyleri altta kalacak şekilde yerleştirilmekte, aralara alçı harç doldurulmaktadır. Böylece belli oranda
renk uyumu elde edilmekte, oluşturulan bezeme daha sonra yapıda süsleyeceği yüzeye sıva
yardımıyla monte edilmektedir. Konya Karatay Medresesi avlu kubbesinin içi çini mozaikle yapılmış
kapalı geometrik düzenlemeyle bezelidir. Bu gelenek Beyşehir Eşrefoğlu Türbesi kubbesinde bitkisel
düzenle devam ettirilmiştir. Çini mozaiğin duvar kaplaması olarak kullanıldığı iki önemli eser Konya
Sırçalı Medrese ve Sivas Gökmedrese'dir. Sırçalı Medrese'nin ana eyvanında, turkuaz ve lacivert
renkli sırlı çinilerin oluşturduğu bitkisel bordürlerin yanında, esas düzen eyvan ana duvarının yüzeyini
kaplayan ve sekiz kollu yıldız düzeninde istiflenmiş kufi yazılarla meydana getirilen süslemedir. Benzer
düzende süslemeler Gök Medrese'nin bugün ayakta olmayan ana eyvanında da bulunuyordu. Sırçalı
Medrese'nin çini süslemelerini yapan ve Tuşlu bir aileye mensup olan Muhammed ibn Muhammed İbn
Osman el-benna, Konya'da bir çini atölyesi açıp işletecek kadar ünlü bir sanatçı olmalıdır. Sırçalı
Medrese'nin bezemelerine benzer süslemeli örnekler belki de bu ustanın atölyesinde üretilmiştir.
Selçuklu Dönemi sıraltı ve lüster teknikli saray çinilerinin en güzel örnekleri Kubadabad Sarayı
kazılarından elde edilmektedir. Kubadabad Sarayı duvarlarını kaplayan çiniler genellikle sekiz köşeli
yıldız ve haç şeklinde biçimlenmiştir. Yıldız şeklinde biçimlenen çinilerde desenler şeffaf sır altına ve
beyaz astarlı zemin üzerine Turkuaz, patlıcan moru, siyah gibi renklerle işlenmişken, haç biçimli
çinilerde desenler turkuaz renkli sır altına siyah renkle işlenmiştir. Sekiz köşeli yıldız çinilerinde
genellikle figüratif anlatımlar dikkati çekmektedir. Figürler, bağdaş kurarak oturmuş sultandan çift başlı
kartala, tavuskuşundan pantere, grifondan harpi ve sfenkse kadar çeşitlilik göstermektedir. Haç biçimli
çinilerde genellikle rumi ve palmetli bitkisel bezemeler söz konusudur.
Kubadabad Sarayı kazılarında ele geçen çinilerden bir kısmı lüster tekniklidir. Sır üstü tekniği olan
lüsterde, desenler kahverengi ve sarı tonludurlar. İran'da kullanım seramiklerinde bol örnekleriyle
karşılaşılan minai tekniğinde yapılmış çiniler, Selçuklu Dönemi'nden sadece Konya Aleaddin
Köşkü'nde görülür.
Alçı Süsleme
İslâm coğrafyası içinde ilk örneklerini 9. yüzyılda Samarra saraylarında gördüğümüz alçı malzeme,
Anadolu'da daha çok cami, köşk ve zaviyeli camilerde doğal olarak iç mekanın bezemesinde
kullanılmıştır. Alçı malzemenin Orta Çağ Anadolu Türk mimarisindeki kullanımında; neredeyse bütün
örneklerde kalıplama yönteminin uygulandığı dikkati çekmektedir. Sanattan daha çok, yarı endüstriyel
bir işleyiş olarak zenaata yaklaşan bu tutumun özellikle ekonomik ya da malzeme veya zaman
bakımından kısıtlı dönemlerin ürünü olduğunu eserlerin çoğuna bakarak ileri sürmek mumkündür.
Ancak, Kubadabad Sarayı (1236) kazısından çıkan örnekler ve zaviyeli camilerin tabhane
hücrelerindeki dolap raflarında fonksiyonelliğin ön planda olduğunu kabul edebiliriz.
