You are on page 1of 86

HALDUN TANER

TUŞ

ÜÇÜNC'Ü BASILIŞ

VARLIK YAYINEVİ
Ankara Caddesi, İstanbul
VARLIK BÜYÜK CEP KİTAPLARI : 228

Bu kitabın ilk baskısı nisan 1951 de, ikinci baskısı


haziran 195! te yapılmıştır.

Varlık Yayınlan, sayı : 998


İstanbul'da Ekin Basımevi'nde basılmıştır.
Ağustos, 1963
TUŞ

Her kafadan bir ses çıkıyordu:


"Kediye peynir tulumu inanılır nu? Olacağı budur işte."
"Parmak kadar maksum be ... Utanır yahu insan."
"Gözü kızmış oğlanın .. karı kız dionUyor mu sana?"
"Bağırsaydı o da, niye imdat çağırmamış?'"
"Nereye bağırıyor anam. Silahı dayamış göğsüne. Ses
edersen yok bil kendini demiş."
"Vay namussuz."
"Peki, şimdi ne olacak?"
Millet Partisine yazıldı yazılalı büsbütün ukalalaşan kah.
veci:
"Ne mi olacak?" dedi. "Kaynayıp gidecek tabii .. Neler
kaynamanuş buna gelene kadar,"'
"Hiç de kaynamaz," diye atıldım. "Adalet var bunun
burasında. Fakir diye, kımsesiz diye sahipsiz değil ya bu. Maz.
bata taınzim edilir. Hukuku amme davası açılır."
"Neyi isbat edıyorsun beyim? Ben yapmadım dese, ne
malfun başkasının becermediği dese? .. "
Balıkçı da kahveciden yana idi:
"Biı: kerem ifadesini alamaz pulis," dedi. "Mebus ev.
tadı olduğuna teşrifatı masuniyest vardır onun:·
Buraya kadar tesbihini çekerek bizi sakin sakin dinlemiş
g-örünen Dilaver Bey artık dayanamadı. !ri ve kıllı yumru.
ğunu masaya indirerek:
"Göıiiyorum, işhı alayındasınız hepiniz," diye kükredi.
"Ötede bir kız mahvolmuş, sokakta kalmış, kimin kaydında."
Sonra yerinden kalkıp yanıma geldi:
"Nefesini boşuna tüketirsin bey oğlum," dedi. "Bu öd­
lek heriflerle bir iş yapılmaz. Bu iş için erkek olacaksın, er_
kek. Zor gördün m ü tavsaınıyacaksın. Nerde bunlarda o yü­
rek? Ne yapmak 18.zım geldiğini ben tek başıma göstereceğim
bunlara."
Ve bütün kahve halkına. adeta bakışıyla tükürerek ka­
pıyı çarpıp çıktı.
İnsanoğlu harekete geçmek için ara sım onurunda bir
4 T U Ş

hakaret kırbacının şaklamıuıını bekliyor gaHba. O gidince


kahve birbirine girdi.
"Ne demek yani, kimden korkacakmışız?"
"Affetmiş onu, niye ödlek oluyormuşuz?"
"Onun kadar biz de erkeğiz yani."
Fırsat bildim bunu:
"Erkeklik lafla olmıaz beyler," dedim. "Hodri meydan,
var nusınız? Dört tarafı haraca kesen bu kudurmuş oğlanı
kodese attınncaya kadar elbirliğiyle çalışacağımıza söz veri.
yor muyuz?"
"El'bette."
"Hay hay.."
"Ona ne şüphe."

Hemen o gece Genelkurmay �rargahı, Dilaver Beyin


evinde kuruluverdi. Gerçi altmışaltıdaki dehasını hepimiz tak.
dir edegelınişizdir ama, ne yalan söylemeli, onun bu kadar
kuvv.etıi bir tabiyeci olduğunu hiçbirimiz tahmin edememiş.
tik.
Dilaver beyin yaptığı plan basitti, fakat basit olduğu ka.
dar da mükemmeldi. Bir kere Nesrin, derhal bir nisaiyeciye
götürülüp Mdi<senin tarihi ginekolojik bir katiyetle tesbit edi.
lecekti. Bu iş bittikten sonra, vaad veya tehdit suretiyle dil.
vadaın vazgeçirilmesi ihtimaline karşı, kızın bir müddet için
bu muhitten uzaklaştırılması icabediyordu. Nitekim Dilaver
beyin Unga'da ikamet eden dul hemşiresi, Nesrin'i birkaç lıa.f.
ta için barındırmağı kabul etınişti.
Bir yandan bunlar yapıladursun,. öte yandan Aydemir'.
in bundan evvelki sabıkalan bir bir tesbit edilecek ve delil.
ler toplanıp muamele tekemmül edinceye kıadar da etrafa
hiçbir şey sızdırılıruyacaktı. İş bir kere bu �erteye geldi mi
de dört cepheden taarruza geçilip bu küstah oğlan, bu baba.
sınıın nüfuzuna dayanıp mahalleyi haraca kesen ırz düşmanı
cana.var, kıskıvrak kapana kıstırılacalttı. Ondan sonra değil
mebus babası, müsteşar dayısı, Reisicumhur hazretleri gelse
onu kodesten kurtaramazdı.
İki de şahit bulmuştuk ertesi gün: Recep usta ile çama.
şırcı Gülsüm hanım. Gülsüm hanım, Nesrin'i evden çıkarken
gördüğünü söylüyordu. Klz, mendili burnuna tutınuş, hüngür
hüngür ağlıyormuş. Recep ustaya gelince, o:
"Ben velispetı-eıı şantiyeden geliyordum," diyor. "Ayde.
T U Ş 5

mir bey, arkadaşlariyle oturmuş, top yerinde şarap içiıyorlar.


dı. Kulak verdim biraz. HizmetçiYi nas1l savmış, kızı nasıl
k.andınp içeri çekmiş, ayıptür sülemesi, içerde ne haltlar et.
miş anlatıyordu bir bir.."
"Utanma, aynen anlat ne diyordu?.."
"Böyle, böyle, böyle .."
"Tamam," dedi, Dilaver bey. "Nesrin de refikaya aynen
böyle nakletmiş..''' Sonra:
"Çabuk kağıt kalem," diye haykırdı. "Derhal donatıyo.
rum istidayı.. Sabah erken kahvede buluşalım. Bu dava tuş.
la bitmezse bana da Dilaver demesinler." .Hazretin güreş me.
raklısı olduğu!nu bilmem arzetmiş mi idim •.

Ertesi sabah kıahvede bekliyoruz. Hepimizde bir acayip


heyecan. Dilaver bey on buçuğa doğru sırtında rengi atmış
lacivert elbisesi, elinde bayrak kadar bir istida, bomba gibi
çıkageldi.
"Da.nanın kuyruğu bugün kopuyor beyler," dedi. "Ben
doğru karakola gidiyorum. Yalnız biriniz Aydemir'lerin kapı.
sını tutsun ki, polis geldiğinde bir yere sıvışmış olmasın.'''
"Hay hay, kor'knw. sen."
''Bir yere kaçırmayız, evelallah."
v.e gitti.

Akşamüstü dört, dört buçuk olmalı idi. Hazret, alı al,


moru mor görünrfü.
"İnkar ediyor pezevenk," dedi.
"Ne diyor?"
"O güın burada yoktum, diyor. Arkadaşlarla !zmit"e ma.
ça gitmiştik, diyor."
"Yalana bak, yaJana."
"Dört tane de şahit bulmuş kendi gibi. Dördü de, biz.
len beraberdi, hatta gollerin ikisini de o attı, di•yorlar."
"Çamur ulan, hepsi çamur."
"Başa çıkılır mı bu itlerle.''
"Peki, şimdi ne olacak?"
Dilaver bey şakaklarından süzülen terL sildi:
"Dili sürçtü bereket deyyusun," dedi. "Kendi ayağiyle
açımaza girdi. Tenakuzlar var ifadesinde. Balmumunu yapış.
tırdık tabii."
"Vaziyet?"
6 T U Ş

"Vaziyet iyi sayılabilir. Adalet er geç tahakkuk ede.


cektir. Dosya öbür gün adliyeye veriliyor.'

Fakat o günle öbür günün arasma öyle beklenmedik M..


diseler giriverdi ki.. Bir kere, Medis tatilinden bilistüade, Ay.
demir'in babası İstanbul'a çıkag.eldi ve bittabi vaziyeti öğ.
renince biricik evladına, dolayısiyle de ailesinin şerefine sü.
ıülmek istenen bu ütirayla o buna iftira diyordu. kükre.
miş bir arslan gibi mücadeleye girişti. Bunun ilk neticesi Gül.
süm hanımın şehadetinden rfıcu etnıesiı oldu. Kadın, kızı gör.
mUştü, filv:aki görmüştü ama, ağladığ'ını pek bilemiyordu. Ni.
çin ilk ifadesinde başka türlü konuştuğu soruldukça, e·zber va.
ll';Üesini okuyan bir mektepli tehalüküyle:
"Zabta yanlış geçmiş olacak," dedi.
Recep ustaya gelince, o ne hikmetse hak ile yeksan olu.
vermişti. Nereye gitti, ne vakit gitti :.<imse bi.l:miyordu. Ayde.
mir'in babası:
"Ne demek yani efendim," diyordu. "Benim oğlum, şe.
ceresi Lala Şahin Paşa'ya varan şerefli bir sillfileye mensup.
tur. Kendi seviyesindeki nezih aile kızlarını bırakııp da mis.
kin asmanın kel koruğu bir evlatlık parçasına mı tenezzUI
edecek? Bu, olsa olsa, harimi namusuma kadar dil uzatmak.
tan çekinmiyen ııiyasi düşmanlarımın sinsi bir manevrasıdır.'·
İşin tuhafı şimdi bizim yürekli ahbapların saflarında da
ufak te.fek çatlaklar belirmeye başlamıştı. Hatta Aydemir'in
babasına hak verenler bile çıkıyordu:
"Doğru söylüyor adam. İftira da olabilir."
"Tutalım ki Aydemir şey yaptı. Ne malum kızın kuyruk
sallamadığı?"
"O da var j'a. Ne demişler: İğne oynarsa iplik geçmez.
miş."
"Geç beyim geç, at elin it elin, bize mi düştü tasası?"
!ş, bu duruma girince mahut kırbacı şaklatıyordum:
"Kavlimiz böyle mi idi efendiler?" diyordum. "H;mi
sonuna kadar birlik olacaktık? Galiba şafak atmaya başladı
sizlerde?"
"Değil anam, korku ne <lemek.''
"Ö<yleyse?"
"Dipsiz tencere, camsız pencere.. hani bir şey ispat ede.
micaz da. Boşuna düşman ka:.1anmıyalım. ·•
Fakat aşkolsun yine Dilaver beye, sapına kadar erkek
T U Ş 7
adammış doğrusu .. Tehditlere, mukabil hakaret ve ta.7.minat
dıl.vas� rivayetlerine bana mısın demiyordu. "Düşmanım sa.
na, kalsam da tek kişi" diyen şa.ir misali, mücadelesinde ilk

günkü gibi sabit kademdi. Hem oğlan daha karakolda kem.


küm etmişti. Tecrübeli hıl.kimin huzurunda baklayı ağzından
çıkarmıyacağı ne nialümdu?
Halbuki, öbür yandan, karşı taraf, meşru, gayri me�,
bütün karşı tedbirlere başvuruyor, hatta her ihtimale .kıarşı,
Aydemlı"in yaşını küçültmeyi dahi ihmal etmiyordu.
Bizler tuştaın. filan vazgeçmiştik artık. Sayı hesabiyle
bir galibiyeti bile öpüp de başımıza koyacaktık. Fakat o da
olamadı maalesef. Zıra, bu sefer de Nesrin mahfuz bulun.
duğu evden firar edip kayboluverdi. Kendi mi kaçmıştı? Yok.
sa başkaları tarafındm mı kaçırılmıştı? Esrar içinde esrar,
anlaşılamadı.
Sonradan kendileriyle konuştuğum hukukçu arkadaşlar
rlavayı burada b:ra.kmanın hukuki bic hatıl. olduğunu söylü.
yorlar. Diretmeliymişiz. Davacı ortadan yok olsa dahi, ko.
vuşturma devam edebilirmiş. Fakat bir yandan malıallelinin
ürkekliği, öte yanda:n t:ıJihin dönekliği ve hepsinin üstüne
tuy diyen Nesrir..'in evden kaçışı, zavallı Dilaver heyi pes et.
tirmişti akıbet..
üstad, bu hezimetten o kadF.r utandı, o rütbe içlendi ki,
hicabından koca yaz, bir kere olsun kahveye çıkmadı.

