You are on page 1of 3

Arap temsilci gülümseyerek başını salladı.

«Siz de tıpkı
amcam başkan gibi düşünüyorsunuz. O da sık sık der ki...»
«Pekâlâ» diye ayağa kalktı Diamond. «Siz üçünüz hazır
bekleyin. Bir saate kalmadan sizi çağıracağım. Aşağıda
istediğim bazı veriler birikiyor. Yaptığınız hatayı onarmam
hâlâ mümkün olabilir.» Peşinde Bayan Swiven'le yürüyüp
salondan çıktı.
Muavin boğazını temizledi, bir şey söylemeye hazırlandı,
sonra susmanın daha bir güçlülük ifadesi olduğunu
düşündü. Starr'a gözlerini dikip uzun uzun baktı. Arab'a
kısaca göz attı, dönüp çıktı.
Starr koltuktan kalkarken. «Eee ahbap.» dedi. «Bari hâlâ
boğazımızdan lokma gidecek haldeyken bir şeyler yiyelim.
Galiba işler iyice sarpa saracak.»
Arap kıkırdayıp başını salladı. Birlikte yürüdüler. Boş
salona bir süre ekrandan gülümseyen Hannah Stern'in yüzü
hâkim oldu. Projeksiyoncu filmi sarmaya başladığında
kahverengi bir amip gelip o yüzü yaladı yuttu.
ETCHEBAR
Hannah Stern, Turdets meydanını çevreleyen ağaçlar
altındaki çay bahçelerinden birinde, bir masaya oturmuştu.
Dalgın gözleri önündeki kahveye bakıyordu. Çok koyu,
telveli bir kahveydi önündeki. Meydan çevresindeki beyaz
binalardan yansıyan güneş göz kamaştırıyordu. Ağaçların
altındaki gölgelik ise hem kara, hem de soğuktu. Arkasında
kalan gazinodan oyun oynayan dört Bask erkeğinin sesleri
gelmekteydi. Durmadan duyulan sözler,Bai, passo, passo,
alla Jainkoa, passo, alla Jainkoa!diye tekrarlamakta, hele bu
sonuncusu akla gelebilen her ton ve vurguda
söylenmekteydi. Oyuncular bu sözle blöf yapıyor bu sözle
birbirlerine sinyal veriyor, yalan söylüyor, kötü
şanslarından ötürü Tanrı'ya yakınıyor, ya da karşısına böyle
budala bir oyun arkadaşı verdiği için Tanrı'ya sitem
ediyorlardı besbelli.
Son yedi saatten beri Hannah Stern çok çeşitli ruhsal
durumlardan geçmişti. Önce gerçeğin kâbusu, sonra bir
hayal dünyasına kaçış, sonra da bir zihin karmaşıklığı ve baş
dönmesi. Duygusal bir şokun etkisindeydi ama ruhu şok
alanından uzaklaşmıştı. Şimdi sinir yapısı parça parça
olmak üzereydi. Buna karşın kendini çok sakin hissediyordu.
Hatta uykulu denilebilecek durumdaydı.
Gerçek, hayal, önemli şeyler, önemsiz şeyler, şimdi, sonra,
ağaçlığın serinliği, boş meydanın sıcağı, Avrupa'nın en eski
dilinde konuşan insanların sesi... hepsi birbirine
umutsuzcasına dolaşmış, düğüm olmuştu. Başka birinin
başına geliyor olmalıydı bunlar. Hannah'ın çok acıdığı, ama
yardımcı olamadığı birinin. Yardım edilebilecek dönemi
aşmış birinin.
Roma havaalanındaki cinayet dizisinden sonra her nasılsa
İtalya'dan çıkmış, kendini Bask diyarının bu çay bahçesinde
bulmuştu. Gözleri kamaşmış, zihni kekeler durumda, dokuz
saat içinde tam bin beş yüz kilometrelik yol yapmıştı. Ama
şu anda önünde sadece bir tek saatlik, ya da dört beş
kilometrelik yolu kaldığı halde, artık enerjisinin tümüyle
tükendiğinin farkındaydı. Damarlarında hiç adrenalin
kalmamış gibiydi. Üstelik son anda çay bahçesi sahibinin
kaprisi yüzünden yenileceğe benziyordu.
Önce arkadaşlarını vurulmuş görmenin korku ve şoku,
inanmazlığı söz konusuydu. Orada öylece donmuş gibi
kalakalmış, sağından solundan panik içinde koşuşan,
durmadan ona çarpan insanların arasında yerinden
kıpırdayamamıştı. Kurşun sesleri bitmek bilmiyordu.
İtalyan ailenin çığlıkları, ağlaşmaları da öyle. Derken
boğazına bir korku sarılmıştı. Kör gibi ileriye doğru
yürümüş, terminal binasının ana kapısından, güneşe
çıkmaya niyetlenmişti. Ağızdan, kısa kısa soluyordu. Polisler
koşuşup durmaktaydı. Kendi kendine, yürümeye devam,
diye komut verdi. Bir ara sırtındaki kasların, oraya girecek
kurşunu beklercesine kasıldığını fark etti. Gelmiyordu
beklediği kurşun. Kendi kanının içine oturup ayaklarını