Orta Çağ Anadolu Türk mimarisinin 14. yüzyıl başına kadar geçirdiği evre içinde alçı malzemenin daha
çok saray ve köşk gibi sivil mimarlık eserlerinde kullanıldığı görülmektedir. Dini mimaride 14. yüzyıl
öncesi örnekleri olarak Harput Ulu Camii avlu mihrabı, Konya Sakahane Mescidi mihrabı, Konya
Sahipata Hanekâhı mihrabı, Malatya Ulu Camii'nin orijinal mihrabına ait olduğu düşünülen parçalar ve
Ankara Aslanhane Camii mihrabının adları sayılabilir. Yukarıda bahsedilen erken örneklerin çoğunda,
birim örneği çıkarılan düzenin (bu kelime-i tevhid gibi yazıda olabilir, bir bitkisel veya geometrik örnek
de olabilir) hazırlanmış tek kalıptan çoğaltılarak mihrap duvarına kaplama olarak gözlenir. Alçının çini
mozaikle birlikte kullanımında, patlıcan moru ve turkuaz renkli çinilerle bir renk uyumu oluşturduğuna
Ankara Aslanhane Camii mihrabı en örneklerdendir. Bu mihrapta ayrıca hem kalıptan çıkmış yazı ve
bitkisel bordürler hem de derin oyma tekniğiyle biçimlenmiş, motif yüzeyleri süzgeç gibi deliklenmiş
dairesel panolar ve tepelik görülmektedir. Yüzeyin süzgeç şeklinde deliklenmesiyle İran alçı işçiliğini
çağrıştıran bu uygulamanın benzerleri birkaç Hasankeyf yapısında tekrarlandıktan sonra bir daha
kullanılmamıştır.
13. yüzyıl alçı süslemeciliğinin seçkin örnekleri kazılardan elde edilen bulgulara göre saray ve
köşklerde karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Kubadabad Sarayı ve Konya Köşkü'nden çıkan parçalar
alçının saray ve köşk duvarlarını kaplayan raflarda ve duvar bezemesinde kullanılmış olduğuna işaret
etmektedir. Sarayı, cennet bahçesiyle özdeşleştirerek tavuskuşu kabartmaları, saray ailesine mensup
kişilerin günlük hayatından bir kesit olan av sahneleri ana bezeme konularını oluşturmaktadır.
Kubadabad Sarayı ve Konya Köşkü'ndeki bu buluntular, yakın dönemlerde yapılan kazılarda elde
edilen figürlü alçı parçalar için, buluntunun elde edildiği yerlerde bir köşk olabileceği kanaatinin
oluşmasını sağlamıştır
Orta Çağ Anadolu Türk mimarisinde iç mekanda süsleme elamanı olarak daha çok çini
kullanıldığından çok fazla kalem işi bezemeyle karşılaşılmaz. Kalem işi bezemeler de denilen boyalı
nakışların sıva ve ahşap üzerine olmak üzere iki türlü uygulama alanı vardır.
13. yüzyılın ilk yarısı içindeki uygulamalarda, genellikle kırmızı ve siyah renklerle sıva üzerine zikzaklar
ya da dama motifli bezemelerin işlendiği görülür. Kızılören Hanı Mescdi'nin mihrap nişinde, Konya
Aleaddin Camii'nin kubbeli bölümünde, Beyhekim Mescidi'nin kubbesinde bu türden uygulamalar söz
konusudur.
Divriği Ulu Camii tonozlarından bazılarında kırmızı ve siyah aşı boyalarla yapılmış palmet motifleri
gözlenirken, bu boyaların kabartma örneklerin yarım kalmışlığından dolayı mı, kontur çizgileri için mi
kullanıldığı, yoksa boyama amacıyla mı yapıldığı hakkında kesin bir şey söylemek mümkün değildir.
Alanya yakınlarındaki Alara Kalesi içinde yer alan köşkteki kalem işi süslemelerde birtakım fantastik
yaratıklarla birlikte insan figürlerine de yer verildiği görülmektedir.
Bugün motiflerin seçilemeyecek kadar tahrip olduğu bir başka örnek ise Ahlat'ta 1281 tarihli Boğatay
Aka-Şirin Hatun Türbesi'nin duvarlarında gözlenir. Türbe duvarlarında hayat ağacı etrafına
yerleştirilmiş tavus kuşları, kandil motifi ve sülüs yazılı kuşaklar vardır.