Bu süre içinde Nesrin hakkında birbirini tutmaz ha:ber.


ler alıyorduk. "Eczacının Rifat görmüş, Beyazıt'ta.: Kapıya
girmiş, elli lira aylıkla çalışıyormuş." "Hayır, hayır, bir bah.
riyc gediklisi ile nişanlanacakmış." "Yok efendim, ne münase.
bet. Otomatın lrnrşısındaki berberde manikürcülük ediyor.
muş.·'
Hangisine inanac"lğımıza biz de şaşıyorduk.
Nihayet yağmurlu bir Kasım ikindisi, kıza; bu sefer de
uen, Taksim sinemasının holünde rastladım. Ayağında çiz.
nıeler, boynunda fular, saçlarını sol gözüne düşürmüş, kan
kırmızı bir vaziyet. Salih ağ.wnın, parmak kadar masi1m, de.
diği, mebus beyin, miskin asmanın kel koruğu diye yerdiği
Nesrin bu muydu acaba?
"Niye kac:tın s3.nki," dedim. "Bak yüzüstü kaldı dava."
Yüzüme baktı, güldü. Oldukça yırtık bir giilüşle güldü. Bu
8 T U S
kadar glizel ve parlak dişleri olduğunu ilk defa farkediyor.
dum."
"Zahmet oldu, Dilaver bey amcaya," dedi. "SelAm ede.
riırn kendisine. Vazgeçtim ben dAvaclan Va.zgeçmiş, tazminat
istemiyonnU§ dersiniz."'
Etrafımızda esmer, kara bıyıklı bir oğlan belirmişti. Kız
onu görünce gitmeye davrandı.
"By by," de8e hiç şaşmıyacaktım. Fakat o yine, "Hoş.
ça kalın" diye uzaklaştı.

Ona ikinci rastlayışımda sırtında şeffaf bir pıaırdesü var_


dı. Kendi yaşında bir kızla Saray pastahanesinden çıkıyor_
du.
"Operete girdim şimdi," dedi. "Ay başında An.adolu'ya,
turneye çıkıyoruz.'!'
Sonra iri eli'I. gözlerini ısrıaırla gözlerime dikerek:
"Gitmeden buyursanıza," diye gülümsedi. "Beklerim bir
gün.. Sıraselviler, Çınar sokak, 17."
Kızarmışım galiba... Yanındaki arkadaşı kendini tutama.
dı. Şimdi Nesrin de glilüyordu. Sade ıslak dudaklariıyle de.
ğil, dolgun göğsü ile, körpe gerdanı ile şeffruf pardesiln.ün al.
tında büsbütün kıvıl kıvıl görünen oynak kalçalariyle hAsılı
olanca gençliği, olanca dişiliğiyle gülüyordu.
Tahmin ettiniz belki. Gittim beyler, gittim efendiıler. Git.
tim ama, o gün değil, bir hafta, belki de on gün sonra. Hem
de vicdanımı büsbütün utaındırmamak için, adetim hilafına,
kafaYı. çekip de gittim. Garip biır öfke vardı içimde o gün.
Kendimden, insanlardan, kat'ı: olarak tayin edemediğim daha
birtakım şeylerden öc almak için gitmiş gibiydim oraya. Bu
bir saat zarfında hiddetimi, yataktan, yastıktan, kollarımın a:..
rasında yalancıktan kıvranan bu zavallı et külçeslndeın almaya
çalıştım.
Dışarı çıktığımda büyük salonda iki müşteri bekliyor.
dtt. Bunlardan biri Ruımca gıaızete okuyan, çiçek bozuğu bir
delikanlı idi. Öbürü. . evet öbürü ise beni görünce iki elini yü.
züne kapıyan Dili'l.ver bey üstadımız..
1949
KIZIL SAÇLI AMAZON

Pek muhterem küçük hanım!


Yok, yok. Bu pek resmi kaçacak ..
CJeyia.n gözlü vahşi kız.
A-ah.. Bu da pek Karakurtvari oluyor.
K!ızıJ. sıac;ıh! Amazon
.•

Al sa.na ucuz bir roman cümlesiı daha.. Hayır, olmuyor­


du, yazamıyordu vesselam.. Halbuki şair de geçiıııirdi üste'.
lik. Bu kız insanda şairlik mi bırakıyor birader? Sigarasını
ezip:
"Aşıklık bela imiş, müşkill iptila imiş," diye söylendiı.
Kahvenin radyosu, tam o sırada Sultani Yegah peşre_
vine başlamıştı. Kfumil, buna daı kızdı. Sanki radyo alaturka
çalarsa, kızıl saçlı amazonun hayali zihninden uçup kaybolu­
verecekti. Ona şöyle romantik film müziği isterdi. Kemanı
bol biır serenad, öyle bir şey,, ona yakın. Zaten onu ilk gör_
düğü gün de kendini bir filimde zannetmişti. Hem de tek.
nicolor bir filim: Kızın bl(lzu sapsarı idi, bindiği at duru be.
yaz... Geride bakla tarlalarının taze yeşili ve gökyüzünde ma.
vilerin en güzeliı uzanıyordu. Nasıl da gülmüştü kAfir.. Keyif.
li bir tayın kişnemesini andıran bir acayip, bir şımarık, ama
yine de insallia pek yüz vermiyen bir gülüşü vardı. Acaba
hep böyle mi gülerdi zengiın kızları?
Takvim ne derse desin, birinci tesadüfle ikincisi arasın_
da iımkaru yok bir hafta, sadece yedi günlük bir hafta geç_
miş olamazdı. İkinci sefer çok ciddiydi kız. Fakat Kamil, o_
nı.ın böyle kaşlarını aşın bir ciddiyetle çatışında geçen sefer­

ki gülüşünden daha cilveli, daha kışkırtıcı bir şeyler sezin_


!emişti. Hayır, hüsnükuruntu olamazdı bu kadarı. Kız da
bal gfüi hoşlanmıştı ondan. Hiç öyle olmasa, saçlarını sert
bir hareketle geriye fırlatıp kaymak gibi gerdanını gösteren
o numaraya lüzum görür mil idi? YJa; yol sonllllda kaybolma­

dan evvel, dönüp dönüp ısrarla geriye bakışları?


Kıl.mil:
"G.arsO'll, daha kağıt getir kardeşim!"'' diye seslendi.
Kararını vermişti. Kıza mektup değil, şiir yazacaktı, §lir...
10 T U Ş

Bir sigara daha yaktı. Bakışı çitin kenarında yeni bUyUme..


ğe başlıyan marullarda, bir müddet düşündü :

Şimdi desem ki alev saçlım


Desem ki faklı· şaire
Anlatı,Jmaz bir hal olnmş
Desem ki, acır mısın
Gözfori dolmuş ?

Beğenmedi. Bunı1 k1z da beğenmezdi zaten. Acaba ne.


den hoşlanır o'? Muhakkak anket defteri şiirinden, Türkçe
tango güftelerinden hoşlanır. Aksi! gibi öylesini de Kamil ya.
zamaz. Yazmalıy<lı halbuki. Bundan sonra onun zevkine gö.
re yazmak, onun zevkine göre yaşamak gerekecekti. Kabul
gününde :
"Kamil," diyecekti kız, ona, "Kamil, benim için yazdı.
ğm son şiiri okusana."
O d.3.ı hemen önünü ilikleyip misafirlerin önünde ayağa
kalkacak, elini cebine daldırıp ... Birden kendini, tasması ha.
mmının elinde bir salon köpeği gibi gördü.
"Rezillik be.. " üiye yere tükürdü.
Sonra, sanki o Arpej kokulu davetlilerin huzurunda bir
pot kırmış gibi utandı,. İşin tuhafı, u tand ığına da içerledi. Ni.
ye rezillik oluyormuş sanki, hiç de rezillik olmazdı. Asıl re.
zillik sürdüğü şu sefil hayattaı değil mi idi? Gayri ihtiyari:
"Saadet bu ömrün nıoresinde?" diye söylendi. Neresinde, evet
neresinde? "Ne bulmuştu bu hayatın meyhanesinde bilmem,
nesinde?,. Bütün kış bekar odalarında titremek, her gece pas.
tırma ile helvaya yatmak, iki şiirimi basacaklar diye ciğeri
beş para. etmiyen d:}rgl sahiplerine yaranmak ... Bu m u idi
hayat? Öyle sanmıştı bugüne kadar. Asıl hayat halbuki, onun
dolap beygiri gibi! içine girip de bir türlü çıkamadığı bu fa.
sit dairenin ötesinde engin ve rengin uzanıp gidiyordu.
Birden aklına arkadaşları geldi. Kimbilir ne diyecekler.
di a.rkasından. Hikayeci Turhan Cemil, elinde tesbih:
"Amma da teşne- imiş Suadiye züppeliğine," der muhak.
kak. Ş.air Halim ise:
"Ama seninki <le kolay değ·il kardeşim,"' diye söylene.
cektir.
"Kolay değil hani."
"Böyle kuyruk sallamak Tannnrn günü."
KIZIL SAÇLI AMAZON 11
İstcdiklerlıni söylesinler. �çmeyiverirdi kahvenin öntin.
den. Varsın alay etsinler. Varsın damadı şehriyari Rolls Roy.
ce'da kayarken onlar içlerini boşaltsınlar ...
Kalemi, gayri ihtiyari, k ağ ıda mısralar sıralıyordu:

Kaderler ayn çi7llmlş, kade rler


Beıı rahat bir ömür boyunca. ..
Siz gerirt.e kardeşim. Çulsıı.z \'e puL.,uz

Arkasını getiremedi. Z engin liğin hayali bile daha şiın.


diden şairliğini mah vetmişti. Anasını satmıştı şiiri n de, ede.
biyatın da. . . Tek mı sra bile yazmıyacakt� bundan sonra.. Şiir
nedir zaten? Bir nevi hastalık, züğtirtıerin açlık geğirtisi gi.
bi marazi bir ifrazat değil mi? üstad diye pohpohladığı şair.
!er, şimdi ona pek zavallı, pek süru görünüyorlardı. İstese
topunu katip alırdı yanına şimdi . . Yahut da şoför.
Birden, "Otomobilin radyosu var nudır acaba? ' diye
düşündü. Ben direksiyonda, o, esans kolrnn kürküne büzül.
"

müş, yanımda .. İlk iş Fikri Tevfiğiın mektebine yazılmalı. :'Ok;


ayda alınıyormuş ehliyet. Dekan katibinin önüne atar:ım o
zaman sahte şebekeyi: "Buyurun, beyefendi," derim. "İste.
miyonun, ihtiyacım k·almadı, sizin olsun şebek eniz, " derim.
Çeker kapıyı çıkarım dışarı. (Gözü adamakıllı palazlanmış,
kol ağızlarına takılınca duraladı). Hepsinden önce kıllığına bir
çeki.düzen vermeli idi. Hiç değ'ilse, spor bir ceket ister Şöy.
le. Ayıp örtecek bir şey. . ÜtUlil bir gömlek, bir de usturuplu
kuındura..
Sonra bunları lilımınsuz buldu. Kız, onu bu süfli haliyle
beğenmemiş miydi? üstelik bir karış da sakallı idi o gilıı.
Zenginlerin bu gibi kaprisleri cümlece malum. Çobana ;·es.
minden aşık olup, "Ya ben bu tavsirin sahibini bulurum, ya
da bu yoida helak olurum," diyen padişah kızı misali, ne ına.
lılm kızıl saçlı amazonun da babasıına diretmediği, "İlle de ille,
ben yakası yağlı bir ş aire varacağım." diye tepinmediği?
- lyi: habt>r alan <;evı't'ler<len bilılirildiğine göre, Giiveıı_
lik Kons.e)'inin öniimii7..deki otunımmı<la Ne çabuk da yedi
...

olmuştu saat. Kız nercle ise görünür yolun başında.. (Önünde.


ki kağıtları buruştunıp attı). Ne mek tu p, ne şiir, kıı:Ia doğ.
nı<lan doğruya konuşacaktı. "Size iki çift lafım var küc;ük ha­
nim, ' diyecekti. O, gözlerini iri iri açıp: "Fakat ben sizi ta.
nımıyorum ki!" diyecektir ihtimal. Evvela kendimi tanıtır:m.
12 T U Ş
"Ne iş yapıyorsunuz?" diye sorarsa, "Gazeteciyim," derim.
Daha iyisi komisycmcuywn demeli. Evet, evet; komisyoncu.
ywn demeli. "Eniştem Ayvalık'tan yağ yolluyor,'' derim. "Ben
onun burada İstanbul aja.nıyııın,." derim. Senli-benli olunca clıa
"Senin aşkına bu yalanlan kıvırdıydım bir tanem," derim.
Kaympeder beni yanına alır mı dersiın? Ayda şöyle bin kAğıt
Kamil kuluna, efendim? Nesinden eksilecek yani? Bizim em.

diğimlz kızına süt olmıyaoak mı?


