Professional Documents
Culture Documents
Özcülüğün Eleştirisi
Bu ahlâk ve akıl mutlaklarının “ruhlar alemi” üzerine Stirner’in icra
ettiği bu cin çıkarma edimi, Aydınlanma hümanizmi ile idealizminin
radikal eleştirisinin bir parçasıdır. Onun hümanizmden bu
“epistemolojik kopuşu” Ludwig Feuerbach’ı reddetmesinde çok daha
açık bir şekilde görülebilir. Hıristiyanlığın Özü‘nde Feuerbach,
yabancılaşma kavramını dine uygulamıştır. Feuerbach’a göre din
yabancılaştırır, çünkü insanın özsel nitelikleriyle güçlerini, insanlığın
kavrayışının ötesinde bulunan soyut bir Tanrıya yansıtması yoluyla
bunlardan vazgeçmesini gerektirir. Feuerbach’a göre, Tanrının
yüklemleri gerçekte yalnızca bir tür varlık olarak insanın
yüklemleriydi. Tanrı bir yanılsamaydı, insanın özsel niteliklerinin
uydurma bir yansımasıydı. Başka deyişle, Tanrı, insan özünün
şeyleşmesiydi. Metafiziğin bağnazlığını, akılcı ve bilimsel bir temelde
yeniden inşa etmek yoluyla aşmaya çalışan Kant gibi Feuerbach da
insanın evrensel ahlâk ve akıl yetilerini, insan deneyiminin esas temeli
olarak yeniden tesis etmek yoluyla dinsel yabancılaşmanın üstesinden
gelmek istiyordu. Feuerbach, insanı evrenin merkezindeki doğru
yerine yeniden yerleştirmeye ilişkin, insanı kutsala, sonluyu
sonsuza dönüştürmeye ilişkin Aydınlanma hümanizmi projesini
somutlaştırır.
Kant ahlâkı dinsel zeminden alıp bunun yerine akıl üzerine kurmak
isterken, Stirner, ahlâkın yalnızca yeni, akılcı bir kisveye bürünmüş
eski dinsel bağnazlık olduğunu savunmuştur: “Ahlâk inancı dini inanç
kadar fanatiktir!” (45). Stirner’in itiraz ettiği şey ahlâkın kendisi değil,
onun kutsal, bozulamaz bir yasa olduğu gerçeğidir, ve güç istencini,
ahlâk düşüncelerinin ardındaki gaddarlığı ve tahakkümü açığa
vurmuştur. Ahlâk bireysel iradenin kırılmasına, kutsallığının
bozulmasına dayanır. Birey üstün gelen ahlâk kodlarına uymak
zorundadır, aksi takdirde özünden yabancılaşır. Stirner’e göre ahlâkın
zorlaması tıpkı devletin uyguladığı zor kadar acımasızdır, yalnızca
daha sinsi ve kurnazdır, çünkü fiziki kuvvet kullanmaya gerek duymaz.
Bireyin vicdanına zaten bir ahlâk bekçisi yerleştirilmiştir. Bu
içselleşmiş ahlâki gözetim, Foucault’nun -klasik paradigmayı tersine
çevirerek, ruhun beden için hapishane haline geldiğini öne sürdüğü-
Panoptisizm tartışmasında da bulunur (Foucault, Discipline 195-228).