Beyşehir Eşrefoğlu Camii (1299) ahşap tavanında, konsol ve konsol aralarındaki yüzeylere daha çok
kırmızı ve siyah boyalarla yapılmış rumi ve palmetli bezemelerle birlikte altıgenlerle oluşmuş altı kollu
yıldızlar, daireler ve kırık çizgilerle oluşmuş yıldızlardan meydana gelen geometrik bezeme yer
almaktadır.
EL SÜSLEME
Kumaş Sanatı
Bugüne kalan Selçuklu kumaşları konusunda bilgilerimiz çok yetersizdir. Büyük Selçukluların Rey ve
Save şehirlerinde üretilen yedi renkli "minai" tekniğinde yapılmış tabaklarında canlandırılan saraylıların
Selçuklu üslubunda bitkisel, geometrik ve figür desenleriyle bezenmiş zengin desenli kaftanları kumaş
işçilikleri konusunda fikir verir. Londra Victoria and Albert Müzesi'nde bulunan, 11. yüzyıla tarihlenen
ipekten İran Selçuklu kumaşında, rozet içinde yer alan hayat ağacı motifi iki ejder kuyruklu kanatlı
arslan ve kuşlarla kuşatılmıştır. Rozetin bordüründe kartal ve grifon figürleri görülür.
Selçuklu Devri'nin tarihçisi İbni Bibi, anlatımlarında saraylıların zengin kaftanlarından ve sultanların
çeşitli törenlerde verdikleri armağan kaftanlardan söz eder. 1271-72 yılında Çin yolculuğundan dönen
ve Anadolu'dan geçen Marco Polo, seyahatnamesinde burada bol miktarda iyi kalite ipek
dokunduğunu belirtir. Selçuklu saraylarını süsleyen çinilerde canlandırılan saray soylularının ve
hizmetkarlarının kaftanları da bize kumaş desenleri hakkında fikir verir. En bol örneklerini bugün
Konya Karatay Medresesi Müzesi'nde sergilenen Kubadabad Sarayı çinilerinde bulduğumuz
kaftanlarda iri rozetler, damla şeklinde benekler, iri çiçekler, yollar görülür.
gibi çukur, kenarları kalın olan bu kobalt mavisi, yeşil ve sarı renkli tamlar arkasını göstermez. Yapı
içine aydınlığın girmesi için kullanılmışlardır. Samsat, Kubadabad, Alanya İçkale kazılarında bulunan
irili ufaklı renksiz veya sarı, yeşil, mavi, bordo renkli kadeh, bardak, şişe, kase parçaları, bilezikler cam
kullanımının yaygın olduğunu göstermektedir. En bol buluntular bugün Adıyaman Müzesi'nde
sergilenen Aşağı Fırat havzası, barajı kurtarma alanında bulunan Samsat höyüğü kazısında ele
geçmiştir. Saray kazılarında bulunan emaye ve altın yaldız süslü lüks ince cam bardak ve kadeh
fragmanları Orta Çağ Yakın Doğu İslam sanatında yaygın olan, alta doğru daralan, ağzı huni gibi
genişleyen kadehlerin yaygın okluğunu gösterir. Bunların bazılarında kabara gibi çıkıntılar, bazılarında
ise ince altın yaldızlı bordürler içinde mavi, beyaz, fes kırmızısı renklerle çok zarif emaye boyamalar
görülür. Harran kazılarında da benzer şekilde geniş ağızlı bir cam kadeh üzerinde emaye ile işlenmiş
kaftanlı bir figür görülür. Kubadabad Sarayı çinilerinde canlandırılan bazı saraylı figürlerinin elinde
izlenen kadehler de bu formdadır.
13. yüzyılda Suriye'de Halep ve Şam şehirleri emaye ve altın yaldızla işlenmiş lüks cam işçiliği ile
ünlüdür. Suriye'den gelen kervan yolları üzerinde bulunan Samsat, Harran gibi merkezlerde bu tip
camlarla karşılaşmak doğaldır. Anadolu'da bulunan örnekler Suriye imalatı olabileceği gibi, oradan
gelen ustalarla Anadolu'da da yapılmış olabilir. Konya Karatay Medresesi Müzesi'nde sergilenen,
Beyşehir Kubadabad Sarayı kazısında bulunan 30,5 cm çapında emaye tekniğinde işlenmiş yassı bir
tabağın kitabesinde Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubad'ın oğlu II. Gıyaseddin Keyhusrev'in adı
geçmektedir.