Sırtına bir el dokunmuştu. Döndü baktı: Liseden tanı-.
dığı bir Naci vardı, babası sinemacı.
"Sen buralarda ne ararsın aşık?"
"Hiç," dedi KAmil.
"Bırak numarayı. Gene mi kız dalgası?"
"Yok a oaınım, ne münasebet."
"öyledir de ne kızardın? Söyle hangisi? Yardımımız olur
belki. Karşı köşkün Güzin mi, kollejli Semra mı yoksa?"
Bu oğlan burrunm adeta muhtarıydı yahu.
KAmil yutkundu:
"Aşık filan değilim," dedi. "Emin ol yok böyle bir ş�y.
Tesadüf işte. Geçiyorduk da..."
Sonra, kayıtsız bir sesle, sanki birden hatırlayıvermiş.
çesine:
"Şey," dedi, "bir de atlı kız var hıani!. Kırmızı saçlı.. o
da mı kollejli ?' '
Naci sarı dişlerini göstererek gilldü:
"Yok canım," dedi. "Çilli Saime derler ona. Babası sc.
yistir Hakkı Paşaların yanında .."
"Ne diyorsun?" dedi Kamil.
Gözlerini kap.amasa olduğU gibi yere yığılacaktı. Naci:
"Herkes bir şey sanır," diye devam etti. "Halbuki aya.
ğındaki killot pantol babasından ariyet, blUzla rugan çizme.
lcr de paşaııın kızının. Onlar yazlığa gelmeden gezip gezip
afi satar aleme. Bu yüzden, kaç kere, dayak da yedi Paşa.
dan .."
Kılınil:
"Çilli Saime demek, demek seyisin kızı?" diye söylendi.
"Fakir dayak da yemiş üstelik.. "
Ankara radyosunun çaldığı Mi::ı.<:ar rapsodisi şimdi bu
süfli kır kahvesine, gölgeli yollan kaplıyan şu sakin Mayıs
akşamına hiç mi hiç yaraşmıyordu. Şöyle mahurdan bir şey
KIZIL SAÇLI AMAZON 13

olmalı idi şimdi. Yahut da Kadri beyin "Sevdi bu gönül seni"


şarkısı.
KAmil birden, seyisin kızını, sırtında gecelik, çıplak a _
yaklarında terlik, kahve cezvesini mangala sürerken tahay_
yUI etti. Elleri işten kızarmış olacaktı muhakkak .. Serçe par_
mağında tenekeden mavi tıaışh bir yüzük. I.Apa lılpa kar yağ_
malı dışarda. Pencerede temiz, basma perdeler ve köşede gel
gel diyen bozuk yaylı bir döşek.
Naci:
"Ne o ahbap? Bakıyorum pek daldın?" diye sırıttı.
Fakat KAm'i!I söyleneni duymamıştı bile. Gözlerinde ka-
rarım vermiş insanların parıltısı:
"Artık kimse dövnıiyecek onu, anlıyor musun?"' diye
mırıldandı. "Kimse dövemiyecek onu."
Sonra ne bUyiik laf ettiğinin kendi de farkına varıp ba..
şını önUne eğdi ve deminden beri yeni yetişen marulları çiğ_
nedİğini ancak o zaman farkedebHdi.

1950
MADE IN U.S.A.

Sevgili İnci,
Evvela şunu söyliyeyim ki, sana çok, ama çok çok giL
ceniğim. Nedir hu kadar hamfendilik yani? Gittin gideli bir
ayı geçtiği halde bir mektup olsun yazmadın. Senin bu il.
gisizliğin karşısında şimdi benim de susmam, seni arayıp sor.
mamam gerekiyor, ııma ben yine da.yanamıyorum. Zira, bu
bir ay zarfında başımd:ın öyle enteresa:n hadiseler geçti ki,
bunlan sana yazma.ııam emin ol çıldırabilirim.
Ayın on ikisi, b iliyorsun, Serab'ın birthday'i idi. Günnur,
ben, Lale üçümüz beraber gittik. Kapıdan girer girmez bak.
tını, portmantoda bir Amerikan kasketi.
"Hayrola?" diye Serab'a göz kırptım.
"Amerikan yardım heyetinden Lieutenant O. CO'nnor,"
dedi. Dağcılık kulü"bünde tanışmışlar. Evine de çağırmlŞ.
Girdik. Presentation, shake.hand. Lieutenant umduğıım.
dan da yakışıklı çıktı. Dalgalı sarı saçları, koyu kahverengi
gözleri ve çenesinin tam ortasında şipşirin bir gamze.si var.
Garry Graınt'ı da andırmıyor değil. Yalnız onun sarış:nı.
Usulümü bilirsin. önce hiç alıp satmadım. Kızlar tara.
fından muhasara altına alınmış olan Lieutenant'dan çok, o.
nun mavi kurdelalı kıvırcık finosuyla meşgul görünüyorum.
önce o da Clark çekmeğe kalktı. Fakat söktüremedi. Nite.
kim biraz sonra kadehi elinde, yanıbaşımda..
"Hello wild.cat, dedi. "O kadar sevdinizse Teddy'yi si.
ze hediye edebilirim. I•'akat 6eli'll şimdi, şu tangoyu beraber
yapalım.
Sigaramın dum.ınını havaya üfliyerek:
''Sorry," dedim.. "Tangodan hoşlarunam."
"Really?" dedi. .Kadehi masanın kenanna bırakıp teklif.
sizce sedire çöktü_ "Hıı.lbuki ben yeşil gözlü, siyah saçlı ro.
ınantik bir kızla ancak tango yapılır sanmıştım."
"Ben romantik değilim," dedim. "Romantik şeylerden hic.
mi hiç hoşlanmam."
"That's wonderful," dedi. ' ·Ben de öyleyim. Sizinle iyi
anlaşacağız."
M:AbE IN U. S. A. 15
öyle de geveze ki, ben sormadan anlatmaya başladı:
Altı aydır Gölcülr.'te bir radar kursu idare ediyormuş. Vazi.
fesi sona erdiğinden, on gün sonra New York'a: dönecekmiş.
Bir ara:
'·Texas'lısın� galiba?" diye sordlUU.
Kalın kaşlarını bir karış havaya kaldırarak:
"Nereden anladınız?" diye şaştı.
''Kolejde Mister Daventry namında Texas'lı bir hocamız
vardı, ' dedim. "0 da tıpkı bu aksaınla konuşurdu."
"You are a detectif genius," dedi "Ben sizden korkmaya
başlıyorum."
O sıra pick.up "Again" i çaimaya başlamıştıL O. Connor
gözlerini tava.na dikip, kulak kabarttı, parmaklariyle masa.
rıın üstünde bir iki tempo tuttuktan sonra:
"Yanılmıyorsam bu bir slow.fox'dur, wild.cat," dedi.
"That 's possible," dedim.
Birden ayağa kalkmıştı. Ceketini eteğinden çekip kayı.
şını düzeltiyordu. Benim hiç tınmadığımı görünce:
"O, please, please," diye yalvardı.
Bunu, boynunu bükerek, o kadar masfun ve acındırıcı, bir
tonla söylemişti ki, onu bu haliyle çok, ama çok çok şirin
buldum.
Hem dans ediyoruz, hem anlatıyor: Babasının Texas'da
maden kuyuları varmış. Anası ise damarlarında bir mikta:r
İspanyol kanı taşıyormuş. Kendini Ceınupta yabancı hissetme.
yişinde herhalde bunun da tesiri olacakmış... Derken kollejin.
den, kaptanı bulunduğu base.ball timinden filan bahsetti.
Biyografisini bitirince, bu sefer de resmen flirtation'a
girişti. Dudaklarımın küçümseme gülümsemekten başka işle.
re de yarayabileceği'!li, acaba hiç düşünmüş müyüm?.. Hem
kuZlUU biz Şark kadınları gözlerimizin bu kadar parlak olma...
su için ne yapıyormuşuz?.. Hangi E1iksiri kullanıyormuşuz?
Şaka b1r yana, saçlarımın kokusu yavaş yavaş başım dön.
dürmeğe başlıyormuş. Açık konuşmak icabederse, hani ben
de fena halde ambale olmak üzereyim.

O dans bitti, bir daha. O gitti, bir daha. Artık durma.


ınacasına dönüyoruz. Hem cheek to cheek.
Lulu ile Gillbiln'ü görme. hasetten dudaklarını kemiri.
yorlar. Nükhet şaşkınlıktaın kokteylini yeni yaptırdığı kire.
mit rengi bolerosuna giydi.
Uzatmıyalım, biraz sonra Fred'le birlikte çıktık. Bu da
16 T U S
mesele olmuş ya arkamızdan. Serap, niye bana görünmeden
sıvıştılar, diye söylenmiş. I.Ale ile GUmıur kendilerini ektiğim
için müthiş içerlemişler. Asıl sebep kıskançlık tabii. Sen söy.
le şekerim; Fred'e "Dur, olmaz, gelirken beninı iki taıne de
dame d'honneur'üm vardı onları da beraber alalım," diye.
mezdim ya.
Fred, Akıntıburnu'nda kılğıt helvası aldı,, .daha nasıl ye.
neceğini bile bilmiyor Biz ellerimizde helvalar, mahalle ço.
•.

cukları gibi konuşa konuşa Dolmabahçe'ye kadar geldik. Kö.


pek de peşimizde tabii. Ben Dolmabahçe'de ayrılmak istedim.
Ole seni evine kadar geıçireceğim diye ayak diriyor. !ster
istemez bir taksi çevirdik.
Teknik Üniversitenin virajında first kiss ve ertesi gün
için Tarabya'da randevu.
Ertesi gün Emirgfin'a teyzemlere gidiyorum diye çı(k.
tım. Tarabya'da başba . şa five o'clock.tea. Koruda gezinti. Gök.
yüzünde parıldıyan yıldızlar. Sularda titreşen moonlight. Ve
second, third a:nd more kisses. Fred in aşın derecede ciddi.
!eşmesinden ve sık sık annesinden bahsetmesinden mühim da.
kikanın yaklaştığını seziyorum. Nitekim biraz sonra, heyeca.
nını gizleyemediği biır sesle:
"Darling Will you marry me?" diy.e sordu.
O anclıaı esrarlı bir poz takınıp:
"Perhaps," diye göz mü süzmeliydim, yoksa alaturka
mahalle kızları. gibi yapmacıklı bir tereddütle: "Bir kere an..
ııeme babama danışayım," mı demeliydim? .. EvlAdım, gözle.
rini gözlerime dikmiş, ağzımdan çıkacak kelimeyi öyle bir
bekleyişi var ki...
"But, of course darling," dedim. "Of course I wlll.""
Tekrar nefeslerimiz birleşti. Sonra baktım. Fred mühim
mühim parmağındaki yüzüğü çıkarıyor:
"Bu yüzük, büyilkbabamın büyükanneme verdiği an'ane.
vi bir hAtıradır,'' dedi. "Bak, içinde ne yazılı?"
Çakmağının ışığ·ında şu kelimeyi güçlükle sökebildim:
"Forever."
"Yes forever" ve yüzüğü benim parmağıma geçirerek bir
daha tekrar etti: "Forever."
'Deyzemlerin kapısına kadar el ele yürüdük. Ka.pıda :ı:na...
lfun seremoni ve:
"Good by darling."
" Good by baby, to.morrow morning."
MADE IN U. S. A. 17
Ertesi giln Fred·ıe Raft'ta randevulaşmıştık.
Beraber denize girdik. Gtineşte yattık. Entre-parenthese,
fevkalade atletik bir vücudu var. Yemeğiı onun kaldığl Moda'­
daki pansiyonda yedikten sonra, yuk.a.rı, odasına çıktık. KU­
çük, fakat çok şirin bir oda; gölgelik, denize na.zır. Fred bir
Calvados açtı _hatırlı(Yorsun değil mi, Zafer abidesi filminde
de iki sevgili hep cıaılvados iÇerler_. Evet, bir calvados açtı.
Alev yavaş yav.a§ saçağı sarmaya ba.ı.ılamıştı. Fred'in bakış.
lan birden değişti. Ben de heyecanımı güç zaptediyorum. Bir
ara pencerenin önll!n.e gittim. Fred arkamdan geldi, çenem­
den tutup ba.ı.ıımı kendisine doğru çevirdi. Bir müddet böyle,.
göz göze mıhlanmış gibi kaldık. Sonra püro tütünü kokan ne.
fesini boynumda, yanağımda ve nihayet dudaklarımın üstün.
de hissettim. Sonra... sonrasını bilmem, söylemiye lüzum var
mı?: İri ve kuvvetli kollariyle beni belimden kavrayışı... Bir
yeni gelin gibi havaya kaldırılışım. Ve usulca karyolanın üze.
rine bırakılışım ...
Şaıyet bu bir filimde geçse burada sahne birden değişir.
Yok, romansa eğer, muharrir bu pasajı nokta, nokta ile ge.
çiştirir. Ben de şimdi öyle yapıyorum. Yalnız nokta yerine
yıldız koya.cağım, hem de tam
·
48 tane, Amerikan bayrağında.
ki kadar.
* * * * * * * * * * * * * * * *

