You are on page 1of 667

BİRİNCİ BÖLÜM

Port Antonio / Londra

BİRİNCİ BÖLÜM
Port Antonio / Londra

Karayip denizinin masmavi sularından yükselen beyaz


damlacıklar mercan kayalıklarına vurup bir an havada asılı gibi
kalıyor, sonra mercanların binlerce girinti çıkıntısına yayılıp tekrar
kaynağına dönerek okyanusla birleşiyordu.

Timothy Durrell mercanlara doğru uzanan yüzme havuzunun


köşesine yürüyüp suyla kaya arasındaki savaşı izlemeye
koyuldu. Jamaika'nın kuzeyindeki bu bölge insanoğluyla doğanın
uzlaşmasını gösterir gibiydi. Üç tarafı mercanla çevrili bir tepenin
üzerine inşa edilmişti Trident Vidalan adındaki konuk evleri.
Her biri ötekinden uzakta, birbiriyle ilişkisi yokmuş gibi görünüyordu.
Tatil köyünün tümü yakındaki Port Antonio kentinden
ayrılmış gibiydi.

Trident Villalarının İngiliz yöneticisi Durell, Londra Otel Yönetimi


Kolejinden mezundu ve isminin önüne sıralanan sözcükler,
genç görünümünün yalanladığı bilgi ve deneyim düzeyini
gösteriyordu. Ne kadar iyi bir yönetici olduğunu, beklenmedik
olaylarla karşılaşmaya hazır bulunduğunu ve işleri büyük bir
özenle yürüttüğünü patronları da çok iyi biliyordu.

Şu anda beklenmedik bir durumla karşı karşıyaydı ve sıkıntı


içindeydi.

Aslında sözkonusu durum matematiksel açıdan olanaksızdı


ya da olanaksız değilse bile, gerçekleşme olasılığı son derece
düşüktü.

Hiçbir anlamı yok gibiydi.


Bay Durell?"
Kendisine seslenen Jamaikalı sekreteri, koyu renk teni ve
/üz hatlarıyla Afrika ile İngiliz imparatorluğunun çok eskHerden
beri süregelen koalisyonunu sergiler gibiydi.
"Efendim?"
Lufthansa'nın Münih'den gelen 16 sefer sayılı uçağı Montego'ya
geç inecekmiş."
"Keppler adına rezervasyon yaptıranlar bu uçakla geliyor
değil mi?*
"Evet. Sanırım adalar arasındaki uçağı kaçıracaklar."
"Kingston'a inmeleri gerekirdi..."
"Ama bunu yapmadılar," derken kızın sesi tıpkı Durell gibi
hoşnutsuzluğunu belirtiyordu. "Anlaşılan geceyi Montego'da
geçirmek istemiyorlar. Lufthansa'dan haber geldi. Sizden Özel
bir uçak bulmanızı istiyorlar..."
"Üç saat içinde mi? Bırak onu Almanlar ayarlasın. Ne de olsa
geciken kendi uçakları..."
"Denemişler ama Mo'Bay'de hiç uçak bulamamışlar."
"Elbette yoktur... Hanley'ye sorarım. Saat beşte Warfield'leri
alıp Kingston'dan dönmesi gerekiyor."
"Belki gitmek istemeyecektir..."
"Gidecektir. Zor durumdayız. Umaron bütün hafta böyle
geçmez."
"Neden böyle konuşuyorsunuz? Sizi rahatsız eden bir şey
mi var?"
Durell tarlalara ve mercan kayalıklarına bakan korkuluğa
doğru donup avucuyla alevi ılık esintiye karşı koruyarak bir sigara
yaktı. "Birçok şey. Ne var kî hepsini tam olarak algılayamıyorum.
Yalnızca birini çok iyi bitiyorum." Düşüncelere dalarak
kıza baktı. "Yaklaşık on iki ay önce bu hafta için rezervasyonlar
yapılmaya başlandı ve tümü on bir ay önce tamamlandı. Bütün
villalar aynı hafta için tutuldu."
— 12 —

Trident beğenilen bir yer. Garip olan ne?"


"Anlamıyorsun. On bir aydan beri rezervasyonlarda en küçük
bir değişiklik olmadı. İçlerinden bir tanesi bile iptal edilmedi
ya da geliş tarihi değiştirilmedi."
"Böylece işiniz hafifledi. Bence memnun olmalısınız."
"Anlayamıyor musun? Matematiksel bir olanaksızlık ya da
tutarsızlık diyelim. Yirmi villa. İkişer kişi geleceğini düşünürsek
kırk aile demektir. On bir ay boyunca kırk ailede plan değişikliği
gerektirecek hiçbir olay yaşanmadı mı yani? Fiyatlanmız pahalı
olduğu için genelinde yaşlı konuklar ağırlıyoruz ve bu süre içinde
hiçbiri ölmedi anlaşılan. Kötü bir olay, iş yaşamında bir terslik,
çocuklarında su çiçeği veya kabakulak gibi hastalıklar görülmedi,
düğünler veya cenazeler bu haftaya rastlamadı» uzun süreli
bir hastalığa tutulan olmadı... İngiltere kraliçesinin Taç Giyme
Töreninden söz etmiyoruz, biz yalnızca Jamaika'da bîr hafta
tatil sunuyoruz."
Sekreter kez gülmeye başladı. "Rakamlarla oynuyorsunuz,
Bay Durell. Aynı tarihleri isteyen yedek müşteri listesi kullanılmadığı
için meraklanıyorsunuz."
"Hepsinin buraya geliş yöntemlerine bir baksana." Daha
hızlı konuşmaya başlamıştı genç adam. "Sorun yaşayan bir tek
Keppler oldu ve o da bunu çözümledi. Daha Atlantik okyanusunun
üzerindeyken uçaktan haber gönderdi. Sence de biraz ileri
gitmiyorlar mı? Ya ötekiler?.. Hiç kimse kendini karşılaması için
araba istemedi, adalar arası uçaklarda rezervasyon yapmamız
gerekmedi, bagajlar sorun edilmedi. Hiçbir sorunla karşılaşmadan
buraya gelecekler."
"Ama Warfield'ler farklı. PHot Hanley onları almak için Kingston'a
gitti."
"Gideceğini biz bilmiyorduk. Hanley bildiğimizi varsaydı
ama haberimiz bile yoktu. Her şey Londra'dan ayarlandı. Hanley
ismini bizim bildirdiğimizi düşünmüş, ancak bildirmedik..
Yani ben bildirmedim."
— 13 —

Yani ben bildirmedim."


— 13 —

"Evet. Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya ve hatta... Haiti."

"Nasıl bir sonuç çıkarıyorsunuz?" diye sordu kız, Durell'in

endişeli ifadesini façkederek.

"Garip bir duygu tüm konukların birbirleriyle tanıştığını ama

bunu bizim bilmemizi istemediklerini söylüyor."

Londra I İngiltere

Uzun boylu, kumral, Burberry pardösüsünün düğmeleri

Üklenmemiş Amerikalı, Savoy Otelinin Strand tarafındaki kapısından

çıkınca, bir an durup avluyu çevreleyen binaların arasından

görünen gökyüzüne baktı. Kapalı bir yerden çıkınca gökyüzüne

bir göz atmak son derece doğal bir harekettir, ama bu

adam havayla ilgili önyargıya dayanarak basitçe göz atmıyordu.

Dikkatle bakıyordu.

Çeşitli devletler, şirketler ve kuruluşlar adına jeofizik araştırmaları

yaparak geçinen bir uzman, işlerin gidişini etkileyen hava

koşullarının gelir kaynağı olarak düşünülmesi gerektiğini bilirdi.

Bu bir alışkanlıktı.

Gıl gözleri, koyu renkli kalın kaşlannın altında kaybolmuş

gibiydi. Teni güneşten yanmamıştı ama sürekli açık havada çalıştığını

belli ediyordu. Gözlerinin çevresindeki çizgilerin nedeni

yaşlılıktan değil, görevi nedeniyle hava koşullarıyla mücadele


etmesindendi. Elmacık kemikleri çıkık, çenesiyse sıradandı ve
sert profesyonel görünümüyle çelişki yaratan ilginç, yumuşak
bir ifadesi vardı.
Gözlerinde de kendini belli eden yumuşaktık, zayıflıktan
çok, araştırmacı bir insan olduğunu söyler gibiydi. Belki de geçmişte
yeterince sorgulayıp araştırmadığı için şimdi bu yaklaşımı
sergiliyordu.
Bu adamın başına çok şeyler gelmişti... geliyordu...
— 14 —

Hava durumunu kontrol ettikten sonra üniformalı kapıcıyı


gülümseyerek selamladı ve başını olumsuz bir ifadeyle salladı.
"Taksi istemiyor musunuz, Bay McAullff?"
*Hayır teşekkürler Jack, yürüyeceğim."
"Biraz serin gibi."
İnsanı dinçleştlriyor. Yalnızca birkaç blok zaten."
Kapıcı onu selamladı ve dikkatini yaklaşan Jaguara verdi.
Alexander McAuliff avluyu, tiyatro binasını ve American Express
bürosunu geçip Stfand'a çıktı. Ardından Waterloo Köprüsüne
doğru ilerleyen yaya trafiğine karıştı. Londra'nın şubat soğuğuna
karşı pardösüsünü ilikleyip yakalarını kaldırdı.
Saat neredeyse bire geliyordu ve birkaç dakika içinde Waterloo
kavşağında bulunmak zorundaydı.
Dunstone Şirketinin adamıyla böyle bir buluşma için anlaşmaya
varırken ses tonu hoşnutsuzluğunu belli etmişti. Bir taksi
çağırabilir, araba kiralayabilir ya da gerekirse bir şoför tutabilirdi
ama eğer Dunstone onu almak için bir araba gönderecekse niçin
Savoy Oteline kadar göndermiyordu? Yürümek zoruna gitmese
de kalabalık kaldırımların kenarında araçlarında bekleyen
insanlarla buluşmaktan hoşlandığı söylenemezdi.
Dunstone Şirketinden arayan adam kendisi için gerekli
olan tek nedeni açıkça belirtmişti:
"Bay Julian Warfield böyle istiyor."
Yoldaki tüm araçlann arasında göze çarparak ilerleyen
Rolls-Royce hemen dikkatini çekti. Köprüden birkaç metre önce
durdu ve araba tam önüne gelene dek ilgilendiğini belfl etmedi.
"Bay McAuliff?" dedi arka pencereden yüzü görünen genç
adam.
Adam, "Bay Warfield?" diye sorarken o olmadığından aslında
emindi.
Too hayır. İsmim Preston. Lütfen binin. Sanırım trafiğe engel
oluyoruz."

ama eğer Dunstone onu almak için bir araba gönderecekse niçin
Savoy Oteline kadar göndermiyordu? Yürümek zoruna gitmese
de kalabalık kaldırımların kenarında araçlarında bekleyen
insanlarla buluşmaktan hoşlandığı söylenemezdi.
Dunstone Şirketinden arayan adam kendisi için gerekli
olan tek nedeni açıkça belirtmişti:
"Bay Julian Warfield böyle istiyor."
Yoldaki tüm araçlann arasında göze çarparak ilerleyen
Rolls-Royce hemen dikkatini çekti. Köprüden birkaç metre önce
durdu ve araba tam önüne gelene dek ilgilendiğini belfl etmedi.
"Bay McAuliff?" dedi arka pencereden yüzü görünen genç
adam.
Adam, "Bay Warfield?" diye sorarken o olmadığından aslında
emindi.
Too hayır. İsmim Preston. Lütfen binin. Sanırım trafiğe engel
oluyoruz."

"Tanıştığımıza sevindim. Sizinle telefonda görüşen ben

im,"
"Evet... Bay Preston."

"Bu şekilde buluştuğumuz için özür dilerim, ama İhtiyar Julian'ın


bazı gariplikleri vardır."

Dunstone Şirketinden gelen adamı yanlış değerlendirdiğini


düşündü McAuliff. "Biraz aklım karıştı o kadar. Nedenini bilmiyorum,
ama eğer önlem almayı düşünüyorsa, göndermek için
seçtiği araba çok ilginç."

Preston güldü. "Doğru, ancak aradan geçen yıllar boyunca


tıpkı Tann gibi Warfield'in de gizemli ve temelinde mantıklı yöntemler
kullandığını öğrendim. Onunla öğle yemeği yiyeceksiniz."
-m

f"Çokıyi. Nerede?"

"Belgravia'da."

"Yanlış yöne gitmiyor muyuz?"

"JuHan ve Tam, temelinde mantıklıdır, dostum."

Rolls-Royce, Waterloo Köprüsünü geçip birkaç kez sağa

ve sola döndükten sonra insanın aklını iyice kanştıran bir rota


izleyerek HolbonYa doğru yöneldi.

izleyerek HolbonYa doğru yöneldi.

SHAFTESBURY ARMS yazılı bir tabela bulunan, beyaz taş bina

nın önünde durdu. Kapıcı neşeli bir selamlama ile arabanın ka

pısını açtı.

"İyi gönler, Bay Preston."

İyi günler, Ralph."

Preston'ın ardından üç asansörün durduğu şık hole giren

McAuliff laf olsun diye, "Warfield'in evi ml?" diye sordu.

"Hayır, benim evim ama yemekte sizinle olamayacağım.

Aşçıma güvenirim, size iyi bakacaktır."


İnanının.... 'Julian ve Tanrı/"

Zevkli döşenmiş salona girdikleri zaman Julian Warfield,


Beigrave Meydanına bakan pencerenin önündeki antika masanın
yanında durmuş, telefonla konuşuyordu. İki yandaki uzun
beyaz perdeler ve yüksek pencere adamı olduğundan kısa gösteriyordu.
Warfield'in selamını gülümseyerek karşılarken adamın
ufak tefek biri olduğunu düşündü Alex.
"Öyleyse istatistikleri Macintosh'a göndereceksiniz/ dedi
Warfield. "Eminim karşı çıkacaktır ama ikiniz birlikte çözümleyebilirsiniz.
İyi günler." Almacı yerine btrakıp Alex'e baktı. "Bay
McAuliff, değil mi?" diyerek güldü. "İş yaşamının ilk derslerinden
biri. Her konuda birbirine karşı çıkan uzmanlar, işe alın ve uzlaşmak
için her ikisinin de öne sürdüğü en iyi savlardan yararlanın."
"Bence de iyi fikir ama bu, uzmanlar yalnızca üzerinde çalıştıkları
konularda birbirine karşı çıkıp, kişilik olarak anlaştıkları
sürece geçerlidir."
"Çok zekisiniz. Bundan hoşlandım ve sizi gördüğüme sevindim."
Preston'a yaklaşırken adımlan, konuşması gibi yavaş
ve dikkatliydi. Beyinsel olarak kendine güvenli, fiziksel açıdan
güvensiz. "Evini kullanmama izin verdiğin için teşekkür ederim,
Cilve. Tabii Virginia'ya da. Yemeğin harika olacağından eminim."
"Hiç önemli değil, Julian. Ben çıkıyorum."
McAuliff başını çevirip Preston'a baktı. İhtiyar Warfield ile
böylesine samimi olacağı hiç aklına gelmemişti. Alex ardından
şaşkınlıkla bakarken Preston gülümseyerek dışarı çıktı.
"Sorulmamış sorularınızın yanıtlarından biri: Preston ile telefonda
görüştüğünüz halde, kendisinin Dunstone Şirketinde çalışmadığını
söyleyebilirim, Bay McAuliff."
"Ne zaman sizinle görüşmek işin arasam, beni geri aramaları
için bir numara bırakmak zorunda kalıyordum../
"Birkaç dakika içinde aranıyordunuz," diye sözünü kesti
Warfield. "Sizi bekletmek terbiyesizlik olurdu, bunu hiç yapma

— 17 — F:2
dik. Sanırım dört kez aradınız ve sekreterim derhal Bay Preston'a
haber verdi."
"Ve beni Waterloo Köprüsünden alan Rolls-Royce da ona

ait," dedi Alex.


"Evet."
"Eğer beni izleyen bîri varsa, Preston ile iş yapacağımı sa

nacaktı. Londra'ya geldiğimden beri bu durum değişmedi."


"Amaç buydu."
"Niçin?"

"Sanırım kolayca anlaşılabilir. Sizinle bir anlaşma yapmak


üzere olduğumuzu kimsenin bilmesini istemedik. New York'a ilk
kez telefon ettiğimiz zaman bu noktayı özellikle vurgulamıştık."

kez telefon ettiğimiz zaman bu noktayı özellikle vurgulamıştık."

"Aksi takdirde gelir miydiniz T

McAuliff bir an düşündü. Aspen'de bir hafta kayak yapmanın


dışında bazı projeleri varsa da Dunstone önemliydi. Uluslararası
piyasanın en büyük şirketlerinden biriydi. "Yoo herhalde
gelmezdim."

"Bundan emindik. ITT ile Almanya'nın güneyinde küçük bir


iş konusunda anlaşmak üzere olduğunuzu bHiyorduk."

Alex dikkatle yaşlı adama bakıp güldü. "Bay Warfield, bu


proje de sizin düşündükleriniz kadar gizlilik içinde yürütülüyordu."

Warfield neşeli bir sesle yanıtladı. "Öyleyse gizlilik konusunda


komin daha becerikli olduğu görülüyor. ITT işi çok açıktı
aslında... Gelin birer içki içelim, sonra yemeğe otururuz. Ne
sevdiğinizi biliyorum: buzlu viski Yine de fazla buzun sağlık için
yararlı olmadığını düşünüyorum."
İhtiyar adam gülerek McAuliff i bara yaklaştırdı ve ağır yürüyüşünü
yalanlarcasına becerikli hareketlerle içkileri hazırladı.

İhtiyar adam gülerek McAuliff i bara yaklaştırdı ve ağır yürüyüşünü


yalanlarcasına becerikli hareketlerle içkileri hazırladı.

Bardağını uzatıp genç adama oturmasını işaret etti. 'Hakkınızda


epey bilgim var, Bay McAuliff, Oldukça ilginç şeyler öğrendim."
"Birinin soruşturma yaptığı kulağıma gelmişfr"
Bu sözler üzerine Warfield neredeyse öfkefî bir ifadeyle
Alex'e baktı. "Buna inanmak oldukça zor."
İsim verilmedi ama haber bana ulaştı. Beş Amerikalı, iki
Kanadalı ve bir Fransız kaynaktan soruşturma yapılmış."
"Dunstone ile bağlantısı olduğunu saptamak olanaksız."
Warfield1 in kısa bedeni taş kesmiş gibiydi. Çok hassas bir noktaya
değindiğini sezdi Alex.
"İsim geçmediğini söylemiştim."
"Görüşmelerinizde Dunstone adını hiç kullandınız mı? Bana
gerçeği söyleyin, Bay McAuliff?"
'Yalan söylemek için nedenim yok," diye yanıtladı Alex hoşnutsuzluğunu
belli ederek. "Hayır kullanmadım."
"Size inanıyorum. Eğer inanmasaydım vaktinizi aldığım için
dolgun bir ücret öder, Amerika'ya dönüp ITT ite çalışmanızı
önerirdim."
"Bunu yine de yapabilirim. Böyle bir şansım var, değil mi?*
"Parayı seviyorsunuz."
"Hem de çok."
Julian Warfield kadehini bırakıp küçük ince parmaklarını bitiştirdi.
"Alexander T. McAuliff. T pek az kullandığınız Tarquin
adının başharfi. Antetti kâğıtlarınızda bile yer almıyor. Söylentilere
göre bu isimden hoşlanmıyorsunuz..."
"Doğru."
"Alexander Tarquin McAuliff, otuz sekiz yaşında. Gerçi doktorasını
yapmış, ama bu unvanını tıpkı Tarquin adı gibi pek sey*
rek kullanıyor. Aralarında California Teknik ve Columbia gibi
Amerika'nın önde gelen üniversitelerinin bulunduğu okullar, Dr.
McAuliff uzmanlığını para kazanmak için kullanmaya başlayınca
başarılı bir araştırmacıyı yitirmiş oldular." Julian "nasıl da biliyorum"
der gibi baktı genç adama.
— 19 —

•Fakülte ve laboratuvarlann çalışma koşullar» da dışardakiler


kadar ağır. Niçin emeğimin karşılığını almayayım?"
"Evet, parayı sevdiğiniz konusunda anlaşmıştık."
"Siz sevmiyor musunuz?"
Warfield içten gelen gürültülü bir kahkaha attı. Alex'e kadehini
uzatırken ince, kısa bedeni zevkle sarsılır gibiydi. "Harika bir
yanıt Gerçekten çok güzeL"
"O kadar da iyi değildi..."
"Sözümü kesiyorsLöiuz," dedi Warfield koltuğuna dönerken.
"Amacım sizi etkilemekti."
"Umarım benim hakkımda konuşarak değiL"
"Hayır, ne kadar dikkatli çalıştığımızı anlatacaktım. Birbirine
çok bağlı bir aileden geliyorsunuz...."
"Bunlar gerekli mi?" diye atıldı McAuliff.
"Evet," dedi yaşlı adam ve sözü hiç kesilmemiş gibi devam
etti. "Tanınmış bir tarım mühendisi olan babanız emekliye ayrılmış;
herkesin sevdiği romantik yaradılışlı annenizi ise ne yazık
ki kaybetmişsiniz. Size Tarquin adını veren annenizdi ve onun
ölümüne dek bu ismi kullanmaktan hiç kaçınmadınız. Ağabeyiniz
pilottu ve İkinci Dünya Savaşının son günlerinde uçağı düşürüldü;
sizin Vietnam'daki siciliniz de mükemmel... Doktoranızı
yaptıktan sonra ailenizin akademisyenlik geleneğini sürdüreceğiniz
varsayıldı. Yaşadığınız bir trajedi sizi laboratuvardan uzaklaştırdı.
Genç bir kadın, yani nişanlınız New York sokaklarında
bir gece öldürüldü. Kendinizi ve başkalarını suçladınız... Onunla
buluşacaktınız ama pek de gerekli olmayan bir araştırma toplantısı
sizi engelledi ve Alexander Tarquin McAuliff üniversiteyi
terketti. Gerçekçi bir portre çiziyor muyum?"
"Özel yaşamıma giriyorsunuz. Gizli sayılmayan ama özel
olan bilgileri bana tekrarlıyorsunuz. Bunları birbirine bağlamak
hiç de zor değil. İğrenç bir*insansınız. Sanırım sizinle yemek yemek
istemiyorum."
"Birkaç dakika daha. Sonra kararınızı verirsiniz."
— 20 —
"Verdim bile."
"Yine de dinleyin beni. Dr. McAuliff yeni şine büyük bir ciddiyetle
başlayıp çeşitli jeolojik araştırma firmalarında olağanüstü
başanlı çalışmalar yaptı. Ardından bu firmalardan ayrılarak yeni
anlaşmaların ihaleleri açıbnca onlardan daha düşük fiyatlar verip
hepsini yaya bıraktı. Sanayi yapılanması aslında sınır tanımıyor.
Fiat Moskova'ya yönelirken General Motors Berlin'e, BP
Buenos Aires'e, Volkswagen New Jersey'e, Renault da Madrid'e
gidebiliyor. Bu listeyi daha da uzatabilirim. Ama her şeyin
gerçekleşebilmesi için seçilen arazide nelerin yapıhp nelerin yapılamayacağını
ayrıntılı olarak belirten ince bir teknik dosya gerekiyor.
Önemsiz gibi görünüyorsa da bu dosya olmadan hiçbir
şekilde araziden yapılanma açısından yararlanılamıyor."
"Birkaç dakikanız doldu, Warfield. Jeologlar açısından bizlere
önem verdiğiniz için teşekkür ederim. Dediğiniz'gibi çoğunlukla
bizlere pek aldırış etmezler." McAuliff kadehini sehpanın
üzerine bırakıp ayağa kalktı.
Warfield sözlerini sürdürdü. "Yirmi üç tane banka hesabınız-'
var. Dört tanesi İsviçre'de. İsterseniz kod numaralannı da verebilirim.
Prag, Tel Aviv, Montreal, Brisbane, Sao Paolo, Kingston,
Los Angeles ve New York bankalarında da var tabii."
Alex kımıldamadan yaşlı adama dikti gözlerini. "Çok iyi çalışmışsınız."
"İşimi iyi yapırım... hesapların yasal olmayan bir yan» yok.
Birkaç gün önce siz New York'tan yola çıkarken toplam olarak
iki milyon dört yüz dolar paranız vardı. Ne var ki para transferleri
konusundaki uluslararası vergi anlaşmalarına göre hepsini biraraya
gevremiyorsunuz."
"Artık sizinle yemek istemediğimden kesinlikle eminim."
"Olabilir ama iki milyon daha kazanmak istemez misiniz?
Üstelik tüm Amerikan vergileri ödenmiş olarak. İstediğiniz bankaya
yatırılacaktır."
— 21 —

McAuliff uzun bir süre ihtiyar adamı süzdü ve sonra sordu.

"Ciddisiniz, değil mi?"


"Kesinlikle."
"Yalnızca bir araştırma için mi?"
"Evet."
"Londra'da beş tane iyi şirket var. Bu kadar para harcaya

caksanız niçin beni çağırdınız? Niçin onlara başvurmadınız?"

"Bir şirketle çalışmak istemiyoruz. Yalnız çalışan birine ihtiyacımız


var. Hakkında ayrıntılı bir araştırma yapabileceğimiz,
anlaşmanın önemli noktalarına saygı göstereceğine inandığımız
birini anyoruz. En önemli konu da gizlilik."

"Ürkütücü gibi geliyor."


"Hiç de değil. Parasal açıdan gerekli yalnızca. Eğer araştırma
yaptığımız duyulursa, spekülatörler devreye girer ve arazi fiyattan
öylesine yükselir ki, projemizi asla gerçekleştiremeyiz.
Vazgeçmek zorunda kalınz."

"Hiç de değil. Parasal açıdan gerekli yalnızca. Eğer araştırma


yaptığımız duyulursa, spekülatörler devreye girer ve arazi fiyattan
öylesine yükselir ki, projemizi asla gerçekleştiremeyiz.
Vazgeçmek zorunda kalınz."

Soğuk kış havasının kafasını toparlamasına yardımcı olacağına


inanan Alex, Preston'ın arabasıyla geri dönmesi için yapılan
öneriyi kibarca reddetti. Hareket ederken daha rahat düşündüğü
gibi, sert rüzgâr da, iç dünyası üzerinde yoğunlaşmasına
yardımcı oluyordu.

Düşünmekten çok özümlemesi gereken çok şey vardı. Bir


bakıma av sona ermişti. On bir yıllık koşturmacadan sonra karmaşık
labirentin sonu görünüyor gibiydi. Nedeni yalnızca para
değilse de para bağımsızlığın yolunu açan bir köprüydü adeta.

— 22 —
Sınırsız bir bağımsızlık. İstemediği hiçbir şeyi yapmak zorunda
kalmayacağı bir konum.
Ann'ın öldürülmesi bir sıçrama tahtası olmuştu. Belki bir
bahaneydi ama duygusal patlamanın yanısıra, çok derine »nen
kökleri vardı. Warfield'in 'pek de gerekli olmayan' diye tanımladığı
araştırma toplantısı, akademik sistemin kaçınılmaz kurallarındandı.
Tüm laboratuvar çalışmaları, ortaya konulan ödeneklere
göre ayarlanıyordu. Gereksiz pek çok uğraşı! Sürüyle anlamsız
toplantı! İşe yarayan birçok araştırma, gerekli ödenek çıkmadığı
için yarım kalmıştı. Ya da bölüm başkanı ilerleme yanlısı vakıflar
adına daha belirgin ilerlemeler görülebilmesi için çalışmalann
yönünü değiştirmişti.
Alex akademik sistemle savaşacak gücü olmadığı veya politikasına
uyum sağlayamayacak kadar öfkeli olduğu için üniversiteyi
terketmeyi yeğlemişti. -M
Şirketlerle çalışmaya da dayanamıyordu. Onların da öncelik
sıralaması farklıydı ama bir amacı vardı: kâr etmek. Yalnızca
kazanç düşünülüyordu. İstenilen kazancı sağlamayan projeler,
bir daha arkaya dönüp bakmaksızın rafa kaldırılıyordu.
Yalnızca konuyla ilgilen. Zaman yitirme.
Sonunda şirketlerle çalışmaktan vazgeçip kendi adına iş
yapmaya başlamıştı. Hiç olmazsa kendi değer yargılarına göre
çalışmalarını yönlendirebiliyordu.
Derinlemesine düşününce Warfield'in önerdiği her şeyin
doğru, kabul edilebilir ve harika olduğu görülüyordu. Altından
kalkabileceğine emin olduğu bir araştırma için hiçbir yasadışı
yönü bulunmayan iki milyon dolar kazanacaktı.
Jamaika'da adı geçen bölgeyi anımsar gibiydi. Duncan's
koyuna doğru, Falmouth'un doğu ve güneyinde, Cock Pit'in iç
taraflarındaydı. Dunstone daha çok Cock Pit bölgesinin ıssız,
hatta bazı yerleri haritalarda bile gösterilmeyen dağlan ve ormanları
ile ilgileniyordu. Uçakla Montego körfeziriden on, yeni
— 23 —

gelişmekte olan New Kingston'dan da on beş dakika uzaklık*


taydı.

Önümüzdeki üç hafta için Dunstone daha belirgin bir plan


hazırlayacaktı ve bu arada da Alex birlikte çalışacağı ekibi toparlayacaktı.

Artık Strand'a varmış, Savoy Oteli görünmüştü. Hiçbir şeyi


halletmiş sayılmazdı, ama halledecek bir şey olduğu da söylenemezdi.
Üniversiteden işine yarayacak insanlar bulması gerekiyordu
yalnızca. Çok kişinin ilgileneceğinden emindi ve tek
kuşkusu istediği düzeyde birilerini bulma konusundaydı.

Dar yoldan avluya girip kapıcıyı selamladı ve otelin kalın


cam kapılarından içeri girdi. Sağ taraftaki resepsiyon masasına
yaklaştı ve mesaj olup olmadığını sordu. Yoktu. Masanın ardındaki
smokinli görevli garip bir soru sordu.

"Yukan mı çıkacaksınız, Bay McAuliff?11


"Evet... yukarı çıkacağım," diye yanıtlarken şaşırmıştı. "Ni

çin?"
"Pardon anlayamadım?"
"Niçin soruyorsunuz ?" diye sordu McAuliff gülümseyerek.
"Kat servisi şu anda çok meşgul, yani temizletmek ya da

ütületmek istediğiniz bir şey varsa..." diye yanıtladı adam güven


verici, yumuşak, tipik İngiliz aksanıyla.

"Anlıyorum. Teşekkür ederim." Alex tekrar gülümseyerek


asansöre bindi. Adamın yüz ifadesinden bir şeyler çıkarmaya
çalışmış ama başaramamıştı. Ancak yine de bir şey vardı. Altı
yıldır bu otele gelip giderdi ve bir tek kez bile kimse kendisine
yukarı çıkıp çıkmayacağını sormamıştı. Savoy Otelinde bulunduğunu
gözönüne alınca, anlamsız bir soruydu bu.

Yoksa Dunstone konusundaki kuşkuları ve aldıkları önlemler


mi bu duyguyu yaratıyordu?
Odaya girince soyunup bornozunu giydi ve oda servisinden
buz istedi. Masanın üstündeki viski şişesi doluya yakındı.

Pencerenin yanındaki koltuğa oturup oda servisinin bıraktığı gazeteyi


açtı.
Savoy görevlilerine özgü bir çabuklukta kapısı vurulunca
yerinden kalktı ve şaşkınlıkla durakladı. Görevliler koridora açılan
kapıyı vurmadan, anahtarlarıyla içeri girerlerdi. Yalnızca yatak
odasının kapısını içerden kilitleyip sizi görmelerini engelleyebiliyordunuz.
Alex hızlı adımlarla yaklaşıp kapıyı açtı. Karşısında uzun
boylu, sevimli bir orta yaşlı.adam duruyordu.
"Bay McAuliff?"
"Evet."
"Benim ismim Hammond. Sizinle biraz konuşabilir miyiz?11
"Ah tabi., elbette." Adamın girrrtesi için işaret ederken gözleriyle
koridoru araştırdı Alex. "Oda servisinden buz istemiştim
ve sizi de kat görevlisi sandım."
"Öyleyse sizin şey... banyonuza girebilir miyim? Kimsenin
beni görmesini İstemiyorum."
"Nee? Yoksa Warfiekfden mi geliyorsunuz?"
"Hayır, Bay McAuliff. İngiliz İstihbaratından."

Alex kadehine buz atarken Hammond tekrar odaya döndü.


"Oldukça kötü bir tanışmaydı, Bay McAuliff. Yeniden kendimi tanıtabilir
miyim?"
"Hiç gerek yok. Şimdiye dek kimse otel odamın kapısını vurarak
İngiliz İstihbaratından geldiğini söyleyip banyomu kullanmak
istediğini belirtmemişti... İçki alır mısınız?"
"Teşekkür ederim. Az olsun, biraz da soda lütfen."
McAuliff içkileri hazırlayıp Hammond'a kadehini uzattı. "Paltonuzu
çıkarın ve oturun."

"Çok naziksiniz. Teşekkür ederim." Hammond paltosunu


Ur iskemlenin arkasına astı.

"Çok meraklandım, Bay Hammond," diyerek pencerenin


önündeki koltuğa yerleşti Alex. "Resepsiyon görevlisi yukan çıkıp
çıkmayacağımı sordu bana. Sanırım sizden söz ediyordu."

"Evet ama hiçbir bilgisi yok. Otel yöneticilerinin sizinle para


konusunda görüşmek istediklerini sanıyor. Genellikle böyle hallederiz."

"Yaa, çok teşekkür ederim."


"Eğer sizi rahatsız ediyorsa, konunun farklı olduğunu söyle

riz."
"Önemli değil."
"Bana haber ulaştığı zaman bodrum katındaydım ve servis
asansörüyle yukarı çıktım."
"Oldukça gizli kapaklı...."
"Ancak gerekli," diye adamın sözünü kesti Hammond. "Son

birkaç gündür sürekli gözetlendiğinizi söylersem sizi korkutmuş


olmam umarım."
McAuliff duraklayıp kadehini dudaklarına götürdü. "Korkuttunuz
bile, gözetleyenler sizden değil herhalde."
"Sizi ve peşinizde olanları uzaktan izledim diyebilirim."
Hammond viskisini yudumlayarak gülümsedi.
"Bu oyundan hoşlandığımı sanmıyorum," dedi McAuliff sakin
bir sesle.

"Biz de- Kendimi daha aynnöb tanıtabilir miyim?"


"Lütfen." | §
Hammond cebinden siyah deri bir cüzdan çıkarıp Alex'e

yaklaştı. "Mühürün altında bir telefon numarası var. Kesin saptama


yapmak için telefon ederseniz sevinirim."
"Gerek yok, Bay Hammond. Şimdilik benden bir şey iste

mediniz."
"Ama isteyebilirim."
"O zaman aranm."
— 26 —

"Anlıyorum... Pekâlâ." Hammond koltuğuna döndü." Kimliğimde


de belirtildiği gibi askeri istihbarat mensubuyum. Ayrıca
dışişlerine atandım ve vergi dairesi adına da çalışıyorum. Mali
konularda araştırmacıyım."
"İstihbarat servisinde mi?" Alex yerinden kalkıp kendine bir
viski daha doldurdu. "Pek olağan bir durum değil galiba. Banka
ya da bankerlik bürosu olsa anlardım ama casusculuk oynayanların
ne ilgisi olabilir ki?"
"Bilgi toplama işleminin büyük bir kısmı parasal konular
aracılığıyla gerçekleştirilir. Tabii her soruşturmanın şekli farklıdır."
"Yanlış düşünmüşüm," dedi Alex ve izleyen sessizlik içinde
Hammond'ın oturmasını beklediğini sezdi. "Ne demek istediğinizi
anlıyorum galiba."
"Birkaç dakika önce bana Dunstone'da çalışıp çalışmadığımı
sordunuz."
"Bunu sorduğumu sanmıyorum."
"Pekâlâ. Julian Warfield dediniz ve ikisi de aynı kapıya çıkar."
^^^^m' • I
"Hata yapmışım. Ama size herhangi bir şey sorduğumu
anımsamıyorum."
"Elbette. Yaptığınız anlaşmanın bir koşulu da bu zaten. Bay
Warfield ya da Dunstone ile ilgili hiçbir şeyden söz edemezsiniz.
Gayet iyi anlıyoruz ve doğrusunu isterseniz onaylıyoruz.
Eğer gizlilik konusunda verdiğiniz sözden dönerseniz, derhal
öldürülebileceğinizi düşünüyoruz."
McAuliff kadehini indirip sakin bir tavırla konuşan İngilize
dikkatle baktı. "Akıl almaz bir laf bu." |
"Dunstone Şirketi böyle çalışır," diye yanıtladı Hammond
usulca.
"Sanırım açıklarsanız daha iyi olacak."
"Elimden geleni yapacağım. Anlaşma yaptığınız jeofiziksel
araştırmalar için gönderilecek olan ikinci ekipsiniz..."

"Bana böyle bir şey söylenmedi," diyerek adamın sözünü


kesti Alex.

"İyi bir nedeni vardı. Birinci ekiptekiler öldü. Daha doğrusu


'yokolup' öldüler. Ekibin Jamaikalı üyelerinin izleri bulunamadı,
beyazlann da öldüklerinden kesinlikle eminiz."

"Nasıl olur? Yani nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?"


"Çünkü, Bay McAuliff içlerinden biri İngiliz ajanıydı."
İstihbarat servisinden gelen yumuşak sesli adamın anlattık

ları McAuliff i büyülemiş gibiydi. Hammond adeta, Elizabeth dönemine


ait bir tiyatro eserinin karmaşık yapısını açıklayan bir
Oxford profesörüydü. Büyük bir sabırla çözümlenemez gibi görünen
ana hatlan açıklıyor, bilgisinin yeterli olmadığı noktalarda
varsayımlara başvuruyor ve McAuliff in aradaki farkı algılaması
için elinden geleni yapıyordu.

ait bir tiyatro eserinin karmaşık yapısını açıklayan bir


Oxford profesörüydü. Büyük bir sabırla çözümlenemez gibi görünen
ana hatlan açıklıyor, bilgisinin yeterli olmadığı noktalarda
varsayımlara başvuruyor ve McAuliff in aradaki farkı algılaması
için elinden geleni yapıyordu.

"Temel olarak Dunstone'un kendi hükümetini kurmaya çalıştığını


söylüyorsunuz sanırım."

"Doğru bildiniz, bu hükümet ekonomik ticaret unsurlarına


bağlı olarak yaratılacak. Firavunlar döneminden bu yana görülmedik
miktarlarda parasal kaynaklar biraraya getirilecek. Yaratacağı
ekonomik felaketin yanısıra Jamaika hükümeti de Dunstone
Şirketinin eline geçecek. Öğrendiğimize göre Jamaika,

— 28 —

Dunstone'un hareket merkezi olacak. Başarıya ulaşacaklarına


inanıyorum, Bay McAuliff."
Alex kadehini pencerenin kenarına bıraktı. Otelin avlusundaki
kiremitli çatılara bakarak düşüncelerini sıraya koymaya çalıştı.
"Bildiklerimi ve sizin anlattıklarınızı biraraya getirince, bakalım
anlayabilmiş miyim... Dunstone, Jamaika'nın gelişim sürecine
büyük çapta yatırım yapmak istiyor ve biz bu rakamın astronomik
olduğunu biliyoruz. Yatırımın karşılığında ise mutluluk
duyan Kingston hükümetinden bir dolu karşılık bekliyorlar. Yani
eğer ben Dunstone olsaydım, bunu beklerdim. Vergi indirimleri,
ithalat izinleri, işçi kullanma hakkı, araziler... gibi kolaylıklar istenecektir.
Bunların hiçbiri yeni değil." Başını çevirip Hammond'a
baktı. "Herhangi bir ekonomik felaketin ipuçlannı göremiyorum.
Ama belki İngiltere açısından olabilir."
"Doğru düşünüyor gibisiniz," diye yanıtladı Hammond.
"Gerçekten de önceleri endişelerimiz yalnızca İngiltere açısından
kaynaklanıyordu. İsterseniz İngiliz garipliği diyebilirsiniz. Ülkemizin
ticaret dengesinde Dunstone önemli bir unsurdur ve yitirmek
istemeyiz."
"Yani bunu önlemek için bir komplo hazırladınız..."
"Bir dakika, Bay McAuliff," diye sözünü kesti Hammond sesini
yükseltmeden. "İngiliz hükümetinin en üst kademeleri asla
komplolar hazırlamaz. Eğer Dunstone göründüğü gibi bir şirket
olsaydı, Downing Sokağındaki sorumlu kişiler ülke çıkarlarını
korumak için açıkça mücadele ederdi. Ama korkarım durum
farklı. Dunstone; Londra, Bonn, Paris, Roma ve kesinlikle Washington'daki
çok hassas noktalara kadar ulaşıyor. Bu konuya
daha sonra değineceğim... Şimdilik Jamaika üzerinde durmak
istiyorum. Siz 'ayrıcalık9, 'vergi kolaylığı1 ve 'teşvik' dediniz. Ben
'kapsamak' diyeceğim."
"Sözcükler, sözcükler..."
"Yasalardan söz ediyorum, Bay McAuliff. Başbakanların!
kabinelerin, parlamentoların onayladığı yasalar. Şöyle düşünün,

— 29
Bay McAuliff, stratejik konumda bulunan bağımsız bir ülkenin
varolan hükümeti, dünya pazarlarına sahip olan inanılmaz boyutlardaki
bir endüstriyel tekel tarafından kontrol ediliyor. Hiç de
saçma değil. Burnumuzun dibinde oluşuverecek."

Hammond'ın alçak sesle ve otoriter bir tavırla dile getirdiği


"açıklamaları" Alex uzun bir süre düşündü. MI 5'in her şeyi nasıl
öğrendiğini açıklamadan, Dunstone'un çalışma yöntemini anlattı
İngiliz ajan. İsviçre bankalarından çok büyük tutarlarda paralar,
Kingston kentinin uluslararası bankalann şubelerinin bulunduğu
kısacık King Sokağına aktarılmış ama İngiliz, Amerikan ya
da Kanada bankalarına yatırılmamıştı. Pek de güvenli olmayan
Jamaika bankaları ise tarihleri boyunca görmedikleri kadar hızlı
bir para akışına tanık olup şaşkına dönmüşlerdi.

kısacık King Sokağına aktarılmış ama İngiliz, Amerikan ya


da Kanada bankalarına yatırılmamıştı. Pek de güvenli olmayan
Jamaika bankaları ise tarihleri boyunca görmedikleri kadar hızlı
bir para akışına tanık olup şaşkına dönmüşlerdi.

kişi biliyordu. Bu az sayıdaki insana, sekiz saatlik bir iş günü

boyunca dönüp dolaşan para transferleri ile istenilen kanıtlar

sağlanmıştı. Çok yüksek düzeydeki seçilmiş birkaç kişiye,

Kingston'a yepyeni bir gücün geri döndürülmesi olanaksız bir

biçimde geldiği açıklanmıştı, Üstelik bu yeni gücün karşısında

Wall Street ve Whitehall bile titrerdi.

"Eğer bu kadar bilginiz varsa, niçin araya girip durdurmu

yorsunuz?"

"Olanaksız," dedi Hammond. "Tüm transferler yasal yoldan


yapılıyor ve suçlayacak biri yok. Son derece karmaşık bir ağ gi

yapılıyor ve suçlayacak biri yok. Son derece karmaşık bir ağ gi

biri, kapalı bir toplumun ancak çeşitli uzantıları birbirinden ha

bersiz olursa, etkili bir biçimde çalışacağıdır."

"Başka bir deyişle, bildiklerinizi kan bayamıyorsunuz. Ve ..."

"Kanıtlayamadıklanmtzı da ortaya sermek istemiyoruz," diye

sözünü kesti Hammond. "Haklısınız."

"Tehdit edebisiniz. Yani ildiklerinize dayanarak ortalığı

birbirine katabilirsiniz... Ama bu riski göze alamazsınız. Her şey

— 30 —

Bonn, Washington, Paris ve diğer başkentlerdeki "hassas* noktalara


bağlı. Bu konuda da haklı mıyım?"

bağlı. Bu konuda da haklı mıyım?"

"İnanılmaz derecede hassas olmalılar."

"Şirketin uluslararası boyutlarda olağanüstü derecede güç

sahibi insanlann biraraya gelmesiyle oluştuğunu düşünüyoruz."

"Hükümetlerin içinde mi?"

"Önemli endüstri kesimleriyle işbirliği içindeler."

"Örneğin?"

Alex'in gözlerinin içine baktı Hammond. "Sözlerimin yalnızca

bir varsayım olduğunu anlıyorsunuz, değil mi?"

"Pekâlâ, zaten benim hafızam da pek kuvvetli değildir."

"Tamam," diyerek ayağa kalkıp odada dolaşmaya başladı

Hammond. "Örneğin sizin ülkenizde Başkan yardımcısı ya da

onun bürosunda çalışanlardan biri ve kesinlikle henüz adını bilmediğimiz

bazı senatörler; İngiltere'de Avam Kamarası'nın önde

gelen bazı isimleri ve hiç kuşkusuz gelir vergi dairesinin çeşitli

bölüm müdürleri; Almanya'da Bundestag'ın üst rütbeli Vor

sitzenden'leri; Fransa'da sağ kanadın seçkin isimleri... tanımladığım

bu kişiler kesinlikle Warfield ile işbirliği içinde. Bu düzeydeki

etkili kişiler olmasaydı Dunstone bu kadar kolaylıkla ilerleyemezdi.

Bu noktadan kesinlikle eminiz."

"Ama bu kişilerin kimler olduğunu bilmiyorsunuz."

"Doğru." § '

"Ve size bir şekilde yardımcı olabileceğime inanıyorsunuz?"

"İnanıyoruz, Bay McAuliff.11

"Elinizin altındaki tüm kaynaklara karşın, benden mi yardım


istiyorsunuz? Ben yalnızca Dunstone Şirketi adına araştırma
yapmak üzere anlaşma önerisi aldım."
"Dunstone adına ikinci araştırma ekibini kuracaksınız, Bay
McAuliff." |. £İ|V. . İ: ,
Alexander dikkatle İngiliz ajana baktı.
"Ve birinci ekiptekilerin öldüklerini söylüyorsunuz."
— 31 —

"Evet, Bay McAuliff. Bunun anlamı da Dunstone'un en az


kendisi kadar güçlü bir düşmanının olduğudur. Düşmanın kim
olduğu konusunda hiçbir fikrimiz yok. Yalnızca varolduklarını biliyoruz.
Bizimle aynı tarafta olan kişilerle temas kurmak istiyoruz
ve araştırmalarınızın güvenliğini sağlayacağız. Siz bizim İçki kilit
adamsınız. Siz olmazsanız biz sonuca ulaşamayız. Biz olmayınca
da siz ve adamlarınız büyük bir tehlike altında olacaksınız."

McAuliff yelinden fırlayıp kısa boylu ajanın tepesinde bir an


durdu ve derin soluklar alarak odada dolaşmaya başladı. Hammond
genç adamın bu davranışını anlamış gibi sesini çıkarmadan
heyecanının durulmasını bekledi.

Alex pencereye yaklaşıp viski kadehini eline aldı. "Tanrım,


anlaşılmaz bir adamsınız, Hammond! Buraya gelip ekonomi konusunda
bir söylev vererek Warfieldl suçluyorsunuz ve sakin
bir şekilde; sizinle işbirliği yapmazsam Dunstone araştırmasının
en son görevim olacağını söylüyorsunuz."

en son görevim olacağını söylüyorsunuz."

yin..."

"Ama tam olarak bunu anlattınız! Ya yanıbyorsanız?"

"Yamlnrwyoruz."

"Bunu kanıtlayamayacağımı gayet iyi biliyorsunuz. Warfi

eid'e gidip aramızda geçen bu konuşmayı aktarırsam, ağzımı

açtığım anda anlaşma bozulacak ve herhangi bir araştırmacıya

bugüne dek önerilmiş olan en büyük ücreti yitireceğim."

"Ücretin miktarını öğrenebilir miyim? Yalnızca merak ettim."

McAuliff dikkatle Hammond'a baktı. "İki milyon dolara ne

dersiniz?"
"Üç ya da dört önermemesine şaşırdım... Niçin olmasın?

Nasıl olsa bu parayı harcayacak kadar uzun yaşayamayacaksı

nız.* £İ|

"Yani ya Dunstone'un ya da düşmanlarının beni öldürece

ğini söylüyorsunuz, değil mi?"

"Böyle olacağına inanıyoruz. Daha başka mantıklı bir sonuç

görünmüyor. Tabii göreviniz sona erince."

— 32 —

"Anlıyorum.." diyerek kadehini tekrar doldurdu Alex. Hammond'a


içki ikram etmedi. "Eğer sizin anlattıklannızı gidip Warfield'e
söylersem, onun beni..."
"Öldüreceğini mi? Bu sözleri sık sık yineleyecek misiniz,
Bay McAuliff?"
"Bunları kullanmak için başka bir nedenim olmadı, Bay
Hammond."
"Anlıyorum. Hiç kimse bu fikre alışamaz... Evet, sizi öldüreceğini
düşünüyoruz. Tabii beyninizdeki tüm bilgileri aldıktan
sonra."
McAuliff duvara dayanıp gözlerini elindeki kadehe dikti.
"Bana seçme şansı vermiyorsunuz."
I "Elbette veriyoruz. Şimdi buradan çıkıp giderim ve hiç karşılaşmamış
oluruz."
"Ya sizi biri görürse? Beni gözetleyenler olduğunu söylemiştiniz."
"Beni görmeyecekleri konusunda verdiğim söze güvenebilirsiniz."
Hammond arkasına yaslanıp düşünceli bir tavırla parmaklarını
bitiştirdi. "Ama bu koşullar altında sizin güvenliğinizi
sağlayabileceğimizi söyleyemeyiz. Her iki yönden de ..."
"kanıtlanmamış varsayımlara karşı koruma," diyerek ajanın
sözünü keşfi Alex.

• "Evet" %
"Başka seçenek yok..." McAuliff kadehini kaldırıp birkaç yudum
içti. "Bir seçenek var, Hammond. Diyelim ki sizin varsayım
ya da tezlerinizin gerçekliğini kabul edip, İşbirliği yapmayı seçtim.
Ancak size karşı sorumlu değilim."
"Anladığımdan emin değilim."
"Nedeni açıklanmayan emirleri yerine getirmem. Kukla gibi
iplerimi elinizde tutamazsınız. Bu koşulun tutanaklara geçmesini
itiyorum. Doğru söyledim mi?"
"Sanırım, ben de sık sık bu sözleri kullanırım."
— 33 — F:3
McAuliff, İngiliz ajanın oturduğu koltuğa yaklaştı.MŞimdi bana
neler yapmamı istediğinizi açıkça anlatın."

Hammond sakin ve kesin bir sesle yanıtladı. "İki tane hedefimiz


var. Birincisi ve en önemlisi, Dunstone'un rakiplerinin kimliğini
öğrenmek. İlk gönderilen araştırma ekibini öldürecek kadar
bilgi sahibi ve fanatik olan kişilerin kimler olduğunu öğrenmeliyiz.
Eğer bunu öğrenebilirsek, ikinci ve aynı derecede
önemli olan aşamaya sıra gelecek: Dunstone Şirketi hiyerarşisindeki
bilinmeyen simler. Londra, Paris, Bonn ve Washington'daki
henüz tanımadığımız insanlann listesi... hatta bir ya da
iki tane isim bile yeterü olacak. En küçük bir ayrıntı bile bizi mutlu
edecektir."

"Nereden başlayacağım?"

"Korkanm pek fazla ipucu veremeyeceğim. Ama elimizde


bir bilgi kırıntısı var. Yalnızca bir sözcük ya da isim. Emin değiliz.
Yine de çok önemli olduğunu düşünmemiz için nedenlerimiz
var."

"Bir sözcük mü?"


"Evet... 'Halidon' sözcüğü."
Alex, her ikisi de tümüyle gerçekdışı ve birbirinden çok
farklı dünyalarda yaşar gibiydi. Gündüzleri Londra Üniversitesinin
jeofizik laboratuvarlannı dolaşıp kuracağı ekip üyelerini seçiyordu.
Üniversite ve Kraliyet Tarih Cemiyeti, Dunstone'un ardına
gizlendiği isimlerdi. İki kurum da bu araştırma ekibinin ardında
sözkonusu şirketin servetinin yattığını bilmiyordu.

Alex, her ikisi de tümüyle gerçekdışı ve birbirinden çok


farklı dünyalarda yaşar gibiydi. Gündüzleri Londra Üniversitesinin
jeofizik laboratuvarlannı dolaşıp kuracağı ekip üyelerini seçiyordu.
Üniversite ve Kraliyet Tarih Cemiyeti, Dunstone'un ardına
gizlendiği isimlerdi. İki kurum da bu araştırma ekibinin ardında
sözkonusu şirketin servetinin yattığını bilmiyordu.

— 34 —

larının kullandığı taksileri birkaç kez değirerek izlenmemesini


engelliyordu. Her buluşma için Alex'e inanılır bir öykü de hazırlanıyordu:
Bir yemek daveti, kız arkadaş, önceden tanıdığı kalabalık
bir lokanta, hiçbir şey sıradışı değildi. Her şeyi kolayca
açıklayıp kanıtlayabilirdi.
Hammond ile yaptığı görüşmeler, Jamaika'nın politik ve
parasal atmosferi, MI 5 adına adada görevli olanlar, iletişim kurma
ve karşı gözetleme konusu için gerekli eğitim ve araç gereç
üzerinde yoğunlaşıyordu.
Hammond, birkaç toplantıya Alexin tüm sorularını yanıtlayacak
kadar uzman olan siyah ajanları da getirmişti. Bir yıl kadar
önce Oracabessa yakınlarında Kaiser boksit madenleri adına
araştırma yapmış olduğu için pek fazla sorusu yoktu ve beHö
de Julian Warfield bunu öğrendiği için Alex'e iş teklifi yapmıştı.
Yalnız oldukları zaman R.C. Hammond, Alexin göstermesi
gereken tepki ve yaklaşımları uzun uzun anlatıyordu.
Her zaman sözlerini gerçeklere dayandır... varsayımlar basit
olsun... temellerini kolayca kanıtlayabilmelisin... Çeşitli düzeylerde
çalışmayı kolaylıkla öğreneceksin... içgüdüsel olarak...
konsantrasyonun kendiliğinden gelişecektir...
Senin antenlerin de derhal çalışmaya başlayacaktır... adeta
ikinci bir benlik gibi... Kendini bir ritme kaptıracaksın.^ farklı
amaçların arasında bağlantı sağlayacak bir birleşme noktası
oluşacaktır...
İngiliz ajan asla ısrar etmiyor, yâlnızca gerekenleri söylüyordu.
Sözcüklerde ufak tefek değişiklikler yaparak aynı noktaları
tekrar tekrar vurguluyordu.
Hammondln kendisine gerekli güveni kazandırmaya çalıştığını
anlamıştı Alex.
"Kingston'da temas kuracağın kişiyi sana birkaç gün içinde
bildireceğiz. Hâlâ üzerinde çalışıyoruz. Kingston berbat bir yerdir,
kimse kimseye kolayca güvenmez. Ama bu noktaya sakın
takılma. Bu bizim işimiz. Sen yalnızca verdiğim İsimleri ezberle."
— 35 —

Alex bulundukları evden asla dışarı çıkaramayacağı kâğıda


daktiloyla sralanmış isimlere baktı. "Ne kadar çok insana maaş
veriyorsunuz."

"Gereğinden fazla aslında. Üstleri çizili olanlar iki taraflı oynuyorlardı.


Hem bizim, hem de CİA'in adamlarıydı ama son yıllarda
sizin istihbarat politikaya çok fazla daldı."

"Bilgi sızıntılarından mı çekmiyorsunuz?"


"Evet Dunstone pek belirgin olmasa da Washington'da
epey etkin durumda."

Sabahlan bir Dunstone gerçeği olarak Londra Üniversitesine


giderken, bir gece öncenin endişelerini kolayca geride bırakmaya
başladığını farketti. Hammond'ın farklı amaçlar kuramı
doğruydu; belirli bir ritme kaptırmıştı kendini. Gündüzleri yalnızca
araştırma ekibini kurma konusunda yoğunlaşıyordu.

Ekibin en fazla sekiz kişiden oluşması kararlaştırılmıştı. Uzmanlık


alanları arazinin farklı kaya oluşumları, su ve gazların
araştırılması, toprak ve botanik çalışmalan gibi sıradan dallardan
oluşuyordu. Bir de sınırlar Cock Pıt bölgesine dek uzandığı
için, yöre dillerini ve törelerini bilen biri gerekiyordu. Gerçi Warfield
bunu gereksiz bulmuştu ama Alex daha deneyimliydi. Jamaika'da
insanları küstürmek çok kolaydı.

Alex ekibin bir üyesi hakkında kesin kararını vermişti. Californialı


bir toprak araştırmacısı olan Sam Tucker elli yaşlarında,
iriyarı bir adamdı. Tucker kendi alanında uzmandı ve uzun yıllar
Alaska'dan Oracabessa'daki araştırmaya kadar Alex'le birlikte
başarılı çalışmalar yapmışlardı. Julian Warfield'e onaylamadığı
takdirde kendine başka bir araştırmacı bulması gerektiğini bile
ima etmişti Alex.

Boş bir tehditti aslında; ama koşullar gözönüne alınınca,


geri adım atmak için açık bir kapı bırakmak yararlı olacaktı. Ekibin
diğer üyeleriyle daha önce çalışmadığı için güvendiği bir insan
olarak Sam Tucker'in Jamaika'da yanında bulunmasını isti

— 36 —

yordu. Warfield, adamı araştırdı ve bazı önemsiz davranışları dışında


olumsuz bir yönü bulunmadığına karar verdi. Ama ona da
tıpkı diğerleri gibi Dunstone konusunda bilgi verilmeyecekti.
Bilgi vermeme konusunda Alex, eğer R.C. Hammoncfın anlattıklarında
gerçek payı varsa, Warfield'in tahmin ettiğinden daha
kesin kararlıydı. Ekipteki herkese şirketin onayladığı bir açıklama
yapılacaktı. İşe karışan diğer kuruluşlar bile söylenenlerin
gerçek olduğunu kabul etmişlerdi. Gerekli olan teşviklerin nasıl
alındığı bile sorgulanmamıştı.
Lordlar Kamarasındaki Uluslar Topluluğu Etkinlikleri Komitesinin
ısrarıyla Kraliyet Tarih Demeği tarafından sağlanan ödenek,
jeolojik araştırmaların yapılmasına olanak vermişti. Araştırmayı
Londra Üniversitesi ile Jamaika Eğitim Bakanlığı ortaklaşa
yürütecek, tüm maaşlar ve giderler üniversite tarafından karşılanacaktı.
Kraliyet Demeği gerekli banka kredilerini sağlayınca
üniversite bu kaynakları kullanacaktı.
Araştırma için öne sürülen nedenler, kraliyet derneklerinin
çoğunda üyesi bulunan ve giderlerini karşılayan Uluslar Topluluğu
Komitesinin çabalarıyla aynı doğrultudaydı. Bağımsızlığını
yeni kazanmış bir ülkeye verilen bu büyük armağan, Britanya ite
unutulmaması gereken bir bağın kurulmasını sağlayacaktı. Gelecekte,
okul kitaplarında bu çalışma yer alacaktı. Jamaika'daki
ilgili bakanlığın verilerine göre, bu bölge şimdiye dek hiçbir şekilde
araştırılıp kayıtlara geçmemişti.
Şimdiye kadar böyle bir araştırma yapılmışsa bile, artık
kimse ağzını açıp bunu anımsatmazdı. Üniversitenin kazancım
kimse sorgulamamalıydı.
Ne var ki, Alexander McAuliffin araştırma ekibinin başkanı
olarak seçilmesi hem üniversite, hem de demek için utanç vericiydi
ama adı geçen Amerikalıyı Jamaika'daki bakanlık seçmişti.
Eski sömürgeler insana bazen böyle hakaret ederler.
İnsan parayı almalı ve tartışmalara girişmemeliydi. Her şeyin
akademik açıdan geçerli olabilecek kadar karmaşık görün—
37 —

düğünü düşündü McAuliff. Julian Warfield içinde dolanıp dur

duğu ortamları anlaşılan çok iyi tanıyordu.


Tıpkı İngiliz İstihbaratından R.C. Hammond'ın tanıdığı gibi.
Çok şey öğrenmesi gerektiğini anlamıştı Alex. Dunstone

da, MI 5 de belirti amaçların peşindeydi ve her iki taraf için çalışırken


kendini yitirebilirdi. Bazı açılardan bakınca daha şimdiden
kaybettiğini biliyordu. Yine de şu anda en önemli işi ekip
üyelerini seçmekti.

Bugüne dek kullandığı seçme yöntemi her zaman olumlu


sonuçlar vermişti. Görüştüğü kişiler hakkında bulabildiği her şeyi
öğrenir; uzmanlık alanları dışında, iklim ve çalışma yeri koşullarına,
neredeyse iç içe yaşamanın getireceği zorluklara uyum
sağlayıp sağlayamayacaklarına dikkat ederdi. Ön hazırlıklarını
neredeyse tamamlamıştı,
"Sekreterim beni görmek istediğinizi söyledi, Dr. McAuliff."
Kapıda duran gözlüklü ve sıska jeofizik bölümü başkanı
Alex'den hoşlanmadığını belli etmemeye çabalıyordu. Yerine
McAuliff seçildiği için hem Kraliyet Derneğinin, hem de Kingston
hükümetinin kendisini aldattığını düşündüğü belliydi. Kısa
bir süre önce Anguilla'da harika bir araştırma yapmıştı ve iki iş
arasında benzerlikler vardı.

"Sekreterim beni görmek istediğinizi söyledi, Dr. McAuliff."


Kapıda duran gözlüklü ve sıska jeofizik bölümü başkanı
Alex'den hoşlanmadığını belli etmemeye çabalıyordu. Yerine
McAuliff seçildiği için hem Kraliyet Derneğinin, hem de Kingston
hükümetinin kendisini aldattığını düşündüğü belliydi. Kısa
bir süre önce Anguilla'da harika bir araştırma yapmıştı ve iki iş
arasında benzerlikler vardı.

"Bu kadar çabuk mu?"

"Sayenizde, Profesör Ralston. Önerileriniz mükemmeldi."


Laf olsun diye konuşmuyordu Alex. Gerçekten de akademisyen
adaylar kâğıt üzerinde harika görünüyorlardı. On adayın beşini
Ralston, diğer beş tanesini ise Londra'nın önde gelen iki araştırma
firması önermişti. "Belki de başkalarıyla görüşmeye gerek
kalmadan sizin adaylarınızı işe alabilirim." Artık nazik davranma

ya başlamıştı. "Ama Kingston hükümeti herkesle görüşmem konusunda


ısrar ediyor." Üniversite dışındaki adayların listesini
Raltsoifa uzattı.
"Ah evet, birkaç tanesini tanıyorum," dedi Raftson, Alexin iltifatını
kabul ederek. "Özellikle bu çiftL."
"Çift mi?" f'
"Karı koca birlikte çalışırlar. Jensen'ler yani."
"Listede bir tek Jensen var. Kadın kim?"
"R.L Wells. Yani Ruth Wells. Jensen'in karısı."
"Farkına bile varmadım, ama onları alacağımdan emin değilim.
Şimdiye dek hiçbir araştırmada evli bir çiftle çalışmadım.
Aptalca bir tepki, değil mi? Başka tanıdığınız var mı?"
"Biri daha var. Hakkında yorum yapmak istemem."
"Ben isterdim."
"James Ferguson öğrencimdi. Son derece açık sözlü ve
dikkafalı bir gençti."
"Sanırım o botanikçi. Jeolog değil."
"Araştırma eğitimi sırasında jeofizik ikinci konusuydu. Ama
tabii bunlar yıllar öncesiydi."
McAuliff masanın üstündeki kâğıtları karıştırdı. "Çok eski
olamaz. Son dört yıl içinde yalnızca üç çalışmaya katılmış."
"Haklısınız. Ama onunla görüşmelisiniz. Söylediklerine göre
çok başarılıymış."
'Bu liste de sizin adaylarınız. Verdiğiniz sekiz isimden beşini
seçtim. Burada da bazı sürprizler var mı? Onaylayacağınızı
umuyorum."
Ralston gözlüklerini ayarlayıp dudaklannı büzerek listeyi
gözden geçirdi. "Evet, bunlan seçeceğinizi tahmin etmiştim. Tabii
Whitehall adındaki kişinin bizden olmadığını anlamışsınızdır.
Batı Hint Adaları Çalışmaları grubundan önerildi. Uzman olduğunu
söylüyorlar ama kendisiyle tanışmadım. Duyduğuma göre
konferanslar vererek epey para kazanıyormuş."
"Whitehall siyah mı?"
— 39 —

"Oh, evet. Antiller'de konuşulan tüm dilleri, aksanlan, kültürel


töreleri ve aykırılıkları çok iyi bilir. Doktora tezinde adalarda
yirmi yediden fazla Afrika kabilesinin varlığını ortaya çıkarmış.
Hint-Afrika birleşimi üzerindeki araştırmaları artık referans olarak
kullanılıyor. Duyduğuma göre çok da züppeymiş."

"Söz etmek istediğiniz başka biri var mı?"

"Yoo, hayır. Kaya oluşumlan uzmanını seçerken epey zorlanacaksınız.


İki aday da birbirinden iyi. Yani eğer... ilk tepkilerinize
kulak vermezseniz."

"Anlayamadım."

Ralston gülümsedi. "Daha fazlasını söylemem doğru ol


maz. Bizim sekreterlerden biri sizin için randevu alsın mı?"

maz. Bizim sekreterlerden biri sizin için randevu alsın mı?"

talama birer saat görüşmek isterim. İlk ya da son görüşeceğim

kişilerin sırası benim için önemli değil."

"Bir saat..."

"Daha uzun görüşmek istediklerimi tekrar çağıracağım. Boş

yere hepsinin vaktini ziyan etmek istemem."

"Evet haklısınız."

Adaylardan biri McAuliff in odasına girdiği anda işi kaybetti.

Öğleden sonra saat birde sarhoş olmasını belki açıklayabilirdi

ama sağ bacağı da sakattı. Üç aday da Batı Hint Adalan halkına

karşı düşmanca duygular taşıdıkları için listeden silindiler. Peter


Jensen ile Ruth Wells ise güzel bir sürprizdi. Elli yaşlarının baş

larında, parlak, özgüvenli, iyi huylu insanlardı. Çocukları yoktu

ve parasal açıdan iyi bir durumda oldukları için hem birbirlerine,

hem de mesleklerine dört elle sarılmışlardı. Peter Jensen'in uz

manlık alanı madensel mineraller, Ruth'unkiyse paleontolojiydi.

"Size birkaç soru sorabilir miyim?" dedi Peter Jensen pipo

sunu doldururken.

"Elbette."

— 40 —

"Jamaika'yı pek iyi tanıdığım* iddia edemem, ama bu araştırma


son derece garibime gitti. Amacını anladığımdan pek
emin değiRm."
Dunstone Şirketi tarafından yaratılan öyküyü anlatıp etkisini
deneme fırsatı bulduğu için sevindi Alex. Jeologa dikkatle bakarak
konuşurken, adamın gözlerinin ışıldadığını förketti. Sözlerini
bitirince duraklayıp, "Her şeyi açıkladığımı sanınm," dedi.
"Oh, evet şimdi anlaşıldı. Kraliyet Tarih Derneği epeydir
önemli bir iş yapmıyordu. Lordlar Kamarasındaki demek üyeleri
böyle bir iş yarattılar. İyi bir fikir... umanm üniversite de biraz para
kazanır."
"Korkarım bütçemiz o kadar geniş değil."
"Öyle mi?" Jensen piposunu eline alıp dikkatle McAuliff e
baktı. "Öyleyse ben yine anlamamış sayılırım. Beni bağışlayın,
ama araştırmacıların dünyasında özellikle ucuz bir yönetici olarak
tanınmıyorsunuz. Doğrusunu isterseniz şöhretiniz sizden
epey önde gidiyor."
"Balkanlar'dan Avustralya'ya kadar," diye ekledi Ruth Wells
Jensen. Yüz ifadesi kocasının sözlerinden tedirgin olduğunu
gösteriyordu. "Ve ayrıca sizin özel bir anlaşmanız varsa, bu da
Peteği asla ilgilendirmez."
Alex hafifçe gülerek yanıtladı. "İkiniz de çok naziksiniz. Ancak,
özel bir durum yok. Tuzağa düştüm diyebilirim. Adalardaki
şirketler için daha önce çalıştım ve yine çalışmak isterim. Tüm
jeofizik sertifikaları Kingston tarafından hazırlanıyor ve anladığım
kadarıyla bakanlık beni istemiş. Belki de bir yatırım gibi görebiliriz."
Daha önceden prova ettiği yanıtı verirken Jensen'i dikkatle
inceledi Alex. Peter bir kez daha karsına bir göz attı ve yanıtladı.
. . .-. îftfcr"-İfe' :
"Ben de böyle davranırdım, dostum. Ama benim yöneteceğim
ekibe Tanrı yardım etsin."

"O ekipte bulunmak istemezdim," diye atıldı Ruth kocasının


gülüşünü taklit ederek. "Şimdiye dek kimleri seçtiğinizi sorabilir
miyim? Tanıdık biri var mı acaba?"

"Şeyy," diye söze karıştı Peter Jensen gözlerinde muzip pırıltılarla.


"Ücretlerin azlığından yakındığınıza göre, bizim yalnız
çalışmak istemediğimizi şimdiden belirtmem daha doğru olacak.
Hep birlikte çalıştığımız için birbirimize çok alıştık. Eğer içimizden
biriyle ilgilenirseniz, diğeri yanm maaşla bile gelebilir."

Alexin kuşkulannı Ruth Wells Jensen'in sözleri yok ediverv


di. "Yarım maaş konusu tartışılabilir, dostum. Üstelik bu mevsimde
bizim ev buz gibi olur."

Jensen çifti işe alınacaktı.

Üniversite çevresinden olmayan üçüncü aday James Ferguson'u,


Profesör Ralston, açıksözlü ve dikkafalı olarak tanımlamıştı.
Alex'e göre genç adamın bu huyları, enerjik ve sabırsız
yapısından kaynaklanıyordu. Yirmi altı yaşındaki gencin akademik
çevreye uzun süre dayanamayacağı belliydi. Alex, Ferguson'da
kendi gençliğini görür gibiydi. Konusuna tüm benliğiyle
eğilmiş, laboratuvar çalışmalarının sıkıcılığına tahammül edemeyen
bir insandı. Tarım endüstrisi alanında çalışan şirketler tarafından
neredeyse hiç boş kalmadan işe alınıyordu. Serbest çalışan
Ferguson'un botanik konusundaki uzmanlığıyla kimse rekabet
edemiyordu.

"Jamaika'ya tekrar gitmek isterim," dedi genç adam tanıştıkları


anda "İki yıl önce Craft Vakfı adına Port Maria'da çalıştım.
Bana kalırsa meyva ve sentetfc madde endüstrileri gelişmeye
izin verse, adanın tümünde altın değerinde bir bitki var."

"Neymiş bu altın?"

"Baracoa lifleri, büyümelerinin ikinci aşamasına girince naylon


ve polyester alanında çalışanları paniğe uğratacak kadar işe
yararlı bir madde haline geliyor. Tabii bu arada meyva üreticilerinin
korkusunu da hesaba katmak gerekir."

"Bunu kanıtlayabilir misin?"

— 42 —

"Neredeyse kanmıyordum. Zaten bu nedenle vakıf beni işten


attı."
"İşten mi attı?"
"Bu gerçeği saklamanın anlamı yok. Benim için önemli de
değil. Kendi işimle uğraşmamı söylediler. Düşünebiliyor musunuz?
Benimle ilgilenip hakkımda araştırma yaparsanız, birkaç
olumsuz izlenimle karşılaşacaksınız."
"Sizinle ilgileniyorum, Bay Ferguson."
Charles Whitehall ile yaptığı görüşme Alex'i tedirgin etti.
Kökleri ve uzmanlığı Batı Hint Adalan'nda olan ve artık bir Londralı
gibi görünen siyah tenli Whitehall'un yaklaşımı, kendini her
şeyden üstün görmeye başladığını belli ediyordu. Yazdığı üç
ciltlik Karayipler tarihi, Ralston'un tanımıyla, artık "standart referans"
olan adam, neredeyse James Ferguson ile yaşıt gibiydi.
"Görünüşüm sizi aldatmasın, Bay McAuliff," dedi Whitehall
odaya girip elini uzatırken. Tropik iklimin neden olduğu tenim
beyaz ciltlere oranla yılları daha iyi gizler. Ben kırk iki yaşındayım."
"Düşüncelerimi okuyorsunuz."
"Pek sayılmaz. Ama bu tepkiye alışkınım," diye yanıtladı
Whitehall. Sonra pahalı bleyzırını ve ince çizgHi pantolonunu düzelterek
oturup ayak ayak üstüne attı.
"Kısa ve öz konuşmayı sevdiğinize göre, ben de doğrudan
konuya gireceğim, Dr. Whitehall. Bu araştırmayla niçin ilgileniyorsunuz?
Anladığım kadarıyla konferanslar vererek yüklü paralar
kazanıyorsunuz. Bir jeofizik araştırması pek de rahat bir gezi
sayılmaz."
"Pek sık olmasa bile, benim için para konusu bazen iWnci
sıraya inebilir." Whitehall konuşurken gümüş tabakasından bir
sigara çıkardı, "Doğrusunu isterseniz, Bay McAuliff, insanın Kraliyet
Tarih Derneğinin desteği altında bir uzman olarak anayurduna
dönmesi, bir bakıma kendi benliğr» tatmin etmesidir. Nedeni
bu kadar basit."
— 43 —

Alex adama inandı. Hakkında okuduklarına göre Whitehall,


kendi ülkesinden çok diğer ülkelerde isim yapmıştı. Anlaşılan
Kingston'ın aydın ya da sosyete çevresine kendini kabul ettirmek
için böyle bir işe gereksinimi vardı.

"Cock Pit bölgesin* tanır mısınız?"


"Koşucular, kadar değil tabii, ama tarih ve kültür açısından

daha iyi tanırım."


"Koşucu nedir?"
"Dağlarda yaşayan topluluklardır. Bulabildiğiniz zaman reh

ber olarak görev yaparlar. Aslında ilkel insanlardır. Ekip için

kimleri işe aldınız?"


"Ne?" Alex'in aklı koşuculara takılmıştı.
"Ekip üyelerini sormuştum. Kim olduklarını bilmek isterim."
"Henüz tamamlanmadı. Jensen adında bir çift var, maden
ve fosu uzmanlan; Ferguson adında genç bir botanikçi ve toprak
uzmanı Amerikalı arkadaşım Sam Tucker."
"Jensen adını duydum sanırım, ama ötekileri tanıdığımı

söyleyemem."
"Tanıyacağınızı mı tahmin etmiştiniz?"
"Doğrusunu isterseniz, evet. Kraliyet Tarih Derneği projeleri

her zaman üst düzeydeki insanları çeker." Whitehall zarif bir ha

reketle sigarasının külünü silkti.


"Sizin gibi mi?" diye sordu Alex gülümseyerek.'
Siyah uzman gülerek, "Alçak gönüllü değilim," dedi. "Ve bu

işe ilgi duyuyorum. Size yardımcı olabileceğime inanıyorum."


McAuliff de aynı fikirdeydi.
İkinci kaya uzmanının adı A. Gerrard Booth olarak geçiyor

du ve Ralston onu özellikle önermişti."


Bu belgeleri ve makaleleri size göstereceğime Booth'a söz
verdim. Araştırmalannız için yararlı olacağına inanıyorum."
Ralston'un verdiği dosyada Booth*un Türkiye, Korsika, Zaire
ve Avustralya gibi çok farklı bölgelerde yaptığı çalışmalar bu
— 44 —

lunuyordu. Makalelerdi bir kısmını National Geologist dergisinde


okuduğunu anımsadı Alex. Booth, konusunda üstün biriydi.
Aynı zamanda Booth kadındı. Meslektaşları onu Alison Booth
olarak tanır ve çoğu kişi Gerrard adını bile bilmezdi.
Böylesine içten gelen bir gülüşe Alex pek az rastlamıştı.
Canlı, parlak mavi gözleri, sert bir hareketle elini sıkması kadının
ne denil profesyonel olduğunu ortaya koyuyordu. Hafif dalgalı,
açık kahverengi uzun saçlarını herhalde dikkatle fırçalamıştı.
Yaşı yirmilerin sonu ile otuzlann ortasında olabilirdi. Bunu da
gözlerinin çevresindeki ince çizgiler dışında tahmin etmek olanaksızdı.
Alison Booth yalnızca iyi bir uzman ve güzel bir kadın değildi.
Aynı zamanda son derece çekici ve dışa dönük bir insandı.
Konuşurlarken 'profesyonel' sözcüğü McAuliff'in aklına sık
sık geldi.
"Rolly yani Dr. Ralston'a kadın olduğumu söylememesini
tembih ettim. Lütfen onu sorumlu tutmayın."
"Antifeminist olduğuma nasıl karar verdiniz?"
Alison eliyle saçlannı güzel yüzünden uzaklaştırdı. "Düşmanca
bir davranışınızı duymadım, Dr. McAuliff ama her zaman
karşılaşılan engelleri biliyorum. Niteliklerim konusunda sizi ikna
etmek benim görevim." Sözlerinin çift anlamlı olduğunu farke-.
den Alison Booth, gülümsemekten bir anda vazgeçip eteğini
çekiştirdi.
"Alan çalışmasında ve laboratuvarda yeterince iyi olduğunuzdan
eminim..."
"Daha başka fikirler zaten konumuzun dışında kalır, sanırım,"
dedi genç kadın, tipik ingiliz soğukluğunu belli belirsiz hissettirerek.
"Pek değil. Araştırma bölgesinin kendine özgü, insanlan rahatsız
edebilen fiziksel sorunları var."
"Jamaika'nın Zaire ya da Avustralya'nın iç bölgeleri kadar
kötü olacağını sanmam. Buralarda çalışmıştım."
— 45 —

"Biliyorum.;.8

"Roily bana, bizlerle yüz yüze görüşmeden çalışma gezilerimizin


referanslannı kabul etmeyeceğinizi söyledi."

"Bir grup içinde çalışmak hatalı düşüncelere, desteklenmeyen


İlişkilere yol açabilir. Diğer insanlara karşı olumsuz davrandığı
için grubumdaki iyi uzmanların bir kısmını yitirdiğim oldu."

"Benim referanslarım çok İyidir, Dr. McAuSff."

"Görmek isterim."
Alison kucağındaki çantadan iki büyük zarf çıkarıp masanın
köşesine bıraktı. Alex uzanırken gülerek ona baktı ve bir sürç
bakışları kenetlendi. "Bu araştırma sizin açınızdan niçin bu denli
önemli, Miss Booth?"

Alison kucağındaki çantadan iki büyük zarf çıkarıp masanın


köşesine bıraktı. Alex uzanırken gülerek ona baktı ve bir sürç
bakışları kenetlendi. "Bu araştırma sizin açınızdan niçin bu denli
önemli, Miss Booth?"

üniversitede çalışmıyor musunuz?"

"Yalnızca beürli zamanlarda ders verip laboratuvar çalışma

lanna katılıyorum. Sürekli çalışmamayı ben seçtim."

"Öyleyse konu para değil."

"Para kazanmak her zaman için yararlıdır ama şu anda ihti

yaç içinde değilim."

Alex, "Sezi asla ihtiyâç içindeyken düşünemiyorum," derken

genç kadının gözlerinde bir bulutun dolaşıp kaybolduğunu his


setti. "Ama niçin bu araştırma?" diye ısrar etti. "Sizin niteliklerini

setti. "Ama niçin bu araştırma?" diye ısrar etti. "Sizin niteliklerini

ya da daha fazla ücret veren ekipler bulabilirsiniz."

"Zamanlama çok önemli," dedi Alison belirsiz bir tereddüt

le. "Bazı kişisel nedenlerim var."

"Yani Jamaika'da uzun bir mire kalmanızı gerektiren neden

leriniz mi var?"

"Jamaika'nın konumla hiç ilgisi yok. Araştırmanız Moğolis

tan çöllerinde bile olabilirdi."

Alex, "Anlıyorum," deyip zarfları masaya bırakırken bilinçli


olarak aldırış etmiyormuş gibi davrandı ve Alison derhal tepki

olarak aldırış etmiyormuş gibi davrandı ve Alison derhal tepki

— 46 —

"Pekâlâ, Dr. McAuliff. Dostlarım zaten her şeyi b%or." Konuşurken


sesi son derece sakindi. Tümüyle profesyonel bir insan
oluvermişti. "Bana 'Miss Booth* dediniz ama Booth kocamın
soyadı. Üzülerek söylüyorum ki evliliğim yürümedi ve kısa
bir süre önce sona erdi. İyiniyetli dostların aşırı yakınlığı böyle
zamanlarda sıkıcı olabiliyor. Biraz çevremden uzaklaşmak, istiyorum."
Kadının gözlerinin içine bakan Alex, onun sözlerinin ardında
yatan gerçekleri sezmeye çalışıyordu. Bir şeyler vardı ve
genç kadının profesyonelce yaklaşımı daha fazla üstüne gitmesini
engelliyordu.
"Konumuzla ilgi değil, özür dilerim. Ama bana açıkladığınız
için sevindim."
"Sorumluluk duygunuz tatmin oldu mu?"
"Hiç olmazsa merakımı giderdim," derken Alex dirseklerini
masaya dayayıp ellerini çenesinin altında birleştirdi. "Ayrıca sizi
akşam yemeğine davet etme olanağını verdiniz bana."
"Sanırım bu, beni ekibe kabul edip etmemenize bağlı." Alison'ın
sesi nazik ama soğuk değildi. Gözlerinin içi yine neşeyle
parlıyordu.
"Doğrusunu İsterseniz, ekibe kabul etmeyi düşündüğüm kişileri
öğle ya da akşam yemeğine davet edecek ve belki de birer
içki ikram edecektim. Ama şimdilik bunu açıklamak istemiyorum."
"Çok nazik bir yanıt, Dr. McAuliff," dedi genç kadm hafif bir
gülümseyişle. "Sizinle yemeğe çıkmak beni mutlu edecek."
"Üstünüze düşmemek için elimden geleni yapacağım. Teselliye
gerek duyduğunuzu sanmıyorum."
"Ben de sizin sıkıcı biri olduğunuzu sanmıyorum."
'Teşekkür ederim."
— 47 —

High Holborn ile Chancery Lane'in köşesinde duran Alex


saatine baktı. Londra'nın sisli karanlığında parlayan kadran
11:40*1 gösteriyordu ve Preston'ın Rolls Royce'u on dakika gecikmişti.
Belki de hiç gelmeyecekti. Aldığı talimata göre eğer
araba gece yansına kadar gelmezse, otele dönecek ve başka
bir randevu ayarlanacaktı.

Ara sıra kendi kendine kimin gizli emirlerini yerine getirmekte


olduğunu anımsatıyor ve buna karşılık kendisinin de izlenip
izlenmediğini merak ediyordu. İnsanı korkunun pençesine
atan bu yaşam biçimi, aslında onu iyiden iyiye alçaltır gibiydi.
Komploların karanlık dünyası hakkında anlatılanlar, bazen bu
dünyanın kendine özgü onursuzluğunu unutturuyordu. Temelinde
bir özgürlük duygusu bile yoktu, insan boğulduğunu hissediyordu.
Warfield bu akşam onu çağırınca, Hammond ile saat birde

Warfield bu akşam onu çağırınca, Hammond ile saat birde

zorunda kalmıştı. İngiliz ajanın MI 5 bürosundaki gizli özejjele

fonu uzun süre açılmadı. Alex'e başka bir numara vermemiş ve

büroyu arayıp ismini bırakmamasını özellikle tembih etmişti. Ay

rıca Hammond'ı ararken Savoy'daki odasının telefonunu da kul

lanmamalıydı. Otelin ve büronun santrallerine güvenmediği gibi

cep telefonlarına da kuşkuyla bakıyordu.

Sonunda Alex sokağa çıkıp bir sürü pub'a ve telefon kulü

besine girmek zorunda kalmıştı. Her nedense izlendiği duygu


suna kapıldığından Warfield sorguya çekerse vereceği yanıtı bi

le hazırlamıştı. Alison Booth ile ertesi gün öğle yemeğinde bu

luşmak üzere randevulaştıklarını ve bu gece randevuyu iptal et

mek için kadını arayıp durduğunu anlatacaktı. Gerçekten de Ali

son ile randevusu vardı ve iptal etmeye hiç niyeti yoktu.

Açıklamalarını gerçeğe dayandır Yaklaşım ve tepki. MI 5.

— 48 —

Sonunda Hammond'ın telefonu açıldı ve karşısına çıkan


adam geç saatte yemeğe çıkmış olduğunu söyledi.
Akşam yemeği! Güzel TannmL. Dünya çapında karteller,
en üst düzey konumlarda uluslararası çatışmalar, parasal
komplolar ve geç saatte yemeğe giden bir adam.
McAuliffin endişeli sesine karşın adam sükûnetle Hammond'a
haber vereceğini bildirdi. Ne var ki Alexin endişesi bitmemişti
ve Warfield ile görüştükten sonra Hammond'la temas
kurana dek telefonunun başından ayrılmaması için ısrar etti.
Saat 11:45'de Rolls Royce hâlâ görünmemişti. Sisin karanlığında
High Holborn Caddesinde yürüyen birkaç kişiye baktı
Alex. Acaba içlerinden biri onu izliyor muydu? Korkunun pençesi.
Aklı bir yandan da Alison'a takılmıştı. Üçüncü gecedir birlikte
yemeğe çıkıyorlardı ve genç kadm bir ders hazırlaması gerektiğini
söyleyerek erken saatte ayrılmıştı. Otele döndükten
sonra ortaya çıkan karmaşaya bakınca, yerinde bir karar verdiğine
inandı.
Alison İlginç bir kadındı. Profesyonelliği kırılganlığını kolayca
örtüyordu; asıl kişiliğini koruma altında tutan mizah duygusundan
da hiç uzaklaşmıyor gibiydi. Hafif tebessümü, sıcak mavi
gözleri, ellerinin ağır, zarif hareketleri... bir bakıma onun koruyucu
kalkanı görevini üstleniyordu.
Şimdiye dek görüştüğü adayların arasında en iyisi olduğu
için Alison'ı ekibe almanın profesyonel açıdan hiçbir sakıncası
yoktu. Alex kendini dünyanın en İyi kaya oluşumu uzmanlarından
biri sayardı ama ona rakip olmak istemezdi doğrusu. Alison
Gerrard Booth hem çok iyi bir uzmandı, hem de çok güzeldi ve
Alex onun Jamaika'da yanında olmasını istiyordu.
Dunstone'un güvenlik soruşturması olumsuz sonuç verirse,
genç kadın İçin bir savunma bile hazırlamıştı. Bu geceM toplantının
amacı da seçtiği kişiler hakkında son kez görüşmekti.

amacı da seçtiği kişiler hakkında son kez görüşmekti.


49 — F:4
Siyah bir gemiye benzeyen arata da nerede kalmıştı? Gece
yarısına yalnızca on dakika vardı.

"Özür dilerim, efendim," dedi tam arkasından kaba bir ses.


McAuliff dönünce, kalın kahverengi ceketli, kendi yaşlarında,
tersane ya da inşaat işçisine benzeyen birinin durduğunu gördü.
£ " ' •

"Evet?"

"İlk kez Londra'ya geliyorum efendim ve sanırım yolumu

kaybettim."

Adam sisin içinde zor görülen sokak levhasını işaret etti.


"Şurada Chancery Lane yazıyor ve Hatton Garden yakınında olması
gerek. Ben de işte orada arkadaşlanmla buluşacağım.
Ama bulamıyorum, efendim."

Alex sol tarafı işaret etti "Bu yönde iki, üç blok sonra."

Adam bir türfö anlamıyormuş gibi aynı yönü gösterdi. "Bu


tarafta mı?" c|J

tarafta mı?" c|J

"Emin misiniz, efendim?" dedi adam, sonra da sesini alçalt

tı. "Lütfen tepki göstermeyin, Bay McAuliff. Yolu tarif etmeyi sür

dürün. Bay Hammond sizinle Soho'da buluşacak. Saint Geor

ge'un Baykuşu isimli bîr kulüp var. Bara oturun ve sizinle temas

kurmasını bekleyin. Bir daha telefon etmeyin. Gözetleniyorsa

nuz."

McAuliff yutkundu, yüzü bembeyaz oldu ve elini yine Hat

ton Garden yönünde salladı. "Eğer beni gözetliyorlarsa, sizi de

gözetiyorlar demektir!" diye fısıldadı.


fBunları hesaba katarız..."

"Sizin hesaplannızı sevmedin* Warfield'e ne söyleyece

ğim? Beni Soho'da bırakmasını mı?"

"Niye olmasın? Eğlenmek istediğini» söyleyebilirsiniz, sa

bah erken saatte işiniz yok. Amerikalılar Soho'yu sever. Kumar

baz sayılmasanız da ara sıra bahis oynamayı seviyorsunuz."

"Tannm! Seks yaşamımı da tanımlamak ister miydiniz?"

— 50 —

'Tanımlayabilin ama burtu yapmayacağım." Tekrar kaba


saba ^es geri döndü. "TeşektöBrler, efendim. Çok naziksiniz.
Hertıalde dostlarımı artık bulabiHrİft."
Adam sisin içinde Hatton Garden'a doğru yürüyüp gözden
kayboldu. McAuliff tüm bedeninin titredlğirti hissetti ve en azından
ellerini durdurabilmek için cebinden bir sigara çıkarmaya
çalıştı. Çakmağın soğuk metalini tutmak iyi geldi.
Saat on ikiye beş vardı. Birkaç dakika daha bekleyip gidecekti.
Aldığı emir Savoy'a dönmesini ve başka bir randevu ayarlanacağını
bildirmişti. Warfield acaba daha geç bir saatte tekrar
gelmesini isteyecek miydi? Yoksa sokağın köşesinde yeterince
bekledikten sonra gecenin geri kalanını istediği gibi geçirmekte
özgür olduğunu mu söylemek istemişti?
Talimat çok açıktı ama başka türlü yorumlamak da olasıydı.
Eğer isterse birkaç kez araç değiştirerek Soho'ya gidip Hammond
ile buluşabilirdi. Gözetleyenler Warffeld'in gelmediğini
saptayacaklan için bu seçeneği değerlendirebilirdi.
Aman Tanrım, diye düşündü Alex. Bana neler oluyor? Kelimeler
ve farklı anlamları... seçenekler ve emirlerin yorumlanması...
Kim bana emir verme hakkına sahip olabilir? McAuliff emir
alacak bir insan değildi! Ama sigarasını dudaklarına götürürken
elinin titremesi emir almakta olduğunu gösteriyordu... Ne kadar
süreceği de belli değildi. Artık özgür olmadığını anlıyordu.
Kol saati tam on ikiyi gösteriyordu. Hepsinin canı cehenneme!
Derhal gidecekti! Alison'a telefon edip bir içki içmek için
gelmek istediğini söyleyecekti. Hammond bütün geceyi.Soho'da
geçirebilirdi. Barın ismi de ne kadar saçmaydı: Saint George'un
Baykuşu.
Onun da canı cehenneme!
Rolls Royce'un güçlü motorunun sesi gecenin sessizliğini
yırttı ve araç kaldınmın kenarına yanaşıp McAuliffin önünde
durdu. Şoför aceleyle yerinden fırlayarak kapıyı açtı. Her şey
— 51 —

yırttı ve araç kaldınmın kenarına yanaşıp McAuliffin önünde


durdu. Şoför aceleyle yerinden fırlayarak kapıyı açtı. Her şey
— 51 —

"Sizi son dakikaya kadar beklettiğim için özür dilerim, Bay


McAuKff. Önemli birisim çıktı."

"İşlerinizi her zaman büyük bir gizlilik ve aynı zamanda karşınızdakini


şoka uğratmak üzere mi planlarsınız?" diye sordu
Alex otururken. Sakin bir sesle konuşabildiği için rahatlamıştı.

"BJr içki içer misiniz? Preston arabaya bir bar yaptırmış," diyerek
ön koltuğun arkasını işaret etti Warfield. "Şu kolu çekin."

"Hayır, teşekkürler. Şimdi değil, beli» daba sonra içerim."

Yavaş ol, Alex. Tanrı aşkına dikkatli ol. Hammond bütün

gece bekleyebilir. İki dakika önce onu bekletmeyi planlıyordun!

Yaşlı adam cebinden bir zarf çıkardı. "Önce iyi haberi vere
yim. Ekip üyelerine itirazımız yok, yalnızca birkaç önemsiz soru

yim. Ekip üyelerine itirazımız yok, yalnızca birkaç önemsiz soru

Warfield'in anlattıklarına göre şirketin ilk tepkisi olumsuzdu.

Ancak asıl neden güvenlik ya da nitelik değildi, yalnızca kadın

ların böyle bir alan çalışması için uygun olmayacağı düşünül

müştü. Geleneklere göre uzak bölgelerde yapılacak araştırma

gezilerine yalnızca erkekler katılırdı ve kadınlann varlığı bir sürü

sorun yaratabilirdi.

"Yani listenin başındaki iki ismi reddettik ama Wells isimli

kadını üsteden çıkanrsak kocasının da katılmayacağını farkettik.

Beş kişiden üçünün reddedilmesinin sizi üzeceğini biliyorduk,


fakat anlayışla karşılayacağınızı da hesaba kattık... Sonra hepi

mizden çok daha iyi düşüldüğünüzü anlayıverdikl"

"Benim hiçbir stratejim yoktu, Warfield, yalnızca bulabildi

ğim en iyi ekibi oluşturmaya çabalıyordum." McAuliff bunu söy

lemek zorunda hissetti kendini.

"Belki bilinçli olarak değil, ancak nitelik açısından harika bir

grup kurmuşsunuz. Ayrıca kendi alanlarında başarılı olan iki ka

dın uzmanın katılması da çok önemli bir gelişme yaratmış."

— 52 —

"Niçin?"
"Kadın uzmanların varlığı, işe kendine özgü bir masumiyet
kazandırıyor Kraliyet Tarih Demeğinin verdiği ödenekle kendilerini
mesleklerine adamış kadın ve erkeklerin birarada çalışması,
yalnızca erkeklerden oluşan bir ekipten çok farklı bir görüntü
yaratır. Gerçekten çok akıllıca verilmiş bir karar."
"İstediğinizi düşünebilirsiniz ama benim amacım bu değildi."
"Yine de sonuç değişmez. Bu düşünceli davranışı bizimkilere
gösterince, derhal kabul ettiklerini söylememe herhalde gerek
yok."
"Sizin istediğiniz her şeyi onaylayacaklarından kuşku duymuyorum.
Önemsiz sorular neler?"
"Üzerinde düşünmek isteyeceğiniz bazı bilgiler demek daha
doğru olacak." Yaşlı adam uzanıp bir lamba yaktı ve cebinden
çıkardığı kâğıtları zarfın üzerine koydu. Gözlüklerini düzelterek
elindekilere bir göz attı. "Jensen ile Wells çifti politikanın
sol kanadında çok etkin. Barış yürüyüşlerine, gösterilere filan
katılıyorlar."
"Bu etkinliğin meslekleri ile ilgisi yok. Ada yerlilerini organize
etmeye kalkışacaklarını pek sanmam." Bilinçli olarak usanmış
gibi konuşuyordu Alex. Eğer Warfield buna benzer sorular
soracaksa, Alexin adaylann meslekleri dışındaki özellikleri üzerinde
durmadığını önceden öğrenmeliydi.
"Jamaika'da büyük bir politik dalgalanma yaşanıyor. Ekibinizdekilerin
bu konuda açık sözlü olmalan bizim için yararlı olmaz."
McAuliff dönüp ufak tefek ihtiyara baktı. Adam dudaklarım
büzmüş, kemikli parmaklanyla kâğıtları tutarken loş san ışık cildine
garip bir renk vermişti. "Böyle bir şey olursa, ki olacağım
hiç sanmıyorum, ben Jensen'lerin sesini kesebilirim.... Buna
karşılık sol görüşlü insanların ekipte bulunması sizin yararınıza
olacaktır. Bilinçli olarak Dunstone İle çalışmayacaklarını düşünmek
gerekir.."
— 53 —

garip bir renk vermişti. "Böyle bir şey olursa, ki olacağım


hiç sanmıyorum, ben Jensen'lerin sesini kesebilirim.... Buna
karşılık sol görüşlü insanların ekipte bulunması sizin yararınıza
olacaktır. Bilinçli olarak Dunstone İle çalışmayacaklarını düşünmek
gerekir.."
— 53 —
son'un
ekipte bulunması bazı soru işaretleirine yol açabilir.
Craft, Jamaika'da çok sevilir."
"Kendi alanında Ferguson'dan daha iyisi yok. Ben onu
Craffdan uzak tutanm."
"Bu nokta çok önemli. Bir hata yapmasına izin veremeyiz."
Dunstone'un bulgulanna göre Charles Whitehall adındaki
karaderili züppe-bilgin psikolojik açıdan berbat durumdaydı.
Politik açıdan muhafazakâr görüşe sahipti ve eğer adada kalmış
olsaydı Kingston'daki gerici akımın başını çekerdi. Jamaika'nın
bir gelecek vaat etmediğini çok önceden farkedip uzaklaşmıştı
ama şimdi pişmanlık duyuyordu. Warfield, aceleyle
olumsuz bilgilere karşın adamın akademik kariyerinin çok iyi olduğunu
da ekledi. Bu araştırmaya ilgi göstermesi olumlu bir unsurdu
ve projenin üzerindeki tüm ticari spekülasyonların silinmesine
yarıyordu. Ayrıca Whitehall tüm karmaşık kişilik yapısı
yetmezmiş gibi, judonun daha öldürücü bir dalı olan jukatoda
da siyah kuşak sahibiydi.
"Kingston'daki adamlarımız Whitehail'un ekipte bulunmasına
sevindiler. Sanınm ona Batı Hint Adaları Üniversitesinde bir
kürsü önerecekler. Eğer yeterince dolgun bir ücret verirlerse,
kabul edeceğinden eminim... Şimdi sıra son isme geldi." Warfield
gözlüğünü çıkarıp kâğıtların üzerine bıraktı ve inoe, kemikli
burnunu ovuşturdu. "Bayan Alison Gerrard Booth."
Alex tedirgin oldu. Warfield genç kadını onayladığını daha
önce bildirmişti. McAuliff, Dunstone'da tanımadığı adamların ya
da vızıldayan bilgisayarların ortaya çıkardığı özel yaşam bulgularını
dinlemek istemiyordu.

yarıyordu. Ayrıca Whitehall tüm karmaşık kişilik yapısı


yetmezmiş gibi, judonun daha öldürücü bir dalı olan jukatoda
da siyah kuşak sahibiydi.
"Kingston'daki adamlarımız Whitehail'un ekipte bulunmasına
sevindiler. Sanınm ona Batı Hint Adaları Üniversitesinde bir
kürsü önerecekler. Eğer yeterince dolgun bir ücret verirlerse,
kabul edeceğinden eminim... Şimdi sıra son isme geldi." Warfield
gözlüğünü çıkarıp kâğıtların üzerine bıraktı ve inoe, kemikli
burnunu ovuşturdu. "Bayan Alison Gerrard Booth."
Alex tedirgin oldu. Warfield genç kadını onayladığını daha
önce bildirmişti. McAuliff, Dunstone'da tanımadığı adamların ya
da vızıldayan bilgisayarların ortaya çıkardığı özel yaşam bulgularını
dinlemek istemiyordu.

"Hiç kuşkusuz. Çok üstün nftetykleri var ve bir an önce İngiltere'den


uzaklaşmak için can atıyor."

"Bana yaptığı açıklamayı kabul ettim. Kısa bir süre önce boşanmış
ve anladığım kadarıyla şu anda içinde bulunduğu koşullardan
hoşlanmıyor."

"Bunları mı anlattı?"
"Evet ve ona inandım."

"Evet ve ona inandım."

"Hayır. Ben de sormadım."

"Bence bilmenizde yarar var. David Booth soylu bir ailenin


oğlu ve neredeyse ailesinin beş kuruşluk geliri kalmadı. Booth
bir ithalat-ihracat firmasının ortağı ve şirketin defterleri durumun
pek parlak olmadığını gösteriyor... Ne var ki, David Booth son
derece lüks bir yaşam sürüyor. Burada ve kıta Avrupa'sında bir
sürü evi var; pahalı arabalar kullanıyor, lüks kulüplere üyeliğini
sürdürüyor. Biraz çelişkili değil mi sizce?*

"Haklısınız. Bunu nasıl yapıyor?"

"Uyuşturucu," dedi Julian Warfield sanki saati söylermiş gibi


sakin bir sesle. "Korsika ve Marsilya'da iş gören Fransız-
Amerikan kaçakçılannın kuryeliğini yapıyor."

Birkaç dakika konuşmadılar. McAuliff sözlerin ardındaki


imayı anladı ve sonunda söze başladı. "Bayan Booth, Korsika,
Zaire ve Türkiye'de araştırma gezilerine katılmış. Yani onun da
işin içinde olduğunu söylüyorsunuz."

"Olabilir ama sanmıyorum. Eğer katıldıysa bunu bilerek


yapmamıştır. Zaten kocasından da boşandı. Biz yalnızca kocasının
bu işe bulaştığını öğrenmiş olduğunu varsayıyoruz. O yüzden
de İngiltere'de kalmaktan korkuyor. Geri dönmeyeceğine
inanıyoruz."

— 55 —

Sessizliği yine Alex bozdu. "Korkuyor derken, tehdit edildiğini


mi söylemek istediniz?"

"Olabilir. Bildikleri kendi açısından zararlı olabilir Booth,


boşanma işine pek iyi gözle bakmadı. Gerçi kadın peşinde koşan
bir erkek olduğu için öfkesi herhalde sevgi yüzünden değil,
yaptığı yolculukların amacının ortaya çıkması kuşkusundan kaynaklandı."
Warfield kâğıtlan katlayıp tekrar cebine yerleştirdi.

"Bence oldukça önemli bir durum bu. Kabul etmeye hazır


olduğumu sanmıyorum."

"Bayan Booth hakkındaki bu bilgiyi size verdim, çünkü kolayca


öğrenebileceğinizi düşündük. Amacımız sizi düşkırıklığına
uğratmak değil, hazırlıktı olmanızı sağlamaktı."

uğratmak değil, hazırlıktı olmanızı sağlamaktı."

mesini istiyorsunuz, çünkü kendi açınızdan yararlı olacağına

inanıyorsunuz. Tabii jeolojiyle ilgili nedenler yüzünden değil."

Ağır ol Alex. Ağır ol! "Böylesine karmaşık zamanlarda her

şeyi düşünmek gerekir."

"Bundan hiç hoşlanmadım!"

"Belki siz bunu hiç düşünmediniz, ama onun Londra'ya

oranla Jamaika'da daha güven içinde olacağını düşünüyoruz...

Siz de endişeleniyorsunuz değil mi? Geçen hafta onunla sık sık

görüştünüz."

"Takip edilmekten de hoşlanmıyorum." Bundan başka söy


leyecek bir şey gelmemişti aklına.

"Her şey güvenliğiniz için en asgari düzeyde yapıldı," diye

yanıtladı Warfield hemen.

"Neye karşı? Tanrı aşkına, kimden korumaya çalışıyorsu

nuz beni?" McAuliff yaşlı adama bakarken ondan ne denli nefret

ettiğini düşünüyordu. Koruma konusunda Warfield'in, Ham

mond'dan daha açık konuşup konuşmayacağını ya da önceki

araştırma ekibinden söz edip etmeyeceğini merak ediyordu.

"Sanırım bunu bilmeye hakkım var," diye ekledi öfkeyle.

— 56 —

"Öğreneceksiniz, ama önce size şu kâğıtlart göstermek istiyorum.


Her şeyin istediğiniz gibi olduğuna inanıyorum" diyerek
zarfı açıp birbirine zımbalanmış kâğıtları çıkardı Alex uzanıp
kendi tarafındaki okuma lambasını yaktı ve bir hafta önce imzaladığı
Anlaşma Mektubunun kopyalarını atlayıp en alttaki kâğıda
göz attı. New York'taki Chase Bankasından, İsviçre deki hesaoına
aktarılan paranın makbuzu, her iki ülke için gereken vergilerin
ödendiğini ve net tutarın 1,270,000 dolar olduğunu gösteriyordu.
Dikkatle Warfield'e baktı. "Yaptığımız anfaşmaya göre,
toplam tutann dörtte birini ekip Kingston'a varınca ödeyecektiniz.
Bundan öncesi için yalnızca günlük giderlerimi ve eğer anlaşmayı
iptal edersek her gün için 500 dolar ödeyecektiniz. Bu
değişiklik niçin yapıldı?"
"Ön hazırlık çalışmalarından çok memnun olduğumuzu
göstermek istedik."
"Size inanmıyorum..."
"Ayrıca anlaşma koşullarında bir değişiklik olmadı. İmzalanan
anlaşmaya göre paranın en az dörtte birini, araştırmanın
başlangıcından en geç bir gün önce ödeyeceğimiz belirtilmişti.
Dörtte birden fazlası ya da erken ödeme konusunda bir madde
yoktu... Sevineceğinizi düşünmüştük." Yaşlı adam Saville Row
giysileri içindeki Ghandi gibi küçük ellerini kucağında kavuşturdu.
^
McAuliff banka mektubunu bir kez daha okudu. "Burada
paranın bugüne dek yapılan hizmetlerin karşılığı olarak transfer
edildiği yazılı. Eğer ben Jamaika'ya gitmezsem, geri almak için
çok uğraşacaksınız. Ayrıca gizlilik konusunda paranoyaya yaklaşan
tutumunuzu düşününce, paranın pek üstünde durmayacağınızı
sanıyorum... Hayır, Bay Warfield, sizin yapınıza pek de
uygun bir davranış değil."
"Bay McAuliff, sizin kuşağınız inanç duygusuna pek fazla
sahip değil." Tatlı tatlı gülümsedi ihtiyar adam.
— 57 —

"Kaba davranmak istemem ama sizde böyle bir duygu olduğuna


inanmıyorum. Bu nedenle yapınıza uymayan bir davranışta
bulunduğunuzu yineliyorum."