Halı Sanatı
Kökü, Asya Hunlarının M.Ö. 3-2. yüzyıllarda Altaylar'da Pazirik kurganı buluntularına uzatılan halı
sanatı, büyük aradan sonra en erken örneklerle Anadolu Selçuklularında karşımıza çıkar. Üçü
Beyşehir Eşrefoğlu, sekizi Konya Alaeddin, biri Divriği Ulu Camii'nde, yedisi eski Kahire'de Fustat'ta
(fragman halinde) bulunan Selçuklu halıları, İstanbul Türk ve İslam Eserleri, Konya Mevlana, İsveç'te
Stokholm Milli ve Göthenburg Röhs Müzelerinde, Londra Edmund de Unger ve Kopenhag David
koleksiyonlarında sergilenmektedir. Atina Benaki Müzesi'nde de ufak parçalar halinde Fustat
kazılarında bulunmuş Selçuk halıları vardır. Bunların Mısır'da bulunması Anadolu halıcılığının devrinde
ne kadar moda olduğunu ve başka ülkelere ihraç edildiğini gösterir.
13. yüzyılda Marco Polo ve 14. yüzyılda İbn Batuta Anadolu'yu gezmiş ve eserlerinde Anadolu
halılarını methetmiş, çeşitli ülkelere ihraç edildiklerini belirtmişlerdir. Selçuk halıları konusundaki
yetersiz bigilerimizin yeni araştırmalar ve buluntularla gelecekte artacağını ummaktayız.
Cam Sanatı
Kubadabad kazısı buluntuları ve Konya eserleri, Selçukluların yapılarında alçı şebekeler içinde kalın
renkli camlar kullandıklarını göstermiştir. Ortası göz gibi çukur, kenarları kalın olan bu kobalt mavisi,
yeşil ve sarı renkli camlar arkasını göstermez. Yapı içine aydınlığın girmesi için kullanılmışlardır.
Samsat, Kubadabad, Alanya İçkale kazılarında bulunan irili ufaklı renksiz veya sarı, yeşil, mavi, bordo
renkli kadeh, bardak, şişe, kase parçaları ve bilezikler cam kullanımının yaygın olduğunu
göstermektedir. En bol buluntular bugün Adıyaman Müzesi'nde sergilenen Aşağı Fırat havzası, barajı
kurtarma alanında bulunan Samsat höyüğü kazısında ele geçmiştir. Saray kazılarında bulunan emaye
ve altın yaldız süslü lüks ince cam bardak ve kadeh fragmanları Orta Çağ Yakın Doğu İslam sanatında
yaygın olan, alta doğru daralan, ağzı huni gibi genişleyen kadehlerin yaygın okluğunu gösterir.
Bunların bazılarında kabara gibi çıkıntılar, bazılarında ise ince altın yaldızlı bordürler içinde mavi,
beyaz, fes kırmızısı renklerle çok zarif emaye boyamalar görülür. Harran kazılarında da benzer şekilde
geniş ağızlı bir cam kadeh üzerinde emaye ile işlenmiş kaftanlı bir figür görülür. Kubadabad Sarayı
çinilerinde canlandırılan bazı saraylı figürlerinin elinde izlenen kadehler de bu formdadır.
13. yüzyılda Suriye'de Halep ve Şam şehirleri emaye ve altın yaldızla işlenmiş lüks cam işçiliği ile
ünlüdür. Suriye'den gelen kervan yolları üzerinde bulunan Samsat, Harran gibi merkezlerde bu tip
camlarla karşılaşmak doğaldır. Anadolu'da bulunan örnekler Suriye imalatı olabileceği gibi, oradan
gelen ustalarla Anadolu'da da yapılmış olabilir. Konya Karatay Medresesi Müzesi'nde sergilenen,
Beyşehir Kubadabad Sarayı kazısında bulunan 30,5 cm çapında emaye tekniğinde işlenmiş yassı bir
tabağın kitabesinde Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubad'ın oğlu II. Gıyaseddin Keyhusrev'in adı
geçmektedir. Kitabede adı geçen Sultan II. Keyhusrev nedeniyle tabağın Anadolu'da yapılmış
olabileceği akla gelir. Ancak tabağı tanıtan J. Sourdel ve K. Otto-Dorn, kitabenin yazılış tarzını ve
emaye kalitesini Halep cam örneklerine benzetirler ve tabağın Suriye'ye sipariş edilmiş ithal bir örnek
olduğunu kabul ederler. Bilindiği gibi, Artuklu ve Selçuklu sultanları için Suriye'den sipariş edilmiş
madeni eserler de vardır. Kubadabad Sarayı cam tabağı Suriye'de yapılmış olsa bile emaye camların
sultanlar tarafından sipariş edildiğini gösteren önemli bir eserdir
Müzelerimizin depolarında bulunan sayısız arkeolojik malzemenin Orta Çağ tabakaları maalesef
yeterince değerlendirilmemiştir. Gelecekte bu konudaki çalışmaların yapılması ile Selçuklu cam işçiliği
için bilgilerimizin artacağını umuyoruz.