* * * * * * * * * * * * * * * *
* * * * • * * * • * * * * * * *

Akşam üstü yedi Wı:t gökten tekrar yeryüzüne indiğimiz


zaman, saat tam sekizi gösteriyordu. Tasavvur et, ikiden
sekize kadar .. E'trafıma bakındım. Hava kararmaya başla.
mı.ştı. Çorıaplarım, blı1zum, sütiy:enim darmadağın bir halde,
iskeıınlenin üstünde.. Ve eteklif;rimin fermuarlı kopçası bütün
bu kalabalığın altında, kocaman açılmış bir ağız gibi çapkın
çapkın gülümsüyor.
Kalktık. Bir banyo yaptık. Fred yolda: "Beni artık ailen.
le tanıştırmalısın," diye dayattı.
"Bir çaresine bakacağım," dedim.
Bizimkilerin haliıni bilirsin. Hazırlıksız götürsem skandal
kopar maazallah.. O akşam valde hatuna hfili keyfiye . ti bi­
raz çıt1atbm. Düşündü, "Ciddi mi söylüyorsun?" dedi. "Çok

F: 2
18 T U Ş

ciddi,' dedim. "Peki ama, nasıl olur, baban ne der?" "Sen


onu ikna edersin." ''İmk.Anı mı var? Sen babanı bilmez mi.
sin?" " öyleyse ben de evden kaçarım.."
Tontonun gözleri yaışarıverdi. Kalktım, boynuna sarıl.
dım. "Sen kızının mes'ut olduğunu istemez misin anne?" de.
diın. "Elbette isterim." dedi. " öyleyse şunu bilmiş ol ki, beni
bu dünyada Fred'den başkası mes'ut edemez." Gözlerini ku.
!"Ulayarak: "Mes'ut olacağını bilsem,·• dedi. "Buna hiç şüphe
etme anne." dedim. "Bak geçen l'ene Amerikan ataşesiyle ev.
!enen Semra bedbaht mı oldu? Amerika'dan yolladığı mek.
tupla.rı sen de okuyorsun." Yine makü! kadındır annem. "Doğ.
ru." dedi. "Bunlar karılannın kadrini biz
. im erkeklerden çok
daha iyi biliyorlar. Ama baban? Taış çatlasa razı olmaz ba.
ban.
Nitekim tahmini gföi de çıktı. Annemden vaziyeti öğ.
renen peder bey bir-ız sonra gözleri dönmüş bir halde odaya
girdi.
"Ne? .. Nas:l ?.. Bir Amerikalıyla evlenmek istiyormuşum
öyle mi?." Hayret, şaşmış kalmış doğrusu. Bende bir nebze.
cik olsun milliyet hissi kalmamış mı acaba?.. Ailede kanı bo.
zuk yokımuş, ama ben nerden çıkmışım böyle?
Ve Arapça. izafet terkiplerinin geçit resmi yaptığı yanm
saatlik, old fashioned, ridiculous bir diskur geçti. Bu arada,
yeni yeni bazı vecizeler de öğrendik. Meğer bir memleketin
"seviyeyi ahlakiyesi" ge.1ç kızların n "etvar.u harekatiyle" öL
çülürmüş. What a m€nt1lity! Şu hale nazaran koca memleke.
tin namusu senin, benim ve bizlerin eteklik kopçalanmıza
bağlı. Görliyorsun ya, ylllardı,r ne kadar dar kafalı bir mu.
hitte yaşamışım? Hitler efendi bile milliyet hissini bdden
bu kadar aşağı düşilrmemi§ti.
Hadi, babam eski kafalı adam fişman .. Ya birader bey,
arkadaşları arasında ileri fikirli ge<;inen, sözümona, Avru.
pada doktora yapmış bu doı;ent beye ne buyurulur? Şimdi
kalkmış: O herif eve girerse, k€•ndini de cnu da yok bil dL
ye külhanbeyi tehditleri savuruyor. Sen söyle şekerim, Unesco
asrında karşıma Haçl; seferi mantalitesiyle çıkan bu kuşla.
ra ben ne cevap verebilirdim? Kös dinledim hepsini tabii. Ge.
ce de bir Lliminal alıp yattım.
Ertesi glin, Fred'e:
"Look darling,'· dedim. "Vaziyet böyle, böyle." Makul
çocuk. •·Ne yapalım öyle olsun," dı�di. "Amerika'dan mektup
MADE IN U. S. A. 19

yazar, barışı<rız."
Ve karar verdik. Seyahat muameleleri tamam oluncaya
kadar kimseye bir şey sızdınnıyacağız. l<,red, "Yarın ne yap
yap, bir ara nüfus kağıdını hıma getir!" dedi.
Askerce bir selam çakıp:
'Allright my ı.ieutenant,' dedim.
"Senin bu sense of humor'un yok mu, en çok ona bayı_
Jıyorum," dedi.
"Hayır, buna da. hepsine de," lı.""nd he pressed his Jips
on my lips. Hem de sokak ortasında.
"Sade ona mı?"
O akşam eve dönünce dehşetli rol kesmeye başladım ben.
Anneme: "İşte ınuradrnıza erdiniz,'' dedim. "Fred'le bozuş_
tuk. Dün memleketine döndü." Annem bayağı müteessir ol­
du. Peder bey pek aldırmadı ama, için için sevindiği belli. Yal_
nız beni kırdığına pişman azıcık. Nerde ise cici kızının önün_
de diz çöküp alaturırn şarkı ağzı ile: "Affet beni meleğim,
seni yok yere kırdım, fu:düm, incittim," diye özür dileye_
cek.
Onları böyle yatıştırdıkt..'m sonra ertesi günü "Şule ile
Atlas'a gideceğiz," diye evden çıktım. Doğru Ayazpaşa'ya
Park pastahanesinde buluştuk. Fred o gün sivil giyinmişti.
Arkas:ndaı gri kruvaze 1::-i r ell:ıise, ayaklarında kahverengi. po­
dösüet ayakkabılar. Nüfus kağıdımı aldı. Muameleye başlat­
mış bile. Hatta on gün sonrası için uçakta yerimizi de ayırt...
mış. Kolkola pastahaneden çıktık. Fred in hemen oracıkta
bir subay arkadaşı oturuyormuş. "Bir uğrayalım," dedi. Uğ­
radık. Adam evde yoktu. Fred, cebinden bir Yale anahtarı çı.
kanp babasın'n evi imiş gibi kapıyı açtı. İçeri girdik. Sağ
tarafta iki kişilik geniş bir karyola, sol köşede ise zarif bir
likör dolabı vardı. Fred dolabı açtı. Bir Calvados çıkardı'. Ha­
ni psikolojide conditioned reflex diye bir bahis okumuştuk
ya, kendimde tecrübe ettiğim için söylliyirum: Son derece doğ_
rıı. Ne vakit Calvados içsek... anlıyorsun ya. Maamafih, o

gün iki saatten fazla kalamadık. Ancak bir sinema seansı ka_
dar.
Akşam yine evde melancholy baby rolilne devam.
Ertesi günü bir saatlik bir kaçamak daha. Fred'in arka­
ciaşı da hiç evde oturmuyor. Yine Calvados v.s... Emiın ol
İ!nci, bu kaçamak honeymoonun heyecanla karışık bambaş_
ka, bir zevki oluyor.
20 '1' u ş

Senin anlıyacağın, biz on gün kadar muntazaman CaL


vados içtik. Nihayet pazar günü elinde kağıtlar uçarak gel­
di. "Yarın gidiyoruz darling," diye sevincinden Amerika vah_
şilerine has dans figürleri yapıyordu. O gün Calvados faslı\..
nr biıraz kısa tuttuk. Maliım ya, uçak dokuzda. Sabah çok
erken kalkmak lazım.
O akşam bendeki numarayı görme. Üç gün sonra gide_
ceğim çaylardan, davetlerden dem vuruyordum. Uzatmıya_
lım. Sabahın beşinde yataktan fırladım. Anneme yazdığım kı­
ıın mektubu masanın üstüne bıraktım. Ve sırtımda pied de
poule tayyörüm, elimde küçük gri valizim "hane_i_pederden"
firar ettim.
Otomobil hava alanına vardığı zaman kalbim midemi bu_
lantlıracak gibi güm güm atıyordu. Baktım", Fred ortalarda
yok. Bira·z ilerde ik� Amerikan subayı konuşuyorlar. Ama
ikisi de navy. Bekleme salonuna yürüdüm, yok. Gümrük gi_
şesinin oraya baktım, yok. Nihayet yüzümü kızdırıp bahri­
yelilere sordum. Tanımıyorlar. Şirketin memuruna gittim.
Adamcağız yolcu füıtesini taradı. H,ay1:r, Fred O'C:mnor is­
minde kimse yer ayırtmamış. Bir de benim ismime bakın de­
dim. O da yok.
Ele ne oldum orda, ne oldum, tahmin edemezsin. Büs_
bütün tle gülünç vaziyete düşmemek. için, "İ.1ltimal ertesi gün
için aldırmış olacak?" dedim. "İhtimal" dediler. Dur dinle
bak, ben ordan doğru Moda'daki paınsiyona. Kadın, "Bir haf­
ta evvel buradan çıktı," dedi. Hadi oradan Yardım Heyeti Ko­
mutanlığına. Beyaz saçlı Major beniı dinledi dinledi:
"Sorry," dedi. "Böyle bir adam tanımıyorum. İngiliz he­
yetinden olmasın?"
"Hayır," dedim. "Halis Amerikalı. Texas şivesile konu_
şuyordu."
Katibi:
"Belki de Gölcük'ten olacak," diye karl'ştı. "Onları biz
bilmeyiz."
"Evet evet, Gölcük'ten," dedim.
Major:
"Siz bir kere polise sorun," dedi. "Nasıl olsa bütün ec_
nebileri1n adresi onlarda vardır."
Oradan çıktım. Ver elini Dörtlüncü Şube. Beni biraz
hımhım konuşan, fad:at gözleri f.ldır fıldır bir komiserin önü.
ne götürdüler. Vaziyeti anlattım. Fred'in başına bir şey gel .
MADE IN U. S. A. 21
miş olmasından korktuğumu söyledim.
Komiser:
"Sizde bu zatın hiç resmi var mı?" dedi.
Taksim'de bir şipşakçının çektiği küçük bir resmimiz
vardı, çantamdan çıkarıp uzattım. Adam bakar bakmaz:
"Bildim," dedi. "Ta kendisi, Texaslı Don Juan."
Odada bulunan biri sivil, öteki üniformalı iki polis de
§imdi masaya yaklaşmış, resme bakıyorlardı. Sivil olanı:
"Demek şimdi hava ordusuna geçmiş," diye güldU.
ÖbürU:
"Bahriye işine gelmemiştir," dedi. "Orda, ancak zırhlı
geldikçe iş görebilir. Halbuki, hava subayı oldu mu, her ak­
lına esince uçuş yapar."
Bunun üzerine sivil olanı daha gürültülü gülmeğe baş.
ladı.
Komiser ona dik dik baktı. Susturdu. Sonra çekmesin.
den pembe bir dosya çıkarıp önüme sürdü.
Ah şekerim, meğer Amerikan üniforması giyip Texas
aksaniyle konuşan o sarışın teğmen, aslında.... İzmirli bir Türk
genci değil miymiş? Hem de tanınımış bir aile çocuğu. İzmir
Kolejini bitirdikten sonra M.T.A. hesabına Tex.as'a gönderil.
:miş. Fakat orada işi serseriliğe vurduğundan, tahsisatını kes_
mişler. Velhasıl böyle avantüriye bir şey. Aynı oyunu evvel.
ce iki. kızru doğru oynamış. Hep te virjin'lere düşkün, anlıyor_
sun ya. Hiç ele geçmiyormuş.
İşte böyle şekerim. Babamla hala barışmış değilim. Şim:�
dilik teyzemde kalıyorum. Fakat sana bir şey söyliyeyim mi,
ne dersin, içimde ona karşı hiç te olması; lazımgeldiği şekil.
de büyük bir kin yok. Pek pişmanlık hissi de duymuyorum.
Bir kere büyük bir şey kaybetmedim. Sonra da He really did
ldss wonderfully.
Neyse. Hep ondan mı bahsedeceğiz? Biraz da başka ha.
herler vereyim. Geçen pazar İlter'lerin kotrasiyle Tuzla'ya bir
piknik yaptık. Öyle eğlendik, öyle eğlendik ki sorma... Ja_
le, Nevin, İlhan, Sumru bermütad oradaydılar. Haberin var
mı, Sitare Paris'ten döırıdü. Bana güzel bir plaj şapkası ge_
tfu'miş. Ben Lıion'da gördüğümüz. o siyah ketenden kendime
bir blüz yaptırdım. Altına limon küfü bir pantalon fenaı git.
miyecek diye düşünüyorum...
(Ve mektup, bu minval üzere birkaç sahife daha devam
etmektedir.) 1950
İKİ KOMŞU