oyun oynayan bir bebek gibi karşısına uzatmış keçi sakallı
ihtiyarın yanından geçti. Adamın yarası görünmüyordu
ama altındaki kan gölü gittikçe genişlemekteydi. Yüzünden
acısı da belli olmuyordu. Hannah'ın yüzüne soru sorar gibi
baktı... Hannah duramadı. Yürürken adamla gözlerinin
çakışıp kaldığının farkındaydı. Kendini tutamadan, «Çok
üzgünüm, gerçekten çok üzgünüm.» diye mırıldandı.
Akrabalarını bekleyen İtalyanlar arasında şişman bir
kadın boğulurcasına ağlıyordu. Herkes ailenin yere düşen
bireylerinden çok onunla ilgilenmekteydi. Ana oydu ne de
olsa.
Bütün bu kargaşalığın, koşuşmanın ve bağrışmanın
ortasında, sakin bir sesin bir anons yaptığı duyuldu. Air
France'nin Toulouse, Tarbes ve Pau'ya gidecek 470 sefer
sayılı uçağının yolcularına ilk çağrı yapılıyordu. Teybe
alınmış olan bu ses, hoparlörlerin altında neler olup
bittiğinin hiç farkında değildi. Duyuru Fransızca olarak
tekrar edilirken cümlenin son parçası Hannah’ı gerçek
dünyaya döndürdü. On bir numaralı çıkış kapısı. On bir
numaralı çıkış kapısı.
Hostes Hannah’a koltuğunu dikleştirmesi gerektiğini
hatırlattı. «Peki özür dilerim.» Bir dakika sonra hostes geri
dönerken ona kemerini de bağlamasını söylemek zorunda
kaldı. «Efendim? Ha, evet. Özür dilerim.»
Uçak ince bulutların üzerine doğru yükselip masmavi
göğe daldı. Yalnızca motorların sesi, gövdenin titreşimi
vardı artık. Hannah yalnızlık içinde titredi. Yanında orta
yaşlı bir adam oturuyor, dergi okuyordu. Adamın gözleri ara
sıra derginin üst kenarından dışarı, Hannah’ın haki
şortunun altından görünen güneş yanığı bacaklarına
kaymaktaydı. Bu gözleri kendi üstünde hisseden Hannah
bluzunun iki üst düğmesini ilikledi. Adam gülümseyip
hafifçe öksürdü, boğazını temizledi. Konuşacaktı onunla!
Ahmak herif onunla ilişki kurmaya çalışacaktı şimdi! Ulu
Tanrım!
Birden midesi bulandı.
Tuvalete güç yetişti. O sıkışık yerde zorlukla çömelip
deliğe kustu. Çıktığında solgun ve hemen kırılmaya hazır
hissediyordu kendini. Yer karolarının deseni dizlerine
çıkmıştı. Hostes ilgili, ama kibirliydi. Bu kadar kısa bir
yolculuğun bu kızı nasıl hasta ettiğine şaşar gibiydi.
Uçak Pau'ya yaklaşırken yana eğildi. Hannah pencereden
baktığında Pirenelerin karlı doruklarını gördü. Çok güzel ve
çok korkunç.
Buralarda bir yerde, yörenin Bask tarafında, Nicholai Hel
oturuyordu. Ah, bir ulaşabilseydi Bay Hel'e...
Havaalanından çıkıp kendini Pirenelerin dondurucu
güneşi altında buluncaya kadar hiç hatırına gelmeyen şey,
cebinde tek kuruş olmadığıydı. Bütün parayı Avrim
taşıyordu. Şimdi otostopla gitmekten başka çaresi yoktu.
Ama yolu da bilmiyordu. Eh, şoförlere sorabilirdi hiç
değilse. Otostopta güçlük çekmeyeceğinden emindi. İnsan
genç ve güzel olursa... göğüsleri de dolgun olursa...
İlk bindiği araba onu Pau’ya kadar götürdü. Şoför gece
kalacak bir yer bulmayı teklif etti. Hannah onu kendisini
kent dışına çıkarıp Tardest yolunu tarif etmek üzere
kandırdı. Kullanması güç bir araba olmalıydı bu araba.
Adamın eli iki kere vitesin üstünden kaymış, Hannah’ın
bacağına değmişti.
İkinci arabayı çok beklemeden buldu. Ama bu seferki
Tardes'e gitmiyor, yalnızca Oleron'a kadar gidiyordu. İsterse
orada geceleyecek bir yer bulabilirdi şoför Hannah’a...
Yeni bir araba, yeni bir ilgi... derken Hannah Tardes'e
vardı. Meydandaki çay bahçesinden yolu öğrenmeye
çalışırken ilk engelle karşılaştı. Bu ilk engel, yöresel aksandı.
İspanya'nın bu yöresinde, konuşmalara Bask dili de
karışıyor, telaffuzu değiştiriyordu. «Une- petite cuillere»
demek için sekiz hece çıkıyordu insanların ağzından,
Kahveci gözlerini Hannah'ın göğüslerinden yalnızca
bacaklarına bakabilmek için ayırırken, «Ne, arıyorsunuz?»
diye sordu.

You might also like