Cilt Sanatı
Cilt, deri ve kap mânâsına gelen Arapça bir kelime olup, bir mecmua veya bir kitabın yapraklarını
dağılmaktan korumak ve birarada toplu olarak bulundurmak için, ince tahtadan, deriden veya üzerine
deri, kağıt, bez gibi şeyler kaplı, mukavvadan yapılan kaplara denir.
İlk cilt kapakları ahşaptandır. Daha sonra, parşömenin kullanılması ve kağıdın icadıyla daha
muntazam kaplar vücuda getirilmiştir. Çinlilerin icat ettiği kağıdın sırrını, 600 yıl sonra onlardan Türkler
öğrenmişler, bu sırrı 400 sene kadar saklamışlar, onun ticaretini yapmışlar, bunun sayesinde de bu
bölgede ciltçilik bir sanat halini almıştır. Türkler bu bölgede cilt yapmayı Çinlilerden önce
başarmışlardır.'Çin'de ciltçiliğin gelişmesi, Uygurlu sanatkârların Çin illerine göçüp yerleşmeleriyle
başlamıştır.
Bugünkü mânâda deriyle kaplı bir kitap cildini ilk defa Uygurlular yapmıştır. Her ne kadar, yerli ve
yabancı kaynakların hemen hepsi, deriden yapılmış ilk ciltlerin, Mısır'daki Kıptilere ve 8-9. yüzyıllara ait
olduğunu söylerse de, bir Uygur şehri olan Karahoço'da bulunan 2 yazma, bu görüşün sanki aksinin
ispatıdır, A Von le Coq tarafından ortaya çıkarılan bu ciltler, minyatür ve tezhiplerle bezenmiş yazma
eserleri örtmekte olup, üzerlerindeki tezyinat geometriktir. Ciltler, deriden kalıp, usulünde hazırlanıp,
yer yer bıçakla oyulmuş, altına yaldızlı deri yapıştırılmıştır. Daha sonraki bir örnek de, gene
Karahoço'da P.K. Koslov tarafından bulunmuştur S.F. Oldenburg, bu araştırmanın tahlilini yaparak, bu
kitap kapağının 13. yüzyıla ait olduğunu belirtmiştir.
Orta Asya'da Hunlardan beri süzülüp gelen ve Uygurlularda toplanan birçok tezyini unsurun
Karahanlılar ve Gaznelilerden Büyük Selçuklulara, Atabeylere, sonra Anadolu'da kurulan Türk
devletlerine kadar uzanıp devam ettiği, Anadolu'da Selçuklu taş işlemeciliğinin incelenmesi ile açıkça
görülebilir. Bu motifler, Anadolu Beylikleri ve Osmanlılarda devam ederek, Orta Asya'ya kadar
kurulmuş bütün Türk Devletlerini, bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlamaktadır. 9. yüzyılda Halife
Mu'tasım Billâh'ın (833-842) teşvik ve himayesinde Sâmarrâ'ya yerleştirilen Uygur Türkleri, burada
yaptıkları ciltlerle bu sanatı geliştirdiler. Bu sanat, bunlar vasıtasıyla da İslâm dünyasına yayılmış oldu.
Tabiatıyla Irak ve Horasan bölgesi de ilk gelişme merkezleri olmuştur.
İslâm cildinin bilinen ilk örnekleri, gene bir Türk devleti olan Tolunoğulları (868-905) zamanına aittir.
İslâm cildindeki bu gelişme, 12. yüzyıla kadar, Fatımi'ler, Gazneliler, Büyük Selçuklularla devam
etmiştir. 11. yüzyılın sonlarından itibaren Anadolu'ya hakim olan Selçuklular, burada 12 ve 13.
asırlarda çok güzel ciltler meydana getirdiler.