İşin evveliy:ı.tını bilmiyenler, zıddıyetin hindi meselesiy.


le başladığını sanıyorlar. Hata... Fahiş hata. Hindi meselesi
sadece ve sadece bardağı taşJraın damla oldu.
Bunda ilkin Saraylı Hanım haklı görünüyordu. Güpe.
gündüz hindilerini sürüp götürsünler de komşusu, bunu gör.
mesin, bu olacak iş değ·ıldii
"Muhakkak görmüştür," diyordu. "Görmüştür de kas.
paanik, fenalık olsun diye sesini çıkarmamıştır."
Nitekim İfakat Hanım, hırsızı pekala görmüştü. Fakat
görmemiş gibi yaparak hemen sırtını dönüp içeri girivermiş.
ti. Bu itibarla komşusunun teşhisi hiç te yanlış değildi. An.
cak ne var ki, İfakat. Hanım da bunu durduğu yerde yapma.
mıştı. Onun bu hareketini üç ay evvelki tavuk meselesinin bir
misillemesi addetmek çok daha yerinde olurdu. Tavuk kole.
rasn hengamında hastalanan hayvanlarını inadına bahçeye sa.
lan ve böylece hastalııtı zorla İfakat hanımınkilere de bula.ş.
tıran Saraylı Hanım değil mi idi ? Aradan üç ay geçmesine
rağmen İfakat Hanım bunu hala unutamamıştı. Nasıl unut.
sundu ki, iki sanlı yumurta yumurtlayan bu canım Ligorin' _
teri bu yüzden ikişer üçer gün ara ile birer birer helak olup
gitmişlerdi. Bu itibarla şimdi öcünü almış insanların gönill
ferahlığı ile:
"Oh, iyiJ vardım da yaptım. Camm sağ olsun." diyordu.
"Bu yaştan sonra eli'ıleme hindi çobanlığı edecek değil!m ya.
Malına sahip olsaydı da çaldırmasaydı."
Maamafih, yukarıda da dediğimiz gibi, bu sadece bar.
dağı taşıran damla oldu.
Es.asen yıldızlan daha ilk gününden barışamamıştı.
İfakat Hanım ne kadar cimri ise, Saraylı Hanım o de.
rece müsrif... Birinin başı seccadeden kalkmaz, öbüründe
namaz niyaz hak getiıre.. Boyları posları bile taban tabana
zıttı. İfakat Hanım ufacık tefecik, tostoparlak, köstebek ın.L
sali, bir hatun kişi... Saraylı ise inadına uzun kametli, göz.
!eri ıııı.ııı. slirmeli, miiteazzım bir Çerkez eskisi...
İfakat Hanım iptida yeni komşusunun kendi yaşında
İ K İ K O M Ş U 23
olmasına rağmen, hala dimdik yürUdügiinü , romatiızmadan, sL
yatikten, bel ağrılarındaın şikayet etmediğine bakarak, onun
sıhhatini luskanmıştı. Saraylı ise, kendisi kira evlerinde sü­
rünürken, İfakat Hanıım gibi alelade bir kadının ev.bark sa..

hibi oluşuna içerledi.


İfakat Hanım, yine hatır sayıp, hoşgeldin'e gitmişti. HaL
buki beriki, onun bu ziyaretini iade etmedi. Esasen onun
adeti idi : Sarayda·n yetişmemiş kimselere pek yüz vermez,
Şehirli dediği bu turfa kalabalığı küçlimsediğini her haltyle
belli ederdi. Üstelik rejimin de barışmaz bir düşmanı idi.
Eski günlerin hasreti içinde yaşadığından olacak, ikide bir :
"Ayaklar baş oldu, başlar ayak oldu," diye cinaslı laflar
eder. hatta pek kızdığı anlarda b üyüklerimizi _haşa sümme•
. haşa_ görmnnişzadeler diye vasıflandırdığı bile olurdu. Bu
kanaatte bir insanın İfakat Hanım gibi bir bevvap kansını
alıp satmıyacağı gayet tabii idi.
Halbukl İfakat Hanım, inadına alçakgönüllü bir kadın­
cağızdı. Bu itibarla onun bu övünmelerine fena halde tutu_
!ur, bazen arkasından:
"Tafran kime a deli Çerkez, ' diye söylenirdi. "Sultan
Reşad'ın eline altın ibrikle su dökmüşsün de ne olmuş san.
ki. Yok sarayda şöyie yenirmiş, böyle eğlenilirmiş. Ge:;ti Ha.
mm o günler. Devir şimdi Devr-i.Cumhuriyet."
Maamafih bu, işin sadece ideolojik cephesi idi. İkı ayrı
dünya görüşünün mümessili oluşları aralarındaki gerginliği
tevlid eden sebeplerden yalnız birisi, belki de en ehemmiyeL
:>izi idi. Asıl çekememezlik çok daha şümullü, çok daha derin
sebeplere dayan·:yord.u. Bilmem k i nasıl anlatayım, kıskançlık
bu iki ihtiyarda adeta a prlori olarak mevcuttu. Hal böyle
olunca günlük hayatın en basit vak'aları arasından ·ou ih.
tırasl:ırım körükliyecek bahaneler bulmak, yoksa dahi icat
etmekte güçlük çekmiyorlardı.
Mesela, saraylının bahçesinde iri iri Sultan Selim incir.
!eri vardı. İfakat Hanımın bahçesinde ise iki mozaltak ayva
ağacından başka bir şey yoktu. Aksi gibi İfakat Hanım muan_
nit inkıbazdan muztarip olduğıından, peklik verir diye ayva
yiyemiyordu. Diğer taraftan poliklinikteki doktor kendisine
her sabah .aç kanuna incir yemesini tavsiye etmişti. Şimdi
Saraylıyı ne vakit ağacın dibinde incir soyarken görse, ku.
durur, sanki inkıbaz çekmiyenlerin incir yemeleri harammış
gibi :
24 T U S
"İnadına yapıyor. İnan olsun bana inat yapıyor," diye
tuttururdu.
"Size öyle ge�yor İfakat Hanım," derdim. "Niye inat
yapsın ? Bahçesi değil mi ? Elbet yemişini de yiyecek... SU!
bakmayın efendim. Aldırmayın, alakadar olmayın."''
Dinlerdi sözilmU uysal kadıncağız... Dinlerdi ve birkaç
gün için rahat ta ederdi. Fakat üç gün sonra başka bir ba.
hane ile yeniden kaamete kalkardı. Ee... Her gün de Aleme gül.
IAbicilik edilmez ya...
Ben nasıl onu teskin edersem, Allah sel&net versin, Ha.
cı bey de Saraylıyı yatıştırmaya çalışır:
"Hanımlar, itmeyin eylemeyin. Komşu beyninde müna.
zaa iyi değildir." diye nasihatler ederdi. Fakat dedim ya,
Saraylı da öyle hala yola gelir takımdan değildi.
Soğuk harp bu minval üzere süriip giderken, yukarıda
anlattığımız hindi meselesi patlak verdi. Si:t bu M.diseyi, har.
b� artık göze almış !ki büyUk devletin basit bir hudut mese.
lesini vesile ittihaz edip aralarındaki siyasi münasebatı ta.
maınen kesmelerine de benzetebilirsiniz.
Harbin fiilen başlaması ise seçim günlerinin arifesine
rastlıyor.
14 Mayıs'tan galiba birkaç hafta evveldi. İfakat Hanım
o sabah domates fidelerini sulamış, turfanda hıyarlarını ko.
parmış, bahçeden içeri giriyordu. Tam o esnada Saraylı Ha.
nımın, elinde bir Cumhuriyet gazetesi, merdivenleri Meta ko.
şarak çıktığını gördük. Saraylı Hanım ? Gazete ? Koşmak ?
Bunlar sık sık bir araya gelen mefhumlar değildi. Nitekim
İfakat Hanım da benim gibi bu işte bir bity.eniği sezmişti.
Çok geçmeden mesele anlaşıldı: Saraylı hanımın Lise mU.
dürü olan damadı Şark vil.Ayetıerinin birinden Halk Partisi
adayı gösterilmiş.
İfakat Hanım bu kötü haberi duyduğunda ben yanında
idim. Evvela mosmor oldu. Sonra mendilini ısırdı. Bu da bi.
tince açtı ağzını, yumdu gözünü. O halim.selim, namazında
niyazında hatun kişi on dakikaının içinde bir ifritleşsin, bir
şirretleşsin ? .. Meğer ne küfürler de bilirmiş ? öyle bir veriş.
tiriyor ki, Millet Partis� hatipleri yanında hiç kalır. Dünyada
adam m ı kalmamış ? Halk Partisinin de şeflerinin de aklıııın
turp sıkasıymış. Saraylının damadı da muhakkak Saraylı gi­
bi padişah taraftarı olacakmış. Hemen şimdi gidip polise ha­
ber verecekmiş.
I K ! K O M S U: 25

"Kendine gel İfakat Hanım," diyorum. "Tansliyonun var,


kendini düşün."
Gece yatısına bir de akrabası vardı, misafir.
"Susun teyzeciğim, diyor. "Bir duyan olsa maaşınızı ke.
serleT maazallah.'"
İfakat Hanım çılgına dönmüş, maaşı bile alıp sattığı
yok. Söylendi söylendi, tam iki saat içini boşalttı. Artık ser­
mayesini tüketmiştir diye düşündük. Ne münasebet. Ertesi
sabah yine böyle. Hatta işi daha da azıtıp komşu kOiffi§U, so.
kak sokak dolaşıyor:
"EvlAtlarımzın başı için, kocanızın, babanızın başı için
reyinizi Halk Partisine vermeyin," diye yırtınıyor. Ama Sa.
raylı Hanımın damafü Şarktan aday gösterilmişmiş, o kada.
rına aklı ermiyor. Halk Partisine karşi o kadar kızgındı ki,
tnönü'nün beyaz treni bahçeni!ll önünden geçtiği ve bakkal
çakkal bütün Erenköy halkı yollara döküldüğü halde, İfakat
Hanım pencereye bile çıkmadı. İnadına mutfağa inip sarmısak
ayıkladı.
öte yandan Saraylı Hanım dört yapraklı. gül olmuş,
Gör:mıemişzadeler diye yerdiği iktidarın müthiş şakşakçısı ke.
silivermişti.
Seçim günler� yaklaştıkça iki komşu da propaganda faa.
liyetini büsbütün arttırdılar. Hele İfakat Hanım, çarşı.pazar
demiyor, her yerde nutuk çekiyordu. Bizler işin sonu neye
varacak diye beklerken, bir perşembe sabahı kadıncağızı karga
tufomba eve getirdilı::r. Gözlerini açıp tek kelime konuşamı.
yordu. Enjeksiyon, kan alma, 'hiçbir şey para etmedi. Dok.
tor başını kaşıyarak :
"İstanbul'dan torunlarını çağırtın," dedi. . Ve yapacak işi
kalmamış bir insan gibi çekilip gitti.
Kanu.komşu ba§ucunda bekliyorduk. Akşama doğru bir
ara gözlerini açtı :
" Kazanabildi m i ? " diye sordu.
"Hayır,'" dedim. "Kazanamadı. Halk Partisi külliyen
kaybefü."
Ne dersiniz beyl er. İlacın, doktorun yapamadığını bu iki
kelime yapıverdi. Kadından bir ter boşansın, bir gözü açıl.
sın.
üç giin sonra. sapsağlam ayakta idi.
Diyeceğiım, demokrasinin böyle meçhul mücahitleri de
var.
T U S

Maamafih, İfakat Hanım, tok gözlü kadındır. Bu hizme..


tinin mUkAfatıını ödetmek aklıttıa dahi gelmtyor. Hükümet..
ten ne mebusluk, ne de vekillik istediği var. Strasbourg Kon­
seyi delegeliğinde, devlet müteahhitliğinde, şehir meclisi aza­
lığında. da. gözü yok. Onun istediği iki satırlık bir kağıt. Üs­
tünde Demokrat Parti başlığı olacak, içinde de hizmetlerini
öven iki satırlık bir yazı. Postacı bunu mahallelinin önünde
getirip ona vermeli, o da Saraylıının evine bakarak şöyle bir
övüne övüne gerinmeliı. İşte bu kadar ...
Demokrat Parti ricali umarım ki, bu hiınuneti esirgemez_
ler. Biliyorum; onlar şimdilik İfakat Hanımın duasına muhtaç
değildirler. Fakat bilinmez. Gün olur...