"Pekâlâ," dedi Warfield. "Konu aslında sizin devamlı sorduğunuz


ve bizim de gerekli olduğuna inandığımız koruma unsuruna
dayanıyor... Artık siz bizden birisiniz, Alexander Tarquin
McAuliff. Dunstone\ın planlarının çok önemli bir parçası sayılırsınız.
Katkılarınızı bizim müdürlere aktarıp sizin de onlarla aynı
düzeye yükseltildiğinizi bildirdik. Bu nedenle sanki bizlerden birine
ödeme yapar gibi hesabtfiıza para aktardık. Dediğiniz gibi
böylesine yüklü miktarların başka türlü transfer edilmesi olanaksızdı."

"Ne anlatmaya çalışıyorsunuz?"

"Bize karşı çıkmaya çalışmayın, artık işimizin bir parçası oldunuz.


Herhangi bir nedenle Dunstone'un işlerini onaylamadığınızı
düşünürseniz, kendinizi asla bizden uzaklaştırmaya çalışmayın.
Kimse size inanmayacaktır."

Kimse size inanmayacaktır."

payım?"

"Çünkü ilerlememizi durdurmak isteyen bazı unsurlar oldu

ğunu düşünüyoruz. Belki sizinle temasa geçmeyi denerler; bel

ki temas kurmuşlardır bile. Artık sizin geleceğiniz bizim yanımız

da olacak. Parasal açıdan, belki ideolojik açıdan ve kesinlikle

yasal açıdan bizim tarafımızda olacaksınız."

Alex dışarıya baktı. Uzun bir yol katetmişlerdi ve çirkin

renkli ışıklan sisin etkisiyle sönükleşmiş Piccadilly Meydanına

yaklaşıyorlardı.
"Bu akşam ısrarla kimi arıyordunuz?" İhtiyar adam artık gü

"Bu akşam ısrarla kimi arıyordunuz?" İhtiyar adam artık gü

Alex tekrar ona döndü. "Sizi kesinlikle ilgilendirmez ama

Bayan Booth1 u arıyordum. Yarın öğle yemeğinde buluşacağız.

Siz acilen buluşmamızı bildirince, gece yarısından sonra onu

rahatsız etmemek içiri önceden bulmaya çalıştan. Aklınıza gelen


neydi?"
"Düşmanca davranmanıza gerek..."
"Unutmuşum," diye sözünü kesti Alex. "Beni bazı unsurlardan
korumaya çalışıyorsunuz."
"Biraz daha ayrıntılı konuşabiliriz," derken Julian Warfield
bakışlarını genç adamın gözlerinin içine dikti. "Bana yalan söylemenizin
anlamı olmayacağı için, gerçeği anlatacağınıza inanıyorum.
'Halidon' kelimesinin sizin için anlamı nedir, Bay McA~

Rock müziğin çılgın temposu kulaklarda uğuldarken, elle


tutulurcasına yoğunlaşmış sigara dumanına belirsizce karışan
esrar kokusu gözleri yaşartıyordu. McAuliff birbirine kâfjşan kol
bacak ormanında kendine güçlükle bir yol açarak salonun arka
tarafındaki bara yaklaşmayı başardı.
Saint George'un Baykuşu en hızlı saatlerini yaşıyordu. Psikodelik
ışıklar gitgide artan bir hızla tavan ve duvarlarda oynaşırken,
insan bedenleri düz durmayı bilmezmiş gibi kıvranmayı
sürdürmekteydi.
Yanında iki erkek ve üç kadınla yuvarlak bir locada oturan
Hammond'ın oldukça komik bir görünümü vardı. Dans edenlerin
arasından onu izleyen Alex, masad^ oturan 'normal giyimi*
dört kişinin çoktan orta yaşı geçtiğini farketti. Yalnızca yanlarındaki
genç çift bu ortama uyum sağlıyordu. Kuşaklar arasındaki
farkı kapatmaya çabalayan, tedirgin ama oyunu sürdürmeye
kararlı ana babalar görüntüsü oldukça inandırıcıydı.
High Hoiborn Caddesinin köşesindeki adamın sözlerini
anımsadı Alex: Barda bekleyin, o sizinle temas kuracaktır. Maun
— 59 —

bara, sonunda bir kol boyu mesafeye kadar yaklaşabildi ve saçı


röfleli siyah barmene siparişini avaz avaz bağırarak verdi. Hammond'ın
ne zaman harekete geçeceğini merak ederken, fazla
uzun beklemek istemediğini düşünüyordu. İngiliz ajana anlatacağı
çok şey vardı. |jg)j

"Pardon, sizin isminiz McAuliff değil mi?" Kulağının dibinde


bağıran sesi duyunca irkilerek kadehindeki içkinin bir kısmını
döktü. Hammond'ın masasında oturan genç adam gelmişti yanına.
Anlaşılan ajan fazla zaman yitirmeyecekti.

"Evet Niçin sordunuz?"


"Kız arkadaşımın annesiyle babası sizi tanıyormuş. Davet
etmemi istediler. "

Oyun içinde oyun duygusuna kapıldı Alex. Önceden prova


edilmiş gibi son derece bildik bir diyalog, sıkıntılı görünen izleyicilerin
karşısında oynanmaktaydı. Ama karşılaştığı sürpriz,
Hammond'ın ne denli yetenekli olduğunu düşünmesine yol aç

tı. . . X .

Masanın öbür tarafında oturan çifti gerçekten tanıyordu

Alex. Çok iyi dost oldukları söylenemese de daha önceki Lond

ra yolculuklarında birkaç kez karşılaşmışlardı. Koşullar anımsa

tılmadıkça insanın sokakta ya da Saint George'un Baykuşu gibi

bir barda karşılaştığı anda anımsayacağı tipler değildiler.


Beş dakika kadar karşımdakilerin kim olduğunu anımsa

Beş dakika kadar karşımdakilerin kim olduğunu anımsa

"Senin kim olduğunu biliyorlar mı?"

"Ara sıra gülmeyi unutma," diyerek gülümsedi Hammond.

"Benim şu koskocaman hükümet piramitinin bir köşesindeki loş

odada rakamlarla uğraşıp durduğumu sanıyorlar... Böyle bir or

tamın hazırlanması gerekliydi. Warfield seni izleyenlerin sayışım

artırdı. Bu durumdan hoşlanmadık tabii. Belki bizi farketmiştir

ama pek de sanmıyoruz."

"Bir şeyleri farkettiğinden eminim," diyerek sahte bir gülüş

salıverdi Alex. "Seninte konuşmam gereken çok şey var. Nere


de buluşabiliriz?"

de buluşabiliriz?"

"Burada konuşabiliriz. BirblrftfWzle sohbet etmemizi kimse


yadırgamasa da ara sıra onlarla da konuş. Hem burası birkaç
gün sonra buluşmak için iyi bir neden oluşturabilir.11
"Olanaksız. Öbür gün sabah erkenden Kingston'a doğru
yola çıkıyorum."
Hammond elinde kadehiyle kalakaldı. "Bu kadar çabuk
mu? Hiç tahmin etmemiştik."
"Aslında en önemli konu bu değil. Warfield'in Halidon'dan
haberi var. Yani benim bu sözcük hakkında ne bildiğimi sordu?"
"Nee?" 1
"Bay McAuliff?" diye seslendi masanın öteki tarafında oturan
adam. "Sanırım Kent'te oturan Benson'lan tanıyorsunuz..."
Zamanlama harika, diye düşündü Alex. Hammond'ın şaşkınlığı
anında öfkeli bir kabullenmeye dönüştü. Bir türlü anımsayamadığı
çiftle yaptığı sohbet, ajanın rahatça düşünme fırsatı
kazanmasına neden oldu.
"Tam olarak ne dedi?" diye sordu Hammond. Dönen parlak
ışıklar masaya vurmuş, İngiHz ajanı garip bir görünüme sokmuştu.
"Kelimesi kelimesine ne söyledi?"
"Tam olarak 'Halidon kelimesinin sizin içki anlamı nedir,
Bay McAuliff?' diye sordu."
"Ne yanıt verdin?"
"Verecek bir yanıtım yoktu. New Jersey'de bir kasaba ad»
olduğunu söyledim."
"Galiba yazılışı ve okunuşu biraz farklı. Bu açıklamanı kabul
etti mi?" t
"Niçin etmesin? Başka bir şey çimiyorum ki..."
"Bu sözcüğü daha önce duymuş olduğun gerçeğini belli
etmediğinden emin misin1? Bu nokta çok önemli."
"Evet sanırım. Doğrusunu istersen o anda aklımda başka
sorunlar vardı. Bir sürü sorun ve..."
"Aynı konuya tekrar döndü mü?" diye sözünü kesti Hammond.

"Hayır dönmedi. Dikkatle yüzüme baktı ama bir daha sözünü


etmedi... Sence bunun anlamı ne?"

Birdenbire kendini müziğin ritmine kaptırmış bakışları uzaklara


dalmış bir genç çılgınlar gibi dans ederek masaya yaklaştı
ve kelimeleri ağzında yuvarlayarak. "Şu ihtiyar analara babalara
bakın! Çocukların eğlencesini izliyorsunuz, değil mi?" diye sordu.

"Hay allah!" diye bağırdı Hammond kadehindekf içki üstüne


dökülünce.
"Barmeni çağır babalık! İhtiyar Edinburgh'un hesabına yazdır.
Eski dostumdur. Hey gidi iyi kalpli Edinburgh."
Genç geldiği gibi gitti. Masadaki orta yaşlılarsa Hammond
ile ilgilenmesi için barın patronunu aranırken, gençler ortalığı
yatıştırmaya çabalıyorlardı.

Genç geldiği gibi gitti. Masadaki orta yaşlılarsa Hammond


ile ilgilenmesi için barın patronunu aranırken, gençler ortalığı
yatıştırmaya çabalıyorlardı.

kadar." Cebinden mendilini çıkarıp gömleğini sildi ve masadaki

sohbetler kesildiği yerden tekrar başladı. Alex ile konuşmaya

başlayan Hammond'ın yüzündeki gülüşle söylediklerinin hiç il

gisi yoktu. "Bir dakika sonra gidiyorum. Eğer gerekirse seninle

yarın temas kuranz."

"Yani... adamın masaya çarpması bir işaret miydi?"

"Şimdi beni iyi dinle. Tekrarlamaya vaktim olmayacak.

Kingston'a vannca bir süre tek başına kalacaksın. Doğrusunu

istersen, bu kadar erken gideceğin aklımıza gelmemişti..."


"Bir dakika!" diye sözünü kesti Alex öfkeyle. "Sen dinle. Gü

venlik içinde olacağımı, yirmi dört saat temas kuracağım insan

ların bulunacağını söylemiştin. Buna dayanarak söylediklerini

kabul ettim ben."

"Değişen bir şey yok," diye yanıtladı Hammond gülümseye

rek. Aralarındaki düşmanca kıvılcımları eritmeye çabalıyor gibiy

di." Temas kuracağın kişileri biliyorsun. On sekiz, yirmi tane

isim ezberledin."

"Onlar adanın kuzeyinde, Kingeton'da değil. Kentteki «simleri


de vermelisin bana!"
"Yarın elimizden geler# yaparız."
'Yeterli değil!"|
"Yetmek zorunda, Bay McAuliff," dedi Hammond soğuk bir
sesle. "Kingston'da Viktorya Parkın doğusundaki Duke Sokağında
Tallon's adında bir balıkçı dükkânı var. Ancak çok zor durumda
kalıp bilgi aktarmak istersen patronu gör. Adamın sağ eli
romatizma yüzünden çalışmıyor; yalnızca bilgi aktarabilir, başka
türlü yardımı dokunamaz....Artık gitmek zorundayım."
"Söylemem gereken başka şeyler de var," diyerek ajanın
kolunu tuttu Alex.
"Şimdilik kalsın..."
"Bir dakika... Alison Booth konusunu biliyordun değil mi?"
"Kocasını mı ?"
"Evet."»,
"Biliyorduk. Doğrusunu istersen önceleri Dunstone'un adamı
olduğunu bile düşündük... Haa, sen Warfield'in Halidon'dan
niçin söz ettiğini sormuştun. Bana kalırsa bizden fazla bir şey
bilmiyor ve öğrenmek için elinden geleni yapıyor."
Hammond yaşından beklenmeyen bir çeviklikle yerinden
kalkıp masadakilere iyi geceler dileyerek locadan çıktı. McAuliff,
ajanla birlikte olduğunu düşündüğü orta yaşlı kadının yanında
kalmıştı. Tanıştırıldıkları zaman ismini duyamamıştı ama kadının
gözlerindeki saklamaya çalıştığı korku, kim olduğunu belli ediyordu.
Kararsız bir gülüş dolaştı kadının dudaklarında.
"Demek o genç adam sizsiniz..." Bayan Hammond duraklayıp
içkisini içti.
"Pek de genç sayılmam," derken kadının ellerinin titrediğini
farketti. Bir saat önce Warfield'in karşısında kendisi de aynı durumda
kalmıştı. "Bu gürültüde konuşmak çok zor. Hele şu işıklar.
l
Bayan Hammond söylenenlere ilgi duymuyor gibiydi. Rengârenk,
parlak ışıklar ürkmüş ifadesi üzerinde dolaşıyordu. Çok

garip, Hammond'ın bir özel yaşamı olacağı hiç aklıma gelmemişti,


diye düşündü Alex.
Bunları düşünürken kadın sıkıca kolundan tuttu ve usulca
kulağına fısıldadı. 'Tanrı aşkına ardından gidin!11

Dans edenler adeta önüne bir duvar örmüştü. Güçlükle


kendine bi^ yol açarken küfür sözcükleri kulağına çalınıyordu.
Masaya çarparak Hammond'a mesaj veren genci aradı ama
hiçbir yerde göremedi.

Sonra kalabalık pistin öteki tarafında birkaç kişinin bir adamı


dar koridora doğru ittiğini farketti. İteklenen adam Hammond'dı!

Tekrar etten duvarı yarmaya çalıştı. O sırada ihyan bir zenci


yolunu kesti.

"Hey, ahbap! Yeter artık! Buranın sahibi misin yoksa?"

"Çekil yolumdan! Çek ellerini üstümden!"


"Zevkte ahbap!" dedi zenci ve yumruğunu Alexin midesine

"Zevkte ahbap!" dedi zenci ve yumruğunu Alexin midesine

diğince hızla ayağa kalkıp saldırırken zenci bu kez bileğini ya

kalayıp büktü ve Alex ne olup bittiğini farketmeyen insanların

arasında yere yuvarlandı. Ayağa kalktığı zaman zenci ortalıkta

yoktu.

Son derece garip ve acı veren bir deneyim yaşamıştı.

Salonu kaplayan duman ve kokunun başını döndürdüğünü

hissedince derin soluklar almaya çalıştı. Gücü biraz azalmışsa

da amacına ulaşmaya kararlıydı. Kalabalığın arasından geçip

dar koridora girdi.


Sağ taraftaki tuvaletin kapısında "Piliçler" soldakinde ise

Sağ taraftaki tuvaletin kapısında "Piliçler" soldakinde ise

ran kocaman kült hesabını ödemeden çıkmak isteyenlere geçiş

olmadığını anlatıyordu. Ne var ki, şimdi kilit açılmış ve kapatıl

madan yerine takılmıştı.

McAuliff kilidi yerinden çıkarıp kapıyı açtı ve çöp bidonlarının


sıralandığı kapkaranlık dar bir sokağa çıktı. Çevredeki apartmanlann
ışıkları, sisin etkisiyle bulanıklaşarak yolu biraz olsun
aydınlatıyordu. Sağ tarafta yüksek duvarlı bir çıkmaz sokak, solda
İse yine çöp bidonlannın dayanılmaz kokusunun doldurduğu
dar bir geçit vardı.
McAuliff sola yöneldi ve kaldırıma varmadan üç metre önce
yerdeki kırmızı birikintiyi farketti. Son hızla sokağa vannca kalabalığın
azalmakta olduğunu gördü. Özel kulüpler, yasadışı kumarhaneler
ve çeşitli fiyatlarla farklı cinsel ilişkilerin yaşandığı
mekânlar gibi, Soho eğlenceleri de artık kapalı kapılar ardında
sürüyordu. Gözleriyle çevreyi araştırıp olağanüstü bir şey görmeye
çabaladı.
Hiçbir şey yoktu.
Kan gölcükleri gelip geçenlerin ayak izleriyle dağılmış ve
kaldınmın kenarında son bulmuştu, Hammond bir arabaya bindirilip
götürülmüştü.
Sırtına abanan ellerin ağırlığını hissedip son anda yan döndü
ve kendini sokak ortasına fırlatılmaktan kurtardı. Ona saldıran
ihyan zenci duramayıp sokağa fırladı ve süratte yaklaşan bir
Bentley'in önüne duştu. Arabayla adamın bedeni birleştiği anda
duyulan çığlık ölümün sesiydi. Tekerleklerin haykırışı McAuliffin
kanını dondurmuştu. Bentley hızını kesmeden ilerleyip adamın
üzerinden geçti. Ardından kaldırıma tırmanarak sola dönüp
gözden kayboldu. İnsanlar bağrışır, koşuşurken fahişeler kapı
içlerine saklandı, satıcıları da ceplerini korumaya aldı. Bu sırada
kanlar içindeki cesedin başında duran McAuliffse aslında kendisinin
öldürülmek İstendiğini düşünüyordu.
Nereye gittiğini bilmeden koşmaya başladı. Cesedin çevresinde
toplanan kalabalıktan uzaklaşmaktan başka bir şey düşünmüyordu.
Sorular sorulacak, tanıklar aranacaktı. İnsanlar

Hiçbir şey yoktu.


Kan gölcükleri gelip geçenlerin ayak izleriyle dağılmış ve
kaldınmın kenarında son bulmuştu, Hammond bir arabaya bindirilip
götürülmüştü.
Sırtına abanan ellerin ağırlığını hissedip son anda yan döndü
ve kendini sokak ortasına fırlatılmaktan kurtardı. Ona saldıran
ihyan zenci duramayıp sokağa fırladı ve süratte yaklaşan bir
Bentley'in önüne duştu. Arabayla adamın bedeni birleştiği anda
duyulan çığlık ölümün sesiydi. Tekerleklerin haykırışı McAuliffin
kanını dondurmuştu. Bentley hızını kesmeden ilerleyip adamın
üzerinden geçti. Ardından kaldırıma tırmanarak sola dönüp
gözden kayboldu. İnsanlar bağrışır, koşuşurken fahişeler kapı
içlerine saklandı, satıcıları da ceplerini korumaya aldı. Bu sırada
kanlar içindeki cesedin başında duran McAuliffse aslında kendisinin
öldürülmek İstendiğini düşünüyordu.
Nereye gittiğini bilmeden koşmaya başladı. Cesedin çevresinde
toplanan kalabalıktan uzaklaşmaktan başka bir şey düşünmüyordu.
Sorular sorulacak, tanıklar aranacaktı. İnsanlar
65 — F:5
kazayla ilgisi olduğunu farkedecekti ama onun buna verecek
yanıtı yoktu. Ne olduğunu öğrenmeden kimliğinin ortaya çıkmasını
istemiyordu.

Ölen zenci Saint George'un Baykuşu adlı barın pistinde midesine


indirdiği yumrukla onu yolundan alıkoymuş olan adamdı.
"Piliçler" ve "Horozlar" yazılı kapıların arasındaki koridordan
zamanında çıkıp Hammond'a ulaşmasını engellemişti.

indirdiği yumrukla onu yolundan alıkoymuş olan adamdı.


"Piliçler" ve "Horozlar" yazılı kapıların arasındaki koridordan
zamanında çıkıp Hammond'a ulaşmasını engellemişti.

Birdenbire yanından geçtiği kişilerin kendisine baktıklarını


hissetti. Tabii ki koştuğu, daha doğrusu gereğinden fazla hızlı
yürüdüğü için dikkat çekiyordu. Sisli bir Soho sokağında, gecenin
bu saatinde koşturan biri olağan bir manzara değildi. Dikkat
çekmemek için adımlarım yavaşlattı ve tanımadık sokaklarda
amaçsız yürüyüşünü sürdürdü.

Yine herkes ona bakıyordu. Paniğe kapılmamaya çalışarak


düşünmeye zorladı kendini.

Ve anladı: Yanağından aşağıya süzülen kanın ılıklığını hissetti.


İriyarı zenci onu yola itmeye çalışırken yüzünün yandığını
farketmişti. Bella adamın yüzüğü ya da tırnağı yanağını kesmişti.
Mendilini çıkarmak için elini cebine atınca, ceketinin yan tarafının
tümüyle söküldüğünü anladı.

Aman Tannm, ne manzara! Yırtık ceketli, yanağı kanayan


bir adam Soho'daki ölüden kaçmaya çalışıyor.

Ölmüş değil, öldürülmüştü zenci ve aslında McAuliff için


planlanan cinayete kurban gitmişti. Son hızla gelen Bentley'in
altında kendisinin kalması istenmişti.

İlerde bir telefon kulübesi görüp cebinden bozuk paralarını


çıkarırken adımlarını sıklaştırdı. Kulübenin içi kapkaranlıktı. Cebinden
çakmağını çıkardı ve alevin ışığında derin bir soluk olarak
numarayı çevirdi.

— 66 —

"Neler olup bittiğini biliyoruz," dedi telefona çıkan adam.


'Tam olarak neredesiniz?"
"Bilmiyorum. Koşup kaçtım... Birkaç sokak geçtim..,*
"Nerede olduğunuzu öğrenmek zorundayız... Saint George-'
un Baykuşu'ndan çıktıktan sonra ne tarafa döndünüz?"
"Yalnızca koştum. Allah kahretsin, kaçtım diyorum size. Bîri
beni öldürmek istedi."
"Ne tarafa koştunuz, Bay McAuliff?"
"Sağa doğru... dört, beş blok kadar. Sonra tekrar sağa
döndüm... iki blok sonra sola döndüm sanmm."
"Pekâlâ, gevşeyin biraz... Telefon kulübesinden anyorsu
nuz, değil mi?"
"Evet... tabii.. Bana neler olduğunu söyleyin! Sokak tabelası
filan göremiyorum. Birtakım binaların karşısındayım yalnızca."
"Lütfen sakin olun." Küçümser gibi konuşan İngiliz, insanı
çıldırtabilirdi. "Kulübenin yakınındaki binalar neye benziyor? Gözünüze
takılanları, ayrıntıları anlatm bana."
McAuliff sisin görüşünü engellediğini söyleyip görebildiklerini
anlattı. "Şimdi buradan çıkacağım. Bir taksiye atlayıp sizin
yanınıza geleceğim. Ne tarafa gitmeliyim?"
"Hiçbir yere gitmiyorsunuz, Bay McAuliff!" Sakin, soğuk ses
birdenbire sertleşmişti. "Olduğunuz yerde kalın. Eğer kulübede
lamba varsa, kırıp yok edin. Nerede olduğunuzu biliyoruz. Birkaç
dakika içinde sizi alacağız."
Alex almacı yerine bıraktı. Tabii ki kulübenin lambası yanmıyordu.
Soho serserileri çoktan halletmişlerdi. Düşünmeye çabaladıysa
da hiçbir yanıt bulamadı. Yalnızca yeni emirler almıştı.
Delilikti bu. Yaşadığı son yarım saat çılgınlıktan başka bir
şey değildi. Yüzü kan içinde, ceketi yırtılmış, karanlık bir telefon
kulübesinde sigara yakmaktan korkarak öylece beklemesinin
bir anlamı var mıydı?
Kulübenin dışında bir adam avucundaki bozuklukları şıngırdatarak
bekliyordu. Telefondaki ses dışarı çıkmamasını emret—
67 —

misti ama böyle davranırsa bekleyen adamın tepkisine yol açacaktı.


Belki birini daha araması iyi olurdu. Ama kimi? Alison'ı
mı? Yoo, hayır... şu anda onunla konuşmak yerine yalnızca düşünmeliydi.

mı? Yoo, hayır... şu anda onunla konuşmak yerine yalnızca düşünmeliydi.

Aman Tannm! Vietnam'da yaşanan öldürücü öfkeyi nere

deyse Soho'nun arka sokaklarına taşıyacaktı. Aralarında bir pa

ralel çizip kendini buna uyarlamaya çabalıyordu.

Kapıyı açarken mendiliyle yanağını kuruladı ve adamdan

özür dileyerek dışarı çıktı. Kulübenin karşısındaki kapının boşlu


ğuna sığınıp beklemeye başladı.

ğuna sığınıp beklemeye başladı.

zünü tutmuştu. Kısa bir süre sonra Alex'in daha önce de bindiği

araba göründü ve gelip tam kulübenin önünde durdu.

McAuliff karanlıktan çıkıp hızla arabaya yaklaşırken arka ka

pı açıldı ve içeri girdi.

Ve donup kaldı.

Arka koltukta bir zenci oturuyordu. Bu adamın Saint Geor

ge'un Baykuşu barının önündeki sokakta ezilmiş bir ceset ol

ması gerekiyordu! "Evet, Bay McAuliff, benim," dedi ölmüş ol

ması gerekeh zenci. "Size vurduğum için özür dilerim, ama işi
mize burnunuzu sokuyordunuz. İyi misiniz?"

mize burnunuzu sokuyordunuz. İyi misiniz?"

tuğun kenannda kalakalmıştı. "Ben sandım ki... yani ben gör

düm..."

— 68 —

'Doğruca Hammond'a gidiyoruz. Her şeyi daha iyi anlayacaksınız.


Arkanıza yaslanın. Çok kötü bir zaman geçirdiniz...
Bunlann hiçbiri beklenmiyordu doğrusunu isterseniz."
"Sizin öldürüldüğünüzü gördüm!" Kendini tutamadan ağzından
çıkmıştı bu sözcükler.
"Benim gibi iriyarı bir siyahın öldürüldüğünü gördünüz. Aslında
tüm siyahların birbirine benzediği esprisi artık can sıkıyor.
Hem yakışıksız, hem de gerçekdışı bir tanım. Her neyse, benim
İsmim Tallon."
McAuliff adama bakakaldı. "Hayır, olamaz. Tallon, Kingston'daki
Viktorya Parkın yakınındaki balıkçının ismi."
Zenci usulca güldü. "Çok iyi, Bay McAuliff. Yalnızca sizi sınamak
istemiştim. Sigara içer misiniz?"
Alex minnet duyarak aldı sigarayı. Tallon'un çaktığı kibritle
sigarasını yaktı ve derin bir soluk çekerek kendini toplamaya
çalıştı.
Bakıştan ellerinin hareketine takılınca şaşırıp tedirgin oldu.
Sigaranın ateşini avucunda gizliyordu, tıpkı Vietnam tepelerinde
yüzyıllar Önce bir piyade subayı olarak yaptığı gibi...
Kentin dışına doğru yaklaşık yirmi dakika süren yolculuk sırasında
nerelerden geçtiklerine dikkat etmedi McAuliff. Aklı yalnızca
vermesi gereken karara takılmıştı. Bir balama bu karar, sigaranın
ateşini gizleyen ellerinin hareketine bağlıydı. Esmeyen
bir rüzgârdan mı korumaya çalışıyordu sigarasını? Yoksa yerini
belli etmekten mi çekinmişti? Ya da düşman tetikçilerinden gizlenmeye
mi çabalıyordu?
Hayır, McAuliff asker değildi ve hiçbir zaman da olmamıştı.
Hayatta kalması bu gibi hareketlere bağlı olduğu için içgüdüsel
olarak yapmıştı bir zamanlar. Hiçbir savaşın adamı değildi ve
sağ kalmaktan başka düşüncesi olmamıştı. Hammond'ın savaşına
da ilgi duymuyordu.

Viktorya Parkın yakınındaki balıkçının ismi."


Zenci usulca güldü. "Çok iyi, Bay McAuliff. Yalnızca sizi sınamak
istemiştim. Sigara içer misiniz?"
Alex minnet duyarak aldı sigarayı. Tallon'un çaktığı kibritle
sigarasını yaktı ve derin bir soluk çekerek kendini toplamaya
çalıştı.
Bakıştan ellerinin hareketine takılınca şaşırıp tedirgin oldu.
Sigaranın ateşini avucunda gizliyordu, tıpkı Vietnam tepelerinde
yüzyıllar Önce bir piyade subayı olarak yaptığı gibi...
Kentin dışına doğru yaklaşık yirmi dakika süren yolculuk sırasında
nerelerden geçtiklerine dikkat etmedi McAuliff. Aklı yalnızca
vermesi gereken karara takılmıştı. Bir balama bu karar, sigaranın
ateşini gizleyen ellerinin hareketine bağlıydı. Esmeyen
bir rüzgârdan mı korumaya çalışıyordu sigarasını? Yoksa yerini
belli etmekten mi çekinmişti? Ya da düşman tetikçilerinden gizlenmeye
mi çabalıyordu?
Hayır, McAuliff asker değildi ve hiçbir zaman da olmamıştı.
Hayatta kalması bu gibi hareketlere bağlı olduğu için içgüdüsel
olarak yapmıştı bir zamanlar. Hiçbir savaşın adamı değildi ve
sağ kalmaktan başka düşüncesi olmamıştı. Hammond'ın savaşına
da ilgi duymuyordu.

Bir tek otun bite görünmediği tarlalann arasındaki bir yola


sapmıştı araba. Yaklaşık beş dönümlük arazi, daha çok inşaat
sahasını andırıyordu. Tarlanın öte yanında Alex'in Thames nehri
olduğunu sandığı bir akarsu vardı. Depoya benzeyen büyük kare
biçimi binalar çarptı gözüne. Nehrin kıyısında yer alan depolar.
Nerede bulundukları hakkında hiçbir fikri yoktu.

sapmıştı araba. Yaklaşık beş dönümlük arazi, daha çok inşaat


sahasını andırıyordu. Tarlanın öte yanında Alex'in Thames nehri
olduğunu sandığı bir akarsu vardı. Depoya benzeyen büyük kare
biçimi binalar çarptı gözüne. Nehrin kıyısında yer alan depolar.
Nerede bulundukları hakkında hiçbir fikri yoktu.

Tallon'un ardından inen McAuliff iç ışığı yanan arabaya

yaklaştı. Gördüğü manzara karşısında şaşkınlığa düşerek, bir

kez daha Hammond'ın savaşından kendi uzak tutma konusun

da aldığı karara kesinlikle uymak istediğini düşündü.

Gömleği ve paltosu omuzlama atılmış* arka koltukta otu

ran İngiliz ajanın mide ve karnındaki geniş beyaz sargılar rahat


ça görülüyordu. Gözlerinin hafifçe kısılması çektiği acıyı belli et

ça görülüyordu. Gözlerinin hafifçe kısılması çektiği acıyı belli et

kerlerde aynı görüntüyle karşılaşmıştı Alex.

Hammond bıçaklanmıştı.

"Seni buraya iki nedenle getirttim, McAuiiff ve inan bana

bunu yapmakla büyük bir kumar oynuyorum," dedi İngiliz ajan.

"Bizi yalnız bırak lütfen," diye ekledi zenciye dönerek.

"Sizin hastanede olmanız gerekmez mi?"

"Hayır, yara pek derin değil."

"Bıçaklanmışsın, Hammond," diye atıldı McAuliff. "Bence

yeterince ciddi bir sorun bu."

"Olayı abartma sakın, önemli değil. Gördüğün gibi hâlâ ya


nşıyorum."

nşıyorum."

— 70 —

"Şansın olup bitenlerle hiç ilgisi yok! Senin bunu iyice anlamanı
istiyorum."
"Pekâlâ, sen kötü insanları yok eden, asla yenilmeyen intikam
tanrısı Kaptan Marvel'sin."
"Ben yalnızca majestelerinin hizmetinde çalışan elli yaşında
bir görevliyim... Gençliğimde iyi bir futbolcu bile olamadım.
Eğer sen sözümü dinleyip dans pistinde bir sahne yaratmasaydın,
şimdi bu sargıların içinde olmayacaktım."
"Neee?"
"Sözümü kesme. Benim tehlikede olduğum anlaşıldığı anda,
tehlike unsuru ortadan kaldırıldı. Bir tek saniye bile hayatım
tehlikede değildi."
"Öyle mi dersin? Midendeki yirmi beş santimlik sargılann
anlamı ne peki? Sahra'da su satar gibisin, Hammond."
"Senin yarattığın panik nedeniyle yara aldım! Programımızdaki
en önemli teması gerçekleştirmek üzereydim halbuki. Daha
doğrusu senin görüşmen gerektiğini düşündüğümüz kişiyle
temas kuracaktım."
"Halidon mu?"
"Öyle olduğunu düşünüyoruz ama ne yazık ki artık kanıtlayamıyoruz.
Gel benimle." Hammond bir eliyle ön koltuğun sırtlığına
dayanarak acı içinde arabadan indi. Alex yardım etmek
için atıldıysa da reddedileceğini farkederek kendini tuttu. Paltosunun
cebinden bir elfeneri çıkaran ajan, McAutöfTi öteki arabaya
doğru götürdü. Gölgelerin arasında bekleyen adamlar geriye
çekildiler.
Arabada iki kişi vardı. Biri direksiyonun üzerine, diğeri arka
koltuğa yığılmış cansız yatıyordu. Hammond fenerin ışığını cesetlerin
üzerinde gezdirdi. Pek de pahalı olmayan ciddi takım
elbiseler giymiş, otuz yaşlarında, karaderili iki erkek cesedi.
McAuliff şaşırmıştı. Arabanın içinde hiçbir şiddet izi, kan damlası
ya da kırık cam parçaları yoktu. Son derece temiz, sakin ve huzur
doluydu. Uzun bir iş gezisinden dönerken, yolun kenarında
—71 —

biraz kestiren iki işadamına benziyorlardı. Hammond'ın sesi


Alexin şaşkınlığını yanıtladı.

•Siyanür."
"Niçin?1
"Herhalde fanatiktiler. İstemeden bilgi vermek yerine bu yolu
seçtiler. Bizi yanlış anladılar. Her şey beni izlemek için Saint
George'un Baykuşu barından çıkmaya çalışmanla başladı. İlk
kapıldıktan paniğin sonucunda beni yaraladılar."

George'un Baykuşu barından çıkmaya çalışmanla başladı. İlk


kapıldıktan paniğin sonucunda beni yaraladılar."

"Seni buraya getirmenin bir kumar olduğunu söyle..."

"Bana ders vermekten vazgeç!"

"Şunu asla akimdan çıkarma: Biz olmazsak ancak dört ay

kadar hayatta kalabilirsin."

"Sana göre öyle." Ne var ki ajanın varsayım ve kararları

McAuliff in inanmak istemediği kadar tutarlıydı.

Alex arkasını dönüp nedensiz yere ceketinin yırtık astannı

tümüyle kopardı ve arabanın kaputuna yaslandı. "Bu gece için

beni sorumlu tuttuğuna göre, neler olup bittiğini söyler misin?"

Hammond anlattı. Birkaç gün önce MI 5'in gözetleme ekibi


Dunstone'un işlerine karışan ikinci bir 'gücün' varlığını ortaya çı

karmıştı. Üç ya da dört, kimliği bilinmeyen karaderili sık sık orta

ya çıkıyordu. Fotoğraftan çekilip, lokantalarda filan bıraktıkları

parmak izleri alınnvş ve hem Scotland Yard, hem de Göçmen

Bürosunun bîlgisayarlanna verilmişti. Hiçbir kayıt olmadığına

göre, ülkeye yasadışı yollardan girmişlerdi. Dunstone açısından

bu adamlann olumsuz' olduğunu varsaymak gerekiyordu. Ayrı

ca adamlardan biri bu akşam kendisini farkeden bir Dunstone

görevlisini öldürmüştü.

"İşte o zaman, hedefimizin doğru olduğunu anladık," dedi


Hammond. "Artık geriye onlarla temas kurmaktan başka yapacak
bir şey kalmamıştı. Hatta bir ara, adamlarla seni bu sabah
— 72 —

karşılaştırmayı bile düşündüm. Her şey çok kısa sürede çözülebilecekti..."

UsteHk kimliği bilmeyen adamlar temas kurma konusunda

bir girişimde bile bulunmuşlardı. "Öylesine sevindik ki, neredeyse

Britanya İmparatorluğunun geri kalanını onlara vermeyi

önerecektik. Ama tabii bir tuzak olmasından korkuyorlardı."

Irk ve renk ayrımı gözetilmeyen bir bar olan Saint Geor

ge'un Baykuşu'nda rahat edebilecekleri düşünülerek randevu

verilmişti. Hammond ile Alexin görüşmesinden sonra sabaha

karşı saat 2.30'da buluşacaklardı.

Alex panik içinde ajanı arayıp buluşmak için ısrar edince

Hammond kararını vermişti. Amerikalıyı da Soho'da kulübe davet

edecek ve verdiği kararın hatalı olduğunu anlarsa onu bulunduğu

yerde durdurabilecekti. Eğer karan doğruysa, herkes

birbirini tanımış olacaktı.

"Ya Warfield'in adamları?" diye sordu Alex. "Beni izleyenlerin

sayısını artırdığını söylemiştin."

"Yalan söyledim. Senin olduğun yerde kalmam istiyordum.

Warfield peşine bir tek kişi takmıştı ve onu yanlış tarafa yönelttik.

Üstelik Dunstone şimdi kendi dertleriyle ilgileniyor. Adamlarından

biri öldürüldü. Seni bundan sorumlu tutamazlar."

Önceleri her şey Hammond'ın tahmin ettiği gibi gelişmişti.


"Londra'da tanıdığın herkesi biliyoruz, dostum." Alex'i uzaktan
tanıyanlar davet edilmiş ve olayların birbirini izlemesi beklenmişti.
Ne var ki, zaman içinde değişiklikler olduğu ortaya çıkıverdi.
Önce Alex, araştırma ekibinin iki gün İçinde yola çıkacağını
söylemişti ve MI 5'le ve denizaşırı ülkelerde görev yapan MI 6
henüz onlan Kingston'da karşılamaya hazır değildi. Sonra Warfield'in
'Halidon' sözcüğünün anlamını sorduğu ortaya çıkmıştı.
Elbette Dunstone ilk ekibi kimin öldürdüğünü kendi yöntemleriyle
araştırıyordu. Ama yine de MI 5, şirketin bu kadar çabuk
ilerleyebileceğini hiç tahmin etmemişti. Bundan sonraki kötü
— 73 —

"Londra'da tanıdığın herkesi biliyoruz, dostum." Alex'i uzaktan


tanıyanlar davet edilmiş ve olayların birbirini izlemesi beklenmişti.
Ne var ki, zaman içinde değişiklikler olduğu ortaya çıkıverdi.
Önce Alex, araştırma ekibinin iki gün İçinde yola çıkacağını
söylemişti ve MI 5'le ve denizaşırı ülkelerde görev yapan MI 6
henüz onlan Kingston'da karşılamaya hazır değildi. Sonra Warfield'in
'Halidon' sözcüğünün anlamını sorduğu ortaya çıkmıştı.
Elbette Dunstone ilk ekibi kimin öldürdüğünü kendi yöntemleriyle
araştırıyordu. Ama yine de MI 5, şirketin bu kadar çabuk
ilerleyebileceğini hiç tahmin etmemişti. Bundan sonraki kötü
— 73 —

"Yirmi dört saatte bir alışılmamış bir şifre açıklarız ve hepsi


'tehlikeli durum, hemen bulunduğun yeri terket' anlamını taşır.
Eğer sözcük tekrarlanırsa, kimliğimiz açığa çıktı ya da yanlış kişiler
tarafından anlaşıldı anlamına gelir. Silahların hazır olması
gerekiyor demektir."

İşte o anda Hammond yaptığı büyük hatayı farketmişti.


Ajanları Warfield'in adamlarını yanlış yöne sevketmeyi başarmışlardı
ama siyahları şaşırtamamışlardı. Kimliği bilinmeyen kişiler
McAuliffin uzun Mreüre Julian Warfield ile birlikte olduğunu
görmüştü. Alex bara girdikten birkaç dakika sonra peşindeki
siyahlardan biri, arkadaşlarının tuzağa düştüğünü varsayarak

siyahlardan biri, arkadaşlarının tuzağa düştüğünü varsayarak


— 74 —

çıkarken iyiniyet duygularının yeniden canlanacağını umuyorduk.


Üçüncü adandın kaybolmasına bilinçli olarak göz yumduk.
Kendi açımızdan iyiniyetlmizi anlatmaya çabalıyorduk."
MI 5 görevlileri terkedilmiş tarlaya gelmiş ve Hammond'ın
ilk tedavisinin yapılması için bir doktor çağrılmıştı. Kimliği bilinmeyen
iki siyah, ellerinden silahlan ve arabanın anahtarlan alınarak
kendi aralarında konuşup kuşkularından sıyrılmaları için
yalnız bırakılmışlardı.
"Kaçmak için çabaladılar ama tabii arabanın anahtarı üzerinde
değildi. Onlar da zehir haplarını içip yaşamlarına son verdiler.
Sonuçta bize güvenmedikleri anlaşılıyordu."
McAuliff uzun bir sessizlikten sonra konuştu. "Yalnız, senin
'iyiniyet göstericin' beni öldürmeye kalkıştı."
"Anlıyorum. İngiltere'de kalan sürücüyü bulmak zorundayız.
Ancak, bizim sorumlu tutulmayacağımızı da bilmelisin, çünkü
talimatlarımızı yerine getirmedin."
"Bunu sonra tartışırız," diye sözünü kesti Alex. "Beni buraya
iki nedenle getirttiğini söylemiştin. Birincisini anlıyorum: Senin
adamların hızlı hareket eder ve eğer talimatlara uyarsam, güvenliğimi
garanti altına alırlar. İkincisi nedir?"
Hammond karşısına geçip Alexin gözlerinin içine baktı.
"Artık bundan böyle başka bir seçeneğin kalmadığını bildirmek
istedipı. Devam etmek zorundasın. Çok fazla şey oldu. İşlere
gereğinden fazla bulaştın."
"Warfield de bunları söyledi."
"Haklıdır." \
"Ya reddedersem? Ya bavulumu alıp çekip gidersem?"
"Senden kuşkulanıp yok etmeye çalışırlar. Peşine düşerler.
İnan bana, bunları daha önce de yaşadım."
"Bir mali danışman için inanılmaz laflar."
"Bunlar yalnızca unvan, Bay McAuliff. Hiçbir anlamı yok."
"Karın öyle düşünmüyor."

•Anlamadım!11 Hammond derin bir soluk aldı. Sorunun yanıtını


kendi bulmuştu. "Seni peşimden o gönderdi."
"Evet."

Bu kez Hammond'ın sesi çıkmadı. Alex de sessizliği boz

maya niyetli değildi. Elli yaşındaki ajanın karmaşık duygularından


sıyrılıp kendini toparlamasını izliyordu.
"Her şeye karşın, talimatlanma uymadığın bir gerçek," dedi
Hammond sonunda.

"Seninle birlikte yaşamak pek zevkli olmalı."


"İman alışır," diye yanıtladı Hammond. "Birkaç ay boyunca

"İman alışır," diye yanıtladı Hammond. "Birkaç ay boyunca

İKİNCİ BÖLÜM
Kingston!

Kırmızı-turuncu güneş, dalgalı mavi bir halı gibi uzanan


gökyüzünde bir delik açmış gibiydi. San ışıklar daha aşağıdaki
bulutları çevrelerken, morumsu-siyah boşluk tam tepelerinde
kalmıştı. Yumuşak Karayip gecesi kısa bir süre sonra dünyanın
bu bölgesini örtecek, uçak Port RoyaPa indiği zaman karanlık
basmış olacaktı.

McAuliff, uçağın renkli camından ufka baktı. Yanındaki koltukta


Alison Booth uyuyordu.

Koridorun karşısındaki koltuklarda Jensen çifti vardı. Politik


görüşleri ortanın soluna kayan kişiler olsalar da British Airways'in
birinci sınıf lüksüne hiç de suçluluk duygusuna kapılmadan
alışıverdiler, diye düşündü Alex. Sanki yıllardır tadını biliyorlarmış
gibi en iyi şarapları, kaz ciğeri ezmesi ve portakal soslu
ördek »smarlamışlardı. Acaba Warfield yanılıyor mu, diye merak
etti. Sovyet Bloğunun dışında tanıdığı tüm solcular mizah
duygusundan yoksundu ama Jensen'ler farklıydı.

gibi en iyi şarapları, kaz ciğeri ezmesi ve portakal soslu


ördek »smarlamışlardı. Acaba Warfield yanılıyor mu, diye merak
etti. Sovyet Bloğunun dışında tanıdığı tüm solcular mizah
duygusundan yoksundu ama Jensen'ler farklıydı.

McAuliff ile Alison da bir süre Charles Whitehall ve dostuyla


birlikte salonda birkaç kadeh içmişlerdi. WhitehaH'un beyaz tenli
içkici dostu, güneybatı Jamaika'nın en büyük servetlerinden

— 79 —

birinin işsiz gezen mirasçısıydı. Adamın alkol bulutları arasında


öne sürdüğü pek de parlak ve komik olmayan görüşlerine, Whitehall1
un neşeyle katılmasını izlemek Aiex'i rahatsız etmişti. İkinci
kadehten sonra Alison usulca koluna dokunarak sıkıldığını
belli etmişti. Doğrusu Alex de yeterince sıkılmış sayılırdı.
Londra'daki son iki gün öyle yoğun geçmişti ki, Alison ile
istediği kadar beraber olamamıştı. Gerekli araç gereci satın almak,
kiralamak, pasaportları hazırlatmak, aşıların gerekli olup
olmadığını öğrenmek; Montego, Kingston ve Ocho Rios'daki
bankalarda hesap açmak ve uzun süreli bir araştırma gezisi için
yapılması gereken daha binlerce iş, zamanının tümünü kaplamıştı.
Dunstone kendi ismini kullanmadan perde arkasından
epey yardımcı olmuştu. En azından nerede, kiminle görüşmesi

Londra'daki son iki gün öyle yoğun geçmişti ki, Alison ile
istediği kadar beraber olamamıştı. Gerekli araç gereci satın almak,
kiralamak, pasaportları hazırlatmak, aşıların gerekli olup
olmadığını öğrenmek; Montego, Kingston ve Ocho Rios'daki
bankalarda hesap açmak ve uzun süreli bir araştırma gezisi için
yapılması gereken daha binlerce iş, zamanının tümünü kaplamıştı.
Dunstone kendi ismini kullanmadan perde arkasından
epey yardımcı olmuştu. En azından nerede, kiminle görüşmesi

Alex bîr akşam, kendileriyle Kingston'da buluşacak olan


Sam Tucker dışında tüm ekibi Simpsons'da yemeğe davet etmişti.
Tahmin ettiği gibi herkes birbiriyle iyi anlaşmış, bildiği çalışmalarına
övgüler yağdırmıştı. İçlerinde en tanınmış olan Whitehall
da hak ettiği tebrikleri almıştı. Ruth Jensen ile Alison'ın
gerçekten birbirlerinden hoşlandıkları belliydi. Ruth'un kocası
Peter, genç Ferguson'a iyi bir baba yaklaşımı sergilemiş, genç
adamın bitmek bilmeyen şakalarına kahkahalarla gülmüştü. Ve
Charles Whitehall kendini herkesten biraz uzak tutup, son derece
kibar ve iyi yetişmiş olduğunu sergilerken gerekli oranlarda
alçakgönüllülük ve zekâ pırıltısını da göstermeyi ihmal etmemiş

ti, m
Alex, Saint George'un Baykuşu bannda ve Londra'nın dışındaki
ıssız bölgede yaşanan tüm çılgınlıklardan sonra, ertesi
gün öğle yemeğinde Alison ile buluşurken, çelişkili duygulann
etkisinde kalmıştı. Eski kocasının gizli kapaklı işlerinden söz etmemiş
olması onu kırıyorsa da Hammond'ın varsaydığı gibi
Warfield'in casusu olduğuna inanmıyordu. Anlamı yoktu. Genç

Alex, Saint George'un Baykuşu bannda ve Londra'nın dışındaki


ıssız bölgede yaşanan tüm çılgınlıklardan sonra, ertesi
gün öğle yemeğinde Alison ile buluşurken, çelişkili duygulann
etkisinde kalmıştı. Eski kocasının gizli kapaklı işlerinden söz etmemiş
olması onu kırıyorsa da Hammond'ın varsaydığı gibi
Warfield'in casusu olduğuna inanmıyordu. Anlamı yoktu. Genç

kadın da en az Alex kadar bağımsızlığına düşkündü ve patronun


casusu olmak bağımsızlığını yitirmek demekti. Alison duygularını
belli etmeden bu oyunu sürdürecek biri değildi.
Alex yine de onu eski kocası hakkında konuşturmaya çalıştı.
Genç kadın uyuyan yılantan uyandırmamak gibi klişeler kullanarak
yanıtladı çabalarını; David BootfVu onunla tartışmaya henüz
hazır değildi.
"Hanımlar, beyler, kaptanınız Thomas konuşuyor," diyen bir
erkek sesi uçağı doldurdu. "Jamaika'nın kuzeydoğu sahiline
yaklaşıyoruz ve birkaç dakika içinde Port Antonio'ya ulaşıp Port
Royal'deki Palisados Havalimanına inmek üzere alçalmaya başlayacağa.
Tüm yolcuların koltuklarına dönmelerini rica ederim.
Blue sıradağları üzerinde biraz sarsılabiliriz. Vanş zamanı Jamaika
saatiyle 8:20 olarak tahmin edilmektedir. Kingston'da hava
bulutsuz ve sıcak, görüş açıktır..."
Sakin, otoriter ses, konuşmasını bitirince McAuliff in aklına
Hammond geldi. Eğer konuşan kişi İngiliz ajan olsaydı, herhalde
sesi Kaptan Thomas gibi çıkardı.
Hammond ile son görüşmesi pek de iyi koşullarda gerçekleşmemişti.
Ajan, verilen talimatları kesinlikle yerine getirmesini
adeta emredercesine söyleyince, Alex de kendi açısından karşı
çıkmıştı. Dunstone Şirketinden bir milyon dolar daha gelecekti
ve ne olursa olsun bu parayı almak istiyordu.
Hammond bunun üzerine patlamışö. İki mUyon dolann ölü
bir jeologa ne yararı olabilirdi? Aslında Alex kendisine sağlanan
uyarı ve koruma için para ödemeliydi. Sonunda ajan, onun işbirliğini
sağlayabilmek için başka bir dürtüye ihtiyaç olduğunu
algılamıştı. Hayatta kalmayı başarmak soyut bir kavramdı; başaramamak
ise deneyimlerle öğrenilemezdi.
Sabahın erken saatinde geçici bir otel görevlisi McAuliff e
bir anlaşma mektubu getirdi. High Holborn Caddesinin köşesinde
konuştuğu kahverengi ceketi! adamı tanıdı Alex. Anlaşma

mektubu "ücretini yitirirse" bir milyon dolar tazminat alacağım


bildiriyordu.

Ancak, bu geziyi tek parça halinde tamamlamayı başarırsa


parayı alabilecekti. Tüm amacı bu doğrultuda olan Alex, mektubu
New York'a postaladı.
Bu davranışın anlamını merak ediyordu McAuliff. Ajanın karısının
fısıltılı sesindeki müthiş korkuyu kim açıklayabilirdi? Hammond
özel yaşamında nasıl bir insandı acaba? Ne var ki, bu konudaki
soruların yanıtlanmayacağından emindi.

Bu davranışın anlamını merak ediyordu McAuliff. Ajanın karısının


fısıltılı sesindeki müthiş korkuyu kim açıklayabilirdi? Hammond
özel yaşamında nasıl bir insandı acaba? Ne var ki, bu konudaki
soruların yanıtlanmayacağından emindi.

Ve bir de Halidon vardı.

Anlamı neydi? Ne olabilirdi?

Bir siyah mıydı?

Herhalde. Ama belki de değil demişti Hammond. Çok fazla

bilgi kaynağı, büyük sektörler üzerinde güçlü etkisi ve epeyce

parası vardı. Belki tümüyle siyah değildi.

Bu sözcük dehşet verici koşullar altında ortaya çıkmıştı. İlk

araştırma ekibine katılmış olan İngiliz ajan, başka bir ekip üye
siyle birlikte Cock Pit bölgesinde, Martha Brae nehri kıyısında

siyle birlikte Cock Pit bölgesinde, Martha Brae nehri kıyısında

rindeki araç gereçleri kurtarmaya çalıştıklarını ve dumandan bo

ğulup bambulann arasında yanarak öldüklerini gösteriyordu.

Aslında çok önemli bir nokta daha vardı ve Hammond bile bunu

anlatırken zorluk çekiyordu.

İki adam çok değerli araç ve gereçlerin yakınındaki ağaçla

ra bambu dallanyla bağlanmışlardı. Tabii kurtulma fırsatları ol

mamıştı. Ne var ki, ajan, bir ölçüm aletinin madeni kutusuna tek

bir sözcük kazımayı başarmıştı.


Halidon.

Halidon.

nin parçasıyla kazıdığı gerçeğini ortaya çıkarmıştı.

— 82 —

Bilinen bir tanımı yoktu. Bir isim mUHnsan mı? Uç heceli bir
sesleniş mi? Anlamı neydi?
"Ne kadar güzel, değil mi?" Alison uyanmış pencereden dışarı
bakıyordu.
"Uyandın demek."
"Bir erkek hiç bitmeyecekmiş gibi konuşup durdu." Gülümseyerek
uzun bacaklarını gevşetti ve derin bir solukla esneyince
göğüsleri dikleşip" beyaz ipek bluzunu gerginleştirdi. McAuliff
gözlerini, ondan ayıramadı. Alison bunu farkedip muzipçe gülümsedi.
"Konumuzla ilgisi var mı, Dr. McAuliff?"
"Bu sözcük başınızı derde sokacak, Bayan Booth."
"Derhal kullanmaktan vazgeçerim. Aslına bakarsan, seninle
tanışana dek pek sık kullandığımı anımsamıyorum."
"Aradaki bağlantı hoşuma gidiyor, devam et."
Alison gülerek, iki koltuğun arasında duran çantasına uzandı.
Uçak hava boşluğuna girince birkaç kez sallandılar ve çanta
doğruca Alexin kucağına düştü. Ruj, pudra, kibrit ve kısa kalın
bir silindir bacaklarının araşma yuvarlandı. Kararsızlık dolu bir
dakika yaşandı. El çantaları insanların kişiliklerinin aynası olduğundan
sahiplerine böyle bir durumda avantaj sağladıkları söylenemezdi.
Üstelik Alison elini bir erkeğin bacaklannın arasına
uzatıp eşyalarını toplayacak yapıda bir kadın değildi.
"Yere düşen olmadı," dedi Alex çantasını uzatırken. Ruj ve
pudriyerini verirken bakışları elindeki silindire takıldı. Yan tarafında;
S 312 GAZ İÇERİKLİ
ASKER VE/VEYA POLİS KULLANIMI İÇİN
RUHSAT NUMARASI 4316
KAYIT: 1-6
sözcükleri okunuyordu. Silinmez mürekkeple yazılan ruhsat tarih
ve numarası, bir ay kadar Önce verildiğini gösteriyordu.
"Uçak kaçırmayı mı planlıyordun? Öldürücü bir görünüşü
var," dedi Alex.
— 83 —

Uçak hava boşluğuna girince birkaç kez sallandılar ve çanta


doğruca Alexin kucağına düştü. Ruj, pudra, kibrit ve kısa kalın
bir silindir bacaklarının araşma yuvarlandı. Kararsızlık dolu bir
dakika yaşandı. El çantaları insanların kişiliklerinin aynası olduğundan
sahiplerine böyle bir durumda avantaj sağladıkları söylenemezdi.
Üstelik Alison elini bir erkeğin bacaklannın arasına
uzatıp eşyalarını toplayacak yapıda bir kadın değildi.
"Yere düşen olmadı," dedi Alex çantasını uzatırken. Ruj ve
pudriyerini verirken bakışları elindeki silindire takıldı. Yan tarafında;
S 312 GAZ İÇERİKLİ
ASKER VE/VEYA POLİS KULLANIMI İÇİN
RUHSAT NUMARASI 4316
KAYIT: 1-6
sözcükleri okunuyordu. Silinmez mürekkeple yazılan ruhsat tarih
ve numarası, bir ay kadar Önce verildiğini gösteriyordu.
"Uçak kaçırmayı mı planlıyordun? Öldürücü bir görünüşü
var," dedi Alex.
— 83 —

"Elbette," diyerek sigara paketini uzattı Alex ve yaktıktan


sonra yumuşak bir sesle sordu. "Niçin bana yalan söylüyorsun
Alison?"
'Söylemiyorum. Bence küstahlık ediyorsun."

"Kesinlikle hayır," diyerek gülümsedi Alex. "Londra polisi


apartmanında olay çıktığı için gaz spreyi vermez insana. Üstelik
sen ordudan birine hiç benzemiyorsun." Bunu söylerken belki
de hata ettiğini düşündü. Yoksa Alison Booth, Hammond'ın gizli
ajanı mıydı? Varsaydığı gibi Warfield için değil de İngiliz Gizli
Servisi adına mı çalışıyordu.

"Bazı ayrıcalıklar tanınır. Gerçekten doğru söylüyorum,

Alex." Adamın gözlerinin içine bakarken yalan söylemediği bel

liydi.

"Aklıma gelen bir nedeni söyleyebilir miyim?"

"Eğer istersen."

"Sebebi David Booth mu?"

Alison bakışlarını kaçırıp sigarasından derin bir nefes çekti.


"Öğrendin demek. Onun için mi geçen akşam bana sorular

"Öğrendin demek. Onun için mi geçen akşam bana sorular

"Evet, öğrenemeyeceğimi mi düşünmüştün?"

"Pek üstünde durmadım... Hayır, bu doğru değil. Eğer işe

alınmama yardım edecekse, öğrenmeni istedim sanınm. Ama

kendim anlatamazdım."

"Niçin?" W

"Off, Alex, sen kendin söyledin! Son derece profesyonel

yaklaşımı olan uzmanları arıyordun. Kişisel sorunları olanlarla

uğraşmayacaktın herhalde! Anladığım kadanyla bunu buseydin,

beni listeye bile almazdın." Gülüşü silinmiş, gözlerini endişe

kaplamıştı.

"Şu Booth esaslı bir adam olmalı."


— 84 —

— 84 —
Aslında çok hasta ve kötü bir İnsan.;;Ama David İle her zaman
başa çıkabilirim. Hep yaptım zaten. Son derece korkaktır."
"Kötü insanların çoğu böyledir."
"Ancak tek sorun David değil. Başka biri. Yanında çalıştığı
adam."
"Kim o?"
"Bir Fransız soylusu. Bir marki. Adı Chatellerauit."
Ekip üyeleri taksilere doluşup Kingston'a doğru yola çıkarken,
Alison eğitim bakanlığına bağlı görevlilerin yardımıyla araç
gereçleri bir an önce almak için bekleyen Alexin yanında kaldı.
Londra'daki akademisyenlerin yaranda olduğu gibi, burada da
Jamaikalıların belli belirsiz hoşnutsuzluğu ite karşılaştı McAuliff.
Sanki hiç karaderili jeolog yok mu, diye düşündüklerini hissediyordu.
Haki üniformaları dikkatle ütülenmiş gümrükçüler, her birinin
içinde kaçak mallar varmış gibi kutuları teker teker incelemek
için ısrar ederek bu izlenimi pekiştirdiler. Uçağın inişinden
epey sonra, Alex ne yapacağını şaşırmış bir durumda işlemlerin
tamamlanmasını bekleyip durdu. ^
Bir buçuk saat sonra tüm kutular aranmış ve yurtiçi nakliye
için Ocho Rios'daki Boscobel Havalimanına götürülmek üzere
işaretlenmişti. Alex sinirinden dişlerini gıcırdatıp yutkunmaya
başlamıştı. Alison'ın kolunu tutup terminalin bir köşesine doğru
çekiştirdi.
"Tanrı aşkına Alex, kolumu morartacaksın!" dedi Alison
kahkahalarını tutmaya çabalarken.
"Özür dilerim. Şu allahın belası herifler sanki dünyanın sahibiymiş
gibi davranıyorlar!"
"Unutma ki yaşadıkları adalara çok kısa bir süre önce sahip
oldular..."
"Sömürge karşıtı söylevlerin sırası değil," diyerek genç kadının
sözünü kesti Alex. "Bir içki içmek istiyorum. Salonda oturalım
biraz."

"Bavullarımız ne olacak?"

"Aman Tanrım, unutmuşum... galiba bu taraftaydı." Sağ taraftaki


kapıyı işaret etti.

"Evet. Genellikle 'Gelen Yolcu' tabelasının anlamı budur."

"Kes sesini. Bavullarımızı alıp birer içki içine dek bir tek laf
daha etmeni istemiyorum. Yanımda çalışan biri olarak sana vereceğim
ilk emir bu."

Ne var ki, bavullar yerinde yoktu. Kimse nerede olduğunu


bilmiyordu. Anlaşılan Londra'dan bir saat önce gelen uçağın
tüm bagajları sahipleri tarafından alınmıştı.
"Biz de aynı uçaktaydık ve bavullarımızı almadık. Gördüğünüz
gibi hatalısınz," dedi Alex bagaj görevlisine sert bir sesle.

"Biz de aynı uçaktaydık ve bavullarımızı almadık. Gördüğünüz


gibi hatalısınz," dedi Alex bagaj görevlisine sert bir sesle.

"British Airways temsilcisi ile görüşmek istiyorum. Nerde

o?"

"Kim?"

"Senin patronun, gtllahın belası!"

"Ben patronum, ahbap!" diye yanıtladı adam öfkeyle.

Alex sonunda sinirlerine hakim olabilmişti. "Bak, burada bir

karışıklık var. Bavullardan havayolu sorumludur, ben bunu söy

lemek isliyorum."
"Sannrayorum, ahbap," diye savunmaya geçti adam telefo

na uzanırken. "British Airways'i arayacağım."

McAuliff Alison'a dönüp, "Bavullarımız herhalde Buenos Ai

res'e filan gidiyordur," dedi alçak sesle.

İşte, ahbap," diyerek almacı uzattı görevli. "Sen konuş lüt

fen." • ^ . ^

•Efendim?" £
"Dr. McAuliff mi?" diye sordu İngiliz aksanlı ses.
"Evet, benim."
"Biz yalnızca notunuzdaki talimatları uyguladık efendim."

"Hangi not?"

"Birinci sınıf yolculara özgü bir hizmet. Sizin ve Bayan Booth'un


bavulları Courtleigh Manor Oteline götürüldü. Taksi şoförü
bize makbuzu getirdi. Siz böyle istemiştiniz, değil mi?" Telefondaki
ses sanki gereğinden fazla içmiş birine dert anlatmaya
çalışır gibi bir tavır takınmıştı.

ses sanki gereğinden fazla içmiş birine dert anlatmaya


çalışır gibi bir tavır takınmıştı.

"Öyle mi? Ne kadar iyi."

"Bence değil," diye yanıtladı Alex. "Gel gidip şu barı bula

lım."

Alex ve Alison, Palisados Havalimanının geniş pencereli salonunda


bir masaya yerleştiler ve içkilerini getiren kırmızı ceketti
garsonun mırıldandığı folk şarkısına kulak verdiler. Adanın turist
bürosunun, yabancılara hizmet veren herkese folk şarkıları mırıldanıp
ritmik hareketlerle yürümelerini tembih edip etmediğini
düşündü Alex. Kadehine uzanıp viskisinden büyük bir yudum
aldı. İçkiyle pek arası olmayan Alison'ın bile kanma biraz alkol
kanşması için acele ettiğini farketti.

Her şey göz önüne alınınca kendi bavuHannın çalınmış olabileceği


de düşünülebilirdi ama genç kadınınkiler neredeydi?
Üstelik notta hem kendinin, hem de Bayan Booth'un bagajının
götürülmesi belirtilmişti.

götürülmesi belirtilmişti.

"Hayır, olsaydı zaten alarm verirdi. El çantamı uçağa binmeden


önce aratmıştım," dedi Alison. "Gördüğüm kadanyla çok
sakinsin. Hemen telefona koşarak bavulların otele varıp varmadıklarını
kontrol edeceksin sanmıştım oysa... Benimftüer önemli
değil, yanımda İngiltere tahtının mücevherlerini taşımıyorum."

"Çok üzgünüm, Alison," diyerek iskemlesini geri itti. "Hemen


oteli aranm."

"Hayır, lütfen, galiba en doğrusunu yapıyorsun. Sinirlendiğini


belli etmek istemiyorsun. Eğer bavullar yok olmuşsa, yarın
sabah yerine koyamayacağım bir şeyi yitirmiş sayılmam."

"Çok anlayışlısın, teşekkür ederim."

Genç kadın kadehini dudaklarına götürürken, Alex yerini


hafifçe değiştirip salondakileri belli etmeden gözden geçirdi.
Masaların ancak yansı doluydu ve oturdukları köşeden her tarafı
görebiliyordu. İki gece önce High Holborn Caddesinin köşesinde
yaptığı gibi, kimin kendisiyle ilgilendiğini merak ederek
bakışlarını dolaştırdı.

Salonun loş girişinde bir hareket dikkatini çekti. Beyaz


gömlekli, ceketsiz, tıknaz yapılı bir adam geniş kapının önünde
durmuş, olumsuz bir tavırla başım sallayarak kadın görevliyle
konuşuyordu. Alex gözlerini kırpıştırarak bakışlarını adamın üzerinde
yoğunlaştırdı.

Onu tanıyordu.
Avustralya'da Kimberley yaylasındaki tarlalarda görmüştü
onu en son. Sonradan Jamaika'ya döndüğünü söylemişlerdi.

Robert Hanley pilottu. Kapının önünde durmuş, salonda birini


arıyordu. Alex içgüdüsel olarak kendisiyle görüşmek istediğini
hissetti.

"Bağışla beni," dedi Alison'a. "Eğer yanılmıyorsam, bir tanıdığımı


gördüm. Galiba beni arıyor."

Salonun gölgeleri arasında kapıya doğru yürürken, Karayipler'de


karşılaşacağı herkesten çok, Robert Hanley'in bu işe
karışmasının doğru olacağını düşünüyordu. Dürüst bir insandı
Hanley ve güvenilirliğinden dolayı gizli kapaklı dünyayla iş yapabilirdi.
Son derece neşeli, sert, birçok konuda deneyimli bir
profesyoneldi. Tüm koşullar kırkından fazla yaşamayacağını
gösterirken, o altmışına yaklaşmıştı ve şimdi kırk beşinden fazla

— 88 —

göstermiyordu. Kısacık kesilmiş kısJtmsı san saçlarına ak bite


düşmemişti.
MRobertrf
"Alexander!"
İki erkek tokalaşıp birbirinin omzunu tuttu.
"Yanımda oturan hanıma senin beni aradığını söylüyordum.
Doğrusunu istersen yanılmış olmayı dilerdim."
"Keşke yanılsaydın, evlat."
"Ben de bundan korkuyordum. Ne oldu? Hadi gel."
"Bir dakika. Önce sana haberi vereyim. Öfke krizine hanımefendinin
tanık olmasını istemezsin, herhalde." Hanley onu kapıdan
uzaklaştırdı. "Konu Sam Tucker."
"Sam mi? Nerede o?"
"Sorun bu zaten, evlat. Bilmiyorum. Sam üç gün önce
Mo'Bay'e geldi ve beni Port Antone'dan aradı. Los Angeles'daki
çocuklar burada olduğumu söylemişler. Tabii, hemen oraya uçtum
ve harika vakit geçirdik. Ayrıntıları boşver. Ertesi sabah
Sam galiba gazete almak için lobiye indi ve bir daha geri dönmedi."

Robert Hanley bir saat sonra Port Antonio'ya geri dönecekti.


Sam Tucker konusundan Alison'a söz etmemeye karar verdiler.
Ayrıca Hanley onu aramayı sürdürecek ve bu konuda Alex'e
bilgi verecekti.
Birlikte bir taksiye atlayıp Kingston'a geldiler. Alex'le Alison
otelde indi; Sam ise uçağının bulunduğu Tinson Pen uçuş alanına
devam edecekti.
Alex, resepsiyon memuruna hiç de hissetmediği bir kayıtsızlıkla,
"Herhalde bavullanmız gelmiştir," dedi.
— 89 —

"Elbette, Bay McAuliff," drye yanıtladı görevli kayıt formlarını


damgalarken. "Birkaç dakika önce getirdiler, biz de odalarınıza
çıkardık. Odalarınız yan yana."

"Ne kadar düşüncelisiniz," derken Alison'ın işitip işitmediğini


merak etti Alex. Gerçi görevli alçak sesle konuşuyor, genç
kadın da tezgâhın öteki ucunda broşürleri gözden geçiriyordu,
ama bakışları duyduğunu betti etti.

Beş dakika sonra odaya çıktıklarında Alison ara kapıyı açıp


yanına gelince, Alex'in daha fazla merak etmesine gerek kalmadığını
anladı.

"Aynen emrettiğiniz gibi davrandım, Bay Patron..." dedi Alison


içeri girerken.
McAuliff elini kaldırıp susmasını işaret etti. Oldukça komik

McAuliff elini kaldırıp susmasını işaret etti. Oldukça komik

hiç aklına gelmemişse de kazık gibi durmanın anlamı yoktu. Ce

ketinin cebinden sigara paketi büyüklüğünde bir tarayıcı çıkar

dı. Hammond'ın verdiği garip araçlardan biriydi bu.

Madeni kutu üçe üç boyutlarındaki bir alanda dinleme aygı

tı bulunup bulunmadığını saptamaya yanyordu. Alex odaya gir

diği anda kullanmaya niyetliydi ama dalgın bir tavırla balkon ka

pılarını açıp, bir süre Blue dağlarının karanlık manzarasını izle

mişti. Alison öfke ve korku dolu gözlerini Alex ile tarayıcı arasın
da <lölaştırdıysa da konuşmama akıllığını gösterdi.

da <lölaştırdıysa da konuşmama akıllığını gösterdi.

yatay ve dikey daireler çizerek dolaşırken kendini aptal gibi his

sediyordu. Adeta odayı vaftiz eder gibi kolunu sallıyor ve o an

da Alison'a bakmaya bile cesaret edemiyordu. Birdenbire utanç

duygusundan sıynldı ve midesinin ortasında bir yanma hissetti.

Soluğunu tutarak tarayıcının ibresine dikti gözlerini. Hammond

ile yaptığı deneylerde ibrenin deliler gibi titrediğini görmüş ve

merakla izlemişti ama şimdi merakın yerini korku almıştı.

— 90 —
Hammond Kİ birlikte yaptığı kollanma alıştırmalarından birini
sürdürmüyordu. Her şeye karşın, gerçekten kullandığı zaman
ibrenin titreyeceği hiç aklına gelmemişti. Ne var ki durduğu yerin
yakınında, görevi odada konuşulanları aktarmak olan yabancı
bir nesne vardı.
Alison'a işaret edip yânına çağırdı ve parmağıyla tarayıcıyı
göstererek tekrar susmasını işaret etti. Kendini bir yanşma
programındaki beceriksiz palyaçolara benzetiyordu. Genç kadının
sesini duyunca bu hissi daha da yoğunlaştı.
"Bana aşağıdaki harika bahçede bir içki içeceğimize söz
vermiştin, öteki fikirlerin şimdilik ertelenmesi gerekir, hayatım."
Alison'ın sözleri son derece doğal ve inandıncıydı.
"Haklısın," derken iyi bir aktör olmadığına karar verdi. "Ama
önce bir duş alayım."
Banyoya geçip musluğu açtı ve kapıyı sesin biraz duyulacağı
kadar aralık bırakarak geri döndü. Tarayıcıya tıpkı Hammond'ın
öğrettiği gibi daha-Küçük daireler çizdirdi. Aygıtın kırmızı
ışığı, duvarın kenarındaki bir sehpanın üzerinde duran bavuluna
yaklaşınca yanıverdi. Minik kırmızı lamba, dinleme cihazının
ancak birkaç santim uzakta olduğunu belirtiyordu.
Dikkatle bavulunu açıp içindekileri yatağın üzerine fırlattı ve
boşalınca elini astarında dolaştırdı. Aldığı dersler sırasında çeşitli
biçim ve ölçülerdeki dinleyicileri tanımıştı ve parmaklan aradığını
çabucak buldu.
Bir ceket düğmesi büyüklüğündeki nesneye Hammond'ın
öğrettiği gibi hiç dokunmadan yedeğini aradı ve bavulun arka
tarafında onu da buldu. Tarayıcıyla odanın geri kalanını dolaşırken
tahmin ettiği gibi ibre hiç oynamadı. Eğer dinleme aygıtı
hareket ettirilebilen bir eşyaya yerleştirilirse, odaya bir başkasının
yerleştirilmesr*gerekmez demişti Hammond. Oda temizdi,
daha doğrusu İngiliz ajanın deyimiyle sterildi.
— 91 —

McAuliff banyoya geçip aceleyle orayı da taradı ve suyu kapatıp


seslendi. "Bavulunu boşalttın mı?" Bu kadar aptalca bir lafı
niçin söylemişti...

"Araştırma gezilerine artık alıştım," diye yanıtladı Alison.


Tüm giysilerim buruşmayan kumaştan ve bekleyebilir. Bahçeyi
görmek istiyorum artık, biraz acele et"

Banyodan çıkarken genç kadının balkon kapısını kapatıp


perdeleri çektiğini gördü. Alison Booth gerektiği gibi davranıyor,
diye geçirdi içinden. Odada bir dinleme cihazı bulunca, sera
gözetleyeceklerini de hesaba katıp önlem al, demişti Hammond
sık sık.

Alison dikkatle yüzüne baktı. "Demek hazırsın. Galiba pek


de iyi traş olamamışsın, ama yine de fena görünmüyorsun. Hadi
gidelim, hayatım."
Koridora çıkınca Alison koluna girdi ve asansöre yaklaştı

Koridora çıkınca Alison koluna girdi ve asansöre yaklaştı

ruyordu. "Aşağıya inene kadar bekle," diye yineliyordu alçak

sesle.

Garson onları bîr masaya oturtunca, yer değiştirmelerini is

teyen yine Alison olmuştu. Kadının, yakın çevresinde palmiyeler

ve başka bitkiler olmayan açıkta bir masayı seçtiğine dikkat etti

Alex. Onlardan başka birkaç çift daha vardı ve dikkati çekecek

yalnız bir erkek ya da kadın görünmüyordu. Genç kadının her

kesi belli etmeden dikkatle incelediği duygusuna kapıldı McA

u»f£ . İli
Garson içkilerini servis yapıp yanlarından ayrılınca Alison
söze başladı.
"Sanırım artık şimdiye dek hiç sözünü etmediğimiz konulardan
konuşmanın zamanı geldi."
Alex ona sigara ikram edip kendi sigarasını yakarken vakit
kazanmaya çalışıyordu ve her ikisi de bunun farkındaydı.

"Yukarda yaptıklarımı gördüğün için üzgünüm; Pek üstünde


durulacak bir şey değil aslında."
"Söylediklerin biraz komik kaçmıyor mu sevgilim, çünkü
neredeyse histeri krizi geçirecektin."
"Çok güzel."
"Güzel olan ne?"
"Bana 'sevgilim1 dedin."
"Lütfen. Daha profesyonelce davranamaz mıyız?"
"Aman Tanrım! Sen böyle misin yani?"
"Ben bir jeologum, ya sen nesin?"
McAuliff ona aldırış etmedi. "Yukardayken heyecanlandığımı
söylemiştin. Haklıydın ama senin hiç heyecanlanmadığın
dikkatimi çekti. Benim elim ayağım birbirine karışırken, sen hep
doğru olanı yaptın."
"Haklısın. Elin ayağına dolaşmıştı... Alex, beni işe almanı biri
mi istedi senden?"
"Hayır. Aslında ekibe almadan önce iyi düşünmemi istediler."
M * t
"Bu da bir hile olabilirdi. İşe ihtiyacım vardı. Ekibe katılabilmek
için seninle yatağa girmeye bile hazırdım... Beni buna zorlamadığın
için teşekkür ederim."
"Senin hakkında hiçbir baskı olmadı, yalnızca bir uyarı geldi
ve bunun nedeni de eski kocanın para kazanmak için yaptığı
yan işlerdi."
"Tüm parasını böyle kazanır ve gelir vergisi ödemezdi. Ama
Londra Üniversitesi Jeofizik Fakültesinin böyle bir bilgiye ulaşmış
olduğuna kesinlikle inanmıyorum. Kraliyet Tarih Derneği de
bunu bilemez."
"Sana hak veremem. Bu araştırmanın giderini dernek ve fakülte
aracılığıyla hükümet karşılıyor. Hükümetler herhangi bir
işe para yatırırken kullandıkları insanlar ve ödedikleri ücretlerle
yakından ilgilenirler." Alex böylesine rahat konuşabildiğine şaşırdı.
Hammond'ın dediği gibi kolayca mantıksal yanıtlar bulabi

liyördu. Yanıtlarını gerçeklere dayandır, olabildiğince yalın konuş...


Sürekli yinelemişti bu sözleri.

•Bu Amerikanvari sözieri bir tarafa bırakalım," diyerek sigara


paketine uzandı Alison. "Herhalde yukarda yaptıklarını açıklayacaksın."
Korktuğu başına gelmişti. Acaba Hammond'ın dediği gibi
davranabilecek miydi? Açıklamaları olabildiğince kısa tut. Yalınlığa
ve sağduyuya özen göster. Her seferinde aynısını tekrarla.
Genç kadının sigarasını yakıp elinden geldiğince sakin bir sesle
yanıtladı.

"Kingston'da bir sürü politik entrikalar dönüyor. Çoğu


önemsizse de bazen İşler sertleşiyor. Bu araştırma da çekememezlik
filan gibi duygular yüzünden tartışmalara neden oldu.M
Gümrükte görmüştün; bizim saygınlığımıza gölge düşürmek isteyenler
var. Garip bir şey olduğunu düşündüğüm zaman kullanmam
için vermişlerdi tarayıcıyı. Bu duyguya kapıldım ve so

nunda haklı çıktım." Alex içkisini bitirirken genç kadının tepkisini

bekledi. Önden geldiğince dürüst davrandığına inanıyordu.

"Bavullarımızdan söz ediyorsun."

"Evet. İddia ettikleri notun bir anlamı yoktu ve oteldeki gö

revli bavulların bizden hemen önce getirildiğini söyledi. Oysa

Palisados Havaalanından iki saat önce alınmışlardı."

"Anlıyorum. Ama bir jeolojik araştırma niçin insanları böyle


sine aşırı davranışlara yönlendirsin? Buna inanmak çok güç,

sine aşırı davranışlara yönlendirsin? Buna inanmak çok güç,

"Düşün biraz. Araştırmalar niçin yapHır? Genel olarak amacı

nedir? Bazı insanlar inşaat yapmayı düşünüyordur, değil mi?"

"Bizimki gibi böylesine geniş alana yayılmış bir araştırmanın


sonucu inşaat olamaz. Akademik açıdan bir inceleme olacağına
inanıyorum. Başka bir şey..." Alison bir anda kalakaldı.
"Aman Tanrım! Eğer başka bir şey varsa, inanılır gibi olmayacaktır!"

— 94 —

"Belki inananlar vardır. Ve eğerlnanıyorlarsa, neler yapacaklarını


tahmin edebiliyor musun?" Alex garsona içkilerini tazelemesini
işaret etti. Alison BootfVun ağzı şaşkınlıktan açık kalmıştı.
"Milyonlar ve milyonlar," dedi genç kadın sakin bir sesle.
"Gördükleri her karış toprağı satın alırlar."
'Tabii eğer doğru yaptıklarına inanırlarsa."
Alex gözlerini çevrelerinde dolanan garsona dikmişti ve Alison
uzanıp elini tutarak yüzüne bakmaya zorladı. "Sonühda
haklı çıkacaklar, değil mi?"

haklı çıkacaklar, değil mi?"

bir anlaşma yaptım ve hem Kraliyet Tarih Demeği, hem de Jamaika'daki

bakanlık bunu onayladı. Sonuçlardan nasıl yararlanacaktan

onların sorunu." Falcı olmadığına göre tümüyle olumsuz

bir yanıt vermesinin anlamı yoktu.

"Sana inanmıyorum. Sana özel talimatlar vermişler."

"Hayır, yalnızca dikkatli davranmamı söylediler."

"Şu tarayıcı gibi aygıtları yalnızca dikkatti davranmasını söyledikleri

insanlara vermezler."

"Ben de böyle düşünmüştüm ama biliyor musun, Alison ikimiz

de hatalıyız. Günümüzde artık tarayıcılar olağan hale geldi.

Özellikle uzak yörelerde iş yaparken. Güven duygusunun varlığı

için iyi bir işaret değil, ama ne yaparsın."

Mırıldandığı şarkının ritmine uyarak yürüyen garson içkilerini

getirdi. Alison gözlerini hâlâ Alex'den ayırmamıştı. McAuliff

pek emin olmamakla birlikte genç kadınm kendisine inanmaya

başladığını hissediyordu. Garson uzaklaşınca Alison sordu.

"Şimdi ne yapacaksın? Şu berbat nesneleri buldun. Ne yapacaksın

onları?"

"Hiçbir şey. Yarın sabah bakanlığa bilgi vereceğim, hepsi o

kadar."

"Yani onları yerinden çıkarıp parçalamayacak mısın? Olduğu

yerde bırakacak mısın?"

— 95 —
Pek sevimli görünmüyordu ama Hammond kesin talimat
vermişti. Eğer bir dinleme aygıtı bulursan yerinde bırak ve kul*
lan. Nesneyi yok etmeden önce Viktorya Park yakınındaki Tak
Ion's adlı balıkçı dükkânına rapor verip gelecek talimatı beklemek
zorundaydı.

"Paramızı onlardan alıyoruz. Herhalde araştırmak isteyeceklerdir.


Ayrıca ne farkeder? Benim gizlim saklım yok."
"Ve de olmayacak/ dedi Alison imalı bir sesle, sonra da yavaşça
elini çekti.

McAuliff birdenbire durumunun garipliğini farketti. Hem komikti,


hem de değildi. "Fikrimi değiştirip şimdi birini arasam, hoşuna
gidecek mi?" diye sordu.

Alison'ın tatlı gülüşü ağır ağır yüzüne yayıldı. "Yok, haksızlık

ettim. Sana inanıyorum. Tanıdığım en vurdumduymaz insansın.

Ya son derece safsın ya da başka amaçların var. Odadayken

çok fazla heyecanlandığın için başka amacın olduğuna inanmı

yorum." Tekrar genç adamın elini tuttu ve Alex diğer eliyle içkisi
ni ağzına götürüp kadehini boşalttı.

ni ağzına götürüp kadehini boşalttı.

"Artık söylemem gerek. Bu açıklamayı sana borçluyum.

Ben İngiltere'ye dönmeyeceğim, Alex. En azından birkaç yıl.

Dönemem, çünkü uzun bir sûre Interpol ile işbirliği yaptım. Şu

küçük böcekleri yakından tanıdım. Dinleme aygıtlarına böcek

diyorlardı."

McAuliff midesinde korkunun yarattığı sızıyı tekrar hissetti.

İngiliz İstihbaratının Alison'ın geri dönmeyeceğine inandığını

Hammond söylemişti. Julian Warfield ise araştırma konusu dı

şında başka katkılanndan dolayı genç kadının yararlı olabilece


ğini düşündüklerini açıklamıştı.

ğini düşündüklerini açıklamıştı.

kullandığı kesindi. Tıpkı kendisinin kullanıldığı gibi.

"Nasıl oldu bu iş?" diye sordu gerektiği kadar şaşırmış gö

rünerek.

— 96 —

Alison daha birinci yılı dolmadan evWfiderinln kötüye gittiğini


anlattı. David'in kendisiyle mesleğini sürdürmek için katıldığı
iş gezileri nedeniyle evlendiğini çok önceden anlamıştı, "...sanki
birileri ona benimle evlenmesini, beni kullanmasını emretmiş gibiydi..."

David karısının katıldığı projelerle yakından ilgileniyordu.


Hiç beklenmedik, adı bilinmeyen ama yüksek ücret ödeyen şirketlerden
durup dururken öneriler gelmeye başlamıştı ve her
seferinde uzak ülkelerde araştırma yapması isteniyordu.
"Zaire, Türkiye ve Korsika'da bu nedenle bulundum. David
de her geziye birkaç günlüğüne ya da haftalığına katıldı..."

"Zaire, Türkiye ve Korsika'da bu nedenle bulundum. David


de her geziye birkaç günlüğüne ya da haftalığına katıldı..."

Sonunda yadsıyamayacağı gerçekleri yüzüne vurup yaptığı


açıklamaların basit yalanlar olduğunu söylemişti. David ağlayıp
yalvarmış, karısına gerçeği anlatmıştı. Seçtiği yaşam biçimini
sürdürebilmek için normal yollardan para kazanmayı beceremediği
için uluslararası boyutta uyuşturucu işine girmişti. Temelinde
yalnızca bir kuryeydi. Ufak bir ithalat-ihracat firmasına ortak
olması karanlık işleri için gerekli bahaneyi yaratıyordu. Firmanın
doğru dürüst bir işi yoktu, pek değerli sayılmayacak sanat
yapıttan satıyordu ama David bu bahanenin ardına gizlenip
kimsenin dikkatini çekmeden istediği gibi seyahat edebiliyordu.
Kaçakçıların dünyasına karışmasının nedeni son derece basitti:
aşırı alkol, bunun sonucunda utanç verici kadınlarla yaşanan
ilişkiler ve kumar borcu. İyi para kazandığı için başka seçeneği

aşırı alkol, bunun sonucunda utanç verici kadınlarla yaşanan


ilişkiler ve kumar borcu. İyi para kazandığı için başka seçeneği
97 — F:7
kalmamış gibiydi ve ayrıca vicdan azabı gibi duygulardan yoksundu.

Ama Alison bu duygudan uzak değildi. Araştırma projeleri


David'in patronlanna masum insanları istedikleri gibi kullanma
fırsatı yaratıyordu Akdeniz'in belirli bölgelerinde çalışacak olan
ekiplerin isimleri David'e veriliyor ve onlarla temas kurup karısını
işe almalarını rica etmesi isteniyordu. Adam, gerekirse kadının
maaşının yansını vermeyi bile öneriyordu. Karısını mutlu etmeye
çabalayan zengin koca görüntüsüyle yaptığı önerilerin hepsi
kabul edilmişti. Üstelik karısına çalışacağı bir "gezi" ayarladığı
için kendi yolculukları iki kez yasal hale geliyordu.

Alison, Korsika'daki çalışmayı yarım bırakacağını söyleyerek


onu tehdit etti. David çılgına dönmüştü. İkisinin de öldürüleceğini
ısrarla söyledi. Öylesine örgütlü bir kötülük dünyası tablosu
çizdi ki, yaşamlarını yitirmekten korkan genç kadın ona boyun
eğdi. Bu araştırmayı tamamlayacaktı ama evlilikleri sona
erecekti Kararını hiçbir şey değiştiremezdi.

Daha doğrusu değiştiremeyeceğine inanıyordu o zaman


lar. Jr.

lar. Jr.

Bir gün sahilden uzakta, deniz dibinden örnekler alırken,

teknenin kamarasında iki adamın bulunduğunu farketti. Interpol

ajanlan kocasını birkaç aydır izlediklerini ve hakkında kanıt top

ladıkların! açıkladılar. Sonuca yaklaşmak üzereydiler.

"Hazırlıklı olduklarını söylememe gerek yok herhalde. Be

nim odam da ancak seninki kadar özel sayılabilirdi..."

Kocası ona inanılmaz bir kötülük ağından söz etmişse de

Interpol ajanlan tümüyle farklı bir dünyayı; acıları, ıstırapları, ge


reksiz ölümleri anlattılar.

reksiz ölümleri anlattılar.

raflar gösterdiler bana. Acı çeken çocuklar, perişan olmuş deli

kanlılar, genç kızlar... Gördüklerimi asla unutamayacağım. On

lar da unutmamamı istiyordu zaten..."

— 98 —

En bilinen yöntemle onu işbirliği için ikna etmişlerdi Hiç


kimse Bayan David Booth'un yerini tutamazdı. Herkesten çok
daha fazla bilgi sahibi olabilirdi. Üstelik kocasına söylediği gibi
çekip gitmeye kalkışırsa, buna izin verilip verilmeyeceği de belli
değildi.
Aman Tanrım, diye düşündü Alex, ne kadar çok şey değişiyor...
Interpol ajanları, Savoy Otelinde karşılaştığı Hammond'
dan hiç de farklı değildiler.
Gerekli düzenlemeler yapıldı ve evliliğin 'çökmesi' için belli
bir süre tanındı. Alison, kocasına karanlık işlerinden bir daha
kendisine söz etmezse ilişkilerini kurtarmak için bir kez daha
denemeye hazır olduğunu bildirdi.
Altı ay boyunca Alison Gerrard Booth, kocasının etkinliklerini
rapor etti; fotoğraflarda tanıdığı yüzleri açıkladı, otel odalarına,
arabalarına, hatta kendi evlerine minik dinleme aygıttan yerleştirdi.
Bütün bunları yaparken sonunda neyle suçlanırsa suçlansın,
Dşvid Booth'a fiziksel açıdan zarar verilmeyeceğine inanıyordu.
Interpol elinden geldiğince onu koruyacaktı.
Hiçbir garanti verilmemişti.
"Sonunda ne oldu?" diye sordu Alex. $f|
Alison bir an gözlerini kuzeyde kapkaranlık bir biçimde
yükselen Blue dağlarına çevirdi. "İstırap veren bîr konuşma bantı
dinledim. Üstelik kaydedilmesini ben sağladığım için iki kat
fazla ıstırap çektim."
Bir sabah üniversitedeki dersinin bitiminde jeoloji fakültesindeki
odasına bir Interpol ajanı gelmişti. Çantasından çıkardığı
kasette, kocasıyla uyuşturucu trafiğinin başı olarak tanınan
Marki de Chatellerauit arasında geçen bir konuşma kayıtlıydı.
Alison oturup içkili bir sesin, çok sevdiği karısıyla sürdürdüğü
evliliğin sona ermek üzere olduğunu ağlamaklı bir şekilde anlatışını
dinledi. David'in yetersiz bir insan olduğu için kendini suçladığını,
öfkelenip bağırdığını, ağladığını işitti. Karısının yatakta
bile kendisini istemediğini açıkladığını duydu. Sonunda da onu
— 99 —
kutlandığı için kendinden nefret ettiğini ve eğer karısı bunu öğrenirse
intihar edeceğini açıklayan konuşmayı dinledi. Chatelleraulfnun
karanlık işlerinden Alison'ın hiç haberi olmadığını en
açık biçimde anlatıyordu. Harika bir iş başarmıştı.

Interpol en az kaset kadar acı veren bir karara vardı. Anlaşılan


David benim ne yaptığımı farketmişti. Bir mesaj gönderiyordu.
Kaçma vakti gelmişti/

Kırk sekiz saat içinde Haiti'de boşandılar. Alison Booth öz

gürlüğüne kavuşmuştu.
Ama özgür değildi.
"...Bir yıl içinde David, Chatellerault ve diğerlerini ele geçi

recekler. Ve içlerinden biri, ikiyle ikinin dört ettiğini anlayacak:


Booth'un karısı..."
Alison içkisini dudaklarına götürdü ve gülümsemeye çabaladı.
E ' • •
"Hepsi bu mu?" diye sorarken genç kadının her şeyi anlattığına
inanmıyordu Alex.
"Hepsi bu kadar, Bay McAuliff. Şimdi bana gerçeği söyle.
Eğer bunları buseydin, beni işe alır miydin?"
"Hayır almazdım. Niçin öğrenmediğimi de merak ediyorum."
"J f . .| .
"Üniversite, göçmen bürosu ya da benzeri bir yetkili kuruluş
böyle bir bilgiye sahip olamazdı."
"Alison, sen bu işi üniversiteden haber aldın, öyle değil
mi?" Aniden kapıldığı korkuyu gizlemeye çalışarak sordu Alex.

Genç kadın gülerek kaşlarını kaldırdı. "Aman Tanrım, itiraf


zamanı... Hayır, bana torpil yaptılar. Seni etkilemek için o harika
dosyayı hazırlamaya zamanım oldu."

"Nasıl haber aldın?"


"Interpol bildirdi. Aylardır böyle bir fırsat kolluyorlardı. Seninle
görüşmemizden on, on iki gün önce haber verdiler."
McAuliff in hesap yapmasına gerek yoktu. On ya da on iki
gün, kadının haberi aldığı tarihin Julian Warfield ile yaptığı gö

— 100 —

rüşmeye yakın olduğunu gösteriyordu. Hemen ardından da İngiliz


İstihbaratından Hammond adında biriyle görüşmüştü.
McAuliff'in midesindeki sızlama biraz daha keskinleşti. Ancak,
bunu düşünecek zamanı yoktu. Bahçenin gölgeleri arasından
bir adam yalpalayarak masaya doğru yaklaşıyordu.
"Dernek buradasınız! Biz de hangi cehennemde olduğunuzu
merak ettik! Hepimiz içerdeki bardayız. Whitehall piyanoda
harikalar yaratıyor! Sanki zenci bir Noel Coward gibi!.. Ha, bu
arada umarım bavullarınız elinize geçmiştir. Başınızın dertte olduğunu
farkettim ve onları otele göndermeleri için bir not yazdım.
Tabii eğer viskili elimin karaladıklarını okuyabildilerse."
Genç James Ferguson bir iskemleye çöküp sarhoş sırıtışlyla
Alison'a baktı. Başını Alex'e çevirince sırıtışı yok oldu.
"Çok düşünceli davranmışsın," dedi McAuliff sakin bir sesSonra
Ferguson'un bakışlarını farketti. Sözde sarhoş bakışlarının
ardında gözleri capcanlıydı. James Ferguson hiç de görünmek
istediği kadar sarhoş değildi.

"Pis minik böceklerden" intikam alırcasına gecenin büyük


bir bölümünü uykusuz geçirmeye kararlıydılar. Barda eğlenen
ekip üyelerinin yanına gittiler ve McAuliff herkesin görebileceği
biçimde şefgarsonla konuştu. Eğlencenin bedelini iyi bir ekip
başkanı olarak kendisi ödeyecekti.
Ferguson'un tanımına uyan Charles Whitehall, Karayipler'e
özgü şakalar ve esprilerle birlikte bazen sıcak, bazen soğuk ve
acımasız sarkılan profesyonel düzeyde sergiliyordu. Tipik bir
Kingston'lu balad şarkıcısının temiz, tiz sesine sahipti. Ama gözlerinde
neşe yoktu. Herkesi eğlendirifken, kendisi zevk almıyor,
diye düşündü Alex.
— 101 —

— 101 —

"Harika bir gösteriydi," diyerek Alison uzandı ve Whitehall'un


elini tuttu. Manikürlü tırnakları, gözalıcı altın yüzüğü, biçimli
parmaklarıyla koyu renk eli izlerken tıpkı bir kadın eli, diye
geçirdi içinden Alex, O sırada Charles herkesi şaşırtarak genç
kadının elini usulca öptü. f p

Garsonun getirdiği beyaz şarabı Whitehall loş ışıkta inceledi


ve servis yapması için işaret etti. Alison ile Ruth'un sohbete
daldıklarını görünce Alex'e döndü ve alçak sesle, "Sizinle özel
olarak görüşmek istiyorum. Ben gittikten yirmi dakika sonra
odamda buluşalım," dedi.

"Yalnız mı?" ' %

"Yalnız."

"Sabaha kadar bekleyemez mi?"


Whitehall kara gözlerini McAuliff e dikti ve sert bir sesle ya

Whitehall kara gözlerini McAuliff e dikti ve sert bir sesle ya

James Ferguson ani bir hareketle masanın öteki ucundaki

iskemlesinden sendeleyerek kalktı ve kadehini WhitehaJPa kal

dırdı. Yalpalayarak masanın kenarına tutunurken çok sarhoş bir

insan görünümü yaratıyordu. "Kingston'ın kralı I. Charles'ın şe

refine! Zenci Sir Noel'e! Bir harikaydın, Charles!"

Zenci sözcüğü aniden sıkıntılı bir sessizliğe yol açtı ve gar

son, Whitehall'un tatmasını beklemeden aceleyle kadehini dol

durdu.

"Teşekkürler," dedi Jamaikalı kibarca. "Bunu bir iltifat olarak


kabul ediyorum... Jimbo-mon."

kabul ediyorum... Jimbo-mon."

sevdim! Bundan sonra benim adım Jimbo-mon! Veee şimdi

de..." Yüzünü garip bir ifade kapladı ve sözleri yarıda kesiliverdi.

Alkol kapasitesini doldurmuş olduğu belliydi. Titreyen elleriyle

— 102 —

kadehini masaya bırakıp bir iki adım geriledi ve ağır çekim bir
filmdeymiş gibi yere yuvarlandı.
Masadakiler ayağa fırlayınca çevrede oturanlar da dönüp
baktı. Garson şarap şişesini bırakıp ona yaklaşırken en yakınında
bulunan Peter Jensen yanına varmıştı bile.
"Aman Tanrım," dedi Jensen eğilirken. "Sanırım zavallı çocuk
hastalanacak. Ruth, gel yardım et... Hey garson... sen de
yardımcı olsana!"
İki garsonun yardımıyla Jensen'ler genç botanikçiyi oturur
hale getirdi, kravatını gevşetti ve biraz olsun kendine gelmesini
sağlamaya çalıştılar. McAuliff'in yanmda duran Charles Whitehall

sağlamaya çalıştılar. McAuliff'in yanmda duran Charles Whitehall

yanına doğru attı. Jamaikalının davranışının pek de sevimli

olmadığını düşündü Alex. Ferguson inleyerek başını sallarken

neredeyse kusacak gibi görünüyordu.

"Sanırım gitmek için iyi bir fırsat," dedi Whitehall. "Yirmi dakika

sonra bekliyorum."

"Veya biraz daha sonra," diyerek başıyla onayladı McAuliff.

Jamaikalı, Alison'a döndü ve gülümseyerek elini tekrar öptü.

"İyi geceler, hayatım."

Alex biraz sinirlenerek garsonlann yardımıyla Ferguson'u

ayağa kaldırmaya çabalayan Jensen'lerin yanına gitti.

"Odasına götürelim," dedi Ruth. "Viskinin üzerine rom içmenin

doğru olmayacağını söylemiştim ona. Ama beni dinlemedi."

McAuliff daha önce gördüğü ifadeyi tekrar yakalayıp yakalayamayacağını

merak ederek bakışlarını genç adamın gözlerine

dikti. Ve gördü ya da gördüğünü sandı.

Kolları bir garsonla Peter Jensen'in boynuna gevşekçe dolanırken,

Ferguson gözlerin açtı. Sarhoşlara özgü bulanık bakışları

kısacık bir an için keskinleşti. Loş bir odada herhangi bir insanın

yapması gerekeni yapıyor, engellere takılmamak için yürütüldüğü

yolu seçmeye çalışıyordu.

— 103 —

Kısacak bir an için kesinlikle sarhoş olmadığı ortaya çıkmıştı.


.
James Ferguson niçin böylesine utandırıcı bir rol oynuyordu?
McAuliff sabahleyin onunla konuşmaya karar verdi. Özellikle
bavuluna bir dinleme aygıtı yerleştirilmesine neden olan "viskili
elin" yazdığı notu açıklamasını isteyecekti.
"Zavallı çocuk, sabahleyin kendini çok berbat hissedecek."
Alison yanlarına yaklaştı ve Ferguson'u dışarı taşımalarını birlikte
izlediler.
"Umarım yalnızca böylesi bir gece için kaçamak yapan biridir.
Alışkanlık haline getirmez."
"Aman Alex, ihtiyar teyzeler gibi davranma. Bu gece içkiyi
biraz fazla kaçırmış ama aslında iyi bir insan." Alison dönüp boş
masaya baktı. "Anlaşılan parti sona erdi."
"Sabaha kadar süreceğine karar verdiğimizi sanıyordum."
"Yoruldum artık, hayatım. Ayrıca benim bavulumu da senin
bu sihirli aygıtınla tarayacaktık, gidip bu işi bitirelim mi?"
"Elbette," diyerek garsona işaret etti Alex. Odaya yaklaşırken
genç kadının anahtarını aldı. "Birkaç dakika sonra Whitehall^
görmek zorundayım."
"Öyle mı? Niçin? Çok geç oldu."
"Benimle özel olarak konuşmak istediğini söyledi. Ne konuşacağımızı
bilmiyorum. Geç kalmam." Kapıyı açıp içeri bakarken
farkına varmadan Alison'ın girmesini engellemişti. Oda boştu
ve saatler önce bıraktıktan gibi ara kapı açık duruyordu.
"Çok etkilendim," dedi Alison ve kapının kenarına uzanıp
girmesini engelleyen kola çenesini dayadı.
"Ne dedin?" Alex kolunu çekip içeri girdi, ara kapıyı sessizce
kapattı ve ceketinden tarayıcıyı çıkarıp genç kadının yatağının
üzerinde duran bavullarının çevresinde dolaştırdı. İbre yerinden
oynamadı. Odayı boydan boya dolaştı ve dinleme cihazı
bulunmadığını anladı. "Ne demiştin?" diye sordu alçak sesle.
"Beni koruman hoşuma gitti."

"Ne dedin?" Alex kolunu çekip içeri girdi, ara kapıyı sessizce
kapattı ve ceketinden tarayıcıyı çıkarıp genç kadının yatağının
üzerinde duran bavullarının çevresinde dolaştırdı. İbre yerinden
oynamadı. Odayı boydan boya dolaştı ve dinleme cihazı
bulunmadığını anladı. "Ne demiştin?" diye sordu alçak sesle.
"Beni koruman hoşuma gitti."
gündü... Henüz bitmiş de sayılmaz. Daha gidip Whitehall'la konuşmak
zorundayım. Bir de kendi odamda yattığım zaman horladığım,
uykumda konuştuğum ya da kapıyı örtmeden tuvalete
gittiğim zaman her şeyin kasetlere kaydedildiğini düşünmek beni
sinirlendiriyor... Belki tedirgin olmadığımı iddia edebilirim,
ama kendimi iyi hissettiğimi söyleyemem... Konudan konuya
geçerken sana söylemem gereken başka bir şey daha var. Harika
görünüyorsun ve seni kollanma alıp öpmek, ellerini bedenimde
hissetmek için inanılmaz bir arzuya kapılıyorum... O kadar
çekicisin ki... Gülüşün de bir harika... güldüğün zaman seni
seyretmek, tenine dokunmak ve sana saniıp her şeyi unutmak
istiyorum... Evet, diyeceklerim bu kadar. Tutarlı bir konuşma
yapmadığım için artık bana cehennem olup gitmemi söyleyebilirsin."
— 105 —

Alison Booth çok uzun bir süre sesini çıkarmadı ve sonra


ağır ağır Alex'e yaklaştı.
"Elinde bavullarla ne kadar komik göründüğünü biliyor musun?*
diye fısıldadı ve uzanıp genç adamın dudaklarından öptü.

Alex bavulları yere bırakınca çıkan gürültü ikisini de güldürdü.


McAuliff genç kadını kendine çekti. Dudakları birleştiği zaman
Alison'ın kararsızlık ya da korku dışında bir nedenle titrediğini
hissetti. Usulca onu yatağa yatırırken Alison ipek bluzunun
düğmelerini çözüp erkeğin elini göğüslerine götürdü. "Çok
uzun zaman oldu, Alex," diye fısıldadı. "Acaba Whitehall biraz

bekleyebilir mi? Benim bekleyecek halim kalmadı."

Yumuşak örtülerin altında çınlçıplak yan yana yattılar bir sü

re. Alison dirseğine dayanarak doğruldu ve yüzüne dökülen

saçlannın arasından Alex'e baktı. Parmaklarını adamın dudakla

rında dolaştırıp eğildi ve öptü.

"Hiç utanmam yok değil mi," diyerek usulca güldü. "Bütün

gece seninle sevişmek istiyorum. Tabii bütün gün boyunca

da... susuzluktan ölüyordum ve beni suyun kaynağına götür

dün. Hep kuyunun başında kalmak istiyorum."

Alex uzanıp kadının saçlarını karıştırdı, elini usulca vücu

dunda dolaştınp göğsünü okşadı. "Yemek ve uyku için olabildi


ğince az zaman harcamaya dikkat ederiz." "JT

ğince az zaman harcamaya dikkat ederiz." "JT

sesi duyuldu.