Üçüncü olarak, her iki düşünür de ahlâkı özgürlükle muğlak bir ilişki
içinde görürler. Stirner, yüzeyden bakıldığında ahlâka ve akla özgürce
bağlanıldığını, bununla birlikte üzerimizdeki baskıyı -kendi kendini
tahakküm altına almayı- zorunlu kıldıklarını ki bunun, doğrudan
zorlamadan çok daha sinsi ve etkili olduğunu belirtir. Başka bir
deyişle, evrensel olarak hüküm süren akıl ve ahlâk normlarına uyum
sağlamak suretiyle, birey kendi gücünden elini çeker ve üzerinde
tahakküm kurulmasına izin verir. Foucault da insan özgürlüğünün ılımlı
çehresinin ardındaki ahlâk ve akıl ölçütünün bu gizli tahakkümünün
maskesini düşürür. Klasik Aydınlanmanın özgürlük
düşüncesi, Foucault’nun öne sürdüğüne göre yalnızca sahte
egemenliğe izin vermiştir. “(Yargı gücü bağlamında egemen olmasına
karşın hakikatin gereklerine tâbi olan) bilinci, (doğa ve toplum
yasalarına tâbi olup kişisel hakları üzerinde yalnızca laftan ibaret bir
denetime sahip) bireyi, (kendi içinde egemen olan, buna karşın dış
dünyanın taleplerini kabul eden ve ‘kader tarafından hizaya getirilen’)
temel özgürlüğü” egemen kıldığını iddia eder. (Foucault,
“Revolutionary” 221). Başka bir deyişle, Aydınlanma hümanizmi,
bireyleri her türden kurumsal baskıdan özgürleştirdiğini iddia etse de,
aynı zamanda kendilik (self ç.n.) üzerindeki baskının yoğunlaşmasını
ve bu kulluğa direnen gücün yadsınmasını zorunlu kılar. Özgürlüğün
tam kalbinde bulunan bu tâbilik, Kant’ın koşulsuz buyruğunda
görülebilir: Bilinçli bir özgürlüğü esas almasına karşın, bu özgürlük
yine de ahlâkçı ve akılcı kategorilere tâbidir. Klasik özgürlük, bu
ahlâkçı ve akılcı kıstaslarla tâbi kılınan bireyin üzerindeki tahakkümü
yoğunlaştırırken, yalnızca belirli bir özneleşme biçimini özgürleştirir.
Yani özgürlük söylemi belirli bir özneleşme biçimini temel alır -
Aydınlanmanın ve Liberalizmin bağımsız, akılcı insanını. Foucault ve
Stirner’in gösterdiği gibi, özgürlüğün bu biçimi, ancak bu akılcı modele
uymayan başka özneleşme kiplerinin bastırılması ve dışlanmasıyla
mümkündür. Başka bir deyişle, ahlâk, özgürlüğü aleni biçimde yadsıyor
ya da kısıtlıyor değildir -bireyin seçme özgürlüğüne dayanan, Kant’ın
ahlâk düsturları örneğindeki gibi- oysa bu özgürlük yine de çok daha
kurnaz bir tavırla sınırlandırılır, çünkü ahlâkçı ve akılcı mutlaklara
uyması gereklidir.
Öyleyse, açıktır ki hem Stirner hem de Foucault için klasik Kantçı
özgürlük düşüncesi yoğun biçimde sorunsaldır. Bu düşünce bireyi
“akılcı” ve “özgür” olarak kurarken aynı zamanda da mutlak ahlâkçı
ve akılcı normlara tâbi kılar; ve akıllı ile akılsız, ahlâklı ile ahlâksız
olmak üzere iki kendiliğe ayırır. Birey bu akılcı normlara özgür biçimce
uyar, ve bu şekilde, öznelliği, kendisine uygulanan baskının mekanı
olarak inşa edilir. Kendisini dayatan normların sessiz zorbalığı,
kulluğun hüküm süren biçimi haline gelmiştir. Kant’a göre, ahlâkcı
düsturlar ve akılcı normlar özgürlükle tamamlayıcı bir ilişki içinde
varolurlar, Stirner ve Foucault’ya göreyse bu ilişki çok daha çelişkili ve
çatışmalıdır. Aşkın ahlâkçı ve akılcı normlar özgürlüğü per se (***)
yadsıyor değildirler -gerçekten de Kantçı paradigmada özgürlüğü
önceden varsayarlar. Daha ziyade, özgürlüğün, bu mutlak kategoriler
yoluyla mevcudiyet bulan biçimi, tahakkümün öteki, daha zor
algılanan biçimlerini örtük olarak içerir. Bu tahakküm kesinlikle
mümkün olur çünkü özgürlüğün iktidarla ilişkisi aşikardır. Gördüğümüz
gibi, Kant’a göre özgürlük zorlamanın olmayışıdır. Buna karşın Stirner
ve Foucault’ya göre, özgürlük daima iktidar ilişkilerine -sınırlayıcı
olduğu kadar yaratıcı da oolan iktidar ilişkilerine- bulaşır. Bunu ihmal
etmek, dosdoğru tahakkümün ellerinde oyuncak olmak demektir.