Selçuklu cildi, Türk-İslâm cilt sanatı içerisinde önemli bir yere sahiptir. Çünkü Selçuklu cildi; Orta Asya
Türk cilt sanatı birikimini Anadolu'ya taşımış, onu burada geliştirip güzelleştirmiştir. Anadolu Selçuklu
cilt üslûbu, 13. yüzyılın III. çeyreğinden itibaren Memlûkler, 14. yüzyıldan itibaren de, İlhanlılar ve
Karamanoğulları başra olmak üzere, Anadolu Beylikleri ciltlerinde devam etmiştir. Bu cilt üslûbu, aynı
zamanda Osmanlı Cilt Sanatı'na geçişi sağlamıştır. 15. yüzyılda Memlûkla cildi ile Osmanlı cildi
arasında büyük paralellik tespit edilir. Bu asırda Timurlular, Akkoyunlular, Karakoyunlular zamanında
da güzel cilt kapakları yapılmıştır. 16. yüzyıldan itibaren klasik Osmanlı Cilt Sanatı, Türk ve İslâm
Cildi'nin en büyük temsilcisi olarak, 20. yüzyıla kadar devam etmiştir.
Seramik
Selçuklu dini mimarisinde ve saraylarda zengin çini uygulamasına karşın, kullanım seramiğinin kısıtlı
olması ilginçtir. Çağdaş Yakın Doğu ve Mısır bölgesi İslam sanatında, özellikle İran'da Büyük Selçuklu
seramiklerinin zenginliği ile kıyaslanınca durum daha da şaşırtıcıdır. Çeşitli müzelere dağılmış tesadüfi
buluntuların yanı sıra Keban ve Atatürk Barajı kurtarma kazıları ile Kubadabad ve Alanya İçkale gibi
saray kazılarında ele geçen buluntular bu konudaki bilgilerimizi zenginleştirmiştir.
Sırsız seramikleri küp, testi, kase, vazo, kandil, matara, çanak, çömlekle çok yaygındır. En bol örnekler
Samsat kurtarma kazılarında bulunmuştur. Çeşitli renk ve kalitede hamurun kullanıldığı bu seramikler
henüz sistematik şekilde değerlendirilmemiştir.
"Sgraffito" tekniği adını alan, ince uçlu bir aletle seramik hamuru üzerine sürülen beyaz astarı çizerek
desenlendirilen ve sonra renksiz, sarı, yeşil, mavi, kahverengi veya karışık renkli sırla desenledirilen
seramikler, Anadolu'nun her yöresinde farklı kalitede ve renkte hamurla görülür. Bu tipte, çok çeşitli
kullanım için oldukça kaba şekilde işlenmiş örnekler vardır. Bütün Orta Çağ dünyasında var olan bu
seramiklerin Anadolu'da da yaygın şekille üretildikleri anlaşılmaktadır. Sgraffito seramikler geometrik
ve soyut bitkisel desenler veya bağdaş kuran saraylı, kuş, balık, hayvan figürleriyle bezenmiştir.
"Sıraltı" tekniği olarak tanımlanan şeffaf firuze sır altına siyahla veya renksiz sır altına firuze, koyu
mavi, siyah ve fes kırmızısı geometrik veya bitkisel şekiller, neshi ve kufi yazılar, bazen de saray
çinilerinde olduğu gibi soyut insan ve hayvan motifleriyle bezenen seramikler de yaygındır. Bunların
kalite ve desenleri çağın Suriye Rakka bölgesi örnekleriyle benzerlik gösterir. Buluntuların çokluğu,
Rakka'dan gelen ustalarla Anadolu'da da üretildiklerini gösterir. Desenlerin şeffaf sır altına kalın astar
boyası "sliple" işlendiği örnekler Selçuklularda azdır.
Lüster (yaldızlı) tekniğinde seramikler saray çinilerinde olduğu gibi, renksiz veya mor sır üstüne
kahverengi, sarı tonlarıyla işlenmiştir. Sır üstünde yaldızlı etkisi veren bu bezeme, metal oksitlerinin
fırınlanmasıyla sağlanır. Kullanılan motifler sıraltı örneklerle paralellik gösterir.