"Charles Whitehall ile randevuna geç kaldın. Gidip telefona

baksan iyi olacak," dedi Alison.

"Allahın belası Sir Noel," diyerek yataktan fırlayıp kendi

odasına geçerken perdelerin kapalı olduğuna sevindi. Alison'ın

deneyimleri işe yarıyordu. Çorapları dışında Alex çırılçıplaktı.

Çoraplarını niçin çıkarmamıştı?

"Yirmi dakika demiştim, Bay McAuliff. Neredeyse bir saat

oluyor." Whitehall'un sesi öfkeliydi.


dilerim ama 'veya biraz daha sonra' dediğimi anımsıyorum.

dilerim ama 'veya biraz daha sonra' dediğimi anımsıyorum.

bana emirler yağdıran birine karşı."

"Tamam tartışmayalım. Biraz sonra burada olur musunuz?"

"Elbette." IfP

"Ne zaman?" *

"Yirmi dakika içinde." Alex almacı sertçe yerine bırakıp bavuluna

bir göz attı. Bu hattın öteki ucunda her Mm varsa, odasından

çıkıp kendisine sabahın saat üçünde emirler yağdıran

biriyle buluşacağını öğrenmişti ama bu sorunu daha sonra düşünecekti.

"Ne kadar yakışıklı göründüğünü biliyor musun?" diye sordu

Alison.

I "Haklısın, hiç utanman yokmuş."

"Çoraplarını niye çıkarmadın? Çok garip duruyor." Alison

doğrulup çarşafı göğsüne çekti ve komodinin üzerindeki sigara

paketine uzandı.

"Bana da bir tane yakar mısın? Giyinmek zorundayım." Yarım

saat önce aceleyle fırlatıp attığı giysilerini arıyordu Alex.

"Sinirli miydi?" diye sordu genç kadın yanık sigarayı uzatırken.

Alex pantolonunu giymiş, yerdeki gömleğine doğru eğilmişti.

"Sinirliydi ve üstelik son derece de kibirli bir herif."

"Bence Charles Whitehall birinden ya da bir şeyden intikam

almaya çalışıyor," dedi Alison. "Her zaman kızgın."

"Belki istediği ölçüde tanınmadığını ve takdir edilmediğini

düşünüyordur."

"Belki. İltifatlara yüz vermemesi de sanırım bu yüzden."


"Anlamadım."
"Bu akşamki eğlence programı çok dikkatle hazırlanmıştı
ama basit bir gece kulübü yerine Covent Garden ya da Birleşmiş
Milletler binasının büyük salonunda gerçekleşmeliydi."
— 107 —

Whitehall kapıyı açtığında üzerinde ince çizgili pantolonunun


üzerine giydiği işlemeli Japon kimonosu ve kadife terlikleri
vardı.

"Lütfen içeri girin. Bu kez erkencisiniz. Daha on beş dakika


bile olmadı."

"Sizin aşırı bir saat tutkunuz var demek. Sabahın üçünde


ben saate bakmaya bile çekiniyorum." Alex içeri girip kapayı kapatti.
"Umarım bana söyleyeceğiniz şey çok önemlidir. Yoksa
çok kızacağım."

Whitehall çalışma masasına oturup katlı bir kâğıdı eline aldı


ve McAulifPe oturmasını işaret etti. "Lütfen oturun. Ben de yorgunum
ama konuşmamız gerek-"

Alex karşısındaki koltuğa yerleşti- "Anlatın."


"Sanırım birbirimizi tanıma vakti geldi. Anlatacaklarım bu
araştırmaya katkılarımı hiçbir şekilde etkilemeyecek."
"Bunu duyduğuma sevindim. Sizi halkı eğlendirmeniz için
işe almamıştım."
"O yalnızca hobi," dedi Whitehall soğuk bir sesle. "Ama kü

çümsemeyin, oldukça yetenekliyim."


"Biliyorum. Başka ne var?"
Elindeki kâğıtla oynarak yanıtladı. "Ara sıra benim bir yerle

re gitmem gerekecek. İşlerim en fazla bir iki gün sürecek. Elbette


size önceden bildireceğim, eğer bir sorun çıkarsa ve benim
için de uygunsa, programımı değiştireceğim."

"Ne yapacaksınız?" McAuliff oturduğu yerde doğruldu. "Sizin


içki uygunsa ne demek? Kendi işlerinizden arta kalan zamanda
mı araştırma yapacaksınız? Ne kadar da iyisin! Umarım
çalışmalar sizi yormaz."

Whitehall gülerek yanıtladı. "Hiç de değil. Tam da aradığım


gibi bir iş bu. Çalışmalarımdan memnun kalacağınızı biliyorum
ama beni fazla ilgilendirmiyor. Aslında bu araştırma için öne sürülen
nedenleri kabul etmiyorum. Benim gibi bir iki kişinin daha
fikrini açıkladığı zaman aynı kuşkulara kapıldığını göreceksiniz."
"Yani sizleri tanımladığımdan farklı bir iş için mi çağırdığımı
söylemek istiyorsunuz?"
"Yapmayın lütfen," dedi zenci uzman öfkeyle gözlerini kısarak.
"Tek başına dünyanın her yöresinde çok yüksek ücretlerle
araştırmalar yapan Alexander McAuliff, birdenbire akademik bir
çalışma için hayırseverlik duygularına mı kapıldı? Dört ya da altı
ay son derece iyi gelir getiren işlerinden yalnızca bir üniversite
araştırması için mi uzak kaldı?" Whitehall sinirli bir çakal gibi gülerek
balkona yaklaşıp kapıyı biraz araladı ve gece esintisiyle
perdeler havalandı.
"Yaptığım anlaşmanın ayrıntılarını bilmiyorsunuz," dedi Alex
sakin bir sesle.
"Üniversitelerin, kraliyet derneklerinin ve eğitim bakanlıklarının
kaç para verdiğini bilirim. Bu iş size göre değil, McAuliff.*
Yatağa yaklaşıp kenarına ilişti ve elindeki kâğıdı çenesine dayayıp
gözlerini Alex'e dikti.
McAuliff bir an duraklayıp ağır ağır konuşmaya başladı. "Bir
bakıma kendi durumunuzdan söz ediyorsunuz gibi geldi bana.
Londra'da bir sürü insan, bu işi kabul etmeyeceğinizi söylemişti.
Sizin açınızdan da gelirinizde bir eksilme oldu."
"Kesinlikle doğru. Bana kalırsa farklı nedenler yüzünden
benzer bir durumdayız... İşi kabul etmemin bir nedenine bağlı
olarak sabahleyin Savanna-La-Mar'a gitmek zorundayım/
"Uçakta rastladığınız dostunuzu görmeye mi?"
"Can sıkıcı bir adam. Yalnızca bir haber getirmişti.* Whitehall
elindeki kâğıdı uzattı. "Daha doğrusu bir davet mektubu getirdi.
Okumak ister misiniz?"
"Gerekli olmasaydı, bunu önermezdiniz."
"Gerekli olup olmadığını henüz bilmiyorum. Belki siz bunu
açıklayabilirsiniz."
Alex kâğıdı alıp açınca Paris'teki George V Otelinin antetli
gördü. Aceleyle yazılan sözcükler bazen birbirine bitiş mişti.
— 109 —

Aceleyle karaladığım şu satırlar İçin özür dilerim ama ikimizin


de Jamaika yolunda olduğumuzu şimdi öğrendim. Ben dinlenmek
için gidiyorum, fakat anladığıma göre sizin daha önemli
işleriniz varmış.

Sizinle görüşmek benim için bir onur ve zevk olacak. Ortak


dostumuz size aynntılan açıklar. Savanna-La-Mar'da başka bir
isim kullanarak kalacağım. O, size anlatır.

Bir an önce görüşmemiz her ikimiz için de yararlı olacaktır.


Adadaki eski (?) faaliyetlerinizi hep hayranlıkla izlemiştim. Yalnızca
sizden isteğim benim Jamaika'da olduğumu ve görüştümüzü
kimsenin öğrenmemesidir. Çabalarınıza son derece saygı duyduğum
için, beni anlayacağınızdan eminim.

Chatellerault
Chatellerault mu? Yani Marki de Chatellerault mu?

Chatellerault mu? Yani Marki de Chatellerault mu?

niz'in büyük bir bölümünü kaplayan uyuşturucu trafiğinin ardın

daki insan. Alison'ın korkudan sürekli olarak çantasında öldürü

cü spreyle dolaşmasına neden olan adam! Whitehairun kendi

sini incelediğini bilen Alex, aklından geçenleri belli etmemeye,

yüz ifadesini değiştirmemeye dikkat etti.

*Kim bu?" diye sordu hiç ilgilenmiyormuş gibi. "Kim bu

Chatel... Chatellerault?"

"Tanımıyor musunuz?"

"Tann aşkına, Whitehall," dedi yorgun bir sesle. "Oyun oy


namaktan vazgeçin. Adını hiç duymadım."

namaktan vazgeçin. Adını hiç duymadım."


Tanıdığınızı düşünmüştüm," dedi zenci dikkatle Alexin yüzüne
bakarak. "Aradaki bağlantının hemen anlaşıldığını sanıyorum."
"Hangi bağlantı?"
"Sizin Jamaika'da bulunma nedeniniz... Başka işlerinin yanısıra
Chatellerault geniş kaynaklara sahip olan bir bankerdir.
Bu rastlantı biraz şaşırtıcı değil mi sizce?"

"Neden söz ettiğiniz! anlamıyorum," diyerek elindeki kâğıda


baktı Alex. "Adadaki eski faaliyetleriniz lafının yanında bir soru
işaretinin bulunmasının anlamı ne?"

Whitehall bir an duraklayıp, sözlerini vurgulayarak konuşmaya


başladı. "On beş yıl önce yurdumdan aynidım, çünkü sadakatle
bağlandığım politik grup, yeraltına inmek zorunda bırakıldı.
On yıldır görünürde durgun bir dönem geçiriyoruz. Ama
yalnızca görünürde. Şimdi geri döndüm. Kingston hükümeti
hiçbir şeyin farkında değil. Benim bu politik hareketle ilişkim olduğunu
kimse bilmiyor. Yalnızca Chatellerault biliyor ve görüşmemizin
gizli kalmasını istiyor. Büyük bir tehlikeyi göze alarak,
güvenini sarsıp konuyu size açtım. Lütfen söyleyin bana, siz niçin
buradasınız McAuliff? Belki de Chatellerault gibi bir insanın
benimle niçin görüşmek istediğini anlamama yardımcı olabilirsiniz."
î

buradasınız McAuliff? Belki de Chatellerault gibi bir insanın


benimle niçin görüşmek istediğini anlamama yardımcı olabilirsiniz."
î

Yatağın tam karşısındaki iskemlenin sırtına tutunup söze


başladı. "Pekâlâ, sizinle bir anlaşma yapalım. Ben niçin burada
olduğumu açıklayacağım, siz de... şu faaliyetlerinizi anlatacaksınız."

"Bir kısmını anlatrnm," dedi Whitehall gözlerinde dürüst bir


ifadeyle. "Yeterli olmak zorunda. Her şeyi bilmeniz, sizin açınızdan
iyi olmaz."

"Bu koşuldan hoşlandığımı sanmıyorum."

"Lütfen, inanın bana."

Adamın yalan söylemediği belliydi. "Pekâlâ... Kaiser Şirketi

nin boksit madenleri İçin araştırma yaptığımdan, adanın kuzey


sahilini yakından tanırım. Piyasada iyi bir profesyonel olarak tanınırım.
Yani çok başarılı ekipler kuranm ve iyi bir iş çıkannm."

sahilini yakından tanırım. Piyasada iyi bir profesyonel olarak tanınırım.


Yani çok başarılı ekipler kuranm ve iyi bir iş çıkannm."

"Bu araştırmaya katılmam için Jamaika hükümeti, önümüzdeki


altı yıl içinde gerçekleşecek her türlü endüstriyel gelişim
projesinin yüzde yirmisini bana vermeyi garanti etti. Sonunda
milyonlarca dolar elde edebilirim. Bu kadar basit."

Whitehall ellerini çenesinin altında bitiştirip, bir süre endişeli


bir yetişkinin bedeni içinde zarif, küçük bir oğlan çocuğu gibi
kıpırdamadan oturdu. "Evet buna inanabilirim. Kingston'da neredeyse
her şey satılıktır. Belki de Chatellerault'nun amacı da
ayrı doğrultudadır."

"Pekâlâ, ben niçin geldiğimi anlattım. Şimdi sıra sizde."

"Yaptığınız anlaşmayı bana anlatmanız iyi oldu... Gerçek

leşmesini sağlamak için elimden geleni yapacağım. Bunu hak

ediyorsunuz."
"Ne demek bu?"

"Ne demek bu?"

gilendiren bir konu. Bu noktaya ve size olan güvenime saygı

göstermelisiniz. Açığa çıkarsa inkâr ederim ve siz de yabancı

bir ülkede etlerinizi kirletmiş olmakla yetinirsiniz. Eninde sonun

da Kingston'da yönetim bize geçecek."

"Aman Tannm! Demek devrim yapacaksınız!"

"Biraz farklı bir devrim olacak, Bay McAuliff. Doğrusunu is

terseniz ben faşistim ve ülkemin geleceği için tek umut faşizm

dir."
McAuliff gözlerini açıp saatine bakınca 10:25 olduğunu

McAuliff gözlerini açıp saatine bakınca 10:25 olduğunu

Tallon's adındaki balıkçı dükkânında romatizmalı bir adamı gör

mesi gerekiyordu.

Yüzünü yastığa gömmüş, saçları örtünün üzerine dağılmış

yatan Alison'a baktı. Harikaydı, diye geçirdi içinden. Hayır, ikisi

— 112 —

birlikte harikaydılar. Ne demişti Alison? Susuzluk çekerken onu


suyun kaynağına götürdüğünü söylemişti. Gerçekten de haklıydı.
Harika ve sıcaktı.
Yine de aklında başka düşünceler vardı.
Yirmi dört saat önce Alex için anlam taşımayan bir isim, kısa
süre öncesine kadar hiç tanımadığı iki kişi tarafından kullanılmış
ve dikkat edilmesi gereken gizli bir güç olarak karşısına çıkmıştı.
Marki de Chatellerault, şu anda Jamaika'nın güneybatısında,
Savanna-La-Mar'da bulunuyordu.
Charles Whitehall biraz sonra onunla görüşecekti. Bir zenci
faşist ve bir Fransız banker. Komedi sahnesini andırıyordu adeta.
Ne var ki, Alison Booth onunla ya da onun yanında çalışan
biriyle karşılaşma korkusuyla çantasında öldürücü bir sprey taşıyordu.
Aradaki bağlantı neydi? Bir bağlantı bulunduğu kesindi.
MJ, • § ' % Mâ.
Onu uyandırıp kollanna almak, ellerini bedeninde dolaştırmak
istediği halde uyandırmamaya gayret ederek gerindi. Bunu
yapamazdı. Çok işi vardı. Düşünmesi gereken pek çok konu
vardı.
Nasıl bir talimat gelecek diye merak etti. Ve talimatların gelmesi
ne kadar sürecekti? Tallon's adındaki balıkçı dükkanındaki
adam nasıl biriydi? Bir de Sam Tucker'ın nereye kaybolduğu
konusu vardı gündemde. Yarın Kingston'da olması gerekliydi
ve Sam hiçbir zaman haber vermeden ortadan kaybolmazdı.
Çok düşünceli bir adamdı ama ara sıra...
Acaba kuzeye gidip araştırma çalışmalarına başlama emri
ne zaman gelecekti?
Alison Booth'un yatağında yatıp gözlerini tavana dikerken
aradığı yanıtlan bulamazdı. Ayrıca kendi odasından telefon etmeyecekti.
Bavulundaki "pis minik böcekler4' aklına gelince gü

— 113 — F:8
lümsedi. Acaba pis minik adamlar, bir türlü duyamadıkları sesleri
dinlemek İçin saatlerdir bekliyorlar mı?
"Düşündüğünü duyuyorum," dedi Alison başını kaldırma

dan. "Ne kadar harika değil mi?"


"Bence ürkütücü."
Gözlerini açmadan döndü Alison ve örtülerin altından ona

uzandı. Genç kadının çıplak bacaklarını, dümdüz karnını okşamaya


başlayınca, yanıtları daha sonra aramaya karar verdi
Alex. Aralanna hiçbir şeyin girmemesi için yavaşça örtüleri kaldırdılar.

Taksi Alexl, Viktorya Parkının Güney Tören Yolunda bıraktı.


Parkın kapısından girip çıkan rengârenk giysili insanlar tavuskuşlarını
andırıyordu. Aceleyle birkaç adım atıyor, durup ağızları
bir karış açık çevrelerine bakmıyorlardı.

Çevreyi gezen bir turist havası vermeye özen göstererek


parka girdi ve derhal düşmanca, sorgulayan bakışları hissetti.
Kendinden başka, bir tek beyaza rastlamayacağı hiç aklına gelmemişti.
Hoşgörü gösterilmesi ve aynı zamanda gözetlenmesi
gereken bir varlık gibi hissediyordu kendini. Güvenilecek biri
değildi.
Karşıdan gelen Jamaikalı bir annenin yabancıya gülümseyen
küçük oğlunu yolun karşı tarafına çekiştirdiğini görünce az
kalsın kahkahalarını tutamayacaktı. Anlaşılan çocuk uzun boylu,
pembe beyaz tenli yaratığa hayran olmuştu ama elbette annesi
gereken önlemi alacaktı.

Karşıdan gelen Jamaikalı bir annenin yabancıya gülümseyen


küçük oğlunu yolun karşı tarafına çekiştirdiğini görünce az
kalsın kahkahalarını tutamayacaktı. Anlaşılan çocuk uzun boylu,
pembe beyaz tenli yaratığa hayran olmuştu ama elbette annesi
gereken önlemi alacaktı.

— 114 —

üç beş metrede bir durup çevresini kolaçan edebilmek için a


sigarayı defalarca yakarsa, daha da kötü olur. Yaşadığın güne,
iklime, ortama dayanarak doğal davranmaya çaba göster.
Hava oldukça sıcaktı ama bir mil kadar uzaktaki limandan
gelen esinti, güneşin yakıcılığını biraz olsun azaltıyordu. Bir turistin
banka oturup ceketini çıkarması, kravatını gevşetmesi,
kendini güneşe ve esintiye bırakması herhalde doğal bir davranış
olurdu. Turistlere özgü bir merakla çevresine de bakınabilir
Sol taraftaki boş banka oturdu, ceketini çıkarıp kravatın»
gevşetti ve doğal olduğuna inandığı bir biçimde bacaklarım
uzattı. Ne var ki, davranışı uygun değildi. Gereğinden fazla rahat
görünüyordu anlaşılan. Elinde bastonuyla yoldan geçen ve
kararsızlıkla önünde duraklayan yaşlı adam bu duygusunu pekiştirdi.
Hafifçe sendeleyerek yürüdüğüne göre herhalde biraz
sarhoş, diye düşündü Alex. Ancak, gözlerinden şaşkınlık ve
hoşnutsuzluk okunan yaşlı adamın bakışları hiç titremeden yüzüne
dikilip kalmıştı.
McAuliff ceketini koluna alıp banktan kalktı ve yaşlı adama
gülümseyerek yola devam edecekken parkta kendisinden başka
bir beyazın daha dolaştığını farketti. Yaklaşık yüz elli metre
uzaktaki hafif kambur duran, kabarık koyu renk saçlı adam arkasını
döndü. Kendisini gözetlediğinden emindi Alex.
Bir akşam önce Courtleigh Manor Otelinde ikinci en başarılı
performansı sergileyen, loş odada engellere çarpmamak için
gözlerini dört açan sarhoş James Ferguson peşindeydi demek.
Bir an adamın arkasını dönmesini fırsat bilen McAuliff, hızla ilerleyip
çim alanı geçti ve büyük bir palmiye ağacının ardına gizlendi.
Belli etmeden Ferguson'a bakarken çevresinde oturan
Jamaikalıların garipseyerek kendisini izlediklerinden emindi.
Tahmin ettiği gibi Ferguson "izlediği kişiyi" gözden kaçırdığı
için paniğe kapıldı. Ne kadar komik, diye düşündü Alex. "İzlediği
kişi" lafını kolayca kullanabiliyordu ama üç hafta öncesine ka

dar bu sözcüğü yaşamı boyunca on kereden fazla söylemiş olduğunu


anımsamıyordu. Genç botanikçi, esmer tenli yerlilerin
arasında hızla yürümeye başlayınca Hammond haklı, diye geçirdi
içinden. Gerçekten de hiç acelesi olmayan kalabalığın içinde
telaşlı bir adam hemen göze çarpıyordu.

anımsamıyordu. Genç botanikçi, esmer tenli yerlilerin


arasında hızla yürümeye başlayınca Hammond haklı, diye geçirdi
içinden. Gerçekten de hiç acelesi olmayan kalabalığın içinde
telaşlı bir adam hemen göze çarpıyordu.

Eğer Ferguson'un yüz ifadesi Alex'in düşüncelerini doğruluyorsa,


gözetleme işini ilk kez yapıyor ve çok tedirgin oluyordu.
Ayrıntılara dikkat et, demişti Hammond. Farketmesini öğreneceksin.
Bazı işaretler sana karşındakinin gerçekten güçlü mü,
yoksa zayıf mî olduğunu gösterecektir. Genç adam caddeye
vardı ve çevresini dikkatle gözden geçirdi. Polis akan trafiği durdurup
yayalara yol vermek için düdük çalınca acı fren sesleri
duyuldu, insanlar karşı kaldırıma koşturdu ve Alex kendini göstermemeye
gayret ederek Ferguson'un peşine takıldı. Şimdi
genç botanikçi gözetlediği kişiyi yitirdiği için nasıl bir açıklama
yapacağını düşünür gibi yürüyordu. McAuliff ise onunla yüz yüze
gelmek ve bazı sorular sormak istiyordu.
Ani bir kararla arabaların arasına dalıp karşı kaldırıma geçti.
Bir yıl önce Sheraton'daki bir toplantıdan sonra Sam Tucker ile
bu semtteki ara sokakların hepsini gezmişlerdi. Her nedense
Sam, daracık sokaklarda yerli halkın gittiği barlar olacağını iler)
sürmüştü ama buraların yalnızca servis girişi için kullanıldığını
anlayıp bozulmuşlardı.

Alex, Hammond'ın uyanlarına aldırış etmeden koşmaya


başladı. Tallon's adlı balıkçı dükkanındaki yaşlı adamla daha
sonra görüşebilirdi; şimdi James Ferguson'u yakalaması daha

önemliydi. Polisin öfkeli düdük sesini duymazlıktan gelerek


caddeyi bir kez daha geçti ve kalabalığın arasında kendine güçlükle
yol açabildiği daracık bir sokağa daldı. Öbür ucuna gelince
duvara yaslanıp caddeye baktı ve iyi bir zamanlama yapmış
olduğunu anladı. Ferguson endişeli bir ifadeyle yaklaşıyordu.
Aralarında birkaç metre kalınca McAuliff caddeye çıktı.
Genç adamın yüzü bembeyaz kesiliverdi. Alex yoldan yürüyenlere
engel olmaması için duvara yaslanmasını işaret etti.
Sahte bir gülüşle konuşmaya çabaladı Ferguson. "Aaa, merhaba,
Alex... yani Dr. McAuliff. Alışverişe mi çıktınız? Tam yerine
gelmişsiniz."
"Alışveriş mi yapıyordum dersin, Jimbo-mon? Eğer yapsaydım,
herhalde bilirdin."
"Ne demek istediğinizi anlamadım... Ben..."

"Ne demek istediğinizi anlamadım... Ben..."

kaçırdın."

"Kendimi rezil ettim değil mi? Lütfen beni bağışlayın."

"Özür dilemene gerek yok. Son derece ikna edici bir gösteriydi."

"Amann Alex, biraz ileri gidiyorsun, özür diledim ya. Eminim

senin de ara sıra fazla kaçırdığın olmuştur."

"Hem de sık sık. Doğrusunu istersen dün gece ben, senden

daha sarhoştum."

"Ne demek istediğini anlamıyorum, dostum, hem ayrıca başım

da ağrıyor. Oyun oynayacak halim yok. Senden son kez

özür diliyorum."

"Yanlış hatalar için özür diliyorsun, Jimbo-mon. Şimdi esas

günahlannı öğrenelim. Sana bazı sorularım olacak."

Ferguson sırtını dikleştirdi ve alnına düşen saçlarını geriye

attı. "Üstüme varma lütfen. Alışveriş yapmak zorundayım." Yanından

uzaklaşmaya kalkışınca Alex kolundan tutup tekrar duvara

yasladı. "Paranı fazla harcama. Londra'da yaparsın alışverişini."

"Hayır, hayır lütfen!" Ferguson'un vücudu kaskatı kesilirken


yüzü de gerilmişti,
"Öyleyse söze bavullardan başlayalım," diyerek kolunu bıraktı
Alex, ama bakışlarıyla onu olduğu yere çivilemişti.
"Söyledim ya," diye sızlandı genç adam. "Başınız dertte gibiydi,
yardımcı olmak istedim."
"Gümrükle bir sorun çıkacağını biliyordun! Peki bavullarım
nereye gitti? Kim alıp götürdü?"

"Gümrükle bir sorun çıkacağını biliyordun! Peki bavullarım


nereye gitti? Kim alıp götürdü?"
"

"O notu yazmanı Wm söyledi sana?"

"Hiç kimse söylemedi. Tanrı aşkma, sen çıldırmışsın!"

"Dün gece niçin bu gösteriyi yaptın?"

"Ah Tannm, keşke benim yerime sen sarhoş olsaydın. Gerçekten..."


"Yeterli değil, Jimbo-mon. Bir daha deneyelim. O notu yaz

manı kim söyledi?"

"Beni dinlemiyor musun?"

"Dinliyorum. Niçin beni izliyordun? Bu sabah beni izlemeni

kim söyledi sana?"

"Aman Tanrım, sen delisin!"

"Aman Tannm, sen kovuldun!"


"Hayır!... Bunu yapamazsın. Lütfen!" Ferguson'un sesi kor

"Hayır!... Bunu yapamazsın. Lütfen!" Ferguson'un sesi kor

"Ne dedin?" McAuliff eliyle genç adamın sıska omzunu kav

radı. "Bir daha söylesene. Ne yapamaz mışım?"

"Lütfen... beni geri gönderme. Yalvarırım sana." Kesik kesik

soluyordu Ferguson, dudaklarının kenarında tükürükler belir

mişti. "Şimdi olmaz."

"Nereye gideceğin beni ilgilendirmez. Ben senin dadın de

ğilim, oğlum. Dönüş biletini almaya hakkın var. Hemen öğleden

sonra hazırlatırım ve bir gece için daha otel ücretini öderim. On


dan sonra cehennemin dibine kadar yolun var. Ama benimle

dan sonra cehennemin dibine kadar yolun var. Ama benimle

McAuliff ani bir hareketle dönüp dar sokağa girdi ve tembelce


dolaşan yerli halkın arasına karıştı. Şaşkına dönen Fergunson'un
ardından geleceğinden emindi. Kısa bir süre sonra
genç adamın ağlamaklı sesi duyuldu ama dönüp arkasına bakmadı
bile.
"McAuliff! McAuliff! Lütfen!" Jamaikalıların müzikal sesleri
arasında akortsuz bir tınısı vardı genç adamın. "Lütfen bekle.,
pardon, özür dilerim... geçebilir miyim?"
"Ne istiyorsun ahbap? İtme beni!"
Alex, genç adamın tüm engelleri aşıp yaklaşmakta olduğunu
hissediyordu. Komik bir görünüm sergiliyorlardı herhalde.
Genelinde yerli halkın kullandığı daracık geçitte, bir beyaz vargücüyle
başka bir beyaza yetişmeye çalışıyor! Tam Duke Caddesine
çıkacağı anda Ferguson kolundan tuttu.
"Lütfen. Konuşmalıyız, yanlız burada olmaz..."
Kaldırımın kenarında sebze ve meyva yüklü büyük bir at
arabası duruyordu. Büyük hasır şapkalı satıcı elindeki eski teraziye
itiraz eden müşterilerle tartışırken, üstü başı perişan çocuklar
arabanın arkasındaki sandıktan muz çalıyorlardı. Ferguson
hâlâ elini Alexin kolundan çekmemişti. "Devon Konağına git.
Orası turist..."
"Yeri biliyorum."
"Dışarda bir restoranı var. On beş dakika sonra buluşuruz."
Kral George döneminden kalma, beyazların ve Avrupa zenginliğinin
simgesi gibi görünen Devon Konağının kapısına yanaştı
taksi. Yuvarlak çiçek tarhları bembeyaz sütunları çevreliyor,
çakıl taşlarından yürüyüş yolları görkemli bir çeşmenin
önünde son buluyordu. Küçük açık hava restoranı, yüksek taflanların
ardında, yoldan geçenlerin bakışlarından gizlenmişti.
Yalnızca altı masa olduğuna göre, insanın birini gözetlemesi oldukça
zordu. Belki de Ferguson göründüğü kadar deneyimsiz
değildi.

Ferguson omzunda fotoğraf makinası ve diğer malzemelerle


birlikte çeşmeye giden yoldan sesleniyordu. "Merhaba!1' diye
yanıtlarken adamın bu kez hangi rolü oynamak istediğini merak
etti Alex.

"Harika resimler çektim. Burası tarihi bir yer, biliyorsun," diyerek


yaklaştı genç botanikçi ve bir an durup Alexin de resmini
çekti £|j

"Saçmalık bu," diye yanıtladı Alex alçak sesle. "Kimi kandırmaya


çalışıyorsun?"
"Ne yaptığımı biliyorum, lütfen bana yardımcı ol," diye fısıldadı
Ferguson ve tekrar sesini yükseltti. "Bu tuğlalı bölümün eskiden
avlu olduğunu biliyor muydun? Konağın arkasına kadar
gidiyor. Bir zamanlar oradaki minik evlerde askerler otururmuş."

"Ne yaptığımı biliyorum, lütfen bana yardımcı ol," diye fısıldadı


Ferguson ve tekrar sesini yükseltti. "Bu tuğlalı bölümün eskiden
avlu olduğunu biliyor muydun? Konağın arkasına kadar
gidiyor. Bir zamanlar oradaki minik evlerde askerler otururmuş."

"Saat on biri geçti dostum," diye sürdürdü Ferguson yük

sek sesli konuşmasını. "Bir bira ya da rom içmeye ne dersin?

Ya da belki iki lokma yemek yeriz." V

İki masada turist oldukları açıkça görülen iki çift oturuyor

du. Erkekler hasır şapkaları ve bol şorttan, kadınlar da kenarları

taşlarla bezeli güneş gözlükleriyle uyum içindeydi. Kingston'ın

ünlü Devon Konağına ilgi duymadıklarını ve bir an önce geldik

leri geminin barına ya da serbest liman bölgesine geri dönmek


için can attıklarını hissetti Alex. Lokantaya yeni gelen iki erkekle

ilgilenmemeleri iyi bir işaretti doğrusu.

Jamaika romuyla yapılmış içkilerini getiren canı sıkkın gar

sonun beyaz ceketi kirliydi. Ne folk şarkısı mırıldanıyor, ne de

ritmine uyarak yürüyordu. Devon Konağı fazla hareketli bir yer

değildi ve ne de olsa Kingston, Montego Bay sayılmazdı.

"Neler olup bittiğini hemen anlatacağım," dedi Ferguson

paniğe kapıldığını gösteren bir fısıltıyla. "Bütün bildiklerimi anla

tacağım. Bir zamanlar Craft Vakfı için çalıştığımı biliyorsun."

— 120 —

"Elbette, yakıttan uzak durmanı anlaşmana Dır madde olarak


yazmıştım. Sen de kabul ettin."
"Başka seçeneğim yoktu. Uçaktan indiğimiz zaman Alison
ile sen geride kaldınız, Whitehall ile Jensen'ler bavullarını almaya
gittiler. Ben havaalanının resimlerini çekiyordum, kapıdan
içeri girince Craft'ın oğluyla burun buruna geldim. Belki biliyorsundur,
vakfı artık oğlu yönetiyor. Beni işten atmış olduğu için
onunla karşılaşmayı hiç istemiyordum, ancak onu görmezlikten
gelmeyi başaramadım. Söyledikleri beni çok şaşırttı. Yaptığım
çalışmalara övgüler yağdırdı, sizin ekibinizde olduğumu öğrenince,
özellikle beni karşılamak için havaalanına geldiğini anlattı."
Ferguson içkisinden bir yudum alıp bakışlarını çevrede dolaştırdı.
Sözlerini nasıl sürdüreceğine karar verememiş gibiydi.
"Devam et," dedi Alex. "Şimdilik yalnızca hiç beklemediğin
biriyle karşılaşmandan söz ettin.."
"Bak, beni anlamalısın. Karşılaşmamız çok garipti. Craft benimle
konuşurken üniformalı biri yanımıza geldi ve adımın Ferguson
olup olmadığını sordu. Evet, dedim. O da senin gümrükte
biraz takılacağını ve bavullannla ilgilenmemi istemiş olduğunu
söyledi. Bavullarını otele göndermemi söylemişsin. Bana
teslim etmeleri için British Airways'e bir not yazmam gerekiyormuş.
Tabii Craft yardıma olmayı önerdi. Pek önemli bir konu gibi
gelmedi bana ve her şey çok çabuk olup bitti. Söylediği gibi
bir not yazıp adamın eline tutuşturdum ve Craft da ona bolca
bahşiş verdi."
"Üniforması neye benziyordu?"
"Bilmiyorum, dikkat etmedim. İnsan kendi ülkesinde olmayınca,
tü*p üniformalar birbirine benziyor."
"Neyse devam et."
"Craft birlikte bir içki içmemizi önerdi; önce reddettim ama

o kadar ısrar etti ki, bir olay yaratmamak için kabul ettim. Üstelik
sen gümrükte takılıp kalmıştın. Niçin kabul ettiğimi anlıyorsun,
değil mi?"
— 121 —
"Devam et."

"Uçakların indiği yere bakan salona çıktık. Kendi bavullarım


için endişelendiğimi söyledim. Aynca senin beni merak etmeni
de istemiyordum... özellikle bu koşullar altında." Ferguson tekrar
içkisini yudumlarken Alex sinirine hakim olmaya çalışarak
konuştu.

"Bence asıl konuya gelsen daha iyi olacak, Jimbo-mon."


"Umarım bu isim takılıp kalmaz. Oldukça kötü bir geceydi."
"Eğer konuşmazsan, daha da kötü bir gün geçireceksin."
"Evet... Craft bana senin en az bir saat daha gümrükte ka

lacağını ve üniformalı adamın da ötekilere benim resim çekmekte


olduğumu anlatacağını söyledi. Sonra da Courtleigh Manor'a
gidecektim. Doğrusu her şey biraz ganpti. Sonra konuyu
değiştirip vakıftan söz etti. Baracoa lifleri konusunda aşama
yaptıklarını ve benim çalışmalarımdan yararlandıklarını anlattı.
Çeşitli nedenler ileri sürerek tekrar vakfa dönmemi istiyorlardı.
Piyasadaki gelişmelere göre bana yüzde bile vereceklerdi... Bu

nun ne demek olduğunu anlıyorsun, değil mi?"


"Eğer anlatacakların buysa, hemen bugün gidip işe başlayabilirsin."
"Milyonlar demek!" Alexin söylediklerini duymamıştı bile.
"Tabii birkaç yıl içinde. Şimdiye dek hiç param olmadı. Boş zamanımı
genellikle içerek geçirdim. Fotoğraf makinasını bile
borç parayla aldım. Bunu biliyor muydun?"
"Hiç düşünmemiştim ama artık her şey bitti anlaşılan. Craft
ile çalışıyorsun..."
"Hayır! Henüz değil, önemli olan bu zaten. Araştırma sona
erince işe başlayacağım. Araştırma süresince seninle kalmam
gerekiyor." Ferguson içkisini bitirip garsonu arandı.
"Araştırmaya katılacak mısın? Yani benimle çalışmak mı istiyorsun?
Galiba önernli bir konuyu atladın."
"Evet, doğru." Genç adam masaya doğru eğilip bakışlarını
kaçırdı. "Craft bunun hiçbir zararı olmayacağını söyledi. Hükü

— 122 —
metin içinde kimlerle iş yaptığını bilmek istiyorlar™ Bir günlük
tutacağım o kadar. İsimleri istiyorlar yalnızca." Yalvaran gözlerle
Alex'e baktı. "Beni anlıyorsun, değil mi? Hiçbir zaran olmayacak."
McAuliff dikkatle genç adamın yüzüne baktı. "Bu sabah bunun
için mi beni izledin?"
"Evet, ama böyle yapmak istememiştim. Craft her yere seninle
birlikte gidersem, çok iş başaracağımı söyledi. İşle ilgili
olarak, her gittiğin yere birlikte gelmek istediğimi söyleyecektim
sana. Zaten benim çok konuştuğumu ve bu nedenle isteğimin
dikkat çekmeyeceğini söylemişti."
"Craft'a iki puan."
"Ne dedin?"
"Boşver, eski bir Amerikan argosu... Her şeye rağmen beni
izledin."
"Amacım bu değildi. Odana telefon ettim ama cevap vermedin.
Sonra Alison'ı aradım. Üzgünüm, çünkü sinirlenmiş gibi
bir hali vardı."
"Ne dedi sana?"
"Birkaç dakika önce odadan çıktığını duyduğunu söyledi.
Hemen lobiye indim, sen o sırada bir taksiye biniyordun. Bunun
üzerine bir taksiye atlayıp peşine düştüm."
McAuliff bardağını bıraktı. "Öyleyse, niçin Viktorya Parkta
yanıma gelmedin? Seni gördüğüm anda arkanı döndün?"
"Aklım karmakarışıktı... korkmuştum. Yani seninle birlikte
gelmek yerine, seni İzliyordum."
"Dün gece niçin aşın derecede sarhoş numarası yaptın?"
Ferguson endişeyle derin bir soluk aldı. "Çünkü otele varınca
senin bavuflannı sordum ve gelmediğini öğrendim. Paniğe
kapıldım. Korkuyordum, çünkü ayrılmadan önce Craft bana senin
bavullarından söz etti..."
"Böceklerden mi?" diye öfkeyle sözünü kesti Alex.

"Böcek mi?" diye sordu ve anladı Ferguson. "Yoo hayır! Yemin


ederim böyle bir şey bilmiyorum. Aman Tanrım, ne kadar
kötü." Bir an durakladı ve düşünceli bir ifade kapladı yüzünü.
"Evet, anlıyorum, demek amacı buymuş..."

Hiç kimse bunca ifade değişikliğini prova etmiş olamaz, diye


düşündü Alex. Öfkeyle karşılık vermenin anlamı yoktu. "Ne
olmuş bavullara?"

"Nee?.. Ah evet, Craft görüşmenin sonunda senin bavullarını


kontrol edeceklerini söyledi. Yalnızca kontrol edeceklerdi.
Eğer soran olursa, o notu kendiliğimden yazdığımı söyleyecektim.
Senin gümrükte takılıp kaldığını farkedip yardım etmek için
yazmış olacaktım. Zaten endişelenmem gereksizdi, bavulların
otele getirilecekti. Oysa ben otele gittiğim zaman getirilmemişlerdi.
Anlıyorsun değil mi?"

Anlamıyordu McAuliff. Bıkkınlıkla içini çekerek sordu. "Yani,


sen de zH zurna sarhoş görünmeye karar verdin öyle mi?"

sen de zH zurna sarhoş görünmeye karar verdin öyle mi?"

ğını düşündüm. Bavulların kaybolsaydı beni suçlayacaktın...

Ama sana yardımcı olmaya çabalayan birine kötü davranman

doğru olmayacaktı."

"Hayal gücün çok fazla çalışıyor, Jimbo-mon. Hatta karma

karışık bir hale gelmiş bile diyebilirim."

"Belki haklısın, ama bana kızmadın, değil mi? Bavulların so

nunda otele geldi ve şimdi birlikte buradayız. Hiçbir şey değiş

medi."

Değişmedi mi? Ne demek istiyorsun?


Ferguson tedirginlikle gülümsedi. "Şey... seninle birlikte ge

Ferguson tedirginlikle gülümsedi. "Şey... seninle birlikte ge

"Bence çok önemli bir değişiklik oldu. Craft hakkında bilgi

verdin."

"Zaten anlatacaktım. Crafftn bunlan öğrenmesine gerek

yok. Öğrenemez de zaten. Seninle birlikte her yere girip çıkarım

ve iterde kazanacağım paradan sana da veririm, istersen bunu


yazılı olarak da onaylayabilirim. Şimdiye dek hiç param olmadı.
Harika bir fırsat geçti elime, bunu anlıyorsun, değil mi?*
Ferguson'u Devon Konağında bırakan Alex, bir taksiye atlayıp
Eski Kingston Mahallesine giderken izlenip izlenmediğine
aldırış etmiyordu. Gözetlenme endişesini bir yana bırakıp düşüncelerini
sıraya sokma zamanı gelmişti.
Bazı koşullara bağlı olarak Ferguson ile işbirliğine gidecekti.
Genç botanikçi, Alexin kontrolünde günlüğünü tutacak ve
buna karşılık Craft'in soruşturmaları hakkında ona bilgi verecekti.
Sokak isimleri limandan iki blok geride olduğunu gösterince,
taksiden indi ve çalıştığını umduğu telefon kulübesine girdi.
"Bay Sam Tucker geld! nil?" diye sordu telefona yamt veren resepsiyon
görevlisine.
"Hayır, Bay McAuliff. Ben de birkaç dakika önce rezervasyon
listesini denetliyordum. En geç saat üçe kadar odasını tutabilirim."
"Parası ödenmişti. Lütfen odayı tutun."
"Korkarım ödenmedi, efendim. Bize yalnızca sizden talimat
alacağım söylenmişti, yardımcı olmaya çalışırım."
"Çok naziksiniz, odayı tutun. Benim için bir mesaj var mı?"
"Bir dakika efendim, sanırım var."
Sessizlikte Sam'in nerede olduğunu düşündü Alex. Gerçi
Robert Hanley kadar endişeli değildi, çünkü Sam'in garipliklerine
alışıktı. Ani bir kararla yerlilerin yaşadıkları bölgelere yaptığı
gezileri biliyordu. Avustralya'daki araştırma sırasında, Sam dört
hafta kadar Aborijin'lerin yanında yaşamış ve her gün Kim—
125 —

beriy'deki çahşma alanına otuz kilometre yol katederek gelip


gitmişti. İhtiyar Tucker her zaman alışılmışın dışındaki konulara
ilgi duyardı. Bulunduğu ülkenin yerli halkının geleneklerini, yaşam
biçimlerini incelemek ona cazip gelirdi. Ne var ki, Kingston'
da işe başlama tarihi yaklaşıyordu.
"Beklettiğim için özür diterim. Bir sürü mesaj var, sıraya
koymaya çalışıyordum, efendim. Hepsi acele ve önemli demiş.
Önce eğitim bakanlığından Bay Latham aramış ve sizin aramanızı
bekliyor. Saat 11:20'de Sheraton Oteli 51 no'lu odadan Bay
Piersall aramış. Montego Bay'den Bay Hanley adında biri çok
acil aramanızı söylemiş; numarası..."

"Beklettiğim için özür diterim. Bir sürü mesaj var, sıraya


koymaya çalışıyordum, efendim. Hepsi acele ve önemli demiş.
Önce eğitim bakanlığından Bay Latham aramış ve sizin aramanızı
bekliyor. Saat 11:20'de Sheraton Oteli 51 no'lu odadan Bay
Piersall aramış. Montego Bay'den Bay Hanley adında biri çok
acil aramanızı söylemiş; numarası..."

"Montego'nun kodu 8227. Saat beşe kadar bu numaradan,

yoksa altı buçuktan sonra Port Antonio'dan aramanızı söylemiş,

Bay Hanley."

"Başka numara bırakmış mı?"

"Hayır, efendim. Bayan Booth saat 13:35'de arayıp 14:30'

dan sonra odasında olacağını bildirmiş. Dışardan ararsanız si

zinle konuşmak istediğini söylemiş. Hepsi bu kadar, Bay McA


uliff." ' • •. • #1' Ş. .

uliff." ' • •. • #1' Ş. .

duğunu düşünüyordu. Hammond'ın verdiği on iki kişilik listede

böyle bir Mm yoktu. "Şimdi beni Bayan Booth'un odasına bağ

lar mısınız?"

Birkaç kez çaldıktan sonra Alison telefonu açtı. "Duş alıyor

dum ve senin de yanımda olmanı istediğimi düşünüyordum,"

dedi soluk soluğa.

"Evet, yine susadığını anlıyorum, ama resepsiyona bıraktı

ğın notta önemli olduğunu söylemişsin. Ne oldu?" Jetonun bit


mekte olduğunu haber veren tıkırtı geldi Alex'in kulağına.

mekte olduğunu haber veren tıkırtı geldi Alex'in kulağına.

— 126 —

Telefonun numarası silinmişti. "Hiç bilmiyorum. Önemli


olan nedir? Başka biriyle daha görüşmem gerek."
"Daha sonra anlatabilirim. Ama benimle konuşmadan önce
Piersall adında biriyle sakın görüşme."
Bir an tekrar arayıp PiersaH'ın kim olduğunu sormayı düşündü
Alex, fakat Hanley'i bulması daha önemliydi. Yeterince
'bozuk parası olmadığı için ödemeli aramak zorundaydı.
Şehirlerarası görüşmenin bağlanması beş dakika sürdü ve
Hanley de ödemeyi kendisinin yapacağı konusunda kaldığı otelin
santralini ikna etmeye çabaladı.
"Özür dilerim, Robert, ama Kingston'da bir telefon kulübesinden
arıyorum," dedi Alex.
"Önemli değil, evlat Tucker'dan haber aldın mı?" Hanley'in
konuşma biçiminde bir gariplik vardı.
"Hayır, haber yok. Henüz otele gelmemiş. Belki de senin
haberin vardır diye aradım."
"Gerçekten bir şeyler öğrendim ve hiç hoşuma gitmedi...
Birkaç saat önce Montego Bay'e döndüm ve buradaki salaklar
iki zencinin gelip Sam'in hesabını ödediklerini ve eşyalarını alarak
bir not bile bırakmadan gittiklerini söylediler."
'fğ "Nasıl olur?" . Ji0r ^.|£'
"Burası Hilton değil, evlat Ceplerinde para vardı anlaşılan
ve hesabı kapatıp gitmişler."
"Öyleyse şimdi sen nerdesin?"
"Sam tekrar temas kurabilir diye düşünüp aynı odayı bugün
için tuttum. Bu arada bazı eski dostlarıma onu kentte aramalarını
söyledim. Polise gitmemi hâlâ istemiyor musun?"
McAuliff kararsızdı. Hammond kendisiyle görüşmeden önce
kesinlikle Jamaika polisini hiçbir işe bulaştırmamasını tembih
etmişti. "Henüz değil, Bob."
"Ama eski bir dostumuz sözkonusu."
"Henüz işe başlamak için gecikmiş sayılmaz. Ayrıca huyunu
bildiğim için, onu utandırmak istemem."
— 127 —

"Yine de iki yabancının gelip eşyalarını aldığını öğrenince


kıyameti koparacaktır!" Hanley öfkelenmekte hakliydi.
"Yabancı olduklarından emin değiliz. Tucker'ı bilirsin; sanki
bir kralmış gibi uşaklar tutar kendine. Özellikle harcamak istediği
kadar parası varsa. Kimberly'yi düşünsene, Bob. Bir tarım komünü
kurmak uğruna Sam iki aylık maaşını harcamıştı."
Hanley kıkırdadı. "Haklısın, evlat. Şu kıllı herifleri şarap işine
sokacaktı. Adeta tek kişilik Barış Gönüllüsü gibi davranıyor. Pekâlâ
Alex, yanna kadar bekleriz. Ben Port Antonio'ya dönmek
zorundayım. Sabahleyin seni ararım."
"Eğer bir haber çıkmazsa, ben polise giderim, sen de yeraltı
kaynaklannı harekete geçirirsin. Eminim böyle bir iletişim ağı
kurmuşsundur."
"Haklısın. Biz eski gezginler kendimizi korumak ve birbirimize
destek olmak zorundayız."
Sıcak, kirli sokak ve telefon almacının pis Kokusu McAuliffde
oteline dönme isteği uyandırdı. Belki balıkçı dükkânını
akşamüstü araması daha doğru olurdu.
Çevirdiği taksi en az yirmi yıllıktı ve uğradığı değişiklikler
yüzünden markasını tahmin etmek bile güçtü. Arabaya bindiği
anda vanilya kokusu geldi burnuna. Jamaika'ya özgü vanilya ve
defne kokuları geceleri çok hoştu ama yakıcı ekvator güneşinin
sıcağında biraz fazla geliyordu.
Eski Kingston adıyla bilinen liman semtinden uzaklaşırken,
insan eliyle oluşturulan çöplüklere ve yaşam kavgası veren tropik
bitkilere takıldı Alex'in gözleri. Yeni Kingston in taş ve renkli
camdan inşa edilmiş pırıl ptrıl binaları, sıska çocukların kemikleri
sayılan köpeklerle oynadığı sokaklara, limandan yürüttüğü iplere
yırtık giysileri asarken bir günü daha nasıl geçireceğini
üzüntüyle düşünen kadınların yaşadığı barakalara bu kadar yakın
olmamalıydı. İnsanlık onurunun en alt basamağına kadar inmiş
olanların meskeni sayılan çürük, böceklerin cirit attığı teknelerden
bu yepyeni binalar yalnızca iki yüz metre uzaktaydı.
— 128 —
Birbirine benzeyen yapıların banka olduğunu farkettl Alex. Altı
tane banka neredeyse yan yana sıralanmıştı.
Sekiz dakika sonra antika taksi Courtleigh Manor Otelinin
palmiyelerle çevrili kapısına yaklaştı ve sürücü aniden fren yaptı.
Cüzdanını çıkaran Alex, özür dileyen adamın yan koltuktaki
on beş santimlik bıçağı aşağıya sakladığını farketti.
"Eski mahalleye bazen müşteri götürürüm, ahbap. Gecekondu
semti. Bu bıçağı hep yanıbaşımda taşırım."
"Gerekli oluyor mu?"
"Elbette ya. Orada kötü adamlar var. Onlar Kingston'lı değil.
Bu pisliklerin hepsini vurmalı. Onları gemilere bindirip Afrika'ya
geri yollamalı. Yarı yolda da gemileri batırmalı, ahbap."
İlginç bir çözüm yolu." Bu arada taksi kapıya yanaştı ve
sürücü olağanüstü yüksek ücrete hayretle bakakalan yolcusuna
sırıttı. "Eminim bahşişi de hesaba katmışsındır," dedi Alex parayı
uzatırken.
Resepsiyondan mesaj kartlarını alırken bir tane daha eklendiğini
gördü. Eğitim bakanlığından Bay Latham tekrar aramıştı.
Alison mayosuyla küçük balkonda oturmuş öğleden sonra
güneşinden yararlanıyordu. McAuliff ara kapıdan genç kadının
odasına girdi. "Ne kadar güzel bir kadın olduğunu acaba biliyor
musun?"
"Teşekkür ederim, yakışıklı adam."
"Bana Piersall'dan söz et."
"Sheraton Otelinde kalıyor."
"Biliyorum, oda numarası 51."
"Onunla konuştun demek." Alison endişelenmiş gibiydi.
"Hayır, böyle bir mesaj bırakmış."
"Belki şimdi odasındadır, ama sen beni aramadan birkaç
dakika önce buradaydı. Onunla yüz yüze konuştum. Herhalde
mesajı daha sonra bıraktı."

— 129 — F: 9
"Ne konuştuğunu anlat öyleyse."

Alison araştırma için hazırladığı notları gözden geçirmiş,


tam duş almaya hazırlanırken Alex'in oda kapısının çalındığını
duymuştu. Ekipten birinin geldiğini varsayarak kendi oda kapısını
açınca, uzun boylu zayıf bir adamla karşılaşmıştı. Kapının
sesini duyduğunu ve McAuliff in odasında olmadığını bildirerek
not bırakıp bırakmayacağını sormuştu.

"Sinirii gibiydi. Konuşurken kekeliyordu. Saat on birden beri


seni arıyormuş. Bana güvenip güvenemeyeceğini sordu. Senden
başka kimseye anlatmamamı isteyip baklayı ağzından çıkardı.
Sam Tucker adında birinden haber getirmişti. Hani bizimle
burada buluşacak olan Amerikalı değil mi bu?"

Alex şaşkınlığını gizlemeye gerek duymadı. "Ne olmuş Tuc


ker^?" i

ker^?" i

nu söyledi. Pek açık konuşmadı doğrusu."

"Niçin bunu bana telefonda söylemedin?"

"Seninle yüz yüze konuştuğum zaman söylemem için ısrar

etti. Kızacağını tahmin ediyordu ve başkalarıyla görüşmeden

önce kendisini araman için ısrar etti. Sonra da çekip gitti... Bu

adam neden söz ediyordu Alex?"

McAuliff yanıt vermeden telefona yaklaştı ve ara kapının

açık olduğunu farkedince usulca kapattı. Sheraton Otelinin nu

marasını santrale verip bekledi.


"Bay Piersall ile görüşmek istiyorum. Oda numarası 51."

"Bay Piersall ile görüşmek istiyorum. Oda numarası 51."

Alex'in kimliğini sordu, sonra Dr PiersalPın bir arkadaşı ya da

akrabası olup olmadığım öğrenmek istedi. McAuliff konuşurken

Soho'da Saint George'un Baykuşu bannın yakınında, soğuk bir

geceyi anımsıyordu. Bir neon ışığının pırıltısı onun yaşamını kur

tanrken, öldürmeyi planlayan düşmanının kendi ölümüne git

mesine neden olmuştu.

Dr. Walter Piersall, çok kötü bir kaza geçirmişti.

— 130 —

Kingston'ın arka sokaklarından birinde hızla gelen bir ara


banın altında kalmış ve ölmüştü.

Amerikalı antropolog Walter Piersall, Karayipler konusunda


uzmandı ve Jamaika'nın bilinen ilk halkı olan Arawak yerlileri
üzerine kitap yazmıştı. Trelawny beldesinde Carrick Foyle yakınında
"High Hill" adıyla tanınan bir evi vardı. Eğitim bakanlığından
Bay Latham'ın verdiği bilgi bu kadardı.

"Bir trajedi, Bay McAuliff. Son derece saygın, soylu bir insandı.
Jamaika kendisini çok özleyecek."

"Özlemenin dışında onu kim öldürdü, Bay Latham?"

"Anladığım kadarıyla araba çarpıp kaçmış. Görgü tanıklannın


ifadeleri çok çelişkili."

"Kaza gün ortasında olmuş, Bay Latham."

"Biliyorum ama ne diyebilirim. O da tıpkı sizin gltSi Amerikalıydı


ve Kingston'ın arka sokaklarında çok kötü bir olay yaşandı.
Aslında onunla tanışmıyorsam da çok üzüldüm."
Alex sesini alçalttı. "Çok kötü bir olay dediniz. Yani bir kazadan
farklı mıydı?"
"Yoo, hayır. Ne bıçaklanmış, ne de soyulmuş. Yalnızca bir
kazaydı. Hiç kuşkusuz can sıkıntısı ve fazla rom buna neden oldu.
Kingston'da sıkıntı ve rom pek bol bulunur, Bay McAuliff. Bu
suçu işleyenler çoktan dağlara kaçmıştır. Romun etkisi geçince
korkuya kapılıp saklanacaklardır. Kingston polisi acımasızdır."

"Yoo, hayır. Ne bıçaklanmış, ne de soyulmuş. Yalnızca bir


kazaydı. Hiç kuşkusuz can sıkıntısı ve fazla rom buna neden oldu.
Kingston'da sıkıntı ve rom pek bol bulunur, Bay McAuliff. Bu
suçu işleyenler çoktan dağlara kaçmıştır. Romun etkisi geçince
korkuya kapılıp saklanacaklardır. Kingston polisi acımasızdır."

"Piersall duldu ve Carrick Foyle'de tek başına yaşıyordu.


Polisler Cambridge, Massachusetts'de yaşayan kardeşiyle temasa
geçecekmiş. Sizi niçin aradığını biliyor musunuz?"

— 131 —

"Hiç fikrim yok.11

"Araştırmalarınızın büyük bir bölümü Trelawny beldesini


kapsayacak.. Belki bunu haber aldı ve yardımcı olmayı önerecekti."
W

"Olabilir, Bay Latham ama bu araştırmayı duymuş olması


mantıklı mı sizce?" Adamın vereceği yanıtı merakla bekliyordu
Alex. Küçük ayrıntılara dikkat et, demişti Hammond.
"Mantıklı mı? Jamaika'da mantıklı olan herhangi bir şey var
mı? Bakanlığın, eskiden bağlı olduğumuz ülkenin yardımıyla bir
bilimsel araştırma yaptıracağını herkes biliyor. Kolay saklanabilecek
bir sır değil bu. Dr. Piersall'ın duymaması olanaksız."

"Mantıklı mı? Jamaika'da mantıklı olan herhangi bir şey var


mı? Bakanlığın, eskiden bağlı olduğumuz ülkenin yardımıyla bir
bilimsel araştırma yaptıracağını herkes biliyor. Kolay saklanabilecek
bir sır değil bu. Dr. Piersall'ın duymaması olanaksız."

balamamıştı, söylediklerini önceden prova etmiş gibi bir hali

yoktu.

"Öyleyse beni bu konu için aramış olmalı, çok üzgünüm."

"Ben de öyle," dedi ve durakladı Latham. "Belki zamanı de

ğil ama yapacağımız işle ilgili olarak da konuşmak istiyorum,

Bay McAuliff. Araştırma izinlerinin tümü bu sabah geldi. Genel

likle bir hafta kadar sürer ama bu kez yirmi dört saat bile sürme
di..." ^00. '

di..." ^00. '

-132

apmak daha akıllıca olmuştu. Ayrıca Cock Pit bölgesi beyazların


yaşaması için uygun bulunmamıştı.
250 yıldır insanların bu anlaşmaya güldüğünü ama hiç bozulmadığını
söyledi Latham. Ülkelerine girmek isteyen biri olduğu
zaman Kingston hükümeti, "Maroon'lann Albayından" izin
alıyordu. Bakanlığa bile ayrıcalık tanınmıyordu. Ancak bakanlık
Dunstone'un emrinde, diye düşündü McAuliff. Yani gerekli izinler
inanılmaz bir hızla alınıvermişti.
"Araç gereçleriniz Boscobel'e uçakla götürüldü, kamyonlara
yüklenip araştırmanın başlayacağı yere taşınacak," dedi Latham.
"Öyleyse yarın öğleden sonra ya da en geç öbür sabah
ben yola çıkarım. Ocho Rios'dan adam bulmam gerekecek.
Ekibin geri kalanı daha sonra gelir. İşim herhalde birkaç günden
fazla sürmez."
"Koşucu dediğimiz rehberleriniz iki hafta sonra işe başlayabilirler,

o zamana kadar zaten size gerekli olmayacaklar. Sanırım


çalışmalarınıza önce sahil kesiminden başlayacaksınız."
"İki hafta iyidir... Koşuculan ben seçmek isterim."
"Fazla seçeneğiniz yok, Bay McAuliff. Bu iş gençlere çekici
gelmiyor artık, sayılan gitgide azalıyor. Ama elimden geleni yaparım."
"Teşekkür ederim. Acaba onaylanmış haritaları yarın sabah
alabilir miyim?"
"Saat onda otelinize gönderirim. İyi günler, Bay McAuliff.
Dr. Piersall için çok üzüldüğümü bir kere daha belirtmek isterim."
"Ben de onu tanımıyordum, Bay Latham."
Gerçi adamı tanımıyorsa da yaşadığı köyün adını daha önce
de duymuştu. Carrick Foyle ismi hiç yabana gelmiyordu
ama nereden duyduğunu çıkaramıyordu.
Alex almacı bırakıp korkusunu gizlemeden konuşmayı dinleyen
Alison'a baktı. Daha iki saat önce kapıya gelip gizli bilgi
— 133 —
vereceğini söyleyen uzun boylu, endişeli adam araba kazasında
ölmüştü.

Öğleden sonra güneşi tem bir Karayip turuncusuna bürün*


muş, gölgeler küçük balkona simsiyah uzanmıştı. Arkadaki koyu
yeşil palmiyelerin gerisinde sıradağlann yükseltisi görülüyordu.
Tropik renklerin ışık ve gölge oyunundan oluşan fonunun
önünde adeta bir hedef gibi oturuyordu Alison.

"Kaza olduğunu söyledi" diyerek balkona yaklaştı Alex.


"Herkes çok üzgün. Piersall adada çok sevilen biriymiş. Anlaşılan
vurup kaçan arabalann sayısı bu kentte epey fazla."

"Ama sen ona inanmadın."


"Böyle bir şey demedim," diyerek Wr sigara yakarken genç
kadına bakmamaya çalıştı.
"Söylemene gerek yok. Arkadaşın Tucker hakkında bir tek
laf etmedin. Niye?"

"Sağduyu. Bu konuyu bakanlıktan bir müdür yardımcısıyla


değil, polisle konuşmak istiyorum. Latham herhalde bir şeyler
geveleyip karmaşa yaratacaktı."

"Öyleyse polise gidelim. Hemen giyinirim," diyerek ayağa


kalktı Alison.
"Hay**? Ağzından çıktığı anda gereğinden fazla tepki gösterdiğini
hissetti Alex. "Yani ben giderim. Senin karışmanı isteniyorum."

"Adamla ben konuştum." *

"Gerekli bilgiyi ben veririm. Dinle beni, Alison. İzin belgelerimiz


gelmiş. Ben yann Ocho Rios'a gidip hamal ve şoför arayacağım.
Sizler birkaç gün sonra geleceksiniz. Ben yokken senin
ya da ekipten başka birinin polisle ilişki kurmasını istemiyorum.
Bizim buradaki görevimiz araştırma yapmak ve herkesten ben
sorumluyum. İşin gecikmesini istemiyorum."

Çok renkli fonun içinden sıyrılıp genç adamın tam karşısında


durdu Alison. "Kötü bir yalancısın, Alex. Yalan söylemesini
hiç beceremiyorsun."

— 134 —

"Şimdi karakola gidiyorum. Eğer çok geç kalmazsam, bakanlığa


uğrayıp Latham ile görüşeceğim. Konuşmamız pek sevimli
bitmedi."
"Kibar bir şekilde noktaladığını duydum."
Hammond'ın dediği küçük ayrıntılara dikkat eden Alison'dı.
Bu konuda Alex'den daha yetenekliydi. "Sen yalnızca benim
söylediklerimi dinledin. Eğer yediye kadar dönmezsem, Jensen'leri
arayıp akşam yemeğini birlikte yersin. Ben de sonra sîze
katılırım."
"Jensenler burada değil. Onları öğle yemeği için aradım ve
resepsiyondan bugün izinli oldukları için kentle gezmeye çıktıklarını
öğrendim. Otel müdürü tur ayarlamış."
"Umarım keyifli bir gezi yaparlar."
Alex taksi şoförüne yarım saat sonra Duke Caddesinde olması
gerektiğini ama tam adresi bilmediğini ve biraz da kenti
gezmek istediğini söyleyince, durmamacasına konuşup kentin
gelişmesini anlatmaktan zevk alan adama gündoğdu. Anlattığına
göre Kingston, Karayipler'in finans merkezi olacaktı ve "büyük
Amerikan dolarları" sürekti buraya akıyordu. Herhalde müşterinin
aksanına göre para birimi mark ya da frank olarak değişiyordu.
Birkaç dakika sonra arka camdan bakarken yeşil bir
Chevrolet'nin iki üç araba geriden kendilerini izlediğini farketti
Alex. Şoför de arabayı görmüştü.
"Başın dertte mi, ahbap?"
Yalan söylemenin anlamı yoktu. "BHmiyorum."
"Ben biliyorum. Şu yeşil araba hep peşimizde, üstelik otelin
parkında duruyordu. İki zenci herif var içinde."
Şoförün son sözler! Robert H-anley'in telefonda söylediklerini
anımsattı'birden. İki zenci Sam'in eşyalarını almış. Çoğunlukla
koyu renkli insanların yaşadığı bu ülkede, böyle bir bağlantı
olasılığı çok zayıftı ama bu riski göze almak zorundaydı. "Eğer

olasılığı çok zayıftı ama bu riski göze almak zorundaydı. "Eğer


135
iki şey yapabilirsen, yirmi dolar kazanabilirsin, dostum," dedi

sürücüye hiç duraksamadan.

"Söyle bakalım."

"Önce yeşil arabanın plakasını görebileceğim kadar yakınımıza


gelmesine izin ver, sonra da ondan kurtul. Bunu yapabilir
misin?"

"Sen iste yeter, ahbap."

Jamaikalı sürücü arabayı şeritlerin arasında gezdirip birkaç


tanesini solladı ve san ışık yanan trafik lambasının yanından sola
döndü. "Yarış yerine doğru gidiyoruz!" diye bağırdı. "Yeşil
arabalılar Snipe Caddesi ışıklarında durmak zorunda. Sonra
son hızla yola çıkacaklardır. İyi bak, plakayı okursun!"

Birkaç kez daha sola dönüp VI. George Parkının kapısın

dan içeri daldı ve yan yolda tek bir manevrayla geri döndü. Bu
kez parktan çıkan taşıtların arasına girmişti. "Şimdi bak geliyor!"

kez parktan çıkan taşıtların arasına girmişti. "Şimdi bak geliyor!"

lanmış araçlann arasındaydı. VI. George Parkının pistinde kral

lann sporu olan at yarışları başlamak üzereydi ve Kingston'ın

tüm kumarbazları bu yöne doğru akıyordu.

Alex kendini göstermeden plakayı yazarken iki zencinin,

peşine düştükleri aracın yanlarından geçip gittiğini tabetmedik

lerini anladı. "Artık herifler bütün parkı dolaşmak zorunda! Aptal

siyahlar! Şimdi nereye gitmek istiyorsun, ahbap? Çok zamanı

mız var. Bizi bir daha bulamazlar!"

McAuliff gülümserken Jamaikalı sürücülerin becerisini


Hammond'ın bilip bilmediğini düşündü. "Beş dolar daha kazan

Hammond'ın bilip bilmediğini düşündü. "Beş dolar daha kazan

tık zamanım doldu."

"Hey ahbap, burada olduğun sürece benim taksiyi kiralaya

bilirsin. Sana durağın numarasın» veririm. Telefon edip Rodney'i

istersin, hemen gelirim. Nerede olduğumu onlar bilir, bana ha

ber verirler. İstersen isim bile söyleme, yarışlara götürdüğü

müşteri dersen, ben anlarım."

— 136 —
Alex taksiden inince ceketini ve kravatını düzeltip hangi resmi
daireye gitmesi gerektiğini düşünen beyaz işadamı izlenimi
vermeye çalıştı. Balıkçı dükkânını ararken bir yandan da izlenip
izlenmediğini kontrol ediyordu. Güneş batmak üzereydi ve bazı
köşeler şimdiden karanlıkta kalmıştı. Birkaç dakika korkuya kapıldıysa
da aramayı sürdürdü. Sonunda boyası akmış tabelayı
gördü.
TALLON'S g
TAZE BALIK & YEREL ÜRÜNLER
311-1/2 QUEEN'S ALLEY

1. BLOK -DUKE CADDESİ -BATI


Paris, Roma ya da Greenwich Village'da benzerleri bulunan
sokağın girişi üç metre yüksekliğindeydi, üst tarafındaki demir
bağlantı tropik çiçeklerle bezenmişti. Alışveriş mahallesinin
merkezinde bulunmasına karşın, özel bir yerin girişiymiş gibi
görünüyordu. Yalnızca kapısı eksik, diye düşündü Alex. Bu
kentlerdeki çıkmaz sokaklarda ancak ağzının tadını bilenlerin
tanıdığı dünyanın en iyi lokantaları bulunurdu. Shenzen, Macao
ve Hong Kong'da ise para karşılığında her şey satılırdı. Kingston'daki
çıkmaz sokak İngiliz İstihbaratı adına çalışan, romatizmalı
bir yaşlı adamın dükkânını barındırıyordu.
Queen's Alley yirmi metreden fazla değildi, sağ taraftaki kitapçı
dükkânının vitrininde deri ciltli pahalı kitaplardan, ucuz
porno dergilere kadar her çeşit yayın sıralanmıştı. Tallon's sol
taraftaydı. Buz dolu sandıkların içinde yatan ölü gözlü balıklar,
kirli beyaz öniükleriyle müşterilerle tartışan satıcılar geldi gözlerinin
önüne. Vitrinde gerçekten de buzların arasında yatan balıklar;
yanısıra kalamar, ahtapot ve oraya özgü kabuklu deniz
ürünleri görülüyordu. Sıradan bir balıkçıya pek benzemiyordu.
Kapıdan çıkan üniformalı şoförün elindeki özel olarak yalıtılmış
torba Alex'in varsayımını kanıtlar gibiydi.
Çift kanatlı ağır kapıyı güçlükle açabildi. İçerde tezgâhların
üstü ve satıcıların pahalı ketenden dikilmiş, mavi-beyaz çizgili

kirli beyaz öniükleriyle müşterilerle tartışan satıcılar geldi gözlerinin


önüne. Vitrinde gerçekten de buzların arasında yatan balıklar;
yanısıra kalamar, ahtapot ve oraya özgü kabuklu deniz
ürünleri görülüyordu. Sıradan bir balıkçıya pek benzemiyordu.
Kapıdan çıkan üniformalı şoförün elindeki özel olarak yalıtılmış
torba Alex'in varsayımını kanıtlar gibiydi.
Çift kanatlı ağır kapıyı güçlükle açabildi. İçerde tezgâhların
üstü ve satıcıların pahalı ketenden dikilmiş, mavi-beyaz çizgili

"Santa Domingo'daki bir dostum, sizde kuzey sahilinden


gelme alabalık bulunduğu söylemişti."

Açık kahverengi tenli adam Alexin yüzüne bakmadan işini


sürdürdü ve doğru yamö verdi. "Martha Brae'den gelme tatlı su
alabalığımız var, efendim."

"Ben tuzlu su balığını yeğlerim. Yardımcı olamayacağınızdan


emin misiniz?"
"Bir bakayım efendim." Adam Alexin buzhaneye gittiğini

"Bir bakayım efendim." Adam Alexin buzhaneye gittiğini

bastonuna dayanarak yürüyen zayıf, yaşlı zenciyi görünce solu

ğunu tutup şaşkınlığını belli etmemeye çalıştı. Viktorya Parkta

bir bankın üzerinde otururken, önünden geçip kendisini dikkat

le süzmüş olan adamdı karşısındaki.

Yaşfc adam tezgâha yaklaşıp görünümünü yalanlayan güç

lü sesiyle konuştu. "Demek siz de tuzlu su balığını seviyorsu

nuz. Herkes sizkı gibi olursa, bunca para yatırdığım tatlı su ba

tıklannı ne yapacağım? Gelin kendime ayırdıklarımdan sizin için

seçelim."
Çizgili önlüklü görevli, tezgâhın menteşeli bölümünü kaldır

Çizgili önlüklü görevli, tezgâhın menteşeli bölümünü kaldır

lışma odası; maun bir masa, antika döner koltuk, yumuşak deri

kanape, porselen masa lambası gibi pahalı mobilyalarla döşen

mişti.

"Oturun, Bay McAuliff, ben de sizi bekliyordum," dedi ihti

yar adam masanın ardındaki yerini alırken.

"Bu sabah Viktorya Parktndaydınız."

"Orada olacağınız hiç aklıma gelmemişti. Aslında beni şa

şırttınız. Yürüyüşe çıkmadan birkaç dakika önce resminize bak


— 138 —

mistim. Ve birdenbire resimdeki adam parkin ortasında karşıma


çıkıverdi. Benim ismim Westmore Tallon. Kökfö bir Jamaika
ailesine mensubum. Eminim size anlatmışlardır."
"Bunu bilmiyordum ama dükkânınızı görünce tahmin ettim."
"Haklısınız. Mallarımız son derece pahalıdır ve adanın yalnızca
en zengin kesimine hizmet veririz. Her yere kendi özel
uçağımızla siparişleri tesWm ederiz."
"Size anlatmam gereken çok şey var. Herhalde bilgileri aktarıp
Hammond'ın karar vermesini beklemek zorunda kalacağız.*
*
"Öfkeli gibi görünüyorsunuz."
"Özellikle Bayan Booth konusunda çok öfkelendim. Interpol
beni kullanarak onu ekibime kattı. Burnuma kötü kokular
geliyor. Anladığım kadarıyla kendisine acı veren ve tehlike yaratan
bir işbirliği yapmış, ama artık onun yakasını bırakmalısınız."
Tallon koltuğunu çevirip bastonuna uzandı. "Ben yalnızca
iletişim kurarım, Bay McAuliff. Ancak bana öyle geliyor ki, Bayan
Booth'u işe almanız için size hiç baskı yapılmadı. Kendi isteğinizle
onu seçtiniz. Kullanıldığınızı nasıl söyleyebilirsiniz?"
Bastonuyla oynayan ufak tefek yaşlı adama baktı Alex.
Westmore Tallon, sanki bir ressamın Charles Whitehall ile Julian
Warfield'i biraraya getirmesinden oluşmuş gibiydi ve bu karışım
insanı rahatsız ediyordu. "Sizler çok profesyonelsiniz. Konu
seçenek sunmaya gelince, harikalar yaratıyorsunuz."
"İnanın bana, Bay McAuliff, Bayan Booth şimdilik evine gidemez."
"Başka bir açıdan bakarsak, belki gitmesi daha iyi olur...
Marki de Chatellerault şu anda Jamaika'da."
Tallon iskemlesini çevirip dikkatle Alex'in yüzüne baktı.
Gözlerini kırpıştırırken sanki duyduklarını yadsımaya çalışıyor
gibiydi. "Olanaksız," demekle yetindi sonunda.
"Üstelik burada olması, birinin bir saat önce dediği gibi, kolay
saklanabilecek bir sır değil."

"Bu bilgiyi kim verdi size?"

"Charles Whitehall. Sabahın üçünde bana anlattı. Chatellerault


ile buluşmak için Savanna-La-Mar'a davet edilmiş."

"Niçin davet edilmiş?"

"Markinin burada olması bence davetin nedeninden daha

önemli. Wakefield adında zengin, beyaz bir ailenin konuğu olarak


kalıyormuş."
"Aileyi tanınm," dedi Tallon romatizmalı parmaklarıyla not
tutarken. "Müşter^erimizdendir. Başka ne vardı?"

"Birkaç konu daha var ve bir tanesi benim için yaşamsal


önem taşıyor. Sonuçlandırılıncaya kadar buradan ayrılmak istemiyorum."

"Gerçekleri dikkate almadan konuşuyorsunuz. Herhangi bir

konuda ne şekilde yardımcı olacağımı bile bilmiyorum. Odama

kamp kurmanız bunu değiştirmeyecektir. Lütfen devam edin."

James Ferguson'un havaalanında Craft ile karşılaşmasını

ve sonunda, bavuluna dinleme aygıtı yerleştirilmesini anlattı.

Araştırma hakkında verilecek bilgilere Craft'ın para ödemeye

hazır olduğunu da açıkladı.

"Hiç şaşırmadım. Craft Şirketi son derece meraklıdır. Ya

şamsal önemi olduğunu söylediğiniz konuya geçelim mi?"

"Öncelikle şimdiye dek anlattıklarımı özetlemek isterim."


Tallon gülümsedi. "Gerek yok, Bay McAuliff. Çök ağır yazı

Tallon gülümsedi. "Gerek yok, Bay McAuliff. Çök ağır yazı

"Birbirimizi iyi anlamak zorundayız. İngiliz İstihbaratı, Hali

don'u ele geçirmek istiyor, yalnızca bu nedenle kendileriyle iş

birliği yapmamı istediler. Halidon'a ulaştıkları zaman görevim

sona ermiş olacak ama araştırma ekibinin güvenliğini sağlama

yı sürdürecekler."

"Yanı?"

"Bence aranan Halidon, Chatellerault ile Craft'dan başkası

değil. Hammond bu Halidon'un işe karışacağını ve araştırmayı


durdurmak için gayret edeceğini söylemişti. Bence marki ile
Craft bu tanıma çok iyi uyuyor. Gidip onları ele geçirin."

"Anlıyorum..." dedi Tallon tekrar bastonuyla oynamaya başlayarak.


"Yani bizim Amerikalı jeolog, Halidon bilmecesini çok
basit bir biçimde çözümleyiverdi."

Birkaç dakikalık sessizliği sonunda Alex sakin ama öfkeli


bir sesle bozdu. "Galiba sizden hoşlanmıyorum, Bay Tallon.
Çok kendini beğenmiş bir insansınız."

"Benim huylanmın tarafınızdan onaylanmasına gerek yok,


Bay McAuliff. Jamaika benim ülkemdir ve ülkemi çok severim.
Sizin düşünceleriniz benim işimi etkilemediği sürece önemli değildir.
Baba oğul Craft'lar yarım yüzyıldır adanın canına okuyorlar.
Yaptıklarının neredeyse Tanrı tarafından emredildiğine inanıyorlar.
Craft adına her şeyi yaparlarken Halidon gibi bir simgenin
ardına gizlenmelerine gerek yok... Marki de Chatellerault
konusuna gelince, Bay McAuliff, haklısınız. Bayan Booth'un ekibinize
katılabilmesi için gerçekten çaba gösterildi. O yalnızca
bir yemdi, Bay McAuliff. Uzun zamandır Chatellerault'nun Julian
Warfield ile çalıştığından kuşkulanıyorduk." Tallon bastonunu
masanın üzerine bıkarıp gözlerini Alex'e dikti.

"Daha önceden bilmem gerekenleri bana söylemediniz.


Sizlerden biriymişim gibi davranmamı istiyorsunuz. Bana bu biraz
garip görünüyor."

"Abartıyorsunuz. Zaten karmaşık olan bir konuyu biraz daha


karıştırmanın anlamı yok."
"Chatelleraulfnun adını Bayan Booth'dan duymak yerine,

daha önceden öğrenmiş olmayı tercih ederdim."

Tallon omzunu sttktk "Unutmuşuz. Devam edelim mi?"

"Pekâlâ, Sam Tucker adında bir adam var."

"Californialı toprak uzmanı dostunuz değil mi?"

McAuliff öyküyü anlatırken Hanley'in ismini vermedi. Tucker'ın


eşyalarını alan iki zenciyle taksiyi izleyen yeşil Chevro

lefdeki zenciler konusunun üzerinde önemle durdu ve plakayı


Tallon'a verdi.

Yaşlı adam telefona uzandı. "Ben Tallon, acele yanıt bekliyorum.


Plakası KYB-448. Beni bu telefondan arayın." Almacı bırakıp
Alex'e baktı. "Beş dakika bile sürmez."
"Polisi mi aradınız?"

"Polis bunları bilmez ki... Duyduğuma göre beklediğiniz


izinler bugün bakanlığa ulaşmış. Dunstone işleri kolaylaştırıyor,
değil mi?"

"Latham'a yarın öğleden sonra Ocho Rios'a gideceğimi


söyledim ama Sam Tucker ortaya çıkmazsa, gitmeyeceğim.
Bunu bilmenizi istemiştim."

Bir kez daha Westmore Tallon bastonuyla oynamaya baş

ladı. "Eğer dostunuz kendi isteği dışında götürülmüşse buna

adam kaçrrrftak öervt ve arkadaşınız Amerikalı olduğu için bu

çok ağır bir suçtur. Böyle bir haber gazete başlıklarına yansıya

cağından kendini gizlemek isteyen biti bunu yapmaz. En geç

bugün size katılması gerektiğini söylemiştiniz, değil mi, Bay

McAuliff? Bu süreyi bu akşama kadar uzatabilir miyiz?"


"Eğer Tucker yine de ortaya çıkmazsa, ne yapacaksınız?"

"Eğer Tucker yine de ortaya çıkmazsa, ne yapacaksınız?"

cağım, hükümetin içindeki belirli kişilerle görüşeceğim, hatta

belki genel valiye bile haber vereceğim. Bir ara St. Croix'da

adam kaçırma olayları yaşanmıştı ve o sıralar turizm yeni yeni

canlanmaya başlıyordu. Jamaika bir Amerikalının kaçırılmasına

asla göz yummaz. Sizi tatmin edebildim mi?"

Alex sigarasını söndürürken markinin Savanna-La-Mar'da

olduğunu söylediği zaman Tallon'un çok şaşırdığını anımsadı.

"Chatellerault'nun adada olması niçin sizi şaşırttı?"

"İki gün önce Paris'de V. George Oteline inmişti. Ayrıldığına

dair hiçbir ipucu gelmedi. Belki de buraya Meksika üzerinden


takma isimle geldi. Beni tedirgin ediyor. Bayan Booth'u gözü

takma isimle geldi. Beni tedirgin ediyor. Bayan Booth'u gözü

— 142 —

"Malzemelerimizin arasındakfiki tüfekten başka bîr şeyimiz


yok."
Tallon bir süre düşündü ve masanın alt çekmecesini açıp
kabarık bir zarf çıkardı. Kısa namlulu .38'lik bir Smith Wesson
tabancayı masaya bıraktı. "Üzerindeki tüm izler silindi. Tertemiz.
Tek parmakizi sizinki olacak. Kimse silahın izini süremez."
McAuliff birkaç saniye bakıp tabancaya uzandı. Aslında almak
istemiyorsa da başka seçeneği yoktu. Almamak aptallık
olurdu; yalnızca korkutmak amacıyla kullanmayı düşünebilirdi.
"Dosyanızda askerlik sırasında tabancaları yakından tanıdığınız
yazılı. Ama aradan epey zaman geçti. Çevrede talim yapabileceğiniz
alanlarımız var."
"Hayır, teşekkürler. Avustralya'da çalışırken atış taliminden
başka eğlencemiz yoktu."
Tallon çalan telefonu açtı ve karşı tarafı dikkatle dinledi. Konuşma
sona erince bakışlarını McAuliff'e dikti.
"Yeşil Chevrolet ölen birinin adına kayıtlı. Ruhsatta Walter
Piersall adı geçiyor. İkametgâh adresi High Hill, Carrick Foyle,
Trelawny beldesi."

Westmore Tallon, adanın tümüne yayılmış Metisim ağını harekete


geçirirken McAuliff, yaşlı adamın yanında bir saat daha
oturdu. Ve çok önemli bir nokta aydınlandı. Walter PiersaM'ın
yanında sürekli dolaşan iki zenci yardımcısı vardı. Montego
Bay'deki otelden Sam Tuckertn eşyalarını alan ve yeşil Chevrolet
ile Alex'i izleyen insanların aynı kişiler olması yalnızca bir varsayım
değildi. Üstelik Piersall, Alison Booth ile konuşurken
Sam'den söz ettiğine göre, bu sonuca rahatça vanlabilirdi.
Tallon kendi adamlarına Piersall'ın zencilerini yakalama
emrini verdi, iş gerçekleşince McAuliffe bilgi verecekti.
— 143 —

Courtleigh Manor Oteline dönen Alex, resepsiyondan yalnızca


Alison'ın yemeğe İndiği mesajının bulunduğunu öğrendi.
Sam Tucker'dan haber yoktu.

Tropik bitkilerle bezenmiş kalabalık salonun tam ortasında


tek başına oturuyordu Alison. Masaların ortasındaki camlı şamdanlar
tek aydınlatma unsuru olduğu için yeşil, kırmızı, sarı yapraklara
gölgeler vuruyor, gece eğlencelerinin başlamasını bekleyen
insanların neşeli sesleri odayı dolduruyordu. Şimdilik herkes
çok kibar davranıyordu. Daha sonra oyun değişecek, başka
konular önem kazanacak ve bazen de çirkinleşecekti. Bu nedenle
James Ferguson bir gece önceki sarhoş numarasının
herkesçe yutulacağını doğru tahmin etmişti.

konular önem kazanacak ve bazen de çirkinleşecekti. Bu nedenle


James Ferguson bir gece önceki sarhoş numarasının
herkesçe yutulacağını doğru tahmin etmişti.

Yanıtını önceden hazırlamıştı McAuliff, ama söze başlama

dan önce genç kadının önündeki kahve ve brendi bardaklarını

işaret etti. "Sanırım sen yemeğini yedin?"

"Evet açlıktan ölüyordum. Sen yemedin mi?"

"Hayır, bana arkadaşlık eder misin?"

"Elbette, yedi cücelerimi hemen gönderirim."

Alex kendine bir içki ısmarladı. "Harika bir gülümseyişin

var. Her an gülmeye hazır gibisin."

"Konuyu değiştirme. Neler oldu?"


İki saat kadar emniyet amirliğinde kaldığını anlatırken eski

ye oranla daha kolay yalan söylediğini ve ikna edici olduğunu

farketti McAuliff. Westmore Tailon adresi verdiği gibi, binanın

içini de ayrıntılı olarak tarif etmişti.Tallöri'a bakılırsa, ayrıntıların

ne zaman önemi olacağını kimse önceden tahmin edemezdi.

"Latham'ın kuramını destekliyorlar. Arabanın vurup kaçtığını

söylüyorlar. Dediklerine göre Piersall'ın bir iki gizli tanıdığı var

mış. Kentin pek de makbul olmayan bir semtinde kazaya uğra

mış."

"Bana biraz kuşkulu gibi geldi. Bence kendilerini korumaya


çalışıyorlar," dedi Afison inanmayan bir sesle.
"Olabilir, ama Sam Tucker ile arasında bir bağ olduğunu
ortaya çıkaramamaları beni çok tedirgin etti.."
"Aslında var. Bana öyle söyledi."
"Ben de onlara söyledim. Polisler Piersall'ın evine gitmişler.
Bir ekip de Sheraton'daki odasını anyormuş. Eğer bir şey bulurlarsa,
haber verecekler." Yalanını başarıyla sürdürdüğünü düşündü
Alex. Yalnızca gerçeği biraz değiştirmişti. Söylediklerinin
hepsi yapılıyordu, tabii Tallon'un adamları tarafından.
"Söyledikleri seni tatmin etti mi? Onlara inanacak mısın?
Birkaç saat önce Bay Sam Tucker konusunda çok endişeliydin."
"Hâlâ endişeliyim.11 Artık yalan söylemiyordu. "Eğer, Sam
bu gece ya da en geç yarm sabah ortaya çıkmazsa, Amerikan
Elçiliğine gidip ortalığı birbirine katacağım."
"Pekâlâ... polislere şu böceklerden söz ettin mi?"
"Böcek mi?"
"Bavulundaki dinleme aygıtından. Polise bildireceğini söylemiştin."
Bir kez daha yetersiz kaldığını hissetti Alex. Her ayrıntıyı takip
edememek canını sıkıyordu. Ne var ki, Tallon ile daha önce
görüşüp bu konuda talimat almamıştı ama şimdi böyle bir açıklama
yapamazdı. "Keşke dün gece seni dinleseymişim. Sanırım
onları parçalayıp yok edebilirim."
"Daha iyi bir yol var. Onları başka bir yere yerteştirebifiriz."
"Örneğin?"
"Bir sürü insanın konuşup durduğu bir yere. Kasetler sürekli
dönecek ve dinleyenleri oyalayacaktır."
Alex içtenlikle güldü. "Çok komik ve çok yararlı. Acaba nerede
dinliyorlar?"
Alison yaramaz bir kız çocuğu gibi ellerini çenesine dayadı.
"Genellikle böceklerle dinleme noktası arasında yüz metre filan
—145 — F: 10

Alison yaramaz bir kız çocuğu gibi ellerini çenesine dayadı.


"Genellikle böceklerle dinleme noktası arasında yüz metre filan
—145 — F: 10

•Böyle iltifatları çok severler. Harika bir fikir. Sen otur, ben
hemen geliyorum."
Bir ara Interpol He işbirliği yapmış olan Alison Booth, böceklerin
otelin mutfağında, salata tezgâhının altındaki sabit kirli
çamaşır kutusunda yeni yerlerini aldığını bildirdi. Aşçıbaşı Jamaika
usulü levrek tarifini verirken, böcekleri belli etmeden kirli
bir peçeteyle kutuya atıp, kenarına sıkıca tutturmuştu.
"Sen inanılmaz birisin," dedi Alex içtenlikle.

"Hayır, yalnızca deneyimliyim. Sana yalnızca oyunun bir tek

yönünü öğretmişler hayatım. Böceklerin yerini keşfedene dek

en az üç saat boyunca nasıl not tutacaklarını bitiyor musun?"

"Pek anlayamadım doğrusu."


"Tabii kasedi kimin dinlediğine bağlı. Mutfak personelinin

"Tabii kasedi kimin dinlediğine bağlı. Mutfak personelinin

yola çıktığını bile düşünebilirler. Akılları karmakarışık olacak."

Alison'ın yüzünde muzip bir gülüş belirdi.

"Yani 'Sos Bearnez' makineli tüfek anlamına mı gelecek di

yorsun?"

"Onun gibi bir şey."

"Ben böyle olaylann yalnızca İkinci Dünya Savaşı filmlerin

de olduğunu sanırdım. Naziler birbirine bağırıp çağırır ve pan

zer birliklerini yanlış yöne gönderirler." Alex saatine baktı. 9:15.

"Bir telefon etmem gerek. Sonra da Ferguson ile malzeme liste


sini gözden geçireceğim. O da..."

sini gözden geçireceğim. O da..."

şını sakın çevirme, sanırım senin böcekler işe yaradı. Şu anda

kapıdan içeri giren adamın birini arar gibi bir hali var."

"Bizi mi arıyor?"

"Özellikle seni."

"Anlaşılan mutfak şifreleri onları uzun süre şaşırtmadı."

"Olabifir ama belki de kontrol ediyorlardı. Seni yirmi dört

saat gözaltında tutamayacakları kadar küçük bir otel burası."

"Adamı tarif et. Hâlâ bu tarafa bakıyor mu?" diye sözünü

kesti Alex.

"Seni görünce durdu, rezervasyonlarla ilgilenen görevliden

özür diliyor sanırım. Adam beyaz tenli, üzerinde açık renk pantolon,

koyu renk ceket ve sarı bir gömlek var. Boyu senden biraz

kısa, tıknaz yapılı... Sanırım otuz yaşiannda. Saçları pek fazla

uzun değil ama kısa da sayılmaz. Ya koyu san ya da açık

kahve, mum ışığında pek beBi olmuyor."


"İyi bir tarif yaptın. Şimdi gidip bir telefon bulayım."

"İyi bir tarif yaptın. Şimdi gidip bir telefon bulayım."

dedi Alison, sonra gülerek ona biraz daha yaklaştı. "Niçin biraz

sırıtıp hesabı istemiyorsun? Sakin davran sevgilim."

"Bazen kendimi kentin en güzel öğretmeninin ders verdiği

anaokulundaymış gibi hissediyorum." Alex elini kaldırıp garsona

işaret etti. "Seni odana çıkardıktan sonra aşağıya inip telefon

ederim."

"Niçin? Odadaki telefonu kullan. Böcekler yok artık."

Allah kahretsin! Yine hazırlıksız yakalanmıştı. Ayrıntılar her

zaman önemliydi. Birer tuzaktı sanki. Hammond defalarca yinelemişti...

Otelin telefonunu kesinlikle kullanma... *j&

"Telefon kulübesinden aramamı söylediler. Kendilerince bir

nedenleri vardır."

"Kim?"

"Bakanlık. Latham... ve tabii polisler."

"Ah, evet polisler." Garson masaya yaklaşınca Alison elini

çekti. Alex'e inanmamıştı ve bunu gizlemeye gerek duymuyordu.

Nasıl inansın? Alex çok kötü bir aktördü... ayrıca Alison'ın

yanında Westmore Tallon ile konuşmak çok zor olacaktı. Cha

— 147 —

tetlerault'nun adından söz etmesi gerekirse ne yapabilirdi? Alison


çok uyanıktı doğrusu.

"Adam gitti mi?"


"Sen hesabı imzalarken gitti." Sesi ne öfkeli, ne de sıcaktı.

"Sen hesabı imzalarken gitti." Sesi ne öfkeli, ne de sıcaktı.

"Ben dönene kadar burada kalır mısın?"

"Kalırım."

Alison'ın dudaklanndan usulca öperken bir mesaj verir gi

biydi. "Harika bir kadınsın." fş®.

"Alex, ben bu belirtileri tanırım. İnan bana. Pek kolay unu

tulmuyor. Bana söylemediğin bir şeyler var ve ben de sormaya


cağım. Beklerim."

cağım. Beklerim."

"Çok komik." f '

"Komik olan ne?"

"Söylediklerin. Ben de aynısını Malaga'da David'e söyle

miştim. Kendine de bana da güvenmiyordu. Ben de ona 'David

fazla dramatize ediyorsun* dedim... Şimdi anlıyorum ki benim

bildiğimi İşte o an farketmışti."

McAuliff bakışlarını genç kadının gözlerinin içine dikti. "Sen

David değilsin, ben de sen değilim. Başka türlü nasıl anlatabili

rim. Şimdi telefon etmeye gidiyorum. Sonra görüşürüz. Kapıyı

surgüle." %*
Kadını tekrar dudaklanndan öpüp çıktı ve madeni sürgü

Kadını tekrar dudaklanndan öpüp çıktı ve madeni sürgü

aklı Tallon'la yapacağı görüşmeye ve Sam konusundaki endi

şelerine tâkflmıştı. Asansör bir katta durdu arna bekleyen iki kişi
kalabalığı görünce binmekten vazgeçti.

Sonra Alex adam» gördü. Koridorun ucunda koyu renk ceketli,


açık renk pantolonlu tıknaz bir adam vardı. Oda kapısını
açıp içeri girerken anahtan cebine koymak için ceketini araladı
ve Alex san gömleği derhal farketti. Asansörün kapıları kapandı.

"Özür dilerim! Özür dilerim!" diyerek uzandı Alex ve bir sonraki


katın düğmesine bastı. "Hangi katta ineceğimi unutmuşum,
bağışlayın."

Asansör sarsılarak durdu ve homurdanan yoteulann arasından


sıyrılıp çıktı. Önce yukarı çıkan asansörü çağırmak için
düğmeye bastı, sonra merdivenleri arandı. Mavi üzerine beyaz
harflerle yazılmış ÇIKIŞ yazısını garipsemişti; genelinde yazı kırmızı
olurdu. Uzun tüylü halının üzerinde ses çıkarmadan yürürken,
ara yerdeki bir kapıdan çıkan iki kişiye gülümsedi. Elli yaşlarındaki
erkek sarhoştu; yirmi yaşında görünen melez kızınsa
içmediği belliydi. Giysileri yüksek ücretli bir fahişe olduğunu belirtiyordu.
Mesaj verircesine gülümseyince, Alex bakışlarıyla ilgilenmediğini
bildirdi. İyi şanslar şekerim, bu sarhoş herifle uğraşmak
zorundasın.

harflerle yazılmış ÇIKIŞ yazısını garipsemişti; genelinde yazı kırmızı


olurdu. Uzun tüylü halının üzerinde ses çıkarmadan yürürken,
ara yerdeki bir kapıdan çıkan iki kişiye gülümsedi. Elli yaşlarındaki
erkek sarhoştu; yirmi yaşında görünen melez kızınsa
içmediği belliydi. Giysileri yüksek ücretli bir fahişe olduğunu belirtiyordu.
Mesaj verircesine gülümseyince, Alex bakışlarıyla ilgilenmediğini
bildirdi. İyi şanslar şekerim, bu sarhoş herifle uğraşmak
zorundasın.

Hiçbir ses yoktu.

Oda numaralarını ezberledi. Belki yeterince bilgi sahibi olmuştu.


Her şeyi Tallon'a anlatması yeterliydi. Alison böceklerin
yüz metreden fazla bir mesafede işe yaramayacağını söylemiş
— 149 —

ti. Şu anda bulunduğu yer, bu mesafenin altında kalıyordu. Anlaşılan


bu odalardan birinde kulaklıklarını takmış kaseti dinleyen
biri vardı.

Tallon'a bilgi vermenin yeterli olacağını biliyorsa da özel


yaşamına burnunu sokan insanları kendi elleriyle yakalamayı
yeğlediğini de hissediyordu. Pek kolay tepki göstermezdi ama
özel yaşamına karışılması onu deliye döndürürdü. Craft adında
son derece hırslı biri, adamlanna Alex'in özel yaşamını kontrol
etme emrini vermişti. Alexander Tarquin McAuliff şu anda çok
öfkeliydi. Bir kez daha merdivenin başına kadar yürüyüp ağır
ağır odalann önünden geçti. Sarı gömlekli adamı bulmak istiyordu.
Ve sonra duydu.

214 numaralı oda.

Radyo ya da televizyon açıktL Sesi de epey yüksek sayılır

dı. Gerçi konuşulanları anlayamıyordu ama sesler telaşlı ve he


yecanlıydı. Birdenbire bir kapı sürgüsünün madeni sesi kulağı

yecanlıydı. Birdenbire bir kapı sürgüsünün madeni sesi kulağı

izlemeye başyadı. Öfkeli gibi görünen sarı gömlekli adam oda

dan çıktı. Kapıyı kapatmadan önce Amerika'nın güney eyaletle

rine özgü aksanıyla içerdeki kişiye seslendi. "Şu meretin sesini

kıs biraz, allahın belası ayı!"

Sonra kapıyı çarpıp kapattı ve asansöre doğru uzaklaştı.

Asansörü beklerken sinirli bir hareketle saatine bakıyor, ayakka

bılarını pantolonuna sürterek parlatıyor, kravatını düzeltiyordu.

Sonunda asansör geldi. Alex tekrar koridora çıkıp 214 numaralı

kapının önünde durdu. Kararından vazgeçip Tallon ile konuş


masının yeterli olacağını biliyordu ama daha iyi bir fikri vardı.

masının yeterli olacağını biliyordu ama daha iyi bir fikri vardı.

hoşlanmazsa onun da, Hammond'ın da cehenneme kadar yol

lan vardı. Dinleme aygıtlarını Halidon ile hiçbir ilgisi olmayan

Craft adındaki adam yerleştirdiğine göre, ders vermenin zamanı

gelmişti. Hammond'la yaptığı anlaşma, üçüncü ve hatta dör

düncü kişilerin kötü davranışlarına göz yummasını gerektirmiyordu.


Konuyu gölgelendirip avı zorlaştıran Craft'ı bu satranç maçının
dışına çıkarmak son derece mantıklıydı. Arthur Craft'ın
Amerikalı ve oldukça sevimsiz bir insan olduğunu öğrenmişti
McAuliff. 214 numaralı odanın kapısını tıklattı.
"Evet? Kim o?" Alex bir an bekleyip tekrar çaldı kapıyı. İçerdeki
ses biraz yaklaştı.
' "Kim o?"
"Arthur Craft, sersem herif!"
"Oh, evet efendim, Bay Craft, evet!" Adamın ürktüğü sesinden
belliydi.
Kapı ancak on santim açılmışken Alex omzunu yaslayıp
yaklaşık yüz kiloluk ağırlığıyla ardına kadar îtti. İçerdeki Jamaikalı,
odanın ortasına kadar yuvarlandı. Alex adamın çıkardığı
gürültü tüm koridorda yankılanırken kapıyı örttü.
Jamaikalı kendini toplarken gözlerinden öfke ve korku okunuyordu.
Çalışma masasının üzerindeki hoparlörlerin arasında
duran tabancaya kaydı bakışları. McAuliff de aynı yöne fırladı,
bir eliyle tabancayı kapmaya çalışırken, diğeriyle adamın gırtlağına
sarıldı. Adam elinden kurtuldu ve tabanca yere düştü.
McAuliff bu kez yumruğunu adamın suratına indirip avucunu
açtı, ardından hasmının saçlanndan kavrayıp başını yere indirdi.
Aynı anda dizini tüm gücüyle göğsüne ve suratına çarptı.
Bin yıl ötesinden sesler geliyordu kulağına: Dizlerini kullan!
Ayaklarını kullan! Yakala! Sıkı tut! Gözlerine vur! Körler savaşanıaz!
Her şey bitti. Sesler kesildi. Adam ayaklannın dibine yığıldı.
Ürkerek geri çekildi Alex. Bir şeyler olmuştu. Birkaç korkunç
saniye için Vietnam dağlarına geri dönmüştü. Hareketsiz
yatan Jamaikalının dudaklarının arasından halıya kan sızıyordu.
Tanrı'ya şükür soluk alıyordu.

Bir tabancayla karşılaşacağı aklına gelmemişti. Kasetleri


dinleyen kişiyle dövüşmeyi, zor kullanarak alıp götürmeyi planlamışsa
da masanın üzerindeki tabanca, her şeyi altüst etmiş$|
Amacı fazlasıyla açgözlü olan patronunu utandırmaktı. Ne var ki
tabancanın bulunması bu durumun ciddiyetini belirtiyordu. Masanın
üzerindeki hoparlörlerden sesler geliyordu.

Amacı fazlasıyla açgözlü olan patronunu utandırmaktı. Ne var ki


tabancanın bulunması bu durumun ciddiyetini belirtiyordu. Masanın
üzerindeki hoparlörlerden sesler geliyordu.

Sonra gözleri yerdeki teybe takıldı. Hiçbir şey olmamış gibi


bantlar dönüp duruyordu. Önce hoparlörlere uzandı ve birbirine
çarparak ikisini de paramparça etti. Kablolarını çıkarıp odanın
dört köşesine fırlattı. Teybin yanına gelip içinden bir duman
yükselene dek üzerinde tepindi. Bantı büyük bir V harfi şeklinde
oda boyunca uzattı. Bu sırada Jamaikalı inleyerek gözlerini açıp
öksürmeye başladı.

Alex yerdeki tabancayı kemerine taktı ve banyoya geçip

bulduğu bir havluyu soğuk suyla ıslattı. Oturmasına yardım

ederek adamın havluyla yüzünü sildi. Kanla karışık su yaralı

adamın gömleğine, pantolonuna bulaşıyordu.


• •r
tabancaya uzanmasaydın, elimi bile sürmezdim."
"Sen delisin be adam!" Jamaikalı göğsünü tutarak zorlukla
ayağa kalktı. "Her şeyi kırıp dökmüşsün be adam!"
"Elbette kırdım! Belki senin Bay Craft mesajımı anlar. Eğer
sanayi casusluğu yapmak istiyorsa, gitsin başka bahçelerde
oynasın. İşime burnunu sokmasından hoşlanmadım... Hadi yürü,
gidiyoruz." Alex adamın koluna girip kapıya doğru sürükledi.
"Hayır, ahbap!" diye bağırarak karşı koydu Jamaikalı.
"Evet ahbap, benimle geliyorsun!"
"Nereye?"

'Balıkçı dükkânı işleten yaşlı bir adamı görmeye, o kadar."


Alex itekleyince adam acıyla kıvrandı. Herhalde kaburgalan kinimıştı.
"Lütfen, ahbap! Polise gitmem ben! Her şeyi yitiririm!" Yalvaran
gözlerle bakıyordu Jamaikalı.
'Tabancayı almak istedin! Çok ciddi bir suçtur bu!"
"O tabanca benim değil. İçinde kurşun filan yok."
"Nee?" J
"Baksana, ahbap. Lütfen, iyi bir işim var... Kimsenin canını
yakmadım..."
Alex dinlemiyordu bile. Kemerine sıkıştırdığı tabancayı aldı
eline. Yanşlarda hakemlerin başlama atışı yaptıkları tabancaydı
gerçekten.
Anlaşılan Arthur Craft, oyuncaklarla küçük çocuklara özgü
oyunlar oynuyordu. Paniğe kapılan Jamaikalıya dikkatle baktı.
"Tamam, ahbap. Yalnızca patronuna söylediklerimi ilet. Bir
dahaki sefere onu dava edeceğim." Ne kadar aptalca bir laf.
Dava etmek yerine Julian Warfield ya da R.C. Hammond'a haber
vermek daha iyi olurdu. Dunstone ve İngiliz İstihbaratıyla kıyaslanınca
Arthur Craft noktacık gibi kalırdı.
Asansörle lobiye inerken telefon kabinlerinin yerini anımsamaya
çalışıyordu. Resepsiyon görevlilerini selamlarken Westmore
Tallon'un özel numarasını düşündü.
"Bay McAuliff?" Daracık ceketi omuzlarının genişliğini biraz
daha vurgulayan uzun boylu bir Jamaikalı seslenmişti. "Lütfen
benimle gelir misiniz?"
Alex dikkatle adama baktı. Ütülü pantolonu, ceketinin arasından
görünen beyaz gömleği ve kravatı derhal göze çarpıyordu.
"Hayır... Niçin geleyim?"
"Lütfen, fazla zamanımız yok. Dışarda sizi bekleyen biri var.
Adı Bay Tucker."
"Ne? Nasıl olur?.."
"Lütfen Bay McAuliff, burada daha fazla kalamam."

Alex, Jamaikalının ardından dışarı çıkarken, Arthur Craft'in


san gömlekli adamını gördü. Otoparktan otele doğru yürüyordu.
Alex'i görünce ne yapacağını şaşırmış gibi kalakalmıştı.

san gömlekli adamını gördü. Otoparktan otele doğru yürüyordu.


Alex'i görünce ne yapacağını şaşırmış gibi kalakalmıştı.

"İçeri girin!"

Alex söyleneni yaptı.

İri gövdesiyle koltuğun büyük bir kısmını kaplayan adam


Sam Tucker'di. Gür kızıl saçları sokak lambasının ışığında parlıyordu,
içtenlikle elini uzattı.