1951
E L L E R

Kim söylemiş, bilmiyorum, eski filozoflardan biri, mak.


rokosmos'lu, mikrokcsmos'lu bir laf etmiş: "İnsanoğlu," diyor,
"nasıl kainatın küçük çapta bir modeli ise, insan eli de öy.
lece insan ruhunun bir örneğidir."
Şu hale göre el ayası hem iç dünyamızın bir aynaı:n, hem
de cümle kainatın küçük mikyasta bir haritası oluyor. Doğ.
rudur da. Aksi takdirde elden kadeı: okumayı nasıl izah ede.
ceksinizı Elden insana, insandan yıldızl·ara ve dolayısiyle ge.
leceğin sırlarına atlayıvermek. bana oldum olasıya normalüs.
tü bir sezgi işi göründü. Bundan ötürü, falcılara karşı daima
korku ile karışık bir saygı besl€mişiındir. Ancak ne var ki,
falcıl,arın yan·nda öbür el sarraflannı, bilfarz cldivencilerle
manikürcüleri ve bilhassa gişe memurlarını yabana atmamak
gerek.
Ben vaktiyl� Kandilli iskelesihdc ihtiyar bir gişe meıınu.
ru tan:•dım. İnsanın eline bakıp cinsini, cibilliyetini, yaşını ve
mesleğini, hatta ge<;mişini geleceğini şıp diye teşhis ederdi .
Gişe deliğine uzanan eli şöyle, gözlüğünün üstünden bir süzüp :
"Bu Ermeni elidir,' derdi.
"Şu çocuk muhakkak tornacı olmalı."
"Hey ınore ınoreı, bak şuraya, bahçıvan eli demişler bu.
na."
Hiç unutmam bir keresinde :
"Şu kan çengi değilse bileklerimi keserim, " demişti.
Parayı uzatan parmaklara bal$:.t.ım : Hiç kıpırdamadıkları
halde sanki şıkır şıkır çiftetelli oynuyorlardı.
Ellerin de susup koni.ıştuğrarn, gülüp ağladığını, kızıp
homurdandığını ben ondan öğrendim. EUerin de dalgını olu.
yormuş meğer. Onlar : n da cömerdi ve nekesi, naziği ve nob.
ram, iyinıseri kötümseri var. Eller gösterdi ki, hep almaya
alışmış; eller var yine, sırf vermek i çin yaratılmış.
Stajını ilerledikçe ben de denemeler yapmaya başladım.
dı : Avuçları cevizden kararnnş, parmaklan siyilli bir çocuk
eli gördüm mü :
"Bu çocuk bir ilkokul talebesidir," derdim. "Bu eller tı.
28 T U Ş

çurtma yapar Zeynel Amca, at kılından olta yapar, ökse ku_


rup iskete avlar. Daha daha . . . Solüsyonla lastik yamar. Giz..
1i gizli kumar da oynar belki . . . Ne dersin ?'"
Zeynel Amca, gözlerinde taıebesile övünen hocala.nn o
gururlu parıltısı :
"Aferin evl§.t," der. "Var sende bir şeyler. Olacak ya.
vaş yavaş .. "
Cesaret aldım ya:
"Bak bak," de<l�m, "şunlara bak hele. Bunlar hamarat
eller Zeynel Amca, işten kızarmış eller bunlar. Bunların sa..
habısı Unımelill bir macir kızıdır. Kocası doksan lira aylık.
lı bir bahriye gediklisi olacak _ neden deme öyledir işte. _
Çünkü bu kız esmer erkekten hoşlanır. Kocasına hem esmer
diye, hem de tersaneli diye varmıştır. _Gül sen istediğin ka.
dar-. Bir de pembe yanaklı çocukları olmalı. Bu tazecik iş.
te oncağızı emzirir. Erkeğinin gümleğhıl ütüler, beyaz ünL
formasını çitıler. Başka başka. . . tahta uğar, masıra sarar, çok
da güzel dolma yapar. Oldu mu ?"
Zeynel Amca gil ler ama, oldu demeye bir türlü dili var.
maz. Faraziyenin bu kadar dallı budaklısı onun i lim adamı
vicdanını bayağı bayağı rencide etmiştir. Zira, o, bu işi ilim
haline getirmiş adamdır. Ve bu sıfatla sağlam müşahededen
ayrılıp uçan fantazinin kanadına takılandan pek o kadar ha.
zetmez.
Diyeceğim ; bu huy bana ondan geçti. Fakat zamanla
işi daha da azıttım. Şimdi bir el görmez miyim, sapık mu.
hayyelem ağaca tırmanmış bir kedi misali, daldan dala sıç.
rar durur. Mümkünse yakala da indir aşağı.
Vapurda karşımdakilerin elleriıne bakıp faraziyeler ku_
ruyor, sonra yüzlerine bakıp bu faraziyeleriı kontrol ediyorum.
Şaka maka, insanı: deliliğe götüren yollar çoğu zaman böyle
ehemmiyetsiz görünen patikalardır.
Bırak,malı, vazgecmeli. Fikri sabit haline gelmesini ön.
lemeli.
Bırakmıştım da. Bırakacaktım da .. Nitekim kaç zaman.
dır toplu yerlerde başımı hiç kitaptan kaldırmıyordum.
Fakat o eller, kaderin Kadıköy vapurunda karşıma çı.
kardığı o şaheser eller, insanda tövbe mi bırakıırdı.
Ilık bir Temmuz. sabahı idi. Hani bazı gllnler olur, o sa.
bah yataktaın· bir hafif kalkmışsınızdır. İçinizde sebebini bil_
mediğiniz bir neş'e, dudağınızda yıllar boyu unuttuğıınuz bir
E L L E R 29
beste, sokaklara fırlamışsınız. Gökyüzü mavi, m.asımavidir.
Zihniniz bulutsuz ve berrak. . . Ne bir gUn evvelin tortusu, ne
bir gün sonranın kaygusu. Oh, yaşıyorsunuz. Yaşamak hoş
şey. . . Yaşamak tatlı . Bir gülüş, bir saç perçemi, bir soket, ne
bileyim ben, havalanan bir etek, yanıını:.::dan geçen bir kadının
rüzgarı, her şey, her şey, sizde o sabah binbir ihtiras uyan­
dırabiliyor.
İşte böyle netameli bir sabahtı. Kadıköyü'nden kalkan
dokuz elli vapunında yer bulamamış, alt kat salonun dışın.
daki tahta sırada ak sakallı bir ihtiyarla başörtülü brr kadı­
nın arasına sıkışmıştım.
Lodos desem lodos değil, bir acayip rüzgar esiyordu. Si­
garamın dumanı bazen geriye geriye, bazen de gittiğimiz is.
tikamete doğru uçuyor. Ben buna bakıp şaşarken, yanıbaşı_
ınızdaki lüks kamaranın penceresinden beyaz eldivenli bir dir.
sek uzandı. Ve kadınlara has o beceriksiz kol hareketi ile
denize bir kağıt attı. Yahut atmak istedi. Zira kağıt bu gü_
zel elden ayrılmak istemiyormuş gibi bir parmaktan kurtul_
dukça öbürüne yapışıyordu. K'adın sinirli sinirli parmakları­
nı silkeledi. Ve sonunda, kağıdı denize uçurdu. Bu bir kes­
tane şekeri yaldızı idi. Döne döne önümden geçti. Küpeşte_
nin ıslak demirini sıyırıp yavaşça köpüklü suların üstüne
kondu. Sonra ufaldı ufaldı, ta gerilerde kaldı.
Tekrar pencereye baktım: Kadının parmakları pervazın
kenarında trampet çalıyorlar. AI gözünü oradan alabilirsen.
Her halde sarışın olacak. E1divenin bittiği yerden zambak gi_
bi beyaz bir kol çıkıyor. üstünde sarı sarı, parlak parlak ay_
va tüyleri.. Uzansam dokunacağım. Fakat ters tarafa otur­
duğıından yüzünü görmek mümkün değil.
Birden tövbemi hatırladım. Hayır bakmayacağım. Ner-
de benim kitabım ?
Yanıttndaki ihtiyar:
"Bir şey mi söyledin evlat ? " dedi.
"Hayır," dedim. Utandım. Adam tuhaf tuhaf yüzüme bak.
tı. Kitabımı açtım. Bakalım Goethe ne diyor:
Felsefi spekii.lılsyon Alınanlar için umumiyetle t,ir engel
oluyor. Çünkü 90ğu zaman üslOplanııa nıücerı,et, anlaşılmnt:,
bitip tttkeıunek bilmez boş ve lüzum.'luz şeyler kanştıpyorlar.
Bazı felsefe çığırlarma daldıkça daha kötü ..•

Başımr kaldtrdım. Gökyüzü masmavi gülüyor. Vapurun


ta yanından kanatlarım suda çırparak bir martı sürüsü geç.
30 T U Ş

ti. 801 gözüm hala kaçamak peşinde. Oldu mu şimdi olanla r !


Kadın eldivenini çıkarıyor. İki dirseğini pervaza dayamış, beL
l i ki şimdi ayağa kalkmış. Bu arada altın sarısı saçlarının
şöyle bir . çakış söınüşünü farkeder gibi oldum. Teşhis doğ­
ru, sa?'lŞ'il'lmı ş . A h �u namussuz perde. Uzansam yüzünü de
göreceğim. Fakat al{ sakallı ihtiyar ne der, yanımdaki baş
örtülü kadın, onun yanındaki jandarma onbaşısı ne derler.
Kadın, eldiveninin parmaklarını birer birer çekip gevşetti.
Kalbim küt küt vuruyor. Dirseğ·e kadar varan güderi eldiven
ağ"ır ağır, ralaill ti bil' filimdeki gibi ağır, aşağı kaydı, geldi,
tam bilek nahiyesinde durdu. Saçların yeniden dalgalanmasın­
druıı ve pencerede japone kollu nefis bir omuz başının belirme­
sinden kadının b:ııJı nı çevirdiğini ve geride b i rine cevap yetiş_
tirdiğini runladım. Şimdi lafa tutmanın sırası mı birader.
Eldivenli kadın .
"Rio'nun havasını siz bana sorun" diyordu. "İlk senesi
öldüm öldüm dirildim."
Buğulu bir ı;esi var. Ben böyle sese biterim. Bu ses, tek
kelimeyle insanı mahveden sestir. Bu ses, yatak odası mah_
murluğwıu bütün gün üzerinde gezdiren sestir. Çok az ka­
dında oluyor Jrn. Biı" kere Marie Bell'de dinlemiştim. Benli
Belkıs'ıınki de az buc;uk öyledir.
Kadın yarı döntik. konuşulanı dinliyor. Eldivenini çı_
karmakta olduğunu sanki unutmuş. Hat··rladı. Döndü. Biraz
daha çekti. İlkin narin bir bilek, pırlantalı bir kol saatinin
çevrelediği ince kemıkli bir bilek ortaya çıktı. Sonra eldL
Yen orayı da aşıp yer yer taze damarları gör(;:.ıen şeffaf, bem_
beyaz b i r elin üz.erinden kayıp parmak köklerine kadar gel­
di. Ay bir içim gıcıklansın . . . Sanki önümde bir kadın soyu_
nuyor. Çekin şunu han ınefendi, çıkarın Allah rızası ıçın.
Çekti nihayet. Vt manolya gibi beş nefis parmak pencere•lin
kahverengi pervazında güneş gibi parlayıverdi. Nasıl oldu da
c sırada etrafa taze bir muz kokusu yayılmadı şaşarım.
Bu ,el değil, bambaşka bir şeydi. Etrafı adeta bir hale
ile çevrili, bembeyaz, göz kamaştırıcı bir cisimdi bu. Btuıa ba_
kan bir dinsiz'. derhal imana gelebilir, bu eli gören bir manav
hemen şair olabilirdi. Bu el öylesine mükemmeldi. mükemme_
liyetin ta kendisi. son zirvesi idi. Onu anlıyablmıek için, Ka­
dıköyü'ınden kalkan dokuz elli vapurıuıun penceresinde gör­
mek ve tesiriyle benım gibi allak bullak olmak lazımdı. Geri­
si lafu güzaftı. Anlatılamazdı. Anlaşılamazdı.
E L L E R 31
Kadının parmaklan şimdi, uzun zaman yorganın altın­
da kalmış genç kız bacakları gibi yaramaz yaramaz tepini_
yor, şehvetli şehvetli greriniyot, velhasıl beni çıldırtmak için
ne lazımsa yapıyordu.
"Aklın yine raydan çıkıyor oğlum," dedim. Bereket, bu
sefer yüksek sesle düşüınmemiştim. Yoksa, yanımdaki ihtiyar
tam notunu verecekti.
İnsanüstü bir gayrct1e tekrar kitabı açtım :
Bazı felwfe çığırlanna . felsefe çıgırlarına daldıkça da._
. .