Ahşap
Anadolu Selçuklu ahşap işçiliği minber, rahle, korkuluk, sanduka, pencere ve kapı kanatlan ile sütun
başlıklarında büyük ustalıkla uygulanmıştır. Cami ve medrese gibi yapılarda bulduğumuz bu eserlerin
bazıları da Ankara Etnografya, İstanbul Türk ve İslam Eserleri gibi müzelere nakledilmiştir. Aksaray
Ulu, Konya Alaeddin, Kayseri Huand Hatun, Divriği Ulu, Ankara Arslanhane, Sivrihisar Ulu, Beyşehir
Eşrefoğlu gibi çeşitli camilerin minberlerinin kapı, gövde (merdiven, korkuluk, yan aynalıklar ve
süpürgelik) ve şerefe (sahanlık, kubbe, külah, alem) bölümleri farklı bitkisel, geometrik şekiller, yazılar
ve hatta değişik teknikler oluşturarak büyük sabır ve ustalıkla işlenmiştir.
Minberlerin yan aynalıklarında bir çatma tekniği olan kündekari tekniği kullanılmıştır. Bu işçilikte
sekizgen, baklava ve yıldız biçiminde bitkisel kabartmalı ahşap parçalarını birbirine bağlayan kenarları
oluklu ahşap kirişler iç içe geçerek birbirine bağlanır. Parçaları ve kirişleri birbirine tutturmak için çivi
veya tutkal kullanılmaz. Sağlamlığı sağlamak için arkada ahşap bir iskelet bulunur.
Yapılması zor olan bu işçilik yerine parçaların birbirine yapıştırıldığı, çivilendiği veya blok şeklinde
kabartma olarak işlenen ve "kündekari" görünümü veren örnekler de vardır. Taklit örneklerde ahşap
parçalarının kuruyup ufalmasıyla arada çatlaklar, yarıklar görülür.
Konya Alaeddin, Aksaray Ulu, Malatya Ulu Camilerinin ve Ankara Etnografya Müzesi'ndeki Siirt Ulu
Camii'nin minberleri hakiki "kündekarinin" başarılı örnekleridir, Kayseri Ulu ve Huand Hatun camilerinin
minberleri ise taklitlerdendir. Daha hafif ve ince olmaları gerektiğinden pencere ve kapı kanatlarında
tek parçada kabartma ile aynı görüntüyü sağlayan işçilik uygulanmıştır.
Selçuklu kapı, pencere kanadı, rahle, kürsü ve sandukalarında, minberlerin yan yüzleri dışındaki
alanlarda düz veya yuvarlak satıhlı derin oyma, çift kat İzlenimi veren oymalar, dantel gibi delikli ajur
şeklinde oymalar, "eğri kesim tekniği" adını alan, kökü Avrasya el sanatlarına kadar uzatılan örnekler
ahşap ustalarının becerisini sergiler. Dekoratif yazılarla işlenen kabartma minber kitabelerinden bazen
caminin yapılış tarihi ya da ahşap ustası öğrenilmektedir. Divriği Ulu Camii minberinde adı geçen
Ahmad b. İbrahim al Tiflisi ahşap ustasının adıdır.
Ahşap camiler olarak gruplandıran Afyon ve Beyşehir Eşrefoğlu gibi camilerin kirişlerinde,
konsollarında rastladığımız kırmızı, mavi, sarı, beyaz renkli, Selçuklu üslubunda bitkisel ve geometrik
bezemeler, Konya Mevlana Müzesi'nde bulunan ve 1278 tarihlî rahle üzerinde çift başlı kartal desenli
lake boyamalar, Selçukluların ahşabı değerlendirmesindeki çeşitliliği gösterir.