"Seni gördüğüme sevindim, evlat!"

"Sam!" %

Araba hareket edince Alex arkasına yaslandı. Ön koltukta

üç kişi vardr. Başında bir beyzbol kepi olan sürücüyle kendisini

otelden çıkaran Jamaikalının arasında sıkışıp oturan adam en


az Sam kadar iri yapılıydı.

"Neler oluyor, Sam! Hangi cehennemdeydin?"

Yanıt Sam Tucker yerine, Alex'i otelden çıkaran Jamaikalı

dan geldi.

"Bay Tucker bizimle beraberdi, Bay McAuliff... Eğer olaylar

kontrol altında tutulabilirse, Halidon ile aranızdaki bağlantıyı biz

kuracağız."

Bir saat kadar tepelere doğru tırmandılar. Yılan gibi kıvrılan


yollar tropik yeşilliğin, çağlayan suların arasından geçti. Arabanın
adeta inleyen sesi, yolun bir kısmının hiç de düzgün olmadığını
gösteriyordu.

Onde oturanların dinleyeceklerini varsaydıkları için Alex ile


Sam alçak sesle konuşuyorlardı, ama Tuckertn pek aldırış ettiği
de söylenemezdi. Yaşam biçimi ve alışkanlıkları gözönöne alınınca
Sam'in anlattıkları tümüyle mantıksaldı. Dünyanın dört bir
yanına dağılmış dostları vardı ve bunlar profesyonel yaşamıyla
ilgili olmadıkları için pek kimse tarafından tanınmazdı. Bu dostlardan
biri de Walter Plersall'dı.
"Sana ondan geçen yıl Ocho Rios'da söz etmiştim, Alexander,"
dedi Tucker karanlığın içinden.
"Anımsamıyorum."
"Carrick Foyle'de yaşayan bir uzmanla tanıştığımı ve bîr
hafta onun konuğu olacağımı söylemiştim."
Evet, işte bu, diye düşündü Alex, Carrick Foyle adını nereden
bildiğini şimdi anlamıştı. "Evet, Kingston Enstitüsünde bir
dizi konuşma yapmaktan söz etmiştin."
"Haklısın. Walter insanın canını sıkmadan sohbet edebilen
bir antropologdu. Adaya geleceğimi ona telgrafla bildirdim."
"Hanley'ye de haber vermişsin. Alarm zillerini çaldıran oydu."
"Montego'ya inince Bob'u aradım ve biraz eğlendik. Daha
sonra onunla temas kuramadım. Gittiğim yerde telefon yoktu.
Çok kızacağını biliyordum."
"Kızmak yerine endişelenmişti. Ortadan kayboluvermişsin."
"Beni daha iyi tanımalıydı. Bu adada benim dostlarım var,
düşmanım yok. Varsa da en azından ben bilmiyorum."
"Neler oldu? Nereye gittin?"
Tucker anlatmaya başladı. Montego Bay'e gelince otelde
Piersall'dan bir mesaj bulmuş ve evini aradığı zaman hizmetçisi
Piersali'ın gece geç vakit döneceğini söylemişti. Bunun üzerine
Sam eski dostu Hanley'i aramış ve her buluşmalarında olduğu
gibi kafaları çekmişlerdi. Ertesi sabah daha Hanley uyanmadan
Sam sigara almak için otelden çıkmıştı.
— 155 —

Piersali'ın gece geç vakit döneceğini söylemişti. Bunun üzerine


Sam eski dostu Hanley'i aramış ve her buluşmalarında olduğu
gibi kafaları çekmişlerdi. Ertesi sabah daha Hanley uyanmadan
Sam sigara almak için otelden çıkmıştı.
— 155 —

"Bay Tucker izleniyordu," dedi kapının yanında oturan zen

ci. "Bu haber Dr. Piersall'a ulaşınca, dostunu korumamız için bizi
gönderdi. Bay Tucker sabahlan erken kalkıyor."
Sam sırıttı. "Beni bilirsin. İçkili olsam bile fazla uyayamam."

"Biliyorum," derken Tucker'ın sabahın ilk ışıklarında dolaşmaya


çıktığı günleri anımsadı Alex.

"Yanlış anlaşılma oldu. Bu çocuklar ve Piersall beni bekliyordu.


Ve bütün gece otelin önünde beklediklerine göre hemen
onlarla gitmemek ayıp olacaktı. İhtiyar Hanley'in bir saatten önce
uyanmayacağını düşündüm. Piersall'ın evine varınca onu
arayacaktım. Ne var ki, Carrick Foyle yerine Martha Brae yakınındaki
bambu kampına gittik. Tann'nın unuttuğu yere varmamız
iki saat sürdü, Alexander."

bambu kampına gittik. Tann'nın unuttuğu yere varmamız


iki saat sürdü, Alexander."

da adamda bir değişiklik olduğunu farketmişti Sam. Bir yıl ön

ceye oranla ilginç bir hırs ve isteğe kapılmıştı yaşlı uzman. Ja

maika'da toplumsal ve politik gruplar arasında süregelen kav

gaların ateşli bir militanı oluvermişti. Dışardan gelenlere karşı çı

kıyor ada halkının haklarını korumak için aslan kesiliyordu.

"Ben bu değişimi defalarca gözlemledim, Alexander," dedi

Sam Tasmanya'dan Karayipler'e kadar bir cins ada hastalığı

bu. İnsanlar iklim değişikliği ya da vergi dışı kalmak amacıyla

adalara taşınıyorlar ve bir süre sonra bulundukları yeri koruma


altına almak için kendiliklerinden ortaya atılıveriyorlar..."

Ada halkına kendi fikirlerini yaymaya çalışırken inanılmaz

boyutlarda bir arazi spekülasyonu fısıltıları çalınmıştı kulağına.

Üstelik kendi yaşadığı Trelawny beldesini kapsıyordu bu söy

lentiler. İlk önceleri pek aldırış etmemişti, çünkü adı geçenlerin

sağduyusuna güveni vardı. Önemli yerlerdeki insanlardı bunlar.

Gelişmeye çabalayan her yeni hükümette böyle komplo


belirtileri görüleceğini biliyordu Piersall. Üstelik Jamaika'ya ver*

— 156 —

giden kurtulmak isteyenlerin servetleri aktığı, hükümet altından


kalkamayacağı reformları uygulamaya çalıştığı ve adanın azınlıkta
kalan zengin aristokratları kendilerini korumaya çabaladığı
için rüşvet artık yaşamın bir parçası haline gelmişi. Sonunda fısıltıları
durdurmaya karar vefalı. Dört ay önce arazi bakanlığına
gidip, Cock Pit'in kuzey sınırında yirmi kilometrekarelik bir araziyi
almak istediğini bildiren bir dilekçe verdi. Pek önemli bir hareket
sayılmazdı aslında. Böyle bir satış için yıllarca mahkemelerde
sürünmesi ve adanın çok eskiye dayanan anlaşmalannın her
tarafı memnun edecek biçimde sonuçlandırılması gerekecekti.
Piersairın amacı, Kingston hükümetinin, dilekçesini kabul ettiğini
kanıtlamaktı. Bu takdirde arazilerin dış güçler tarafından kontrol
edilmediği ortaya çıkacaktı.
"O günden sonra Walter Piersairın yaşamı cehenneme
döndü," diyerek ince, yerel sigarını yaktı Sam. Kokulu duman
açık pencereden gecenin karanlığına süzüldü. "Polis tarafından
taciz edildi, saçmasapan nedenlerle belde mahkemelerine çağrıldı;
üniversitedeki konferanslan iptal edildi, telefonu dinlenmeye
başlandı ve konuşmaları mahkemelerde hükümetin avukatları
tarafından kanıt olarak sunuldu... Sonunda susturmaya çalıştığı
fısıltılar onu öldürdü."
McAuliff bir süre düşünüp sordu. "Niçin Piersall seninle görüşmek
için bu kadar sabırsızlanıyordu?"
"Ona çektiğim telgrafta Trelawny yöresinde büyük bir araştırma
yapacağımı, Kingston hükümetinin bu işi Londra aracılığıyla
ayarladığını söylemiştim. Altı bin millik yolu yalnızca konuğu
olmak için göze aldığımı düşünmesini istemedim. Çok meşgul
bir insandı o."
"Ama akşamleyin Kingston'daydın, Martha Brae'deki bir
bambu kampında değil. Bu adamlann ikisi, beni bu arabayla
öğleden sonra izledi," diyerek öndekileri gösterdi Alex.
"Ben cevap vereyim," dedi kapının yanında oturan zenci ve
arkaya döndü. "Kingston, Bay Tuek'ın telgrafını ele geçirmişti.

öğleden sonra izledi," diyerek öndekileri gösterdi Alex.


"Ben cevap vereyim," dedi kapının yanında oturan zenci ve
arkaya döndü. "Kingston, Bay Tuek'ın telgrafını ele geçirmişti.
157İki
iki dört eder dediler ve Bay Tuek'ın Dr. Piersall ile birlikte kötü
işlere karıştığına karar verdiler. Yani kendileri açısından kötü
işler, ahbap. Montego Bay'e tehlikeli adamlar gönderdiler. Bay
Tuek'ın ne yaptığını öğrenmek istiyorlar..."

"Bunlan nereden biliyorsun?" diye sözünü kesti Alex.

"Bay Tuek'ın ardından Mo'Bay'e gelenleri ele geçirdik. Bu


kadan sana yeter, ahbap. Öğrendikleri Dr. Piersalh çok üzdü. O
kadar üzüldü ki, derhal Kingston'a uçtuk. Sana ulaşmak için;..
Dr. Piersall bu nedenle öldürüldü."

"Onu kim öldürdü?" f


"Eğer katilleri bilseydik çoktan Vöctorya Parkındaki ağaçlara

asardık."
"Montego'daki adamlardan ne öğrendiniz?"
Zenci yanıtlamadan önce belli etmeden sürücüye baktı.

"Kingston'dakiler Dr. Piersall'ın işe daha fazla karışacağına inanıyorlardı.


Seni aramaya gitmesi de bunun kanıtıydı. Onu öldürerek
ayaklarına batan bir denizkestanesini yok etmiş oldular."

"Yine de kimin öldürdüğünü bilmiyor..."


"Kiralık zenciler, ahbap," diye atıldı öndeki zenci.
"Akıl almaz bir şey bu!" Alex kendi kendine konuşur gibiydi.

"İnsanlar birbirini öldürüyor... birbirini izliyor. Çılgınlık bu!"


"Tallon'un balıkçı dükkânını ziyaret eden biri, buna nasıl çılgınlık
diyebilir?" diye sordu zenci birdenbire.

"Nereden..." dedi ve sustu Alex. Oysa o kadar dikkatli davranmıştı.


"Nereden biliyorsun? Yarışlara giden yolda izimi kaybetmiştiniz."

Zenci gülümseyince bembeyaz dişleri ön camdan gelen


ışıkta parladı. "Tuzlu su alabalığı tatlı suda yaşayandan daha iyi
değildir, ahbap."

Çizgili önlüklü, vurdumduymaz tavırlı satıcı! "Demek tezgâhın


ardındaki adam sizlerden biri. Çok iyi doğrusu," dedi McAuliff
sakin bir sesle.

— 158 —
"Gerçekten çok iyiyiz. Westmore Tailon bir İngiliz ajanıdır.
Tipik ingilizler gibi çıkar çevrelerinin gizil yardımlarını ister. Üstelik
çok da aptaldır. Belki Tailon'un Eton Kolejinden olan bunak
sınıf arkadaşları ona güveniyor ama kendi halkı güvenmiyor."
Jamaikalı, kolunu koltuğun arkalığından çekip öne döndü.
Konuşma bitmişti.
Sam Tucker düşünceli bir sesle sordu. "Alexander, anlat
bakalım neler oluyor? Şimdiye dek neler yaptın evtert?"
Camdan vuran ışıkta eski dostu Sam'in kırgınlık ve öfkeyle
kendisine baktığını farketti Alex. Ne yaptım ben, diye geçindi
İçinden.
"İşte geldik," dedi beyzbol kepli sürücü ilk kez ağzını açarak.
McAuliff çevresine bakınca dağların arasında bir düzlükte
bulunduklarını gördü. Blue dağlarının zirvesindeki bulutların
arasından sıyrılan mehtap, toprak yolun üç yüz metre Bersinde,
tek penceresinden hafif bir ışık sızan kulübemsi binayı aydınlatıyordu.
Sağ tarafta iki yapı daha vardı. Bunlara bina denemezdi;
siluetleri seçilebiliyordu yalnızca. Direklerin üzerine kurulmuş
çadırımsı nesnelerin arasındaki yolda on metrede bir yerleştirilmiş
sönük meşaleleri farkedince nerede bulunduklarını anladı.
Çadırlar kamufle edilmiş hangarlardı. Dağların üzerinde, hiçbir
işareti bulunmayan bir uçak pistine gelmişlerdi.
Küçük çiftlik evine yaklaşan araba yavaşladı. Kenarda çok
eski bir traktör duruyordu. Tanm araçları ortalıkta dağınık bir
halde duruyordu. Ay ışığında oraklar ve yabalar kullanılmayan
eski anılar gibi görünüyordu. Her şey kamuflajdı. Bu pist hiçbir
haritada görünmüyordu.
"Bay McAuliff, Bay Tucker, lütfen benimle gelir misiniz?"
Kapının yanında oturup kendileriyle konuşan zenci aşağıya inince,
onu izlediler. Diğer ikisi arabada kaldı ve yolcular uzaklaşınca
gaza basıp gözden kayboldular.
"Nereye gidiyorlar?" diye sordu Alex endişeyle.
^ —159 —

"Arabayı gizlemeye," dedi zenci. "Kingston, buna benzer


uçak pistlerini keşfetmek için geceleri havadan kontrol yapar.
Uyuşturucu taşıyan küçük uçakları bulmaya çalışırlar."

"Uyuşturucunun kuzeyde olduğunu sanıyordum," dedi Tucker.


Jamaikalı güldü. "Uyuşturucu her tarafta var. Sürekli ihraç
ediliyor, ahbap. Ama bizimle ilgisi yok... Gelin içeri girelim."

Çiftlik eviren kapısı aralandı ve Alexin daha önce Tallon'un


balıkçı dükkânında gördüğü çizgili önlüklü tezgâhtar karşılarına
çıktı. Evin içinde tahta iskemleler, kaba bir yuvarlak masa, köşede
portatif yatak gibi basit eşyalar vardı. Kapının yanındaki masanın
üzerinde duran telsiz ise tüm bunlarla çelişkili bir manzara
oluşturmuştu. Uzaklardan gelen jeneratörün uğultusu elektriğin
nasıl sağlandığını gösteriyordu.
McAuliff birkaç saniye içinde odayı gözden geçiriverdi.

McAuliff birkaç saniye içinde odayı gözden geçiriverdi.

adamın varlığını farketti. Omuzlan, ince beli, ütülü pantolonu hiç

de yabancı değildi. Adam dönünce masa lambasının ışığında

yüz hatları seçilebildi. Charles Whitehall dikkatle Alex'e baktı ve

yavaşça başım salladı.

Kapı açıklı ve Chevrolet'nin sürücüsüyle üçüncü siyah içeri

girdi. Beyzbol kepini çıkarınca dazlak kafası parlayan sürücü,

odanın ortasındaki yuvarlak masaya yerleşti.

"Benim ismim Barak Moore, Bay McAuliff. Merak etmeyin

Alison Booth adındaki kadına telefon edilip sizin bakanlıkta bir

toplantıda olduğunuz söylendi."

"Bunan inanmayacaktır."
"Eğer kontrol etmek isterse, Latham ile birlikte bir depoda

"Eğer kontrol etmek isterse, Latham ile birlikte bir depoda

Rahat ama meraklı bir tavırla kapının yanında duruyordu

Sam Tucker. Kalın, güçlü kollarını göğsünde kavuşturmuştu.

California güneşiyle yanmış yüzündeki çizgiler, yaşını ve kuvvetli


yapısını gösteriyordu. Pencerenin yanında duran Charles
Whitehall'un kibirli yüzünde horgörü ifadesi dolaşıyordu.
Tallon'un balıkçı dükkanındaki zenci ve iki Jamaikalı 'gerilla'
iskemlelerini öteki duvarın önüne çekmiş, odak noktası olmadıklarını
belirtmişlerdi. Barak Moore'un şefleri olduğunu işaret
eder gibiydiler.
"Lütfen oturun," dedi Moore masanın çevresindeki iskemleleri
göstererek. Tucker ile McAuliff bir an göz göze geldiler ve
reddetmenin anlamsızlığını farkedip masaya yaklaştılar. Charles
Whitehall hâlâ pencerenin yanında ayakta duruyordu. Moore
ona baktı. "Bize katılacak mısınız?"
"Eğer canım oturmak isterse," diye yanıtladı Whitehall.
Moore gözlerini ondan ayırmadan gülümseyerek konuştu.
"Dostum Charley, benimle değil aynı masayı paylaşmak, aym
odada bulunmaya bile dayanamıyor."
"Öyleyse burada ne işi var?" diye sordu Sam Tucker,
"Uçağın yere inişinden birkaç dakika önce öğrendi buraya
geldiğini. Savanna-La-Mar'da pilot değiştirdik."
"İsmi Charles Whitehall," diye açıkladı Alex, Sam'e bakarak.
"Araştırma ekibimize dahil ama burada karşılaşacağımızı ben
de bilmiyordum."
"Hangi sahada çalışıyorsun, oğlum?" diye arkaya eğilip sordu
Sam.
"Jamaika... oğlum!"
"Amacım hakaret etmek değildi, evlat"
"Beni tiksindiriyorsun."
"Charley ile ben, politik açıdan zıt kutuplar gibiyiz," diye devam
etti Barak Moore. "Sizin ülkenizde 'beyaz pislik' diye bir deyim
var; Charley de benim 'kara pislik' olduğumu düşünüyor.
Beni çok kaba, çok gürültücü, çok pis buluyor. Charley'in gözünde
ben yontulmamış bir devrimciyim... o ise son derece zarif
bir isyancı. Ancak, ikimizin de devrimi birbirinden çok farklı

— 161 — F: 11
amaçlara yönelik. Ben Jamaika'nın tüm insanlara ait olmasını
isterken, o yalnızca birkaç seçkine ait olmasını istiyor."

Whitehall kıpırmadan yanıtladı. "Tıpkı on yıl önceki kadar


körsün. Değişen tek şey ismin olmuş, Bramwell Moore..." Tükürürcesine
konuşuyordu. "Barak ... sahip olduğun sosyal görüş
kadar anlamsız ve çocukça bir isim; bir orman kurbağasının vıraklamasını
anımsatıyor."

kadar anlamsız ve çocukça bir isim; bir orman kurbağasının vıraklamasını


anımsatıyor."

"Akıl hocalarının laflan bunlar. Ezberleyerek mi öğrendin,


yoksa sana okuma yazma mı öğrettiler?"

"Bana bakın," diye atıldı Alex öfkeyle. "Birbirinize ister haka

ret edin, ister dövüşün ya da öldürün, beni hiç ilgilendirmez,

ama ben otelime geri dönmek istiyorum!" Barak Moore'a dön

dü. "Sen de ne söyleyeceksen söyle de bitsin artık."

"Adam doğru konuşuyor, Charley-mon," dedi Moore. "Se

ninle daha sonra konuşuruz. Şimdi konuyu özetleyeceğim.


Adanın büyük bölümünü kapsayan bir geliştirme projesi var

Adanın büyük bölümünü kapsayan bir geliştirme projesi var

sairın ölümü de bunu kanıtlıyor. Sizin yapacağınız jeolojik araş

tırmanın da bu proje kapsamında olduğunu varsayıyoruz.. O

yüzden eğitim bakanlığı ve Kraliyet Tarih Derneği bilerek veya

bilmeyerek çıkarları olan kişileri gizli tutuyorlar. Ayrıca Bay McA

uliffin bu gerçeklerden hiç haberi yok, çünkü şu münasebetsiz

İngiliz ajanı Westmore Tallon ile işbirliği yapıyor... özet bu ka

dar. Şimdi nereye doğru yol alacağız?1 Kara gözleri birer krater

gibi parlayarak bakışlarını Alex'e dikti. "Bir sonuca doğru gitme


ye hakkımız-var, Bay McAuliff."

ye hakkımız-var, Bay McAuliff."

madığımı sakın unutma, oğlum," diye lafa karıştı Sam herkesi

— 162 —

şaşırtarak. "Stein tarafınızda olmam demiyorum, ama pndilik


değilim."

"Senin de bizler kadar ilgileneceğini sanmıştık, Tucker."


Sam'in kullandığı 'oğlum' sözcüğüne karşılık olarak Moore'un
da "Bay" dememesi Alex'in dikkatini çekti. Sam'in bu laf» herkese
karşı kullandığını farketmemişti anlaşılan.

"Beni yanlış anlama," diye ekledi Sam. "Elbette ilgileniyorum,


fakat benim adıma konuşma şimdilik... Alex, bence ne biliyorsan
anlatmalısın."

McAuliff bakışlarını Tucker, Moore ve Whitehall'un üzerinde


dolaştırdı. Hammond'ın talimatlan arasında böyle bir toplantıda
nasıi davranması gerektiği belirtilmemişti. Yalnızca anlatacaklarını
gerçeğe dayandır, fazla ayrıntıya girme demişti sık sık.

"İngiliz İstihbaratı da tıpkı sizin gibi bu geliştirme projesini


durdurmak istiyor ve bazı bilgilere gereksinimleri var. Bu bilginin
de Haiidon'da olduğunu düşünüyorlar. Bu nedenle Halidon
ile temas kurmak istiyorlar. Benim görevim de böyle bir teması
sağlamaya çalışmak."

Alex nasıl bir tepki göreceğini bilmiyordu ama hiç beklemediği


bir durumla karşılaştı. Barak Moore'un kaba hatları ifadesizlikten
neşeye ve sonra kahkahaya dönüştü. Acımasızlığın yarattığı
bir mizahla güler gibiydi. Kahkahaları odayı çınlattı.

Pencerenin önünden çakal sesine benzeyen bir kahkaha


daha patladı. Charles Whitehall zarif boynunu geriye atmış,
gözlerini tavana dikmiş, kollarını iyi bir terzinin elinden çıktığı
belli olan ceketinin göğsünde kavuşturmuş gülüyordu. Küçük
bir öğrencisinin bilgisizliği İle alay eden zayıf, kara bir papaza
benziyordu.

Gölgelerin arasında oturan üç Jamaikalının bembeyaz dişleri


parlıyor, bedenleri sessiz kahkahalarla sarsılıyordu.
"Komik olan ne?" diye sordu McAuliff kendisini küçümsediklerini
hissederek.
— 163 —

— 163 —

"Moore'un anlatmak istediği, Bay McAuliff," diyerek masaya


yaklaştı Whitehall. "Halidon'un İngilizlerle işbirliği yapacağını
düşünmenin saçma olduğudur. Akıl almaz bir kuram. İngilizleri
Jamaika'dan atanlar bu adanın Halidonlarıydı. MI 6 güvenilmez
bir kurumdur."

"Pekif Halidon nedir?" diye sordu Alex, gözlerini Barak Moore'dan


ayırmadan duran siyah uzmana.

"Bir göç."

"Yeterli bir açıklama değil"

"Bu odada sana daha fazlasını anlatabilecek kimse yok, ah

bap," dedî Moore bakışlarını Whitehall'dan Alex'e çevirerek.

"Hiçbir kimlik yok, Bay McAuliff," dedi Whitehall. "Halidon


görünmeyen bir yargıç heyeti, odaları olmayan bir mahkeme gi

görünmeyen bir yargıç heyeti, odaları olmayan bir mahkeme gi

Moore'un seçkin adamları..."

"Bu sözler sana ait, Charley-mon! Biz kullanmayız! Seçkin

mişî* Tükürür gibi söylemişti son sözü Moore.

"Önemli değil," diye sürdürdü konuşmasını Whitehall. "Ja

maika'da Halidon adını duymuş en fazla beş yüz kişi olduğuna

kalıbımı basarım. Üyelerinin kim olduğunu bilenlerin sayısı ise

elliyi geçmez. Bilenler de kimliklerini açıklamaktansa Obeahin

vereceği acıya katlanmayı tercih ederler."

"Obeah ha!" diye söze kanştı Sam Tucker. Yerli halkın bey
nini korkuyla dolduran savaşçı şeytanlık fikrine tümüyle karşı çı

nini korkuyla dolduran savaşçı şeytanlık fikrine tümüyle karşı çı

sıydı Obeah. "Sizin dağlarda ve köylerde yaşayan insanlarınız,

ObealVın hiçbir değeri olmadığını ne kadar erken öğrenirlerse,

o kadar iyi olur oğlum!"


— 164 —
"Eğer yalnızca dağlara ve köylere özgü olduğunu sanıyorsan
aklanıyorsun," dedi Whitehall. "Biz Jamaika'da Obeah'ı turistik
bir şekle sokmadık. Ona saygı duyarız."
Alex dikkatle ona baktı. "Sen de saygı duyuyor musun?
Sen de inanıyor musun?"
Whitehall bilgiç ve alaycı bakışlarını Alex'e dikerek yanıtladı.
"Evet, Bay McAuliff, ben de saygı duyuyorum. Obeah'ın köklerinin
Afrika'ya kadar uzandığını araştırıp öğrendim. Bozkırlarda,
ormanlarda neler yaptığını gördüm. Saygı duyuyorum ama
inandığımı söylemedim."
"Öyleyse Halidon bir organizasyon," diyerek sigara paketini
çıkardı Alex. Barak Moore ile Sam derhal uzanıp birer tane aldılar.
"Son derece etkili olan gizli bir kuruluş. Bunun nedeni Obeah
mı?" J ^?fK ,î SB
"Bir bakıma dostum," diye yanıtladı Moore, pek sık içmeyen
biri gibi sigarasını yakarak. "Ayrıca çok zengin. Fısıltılara göre
İnsanın aklının alamayacağı kadar çok parası varmış."
McAuliff birdenbire gerçeği sezdi. Bakışlarını Charles Whitehall
ile Barak Moore arasında dolaştırdı,
"Aman Tanrım! Siz de Halidon'a ulaşmak için benim kadar
heveslisiniz! Ya da İngiliz İstihbaratı kadar!"
Moore, "Dediğin doğru dostum," diyerek birkaç nefes çektiği
sigarasını masaya bastırdı.
"Niçin istiyorsunuz bunu?"
Yanıt Charles Whitehall'dan geldi. "İM devle savaşıyoruz,
Bay McAuliff. Biri siyah, öteki beyaz. Sonunda Halidon kazanmak
zorunda."

Blue dağlarının tepesindeki ıssız çiftlik evinde yapılan toplantı


sabahın İkisine kadar sürdü. Ortak amacın Halidon ile temas
kurmak olduğuna karar verildi.
— 165 —

Barak Moore ile Charles Whitehall, Halidon'uh doğrudan


doğruya İngilizlerle temas kurmaya yanaşmayacağına İnandıktan
için, McAuliff her iki devrimciyle de ayn ayn işbirliğine girmeye
karar verdi. Ayrıca Barak'ın 'seçkin' gerillaları araştırma ekibini
koruma görevini de üstleneceklerdi. Odadaki üç adamdan
ikisi derhal Ocho Rios'a gidecek ve Alex onları hamal olarak işe
alacaktı.

için, McAuliff her iki devrimciyle de ayn ayn işbirliğine girmeye


karar verdi. Ayrıca Barak'ın 'seçkin' gerillaları araştırma ekibini
koruma görevini de üstleneceklerdi. Odadaki üç adamdan
ikisi derhal Ocho Rios'a gidecek ve Alex onları hamal olarak işe
alacaktı.

Alex'in kendilerini ilgilendirmeyen başka endişeleri olduğu

nu anlamış gibiydiler. Endişelerinin onların sorunlarıyla çelişki

yaratmadığım görünce, daha açık davranacağını varsayıyorlar

dı. Çılgınlık diye nitelendirilebilecek koşullar, kanşmayı hiç iste

mediği bir savaşın ortasına düşmesine neden olmuştu. Ancak,

her şeyden önce adaya getirdiği kişilerin güvenliğinden sorum


lu olduğunu unutmaması gerekiyordu.

lu olduğunu unutmaması gerekiyordu.

tihbaratından alacağı iki milyon dolar da sözkonusuydu.

"MI 6 sen daha Londra'dayken bu arazi işinin ardında kim

lerin bulunduğunu söylemedi demek," diye söze başladı Barak

Moore. "Kingston'daki dalkavuklar tek başına böyle bir işe kalkı

şamaz."

"Eğer İngilizler, Halidon ile temas kurabilirse, bildikleri her

şeyi anlatacaklarından eminim," dedi McAuliff. "Karşılıklı olarak

tüm bilgileri biraraya toplamak istediklerini söylediler bana."


"Bunun anlamı da İngilizlerin, Halidon'un çok şey bildiğine

"Bunun anlamı da İngilizlerin, Halidon'un çok şey bildiğine

doğru mu?"

"Kendince bazı nedenleri var. Bizimkinden önce bir araştır

ma ekibi daha gelmiş."

Jamaikalılar bu konuyu biliyordu. Ya yaptıklan işe Halkfijri

«arşı çıktığı için yok edflftıişlerdi ya da Cock Pit bölgesinde yaşayan


ilkel dağ kabileleri basit bir soygun için cinayet işlemişlerdi.
İşin aslını öğrenmek olanaksızdı.

Daireler içinde daireler.


Peki, şu Marki de Chatellerault konusu neydi? Niçin Whitehall
ile Savanna-La-Mar'da buluşmak için ısrar etmişti?
"Marki sinirli bir insan," dedi Whitehall. "Adada birçok yatırımı
olduğunu iddia ediyor. Bu araştırma işinde burnuna kötü kokular
geliyormuş."
"Chatellerault'nun araştırmanın ardında olabileceği aklına
gelmedi mi?" Alex zenci uzmana bakarak konuştu. "MI 5 ve 6
böyle düşünüyor. Tallon söyledi bunu bana."
"Eğer öyleyse, anlaşılan marki ortaklarına güvenmiyor."
"Chatellerault hiç ortaklarının adından söz etti mi?" diye sorarken
alacağı yanıttan çekiniyordu Alex.
"Bir kişiyi ima etti ama bu konularla ilgilenmediğimi söyledim.
Önemli olmadıklarını açıkça belirttim."
Sam Tucker kaşlarını kaldırıp kuşkulu bir ifadeyle sordu.
"Önemli olan neydi peki? Ne istiyordu senden?"
İ "Araştırmanın gidişi konusunda rapor vermemi. Tüm gelişmeleri
bildirmemi istedi."
"Bunu yapacağına nasıl karar vermiş?"
"Öncelikle bana dolgun bir ücret ödeyecek. Başka çıkarlarım
olacağını söylüyorsa da doğrusunu isterseniz, olduğunu
sanmıyorum."
"İşte ahbap," diye atıldı Moore. "Görüyorsunuz, değil mi?
Charley-mon'u satın alabileceklerini biliyorlar! Barak Moore'a
asla böyle yaklaşmazlar!"
Whitehall onu adam yerine koymadığını belirten bir tavırla
baktı yüzüne. "Sende para edecek bir şey yok." Gümüş tabakasını
açıp bir sigara çıkanrken Moore bu hareketi sırıtarak izledi.

— 167 —
Whitehall ağır ağır tabakasını kapatıp sağ tarafına koydu ve bir
kibritle sigarasını yaktı. "Devam edelim, butun geceyi burada
geçirmek istemiyorum."

Whitehall ağır ağır tabakasını kapatıp sağ tarafına koydu ve bir


kibritle sigarasını yaktı. "Devam edelim, butun geceyi burada
geçirmek istemiyorum."

"Ben bunlardan bir şey anlamadım ama," dedi Tucker ince


sigarlarından bir tane daha yakarak. "Eğer onlan beklerseniz,
çok uzun bir süre kıçınızın üstünde oturup kalacaksınız demektir."

"Biz bir yol olduğunu düşünüyoruz. Galiba Dr. Piersall bu

yolu açtı." Moore omuzlarını kaldırarak emin olmadığını belli etti.

"Dr. Piersall aylarca Halidon'u tanımlamak için çabaladı. Onu

aramak, anlamak istiyordu. Karayip tarihini Arawak yerlilerine,

Afrika'daki köklerine kadar araştırdı. Bir anlam bulmaya çalışı


yordu." Moore duraklayıp Whitehall'a baktı. "Senin kitaplarını da

yordu." Moore duraklayıp Whitehall'a baktı. "Senin kitaplarını da

keçi olduğunu söyledim. Ama kitaplarında yalan yazmadığını

söyledi bana... bir sürü ayrıntıyı biraraya getirip bulmacayı çöz

mek istiyordu. Tüm belgeleri hâlâ Carrick Foyle'de."

"Bir dakika." Sam Tucker sinirlenmişti. "Walter iki gün bo

yunca Martha Brae'de, uçakta, Sheraton'da konuşup durdu ve

bana bunlardan hiç söz etmedi. Niçin anlatmadı?" Montego

Bay'e geldiğinden beri yanından ayrılmayan iki Jamaikalıya dik

katle baktı.

Yolda gelirken konuşmuş olanı yanıtladı. "Anlatacaktı, ah


bap, ama McAuliff le birlikte olduğunuz zaman açıklamaya kar

bap, ama McAuliff le birlikte olduğunuz zaman açıklamaya kar

"Bulmaca ona neler öğretti?" diye sordu Alex.

"Bulmacanın yalnızca bir kısmı tamamlanmıştı," dedi Barak

Moore. "Fakat Dr. Piersairın çeşitli kuramlan vardı. Öncelikle

— 168 —

Halidon'u oluşturanların Coromantee kabilesinden geldiğine


inanıyordu. Maroonlarla yapılan savaşlardan sonra bu kabile
kendini herkesten soyutlamıştı. Maroon ulusu ile yapılan anlaşmayı
beğenmediler. Kaçak köleleri yakalayıp İngilizlere teslim
etmek istemediler. Afrikalı kardeşlerini ödül uğruna kovalayan
avcılar olmadılar. Uzun yıllar göçer olarak yaşayıp İki yüz, iki
yüz elli yıl önce hiç kimsenin bilmediği bir bölgeye yerleştiler.
Dışardan kimse onlara ulaşamıyordu ama onlar dış dünyayla
temaslarını kesmediler. Yaşlıların yapması gerektiğine karar verdikleri
işleri yerine getirmek için seçilen erkekler bunları gerçekleştiriyordu.
Aile içindeki evlilikleri önlemek için kabileye dışardan
kadınlar getirdiler. Piersall'ın emin olduğu iki nokta vardı:
Halidon güçlü rüzgârların estiği dağların tepesinde yaşıyor ve
korkunç bir servete sahip... İşte bulmacanın yalnızca bu parçaları
var elimizde. Öteki parçalar henüz kayıp."

kadınlar getirdiler. Piersall'ın emin olduğu iki nokta vardı:


Halidon güçlü rüzgârların estiği dağların tepesinde yaşıyor ve
korkunç bir servete sahip... İşte bulmacanın yalnızca bu parçaları
var elimizde. Öteki parçalar henüz kayıp."

"İlginç bir öykü ama bize nasıl yararlı olacağını anlamadım.


Onlar hakkında bilgimizin olması, ortaya çıkmalarını sağlamaz
bence. Siz de onların peşinden gidemeyeceğimizi söylediniz.
Allah kahretsin, eğer bu insanlar iki yüz yıldır dağlarda yaşıyorsa
ve hiç kimse onlara ulaşamadıysa, bizim ulaşamayacağımız
da açıkça görülüyor, oğlum! Walter'in bulduğu 'yor nerede?"

Yanıt Whitehairdan geldi. "Eğer Dr. Piersalfm kuramlan


gerçekse, onlara ulaşmanın yolu haklannda bilgi sahibi olmaktır,
Bay Tucker."

"Biraz açıklar mısın?" dedi Alex.

Beklenmedik bir saygıyla siyah uzman kabasaba gerillaya


döndü. "Bence Barak Moore daha iyi açıklar. Biraz önce söylediklerinin
konunun anahtarı olduğuna inanıyorum. Yani Halidon'un
bizimle temas kurması için güçlü bir nedeni olmak zorunda."
"Doğru söyledin, ahbap. Sorumluluğunu bilen küçük bir
grubun, onların varlığından ve sonsuz servetinden haberdar ol

"Doğru söyledin, ahbap. Sorumluluğunu bilen küçük bir


grubun, onların varlığından ve sonsuz servetinden haberdar ol

doklarını öğrenirlerse Haiidon'un bir elçi göndereceğini düşünüyordu


Dr. Piersall. Üstelik servetlerini çok iyi koruduklarına da
inanıyordu. Ama onları kuşkuya yer bırakmayacak şekilde inandırmak
gerekiyor. Bulduğu yol buydu işte."

"Kimi inandıracaksınız?1' diye sordu Alex.

"Birinin Cock Pit sınırındaki Maroon kasabasına gitmesi gerekiyor.


Maroon Albayı ile görüşmek için büyük miktarda para
önerilmeli. Dr. Piersall'a göre, unvanı kuşaktan kuşağa geçtiği
için hep aynı soydan gelen Maroon Albayı Halidon ile aradaki
tek bağlantı."

"Öykü ona mı anlatılacak?"

"Hayır, McAuliff, dostum. Maroon Albayfna bile bu kadar


güvenilmez. Ayrıca anlatacaklarımızın onun için hiçbir anlamı
olmayacaktır. Dr. Piersall çalışmalarının sonunda Haiidon'un Afrikalı
kardeşlerine bir tek bağlantı bıraktığını ortaya çıkardı. Buna
'nagarro' deniyor."

olmayacaktır. Dr. Piersall çalışmalarının sonunda Haiidon'un Afrikalı


kardeşlerine bir tek bağlantı bıraktığını ortaya çıkardı. Buna
'nagarro' deniyor."

tarihe karıştrysa da bazı sözcükler hâlâ Ashanti ve Mos

sai-Grusso lehçelerinde hâlâ kullanılıyor. 'Nagarro1 soyut bir

kavramdır. 'Maddeleşen bir ruh' olarak çevrilebilir."

"Maddeleşen..." diye başladı ve durakladı Alex. "Kanıt... bir

gerçeğin kanıtı."

"Evet," dedi Whitehall.

"Nerede bu kanıt?"

"Kanıt başka bir kelimenin anlamında bulunuyor," dedi Ba

rak Moore. "Halidon sözcüğünün anlamında."


"Nedir anlamı?"

"Nedir anlamı?"

"Allah kahretsin!" diye bağırdı Sam Tucker. Barak Moore

elini kaldırıp onu susturdu.

"Piersall anlamı bulmuştu. Bunun Maroon Albayı'na söylen

mesi gerekiyor. O da dağlara gidip aynısını tekrarlayacak."

McAuliff olabildiğince sakin görünmeye çabalayarak konuştu.


"Elimizde olmayan bir şeyi ona aktaramayız ki."
"Elinde olacak, ahbap," diyerek bakışlarını ona dikti Barak.
"Bir ay önce Dr. Piersall beni Carrick Foyle'deki evine götürdü
ve talimat verdi. Başına kötü bir şey gelirse onun arazisinin içindeki
ormana gidecektim. Yerini ezbere biliyorum. Toprağın altında
beze sarılı bir paket var. İçindeki kâğıtta Halidon'un anlamı
yazıyor."
Kingston'a dönerlerken arabayı Barak'ın yardımcısı olan
Floyd adındaki Jamaikalı kullandı. Charles Whitehall önde, Sam
ile Alex arkada oturdular.
"Eğer nerede olduğunuzu açıklamak için bir bahaneye gerek
duyarsanız," dedi Floyd hepsine birden hitap ederek. "Bakanlığın
deposunda malzeme konusunda uzun bir toplantıya
katıldınız. Depd limanda, Crawford Sokağında. Gerekirse kanıtlanabilir."
"Toplantıyı kiminle yaptık?" diye sordu Sam.
"Latham adında bir adamla. Görevi..."
"Latham mı?" dedi Alex şaşkınlıkla. Bakanlıktaki görevliyle
öğleden sonra uzun bir görüşme yaptığını anımsadı. "Ama o..."
"Biliyoruz," diye sözünü kesti Floyd dikiz aynasından sırıtarak.
"O da bizlerden, ahbap."
Alex sessizce odasına girdiğinde saat üç buçuğa geliyordu
ve gece oyunları sona erdiğinden Courtleigh Manor Otelinde çıt
çıkmıyordu. Ara kapıdan Alison'ın odasının ışığı görülüyordu,
kendi odası ise karanlıktı; beş saat önce çıkarken yanık bıraktığından
emindi. Işıkları Alison mı söndürmüştü? Niçin? Aralık kapıya
yaklaşırken ceketini çıkardı.
— 171 —

Kulağına gelen bir çıtırtıyla döndü ve bir saniye sonra yatağın


yanındaki lamba yandı. Yatakta oturan Alison'ın elinde
'Londra polisince verilmiş' öldürücü sprey vardı.

"Merhaba, Alex.M

"Merhaba." Sıkıntılı bir durumda kalmıştı.


"Arkadaşın Tucker'ın arayabileceğini düşünerek burada
yattım. Kendi odamdan telefonun sesini duyamazdım." Spreyi
çevirip kapatınca aynı çıtırtı bir kez daha duyuldu. "Aynca seninle
konuşmak istemiştim."

"Arkadaşın Tucker'ın arayabileceğini düşünerek burada


yattım. Kendi odamdan telefonun sesini duyamazdım." Spreyi
çevirip kapatınca aynı çıtırtı bir kez daha duyuldu. "Aynca seninle
konuşmak istemiştim."

"Burada telefon çalmadı," diye sözünü kesti Alison.

"Efendim?"

"Bay Latham burayı aramadı."

McAulif hazırlıklıydı; bu ayrıntıyı atlamamıştı. "Çünkü resep

siyona yemekte olduğumuzu söylemiştim. Yemek salonuna ha

ber gönderdiler."
"Dersini iyi çalışmışsın, Alex."

"Dersini iyi çalışmışsın, Alex."

ber vermesini söyledim. Çok acelemiz vardı. Latham, limanın

yatanındaki Crawford Sokağındaki depoya gitmemizi istedi..

Gece için hesaplarını kapatmadan önce orda olmak zorunday

dık." /'v -J .%

"Bunlar yeterli değil. Daha iyisini yapabilirsin."

Alison'ın çok ciddi ve öfkeli olduğunu farketti Alex. "Niçin

böyle konuşuyorsun?"

"Resepsiyondan beri arayan olmadı... Bay Latham'ın bir

'yardımcısı' aradı ve o da pek başanlı sayılmazdı. Latham'la ko


nuşmak istediğimi söyleyince, ne diyeceğini bilemedi. Hazırlık

— 172 —

sız yakalanmıştı. Latham'ın Barbican semtinde oturduğunu bütyor


muydun? Rehberde numarası var."
Alison susunca gergin bir sessizlik oldu ve Alex alçak sesle
konuştu. "Latham evdeydi."
"Evet evdeydi. Merak etme, kimin aradığını bilmiyor. Önce
bir kadınla konuştum ve kendisi telefona gelince kapattım."
Alex derin bir soluk alıp cebinden sigara paketini çıkardı.
Ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu. "Çok üzgünüm."
"Ben de öyle," diye yanıtladı Alison. "Sabahleyin istifa mektubumu
yazarım. Uçak bileti ve şimdiye kadar geçen sûre için
hak ettiğim ödemeyi yapmak zorundasın. Bir süre için paraya
ihtiyacım olacak. Eminkn başka bîr iş bulabilirim."
"Bunu yapamazsın." McAuliff içtenlikte konuşurken genç
kadının araştırma ekibinden ayrılmaya hazır olduğunu hissetmişti.
Eğer Jamaika'ya gelme nedeni daha önce söylediği gibiyse,
bunu yapmamalıydı. Tann aşkına, birkaç saat için yalan
söyledim diye istifa edemezsin. Allah kahretsin, Alison, sana
hesap vermek zorunda değilim."
"Hakarete uğramış bir salak gibi davranmayı bırak! Bunu
da başaramıyorsun. Aynı labirentte tekrar dolaşmak İstemiyorum;
bıktım bundan. Duyuyor musun beni!" Birdenbire sesini alçalttı
ve soluğunu tuttu. Gözlerini korku bürümüştü. "Artık dayanamıyorum."
"Ne demek istiyorsun?"
"Bugün Jamaika polisiyle uzun bir görüşme yaptığını aynntılı
olarak anlatmıştın. Karakolun bulunduğu yeri, polisleri tarif
bile etmiştin, Alex. Latham'ı aradıktan sonra karakolun numarasını
çevirdim. Senin adını duymadıklarını söylediler."

İlk başına kadar gidip bu çılgın olayları baştan sona anlatması


gerektiğini anladı. Ona gerçeği söyleyecekti. Bunlan paylaşmak
belki kendisini de rahatlatacaktı. Karmaşık düşüncelerinin
içinden çıkmaya çalışan bir insanın tekdüze sesiyle her şeyi
anlatırken, bir yandan da olanların anlamını çözmeye çalışıyordu,

Dunstone Şirketinden gelen garip bir haberle New York'tan


kalkıp Londra'ya gelişini, Julian Warfield adındaki adamla tanışmasını,
Savoy Otelinde kendini 'mali danışman' olarak tanıtan
ve gösterdiği plastik kimliği 'R.C. Hammond - İngiliz İstihbaratı
Görevlisi' olduğunu kanıtlayan kişiyle konuştuklarını tek tek
açıkladı. Kendi gerçeklerini inkâr eden iki ayrı dünyada yaşamanın
getirdiği baskıdan söz etti. Gizli toplantılar, talimatlar, eğitim,
yollarda araba değiştirmeler, ekipte çalışacak kişileri sahte bahanelerle
işe alma; Jamaika'nın en zenginlerinden biri olmakla
yetinmeyen Arthur Craft adındaki adamın, zavallı James Ferguson'u
casusluk yapması için zorlayıp paniğe kapılmasını sağladığını
anlattı. Mesleği açısından son derece başarılı bir uzman
olan Charles Whitehall'un modası geçmiş, saygı duyulmayan
bir kavrama sıkı sıkıya bağlı olduğunu açıkladı. Afrika ve Fransız
kanından dolayı Jamaika aristokrasisine mensup olmasına karşın,
Eton ve Oxford'da eğitim görüp MI 6 için çalışan romatiz

yetinmeyen Arthur Craft adındaki adamın, zavallı James Ferguson'u


casusluk yapması için zorlayıp paniğe kapılmasını sağladığını
anlattı. Mesleği açısından son derece başarılı bir uzman
olan Charles Whitehall'un modası geçmiş, saygı duyulmayan
bir kavrama sıkı sıkıya bağlı olduğunu açıkladı. Afrika ve Fransız
kanından dolayı Jamaika aristokrasisine mensup olmasına karşın,
Eton ve Oxford'da eğitim görüp MI 6 için çalışan romatiz

Sam Tucker'ın antropolog Walter Piersairın 'ada hastalığı

na' yakalanmasıyla ilgili anlattığı garip öyküyü aktardı. Sonunda

Barak Moore adındaki saçları kazınmış gerilladan söz etti. Tabii

herkesin, "görünmeyen bir yargıç heyeti" olarak tanımladığı Ha

lidon'un peşinde olduğunu eklemeyi de unutmadı.

Hepsi çılgınlık olsa da gerçekti.

— 174 —
Blue dağlarının üzerindeki bulutların arasından güneşin ilk

Blue dağlarının üzerindeki bulutların arasından güneşin ilk

Alexin burnuna Jamaika sabahının nemli kokuları doluyordu.

Anlatacaktan bitmek üzereydi. Neredeyse bir saat kırkbeş dakikadır

konuşuyordu. Yalnızca Marki de Chattelerault sorunu kalmıştı

geriye.

Yatağın içinde oturan AHeon'm gözleri yorgundu ama bakışlarını

bir an bile konuşan adamdan ayırmadan dinliyordu.

Markiden söz edince genç kadının nasıl bir tepki göstereceğini

bilemediği için çekiniyordu Alex.

"İkimiz de yorgunuz, devamını sabaha bırakalım mı?"

"Sabah oldu bile."

"Daha sonra konuşuruz."

"Hepsini bir defada anlatıp bitirmeni yeğlerim."

"Fazla bir şey yok."

"Öyleyse en heyecanlı bölümü sona sakladın sanırım. Haklı

mıyım?11 Benliğini kaplayan sessiz korkuyu gizleyemiyordu. Bakışlarını

balkon kapısından odaya dolan, Jamaika'ya özgü soluk

sarı ve canlı turuncunun garip karışımına dikmişti.

"Konunun seninle ilgili olduğunu biliyorsun..."

"Elbette biliyorum. Dün gece hissettim bunu. Kendime bile

itiraf etmek istemedim ama biliyordum. Her şey düzgünce yerli

yerine oturdu."
"Chattellerault burada," dedi Alex alçak sesle.
"Aman Tannm," diye fısıldadı Alison.
"Ama sana ulaşamaz. İnan bana."
"Beni izledi elemek. Güzel Tannm..."
McAuliff yatağın kenarına ilişip genç kadımn saçlarını okşadı.
"Eğer sana zarar vereceğini düşünseydim, ondan söz etmezdim.
Onu... yok ettirirdim." Yeni sözcüklere ne kadar kolay
alışıyordu. Yoksa çok yakında öldürmek ya da ortadan kaldırmak
laflarını da kullanmaya mı başlayacaktı?
— 175 —

"Daha başlangıçta her şey programlanmıştı. Ben programlanmıştım."


Alison gözlerini balkona dikmiş konuşurken, saçlarını,
yüzünü okşayan parmakların farkında değil gibiydi. "Bunu
bilmeliydim; insanın çekip gitmesine kolayca izin vermiyorlar."

"Kimler?"

"Onlar, sevgilim," diyerek Alexin elini tutup dudaklarına götürdü.


"Onlara verdiğin isimlerin aslında hiç önemi yok. İsimler,
sayılar resmi gibi görünen saçmalıklar... hepsi anlamsız. Ama
beni uyarmışlardı. Uyarılmadığımı söyleyemem."

"Kim uyardı seni? Nasıl oldu bu?" diye sorarken Alex genç
kadını yüzüne bakmaya zorladı.
"Üç ay kadar önce Paris'te bir gece, yeraltı karnavalı dediğimiz
Interpol toplantılarının sonuncusundan çıkarken bekleme
odasında bir çiftle karşılaştım. Aslında karşılaşmamam gerekiyordu.
İnsanların yalnız gelip gitmelerine özen gösterirlerdi ama
bu kez biri odalan karıştırmıştı. Daha sonra birlikte akşam yemeğine
çıktık. İkisi de İngilizdi ve adam Macclesfield'de Porsche
satıcısıydı. Artık dayanamaz bir hale gelmişlerdi. Adam aslında
Porsche bayii olduğu için işe alınmıştı, çünkü ülkeye getirdiği
her arabada Avrupa borsasından çalınan hisse senetleri taşınmaktaydı.
Her seferinde bu iş son diyorsa da devam etmesi
için çeşitli gerekçeler sıralıyorlardı. Neredeyse üç yıldır sürüyordu
bu iş ve adam aklını kaçırmak üzereydi. İngiltere'yi terkedip

"Üç ay kadar önce Paris'te bir gece, yeraltı karnavalı dediğimiz


Interpol toplantılarının sonuncusundan çıkarken bekleme
odasında bir çiftle karşılaştım. Aslında karşılaşmamam gerekiyordu.
İnsanların yalnız gelip gitmelerine özen gösterirlerdi ama
bu kez biri odalan karıştırmıştı. Daha sonra birlikte akşam yemeğine
çıktık. İkisi de İngilizdi ve adam Macclesfield'de Porsche
satıcısıydı. Artık dayanamaz bir hale gelmişlerdi. Adam aslında
Porsche bayii olduğu için işe alınmıştı, çünkü ülkeye getirdiği
her arabada Avrupa borsasından çalınan hisse senetleri taşınmaktaydı.
Her seferinde bu iş son diyorsa da devam etmesi
için çeşitli gerekçeler sıralıyorlardı. Neredeyse üç yıldır sürüyordu
bu iş ve adam aklını kaçırmak üzereydi. İngiltere'yi terkedip

"Ama her zaman için hayır deme hakkı vardı. Onu zorlaya

mazlardı."

"Bu kadar saf olma, hayatım. Öğrendiğin her yeni isim ade

ta başka bir kancadır; rapor ettiğin her yeni yöntem senin uz


manlığını biraz daha artırır." Acı bir ifadeyle güldü Alison. "Muh

manlığını biraz daha artırır." Acı bir ifadeyle güldü Alison. "Muh

yaratırsın."

"Bir kez daha söylüyorum: Chatellerault sana dokunumaz."

Alexin sözlerini, endişesini paylaşmadan önce bir süre dûM


şündü. "Belki sana garip gelecek -çünkü ben çok cesur biri değilimama
o adamdan korkmuyorum. Ötekiler beni korkutuyor.
Beni bırakmayacaklardır. Ne kadar söz verseler, anlaşma yapsalar,
güvence verseler de karşı duramadıktan bir şeyler var. Bir
dosya ya da bilgisayarda bir isim çıkıyor ortaya. Onun ismi çıkınca
otomatik olarak benimki de ekrana geliveriyor. X ve Y unsurlarını
toplayıveriyorlar ve artık kendi yaşamına kendin sahip
olamıyorsun. Hiçbir zaman sona ermiyor. Aynı korkuları defalarca
duyuyorsun."
Alex omuzlarından kavradı genç kadını. "Burada kalmak
zorunda değiliz, Alison. Eşyalarımızı toplayıp gidebiliriz."
"Sevgilim, sevgilim... Gidemezsin. Anlamıyor musun? Böyle
olmaz. Yaptığın anlaşmalar, söylediğin sözler var, bunları inkâr
edemezsin. Ülkeden ülkeye geçmek için belgelere, çalışmak
için referanslara gereksinim duyacaksın. Araba kullanacaksın,
uçağa bineceksin, bankaya para yatıracaksın... bunların hepsini
onlar silah olarak kullanacak. Saklanamazsın. Onlardan kurtulamazsın."
McAuliff ayağa kalkıp zehirli spreyi eline aldı ve üzerindeki
yazıları okudu. Balkon kapısına yaklaşıp derin bir soluk aldı. Hafif
bir vanilya ve defne ispirtosu kokusu geldi burnuna. Jamaika
kokuları.
"Yanlış düşünüyorsun, Alison. Saklanmak zorunda değiliz.
Bir sürü nedenden dolayı başladığımız işi bitirmek zorundayız.
Bu konuda haklı olsan da 'hiçbir zaman sona ermemesi' konusunda
hatalısın. Bitecektir. Sona erecektir. Bana güven."
"Bunu ben de isterim ama nasıl olacağını bilmiyorum."
"Eski bir piyade oyunu. Onlar sana bir şey yapmadan önce,
sen onlara yap. Bu dünyanın Interpol'leri ve Hammond'ları
bizi kullanıyor, çünkü biz korkuyoruz. Yaşamımızı ne hale getirebileceklerini
bildiğimiz için korkuyoruz. Oysa bizim onlara ve

— 177 — F: 12
rebileceğimız zararın boyutlarını hiç düşündün mü? Biz de tıpkı
onlar gibi oynayabiliriz. Çevremizde silahlı muhafızlarla sürdüreceğiz
bu oyunu. Ve işimiz bittiğinde onlarla da işimiz bitmiş olacak."

Charles Whitehall sabahın altısında hâlâ yatağına girmemişti.


Uyuyamayacağını biliyordu. Oturduğu koltuğun yanında
minik bir Pemod kadehi duruyordu. Adaya geleli iki gün olmuştu
ama on yıl öncenin yaralan yeniden açılıvermişti. Bunu beklemiyordu.
Kontrolün kendi elinde olacağını varsaymıştı. Kontrol
altına gireceği aklına bile gelmemişti.

minik bir Pemod kadehi duruyordu. Adaya geleli iki gün olmuştu
ama on yıl öncenin yaralan yeniden açılıvermişti. Bunu beklemiyordu.
Kontrolün kendi elinde olacağını varsaymıştı. Kontrol
altına gireceği aklına bile gelmemişti.

Çürümüşlüğe yol açıp kontrol altına al ve sonunda sahip çı

karak her şeye el koy.

Alexander McAuliff'e yalan söylemişti. Savanna-La-Mar'da

görüştükleri zaman Chatellerault, Trelawny beldesi komplosuna

dahil olduğunu açıkça bildirmişti. İngiliz İstihbaratı haklıydı. Ku

zey sahilindeki ve Cock Pit bölgesindeki boş toprakların gelişti

rilmesi için markinin serveti kullanılacaktı ve marki yaptığı yatı


rımları korumaya kararlıydı. Charles Whitehall koruma hattının

rımları korumaya kararlıydı. Charles Whitehall koruma hattının

kadar basitti. Chatellerault çok açık konuşmuştu. Karşısında

oturmuş, gülümseyerek Whitehall'un on yıl içinde adada kurdu

ğu gizli örgütün elemanlarının isimlerini ve yaptıklarını tek tek

sayıp dökmüştü. Charles'ın dahil olduğu politik partinin Kings

ton'da başa geçmek için kullanacağı yöntemleri ve programı bi

le biliyordu.

— 178 —

Askeri bir diktatörlük kurmak ve piramidin tepesine bir sivil


oturtmak. Jamaika Muhafızı unvanını alacak bu kişinin adı Charles
Whitehall'di. •
Kingston bunları bilseydi herhalde tepki gösterirdi. Ne var
ki Chattelerault amaçlarının pek de çelişkili olmadığını söylemişti.
Düşünsel, politik ve parasal açılardan çıkartan kolayca birbirini
tamamlayabilirdi. Öncelikle kuzey sahilindeki faaliyetlere
önem vermek gerekiyordu. Öteki olaylara doğru bir sıçrama
tahtası olacaktı bu araştırma.
Marki ortaklarının isminden söz etmemişti ve belki de gerçekte
ortaklarının kim olduklanndan pek emin olmadığı duygusuna
kapılmıştı Charles. Ama onlara güvenmediği belliydi. Bir
açıdan amaçlarını, başka bir açıdan da yeteneklerini sorguluyordu.
Önceki araştırmanın iyi gitmediğini ima ederken bütün
gerçekleri açıklamamıştı.
Açıklamadığı noktalar herhalde ilk araştırmayı kapsıyordu.
Neler olmuştu?
Olanlardan Halidon mu sorumluydu?
Halidon'un işleri karıştaracak gücü var mıydı?
Gerçekten Halidon diye bir şey var mı?
Antropolog Piersairın belgelerini inceleyip, bir yabancının
egzotik fantezileri ile adanın gerçeklerini birbirinden ayırmak zorundaydı.
On yıl önce Rastafari taraftarları Afrika'da terörün simgesi
kabul edilmişler ve daha sonra çalışmaktan kaçan, esrar
çeken bir grup çocuktan başka bir şey olmadıktan ortaya çıkmıştı.
Sonra Pocomani taraftarları çıkmıştı ortaya; uzun sakallı
rahipler Hristiyan etiklerinin soyut kavramları araşma grup seksi
katmaya çabalamıştı. Anansi tarikatını da unutmamak gerekirdi;
yaşamdaki tüm ilerlemelerin örümceklerin zekâsından örnek
alındığına inanan çok eski tarihlerde kalmış Ashanti inançlarını
yeniden canlandırmaya çalışmışlardı. Aslında tabii sayıları çok
— 179 —

katmaya çabalamıştı. Anansi tarikatını da unutmamak gerekirdi;


yaşamdaki tüm ilerlemelerin örümceklerin zekâsından örnek
alındığına inanan çok eski tarihlerde kalmış Ashanti inançlarını
yeniden canlandırmaya çalışmışlardı. Aslında tabii sayıları çok
— 179 —

6:15. '%
Başının ağnsından gözleri yaşlarla dolmuştu. Beyninden
aşağıya doğru inen ağn okları ensesini, omuzlarını ve neredeyse
kollarını oynatamaz hale getirmişti. Midesindeki gerginliği
hissediyor ve bunu düşündüğü anda bulanacağını biliyordu. Bir
gece önce öylesine çok içmişti ki, McAuliff bile onu sarhoş numarası
yapmakla suçlayamazdı. Sarhoş olmak için çok iyi bir
nedeni vard ı.
Arthur Craft'ın paniğe kapıldığı telefonda bile belliydi. Genç
Craft yakayı ele vermişti. McAuliff kayıt aygıtlarının bulunduğu
odayı keşfetmiş ve karşısına çıkan adamı adamakıllı dövmüştü.
Craft telefonda McAuliff in adını nereden öğrendiğini haykırarak
soruyordu.
Kendisi söylememişti. İsmini Jimbo-mon'dan öğrenmemişti.
Ferguson ona tek kelime bile etmemişti.
Teybin başındaki allahın belası zencinin" McAuliffe her şeyi
itiraf ettiğini ama "iş o noktaya gelirse" herifin mahkemeye gidemeyeceğini
bağırarak anlatmıştı.

"Sen beni görmedin. Seninle hiç konuşmadık! Karşılaşmadık


bile! Bunu anladın mı, sersem herif?"
"Elbette... elbette, Bay Craft," diye yanıtlamıştı Ferguson.
"Ama efendim... yine de biz konuştuk değil mi? Yani hiçbir şey
değişmedi, değil mi?"
Korkudan donup kalmasına karşın, bunları söyleyebilmişti.
Son derece sakin, kayıtsız bir sesle konuşmuştu ama mesajını
açık bir biçimde vermişti.
Arthur Craft köşeye sıkışmıştı. Aslında bağırıp çağırmak yerine
kibar ve düşünceli davranması gerekirdi; ne de olsa konuşmuşlardı.
Craft mesajı almıştı. Önce suskunlukla karşılamış sonra
onaylamıştı. "Görüşürüz."
Her şey çok basitti. Ama eğer Craft konuyu değiştirmek istiyorsa,
ne de olsa çok güçlü bir vakfın başındaydı, genç ve son
derece yetenekli bir botanikçiye başka bir görev verebilirdi. Telefonu
kapatınca garip bir dinginliğe kapıldığını hissetmişti James
Ferguson. Gözlerinin ve beyninin kendinden emin olarak
çalıştığı bir lavoratuvardaydı sanki.
Çok dikkatli davranması gerekecekti ama bunu yapabilirdi.
Ve bunu farkedince de sarhoş olmuştu.
Şimdi başı ve midesi kötü durumdaydı ama dayanabilirdi.
Bundan sonra her şey daha farklı olacaktı. Ucuz Timex markalı
saatine bir kez daha baktı. 6:25. Yakın gelecekte artık bir Breitling
Chronometer takabilir, pahalı bir fotoğraf makinası alabilirdi.
Ayrıca banka hesabı da açabilirdi.
Yepyeni bir yaşamı olacaktı.
Tabii eğer dikkatli davranırsa.
Telefonun sesini önce karısı duydu. "Peter... Peter! Telefon
çalıyor!"

•Ne? Ne olmuş?" Peter Jensen karanlık odada gözlerini kırpıştırdı.


Telefon bir kez daha çaldı. Peter Jensen uzanıp ışığı yakarak
saate baktı. Sekize on var. Saatin ve lambanın ardındaki
almaca güçlükle uzandı Peter. "Evet, alo?"
"Bay Peter Jensen, lütfen," dedi yabancı bir erkek sesi.
"Evet, benim ne var?"
"Uluslararası Telgraf Şirketi. Birkaç dakika önce size Londra'dan
bir telgraf geldi, Bay Jensen. Üzerinde acele olduğu yazıyor.
Okumamı ister misiniz?"

"Uluslararası Telgraf Şirketi. Birkaç dakika önce size Londra'dan


bir telgraf geldi, Bay Jensen. Üzerinde acele olduğu yazıyor.
Okumamı ister misiniz?"

"Evet, efendim çok uzun."

"Hemen bana gönderin. Gönderebilirsiniz değil mi? Court

leigh Manor Oteli, 401 numara. Resepsiyona bile uğramanıza


gerek yok."

•Anlıyorum, Bay Jensen. Derhal gönderirim ama özel servis


için..."
"Elbette, tabii," diyerek sözünü kesti Jensen. "Siz gönderin
yeter."
Yirmi beş dakika sonra Uluslararası Telgraf Şirketinin ada
mı geldi. Birkaç dakika önce gelen oda servisi kavun, çay ve

küçük ekmeklerden oluşan kahvaltıyı getirmişti. Peter Jensen


iki sayfalık telgrafı masanın üzerine yayıp eline bir kalem aldı.

iki sayfalık telgrafı masanın üzerine yayıp eline bir kalem aldı.

yandan da çayını yudumfuyordu. O da elinde kalemle hazır

bekliyordu.

"Şirketin ismi Parkhurst," dedi Peter.


"Tamam," dedi Ruth, fincanını bırakıp kâğıdın üzerine bir
işaret koyarken.
"Adresi ise Glen yakınındaki Sheffield." Peter karısının yüzüne
baktı,
"Devam et," dedi Ruth bir işaret daha koyunca.

"Malzemeler mikroskopla incelenecek."


"Çok iyi," dedi Ruth daha önce aldığı notlara bir göz atarak.
"Hazır mısın?"
"Evet."
Paleontolog Ruth Wells Jensen, bir dizi rakamı sırayla okumaya
başladı. Kocası telgrafın başından başlayarak belirli sözcükleri
kalemle daireler içine aldı. Birkaç kez karışma okuduğu
rakamı tekrar etmesini söyledi ve bir önceki daireden başlayıp
tekrar sayarak işaretlemeyi sürdürdü.
Üç dakika sonra işlem sona ermişti. Peter Jensen biraz çay
içip telgraf sessizce okudu. Karısı ekmeklerin üzerine reçel sürüp
soğumaması için çaydanlığın örtüsünü örttü.
"Warfield önümüzdeki hafta buraya geliyor. O da aynı fikirde.
McAuliff e ulaşmışlar!"
— 183 —

McAuliff durup durup Hammond'ın sözlerini anımsıyordu:


Farklı düzeylerde iş yapmayı kolayca öğrenebileceksin. Aslında
her şey içgüdüsel olarak gelişecektir. Değişik odak noktalan
üzerinde yoğunlaşabildiğini farkedeceksin.
İngiliz ajan doğru söylemişti. Araştırmanın dokuzuncu gününde
Alex saatlerce yaptığı işten başka bir konunun aklına
gelmediğini farketti. Malzemeler Boscobel Havaalanından doğruca
Discovery koyundaki Puerto Seco'ya gönderilmişti. Ekibin
diğer üyelerinden önce Ocho Rios'a gelen Alex, Sam ve Alison
üç gün boyunca Sans Souci'de keyif çatmış ve bu arada bazı
hamalları işe almışlardı. Bunlardan ikisi Blue dağlarının tepesinde

o gece belirlenen adamlardı. Tahmin ettiği gibi Alison ile


Sam iyi anlaşıyorlardı. Her ikisi de profesyonel, mizah duygusuna
sahip, uyumlu insanlardı. Ayrıca sevgili olduklarını Tucker'dan
gizleme gereği duymamışlardı. "Eğer olmasaydınız çok
şaşırırdım," demişti Sam.
SanVin bu beraberliği onaylaması önemliydi, çünkü McAuliffin
işi çıktığı zaman genç kadının hiçbir koşul altında yalnız
başına kalmaması gerekiyordu.
Sam Tucker bir koruyucu olarak mükemmeldi. Alex,
Sam'in kendinden bile daha iyi olduğunu kısa zamanda anladı.
Belki de tanıdığı en becerikli ve güçlü kişiydi. Benliğinin saldır—
187 —

gan yönü gerektiği zaman vahşilik derecesine çıkıverfyordu.


Onun yanında Alison güvenlik içinde olacaktı.

Dördüncü gün çalışmaların başladığı tarihti. Ekip Puerto


Seco ile Rio Bueno Limanı arasında Bengal Court adlı bir sahil
moteline yerleşmişti. Çalışmalara sabah altıda başlıyorlardı ve
ilk hedefleri sahilin kesin bir çizimini çıkarmaktı.

Sahil boyunca kameralarla gök küresinin azimut açıları


saptandı ve Jamaika Enstitüsünün verdiği haritalarla karşılaştırıldı.
Ne var ki, bu haritalar belki yol yapımı ya da ufak hava taşıtlarının
yönünü bulması için yeterliydi ama jeofiziksel bir araştırma
açısından pek işe yaramıyordu. McAuliff ses dalgalarıyla
çalışıp daha kesin sonuçlar elde edebilen sonik jeodometreler
kullanarak tüm engebeleri hem fotoğraf, hem de grafik olarak
saptayabiliyordu.

Yorucu çalışmalar son derece sıkıcıydı ve kızgın güneşin

altında insanı ter içinde bırakıyordu. Onu rahatlatan tek nokta


Alison'ın sürekli olarak yakınında bulunmasıydı. Barak Mo

Alison'ın sürekli olarak yakınında bulunmasıydı. Barak Mo

malarını emretmişti. Ayrıca Alison'a kendisini görebileceği yer

lerde bulunmasını söylemişti.

Bu isteklerin yerine getirilmesi neredeyse olanaksızdı ve

birkaç günden fazla süremeyeceğini McAuliff de biliyordu. Ali

son'ın sahil kesiminde yapacağı pek fazla işi yoksa da adanın iç

bölgelerine doğru ilerleyince başını kaşıyacak vakti olmayacak

tı. Yeni başlayan her iş gibi jeolojik araştırmaların da ilk günleri

epey zor geçerdi; çeşitli zorlukları birbirinden ayırmak oldukça


güç olurdu.

güç olurdu.

farkedeceksin. Adeta ikinci benliğin gibi görev yapacaklar. Ken

dini belirli bir ritme kaptıracaksın ve bu senin birbirinden farklı

amaçlarının arasındaki bağlantı olacak. Bunu kısa sürede algıla

yacak ve güven duymaya başlayacaksın.

Hammond söylemişti bunları.

Ne var ki ilk günler sözünü etmeye değer bir güven duygusuna


sahip olamadıysa da, korkusunun gitgide azaldığını farketti.
Bunun nedeninin sürekli bedensel olarak çalışmanın dışında
Sam ile Barak Moore'un 'özel ordusu'nun Alison'ın çevresinde
olduğunu bilmekten kaynaklandığını düşündü. Başını çevirdiği
her an genç kadını sahilde ya da küçük teknede kayaları kırarken
ya da adamlara matkapla delmelerini söylerken görebiliyordu.
Braco kumsalının sınırındaki bölgeler tehlikelerle doluydu.
Mercan katmanları denize doğru yüzlerce metre uzanıyordu. Jilet
gibi keskin poliplerin üzerinde adeta emekleyerek ilerleyen
Sam Tucker ile Alex'in kol ve bacakları kesikler içinde kaldığı gibi
sırtları ve diğer tüm kasları da ağrıyordu. Çalışmanın üçüncü
günü Alison yanında iki koruması ile birlikte dibi düz bir balıkçı
teknesiyle piknik sepetini mercan kayalarının üzerine getirdi.
Hayal edilebilecek en rahatsız yerde, son derece keyifli bir yemek
yediler. Mercanların arasından tehlikeli sahile kadar tekneyi
kullanmış olan siyah devrimci Floyd, ilerdeki kumsalın daha
düz ve daha kuru olduğunu işaret etti.

Braco kumsalının sınırındaki bölgeler tehlikelerle doluydu.


Mercan katmanları denize doğru yüzlerce metre uzanıyordu. Jilet
gibi keskin poliplerin üzerinde adeta emekleyerek ilerleyen
Sam Tucker ile Alex'in kol ve bacakları kesikler içinde kaldığı gibi
sırtları ve diğer tüm kasları da ağrıyordu. Çalışmanın üçüncü
günü Alison yanında iki koruması ile birlikte dibi düz bir balıkçı
teknesiyle piknik sepetini mercan kayalarının üzerine getirdi.
Hayal edilebilecek en rahatsız yerde, son derece keyifli bir yemek
yediler. Mercanların arasından tehlikeli sahile kadar tekneyi
kullanmış olan siyah devrimci Floyd, ilerdeki kumsalın daha
düz ve daha kuru olduğunu işaret etti.

"Senin hatun da çok yamanmış, ahbap," dedi Wyari, Lawrence


adındaki Jamaikalı.

Beşi birden kayalann tepesine tünemişlerdi. Hepsi de kayaların


altına çarpan dalgalardan yükselen damlacıkların yarattığı
gökkuşağının renklerini izleyerek oturuyordu. İlerde biri açık
denizlere yönelmiş, diğeri Runaway koyunun doğusundaki boksit
madeni limanına yaklaşan iki şilep görülüyordu. Derin sularda
avcılık yapmak üzere inşa edilmiş bir gezinti teknesi önlerin
189 —

den geçerken, yolcular mercan çıkıntısının özerinde piknik yapanların


garip görüntüsünü hayretle izlediler.

Sam Tucker ayağa fırlayıp şaşkın yolculara sestendi. "Elmas


var burada!" Çıplak kara gövdeleri güneşte parlayan Lawrence
He Floyd bu oyuna katıla katıla güldüler. Lawrence bir
mercanı yerinden çıkarıp Tucker'a uzattı. *En az yirmi kral!"

Üstü başı sıçrayan sulardan ıslanmış Alison da katıldı oyuna


ve Sam'in uzattığı taşı çok değerli bir mücevhermiş gibi incelemeye
başladı. Ani bir rüzgâr şapkasını uçurunca, daha Alex
ayağa fırlamadan Lawrence taşların üzerinde rahatlıkla yürüyüp
denize atladı ve birkaç saniye sonra elinde ıslak şapkayla kayalara
tırmandı.

"Yine de takın şapkayı, Bayan Aleesawn, güneş çok sıcak,

cildiniz kızarmış tavuğa döner."


• •
ril Golf Kulübünün en sevilen elemanıdır, öyle değil mi, Lawren

ce?"

Jamaikalı sırıtarak McAuliffe baktı. "Doğru, ahbap. Neg

rifde hep beni isterler. İyi hile yaparım, ahbap. Hep şu toplan

kötü yerlerden çimlere çıkarırım. Galiba herkes bunu bilir ve

hep yanmda beni ister."

Sam Tucker onu taklit etti. "Hep de iyi bahşiş verirler."

Lawrence onayladı. "Öyledir, bahşişler boldur."

"Galiba bir şey daha var," diye atıldı McAuliff, Negril Golf
Kulübünün çok özel bir yer olduğunu anımsayarak. "Her zaman
çok bilgi toplanabilir."
"Evet, ahbap," diyerek gülümsedi Floyd. "Zengin Westmoreland'liler
oyun oynarken çok konuşur."

— 190 —

Her şey o kadar gaMptf ki... Sahilden üç yüz metre uzakta


bir mercan kayasının üzerinde oturmuş piknik yaparken, gezinti
tekneleriyle çocuklar gibi dalga geçiyorlar, golf sahasında gizlice
bilgi toplama konusunda şakalar yapıyorlardı.
Dağlık bölgenin gerillaları arasından seçilen iki siyah devrimci,
orta yaşın üzerinde bir maceraperest (herhalde Sam Tucker
bu tanıma karşı çıkacaktı ama kelimenin tam anlamıyla böyle
bir yaradılışa sahipti), yakın geçmişte uluslararası polis örgütüyle
işbirliği yapmış, son derece güzel bir dul İngiliz kadın ve
altı hafta önce Londra'ya gelirken basit bir jeolojik araştırma görevi
için anlaşma yapacağını varsayan otuz sekiz yaşındaki eski
bir piyade subayı. Beşi de göründükleri gibi olmadıklarını biliyorlardı
ve başka seçenekleri bulunmadığından bu işlere bulaşmışlardı.
Aslında durum garip değil, çılgıncaydı. McAuliff bu koşullar
altında beraber bulunduğu kişilerin arasında en az deneyimlinin
kendisi olduğunu bir kez daha anımsadı. Ama koşulların deneyimlerle
ilgisi olmadığından, onların lideri konumundaydı.
Çılgınlık.
Alex'le Sam pek fazla ara vermeden uzun saatler boyu çalıştılar.
Yedinci günün sonunda araştırma alanının batı smırmı
.oluşturan Martha Brae nehrinden beş mil uzaktaki Burwood'a
kadar olan sahilin kesitini çıkardılar. Jensen'lerle James Ferguson
daha ağır bir tempoda mikroskopları, terazileri ve kimyasal
maddeleriyle deneyler yaparak ilerliyordu. Tahmin ettikleri gibi
sahil boyunca alışılmışın dışında bir şeye rastlamadılar. Bu bölgeler
daha önce de araştırılmıştı ve yeni bir keşifte bulunmadılar.
Botanik araştırmalan, Sam Tucker'ın toprak analizleriyle yakından
ilgili olduğu için, Ferguson toprak deneylerini de kendisinin
yapabileceğini söyleyerek Alex'e yardımcı olması için
Sam'in serbest kalmasını sağlamıştı.
— 191 —

Çılgınlık.
Alex'le Sam pek fazla ara vermeden uzun saatler boyu çalıştılar.
Yedinci günün sonunda araştırma alanının batı smırmı
.oluşturan Martha Brae nehrinden beş mil uzaktaki Burwood'a
kadar olan sahilin kesitini çıkardılar. Jensen'lerle James Ferguson
daha ağır bir tempoda mikroskopları, terazileri ve kimyasal
maddeleriyle deneyler yaparak ilerliyordu. Tahmin ettikleri gibi
sahil boyunca alışılmışın dışında bir şeye rastlamadılar. Bu bölgeler
daha önce de araştırılmıştı ve yeni bir keşifte bulunmadılar.
Botanik araştırmalan, Sam Tucker'ın toprak analizleriyle yakından
ilgili olduğu için, Ferguson toprak deneylerini de kendisinin
yapabileceğini söyleyerek Alex'e yardımcı olması için
Sam'in serbest kalmasını sağlamıştı.
— 191 —

Birbirine girmiş çalıların arasına dalıp bu sesin sahibini aramışlar


ama hiçbir şey bulamamışlardı.

Oradaki çocuk ya da hayvan kaçıp gitmişti.


Aynı gün koşarak sahile gelen James Ferguson'un yüzünden
uğradığı şaşkınlık okunuyordu. Dev bir bitkinin köküne erişmek
için kayalıklara tırmanınca, yaprakları aşağıya doğru sarkan
ağaçların ortasında buluvermişti kendini. Bir anda tüm bedenini
sarsan bir titreşim çıkmıştı ortaya ve ardından kulaklarını
sağır edercesine yükselen tiz bir çığlık gelmişti. Dayanamayacak
hale gelince aşağıya düşmemek için ağaçlara sarılmak zorunda
kalmıştı. Korkuyla aşağıya inip ötekilerin yanına koşmuştu*..

Aynı gün koşarak sahile gelen James Ferguson'un yüzünden


uğradığı şaşkınlık okunuyordu. Dev bir bitkinin köküne erişmek
için kayalıklara tırmanınca, yaprakları aşağıya doğru sarkan
ağaçların ortasında buluvermişti kendini. Bir anda tüm bedenini
sarsan bir titreşim çıkmıştı ortaya ve ardından kulaklarını
sağır edercesine yükselen tiz bir çığlık gelmişti. Dayanamayacak
hale gelince aşağıya düşmemek için ağaçlara sarılmak zorunda
kalmıştı. Korkuyla aşağıya inip ötekilerin yanına koşmuştu*..

bu titreşimi ve sesi başka hiç kimse duymamıştı.

Whitehall da benzer bir deneyim geçirmişti, Bengal koyu

nun yarı kum yan orman sahilinde, motelin plajının bir kilometre

kadar doğusunda, sulara uzanan bir kayaya yaslanıp, çevresine

bakmıyordu. Kulağına gelen ses yüzünden geri dönünce ağaç

ların arasında bir kuş ya da gelinciğin dolaştığını sanmıştı. Gö


rünürde hiçbir şey yoktu.

rünürde hiçbir şey yoktu.

rüzgârın uğultusunu andıran adeta bir ses patlaması olmuştu.

Whitehall gözleriyle ormanı araştırmışsa da şakaklarındaki da

yanılmaz ağrıdan başka bir şeyin varlığını farkedememişti.

Tüm uzmanlar gibi kuşkucu olan Whitehall bir şüre düşü

nünce, göremediği bir ağacın yılların getirdiği ağırlığa dayana

mayarak devrildiğine inanmıştı. Yere düşerken birbirine sürten

— 192 —

tortlarca yaprak ve kabuk bu inanılmaz ses patlamasını yaratmıştı.


Ama hiçbiri anlatılanlara inanmadı.
Öyküsünü anlatırken onu dikkatle izleyen McAuliff, WhitehalPun
bile anlattıklarına inanmadığını hissetti. Hepsi bilim adamıydı
ve açıklayamadıkları olgularla karşılaşıyorlardı. Belki de
Whitehall5un anlattıklarına inanmak işlerine geliyordu. Üzerinde
daha fazla duramayacaklarını biliyordu Alext tamamlamaları gereken
bir çalışma vardı.
Birbirinden farklı amaçlar da.
Floyd ve Lawrence'in yardımıyla sahilde ve mercan kayalarında
araştırmalar yapan Alison, denizin dibindeki kireçtaşı katmanlarının
arasında yumuşak bir linyit tabakasının bulunduğunu
da ortaya çıkarmıştı. Jeolojik açıdan bunu açıklamak kolaydı.
Yüz binlerce yıl önce yanardağların hareketiyle ağaçlarla örtülü
topraklar yer değiştirmişti. Eğer bu sahile liman yapmayı tasarlıyorlarsa,
yapılan çok sağlam destekler üzerine oturtmak zorunda
kalacaklardı.
Alison'ın çalışmalarına dalmış olması McAuliff i rahatlatmıştı.
Genç kadın hem kısıtlamalardan daha az şikâyet ediyor, hem
de Alex, iki koruyucusunu daha kolay izleyebiliyordu. Floyd ile
Lawrence işlerinde çok başarılıydılar. Alison sahilde ya da otların
arasında dolaşmaya başlayınca biri ya da ikisi birden avım
arayan panterler gibi çevresinde dolanıyordu. Neyse ki sürekli
otarak dürbün, kutu, not kâğıdı gibi şeyler taşıdıktan için kimsenin
dikkatini çekmiyorlardı.
Ayrıca geceleri Floyd ile Lawrence'in nöbetleşe Bengal Court
Motelinin koridor ve bahçelerinde dolaştıklarını öğrenip sevinmişti
Alex. Sekizinci gün, sabaha karşı koridorun sonundaki
makinadan buz almak için odasından çıkınca bunu öğrenmişti.
Makinaya yaklaşırken kafes biçimindeki duvarın ardında bir ha

— 193
reket dikkatini çekmiş ama ayak sesi duyamamıştı. Buzları küçük
kovaya doldurup, koridorun köşesini dönerek gözden kay
bolunca duvara dayanıp beklemişti.

Bir hareket vardı.


Karşısına çıkacak kişinin üzerine atlamaya hazır bir halde
yumruklannı sıkıp yerinden fırlamış ve Lawrence's çarpmıştı.
"Hey, ahbap!" diye alçak sesle bağıran zenci, Alexin ağırlığıyla
sendelemiş ve ikisi birden çimlerin üzerine yuvarlanmıştı.
"Aman Tanrım, ne arıyorsun sen burada?" diye sormuş*
Alex düştüğü yerden.
Lawrence karanlıkta sırıtarak yanıtlamıştı. "İhyan olmana
rağmen çok hızlısın, ahbap!"

Yaşlı bir balıkçı olan gece bekçisinin, kolunun altında kullanmasını


bile bilmediği bir tüfekle nöbet tuttuğunu görünce yeterli
olmadığını düşünüp Floyd ile bir anlaşma yapmışlardı. Barak
Moore da gerekirse gece nöbeti tutmalarını söylerdi ama
aslında bunu yapmak zorunda değildiler.
"Ya ne zaman uyuyorsunuz?"
"Çok uyuyoruz biz. Hep nöbetleşe."
Alex odaya dönünce Alison yatağın içinde doğrulup, "Her

şey yolunda mı?" diye sordu.


"Beklediğimden daha iyi. Hatta minyatür bir ordumuz bile
var. Çok iyi durumdayız."

Dokuzuncu gün öğleden sonra McAuliff ile Sam Tucker,


Martha Brae nehrine vardılar. Tüm bulgular, hava geçirmeyen
özel kutulann içinde, malzeme kamyonunun soğuk hava deposunda
saklanıyordu. Peter Jensen sahildeki maden ve minerallerin
sıralamasını yaparken, karısı Ruth mercanlann arasında
bazı bitki fosilleri bulduğunu bildirmişti. James Firguson'un toprak
ve bitki araştırmaları da sıradan sonuçlara ulaşmıştı. Şimdiye
dek yalnızca Alison'ın denizin dibinde bulduğu linyit katmanı
ilginç bir bulgu sayılırdı.

— 194 —

Hazırlanan tüm raporların kopyalanmak üzere Ocho Rtos'a


götürülmesi gerekiyordu. Dokuz günlük zorlu çalışmanın ödülü
olarak Alex onuncu günü tatil iten etti. Ocho Rios'a gitmek isteyenler
kendisiyle birlikte gelebilirdi. İsteyen Montego'ya gidebilir
ya da Bengal Court plajında tembellik yapabilirdi. Çalışmalara
bir gün sonra devam edilecekti.
Motelin sağladığı piknik yemeklerini nehrin kıyısında yerken
herkes kendi planını yaptı. Yalnızca şimdiye dek hiçbir şey
yapmadan, sahilde tembelce dolaşan Charles Whitehall tatil günü
projesini Alex'e özel olarak açıkladı.
"Piersairın belgelerini görmek zorundayım. Doğrusunu istersen
McAuliff, bu durum beni çıldırtacak."
"Moore'u beklemeyi kararlaştırmıştık."
"Ne zamana kadar? Tanrı aşkına ne zaman çıkacak ortaya?
Yarın on gün olacak, zaten o da on gün demişti."
"Ben de senin kadar endişeliyim. Piersall'ın arazisinde gömülü
olan paketi unuttun mu yoksa?"
"Bir an bile aklımdan çıkmadı."
Siyah uzmanın endişesinin yalnızca akademik bir merak olmadığını
düşündü Alex. Tüm yaşamınca bu konuyu araştırmıştı.
Jensen'ler Bengal Court'ta kalmayı seçerken, Fergunson
maaşına karşılık avans isteyip bir taksiyle Montego Bay'e doğru
yola çıktı. McAuliff, Sam Tucker ve Alison Booth kamyonla Ocho
Rios gidecekti. Charles Whitehall ise Floyd ve Lawrence'le
onları arabayla izleyecekti.
Gözünde dürbünüyle yüksek otların arasında yatan Barak
Moore, Walter Piersall'ın evinin beyaz taşlarına vuran güneşin
sarı ve turuncu ışıklarını izliyordu. Trelawny beldesi polisinin
evin çevresinde dolanıp kapıları pencereleri kontrol ettiğini görünce
her zamanki gibi en az bir nöbetçi bırakacaklarını anladı.
— 195 —

Belki de belde tarihinin en uzun araştırmasını yapıyordu


polisler. Neredeyse iki haftadır gelip gidiyorlardı. Ayrıca Kingston'dan
gelen sivillerin ütülü giysileri, polislerden de önemli kişiler
olduklarını belirtmişti.

Ama Barak Moore hiçbir şey bulamadıklarından emindi.


Tabii, eğer Walter Piersall hazinelerinin yerini tarif ederken doğru
söylemişse.

Barak artık daha fazla beklemek istemiyordu. Toprağa gömülü


pakedi çıkarmak zor değildi. Şu anda bulunduğu yerden
yüz elli metre kadar ötede olduğunu biliyorsa da iş bununla bitmiyordu.
Charles WhitehaH'un işbirliğine gereksinimi vardı. Piersall'ın
evine girip, diğer belgelerini de almak zorundaydılar. Bu
belgeler bodrumdaki kullanılmayan sarnıcın duvarına gizlenmişti.
Piersall sarnıcın taşlarını dikkatle yerinden çıkarmış, belgelerini
ardına gizleyip duvarı yeniden Örmüştü. Taşların ardında Halidon
konusunda yaptığı çalışmaların tümü bulunuyordu. Charles
Whitehall bunları görmeden ona yardım etmezdi.

.* Trelawny polisleri araçlarına binip ayrılırken nöbetçi olarak


kalan adam onlara el salladı.
Halkın devrimcisi Barak Moore, politik suçlu Charles White

Halkın devrimcisi Barak Moore, politik suçlu Charles White

Önce beyazlan düşünmek zorundaydılar. Servetleri, şirketleri


olan ve siyahların sırtından para kazanmak isteyen beyazlar
vardı, öncelikle onlann halledilmesi gerekiyordu, ahbap. ||J

Barak düşünceye dalınca nöbetçiyi bir an gözden yitirmişti.


Tekrar evin çevresini kontrol ederken, son derece rahat ve tam
da beyazlara uygun bir ev, diye geçirdi içinden.

Ev bir tepenin üzerindeydi, araba yolunun batısındaki George


vadisinden dik bir yokuş kapıya kadar geliyordu. Doğudaki
Martha Brae nehrini gören bir buçuk katlı evin bahçesi man

— 196 —

go ağaçlan, palmiyeler, amber çiçekleri ve orkidelerle bezenmişti.


Alt katın tüm pencere ve kapılannda demir parmaklıklar,
tik ağacından panjurlar göze çarpıyordu.
High Hill adındaki evin arka tarafı daha da ilgi çekiciydi. Barak'ın
aralarına gizlendiği yüksek otlarla kaplı otlağa doğru uzanan
bahçe, ormana ve tarlalara açılıyordu. Bir golf sahasını andıran
yemyeşil çimenlerin arasında beyaza boyanmış kayalar
mavi suların dalgalarını anımsatıyordu.
Bahçenin ortasındaki havuzun beyaz-mavi fayansları, güneşin
yansımasıyla suyun biraz daha mavi-yeşil görünmesini
sağlamıştı. Havuzun çevresinden çimlere doğru yayılmış beyaz
demir koltuklar, zarif olduğu kadar sağlam görünüyordu. Nöbetçi
tekrar ortaya çıkınca Moore, öfke ve şaşkınlıkla soluğunu
tuttu. Ürkütücü görünümlü olan bir Doberman'la oynuyordu
adam. Barak daha önce köpeği görmemişti. Belki de köpeğin
varlığı adamın uzun süreli nöbet tutacağını belirtiyordu. Polislerin
nöbet tutanların yanına köpek vermesinin iki nedeni vardı:
ya beklenen yer çok tehlikeliydi ya da aynı yerde uzun süre kalınacaktı.
Köpekler istenmeyen insanların gelişini bildirdikleri gibi,
nöbetçileri hem koruyorlar,, hem de zamanın geçmesine yardımcı
oluyorlardı.
Nöbetçi eline geçirdiği bir dalı uzaklara fırlattı ve Doberman
neredeyse koltuklara çarparak havuzun öte yanına doğru koştu.
Fırlatılan dalı ağzına alıp geri getirirken, adam bir tane daha
fırlattı, şaşkına dönen köpek ağzındakini yere atıp ikincisinin peşinden
koştu.
Aptal bir herif, diye karar verdi Barak kahkahalarla gülen
nöbetçiye bakarak. Hayvanları tanımıyordu ve hayvanlan tanımayan
birini tuzağa düşürmek kolaydı.
Nöbetçi bu gece tuzağa düşürülecekti.
— 197 —

Hava bulutsuzdu ve Jamaika mehtabı nehrin üzerinde parlıyordu.


Martha Brae'nin çağlayarak akan sularında, çalıntı bir
salla Carrick Foyle'deki eve en yakın noktaya ulaşmaya çalışıyorlardı.
Kapkaranlık bir noktaya doğru manevra yapıp salı palmiye
ve mangrovların şemsiye gibi sarkan yapraklannın altına
gizlediler.

Barak, Alex, Floyd ve Whitehall gece baskınına giderken,


Sam Tucker ile Lawrence, Alison'ı korumak üzere Bengal Court
Motelinde kalmıştı. Dikenli çalıların arasından dik yamacı tırmanmak
çok yorucuydu. High Hill evine kadar bir buçuk kilometre
çıkmaları gerekiyordu ama yolu neredeyse bir saatte tamamlayabildiler.
Charles Whitehall zahmetli çıkışın aptallık olduğunu
düşündü. Eğer yalnızca bir nöbetçi ve köpek varsa, niçin
bahçe kapısına kadar arabayla gidip eve yürümemişlerdi?

Barak1 ın mantığı Trelawny polisine Whitehaira oranla daha


fazla saygı duyduğunu gösteriyordu. Bahçe girişine elektronik

fazla saygı duyduğunu gösteriyordu. Bahçe girişine elektronik

benzer araçların aylardır Montego Bay, Kingston ve Port Anto

nio otellerinde kullanıldığım duymuştu. Alarmı harekete geçirme

tehlikesini göze alamazlardı.

Soluk soluğa Piersall'ın bahçesinin güney sınırında durup,

ay ışığında mermer bir anıt gibi bembeyaz parlayan zarif ve

sağlam eve baktılar. Yalnızca bahçeye açılan arka odanın ve

üst katın ortasındaki yatak odasının panjurlarından dışarıya ışık

sızıyordu.

Bahçede ise havuzun iç lambaları yanıyor ve mavi ışık hafif

esintiyle kıpırdıyan suyun içinde dans eder gibi görünüyordu.


"Adamı ve köpeği dışarı çıkarmalıyız," dedi Barak.

"Adamı ve köpeği dışarı çıkarmalıyız," dedi Barak.

"Niye? Ne gerek var?" diye sordu McAuliff alnından sızan


ter damlacıklarını silerek. "O bir kişi, biz ise dört kişiyiz."
"Moore haklı," diye yanıtladı Whitehall. "Eğer dışarda elekronik
teçhizat varsa, kesinlikle evin içinde de aynı sistem kurulmuştur."
"Adamın mutlaka polis telsizi vardır," diye atıldı Floyd. "Ben
bu kapıları bilirim. Biz birini kırana dek adamın haber verecek
zamanı olur."
"Polisler Falmouth'dan geleceğine göre, yarım saat vaktimiz
kalır," diye karşı çıktı Alex. "Yarım saatte biz işimizi bitirip çıkarız."
"O kadar kolay değil, ahbap," diye ısrar etti Barak. "Sarnıç
taşlarını geçmemiz epey sürer... Önce gidip paketin gömüldüğü
yeri bulalım. Hadi yürüyün."
Barak Moore onları ağaçların öte yanındaki eski otlağa götürdü.
Elfenerinin ışığını avucunda gizleyerek, kayalık otlağın
kuzeyindeki ağaçların altına doğru koştu. En uzaktaki ağacın altına
çömelince diğerleri de onu taklit etti ve Barak fısıltıyla yapacaklarını
anlattı.
"Alçak sesle konuşun. Dağ rüzgârlan sesleri uzağa taşır.
Paket, bu ağacın kuzeybatı çaprazındaki dördüncü büyük kayanın
kırk dört adım uzağında gömülü."
"Adam Jamaika'yı iyi tanıyormuş," dedi Whitehall yavaşça.
"Ne demek istedin?" diye sorarken adamın yüzündeki acı
gülüşü farketti Alex.
"Arawaklann bir savaşçının ölüme gidişini gösteren simgeleri,
daima batan güneşin sağ tarafına doğru dörtlük birimler biçimindedir."
"Pek de rahatlatıcı bir bilgi değil," dedi Alex.
"Tıpkı sizin kızılderilileriniz gibi, Arawaklar da beyaz adamın
gelişinden mutlu değildi." dedi Whitehall.

"Afrikalılar da aynı duyguyu paylaştı, Charley-mon," diyerek


gözlerinin içine baktı Barak. "Bazen bunu tamamen unuttuğunu
düşünüyorum." Sonra McAuliff ite Floyd'a döndü. "Beni izleyin."

Siyah devrimcinin ardından eğilerek koşmaya başladılar.


Ağaçların yaklaşık yüz elli metre uzağındaki dördüncü büyük
kayanm kenanna çöktüler. Barak elfenerini kayanın üstüne doğru
tuttu ve zor görülen işareti okumak için Whitehall eğildi.

"Sizin Dr. Piersall'ın ileriye dönük işleyen bir hayal gücü


varmış. Yani tarih açısından ilerliyor. Burada Arawaklardan Coromanteelere
atlamış. Görüyor musunuz?" Whitehall parmağıyla
şekli çizerek devam etti. "Coromanteeler ava çıktıkları zaman
iki üç gün geriden gelenler için Ashanti ayının büklümlü hilal
şeklini işaret olarak çizerlerdi. Dışbükey tarafındaki çizikler hangi
yöne gittiklerini gösterir. Bir çizik sol, iki çizik ise sağ demektir.
Buradaki çizikler hilalin ortasında bulunduğu için tam orta
noktayı gösteriyor. Sağ taraftan dosdoğru ilerleyeceğiz," diye

noktayı gösteriyor. Sağ taraftan dosdoğru ilerleyeceğiz," diye

"Piersall'ın anlattığı gibi." Barak gücendiğini gizlemeye ge

rek duymadan başıyla onayladı.

Alex, Moore'un kırk dört adımı saymasını izlerken, ama yi

ne de bu duygusunun altında Charley-mon'a duyduğu saygı

yatıyor, diye düşündü:

Piersal! pakedî gömdüğü yeri çok iyi gizlemişti. Otların ara

sında yetişmiş çiçekler doğal bir biçimde yayıldığı için uzun za

mandır buranın kazıtmadığı anlaşılıyordu. Floyd kemerine taktı


ğı portatif küreği çıkarıp toprağı kazmaya başladı. Yere diz çö

ğı portatif küreği çıkarıp toprağı kazmaya başladı. Yere diz çö

kutu epey derine gömülmüştü. Eğer böylesine ayrıntılı bir tarif

olmasaydı, bir metre derinliğe inmek akıllarına bile gelmeyecek

ti.

Floyd'un küreği madeni bir nesneye çarpınca Whitehall

uzanıp kutuyu çıkardı. Binlerce kez benzerlerini kullandığı için

elleriyle açmanın olanaksızlığını derhal farketti. Esnek kenarları


kutuda hava bırakmadan kapandığından, iki tarafındaki kilitler
anahtarla çevrilip içine hava dolmasına izin verilmedikçe asla
açılamazdı. Uzmanların ancak beş yılda bir açtığı çok değerli el
yazmalannın bozulmasını önlemek için büyük kütüphanelerde
kullanılıyordu bu sistem. 'Arşiv Kutusu* ismi en az bin yıl içindekilerin
bozulmasını engellediği için doğru bir tanımdı.
"Anahtarları ver!" diye fısıldadı Charles, Barak'a dönerek.
"Bende anahtar yok, ahbap. Piersall anahtar lafı etmedi."
"Allah kahretsin!"
"Sessiz olun," diye atıldı McAuliff.
'Toprağı yerine koy," diye emretti Moore, Floyd'a. "Kazıldığı
belli olmasın. Çiçekleri de tekrar dik."
McAuliffin yardımıyla Floyd toprağı eski görünümüne getirirken,
Whitehall öfkeyle elindeki kutuya bakıyordu.
"Bu adam paranoyakmış!" dedi Whitehall. "Bir paket olduğunu
söylemiştin. Böyle bir şey demedin. Bunu açmak için kaynak
makinası gerekir."
"Chartey haklı," dedi Alex toprağı düzeltirken ve ondan
Charley diye söz ettiğintfarketti. "Niye bu kadar fazla önlem aldı
acaba? Niçin kutuyu diğer belgelerle birlikte sarnıca saklamadı?"
-^f
"Yanıt veremeyeceğim sorular soruyorsun, ahbap. Yalnızca
çok endişeli olduğunu biliyorum ben."
Floyd çukuru kapatıp çiçekleri tekrar yerine dikerek ayağa
kalktı. "Bence tamamdır, ahbap," dedi küreğin sapını kısaltıp kemerine
iliştirirken.:
"Eve nasıl gireceğiz ya da şöyle söyleyeyim, nöbetçiyi nasıl
dışarı çıkaracağız?"
"Bunu saatlerce düşündüm," dedi Barak. "Galiba vahşi domuzlar
işe yarayacak."
"Bir harikasın, ahbapl" diye atıldı Floyd.

"Havuzda mı?" diye sordu Whitehall bilgiç bir tavırla.


"Evet." •

"Evet." •

"Cock Pifde bir sürü vahşi domuz vardır ve hepsi de son


derece tehlikelidirler. Cock Pit sınırından on mil kadar uzaktayız.
Domuzların buraya gelmesi doğaldır... Floyd'la ben domuz
sesi taklidi yapacağız. Charley-mon He sen havuza taş atacaksınız."

"Ya köpek ne olacak?" dedi Whitehall. "Onu vursan iyi edersin."

"Vurmak yok, ahbap! Silah sesi çok uzaklardan bile duyulur.


Ben köpeği hallederim." Moore cebinden uyuturucu ilaç sıkan
bir tabanca çıkardı. "Bizim silah deposunda bjjnlardan çok
vâr" "W

Beş dakika sonra Alex, bir çocuk oyununa katıldığını dü

şünmeye başladı. Barak ile Floyd bakımlı bahçenin sınırındaki

uzun otlann arasında kaybolmuşlardı. Alex ile Whitehall, Dober


man'ın insan kokusu aldığı yöne koşacağını düşünerek devrim

man'ın insan kokusu aldığı yöne koşacağını düşünerek devrim

çakıltaşı yığını vardı. Görevleri, domuz seslerini duyunca yirmi

metre ötedeki havuza taşları atmaktı.

Gerçeğinden ayırt edilemeyen domuz çığlıkları gecenin

sessizliğini bo2du. Paniğe kapılıp haykıran hayvanlar doluş

muştu adeta bahçeye.

McAuliff ile Whitehall'un attığı taşların suya çarpmasıyla çı

kan ses domuz haykırışlarına karışıyordu. Giriş katındaki odanın

panjurları açıldı ve elinde tüfeğiyle bekleyen nöbetçi göründü.

Birden Alex'in yanağına minik bir taş çarptı. Başını çevirin


ce Floyd'un elleriyle taş atmayı kesmelerini İşaret ettiğini gördü.

ce Floyd'un elleriyle taş atmayı kesmelerini İşaret ettiğini gördü.

sesleri buna kanştı. Ay ışığında çılgın hayvanlar gibi toprağı

yumruklayan adamları görebiliyordu Alex. Ottann arasında kavga


eden vahşi domuzlar.
Piersairın evinin kapısı açıldı ve elinde tüfeğiyle dışan çıkan
nöbetçi yanındaki köpeği serbest bıraktı. Doberman doğruca
bahçeyi geçip, gürültülerin ve insan kokusunun geldi yöne doğru
atıldı.
Yerde sürünerek tarlaya doğru uzaklaşan Barak ile Floyd'
un haykırmayı sürdürmelerini ipnotize olmuş gibi izliyordu Alex.
Doberman şimşek gibi üstlerine gitti ve domuz haykırışlarına öldürücü
köpeğin havlamaları karıştı. Bunca ürkütücü sesin arasında
iğne atan tabancanın tıkırtısı geldi Alex'in kulağına
Köpeğin sesinin değiştiğini farkeden nöbetçi, tüfeğini ateş
etmeye hazır tutarak bahçenin sınırına doğru koşmaya başladı.
McAuliff daha ne yaptığını anlamadan Whitehall bir avuç taşı
havuza fırlattı. Ardından bir avuç taş daha attı.
Nöbetçi arkasına dönünce Whitehall yerinden fırlayıp ona
tuzla yaklaştı ve üzerine atladı.
Alex donup kalmıştı.
Son derece kibar ve zarif bir akademisyen olan Charley-
mon, tek koluyla nöbetçinin gırtlağına saniırken, midesine
de bir tekme indirdi. Ardından bileğini öylesine şiddetle büktü ki
tüfek adamın elinden fırlayıp yere düştü. Nöbetçi yere yığılırken
Whitehall'un topuğu tam alnının ortasını buldu.
Nöbetçi bir an sarsıldı ve hareketsizleşti.
Domuz haykırışları kesildi. Sessizlik.
Her şey sona erdi.
Barak ile Floyd koşarak bahçeye gelcfi. Teşekkürler, Charley-
mon," dedi Barak. "Nişan almadan ateş edip bizi vurabilirdi."
"Bunu yapmak zorundaydım. O belgeleri görmek istiyorum."
"Hadi gidelim," dedi Barak. "Floyd bu gerçek domuzu abp
içerde bir yere bağla."
— 203 —

"Zaman yitirme," dedi Whitehall kolunun altında kutuyla eve


doğru yürürken. "Otların arasına at yeter. Adam öldü."

Eve girince Floyd bodruma inen merdivene yöneldi. Batı


köşesindeki sarnıç iki metreye bir buçuk metre kadardı ve kupkuru
duvarları örümcek ağlan sarmıştı. Barak ağları eliyle dağıtıp
aşağıya indi.

"Hangi taşın ardında olduğunu nereden biliyorsun?" diye


sordu Whitehall, siyah kutuyu elinden bırakmadan.

"Doktor anlattı," diyen Moore, cebinden bir kutu kibrit çıkardı.


Ağır ağır saat yönünde dönerken kibritin alevini taşların bitişme
çizgilerine yaklaştırıyordu.

"Toz haline getirilmiş fosfor," dedi Whitehall usulca. "Arala

rındaki çimentoya karıştırılmış."

"Evet ahbap, ama fazla değil. Hani ufacık bir kıvılcım yapa

cak kadar."

"Zaman yitiriyorsun. Sola, kuzeydoğuya dön! Sağa değil!"