ha karanlık .. karanlık . . . �·azıyorlar... Böylece Schiller''in üs­


.

lftbu _ne olmuş Schiller in üslübu_ felsefeyi b•rakır bırakımı�


biittiıı güwlliğin••·· güzelliğine ve canlılığına kavuşuyor.
Kavuşsun bakalım ...
Ahırkapı önlerin.� gelmiştik. Rüzgar perdeleri uçuru­
yordu. Lüks mevkiin penceresiındc yine kelebek çırpınışına ben_
zer bir kıpı.rdanış oldu. Kadın, üşümüş olacak ki, pencere_
yi kapamaya uğraşıyor. Kollarını hava.ya kaldırdığından tat­
lı bir uçurum gibi esneyen koltuk al tlarını olanca haşmetiy.
le, hatta güneşte parlayan iki küçük ter damlacığına kadar
bütün teferrilatiyle gördüm. Kadın, kolları havada, bir müd­
det uğraştı. Yukarı kadar çıkardığı pencereyi bir türlü kapa­
tamzyordu Sonra arkadan bir adam seğirtti. Ve kalın par­
maklı maymun kadar kıllı iki iri pençenin pervaza yapışıp
pencereyi suratıma bir kapı çarpar gibi hızla kapadığına şa_
hit oldum.
O anda içime bir gurbet acısı çöktü. Tekrar kitaba dön­
düm. Okuya mıyorum. Muhayyilemin zembereği boşanıvermiş
bir kere . . .
Bu eller becerik11iz eller diye düşündüm. Baksana yal­
dızı atamadı, pe::ıcereyi kapıyamadı. Bu eller iş için değil,
sevilip okşanmak. öpülüp koklanmak için yaratılmış. Bu el­
ler fondan kutusuna dalar beyim, kıestane şekeri kutusuna. da­
lar. Bunlar Marköz kapamalı, spor otomobilin volan'ma kon­
malı. Her halde hariciyeci karısı olacak ? Dünya görmüş, ha­
linden belli. Kocası ( R) !eri, "ğı" konuşur muhakkak. Adı
ya Afif'tir ya Bi.ilent'tir, ya Muvaffak. Hayır, Ali Rıza. ola_
maz. Gıyasettin de olamaz. Taş çatlasa olamaz. Bu isim­
de dostları bile yoktur onun. Bu kadın, Rio'luk kadın, Rivie­
ra'lık kadın. Bu kadın, kir tutmaz kardeşim, ter de kokmaz,
regl bile olmaz ne diyorsun sen. Yasemin gibi kokar par­
maklarının ucu. Kravatımı bağlamaiı bu parmaklar beınim.
32 T U Ş
Kravatımı bağlarken de arada bir boynuma, çeneme, yüzü.
me dokunmalı. Yüzüme gözüme sürsem bu elleri, koklasam
koklasam, dudaklarımda gezdirsem, avucumda sıksam . . GU.
vercin göğsü gibi sıcacık tır, yumuşacık. .. Avucumda i:ken bi.
le her an kaçacakmış gibi oynak ve kaypak. Parmaklarımı
onunkilerin .arasına geçirsem, bir mengene gibi sıksam, sık.
sam, sıksam. "Ay, canımı. acıtıyorsun ama," dedirtinceye ka.
dar sıksam. Sonra acıttığım yerleri öpüp ovalasam, o bitin .
ce bileklere geçsem. . .
Hamal gibi bir herif, ıııasırıma basarak geçti. Y.anım.
daki ihtiyar bavullarını kaldırıyor. Ne çabuk gıeldik, ne va.
kit yanaştık ?
Rio'lu dilber ne oldu diye uzanıp içeri baktım. Yanın..
daki kadınla konuşa konuşa. birinci mevkiye doğru yürüyor. ..

Acaba nereye gider şimdi ? .. Doğru Beyoğlu'na çıkar mulı:ak.


kak. önce Lebon' a girip dişçisinden randevu alacaktıa-. Son.
ra Necmi Rıza'ya uğrar, yazlık emprime bakar. Bir de el.
div,eııciye uğrasa, el divencmin de tezgahtarı ben olsam. O
şeffuf, o sıcak, o yumuşak parmakların birbir ölçüsünü al­
sam. Yahut, manikürcü olmalı . . .
"Ağabey ! "
Ağabeyi, kardeşi, amcasının oğlu, akrabası bir şeyi ol.
sam; o eli her gün görsem, tutabilsem.
"Ağabey, senden mi düştü bu ağabey ? "
Çocuğun biri omuzumu dürtüklüyor. Döndüm. Göster.
diği tarafa baktım. Gözlerinle inanamıyorum: ELDİVEN', O.
NUN ELDİVENİ ! . . Evet, beni zıvanadan çıkaran o beyaz el.
diven1erin bir teki orada, yerde, pencerenin tam altında, ne
olduğu belirsiz bir şekilde sükltim püklüm: yatıyor. Camı
kapamaya uğraşırken düşürmüş olmalı. Gayri ihtiyari el.
divenin üstüne atıldım . Ve heyecandan bana b ile yabancı ge.
len boğuk bir sesle:
"Beninı. ya. Tabii benim ! " diye haykırdı m. Çocuk bel.
ki arkamdan deli demiştir. Ne dediyse dedi. Kıyırietliı hazi.
nem cebinıde, ben, arkama dahi bakmadan kalabalığın içi.

ne karışıverdim.
Sanki arkamdan kovalıyorlardı. Bir el sanki her an o.
muzuma yapışmak üzere idi ... İskeleye çıkar çıkmaz önce
sağa, sonra sola yürüdüm. Utanmasam, şüpheyi uyandıraca.
ğımdan korkmasam tabana k uvvet koşacaktım.
Daireye g,eldiğimde koşmuş gibi soluyordum. Terimi si-
E L L E R 33
lip masanın başına geçince ayniyat şefi, bendeki fevkalade_
liği sezdi :
"Allah versin Daniş bey, ' dedi. "Gözlerin pek parlıyor
bugün. Sende bir şey1'2.r var, anlıyalım.' '
Kendimi tutamasam:
"Var ya zahir. Eldivenim var benim, eldivenim," diye
bağıracaktım.
Eldıveni o gün, bütün gün, sol avucumdan bırakmadım.
Oradan sol koluma, kolumdan da bütün vücudınna ılık, ılık,
bir dişi vücudun mahrem sıcaklığı gibi şehvetli ve sarhoş
edici bir şeyler yayılıyordu. Odada yalnız kalınca eldivem
hemen cebimden çıkarıyoı-, cteı iye sinmiş o iç gıcıklayıcı ko_
kuyu ta genzime kadar çekiyordum. Hatta bir iki defa ağ_
zındaııı üfürüp şişirdim de. O zaman içi doluveriyor, kad nın
kolu sanki dirseğine kadar önümde canlanıyordu . . .
B i r hafta, iki hafta, ü ç hafta, dört hafta, bir balayı ne­
şesi içinde hep o eldivenle dolaştım durdum. Ve karısını dost_
!arına tanıtmakta gı'2.cikmiş dalgın bir damat gibi, ancak bir
ay scnra Zı:öynel amcanın dükkanına uğramayı akledebildim.
Zeynel amca tekaüt olduğu:ndan beri Üsküdar'da oturuyor,
oğluyla beraber thsaniye'de bir bakkal dükkanı işletiyordu.
Kapıdan girer girmez eldiveni mermer tezgahın üstüne
attım :
" Buna ne buyurulur üstad, dedim. Söyle ne buyurulur bu
muz gibi ele ? "
Gözlüğünün üstünden bü· eldivene, bir b ı m a baktı. Son­
ra yınnuşa.k deriyi itina ile parımak uçlarmdan tutup hava_
ya kald:rdı. Evirdi, çevireli. Tezgahın üzerillıe yaydı, devşir_
di, yine yaydı. Burnuna götürüp, o kibar, uçucu ama, yine
de iç bayıltıcı kokuyu derin derin t,eneffüs etti. Sonra :
"Halis muhlis kibar orcspu, ' diye kestirip attı.
"Halt etmişsin s2:n,' dedim. "Hallediyorsun artık sen.''
Ağzımdan çıkanı kulağım işitmiyordu. Kan tepeme çıkmıştı.
O anda kalbini kıracak b\r şeyler daha söyliyebilirdim. Be­
rıeket kendimi tuttum, ve eldivenimle beraber, keındimi soka_
ğa attım.
Sağ olsun, �yicc bunadı artık. Sade bu eldiven mesele­
sinde değil, konuşurken de hep aynı şey. Bütün güzel kadın­
ları orospu, biraz varlıklı erkekleri de hırsız yapıp çıkıyor.
1950
F: 3
BİR ÇUVAL İNCİR

- Hakir, o tarihte, İğridere tahrirat katipliğinden yeni


tekaüt edilmişim. Refika, valide, iki kerime kaldık m1 biz
iki bin kuruş tekaüt maaşına ? Akraba taallük.a.t, "Git bir
kere Mükerrem beyi gör! " dediler. Mükerrem bey, malümu
filiniz, o devirde henüz pek gözde idi... Acar motöriyle tenez..
zühü bahri mi yapılacak, o herkesten önde... ÇOOkaya köş..
künde ziyafet mi çekHiyor, o da hazır ve nazır... Min gayri
haddin kendisiyle akraba: olurum bendeniz. Hem uzak da
değil, kardeş torunlarıyız. Valide arada süt olduğunu da söy_
lüyor. Uzatmıyalım, biz kırdık sardık, soluğu Ankara'da al­
dık. Kendisine vaziyeti evvıelce tahriren bildirmiş olduğum
bacanağı Azmi bey bendenizi garda karşıladı. Derhal biır
taksiye rakiben Büyük Millet Meclisine yollandık. Tesadüfe
bakıın:z. Mükerrem beyefendi de içtimadan henüz çıkmış, o_
tornobillerine yürüyorlar. Hakir'i görür görmez tanıdı:
"Nasılsın bakalım Şerafettin bey, ne filemdesin ? ' diye
istüsarı hatırda bulundu. Hatta, "Sen ne biıçim akrabasın
yahu ? Ayda alemde bir olsun insanı aramazsın," yollu bir
miktar sitem dahi etti. Bilistifade işi açacak oldum.
"Biliyorum, biliyorum," dedi. "Azmi, bana meseley� an­
lattı. Bir şey yap,acağız. elbet... Ancak görüyorsun ya, bugün
fevkalade mahmulüm. Daha iyisi sen yann, baına eve gel,
olmaz mı ? "
Ertesi sabah, hiç unutmam; lapa lApa kar yağıyordu.
Ankara'nın ayazı d'.l. insanu bir kesiyor beyefendi. Yemeği
Azmi bey kardeşimizde yedik. Yemekten sonra, sağ olsun,
Azmi beyin ı'sınırız mülii.hazası ile sunduğu kanyakları da
bir güzel mideye indirdik ve ancak üçe doğru Mükerrem bey­
efendinin Yeınişehir'deki kaşanesine varabildik.
Bir de salona girelim ki, bir sürü ricalı devlet oturmuş,
yamnlik ederler. Biz de kapının dibine iliştik. Azmi bey ya_
vaşça kulağıma fısıldadı : Köşede oturan beyaz saçlı zat, za,_
m,a.nın maarf vekili ( . . . . . ) beyefendi imiş, onun yanındaki
Türk Tarih Cemiyeti Reisi ( . . . . . . ) beyefendi:, beri yandaki
BİR çuVAL İNCİR 35

Riyaseti Cumhur Seryaveri bilmem kim bey ve da.ha birta­


kım zevat� kiram.
Sahibi hane bir ara dışarı çıktığında, yanınıdaki nıebu­
suın bendenizi birisine benzeteceği tuttu. "Hayır, ben o de..
ğilim,'' dedim ve bu vesileden bilistifade, hazır vekiller ve
mebuslar da, orada ilren. belki bir medar olur düşüncesiyle, is.
mimi cismimi, sebebb ziyaretimi aıiz amik anlattım. Maruza.
tımm sonunda da Miikerreıını beyefendinin yakın akrabası bu.
lunduğumu ilave etmeği unutmadım.
O sırada elinde taş basması bir kitap, içeri giren Mü.
kerrem bey bu son söz1eıimi duymuş olmalı ki:
"İlahi Şerafettin bey, akrabalığı: da nereden çıkarırsın ? "
demez mb ? Ne hale geldiğim bir tasıa.vvum buyurulsun. O
demınk i mebus da şimdi bana bakıp kıs kıs gülüyor... Tab'an
asabiyülmizacınndır zaten. Siz buna yalancı mevkiine düşme..
nin hicabını ve biraz evvel Azmi bey1erde mebzulen içtiğimiz
kanyakların sui tesiratını da ilave buyurunuz. Kendimden ge.
çip :
"Beyefendi," diye nida etmişim, "acaba bilmiyerek hila.
fı hakikat bir şey mi söyledim ? Bendeniz Adapazarı eşrafın.
dan Abaza lakabiyle maruf, Çerkes Ali Rıza beyin hafidi de.
ğil miyim ? ''
"Olabilir.'·"
"Zati devletleri de gerek ciheti pederden ve valideniz
•.