Minyatür
Selçukluların Anadolu'ya gelmeden belli bir resim stili geliştirdiklerini, el sanatlarının çeşitli dallarında,
özellikle fresk, seramik ve çinide yer alan figürler göstermektedir. Bu figürlerde benzer üslubu sürdüren
saray yaşantısı ve inançlarıyla ilgili zengin bir konu programı sunulmaktadır. Türkistan'dan Anadolu'ya
8. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar uzanan geniş bir zaman diliminde el sanatlarının çeşitli dallarında
karşılaşılan resim stilinin paralellerini minyatürlerde eksiksiz olarak izleyemiyoruz. Orhon vadisinde
hüküm süren, Dokuz Oğuz Türklerinden Uygurların minyatürlerinde, Gazne ve Büyük Selçuklu figür
sanatında görülen ortak resim programında, uzun saçlı, dolgun yanaklı, ufak ağızlı, ince burunlu, çekik
gözlü ve kaşlı bir yüz şeması, figürlerin renkli kaftanlar giymesi ve saray soylularının bağdaş kurarak
oturması belirgin özelliklerdir. Bugüne kalan Anadolu Selçuk minyatürleri çok azdır. El sanatlarındaki
resim bolluğu mevcut olması gereken minyatürlerin yok olduğuna, Moğol akınlarında yakıldığına işaret
eder. Topkapı Sarayı'nda bulunan tarihlendirilmemiş, Farsça yazılmış, 71 minyatüre sahip olan Varka
ve Gülşah Mesnevisi, Selçuklu minyatür sanatı için gerçek bir hazinedir. Yedinci yüzyılda yaşamış bir
Arap şairinin hikayesini konu alan eser ilk kez 11. yüzyılda Gazneli Sultan Mahmud'a takdim edilmiştir.
Topkapı Müzesi'ndeki Varka ve Güişah yazması bilinen ilk minyatürlü örnektir ve 13. yüzyıla
tarihlenebilir.Nerede yapıldıkları tartışmalı olan minyatürlerin, Kemal Özergin'in araştırmaları sonucu
Azerbaycan'da Khoy kentinden gelerek önce Kastamonu'ya sonra da Konya'ya yerleşen Abdal Mümin
bin Mohammed tarafından yapıldıkları kabul edilmektedir.
Minyatürler metin içinde frizler halinde yerleştirilmiş,ince bir çerçeve içine alınmıştır. Kırmızı, mavi ve
siyah renkler kullanılmıştır. Konular özeti olarak, hareketli ve canlı şekillerde anlatılmamıştır. İnsan
figürleri iki boyutlu şematik şekilde, hayvanlar daha gerçekçi bir üslupla canlandırılmıştır. Figürlerin
etrafında dekoratif şekilde tabiatı canlandıran soyut göl, ağaç, çiçek ve nar dalları, tavuk, horoz, ejder,
tavşan, tilki, at, kedi tasvirleri görülür. Varka ve Gülşah minyatürleri Selçuk Devri saray hayatını,
göçebe çadır yaşantısını, geleneklerini, eğlencelerini gömülme adetlerini, kıyafetlerini, doğaya verilen
önemi yansıtan bir vesika olarak değerlendirilebilir. Burada Türk, Orta Asya, Hint ve Çin etkili unsurlar
Selçuklu figür sanatı sentezi ile yoğrulmuştur.
Anadolu Selçuklularına ait Bizans etkisinde kalan minyatürler de yapıldığı görülmektedir. Paris Milli
Kütüphanesi'nde bulunan (bibi. Nat. Persan 174) Nasr El Sivasi'nin tezkeresine ait minyatürler karışık
üsluplarıyla dikkati çekerler. Kayseri ve Aksaray'da 1272-73 yıllarında yapılan bu minyatürler Selçuk
Sultanı III. Gıyasedclin Keyhusrev'e İthaf edilmiştir. Yazar Seistan'dan gelip Sivas'a yerleşmiştir. 146
sayfalık neshi yazılı minyatürlü kitap üç bölümdür. Birinci bölümde yazar bütün İslam aleminde
seyahat ettiğini, astroloji, tılsımlı bilgiler ve büyücülükle uğraştığını yazar. İkinci bölüm Kitab Daka'ik El
Haka'ik (hakikatin ayrıntılarının kitabı) 1271 de Aksaray'da yazılmıştır. Burada yazar Nasr El-Din'in adı
geçer. Mu'nis AI-Havarid adını alan üçüncü bölümün yazarı Nasr El-Rammal El-Sati El-Sivasi'dir. 1271
yılında Kayseri'de yazılmış ve aynı kişi tarafından minyatürlenmiştir.
Selçuklu Devri Konyası'nda büyük olasılıkla bugüne kalmayan daha başka minyatürler ele yapılmıştır.
Mevlana Celaleddin Rumi Mesnevisi'nde, şeytanın Allah tarafından yaratılışını anlatırken bazı
resimlerden söz eder. Bunlar 13. yüzyıl ortalarında Konya'da bulunan minyatürler olmalıdır.