Whitehall'un telaşlı emirleri hepsini şaşırttı.

"Ne diyorsun, Charley-mon?"

"Dediğimi yap! Lütfen."

"Arawak simgeleri mi?" diye atıldı McAuliff. "Ölüm yolculuğu


mu diyorlardı? Batan güneşe göre sağ tarafa yönelir..."

mu diyorlardı? Batan güneşe göre sağ tarafa yönelir..."

"Dalga geçmiyorum, Charley. Ciddi konuşuyorum."

k i taşın arasından kıvılcımlar yükselince Barak keyifle ba

ğırdı. "Charley-mon, beynin gerçekten iyi çalışıyor! İşte burası...

Floyd, dostum aletleri ver bana."

Ceketinin cebinden çıkardığı keskiyle katlanan çekici uzattı

Floyd. "Yardım ister misin?"

"İki kişiye yer yok," dedi Barak iki taşın arasına keskiyi yer

leştirirken.

— 204 —
Uç dakika sonra taşı yerinden oynattı ve çıkardı. Fenerin
ışığında onu izleyen Floyd uzanıp taşı elinden aldı.
"Arkasında ne var?" diyen Whitehall ışığı boşluğa doğru çevirdi.
"Boşluk var, ahbap. Toprak var... Galiba elim bir kutuya
değdi."
"Tann aşkına, çabuk ol!"
"Tamam, Chartey-mon. Mo'Bay Hilton Otelinde akşam yemeğine
beklemiyorlar bizi," dedi Barak. "Gizlenmiş bir gelincik
olanları tekrardan yazamaz."
"Gevşe biraz," dedi Alex, Whitehall'a bakmadan. "Bütün gece
kalabiliriz, değil mi? Dışarda bir adam öldürdün. İşimize bir
tek o engel olabilirdi. Ve bu nedenle ölmesi gerektiğine karar
verdin."
Whitehall dönüp dikkatle McAuliff in yüzüne baktı. "Gerekli
gördüğüm için öldürdüm." Sonra tekrar dikkatini Moore'a verdi.
İkinci taş daha kolay çıktı yerinden. Yine Floyd alıp bir kenara
koydu.
"Bu da bir arşiv kutusu," dedi Whitehall feneri tutarak. "Ver
onu bana." Feneri Floyd'a verip uzandı ve kutuyu aldı. "Olağanüstü!"
diyerek birinci kutuyu kontrol etti. Her ikisini de yanından
ayırmak istemiyordu.
"Kutuyu diyorsun değil mi?" diye sordu Moore.
"Evet. Sanırım hiçbiriniz anlamadınız. Anahtarları olmadıkça
bunları açmak saatler sürer. Hava ve su geçirmez, içinin havası
alınmış ve darbelere dayanıklı. Hatta matkap bile işlemez. Bakın..."
diyerek altındaki yazıyı işaret etti. "Hitchcock Kasa Şirketi,
Indianapolis. Dünyanın en iyi markası. Müzeler, kütüphaneler,
devlet arşivleri hep bunu kullanır."
Dik bahçe yolundan yaklaşan bir arabanın uğultusunu duyunca,
adeta her yeri sarsan bir patlama olmuş gibi donup kaldılar.
— 205 —

Sonra bir araba sesi daha.


Şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Olmaması gereken bir şeydi
bu. Olamazdı.
"Aman Tanrım!" diye bağırarak sarnıçtan dışarı fırladı Barak.
"Aletleri alsana sersem herif!" diye bağırdı Whitehall. "Üzerinde
parmakizin var!"

Floyd aşağıya atlayıp keskiyle çekici ceplerine yerleştirdi.


"Buradan çıkmak için yalnızca bir merdiven var! Başka yol yok!"
Barak merdivene doğru atılırken McAuliff yerde duran kutu

ya eğildi. Aynı anda Whitehall almaya davrandı.

"İkisini birden taşıyamazsın, Charley," dedi Alex. "Bu bende


kafein!" Kutuyu kapıp Barak'ın ardından basamakları çıkarken
arabaların sesi yaklaşıyordu.

Kısa koridoru geçip salona girince panjurların arasından


farların »sığını gördüler. Birinci araba park yerine girmişti bile.
Kapılan açılırken ikincisi de yanında durdu. Dışardan süzülen
ışıkta salonun bir köşesindeki telsiz gözlerine çarptı. Barak üzerine
atılıp yumruğuyla ön tarafını parçalayarak arkasındaki anteni
kopardı.

Gelenler bağırmaya başlamıştı.


"Raymond!"
"Raymond!"
"Raymond! Nerdesin, ahbap?"
Yol gösterici rolünü üstlenen Floyd arka kapıya koştu. "Bu

taraftan! Çabuk olun!" Havuzdan vuran ışıkta adamın elinde bir


tabanca olduğunu gördü McAuliff. "Ben onları oyalarım," dedi
Floyd, Barak'a dönerek. "Batıya gidin. Ben araziyi tanıyorum,
ahbap!"

"Dikkatli olun! Siz ikiniz!" dedi Barak, Whitehall ile Alex'e


bakarak. "Doğruca ormana gidin. Salın orda buluşuruz. Yârım

— 206 —
saat içiilde. Daha fazla beklemek yok. Kim oraya varırsa Küreklere
asılsın. Martha Brae salüz geçilmez. Hadi gidin!"

Alex hemen garip bir sessizlik içindeki bahçeye baktı. Havuzun


yeşll-mayi ışığı, dövme demir iskemleleri aydınlatıyordu.
Evin ön tarafından adamların ayak sesleri geldi kulağına. Ağaçlara
doğru vargücüyle koşarken kendisini görüp göremediklerini
merak etti ve yanıtını derhal aldı.

Çılgın bir gösteri başlamıştı.

Ateş ediliyordu! Kurşunlar başısın üzerinden geçiyor, vınlamalan


çevreye yayılıyordu.

Tanrım, yine aynı yere dönmüştü!

Çoktan unutulmuş talimatlar bir kez daha beynine üşüştü.


Çapraz git. Zigzaglar çiz. Kısa, ani atılımlar yap. Ama çok da kısa
olmasın. Düşmana nişan aldığını sanacağı kadar zaman tam.
Che San tepelerinde askerlere kendisi vermişti bu talimat

ları.
Haykırışlar kurşun seslerine karıştı ve tek bir çığlık hepsini
bastırdı.
McAuliff havaya sıçradı, bahçeyi çevreleyen çalıların ardına
attı kendini ve yuvarlanmaya başladı.
Yere düşünce gözden kaybolun, yuvarlanın. Yaşamınızı
kurtarmak için yuvarlanıp gizlenin!
Başını çevirince peşinden kovalayanları göreceğinden
emindi.

Ama kimse gelmedi.

Tıpkı iki kara devrimcinin otların arasında vahşi domuz taklidi


yapmalarını izlerken olduğu gibi ipnotize olmuşcasına evin
yanında yaşananlardan gözlerini ayıramadı. Floyd havuzun ışığında
açık bir hedef biçiminde dönöp duruyor, sürekli ateş ederek
polislerin evin kenanndan aynlmalarını önlüyordu. Kurşunu
bitince cebinden başka bir tabanca çıkardı. Şimdi kendini feda
ederek havuza doğru koşuyordu.

— 207 —

Vurulmuştu. Ceketi, pantolonu kan içindeydi. Bedeninde


en az altı mermi vardı. Kanıyla birlikte canı da akar gibiydi. Fazla
vakti kalmamıştı.

"McAuliff!" Dazlak kafası ay ışığında parlayan Barak Moore


yanına attı kendini. "Gidelim buradan, ahbap! Hadi yürüf*
Alex'in ter içindeki gömleğini çekiştirdi.

"Tann aşkına! Orada ne olduğunu görmüyor musun?


Adam ölüyor!"

Çaltlann arasından eve doğru baktı Barak. "Ölene kadar gideriz.


Bir bakıma ölmek lüks sayılır. Floyd da bunu bilir." Sesi
son derece sakindi.

"Ne uğruna ölmek? Siz çıldırmışsınız)*

"Hadi gidelim!" diye emretti Moore. " Bizi takip edecekler.

Floyd bize kaçma şansı tanıyor. Beyaz pislik, yürü artık ahbap!"

Gömleğini çekiştiren Barak'ın elini itti Alex. "Konu bu, değil

mi? Ben bir beyaz pisliğim. Floyd da sen öyle istediğin içki öl

mek zorunda. Nöbetçi de Whitehall gerekli gördüğü için öldü!

Hepiniz hastasınız."

"Sen yalnızca kendinsin, ahbap. Ve asla bu adayı alamaya


caksınız. Birçok kişi ölecek ama bu ada sizin olmayacak... Eğer

caksınız. Birçok kişi ölecek ama bu ada sizin olmayacak... Eğer

rinden fırlayıp ormana doğru koştu.

McAuliff bir an ardından baktı ve siyah dikdörtgen kutuyu

göğsüne bastırıp kara devrimcinin peşinden koşmaya başladı.

Bellerine kadar girdikleri suda salı tutarak bekliyorlardı. Ba

rak saatine bakarken, Alex salı daha sıkı tutabilmek için yumu

şak çamurun içinde yer değiştirdi.

"Daha fazla bekleyemeyiz, ahbap," dedi Barak. "Tepelerden

seslerini duyuyorum. Yakına geliyorlar."

— 208 —
McAuliff yalnızca çağlayarak akan ve sala çarpıp kırılan dalgaların
sesini duyuyordu. "Ama onu burada bırakamayız!"
"Başka şans yok. Beyninin uçurulmasını mı istersin?"
"Hayır, böyle bir şey olmaz. Ölü bir adamın kâğıtlarını çaldık.
Ama bize talimat vermişti. Böyle bir suç için kimseyi vurmazlar.
Yeter artık!"
Barak güldü. "Hafızan da pek zayıf, ahbap! Otların arasında
ölü bir polis var. Kuşkusuz Floyd bir tanesini daha temizlemiştir.
Keskin nişancıydı Floyd... senin kafanı da uçuracaklar; Falmouth
polisi acımasızdır!"
Barak Moore haklıydı. Whitehall hangi cehennemde kalmıştı?
"Acaba onu vurdular mı? Yaralandı mı dersin?"
"Sanmam, ahbap. Emin değilim... Charley-mon benim dediğim
gibi yapmadı. Güneybatıya, tarlalara doğru koştu."
Nehrin yukarısında çalıların arasından bir ışık göründü.
"Şuraya bak!" Alex ve Moore ışığın geldiği tarafa döndü.
Şimdi ışıkların sayısı üçe çıkmıştı ve nehre doğru yaklaşıyorlardı.
"Vakit doldu ahbap! dala atla ve hemen direğe asıl."
Salı nehrin ortasına doğru itip üzerine tırmandılar.
"Ben öne geçiyorum," diye bağırdı Moore ve Marthae Brae
nehrinin güzelliğini turistlerin daha rahat izlemesi için yapılmış
yüksek bankı aştı. "Sen arkada kal, ahbap. Direği kullan ve sana
söyleyince yere oturup bacaklarını suya daldır!"
Sal çağlayarak akan suların ortasına ulaştı. Moore önde
durmuş, elindeki sopayla su yüzeyine kadar çıkan keskin kayalardan
salı geçirmeye çabalıyordu. Nehrin bir dönemecine yaklaştılar.
"Arkaya otur, ahbap! Ayaklarını suya sok! Çabuk ol!" diye
bağırdı Barak.
Söyleneni yaparken bunun nedenini anladı Alex. Beden
ağırlığı ve bacakları salı biraz yavaşlatarak, Barak'ın tehlikeli

durmuş, elindeki sopayla su yüzeyine kadar çıkan keskin kayalardan


salı geçirmeye çabalıyordu. Nehrin bir dönemecine yaklaştılar.
"Arkaya otur, ahbap! Ayaklarını suya sok! Çabuk ol!" diye
bağırdı Barak.
Söyleneni yaparken bunun nedenini anladı Alex. Beden
ağırlığı ve bacakları salı biraz yavaşlatarak, Barak'ın tehlikeli
209 — F: 14
bölgelerde daha rahat manevra yapmasına yardımcı olmuştu.
Salın bambu kenarlan İkide bir kayalara çarpıyor, taşlann üstünden
sarsılarak aşıyordu.

Kendini coşkun sulardan kurtarmaya yoğunlaştığı için silah


seslerini algılaması epey geç oldu. Ve aynı anda sol kolunda
ani bir sızı duydu. Bir kurşun kolunu yalayıp geçti ve ay ışığında
gömleğinden süzülen kanı farketti.

"Yere yat, ahbap!" diye haytardı Barak. "Dümdüz ol! Bizi takip
edemezler; dönemeci geçince bir mağara var. Bir sürü mağara...
Doğruca Brae Yoluna gidip... Ah!"

Moore elindeki sopayı bırakıp midesini tutarak salın üzerine


kapandı. Alex arviş kutusunu kemerinin altına sıkıştırdı ve emekleyerek
ön tarafa gitti. Barak Moore acıyla kıvranıyordu.
"Çok mu kötüsün?"
"Oldukça kötü! Eğil biraz! Eğer sal bir yere takılırsa, aşağıya
atla ve ileri doğru it. Dönemeci geç!"

Barak bayıldı. Bambu sal kayalıktan aşıp dönemecin sonuna


yaklaşınca su derinleşti ve akıntı hızlandı. Silah sesleri kesildi.
Trelawny polisi artık onları göremiyordu.

McAuliff omuzlarını kastı; arşiv kutusu midesine batıyor, sol


kolu sancıyordu. Artık nehir düz bir havuza benzemiş, akıntı derinlere
inmişti. Nehrin kıyısında yükselen dik kayalıklar çarptı
gözüne.

Aniden bir fener ışığı görünce korkuyla midesi kasıldı. Düşman


arkada değildi, ilerde onları bekliyordu.

Hiç düşünmeden elini cebine atıp Westmore Tallon'un verdiği


Smith Wesson tabancayı çıkardı. Sal kayalara doğru sürüklenirken,
Barak'ın hareketsiz yatan bedeninin ardına gizlenip elfenerini
tutan adama nişan aldı.

Arada otuz metre kadar kalmıştı. Tetiği çekip bir can almaya
hazırlanıyordu.

— 210 —
"Barak, ahbap!" cttye sestendi karşıdaki Kayanın üzerinde
bekleyen Lawrertoefdi.

"Barak, ahbap!" cttye sestendi karşıdaki Kayanın üzerinde


bekleyen Lawrertoefdi.

Böyle olacağını Whitehall önceden düşünmüş ve Barak


Moore'un söylediklerini yapmamıştı. Eğer insan tek başına olursa,
daha iyi yol bulabilirdi.

Şişman polis yalnız kalmaktan korkmuş gibi bahçenin sınırında


aşağı yukarı yürüyüp duruyordu. Elindeki tüfeği, duyduğunu
sandığı her gürültüye doğrultmayı da ihmal etmiyordu.

Birdenbire aşağıdan silah sesleri duyuldu. Ya boş yere ateş


ediyorlardı ya da Moore ile McAuliff berbat durumdaydı.

Artık WhitehalPun harekete geçme vakti -gelmişti. Polis ormanın


sınırında durmuş aşağıyı görmeye çabalıyordu. Silah
sesleri hem onun güvenlik içinde olduğunu belirtiyor, hem de
korkutuyordu. Tüfeğini koltuğunun altına sıkıştırıp bir sigara
yaktı.

korkutuyordu. Tüfeğini koltuğunun altına sıkıştırıp bir sigara


yaktı.

Kontak anahtarım aldı ve eğilip radyonun arkasında bulabildiği


tüm kabloları koparttı. Kapıyı sessizce kapatarak ikinci ara

— 211 —

baya yaklaştı. Onun anahtarı da üzerindeydi. Tekrar geri dönüp


sessizce kaputu açtı, distribütör kapağını çıkararak kablolan tutan
plastik parçayı yerinden oynattı.
İkinci arabaya binip arşiv kutusunu yanındaki koltuğa yerleştirdi.
Birkaç kez gaz pedalına bastı, vites kolunu kontrol etti
ve kontak anahtarını çevirince araba duraksamadan çalıştı.
Charles Whitehall polis arabasını park yerinden geri geri çıkarıp
bahçe yolundan aşağıya indi.
Doktor kapıyı çekip Alison ile McAuliffin odalarının önündeki
terasa çıktı. Barak Moore genç kadının odasında yatıyordu.
Alison bu konuda ısrar edince, hiç kimse kararına karşı çıkmamıştı.
Alex'in kolu sarılmıştı, gerçi yüzeydeki yara ağnyordu
ama ciddi değildi. Alison'la birlikte terasın duvarında otururlarken
bir gece önceki baskını ayrıntılarına girmeden anlatmıştı.
Sam ile Lawrence, yolunu şaşıranların terasa yaklaşmamaları
için nöbet tutuyorlardı.
Gece yarısı Lawrence'in Falmouth'dan çağırdığı doktor
McAuliff e yaklaştı. "Elimden geleni yaptım. Keşke daha iyi şeyler
söyleyebilseydim."
"Hastanede olması gerekmez mî?" diye sordu Alison.
"Olması gerekir," dedi*doktor yorgun bir sesle. "Onunla da
konuştum ama yararı dokunmayacağını söyledi. Falmouth'da
yalnızca Wr devlet WWgLvar. Böylesi galiba daha iyi olacak."
"Barak arananlar listesinde," diye açıkladı Alex. "Kurşunu bile
çıkarmaya vakit kalmadan onu hapse tıkarlar."
"Kurşunu çıkarmakla uğraşacaklarını da hiç sanmıyorum,
Bay McAuliff."

"Sizce#urumu nastlf* diye sordu Alex bîr sigara yakarken,

"Eğer hiç kıpırdamazsa, yaşama şansı var. Ne yazık ki şansı


oldukça az. Midesi tekrar kanayabilir. Ona epey kan verdim.
Evet, büromda belirli kişilerin kan gruplannın listesi bulunur.
Çok zayıf düşmüş durumda. Eğer ilk iki üç günü atlatabiHrse,
umudumuz artar."

Çok zayıf düşmüş durumda. Eğer ilk iki üç günü atlatabiHrse,


umudumuz artar."

"Hayır. İç kanama çok fazia. Benim portatif ameliyat aletlerim


pek yeterli değil. Ha, yardımcım temizlik yapıyor. Kirlenmiş
olan giysi, çarşaf ne varsa alıp götürecek. Ancak, eter ve dezenfektan
kokusu kolayca kaybolmayacak. Balkon kapısını olabildiğince
açık tutun. Lawrence birilerinin girmesine engel olacaktır.
" jjj

Alex duvardan aşağıya inip, yaslandı. "Doktor, anladığım


kadarıyla siz de Barak'ın örgütüne dahilsiniz."

"Şu anda bir şey diyemem."

"Ama ne olup bittiğini biliyorsunuz."

"Ayrıntılı olarak değil, ayrıca bilmek de istemem. Benim görevim


sağlık sorunlarıyla ilgilenmek. İşin içine ne kadar az karışırsam,
herkes için o kadar iyi olur."

"Bazı insanlara haber iletebilirsiniz, değil mi?"

Doktor gülümsedi. "Bazı insanlar derken sanırım Barak'ın


taraftarlarından söz ediyorsunuz."

taraftarlarından söz ediyorsunuz."

"Bazı numaralar var... belirli saatlerde telefon kulübelerinden


arayabilirim. Yanıtım evettir."

"Bir adama daha gereksinmemiz olacak. Floyd öldürüldü."

Alison Booth kalakaldı. Gözlerini Alex'e dikip kolunu tuttu.


"Aman Tannm."

Doktor, Alison'a baktı ama tepkisini göstermedi. Tekrar


McAuliffe döndü. "Barak'ın bana söylediğine göre bazı sorunlar
çıkabilirmiş, bunun henüz ne olduğunu bilmiyoruz. Araştırma

213 —

çalışmaları gözetleniyor. Floyd da ekibin bir parçasıydı ve polis


bunu farkedecektir. Sizi de doğal olarak sorguya çekecekler.
Yaranız düzelene kadar birkaç gün uzun kollu gömlek giyin.
Floyd'un yerine bizim adamlardan birini getirmek, tuzağa düşmek
demektir.11
Alex isteksizce başını salladı. "Anlıyorum, ama bir adam daha
gerekli. Lawrence üç işi birden yapamaz..."

Alex isteksizce başını salladı. "Anlıyorum, ama bir adam daha


gerekli. Lawrence üç işi birden yapamaz..."

"Nedir öneriniz?"

"İngiliz İstihbaratını kullanın. Onlan gerçekten gözardı etmemelisiniz.


"

"Sam, gidip uyu biraz. Sen de Lawrence," dedi Atex. Doktor

gitmiş, yardımcısı Barak'ın yanında kalmıştı. Alex'in odasına gi

ren Alison kapıyı sıkıca kapatmıştı. "Bu akşam bir şey olmaz...

Belki polisler gelip öğleden beri görmediğim bir adam hakkında

bana som sorarlar."

"Ne diyeceğini biliyor musun, ahbap?" diye sordu otoriter

bir sesle Lawrence. Yanıtını vermeye hazır gibiydi.


"Doktor anlattı, Barak ona açıklamış."

"Doktor anlattı, Barak ona açıklamış."

bir hırsızdı. Hani bilirsin, malzemeler çalınmıştı. Öfkeli görün,

ahbap!"

"Haksızlık değil mi bu?" dedi Alex üzüntüyle.

"Dediği gibi yap, evlat," dedi Sam Tucker. "Ne söylediğini

biliyor... Ben burada biraz kestiririm. Yatağı da sevmedim za

ten."

"Gerek yok, Sam."

"Polisin buraya habersizce gelebileceğini hiç düşünmedin

mi? Yanlış odaya girmelerini hiç istemem doğrusu."

— 214 —
"Hiç aklıma gelmedi..." Bıkkın Wr sesle yanıtladı MGAUN R
Yetersiz olduğunun sürekli olarak anımsanmasından yorulmuştu.

"Hiç aklıma gelmedi..." Bıkkın Wr sesle yanıtladı MGAUN R


Yetersiz olduğunun sürekli olarak anımsanmasından yorulmuştu.

"Ben de sizlere katılırım."

"Bu gece yeterince yoruldun, ahbap," dedi Lawrence kesin


bir sesle. "Yaralandın... Belki polisler de o kadar çabuk gelmez.
Floyd kimlik taşımazdı. Yarın sabah Sam Tuck'la ben Barak'ı
götürürüz."

"Doktor kımıldamaması gerektiğini söyledi."

"Doktor sersemin teki ahbap! Barak iki üç saat uyur. Eğer


ölmezse onu Braco kumsalına götürürüz. Güneş doğmadan
önce deniz kıpırtısız olur. Düz dipli tekneler de onu sarsmaz.
Kaçırırız onu."

"Lawrence yine doğru söylüyor, Alex," dedi Sam. "Doktorun


fikrine de saygı duyuyorum, ama bu bir seçenek sorunu. Üstelik
çoğu yaralının birkaç saat dinlendikten sonra*rahatça yolculuk
yapabildiğini ikimiz de biliyoruz."
"Ya polisler bu akşam gelip arama yapmak isterse?"

"Tuck'a da anlattım, ahbap," dedi Lawrence. "Bu odada yatan


kişinin Hint hummasına yakalandığım söyleyeceğiz. Kötü
koku da bizi destekler. Falmouth polisi bu hastalıktan korkar."

"Herkes korkar," diye ekledi Sam gülerek.

"Çok yaratıdan," dedi Alex beğeniyle. 'Hint humması1 oldukça


seyrek rastlanan bir cins beyin iltihabına halk arasında
verilen isimdi. Genelinde dağlık bölgelerde görülen bu hastalık
erkeklerin testislerini şişirdiği için hem iktidarsızlığa yol açar,
hem de komik bir görünüm kazandınrdı.

"Git uyu biraz, McAuliff ahbap... Lütfen."


"Tamam, tamam gidiyorum. Birkaç saat sonra görüşürüz."
İçeri girmeden önce dikkatle Lawrence'e baktı. Her şey çok şa

sırttaydı. Floyd ölmüştü, Barak yaşamla ölüm arasındaydı, onlara


oranla daha saf ve kaygısız gibi görünen bu gençse birkaç
saat içinde kendi grubunun lideri konumuna gelivermişti. Kesin
bir otoriteye sahip gibi davranıyordu.
Git uyu biraz... lütfen.
Bir iki gün sonra 'lütfen' sözcüğünü de kullanmayacaktı.
Emirler verecekti. Yüklendiği görev insanı olgunlaştırıyordu.

Parlak ay ışığında Sam Tucker, arkadaşının düşüncelerini


okuyormuş gibi gülümsedi. Yoksa Alex'in ilk bağımsız araştırma
çalışmasını mı anımsıyordu? İlkbaharda Aleut adalarında çalışırken,
Alex ekiptekileri buz çatlaklarının incelenmesi konusunda
yeterince disiplin altına alamadığı için bir adam ölmüştü. Alexander
Tarquin McAuliff, Aluet adasında geçirdiği ilkbaharda
birdenbire olgunlaşmıştı.

"Sonra görüşürüz, Sam."

Alison ışıkları açık bırakıp yatağa uzanmıştı. Alex'in Carrick

Foyle'den getirdiği arşiv kutusu yanıbaşındaydı. Sakin görünü*

mönün altındaki duygu fırtınasını farketmemek olanaksızdı. Alex

gömleğini çıkarıp, tavanda vantilatörü çalıştıran düğmeye bastı

ve makinanın vızıltısı dalgaların sesine karıştı. Masanın üstünde


ki kovanın içindeki buzların yarısı erimişti.

ki kovanın içindeki buzların yarısı erimişti.

"Hayır, teşekkürler," dedi Alison tipik yumuşak İngiliz aksa

nıyla.

Alex bardağa viski doldurup iki parça buz atarak ona dön

dü. "Sen sormadan söylemek isterim. Bu geceki olayların böyle

sonuçlanacağı hiç aklınla gelmedi."

"Eğer buseydin yine de gider miydin?"

"Elbette gitmezdim. Ama bitti artık. İstediklerimizi aldık."

"Bunu mu?" diyerek arşiv kutusunu işaret etti Alison.

"Evet." §

"Anlattıklarına bakılırsa... ölmüş bir fanatiğin kendisine an


latmış olduklarını sana aktaran bir adamın lafına inandın,.."

latmış olduklarını sana aktaran bir adamın lafına inandın,.."

"Bence bu tanımların bffiiz fazla acımasız,' dedi McAıJ!


yatağın yanındaki iskemleye otururken. "Ama her ikisini Öe savunacak
değilim. Bekleyeceğim. Kutunun içinde neler olduğunu
öğreneceğim, bana bildireceklerini yerine getireceğim ve
neler olacağına bakacağım."
"Nasıl olup da kendine bu kadar güvendiğini anlayamıyorum.
Sana ateş ettiler. Kurşun on santim daha yakına gelseydi
ölmüş olacaktın. Şimdi karşıma geçmiş sakin bir sesle, oturup
bekleyeceğini söylüyorsun. Tanrı aşkına Alex, sen ne yapmaya
çalışıyorsun?"
Alex gülümseyerek içkisini yudumladı. "Asla olabileceğine
inanmadığım şeyleri yapıyorum," dedi son derece ciddi bir sesle."
Çok ciddiyim... Kısa süre içinde bir çocuğun olgun bir erkek
oluşuna tanık oldum. Çok ağır bir bedel ödedi; nasıl olduğunu
anlayamadım ama gözlerimle gördüm. Bir değişikliğin oluşmasında
inancın yakın ilişkisi var. Biz bu duyguya sahip değiliz.
Bizler hırs ya da korkuyla harekete geçiyoruz... O ise inandığı
için yapıyor ve inandığı biçimde bir insan haline geliyor... Garip
ama Charley Whitehall da bence aynı biçimde davranıyor."
"Ne anlatıyorsun sen?"
McAuliff dikkatle genç kadının yüzüne bakarak yanıtladı.
"Bu savaşı, aslında çarpışması gereken insanlara devretmek
üzere olduğumuzu düşünüyorum."
Charles Whitehall ağır ağır soluğunu verdi, asetilen alevi
söndürüp kaynakçı gözlüğümü ve asbest eldivenlerini çıkardı.
Tüm hareketlerinin kontrollü olduğunu farkederek sevindi; işini
bilen bir cerrah gibi çalışıyordu. Boş yere enerji harcamıyor,
beyni kaslarından daha hızlı işliyordu.
Tabureden kalkıp gerinirken, kapının sürgüsünün yerinde
olup olmadığına bakmak için arkasına döndü. Ne kadar aptalca
— 217 —

bir davranış, diye düşündü. Kapıyı sürgülemişti ve odada yal


nızdı.

Carrick Foyle'den yaklaşık kırk mil kadar uzaktaki arka yollardan


geçip Saint Anne'a bir mil kala polis arabasını bir tarlada
terkederek yolun geri kalanını yürümüştü. On yıl önce Saint Anne,
Falmouth ile Ocho Rios arasındaki hareketin merkezi konumundaydı.
Drax Hâil, Chalky Hill ve Davis kasabasında büyük
arazi sahipleri kendilerine 'Zengin Zenciler' adını takmışlardı.
Topraktan kazandıkları parayı Kingston'daki Uluslar Topluluğu
yanlısı soytarılara kaptırmak niyetinde değildiler. İsimlerinin çoğunu
anımsıyordu Whitehall. Saint Anne'a vardıktan on beş da
kika sonra, kendisini eski bir dostu yepyeni Pontiac arabasıyla

kika sonra, kendisini eski bir dostu yepyeni Pontiac arabasıyla

Neye ihtiyacı olduğunu açıklayınca hemen hobisi makina

larla uğraşmak olan Drax Hürdeki bir adamın evine götürülmüş

tü. Kısaca tanıştırılınca adam sessizce ona sarılmış ve Whitehall

uzun süre sonra kendini adamdan kurtarabilmişti.

Evin yan tarafındaki atölyede istediği her şey dar, uzun ma

sanın üzerine sıralanmıştı. Tepedeki lambanın dışında, parlak

ışığım istediği noktaya ayarlayabileceği bir masa lambası da

vardı. Araç gereçten başka bir kâse dolusu taze meyva ile buz

kovasını görünce gülmüştü Charles.


Kurtarıcı geri dönmüştü.

Kurtarıcı geri dönmüştü.

verengi tavnmlarını rahatça görebiliyordu. Toprağın altındaki bir

kasada, bin yıl saklanmak üzere hazırlanmış belgeler...

Walter Piersall, çağdaşları bu konuyla ilgilenmediği takdir

de bilgilerin gelecek kuşaklara kalması için uğraşmıştı. Gerçek

bir profesyoneldi.

Zor bir doğumu gerçekleştiren doktor gibi Charles kutunun

İÇine elini sokup paha biçilmez çocuğu dışarı çıkardı. Ruloyu

açıp okumaya başladı.

— 218 —
equaba. Acquaba kabilesi.
Walter Piersall, Jamaika arşivlerini inceleyip Maroon Savaşan
konusundaki kayıtları bulmuştu.

2 Ocak 1739 tarihinde Coromantee kabilesi şeflerinin soyundan


gelen bir Acquabali, taraftarlannı dağlara doğru götürdü.
Acquaba kabilesi İngilizlerle yapılan Cudjoe Anlaşmasında
taraf olmayacaktı, çünkü anlaşma Afrika kökenlilerin, kaçak köleleri
beyaz yerleşimciler adına yakalamalarını öngörüyordu.

Koloninin başkenti olan Spanish Town'da majesteleri kralın


kâtibine bu bilgiyi veren unutulmuş subayın adı da geçiyordu.
Middlejohn, Robt. Albay, W.I. 641. Alay.

Piersall'ın bulgularını daha da önemli bir hale getiren


'Middlejohn Robt' ismiydi.
Majestelerinin kâtibi, Spanish Town. 9 Şubat 1738. (Belgeler,
Middlejohn W.I. 641. Alay)

Ve tekrar.

Majestelerinin kâtibi. Spanish Town. 20 Nisan 1739. (Belgeler,


Middlejohn W.1.641. Alay.)
1739 yılında Batı Hint Adalan 641. Alayından Albay Robert
Middlejohn, birileri için çok önemliydi anlaşılan.
Kimin için? Ne için?

Kimin için? Ne için?

1883'e aitti.

Fowler, Jeremy. Kâtip, Dışişleri.

Jeremy Fowler adında biri, yeni başkent Kingston'daki arşivlerden,


Majesteleri Kraliçe Viktorya'nın emriyle 7 Haziran
1883 tarihinde bazı belgeleri almıştı.
Arşiv kayıtlarında adı geçen belgeler yalnızca 'Middlejohn
Belgeleri' olanak tanımlanıyordu.
Walter Piersall'ın çeşitli varsayımları vardı. Acaba birincisinde
olduğu gibi, arşivden alınan diğer Middlejohn Belgeleri de

— 219 —

Acquaba kabilesinden söz ediyor muydu? İlk belgenin arşivde


kalması yalnızca unutkanlık sonucu muydu? Jeremy Fowler
adındaki kişi 7 Haziran 1883'de böyle bir hata mı yapmıştı?
Piersall, Londra'ya gidip akademik unvanını kullanarak dışişleri
bakanlığının Batı Hint Adaları arşivinde araştrrma yapmıştı.
Yüz yıl öncesine ait belgeleri aradığı için hem bakanlık, hem de
arşiv çalışanları kendisine seve seve yardımcı olmuştu. Ne var
ki, 1883 yıhnda Kingston'dan Londra'ya getirilmiş hiçbir belge
bulunmuyordu.

Piersall, Londra'ya gidip akademik unvanını kullanarak dışişleri


bakanlığının Batı Hint Adaları arşivinde araştrrma yapmıştı.
Yüz yıl öncesine ait belgeleri aradığı için hem bakanlık, hem de
arşiv çalışanları kendisine seve seve yardımcı olmuştu. Ne var
ki, 1883 yıhnda Kingston'dan Londra'ya getirilmiş hiçbir belge
bulunmuyordu.

leri'ni çalmıştı!

Eğer mantıklı bir yanıt bulmak istiyorsa, Piersairın elinde iki

ipucu vardı: 'Fowler' adı ve 1883'de sömürge olan Jamaika'da

yaşananlar.

Londra'da bulunduğu için öncelikle Jeremy Fowler'in so

yundan gelenleri araştırdı ve kolayca Londra Borsasında kendi

şirketlerini işleten aileyi buldu. Ailenin reisi, Jamaika'nın sömür


gelik yıllarında dışişlerinde çatışmış olan Jeremy Fowler'in

gelik yıllarında dışişlerinde çatışmış olan Jeremy Fowler'in

şüp, Kraliçe Viktorya'nın tahtta bulunduğu sürenin son yirmi yılı

nı araştırdığını söyledi. Jamaika'nın önde gelen isimlerinden bi

riydi Fowler. İltifatlara sevinen yaşlı adam, konuyla ilgili tüm bel

geleri ve albümleri onun kullanımına sundu.

Bulguları o yıllar İçin hiç de olağandışı değildi. 'Orta sınıf

tan9 bir genç dışişlerinin sömürge dairesinde işe başlıyor ve bir

kaç yıl ülke dışında kaldıktan sonra İngiltere'ye çok zengin bir
insan olarak geri dönüyordu. 19. yüzyılın sonuna doğru borsa

insan olarak geri dönüyordu. 19. yüzyılın sonuna doğru borsa

şimdiki serveti çok uygun bir zamanda yaratılmıştı.

Yanıtın bir kısmı bu şekilde ortaya çıkmıştı.

Jeremy Fowler gerekli bağlantılarını sömürge dairesinde

çalışırken kurmuştu.

Walter Piersall, Jamaika'ya dönöp 1883 yılına ait turn kayıtları


incelemek gibi son derece yorucu ve sıkıcı bir işe girişti.
Ve sonunda buldu. 25 Mayıs 1883.
Avcı gruplarının Blue dağlarında ya da tropik ormanlarda
yolunu kaybetmesine çok sık rastlanıyordu. Genellikle başka İngilizlerin
yönetimindeki karaderili rehberler onları bulup geri getiriyordu.
İşte bu adam da aynı yöntemle bulunmuştu.
Majesteleri Kraliçenin Resmi Tarih Kâtibi Jeremy Fowler.
Görevinden dolayı önemli bir adam olduğu için kayboluşu ve
bulunması gazetelere kısacık da olsa geçmişti.
Bay Fowler adında biri 25 Mayıs cumartesi günü akşamüstü
son kez bürosunda görülmüş ama pazartesi sabahı işe gelmediği
gfbi hafta sonuna kadar da ortaya çıkmamıştı. Evinde olmadığı
da anlaşılmıştı.
Altı gün sonra Bay Fowler, kimsenin giremediği Cock Pit
bölgesinin güneyindeki Fleetcourse garnizonunda yanında bir.
sürü Maroon "zenciyle" birlikte boy göstermişti. Anlattığına göre
pazar günü tek başına at binmeye gitmiş, sonra da.atı kaçıp gidivermişti.
Yolunu kaybedip günlerce dolaşmış ve sonunda Maroon'lar
onu bulmuştu. wç
Mantıkdışı bir açıklama. O yıllarda hiç kfhsenin tek basma
atla dolaşmaya çıkmadığını biliyordu Walter Piersall. Tek başına
gitse bile, majestelerinin kâtipliğini yapacak kadar zeki bir insanın,
güneşe bakarak birkaç saat içinde yolunu bulması ya da
en fazla bir gün içinde güney sahiline ulaşmayı becermesi gerekirdi.
Ve bir hafta sonra Jeremy Fowler, arşivden Middlejohn Belgeleri'ni
çalmıştı. Acquaba adında bir şefin ardından giden Coromantee
kabilesinin 144 yıl önce dağlara gidip bir daha gözükmediğinden
söz eden belgelerdi bunlar.
Fowler altı ay sonra da dışişlerindeki görevinden ayrılıp çok
zengin bir insan olarak İngiltere'ye dönmüştü.

Jeremy Fowler, Acquaba kabilesini bulmuştu.


Tek mantıklı sonuç buydu. Eğer doğruysa, yine mantıklı bir
varsayıma geçilebilirdi: Acquaba kabilesi Halidon muydu?
Piersall buna inanıyordu ve yalnızca bazı kanıtlara gereksinimi
vardı. If
Cock Pit dağlannda yaşayan inanılmaz derecede zengin
insanlar hakkındaki söylentilerin gerçek olduğunu gösteren kanıtlar
anyordu. Uygarlıktan uzakta yaşayan bu toplum, insanları
etkilemek isteyince bazı üyelerini Kingston'a ya da dış dünyaya
gönderiyordu.

Cock Pit dağlannda yaşayan inanılmaz derecede zengin


insanlar hakkındaki söylentilerin gerçek olduğunu gösteren kanıtlar
anyordu. Uygarlıktan uzakta yaşayan bu toplum, insanları
etkilemek isteyince bazı üyelerini Kingston'a ya da dış dünyaya
gönderiyordu.

Beş kişiden üçü ilgilenmiş ve şaşkına dönmüştü. Adamın

neden söz ettiğini bile anlamamışlardı.

Geri kalan ikisiyse ortadan kaybolmuştu.

Piersall'a anlatılanlara göre, bir tanesi ani bir kararla emek

liye ayrılıp Martinique adasına yerleşmişti. Ötekisi ise Jamaika

dışında bir göreve tayin edilmişti.

Piersall istediği kanıtı elde etmişti.


Halidon, Acquaba kabilesiydi.

Halidon, Acquaba kabilesiydi.

Artık geriye liderlerini bulma sorunu kalmıştı. Bunu aşmak

da son derece zordu. Cock Pit bölgesinde kapalı bir toplum ya

şamı süren ve birbiriyle ilişkisi olmayan birçok topluluk vardı.

Çoğu yoksulluktan kıvranıyor, topraktan elde ettikleriyle geçin

meye çabalıyordu. Herhalde Halidon kendine yeterli geliri oldu

ğunu herkese Han etmeyecekti. İçlerinden acaba hangisi Acqu

aba kabilesiydi?

Piersall tekrar 17. ve 18. yüzyıllardaki Coromantee kabilesiyle


ilgili belgeleri araştırmaya başladı. İpucu orada olmalıydı.
Ve sonunda buldu ama kaynağım göstermedi.
Her kabilenin yalnızca kendi içinde kullandığı bir işaret vardı.
Bir ıslık, bir ses, bir kelime. Bu simgeyi yalnızca en üst düzeydekiler
biliyor, çok azı anlamını çözebiliyor ve diğer kabileler
de kendi düzeyindekilerle bu biçimde iletişim kurabiliyordu.
Aradığı simge, ses, kelimeHHalidon"du.
Daha doğrusu Halidon sözcüğünün anlamı.
Neredeyse bir ay boyunca hiç uyumadan fonetik şemalarını,
hiyeroglifleri, Afrika'ya özgü günlük yaşam simgelerini inceledi.
Sonunda başanya ulaştı. Eski şifreyi çözebilmişti.
Ama o bilgiyi bu belgeye eklemek tehlikeli olacaktı. Piersall'ın
başına bir şey gelirse, belge yanlış kişilerin eline geçebilirdi.
Bu nedenle ikinci arşiv kutusunu hazırladı.
İki kutu yan yana gelmedikçe, birincisi bir anlam kazanmıyordu.
Neyi nerede bulacağını yalnızca bir tek kişiye açıklamıştı.
Kendisi bu işi yapamaz durumda olduğunda bu adam onun isteğini
yerine getirecekti.
Charles Whitehall son sayfayı çevirirken yüzü, ensesi ter
içinde kalmıştı. Güney duvarındaki aralık pencereler Drax Hall
tepelerinin serin esintisini odaya taşıyordu ama endişesinin yaktığı
ateşi söndürmeye yetmiyordu.
Bazı gerçekler ortaya çıkmıştı. Daha önemli, her şeyin üstünde
kalan bir başka gerçek de ortaya çıkarılmalıydı.
Artık bunun zamanı geldiğinden emindi.
Bilim adamıyla vatansever biraradaydı.
Jamaika Muhafızı, Halidon'un yardımını isteyecekti
— 223 —

Jamaika Muhafızı, Halidon'un yardımını isteyecekti


— 223 —

Mikroskobik parçacıklar üzerinde araştırma yaparken hayal


gücü çok iyi çalışırdı. Yüz milyonlarca bölünemez küçük parçacığı
istediği gibi oynatan bir devin kontrol gücüne sahip olduğunu
düşünürdü. Şimdi de kontrolün kendisinde olduğuna inanıyordu.
Kimse kendini önemsemediği için çeşitli ayrıntılara itiraz
etmenin bile ne demek olduğunu bilmeyen bir insanı kontrolü
altında tutuyordu. Kimse çalışmalarının gerçek değerini ona
ödemediğinden bankadaki hesabı neredeyse sıfırlanmak üze

reydi. Ama artık hepsi değişecekti. Daha dûn hayalini bile kura

madığı pek çok şey gerçekleşebilecekti. En pahalı araç gereçle

donanmış kendi özel laboratuvarını kuracak, en son kimden ne


kadar borç aldığını gösteren not kâğıtlarını fırlatıp atacaktı.

kadar borç aldığını gösteren not kâğıtlarını fırlatıp atacaktı.

landığına göre, Ferguson niçin böyle bir araba almaşındı? Ko

lundaki ucuz Timex saatine bakıp, garsona hesabını getirmesini

işaret etti. Otuz saniye içinde garson gelmeyince masadaki he

sap kâğıdını alıp baktı ve iki tane bir buçuk doları kolayca topla

yabileceğini farketti.

Hayatında hiç yapmadığı bir şekilde cebinden beş dolarlık

bir banknot çıkarıp avuç unda buruşturdu ve ilerdeki kasaya

doğru fırlattı. Çeşitli şişelerin sıralandığı rafa çarpıp yere düştü.

Kapıya doğru ilerlerken davranışlarının görgüsüzce olduğu


nu düşünüyordu. Evet, bu duyguyu tanımlayacak başka bir ke

nu düşünüyordu. Evet, bu duyguyu tanımlayacak başka bir ke

Yirmi dakika sonra Arthur Craft'ın adamıyla Harbour Caddesinde,


attı numaralı iskelenin önünde buluşacak ve ondan
içinde bin dolar bulunan bir zarf alacaktı.
Bir zarfın içinde bin dolar. Vergi dairesinin ya da alacaklılarının
el koyacağından korkup ordan burdan kısarak biriktirilmiş
değildi bu para. İstediği gibi harcayşbiiirdi. Saçmasapan şeyler
alabilir, karşısında soyunması ve tüm fantezilerini gerçekleştirmesi
için bir kıza ödeyebilirdi.
McAuliffden borç ya da daha doğrusu avans olarak iki yüz
dolar almıştı. Şu anda geri ödemek zorunda değildi. McAuliffe
bundan böyle yalnızca 'Alex', belki de daha samimi olarak 'Lex"
diyecekti... Alex'e parayı maaşından kesmesini söyleyebilirdi.
İsterse iki yüz doların hepsini birden kesebilirdi. Bu o kadar
önemli değildi.
Arthur Craft ona her ay düzenli olarak bin dolar verecek ve
bu miktar yaşam standartının yükselmesiyle orantılı olarak artırılacaktı.
Herhalde Ferguson'un zevkleri ve gereksinimleri de artık
daha pahalı olacaktı. Her şey yeni başlıyordu.
St. James Meydanını geçip limana doğru yürümeye başladı.
Hık ve nemli gecede yaprak kıpırdamıyordu. Yağmur yüktü
bulutlar mehtabı örtmüştü. Antika sokak lambalarının loş ışıklan
Montego Bay kentinin gece eğlencelerini ilan eden beyaz ve turuncu
gözalıcı neonlarla yanşamıyordu.
Harbour Caddesine varıp sola döndü ve bir lambanın ışığında
saatine baktı. Gece yarısını on dakika geçiyordu. Arthur
Craft tam 12:15 demişti. Beş dakika sonra cebinde bin dolan
olacaktı.
Sokağın karşısındaki altı numaralı iskele boştu ve hiçbir hareket
görülmüyordu. Yüksek korkuluğa asılmış çıplak ampul bir
tabelayı aydınlatıyordu:

St. James Meydanını geçip limana doğru yürümeye başladı.


Hık ve nemli gecede yaprak kıpırdamıyordu. Yağmur yüktü
bulutlar mehtabı örtmüştü. Antika sokak lambalarının loş ışıklan
Montego Bay kentinin gece eğlencelerini ilan eden beyaz ve turuncu
gözalıcı neonlarla yanşamıyordu.
Harbour Caddesine varıp sola döndü ve bir lambanın ışığında
saatine baktı. Gece yarısını on dakika geçiyordu. Arthur
Craft tam 12:15 demişti. Beş dakika sonra cebinde bin dolan
olacaktı.
Sokağın karşısındaki altı numaralı iskele boştu ve hiçbir hareket
görülmüyordu. Yüksek korkuluğa asılmış çıplak ampul bir
tabelayı aydınlatıyordu:
İSKELE MONTEGO DENİZYOLLARI
— 225 — F:15
Ampulün ışığında tabelanın önünde durup Triumph mark
spor arabalı adamın gelmesini bekleyecekti. Adam ona kimlik
sorunca pasaportunu gösterecek ve para zarfını alacaktı. Bu
kadar basit Otuz saniye sürmeyecek olan bu işlem tüm yaşamını
değiştirecekti.

Craft telefonda bir süre şaşkınlıktan konuşamamış, kendine


gelince küfürler savurmuştu. Ama sonra içinde bulunduğu durumu
farketmiştl Fazla İleri gitmiş sayılabilirdi. Yasalara karşı
gelmişti ve utanç verici bir duruma düşebilirdi. James Ferguson,
havaalanında karşılaşmalar, bavullar, telefon görüşmeleri»
sanayi casusluğu ve verilen sözler konusunda uzun bir öykü
anlatabilirdi.

sanayi casusluğu ve verilen sözler konusunda uzun bir öykü


anlatabilirdi.

ön ödemeyle sessiz kalmasını sağlayabilirdi. Eğer bunu yapma

ya yanaşmazsa, Kingston'daki yetkililerin öykünün ayrıntılarına

ilgi göstereceğinden emindi Ferguson.

Hayır, şimdilik kimseyle konuşmamıştı ama her şeyi yaz

mıştı (Bu yalanları elbette Craft öğrenemezdi). İstediği anda

yazdıklarını sözlü olarak anlatma yeteneğine sahip biriydi. Ne

var ki Craft'ın yapacağı ödeme bunu durdurabilirdi.

Ferguson caddeyi geçip ışığın altında durdu. Biraz ilerdeki

turistler bir gezinti gemisine binmekteydi. Ara sokaklardan ge


len taksiler kornalar çalarak bir an önce iskeleye yanaşmak için

len taksiler kornalar çalarak bir an önce iskeleye yanaşmak için

yırtarak tüm yolcuları binmeleri için son kez uyardı.

Genç adam arabayı görmeden önce sesini duydu. Altıncı

iskelenin karşısındaki daracık sokaktan hızla geliyordu, yavaşla

yıp Ferguson'un önünde durdu. Bir yıl öncesinden yüzünü

anımsadığı biri oturuyordu direksiyonda. Adını bir türlü anımsa

yamıyorsa da adamın son derece kibirli biri olduğunu unutma

mıştı. Herhalde bu gece kibirli davranmayacaktı.

— 226 —

Adam gülümseyerek Ferguson'a yaklaşmasını işaret etti.


"Merhaba, Fergy! Uzun zamandır görüşemedik."
Yaşamı boyunca peşinden gelmiş olan Fergy adından nefret
ederdi James Ferguson. Okul yıllarında kaldığına inandığı sırada
muhakkak münasebetsiz biri çıkıp bu isimle ona seslenirdi.
Şimdi de karşısındaki adamın söylediğini önce düzeltmek istedi
ama sonra aldınş etmemeye karar verdi.
"Beni tanıdığına göre, kimlik göstermeme gerek yok, değil
mi?"
"Hayır, gerek yok. Nasılsın?"
"İyiyim teşekkürler. Zarf yanında mı? Acelem var."
"Ah, elbette. Yanımda Fergy... Sen de çok sıkı adammışsm
arkadaş. Dostumuzu köşeye sıkıştırmışsın! Neredeyse keçileri
kaçıracak, anlıyorsun beni değil mi?"
"Anlıyorum. Bu durumda olması gerekir zaten. Zarf lütfen."
Sürücü cebinden kalın bir zarf çıkarıp Ferguson'a uzattı.
"Parayı saymak zorundaymışsın. Tamamsa üzerine bir işaret
koyup zarfı bana geri vereceksin."
"Gerek yok. Beni aldatmayacaktır."
"Hadi Fergy, benim başım belaya girer! Parayı say, zarfı
işaretle, ne farkeder?"
Ferguson zarfı açınca beş ve on dolarlık banknotları gördü.
Gerçi kendisi bunu Özellikle istememişti ama yüz ya da elli dolar
bozdurmak dikkati çekerdi. Parayı saymaya başladı. Arabadaki
adam iki kez gereksiz sorular sorarak onu şaşırtıp yeniden
başlamasına neden oldu. Saymayı bitirince adam ona bir paket
uzattı. "Dostumuz kızgın olmadığını göstermek için sana şu yeni
Yashica fotoğraf makinalarından bir tane gönderdi. Senin resim
çekmeyi çok sevdiğini biliyor."
Ferguson paketin üzerindeki markayı tanıdı. En az yedi yüz
dolarlık bir makinaydı bu! Anlaşılan Arthur Craft çok korkmuştu.
— 227 —

"Tarafımdan Arthur'a teşekkür et. Yalnız, makinânın ilerdeki


ödemelerden düşülemeyeceğini de söyle."

"Tabii söylerim... Şimdi ben sana bir şey söyleyeceğim


Fergy-yavrum. Gizli kamera programındasın." Alçak sesle konuşmuştu
adam.

"Ne demek istiyorsun?"

"Tam arkandalar Fergy-bebeğim."

Ferguson tel örgüyle sınırlı iskelenin karanlık boşluğuna


baktı ve bir kapının kenarında duran iki adamı gördü. Ağır ağır
yaklaşan adamların birinin elinde kamera vardı. "Ne yaptın
sen?"

"Bir tür sigorta diyebilirsin, Fergy. Dostumuz anlaşmalara

çok önem verir. Kızılötesi filmleri bilirsin değil mi? Hem harika
bir görüntü sergiledin. Uzun uzun para saydın ve altı aydır Ca

bir görüntü sergiledin. Uzun uzun para saydın ve altı aydır Ca

laşılmayan bir paket aldın. Biliyor musun, dostumuz resimde

seninle birlikte görünmem için beni özellikle Rio'dan getirtti."

"Bunu yapamazsın! Kimse inanmaz!"

"Niçin inanmaz bebeğim? Sen açlıktan nefesi kokan bir hiç

sin. Anlıyorsun beni değil mi? Senin gibiler kolayca yakayı ele

verir. Şimdi, beni iyi dinle. Arthur'la kozlannızı paylaşmak istedi

niz ve gördüğün gibi onun kozu daha büyük. Çekilen film yanıt

veremeyeceğin sorulara yol açacaktır. Ben hiç de sevilmeyen


bir insanım, Fergy. Seni adadan sınırdışı edeceklerdir ama tabii

önce kodese tıkacaklar. Oradaki herifler arasında on beş dakika

bile barınamazsın. Bembeyaz cildini tabaka halinde soyacaklar

dır. Şimdi iyi bir çocuk ol, Fergy... Arthur bin doların sende kala

bileceğini söyledi. Herhalde bunu hak ettin." Boş zarfı havaya

kaldırdı. "Bunun üzerinde iki parmak izi var. Senin ve benim.

C/ao, bebeğim. Şimdi buradan uzaklaşıp suçlu iadesi anlaşma

sı bulunmayan ülkeye döneceğim." I

— 228 —

Adam arabayı çalıştırıp yarım daire çizerek Harbour


sinin karanlığında gözden kayboldu.
Julian Warfield, Kingston'daydı. Uç gün önce adaya gelmişti
ve Dunstone'un tüm kaynakiann» kuliaranak Alexander
McAuliffin garip işlerini çözümlemeye çalışıyordu. Peter Jensen
aldığı talimatları yerine getirip sürekli olarak McAuliff i izlemişti.
Kapıcılara, taksi sürücülerine para verip Amerikalı dostu hakkında
olabildiğince fazla bilgi toplamaya çalışıyor ve ne kendisinin,
ne de karısının bu işe karıştığının belli olmaması için büyük çaba
harcıyordu.
Peter Jensen, Julian Warfield'in istediği her şeyi yapabifotfL
Karısıyla birlikte düştükleri çaresizlik çukurundan onlan çıkarıp
çalışabilecekleri yepyeni bir dünya yaratan bu adam için elinden
gelenin en iyisini yapmaya her zaman hazırdı. Sevdikleri
mesleklerini sürdürebiliyorlardı; çoğu akademisyenin hayal bite
edemeyeceği" paraya ve güvene kavuşmuşlardı. Bu her şeyi
unutmak için yeterliydi.
Julian onlan yirmi yıl önce çeşitli olaylar sonucunda bozguna
uğramış, parasız kalmış, gidecek yeri olmayan bir durumdayken
bulmuştu. Peter ile Ruth yakalanmışlardı; ajanların, iki
taraflı oynayan casusların cirit attığı bir çılgınlık dönemi yaşamışlardı.
Hükümet adına petrol, altın ve diğer değerli madenler
konusunda gizli jeolojik araştırmalar yaparak üniversiteden aldıkları
maaşa katkıda buluyorlardı. Ve tüm bulguları Sovyetler
Birliği konsolosluğundaki birine dosya halinde sunuyorlardı.
Sonunda yakalanmışlardı. Julian Warfield de onlara vereceği
bazı görevlere karşılık yeni bir yaşam önermişti. Bazen hükümetin
içinde, bazen dışında ya da bazı şirketlerde geçici olarak,
İngiltere'de ve başka ülkelerde en üst düzey uzmanlarla
birlikte profesyonel yaşamlarını sürdürebileceklerdi.

birlikte profesyonel yaşamlarını sürdürebileceklerdi.


229
Devlet tüm suçlamalarından vazgeçti. Böylesine saygın iki
uzmana karşı büyük bir hata işlendiği anlaşılmış ve Scotland
Yard özür dilemişti. Gerçekten özür dilemişti.

Peter ile Ruth asla Julian Warfield'e karşı gelmediler. Sadakatlerinden


kimse kuşku duyamazdı. Bu nedenle Peter, güneş
daha ufukta yükselmeden bir mercan kayasının ardında ıslak,
soğuk kumların üzerine yatmış McAuliff'in denize açılan terasını
gözetiyordu. Julian'ın son talimatları ayrıntılıydı.

Kimlerin onu görmeye geldiğini öğren. Kimlere değer verdiğini


araştır. Becerebilirsen, kimliklerini bul. Ama Tanrı aşkına
hep geri planda kal. İkinize de daha sonra ihtiyacımız olacak.

McAuliff in taksilere binip Kingston'a sık sık gitmesinin, Co

urtleigh Manor Otelinin kapısının önünden yabana bir arabayla

ayrılmasının, Dunstone Şirketinin işlerinin dışında başka ilgi

alanlan olduğunu belirttiğine inanıyordu Julian. Yani gizlilik ko


nusunda verdiği sözü belki de artık tutmuyordu.

nusunda verdiği sözü belki de artık tutmuyordu.

ca unutulabilirdi. Ama bunu yapmadan önce, Dunstone'un ada

daki düşmanlarının kimliğini ortaya çıkarmak gerekiyordu. Te

melinde araştırma projesi ikinci planda kalıyordu. Eğer bazı

kimliklerin ortaya çıkmasına yarayacaksa, bu projeden tümüyle

de vazgeçilebilirdi.

Ve Peter Jensen, Bengal Court Motelinin plajında çevresini

gözetlerken, bu kimliklere iyice yaklaştığını düşünüyordu. Her

şey üç saat önce başlamıştı.

Peter ile Ruth gece yarısından biraz sonra odalarına çekil


mişlerdi. Ferguson ve Whitehall ile beraber motelin doğu tara

mişlerdi. Ferguson ve Whitehall ile beraber motelin doğu tara

ise tam aksi taraftaydı. Bu ayırım eski dostları, yeni sevgilileri ve

içki dostlarını belirtir gibiydi.

Saat biri gösterirken lastikleri gıcırdayan bir arabanın mote

le geldiğini duydular. Sanki sürücü de bu gürültüden rahatsız

olmuş gibi ses birdenbire kesilmişti. Garip bir durumdu. Bengal


Court bir gece kulübü değildi, genç turistlerin uğrağı olan bir
barı yoktu, sessiz sakin hali hızlı sürücülerin hiç de ilgisini çekmezdi.
Motele geldiklerinden bu yana akşam saat dokuzdan
sonra bir tek araba sesi bile duyamadığını anımsıyordu Peter
Jensen.
Yatağından kalkıp terasa çıkınca hiçbir şey görememişti.
Odaların çevresini dönüp ön taraftaki otoparka bakınca beyninde
alarm zilleri çaldıran bir görüntüyle karşılaşmıştı.
Otoparkın uzak köşesinde, gölgelerin arasında bir zenci,
arabanın arka koltuğundan baygın birini çıkarıyordu. Biraz daha
iterde beyaz bir adamın batı tarafındaki odaların yanından koşup
geldiğini farketti. Sam Tucker, baygın adamı taşıyan ihyan
zenciye geldiği yönü işaret etmiş ve arabaya yaklaşıp arka kapıyı
sessizce örtmüştü.
Aslında Sam Tucker'ın McAuliff ile birlikte Ocho Rios'da olması
gerekirdi. Yalnız başına Bengal Court'a dönmesi garipti
doğrusu. Jensen bunu düşünürken bir başka siluet daha çıktı
ortaya. Alison Booth heyecanını yenmeye çalışarak ihyan zenciye
işaret etti ve adamla birlikte odaların ön tarafına doğru yürüyüp
gözden kayboldu.
Bir an midesinin kasıldığını hissetti Peter Jensen. Baygın
yatan adam McAuliff miydi? Sonra gördüklerini yeniden anımsamaya
çalıştı. Emin değildi. Her şey çok çabuk olup bitmişti
ama iriyarı zenci lambanın altından geçerken kollarında taşıdığı
adamın kafası Peter'in dikkatini çekmişti. Garip bir görünümü
vardı. Adam ya tümüyle keldi ya da saçlarını kazıtmıştı.
Sam Tucker bir kez daha arabanın camından içeri baktıktan
sonra diğerlerinin ardından koşup gözden kaybolmuştu.
Peter yerinden kıpırdamamıştı. Çok garipti doğrusu. Tucker ile
Alison Booth, Ocho Rios'da değildi; yaralı bir adam vardı ve
onu motelin ön kapısından sokmak yerine gizlice odaya taşı—
231 —

mışlardı. Belki Sam Tucker'ın yanında McAuliff olmadan Bengal


Courfa dönmesi kabul edilebilrdi ama Alison Booth'un böyle
bir şey yapacağına Peter asla inanmazdı.

Neler yapıyorlardı? Tanrı aşkına ne dolaplar dönüyordu?

Bunu anlamanın en basit yolunun giyinip motelin minik banna


gitmek ve bir bahane yaratıp McAulHTi içki içmeye davet etmek
olacağına karar verdi. Bara yalnız gidecek, Ruth'u odada
bırakacaktı. Ancak öncelikle plaja kadar yürüyüp motele ve denize
uzanan teraslara bir göz atacaktı.

Bara girince aradığı bahane aklına gelivermişti. Uykusu kaçınca


plajda dolaşmaya çıkmış ve Alexander'in odasında ışık
görüp Ocho Rios'dan döndüğünü anlamıştı. Son bir içki içmek
için Alison Booth'la birlikte acaba Jensen'ln davetini kabul eder*
ler miydf?

McAuliff telefonu açınca hiç de istemediği bir anda kibar

davranmak zorunda kalan birinin sıkıntılı sesiyle konuşmuştu.

Ve yalan söylediği belliydi.


"Peter, çok teşekkürler ama yorgunluktan ölüyoruz. Sans

"Peter, çok teşekkürler ama yorgunluktan ölüyoruz. Sans

izin belgeleriyle ilgili sorun çıktığını söyledi. Sabahın köründe

gidip görüşmek için aynı yolu bir kez daha tepip geri döndük.

Aşı kâğıtlarıyla ilgili galiba."

"Ne kadar düşüncesizce bir davranış. Pis herifler."

"Haklısın. Davetin geçerli olursa yarın akşam için kabul

edebiliriz."

Jensen onunla biraz daha uzun konuşmak istiyordu.

Alex'in soluk soluğa kaldığı belliydi. Her geçen dakika bir ipucu

elde etmesini sağlayabilirdi. "Ruth'la birlikte bir araba kiralayıp

Dunn's şelalesine gitmeyi düşünüyoruz. Öğleyin yola çıkacağız.


Herhalde o zamana kadar işiniz biter. Bizimle gelmek ister misi

Herhalde o zamana kadar işiniz biter. Bizimle gelmek ister misi

— 232 —

"Doğrusunu istersen, Peter," dedi Alex duraklayarak. "Eğer


becerebifırsek, tekrar Ochee'ye gitmeyi düşünüyoruz."
"Yani şelaleye gelemezsiniz. Sen görmüşsündür değil mi?
Dedikleri kadar güzel mi?*
"Evet, gerçekten harika. Umarım iyi bir gün geçirirsiniz."
"Yarın akşam burada olacaksınız, değil mi?" diye atıldı Peter.
"Elbette... niye sordun?"
"Birer içki içecektik."
"Ah, evet," dedi Alex ağır ağır. "Yarın akşam döneceğiz. Elbette
döneriz. İyi geceler, Peter."
"İyi geceler dostum. İyi uykular." Jensen almacı yerine bırakıp
elinde içkisiyle köşedeki masaya doğru yürürken diğer müşterileri
başıyla selamladı. Birini bekliyor gibi görünmeye çalışıyordu.
Kimseyle sohbet etmek istemiyordu; atacağı adımlara
dikkat etmek zorundaydı.
İşte bu nedenle mercanların ardında ıslak kumlann üzerinde
yatmış Sam Tucker ile Lawrence'i izliyordu. Neredeyse üç
saattir aynı yerdeydi. Görmemesi gereken şeyler görmüştü.
Elindeki çantadan doktor olduğu anlaşılan bir adamla, siyah bir
sandık ve garip şekilli aletler taşıyan yardımcısı gelmişti. McAuliff,
doktor ve Alison bir süre terasta konuşmuşlar, sonra Sam
Tucker'la Lawrence de onlara katılmıştı.
Diğerleri içeri girince Sam Tucker ile Lawrence terasta nöbet
tutmaya başlamıştı. Yalnızca Alex ile Alison'ı değil, yan odadaki
kimliği belirsiz yaralıyı da koruyorlardı anlaşılan. Kimdi bu
adam?
Üç saattir nöbet yerlerinden ayrılmamışlardı. Başka gelen
giden de olmamıştı. Ama Peter gözetlemeyi sürdürmesi gerektiğini
biliyordu. Birdenbire Lawrence'in teras merdiveninden inip
sahile yaklaştığını farketti. Aynı anda Tucker da binanın köşesine
doğru yürümeye başlamıştı. Birini bekliyor gibi görünüyordu.

Elindeki çantadan doktor olduğu anlaşılan bir adamla, siyah bir


sandık ve garip şekilli aletler taşıyan yardımcısı gelmişti. McAuliff,
doktor ve Alison bir süre terasta konuşmuşlar, sonra Sam
Tucker'la Lawrence de onlara katılmıştı.
Diğerleri içeri girince Sam Tucker ile Lawrence terasta nöbet
tutmaya başlamıştı. Yalnızca Alex ile Alison'ı değil, yan odadaki
kimliği belirsiz yaralıyı da koruyorlardı anlaşılan. Kimdi bu
adam?
Üç saattir nöbet yerlerinden ayrılmamışlardı. Başka gelen
giden de olmamıştı. Ama Peter gözetlemeyi sürdürmesi gerektiğini
biliyordu. Birdenbire Lawrence'in teras merdiveninden inip
sahile yaklaştığını farketti. Aynı anda Tucker da binanın köşesine
doğru yürümeye başlamıştı. Birini bekliyor gibi görünüyordu.

Birkaç dakika sonra Lawrence bir kibrit daha çaktı, bunun


üzerine yaklaşan tekneden de aynı işaret yapıldı. Lawrence dönüp
motele doğru koşmaya başladı. Binanın köşesinde duran
Sam Tucker onu görünce merdivene doğru yürüdü ve kısaca
konuştuktan sonra Alison Booth'un odasının terasa açılan kapışma
yaklaştılar. Çift kanatlı kapıyı açık bırakıp içeri girdiler.

Sam Tucker onu görünce merdivene doğru yürüdü ve kısaca


konuştuktan sonra Alison Booth'un odasının terasa açılan kapışma
yaklaştılar. Çift kanatlı kapıyı açık bırakıp içeri girdiler.
o

laştırıyordu. Terasta hiçbir hareket yoktu ve tekne neredeyse

sahile üç yüz metre kadar yaklaşmıştı. Motorunun sesi pek fazla

duyulmayan düz dipH balıkçı teknesinde kötü giyimli, geniş ke

narlı hasır şapkası olan bir zenci oturuyordu. İki yanındaki direk

lere asılı ağlar gözüne çarptı. Günün ilk ışıklarından balığa çıkan

bir Jamaikalıydı teknedeki.

Sahile olabildiğince yanaşınca balıkçı bir kibrit çakıp ace

leyle söndürdü. Terasa bakan Jensen, Sam Tucker'ın Lawrence


ile birlikte üzerinde battaniyeye sarılı bir adamın yattığı sedyeyi

taşıyarak çıktığını gördü. Koşar adımlarla sedyeyi sarsmamaya

özen göstererek basamaklan inip sahile vardılar. Suya girip

sedyeyi tekneye yerleştirdiler ve balık ağlarını üzerine örttüler.

Lawrence tekneye atlarken Sam Tucker bir an önce açılabilme

si için itmeye başlamıştı bile. Birkaç saniye içinde Lawrence

gömleğini çıkardı ve ağlann arasında eski bir hasır şapka bulup

başına yerleştirdi. Bir anda canından bezmiş yerli bir balıkçı kılı

ğına bürünüvermişti.

Düz dipli tekne, durgun suyu dalgalandırarak döndü ve


aceleyle uzaklaşmaya başladı. Sam Tucker el sallayınca Lawrence
oltasını sallayarak karşılık verdi. Jensen buruna doğru
uzaklaşan tekneye dikti gözlerini. Lawrence birkaç kez eğilip
ağların arasından sedyede yatan adamı kontrol etti. Aynı zamanda
yekeyi kullanan adamla da konuşuyordu. Güneş artık
iyice yükselmişti; çok sıcak bir gün olacaktı.
Alison Booth'un oda kapısı hâlâ açıktı. Ortalık aydınlandığı
için içerde bir şeyler yapıldığını görebiliyordu. Sam Tucker iki
kez dışarı çıkıp elindeki plastik torbalan yere bıraktı. Doktorun
yardımcısı olduğuna karar verdiği adam elinde siyah bir bavul
ve büyük bir silindirle dışarı çıktı. Bavuldan iki uzun yuvarlak kutu
çıkardı ve birini Tucker'a uzattı. Kısaca konuşup içeri girdiler.
Ûç dakika sonra kapıdan geri geri çıkarlarken, el kol hareketlerinden
odaya sprey sıktıklarını anladı Peter. İşleri bitince
taşların üzerine bıraktıkları eşyaları toplayıp gittiler. Balıkçı teknesi
mağaranın ağzına doğru yaklaşıyordu ama bir şeyler olmuştu.
Olduğu yerde durmuş, hafif çalkantıda sallanıyordu.
Lawrence'in birkaç kez eğilip doğrulduğunu farketti Jensen.
Dümeni kullanan adam heyecanla bir şeyler anlatır gibiydi.
Tekne tekrar harekete geçti ve yön değiştirip açık denize
doğru yol almaya başladı. Islak kumların üzerinde on beş dakika
daha yatan Peter Jensen tekneyi minik bir kara nokta olana
dek izlemeyi sürdürdü. Ne iki Jamaikalının düşüncelerini okuyabiliyor,
ne de yaptıklarını görebiliyordu. Ama son üç saattir gördükleri
ve akıntılar hakkındaki bilgisi bir sonuca varmasına yardımcı
olmuştu.
Sedyede yatan yaralı ölmüştü. Üzerinde kimliğini belirtecek
ne varsa alacaklardı, sonra da balık ağlarının kurşunlarıyla cesedi
ağırlaştırıp akıntının Jamaika adasından uzaklara götürmesi
için suyun derinliklerine bırakacaklardı. Belki haftalar ya da
— 235 —

aylar sonra bir mercan kayalığına vuracaktı ceset ya da belki


denizlerin yırtıcı canavarlarına yem olacaktı.
Julian Warfield ile görüşme vaktinin geldiğini biliyordu Peter
Jensen.

Alex yatakta dönünce omzundaki ağrı göğsüne vurdu ve


şaşkınlıkla doğruldu. Aklını başına toplamaya çalıştı. Sabah olmuştu
ve gece boyunca ürkütücü karışıklıklar yaşamışlardı.
Şimdi parçaları birbirine ekleyip plan yapma zamanı gelmişti.

Yanında yatan Alison'ın derin uykuda olduğu soluklarından


belliydi. Eğer Alex bir karabasan yaşamışsa, onun da pek rahat
bir gece geçirmediği belliydi. En azından Alex sürekli hareket
halinde olduğu için düşünmeye vakti kalmamıştı. Oysa genç
kadın düşünceler içinde beklemişti ve bazı açılardan düşünmek
daha da kötüydü.

Olabildiğince sessizce yataktan kalkarken tüm bedeninin

kasıldığını, eklemlerinin ve özellikle dizlerinin tutulduğunu fark


etti. Dün gece kullandığı tüm kaslarını paniğe kapılmış bir or

etti. Dün gece kullandığı tüm kaslarını paniğe kapılmış bir or

celerinin ritmi bozulmuştu. Alex kendi kendine gülümsedi. Bu

lafı sevmişti: Her şeyin ritmi bozulmuştu.

Ama uzaklarda bir yerlerde notalar belirginleşiyordu. Pek

kolayca tanıyamadığı bir melodi oluşmaya başlıyordu. Burnuna

değişik bir koku geldi. Vanilya ve baharat değildi ama yine de

Uzakdoğu'nun güneyini anımsatıyordu. Java adasında Sunda

siperlerinde de aynı mide bulandırıcı koku vardı. Tam teras ka

pısını açacakken çıplak olduğunu farkedip, birkaç gün önce is

kemlenin üzerine attığı mayosuna uzandı.


"Umarım ıslak değildir," dedi Alison yattığı yerden. "Burada

"Umarım ıslak değildir," dedi Alison yattığı yerden. "Burada

unuttum."

"Biraz daha uyu. Bir dakika önce derin uykudaydın."

"Şimdi uyandım.^Aman Tanrım, saat sekizi çeyrek geçiyor."


"Ne olmuş?"
"Hiçbir şey... Bu kadar uzun uyuyabileceğimizi sanmamıştim."
"Pek fazla sayılmaz. Yattığımız zaman saat üçü geçmişti.
Olup bitenleri düşününce, Öğleye kadar uyumamız gerekirdi."
"Kolun, omzun nasıl?"
"Biraz acıyor, tüm bedenim gibi. Yine de pek rahatsızlık vermiyor."
"Bu iğrenç koku ne?" AHson doğrulunca çarşaf üzerinden
sıyrıldı ve kapalı yakalı, pamuklu geceliği göründü. Alex'in gülümseyerek
baktığını farkedince kahkahalarla güldü. "Büyükanne
geceliğim. Sen uyuduktan sonra hava serinledi. Felsefi tartışmalar
dışında başka bir şeye ilgi göstermediğin için, ben de
bunu giydim."
Alex yaklaşıp yatağın kenarına oturdu. "Biraz fazla konuştum,
değil mi?"
"Seni bir türlü susturamadım. Epey de viski içtin. Başın nasıl?"

• . -. n' W-,
"Ağnmıyor."
"Dün akşam söylediklerini anımsıyor musun? Sabah olunca
belki inançların değişmiştir."
"Sanırım hâlâ aynı fikirdeyim. Öne sürdüğüm fikrin ana
noktası bir insanın yaşadığı toprağı herkesten daha iyi savunacağıydı.
Evet, buna inanıyorum. Eğer Barak yaralanmasaydı,
kendime biraz daha güvenecektim."
"Barak. Ne garip bir isim."
"Adam da garipti zaten. Çok da güçlü. Gençler çok çabuk
olgunlaşıveriyor ama yeterli deneyimi kazanamıyorlar. Bu nedenle
onun bilgisine gereksinimleri var."
"Kimin?"
Genç kadının açık mavi gözlerinin üzerinde merakla çatılan
kaşlarına bakarak yanıtladı Alex. "Kendi tarafındakilerin."

"Charles Whitehairun tuttuğu taraf değil bu."

"Hayır. Onlar çok farklı. Bence bu koşullar altında Barak'ın

örgütünün Charley-mon'un örgütü kadar tutarlı olmaya çalışması


gerekir."
"Bu laf, işe burnunu sokmaya hazır Wrinin sözlerine benziyor."

"Biliyorum. Her şey bana çok karmaşık gibi geliyor ama ne


Whitehall, ne de Barak böyle düşünmüyor. Yalnızca üçüncü ve
dördüncü tarafların işi karıştırdığını düşünüyorlar. Anlıyor musun?
Amaçlarından şaşmıyorlar. Önce bir hedefe, sonra ikincisine
yöneliyorlar. Eninde sonunda birbirleriyle çatışacaklarını da
biliyorlar. İki taraf da bunu bildiği için gerekli önlemlerini alarak
yollarına devam ediyorlar."

"Ne dediğini anlayamadım," diyerek arkasına yaslandı Ali

son ve boş gözlerle duvara bakan Alex'i izledi.

"Açıklayabileceğimden emin değilim. Kurbanlarını tam orta

larına almış bir kurt sürüsü düşün. Önce köpekler düzensiz bir

saldırıya başlar ve ortadakilerin aklı karışına dek üstlerine yürür.

Tuzağa düşen avlar yorgunluktan bitkinleşince kurtlar işe el ko


yar," dedi ve duraksadı Alex, söylediklerinden pek emin değildi.

yar," dedi ve duraksadı Alex, söylediklerinden pek emin değildi.

söylüyorsun."

"Esas kurban Jamaika ve onlar da bu ülkenin insanları.

Kurtlar, yani düşmanlar da Dunstone ve temsil ettikleri. Warfield

ve dünya çapında dalavere çeviren grubu... Chatellerault gibile

ri; Tallon ve çıkarcı yandaşlarını kullanan İngiliz İstihbaratı; bu

adada iş yapan Craft gibiler... ülkeyi içten içe kanattıklarını söy

leyebilirsin. Hatta belki Halidon da bunlara dahildir, çünkü eri

şemediğin bir şeyi kontrol edemezsin. Erişsen bile belki kontrol

altına atamayabilirsin.... Aslında o kadar çok kurt var ki."


"Gerçekten çok karışık."
"Bizim için evet, ama onlar açısından karışık değil Hayranlık
duyulacak yönü de bu. Kurbanlar güzel bir strateji geliştirmiş.
Saldırıya geçen her kurdu teker teker alıp parçalıyorlar.
Tıpkı bir ordu gibi. Üstelik her ikisinin de kendi ordusu var. Ve
bir ordu ilerlerken malzeme sağlayacağı hatları açık tutar. Bunların
durumundaysa sağlamaları gereken en önemli şey destek.
Unutma ki, kurtların tümünü öldürünce, karşı karşıya kalacaklar.
Whitehall ile Moore çevrelerinin desteğini biriktiriyorlar adeta."
Terasa açılan pencereye yaklaşıp bir süre denizi seyretti. "Bir
anlam çıkarabildin mi?"
"Politik bir konu ve ben de bu konularda hiç başanlı değilim.
Ama galiba oldukça tanıdık bir düzenin tekrarlanışını anlatıyorsun.
Bence..."
"Haklısın," diyerek pencerenin önünden aynldı Alex. "Ben
tarihçi değilsem de tarihte bir sürü örneği olduğunu biliyorum.
Nereden başlasam? Sezamın Galya'sı mı? Roma'nın Ferrara'sı
mı? Ya da otuzların Çin'i ml? Kore, Vietnam, Kamboçya, yarım
düzine Afrika ülkesi? Aynı şeyler oralarda defalarca yaşandı. Dışardan
sömürenler, içerden isyanlar, ayaklanmalar, karşı ayaklanmalar,
kaos, kan gölleri, ülkeden kovmalar... Sonunda uzlaşma
adı altında yeniden yapılanma... Olayların şablonu böyledir.
Barak ile Charley de bunları yaşayacaklarını varsayıyorlar. Bir
kurdu öldürmek için diğerine yardım ederken, aynı zamaada
kendilerini emniyete almaları gerektiğini de biliyorlar. Sonunda
uzlaşma zamanı gelecek ve her ikisi de kendi isteklerinin gerçekleşmesi
için çabalayacak."
"Şimdi sen Barak'ın 'ordusunun* zayıf düşmesini onaylamadığını
söylüyorsun. Öyle mi?"
"Şu an için değil."
— 239 —

"Böylelikle işe karışmış oluyorsun. İçerden birinin konum


nu alan dışardan birisin oysa. Burası senin toprağın değil, sevgilim."

"Charley1 i buraya getiren, saygınlık sağlayan, geliş bahane

sini hazırlayan benim. Charley itoğlu itin teki."


"Acaba Barak Moore bir melek mi?"
"Asla değil O da itin teki ve öyle olması çok önemli" Tekrar

pencereye yaklaştı Alex. Üzerlerine vuran sabah güneşi camın


buğulanmasına neden oluyordu. Çok sıcak bir gün olacaktı.
"Ne yapmayı düşünüyorsun?" dedi Alison yataktan kalkmaya
hazırlanırken.

"Yapmak mı?" diye sordu bakışlarını sahilde bir noktaya dikerek.


"Buraya ne yapmak için geldimse onu yapıp iki milyonumu
alacağım. Ya araştırmayı bitireceğim ya da Halidon'u bulacağım.
Hangisi daha önce olursa. Sonra bizi buradan kendi koşullarımızı
kabul ettirerek çıkaracağım."

"Mantıklı gibi geldi bana," diyerek yataktan kalktı Alison.


"Bu iğrenç koku ne?"
"Sana söylemeyi unuttum. İlaç kokulannı yok etmek için senin
odana sprey sıkacaklardı."
"İlaçların kokusu bence daha iyiydi. Mayom orada kaldı.
Alabilir miyim?"
"Ne?" Alex'in dikkati dışârda bir noktaya takılmış, kadının

ne söylediğini duymamıştı.
"Mayomu istiyorum, hayatım. Benim odada kaldı." ?M
"Sen bekle, hemen getiririm." Teras kapısını açıp dışarı çık

tı.

Ardından bakan Alison, sahile doğru koştuğunu görünce


şaşırdı. Uzakta, denizin kenarında arkası dönük duran ihyan bir
zenci vardı. Lawrence.

Jamaikalıya yaklaşan Alex, seslenmesinin doğru olup olmayacağını


düşündü ve vazgeçip duyulacak bir sesle boğazını
— 240 —

temizledi. Lawrence ona doğru döndü. Gözleri yaşlarla dolmuştu.


Ne göz kırptı, ne de yüzünde bir ifade belirdi Kişisel acılarla
kıvranan bir çocuk-yetişkindi.
"Ne oldu?" diye sordu Alex yaklaşırken.
"Seni dinlemeliydim. Onu dinlememellydim. O hatalıydı, ahbap."
"Ne olduğunu anlat bana," diye tekrarladı Alex.
"Barak öldü. Bana emrettiği gibi yaptım ve o öldü. Onun
sözünü dinlediğim için öldü."
"İşin tehlikesini biliyordu ve bunu göze aldı. Bence haklıydı."
"Hayır, değildi. Hatalı düşündüğü için öldü. Bunun için haklı
olamaz."
"Floyd ve Barak yok artık. Kim kaldı geriye?"
Sessiz gözyaşlarıyla kızarmış gözlerini Alex'in yüzüne dikti
Lawrence. Olgun bir insanın gururu ve gücü dışında bir çocuğun
ıstırabını ve yakanşını yansıtıyordu gözleri. "Sen ve ben, ahbap.
Başka kimse yok... Bana yardım edeceksin değil mi, ahbap?"
f
Alex yanıt vermeden devrimcinin gözlerinin içine baktı.
Devrimin merkezine hoşgeldin McAuliff, dedi kendi kendine.

Trelawny polisi Ftoyd'un kimliğini sabah saat 7:02'de saptadı.


Gecikmenin nedeni hem Falmouth'da parmakizi araştırma
olanağının bulunmaması, hem de gece karanlığında teker teker
yataklarından kaldırılan çevre sakinlerinin cesedi teşhis etme
konusunda işbirliğine yanaşmamalanydı. Komiser mermilerle

Gecikmenin nedeni hem Falmouth'da parmakizi araştırma


olanağının bulunmaması, hem de gece karanlığında teker teker
yataklarından kaldırılan çevre sakinlerinin cesedi teşhis etme
konusunda işbirliğine yanaşmamalanydı. Komiser mermilerle
241 — F: 16
delik deşik olmuş cesedi birçoğunun tanıdığına emindi ama yalnızca
sabahın yedisinde getirilen yaşlı bir bahçıvan tepki gösterince,
daha farklı bir yöntem uygulaması gerektiğini anladı. Ucu
yanık sigarasını adamın sol gözünden birkaç milimetre uzakta
tutup gerçeği söylemezse ihtiyar zenciyi gözbebeğini yakmakla
tehdit etti.

İhtiyar bahçıvan bir çığlık atıp masanın üzerinde yatan cesedin


Walter Piersall'ın yanında çalışan Floyd Cotter adında biri
olduğunu söyledi.

Komiser, Floyd Cotter adındaki kişi hakkında daha fazla bilgi


toplamak için tüm belde karakollarını aradı ama yanıt bulamadı.
Kimse onu tanımıyordu. Araştırmalarını ısrarla sürdürmek
zorundaydı, çünkü Dr. Piersall'ın ölümünün öncesinde ve sonrasında
bile Kingston hükümetinin üzerindeki ilgisi azalmamıştı.
Hatta Carrick Foyle'deki evde yirmi dört saat nöbet tutulması istenmişti.
Komiser bunun nedenini bilmediği gibi, soru sormanın
da, Kingston'ın emirlerini çözümlemeye çalışmanın da üstüne
vazife olmadığım inanıyordu. Ölümünden önce doktoru taciz
etmek ve sonrasında evini gözetim altında tutmak hükümetin
yetkis indeydi. Komiser yalnızca verilen emirleri yerine getirirdi
ve bu konuda çok başanlı olduğu için, Falmouth'daki belde po

vazife olmadığım inanıyordu. Ölümünden önce doktoru taciz


etmek ve sonrasında evini gözetim altında tutmak hükümetin
yetkis indeydi. Komiser yalnızca verilen emirleri yerine getirirdi
ve bu konuda çok başanlı olduğu için, Falmouth'daki belde po

Aynı nedenle kafasında, göğsünde, midesinde ve bacakla

rında kurşun delikleri olan ceset hakkında bilgi toplamak için te

lefon etmeyi sürdürüyordu. Saat sekize beş kala Sherwood

Content'deki karakolu aramak üzere almacı kaldınrken, Disco

very koyu yakınındaki Puerto Seco karakolunun komiseri tele

fon etti. Kendi adamlarından aldığı bilgiye göre Floyd'un McA

uliff adlı bir Amerikalının yönettiği araştırma ekibinde çalıştığını


açıkladı. Ekip on gün kadar önce sahilde çalışmaya başlamıştı

açıkladı. Ekip on gün kadar önce sahilde çalışmaya başlamıştı

os'dan işe almıştı.

— 242 —

Komiser derhal Ochee'deki İşçi Bulma Kurumunun müdürünü


aradı. Kendi evinde telefon olmadığı için tüm mahalle sakinlerinin
yaptığı gibi Johnny Canoe'nin dükkânına kadar gitmek
zorunda kalan müdürün uykusu tümüyle açılmıştı. McAuliff
adındaki Amerikalının işe aldıklarının arasında Floyd adında birinin
olduğunu anımsıyor ama soyadını bilmiyordu. Kasabanın fısıltı
gazetesinden işçi arandığını öğrenince diğerleriyle birlikte
başvurmuştu. Amerikalının işe aldığı diğer birkaç kişi gibi Floyd
adındaki adamın da kurumda kaydı yoktu.
Müdürü dikkatle dinleyen komiser, hiçbir açıklama yapmadan
teşekkür edip telefonu kapadı ve derhal Piersairın evini didik
didik arayan ekiplerin şefi olan dedektifi aradı. İkisi de aynı
karara vardı. Floyd Cotter, işvereninin ölümünden sonra arkadaşlarıyla
birlikte evi soymak içki geri dönmüştü. Kayıp bir şeyler
var mıydı? Bodrumda, yıllardır kullanılmayan sarnıçta kazı mı
yapmışlardı?
Dedektif hemen uçağa atlayıp oraya geliyordu. Bu arada
komiser, McAuliff i amacını belli etmeden sorguya çekmeli, en
azından nerede bulunduğunu öğrenmeliydi.
Saat dokuzu yirmi gece komiserle yardımcısı Bengal Court
Motelinden içeri girdi. Alexander McAuliff gerçekten de Floyd
Cotter'ın öldüğünü öğrenince çok üzülmüştü ama bazı sorutan
da yanıtlanmış oluyordu. Malzeme kamyonundan çok pahalı
bazı malzemeler yok olmuştu; hepsi de çalıntı mal pazarında
epey para ederdi. Anlaşılan bu hırsızlığı yapan Floyd Cotter'dı.
Acaba komiser nelerin eksik olduğunu bilmek ister mi? Bir
jeodometre, bir su mikroskobu, yarım düzine pusula, üç Polaroid
filtre, Kraliyet Tarih Derneğinin kutuları açılmamış beş sağlık
çantası, bir Rolleiflex kamera ve birkaç tane daha sayılanlar kadar
değerli olmayan alet. Komiserin yardımcısı 'çalınanların' listesini
hızla yazmaya çalışırken bir iki kez nasıl yazıldıklarını sormak
zorunda kaldı, sonra kurşunkaleminin ucu kırıldı... oldukça
— 243 —

var mıydı? Bodrumda, yıllardır kullanılmayan sarnıçta kazı mı


yapmışlardı?
Dedektif hemen uçağa atlayıp oraya geliyordu. Bu arada
komiser, McAuliff i amacını belli etmeden sorguya çekmeli, en
azından nerede bulunduğunu öğrenmeliydi.
Saat dokuzu yirmi gece komiserle yardımcısı Bengal Court
Motelinden içeri girdi. Alexander McAuliff gerçekten de Floyd
Cotter'ın öldüğünü öğrenince çok üzülmüştü ama bazı sorutan
da yanıtlanmış oluyordu. Malzeme kamyonundan çok pahalı
bazı malzemeler yok olmuştu; hepsi de çalıntı mal pazarında
epey para ederdi. Anlaşılan bu hırsızlığı yapan Floyd Cotter'dı.
Acaba komiser nelerin eksik olduğunu bilmek ister mi? Bir
jeodometre, bir su mikroskobu, yarım düzine pusula, üç Polaroid
filtre, Kraliyet Tarih Derneğinin kutuları açılmamış beş sağlık
çantası, bir Rolleiflex kamera ve birkaç tane daha sayılanlar kadar
değerli olmayan alet. Komiserin yardımcısı 'çalınanların' listesini
hızla yazmaya çalışırken bir iki kez nasıl yazıldıklarını sormak
zorunda kaldı, sonra kurşunkaleminin ucu kırıldı... oldukça
— 243 —

Motelden çeyrek mil kadar uzaklaşınca komiser arabayı


durdurup yardımcısına döndü. "Ormandan geçip sahile in, ahbap
ve bak bakalım yanında kim var, kimler onu görmeye geliyor."

durdurup yardımcısına döndü. "Ormandan geçip sahile in, ahbap


ve bak bakalım yanında kim var, kimler onu görmeye geliyor."

"Haklısın, ahbap. Hep bu işi yaparım ben."

Sırıtarak ağaçların arasından ilerledi ve Bengal Court Mote

linin sınırını belirten dikenli tellerin arasından geçti. Falmouth

polisinin komiseri son hızla yoluna devam etti. Halfmoon koyu

na gidip Kingston'dan gelecek deniz uçağını karşılamak zorun

daydı.
Priory-on-the-Sea yakınındaki yola bakan tepenin uzun ot

Priory-on-the-Sea yakınındaki yola bakan tepenin uzun ot

kutusuyla bekliyordu Charles Whitehall. Saat on ikiyi biraz geçi

yordu ve birkaç dakika sonra McAuliff gelecekti. Tek başına.

Daha doğrusu yalnız gelmesi için ısrar ederken henüz Barak

Moore'un öldüğünü öğrenmemişti. Barak ölmüştü.

Yıllar önce Savanna-La-Mar'da aynı okulda okudukları

Bramwell Moore, bir Jamaika kurşunuyla ölmüştü.

Jamaika polisinin kurşunuyla ölmüştü. Böyle düşünmek

daha doğruydu. Kurulu düzeni işin içine sokunca duygusal bir

mantık biçimi oluşuyordu. Çelişkili bir fikir, diye geçirdi içinden.

— 244 —
Mantık hiçbir zaman iyi ya da kötü olamaz; marttık mantıkdif.
Gereksiz şeylere kafa yorduğunu düşünerek kendine kızdı. Tıpkı
kendisi gibi Barak da artık çocuk oyunu oynamadıklarını Ölüyordu.
Başı yemenili bir anne hem çocuktan, hem de tavukları
elindeki süpürgeyle mutfaktan kışkışlarken bir yandan kahkahalar
atıp diğer yandan çocukları azarlamıyordu. Eli sÜpürgeli yemenili
annelerin yerini; eli silahlı, kasketli ve üniformalı devlet
görevlileri almıştı. Tavuklar da fikirlerdi... Fikirler ise devletin üniformalı
görevlilerini, tavuk tüylerinin anneleri sinirlendiğinden
daha fazla ürkütüp sinirlendiriyordu.

Mantık hiçbir zaman iyi ya da kötü olamaz; marttık mantıkdif.


Gereksiz şeylere kafa yorduğunu düşünerek kendine kızdı. Tıpkı
kendisi gibi Barak da artık çocuk oyunu oynamadıklarını Ölüyordu.
Başı yemenili bir anne hem çocuktan, hem de tavukları
elindeki süpürgeyle mutfaktan kışkışlarken bir yandan kahkahalar
atıp diğer yandan çocukları azarlamıyordu. Eli sÜpürgeli yemenili
annelerin yerini; eli silahlı, kasketli ve üniformalı devlet
görevlileri almıştı. Tavuklar da fikirlerdi... Fikirler ise devletin üniformalı
görevlilerini, tavuk tüylerinin anneleri sinirlendiğinden
daha fazla ürkütüp sinirlendiriyordu.

İnanılmaz bir olay. Yine de bunun olumlu bir etkisi vardı.


Barak adanın sorunlarını anlayamadığı için gerekli olan çözümleri
de bulamamıştı. Barak'ın ulaştığı sonuçlar yıllar ötesinde kalıyordu.

Önce bir gücün oluşturulması gerekirdi. Çoğunluğu yönetecek


son derece güçlü birkaç militan.

Ya da belki yalnızca bir kişi.


Uzaklardan bir toz bulutu havalandı. Eski toprak yolda son
sürat yaklaşan bir araba vardı. Anlaşılan McAuliff de endişeliydi.
Charles tarlaların arasından evin ön kapısına doğru yürüdü.
Drax Hall'daki evsahibinin saat on ikiyle üç arasında evde bulunmamasını
rica etmişti. Ne bir soru sorulmuş, ne de bir açıklama
yapılmıştı.

Kurtarıcı'nın geri dönmüş olması yeterliydi.

"jşte burada,* dedi McAuliff arşiv kutusunu uzatarak. "Ama


kutuyu açmaya başlamadan önce birkaç noktanın aydınlığa kavuşmasını
istiyorum."

Charles Whitehall bakışlarını Amerikalıya dikti. "Koşullar


saymana gerek yok. İkimiz de ne yapılması gerektiğini biüyoruz."

"Öncelikle tek taraflı karar vermemen gerektiğini anlaman


çok önemli. Bu senin bireysel savaşın değil, Charley-mon."

— 245 —

"Barak gibi davranmaya mı başlıyorsun?"


"İstersen hem kendimin, hem de onun çıkarlannı konuyorum
diyelim."

"Senin çıkarlannı anlarım. Ama niçin onunkileri de katıyorsun?


Birbiriyle uyumlu değil."

"Hatta aralarında bir bağlantı bile yok."

"Öyleyse niçin ilgileniyorsun?" Whitehall gözlerini arşiv kutusundan


ayıramıyordu. Endişesini beliii ettiği için kendine kızdı.
"Şunu bana verir misin lütfen?"

"Önce bana sorduğun soruyu yanıtlayacağım," dedi McAuliff.


"Sana güvenmiyorum, Charlie. Sen herkesi kullanırsın. Senin
gibiler herkesle her konuda anlaşmalar yapar. Öylesine esnek
bir yapın var ki, adeta köşeyi dönüp kendinle tekrar buluşabilirsin.
Sürekli olarak da fırtına ve şiddet bunalımı içindesin.
Ben bu fırtına ve şiddet karmaşasını kabul etmiyorum."

"Anlıyorum. Barak'ın şekerkamışı tarlasından gelen para

şütçülerini yeğliyorsun. Fidel taraftarlarının yarattığı kaosu, puro

içip tüküren ve toplumu dengelemek için generallerin kızlarının


ırzlarına geçen onbaşıları istiyorsun. Üç yıllık ve beş yıllık plan

ırzlarına geçen onbaşıları istiyorsun. Üç yıllık ve beş yıllık plan

Tüm bunların toplumu felakete sürükleyeceklerini de şimdiden

söyleyebilirim. Aptal olma, McAuliff. Daha iyisini düşünebilecek

bir insansın."

"Kes artık, Charley. Kurmaylarına hitap ettiğin bir kürsüde

değilsin," dedi Alex bıkkınlıkla. "Ne bu kadar basite indirgediğin

düşünce biçimine, ne de senin iki kere iki dört çözümlerine ina

nıyorum. Silahlarını geri çek. Ben hâlâ bu ekibin başkanıyım ve

seni kovabilirim. Belki kovulman adadan sınırdışı edilmene yol

açmaz ama konumun elbette değişir."

"Beni zor kullanarak dışlamayacağına karşı bir güvencem


var mı?"

"Pek yok. Yalnızca bu pis heriflerin ense kökümde dolaşmalarından


en az senin kadar hoşlandığıma inanman yeterli
olacak. Ama nedenleri tümüyle farklı."
"Nedense yalan söylüyorsun gibi geliyor bana."
"Yerinde olsaydım, bahse.girmezdim."
Whitehall, Alexin gözlerinin içine baktı. "Bahse girmeyeceğim.
Bu konuşmanın gereksiz olduğunu söylemiştim, hâlâ da
fikrimi değiştirmedim. Yapılması gerekenler yüzünden koşullannı
kabul ediyorum... Şimdi şu kutuyu lütfen bana verir misin?"
Terasta oturan Sam Tucker bir yandan gazete okuyor, bir
yandan da denizin kenarındaki şezlonglarda uzanan Alison ile
Ferguson'u izliyordu. Karayip güneşi dayanılmaz hale gelince
iki genç kalkıp kendilerini suya bırakıyorlardı. Neşeyle yüzüp
dalmak yerine, yorucu bir iş yapar gibi görünüyorlardı. Plajın
çok hareketsiz olduğunu düşünen Sam, yine de tedbiri elden
bırakmayıp Alison'ın her suya girişinde dürbününü gözlerine
yaklaştırıyordu. Yüzenlerin hepsi otel müşterisiydi ve hiçbiri merak
uyandıracak kadar yaklaşmıyordu genç kadına.
Ferguson öğleye doğru dönmüştü Montego Bay*den ve
sessizce terasa çıkıp duvarın üzerinde oturmuş, alçak sesle Barak
Moore hakkında konuşan Sam Tucker ite Lawrence'i ürkütmüştü.
Genç botanikçinin halini görünce gece içkiyi fazla kaçırdığına
karar verip bu konuda şakalar yapmışlar ama keyifli yanıtlar
alamamışlardı. Sonunda Sam, genç adamın uykusuz bir
gece geçirdiğini ve çok korktuğunu sezinlemişti. Ne var ki, botanikçinin
korkusundan söz etmek istemediği belliydi. Montego
Bay'de geçen saatlerini anlatmaya yanaşmayarak sıkıcı bir işi
bitirdiğini söylemekle yetinmişti. Tanıdık birileriyle olmak ona
güven veriyor gibiydi. Alison Booth'un yanından ayrılmıyor, sürekli
bir şeyler yapmak için öneriler getiriyordu. Bir okul çocuğunun
tutkusu mu, yoksa bir eşcinselin sadakati mi? Her ikisi
— 247 —

de ona uymuyordu, çünkü Ferguson bu tanımlara giren biri değHdi.


Korkuyor ve tutarsız davranıyor, diye düşündü Sam Tucker.
Lawrence sessiz adımlarla yaklaşıp iri bedenini belli etmemek
için duvarın kenarına çömeldi.
"Duyduklarım ve gördüklerim hoşuma gitmedi, ahbap."

"Ne oldu?" .

"Üç dört saattir gözetleniyoruz, ahbap."

"Kim gözetliyor?"
"Sabahtan beri kumda dolaşan biri var. Turistlerin artıklarını

"Sabahtan beri kumda dolaşan biri var. Turistlerin artıklarını

bap. Paçalarını sıvamış ama pantolonu çok yeni. Ağaçların al

tında ayakkabılanhı buldum ve pantolonunu tanıdım. O bir ay

nasız."

Sam'in yüzü buruştu. "Alex sabahleyin Falmoüth'dan gelen

polislerle konuşmuştu. Polis şefiyle yardımcısı gelmiş. Neler

duydun?"

"Pek fazla bir şey yok." Lawrence bakışlarıyla sahili kontrol

edip sözlerini sürdürdü. "Herifin peşinden mutfak kapısına ka

dar gittim. Orada birini bekledi. Lobideki adamdı gelen. Adam


kafasını sallayıp durdu ve aynasız çok kızdı."

"Peki, ne konuştular, evlat?"

"Yanlarında balık ayıklayan biri vardı. Bizim aynasız gidince

ona sordum. Amerikalının nereye gittiğini sormuş, bir de kimin

telefon ettiğini."

"Ama lobideki adam bilmiyordu."

"Haklısın, ahbap. Onun İçin polis çok kızdı."

"Nerede şimdi?"

"Sahilin doğusunda," diyerek kum tepeciklerinin öte yanını

işaret etti Lawrence. "Bak, işte balıkçı kayıklarının orada."

— 248 —

Tucker dürbünü kaldırıp dört yüz metre uzaktaki balıkçı kayıklarının


yanındaki adama baktı. Buruşuk beyzbol kepi ve yırtık
tişörtüne karşılık pantolonu derhal dikkat çekiyordu. Elarabasıyla
sahilde güneşlenenlere hindistancevizi satan sıska bir Jamaikalıyla
konuşuyordu. Ara sıra başını çevirip batı tarafındaki terasa,
yani dürbünün tam içine bakıyor, diye düşündü Sam. Ama
izlendiğinin farkında değildi, yoksa tepkisi yüzünden okunurdu.
Yalnızca sinirlenmişti.

"Ona gerekli bilgiyi sağlayalım, evlat," dedi Sam.

"Nasıl, ahbap?"

"Öfkesini yatıştırmak için bir şeyler öğrenmesi gerekir. O


zaman bu konuyu daha fazla düşünmez."

Lawrence sırıttı. "Bir masal uyduracağız ha?"

"Evet, ahbap ama inanılır bir masal olması gerekir."

"McAuliff alışveriş için Ochee'ye gitmiş olmasın? Drax Hair


dan altı yedi mil ötede Ochee. Aynı yol."
"Peki, niçin Bayan Booth onunla birlikte gitmedi?"
"O hanıma bir hediye alacak. Olmaz mı, ahbap?"
Sam önce ona, sonra denize girmeye hazırlanan AKson'a

baktı. "Olabilir, evlat. Olayı biraz daha eğlenceli bir hale getirelim
bari." Yerinden kalkıp terasın duvarına doğru yürüdü. "Örneğin,
Alison'ın doğumgünü diyebiliriz."

McAuliff in odasındaki telefon çaldı. Sıcak yüzünden kapılar


kapalıydı ama zilin sesi dışardan da duyuluyordu. Sam ile Lawrence
birbirlerinin düşüncesini okuyarak bakakaldılar. Gerçi
Alex bu sabah neredeye gideceğini açıkça söylememişti fakat
yine de gizlemiş sayılmazdı. Biraz dolaşacağını anlatıp resepsiyon
görevlisinden harita istemişti, yani görevliler odasında olmadığını
biliyordu.

Tucker hızlı adımlarla odaya girip telefonu açtı.


"Bay McAuliff?" Santralin Jamaika aksanlı nazik sesi Sam'in
sorusunu yanıtlamış oldu.

— 249 —

"Hayır, Bay McAuliff burada değil. Bir mesajınız var mı?"


"Lütfen, efendim, Kingston'dan arıyorlar. Bay Latham tel
fonda. Bir dakika bekler mistral?"
"Elbette. Bay Latham'a benim Sam Tucker olduğumu söyleyin.
Belki konuşmak ister."

Sam almacı çenesinin altına sıkıştırıp Nice sigarlarından bir


tane yaktı. Bakanlık bürokratlarından olan Latham, aynı zamanda
Barak Moore'un taraftarlanndandı. Şimdilik Barak'ın öldüğünü
söylememeye karar verdi Sam.

"Bay Tucker?"
"Evet, Bay Latham. Alex, Ocho Rios'a gitti."

•Eminim siz de bu konuyla ilgilenirsiniz. McAulifPin koşuculannı


birkaç gün önceden gönderebiliyoruz. Şu anda Duanvate'deler
ve öğleden sonra 11 numaralı yoldan Queenhythe'a
ulaşacaklar."
"Quenhythe buraya yakın bir yer, değil mi?*
"Sizin motelden ancak üç dört mil uzakta. Oraya vannca te
lefon edecekler."
"İsimleri nedir?"
"Marcus ve Justice Hedrik kardeşler. Maroon kabilesine

mensuplar ve Jamaika'nın en iyi koşucu rehberlerinden sayılır

lar. Cock Pıt bölgesini çok iyi bilirler ve güvenilir insanlardır."


"Bunu duyduğuma sevindim, Alex memnun olacaktır."
Latham durakladı. Henüz sözlerini bitirmemişti. "Bay Tuc
ker... Duyduğuma göre McAuliff çalışma programını değiştirmiş.
Ne olduğunu anladığımızdan pek emin değiliz..."

"Anlaşılmayacak bir şey yok, Bay Latham. Alex tam orta


noktadan başlayarak çalışmaya karar verdi. Hata olasılığı daha
düşük. Bir üçgeni yarım dairesel koordinatlarla böler gibisiniz.
Ben de onunla aynı fikirdeyim." Latham'ın şaşkınlıktan sesini çıkarmadığını
düşünerek sigarından bir nefes çekti. "Ayrıca her*
kesin yapacağı iş de artacaktır."