Öyleyse Stirner ve Foucault’nun, otoriter arka yüzü ya da Kantçı
özgürlüğün “öteki sahnesini” farklı yollardan ortaya çıkardıkları öne
sürülebilir.
Foucaultcu Özgürlük: Kendilik Kaygısı
Ne var ki bu, Stirner’le Foucault’nun özgürlük düşüncesini yadsıdıkları
anlamına gelmez. Aksine, Aydınlanmanın özgürlük projesinin
sınırlarını, genişletmek -koşulsuz buyruğun sınırlamalarını aşan yeni
özgürlük ve özerklik biçimleri icat etmek- üzere sorguya çekerler.
Gerçekten de Olivi Custer’ın gösterdiği gibi Foucault da Kant gibi
özgürlük sorunsalıyla meşguldür. Bununla birlikte göreceğimiz gibi,
özgürlük meselesine farklı biçimde -kendiliğe dair somut etik
stratejiler ve pratikler yoluyla- yaklaşmayı düşünür.
Kendilik kaygısına eşlik eden bu etik özgürlük pratiği, yine de, oldukça
Kantçı izlenimi veren belirli bir noktada başlar.
Hakikaten, Foucault’nun dediği gibi, “çünkü etik nedir ki, özgürlük
pratiği değilse? [...] Özgürlük etiğin ontolojik koşuludur” (”Ethics”
284). Bu, Kant’a göre, ahlâkın önkoşulu olan, özgürlük üzerine kurulu
koşulsuz buyruğu yeniden yürürlüğe koyar görünmüyor mu? Foucault,
ahlâkçılık ve akılcılığın mutlakçılığından kaçmaya girişirken, koşulsuz
buyruğu davranışın ve arzunun özenli biçimde düzenlenmesine yeniden
dahil etmiş midir? Etiğin bu biçiminin katılığı konusunda hiçbir şüphe
olamaz. Hazların Kullanımı ve Kendilik Kaygısı‘nda Foucault,
Yunanlıların ve Romalıların beslenmeden sekse kadar her şeyi
ilgilendiren reçetelerini betimler. Bununla beraber, kaygı etiği ile
Kant’ın dayattığı evrensel ahlâk düsturları arasında önemli bir ayrım
bulunduğunu belirtmek isterim. Davranışın düzenlenmesi ile kaygı
etiğinin merkezinde duran özgürlüğün sorunlaştırılması, bireyin
ötesinde duran dışsal evrensel bir bakış açısından dayatılan bir şey
değil, buna karşın birbirlerine uyan şeylerdir. Foucault’nun özgürlük
pratiği, bu anlamda, bir ahlâk değil etiktir. Düşünmeyi ve kendini
sorunlaştırmayı hedef alan üslupların ve davranışların belirli bir
noktada yoğunlaşmasıdır. Başka bir deyişle, kişinin kendisini, evrensel,
aşkın yasalara göre a priori tanımlanan bir şey olarak değil, bireysel
pratikleri vasıtasıyla oluşturduğu açık bir proje olarak görmesine
imkan verir. Ahlâk yasaları -etik pratiklere onay veren ve yasayı
çiğneyen edimleri cezalandıran herhangi bir aşkın otoritenin, evrensel
buyruğun bulunmadığı- bu bakış açısına uymaz. Foucault açısından,
ahlâk, zorunlu kıldığı özneleştirme türüne göre tanımlanır. Bir
elimizde, kuralı emirler yoluyla zorla kabul ettiren, ve bireyin
davranışını bu yasalara havale eden bir özneleştirme biçimini zorunlu
kılan ahlâk vardır. Bu -tartışmaya açıktır ki- Kant’ın koşulsuz
buyruğudur. Öbür elimizde, Foucault’nun tartıştığı ahlâk vardır ki bu
ahlak kişinin, iştahlar ve hazlar yüzünden kendisinden geçmekten
sakınmasına, onların üzerinde ustalık ve üstünlük sağlamasına,
duygularını sükunet içinde korumasına, içindeki tutkuların köleliğinden
serbest kalmasına, ve kendisinden tam bir hoşnutluk ya da kendi
kendisi üzerinde mükemmel üstünlük olarak tarif edilebilecek bir tarza
eriştirmesine imkân veren kendilikle ilişki ekseni üstünde durur.