"Anlıyorum... Nedenlerin.,, nasıl söyleyeyim.,, profesyonel

tekniklerle uyumlu olduğunu söylüyorsunuz, değil mi?"

"Elbette, Bay Latham," diye yanıtlarken bürokratın telefonda

rahat konuşamadığını farketti Sam. "Bakanlık açısından endişelenmenize

gerek yok. Açıkçası böyle çalışarak Alexander sizin

giderlerinizi azaltacaktır. Daha çok bilgiyi, daha erken elde edeceksiniz."

Latham sözlerin önemini vurgulamak istercesine durakladı.

"Doğal olarak giderlerin azalmasını isteriz... ve Cock Pit bölgesine

daha erken girme konusunda sanınm herkes aynı fikirde,

değil mi?"

Bu sorunun, "Barak Moore da aynı fikirde mi?" anlamına

geldiğini tahmin etti Sam Tucker.

"Hepimiz aynı fikirdeyiz, Bay Latham. Biz profesyoneliz."


"Evet... peki, çok güzel. Son bir şey daha var, Bay Tucker."
"Evet, Bay Latham." v
"Bay McAuliffin harcamalardan kaçınmasını istemiyoruz.
Kendisine verilen kaynakların tümünden yararlanmalı. Giderleri
düşürmek için kısıntı yapmaya kalkışmamalı. Bu araştırma çok
önemlidir."
Tucker sözlerin anlamını kolayca tahmin etti. Alex'in İngiliz
İstihbaratı ile bağlantıyı sürdürmesi isteniyordu. Eğer onlan ihmal
ederse, kuşku yaratabilirdi.
"Bunu ona söyleyeceğim, Bay Latham. Ayrıca farkında ol*
duğunu da sanıyorum. Son iki haftadır çok basit sayılacak sahil
ölçümleri yapıldı. Fazla malzemeye ya da kaynağa bile gerek
olmadı."
"Bizim duygularımızı anladığı sürece, önemli değil," dedi
Latham aceleyle konuşmayı bitirmek istercesine. "İyi günler,
Bay Tuokej;."
"İyi günler, Bay Latham." Sam konuşma sona erince otelin
santralinden resepsiyonu bağlamasını istedi. "Ben Kraliyet Tarih
Derneği araştırma ekibinden Sam Tucker, 6 numaralı oda."
— 251 —

"Buyrun, Bay Tucker/*

"Bay McAuliff bu gece için bazı düzenlemeler yapmamı istedi.


Hem sabahleyin vakti olmadı, hem de Bayan Booth yanındaydı."
Bir an susup söylediklerinin iyice anlaşılmasını bekledi.

Bir an susup söylediklerinin iyice anlaşılmasını bekledi.

"Bugün Bayan Booth'un doğumgünü. Acaba bir pasta hazırlatabilir


misiniz? Yani çok fazla gösterişli bir şey olmasına gerek
yok."

"Elbette, çok seviniriz, efendim. Bu bizim için büyük bir


zevk olacaktır, Bay Tucker."
"Güzel. Çok naziksiniz. Masrafını Bay McAuliff'in hesabına
yazın."
"Pasta motelimizin armağanı olacak, efendim," diye sözünü
kesti görevli.
"Teşekkür ederim. Sanırım saat 20.30'da her zamanki ma

samızda olacağız."
"Biz her şeyi hallederiz, efendim."
"Yani, eğer Bay McAuliff o zamana kadar dönerse 20:30'da

yemeğe oturacağa," diye devam etti Sam ve görevlinin yanıt

vermesini bekledi.
"Ya? Bir sorun mu var, Bay Tucker."
"Bizim aptal çocuk Ocho Rios'un güneyine, Fern Gully ya
kınlarına gitti sanrım Galiba o çevrede yerel taşlardan biblolar
yapan ustalar varmış."
"Evet, Bay Tucker. Gully yakınında bazı ustalar var ama...
hükümetin belirli kısıtlamaları sözkonusu..."
"Aman Tanrım, o yalnızca Bayan Booth için küçük bir armağan
almak istiyordu," diye savunmaya geçti Sam.

Görevli gülerek yanıtladı. "Beni yanlış anlamayın, Bay Tucker.


Hükümetin işe karışması çoğu zaman haksızlıktır. Ben yalnızca
Bay McAuliff in aradığını bulması açısından başarılı olacağını
umuyorum demek istemiştim. Keşke benden yol haritası is

— 252 —

terken, nereye gideceğini söyleseydi, ona daha fazla yardımcı


olabilirdim.11
"Herhalde bunu açıklamaktan utandı," dedi Sam sır verircesine.
"Sakın bir şey söylemeyin, yoksa bana çok kızar."
"Elbette, efendim."
"Pasta için tekrar teşekkür ederim. Çok naziksin, evlat."
"Rica ederim, efendim."
Resepsiyon görevlisi aceleyle konuşmayı sona erdirdi.
Sam almacı yerine bırakıp terasa çıktı. Lawrence denizi izlemeyi
bırakıp iri gövdesini saklamak için taş duvarın önüne çömeldi.
"Bayan Booth ile Jimbo-mon sudan çıktılar. Koltuklarında oturuyorlar."
"Latham aradı. Koşucular öğleden sonra gelecekmiş. Ben
de resepsiyonla görüştüm. Bakalım verdiğimiz haber yerine ulaşacak
mı?" Tucker koltuğa oturup dürbünü ve gazetesini eline
aldı ve yüzme havuzunun kenarına dikti gözlerini.
On saniye sonra arka kapıdan ceketli, kravatlı bir adam çıktı.
Resepsiyon görevlisi havuz başında güneşlenen müşterileri
selamlayıp birkaç tanesiyle konuştuktan sonra kumsala inen
merdivenlere yöneldi ve gözleriyle çevresini araştırdı. Sonra beyaz
kumlara inip sağ taraftaki balıkçı kayıklarına yöneldi. Buruşuk
beyzbol kepli polis memuru ile cocoruru satıcısına yaklaşmasını
izledi Tucker. Satıcı, adamın geldiğini görünce elarabasını
kapıp uzaklaşmaya başladı. Polis olduğu yerde kalarak onu
bekledi.
Dürbündeki görüntüler Sam'e istediği bilgiyi vermişti. Boşa
harcadığı zamana ve çabaya acıyordu polis memuru. Öylesine
sıcak bir günde gereksiz yere yorulmuştu. Görevli motele geri
dönerken, memur da suyun kenarından batıya doğru ilerlemeye
başlamıştı. Denizin getirdiği çöpleri araştıran adam görüntüsü
kaybolmuş, hızlı hızlı yürüyordu artık.
— 253 —
Başarılı bir sivil polis olamaz, diye geçirdi içinden Sam Tucker.
Sahile inen yolda çıkardığı ayakkabılarını almak için acele
ederken, turistlerin bıraktığı artıklara hiç dönüp bakmamıştı.

Başarılı bir sivil polis olamaz, diye geçirdi içinden Sam Tucker.
Sahile inen yolda çıkardığı ayakkabılarını almak için acele
ederken, turistlerin bıraktığı artıklara hiç dönüp bakmamıştı.

Parçalar lavabonun içine dökülürken içkideki muşambaya


sarılı paket göründü. Elleri hafifçe titreyerek paketi çıkardı Whitehall.
Masanın boş bir köşesine yerleştirip naylon bağlarını
çözdü. Kenarındaki fermuan açtı ve iki sayfa kâğıdı dışarı çıkardı.
Lambaya yaklaşırken Alex onu izliyordu. Whitehall'un gözlerinde
garip bir ışık vardı. Kendini Kurtarıcı sayan bir adamın heyecanı.

Bir fanatiğin zaferi, d'ıye geçirdi içinden Alex.

Whitehall ağzını açmadan birinci sayfayı okuyup ona uzattı.

'Halidon9 sözcüğü, zaman içinde bozulduğundan kaynağını


saptamamak çok güç olmuştu. Bu sözcük Afrika kökenli Ashan

saptamamak çok güç olmuştu. Bu sözcük Afrika kökenli Ashan

ği hiyeroglifler Alex için bir anlam taşımıyordu. Kelimenin kökü

olan 'leedaw' yine çizgisel olarak gösterilmişti. Elde taşınabile

cek biçimde içi oyulmuş bir tahta parçasını anlatıyordu. Orman

ların, tepelerin ardına ses iletmek içki kullanılan ilkel bir aletti le

edaw. Ses tonu üfleyen kişinin soluğuna ve üzerindeki çentikle

rin neresine parmağını yerleştirdiğine bağlı olarak değişiyordu.

Nefesli sazların temel ilkesi.

Tarihsel paralellik Walter Piersall'ın gözünden kaçmamıştı.


Yerleşik biçimde yaşayan Maroon kabileleri savaşçılarıyla ha

Yerleşik biçimde yaşayan Maroon kabileleri savaşçılarıyla ha

abeng' adıyla bilinen boynuzdan yapılma bir cins düdöR kullanırlardı.


Acquaba kabilesinin soyundan gelenler ise göçer olduklarından
hayvansal ürünleri kolay elde edemedikleri için Afrika
geleneklerine geri dönmüşler ve çevrelerinde en kolay bulunan
madde olan ağacı kullanmışlardı.
Kelime kökünü ilkel müzik aracı olarak saptadıktan sonra,
Piersairın yapması gereken sesleri tanımlamak olmuştu. Ashanti-
Coromantee kabileleri üzerinde yapılan çalışmaları tarayıp ilk
olarak son heceyi keşfetmişti. Derin bir nehir akıntısını simgeleyen
hiyeroglif, suyun içindeki insan ya da hayvanın tehlikede olduğunu
gösteriyordu. Seslendirilmesi bas tonunda bir haykırıştı
ve fonetik olarak nwa olarak gösterilebilirdi.
İlkel bulmacanın parçalan neredeyse tamamlanmıştı.
Başlangıç hecesi olan hayee, Coromantee dilinde kabile
tannlannın meclisini tanımlıyordu.
Hayee -leedaw -nwa.
Ormanda tehlikeyi haber veren düdüğün alçak sesi, tanrıların
toplanması için bir yakarıştı.
Acquaba'nm şifresi. Bu gizli anahtar bir yabancının ilkel kavime
girmesini sağlayabilirdi.
Hem ilkeldi, hem de değildi.
Halidon... Haykıran sazın sesini, rüzgârlar tanrılara taşıyordu.*

f . % -• |fj
Dr. Piersairın adanın iyiliği için bıraktığı son armağandı bu.
Jamaika'nın İyiliğini sağlamak için belirli bir güce ulaşmak ve
işin için katmak gerekiyordu. Bu 'gücü' sorumluluğunu kabul
etmesi için ikna etmek şarttı. Artık yalnızca geriye Cock Pit dağlarında
birbiriyle bağlantısız yaşayan kabilelerden hangisinin
Halidon olduğunu bulmak kalıyordu. Acquaba şifresine acaba
hangisi yanıt verecekti?
Belgenin sonunda Piersall'ın akademik kuşkuculuğu yine
ortaya çıkmıştı. Halidon'un varlığından kuşku duymuyordu. Yaf—
255 —
nızca söylentilerini duyduğu serveti ve yaşadrğı topraklara bağlılığı
gerçek miydi? Yoksa bunlar güncel gerçekler yerine yalnızca
bir efsane miydi? Ya da bu efsane gitgide azalan servete
ters orantılı olarak mı ortaya yayılmıştı?

Bunlann yanıtı ancak Cock Pifde bulunabilirdi.

McAuliff ikinci sayfayı da bitirip Charles Whitehall^ baktı.


Siyah faşist yerinden kalkmış Drax Hall tarlalarına açılan pencereden
dışarıya bakıyordu. Arkasını dönmeden, sanki Alex'in konuşmasını
beklediğini hissetmiş gibi söze başladı.
"Artık ne yapılması gerektiğini biliyoruz. Ama attığımız her
adımdan emin olmalıyız. Yanlış bir hareket yaparsak, Halidon'un
çığlığı rüzgârlara karışıp yok olacaktır."

"Artık ne yapılması gerektiğini biliyoruz. Ama attığımız her


adımdan emin olmalıyız. Yanlış bir hareket yaparsak, Halidon'un
çığlığı rüzgârlara karışıp yok olacaktır."

vaalanına yaklaştı ve şiddetli rüzgârla savrulan yağmura karşı

koymak için motorunu güçlendirip iniş pistine kondu. Ağır ağır

küçük terminal binasına yanaştı.

İki Jamaikalı hamal ellerinde şemsiyelerle uçağa doğru ko

şup merdiveni kapının altına yerleştirdiler. Biri eliyle uçağın göv

desine vurunca kapı ardına dek açıldı, i riyan bir beyaz şemsiye
önerisini geri çevirip üst basamaktan yere atladı ve yağmurun

önerisini geri çevirip üst basamaktan yere atladı ve yağmurun

Sağ eli ceketinin cebinden hiç çıkmadı.

Uçağın kapısına dönüp başını sallayınca başka bir beyaz

hızla merdivenden inerek terminal binasına koştu. Onun sağ eli

de cebindeydi. İçeri girip çevresine bakindı ve çıkış kapısından

otoparka doğru yürüdü.

tmış saniye sonra bir deponun kapısını açtı ve Mercedes


660 limuzin lastikleri çamurda kayarak Caravel'e doğru ilerledi.
İki Jamaikalı hâlâ ellerinde şemsiyelerle merdivenin başında
bekliyordu.
Mercedes, uçağın yanında durunca çevresi siyah korumalarla
sanlan Julian Warfield aşağıya indi. İkinci beyaz adam
Mercedes'in kapısını açarken uçaktan ilk inen beyaz, arabanın
önünde durmuş, terminalden çıkan birkaç yolcuyu gözleriyle tarıyordu.
Warfield arka koltuğa yerleşince Jamaikalı sürücü arabadan
inip yerini ikinci beyaza bıraktı. Koma bir kez çalınınca arabanın
önündeki beyaz son sürat koşup sürücünün yanına oturdu.
Güçlü motorunun homurtusu arasında Mercedes, Caravel'in
kuyruğuna doğru geri itti ve öne atılıp kapıdan çıktı.
Arka koltuktaki Julian Warfield'in yanında Peter Jensen ile
karısı Ruth oturuyordu.
"Doğruca Peale Courfa gideceğiz, pek uzak sayılmaz," dedi
gözleri capcanlı parlayan, ufak tefek, sıska parababası. "Ne
kadar zamanınız var? Dikkat çekmeyin."
"Dunn's şelalesine gitmek üzere bir araba kiraladık," diye
yanıtladı Peter. "Dışarda, parkta, bırakıp Mercedes'e bindik. En
azından birkaç saatimiz var."
"Şelaleye gideceğinizi açıkça söylediniz mi?"
"Hatta McAuliffi bile davet ettik."
Warfield gülümsedi. "İyi iş becermişsin, Peter."
Araba Oracabessa yolunda birkaç mili hızla aldı ve iki beyaz
taş sütunun arasındaki kapıdan çakıllı yola girdi. Sütunların
üzerindeki pirinç levhalarda PEALE COURT adı okunuyordu.
Yolun sonundaki otoparkın ardında, sahile bakan dik bir tepenin
üzerinde tek katlı beyaz bir bina bulunuyordu. Görkemli ya

— 257 — F:17
pırtın pahalı ahşaptan kapısı ve sayısız penceresi dikkat çekiyordu.

Beyaz üniformalı yaşlıca bir siyah kadın onlan karşıladı ve


Julian, Golden Head koyuna bakan verandaya doğru yürüdü.
Üçü de koltuklara yerleşince Julian kadından içecek bir şeyler
getirmesini istedi. Hafif bir romlu punch fena olmazdı.

Yağmur diner gibiydi; gökteki gri bulutların arasından sarı


ve turuncu ışıklar görülmeye başlamıştı. "Peale Court'u çok severin,"
dedi Warfield. "Huzur dolu bir yerdir."

"Manzarası soluk kesiyor," diye ekledi Ruth. "Sahibi siz misiniz,


Julian?"
"Hayır, hayatım ama satın almanın zor olacağını sanmıyo

rum. İstersen biraz dolaş. Belki Peter'la ikinizi ilgilendirir."


Ruth gülümseyerek yerinden kalktı. "Biraz dolaşayım."
Verandadan açık kahverengi mermer zeminli salona geçer

ken Peter bir süre karisinin ardından baktı ve sonra Julian'a

döndü. "Konu bu kadar ciddi mi?"


"Ruth'un üzülmesini istemedim."
"Sorumu yanıtlamış oldunuz."
"Belki de. Bazı sıkıcı haberler geldi kulağımıza. MI 5 ve bu

radaki kardeşi MI 6 ile ilgili."


Peter iğne batınlmış gibi fırladı yerinden. "Bu noktanın halledildiğini
sanıyordum. Tümüyle halledilmişti. Pasifleştirilmişti."

"Adada bizim için yeterli olacak kadar pasifleştirildiği doğru


ama Londra farklı." Julian bir an susup kırışık ince dudaklarını
büzerek derin bir soluk aldı. "Tabii ki araya girmek için hemen
adım atacağız, ama belki de şimdiden fazlasıyla ileriye gitmiş
olabilirler. Ne de olsa, eninde sonunda dışişleri bakanlığı aracılığıyla
bu örgütü kontrol altına alabiliriz. Ancak beni şu andaki faaliyetleri
tedirgin ediyor."

Peter Jensen yeranda korkuluğunun üzerinden denize baktı.


Yağmur tümüyle durmuş, güneş parlamaya başlamıştı.

— 258 —

"Öyleyse iki tane düşmanımız var. Şu Halidon denen bilinmeyen


güç ve İngiliz İstihbaratı."
"Doğru. En önemli konu da, ikisini tümüyle birbirinden ayrı
tutmak. Anlıyor musun?"
Jensen bakışlarını yaşlı adama çevirdi. "Elbette. Tabii eğer
şimdiden güç birliğine girişmedilerse."

"Girişmediler."
"Bundan emin misiniz. Julian?"

"Evet. Halidon'un adını ilk olarak MI S uzmanlarından öğrenmiştik.


Dunstone'un maaş bordrosunda çok çeşitti kesimden
insanlar vardır. Eğer aralarında bir temas kurulsaydı, bunu
duyardık."

Jensen yine bakışlarını denize çevirdi. "Niçin? Niçin? Bu


adama iki milyon dolar teklif edildi... Dosyasında bunu belirtecek
bir tek ipucu yok. McAuliff hükümetin İşe karışmasına hep
kuşkuyla bakıyor... bu konuda çok duyarlı. Size onu önermemin
nedenlerinden biri de buydu."

"Evet," dedi Warfield kaygısızca. "McAuliff senin fikrindi, Peter...


Beni yanlış anlama, seni sorumlu tutmuyorum... yaptığın
seçimi ben de onayladım. Dün akşam ve bu sabah olanları anlatsana."

Jensen gördüklerini ayrıntılarıyla anlatırken denizin ortasına


açılan balıkçı teknesini ve motel odasından tıbbi gereçlerin çıkarılışını
da eklemeyi unutmadı. "Eğer bu bir MI 6 operasyonu ise,
son derece beceriksizce yapılmıştı. İstihbaratın motellere ya da
balıkçı teknelerine gelene dek bir sürü farklı yöntemleri ve kullanımına
sunulmuş yerleri vardır. Neler olup bittiğini bir öğrenebil8eydik."
"Öğrendik. Daha doğrusu öğrendiğimizi sanıyoruz. Dün gece
Piersall adında beyaz bir antropologun sahilden on, on iki
mil içerdeki evine girenler olmuş. Bildiğimiz kadarıyla iki adam

ölmüş. Yaralılar da olabilir tabii. Görevliler bunun soygun olduğunu


söylüyorlar, ama aslında değildi."

"Bu ismi biliyorum."

"Bilmen gerekir. Toprak müdürlüğüne şu saçma alım dilekçesini


veren üniversiteli radikal."

"Ah, tabii! Neredeyse Cock Pit'in yarısını almak istiyordu.


Ancak aylar önceydi bu. Deliydi o adam." Jensen piposunu yakarken
avucunda sımsıkı kavramıştı. "Yani işe kansan üçüncü
bir taraf daha var."

"Ya da ilk ikisinden biri, Peter."

"Nasıl olur? Ne demek istiyorsunuz?"

"MI 6 olamayacağını söyledin sen. Ama Halidon olabilir."


Jensen yaşlı adama bakakaldı. "Eğer öyleyse McAuliff iki

Jensen yaşlı adama bakakaldı. "Eğer öyleyse McAuliff iki

mediği için istihbarat onlarla temas kuramadı."

"Genç adamın karakteri çok karmaşık." Yaşlı adam elindeki

bardağı koltuğunun yanındaki sehpaya bıraktı. Dönüp veranda

kapısından içeri doğru baktı. Jamaikalı hizmetçiyle konuşan

Ruth Jensen'in sesi geliyordu. Warfield tekrar Peter'a döndü ve

beyaz hasır masanın üzerindeki kahverengi deri çantayı işaret

etti. "Bu, senin için, Peter. Lütfen git getir."

Jensen yerinden kalkıp masaya yaklaştı ve genellikle işa

damlarının kullandıklarından biraz daha küçük ve derin olan

çantaya baktı. Şifreli kilitlerle güvence altına alınmıştı. "Şifre ne


dir?" % W

dir?" % W

diğin gibi değiştirebilirsin." Peter eğilip minik rakamları oynat

maya başladı. Bu arada Warfield sözlerini sürdürdü. "Yarın ada

nın iç kesimine doğru yola çıkacaksınız. Her şeyi öğrenmeye

çalış. Onu kimlerin görmeye geldiğini öğrenmeyi de ihmal et

me. Birilerinin geleceğinden kesinlikle eminim. Biriyle gerçekten

temas kurduğunu anladığın zaman Ruth'u hastalık bahanesiyle

— 260 —
uzaklaştırıp bilgilerini bize aktar... Ve sonra Peter, onu öldürmek
zorundasın. McAuliff kilit adam. Onun ölümü iki tarafı da paniğe
uğratacaktır bez de bu arada öğrenmemiz gereken her şeyi öğreneceğiz."
Jensen deri çantayı açtı. Yeşil kumaşın teerinde yepyeni
bir Luger tabanca duruyordu. Tetiğin altındaki seri numarasının
kazındığı yerdeki matlık dışında pırıl pınl parlıyordu. Silahın yanında
bir ucu yivli on iki santimlik silindir vardı.
Sessizlik.
"Benden hiç böyle bir şey istememiştiniz Julian... Asla...
Bunu istememelisiniz." Jensen dönüp Warfield'e baktı.

•İstemiyorum, Peter, emrediyorum. Dunstone Şirketi sana


her şeyi verdi Şimdi de daha öncekilere hiç benzemeyen bir biçimde
sana ihtiyaç duyuyor. Bunu yapmak zorundasın."
— 261 —
Martha Brae nehrinin kollarından birinin kenarında kamp
kurup. Weston Favel'in iki buçuk mü güneyinde, Cock Pit bölgesin
inse, batı sınırının tam orta noktasında çalışmaya başladılar.
Marcus ve Justice Hedrik adlı koşucuların dışında herkes,
geçilmesi olanaksız gibi görünen orman duvarı karşısında şaşkınlığa
uğramıştı.

Tropik iklime özgü bitkilerin yanısıra daha kuzey enlemlerde


görülen ağaçlar da bu ormanda göze çarpıyordu. Palmiyelerin
yanında tepeleri göğe doğru yükselen kavaklar, okaliptuslar
dikkat çekiyordu. Toprağı bir örtü gibi saran ıslak yeşillikler bataklığı
andıran çamurları gizliyordu. Beklenmedik yerlerde karşılarına
çıkan tepeler, dünyanın oluşumundaki hareketleri anımsatıyordu.
Yarasa ve papağanlann çığlıkları, orman fareleriyle
gelinciklerin seslerine karışıyordu. Ara sıra kaçan ya da kovalayan
bir yaban domuzunun haykırışı geliyordu kulaklarına.

andıran çamurları gizliyordu. Beklenmedik yerlerde karşılarına


çıkan tepeler, dünyanın oluşumundaki hareketleri anımsatıyordu.
Yarasa ve papağanlann çığlıkları, orman fareleriyle
gelinciklerin seslerine karışıyordu. Ara sıra kaçan ya da kovalayan
bir yaban domuzunun haykırışı geliyordu kulaklarına.

— 265 —

McAuliff, İngiliz İstihbaratının kuzey sahilindeki beş adamıyla


da bağlantı kurunca R.C. Hammond'ın insanları parmağında
oynattığına bir kez daha inandı. Adamlar günlerdir sıkıcı çalışmalarla
uğraştığı konusunda rapor verdiğine sevindiklerini belirtip,
her an onun emrinde olduklarını söylemekle yetinmişlerdi.
Port Maria'daki adam Bengal Court'a kadar gelip onunla tanışmak
istemişti. Kendini yalnızca 'Garvey' olarak tanıtan tıknaz
zenci, içki satıcısı olarak tanındığı motelin küçük barında gecenin
geç saatinde buluşmak için ısrar etmişti.
Güvenliğini sağlamak için işbirliği önermek yerine, Londra'ya
aktaracağı rapor için kendisini sorguya çektiğini McAuliff'in
anlaması uzun sürmedi. Deneyimli bir muhbir olduğu her
halinden belliydi. Bolca süründüğü defne ispirtosu ne yaptığı
işin, ne de bedeninin kötü kokularını yok etmeye yeterli olmuştu.
Garvey'in fırsatları kolladığı ve sonuçlan kendi çıkarına kullandığı
gelinciği andıran gözlerinden belliydi.

Güvenliğini sağlamak için işbirliği önermek yerine, Londra'ya


aktaracağı rapor için kendisini sorguya çektiğini McAuliff'in
anlaması uzun sürmedi. Deneyimli bir muhbir olduğu her
halinden belliydi. Bolca süründüğü defne ispirtosu ne yaptığı
işin, ne de bedeninin kötü kokularını yok etmeye yeterli olmuştu.
Garvey'in fırsatları kolladığı ve sonuçlan kendi çıkarına kullandığı
gelinciği andıran gözlerinden belliydi.

Tüm sorgusu tek bir sonuca yönelikti: Halidon'a ulaşma konu

sunda bir ilerleme var mı? Herhangi bir ipucu bulundu mu?

Kendisini uzaktan izleyenler... bir işaret... bir ipucu... ne ka

dar uzak ya da belirsiz olursa olsun?

Hiçbir şey yok mu?

"Kesinlikle yok," yanrfinı Garvey kolayca kabullenemiyordu.

Kingston'da yeşil Chevrolet ile onu izleyenlere ne olmuştu? Tal


lon, adamların antropolog Walter Piersall ile ilişkileri olduğunu

lon, adamların antropolog Walter Piersall ile ilişkileri olduğunu

kes biliyordu. Üstelik McAuliffe telefon etmişti. Courtleigh Ma

nor Otelinin santralı MI 6 ile işbirliği içindeydi. Ne istiyordu Pier

sall? f | £*• -^r-M

Piersall kendisine ulaşmayı başaramadığı için bunu bilme

diğini iddia etti Alex. Beyaz ya da siyah bir tahrikçi herhalde hiç

tahmin edilmeyecek bir şeyler söyleyecekti. Üstelik bu adam bir

— 266 —
kazada ölmüştü. Tallon ve diğerleri adamın ismini bilmeden
Dunstone'a yaklaştığını söylemişlerdi. Eğer doğruysa Alex ile
temas kurmak istemesi doğaldı. Ama bunların hepsi varsayımdı,
gerçekliğini onaylamanın bir yolu yoktu.
Şu çok geç gelen Samuel Tucker'a ne olmuştu? Nerelerdeydi?
Montego Bay'de kafayı çekip fahişelerle gönül eğlendirmişti.
Sam konusunda herkesi tedirgin ettiği İçin çok üzgündü Alex.
Onu daha iyi tanıması gerekirdi oysa. Sam Tucker aklına estiği
gibi davranırdı ama bu meslekteki en iyi toprak araştırmacısıydı.
Şaşkınlık ve umutsuzluktan terlemişti Garvey. McAulîff'in
kendini herkesten uzak tutmaması gerekirdi aslında. Alex araştırma
çalışmalarının çok fazla zaman istediğini, adamın anlayacağı
bir dille açıkladı. Malzeme sağlamak, bir sürü insanı işe almak,
hükümetle ilgili bürokratik işlerin üstesinden gelmek...
Alex'in nelerle uğraştığım biliyor muydu Garvey?
Görüşme saat bir buçuğa kadar sürdü. MI 6'nın adamı gitmeden
önce kirli çantasını açtı ve bir kalem kutusu büyüklüğündeki
madeni nesneyi Alex'e uzattı. Belirli bir frekansa ayarlanmış
küçük vericinin üst tarafında üç minik ışık vardı. Beyaz olanı
sinyal göndermek için yeterli gücün bulunup bulunmadığını
gösteriyordu. Kırmızı ışık ise kullanan kişiye, verdiği sinyalin
gönderilmekte olduğunu belirtiyordu. Üçüncüsü olan yeşil ışık
ise yirmi beş mil yarıçapında bir mesafede bulunan bir alıcı tarafından
sinyalin alındığını onaylıyordu. İki basit şifre vardı: Biri
olağan koşullar, diğeri ise tehlike altında kalınca kullanılacaktı.
Birinci şifreyi günde iki kez on iki saatte bir yollamaiıydı Alex.
Garvey'in anlattığına göre, alıcı aygıtın radarskopu ile sinyalin
gönderildiği yeri bin metre çapında bir daire içinde saptamak
olasıydı. Hiçbir şey şansa bırakılmayacaktı. İnanılmaz.
İngiliz İstihbaratının adamının yirmi beş milden daha uzakta
olmayacağı varsayımı inanılmaz gibiydi. Hammond'ın "garanti
— 267 —

ettiği" güvenlik unsuruysa daha da saçmaydı. Tropik ormanda


bu mesafeyi aşıp, tam yerini bularak tehlikeden kurtarmak fikri

ne kimse İnanmazdı.

"Hepsi bu mu?" diye sordu Alex. "Şu metal kutu mu güvenliğimizi


sağlayacak?"
"Başka önlemler de var," diye yanıtladı Garvey. "Söyledim
sana, hiçbir şey şansa bırakılmadı..."

"Bunun anlamı ne?"

"Sizlerin güvenlikte olduğunuz anlamına geliyor. Daha faz

lasını söylemeye yetkim yok. Doğrusunu istersen, daha fazlası


nı bilmiyorum. Tıpkı senin gibi ben de emir kuluyum... söyle

nenleri yapar, söylememi istediklerini aktarırım. Yeterince ko

nuştum. Port Maria'ya kadar uzun bir yolum var."

Garvey adındaki adam masadan kalkıp eski püskü çantası

nı eline aldı ve kapıya yöneldi. Dışarı çıkmadan önce bara yak

laşıp motel yöneticisinden içki siparişi almayı ihmal etmedi.

Nehrin kıyısındaki kuru çamurların üzerinde oturan Alex,


çadırdan çıkıp yaklaşan Peter ile Ruth'un sesini duyunca daldığı

•düşüncelerinden sıyrıldı. Cock Pit'in engebeleri üzerinde öylesine


rahat hareket ediyorlardı ki, görenler Regent's Park'ta gezintiye
çıktıklarını sanabilirdi.
"Oldukça görkemli bir yer," dedi Peter hiç elinden düşürme
diği piposunu ağzından çıkararak.

diği piposunu ağzından çıkararak.

sordu Ruth kocasının koluna girerek. Öğle saatinde ana cadde

de dolaşan ttr çift gibiydiler. "Biri duygu yüklü, diğeriyse somut

ve karmaşık."

"Sözcükleri olduğundan daha çelişkili göstermeye çalışıyorsun,


hayatım," dedi Peter.
"Asla ıslah olmayacak pornografik bir beyni var Alex, ona
aldırış etme. Ama yine de haklı. Görkemli bir yer. Alison nerde?"

— 268 —

"Ferguson ve Sam'le beraber su analizi yapıyorlar."


"Jimbo-mon butun filmlerini bitirecek galiba," diyen Peter,
karısının yere oturmasına yardım etti. "Montego'dan getirdiği
yeni fotoğraf makinasından hiç aynlmryor."
"Çok pahalıya benziyor," dedi Ruth kalın pantolonunu düzeltmeye
çalışarak. Sürekli etek giymeye alışkın bir hal» vardı.
Ya da sinirli bir kadın hali. "Sürekli parasızlıktan şikâyet eden bir
genç için büyük masraf."
"Satın almamış. Geçen yıl Port Antonio'da tanıdığı bir dostundan
ödünç almış," diye açıkladı Alex.
"Doğru, unutmuşum," dedi Peter piposunu yakarken. "Hepiniz
geçen yıl buradaydınız, değil mi?"
"Hepimiz değil. Yalnız Sam'le ben Kaiser Şirketi için çalışmıştık.
Ferguson ise Craft Vakfındaymış."
"Ama Charles, Jamaikalı," diye söze karıştı Ruth. "Herhalde
sık sık gidip geliyordu. Uçakla yolculuk yapacak kadar zengin
olduğunu sanıyorum."
-M "Yersiz bir söz bu hayatım."
"Amann Peter, Alex ne demek istediğimi anlar."
McAuliff güldü. "Para konusunda endişelendiğini sanmıyorum.
Çalışma giysilerinin faturalarını henüz vermedi bana. Sanının
Harrod's mağazasının safari reyonunun en pahalılarını seçmiştir."
"Belki de utanıyor," dedi Peter gülümseyerek. "Beyazperdeden
fırlamışa benziyor. Yapmacık da olsa, etkileyici bir siyah avcı
imgesi yaratmış."
"Fazla ileri gidiyorsun, hayatım. Charles gerçekten inşam
etkiliyor," diyerek Alex'e baktı Ruth. "Benim yaşlı Lochinvar'ım
da kıskançlıktan çatlıyor."
"Kamera çok yeni gibi görünüyor... İnsan böyle bir şeyi arkadaşına
kolayca ödünç vermez," dedi Peter konuyu değiştirerek.
— 269 —
"Arkadaşın kim olduğuna bağlı," diye yanıtlarken, Peteğin
sözlerindeki gizli anlamı algıladı Alex. "Ferguson sevilen bil
genç."
"Öyle," diye atıldı Ruth. "Beceriksiz gibi görünüyorsa da
aletlerini eline aldı mı, uzmanlığı ortaya çıkıyor."
"Benim açımdan da en önemlisi bu," dedi Alex. "Kameralara,
şık giysilere, kokulu tütünlere karşın hepiniz mesleğinizde
başaniısıraz."
"Beni köşeye sıkıştırdın," dedi Peter ve piposunu ağzından
çıkardı. "Kötü bir alışkanlık."
"Etence değil. Kokusu hoşuma gidiyor. İçmek isterdim ama
dilim yanıyor."
"Bazı önlemler alabilirsin. Neyse sıkıcı bir konu bu... İçinde
bulunduğumuz orman daha ilginç. Çalışma gruplarını oluşturdun
mu?"
"Pek sayılmaz. Ayrıca önemli de değil. Siz kimi istersiniz?"
"Ben bu kardeşlerden birini isterim," diye atıldı Ruth. "Bulunduktan
yeri çok iyi tanıyorlar. Bir dakikada kaybolurum ben!
Ama bencillik yapmamalıyım, benim işim çok Önemli değil."
'Yine de senin kaybolmanı istemeyiz, değil mi, Peter?" dedi
Alex.
"İyi davrandığı sürece."
"Hangisini istersin, Marcus mu, yoksa Justice mi?"
"İsimleri ne kadar hoş!" diye bağırdı Ruth. "Justice9! seçiyorum,"
diyerek kocasına baktı. "Her zaman adaleti yeğlerim."

diyerek kocasına baktı. "Her zaman adaleti yeğlerim."

"Pekâlâ," dedi Alex. "O zaman Marcus benimle gelir. Alison

da Lawrence'i istedi. Sence bir sakıncası var mı, Peter?"

"Kesinlikle hayır. Öteki arkadaşı... adı neydi? Ha Floyd.

Tüydüğü için üzüldüm. Başına bir şey gelip gelmediğini öğrenebildin

mi?"

— 270 —

"Hayır, ortalıktan kayboldu. Güvenilmez bîr adammıŞ;lflwrence


hırsızlığa filan karıştığını da söylüyor."
"Çok yazık.... Oldukça zeki birine benziyordu."
"Buna kendini beğenmişlik derler, sevgilim. Küstahlıktan
daha kötüdür." Ruth avucundaki çakıltaşını dereye fırlattı.
"Öyleyse yemek ve uyku zamanı beni kampa geri getirmeye
söz verecek birini yanıma verin yeter."
"Tamam, birini seçerim. Dört saatlik çalışmalar yapacağız
ve telsizle haberleşeceğiz. Şimdilik hiç kimsenin kamp yerinden
bir milden fazla uzaklaşmasını İstemiyorum."
"Uzaklaşmak m?" Ruth'un sesi bir oktav kadar tizleşmişti.
"Sevgili Alex, şu otların içinde beş metreden fazla gideceğimi
sanıyorsan, aklanıyorsun."
"Saçma," diye atıldı kocası. "Kayalarla uğraşmaya başlayınca,
zaman ve mesafe kavramlarını unutursun. Bu arada Alex,
sanırım bir sürü konuğumuz gelip gidecek. Yani sterin nasıl yürüdüğünü
görmek için."
"Niçin?" Her ikisinin de belki de bilinçsizce sinyaller vermekte
olduğunu anlamıştı McAuliff. Peter karısına oranla kendine
daha fazla güveniyor gibiydi ama tümüyle emin olamıyordu.
"On günde bir çalışma raporu veririz. Bence yeterli olur."
"Yine de dünyanın unutulmuş bir köşesinde değiliz. Sanırım
işe para yatıranlar, verdiklerinin karşılığını alıp almadıklarını
kontrol etmek isteyeceklerdir." Peter Jensen hata yapmıştı.
McAuliff derhal irkildi. "Hangi para yatıranlardan söz ediyorsun?"
Dereye bir taş daha atmak üzere kolunu kaldıran Ruth donup
kaldı. Bir saniyelik davranışı kimsenin gözünden kaçmadı
ve Peter konuyu önemsiz gibi göstermeye çabaladı.
"Yani belki Kraliyet Tarih Derneğinin önde gelenleri ya da
bakanlıktan birkaç işgüzar. Gerçi dernektekileri tanırım, fakat

"Niçin?" Her ikisinin de belki de bilinçsizce sinyaller vermekte


olduğunu anlamıştı McAuliff. Peter karısına oranla kendine
daha fazla güveniyor gibiydi ama tümüyle emin olamıyordu.
"On günde bir çalışma raporu veririz. Bence yeterli olur."
"Yine de dünyanın unutulmuş bir köşesinde değiliz. Sanırım
işe para yatıranlar, verdiklerinin karşılığını alıp almadıklarını
kontrol etmek isteyeceklerdir." Peter Jensen hata yapmıştı.
McAuliff derhal irkildi. "Hangi para yatıranlardan söz ediyorsun?"
Dereye bir taş daha atmak üzere kolunu kaldıran Ruth donup
kaldı. Bir saniyelik davranışı kimsenin gözünden kaçmadı
ve Peter konuyu önemsiz gibi göstermeye çabaladı.
"Yani belki Kraliyet Tarih Derneğinin önde gelenleri ya da
bakanlıktan birkaç işgüzar. Gerçi dernektekileri tanırım, fakat

"Belki de ileriyi görüyorsun," dedi Alex sakin bir sesle. "Çalışma


alanını denetlemeye gelenlere sık rastlanır, fakat kolayca
gelip gelemeyeceklerini düşünüyordum. Bezim buraya varmamız
neredeyse bir gün sürdü. Yanımızda malzeme kamyonu olmasına
rağmen yine de yol epey uzundu."

"Pek değil aslında." Peter Jensen piposunu çizmelerine


vurdu. "Nehrin çevresini haritalarda inceledim. Otlaklar sandığımızdan
daha yakın. Birkaç mil bile değil. Ufak uçaklar ya da helikopterler
rahatça oraya inebilir."

daha yakın. Birkaç mil bile değil. Ufak uçaklar ya da helikopterler


rahatça oraya inebilir."

Peteğin yüz ifadesini görebilmek için McAuliff öne eğildi, ancak

adamın başı öte yana çevrilmişti. "Yani, eğer malzemeye filan

gereksinimimiz olursa, bu yöntemle çok çabuk elde edebiliriz.

Teşekkürler, Peter."

"Hayır, ona teşekkür etme," diyerek kıkırdadı Ruth. Kocası

na bakan gözlerindeki ifadeyi görmek isterdi Alex. "Peter yalnız

ca bir bardan pek uzak olmadığına kendini inandırmaya çalışı

yor."

"Saçma, yalnızca havadan sudan söz ediyordum..."


"Sanırım bizden sıkıldı," diyerek güldü Alex. "Belki de yeni

"Sanırım bizden sıkıldı," diyerek güldü Alex. "Belki de yeni

"Yeni vücutlar sözkonusu olmadığı sürece, bence sakıncası

yok," deyip güldü Ruth.

Gülüşlerin zorlama olduğunu biliyordu McAuliff. Hatalar'ya

pılmıştı ve Jensen'ler korkuyordu.

Peter yeni bir yüz arıyordu... Alex'in beklediğini tahmin etti

ği birinin yüzü... Jensen'lerin göründüklerinden farklı olma ola

sılıktan var mıydı?

Kuzeydeki çalılıkların arasından bir ıslık sesi geldi ve Char

les Whitehall tertemiz ütülü safari giysisiyle ortaya çıktı. Kara su


atından düşünceleri okunamayan Marcus birkaç adım arkasınan
buruşuk giysileriyle onu izliyordu.
Alex ayağa kalkıp Jensen'lere döndü. "Charley geliyor.
Nehrin batı yakasında birkaç kilometre ötede bir dağ kabilesi
var. Charley bir iki adam bulmaya çalışacaktı."
Ruth ile Peter bu fırsatı kaçınmadı. "Bizim malzemelerimize
bir göz atmamız gerek," diyerek ayağa fırladı Peter.
"Gerçekten öyle! Kalkmama yardım et, sevgilim."
Whitehall'a el sallayıp çadıra doğru uzaklaştılar.
Marcus'a akşam nöbeti için arkadaşlarıyla konuşmasını
söyleyen Whitehaira yaklaştı Alex. Dağlılara özgü neredeyse
hiç anlaşılmayan konuşma biçimine kolayca uyum sağlaması
onu şaşırtıyordu. Charley-mon'un elleri ve gözleriyle söylediklerini
vurgulamasını izlemek değişik geliyordu.
"Bunu çok iyi beceriyorsun," dedi Alex koşucu uzaklaşınca.
"Becermem gerekir. Bana bu iş için para veriyorsun. Bulabileceğin
en başarılı insan benim."
"Bu huyunu çok seviyorum, Charley. İltifatları çok kibarca
kabul ediyorsun!"
"Beni kibarlığım için işe almadın. Hak etmediğim bir ikramiye
bu." Whitehall hafifçe gülümsedi. "Bana 'Charley' demek hoşuna
mı gidiyor, McAuliff?"
"Sakıncası var mı?"
"Hayır, çünkü anlayabiliyorum. Siz Amerikalıların sıkça başvurduğu
bir savunma mekanizması bu. Altmışlı, yetmişli yıllara
özgü, kısanı sınıflandıran bir tanım 'Charley'. Sokaktaki Amerikalı
için Vietkong, Kamboçya ya da Laos'luların adı hep 'Charley'
idi. Kendinizi üstün görmenizi sağlıyor. Aslında kullanılan
sözcüğün Charley olması garip değil mi?"
"Senin adın bu."
"Evet ama bence konu bu değil." Whitehall bir an başını
çevirdi ve tekrar Alex'e baktı. "Charles sözcüğünün kökeni Al

— 273 — F: 18
mancadır ve 'olgunlaşmış* ya da -gerçi uzmanların görüşleri
farklı ama- 'büyük boyut' anlamına geliyor. Siz Amerikalıların
böyle bir ismi alıp başka bir kavramı çağrıştırmak için kullanması
ilginç."

McAuliff bıkkın bir sesle yanıtladı. "Şimdilik bu derisi ve sömürgecilik


karşıtı fikirlerini kabul ediyorum. Sanırım sana 'Charles'
ya da 'Whitehall' dememi tercih ediyorsun. İstersen 'Büyük
Kara Önder9 de diyebilirim."

"Kesinlikle olmaz. 'Charley' adını sevdim. Eğlendiriyor beni.


Ne de olsa 'Rufus'dan daha iyi."

"Nelerden söz ediyorsun sen?"


Whitehall tekrar gülümseyip sesini alçalttı. "On saniye ön

cesine kadar Marcus Hedrik'in kardeşi, solumuzdaki kulübenin

arkasında durmuş bizi dinliyordu. Şimdi gitti."

Alex başını çevirip yağmura karşı kamp malzemelerini ko

rumak için üstüne branda gerilmiş kulübemsi yapıya baktı. Jus

tice Hedrik açıklığın ortasındaki iki arkadaşına doğru yürüyordu.

"Bizi dinlediğinden emin misin?"

"Durmuş, bir tahta parçasını yontuyordu. Aslında yapacağı

çok iş var, boşa zaman harcamaması gerekirdi Onun için bizi

dinlediğinden eminim. Koşucular özellikle turist gruplarıyla be

raber olduklarında harika insanlardır, çünkü çok fazla bahşiş


toplarlar. İki kardeşin de bizimle çalışmaktan pek mutlu olduğu

nu sanmıyorum. Profesyonellerden fazla bahşiş çıkmayacağını

bilirler. Bu nedenle bize düşmanca davranabilirler."

McAuliff konuşmaya hazırlandı ve durakladı. Çok şaşırmıştı.

"Galiba bir noktayı atladım. Bizi dinlemesiyle bunun ne ilgisi

var?"

Whitehall aptal bir öğrenciye ders anlatmaya çalışan öğret

men tavrıyla yanıtladı. "İlkel zekâ düzeyinde, düşmanlıktan önce

açık, gizlenmeyen merak ortaya çıkar."

'Teşekkürler Dr. Strangelove." Alex sinirlendiğini gizlemedi.


Neyse bırakalım bunları. Dağ kabilesinde neler oldu?"
"Maroon kasabasına bir haberci gönderdim ve Albayla
özel olarak görüşmek istediğimi bildirdim."
"Onunla görüşmenin bu kadar zor olduğunu bilmiyordum.
Barak'ın söylediklerini doğru anımsıyorsam, yalnızca para vermemiz
gerekiyordu."
'Turistik bir gösteri peşinde değiliz, McAuliff. El sanattan
ürünleri filan almak istemiyoruz. Bizim işimiz daha ciddi. Albay'ı
psikolojik açıdan hazırlamak, düşünmesini sağlamak istedim."
Alex durakladı, Whitehall haklıydı. Eğer Barak'ın söyledikleri
gerçekse, eğer Halidon'la bağlantı kuracak tek kişi Maroonlann
Albay'ı ise, bu karara varması kolay olmayacaktı. Herhalde
kendini hazırlaması gerekliydi ama korkup karar vermekten
kaçmasına da yol açmamak gerekirdi.
"Bunu nasıl başardığını düşünüyorsun?"
"Toplumun liderini haberci olarak görevlendirdim ve adama
yüz dolar verdim. Bu miktar sana ya da bana çeyrek milyon dolar
önerilmesi gibi bir şey. Götüreceği haberde dört gün sonra,
güneş dağların ardında battıktan dört saat..."
"Arawak işaretleri mi?" diye adamın sözünü kesti Alex.
"Evet. Üstelik görüşme yerinin Coromantee hilalinin sağ tarafında
olmasını istediğimi de belirttim. Sanırım Albay'ın evi tam o
noktada. Albay bizim haberciyle kesin buluşma yerini bildirecek.
Maroon Albayı makamı atalardan gelir; tüm soylu prensler
gibi Albay da geleneklere bağlıdır. Bizim olağan turistlerden olmadığımızı
anlayıp anlamadığını yakında öğreniriz."
"Nasıl anlayacağız?"
"Buluşma noktasını yine dörtlük birimlerle saptamasını bekleyeceğiz."
"Anlıyorum... Birkaç gun beklemek zorundayız."

"Anlıyorum... Birkaç gun beklemek zorundayız."

"Bunu duyduğuma sevindim. Biz jeolojik araştırma yapmak


için para alıyoruz.."

Cock Pit bölgesine girince ekip üyeleri kendilerini türnüyle


araştırma çalışmalarına verdiler. Bireysel korkulan ya da özel
farklı amaçlan bir anda unutuluverdi. Mesleklerinde başarılı insanlardı
ve Cock Pit inanılmaz bir araştırma laboratuvarı olarak
tüm dikkatlerini üstünde topluyordu.

Portatif masalar, mikroskoplar, jeoskoplar, platin matkap

lar, tortu prizmaları ve toplama kapları geçişe güçlükle izin ve

ren ormana ve çayırlara hamallarla birlikte bilim adamlarınca da


taşınıyordu. Dört saatlik çalışmaları yemek ya da olağan ileti

taşınıyordu. Dört saatlik çalışmaları yemek ya da olağan ileti

Sürekli cızırdayan, insanı tedirgin eden telsizlerin varlığı bir tek

gün içinde alışılmış hale gelivermişti. McAuliff sık sık Peter Jen

sen ile James Ferguson'u, telsizlerin arasındaki konuşmalara

aldırış etmeden sürekli olarak açık bırakmaları konusunda uyar

mak zorunda kalmıştı.

İlk akşamlar Charles Whitehairun Harrod's mağazasının

safari reyonundan aldığı giysiler tam yerini buldu. Ekip tıpkı sü

rek avından dönmüş avcılar gibi ateşin çevresindeki koltuklara

yerleşip yorgunluk atıyordu. Ama konuşmalar yabanıl hayvan


lar, kuşlar, tüfekler yerine çinko, manganez, boksit, fosfat, eo

lar, kuşlar, tüfekler yerine çinko, manganez, boksit, fosfat, eo

— 276 —

ano, su kaçakları, gaz birikimleri, lav katmaniarı,târeçtaşı petekleri


üzerinde dönüyordu.
Cock Pit bölgesinin toprak yapısı, su kaynaklar», inanılmaz
miktarlardaki gaz ve maden birikimiyle son derece verimli bir
yer olduğu fikrini hep» paylaşıyordu. Üçüncü günün sabahında
Peter Jensen bulgularını kesin bir dille açıklamıştı.
"Şimdiye dek kimsenin burayı geliştirmek için uğraşmadığına
inanamıyorum. Bence Brezilya'dan bile daha verimi. Yaşam
kaynaklarının dörtte üçü karşımızda kullanılmak için bekliyor!"
Brezilya ormanlarının ortasında yaratılan kentten söz etmesi
Alex'in yutkunarak orta yaşlı maden uzmanına bakakalmasına
neden olmuştu.
Biz bir kent inşa edeceğiz, demişti Julian Warfield.
İnanılmaz ama olabilir.
Artık Dunstone'u anlamak kolaydı. Tasarıları son derece
mantıklıydı ve harekete geçirmek için çok büyük miktarda paraya
gereksinim gösteriyordu. Ve Dunstone'un da parası vardı.
Bir kez harekete geçince, adanın tümü bu gelişmeye bağlanmış
olacaktı. İşçi orduları, toplumlar... hepsi tek bir kaynağa bağlanacaktı.
Kingston hükümeti bunu durduramayacaktı. Çıkarlar
karşı konulmaz boyutlara ulaşacaktı. Yalnızca para akışı bile
parlamentoyu yıkmak için yeterliydi. Akıl almaz boyutlarda bir
pastadan pay almak için Kingston ekonomik ve psikolojik açılardan
Dunstone Şirketine bağımlı olacaktı.
Çok karmaşık gibi görünüyorsa da aslında son derece basitti.
*
Bir kez Kingston'ı ele geçirince, tüm yasalan da kendileri
yapacaklardı. İstedikleri gibi yönlendirecekler. Dunstone bir ülkeye
sahip olacak... R.C. Hammond'in sözleriydi bunlar.
Neredeyse gece yansı olacaktı. Hamallar, Marcus ile Justice'in
kontrolünde ateşleri söndürüyordu. Siyah devrimci Lawrence
de uyumlu, sevimli ekip üyesi rolüne tam oturmuştu ama
— 277 —

sürekli olarak belli etmeden çevreyi gözlemeyi ihmal etmiyor,


Alison Booth'dan uzak kalmamaya özen gösteriyordu.

Jensen1 ler ve Ferguson çadırlarına gitmişti. McAuliff, Sam


Tucker ve Alison bir masanın çevresinde toplanmış, sönen
ateşlerin son alevleri yüzlerini aydınlatırken alçak sesle konuşuyorlardı.

"Jensen haklı," dedi Tucker, sigarını yakarak. "Bu araştırmanın


ardındakiler ne yaptıklarını iyi biliyorlar. Ben maden uzmanı
değilim, ama bir tek ana damar ortaya çıkarsa, yatırımları durdurmak
olanaksız hale gelir."

"Dunstone adında bir şirket."


"Kim o?" M
İşin ardında Dunstone adında bir şirket var. Adamın adı

Julian Warfield. Alison da biliyor konuyu."


Sam sigarını eline alıp dikkatle Alex'in yüzüne baktı. "Onlar

serti işe aldı." Ağır ağır biraz da gücenerek konuşmuştu.


"Evet, Warfield denen adam beni işe aldı."
"Öyleyse Kraliyet Tarih Demeği bağışları, bakanlık, ensti

tü... hep kamuflaj. Ve sen başından beri biliyordun."

İngiliz İstihbaratı da biliyordu. Ben bir muhbir değilim,


Sam. Beni eğittiler... birkaç hafta içinde ne öğretebilirlerse öğrettiler."
"Bunu sır olarak saklamanın belirli bir nedeni Var mıydı Alexander?"
Tucker'ın sesi hiç de insanı rahatlatır gibi değildi. "Bana
söylemeliydin. Özellikle dağın tepesindeki toplantıdan sonra.
Seninle çok uzun zamandır birlikte çalışıyoruz, evlat... Bana kalırsa
doğru davranmadın."

"Doğru davrandı, Sam," diye atıldı Alison. "Senin iyiliğin


için. Deneyimlerime dayanarak konuşuyorum. Bu konuyu ne
kadar az bilirsen, geleceğin o kadar parlak olur. İnan bana."

"Niçin inanayım?" diye sordu Tucker.

"Çünkü ben de o yollardan geçtim. Bu nedenle şimdi buradayım."


"ChateWerauiya karşılık Interpol ile işbirliği yapmış. Bunu
sana anlatamazdım. Bir bilgisayarın belleğinden çıktı ismi ve
doğal gözükmesi için her şeyi yaptılar. İngiltere'den uzaklaşmak
istiyordu."
"Uzaklaşmak zorundaydım... Anlıyor musun, Sam? Adımm
geçtiği bilgisayar Interpol'e aitti ve bütün gizli sen/isler birbiriyle
akraba sayılır. Bunun tersini söyleyenlere sakın inanma. MI 5 bir
araştırma yaptı ve ben karşınızdayım. Çok değerli bir yem olarak,
bu da başka bir konu... Çok fazlasını öğrenmek için çabalama.
Alex haklıydı."
Gergin sessizlikte Tucker sigarından derin bir nefes çekti.
Sorulmayan sorular ortada dolaşıyordu. Alison alnına düşen
saçlarını geriye itti. McAuliff bardağına viski koyarken Sam Tucker
konuştu.
"Sana güvenmem İyi bir şans, Alexander."v
"Bunu biliyorum. Güveneceğinden emindim."
"Ama niçin? Niçin bunu yaptın? Böylesine aç değilsin. Niçin
onlar adına çalışıyorsun?"
"Kimin adına? Dunstone'u mu soruyorsun, yoksa İngiliz İstihbaratını
mı?"
Tucker duraklayıp yüzüne baktı. "Tannm, bitmiyorum. Sanırım
her ikisi de."
"İlk anlaşmayı yaparken şimdiye dek aldığım en iyi Öneriyle
karşılaştığıma inanmıştım. Daha ne olduğunu anlamadan işin
içinde buluverdim kendimi. Sonra İkincisi ortaya çıktı ve ikisi birden
beni yakamı kurtaramayacağıma inandırdı... Bir noktada
konu hayatta kalabilme savaşı kadar basite indirgendi. Sonra
güvenceler ve sözler verildi..." Alex gözlerini boşluğa dikti. Ateşin
başında oturan Lawrence onlan izliyordu. "Ne olduğunu anlamadan
kendini bir hücrede buluveriyorsun. Daracık mekânda

Sorulmayan sorular ortada dolaşıyordu. Alison alnına düşen


saçlarını geriye itti. McAuliff bardağına viski koyarken Sam Tucker
konuştu.
"Sana güvenmem İyi bir şans, Alexander."v
"Bunu biliyorum. Güveneceğinden emindim."
"Ama niçin? Niçin bunu yaptın? Böylesine aç değilsin. Niçin
onlar adına çalışıyorsun?"
"Kimin adına? Dunstone'u mu soruyorsun, yoksa İngiliz İstihbaratını
mı?"
Tucker duraklayıp yüzüne baktı. "Tannm, bitmiyorum. Sanırım
her ikisi de."
"İlk anlaşmayı yaparken şimdiye dek aldığım en iyi Öneriyle
karşılaştığıma inanmıştım. Daha ne olduğunu anlamadan işin
içinde buluverdim kendimi. Sonra İkincisi ortaya çıktı ve ikisi birden
beni yakamı kurtaramayacağıma inandırdı... Bir noktada
konu hayatta kalabilme savaşı kadar basite indirgendi. Sonra
güvenceler ve sözler verildi..." Alex gözlerini boşluğa dikti. Ateşin
başında oturan Lawrence onlan izliyordu. "Ne olduğunu anlamadan
kendini bir hücrede buluveriyorsun. Daracık mekânda
hapsetti.

"Her ikisi de," diye yanıtladı genç kadın kesin bir sesle.
"Chatellerault'nun kocama yaptıklarına tanık oldum. Interpol'ün
bana yaptıklarını da yaşadım."

Bu kez sessizlik daha gergindi. Yine Sam alçak sesle başladı


söze.

"Düşmanlarını iyice tanımlaman gerekir, Alexander. Bunu


yapmamışsın gibi geliyor bana... Şu anda çevrende olanları
kendi tarafında gibi gördüğünü umarım."

"Elimden geldiğince tanımladım, ama yaptığım tanımların

geçerli olup olmayacağını bilmiyorum. Benim açımdan her şey

çok karmaşık."

"Öyleyse yalınlaştırmaya gayret et, evlat. İşin bittiğinde ön

celikle hangi taraf sera ipe çekmek istiyor?"

Alison'a bakarak yanıtladı McAuliff. "Yine ikisi de diyece


ğim. Dunstone ölmemi isteyecektir; MI 5 ile MI 6 kendilerine ba

ğim. Dunstone ölmemi isteyecektir; MI 5 ile MI 6 kendilerine ba

isim. Bu sözlerim gerçeğe dayanıyor."

"Aynı fikirdeyim," dedi Tucker ince sigannı tekrar yakarken.

"Şimdi süreci tersine çevirelim. Sen en kolay hangisinin ipini çe

kebilirsin?"

Alex alçak sesle gülünce Alison da ona katıldı. 'Tannm, iki

niz de aynı biçimde düşünüyorsunuz."

"Benim sorumun yanıt değil bu. Önce hangisi?"

"Sanırım Dunstone. Şu anda o daha kolay incinebilir ko


numda. Warfield bir hata yaptı; benim gerçekten paraya aç ol

numda. Warfield bir hata yaptı; benim gerçekten paraya aç ol

yor. Onlar düşerse, ben de düşerim... Bunun için öncelikle


Dunstone diyebilirim."

"Pekâlâ," dedi Sam tatlı dilli bir avukat gibi. "Bir numaralı
düşmanın Dunstone olduğu ortaya çıktı. Basit bir şantajla kendini
kurtarabilirsin: üçüncü kişilerin bilgisinin olması, belgelerin
bir avukatın kasasında bulunması gibi... Sıra geldi ikinci düşmana:
Majesteleri Kraliçenin İstihbarat Servisi. Hadi onları da tanımlayalım.
Onların sana attığı kanca ne?"

"Koruma. Bizi koruyacaklarını iddia ettiler."

"Pek başanlı olduklarını söyleyebilir misin, evlat?"

"Söyleyemem, ama çalışmamız henüz sona ermedi."

"Bu noktayı daha sonra ele alacağız, acele etme... Sen

kendini onlardan nasıl sıyarabilirsin?"


McAuliff durup düşündü. "Onların yöntemlerini ve temas
kurduktan adamları tanıyorum. Gizli işlerini açığa çıkarabilirim."
"Tıpkı Dunstone konusunda olduğu gibi, değil m?" Tucker
hedefe yaklaşıyordu.

"Evet."

"Biraz geriye dönelim. Dunstone ne önerdi?"

"Para. Büyük miktarda para. Bu araştırmaya gereksinimleri


var."
"Bu parayı gözden çıkarabilir misin?"
"Elbette! Ama belki de..."
"Önemli değil. Bu nokta sanırım 'güvence ve sözler1 bölümüne
giriyor."

"Doğru."

"Önemli bir unsur değil. Henüz hırsızlardan para çalmadın.


Herhangi bir şekilde onlarla birlikte olmakla suçlanabilir misin?"
"Hayırl Onlar böyle düşünüyor, ama haklı değiller."
"İşte yanıtlar ve tanımlar ortaya çıktı. Kancalan ve önerileri,

yani para ve koruma güvencesini ortadan kaldırabilirsin. Birini


örneğin parayı yitirmeyi göze almak, korumayı gereksiz hale
— 281 —

getirir. Kendi kancalarına dayanarak güçlü olursun. İstediğin


önerileri sen yapabilirsin."

"Çok hızlı gittin, Sam," dedi McAuliff ağır ağır. "Ya da unuttun.
Henüz çalışmamız bitmedi, belki korunmaya gereksinim
duyabiliriz. Eğer bunu kullanırsak, yadsıyamayız. Alay konusu
oluruz. İran-Kontra sendromu gibi. Birbirini yiyen solucanlar."

Sam Tucker sigarını söndürüp viski şişesine uzanırken, ormanın


içinden yaklaşan Charles Whftehall'u farketti. Whitehall
çevresine bakındı ve hızlı adımlarla küllenmiş ateşin turuncu ışığında
cildi bronzlaşmış gibi görünen Lawrence'e yaklaştı. Kısa
bir süre konuştular ve Lawrence başını sallayarak ayağa kalkıp
ormanın yolunu tuttu. Whitehall bir an arkasından bakıp bakışlarını
McAuliff, Sam ve Alison'a çevirdi. Aceleyle onlara doğru yürümeye
başladı.

İşte senin koruma unsurların, Alexander," dedi Sam alçak

sesle. "Şu iki adam birbirinden hoşlanmıyor, ama ortak nefretle


ri senin iyiliğin için kullanılabilir. Hatta hepimiz için... Tanrı güzel

ri senin iyiliğin için kullanılabilir. Hatta hepimiz için... Tanrı güzel

•Haberci döndü." Charles Whitehall çadırındaki lambanın


ışığını ayarladı. Sam ile Alison'ın yanında konuşmak istemediğini
söyleyip McAuliff in gelmesi için ısrar etmişti.
"Bunu onlara dâ söyleyebilirdin."
"O zaman verilecek karara çok kişinin katılması gerekecekti

ve ben bunu istemiyorum."

"Niçin?" f I

"Çok dikkatli olmak zorundayız. İnsanlar ne kadar az şey

bilirse, o kadar iyi olur."

McAuliff sigara paketini çıkarıp çadırın ortasındaki iskemleye


oturdu. Charley-mon'un oturamayacak kadar heyecanlı olduğunu
ve sakin görünme çabalarının komik bir hale geldiğini
düşünüyordu. "Çok tuhaf, biraz önce Alison da aynı sözleri söy
ledi. Ancak, nedeni farklıydı. Maroon kasabasından ne yanıt

ledi. Ancak, nedeni farklıydı. Maroon kasabasından ne yanıt

"Olumlu! Albay bizimle görüşecek. En Önemli tarafıysa yanıtını

dörtlü birimler biçiminde vermesi!"

Alex, "Böyle olacağını umuyordum," derken WhitehaJPun

heyecanına karşı nasıl davranması gerektiğini bilemiyordu.

"Senin için farketmiyor, değil mî?" İnanmaz gözlerle baktı

Whitehall. "Bir uzman olağanüstü bir buluş yapmış. Bilinmeyen

izlerin peşinden arşivlerde dolaşıp iki yüz yıl kadar gerilere gitmiş.

Yaptığı çalışmanın akademik değeri çok yüksek. Neredeyse

Jamaika tarihi yeniden yazılabilir... Bunu anlamıyor musun?"

"Heyecanlı olduğunu görüyorum ve nedenini anlıyorum.

Ama şu anda daha başka bir sorunum var. Gecikmelerden hoşlanmıyorum."

Whitehall öfkesini sessiz bir patlamayla atlatmaya çalıştı.

Gözlerini çadırın tepesine dikip derin bir soluk aldı ve sakinleşti.

Vardığı karar açıkça belli oluyordu: Karşısındaki adamın beynine

bir türlü ulaşamıyordu. Küçümsediğini belli ederek söze başladı.

"Aslında iyi haber. İlerlediğimizi gösteriyor."

"Nasıl?"

"Sana söylemedim ama Albay'dan görüşme isteğinde bulunurken

bir mesaj daha gönderdim. Kendimi bununla riske at

tıysam da değeceğine inandım. Amacımıza ulaşmamızı hızlandırabilirdi.

Haberciye, bu isteğin Acquaba'ya yeni inananlardan

geldiğini söylemesini tembih ettim."


McAuliff in bedeni kasıldı; birdenbire öfkeye kapılmıştı ama
bunu göstermeyecek kadar sağduyu sahibiydi. Birinci Dunstone
araştırma ekibinin başına gelenler aklından çıkmıyordu. "Senin
kadar zeki bir insan için, oldukça aptalca bir davranış, Charleymon."
"Aptalca değil. Riskler hesaplandı. Eğer Halidon, Piersall'ın
bulduğu şifreye dayanarak bizimle temas kurmayı düşünürse,

bu karan vermeden önce bizi yakından tanımak isteyecektir.


Bilgi toplarken, benim de bu birimin bir parçası olduğumu anlayacaktır.
Haiidon'un yaşlıları benim unvanımı, çalışmalarımı, Jamaika
tarihine katkılarımı kesinlikle biliyordur. Bunların bilinmesi
bizim yararımıza olur."

Alex yerinden fırlayıp alçak ama ürkütücü bir sesle konuştu.


"Seni gidi bencil köpek! Öteki unvanlarının hoşlarına gitmeyeceği
hiç aklına gelmedi mi? Sepetteki çürük elma sen olabilirsin!"

"Olanaksız!"

"Kendini beğenmiş herif! Kendine abartılı güvenin yüzünden


ekip üyelerinin yaşamını tehlikeye atamam! Koruma önlemlerine
gereksinim duyuyorum ve derhal sağlayacağım!"
Çadırın dışından hışırtılar geldi ve siyah devrimci Lawrence

Çadırın dışından hışırtılar geldi ve siyah devrimci Lawrence

karanlıkta koşucu Marcus Hedrik'e benziyordu. Elindeki taban

cayı rehinesinin sırtına dayamıştı.

Alçak sesle konuştu adam. "Silahlarınıza davranmayın. Gü

rültü etmeyin. Olduğunuz yerde kalın."

"Kimsin sen?" diye sordu Alex. Markus'un bir haftadır kula

ğına çalınan kararsız ve tekdüze konuşma biçiminin değişmiş

olmasına şaşırmıştı. "Ama sen Marcus değilsin!"

"Şu an için kim olduğum önemli değil."

"Garvey!" diye fısıldadı Alex. "Garvey söylemişti! Birileri da


ha varmış ama tanımıyormuş... Sen İngiliz İstihbaratında çalışı

yorsun!"

"Hayır," dedi ihyan adam kibar bir sesle. "Hamallarınızdan

ikisi istihbarat ajanıydı. İkisi de öldü. Şişko Garvey de Port Ma

ria'ya dönerken yolda kaza geçirdi. O da öldü."

"Öyleyse..."

"Soruları siz sormayacaksınız, Bay McAuliff. Ben soraca

ğım. Söyleyin bakalım bana... siz yeni inananlar...Acquaba hak

kında ne biliyorsunuz?"

— 284 —
Saatlerce konuştular ve Alex şimdilik yaşamlarının tehlikede
olmadığını anladı. Bir ara Sam Tucker çadıra girdi ve Alexander
s gözlerindeki yakanşı okuyup onları tekrar yalnız bıraktı.
Alison'ın yanında olacağını belirtip çıkarken, yatmaya gitmeden
önce Alex'in kendisiyle konuşmasını bekleyecekti, köşede, gölgelerin
arasında duran Lawrence'irr ellerinin bağlı olduğunu
farketmemesi Alex'i rahatlattı.

Saatlerce konuştular ve Alex şimdilik yaşamlarının tehlikede


olmadığını anladı. Bir ara Sam Tucker çadıra girdi ve Alexander
s gözlerindeki yakanşı okuyup onları tekrar yalnız bıraktı.
Alison'ın yanında olacağını belirtip çıkarken, yatmaya gitmeden
önce Alex'in kendisiyle konuşmasını bekleyecekti, köşede, gölgelerin
arasında duran Lawrence'irr ellerinin bağlı olduğunu
farketmemesi Alex'i rahatlattı.

En sonunda pazarlık edebileceğin bazı noktaları kendine


sakla. R.C Hammond'ın sözleri.

Belgeler McAuliff in kozuydu.

Halidonlu, Charles Whitehall'un anlattıklarını en ince ayrıntılarına


kadar açıklattırdı. Zenci uzman Acquaba kabilesinin tarihini
Piersall'ın belgelerine de dayanarak tümüyle aktardı ama nagarro'nun
anlamını açıklamadı. Koşucu onaylayıp onaylamadığını
belli etmedi; kendini yalnızca bir sorgucu olarak görüyordu.
Üstelik son derece sezgili ve dikkatliydi.
Charles Whitehall'un anlatacak bir şeyi kalmadığına inanınca,
Lawrence ile birlikte çadırda kalmasını emretti. Dışan çıkarlarsa
vurulacaklardı; öteki koşucu arkadaşı nöbetteydi. Alex'in
inatçı suskunluğunu farketmişti. Konuşmayacağını anlayınca silah
tehdidiyle kamptan uzaklaştırdı. Ormanın içinden çayırlara
doğru yürürlerken, Halidon'un ne kadar ciddi çalıştığını yaşadığı
küçücük deneyle anladı Alex Ağaçların arasında iki kez durmasını
söyledi adam ve genizden gelen papağan haykırıştan
geceyi doldurdu. Eli silahlı adaman alçak sesle konuştuğunu
duydu Alex.

"Kamp yeriniz sarıldı, Bay McAuliff. Sanınm Whitehall, Tucker


ve diğerleri bunu artık anlamışlardır. Taklidini yaptığımız
kuşlar geceleri ötmez."

"Nereye gidiyoruz?"
"Biriyle tanışmaya. Devam edirt Wtfen."
Yirmi dakika kadar yukarıya tırmandılar ve ormanlık tepe

birdenbire açık bir otlak görünümü aldı. Islak ormanların, sarp


yamaçlann ortasına sanki başka bir yerden taşınıp getirilmişti.

Bulutların gölgelemediği ay ışığı, tarlayı sanya boyamıştı.


Tam ortada duran iki adamı gördü Alex. Birinin yüzü onlara dönüktü,
üç metre kadar gerisinde duransa tam ters yöne bakıyordu.
Halidonlunun giysileri yırtık pırtık gibiyse de üzerinde bol bir
sahra ceketi ve çizmeleri vardı. Kendine özen göstermeyen bir
milise benziyordu. Kemerine tutturulan silahlar uzaktan bile belliydi,
üç metre uzakta duran adam ise belinden kalın iple bağlanmış
bol bir kaftan giymişti.

Bir rahip gibiydi. Hareketsiz duruyordu.


"Yere oturun, Dr. McAuliff," dedi kılıksız milis, emretmeye
alışık bir tonda.

'Doktor9 unvanını kullanarak kendisini tahmin ettiğinden daha


iyi tanıdıklarını belirtiyor gibiydiler. Alex'i kamptan getirmiş
olan koşucu papaz kılıklı adama yaklaştı ve konuşarak yürümeye
başladılar. Yüz metre kadar gittikten sonra durdular.

"Arkanızı dönün, Dr. McAuliff!" Kesin ve kısa emri veren


adamın eli silahındaydı. Alex oturduğu yerde dönüp geldikleri
ormana doğru baktı. Uzun ve gergin bekleyiş süresince, en
güçlü silahın sakin bir kararlılık olduğunu anladı. Evet, kararlıydı
ama pek de sakin sayılmazdı.

Aynı korkuyu daha önce de yaşamıştı. Yanındakilerin sayısına


bakmaksızın kendini hep yalnız hissetmişti Vietnam ormanlarında.
Yok edilişine tanık olmayı beklemişti.
— 286 —

"Olağandışı bir öykü, öyte değil mi, Dr. McAuliff?"


Bu ses! Aman Tanrım! Bu sesi tanıyordu.
Kollarını yere bastınp dönmeye çalıştığı anda tabancamı
soğuk namlusu şakağına çarptı. Korkunç bir sızı yüzüne ve
göğsüne yayıldı. Acı doruğa ulaşırken gözlerinin önünde şimşekler
çaktı ve ensesinden aşağıya sızan kanı hissetti.
"Konuşurken olduğunuz yerde kalacaksınız," dedi tanıdık
ses.
Daha önce nerede duymuştu?
'Sizi tanıyorum."
"Beni tanıyamazsınız, Dr. McAuliff."
"Sesinizi daha önce de duymuştum."
"Öyleyse güçlü bir belleğiniz var. Çok şey olup bitti. Boşa
konuşmayalım. Piersall'ın belgeleri nerede? Herhalde sizin ve
Jamaika'ya getirdiğiniz o insanların yaşamlarının, belgelerin elimize
geçmesine bağlı olduğunu tekrarlamama gerek yok."
"İşinize yarayacağını nereden biliyorsunuz? Ya kopyalarını
çektiğimi söylersem?"
"Yalan söylüyorsunuz derim. Fotokopi makinası bulunan
tüm dükkânları, otelleri, tek başına çalışan .kişileri tanırız. Sahil
boyunca tâ Bueno'dan Ocho Rios'a kadar hepsini biliriz. Hiçbir
yerde fotokopi çektirmediniz."
"Pek zekice bir yanıt değil, Bay Halidon... Size Bay Halidon
diyebilirim, değil mi?" Yanıt alamayınca devam etti. "Belgelerin
fotoğraflarını çektik."
"Öyleyse filmler henüz yıkanmadı. Ayrıca ekibinizde fotoğraf
makinası olan tek kişi Ferguson adındaki genç çocuk. Sırdaşınız
gibi görünmüyor... Bunlar önemli değil, Dr. McAuliff. Belgeler
derken elinizdeki tüm kopyaları da kastetmiştim. Eğer her
hangi bir yer ya da zamanda ortaya çıkacak olursa, kabaca bir
tanımla masum insanların kanı akacaktır. Araştırma ekibiniz,
— 287 —

aileleri, çocukları..., herkesin sevdiği birileri vardır. Son derece


acımasız ve gereksiz bir girişim."
...en sonuna kadar pazarlık edecek bir şeyler sakla. R.C.
Hammond.

"Halidon*un son girişimi bu olacak, değil mi?" Kendi sakinliğine


Alex de şaştı konuşurken. "Ortadan kaybolmadan önce yapılacak
son bir güzel gösteri. Eğer böyle olmasını istiyorsanız,
bana göre hava hoş."

"Kes artık, McAuliff!" Tanıdık ses birdenbire bağırdı ve kulak

zarını delen tiz çığlık çevredeki ormanda yankılandı. Bu sözleri


daha önce de duymuştu! *f*

daha önce de duymuştu! *f*

Tanrı aşkına nerede duymuştu bunları? Beyni hızla çalışı

yor, binlerce parlak renkli imge gözlerinin önünden geçiyor

ama bir türlü netleşmiyordu.

Bir adam. Uzun boylu, kaslı, çevik siyah bir adam. Aldığı

emirleri yerine getiren biri. Emrediyordu ama söyledikleri- bir

başkasının emirleriydi. Şu anda haykıran ses geçmişte duydu

ğu sesin aynısıydı. O zaman da panik içindeydi.

"Konuşacağımızı söylemiştin. Tehditler tek taraflı sohbetler

dir. Ben hiç kimsenin tarafında değilim. Senin üstlerinin de bu


nu bilmesini isterim." Sessizlikte Alex soluğunu tuttu.

Yanıt otoriter bir sesle verildi... Biraz da korkunun izi vardı

konuşmasında. "Senin açıdan bakınca benim'üstlerim yok. Son

derece sinirliyim. Zor günler geçirdim... Yaşamını yitirmeye çok

yakın olduğunu bilmen gerekir." Eli silahlı adam yer değiştirmiş

ti. Alex gözucuyla onu görebiliyordu. Gerçeğe yaklaşmakta ol

duğunu farketti. Adam başını papaz giysili olana çevirmiş, onun

söylediklerini sorgular gibiydi.

"Beni ya da ekibimden birini öldürürseniz, Halidon gerçeği

birkaç saat içinde ortalığa yayılacaktır.11

Yine sessizlik. Yine ölçülü otoriter konuşma ve yine korkunun


belirtisi. "Bu açıklama nasıl yapılacak, Dr. McAuliff?"
Alex derin bir soluk aldı. Sağ eliyle sol bileğini tutmuş, parmaklarını
etine gömmüşt&f^

Alex derin bir soluk aldı. Sağ eliyle sol bileğini tutmuş, parmaklarını
etine gömmüşt&f^

Uzaklardan bir papağan çığlığı duyuldu. Ormanın derinliklerinden


vahşi domuzların homurtuları geldi. Ilık esinti uzun otları
belirsizce dalgalandırdı. Alex'in duyuları bunları algılarken ardındaki
karanlığın içinde kontrol edilemeyen bir öfkenin yükselişini
de duyumsadı.
"Yoo, hayır ahbapl" Eli tabancalı adam bağırarak öne doğru
atıldı.

"Yoo, hayır ahbapl" Eli tabancalı adam bağırarak öne doğru


atıldı.

— 289 — F: 19
luyor, soğuk çelik, yumuşak kumaş ve yumuşak insan bedenleri
onu adeta sarıyordu. Yukarıya uzanıp yakalayabildikleri^ tüm
gücüyle yere doğru çekerek otların üzerinde yuvarlandı.

Papaz kılıklı adam sırtında bir takla atarak yere yuvarlandı.


Alex omuzlarını aşağıya verip, biraz daha güç kazanmak için bir
dizinin üstünde doğruldu ye kendini kaftanın sert kumaşının
üzerine attı. Papazı yerde hareketsiz tutmaya çabalarken, kendisinin
de geriye çekildiğini hissetti. İnanılmaz bir güçle geri çekildiğinden
büyük bir güçle sırtının ortasına bir ağrı saplanıvermişti.

İki Halidonlu kollarını arkasından öylesine sıkı tutuyordu ki,


göğsü neredeyse patlayacaktı. Tabancanın namlusu şakağına

göğsü neredeyse patlayacaktı. Tabancanın namlusu şakağına

"Bu kadar yeter ahbap!"

McAuliff bir anda gözlerinin önünden geçen, paniğe kapıl

mış kes artık, kes artık sözlerine eşlik eden şaşırtıcı, çılgın renkli

imgelerin anlamını çözdü.

Halidon'un 'papazını* son kez Londra'nın Soho semtinde

görmüştü. Saint George'un Baykuşu banndaki çılgın gecede,

şimdi kaftanıyla yerde yatan adam, koyu renk takım elbisesiyle

dans pistindeydi. "Yeter... dur artık!" diye bağırmıştı Alex'e ve

midesine acımasız bir yumruk indirip kalabalığın içinde kaybol

muştu. Bir saat sonraysa telefon kulübesine yanaşan hüküme


tti resmi arabasında karşısına çıkmıştı.

tti resmi arabasında karşısına çıkmıştı.

"İsminin Tallon olduğunu söylemiştin." Soluk soluğa kaldığı

için rahat konuşamıyordu McAuliff. "Arabada adının Tallon oldu

ğunu söylemiştin. Ve sana bunu sorunca, beni sınadığım ifade

etmiştin."

Papaz kılıklı yerde yuvarlandı ve kalkmaya davrandı, Alex'in

kollarını tutanlara gevşetmelerini işaret etti. "Onu zaten öldüre

cek değildim. Bunu bitiyorsunuz."

— 290 —

"Ama çok öfkeliydin, ahbap," dedi Alex'i kamptan alıp getiren


koşucu.

"Bizi bağışla," dedi bağırıp papazın üstüne atılanı. "Ancak,


gerekliydi."

Papaz kaftanını düzeltip belindeki ipi çekiştirdi. "Belleğiniz


çok güçlü, doktor. Umarım düşünme yeteneğiniz de aynı durumdadır."

"Yani konuşacak mıyız?"

"Konuşacağız."

"Kollarım çok acıyor. Çavuşlarına beni bırakmalarını söyler

misin?"
Papaz başını sallayıp eliyle işaret edince adamlar Alex'i serbest
bıraktı.
"Senin deyiminle çavuşlarım sinirlerine benden daha fazla
sahip ölmüyorlar. Onlara minnet duymalısın."
Eli tabancalı adam utanmış gibi saygılı bir sesle söze karıştı.
"Hiç de değil, ahbap. En son ne zaman uyudunuz?"

"Önemli değil. Kendimi daha iyi kontrol etmeliyim... Dostum


son birkaç haftanın çok hızlı geçtiğini söylüyor. Hem kendimi
majesteleri kraliçenin istihbarat servisinden kurtarıp İngiltere'den
ayrılmak zorunda kaldım, hem de bir meslektaşım bir
Bentley ile Soho'da kayboluverdi... Batı Hint Adalarından gelen
biri Londra'da saklanacak binlerce delik bulabilir."

majesteleri kraliçenin istihbarat servisinden kurtarıp İngiltere'den


ayrılmak zorunda kaldım, hem de bir meslektaşım bir
Bentley ile Soho'da kayboluverdi... Batı Hint Adalarından gelen
biri Londra'da saklanacak binlerce delik bulabilir."

Papaz kılıklı bakışlarınt-Alex'e dikti. Onun anıları da canlıydı.


Trajedi bir anda oluşuverdi. Bir tuzak kurulduğunu düşündük
ve son anda ok yerinden fırladı."

"O gece üç kişi yaşamını yitirdi. İkisi siyanürle..."

— 291 —

Papaz, "Biz görevimize bağlıyız," diye sözünü kesti Alex'in


ve arkadaşlanna döndü. "Lütfen bizi yalnız bırakın."

Adamlar Alex'i yerden kaldırırken, bellerindeki tabancalan


uyarırcasına çekmişlerdi. Eski püskü giysileriyle çelişki yaratan
asker ceketleri ve silahlanyla çayınn ortasına doğru yürüyüp gittiler.
"Hem sözünü dinliyorlar, hem de seni senden koruyorlar,"
dedi McAuliff.
Papaz kılıklı adam, arkadaşlarının ardından baktı. "Yetiştiğimiz
yıllarda bir sürü sınavdan geçeriz. Herkese sonuçlarına göre
sorumluluk ve görev dağıtılır. Bazen çok ciddi hataların yapıldığını
düşünüyorum." Adam kaftanını çekiştirip Alex'e baktı.
^Şimdi birbirimizle ilgilenmeliyiz. Herhalde benim istihbarat servisinin
geçici üyelerinden biri olduğumu anlamışsındır."

Papaz kılıklı adam, arkadaşlarının ardından baktı. "Yetiştiğimiz


yıllarda bir sürü sınavdan geçeriz. Herkese sonuçlarına göre
sorumluluk ve görev dağıtılır. Bazen çok ciddi hataların yapıldığını
düşünüyorum." Adam kaftanını çekiştirip Alex'e baktı.
^Şimdi birbirimizle ilgilenmeliyiz. Herhalde benim istihbarat servisinin
geçici üyelerinden biri olduğumu anlamışsındır."

"•Üstelik de çok başarılıyım, doktor. Hammond iki kez beni

ödüllere aday gösterdi. Batı Hint Adalan uzmanlannın en iyisi

yim... Ayrılmaya pek istekli değildim. Sen ve seni kullananlar

beni buna mecbur etti."

"Nasıl?"

"Araştırma çalışmalarınızın içeriğinde birçok tehlike unsuru

beliriverdi. Bunlarla birlikte yaşamayı sürdürebiliriz ama ekipteki


en yakın dostunuz Bay Sam Tuckehn, antropolog Walter Pier

sairın arkadaşı olduğunu öğrenince, sizleri mikroskop altında

incelememiz gerektiğini anladık... Ama görüldüğü gibi çok geç

kaldık."

"Öteki tehlike unsurları neydi?"

Papaz kılıklı bir an durakladı. Yere düşünce otların alnında

bıraktığı ize dokundu yavaşça. "Bir sigaranız var mı? Bu giysi

çok rahat ama ceplerinin olmayışı bazen zorluk çıkarıyor."

"Niçin giyiyorsunuz?"

"Yalnızca otoritenin simgesi olarak."

— 292 —

McAuliff cebinden sigara paketini çıkarıp uzattü ve çakmağın


alevinde adamın koyu renk cildinde gözlerinin altındaki yorgunluk
morartıfarınıfarkettî. Tehlikeli unsurla? neydi?1

"Hadi doktor, siz de onlan benim kadar iyi biliyorsunuz."


"Belki de bilmiyorum, beni aydınlatın. Yoksa bu da mı tehlikeli
olur?"
"Şimdilik değil. Gerçeğin kendisi tehlikeyi oluşturuyor. Piersall'ın
belgeleri de gerçek. Unsurlar önemli değil."

"Öyleyse anlatın bana."

Papaz kılıklı sigaradan derin bir nefes çekip dumanını savurdu.


"Kadının öyküsünü biliyorsunuz. Avrupa'da ondan çekinen
pek çok kişi var. Bunların arasında Dunstone Şirketiyle ilgisi
olan Marki de Chatellerault da bulunuyor. O nereye giderse,
istihbarat servisinin bir kolu da aynı yere uzanıyor. Ferguson
adındaki çocuk Craft Vakfının çıkarlarıyla yakından ilişkili; aslında
ondan korkuyorlar. Baracoa lifleri üzerinde yaptığı çalışmanın
ekonomik felaketlere yol açacağının farkında değil."

"Galiba biliyor," diye atıldı Alex. "Craft'tan bu nedenle para


kazanmayı tasarlıyor."

Halidonlu usulca güldü. "Asla para vermezler ona. Ama o


da bir unsur sayılır. Craft'ın konumu ne? Dunstone'un bir parçası
mı? Craft'ın kirli ellerinin değmediği hiçbir şey kalmadı Jamaika'da...
Samuel Tucker'dan söz etmiştik. Walter Piersall ile tanışıklığı
birdenbire yaşamsal önem kazandı. Kimin arzusuyla geldi
buraya? Eski dostu McAuliff işe aldığı için mi, yoksa yeni
dostu Piersall çağırdığı için mi? Ya da bunlar») hepsi bir rastlantı
mı?"

Samuel Tucker'dan söz etmiştik. Walter Piersall ile tanışıklığı


birdenbire yaşamsal önem kazandı. Kimin arzusuyla geldi
buraya? Eski dostu McAuliff işe aldığı için mi, yoksa yeni
dostu Piersall çağırdığı için mi? Ya da bunlar») hepsi bir rastlantı
mı?"

— 293 —

ğini biliyoruz yalnızca. Bu adam Kingston sokaklarında iki yüz


yıllık sırlarla dolaşıyordu... ve hepsini kâğıda dökmüştü." Papaz
kılıklı ay ışığında Alex'in gözlerinin içine bakarken anlayış göstermesi
için yalvarır gibiydi. Sonra başım çevirip sözlerini sürdürdü.
"Bir de Charles Whitehall var. Son derece tehlikeli ve ne
yapacağı tahmin edilemeyen biri. Herhalde geçmişini biliyorsunuz;
Hammond çok iyi biliyordu. Whitehall adada güç sahibi olma
vaktinin geldiğine inanıyor. Viktorya Parkında zenci Pom
pei'nin atına binip dolaşacak olan kara Sezar geldi. Jamaika'nın
her köşesinde taraftarları var. Dunstone'un yaptıklarını açıklayacak
biri varsa, o da Whitehall ve faşist yandaştandır."

pei'nin atına binip dolaşacak olan kara Sezar geldi. Jamaika'nın


her köşesinde taraftarları var. Dunstone'un yaptıklarını açıklayacak
biri varsa, o da Whitehall ve faşist yandaştandır."

"Hammond profesyoneldir. Çıkan paniğin içinde kendisine


bir çıkış noktası bulacağından emin olduğu için kaos yaratır. Şu
anda Kingston'da bulunduğunu öğrenmek sizi şaşırtır mı?"

Alex bir an düşündü. "Hayır, ama beni aramaması şaşırttı."

"Geçerli bir nedeni var. Kendisine fazla bağımlı olmanızı istemiyor.


Tüm güçlerin çarpışma noktasına giden yolda bulunmayı
yeğliyor. Chatellerault'nun Savanna-La-Mar'da olduğıj, haberi
duyulunca geldi adaya.... Bunu biliyordunuz, değil mi?" v

"Bu haberi Westmore Tallon'a ben vermiştim."

"Ve bir de Jensen'ler var. Sevimli, sıradan, tattı insanlar...


ama attığınız her adımı, görüştüğünüz her kişiyi Julian Warfteld'e
bildiriyorlar. Sizi gözetlemeleri için Jamaikalılara rüşvet veriyorlar...
Yıllar önce Jensen'ler büyük bir hata yapmıştı, Dunstone
araya girip onlan kurtardı ve hatalarını unutturdu."

araya girip onlan kurtardı ve hatalarını unutturdu."

Tıpkı kendisinin sanp sarmalandığı gibi.

— 294 —

"Yani tüm ayrıntılar bunlar," dedi Alex amaçsızca. "HaHdon'un


herkesten daha çok bilgiye sahip olduğunu görüyorum.
Ne var ki bunun anlamını bilmiyorum."

"Bunun anlamı doktor, bizlerin ülkeyi koruyan sessiz bir


topluluk olduğumuzdur."

"Bir seçim yapılıp göreve getirildiğinizi duymamıştım."

"Bir Amerikalı yazar der ki; 'Görev, yaşadığım toprakla birlikte


veriliyor'. Bu bizim mirasımız. Ama politik nehirlerde yüzdüğümüz
söylenemez. Bu işi yasal rakiplere bırakıyorsak da kirliliği
önlemek için elimizden geleni yapıyoruz." Papaz kılıklı sigarasından
son bir nefes çekip söndürdü.
"Sizler katilsiniz," dedi Alex basit bir gerçeği açıklarcasına.
"Bunu biliyorum. Bence bu insanoğlunun yarattığı en kötü kirlenmedir."

"Dunstone'un birinci araştırma ekibinden mi söz ediyorsu

nuz?"î

"Evet."

"Koşulları bilmiyorsunuz, bunu size anlatmak bana düşmez.


Ben yalnızca Piersall'ın belgelerini vermeye sizi ikna etmek
için buradayım."

"Bunu yapmayacağım."
"Niçin?" Halidonlunun sesi öfkeyle yükseldi. Kapkara gözleri
Alex'in gözlerinin içine dikilmişti.
"Hey, ahbap?" diyen bir ses duyuldu çayırın öte yanından.
Papaz kılıklı elini sallayıp yanıtladı.

"Bu sizin işiniz değil, McAuliff. Bunu anlayın ve çekip gidin.


Çok geç olmadan belgeleri verin ve araştırma ekibini adadan
götürün."
"Bu kadar basit olsaydı, hemen yapardım. Sizin savaşınıza
katılmak istemiyorum. Bana cazip gelmiyor... Ancak, buna kar

"Bu kadar basit olsaydı, hemen yapardım. Sizin savaşınıza


katılmak istemiyorum. Bana cazip gelmiyor... Ancak, buna kar
295
şılık Julian Warfield'in silahlarının beni bütün dünyada kovalamasını
da istemiyorum. Siz bunu anlayabiliyor musunuz?"

Papaz kılıklı hiç kıpırdamadı. Bakışları yumuşadı ve dikkatini


yoğunlaştınp Alex'e bakarken, dudakları aralandı. Öylesine
alçak s.esle konuştu ki, zor duyuluyordu. "Böyle olacağı konusunda
onları uyarmıştım. Bana nagarro'yu verin, doktor. Halidon
sözcüğünün anlamı ne?"

McAuliff açıkladı.

McAuliff ile Marcus Hedrik'in ismini ve görevini almış olan

koşucu, nehrin kıyısındaki kampa döndüler. Günün ilk ışıkları,

çalıların araşma gizlenmiş eski püskü giysili siyahların ellerinde


ki tüfeklerin namlularından yansıyordu. Araştırma kampı sarıl

ki tüfeklerin namlularından yansıyordu. Araştırma kampı sarıl

Alex'in önünden yürüyen koşucu daracık orman patikasın

da durup birkaç kez parmaklarını şaklattı ve ağaçlann arasın

dan ihyan bir adam ortaya çıkıverdi. İki erkek birkaç dakika ko

nuştular ve nöbetçi tropik ormanın içindeki yerine döndü. "Her

şey yolunda," dedi koşucu Alex'e bakarak. "Tahmin ettiğimiz gi

bi Charles Whitehall'la bir anlaşmazlık olmuş. Nöbetçiyi ciddi

biçimde yaralamış ama diğerleri yakında olduğu için onu bağla


yıp çadırına götürmüşler."

yıp çadırına götürmüşler."

"Şu kadın rm? Samuel Tucker ile beraber. Yarım saat önce

uyuyormuş. Ama Tucker gözünü kırpmadan çadırının önünde

elinde tüfeğiyle oturuyormuş. Ötekilerin sesi çıkmamış. Herhal

de birazdan uyanırlar."

"Söyle bana," dedi Alex. "Şu Arawak diline ne oldu? Hani


Maroon Albayı, dörtlük birimler, sekiz gün bekleme süresi?"
"Unutuyorsunuz, doktor. Whitehali-mon'u haberciye ben
götürdüm. Marooıi Albayı'na mesaj filan gitmedi. Bizden yanıt
aldınız." Koşucu gülümseyerek Alex'e kendini izlemesini işaret
etti.
Koşucunun gözlerinin önünde Alex vericiyi çalıştırdı ve sinyal
düğmesine basarken parmaklannı diğer eliyle örttü. Aslında
bu gerekli değildi, çünkü yardım çağırmayacaktı. Frekanstan
acil durum haykırışlarıyla doldurmayacaktı. Düşman güçleri göründüğü
anda, ekip üyelerinin öldürüleceği açıkça söylenmişti.
İlk öldürülenler de Alison Booth ile Sam Tucker olacaktı.
Anlaşmanın diğer koşulları da açıktı. Sam Tucker on iki saatte
bir mesaj göndermeyi sürdürecek, Alexander da koşucuyla
birlikte otlağa dönecekti. Papaz onu Halidon topluluğunun gizli
merkezine götürecekti. Alex geri dönene dek ekip rehin tutulacaktı.
Alison, Sam, Charles Whitehall ve Lavvrence'e işin gerçeği
anlatılırken, Jensen'ler, Ferguson ve yerel işçilere kolayca kabul
edebilecekleri bir bahane söylenecekti. Kingston'dan Falmouth'a
gece vakti gelen bir telsiz mesajı içişleri bakanlığının McAuliff'i
Ocho Rios'a çağırdığını bildiriyordu. Enstitüyle ilgili bazı
sorunlar çıkmıştı; ekip başkanlarının çalışmaları sık sık bürokratik
engellerle kesintiye uğrardı zaten.
Papaz kılıklı adam üç tam gün sonra döneceğini söyleyince,
Alex sürenin neden bu kadar uzun olduğunu öğrenmek istedi.
"Bunu yanıtını ben veremem, McAuliff."
"Öyleyse niçin kabul edeyim?"

"Sorun yalnızca zaman. Artık şah mat durumunda değiliz,


öyle değil mi, Bay Bones? Biz kimliğimizin ortaya çıkması konusunda
sizin yaşamınızı yitirme korkunuzdan daha fazlasını duyuyoruz."

"Buna inanantem."
"Bizi tanımıyorsunuz. Kendinize bir fırsat verin. Düşkınklığına
uğramayacaksınız."
"Bana üç gün için ekibimden ayrılacağımı söylememi bildirdiler
size değil mi? Anlaşılan bunu söyleyen, benim geleceğimden
emindi."

"Olasılık yüzdesi büyüktü."


Alex kabul etti.

Siyah devrimci Lawrence, WhitehalPun sırtına penisilinli bir


merhem sürüyordu. Sırtındaki ip darbeleri büyük bir öfkeyle dövüldüğünü
gösteriyordu. McAuliff her ikisine de bir kez daha isyan
etmelerine tahammül edemeyeceğini, peşinden koştukları
amaçlarının şimdilik feda edilmesi gerektiğini anlattıktan sonra,
bağlan çözülmüştü.

"Şerrin kendini beğenmişliğin akıl almaz bir boyuta ulaştı/


McAuliff!" dedi Whitehall. Lawrence'in parmakları yara izine dokununca
acıyla yüzünü buruşturdu.

"Benî azarladığının farkındayım, bu konuda çok başarılısın."

"Sen bu insanlarla başa çıkacak niteliklere sahip değilsin.


Ben tüm yaşamımı Jamaika - Karayip tarihinin katmanlarını
araştırmak için harcadım."

Tüm yaşamın boyunca değil, Charley," decfi Alex sakin ve


kesin bir sesle. "Sana dün gece de söyledim. Akademik çalışmalarının
dışında kalan konuları unutma. Viktorya Parkında zenci
Pompei'nin atıyla gezen kara Sezar..."

298 —

"Neee?"
"Bunları ben söylemiyorum, Charley."
Lawrence yumruğunu yara izinin üzerine bastırınca Whitehall
acıyla başını geriye attı. Devrimcinin öteki eli gırtlağına sarılmaya
hazırdı. Bir süre ikisi de kımıldamadı ve sonra Lawrence
konuştu. "Sen ata binmeyeceksin, ahbap. Herkes gibi yürüyeceksin."
Whitehall omzunun üzerinde saldırmaya hazır ir) kara ele
baktı. "Aptalı oynuyorsun, sen. Gücü sen/ete dayanan herhangi
bir politik kurumun sana tahammül edeceğini mi sanıyorsun?
Bir dakika bile dayanamazlar sana, eşitlikçi çakal. Ezip geçerler
seni."
"Yoksa sen mi ezeceksin bizi, ahbap?"
"Ben yalnızca Jamaika için en iyisini istiyorum. Herkesin
enerjisi yalnızca bu yönde harcanmalı."
"Tipik bir Pollyanna'sın," diyerek yaklaştı Alex.
Lawrence kuşku ve bağlılıkla Alex'in yüzüne baktı. Elini çekip
ilaç tüpünün kapağını kapattı. "Gömleğini giy, ahbap. Sırtın
ilaçlandı."
"Ben birkaç dakika sonra gidiyorum," dedi Alex. "Ekibin başı
Sam olacak ve hepiniz onun sözünü dinleyeceksiniz. Çalışmalar
her günkü gibi devam edecek. Halidon üyeleri gözlerden
uzak kalacak. En azından Jensen'ler ve Ferguson'a görünmeyecekler."
"Nasıl olacak bu?" diye sordu Lawrence.
"Zor değil. Peter bir buçuk mil güneybatıda gaz birikintilerini
araştırıyor. Ruth ise doğudaki taş ocağında çalışacak. Justice'
adıyla tanıdığımız koşucu onun yanında olacak. Ferguson
nehrin öte tarafındaki bitkileri inceliyor. Hepsi ayn yerlerde ama
kontrol altında tutulacaklar."
— 299 —

"Ya ben?" diye sordu Whitehall, Covent Garden'da bir konsere


gitmeye uygun olan pahalı gömleğini iliklerken. "Benim
için önerin nedir?"

"Sen çadırların çevresinde kalacaksın, Charley-mon. Kendi


iyiliğin için buradan ayrılma. Eğer uzaklaşırsan sorumluluk almam."

"Söyleyebileceğin yeni bir şey var mı, McAuliff?"

"Evet, var. Onlar da en az benim korktuğum kadar korkuyorlar.


İkiniz de bu dengeyi bozmamaya çalışın. Birkaç yıl önce
Alaska'da çalışırken bir adamın cenazesini kaldırmıştım. Sam
sana anlatır, standart duaları bitirim."

sana anlatır, standart duaları bitirim."

lannı uyandırmaya başlamıştı. Upuzun palmiyelerden sarkan

sarmaşıkların yapraklan topraktan yükselen nemle ıslanmıştı.

Martha Brae nehrine kansan derenin mavimsi yeşil suyu otlann

arasından ağır ağır akıyordu.

"Çadınna gittim, Sam burada olduğunu söyledi," dedi Alex.

Alison gülümseyerek Alex'in yüzüne baktı. "Emirlerine karşı

geliniyordum. Hiçbir yere kaçmak niyetinde de değilim."

"Gidecek Wr yer yok zaten... Merak etme, her şey düzele

cek... Koşucu beni bekliyor."

Alison ona yaklaştı ve fısıltıyla söze başladı. "Sana bir şey


söylemek istiyorum, Alexander T. McAuliff. Ağlamayacağım ve

söylemek istiyorum, Alexander T. McAuliff. Ağlamayacağım ve

neklerine ikimizin de ihtiyacı yok. Altı hafta önce gerçekten kaç

maya çalışıyordum. Kurtulacağıma kendimi inandırmaya çalış

sam da saçmaladığımın farkındaydım. Kingston'da sana kaç

manın ne denli saçma olduğunu söylemiştim. İsterlerse insanı

her yerde bulabilirler. Bilgisayarları, veri bankaları, bodrum kat

— 300 —

lanndaki karmaşık tarayıcıları gerçekten var ve görevlerini başanyla


yapıyorlar. Yeraltına saklanmanın bile yararı yok. Bunu anlamanı
beklemiyorum ve bir bakıma doğru davrandığına inanıyorum...
*Onlar saldınya geçmeden önce sen saldır* demiştin.
Bence kötü bir düşünce biçimi ama belki de ancak bu yöntemle
kendimizi kurtarabiliriz."

McAuliff usulca parmaklarını genç kadının yüzünde dolaştırdı.


Alison'ın gözleri her zamankinden daha maviydi. "Bir teklife
benziyor bu sözler."

"Benim isteklerim çok basit, ifademse yalındır. Ve senin de


söylediğin gibi son derece profesyonelim."
"McAuliff ve Booth. Araştırma Uzmanları. Büro: Londra ve
New York. Mektup kâğıdında böyle bir başlık güzel görünür."
"Acaba alfabetik sıraya göre 'Booth ve McAuliff adı daha
doğru olmaz mı? Bunu düşünmez misin?"

"Hayır düşünmem," diyerek sözünü kesip ona sarıldı Alex.

"İnsanlar korktukları zaman hep böyle saçmasapan mı konuşurlar?"


diye sordu Alison yüzünü genç adamın göğsüne gömerek.
"Galiba," dedi Alex.

Peter Jensen giysilerle dolu torbanın içine elini sokup naylona


sarılmış tabancayı güçlükle dışarı çıkardı. Karısı, çadınn girişini
ancak dışarıyı görebilecek kadar aralamış etrafı kolaçan
ediyordu. Peter susturucuyu ceketinin cebine atıp, tabancayı
doldururken Ruth'un sesi duyuldu. "Bunu yapmak zorunda mısın?"
j$

ediyordu. Peter susturucuyu ceketinin cebine atıp, tabancayı


doldururken Ruth'un sesi duyuldu. "Bunu yapmak zorunda mısın?"
j$

— 301 —

deri bağların arasına yerleştirip düğmelerini ilikledi. "Kabank&k

görünüyor mu? Belli oluyor mu?*


"Hayır."
"İyi. Gerçi Whitehall5un ceketleri kadar şık değil ama daha

rahat."
"Çok dikkatli ol, orası berbat bir yer."
"Beni zorla kamp yapmaya götürürdün. Amacını şimdi anlı

yorum," diyerek gülümsedi Peter, sonra sırt çantasını yerleştirip


sıkıca bağladı. "İşte oldu. Eğer gerekirse bir hafta bile kalabilirim."
"Ben nasıl haber alacağım."

"Yanımdaki hamalla birlikte dönmediğim zaman anlarsın.


Eğer işi bitirebilirsem, belki hamal bile dönmeye korkacaktır."
Karısının dudaklarının titrediğini, gözlerinin korkuyla büyüdüğünü
farketti. Yanına gelmesi için işaret edince Ruth kollarına atıl

"Oh Tanrım, Peter..."

"Lütfen Ruth, şşşt. Böyle yapmamalısın." Karısının saçlarını


okşayarak sürdürdü sözlerini. "Julian bizim için her şeyi yaptı.
Bunu ikimiz de biliyoruz. Ve Peale Court Otelinde çok mutlu
olacağımıza inanıyor. Dediğine göre Dunstone'un Jamaika'da
birçok insana gereksinimi olacakmış. Niçin biz de bunların arasında
olmayalım?"

Hiç kimsenin tanımadığı bir hamal kampa, gelince, Marcus


Hedrik adıyla tanıdığı koşucunun öfkelendiğini farketti James
Ferguson. Herkes merak içindeydi. McAuliff sabah erkenden
sahile gitmek üzere yola çıkmıştı ve hamalın ona nehir kıyısında
rastlamamış olması garipti. Yalnızca balık tutan, ava çıkan bazı
dağlıları gördüğünü ama bir tek beyaza rastlamadığını ısrarla
söylüyordu adam.
— 302 —

— 302 —

Öğleden sonra saat 14.30'da James Ferguson yeterince


dinlendiğine karar verip tekrar çalışmaya başlamak için aletlerini
toplarken, çadırının önünde bir hışırtı duydu. Başını kaldırınca
yeni hamalın elinde plastik bir tepsiyle içeri girdiğini gördü.

"Ne istedin?"

"Tabakları topluyom, ahbap," deçjU adam aceleyle. "Hep temiz


olmalı her şey."

"Burada tabak filan yok. Bir iki tane kirli bardak var..."

Hamal sesini alçaltb. "Fergo-mon'a bir mektup getirdim.


Çabuk okumalısın." Cebinden kapalı bir zarf çıkanp uzattı.

James zarfı açınca Craft Vakfının başlığını gördü ve derhal


imzanın kime ait olduğuna baktı. Baba Arthur Craft'ın imzasını
Jamaika'da tanımayan yoktu.

Sevgili James Ferguson,


Uzaktan özür dilemek her zaman çok zordur ama şimdi olduğu
gibi içtenlikle yapılır.

Oğlum kötü davranışı için pişman olup üzüldüğünü söylüyor.


Selam ve sevgilerini çok uzun bir süre kalacağı Güney
Fransa'dan gönderiyor.

Asıl konuya gelince; baracoa lifleri üzerinde yaptığın çalışmaların


laboratuvarlarımıza çok yararlı olduğunu söyleyebilirim.
Çok geniş kapsamlı bir etki yaratacağından eminim ve tekrar bizim
yanımıza dönersen çalışmaların hızlanacağına inanıyoruz.
Geleceğin garanti altına alınacak ve başarıların ödüllendirilecek.
Kısa zamanda çok zengin bir adam olacaksın.

— 303 —

Ama zamanlama çok önemli. Bu nedenle araştırma ekibinden


derhal ayrılmalısın. Mektubu getiren haberci senin garipse*
nebilecek ayrılışını diğerlerine açıklayacaktır. İsteğimi Kingston
hükümetine de bildirdim ve benimle aynı fikirdeler. Baracoa
tüm Jamaika için yararlı olacak. «Ayrıca ekip başkanı Dr. McAuliff,
şu anda bizim çıkarlarımıza aykırı düşen konularla ilgilendiğinden,
onu bu işin içine katmama konusunda ortak karara vardık.
Başka bir botanikçi birkaç gün içinde ekibe katılacak.

tüm Jamaika için yararlı olacak. «Ayrıca ekip başkanı Dr. McAuliff,
şu anda bizim çıkarlarımıza aykırı düşen konularla ilgilendiğinden,
onu bu işin içine katmama konusunda ortak karara vardık.
Başka bir botanikçi birkaç gün içinde ekibe katılacak.

Arthur Craft, Baba.

Mektubu ikinci kez okurken Jâmes Ferguson şaşkınlıktan

soluğunu tutmuştu.

Gerçekten başarmıştı.

Her şeye sahip olacaktı.

Yüzüne bakınca yeni hamal gülümseyerek konuştu. "Ak

şamüstü yola çıkacağız, ahbap. Kararttık basmadan. İşten er

ken dön. Seninle nehrin kıyısında buluşup, gideceğiz."


Kendini 'Malcolm' adıyla tanıtan papaz kılıklı adam yol gös

Kendini 'Malcolm' adıyla tanıtan papaz kılıklı adam yol gös

den mağaralardan ve geçit vermez gibi görünen ormanlann

içinden yürümeye başladılar. Ağaçların arasındaki patikaları,

uzun karanlık tünelleri kolayca buluyordu. Mağaraların derinlik

lerindeki suların küf kokusu hiç kaybolmuyor, elfenerlerinin ışı

ğında bembeyaz sarkıt ve dikitler parlıyordu.

Aşağıya doğru inen bir mağaraya girip sanki daha yukarıya

çıkıyorlarmış gibi geliyordu McAuliffe. Bu jeolojik fenomen, su

— 304 —
ve toprak patlaması sırasında inanılmaz değişimlerin yaşandığını
belirtiyordu. Güneşe yaklaşmak için dağların merkezleri faylardan
ve çatlaklardan yükselmişti sanki.

ve toprak patlaması sırasında inanılmaz değişimlerin yaşandığını


belirtiyordu. Güneşe yaklaşmak için dağların merkezleri faylardan
ve çatlaklardan yükselmişti sanki.

"İnsanlar genellikle sahil kasabalarının acı veren amaçsızlığından


ve zor yaşam koşullarından kaçıyorlar."

"Öyleyse amaçsızlığı yenmek zorundasınız." Alex, Eski


Kingston'daki gecekonduları, terkedilmiş teknelerin içinde yaşayan
dışlanmışları, kemikleri sayılan kedileri, köpekleri ve ihtiyar
görünümlü genç kadınların gözlerindeki donuk bakıştan
anımsadı. Bir şişe şarap için dilenen, çıkmaz sokakların karanlıklarına
işeyen dişleri dökülmüş adamlar geldi gözünün önüne.

anımsadı. Bir şişe şarap için dilenen, çıkmaz sokakların karanlıklarına


işeyen dişleri dökülmüş adamlar geldi gözünün önüne.

"Evet, haklısınız," dedi Malcolm adını kullanan Halidonlu.


"İnsanları en kolay yok eden unsur amaçsızlıktır. Ama geleceğe
bir 'anlam katın' demek kolaydır. Bunu gerçekleştirmek zordur.
Öylesine karmaşık bir konu ki..."

Sarp kayalar ve bitmek bilmeyen mağaralar arasında yolculuktan


sekiz saat sürdü. McAuliff en fazla on yedi, on sekiz

— 305 — F:20
mil kadar içeri girdiklerini tahmin ediyordu. Aştıkları her yol bir
öncekinden daha tehlikeli ve ürkütücüydü.

Öğleden sonra saat beşte, Flagstaff sıradağlarının üzerinde


bir geçidin sonuna geldiler. Birdenbire karşılarına eni yaklaşık
beş yüz, boyu İse sekiz yüz metre kadar olan dümdüz bir yayla
çıktı, Malcolm sağa doğru yöneldi ve batı sınırında Alex'in şimdiye
dek görmediği ağaçların adeta birbirinin içinden çıkarcasına
sıklıkta yetiştiği ormana yaklaştılar.

"Buna Acquaba Labirenti deriz," dedi Malcolm Alex'in şaşkınlığını


farkedince. "Eski Spartalılardan aldığımız bir geleneğimiz
var. Tüm erkek çocuklar on birinci yaşgününde buraya getirilir
ve dört gûn, dört gece geçirmeleri beklenir."

"Dörtlük birimler..." diye mırıldandı Alex ormanın acımasız

görüntüsüne bakarak. "Ölüme yolculuk."

"Ama biz ne Spartalıyız ne de Arawak," diyerek hafifçe gül

dü Malcolm. "Çocuklar farkına varmaz ama onlan gözetleyip ko

ruyanlar vardır. Hadi gel."

Yaylanın öteki uçuna doğru yürümeye başladı ve Halidon

Labirenti'ne son bir kez bakan Alex, onu izledi.

Doğu tarafında manzara çok farklıydı. Uzaktaki dağların ilk

yükseltileriyle çevrili olan vadinin tam ortasında durgun bir göl


vardı. Kuzey yönündeki dağlardan inen sular bir çağlayanda

vardı. Kuzey yönündeki dağlardan inen sular bir çağlayanda

birkaç eşeğin otladığı bir çayır vardı. Burası birkaç kuşak önce

temizlenip otlak haline getirilmiş, diye düşündü Alex.

Tam aşağıdaysa uzun ağaçların gölgelediği yaklaşık yet

miş, seksen tane saz damlı kulübe görünüyordu. Ağaçlan saran

sarmaşıklar, asmalar ve tüm boşlukları Karayip'e özgü parlak

renklerle bezeyen çeşitli tropik bitkiler kulübeleri gözlerden giz

ler gibiydi. Doğal bir çatının altında yaşayan bir toplum, diye ge

çirdi içinden Alex.


Sonra yerleşim yerinin daha yüksekten nasıl görüneceğini
hayal etmeye çalıştı. Saz damlı kutübeler ve otlaklar diğer dağ
topluluklarından farklı olmadıklarını belirtecekti ve üstelik butunduklannı
yerin kendine özgü bir konumu vardı. Yayla çok yükseklerde
oluşmuş bir girinti gibiydi. Flagstaff dağlannın bu bölümü
sert ve değişken rüzgârlarıyla tanınırdı. İnecek yer bulamayacağını
bilen jetler en az on iki bin fit yükseklikten uçmak zorundaydılar.
Küçük uçaklar ise inmeye kalkıştıktan takdirde parçalanacakları
için, bu bölgeden geçmemeyi tercih ederlerdi.

Üstlerinde doğal bir tavan ve hiçbir haritada gösterilemeyecek


kadar karmaşık ve eziyetli bir geliş yoluyla korunuyordu bu
toplum.

"Pek cazip görünmüyor, değil mi?" diye sordu Malcolm.


Göle doğru koşuşturan çocukların çığlıktan rüzgârla dağılıyordu.
Kulübelerin çevresinde yürüyenler, şelalenin yakınında gezinenler
göze çarpıyordu.

"Çok düzgün görünüyor,"dedi Alex. Tanımlamak için aklına


başka bir sözcük gelmemişti.
"Evet, son derece düzenlidir: Gel, aşağıya inelim. Sizi bekleyen
biri var."

Koşucu rehberin eştiğinde kayalık bayırdan indiler ve saz


damlı kulübelerin batı yönüne ulaştılar. Yukardan bakarken, ilkel
evleri çevreleyen ağaçların yüksekliğini tahmin edememişti
Alex. Eğer yirmi metre daha yüksekten baksaydık, hiçbirini göremeyecektik,
diye düşündü. Doğanın yarattığı tavan her şeyi
gizliyordu.

Asma ve sarmaşık ormanının içindeki kulübelerin arasından


ilerledi rehber. Karşılaştıktan insanların çoğunun dağlılar gibi
yumuşak ve bol giysiler giydiğini ama yine de bir farklılık olduğunu
düşündü Alex. Adanın her köşesinde görüldüğü gibi
dizlere kadar kıvrılmış haki pantolonlar, koyu renkli eteklerin

— 307 —

üzerine giyilen beyaz ya da renkli bluzlar göze çarpıyordu. Afrika,


Avustralya ve Yeni Zelanda'nın merkezden uzak yerleşim
yerlerinde görülürdü bu giysiler. Yerli halk, beyaz yerleşimcilerden
bazen de çalarak ele geçirdikleri her şeyi kendileri için kullanırdı.
Olağandışı bir şey yoktu... ama yine de ne olduğunu bir
türlü saptayamadığı bir farklılık vardı.

Ve birdenbire farketti. Kitaplar. Çevrede dolaşanların hemen


hemen hepsinin elinde değişik sayıda kitap vardı. Üstelik
giysileri tertemizdi. Belirli yerleri terden ıslanmış, tarlalarda çalışmaktan
ve gölün çamurundan lekelenmişti ama diğer dağ topluluklarında
ya da gecekondu semtlerinde görülmediği kadar
temizdi. Üstlerine uymayan, başkalarının eskileri değildi giydikleri.
Acquaba kabilesi ilkel bir yerleşim yerinde yaşıyorsa da diğer
dağ toplulukları gibi topraktan elde ettikleriyle geçinmeye
çalışan yoksul bir topluluk değildi. Çevrede gördüğü güçlü siyah
bedenler ve parlak gözler, dengeli beslenmenin ve zekânın

ve gölün çamurundan lekelenmişti ama diğer dağ topluluklarında


ya da gecekondu semtlerinde görülmediği kadar
temizdi. Üstlerine uymayan, başkalarının eskileri değildi giydikleri.
Acquaba kabilesi ilkel bir yerleşim yerinde yaşıyorsa da diğer
dağ toplulukları gibi topraktan elde ettikleriyle geçinmeye
çalışan yoksul bir topluluk değildi. Çevrede gördüğü güçlü siyah
bedenler ve parlak gözler, dengeli beslenmenin ve zekânın

"Doğruca Daniel'e gideceğiz," dedi Malcolm rehbere döne

rek. "Senin görevin bitti, teşekkür ederim."

Asmaların altındaki daracık patikaya yönelen rehberin ce

ketinin düğmelerini açtığını ve silahını belinden çıkardığını fark

etti Alex. Komando artık evine dönmüştü. Bilinçli olarak seçilmiş

eski püskü giysilerinden sıyrılabilirdi.

Malcolm eliyle işaret edip Alex'in düşüncelerini yarıda kesti.


Palmiyelerin gölgesindeki patika onları başka bir açıklığa çıkar

Palmiyelerin gölgesindeki patika onları başka bir açıklığa çıkar

öte yanında uzanıyordu. Geniş dere yatağından sonra arazi ka

yalıklara doğru iniyordu. Ardında sağa doğru kıvrılıp gölün do

ğu yakasında son bulan otlaklar göze çarpıyordu. Ellerinde

uzun sopalarla otlayan hayvanlara doğru yürüyen adamlar gör

— 308 —

dü Alex. Güneş batmaya başlamış, sürüleri ağıllara kapatma


vakti gelmişti.

Alex bu garip ve dış dünyadan uzak köyü incelemeye vermişti


kendini. Malcolm'un ardından yürürken birdenbire dağın
eteğine, şelaleye yaklaştıklarını farketti. Göle akan dereye ulaşıp
sola döndüler. Dere yatağının sandığından daha derin, yaklaşık
iki buçuk metre olduğunu gördü McAuliff. Yukardan baktığı
zaman gözüne çarpan taşlar herhalde kuşaklar önce yerleştirilip
suyun akışı kontrol altına alınmıştı. Tohum atılmış tarlalar gibi
bu doğal oluşum da insanlann kontrolü altındaydı.

kendini. Malcolm'un ardından yürürken birdenbire dağın


eteğine, şelaleye yaklaştıklarını farketti. Göle akan dereye ulaşıp
sola döndüler. Dere yatağının sandığından daha derin, yaklaşık
iki buçuk metre olduğunu gördü McAuliff. Yukardan baktığı
zaman gözüne çarpan taşlar herhalde kuşaklar önce yerleştirilip
suyun akışı kontrol altına alınmıştı. Tohum atılmış tarlalar gibi
bu doğal oluşum da insanlann kontrolü altındaydı.

Uzaktan ve özellikle havadan bakılınca burayı görebilmek


olanaksızdı. Uzunluğu yaklaşık on metreydi ama ormana ve
çağlayan suya doğru uzanan enini tahmin etmek olanaksızdı.
Taş basamaklara yaklaşırken binanın batı tarafında, sarmaşıkların
arasından yükselen kalın, siyah kablolan gören McAuliff irkildi.
S

Malcolm genç adamın şaşkınlığına gülümseyerek açıkladı.


"Dış dünyayla kurduğumuz iletişim ağı. Radyo sinyalleri adanın
tüm telefon hatlarına bağlıdır. Cep telefonu sistemine benzer
ama daha kullanışlı ve temizdir. Tabii kesinlikle nereye bağlı olduğu
öğrenilemez. Hadi Daniel'in yanına gidelim."

tüm telefon hatlarına bağlıdır. Cep telefonu sistemine benzer


ama daha kullanışlı ve temizdir. Tabii kesinlikle nereye bağlı olduğu
öğrenilemez. Hadi Daniel'in yanına gidelim."

| —309 —

"Bizim meclis başkanımız. Seçimle işbaşına getir, fakat görev


süresi takvimle belirlenmez."

"Kim seçiyor onu?"

Halidonlunun gülüşü hafifledi. "Meclis."

"Ya meclisi ki$n seçiyor?"

"Kabile."

"Politik düzene benziyor."

"Pek sayılmaz. Gel, Daniel bekliyor."

Halidonlu kapıyı açtı ve Alex yüksek tavanlı, bir duvarı baş


tan başa camii odaya girdi. Şelalenin uğultusu, ormanın binlerce
sesine karışarak içeriye kadar geliyordu.

tan başa camii odaya girdi. Şelalenin uğultusu, ormanın binlerce


sesine karışarak içeriye kadar geliyordu.

ortasındaki kalın kapının yakınındaki masada yirmi yaşlarında

bir kız oturuyordu. 'Çalışma' masasının üstü kâğıtlarla kaplıydı

ve yan tarafındaki beyaz masanın üzerinde bir bilgisayar duru

yordu. Böyle bir aletin bu ortamda bulunması Alex'in gözlerinin

hayretle açılmasına neden oldu. Kızın sağ tarafındaki sehpanın

üzerinde duran yeni tekniğe uyumlu gelişmiş telefonu görünce

yutkundu.

"Bu Jeanine, Dr. McAuliff," diyerek tanıştırdı Malcolm. "Da

niel'in yanında çalışıyor."


Kız ayağa kalkıp uçuk ve yüzeysel bir gülüşle Alex'i selam

Kız ayağa kalkıp uçuk ve yüzeysel bir gülüşle Alex'i selam

geçti mi?*

"Konuğumuzu getirdiğime göre, çok başarılı olduğunu söy

leyemem."

"Evet," dedi Jeanine. Endişesi korkuya dönüşmüştü. "Dani

el hemen sizi görmek istiyor. Bu taraftan... Dr. McAuliff."

Masanın ardındaki kapıyı tıklatıp yanıt beklemeden açtı. Ya

nına gelen Malcolm içeri girmesini işaret edince, McAuliff, Hali

don Meclis Başkanının odasına ürkek adımlarla girdi.


— 310 —

— 310 —
vermen için bir neden göremiyorum. Yoksa var mı?"
"Hayır... Piersairın belgeleri gerçek. Mühürlü bir zarfın içindeymiş.
Martha Brae kampında, bilinmeyen bir noktada bulunduğunu
söylüyor McAuliff. Kendisi bile nerede olduğunu tam
bilmiyor. Her an gönderilmeye hazırmış. Üç günümüz var, Daniel."
Başkan gözlerini papaz kılıklı adama dikti. Sonra ağır ağır
masanın ardındaki iskemlesine yaklaştı. Hiç kıpırdamadan ellerini
masaya dayayıp gözlerini Alex'e dikti.

"Bir insanın kesinlikle dinlemesi gereken bir tek tehdit vardır.


Ölüm tehdidi." Daniel bitmek bilmeden akıp giden şelaleye
bakan pencereye yaklaştı. "Özellikle ulusal ve dinsel amaçlar
için ideolojik nedenlerin bulunmadığı koşullarda geçerlidir. Aynı
fikirde olduğunuzu sanırım."

"Benim dinsel ya da ulusal bir dürtüm olmadığı için, tehdidinizin


başarıya ulaşacağını tahmin ediyorsunuz." Oturulması
söylenmediği için hâlâ masanın yanında ayakta duruyordu
Alex.

"Evet," diyerek pencereye arkasını döndü Halidon'un Meclis


Başkanı. "Jamaika'nın sorunlarının sizinle ilgili olmadığı eminim
daha önce de seze söylenmiştir."

"Bu savaşın benimle ilgili olmadığı söylenmişti."


"Kim söyledi bunu? Charles Whitehall mu, yoksa Barak

"Kim söyledi bunu? Charles Whitehall mu, yoksa Barak

"Barak Moore öldü."

Başkanın şaşırdığı belliydi. Bir an düşünceye dalarak tepki

sini göstermiş oldu. "Çok {küldüm. Whitehairun ilerlemesin»

durdurmak için gerekli bir insandı. Onun yerini alacak birini bul

mak gerekecek..." Masaya yaklaştı, not kâğıdına bir şeyler yazıp

kenara koydu.

Alex yazılanları kolayca okuyabilmişti. "Barak Moore'un ye

rine bîrini geçirin." Böylesine şaşırtıcı olaylar yaşarken bu mesa

jın anlamı pek de önemsiz sayılmazdı.


"Hepsi bu kadar mı?" diye sordu başıyla kâğıdı işaret ede

rek.

"Basit mi demek istiyorsanız, hayır basit bîr iş olmayacak,"

diye yanıtladı Daniel. "Lütfen oturun, Dr. McAuliff. Konuşmaya

devam etmeden önce anlamanız gereken bazı noktalar var..."

New York kentinin 38. Sokağında bürosu bulunan jeoiog


Alexander Tarqtin McAuliff, Jamaika'nın Cock Pit bölgesinde,
Flagstaff dağlarının erişilmez bir tepesindeki çalışma odasında,
el yapımı iskemleye oturup Halidon adını kullanan gizli bir kabilenin
Meclis Başkanı Daniel'in anlattıklarını dinlemeye başladı.

Artık daha fazla düşünemiyor, yalnızca dinleyebiliyordu.

Daniel söze Waiter Piersairın belgelerini okuyup okumadığını


sorarak başladı. Olumlu yanıtı alınca, Acquaba kabilesinin

18. yüzyılın başlarındaki Maroon Savaşlarına kadarki tarihçesinin


Piersairın belgelerinde anlatıldığı gibi gerçek olduğunu söyledi.
"Acquaba biraz gizemli ama temelinde basit bir adamdı. İsa
peygamberin rolünü üstlenmiş gibiyse de onun yardımseverliğine
ve merhametine sahip değildi. Ne de olsa atalan Coromantee
ormanlarının acımasızlığı içinde yetişmişti. Ne var ki ahlak ilkeleri
sağlamdı."

Piersairın belgelerinde anlatıldığı gibi gerçek olduğunu söyledi.


"Acquaba biraz gizemli ama temelinde basit bir adamdı. İsa
peygamberin rolünü üstlenmiş gibiyse de onun yardımseverliğine
ve merhametine sahip değildi. Ne de olsa atalan Coromantee
ormanlarının acımasızlığı içinde yetişmişti. Ne var ki ahlak ilkeleri
sağlamdı."

"Altın," dedi Daniel.

"Nerede?"

"Toprağın altında. Yaşadığımız bölgede."

"Jamaika'da altın yok." ^

"Siz bir jeologsunuz. Daha iyi bilmeniz gerekir. Adanın her


tarafındaki mineral yataklarında kristalin birikintilerinin izleri var."

"Çok az miktarda," diye atıldı Alex. "Öylesine az ve öylesine


değersiz madenlerin arasında ki... Varolan altını ayrıştırmaya
çalışmanın bedeli, elde edilenden daha yüksek olur."

"Ama attın altındır."


"Değersizdir."

"Değersizdir."

niz? Hatta size Jamaika adasının jeolojik açıdan nasıl oluştuğunu


sorsam?"

— 313 —

"Denizlerin ortasında, tüm anakaralardan uzakta, jeolojik


yer hareketleri sırasında..." Alex kalaladı. Basitliğinden dolayı
hayret vericiydi. Milyonlarca yıl önce bir altın damarı denizin dibindeki
toprağın altında patlıyor ve sulann arasından yükselen
kara parçasının her tarafına dağılıyor. "Aman Tanrım, eğer bir
damar varsa..."

"Bunu sürdürmenin anlamı yok," dedi Daniel. "Yüzyıllar boyunca


Jamaika'da geçerli olan sömürge yasaları kesindi: Adada
bulunacak her türlü değerli madenler İngiltere tahtına aittir.
Kimsenin altın aramaya kalkışmamasının ana nedeni budur."

"Fowler," dedi Alex usulca. "Jeremy Fowler..."


"Özür dilerim, anlayamadım."

"Özür dilerim, anlayamadım."

"Evet, 1883 yılında... Anlaşılan Piersall bu belgeyi de ele

geçirmiş." Halidon Meclis Başkanı bir not daha yazdı. "Kayıtlar

yok edilecek."

"Adı geçen Fowler biliyor muydu?" ^

Daniel başını kaldırıp baktı. "Hayır. Kuzey sahilindeki kimi

toprak sahipleriyle işbirliği yapan bazı ayrılıkçı Maroonların bir

isteğini yerine getirdiğine inanıyordu. Amaç, kabileler arasında

yapılan anlaşmayı ortadan kaldırıp binlerce dönüm araziyi tarı

ma açmaktı. Ona böyle söylendi ve bu iş için para aldı."

İngiltere'de yaşayan torunlan hâlâ buna inanıyor."


"Niçin olmasın? O zamanlar buna 'Sömürge Hizmeti' deni

yordu. Günümüzde daha önemli olan sorulara dönelim mi? Dr.

McAuliff, her şeyi açıkça, bütünüyle anlamanızı istiyoruz."

"Devam edin."

Daniel'in anlattığına göre, Halidonlar hiçbir zaman politik

güç sahibi olmak istememişlerdi. Politikanın dışında kalmayı

yeğleyip, farklı ve çelişkili ideolojilerin kaosunun ardından düze

nin geleceği konusundaki tarihsel görüşleri kabul etmişlerdi. M

kirler her zaman için anıtlardan ve kaselerden daha önemliydi


ve insanlar her ikisine de özgürce sahip olabilmeliydi. Acquaba'nın
öğrettiği ders buydu. Hareket özgürlüğü, düşünce özgürlüğü
ve gerekirse savaşma özgürlüğü... Halidon dini temelinde
hümanistti. Orman tanrıları ölümlülerin özgürlüğü için sürekli
olarak çatışan güçlerin simgelerinden oluşuyordu. Kabilenin
kabul ettiği çizgiler içinde yaşam savaşı verilmeliydi ama bu
yöntem diğer kabilelere zorla kabul ettifttmemeliydl.

kabul ettiği çizgiler içinde yaşam savaşı verilmeliydi ama bu


yöntem diğer kabilelere zorla kabul ettifttmemeliydl.

"Hayır. Ancak pek de orijinal olduğu söylenemez."

"Aynı fikirde değilim. Belki bu fikir daha önceleri de yüzlerce


kez ileri sürülmüşse de uygulandığı hiç duyulmadı... kendine
yeterli konuma gelen toplumlar, belirli bir noktadan sonra diğerlerini
etkileri altına almaya çabalarlar. Firavunlardan Sezar'a,
Kutsal Roma, İngiltere vs. gibi imparatorluklardan Adolf Hitler'e,
Stalin'den sizin kendini herkesten üstün görüp, başkalanna
adeta din değiştirtmek için uğraşan karmaşık hükümet yapınıza
kadar hepsi aynıdır. Fanatik inançlılara dikkat edin, Dr. McAuliff.
Her konuda fanatikçe davranırlar."

"Ama sizler böyle değilsiniz," deyip çağlayarak akan suya


baktı Alex. "Kimin böyle olduğuna karar veriyor ve buna göre
hareket ediyorsunuz. Ve buna 'Savaşma Özgürlüğü' diyorsunuz."

"Sizce bu fikirlerde bir çelişki mi var?"

"Elbette. 'Savaşma Özgürlüğü' sizin fikirlerinizi kabul etmeyen


insanları öldürmeye kadar uzandığında çelişki var tabu."

insanları öldürmeye kadar uzandığında çelişki var tabu."

Alex bakışlarını şelaleden Daniel'e çevirdi. "Dün geceden


başlayabilirim. Ekipteki iki hamal, galiba İngiliz İstihbaratından
birkaç dolar kazanıyordu. Ne karşılığında dersiniz? Gözlerini

— 315 —

açık tutup akşam yemeğinde neler yediğimizi bildirdikleri için

«e»
mi? Bizi görmeye gelenleri rapor ettikleri için mi? Benim Marcus
adıyla tanıdığım sizin koşucu, onların ajan olduğunu söyledi ve
öldürdü. Garvey adındaki şişko domuzun, çok pis kokan cahil
bir adam olduğunu ben de kabul ediyorum ama Port Maria yolunda
ölümcül bir kaza geçirmesi biraz fazla değil mi?" Alex bîr
an susup öne eğildi. "Bundan önceki araştırma ekibinin tüm
üyelerini öldürdünüz. Tıpkı benim gibi onlar da para kazanmak
için Dunstone adına burada jeolojik araştırma yapıyorlardı. Belki
bu ölümleri haklı gösterecek bazı nedenleriniz vardır ama Walter
Piersall'ın ölümünde kendinizi kesinlikle haklı çıkaramazsı
nız. Evet, Bay Azametli Başkan, bence siz de şiddetli bir fanatiksiniz."

nız. Evet, Bay Azametli Başkan, bence siz de şiddetli bir fanatiksiniz."

"Yani öldürülen insanların ufak tefek sorunlar olduklarını m


söylemek istiyorsunuz?"

Daniel donup Alex'in yüzüne baktı. "Hayır, doktor. Sizi ikna


edecek bir yol bulmaya çalışıyordum. Gerçeği söyleyeceğim
ama inanacağınızdan emin değilim. Bizim koşucularımız, rehberlerimiz
-isterseniz casus da diyebilirsiniz- etkili olmak üzere
eğitilirler. Korku olağanüstü etkili bir silahtır. Şiddete yönelik olmayan
bir silahsa da gerektiği zaman şiddete de başvururuz.,..
Sizin hamallarınız öldürülmedi. Esir alınıp gözleri bağlandı ve
Weston Favel'in dışında serbest bırakıldılar. Canları yakılmadı
ama çok korktular. Bir kez daha MI 5 ya da MI 6 için çalışmayacaklar.
Garvey öldü, ne var ki onu biz öldürmedik. Sizin Bay
Garvey eline geçen her şeyi satabilen biriydi. Sattıkları arasında
kadınlar ve özellikle genç kızlar vardı. Port Maria yolunda çılgına
dönmüş bir baba tarafından vuruldu. Nedeni gayet açık. Biz
yalnızca olayı üstlendik... Dunstone'un ilk araştırma ekibini öldürdüğümüzü
söylediniz ama işin gerçeği tam tersi, doktor.
Ekipteki dört beyazın üçü, bizim gözcü grubumuzu öldürmeye
kalkıştı. Bir görüşme için onlan kampa davet edip altı gencimizi
öldürdüler."

Sizin hamallarınız öldürülmedi. Esir alınıp gözleri bağlandı ve


Weston Favel'in dışında serbest bırakıldılar. Canları yakılmadı
ama çok korktular. Bir kez daha MI 5 ya da MI 6 için çalışmayacaklar.
Garvey öldü, ne var ki onu biz öldürmedik. Sizin Bay
Garvey eline geçen her şeyi satabilen biriydi. Sattıkları arasında
kadınlar ve özellikle genç kızlar vardı. Port Maria yolunda çılgına
dönmüş bir baba tarafından vuruldu. Nedeni gayet açık. Biz
yalnızca olayı üstlendik... Dunstone'un ilk araştırma ekibini öldürdüğümüzü
söylediniz ama işin gerçeği tam tersi, doktor.
Ekipteki dört beyazın üçü, bizim gözcü grubumuzu öldürmeye
kalkıştı. Bir görüşme için onlan kampa davet edip altı gencimizi
öldürdüler."

"Bunu Malcolm da bildirdi bize."

"Eğitim görmüş bir ajanın durup düşünmeden insanları öldüreceğine


inanmıyorum."

"Malcolm da sizinle aynı fikirde. Ancak gerçekler ortada. İstihbarat


ajanı da önce bir insandır ve çatışma çıktığı anda taraf
tutmak zorunda kalır. Hangisi olduğunu bilmiyorum ama beyazların
tarafını tutmayı kendisi seçti."
"Ya dördüncü adam? O farklı mıydı?"

"Ya dördüncü adam? O farklı mıydı?"

Birkaç dakika konuşmadılar. Sonra McAuliff sordu. "Walter


Piersall için ne diyeceksiniz?"

"Ne olduğunu bilmiyoruz ya da kimin öldürdüğünü. Bazı


varsayımlarımız var tabii ama o kadar. Onun ölmesini kesinlikle
istemezdik, özellikle bu koşullar altında. Eğer nedenini anlamıyorsanız,
çok aptalsınız."

— 317 —

McAuliff yerinden kalkıp pencereye yaklaştı. Daniel'in bakışlarının


üzerinde olduğunu Hissediyordu. Çağlayan sulara
bakmaya zorladı kendini. "Beni niçin buraya getirdiniz? Niçin bu
kadar çok şey anlattınız?"

"Başka seçeneğimiz yoktu. Yalan söylediğinize ve Malcolm1


un da kandınlmış olduğuna inanmadığım için geçmişinizi
ve şimdiki konumunuzu çok iyi biliyoruz. Malcolm, İngiltere'den
ayrılırken MI 5'in hakkınızda hazırladığı dosyayı da getirdi. Bir
öneri yapmaya hazırız."

Alex dönüp başkana baktı. "Eminim reddedemeyeceğim

bir öneridir."
"Doğru. Sizin ve ekip arkadaşlarınızın hayatı karşılığında..."
"PiersaH'ın belgeleri mi?"
"Onlar da dahil ama daha büyük boyutlu bir isteğimiz var."
"Devam edin." McAuliff pencerenin önünden ayrılmadı. Şe

lalenin sesi dış dünyayla tek bağlantısı gibiydi; rahatlatıyordu.

"İngilizlerin neyin peşinde olduğunu biliyoruz. Dunstone


Şirketinin ortaklarının listesini istiyorlar. Bu adayı başka bir İsviçre
haline getirip, ekonomik açıdan kurtarılmış bölge yapmak isteyen
uluslararası parababalarının isimlerini öğrenmek istiyorlar.
Birkaç hafta önce Port Antonio'da buluştu bu adamlar. Kimisi
kendi İsmini kullanırken, çoğu takma adla geldi buraya. Zamanlama
çok önemliydi. İsviçre bankaları baskı altında kaldıkları için
birbiri ardına gizli hesap geleneğini yıkıyorlar... Dunstone ortak
tanım listesi elimizde. Takas edeceğiz."
"Hayatımıza karşılık mı? Ve tabii belgeler de ..."
Daniel içten gelen bir neşeyle güldü. "Doktor, korkarım çok

önemsiz ayrıntılara takılıp kalıyorsunuz. Gerçi bizim için Piersairın


belgeleri çok önemli ama İngilizlerin pek değer verdiği
söylenemez. Aynen düşmanlarımız gibi düşünmek zorundayız.
İngilizler her şeyden çok Dunstone'un listesini ele geçirmek isti

— 318 —

yortar. Buna karşılık bizler de İngiliz İstihbaratının ve temsil ettiği


her şeyin Jamaika'dan gitmesini istiyoruz. Önerimiz budur."

McAuliff kımıldamadan pencerenin önünde duruyordu. "Sizi


anlamıyorum."

Meclis başkanı öne eğildi. "İngilizlerin ve diğer tüm ulusların


bu ada üzerindeki etkilerinin sona ermesini istiyoruz. Kısacası
Jamaika, Jamaikalıların olmalı."

"Dunstone adayı size bırakmaz," dedi Alex. "Bence onların


etkisi herkesten daha tehlikeli."
"Dunstone ile savaşmak bizim jşimiz; bazı planlanmız var.
Bu şirket, para konularındaki dâhiler tarafından kuruldu ama bizim
bölgemize hapsoldukları takdirde çok çeşitli seçeneklerimiz
var. Onlan sınırdışı bile edebiliriz. Tabii bu seçeneklerin gerçekleşmesi
zaman alacak ve İngilizlerin, pek fazla zamanı kalmadığını
ikimiz de bitiyoruz. Üstelik İngiltere, Dunstone gibi bir şirketi
yitirmek istemez."

"Dunstone ile savaşmak bizim jşimiz; bazı planlanmız var.


Bu şirket, para konularındaki dâhiler tarafından kuruldu ama bizim
bölgemize hapsoldukları takdirde çok çeşitli seçeneklerimiz
var. Onlan sınırdışı bile edebiliriz. Tabii bu seçeneklerin gerçekleşmesi
zaman alacak ve İngilizlerin, pek fazla zamanı kalmadığını
ikimiz de bitiyoruz. Üstelik İngiltere, Dunstone gibi bir şirketi
yitirmek istemez."

Dönüp koltuğa otururken düşünmesi ve yeni bilgileri sindirmesi


için DanieNn kendisine zaman tanıdığım farketti. Yanıtlanması
gefeken birçok soru vardı ve bir kısmı kendisine dokunuyordu.
Denemek zorundaydı.

"Birkaç gün önce Barak Moore öldüğünde, Charles Whitehali'un


bir rakibi kalmadığını düşündüm. Siz de aynı fikirdesiniz.
Yazdığınız notu gördüm..."

"Neyi öğrenmek istiyorsunuz?"

"Haklıyım değil mi? İkisi de iki aşırı ucu simgeliyor. Taraftarları


var, kafaları çalışmayan fanatikler değil onlar."
"Whitehall ve Moore mu?"

"Whitehall ve Moore mu?"

— 319 —

"Onlar karizmatik liderler. Yeni gelişen tüm ülkelerde genel


likle üç grup vardır: sağ, sol ve günlük işlerin nasıl çevrileceğini
iyi bilen orta görüşlüler. En kolay kokuşan grup işte bunlardır.
Aynı sıkıcı bürokratik görevleri yeni bir otorite anlayışı ile sürdürmeye
çalışırlar. Öncelikle onların değiştirilmesi gerekir. Bunun
da en sağlıklı yöntemi, iki aşın ucun en olgun unsurlarını biraraya
getirmektir. Böylece huzur dolu bir barış sağlanır."

"Bunun oluşmasını mı bekliyorsunuz? Sonunda hakemlik


mi yapacaksınız?"

"Evet, doktor haklısınız. Biliyorsunuz, bu çatışmaların yararlı


bir yönü vardır; her iki kanat da bazı olumlu yanlara sahipler...
Ne yazık ki Dunstone bizim işimizi zorlaştırıyor. Çatışan taraftan
daha yakından gözlememiz gerekiyor."

Başkanın bakışları odada dolaşırken yine duygulanmıştı.


"Niçi?" diye sordu Alex.

"Niçi?" diye sordu Alex.

"Barak Moore'un Dunstone'a tepkisi şiddet içerecekti. Kan dö

külecek, kaos yaşanacaktı. Whitehall'un tepkisi de aynı derece

de tehlikeli olacak. Arkasına paranın gücünü alıp geçici bir ça

tışmaya girişmeyi deneyecek. Hitler'i kullandıklarını düşünen Al

man sanayicileri gibi, bazıları da onu kullanacak. Bu beraberli

ğin yürümesini yalnızca güç sağlayacak."

McAuliff arkasına yaslandı. Anlamaya başlıyordu. "Yani

Dunstone aradan çıkınca siz yine... sağlıklı mücadeleye döne


ceksiniz, öyle mi?"

ceksiniz, öyle mi?"

"O zaman siz de, İngilizler de aynı amacın peşindesiniz.

Nasıl olup da koşullar öne sürebiliyorsunuz?"

"Çünkü bizim çözümlerimiz farklı. Hem zamanımız var, hem

de sonunda kontrolü ele geçireceğimizi biliyoruz. İngilizlerin,

Fransızların, Almanların ya da Amerikalıların bu şansları yok.

— 320 —

Yaşayacakları ekonomik felaketler bize avantaj sağlayacak. Size


ancak bu kadarını söyleyebilirim... Dunstone listesi elimizde.
İngilizlere bir öneri yapacaksınız."
"Malcolm ile Montego'ya gideceğim..."
"Size eşlik eden ve koruyanlar olacak. Ekibinizin üyeleri
şimdilik bizim rehinelerimiz. Eğer verdiğimiz talimatlardan sapma
olursa, hepsi teker teker öldürülecek."
"Ya İngiliz İstihbaratı bana inanmazsa? O zaman ne yapacağım?"
Daniel ayağa kalktı. "Size inanacaklar. Montego'ya yapacağınız
yolculuk, pek yakında tüm dünyaya yayılacak haberin yalnızca
bir parçası olacak. Birçok başkentte büyük şoklar yaşanacak.
Siz de İngiliz İstihbaratına bunların bizim kanıtımız olduğunu
söyleyeceksiniz. Dunstone denen buzdağının yalnızca tepesi
olacak bunlar... Elbette size inanacaklar, McAuliff. Londra saatiyle
yann tam on ikide."
"Söyleyeceklerinizin hepsi bu mu?"
"Hayır, bir şey daha var. Eylemler gerçekleşince Dunstone
paniğe kapılacak ve katillerini ortalığa salacak. Birçok kişinin
yanısıra siz de hedeflerinden biri olacaksınız."
McAuliff öfkeyle ayağa kalktı. "Uyardığınız için teşekkür
ederim."
"Rica ederim. Şimdi benimle gelin, lütfen."
Dışarda duran Malcolm He Jeanine alçak sesle konuşuyorlardı.
Danielî görünce sustular ve kız yollarını kesti. "Martha
Brae'den haber geldi."
Alex gözlerini genç kızla Daniel arasında dolaştırdı. Martha
Brae araştırma ekibinin kamp yeriydi. Tam konuşacakken Daniel
atıldı. "Haber her neyse, ikimize de söyleyebilirsin."
"İki kişi hakkında. Ferguson adında bir gençle, Peter Jensen
adlı maden uzmanı..."

"Ya İngiliz İstihbaratı bana inanmazsa? O zaman ne yapacağım?"


Daniel ayağa kalktı. "Size inanacaklar. Montego'ya yapacağınız
yolculuk, pek yakında tüm dünyaya yayılacak haberin yalnızca
bir parçası olacak. Birçok başkentte büyük şoklar yaşanacak.
Siz de İngiliz İstihbaratına bunların bizim kanıtımız olduğunu
söyleyeceksiniz. Dunstone denen buzdağının yalnızca tepesi
olacak bunlar... Elbette size inanacaklar, McAuliff. Londra saatiyle
yann tam on ikide."
"Söyleyeceklerinizin hepsi bu mu?"
"Hayır, bir şey daha var. Eylemler gerçekleşince Dunstone
paniğe kapılacak ve katillerini ortalığa salacak. Birçok kişinin
yanısıra siz de hedeflerinden biri olacaksınız."
McAuliff öfkeyle ayağa kalktı. "Uyardığınız için teşekkür
ederim."
"Rica ederim. Şimdi benimle gelin, lütfen."
Dışarda duran Malcolm He Jeanine alçak sesle konuşuyorlardı.
Danielî görünce sustular ve kız yollarını kesti. "Martha
Brae'den haber geldi."
Alex gözlerini genç kızla Daniel arasında dolaştırdı. Martha
Brae araştırma ekibinin kamp yeriydi. Tam konuşacakken Daniel
atıldı. "Haber her neyse, ikimize de söyleyebilirsin."
"İki kişi hakkında. Ferguson adında bir gençle, Peter Jensen
adlı maden uzmanı..."
321 — F:21
Alex soluk alabildi sonunda.

Alex soluk alabildi sonunda.

"Kampa gelen bir koşucu, baba Arthur Craft'dan bir mek

tup getirdi. Craft bazı sözler vererek Ferguson'un araştırma ekibinden


ayrılıp Port Antoniodaki vakıfa gelmesini istiyor. Bizim
gözcüler onları izleyip nehrin birkaç kilometre aşağısında yollarını
kesmişler. Weston FaveHn güneyinde bekletiliyorlar."

"Craft, oğlunun yaptıklarını öğrenmiş ve Ferguson'u satın


almaya çalışıyor," dedi Alex.
"Belki de bu hareket Jamaika'nın yaranna olur. Üstelik o rehinelerin
en değerlisi değil."
"Onu adaya ben getirdim. Benim için değer taşıyor," diye
yanıtladı Alex soğuk bir sesle.

"Bakarız," diyerek kıza döndü Daniel. "Sözcülere oldukları

yerde kalmalarını söyle. Ferguson ile koşucuyu bırakmasınlar.

Daha sonra talimat göndeririz. Jensen denen adama ne ol


muş?" • II

muş?" • II

"Kamptan ayrılmış mı?"

"Bizimkilere göre kaybolma taklidi yapıyor. Sabah erken

den Dr. McAuliff kamptan ayrıldıktan sonra kendisiyle çalışan

hamala azimut denilen ipin ucunu vermiş ve uzaklara gönder

miş. İpi çekerek birbirleriyle haberleşiyorlarmış, anlaşılan..."

"Jensen ipin uçunu kesip bir çalıya dolamış ve başka bir

ağacın dalına asmış," dedi Alex araya girerek.

"Nereden biliyorsun?" Dantel hayretler içinde kalmıştı.

"Araştırma alanlarında oynanan ve hiç de komik olmayan

bir oyundur. Genellikle deneyimsiz kişilere yapılan sevimsiz bir


şaka diyebiliriz."

şaka diyebiliriz."

ğil mi? Peki Jensen nerede şimdi?"

— 322— <
"Malcolm'un izini bulmaya çalışmış ve gözcüler çok yaklaştığını
söylüyorlar. Sonra vazgeçmiş ve dönüp batıdaki tepeye
tırmanmış. Olduğu yerden kampın bütün giriş çıkış noktalannı
gözetleyebiliyor."

"Aç susuz, çevresinde yabanıl hayvanlarla üç gün bekleyecek


demek. Bazı bilgilere sahip olmadan Warfield'e gitmeye cesaret
edemedi." Daniel, Alex'e baktı. "Araştırma ekibinin başkanı
olarak öncelikle sizi seçtiğini biliyor muydunuz?"

"Beni seçtiğini..." diye başladı Alex söze ve durdu. Devam


etmesinin anlamı yoktu.

"Söyle bizimkilere, yakınında bulunsunlar ama onu yakalamasınlar...


Eğer sahile ulaşacak kadar ettdli bir telsiz kullanmaya
kalkışırsa, onu öldürsünler," diye emretti meclis başkanı.
"Neler diyorsunuz siz?" diye atıldı Alex öfkeyle. "Allah kahretsin,
böyle bir şeye hakkınız yok!"

"Neler diyorsunuz siz?" diye atıldı Alex öfkeyle. "Allah kahretsin,


böyle bir şeye hakkınız yok!"

McAuliff, Daniel'in ardından basamakları inip minyatür


akarsuyun sol tarafındaki çayıra ulaştı. Saat neredeyse sekize
geliyordu. Batıdaki dağların ardından batan güneşin turuncu
ışıklan aradaki tepeleri kahverengimsi siyah siluetlere dönüştürüyor,
inanılmaz yüksekliklerini, kaleyi andıran heybetli görünümlerini
biraz daha artırıyordu. İnsanoğlunun elinden çıkamayacak
kadar parlak bir aynaya benzeyen göl, dağlann heybetli
gölgeleriyle güneşin turuncu ışıklarını yansıtıyordu.

— 323 —

Otlaktan çevreleyen taş duvara yaklaştılar ve Daniel ahşap


kapıyı açıp geçmesi için işaret etti. "Ani öfke patlamalarım için
özür dilerim; yanlış yönlendirilmişim. Siz bir saldırgan değil, yalnızca

bir kurbansınız. Bunu şimdi anlıyoruz."

"Ya siz nesiniz? Kurban mı, yoksa saldırgan mı?"


"Ben meclis başkanıyım. Ve bizler ne saldırganız, ne de
kurban. Bunu açıklamıştım."

"Birçok açıklama yaptınız ama hâlâ sizin hakkınızda hiçbir


şey bilmiyorum," dedi McAuliff. Bu arada gitgide kararan tarlalardan
yaklaşmakta olan bir hayvandan gözlerini ayıramıyordu.
Genç tay onlan görünce tedirgin bir sesle kişnedi.

"Bu kısrak sürekli kaçıyor," diyerek güldü Daniel hayvanın

ensesini okşayarak. "Bunu eğitmek güç olacak." Sağnsına bir

şamar indirip koşar adımlarla tartanın ortasına gitmesini sağladı.

"Belki de bunu demek istemiştim," diye söze başladı Alex.

"İnsanları nasıl eğitiyorsunuz?'Kaçmalarına nasıl engel oluyor

sunuz?"

Daniel durup ona baktı. Batan güneşin son ışıklarının'oy


naştığı geniş otlakta yalnızdılar. Gözüne güneş giren McAuliff

naştığı geniş otlakta yalnızdılar. Gözüne güneş giren McAuliff

ancak bakışlarını hissedebiliyordu.

"Birçok açıdan biz yalın insanlarız. Gerek duyduğumuz tek

noloji, tıbbı malzemeler, temel tarım gereçleri ve benzeri nesne

ler bize kendi adamlarımız tarafından saptanamayacak dağ yol

larından ulaştırılır. Bunların dışında her şeyi topraklarımızdan el

de edebiliyoruz. Sizin eğitim dediğiniz kavram, temelinde sahip

olduğumuz zenginliklerin algılanmasında yatmaktadır. Dış dün


yadan tümüyle kopuk değiliz. Bunu siz de göreceksiniz."

yadan tümüyle kopuk değiliz. Bunu siz de göreceksiniz."

lar olduktan ve doğuştan elde ettikleri ayrıcalıkların hakkını vere

bilmek için yaşam boyu davranışlarına dikkat etmeleri gerektiği

fikrinin aşılandığını anlattı Daniel Topluma katkıda bulunması


ve yeteneklerini sonuna dek kullanması gerektiği dersi de küçük
yaşlarda veriliyordu. Dış dünya; yalınlığı ve karmaşası, barışı
ve savaşları, iyisi ve kötüsüyle çocuklara tanıtılıyor, hiçbir şey
gizlenmiyor, genç beyinlerin kendilerince abartılı düşler yaratmasına
olanak verilmiyordu. Baştan çıkarıcı fikirler belki de fazlaya
kaçacak biçimde cezalandırılıyordu.
Her çocuk on iki yaşına basınca önce öğretmenleri olan
meclisin yaşlıları, sonra da başkan tarafından sınanıyor ve sınav
sonuçlarına dayanarak bireyler dış dünyada eğitilmek üzere seçiliyordu.
Üç yıl süren bireysel yetenek ya da mesleklerinin geliştirilmesi
programı uygulanıyordu. On altı yaşına basınca toplumdan
ayrılıp dış dünyada yaşayan kabile üyesi ailelerin yanına
gönderiliyordu. Ara sıra dönüp kendi ailesiyle buluşuyorsa
da birkaç yıl bu aile onun koruyucusu görevini üstleniyordu.
"Karşı tarafa geçenler olmuyor mu?" diye sordu Alex.
"Pek az. Çok sıkı bir araştırma sürecinden geçiriliyorlar."
"Ya yeterli değilse? Ya içlerinden bazılan..."
"Bunun yanıtını veremem size," diye sözünü kesti Daniel.
"Yalnızca Acquaba Labirenti'yle hiçbir hapishanenin boy ölçüşemeyeceğini
söyleyebilirim. Toplumun içindeki ve dışındaki
suçlu sayısını en aza indirgemek açısından yararlı oluyor." Daniel'in
ses tonu, Alexin konuyu daha fazla irdelememesini belirtiyordu.
"Yani geri mi getiriliyorla?" diye sormakla yetindi Alex.
Daniel başını salladı. Halidonlann nüfusu kendiliğinden
kontrol altında tutuluyordu. Çok çocuk isteyen bir çifte karşılık
her zaman çocuk yapmak istemeyen bir çift oluyordu. Sonra
Alex'i şaşırtan bir açıklama daha yaptı Daniel. "Evlilikler daima
toplumumuz dışından insanlarla yapılır. Kaçınılması olanaksız
bir durumdur bu ve ayrıca gereklidir de. Bir evliliğin ön hazırlığı
aylar sürer ve çok sıkı kurallara bağlıdır."
— 325 —

"Bu kişiler de siki bir soruşturmadan geçiriliyor herhalde."


"Tahmin edemeyeceğiniz kadar sıkıdır ve koruyucu vasile

rin gözetimi altında yapılır."


"Ya evlilik yürümezse..."
"Bunun yanıtı sîzi ilgilendirmez, doktor."
"Cezaların çok ağır olduğunu düşünüyorum."
"İstediğinizi düşünebilirsiniz," diyerek yürümeye başladı Da

niel. "Anlamanız gereken en önemii nokta, dünyanın tüm ülkelerinde,


tüm mesleklerde, hükümetlerin içinde, üniversitelerde...
yani her yerde yüzlerce koruyucu ailenin bulunduğudur. Kimin
Halidonlu olduğunu anlamanız olanaksızdır. Bu da bizim ileri
sürdüğümüz tehdidimiz ve korunma yöntemimizdir."

"Yani bildiklerimi açıklarsam beni öldürteceğinizi mi söylemek


istiyorsunuz?"

"Sizi ve tüm ailenizi. Karınızı, çocuklarınızı, annenizi, babanızı...


eğer bunlar yoksa, sevgililerinizi, yakın dostlarınızı, yaşamınızı
etkileyen herkesi diyebiliriz. Sizin kimliğiniz ve hatta varlığınızın
anıları bile silinecektir."

"Görüştüğüm, telefonlaştığım her insanı bilemezsiniz ki.


Her dakika nerede olduğumu izleyemezsiniz. Bunu hiç kimse
yapamaz! Bir ordu toplayabilir sonra da gelip sizi bulurum!"

"Ama bunu yapmayacaksınız," dedi Daniel sakin bir sesle.


'Tıpkı diğerlerinin de yapmadığı gibi.. Haydi yürüyün, geldik sayılır."
Tarlanın kenarında duruyorlardı. Ötede gölgeli karanlığın
içinde Cock Pit ormanlarının dikenlerle karışmış ağaçları görülüyordu.
Birdenbire korkunç bir ses titreşimi havayı doldurdu. İnsan
sesi olamazdı bu. Soluksuz, kalın ses her şeyi kavrıyor, her
yerde yankılanıyordu. Sanki dev boyutta bir nefesli sazın sesi
ağır ağır yükseliyor ve tiz sesli melodinin yakarısına katılıyordu.

Tarlanın kenarında duruyorlardı. Ötede gölgeli karanlığın


içinde Cock Pit ormanlarının dikenlerle karışmış ağaçları görülüyordu.
Birdenbire korkunç bir ses titreşimi havayı doldurdu. İnsan
sesi olamazdı bu. Soluksuz, kalın ses her şeyi kavrıyor, her
yerde yankılanıyordu. Sanki dev boyutta bir nefesli sazın sesi
ağır ağır yükseliyor ve tiz sesli melodinin yakarısına katılıyordu.

Ses gitgide yükselirken yankılar bas tonlara ulaştı, ağaçların


arasında dolandı, dağların yamaçlarına çarparak toprağı titretti.
Ve başladığı gibi birdenbire bitti. McAuliff donup kaldığı
yerden, alacakaranlığın gölgeleri içinde tarlaların arasında belirli
bir ritme uyumlu olarak yürüyenleri ifafketti. Birkaç tanesinin
elinde alçaktan tuttukları meşaleler vardı.

Kapının yanından, siyah parlak gölün öte tarafından, kuzeyi


saran karanlıklardan insanlar çıkıyordu sürekli. Meşalede aydınlatılmış
düz dipli tekneler gölün üzerinde ilerliyordu. Herkes Daniel
ile Alexin durduğu yere doğru geliyordu. İnsan sesi olamayacak
haykırış tekrar başladı. Bu kez öylesine yükselmişti ki,
McAuliff elleriyle kulaklarını tıkadı; başını ve bedenini saran titreşimler
acı veriyordu.

acı veriyordu.

Çalıların oluşturduğu bir duvarı geçip ormanın içine kazılmış


siper benzeri bir yere inmeye başladılar. Alex ona yetişmek
için koştururken az kalsın kayalara oyulmuş dik basamaklardan
aşağıya düşüyordu. Garip görünümlü basamaklar iki yana doğru
genişledi ve on, on iki metre yükseliğe çıkan duvarların ortasında
ilkel bir amfitiyatroya indiklerini gördü.

Kulakları sağır eden, acı veren ses birdenbire duyulmaz oldu.


Her taraf sessizliğe gömüldü. Kayalardan oyulmuş amfitiyatro
tüm sesleri kesiyordu.

McAuliff olduğu yerde durup tek ışık kaynağına baktı. Amfitiyatronun


arka duvarının tam ortasında donuk san metal bir
plaka ve üzerinde iskelet vardı. Üzerini kaplayan aynı san liflerden
yapılmış kafesi görünce ne olduğunu anlamak için yanına
gitmesine gerek kalmadı. Donuk sarı metal altındı. Büzüşmüş

— 327 —
ceset ise Coromantee liderlerinin soyundan gelen gizemli kişiye,
Acquaba'ya aitti.

ceset ise Coromantee liderlerinin soyundan gelen gizemli kişiye,


Acquaba'ya aitti.

Geri kalan basamakları inip ilkel sahnenin sağ tarafında duran


Daniel'e yaklaştı. Duvardan çıkan iki taş bloğu işaret etti
meclis başkanı. Acquaba'nin cesediyle arasında en fazla iki buçuk
metre vardı.

Altın tab udun alt tarafındaki meşalenin ışığı duvarda gölge

oyunları yaratıyor, üst tarafı oluşturan kafes örgünün incecik lif

leri ışığın yansımalarıyla aydınlanıyordu. İnsan uzun süre bakar

sa, bir tanrının burada yattığına kolayca inanabilir, diye geçirdi


içinden Alex. İki yüz yıl önce bu topraklarda yürümüş ve çalış

içinden Alex. İki yüz yıl önce bu topraklarda yürümüş ve çalış

nın izlerini silmeye yetmemişti.

Ayak sesleri duyunca yukarıya doğru baktı; karanlıkta ka

lan kapıdan erkeklerin ve kadınların hiç ses çıkarmadan içeri gi

rip aşağıya indiklerini ve taş sıraların üzerinde yerlerini aldıklan

nı gördü. Ellerinde meşale taşıyanlar, karşılıklı duvarların önün

de değişik yükseltilerde ayakta duruyorlardı.

Tüm gözler altın kafesin altında yatan çürümüş cesetteydi.

Düşünceleri öylesine yoğunlaşmıştı ki, adeta ondan yaşam gü


cü alıyorlardı.

cü alıyorlardı.

yakan çığlığı adeta kayalarla kaplı toprağın altından fışkırıyor,

taşlara yansıyor, Acquaba'nin mezarı olan kaya bloklarından

yükseliyordu. McAuliff soluğunun kesildiğini, kanın beynine hü

cum ettiğini hissetti. Başını dizlerinin arasına gömüp elleriyle


kulaklarını tıkarken tüm bedeni titriyordu.

Ses inanılmaz bir yüksekliğe erişti. Hiçbir insan kulağı buna


dayanamaz, diye düşündü Alex yaşamı boyunca hissetmediği
bir titreme bedenini sararken.

Ve başladığı gibi birdenbire bitti.

McAuliff ağır ağır doğrulup titremeleri durdurmak için üzerinde


oturduğu taşı vargücüyle kavradı. Beynine hücum eden
kan, gözlerinin bulanık görmesine neden olmuştu. Yavaş yavaş
görüşü düzeldi ve çevresinde sıra sıra oturan Acquaba kabilesinin

seçilmiş üyelerine baktı. Hepsinin bakışları altın lifli kafesin


altında yatan çürümüş cesede dikilmişti.

Neredeyse delireceğini düşündüğü süre içinde, hiçbirinin


kımıldamadığını biliyordu Alex. Daniel'e bakınca, onun da diğerleri
gibi kapkara gözlerinin iri iri açılmış, çenesinin kenetlenmiş,
bakışlarının donuklaşmış olduğunu farketti. Yanaklarından aşağıya
gözyaşları süzülüyordu.

"Siz delisiniz... hepiniz..." dedi Alex usulca. "Çılgınsınız..."

Daniel yanıt vermedi. Onu duyamıyordu. Hipnotize olmuş


gibiydi.

Hepsi aynı durumdaydı.Toprağa gömülü kayalık amfitiyatroda


yaklaşık yüz kadın ve erkek, Alexin algılayamadığı bir gücün
etkisiyle kımıldamadan oturuyordu. Kendi kendine telkin.
Kendi kendini uyutma. Grup halinde hipnotizma. Bu yöntemlerden
biri, kabile üyelerinin erişilemeyecek derecede dış dünyadan
uzaklaşmasını sağlıyordu. Adeta başka bir zamana ve mekâna
geçmişlerdi.

izlememesi gereken çok özel bir ayinde bulunuyordu. Gerçi


burada bulunmayı kendisi istememişti. Zorla getirilmiş ve tanık
olması sağlanmıştı. Yine de izledikleri ona üzüntü veriyordu.
Ve anlayamıyordu. Eskiden dev bir Acquaba olan cesede baktı.

Yüzü tümüyle buruşmuş, kırmızımsı siyah örtünün üstünde iri


elleri birleşmiş öylece yatıyordu.
Tekrar bakışlannı yüzüne çevirdi... gözlerine... gözlerine

baktı.
Aman Tannm! Hayır, olamaz!
Gölgeler oyun oynuyordu... ürkütücü, korkutucu oyunlar...
Acquaba'nin bedeni hareket ediyordu.
Gözleri açıldı, iri parmakları gerildi, bilekleri döndü ve kolla

rı kırmızımsı siyah kumaştan birkaç santim yükseldi....Yalvarır,


dua eder gibi...

Sonra her şey bitti. Altın kafes örgünün altında burumuş bir
ceset haline aldı yine. McAuliff sırtını kayalara dayayıp aklını başına
toplamaya çalıştı. Gözlerini sımsıkı kapatıp derin bir soluk
aldı ve oturduğu kayayı elleriyle kavradı. Böyle bir şeyi görmüş
olamazdı! Dünyayı titreten sesin, ışık-gölge oyunlarının ve bilinmeyen
bir beklentinin yarattığı toplu bir halüsinasyon yaşanmıştı
herhalde. Vine de görmüştü! İnanılmaz derecede etkileyiciydi.
Ne kadar sürdüğünü bilmiyordu; bir dakika, bir saat ya da bir
yıl... Sonunda Dartiel'in sesini duydu. "Sen de gördün." Alçak

sesle konuşuyordu. "Sakın korkma. Bundan bir daha söz etmeyeceğiz.


Hiçbir zaran yok. Yalnızca iyilik getirir."
"Ben... ben..." Alex konuşamıyordu. Boncuk boncuk terlemesine
rağmen oturduğu kayalık amfitiyatro oldukça serindi.

Daniel ayağa kalkıp tam ortadaki taş platforma doğru yürüdü.


McAuliff e bakarak fısıltıyla konuşmaya başladı. Daha önce
de olduğu gibi kayalardan yankılanan sözleri rahatça duyulabiliyordu.

"Acquaba'nin verdiği dersler tüm insanları etkiler. Ancak


çok azı bunlara kulak verir. Yine de yapılması gereken işler yerine
getirilmelidir. Aslında her şey bu kadar basittir. Acquaba'ya
inanılmaz boyutlarda zenginlik armağanları sunulmuştu... Onu

dinlemeyenler, yalnızca çalıp yok etmeyi bilenler bu armağanlan


hayal bile edemez... Bu nedenle hiçbir bilgisi olmayan dünyaya
gidiyoruz biz. Ve elimizden geleni yapıyoruz. Sonsuza dek
böyle sürmesi gerekir, çünkü eğer dünya bunu öğrenirse, Halidon'u,
Acquaba kabilesini etkisi altına almaya çabalar ve Acquaba'nin
öğretileri yok edilir... Bizler aptal değiliz, Dr. McAuliff.
Kimlerle konuştuğumuzu, sırlarımızı, sevgimizi kimlerle paylaştığımızı
iyi biliriz. Ama bizi yanlış anlamayın sakın... Acquaba'nin
servetini korumak için öldürebiliriz. Bu açıdan tehlikeli bir toplum
sayılabiliriz. Eğer dış dünya bizim işimize karışmaya kalkışırsa
hem kendimizi, hem de zenginliklerimizi yok ederiz.
"Meclisi başkanı olarak yerinizden kalkıp sırtınızı Acquaba
kabilesine dönmenizi istiyorum, Dr. McAuliff. Gözlerinizi kayalara
diktiğiniz zaman bazı yerleri ve rakamları sıralayan sesler duyacaksınız.
Dediğim gibi bizler aptal değiliz. Piyasanın ne olduğunu
çok iyi biliriz. Ancak, siz konuşanların yüzlerini görmeyecek,
onları tanımayacaksınız. Onlann yalnızca Acquaba'nin servetini
dış dünyaya taşıdıklarını bileceksiniz.
"Dünyanın birçok yöresinde ıstırap çeken insanlara elimizden
geldiğince yardım ederiz. Açlık, göç, işsizlik... Halidon her
gün kimliğini açıklamadan binlerce insana yardım elini uzatır.
Lütfen ayağa kalkıp yüzünüzü kayalara dönün, Dr. McAuliff."
Alex ayağa kalkıp arkasını dönerken, bir an için gözleri Acquaba'nin
cesedine takıldı. Derhal bakışlarını kayalara çevirdi.
Daniel sözlerini sürdürdü. "Politik kazanç ya da nüfuz konusunu
düşünmeden yardım ederiz. Sahip olduğumuz zenginlikleri
gözlerden gizlediğimiz için bu yardımları yapıyoruz. Acquaba'nin
verdiği derslerdir bunlar.
"Ama dünya henüz bizim yöntemlerimizi kabul etmeye hazır
değil. Tüm dünyayı saran yalancılık bizleri mahvedecektir,

servetini korumak için öldürebiliriz. Bu açıdan tehlikeli bir toplum


sayılabiliriz. Eğer dış dünya bizim işimize karışmaya kalkışırsa
hem kendimizi, hem de zenginliklerimizi yok ederiz.
"Meclisi başkanı olarak yerinizden kalkıp sırtınızı Acquaba
kabilesine dönmenizi istiyorum, Dr. McAuliff. Gözlerinizi kayalara
diktiğiniz zaman bazı yerleri ve rakamları sıralayan sesler duyacaksınız.
Dediğim gibi bizler aptal değiliz. Piyasanın ne olduğunu
çok iyi biliriz. Ancak, siz konuşanların yüzlerini görmeyecek,
onları tanımayacaksınız. Onlann yalnızca Acquaba'nin servetini
dış dünyaya taşıdıklarını bileceksiniz.
"Dünyanın birçok yöresinde ıstırap çeken insanlara elimizden
geldiğince yardım ederiz. Açlık, göç, işsizlik... Halidon her
gün kimliğini açıklamadan binlerce insana yardım elini uzatır.
Lütfen ayağa kalkıp yüzünüzü kayalara dönün, Dr. McAuliff."
Alex ayağa kalkıp arkasını dönerken, bir an için gözleri Acquaba'nin
cesedine takıldı. Derhal bakışlarını kayalara çevirdi.
Daniel sözlerini sürdürdü. "Politik kazanç ya da nüfuz konusunu
düşünmeden yardım ederiz. Sahip olduğumuz zenginlikleri
gözlerden gizlediğimiz için bu yardımları yapıyoruz. Acquaba'nin
verdiği derslerdir bunlar.
"Ama dünya henüz bizim yöntemlerimizi kabul etmeye hazır
değil. Tüm dünyayı saran yalancılık bizleri mahvedecektir,
331
belki de kendi kendimizi yok etmemize yol açacaktır. Ve buna
izin veremeyiz.

"Acquaba kabilesi hakkında bildiklerinizi açıkladığına takdirde


öleceksiniz, Dr. McAuliff. Ayrıca sizin yaşamınızın son bulması
dışında başka bir tehdidimiz daha var. Halidon'un tüm çalışmaları
sona erecek..."

Teker teker görünmeyen sesler bilgileri aktarmaya başladı:


"Afrika ekseni. Gana. On dört ton tahıl. Aracı: Smythe Brothers,
Cape Town. Barclay's Bankası..."
"Sierra Leone. Üç ton tıbbi malzeme. Aracı: Baldazi İlaç Deposu,
Cezayir. ConstanÜne Bankası.."

"Çinhindi ekseni. Vietnam, Mekong, Quan Tho bölgeleri.

Radyoloji ve laboratuvar personeli ve malzemeleri. Aracı: İsviçre

Kızıl haçı. Bank of America..."

"Güneybatı yan küre ekseni. Brezilya, Rio de Janerio. Tifo

serumu. Aracı: Surgical Salizar. Banco Tercerio, Rio..."

"Kuzeybatı yarı küre ekseni. Batı Virginia. Appalachia böl


gesi. Yirmi dört ton gıda maddesi. Aracı: Atlantic Ambarı, Chase

gesi. Yirmi dört ton gıda maddesi. Aracı: Atlantic Ambarı, Chase

"Hindistan ekseni. Dakka. Mülteci kamplan. Aşı serumları,

ilaçlar. Aracı: Uluslararası Göç Kuruluşu. Dünya Bankası, Bur

ma..."

Kadın ve erkek sesleri birbiri ardından rakamları sıralamayı

sürdürdü. Neredeyse bir saat sonra bazılarının iki kez konuştu

ğunu ama her seferinde başka bilgiler verdiğini farketti Alex.

Hiçbir bilgi tekrarlanmıyordu.

Sonunda derin bir sessizlik oldu. Uzun süre sonra omzuna

bir elin dokunduğunu hissedip başını çevirdi ve Daniel'i gördü.

"Anladın mı?"
"Evet, anladım," dedi Alex.

"Evet, anladım," dedi Alex.

Göle doğru yürürlerken, ormanın sesleri dağlann uğultusuna


ve bir mü kadar kuzeydeki şelalenin gürültüsüne karışıyordu.
Gölün kıyısında durunca Alex eğilip aldığı küçük taşı ay ışığını
yansıtan durgun sulara fırlattı. Bakışlarını Daniel'e çevirdi.
"Bir bakıma siz de en az onlar kadar tehlikelisiniz. Erişilmez
bir noktadan iş yapan, bunda zenginliğe sahip bir adam.il Ne
çek kullanılıyor, ne de banka hesabı. İyiliğin kötülüğe, kötülüğün
de iyiliğe dönüşmesi çok kolay. Malcolm sizin başkanlık
sürenizin takvime bağlı olmadığını söylemişti."
"Doğru. Yaşam boyu bu görevi sürdürmek için seçildim.
Yalnızca kendi isteğimle bırakabilirim."
"Ve sizden sonrakini seçeceksiniz, değil mi?"
"Etkili olabilirim. Son kararı elbette meclis verecektir."
"Öyleyse sizin daha da tehlikeli olduğunuzu düşünüyorum."
"Bunu yadsımıyorum."

Montego'ya gidiş, Martha Brae nehrinden gelirken izledikleri


yoldan çok daha kolaydı. Üstelik yolun büyük bir kısmını çeşitli
araçlarla geçtiler.
Kaftanını Saville Row mağazalarından alınma bir takım elbiseyle
değiştirmiş olan Malcolm, Alex'i gölün çevresinden dolaştırıp
güneybatıya götürdü. Sonra kendilerini bekleyen koşucunun
eşüğinde, ağaçların gözlerden gizlediği bir çıkıntının kenarına
ulaştılar. Kalın zincirleri kayalarla gizlenen çelik bir asansörle
uçurumu aştılar ve kendilerini bekleyen ikinci koşucu onlan küçük
bir vagona bindirdi. Ağaçların gölgesindeki kablolann taşı—
333 —

dığı vagon yolculuğunun sonunda üçüncü koşucu çıktı karşılarına.


Malcolm'un Quick Step mağaraları olduğunu söylediği bir
dizi derin mağarayı acele adımlarla geçtiler. 17. yüzyılda Bluefield's
koyuna ayak basan korsanların ele geçirdikleri hazineleri
mağaraların dibindeki göle gizlemek için adeta yarıştıklarını ve
bu nedenle bu bölgeye Quick Step adının verildiğini anlattı Malcolm.
Başka bâr söylentiye göre, bastığı yere bakmayan bir yolcu
boşluklara düşüp yaralandığı, hatta öldüğü için bu isim verilmişti.

Elfeneriyle karanlık kayalara ışık tutan koşucudan uzak kalmamaya


dikkat ederek yürüyordu McAuliff. Mağaralardan çıkınca,
tosa bir süre ormanın içinde yürüdüler ve yol diye tanımlanabilecek
bir yere ulaştılar. Koşucu telsizle konuştu ve on dakika
sonra batıdaki kara gölgelerin arasından bir Land-Rover ortaya
çıktı.
Arka yollardan giderken sürücü motorun fazla ses çıkarma

Arka yollardan giderken sürücü motorun fazla ses çıkarma

Maroon kabilesinin yerleşim yeri olan Accompong'dan geçip

güneye döndüler ve dümdüz bir tarlanın kenarında durdular.

Akasyaların altına gizlenmiş iki kişilik Comanche tipi bir uçak

onları bekliyordu. Malcolm kontrolü ele aldı.

"Yolculuğun en zor bölümü başlıyor," dedi havalanmak için

hazırlık yaparken. "Radardan kaçmak için alçaktan uçmak zo

rundayız. Ne yazık ki, uyuşturucu taşıyan ganja uçakları da ay

nısını yapıyor. Ama yetkililerle uğraşma tehlikesini göze almak

yerine, çarpışmamayı düşünmek daha iyi."

Yolda birkaç ganja uçağına rastladıktan sonra Unity Hall'un


güneybatısındaki bir çiftliğin arazisine indiler. Artık Montego

güneybatısındaki bir çiftliğin arazisine indiler. Artık Montego

"Kentin siyahların yaşadığı kesiminde dolaşmak kuşku

uyandırır. Sen beyazsın, benim de giysilerim ve konuşma biçi

mim ilgi çeker. Üstelik yarın beyazlarıri bölgesinde bulunmak


zorundayız."
Cornwall Beach Oteiine geldiler ve on dakika arayla kayıt
yaptırdılar. Odalan yan yanaydı ama ara kapısı yoktu.
Saat sabahın ikisiydi ve McAuliff kendini bitkinlikle yatağa
atarken kırk sekiz saattir uyumadığını düşündü. Yine de uykuya
dalması epey uzun sürdü. Düşünecek çok şey vardı. Başarılı,
yalnız, beceriksiz James Ferguson ani bir kararla Craft Vakfına
geçmişti. Hiçbir açıklama yapmadan taraf değiştirmişti. Jimbo-
mon'un derdine umarım Craft yardımcı olur, diye düşündü
Alex. Bir daha asla ona güvenemezdi.
Sonra şu tatlı Jensen çifti vardı... çenelerine kadar Dunstone
Şirketinin dalaverelerine bulaşmışlardı.
Viktorya Parkında "zenci Pompei'nin atına" binmeyi bekleyen
karizmatik Hder Charles Whitehall, hiçbir zaman Halidon'a
rakip olamazdı. Acquaba kabilesi asla ona tahammül edemezdi.
Ayrıca Acquaba'nin öğretileri Barak Moore'un yerim geçen
dev yapılı çocuk-adam Lawrence'in şiddetini de kapsamazdı.
Lawrence'in 'devrimi' hiçbir zaman gerçekleşemezdi.
Alex bir süre Sam Tucker'ı düşündü. Güvenilirliğin simgesi,
kaya gibi sağlam dostu Tucker. Acaba aradığını Jamaika'da bulabilecek
miydi? Bir şeyler aradığından emindi Alex.
Ama aklı en fazla Alison'ın tatlı gülüşüne, masmavi gözlerine
ve anlayışlı, sakin yaklaşımına takılıyordu. Onu ne kadar çok
seviyordu.
Bilinci uyku denen gri boşluğa doğru kayarken birlikte bir
gelecekleri olup olamayacağını merak etti.
Bütün çılgınlıklar sona erince.
Eğer Alex hayatta kalırsa.
Eğer ikisi de hayatta kalmayı başarırsa.
— 335 —

Saat 6.45'de kendisini uyandırmalarını söylemişti Alex resepsiyona.


Londra saatiyle on ikiye çeyrek kala. Halidon için
öğle vakti demekti bu. Yedi dakika sonra sabah kahvesi geldi.
On ikiye sekiz dakika vardı. Üç dakika sonra telefon çaldı. On
ikiye ancak beş dakika kalmıştı Londra saatiyle. Malcolm, St.
James Caddesindeki Associated Press Bürosundan anyordu.
Alexin uyanıp radyo ve daha da iyisi televizyonu açtığından
emin olmak istemişti. Zaten her ikisi de açıktı. Malcolm onu daha
sonra arayacaktı.

Yediye üç kala -Londra saatiyle on ikide- oda kapısı vuruldu.


Alexander telaşlandı. Malcolm birinin ziyarete geleceğinden
söz etmemişti; hiç kimse Montego'da olduğunu bilmiyordu. Kapıya
yaklaştı.

"Kim o?" Öte yandan tanıdık bir sesin kararsızca konuştuğunu


duydu. "Siz misiniz... McAuliff?"

Ve Alexander derhal anladı. Zamanlama, paralellik olağan

üstüydü; yalnızca olağanüstü beyinler böylesine sembolik bir

darbeyi hazırlayıp gerçekleştirebilirdi.

Kapıyı açtı.

ingiliz İstihbaratından R.C.Hammond dimdik vücudu ve

bastırmaya çabaladığı şaşkın ifadesiyle koridorda duruyordu!

"Güzel Tanrım. Demek sensin... Onlara inanmamıştım.


Nehrin kıyısından sinyaller düzenli olarak geliyordu... Her şey

yolunda gibi görünüyordu."

"Duyduğum en kötü karar bu herhalde," dedi Alex.

"Kingston'daki odamda beni güneş doğmadan uyandırdı

lar.... Dağlara doğru götürdüler..."

"Ve uçağa bindirip Montego'ya getirdiler," diye tamamladı

Alex saatine bakarak. "İçeri gel, Hammond. Bir dakika on beş

saniye zamanımız var."

"Ne için?"

"Biriikte öğreneceğiz."

— 336 —

Radyoda tiz Karayip aksanıyla konuşan spiker müziğin arasından


saatin yedi, Montego Bay'in "güneşli cennetten bir köşe"
olduğunu bildirdi. Televizyondaki uçsuz bucaksız sahil fotoğrafını
anlatırken ingiliz aksanıyla konuşmaya çabalayan spiker
"ada yaşamının" iyi yönlerini sayıp döktü. Sonra New York'ta fırtına
olduğunu bildirip "soğuk ülkelerden gelen konuklara" seslendi.
Londra saatiyle tam on iki.
Olağanüstü bir durum yok.
Hiçbir şey yok.
Hammond pencerenin yanında durmuş, körfezin mavi-yeşil
sularına bakıyordu. Rakiplerinin hareket biçimini bilmediği, daha
da önemlisi niçin böyle hareket ettiklerini anlayamadığı ve
oyunun kontrolünü yitirdiği için öfkenlenmiş gibi görünüyordu.
McAuliff yatağın kenarına ilişmiş "güzel Kingston kenti" hakkında
turistik yalanlar söyleyen spikeri dinliyordu. Radyodaysa
müziğin arasına serpiştirilmiş reklamlar kulağına çalınmaktaydı.
Ara sıra sağlık bakanlığının yumuşak sesli kadın konuşmacısı
ada kadınlarına "hamile kalma vakitlerinin geldiğini" haber veriyor;
arada sırada hava durumunu belirtiyordu. Hava asla "parçalı
bulutlu" değil, her zaman "parçalı çfbneşliydi".
Olağandışı bir şey yoktu. Londra saatiyle on ikiyi on bir dakika
geçti.
Hiçbir şey olmuyordu.
Ve sonra oldu.
"Programı kesip sizlere..."
Okyanusun derinliklerinden harekete geçen bir dalga gibi
belirsizce başlayıp suyun yüzeyine yükselen ve kontrollü bir öfkeyle
yukanlara tırmanan terör hareketleri sıralandı.

yukanlara tırmanan terör hareketleri sıralandı.


337 — F:22
İlk haber yalnızca bir başlangıçtı. Port Antonio'da patlama
ve ölüm.

Arthur Craft'in malikânesinin doğu kanadındaki patlama


neredeyse binanın tümünü enkaz yığını haline getirmişti ve
ölenlerin arasında vakfın kurucusunun da bulunduğundan korkuluyordu.

Söylentilere göre patlamadan sonra silah sesleri duyulmuş

tu. Port Antonio panik içindeydi.


Silah sesleri, patlamalar.
Pek sık olmasa da oraya buraya serpiştirilmiş şiddet göste

rilerine bu adada da rastlanırdı.

On dakika sonra program yine kesikli. Bu kez haber Londra'dan


geliyordu. Ekrandan geçen banttaki yazı 'Londra'da katliam.
Ayrıntılar Haber Saatinde' diye bildirdi. Radyodaki uzun
müzikli reklam sona erince spikerin şaşkına dönmüş sesi duyuldu.
Ayrıntılar kesin değildi ama sonuca ulaşılabilirdi. Hükümet
ve sanayi kesiminin önde gelen isimlerinden dört kişi öldürülmüştü.
Lloyds Firmasının bir yöneticisi, gelir vergisi dairesinden
bir müdür, ticaret komitelerine başkanlık yapan iki Avam Kamarası
üyesi.

Yöntemlerin hepsi farklıydı. Belgravia semtindeki evin girişine


yüksek bir pencereden tüfekte ateş edilmişti; Westminster'daki
park yerinde içine dinamit yerleştirilmiş bir araba patlamıştı;
şimdilik striknin olduğu tahmin edilen zehir Beefeater
marka cinle yapılan martiniye karıştırılıp iki dakika sonra içen kişinin
kıvranarak ölmesine neden olmuştu; kalabalık bir sokağın
köşesinde yürüyen adamın sırtına bir bıçak saplanmıştı.

Hedefler öldürülmüş, katillerse ele geçirilememişti.


Pencerenin yanında duran R.C. Hammond, Jamaikalı spikerin
heyecanlı konuşmasını dinliyordu. Söze başladığı zaman

yaşadığı şok belli oldu. "Aman Tannm, bu adamlar çeşitli tarttv


lerde soruşturuimuşlardı."
"Niçin?"
"Suç işledikleri kuşkusu vardı. Görevi kötüye kullanma,
şantaj, sahtekârlık... Ama hiçbiri kanıtlanmadı."
"Şimdi kanıtlanmış oldu."
Sıra Paris'deydi. Reuters Ajansının gönderdikleri birkaç dakika
içinde tüm radyo ve televizyonlara ulaşmıştı. Yine öldürülenlerin
sayısı dörttü. Üç erkek ve bir kadın. Hepsi de hükümetin
ve sanayi kesiminin önde gelen simleriydi. Üstelik öldürülme
biçimleri de aynıydı.
Paris'de modaevi bulunan Fransız kadının, uzun zamandır
Korsikalılarla işbirliği yapan acımasız ve sadist bir insan olduğu
düşünülüyordu. St. Germain des Pres'deki bir binadan çıkarken
uzun menzilli tüfekle ateş edilerek öldürülmüştü. Üç erkekten
biri, başkanın çok önemsediği Elysee Maliyesinde görevliydi ve
Bac Caddesinde Citroen arabasına binip kontağı açınca meydana
gelen patlamada can vermişti. Diğer ikisiyse deniz nakliyat
firmalarının önemli isimleriydi. Merkezi Marsilya'da bulunan
şirket, Paraguay bandralı gemileri işletiyordu ve sahibi Marki de
Chattelerault'ydu. Bir tanesi Montmartre'daki bir kafede sabah
kahvesini yudumlarken masaya yığılıp kalmıştı: Kahvesine striknin
katıldığı sanılıyordu. İkinci adam ise Georges Cinque Otelinin
önündeki kalabalık kaldırımda bir kasap bıçağıyla göğsü
parçalanarak öldürülmüştü.
Paris'den birkaç dakika sonra Berlin haberleri ulaştı. Hükümetin
Denizaşırı Acentasının bir yetkilisi Kurfürstendamm Caddesi
üzerindeki bir yere öğle yemeğinde dostlarıyla buluşmak
için giderken yüksek bir binanın tepesinden açılan ateşle öldü*
rülmüştü. Mercedes Benz Firmasının bir müdürü otoyolda kırmızı
ışıkta durunca, ön koltuğa atılan iki elbombasının patlaması
sonucunda arabasıyla birlikte havaya uçmuştu. Tanınmış bir
uyuşturucu kaçakçısı Grand Hotel'in barında bira içerken bardağına
katılan zehirle ölmüştü. Einkünfte Finanzamt'ın bir üyesi
resmi bir binanın kalabalık lobisinde kalbinden bıçaklanmıştı.

Ardından Roma. Cahil, zavallı halktan para toplamayı kendine


iş edinmiş militanları yöneten Vatican'ın parasal konularından
sorumlu hiç sevilmeyen bir kardinali St. Peter's Meydanında
uzun menzilli tüfekle vurulmuştu. Milanolu bir funzinario,
Condotte Caddesinden bir çıkmaz sokağa girince arabası havaya
uçmuştu. Roma'nm Fiumicino Havalimanı gümrüğünün müdürlerinden
bili kapuçino bardağına katılan striknin ile yaşamını
yitirmişti. Yine Roma'da İspanyol Basamaklarından Due Macelli
Caddesine doğru yürümekte olan Borsa Valori'nin tanınmış bir

bankeri bıçaklanıvermişti.
Londra, Paris, BerHn* Roma.
Her seferinde ölü sayısı dörttü... ve yöntemler aynıydı: tüfek,
patlayıcı, striknin ve bıçak. Ölenlerin hepsi haber niteliği taşıyan
önemli insanlardı. Ve cinayetler uzman profesyoneller tarafından
gerçekleştirilmişti: Olaylann geçtiği yerlerde bir tek katil
bile yakalanamamıştı.
Radyo ve televizyon kanalları olağan programlarını sürdürme
çabasından vazgeçtiler. Ölenlerin kimlikleri açıklandıkça,
aydınlatıcı yaşam öyküleri de ortaya çıkmaya başladı. Kurbanlar
yalnızca sanayi ve hükümet kesiminin önde gelenleri değildi.
Hepsi resmi soruşturmalardan geçmişti. İlk ipuçları ortaya çıkınca
meraklı gazeteciler araştırmalannı hızlandırdılar ve gerek
söylentiler, gerekse gerçekler gözler önüne serildi. Suçlamalar
genellikle önemsiz düzeylere indirilmiş, onları suçlayanlar yerlerinden
edilmiş, bazıları suçlamalarını geri almış, iddialar kanıtlanamamış;
açılan davalar ya mahkeme dışında anlaşmaya varılarak
ya da kanıt yetersizliğinden dolayı düşmüştü.

aydınlatıcı yaşam öyküleri de ortaya çıkmaya başladı. Kurbanlar


yalnızca sanayi ve hükümet kesiminin önde gelenleri değildi.
Hepsi resmi soruşturmalardan geçmişti. İlk ipuçları ortaya çıkınca
meraklı gazeteciler araştırmalannı hızlandırdılar ve gerek
söylentiler, gerekse gerçekler gözler önüne serildi. Suçlamalar
genellikle önemsiz düzeylere indirilmiş, onları suçlayanlar yerlerinden
edilmiş, bazıları suçlamalarını geri almış, iddialar kanıtlanamamış;
açılan davalar ya mahkeme dışında anlaşmaya varılarak
ya da kanıt yetersizliğinden dolayı düşmüştü.
yapılan katkıların açıkça soruştumİduğu bütçe komisyonu
üyesi, Arlington'daki evi yakınında jogging yaparken öldürülmüştü.
Uzun menzilli ve hatta dürbünlü ofduğu tahmin edilen
tüfekle ateş edilmişti. Cesedi, saat 8:20'de oradan geçen biri
bulmuştu. Ölüm olayının son iki saat içinde gerçekleştiği tahmin
ediliyordu.
Londra saatiyle on ikide.
New York. Sabah saat yedide Scarsdaie'deki evine bitişik
garajında Lincoln Continental arabasına binen Gianni Dellacroce
adlı tanınmış bir Mafya babası, meydana gelen patlamayla
yaşamını yitirmişti. Patlama garajı olduğu gibi havaya uçurup
Dellacroce'yi parçalamış ve evin geri kalan kısmında da büyük
hasar meydana getirmişti. Söylentilere göre Dellacroce...
Londra saatiyle on ikide.
Phoenix, Arizona. Uluslararası banker ve Karayipler'de büyük
arazileri olan emlak yatırımcısı Harrison Renfield, dostlanna

Thunderbird kulübünde verdiği partiden sonra çıktığı özel dairesinde,


sabah yaklaşık 5:15'te kahvaltı ederken düşüp oluvermişti.
Renfield'in odası yakınında kulübün bir garsonu baygın
olarak bulunduğu için ünlü işadamının zehirlendiğinden kuşkulanılıyordu.
Otopsi yapılması kararlaştırılmıştı.

Londra saatiyle on ikide.


Los Angeles, California. Saat tam 4:30'da Las Vegas'la ilgili
bir vergi sahtekârlığına adı karışan (ama suçlu bulunmayan) bir

bir vergi sahtekârlığına adı karışan (ama suçlu bulunmayan) bir

Tekne, ünlü bir sinema prodüktörünün yatındaki partiden

dönen konuklarla doluydu. Tekneyle iskele arasında bulunan

Nevada senatörünün midesi öylesine büyük bir bıçakla deşil*

misti İd, belkemiğinin parçalan görünüyordu. İçkili konukların

kollan araşmda bir süre sahile taşınmış ve çevreye damlayan

kırmızı sıvının kan olduğu farkedilince herkes paniğe kapılmıştı.

Pasifik saatiyle sabahın dördü.

Londra saatiyle on iki.

McAuliff sesini çıkarmadan dinleyen Hammond'a baktı.

"Son bildirilen ölüm sabahm dördünde ama Londra saatiyle

on iki de gerçekleşmiş. Her ülkede dört kişi aynı yöntemlerle öldürüldü...

Arawaklarin dörtlük ölçü birimleri... ölüm yolculuğu

adını veriyorlar..."

"Neden söz ediyorsun sen?"

"Halidon'la işbirliği yap Hammond, başka seçeneğin yok.

Bu duydukların onların kanıtları... yalnızca tepesi olduğunu söylemişlerdi."

"Tepesi mi?"

"Dunstone buzdağının tepesi."

"Olanaksız istekleri" diye haykırdı R.C.Hammond. Yüzündeki

damarlar şişmiş, kırmızı lekeler oluşturmuştu. "Allahın belası

zenciler bize emir veremez!"

— 342 —
"O zaman listeyi alamazsın/
"Zorla alırız ellerinden. Vahşilerle anlaşma yapma zamanı
değil şimdi!"

Daniel'i, Malcolm'u, gölün kıyısındaki akıl almaz toplumu,


Acquaba'nin mezannı, Acquaba'nin servetini düşündü Alex.
Bunlardan söz edemezdi. Aynca söz etmesi de gerekmiyordu.
"Tüm bunların vahşilerin işi olduğunu mu düşünüyorsun? Evet
ölümleri onaylamıyorum ama seçilen kurbanlar, öldürme yöntemleri...
Kendini kandırma."

"Fikirlerin beni İlgilendirmez..." Hammond yatağın yanındaki


telefona yaklaştı. Alex televizyonun karşısındaki koltuktan kıpırdamadan
adamın aynı numarayı altıncı kez aramasını izledi.
İngiliz ajanın Kingston'da arayabileceği bir tek telefon vardı; elçilik
telefonları gizli operasyonlarda asla kullanılamazdı. Kingston'a
ulaşmak pek kolay bir iş değildi ve her seferinde telefon
meşgul sinyali veriyordu.

"Kahretsin! Allah kahretsi!" diye bağırdı ajan.


"Kalp krizi geçirmeden önce elçiliği arasana. Onlarla konuş,"
dedi McAuliff.
"Saçmalama. Benim kim olduğumu bilmezler. Elçilik personelini
kullanmıyoruz."
"Öyleyse elçiyle görüş."

"Ne yararı olacak ki? Ne demem gerekiyor? 'Özür dilerim


Bay Elçi, benim adım bilmem-ne. Görevim...' Tabii eğer sözümü
kesmezse kendimi tanıtmam en az bir saat sürer. Ve şaşkın
herif derhal Downing Sokağına telgraflar göndermeye başlar!"
Hammond tekrar pencereye döndü.

"Ne yapacaksın?"

"Bunun amacı beni yalnız bırakmak... Son üç saat içinde


olup bitenin şokunu yaşamamı sağlamak..." İngiliz ajan düşüncelere
daldı.

— 343 —

"Anlaşılan Kingston'daki telefon numarasını biliyorlar ve her


nasılsa işlemez hale getirdiler."
"Sanmıyorum," dedi Hammond bakışlarını denizden ayırmadan.
"Şimdiye kadar Kingston benim ele geçtiğimi öğrenmiş

* tir. Herhalde bizimkiler adada temas kurduklan herkesi arayıp,


bulunduğum yeri saptamaya çalışıyorlardı. Telefon sürekli
meşguldür."
"Sen esir değilsin, kapı kilitli değil," dedi Alex ve haklı olup
olmadığını anlamak için kalkıp kapıyı açtı.

Koridorun öbür ucunda asansörlerin yanında iki Jamaikalı


vardı. McAuliff onlan tanımıyordu ama yüzlerindeki kontrollü sükûnet
ifadesini daha önce Flagstaff dağlarının tepelerinde görmüştü.
İkisi de Halidonluydu.

Alex kapıyı kapatıp Hammond'a dönerken, İngiliz ajan atıl

dı. "Sorunun yanıtım aldm mı?"


"Koridorda iki adam var," dedi Alex. "Bunu biliyordun."
"Bilmiyordum ama varsaydım. En temel kurallardır bunlar."
"Yine de onlann vahşi olduklarını düşünüyor musun?"
"Her şey görecelidir," diyerek dönüp Alexin yüzüne baktı

Hammond. "Şimdi aracı sensin. Eminim bunu sana söylemişlerdir."


"Eğer 'aracı' derken, yanıtını onlara götürecek kişiyi kastediyorsan,
haklısın."
"Yalnızca yanıt mı? Başka güvenceler de istemediler mi?"
İngiliz ajan şaşkına dönmüştü.

"Sanırım İkinci Aşamada isteyecekler. Anladığım kadanyla


çeşitli düzeylerde bir anlaşma yapacaklar. Majestelerinin bu hizmetkârının
sözüne güvendiklerini pek sanmıyorum, çünkü 'zenci'
lafını çok sık kullanıyor."

"Sen eşeğin tekisin."

— 344 —

"Senin hiçbir önemin kalmadı,8 diye yanıtladı Alex aynı horgörüyle.


"Seni ellerine geçirdiler, ahbap. Üstelik Dunstone listesi
de onlarda. Artık onların kum havuzunda, onların 'temel kurallarıyla'
oynamak zorundasın."
Hammond öfkesini bastırmaya çabalayarak durakladı. "Belki
de değil. Henüz araştırmadığımız bir yol var. Nasıl olsa seni
geri götürücekler... Ben de seninle geleceğim."
"Bunu kabul etmeyebilirler."
"Belki başka seçenekleri kalmaz..."
Alex, "Bir şeyi iyi anla," diye sözünü kesti Hammond'ın.
"Cock Pit'de bir araştırma ekibi var.... beyazlar ve siyahlardan
oluşuyor... ve hiç kimse içlerinden bir tanesinin bile yaşamını
tehlikeye atamayacak."
"Unuttuğun bir nokta var," dedi Hammond aldırmaz bir sesle.
"Kampın yerini bir metreye kadar saptayabiliyoruz."
"Kampı gözetleyenlere asla rakip olamazsın. Olabileceğim
hiç aklına getirme. Bir tek yanlış adım toplu katliama yol açabilir."
"Doğru, böyle bir katliam daha önce de olmuştu. Katliamı

"Doğru, böyle bir katliam daha önce de olmuştu. Katliamı

kişilerdi."

"Koşullar farklıydı. Gerçeği bilmiyorsun..."

"Yeter artık, McAuliff. Ekibinin yaşamını korumak için elimden

geleni yapacağım ama sana gerçeği söylemek isterim. Ha

lidonlar gibi, ben de ekiptekilerin pek önemli olmadıklarını düşünüyorum!

Üzerinde durulması gereken başka konular var.

Emin ol bizim kaynaklarımız bu fanatik karaderililerden çok daha

geniştir. Bu saatten sonra taraf değiştirmemeni öneririm."

Ekrandaki spiker, tekdüze bir sesle elindeki kâğıdı okumaktaydı.

Alex tanıdık bir ismin farklı bir biçimde söylendiğini

işitti ve eliyle Hammond'a susmasını işaret etti.

— 345 —

İsmi doğru duymuştu.

Üç saat önceki ilk haber yalnızca bir başlangıçtı; şimdi ise


olayın aynnöları veriliyordu. Estirilen terör sonuca ulaşıyor gibiydi.

"Haberi tekrar veriyoruz. Savanna-La-Mar'dan gelen bilgilere


göre özel Nigril Havaalanında silahlar patladı. Kimliği saptanamayan
kişiler tarafından Weston Favel'e gitmek üzere küçük
bir uçağa binmeye hazırlanan bir grup Avrupalıya ateş edildi.
Fransız sanayici Marki de Chattelerault, emrinde çalıştığı söylenen
üç kişiyle birlikte, açılan ateş sonucu yaşamını yitirdi... Saldırının
amacı bilinmiyor. Marki, Wakefield ailesinin konuğuydu
ve bu ailenin yanında çalışan pilot aldığı son emrin, markiyi
Weston Favel'in güneyindeki otlaklara alçaktan uçurmak olduğunu
söyledi. Belde polisi soruşturmaya başladı..."

Fransız sanayici Marki de Chattelerault, emrinde çalıştığı söylenen


üç kişiyle birlikte, açılan ateş sonucu yaşamını yitirdi... Saldırının
amacı bilinmiyor. Marki, Wakefield ailesinin konuğuydu
ve bu ailenin yanında çalışan pilot aldığı son emrin, markiyi
Weston Favel'in güneyindeki otlaklara alçaktan uçurmak olduğunu
söyledi. Belde polisi soruşturmaya başladı..."

kalmamıştı. İngiliz ajanın anlayıp anlamadığını merak ediyordu.

"Bu önemli noktayı unuttun, değil mi, Hammond? Alison

Booth. Interpol'ün öne sürdüğü yem... Chatellerault ile aradaki

kiıii bağlantı... Şimdi buradasın ajan-dostum ve Chatellerault öl

dü. Montego Bay'de bir otel odasındasın. Cock Pit'de değilsin.

Bana kaynaklardan söz etme, adi herif. Elinde bir tek kaynak

kaldı. O da benim."

Telefon çalınca McAuliff atıldı.


"Efendim?"

"Sözümü kesme, vaktim yoktu," dedi Malcolm telaşlı bir

sesle. "Dediklerimi yap. Beni gördüler. Jamaikalı bir MI 6 çalışa

nı... Londra'dan tanıyordum. Çevreye yayılacaklannı biliyorduk

ama Montego'ya bu kadar çabuk ulaşacaklarını tahmin etme

miştik."

"Dur biraz," dedi Alex. "MI 6 işbirliği yapacak. Başka seçe

nekleri yok..."

"Aptal herif, sana dinle dedim. Koridorda iki adam var. Git
onlara benim aradığımı söyle. 'Ashanti' de onlara. Anladın mı,
ahbap? 'Ashanti'."
İngilizleşmiş Malcolm'un 'ahbap1 dediğini daha önce hiç
duymamıştı Alex. Paniğe kapıldığı belliydi. "Anladım."
"Onlara çekip gitmelerini söylediğimi bildir! Hemen! Otelleri
gözetleyeceklerdir. Sen de çok çabuk ayni oradan..."
"Şimdi sen beni dinle. Hammond yanımda ve..."
"McAuliff." Malcolm'un sesi Alexin kulak vermesi gerektiğini
belirtiyordu. "İngiliz İstihbaratının Karayip Operasyonları Bölümünde
toplam on beş Batı Hint Adalan uzmanı çalışır. Bütçeleri
bu kadardır. On beş kişiden yedisini Dunstone satın almış."
Sessizliğin anlamı büyüktü. "Sen nerdesin?"
"McNabs'ın dışında bir telefon kulübesinde. Kalabalık bir
cadde. Gözden kaybolmaya çalışacağım."
"Kalabalık caddelerde dikkatli ol. Haberleri dinledim."
"İyi dinle, dostum. Her şey olup bitti."
"Seni gördüklerini söyledin. Neredeler şimdi?"
"Bunu saptamak zor. Artık Dunstone ile çatışıyoruz. Emrinde
kaç kişinin çalıştığını bile kesin olarak bilmiyoruz... Ama beni
öldürmek İstemeyeceklerdir... Ben de canlı olarak ele geçmek
istemiyorum. İyi şanslar, McAuliff... Biz doğrusunu yapıyoruz."
Malcolm telefonu kapattı. Karanlık bir gecede, Londra'nın
dışında, Thames nehri yakınında boş bir tarla canlandı Alexin
gözlerinin Önünde. Resmi bir arabanın içinde iki Jamaikalının
ölüsü yatıyordu.
Ben de canlı olarak ele geçmek istemiyorum.
Siyanür.
Biz doğrusunu yapıyoruz.
Ölüm.
İnanılmaz ama çok gerçek.
— 347 —

McAuliff usulca almacı yerine bırakırken adeta cenazeye


hazırlanıyormuş gibi bir duyguya kapılmıştı. Şimdi, bunları düşünmenin
zamanı değildi.

"Kimdi o?" diye sordu Hammond.


"Senin gibi bir düzine adama bedel bir fanatik. Hiç olmazsa
yalan söylemiyor."

"Bu laflarından bıktım artık, McAuliff! Senin şu fanatik sana


iki milyon dolar ödemiyor. Ayrıca da senin iyiliğini düşünürken
kendi çıkarlarını tehlikeyi atmıyor... Biz bunu hep yaptık. Üstelik..."

"Şu anda yaptı," dedi Alex kapıya yaklaşırken. "Ve eğer ben
bir hedefsem, sen de aynı durumdasın."
Hızlı bir harekette kapıyı açıp koridora çıktı ve asansörlere
doğru koştu. Olduğu yerde kalakaldı.
Görünürde hiç kimse yoktu.

Montego sokaklanndaki parlak metallerden ve camlardan


yansıyan gözalıcı ışıkların arasında körlemesine sürdürülen bir
yarıştı bu. Üstelik çok da kalabalıktı. Siyahlar ve beyazlar, ellerinde
fotoğraf makinalarıyla yürüyen zayıf erkekler, kenarları
taşlarla süslü güneş gözlükleriyle aptal görünüşlü şişman kadınlar.
Niçin bunlara dikkat ediyordu? Niçin sinirleniyordu? Öfkeli
suratlarıyla yanlarındaki anlamsız bakışlı zayıf kadınlara sabırla
tepki veren şişman erkekler de vardı.

yansıyan gözalıcı ışıkların arasında körlemesine sürdürülen bir


yarıştı bu. Üstelik çok da kalabalıktı. Siyahlar ve beyazlar, ellerinde
fotoğraf makinalarıyla yürüyen zayıf erkekler, kenarları
taşlarla süslü güneş gözlükleriyle aptal görünüşlü şişman kadınlar.
Niçin bunlara dikkat ediyordu? Niçin sinirleniyordu? Öfkeli
suratlarıyla yanlarındaki anlamsız bakışlı zayıf kadınlara sabırla
tepki veren şişman erkekler de vardı.

Her şey, herkes bir düşman arayışı î^nde ayra anda sınıflandırılıyordu
sanki. Kesinlikle yakındaydı düşman. Birkaç dakika
önce buradan geçmişti.
McAuliff aceleyle odaya döndü. Öfkeden kuduran Hammond'a
açıklama yapacak zamanı yoktu. Önemli olan sözünü
dinlemesini sağlamaktı. Silahı olup olmadığını sordu ve bir gece
önce Malcolm'un verdiği kendi tabancasını çıkardı.
McAuliff in tabancasını görünce İngiliz ajan durumu kabullendi
ve belinden ufak bir Rycee otomatik çıkardı. Yine Malcolm'un
bir gece önce verdiği ceketi koluna atarak tabancasını
gizledi McAuliff.
İki adam odadan çıkıp asansörlerin yanındaki merdivene
doğru koştular. Merdiven başında bir Halidonlunun cesedi çıktı
karşılarına. Yüzü şişmiş, gözleri yerinden fırlamış, dili dışan düşmüştü.
Boynundan incecik bir çizgi halinde kan sızıyordu. Profesyonel
biri tarafından boğazı kesilmişti.
Hammond cesede doğru eğildi. Yaklaşmayı göze alamadı
Alex.
"Bizim bu katta olduğumuzu biliyorlar, ama hangi oda olduğunu
tahmin edemediler," dedi Hammond. "Öteki zavallı herhalde
yanlarındadır."
"Olanaksız bu. Zamanları yoktu. Burada olduğumuzu hiç
kimse bilmiyordu."
Hammond bir süre cansız yatan siyah bedene baktı ve konuştuğu
zaman kapıldığı şok belH oldu. "Aman Tannm, ne kadar
körmüşüm!"
Alexander da anladı ne demek istediğini.
İngiliz İstihbaratının Karayip Operasyonları Bölümünde toplam
on beş Batı Hint Adaları uzmanı çalışır. Bütçeleri bu kadardır.
Bu on beş kişiden yedisini Dunstone satın almış...
Halidonlu Malcolm'un sözleri.
— 349 —

Koşarak basamakları indiler ve lobiye varınca İngiliz ajan


durup garip bir şey yaptı. Kemerini çıkarıp sardı ve duvarın köşesine
bıraktı, yakındaki metal çöp kutusunu yerinden kaldırarak
kemerinin önüne yerleştirdi.
• •
"Sen ele geçirilmek istiyordun."

'Tabii ki hayır, ama böyle bir olasılık hep vardı... Bunu bili

yordum... Ne yapacağız, dostum? Bu senin gösterin."

"Bir fikrim var, fakat ne kadar başaniı olatağını bilmiyorum.

Bir havaalanı, daha doğrusu bir çifttik arazisi var. Sanırım otoyo

lun üzerinde, batıda. Unity Hall denen yerde... Hadi gidelim."