(Use 29-30)Öyleyse, Foucault’nun etik pratik olarak özgürlük
kavramının Kant’ın evrensel ahlak yasasının temeli olarak özgürlük
düşüncesinden radikal biçimde farklı olduğunu görebiliriz. Foucault’ya
göre, özgürlük etiktir çünkü amacı, kişinin kendisi üzerindeki güç
kullanımını arttırmak, başkaları üzerindeki güç kullanımını sınırlamak
ve düzene koymak olan, kişinin kendi kendisini yönettiği açık uçlu bir
proje içerir. Bu yolla, kişinin bireysel özgürlüğü ve bağımsızlığı çoğalır.
Öte yandan, özgürlük Kant’a göre, evrensel olarak uyulması gereken
metafizik ahlakın temelidir. Diğer bir deyişle Foucault’ya göre etik,
özgürlük ve bağımsızlığı yoğunlaştırır, oysa Kant’a göre özgürlük ve
bağımsızlık, eninde sonunda, bizzat onu olanaklı kılan ahlakın
çerçevesi içinde kalır.
İki Aydınlanma
Sonuç
Kendi olmak düşüncesi, post-Kantçı bir özgürlük tanımlamak için
yaşamsaldır. Belki de Stirner’in sözleriyle “Kendi olmak yeni
bir özgürlük yaratmıştır“(147).Birincisi, kendi olmak, özgürlüğü
evrensel ahlak ve akıl kategorilerinin sınırları ötesinde düşünmeyi
mümkün kılar. Kendi olmak, aşkın ideallerin güvencesi altındaki birisi
olmaktan ziyade, kişinin özgürlüğü kendi adına icat etme
biçimidir. Foucault da özgürlüğü bu baskıcı sınırlamalardan
“özgürleştirmeye” çalışmıştır. İkincisi, kendi olmak, Foucault’nun
iktidar ilişkileri içine yerleşmiş özgürlüğe dair savıyla büyük oranda
örtüşür. Foucault gibi Stirner de iktidarın bütünüyle yok olmasını
gerektiren bir özgürlük düşüncesinin yanılsama olduğunu göstermiştir.
Birey daima karmaşık bir iktidar ilişkileri ağı tarafından kapsanır; bu
sınırlar dahilinde, özgürlük için savaşılmalı, özgürlük yeniden icat
edilmeli ve yeniden tartışılmalıdır. Öyleyse kendi olmak, iktidara
direnme olanakları yaratmak olarak da görülebilir. Stirner
de Foucault’ya benzer şekilde, özgürlük ve direnişin en baskıcı
koşullarda bile daima var olabileceğini savunur. Kendi olmak bu
anlamda, iktidar ilişkilerinin sınırları dahilindeki bir özgürlük ve direniş
projesidir -özgürlüğün esaslı biçimde uzlaşmaz ve belirsiz tabiatının
tanınmasıdır. Üçüncüsü, kendi olmak yalnızca bireyin tahakküm altına
alınmasını sınırlama girişimi değil aynı zamanda kişinin kendisi
üzerinde uyguladığı gücü yoğunlaştırmasının bir yoludur. Hem Stirner
hem de Foucault’ya göre, Kant’ın evrensel özgürlüğünün, bireyin
kendisini yönetmesini sınırlayan mutlak akıl ve ahlak ölçütlerine
dayandığını görmüştük. Foucault olsun Stirner olsun, ikisi de farklı
yollarla, özgürlük kavramının yeniden tanımlanmasıyla ilgilendiler: Bir
tarafta kendilik kaygısı etik pratiği ve diğer tarafta kendi olmak
stratejisi yoluyla, her ikisi de bireyin kendi üzerinde sahip olduğu gücü
arttırmasını amaçladılar.
Dipnotlar:
SAUL NEWMAN
Çeviren: Kürşad Kızıltuğ
Başvurulan Çalışmalar