Alex lobinin kapısını açmak için uzandı.

"Buradan olmaz," diye atıldı Hammond. "Lobiyi gözetliyor

lardı. Sanınm caddeyi de. Aşağıda herhalde bir servis kapısı

vardr..."
"Bir dakika," diyerek uzanıp İngiliz ajanın kolunu tuttu Alex.

"Bir dakika," diyerek uzanıp İngiliz ajanın kolunu tuttu Alex.

ve aldatıldın. Kendi adamların seni sattı. Onun için durup birile

rine telefon filan etmeyeceksin, sokakta kimseyle işaretleşme

yeceksin. Koşacağız ve hiçbir nedenle durmayacağız. Eğer du

rursan kendi başına kalırsın. Ben gözden kayboluveririm. Yalnız

kalırsan başaracağından emin değilim." y |

"Kiminle görüşmek isteyeceğimi sanıyorsun? Başbakanla

mıT

"Bilmiyorum. Bildiğim tek şey sana güvenmediğim. Yalancı


lara ya da dalaverecilere güvenmem. Sen hem yalancı, hem de

lara ya da dalaverecilere güvenmem. Sen hem yalancı, hem de

"Hepimiz üstümüze düşeni yaparız," dedi ajan soğuk bir

sesle. "Çok çabuk öğrendin, Alexander. Yetenekli bir öğrenci

sin."

"Pek de isteyerek değil. Okulu hiç sevmemiştim."


Ve insan» kör eden partak güneş altındaki yarış başladı.
Bodrumdaki garajın çıkışına doğru koşarlarken, oraya laf
olsun diye park etmemiş olan krem rengi bir Mercedes çıktı karşılarına.
Hammond He Alex direksiyondaki beyaz adamın yüzündeki
şaşkınlık ifadesini gördüler. Adam hemen eğilip yan
koltuktaki telsize uzandı.
Hammond cebinden bir susturucu çıkarıp otomatik tabancasının
namlusuna yerleştirdi ve arabaya yaklaşıp kapıyı açtı. İki
el ateş edince sürücü direksiyona yığılıverdi. Uzanıp telsizi kaptı
ve cebine attı.
Güneşli havada dolaşanlar cinayeti farketmişlerse bile belli
etmiyorlardı. İngiliz ajan rahat bir hareketle kapayı kapattı.
"Aman Tanrım..." diyebildi ancak Alex.
"Bunu hiç beklemiyordu," diye yanıtladı Hammond. "Bir taksi
bulalım."
Böyle söylemek kolaydı ama boş taksiler Montego sokaklarında
dolaşıp müşteri aramak yerine, belirli noktalardaki duraklarda
birbirleriyle sohbet etmeyi tercih ederlerdi. Duraklann
yerini bilmeyen iki kaçak için son derece sıkıntılı ve tehlikeli bir
uygulamaydı bu. Otelin kapısının önünde taksiler diziliydi, ama
oraya adım atamayacaklarını biliyorlardı.
Binanın köşesini dönünce alışveriş caddelerinden birinde
buldular kendilerini. Kaldırımlar sıcaktan kaynar gibiydi; yüzünden
terler akan insanlar vitrinlerden ayrılmıyor, alamadıklarının
özlemini çekerek camlan kirletiyorlardı. Daracık sokakta arabalar
sıkışıp kalmıştı. Tüm sürücüler bir yandan koma çalıyor, bir
yandan da birbirine sövüp sayıyordu.
Alexander MIRANDA HILL yönünü işaret eden yeşil-beyaz
tabelanın altında duran adamı farketti. Tıknaz, koyu renk saçlı,

"Bunu hiç beklemiyordu," diye yanıtladı Hammond. "Bir taksi


bulalım."
Böyle söylemek kolaydı ama boş taksiler Montego sokaklarında
dolaşıp müşteri aramak yerine, belirli noktalardaki duraklarda
birbirleriyle sohbet etmeyi tercih ederlerdi. Duraklann
yerini bilmeyen iki kaçak için son derece sıkıntılı ve tehlikeli bir
uygulamaydı bu. Otelin kapısının önünde taksiler diziliydi, ama
oraya adım atamayacaklarını biliyorlardı.
Binanın köşesini dönünce alışveriş caddelerinden birinde
buldular kendilerini. Kaldırımlar sıcaktan kaynar gibiydi; yüzünden
terler akan insanlar vitrinlerden ayrılmıyor, alamadıklarının
özlemini çekerek camlan kirletiyorlardı. Daracık sokakta arabalar
sıkışıp kalmıştı. Tüm sürücüler bir yandan koma çalıyor, bir
yandan da birbirine sövüp sayıyordu.
Alexander MIRANDA HILL yönünü işaret eden yeşil-beyaz
tabelanın altında duran adamı farketti. Tıknaz, koyu renk saçlı,

Birkaç saniye içinde adamın kendilerdi göreceğini biliyordu


Alex. Hammond'ın kolunu tutarken boyunun birkaç santim
kısa olmasını tercih ederdi. "İşte köşedeî Tabelanın altında.
Kahverengi ceketli."
"Evet, gördüm." İçki satan bir dükkânın tentesinin altındaydılar.
Hammond, Barbados gömlekleri, Virgin adaları hasır şapkalarıyla
yolcu gemisinden indikleri belli olan turist kalabalığından
özür dileyerek dükkâna girerken kolundan sımsıkı tuttuğu
Alex'i de çekiştiriyordu. Vitrinin ardında durup tabelanın altındaki
adamı izlediler. "Aynı telsiz" dedi Alex.

"Eğer şanslıysak telsizi kullanır. Haberleşeceklerinden emi

nim. Adamı tanıyorum. Unio Corso'ya dahil."


"Mafya gibi bir şey, değil mi?"
"Benzer ve ama daha becerikli. Korsikalı bir kiralık katil. Üc

reti çok yüksektir. Warfield ödeyebilir." Hammond tekdüze bir


sesle konuşurken, kaçma yöntemlerini de araştırıyordu. "Belki
de buradan kurtulmamızı o adam sağlayabilir."

"Biraz daha açık konuşur musun."

"Ah, elbette." İngiliz ajan insanı delirtecek bir kibarlıkla yanıtladı.


"Şimdiye dek çevreyi dolaşmışlardır sanırım. Tüm sokaktan
aramışlardır. Birkaç dakika içinde otelden ayrıldığımızı anlarlar.
Vericinin sinyali onlan uzun süre oyalayamaz." Belli etmemeye
çalışarak telsizi kulağına götürdü. Parazit tıkırtılarını duyan
birkaç turist merakla onlara bakmca, Alex yüzünde aptal bir
ifadeyle gülümsedi. Tabelanın altındaki Korsikalı telsizini kaldırdı.
"Senin odana girdiler," dedi Hammond.

çalışarak telsizi kulağına götürdü. Parazit tıkırtılarını duyan


birkaç turist merakla onlara bakmca, Alex yüzünde aptal bir
ifadeyle gülümsedi. Tabelanın altındaki Korsikalı telsizini kaldırdı.
"Senin odana girdiler," dedi Hammond.

"Küllükte yanık bir sigara olduğunu söylüyorlar. Kötü bir

alışkanlık. Radyo acıkmış... Bunu düşünmeliydim. Dışarda bir

araba hâlâ dolaşıyormuş. BHU sinyalin hâlâ içerde okluğunu

iddia ediyor."

"BHU mu?"

"Batı Hint Adaları uzmanı," diye açıkladı Hammond bıkkınlıkla

"Benim adamlardan biri.... Mercedes'e ulaşamıyorlar. Tamam

işte." Telsizi kapatıp cebine tıktı. Korsikalı hâlâ dinliyordu.

"Çok süratli davranmalıyız. İyi dinle beni... Bizim Korsikalı konuşmasını

bitirince telsizi indirecektir. Tam o anda üstüne saldıracağız.

Derhal telsizi kap ve ne olursa olsun sakın bırakma."

"Hepsi bu mu?" diye sordu Alex korkuyla. "Ya adam silah

çekerse?"

"Ben yanında olacağım. Adamın vakti olmayacak."

Gerçekten de Korsikalının vakti olmadı.

Hammond'ın tahmin ettiği gibi Korsikalı katil telsize bir şeyler

söyledi. Kolunu aşağıya indirmeye başladığı anda iki adam


bekledikleri yerden fırladılar. Önce Alexander ona ulaştı. Adam
irkilerek sağ elini beline atarken, sol eliyle telsizi yukarı kaldırdı.
Alex bileğini yakalayıp omzuyla göğsüne yaslanarak adamı tabelayı
taşıyan direğe dayadı.
Bir anda Korsikalının yüzü acıyla buruştu ve korkunç bir
sesle haykırdı. Adamın vücudundan fışkıran ılık kam hissetti
McAuliff. Aşağıya doğru bakınca Hammond'ın elindeki uzun bıçağı
gördü. Adamın kasığından kaburgalarına kadar midesi yarılmıştı.
"Telsizi al," diye emretti İngiliz ajan. "Sokağın doğu tarafından
güneye doğru koş. Köşede bulurum seni. Hadi git!"
Alex öylesine büyük bir şok yaşıyordu ki, hiç düşünmeden
emre uydu. Telsizi kapıp sokağı geçti ve kalabalığa karıştı. Yo

— 353 — F: 23
lun yansına gelince Hammond'ın ne yaptığını anladı. Ölü Korsikalıyı
direğe dayalı tutarak kendisine zaman kazandırıyordu.

İlk çığlıklar geldi kulağına. Sonra haykırışlar, çığlıklar, gürültüler


arttı. Kulakları sağır eden bir düdük sesi duyuldu. İnsanlar
koşuşturmaya başladılar. McAuliff son hızla koşuyordu... Acaba
güneye doğru mu gidiyordu? Yolun doğu tarafında mıydı? Hiç^
bir şey düşünemiyor. Yalnızca paniği ve kanı hissediyordu.

Kani Adamın kanı üstüne başına bulaşmıştı! İnsanlar bunu

görecekti! Masalan kaldırıma yayılmış bir lokantanın önünden


geçerken müşterilerin ayağa fırlayıp caddenin üst tarafından ge

geçerken müşterilerin ayağa fırlayıp caddenin üst tarafından ge

rine baktıklarını farketti. Boş masanın geleneksel kırmızı-beyaz

kareli örtüsünün üzerinde şeker kâsesiyle tuzluk-biberlik duru

yordu. Kenardaki çiçekliğin üzerinden uzanıp örtüyü çekti ve

üzerindekiler yere saçıldı. Kırılıp kırılmadıklarını bile farketme

mişti. Tek düşüncesi gömleğine ve pantolonuna bulaşmış kanı

örtmekti.

Sokağın köşesine on metre vardı. Ne yapması gerekiyor

du? Ya Hammond kaçmayı başaramamışsa? Sokaktaki karma


şaya aldırış etmeden gerizekâlı biri gibi gömleğini masa örtü

şaya aldırış etmeden gerizekâlı biri gibi gömleğini masa örtü

"Çabuk oil" sözleri çalındı kulağına. İnanılmaz bir minnettar

lıkla dönüp baktı. Hammond tam arkasındaydı. Korsikalı kanının

bulaştığı elleri kıpkırmızı parlıyordu.

Kavşaktaki tabela Queen's Caddesine geldiklerini gösterdi.

Bulunduğu yer gözüne tanıdık geliyordu. Kırmızı ışıkta durmuş

karşıdaki sokaktan gelen haykınşlara, koşturan insanlara me

rakla bakan sürücüyü gördü Alex. "İşte bak! Şu araba!" Sesini

duyurabilmek için bağırmak zorunda kalmıştı.

İngiliz ajan başıyla onayladı.


— 354 —

Sokağın karşı köşesine geçip arabaya doğru koşarken


McAuliff cüzdanını çıkarmıştı. Orta yaşlı Jamaikalı sürücüye yaklaştı.
"Buradan gitmek zorundayız. Kaç para isterseniz veririm!"

Jamaikalı korkulu gözlerle hiç kıpırdamadan ona baktı.


McAuliff birdenbire masa örtüsünü kolunun altına sıkıştırdığını
farketti. Koskocaman kan lekesi gözler önüne serilmişti.

Sürücü vites koluna uzanınca Alex cüzdanını Hammond'a


atıp kapıyı açtı ve Jamaikalıyı dışarı çekti. Adam haykırarak yardım
istiyordu. Alex cüzdanından bir avuç para çıkarıp yere attı
ve adamı kaldırıma doğru itekledi.

Çevrede dolaşanların çoğu olaya karışmamak için kaçmayı


yeğlerken, birkaç tanesi hayretle olanları izliyordu. İki beyaz
genç çocuk yerdeki paraya doğru koştu ve almaya davrandı.
Her nedense bu davranış McAuliff'i rahatsız etti. Üç adımda
yanlarına ulaşıp bir tanesinin kafasına bir yumruk indirdi.

"Defolun buradan!" diye bağırdı. Kafasına yumruk yiyen çocuğun


saçlarının dibinden kırmızı bir çizgi gibi kan sızıyordu.
"McAuliff!" diye haykırdı Hammond arabanın kapısını açıp
binerken. "Gel gidelim artık Tann aşkına!"

"McAuliff!" diye haykırdı Hammond arabanın kapısını açıp


binerken. "Gel gidelim artık Tann aşkına!"

"Bu taraftan Mercedes geliyordu. Bîzi görüp görmediklerini


bilmiyorum."

Hammond hem tabancasını, hem de telsizi çıkarırken dönüp


arkaya baktı. Telsizin parazitinin arasından heyecanlı sesler
geliyordu ama İngilizce konuşmuyorlardı.. "Dunstone, Unio Corso'nun
yarısını Jamaika'ya getirmiş."

— 355
"Ne konuştuklarını anlıyor musun?"

"Yeterince. Şu anda Queen's Caddesinin köşesindeler. Sokaktaki


ikinci olayın bizim tarafımızdan çıkarıldığına inanıyorlar."

"Yani bizi gördüler."


"Bu araba daha hızlı gitmez mi?*

"Hızı fena değil ama bir Mercedes'le başa çıkamaz."

Hammond telsizi kulağına dayamış, gözleri arka pencere

de oturuyordu. Telsizden anlaşılmaz sesler duyulduğu anda


Alex karşıdan gelen siyah Pontiac'ın ani bir frenle durup direksiyonu
kırdığını farketti. "Aman Tanrım!"

"Araba onlann!" diye bağırdı Hammond. "Gözcülerinden biri


bizi gördüğünü söyledi. Dön! İlk fırsatta dön!"

Alex tepeye doğru gazlarken, "Ne yapıyor?" diye sordu. Di

ğer yandan da tepeye varınca karşısına bir araba çıkıp çıkma

yacağını düşünüyordu.

"Olduğu yerde kaydı... Bizden yana dönüyor."


Tepeyi aşarken McAuliff gaz pedalını kökledi ve dik yokuş

Tepeyi aşarken McAuliff gaz pedalını kökledi ve dik yokuş

da kaldırıma çıkmaya zorladı. "Yarım mil ötede bir park var sanı

rım." Mesafeden emin değildi. Metallerden yansıyan güneş gö

zünü alıyordu. Kingston'daki St. George Parkı ve Rodney adın

daki Jamaikalı becerikli sürücü görüntüsü canlandı beyninde.

"Yani?" Hamrtıond tabancayı tutan sağ eliyle ön panele

uzanmış oturuyordu.

"Trafik fazla değildir. Çok insan da yoktur..." Alex bir araba

yı daha geçti ve dikiz aynasından bakınca siyah Pontiac'ın tepe


ye ulaştığım gördü. Aralarında şimdi dört araba vardı.

ye ulaştığım gördü. Aralarında şimdi dört araba vardı.

Hammond, Alex'in düşüncelerini yarıda keserek. "Gloucester

dediler... Bir araba daha yola çıkacakmış...Sewell tarafına doğ

— 356 —

ru..." Telsizden gelen karmakanşık konuşmaları tercüme etmeye


çabalıyordu.
"Sewell, mahallenin öte tarafında," dedi Alex kendi kendine
konuşurcasına. "Gloucester sahile inen yol."
"İki arabaya daha haber verdiler. Biri North ve Fort sokaklannın
köşesinde, diğeri tee Union'daymış."
"Montego'yu tümüyle sarmışlar. İş merkezlerinden söz edi'
yorlar. Tüm çıkış noktalannı elde tutmak istiyorlar. Yapacak pek
bir şey kalmadı!"
"Neden söz ediyorsun?" Lastiklerin çığlıklannı, rüzgân ve
motorun homurtusunu bastırabilmek için bağırmak zorunda kalmıştı.
Açıklamak zaman alıyordu ve birkaç saniye bile olsa kaybedecek
zaman yoktu. Açıklama yerine, emir verilmesi gerekiyordu...
tıpkı yıllarca önce olduğu gibi. Buz kesmiş tepelerde
tıpkı şimdiki özgüveniyle verdiği emirler gibi...
Alex, "Arka koltuğa geç," diye emretti kesin ama sert olmayan
bir sesle. "Arka camı kırıp görüş alanını genişlet. Ben parka
girince, o da izleyecektir. Girer girmez sağa kırıp fren yapacağım.
Pontiac'ı gördüğün anda ateş et. Yedek şarjörün var mı?"
"Evet."
"Dolusunu tak. Zaten İki mermi kullandın. Şu susturucuyu
da unut, hedef şaşırtır. Ön ve yan camlara ateş et. Lastiklere ve
benzin deposuna vurmamaya çalış."
Parkın girişine yüz metre bile kalmamıştı. Hammond bir an
yüzüne baktı ve arka koltuğa geçti. "Araba değiştirebileceğimizi
mi?.."
Belki soru soracaktı ama McAuliff aldırış etmeden sözünü
kesti. "Bilmiyorum. Ama bunu artık daha fazla kullanamayız ve
Montego'nun öteki tarafına gitmek zorundayız."
"Kendi arabalannı hemen tanıyacaklardır..."

"Onu aramıyorlar ki. En azından on dakika için... tabii eğer


hedefi tutturabilirsen."

Parkın girişi tam solundaydı. Alex hızla direksiyonu kırdı ve


aynı anda Hammond arka cama vurmaya başladı. Arkalarındaki
araba çarpmamak için sağa kaçarken hem koma çalıyor, hem
de sürücüsü bağırıyordu. McAuliff son sürat parka girdiğinde
uyarmak için elini kornaya yaslamıştı.

İçeri girince hemen frene bastı ve sağa dönüp kaldırıma,


otların üzerine fırladı. Bir kez daha frene basınca araba yumuşak
toprağın üzerinde durdu. Uzakta dolaşanlar dönüp baktı,
ağacın altında piknik yapan bir çift heyecanla ayağa fırladı.

Alex etrafla hiç ilgilenmedi. Bir iki saniye içinde silahlar pat

layacaktı. Piyadeler yaşamlannı kurtarmak için siperlere doğru

koşacak, tehlikeli bölgeden kaçacaktı. Ateş hattından uzaklaşa

caklardı.

Tehlikeli bölge, ateş hattı, siper... Yüzyıllar öncesinden kal

ma sözcükler. Ne var ki, parkta dolaşanlar piyadeler değildi; si

villerdi. Ve sivil insanlar bir savaş çıktığını bilmiyordu.


Kulakları sağır eden bir lastik sesi duyuldu ve Hammond

arka camdan ateş etti. Pontiac yoldan fırlayıp öte taraftaki kaldı

rıma tırmandı ve bitmek bilmeyen park projelerinden biri için yı

ğılmış yumuşak toprağa gömüldü. Motor son sürat çalışıyordu

ama vites takıldığı için tekerlekler dönmüyordu. Korna susma

maçasına çalmaktaydı.

Uzaklardan çığlık sesleri geldi. Parktaki sivil insanlardan.

McAuliff ile Hammond ellerinde silahlarıyla arabadan fırla

yıp Pontiac'a yaklaştılar. Aslında silah çekmelerine gerek yoktu.

R. C. Hammond inanılmaz bir iş başarmıştı. Açık camdan giren


tek kurşun arabaya hiç dokunmadan sürücüyü öldürmüştü. Direksiyona
yığılan bedeni komanın susmasını engelliyordu.
— 358 —
On kapılara atılıp cansız bedeni direksiyondan kaldırdılar.
Kornanın sesi kesildi. McAuliff içeri uzanıp kontağı kapattı.

Sessizlik inanılmazdı.

Yine de uzaktan, çimenlerden çığlık sesleri geliyordu. Bağıranlar


sivillerdi.

Adamı tutup ön koltuğun arkasındaki boşluğa attılar. Hammond


telsizi alıp kapattı ve Alex direksiyona geçerek vitesi değiştirmeye
çalıştı. Çabası boşunaydı. Vites kolu oynamıyordu.
Mide kasları kasıldı ve elleri titremeye başladı.

Çok eskilerden bir çocuk anısı canlandı beyninde. Eski garajda


sürekli olarak vitesi takılan döküntü bir araba dururdu.
Bir saniye motoru çalıştır. Kapat - tekrar çalıştır. Kapat - tekrar
çalıştır.

Vites dişlileri birbirinden ayrılana dek yap bunu.

Kaç kere kontağı açıp kapattığını anımsamıyordu. Yalnızca

R.C. Hammond'ın soğuk sakin gözlerle kendisini izlediğini biliyordu.


Pontiac bir an öne atıldı. Toprak yığınına tırmanmak istedi
ve Alex geri vitese takınca lastikler otlann üzerinde patinaj yaparak
geriye doğru kaydı.
Dört saniye sonra parkın kapısından çıktılar.

Ve Alex sağa, batıya döndü. Miranda Hill'e geri dönüyordu.

Hammond'ın şaşırdığını biliyor ama üzerinde durmuyordu.


Açıklama yapmak için zaman yoktu; İngiliz ajan anlar gibiydi.
Sesini çıkarmadı.

Birkaç dakika sonra ilk kavşakta Alex kırmızı ışıkta geçip


sola döndü. Yani kuzeye. Tabelada CORNICHE ANNEX yazıyordu.

"Sahil yoluna mı gidiyorsun?" diye sordu Hammond.


"Evet. Gloucester yolu. Montegodan çıkınca 1 numaralı
otoyol adım alır."
"Yani Dunstone'un Mercedes'inin arkasındayız."/ 0

— 359 —

"Evet."
"Bildiğim kadarıyla telsizden son konuşma parktan yapıldı.
Sahil yoluna çıkan daha kısa bir yol var mı?"

"Bildiğim kadarıyla telsizden son konuşma parktan yapıldı.


Sahil yoluna çıkan daha kısa bir yol var mı?"

Tabii onlar da bunu kullanacak."

"İyi olur.."

"Ve tabii parkı da arayacaklar."

•Umanm."
R.C. Hammond arkasına yaslandı. Geçici olarak rahatlamıştı.
Bîr yandan da hayranlık duyuyordu.
"Siz çok yetenekli bir öğrencisiniz, Bay McAuliff."

"Yine de berbat bir okul olduğunu söylemek isterim." dedi

Alex.

Tarlanın sınırındaki çalıların ardında, karanlıkta beklemeye

başladılar. Cırcırböcekleri geçen saniyeleri sayar gibiydi. Araba


yı Catharine Mount'da boş bir yolda terketmişler ve Unity Hall

yı Catharine Mount'da boş bir yolda terketmişler ve Unity Hall

lenmeye özen göstererek, demiryolunu izleyip çiftliği bulmuşlar

dı.

Pontiac'ın torpido gözünde bulduktan haritayı incelerken

neredeyse çıldırıyorlardı. Montego kent merkezinin batısında

kalan yolların çoğunun ismi yazılmamıştı ve haritada gösteril

meyen birçok dar sokak vardı. Gettolardan geçerken insanların

kendilerini gözetlediğini hissettiler, kel beyaz adamın bu bölge

de ne işi olabilirdi? Bu gibi insanlara saldırmak her zaman kâr


lıydı.

lıydı.

— 360 —

Gülünç.
Ama kimse saldırmadı.
Westgate'de Montego nehrini geçtiler. Beş yüz metre ötede
demiryolu görünüyordu. Karşılarına Jamaika'ya özgü bir çingene
kampı çıktı. İngiliz ajan, demiryolu şirketinin sigorta müfettişleri
olduklarını ve demiryoluna herhangi bir zarar vermedikleri
sürece pis kamplarının kendilerini ilgilendirmeyeceğini açıkladı.
Ama herhangi bir şey yaparlarsa, cezası çok ağır olacaktı.
Gülünç.
Çevrelerini saran kara gözler düşmanca bakıyorsa da onla.
rı rahatsız eden olmadı.
Unity Hali'da bir yük istasyonu vardı. İki çıplak ampulün aydınlattığı
barakada ucuz romla kafayı bulmuş ihtiyar bir adam
yatıyordu. McAuliff'in nerede bulunduğunu anlayabilmesi için
gerekli bilgiyi uzun uğraşlardan sonra alabildiler adamdan, Sözleri

kesin değildi ama Parish Wharfda, adanın içlerine yönelen


karayoluna olan mesafeyi ve güneybatıda kalan çiftliğin yerini
saptayabildiler.
Saat 21:30'da çiftliğe vardılar.
Bir saat bekledikten sonra Alex doğru bir karar verip vermediğini
düşündü. Ne var ki aklına yapacak başka bir şey gelmemişti.
İlk gelişinde penceresinden ışık sızan küçük çiftlik evini
anımsıyordu. Şimdi ise ışık filan yoktu. Terkedilmişti.
Aradan bir saat daha geçti. Gecenin sessizliğini yalnızca
yaban hayvanlarının gürültüleri, çığlıkları bozuyordu. Ve sonunda
bir ses duyuldu.
Ağır ağır yaklaşan bir araba sesi. Adeta ürkerek geliyordu.
Birkaç dakika sonra bulutların ardından yayılan ay ışığında bir
adamın tarlanın dört bir köşesine koşup meşaleleri yakmasını
izlediler.

Başka bir ses daha. Bu kez yüksekten, gökyüzünden yakaştı.

Küçük bir uçak gürültü etmemeye özen göstererek tarlaya


indi ve kuzey ucundaki meşale söndürüldü. Uçak birkaç saniye
içinde güneydeki meşalenin önünde durdu ve içinden atlayan
adam aceleyle ışığı söndürdü.
"Hadi gidelim," dedi McAuliff ve birlikte tartanın ortasına
doğru yürümeye başladılar.

Daha otuz'metre yürümeden öylesine büyük bir şok yaşadılar


ki Alex hiç düşünmeden haykırarak yere yattı. Tabancası
elinde ateş etmeye hazırdı.

Hammond olduğu yerde kalmıştı.

İki büyük ışıldak bir anda üstlerine çevrilip adeta gözlerini


kör etmişti.
"İndir silahını, McAuliff," dedi ışığın ardından gelen bir ses.
Ve Acquaba kabilesi Meclis Başkanı Daniel onlara yaklaştı.

"Ortaya gelince fotoselle çalışan alarm sistemini harekete

geçirdiniz. Hepsi bu."

Daniel önde sürücünün yanında, Hammond ile Alex arkada

oturuyorlardı. Unity Hall'dan çıkıp sahilden Lucea Limanına gel


mişler, denize bakan ıssız toprak yolda park etmişlerdi. Gelip

mişler, denize bakan ıssız toprak yolda park etmişlerdi. Gelip

için kullandığı yollardan biriydi. Okyanusun kenarında ay daha

parlak gibiydi; çırpıntılı sulardan yansıyan ışıklar arabadakilerin

yüzlerini sarıya boyuyordu.

Yolda giderken aracı inceleme fırsatını bulmuştu Alex. Dı

şardan bakınca markası ve yapım tarihi belli olmayan, her bir

— 362 —

parçası başka arabalardan yürütülmüş, yollarda yüzlercesine


rastladığı bir araca benziyordu. İçiyse bambaşkaydı. Hareket
eden bir kale ve iletişim merkezi gibiydi. Kaim camlar kurşun
geçirmiyordu. Yanlarda ve arkada, ön koltuklann arkasına tutturulmuş
kısa namlulu, çok güçlü silahların kullanılmasına olanak
veren ufak delikler göze çarpıyordu. Ön taraftaysa özerinde sürüyle
düğmenin bulunduğu panelin ortasında bir telefon vardı.
Motorun sesi şimdiye dek tanıdıkları arasında en güçlüsü olduğunu
gösteriyordu.

Halidon dış dünyaya açılınca birinci sınıf bir yaşam sürüyordu.

Son iki saattir yaşadıklarını şaşkınlık içinde anlatan AJex'i


sakinleştirmeye ve gerçeği anlamasına yardımcı olmaya çalışıyordu
Daniel. Yaşanan kriz, meclis başkanının yaşamını tehlikeye
atarak ortaya çıkmasına yol açacak kadar ciddiydi.

Aynı zamanda R.C. Hammond'ın da son derece sağduyulu


ve zorlu bir rakiple karşı karşıya kaldığını algılamasını ister gibiydi.

"Yalnız olduğunuzdan, izlenmediğinizden emin olmak istedik.


Öğleden sonra çok zorlu dakikalar yaşadık. Kendinizi çok
iyi idare ettiğinizi gördüm, tebrik ederim. Ama size yardım edemezdik."

"Malcolm'a ne oldu?" diye sordu Alex.

Daniel bir an susup üzgün bir sesle yanıtladı. "Henüz bilmiyoruz.


Onu arıyoruz. Belki güvenliktedir, belki de ölmüştür. Ara
noktada olamaz." Dönüp Hammond'a baktı. "Siz Malcoim'u Joseph
Myers adıyla tanırsınız, Komutan Hammond."

noktada olamaz." Dönüp Hammond'a baktı. "Siz Malcoim'u Joseph


Myers adıyla tanırsınız, Komutan Hammond."

— 363 —

istemediği bir meslek yükünü getirmişti bu bilgi; dalavereci ar

kadan vurulmuştu.

"Yanımda, istihbaratta çalışan bir tek siyah var mı ki?"

Meclis başkanı gülümsedi. "Biz yedi kişiyi tanıyoruz. Ama


üç tanesi pek başarılı değildir."

"Beni aydınlattığınız için teşekkür ederim. Eminim bana


kimliklerini de açıklayabilirsiniz... hepsi birbirine benzer, bilirsiniz."
Daniel kalıplaşmış hakareti sükûnetle karşılarken gülüşü
soldu ve san ay ışığında gözlerine soğuk bir ifade yerleşti. "Bu
sorunu anlıyorum. Sizin bakış açınıza göre bizleri ayırt edebilmek
çok zor. Tann'ya şükür, başka ölçütlerde var. Kimliklerini
öğrenmek zorunda değilsiniz."

Daniel kalıplaşmış hakareti sükûnetle karşılarken gülüşü


soldu ve san ay ışığında gözlerine soğuk bir ifade yerleşti. "Bu
sorunu anlıyorum. Sizin bakış açınıza göre bizleri ayırt edebilmek
çok zor. Tann'ya şükür, başka ölçütlerde var. Kimliklerini
öğrenmek zorunda değilsiniz."

"McAuliff sizin isteklerinizi iletti. Ona söylediğimi, size de tekrar

layabilirim. Olanaksız istekler öne sürüyorsunuz elbette..."

'lütfen Komutan Hammond," diye sözünü kesti Daniel. "Za

ten her şey çok karmaşık, işin içine yalanlar katarak biraz daha

karıştırmayalım. İlk başından beri aldığınız talimatlar çok açıktı.

Yoksa Amerikalılarla mı iş yapmamızı istersiniz? Ya da Fransız

lar? Belki de Almanlar?"


Ani bir sessizlik kapladı arabayı. İki düşmanın bakışmasını

izledi Alex bir sûre. Hammond'ın gözlerinde acı veren bir algıla

ma ifadesi belirdi.

"Öyleyse biliyorsunuz," dedi İngiliz ajan usulca.

Daniel'in yanıtı, "Biliyoruz," oldu.

Hammond sesini çıkarmadan dışarıya baktı. Halidon Meclis

Başkanı, McAuliffe döndü. "Küresel yalancılık sorunu, doktor.

Komutan Hammond, İngiliz İstihbaratının en başarılı görevlisi

dir. Emrindeki bölüm, sözünü ettiğim hükümetlerin işbirliği ile

kurulmuştur. Ama bu işbirliği yalnızca kâğıt üzerinde kalıyor.

Çünkü Ml 6, anlaşmaya imza koyan hükümetlere gelişmelerden


hiç haber vermiyor."
"Bu davranışın yeterli ve geçerli nedenleri var," dedi Hammond
başım çevirmeden.
"Aslında bir tek neden var, değil mi komutan?.. Güvenlik
sorunu... Müttefiklerinize güvenmiyorsunuz."
"Onlarda bilgi sızması olasılıkları çok yüksek. Deneyimler
bunu kanıtlıyor." Hammond hâlâ denizi izliyordu.

"Siz de onları yanlış yönlendiriyorsunuz:. Yanlış bilgi veriyorsunuz.


Örneğin, Akdeniz üzerinde yoğunlaştığınızı söylüyorsunuz,
sonra Güney Amerika'ya geçiyorsunuz; Arjantin, Nikaragua
ve hatta Haiti'den söz ediyorsunuz. Ama Jamaika'nın adını
asla anmıyorsunuz."

"Standart işlemler," diyen Hammond, bir an için başını çevirip


Daniel'in yüzüne baktı.

"Öyleyse müttefiklerinizin de ayın güvensizliği taşıdığını öğrenmek


sizi şaşırtmayacaktır. Ellerindeki en iyi uzmanları işe
koştular. MI 6'nın verdiği tüm bilgi kırıntılarını araştırıyor far. Çılgınlar
gibi çalışıyorlar."

Hammond ani bir hareketle ona döndü. "Bu bizim anlaşmamıza


aykın," dedi öfkeli bir sesle.

Meclis başkanı gülümsemedi. "Böyle davranacak bir konumda


olduğunuzu hiç sanmıyorum," dedi ve bakışlarını Alex'e
çevirdi. "Dunstone Şirketinin merkezi Londra'da olduğu için, birinci
sınıf sayılabilecek bu görevin İngiliz İstihbaratına verilmesi
kararlaştırılmıştı. MI 5 ve MI 6 özgür dünyanın en iyi haberalma
örgütleridir ve komutan da en başarılı yöneticidir. Ne kadar az
sayıda gizli servis işin içine girerse, operasyonların o kadar güvenlik
içinde yürütüleceği kuramına dayanıyordu verilen karar.
İngilizler de yalnız başlarına çalışıp, herkese bilgi vermeyi kabul
ettiler. Ne var ki, sürekli olarak yanıltıcı bilgiler verdiler." Dan i

çevirdi. "Dunstone Şirketinin merkezi Londra'da olduğu için, birinci


sınıf sayılabilecek bu görevin İngiliz İstihbaratına verilmesi
kararlaştırılmıştı. MI 5 ve MI 6 özgür dünyanın en iyi haberalma
örgütleridir ve komutan da en başarılı yöneticidir. Ne kadar az
sayıda gizli servis işin içine girerse, operasyonların o kadar güvenlik
içinde yürütüleceği kuramına dayanıyordu verilen karar.
İngilizler de yalnız başlarına çalışıp, herkese bilgi vermeyi kabul
ettiler. Ne var ki, sürekli olarak yanıltıcı bilgiler verdiler." Dan i

Hammond daha fazla sessiz kalmaya dayanamadı. "İşin


yürütülmesi konusunda bizim en mantıklı seçim olduğumuzu
kabul etmeniz gerekir."
'Mantıklı' sözcüğünü, 'hak eden' ile değiştirebiliriz. Tann,
kraliçe ve imparatorluğunuz son dönemlerde çok ağır bedeller
ödedi. Bir bakıma işledikleri günahların karşılığından fazlasını
ödediler ama bunlar bizi ilgilendirmiyor. Dediğim gibi, size veri*
len talimat çok açıktı: koşullar ne olursa olsun Dunstone'un listesini
ele geçir. Şimdi meydan size kaldı. Listeyi vereceğim. Siz
de Jamaika'yı terkedeceksiniz. Listenin bedeli budur."

'Mantıklı' sözcüğünü, 'hak eden' ile değiştirebiliriz. Tann,


kraliçe ve imparatorluğunuz son dönemlerde çok ağır bedeller
ödedi. Bir bakıma işledikleri günahların karşılığından fazlasını
ödediler ama bunlar bizi ilgilendirmiyor. Dediğim gibi, size veri*
len talimat çok açıktı: koşullar ne olursa olsun Dunstone'un listesini
ele geçir. Şimdi meydan size kaldı. Listeyi vereceğim. Siz
de Jamaika'yı terkedeceksiniz. Listenin bedeli budur."

"Bugün yaşadıklarınızdan sonra nasıl kuşkuya düşebilirsiniz?


Dunstone'un ortadan kalkmasını bizim de istediğimizi sakın
unutmayın."

"Bizden ne güvence istiyorsunuz?"

Bu kez neşeyle güldü Daniel. "Güvencelere gerek duymuyoruz


komutan. Biz öğreniriz. Bunu anlayamıyor musunuz? Bu
ada büyük bir kıta değil, birlikte iş yaptığınız her insanı tanıyo

— 366 —
ruz." Gülüşünün ardındaki neşe kayboldu bîrden. "Artık bu operasyonlar
durdurulmalı. Verdiğiniz sözler varsa yerine getirin ve
bitirin artık. Jamaika'yı gerçek sahiplerine geri verin.•

"Ya eğer bu kararlar benim kontrolüm altında değilse..." dedi


İngiliz ajan.

"Hata yapmayın, Komutan Hammond!" Daniel sesini yükseltmişti.


"Bugünkü ölümler Londra saatiyle tam on ikide başladı.
Her gün parlamentonun saati on ikiyi gösterince bunu anımsayın.
Bugün yaptıklarımızı yarın da yineleyebiliriz. Davranışlarımızın
ardındaki gerçek dürtüyü de ekleriz. İngiltere diğer ulusların
gözünde parya konumuna düşer. Bunu göze alamazsınız."

Tehdidiniz çok gülünç," diye karşı çıktı Hammond. "Dediğiniz


gibi bu ada bir kıta değil. Gelip sizleri yok edebiliriz."

Daniel başını sallayıp sakin bir sesle yanıtladı. "Olabilir.


Ama böyle bar sona kendimizi hazırladığımızı bilmeniz gerekir.
İki yüz yıldır bizler varlığımızı sürdürüyoruz. İnanılmaz, değil mi?
Bence bu bedeli ödeyin Hammond, listeyi alıp Dunstone'dan
ne kurtarabilirseniz, alıp götürün. Bunu hak ettiniz. Pek fazla bir
şey elde edeceğinizi de sanmıyorum ya... Bütün leş kargaları
bulundukları yerlerden fırlayıp hücum edecektir. Size ancak birkaç
günlük süre tanıyabiliriz. Bundan yararlanmaya bakini"

bulundukları yerlerden fırlayıp hücum edecektir. Size ancak birkaç


günlük süre tanıyabiliriz. Bundan yararlanmaya bakini"

"Etinizden geleni yapın ama kimsenin yaşamını tehlikeye


atmayın. Bizimkiler oradan çekilsin. Hiç kimse kendi bölgesinden
çıkmasın. Kesin emirdir bu. Geriye dönüşü yoktur!" Almacı
yerine bırakıp arkaya döndü. Önce Alex'e sonra Hammond'a
bakıp alaya bir sesle konuştu. "İngilizlerin marifeti komutan. Ba

— 367 —

tı Hint Adaları uzmanları, Mi 6, Dunstone'dan son emirleri almışlar.


Cock Pit bölgesine gidip araştırma ekibini saracaklarmış.
Bölgeden hiç kimsenin canlı ayrılmasına izin verilmeyecekmiş."

"Aman Tannml" Alex yerinden fırladı. "Onlara ulaşabilirler


miT
"Yetki sahibine sorun," dedi Daniel acımasızca. "Onun
adamları bunlar."

İngiliz ajan soluksuz kalmış gibiydi. Yine de beyninin durmamacasına


çalıştığı belliydi. "Telsizle temas kurabilirler...
Kamp yerinden sinyaller gönderiliyor. Bulundukları yeri..."

"Bin metreye kadar saptayabilirler," diye tamamladı Alex.


"Evet."
"Onları durdurmak zorundasın!"
"Eminim bir yolu vardır..."
"Bid o zaman, Hammond. Tann aşkına, hepsini öldürecek

ler!" Alex ceketinin yakasına yapışıp adamı sarstı. "Harekete

geç, bayım. Yoksa seni ben öldüreceğimi"


"Çek ellerini..."
İngiliz ajan sözünü bitiremeden, Alexander'in sağ eli suratı

na inip dudağını patlattı. "Başka bir şey kalmadı, komutan! Bana


verdiğin güvencelerin gerçekleşmesini istiyorum! Şimdi!"

Dudağından sızan kan damlalarının arasından konuştu


Hammond. "Elimden geleni yaparım. Şimdiye dek hep yapabildiğimizin
en iyisini yaptık."

"Seni gidi adi herifi" McAuliff elini tekrar kaldırınca Daniel ile
sürücü uzanıp kolunu tuttular.
"McAuliff! Bu davranışınla hiçbir şey elde edemezsin!" diye
bağırdı meclis başkanı.

"O zaman bir şeyler yapmasını ona sen söyle!" Alexander


ajanı bırakıp Daniel'e döndü. "Orada adamların var." Sonra Daniel'in
telefonda söylediklerini anımsadı: Kimsenin yaşamını teh

— 368 —

likeye atmayın... Bizimkiler geri çekilsin... Hiç kimse bölgesinden


dışarı çıkmasın. "Onlara telefon et ve söylediklerini geri al.
Bizim ekibi koru!"

Daniel alçak sesle yanıtladı. "Anlamaya çalışmalısın. Bir


toplumun yaşamını iki yüz yıl sürdürebilmek için bazı geleneklerin
yaşatılması, açığa çıkarılmaması gerekir. Bunların hepsini bir
anda tehlikeye atamayız."
"Yani ekip üyelerinin ölmesini mi izleyeceksiniz? Aman Tannm,
bunu yapamazsınız!"

"Yani ekip üyelerinin ölmesini mi izleyeceksiniz? Aman Tannm,


bunu yapamazsınız!"

'Tanrı aşkına, bu sizin yönteminiz. Onlar farklı, sizin bir par*


çanız değil. Sizi tanımıyorlar bile! Niçin bunu kendi yaşamlarıyla
ödesinler?"

Hammond'ın sözleri acımasızdı. "Öncelikler vardır, McAuliff.


Söyledim sana. Onlar için de, bizim için de."

"Saçmalık!" diye haykırdı McAuliff. Sürücü belinden tabancasını


çekti. Alexin gözleri Halidon Başkanı ile İngiliz İstihbarat
ajanı arasında dolaştı. "Beni dinleyin. Sen onlara telefonda ellerinden
geleni yapmalarını söyledin. Sen Hammond, bana en
iyisini yapmayı1 önerdin. Pekâlâ, şimdi bana bir şans tanıyın."

"Peki nasıl?" diye sordu Daniel. "Ne Jamaika polisini, ne de


hükümetin ordusunu bu işe katabilirsin."
Kamp ateşinin ışığında konuşurlarken Sam Tucker'ın söyledikleri
geldi Alexander'in aklına. Charles Whitehall ile kara dev
Lawrence'e bakarak bu gerçeği çıkarmıştı ortaya: Onlar bizim
güvencemiz. Belki birbirlerinden nefret ediyorlar ama...

Kamp ateşinin ışığında konuşurlarken Sam Tucker'ın söyledikleri


geldi Alexander'in aklına. Charles Whitehall ile kara dev
Lawrence'e bakarak bu gerçeği çıkarmıştı ortaya: Onlar bizim
güvencemiz. Belki birbirlerinden nefret ediyorlar ama...

— 369 — F:24
HammoncTa döndü McAuliff. "Buraya kaç tane adam getirdin?"

"Londra'dan altı uzman getirmiştim."

"Biri dışında, hepsi Dunstone'un adamı," diyerek sözünü


kesti Daniel.

"Demek beş tane. Daha başka kaç kişi bulabilirler?"

"Bu kadar kısa sûrede en fazla üç ya da dört paralı asker

bulabilirler. Yalnızca bir tahmin bu... Bence adam sayısından


çok, zaman kaybı onian ilgilendirir. Bir tek askerin elindeki otomatik
tüfek..."
"Dunstone'un emirlerini ne zaman almışlar?" diye atıldı Alex

"Dunstone'un emirlerini ne zaman almışlar?" diye atıldı Alex

"Bir saat içinde olduğunu tahmin ediyoruz. Bir saatten fazla

olamaz."

"Bir uçak bulabilirler mi?"

"Elbette. Ganja uçaktan her zaman kiralıktır. Biraz zaman

alacaktır ama kiralık uçak bulabilirler. Ganja pilotları garip in

sanlardır."

Alex ajana baktı. Hammond, Savoy Otelinde çay içerken

kalan çörek kırıntılarını toplar gibi kibarca parmaklarını dudakla

rında dolaştırıyordu! "Kamptan gelen sinyalleri algılayan aygıtla

rın başındaki adamlara ulaşabilir misin?"


"Kutlanılan frekansı biliyorum."

"Kutlanılan frekansı biliyorum."

"Bakalım şu allahın belası uzmanlar kampa gelmiş mi?

Sonra tam pozisyonu alıp..."

"Bizim uçağı mı istiyorsun?" diye sorarken alacağı yanıtı bi

liyordu Halidon Başkanı.

•Evet!"
Daniel sürücüye hareket etmesini işaret etti. "Pozisyona filan
gerek yok. Yalnızca kampın iki mil güneybatısındaki otlağa
inebilirsin. Koordinatlar var bizde."
Araba karanlığın içinde otoyola doğru hızla ilerlerken, Daniel
ajanın verdiği frekansı arıyordu. Sonra mikrofonu ona uzattı.
Gelen giden yoktu. Hiçbir yanıt gelmedi.

"Bir uçak bulmaları zaman alır," dedi Daniel alçak sesle.


Alex uzanıp başkanın omzuna dokundu. "Sizin koşucu, hani
'Marcus' adını kullanan... Sam Tucker'a haber vermesini söyleyin
ona."

Alex uzanıp başkanın omzuna dokundu. "Sizin koşucu, hani


'Marcus' adını kullanan... Sam Tucker'a haber vermesini söyleyin
ona."

"Yani o kadına bir şans tanımamı İstiyorsun, öyle mi?"

Adamı öldürmek için dayanılmaz bir istek duydu McAuliff.


"Bunu söylemek zorunda miydin?"

"Evet, çünkü senin uçağı alabilme koşullarına bağlı bu durum.


Eğer başarısız olursan ve kadın ölürse, sen de kesinlikle
öldürüleceksin. Çünkü o öldükten sonra sen güvenilmez biri
dursun."

Alexander, Halidonlu Daniel'in delici bakışlarından kaçınmadı


gözlerini. "Yanıtım çok basit Öldürülmem için ateş emrini
kendim veririm."

R.C. Hammond öne eğildi. "Ben de seninle geliyorum,


McAuliff" $r
Daniel He Alex adama bakakaldılar. Yalnızca birkaç sözcükle
kendini savunmasız bir konuma atıvermişti Hammond.
"Teşekkür ederim," diyebildi Alex yalnızca ama anlamı çok
derindi.
"Korkarım bu olanaksız, komutan," dedi Daniel. "Sizinle benim
aramda çözülmesi gereken bazı sorunlar var. Eğer McAuliff
gitmek istiyorsa, kendi başına gider."

"Sen barbarsın," dedi Hammond sert bir sesle.


"Ben Halidon'um. Ve bazı önceliklerimiz var. Senin de, benim
de."

— 371 —

— 372 —
McAuliff küçük uçağı bulutların üzerine çıkardı. Malcolm ile
birlikte Accompong'a giderken kutlandıkları uçaktan daha ağır
ama manevra yeteneği daha fazlaydı. İyi bir pilot olduğu söylenemezdi.
Havacılığı sevdiğinden değil, mesleği açısından gerektiği
için uçmayı öğrenmişti. On yıl önce kendi basma çalışmaya
karar verince uçak kullanmanın yararlı olacağını düşünüp
ders almış ve brövesini elde etmişti. Sonunda haklı çıkmıştı. Yıllar
boyu dünyanın dört bir köşesinde küçük uçakları sık sık kullanmak
zorunda kalmıştı. Bu kez de başanlı olacağını umuyordu.
Eğer beceremezse, hiçbir şeyin anlamı kalmayacaktı.
Yanındaki koltukta ilkokullarda kullanılan küçük karatahtanın
üzerinde tebeşirle yazılmış uçuş planı duruyordu. Eğer şansı
yardım ederse ve hava bulutlanmazsa, ay ışığında yolunu rahatça
bulabilecekti. Unity Hali yakınındaki pistten havalanıp gerekti
yüksekliğe erişince, güneydoğuya yönelmiş ve birkaç dakika
sonra Mount Carey'ye varmıştı. İki ayn çalılık yangını ona
yolunu gösterecekti. Biraz alçalıp kuzeydoğuya dönerek
Kempshot Hill'e doğru giderken farıyla park etmiş bir arabaya
dikkat etmesi gerekiyordu.
Rotasında küçük bir değişiklik yapıp üç dakika otuz saniye
sonra Amity Haira varması gerekiyordu. YiVıe yanan çalılar ona
yol gösterecekti. Bu kez 87 derece kuzeydoğuya, Weston Favel'e
dönmesi gerekiyordu. Biraz alçalacak ve kentin güneyinde
karşılıklı durarak farlarını yakıp söndüren iki arabayı arayacaktı.
Martha Brae nehrini görünce 35 derece güneydoğuya dönecek
ve bundan sonra yolunu tek başına bulacaktı. Artık yerden gelen
işaretler son buluyordu. Radyo bağlantısı da olmayacaktı.

Sürati, yönü ve zamanlaması onu istediği yere götürecekti.


Olabildiğince alçaktan uçmalı ama birdenbire karşısına çıkan
tepelere dikkat etmeliydi. Gördüğü kamp ateşlerine yüz vermemeliydi,
çünkü göçer topluluklar gece boyu süren ava çıktıkları
zaman ateş yakarlardı. Tam olarak dört dakika, on beş saniye
bu rotada uçarsa ve ani gelen şiddetli bir rüzgâr ya da yağmurla
karşılaşmazsa, otlağa yaklaşması gerekiyordu. Ve yine hava
bulutlu değilse, ineceği yeri rahatça görebilecekti.
Aldığı en önemli talimat ise başka bir uçağa rastladığı zaman
sağ kanadını iki kez aşağıya indirerek selam vermekti.
Böylece herkese bir ganja uçağı olduğunu belirtecekti Göklerdeki
beyefendiler son günlerde bu yöntemle selamlaşıyordu.
Tepeler tahmin ettiğinden önce karşısına çıkıverdi ve azıcık
yavaşlayınca, rüzgârın kendisini önüne katıp yön değiştirttiğini
farketti. Gazı biraz daha kesti, sol pedala yüklenerek rüzgâra
karşı koydu. Ne var ki şimdi rüzgârın şiddeti daha da artmıştı.
Ani bir yağmur bulutuna yakalandığını anladı. Sileceklerin hızı
yetişemediği için camdan dışarısını görmek olanaksızlaştı. Sol
taraftaki camı açıp, uçağı yatırdı ve aşağıya baktı. Karanlıkta yalnızca
orman görünüyordu. Martha Brae nehrine karışan derenin
yolunu aklından çizmeye çabaladı. Pusulayı ve süratini kendisine
söylendiği biçimde tutturmuştu. Biraz sapma olması olağandı;
ne de olsa Alex deneyimli bir pilot değildi. Brövesi izin vermediği
için bundan önce yalnızca iki kez gece uçuşu yapmıştı.
Rotadan sapmalar aygıtların ya da pilotun hatasından kaynaklanırdı.
Bunu düzeltmek ya görerek veya radyo bağlantısıyla düzeltilebilirdi.
Uçağı düzeltip sağa doğru dönerek tekrar yağmura girdi
Uzanıp sağ taraftaki camı da açtı. Rüzgârın uğultusu ve yağmur
damlaları bir anda kabinin içine doluverdi. Ve sonra gördü. Sağ
pencereden ormanın kesintisiz karanlığı arasında daha açık gri
— 373 —
bir boşluk çarptı gözüne, İnmesi gereken otlaktan bir iki mil sola
kaymıştı anlaşılan. Sonunda kampa ulaşmıştı. İnmek için gerekli
dönüşleri yaparken batı yönünde bir şimşek çaktı. Gerçi
uçağın lambası otları aydınlatıyordu ama her türlü ışığa gereksinimi
vardı. Şimşeğin ortalığı aydınlattığı o kısacık sürede tarlanın
kuzeyinde duran uçağı gördü. İki mil ötedeki kampa giden
eğimli yolun tam kenannda duruyordu. Oh, Tanrım, Alex geç
kalmıştıl Başaramamıştı!

bir boşluk çarptı gözüne, İnmesi gereken otlaktan bir iki mil sola
kaymıştı anlaşılan. Sonunda kampa ulaşmıştı. İnmek için gerekli
dönüşleri yaparken batı yönünde bir şimşek çaktı. Gerçi
uçağın lambası otları aydınlatıyordu ama her türlü ışığa gereksinimi
vardı. Şimşeğin ortalığı aydınlattığı o kısacık sürede tarlanın
kuzeyinde duran uçağı gördü. İki mil ötedeki kampa giden
eğimli yolun tam kenannda duruyordu. Oh, Tanrım, Alex geç
kalmıştıl Başaramamıştı!

Uçağın ışıklan tam önünde duran bir adamı aydınlattı. Ne

silah çekiyor, ne de saklanmak için çaba gösteriyordu. Dunsto

ne'un adamları kiralık katiller olduğu İçin garipsenecek bir du

rumla karşılaşmıştı Alex. Adam ilginç bir hareket yaptı. İki kolu

nu yana açtı ve sağ kolunu indirip solunu yukan kaldırdı. Üstelik


Alex'in uçağı yaklaşırken bunu birkaç kez tekrarladı.

Alex'in uçağı yaklaşırken bunu birkaç kez tekrarladı.

birden. Yolda bir uçakla karşılaşırsan, sağ kanadını aşağıya iki

kez indirerek selam ver. Adam da sağ kolunu indiriyordu. Karşı

sında bir ganja pilotu vardı!

Adam kanadın altona kadar gelip camı açması için Alex'e

seslendi. Ceketinin yakasını yukarı kaldırmıştı ve bu aralıktan

beyaz yüzü görünüyordu. Aksanından Amerika'nın güney eya

letlerinden geldiği belliydi.

"Allah kahretsin! Burası da ne kadar kalabalıklaştı! Bir be

yaz gördüğüme çok sevindim! Şu karaderilileri uçururum yata


rım ama hiç de sevmem!" Pilotun gür sesi yağmur uğultusunu

rım ama hiç de sevmem!" Pilotun gür sesi yağmur uğultusunu

kıntılarını atlatmasını beceremem iş bir adamdı.

— 374 —

"Ne zaman geldin sen?" diye sorarken endişesini belli etmemeye


çalıştı Alex.

"Şu altı zenciyi on dakika önce indirdim. Belki biraz daha


fazlaydılar ama çok değil. Sanırım sen de onlarlasın? Sen de taşıyor
musun?"

"Evet."
"Bir sorunla karşılaşınca burunları sürtüyor, değil mi? Dağlara
inmek hep zordur. Her zaman beyaz bir pilot isterler."

McAuliff tabancasını tekrar beline yerleştirdi. Çok çabuk hareket


etmek zorundaydı. Şu ganja pilotunu da atlatması gerekiyordu.
Kapıyı açıp kanadın üstüne çıktı ve yere atlarken sordu.
"Bir sorun mu varmış?"

"Allah kahretsin! Dediklerine göre burada birileri onlan soyup


soğana çevirmiş. Parayı aldıktan sonra malı tekrar satmışlar.
İnan bana şu zenciler silah deposu gibiydiler!"

"Büyük hata," dedi McAuliff inandırıcı bir sesle. "Gerizekâlı


herifler..."
"Karaderililerin kanlanna susamışlar! Birbirlerini öldürecekler!"
>

"Bunu yaparlarsa New Orleans yanıp kül olur!" Güneyden


gelen uyuşturucuların ülkeye bu kentten girdiğini biliyordu Alex.
Şu ganja pilotunun da herhalde bilgisi vardı. "Bu yoldan mı gittiler?"
diye sorup kendi bildiği patikanın yüz metre ilersini işaret
etti.

"Pek emin görünmüyorlardı. Geiger sayacı gibi bir şey vardı


ellerinde, ama pek de iyi değildi galiba. Şu taraftan gittiler.11
Pilot gizli orman patikasının sol tarafını işaret etti.

Alex süratle hesapladı. Dunstone'un adamlarının kullandığı


alıcılar bin metre yarıçapındaki bir daire içinde yararlı oluyordu.
Gerçi sinyalleri alabilirlerdi ama tam olarak vericinin bulunduğu
yeri saptayamazlardı. Cock Pit ormanlarında geçmeleri gereken
— 375 —

yaklaşık yedi yüz metrelik yol olduğuna göre, on dakika önce


gelmeleri kampa daha çabuk varacaklarını göstermezdi. Onlar
patikayı bilmiyordu ve Alex bu yolu bir kez kullanmışsa da deneyimli
sayılırdı. Üstelik ganja pilotunun gösterdiği gibi yanlış
bir noktadan ormana girmişlerse ve kampa dümdüz ulaşacaklarını
düşünmüşlerse, avantajlan şimdiden yok olmuş varsayılabiHıdi.

Tabii her şey Alex'in patikayı bulup şaşırmadan gitmesine


bağlıydı.

Yağmura karşı ceketinin yakalarını kaldırdı ve kanadın üzerindeki


kapıyı açtı. Koltuğun altına uzanıp Halidonluların arabasından
aldığı kısa namlulu otomatik tüfeği beline taktı. Ceplerindeki
yirmişer mermi taşıyan dört şarjörü de hesaplayınca tüm
cephanesi yüz mermiye yükseliyordu.

"Onları bulmam gerek," diye bağırdı ganja pilotuna. "New

Orleans'a hesap vermek hiç hoşuma gitmezi"


"Şu New Orleans'lılar çok sinirli heriflerdir. Başka iş buldu

"Şu New Orleans'lılar çok sinirli heriflerdir. Başka iş buldu

Alex yanıt vermeden tarlanın kenarına doğru yürüdü. Patika

dikeni çalıların kenarından başlıyordu. Onu bulmak ve doğru

noktadan yürümeye başlamak zorundaydı. Halidonlu koşucuy

la birlikte bu yolu kullandığı zaman dikenlerin yüzüne battığını

anımsıyordu. Allah kahretsin, neredeydi patika?

Teker teker ıslak yapraklan, dalları yoklayarak dikenleri ara

maya başladı. Yanlış yöne doğru yürümek ölümcül sonuçlara

neden olabilirdi. Dunstone'la başa çıkma umudu yok olurdu.

"Ne arıyorsun?"
"Ne?" Alex hızla dönüp parlak ışığa baktı. Öylesine dalmıştı

ki, tüfeğin emniyetini bile açmıştı. Neredeyse ateş edecekti.

Yanına gelen ganja pilotuydu. "Fenerin yok mu, be adam?

Bu berbat yerde fenersiz mi bulacaksın yolunu?"

— 376 —

Tannm! fi&neri uçakta bırakmıştı. Daniel ışık konusunda


dikkatli olmasını söyleyince, uçakta unutup^ımlşö. "Uçakta
unuttum sanırım."

"Umarım, doğru söyledin," dedi pilot.


"Sen git onu al, ben de senin fenerini kullanayım. Olur
mu?"

"Dönüşte beni biraz görürsen olur." PMot feneri uzattı. "Bu


yağmur fazla ıslak. Ben uçağıma dönüyorum. İyi avlar, arkadaş."

McAuliff pilotun uçağa gidişini izleyip tekrar ormana döndü


ve patikadan yalnızca iki metre geride olduğunu anladı. Dikenli
çalıların arasına dalıp son hızla koşarken yerdeki otlar bacaklarına
dolanıyor, dikenler yüzüne, vücuduna çarpıyordu. Patika
uzun bir süre sağa sola kıvrıldı ve yokuşun sonunda düzleşti.
Hâlâ yolunu şaşırmadığına seviniyordu.

dolanıyor, dikenler yüzüne, vücuduna çarpıyordu. Patika


uzun bir süre sağa sola kıvrıldı ve yokuşun sonunda düzleşti.
Hâlâ yolunu şaşırmadığına seviniyordu.

Kulak zannı adeta patlatan bir çığlık duyuldu. Tam önünde


duran palmiyenin kenanndaki çukurda bir yaban domuzu henüz
gözleri açılmamış yavrusunu emziriyordu. Hayvan ürkütücü
suratıyla yerinden kalkmaya davranınca McAuliff kendini sola
doğru attı. Ayağı bir kayaya çarptığı için sendeledi ve yere yuvarlandı.
İki üç kayanın üzerinden aşınca üzerinde otların bitmediği
patikaya tekrar ulaştığını farketti.

Ayağa fırlayıp yere düşen fenerini kaptı, kolunun altındaki


tüfeği düzeltti ve koşmaya başladı.

Yüz metre kadar sonra kenarlan batak bir dere çıktı karşısına.
Marcus adlı koşucunun sola döndüğünü anımsıyordu. Yoksa
sağa mı dönmüştü? Hayır, kesinlikle sola. Suyun üzerinde
kayalar ve palmiye kökleri vardı. Fenerini dereye yöneltip sola
doğru koşmaya başladı.

— 377 —
Aceleyle yapılmış bir köprü gibi uzanan kayalar göründü.
Ve palmiyenin yanında McAuliffe doğru kıvrılarak ilerleyen iki
yılan vardı. Jamaika gelincikleri bite Cock Pit bölgesine gelmeye
cesaret edemiyordu anlaşılan.

Anakonda sınıfından olan bu yılanlarla Brezilya'da tanışmıştı.


Zehirleri öldürücü değilse de birkaç gün süren bir felç durumu
yaratıyordu. Düz kafalarına yaklaşan her türlü canlıya saldırmaları
kaçınılmazdı. Ağaçların arasına dönüp bir buçuk metre
boyundaki ince bir dalı zorlukla kopardı ve tekrar dereye yaklaştı.
Feneri ve silahı sağ eline alıp sol eliyle dalı yılanlara doğru
uzattı. Yağlı, çirkin bedenleriyle birbirlerine yakın duran yılanlar
bir anda uzatılan dala sarıldılar ve yaprakların arasından hızla
Alex'in eline doğru ilerlemeye başladılar.

Dalı suya attığının ya da düşürdüğünün hiç farkında değil

di. Kırık dal dibe doğru çökerken yılanlar sudan çıkmak için ça

balamaya başladı. McAuliff kayaların üzerinden sıçrayarak kar

şıya geçti ve tekrar patikaya ulaştı.


Neredeyse üç çeyrek mile yakın yürümüştü ve bu yalnızca

Neredeyse üç çeyrek mile yakın yürümüştü ve bu yalnızca

bunun yanından sağa dönüyor ve dağ toplumlarının yakın za

manda avlanırken kullandıkları açıklığa varıyordu. Marcus adın

daki koşucu anlatmıştı bunu. Bundan sonra Martha Brae nehri

nin kıyısındaki kampa giden yol bir mil bile değildi. Dunsto

ne'un adamlarının artık avantajlı oldukları söylenemezdi.

Daha doğrusu olmamalıydılar!

Aralarından geçilmesi neredeyse olanaksız çalılara yaklaştı

ve feneri yere yaklaştırıp ezilmiş yerleri aramaya başladı. Eğer


patikadan uzaklaşır, hiçbir insanın ayak basmadığı çalıların ara

patikadan uzaklaşır, hiçbir insanın ayak basmadığı çalıların ara

yağmur durana ya da güneş doğana dek dolanıp dururdu.

— 378 —

Kınk dallar, kopmuş yapraklar, yürüyen bir insanın ağniığıyla


çökmüş ıslak toprak gibi izleri arıyordu. Bir tek hata bile yapmamalıydı.
"Hey, ahbap!" diyen bir ses geidi kulağına.
Soluğunu tutarak kendini yere attı ve arka tarafından gelen
bir fener ışığını farkedince kendi fenerini söndürdü.
"Hey, ahbap nerdesîn? Temas kur lütfen. Bölgenden saptın
galiba. Ya da ben yolu kaybettim."
Temas kur lütfen... Bölgenden saptın... Bir hamalın değil,
yalnızca bir ajanın söyleyebileceği sözler. MI 6'nın adamıydı konuşan.
Artık Dunstone adına çalışıyordu.
Anlaşılan Dunstone'un adamları bölgeler saptayıp birbirlerinden
ayrılmışlardı. Yalnızca telsizle temas kuruyorlardı. Ellerinde
telsizle dolaşan altı adam. Aman Tanrım!
Fenerin ışığı çalıların üzerinde dans ederek yaklaştı.
"Buradayım, ahbap!" diye fısıldarken, yağmurun içindeki fısıltının
adamın kulağına yabancı gelmeyeceğini umuyordu Alex.
"Lütfen, fenerini yak, ahbap."
"Çalışıyorum, ahbap." Bundan sonra yakmayacaktı artık.
Islak yapraklardan yansıyan ışık gittikçe yaklaşıyordu. Alex
patikadan uzaklaşmak için ıslak toprağın üzerinde yuvarlanırken
tüfeği bacağına battı.
Işık neredeyse tam üzerindeydi. Adamı görebiliyordu. Göğsünden
geçen çapraz kayışlardan biri telsizi, diğeri omzuna
asılmış kalın namlulu tüfeği taşıyordu. Feneri sol elindeydi; sağ
elindeyse büyük bir tabanca vardı.
Eski MI 6 ajanı dikkatli bir adamdı; içgüdüleri bir terslik olduğunu
işaret etmişti.
Tabancayı alması gerektiğini anladı McAuliff. Ateş etmesine
izin veremezdi. Ötekilerin nerede olduklarını bilmiyordu.
— 379 —

Şimdi!

Sağ eliyle tüfeğin namlusuna asılıp, omzunu adamın kafasına


indirirken sol diziyle bacaklarının arasına vargücüyle vurdu.
Darbenin etkisiyle eski ajan iki büklüm oldu ve acıyla inledi. Sağ
eli bir an için gevşeyince Alex tabancayı kapıp karanlığın içine
fırlattı. İ

Jamaikalı olduğu yerden kafasını kaldırdı. Feneri hâlâ elindeydi


ve ışığı yalnızca gökyüzünü aydınlatıyordu. Ağzı çığlık atmaya
hazırlanırcasına açılmıştı.

ve ışığı yalnızca gökyüzünü aydınlatıyordu. Ağzı çığlık atmaya


hazırlanırcasına açılmıştı.
.
Mi 6 feneri şakağına indirince Alexin canı yandı ama elini çekmedi.
Sessiz çığlıklar atarak parmaklarını ısıran dişleri hissediyordu.

Havada dönüp çalıların arasına yuvarlandılar. Jamaikalı sü

rekli olarak fenerle kafasına vuruyordu. Alex ise çığlık atmasına

izin vermemek için neredeyse adamın ağzını yırtacaktı.

Çamurun içinde düştüler ve Alex bacağına bir taşın çarptı

ğım hissetti. Sol elini uzatıp taşı kaptı ve ajanın ağzının ortasına

vurdu. Adamın dişleri kırılırken kendi tükürüğüyle neredeyse

boğuluyordu. Alex kanayan elini adamın ağzından çekip saçla

nna yapıştı ve suratını yumuşak çamura gömdü. Belli belirsiz


sesler geldi çamurun içinden, tfener yere düşünce üzerine ça

mur damlacıkları sıçradı.

Sonra her şey bitti.

Adam ölmüştü.

Alarm verememişti.

Alex uzanıp feneri kaptı ve sağ eline baktı. Diş izleri vardı

ama derin bir yara olduğu söylenemezdi. Elini rahatça kullana

biliyordu ve en önemlisi de buydu. Sol şakağı kanıyordu. Acı

dayanılmaz gibi görünse de biraz sonra azalacaktı.

— 380 —

Jamaikalının cesedine bakınca midesinin buiandığını hissetti


ama kusmaya zamanı yoktu. Emekleyerek patikaya dondu

ama kusmaya zamanı yoktu. Emekleyerek patikaya dondu

ışığı çarptı gözüne. Dunstone ekibi yaklaşıyordu.

Kaybedecek bir tek saniyesi bile kalmamıştı.

Sekiz dakika sonra açıklığa ulaştı. Kalbinin hızla çarptığını

hissediyordu. Bir mil kadar yolu vardı daha ve berbat yolculuğun

en rahat kısmına gelmişti.

Saatin gece yansını dört dakika geçtiğini bildiriyordu.

On iki aynı zamanda öğle saatini de belirtebilirdi.

Dört rakamı Arawaklarin geleneksel ölçü birimiydi.

Ölüm yolculuğu.

Düşünmeye zaman yok.

Küçük açıklığın öte tarafındaki patikayı bulup koşmaya

başladı. Martha Brae nehrine yaklaştığını hissedince hızlanmıştı.

Ciğerlerinde hava kalmamış gibiydi. Gırtlağından yorgunluk hırıltıları

yükseliyordu. Şakağından sızan kanlara ter damlacıkları

karışmıştı.

Ve nehre ulaştı!

Ancak o zaman yağmurun durduğunu farketti. Fenerini sola

doğru tutunca kampa giden sop birkaç yüz metrelik patikanın

kenarındaki taşları gördü.

Şimdiye dek ateş edilmemişti. Ardındaki karanlığın içinde

beş deneyimli katil dolaşıyordu. Gece henüz sona ermemişti

ama yine de bir şansı vardı.

İçinde bulunduğu dakikayla, idam mangasına kendi ölümü

için ateş emrini vermesi arasında bir tek şans kırıntısı istemiş ve
galiba bulmuştu.
Eğer başaramazsa, ölüm emrini kendi isteğiyle verecekti.
Alison'un olmaması durumunda verecekti bu emri.
Yorgunluktan çalışamaz hale gelmiş kaslannı zorlayarak
son elli metreyi koşarak geçti. Fenerin ışığında malzemelerin
— 381 —

senfoni gibiydi ormanın sesleri. Ama şimdi farkına varmak için


zorluyordu kendini.
Marcus başını kaldırıp sese kulak verdi. Uzanıp Alexin elindeki
feneri kaparken bir yandan da omzuyla Tucker'ı itti.
"Yere yatın!" diye bağırdı ve McAuliff'i sertçe itip birkaç
adım geriye gitmesini sağladı.
Karanlığın içinden yedi el ateş edildi. Mermilerin bir kısmı
ağaçlara saplanırken bir iki tanesi önlerindeki açıklığa düştü.

Alex yere uzanıp tüfeğini doğrulttu ve mermilerin geldiği


yöne ateş açtı. Elini bir süre tetikten çekmedi ve yirmi kurşun ardıardına
ortalığa saçıldı. Birkaç saniye içinde her şey bitti ve ortalık
sessizliğe gömüldü.

Bacağına dokunan bir eli hissederek dönünce Marcus'u

gördü.
"Geri çekil. Nehre doğru, ahbap," diye fısıldadı adam.
McAuliff karanlıkta geriye doğru gitmeye çabalarken, çalıla

rın arasından tekrar ateş açıldı ve kurşunlar başının üzerinden


vınlayarak geçti.

Birdenbire çok yakından makinalı tüfek sesi geldi. Marcus


ayağa fırlamış baraj ateşiyle karşılık veriyordu. Kendisine yardımcı
olmaya çalıştığını anladı Alex ve sağa, açıklığın kenarına
doğru atıldı.

"McAuliff! Buraya gel!" Sam Tucker'dı bağıran.

Çalıların arasına dalarken bir dizi üzerine çöküp tüfeğini


kaldırmış siluetini gördü Sam'in. "Neredeler? Tanrı aşkına Alison
ile diğerleri nerede?" ^

"Doğruca nehre git evlat! Güneye, üç yüz metre kadar aşa

ğıya Onlara da söyle. Biz burayı tutarız."


"Yoo, hayır, Sam! Benimle gel... bana yolu göster."
"Geleceğim, evlat.." Ormanın içinden yine silah sesleri du

yuldu. Marcus açıklığın öte yanından karşılık verdi. Tucker,


— 384 —

Alexin ceketinden yakalayıp itekleyerek sürdürdü sözlerini. "Şu


kara herif, bizim için yaşamını tehlikeye atıyor. Belki de hak etmediğim
zamanı kazandırıyor bana. O benim hemşerim sayılır.
Burası yeni ülkem. Şu Tann'nin belası adayı çok sevdiğimi biliyordum.
Şimdi defol git ve kızı koru. Biz geleceğiz oraya, endişelenme.
Kızı koru, Alexander!"
"Orada beş adam var, Sam. Bir mil kadar geride altıncısını
ben öldürdüm. Herhalde koşarken fenerimin ışığını gördüler.
Üzgünüm..." McAuliff ıslak ormana dalıp nehrin kıyısına doğru
yürümeye başladı. Kısa yamaçta ayağı kaydı ve tüfeği ceketinin
metal düğmelerine çarparak suya yuvarlandı.
Güney, yani sol.
Üç yüz metre... bir kıtayı geçiyordu adeta.
H En hızlı hareket edeceği yer olduğu için nehrin kıyısından
ilerliyordu. Çamurlara bata çıka, ağaç köklerine takılarak yürürken
tüfeğinin boş olduğunu anımsadı ve yürümeyi kesmeden
cebinden yeni bir şarjör çıkarıp taktı. Silah sesleri düşüncelerini
yarıda kesti. Bir yerlerde insanlar birbirini öldürüyordu.
Nehrin dönemecine gelmişti. Demek ki yüz ya da iki yüz
metre yürümüş olmalıydı. Benim hemşerim sayılır...Dünyayı dolaşan
gezgin, ilkel toplulukların eğiticisi, tüm toprakları seven insan,
kendi ülkesi diyebileceği bir yeri, bu yaşta aramaya başlamıştı
anlaşılan. Ve Jamaika'nın Cock Pit bölgesinde, en acımasız
vahşilerin şiddete başvurduğu anda bulmuştu orayı.
Birdenbire karanlığın içinde dev gibi bir kara gölge belirdi
ve kabn bir kol boynuna dolandı. Güçlü bir yumruk acımasızca
böbreklerine indi. Tüfeğin dipçiğini arkasındaki gövdeye çarptı
ve dişlerini boynundaki kola geçirip kendini suya doğru attı.
"Ahbap! Tannm, ahbapl"
Lawrence'in sesi geldi kulağına ve şaşkınlıkla ikisi de geriye
çekildi. Alex'in havaya kaldırdığı elinde tüfeği, Lawrence'de
ise uzun bir bıçak vardı.

gezgin, ilkel toplulukların eğiticisi, tüm toprakları seven insan,


kendi ülkesi diyebileceği bir yeri, bu yaşta aramaya başlamıştı
anlaşılan. Ve Jamaika'nın Cock Pit bölgesinde, en acımasız
vahşilerin şiddete başvurduğu anda bulmuştu orayı.
Birdenbire karanlığın içinde dev gibi bir kara gölge belirdi
ve kabn bir kol boynuna dolandı. Güçlü bir yumruk acımasızca
böbreklerine indi. Tüfeğin dipçiğini arkasındaki gövdeye çarptı
ve dişlerini boynundaki kola geçirip kendini suya doğru attı.
"Ahbap! Tannm, ahbapl"
Lawrence'in sesi geldi kulağına ve şaşkınlıkla ikisi de geriye
çekildi. Alex'in havaya kaldırdığı elinde tüfeği, Lawrence'de
ise uzun bir bıçak vardı.
385 — F:25
"Aman Tanrım, seni vurabilirdim!" dedi Alex.

Kuzeyden yine silah sesleri geldi.

"Ben de bıçağı saptayabilirdim... bir rehineye gereksinim


duyuyorduk," dedi kara dev beline kadar gelen suyun içinden.

İkisi de açıklama yaparak zaman kaybetmemek gerektiğini


anlamıştı. "Neredesiniz? Alison ile Whitehall nerede?"
"Biraz aşağıda ahbap, pek uzak sayılmaz."
"Alison iyi mi?"
"Korkuyor, ama cesur bir kadın. Beyaz bir İngiliz hanıme
fendi olarak cesur... Görebiliyor musun, ahbap?"

fendi olarak cesur... Görebiliyor musun, ahbap?"

Lawrence suyun içinde ilerleyip ölümcül sonuçlar doğura

bilecek karşılaşma noktasından otuz metre kadar ilerde karaya

çıktı. Adamın, koluna bir bez sarmış olduğunu görünce, Alex

ağzına dolan kanı tükürdü ve böbreklerini ovuşturdu. Sol eliyle

yukarıyı işaret ederken sağ elini dudaklanna götürdü ve ıslık

çaldı. Bîr kuş, bir yarasa ya da bir baykuş... hiç farketmezdi ar

tık. Yamacın üzerinden, ormanın içinden ıslığın karşılığı geldi.

"Sen tırman, ahbap, ben burada beklerim," dedi Lawrence.

Kapıldığı panik nedeniyle mi, yoksa gerçeği gördüğüne


inandığı için mi, bilmiyordu ama ani bir hareketle kara devrimci

yi omzundan yakaladı ve öne doğru itti. "Artık emirleri sen ver

miyorsun! Orada neler olup bittiğini bile bilmiyorsun! Sen biliyo

rum! Hadi tırman bakalım!"

Nehrin uzaklarından maki nalı tüfek sesi geldi kulaklanna.

Martha Brae nehrine kansan dereyi sarıya boyanan ay ışı

ğında Lawrence gözlerini kırpıştırdı. "Tamam, ahbap! İtme be

ni!"

Tepeye tırmanıp çalıların arasına girdiler. Karanlığın içinden


Alison koşarak yanlarına geldi. Lawrence anlayışlı bir davranışla
uzanıp Alexin elindeki feneri aldı.

Alison kollarına atıldı genç adamın. Dünya ya da evren bir


an için yaşadığı çılgınlıktan sıyrıldı... zaman durdu. Barış ve huzur
geldi. Ama yalnızca bir an için.
Düşünmeye ya da konuşmaya bile zaman yoktu.
İkisi de konuşmadan birbirlerine sarıldılar ve nehrin kıyısındaki
ıssızlıkta ay ışığında bakıştılar.
Kendisinden beklendiği biçimde Charley-mon yanlanna
geldi. Buruşmuş safari ceketinin yukarısında görünen yüzü
maske gibiydi.
"Lawrence'in aşağıda beklemesini kararlaştırmıştık. Niçin
değiştirdin?"
"Beni çıldırtıyorsun, Charley..."
"Sen de beri sıkıyorsun, McAuliff," diye yanıtladı Whitehall.
"Öteden silah sesleri geliyor!"
"Ben ateşin ortasındaydım, allahın belası zencil" Tannm bunu
söylemek zorunda mıydı? "Şimdi de ne olup bittiğini öğreneceksin.
Anladın mı?"
Whitehall gülümsedi. "Anlat bakalım... pis beyaz."
Alison geriye çekilip ikisine birden baktı. "Yeter artık!"
"Üzgünüm," dedi Alex hemen.
"Ben değilim," dedi Whitehall. "Kendi gerçeğini görmesi gereken
an geldi. Bunu anlamıyor musunuz, Bayan Alison?"
Lawrence'in iri elleri iki erkeğe dokundu ve çocuk-yetişkin
gökgürültüsünü andıran bir sesle konuştu. "İkiniz de yettiniz artık,
ahbap! McAuliff, ahbap sen de bildiklerini anlat! Şimdi."
Alex otlakları, zenci düşmanı Güneyli ganja pilotunun Cock
Pit'e araştırma ekibini öldürmek için getirdiği altı adamı anlattı.
Kampa doğru koşmasını, ormanın çamurlarında öldürdüğü
adamı ve sonunda Marcus adlı koşucunun bir ses duyup yaşamlarını
kurtarmasını anlattı.
— 387 —

"Beş adam, ha ahbap," dedi Lawrence ve sözü kuzeyden


gelen siiah sesleriyle kesildi. Dönüp Charles Whitehall'a baktı.
'Sen kaç tane istersin faşist?"

"Sen söyle köylü."


"Kesin artık!" diye bağırdı McAuliff. "Yeter. Sizin oyunlannızm
artık değeri yok."
"Anlamıyorsun bir türlü," dedi Whitehall. "Değeri olan tek
şey bu. Biz hazırlıklıyız. En geçerli rakipler biziz. Romanlar bunu
yaratmaz mı? Galip gelen adım adım ilerler."
Karizmatik liderler piyade askeri değildir... Ya değişirler ya
da değiştirilirler... Acquaba Kabilesi Meclis Başkanı Daniel'in
sözleri.
"İkiniz de çılgınsınız," dedi Alex tahmin ettiğinden daha sakin
bir sesle. "Beni hasta ediyorsunuz ve..."
"Alexander! Alexander!" Yirmi metre öteden, nehrin kıyısından
geliyordu Sam Tucker'ın sesi.
Otları, çalıları iri elleriyle parçalayarak yol açan Lawrence'in
ardından koştu McAuliff. Kara dev aşağıya inerken kısa yamacı
inmeye hazırlanan Alex olduğu yerde kaldı.
Sam Tucker'ın kolları arasında Marcus yatıyordu. Suyun dışında
kalan kafası kan içindeydi, kafatası birkaç yerden parçalanmıştı.
Yine de Sam onu bırakmıyordu.
"İçlerinden biri çevremizi dolanıp yanımıza geldi. Beni nehrin
kenarında yakaladı.. Marcus aramıza girip kurşunlara hedef
oldu. Ve adamın silahının üzerine doğru yürüyerek herifi öldürdü."
Tucker, Marcus'un cesedini nehrin kıyısındaki çamurun
üzerine yatırdı. Dunstone takımından geriye yalnızca dört katil
kaldı, diye düşündü McAuliff.

— 388 —

Kendileri beş kişiydiler ama Alison Booth 'u bu sayıya katmamak


gerekirdi.
Yani onlar da dörttü.
Katrıler.
Dört. Arawaklann ölçü birimi.
Ölüm yolculuğu.
Alex, genç kadının ellerini omzunda hissetti, yüzünü sırtına
gömmüştü.
Otlaklara kaçabilirlerse, uçağa atlayıp Cock Pit'den kurtulabilirlerdi.
Ama Marcus daracık orman patikasından başka bir yol bulunmadığını
ve bu yolun da tehlikeli olduğunu söylemişti.
Kampın bulunduğu açıklığın uzak tarafında, nehrin doğusundan
başlayan patikayı eski Mi 6 ajanları gözetleyecekti. Çıkış
yoluna her zaman öncelik tanınırdı ve otomatik tüfeklerin
kontrolü altında olacağı kesindi.
Üstelik Dunstone katilleri avlarının nehrin aşağısında olduğunu
biliyorlardı. Belki arayacaklardı ama gizli patikayı nöbetçisiz
bırakmayacaktan da kesindi.
Birbirlerinden ayrılmak zorundaydılar. Bilinmeyenler üzerinde
bahse girmezlerdi. Bu varsayımlara dayanarak McAuliff ile
Sam Tucker stratejiyi belirledi. Lawrence He Charles Whitehair
un önerdiği ölümcül oyunu biraz daha geliştirdiler. Alison'ın
yanında Alex kalacaktı. Ötekiler ayrı ayn gidecek ve düşmanı
bulacaktı.
Yapılacak iş basitti, ya öldüreceksin ya da öleceksin.
Lawrence karanlık sulara girdi ve kenara tutunarak yukarı
doğru yürümeye başladı. Uzun bıçağı kınından çıkarılıp kemerine
takılmıştı, tabancasınıysa suyun hemen üzerinde tutuyordu.
Yağmur bulutları uzaklaşınca ayın ışığı daha parlak görünüyor—
389 —

Bitmek bilmeyen akıntı, dökülmüş yaprakların ya da tepeleri


sun tutmuş kayaların çevresinde minik girdaplar oluşturuyor
ı.

Lawrence durdu ve yalnızca gözleri dışarda kalana dek suI


gömüldü. Biraz yukarda, beline kadar gelen suda elinde tüğiyle
yürüyen biri vardı ve henüz onu farketmemişti. Suya
zanan dallara tutunarak dengesini sağlamaya çalışıyor ve ona
oğru yaklaşıyordu.

Birkaç saniye içinde tam karşısında olacaktı.


Lawrence tabancasını otların üzerine bırakıp belindeki bıçajl
çekti. Suya dalıp dipten yüzmeye başladı.

:a doğru yuvarlandı. Vücudunun ağırlığıyla yerinden oynayan


bir asma dalı yılan gibi göğsüne sarılarak onu ürküttü.

Nehrin sol tarafından geniş bîr daire çizerek kampın kuzeyine


gelmişti. Basit bir mantık yürütmüştü. Dunstone'un adamları
açıklığın doğusundan nehrin aşağısına doğru inen patikayı gö

Izetleyeceklerdi. Kuzeyde bilenen bir giriş noktası olmadığından

o yönden birinin geleceğini düşünemezlerdi.


Ağaca sırtını vererek doğruldu ve tüfeğin askısını gevşetip
I çapraz olarak sırtına astı. Ateş etmek en son başvurulacak çareydi.
İnsanın kendi ölümüne davetiye çıkarması gibiydi ve böyle
bir şey sözkonusu olamaz, diye düşündü Sam. Ormanın alt
tabakasını oluşturan çalıların, otların arasından güçlükle yol
açarak yürümeyi sürdürdü.

I çapraz olarak sırtına astı. Ateş etmek en son başvurulacak çareydi.


İnsanın kendi ölümüne davetiye çıkarması gibiydi ve böyle
bir şey sözkonusu olamaz, diye düşündü Sam. Ormanın alt
tabakasını oluşturan çalıların, otların arasından güçlükle yol
açarak yürümeyi sürdürdü.

hatlığını ve tetikte olmadığını gösteriyordu. Her nedense tehlike

li bölgenin uzağında nöbet tuttuğunu düşünmüş olmalıydı.

Adam iki kez burnunu çekmişti. Tıkanmış burun delikleri soluk

almasını önleyince kendinden emin bir biçimde açmaya çabalamıştı..

Sesin geldiği yöne baktı Sam. Elli küsur yıllık gözleri uykusuzluk
ve geceler boyu tropikal karanlığa bakmaktan iyice yorgun
düşmüştü ama yine de görevlerini yerine getirebilirdi.

Adam geniş yapraklı bir çalının önünde çömelmiş, tüfeğinin


dipçiğini yere dayamış oturuyordu. Biraz ötede ay ışığında malzeme
deposunun brandası seçilebiliyordu. Kampın bulunduğu
açıklıktan geçmeye kalkışan biri adamın ateş alanı içine girmiş
olacaktı.

deposunun brandası seçilebiliyordu. Kampın bulunduğu


açıklıktan geçmeye kalkışan biri adamın ateş alanı içine girmiş
olacaktı.

Daha iyi bir yol vardı. Ağacın dallarından kurtulup göğsüne


düşen asmayı anımsadı Sam Tucker. Cebinden azimut ipini çıkardı.
Naylonla kaplanmış çelik ip pek çok amaç için kullanılabilirdi...

Sessizce emekleyerek çalılara yaklaştı.

Düşman bir kez daha burnunu çekti.

Sam santim santim doğruldu. Çalının önündeki adamın ba

şının ve boynunun silueti rahatça görülebiliyordu.


Çelik ipin iki ucunu tutan yıpranmış, güçlü ellerini ağır ağır
birbirinden uzaklaştırdı.
Charles Whitehall öfkeliydi. En çabuk ulaşım yolu olan nehri
kullanmak istemişti, ama Lawrence burada nöbet tuttuğu için
daha iyi tanıdığı varsayılarak onun nehirden gitmesi kararlaştırılmıştı.
Çalıların, otların arasından yol bularak ilerlemek çok eziyetliydi
doğrusu.

Charles Whitehall öfkeliydi. En çabuk ulaşım yolu olan nehri


kullanmak istemişti, ama Lawrence burada nöbet tuttuğu için
daha iyi tanıdığı varsayılarak onun nehirden gitmesi kararlaştırılmıştı.
Çalıların, otların arasından yol bularak ilerlemek çok eziyetliydi
doğrusu.

Kot saatine göz atınca bir işaretin gelmesine daha on İki

akika olduğunu gördü. Tabii eğer işaret gelirse. Çok basitti

aretleşme yöfüemi.

Sessizlik hiçbir şey olmadığını gösteriyordu.

Bir yaban domuzunun gırtlaktan yükselen homurtusu bir İdinin


öldürüldüğünü belirtecekti. İki homurtu iki ölümü bildirecekti.

Çok basit.

Eğer nehirden gitseydi, ilk işareti kendisinin vereceğinden

mindi. En azından bir tanesini haklayabilirdi.


Nehir yerine güneybatıdan bir daire çizmesi planlanmıştı,

Nehir yerine güneybatıdan bir daire çizmesi planlanmıştı,

Yine de kafasının arkasına inen keskin çelik kadar sinir bozucu


değildi. Ve fısıltılı bir sesle verilen emir. "Ağzını açarsan,
beynini dağıtırım, ahbap!"

Pusuyu düşmüştü! Kapıldığı öfke dikkatini dağıtmıştı.

Aptal herif!

Ne var ki onu yakalayan da ateş etmemişti. Mermi sesinin

yaratacağı panikten en az Whitehall kadar çekiniyor olmalıydı.

Kafasına dayadığı namluyla itekleyerek, yürümeyi planladığı

yoldan uzaklaştırıyordu. Herhalde sorguya çekip ötekilerin yeri


ni öğrenmek isteyecekti.

ni öğrenmek isteyecekti.

Kurbanı kolayca öldürmek için uygulanan bırak-yakala ma

nevrasında arkasını sert bir yüzeye dayamak yeterliydi. Kurba

nın darbeyi alınca geri gelmesi şarttı; havaya uçması ya da yu

muşak toprağa gömülmesi istenen sonuca ulaştırmazdı. En

önemlisi darbeydi, yoksa tüfeğin tetiği çekilebilirdi. İyi hesaplanmış


bir riski göze almak gerekiyordu; hiçbir şey mükemmel olamazdı
zaten. Ama tüfeğin ters tarafıyla kurbana vurulduğu an,
ters hareketle indirilecek çapraz bir darbe avcının elindeki silahın
düşmesini sağlardı.
En mükemmeli iki darbenin aynı anda oluşuvermesiydi.
Doğu dövüş sporları eğitiminde bu nokta açıkça anlatılırdı.
Önünde, sol tarafa doğru orman karanlığı içinde bir tepenin
yükseltisini farketti Whitehall. Cock Pit'e özgü hiç beklenmedik
çıkıntılardan biriydi karşısındaki. Tepenin eteğindeyse ağaçların
arasından vuran ay ışığını yansıtan büyük, düz bir kaya vardı.
Yeterli olacaktı. Daha doğrusu son derece yaradı olacaktı.
Ayağı bir ağaç köküne takılmış gibi hafifçe sendeleyince
namlu kafasını biraz dürttü. İşte o an gelmişti.
Başını arkaya doğru atıp sağa döndü ve namluyu iki eliyle
kavrayıp öne çekti. Kurbanı kayaya çarparken silahı vargücüyle
çekip adamın uzanamayacağı bir yere attı.
Adam ay ışığında gözlerini kırpıştırırken Whitehall iki elinin
üçer parmağını dimdik uzattı ve inanılmaz bir hızla hareketini tamamladı.
Bir eli adamın sağ gözüne girerken diğeri gırtlağının
altındaki yumuşak ete gömülmüştü.
Alex kendi tabancasını Alison'a vermiş, genç kadının alışkın
hareketlerle dolu olup olmadığını kontrol ettiğini görüp şaşırmıştı.
Alison gülümseyerek silaha su kaçmış olduğunu bildirmişti.
Sekiz dakika daha vardı. Dörtlük iki ölçü birimini aklına getirmek
insanı hiç de rahatlatmıyordu.
Gecenin sessizliğini bozacak kısa bağırışlar duyup duyamayacağını
merak ediyordu. Ya da-sürüp giden sessizlik karabasanın
devam ettiğini mi bildirecekti?

— 393-Acaba
içlerinden hiç olmazsa biri başarıya ulaşacak mıydı?
ıterince hızlı ve dikkatli davranacak mıydı?
"Alex!" Alison fısıltıyla seslenerek genç adamın koluna asıl
B i Onu aşağıya doğru çekip ormanın batı tarafını işaret etti.
ir ışık yanıp söndü. İki kere.

B i Onu aşağıya doğru çekip ormanın batı tarafını işaret etti.


ir ışık yanıp söndü. İki kere.

Işık bir kez daha yanıp söndü.


Çalıların arasındaki adam yaklaşık otuz metre ötedeydi. Bu
oşullar altında kesin bir ölçüm yapmaksa olanaksızdı. Ancak
ine de elinde bir fırsat vardı. Eğer Alexander Tarquin McAuliff
on haftalarda yaşadığı çılgın olaylardan ders almışsa, fırsattan
ncelemeden yararlanması gerektiğini öğrenmiş olmalıydı.
Alison'ı kendine doğru çekip kulağına bazı talimatlar fısıldadı.
Elleriyle yerde bir şeyler aradı ve on beş saniye sonra tüfeği
sırtında, ceketinin içine sakladığı nesnenin ağırlığıyla biraz da
rahatsız olarak, elinden geldiğince ses çıkarmadan ağaca tırmanmaya
başladı.
Kararlaştırdıkları gibi ağacın kabuğunu iki kez tırnaklarıyla
kazıdı.
Aşağıda Alison işaret verircesine kısa bir ıslık çaldı, fenerini
tam bir saniye için yakıp söndürdü ve bulunduğu yerden hemen
uzaklaştı.
Çalıların arasındaki adamın ağacın altına varıp diz çökerek
ateş etmek için hazır duruma gelmesi bir dakika bile sürmemişti.
McAuliff elindeki ağır kayanın sivri tarafım adamın başına
nişanlayarak aşağıya attı.

— 394 —

Saat tam biri gösterdiği anda nehirden yaban domuzu sesini


andıran bir çığlık yükseldi.
Güneybatıdan, ormanın derinliklerinden yankılanarak gelen
ikinci çığlık da, deneyimli birinden çıkmıştı.

Üçüncüsü kuzeyden geldi. Islığı çalan kişinin deneyimli olmadığı


belliydi ama yine de bu yeterliydi. Mesaj açıkça anlaşıyordu.

Karayip mehtabında gözleri her zamankinden daha mavi


görünen Alison'a baktı Alex ve tüfeğini kaldınp gecenin sessizliğini
bozdu; Herhalde otlaktaki ganja pilotu sevinçle gülüyordu.
Eğer Alex'in şansı varsa, kurşunlardan biri de onun kafasına
gelmiş olabilirdi.

Fakat şimdi bunun önemi yoktu.


Önemli olan düşündüklerini başarmalarıydı. İyi iş çıkarmışlardı
doğrusu.
Alison'ı kollarına alıp karanlığa doğru bir sevinç çığlığı attı
Alex. Çıkan sesin yaban domuzu çığlığım andırdığı söylenemezse
de bunun önemi yoktu.

Alison'ı kollarına alıp karanlığa doğru bir sevinç çığlığı attı


Alex. Çıkan sesin yaban domuzu çığlığım andırdığı söylenemezse
de bunun önemi yoktu.

Otlaklardan doğruca Port Antonio'ya uçmuşlardı. Sam Tucker


uçağın telsizinden Robert Hanley'i uyandırmış, verdiği talimatlar
doğrultusunda yola çıkmışlardı. Sabah saat 2:35'de Sam

— 395 —

lones Havaalanına indiklerinde Trident Villalarının bir limuzini


>niar« bekliyordu.

Robert Hanley de bekliyordu tabii. Sam Tucker uçaktan


ner inmez, Hanley önce elini sıkmış, sonra da yumruğunu sura:
ının ortasına indirivermişti. Ardından uzanıp yerden kalkmasına
/ardım etmiş, son haftalarda kendisini endişelendirdiği için öf<
enlendiğini ve bu durumda sorumluluğun Sam'e ait olduğunu
açıklamıştı.

ner inmez, Hanley önce elini sıkmış, sonra da yumruğunu sura:


ının ortasına indirivermişti. Ardından uzanıp yerden kalkmasına
/ardım etmiş, son haftalarda kendisini endişelendirdiği için öf<
enlendiğini ve bu durumda sorumluluğun Sam'e ait olduğunu
açıklamıştı.

Charles Whitehall ile Lawrence bazı yerlere gitmeleri, bazı


işleri tamamlamaları ve bazı insanlarla görüşmeleri gerektiğini
söyleyerek havaalanında vedalaşıp birlikte gitmişlerdi. Hiç soru
sorulmamıştı, çünkü yanıt alınamayacağı açıkça belliydi. Herkes
bunu kabul etmişti.

Kısa bir süre sonra ayrılacaklardı. Yine de birbirleriyle ko

nuşmuşlardı; belki de şimdilik bundan fazlasını beklememek


gerekiyordu.

gerekiyordu.

dın onun elini bandajlamış, yüzündeki sıyrıkları temizlemiş ve

köpüklü banyoda bir saat dinlenmesini istemişti. Öğleye kadar

da sarmaşdolaş uyumuşlardı.

Şimdi saat biri geçiyordu. Masada yalnızdılar. Sam Tucker

bıraktığı notta Robert Hanley'le birlikte Montego Bay'de bir avu

katı görmeye gideceklerini bildirmişti. İki dost ortak iş yapmaya

karar vermişti.

Tanrı adanın yardımcı olsun, diye geçirdi içinden Alex.

— 396 —
Saat t4i30'da Alison usulca genç adamın koluna dokunup
bahçeye inen mermer merdiveni işaret etti. Üstlerinde ciddi işadamı
giysileriyle biri siyah, diğeri beyaz iki erkek basamaklardan
iniyordu.

Saat t4i30'da Alison usulca genç adamın koluna dokunup


bahçeye inen mermer merdiveni işaret etti. Üstlerinde ciddi işadamı
giysileriyle biri siyah, diğeri beyaz iki erkek basamaklardan
iniyordu.
Hammond ile Flagstaff sıradağlarının tepesinde yaşayan
Acquaba Kabilesi Meclis Başkam Daniel...
"Fazla zamanınızı almayacağız," dedi Hammond, Alex'in
gösterdiği iskemleye otururken. "Bayan Booth, ben Komutan
Hammond'ım."
"Bundan emindim," dedi Alison sıcak bir ses ve soğuk bir
gülüşle.

"Bir meslektaşımı tanıtabilir miyim? Bay Daniel, Jamaika


Bölümünden. Sanırım siz tanışmıştınız, McAuliff?"

"Evet."

Darnel başıyla onaylayıp oturdu. Alex'e bakarak içten bir


sesle konuşmaya başladı. "Size teşekkür etmem gerekir. Beni
çok rahatlattınız."

"Malcolm'dan ne haber?*
Daniel'in üzüntüsü bir an gözlerinden okundu. "Çok üzgünüm."
"Ben de," dedi McAuliff. "Bizim hayatımızı kurtardı."
"Görevi buydu," diye yanıtladı Halidon Başkam.
"Bayan Booth'un belirli bir noktaya kadar bilgi sahibi olduğunu
varsayabilir miyim?" diye söze karıştı Hammond.

"Elbette varsayabilirsiniz komutan," dedi Alison.

İngiliz ajan cebinden bir telgraf çıkarıp Alexanders uzattı.

Barclay's Bankasının Londra şubesi bir milyon doların A.T.


McAuliff in Chase Manhattan Bankası New York şubesindeki
hesabına gönderildiğini teyid ediyordu. Adı geçen A.T. McAuliff
Hazine Bakanlığı Gelirler Dairesinin bazı belgelerini imzaladıktan
sonra vergileri ödenmiş olan bu parayı istediği zaman kullanabilirdi.

Alex telgrafı ikinci kez okurken pek fazla ilgilenmediğini


farkedip şaşırdı. Sonra Alison'a uzattı. Genç kadın kâğıda şöyle
bir göz attı ve okumaktan vazgeçip Alex'in çay fincanının altına
sıkıştırdı.
Hiçbir şey söylemedi.

•Hesabımız kapandı, McAuliff.*


"Pek sayılmaz, Hammond... Açıkça söylemek gerekirse, bir
daha seni görmek istemiyorum. Daha doğrusu ikimiz de görmek
istemiyoruz. Eğer karşılaşırsak, çok uzun bir ifade basına
yansıyacak..."
"Sevgili dostum," diye sözünü kesti İngiliz ajan bıkkınlıkla.
"Kendini yorma. Londra'ya geldiğin zamanlar saygı ve minnettarlığımdan
dolayı seninle görüşmek isterim. Ama emin ol, profesyonel
açıdan en uzak noktada olacağım. Majestelerinin servisi,
uluslararası sorunlara karışmayı asla istemiyor. Bunu açıkça
söyleyebilirim."
"Ya Bayan Booth?" 1
"Aynı şekilde." Hammond üzüntüyle baktı Alison'ın yüzüne.
"Başından kötü olaylar geçtiğini biliyoruz. Bizler için yaptıklarını
takdir ediyoruz. Ama artık üzücü geçmiş geride kaldı. Kamuoyu
önünde ödüllendiremiyorsak da dosyanıza takdirlerimizi ekleyeceğiz.
Ve dosyanız sonsuza dek kapanacak."
"Buna inanmak isterim," dedi Alison.

•İnanabiHrsiniz, Bayan Booth."


"Dunstone işi ne oldu?" diye sordu McAuliff. "Neler olacak?"
"Çalışmalar başladı bile," diye yanıtladı Hammond. "İsim listesi
sabahın erken saatlerinde gönderildi."
"Daha doğrusu Londra saatiyle tam on ikide," dedi Daniel.
"Fmans merkezlerinde işlemler sürüyor. Tüm hükümetler
işbirliği içinde çalışıyor... Hepsinin çıkarı doğrultusunda."
"Küresel yalancılık açısından ne yararı olacak?" diye sordu
Alex, DaniePe bakarak.
— 398 —
Meeös başkanı gülümsedi. "Bette küçük bir ders almışlardır.
Birkaç yıl içinde sonucu öğreniriz, öyle değHmi?"

"Ya Piersall? Onu kim öldürdü?"

"Dunstone'un arazi alımlanndan sonra kuzey sahilinde toprağa


yatırım yaparak para kazanmak İsteyenler. Önemli olan
onun çalışmalarıydı, kimin öldürdüğü değil.*

"Ve her şey bitti," diyerek ayağa kalktı Daniel. "Westmore


Tallon gibileri yine balıkçılığa dönecek, Barak Moore'un yandaştan
Charles Whitehall ile çatışacak ve ilerlemenin düzensiz
aşamaları sürüp gidecek. Gidelim mi, Komutan Hammond?"

"Elbette, Bay Daniel." Tıpkı Acquaba Kabilesi Meclis Başkanı


gibi Hammond da yerinden kalktı.
"Jensen'lere ne oldu?" diye sordu Alex yanıtı biten tek kişi
olan Daniel'e.

"Kaçmalarına izin verdik. Cock PiFten uzaklaştılar. Julian


Warfield'in adada olduğunu biliyorduk ama tam olarak nerede
bulunduğunu öğrenememiştik. Peter Jensen'in bizi ona götüreceğinden
emindik. Varsayımlarımız gerçekleşti. Oracabessa'da...
Julian Warfield'in yaşamı Peale Court adındaki bir villanın
balkonunda son buldu."
"Bundan sonra Jensen'lere ne olacak?" Alex bu kez Hammond'a
bakarak sordu.

Komutan Daniel'e bakıp yanıtladı. "Bir anlaşma yapıldı.


Jensen'lerin tanımlarına uyan bir çift bu sabah Palisados Havaalanından
Akdeniz ülkelerine giden bir uçağa bindiler. Sanırım
Peter Jensen kendini emekliye ayırdı. Onu rahat bırakacağız.
Çünkü Julian Warfield'i o öldürdü... Warfield ondan birisini vurmasını
istemişti ve Peter Jensen bunu yapamamıştı."

"Zaman geldi, komutan," dedi Daniel.

"Ah, elbette. Londra'da son zamanlarda biraz ihmal ettiğim


bir hanım var. O gece Soho'da senden çok hoşlanmış, McAuliff.
Senin çok kibar olduğunu söyledi."

— 399—
"Ona saygılarımı ilet."

"İletirim. İngiliz ajan mavi göğe ve parlak güneşe çevirdi


aşını. "Akdeniz'de emeklilik yaşamı. Oldukça ilgi çekte." Kısaa
gülümsedi ve iskemleyi masanın altına itti.
Kaldıktan villanın önündeki yeşil çimlere doğru kol kola yürüdüler
ve denize baktılar. Beyaz damlacıklardan oluşan bir bulut,
mercan kayalıklarına çarparak adeta havada asılı kaldı. Karayip
denizinin koyu mavi sulan sanki damlacıkların kaynağı değil,
arkasındaki perdeydi. Damlacıklar öne ve aşağıya doğru
savrularak kayaların girintilerinden geriye çekildiler, sonra tekrar
denizle birleşip başka bir güzellik yarattılar.

Kaldıktan villanın önündeki yeşil çimlere doğru kol kola yürüdüler


ve denize baktılar. Beyaz damlacıklardan oluşan bir bulut,
mercan kayalıklarına çarparak adeta havada asılı kaldı. Karayip
denizinin koyu mavi sulan sanki damlacıkların kaynağı değil,
arkasındaki perdeydi. Damlacıklar öne ve aşağıya doğru
savrularak kayaların girintilerinden geriye çekildiler, sonra tekrar
denizle birleşip başka bir güzellik yarattılar.

H SON

You might also like