hanımefendi pederinizin amcazadesi olmak hasebiyle. gerekse


ciheti maderden aynı Çerkes A,li Riza beyin hafidi bulunmu.
yor musunuz ? "
Herif bul sefer de:
"Haşa sümme haşa. Benim soyumda Çerkes yok." diye
feryat .etmez mi ?
Artık anlamalı idim. Anlamalı da cebri nefs edip sü.
kutu ihtiyar eylemelı idim, değil mi ? Yapamadım. Beyefen.
diciğim. Çerkes damarım kabarıvermişti bir kere. Refikayı•,
valideyi, çocukları unutuvermiş tim o an :
"Nesebinizi inkar şanınıza yakışır mı, beyefendi ? " diye
devam ettim. "Be111deniz yalan mı söylüyorum ? Akrabalığı.
mızı dün Meclis kapısında ikrar buyuran zatifiliniz değil miJY­
diniz ? İşte Azmi bey biraderimiz de buradalar, kendilerini
işhat ederim,. söylesinler," dedim. Dedim ama, Azmi beyi
koydunsa bul . . . Ne zaman da sıvışm·ştı tabansız. . .
Mebuslar, .öhö. mebuslar, .öhö öhö. mebuslar artık ken.
36 T U Ş

dilerini tutamayıp, kahkahayı bastılar. Gerisi bilmem anlat­


maya lüzum var mı ? Kendimi kapının dışında şapkamı da
elimde bulduğum zaman, onlar içerde hala gülüyorlardı. Bu
arada Millı:eITem beyiın :
- Bunak herif, biraz daha, beni Çerkes Ethem 1ıe de
akraba çıkaracaktı, dediğini işitir gibi oldum.
Oradan nasıl ayrıldım _öhö_ trene nasıl binip, İstanbul'a
nasıl geldim, hatırlıyamıyorum.
Öhhö öhhö öhö... Öhhö öhö öhö... Ööhhö öhö öhö
öhö.. . Öhö öhh öhö... Hay Allah kahretsin, E _ öhööö öhö . . .
Hak_tu .. .
( Şerafettin bey mendilini katlayıp cebine koydu. Öksü­
rükten, yüzü horoz ibiği gibi kıpkırmızı kesilmişti. Bir müd_
det dili dışarda soluyup dinlendi. ) Sonra : "Allah bilir çok
kızdıydım o zaman," dedi. "Kızılmayacak gibi mi efendiciğim ?
Bir gü:n evvel, can-ciğer kuzu sarması; ferdası günü,; sen
kiımsin efendi, ben seni tanımıyorum. İlkin benden arlandı
sanmıştım. Fakat bilahare meselenin künhüne vukuf peyda e­
dince hiddetim bir hayli zail oldu:
Zira malum a; devir, Tarih Kurultaylarının Dolmabah­
çe'de mütevaliyen içtima akdettiği ve cümle ekabirin kendL
!erine Attila, Ce'llgiz, özaıtay misillu katıksız soyadları ara_
dığı, muhataralı bir devirdi.

1947
KAPTANIN NAMU SU

Bulgaristan'dan mangal kömürü getiren Yücel motörü,


Midye önlerinde serseri bir mayına çarp.arak battı.
Vakit g,ece yarısı, deniz de çok dalgalı olduğundan, yedi ki­
şilik mürettebattan :mcak ikisi kurtarılabHdi. Kaptan da da_
hil olrnak üzere diğer beş kişi, sahil tahlisiye grupunun bü­
tün aramalarına rağmen bulunamadı. Kurtarılan iki deniz_
ci, gece�i orada geçirdiler. Ertesi gün, kendilerine gelir gel­
mez, bir polis refakatinde İstaııbul'a sevkedildiler.
Tayfalardan Kıvırcık Recep bütün yol boyunca başını
tahtalara dayayıp horul horul uyudu. Fakat arkadaşı Rizeli
Sadık, gözünü dahi kırpmadı. O öylesine üzgün ve bitkindi.
Boşalmış nazarları v.e yeşile bakan bir renk almış yüzü ile
kompartımaının bir köşesine büzülmüş oturuyor, arasıra ba­
şını iki yana sallayıp : "Tuh be, yazık oldu," diye mırılda­
nı�ordu. Hatta bir keresinde yüzünü peneıered.en tarafa çe­
virdi ve gözlerinden boşanan yaşları kolunun yeniyle silerek
hüngür hüngür P ğladı da. Yanındaki polis :
"Yapma yahu .. Çocuk mu oldun ? Sen erkek adamsın. .''
diye müdahale etmese, belki daha da. ağlıyacaktı. Bu sözler
üz.erine kendini biraz toparladı. Kalktı, pencereye yürüdü. İki
parmağı arasına kıstırdığı burnunu zurna gibi öttüren hızlı
bir sümkürüşle temizledi, sonra polise dönerek:
"Ah kardeşim, bilmezsin, nasıl yanıyor içim," diye in­
ledi. "Beşi de aslan gibi adamd,. Hey gidi kahpe felek ; genç_
liklerine doymadan gitti fakirler ... Aklıma vurdukça deli olu­
yorum. Hele kapta!ll . . . hele kaptan ... Hepsinden çok ona yan_
dım. Bilmezsin ağabey, ne yiğit adamdı, ne yürekli adamdı',
ne 1:ıaba adamdı. Hepimize evlat muamelesi ederdi. Başımız
sıkışınca hep ona koşardık. Ah reis, zavallı reis. Keşke bi­
zim yerimize sen kurtulsaıydın." Burada Sadığın kanlı göz_
!erini tekrar yaşlar bürüdü, sonra birden kafasını yumruk­
lıyarak : "Nah sersem kafa, ben o g;ece fitil olmasaydı.ım, ne
yapar yapar onu kurtarırdım." diye hayıflandı.
Sarışın denizciniın bu içten teessürü polise çok dokunmuş­
tu. Sadığı teselli etmek, ona bir şeyler daha söylemek ihtL
38 T U Ş

yacını duydu, fakat fazla hassasiyeti, mevkiine yakıştırama..


mış olacak ki, birden kalktı, koridora çıktı. Pıencereye daya_
nıp mühim bir tavırla dı'şarısını seyretmeğe başladı. Ve tren
Sirkeci'ye gelinceye kadar aynı vaziyette kaldı. Bu müddet
2larfında R,ecep horultusuna devam ediyor, Sadık da bir teviye
burnunu çekip duruyordu.
tstanbul'a varınca polis, tayfaları doğru Savcılığa gö.
türdü. Orada çatık kaşlı bir adam, evrakı gözden geçirdikte111
sonra kazazedeleri sıkı bir sual bombardımanına tuttu. Adam
onlara en akla gelmedik şeyler soruyor. Bulgar limanından ne
vakit kalktıklarıından tutturup, geminin nasıl battığına dair
her nokta hakkında esaslı tafsilat istiyordu. Fakat; aksi gi_
bi berikiler onu tatmin edecek cevaplar Vıeremiyorlardı. Vak a
gecesi kafayı iyice çekımiş, aıncak kendilerini denizde bulun­
ca biraz ayılabilmişlerdi. O keşmekeş esnasında, arkadaşla­
rını bile görememişlerdi. Kaza neden oldu, nasıl oldu, ne va_
kit oldu, bilemiyorlardı.
Savcı muavini baktr ki, bunlardan bir iş çıkmıyacak,
icabında yine çağırmak üzere iki tayfayı salıverdi. Sonra
vak'anın bir denizaltı hücıimuna pek benzediğini gözönüınde
tutarak, şimdilik gazetelere aksettirilmemesi lüzumunu tele­
fonla mercillıe bildirdi.

Savcılıktan çıkan iki arkadaş, evvela Galata'da bir aş_


çı dükkaruna giderek karınlarını doyurdular. Kaza esnasın..
da kemerlerinde taşıdıkları paralar adamakıllı ıslanmış, fa..
kat bereket kaybolmamıştı. Sonra eksik olmasın, Midye'den
ayrıil.dıkları sırada kaymakam bey de ellerine beş.er lira ver­
mişti. Büyük olmak hasebiyle paraları Sadık çekti, sonra
yanındaki arkadaşına :
"Oğlum Receb," dedi. "Sen şimdi doğru Kasımpaşa'ya
gider, hali keyfiyeti kaptanınkine �nlatırsın. Ordan da Ha­
lıc'oğlu'na geçip İlyas'ın ailesini bulmalı. Bakma öyle uykulu
uykulu suratıma. Arkadaşlık bunu iktiza eder."
Receb yutkundu:
"Ben kaptanın eviıne topu bir kere gittim," dedi. "Şim...
di gitsem bulamam."
"Çeşme var ya, çeşme ... çeşmeyi de bulamaz mısın ? "
"Bulurum."
"Çeşme hurda. Kaptanın evi şurda:'
KAPTANIN NAMUSU 39

Reoep, kaptanın evini hemen orda, Sadığın gösterdiği


tarafta görecekmiş gibi eğildi, baktı.
Sadık, sinirlenmişti :
"Yürü lan, yürü, " dedi. "Senden gelecek hayır, Allah..
tan gelsin."
İki arkadaş, Şişhaneye çıkıp Kasım.paşa'ya indiler. Fa..
kat kaptanıın karıs.nı evinde bulamadılar. Sürtük karı, ge.
ne kimbilir nerelerde çanıldıyordu. Zaten onun adeti idi. Ko.
cası seferde iken hiç evde oturmaz, urada burada gezer du.
rurdu. Hatta bu meyanda yabancı erkeklerle düşüp kalktığı
da rivayet edilirdi . Reis bunları bilmez mi idi ? Yoksa bilmez.
likten mi gelirdi ? Orası malum değil. Malfun olan bir şey
varsaı, o da, kaptanın bu karıyı çok sevdiği, her gittiği li.
mandan ona olmadık hediyeler taşıd·ğı, varını yoğunu onun
uğruna seve seve harcadığı idi. Sadık, Şayeste'yi .haspanın
adı da Şayeste idi. birkaç kere görmüştü. Pek de ahım şa.
hım bir şey değildi. Ş işman, kısa boylu, meme1eri lömbür löm.
bür bir kadındı. Nasıl oluyordu da kaptan bu eksik eteğe bu
kadar kul.köle oluyordu ?; Sadık, buna bir türlü akıl erdire.
memiş, sonunda Şayeste'nin reise büyü yapt:ğına ve adamı
başka kadınlara karşı efsunla bağladığın kaınaat getirmişti.
Komşularından motör mürettebatına kadar tek kişi Şayeste'..
nin kaptanın karısı olmayıp, nikahsız dostu, yani düpedüz
metresi olduğunu bilmezdi. Nereden de bilsinlerdi ? Reis, onu
herkese ayalim diye tanıtır, kadın da ona kocacığım der du.
rurdu.
İşte iki tayfanın arayıp da eVİl!lde bulamadıkları Şayes.
te böyle bir kadındı.
Recep :
"Komşulara haber bıraksak," dedi.
Sadık dalmış, düşünüyordu : Daha üç hafta, öyle ya üç
hafta evvel, şurada şu çarpık çardağın altında kaptanla ka.
deh tokuşturmuşLardL. Şayeste elinde meze tabakları içeri dı.
şarı gezeleyip duruyordu. Radyoda Hamiyet, 'Yesin onu nine.
si" ne başlayınca kaptan göz kırpıp : "Sadık, bak seninkini
çabyorlar," demiş. Sadık da bunun üzerine edepli edepli gü.
lümsemişti. Kaptan ona ne kadar akran muamelesi etse de
Sadık yine haddini bilir, bir an olsun ona hürmette kusur
etmezdi.
Recep bir şeyler söylüyordu :
"Komşulara haber bıraksak diyorum, ağabey ? "
40 T U Ş

"İyi ya, çal kapıyı söyle."


Recep yandaki kapının tokmağını vurdu. Bitişikteki ev.
de de kimsecikler yoktu.
"Toptan bir yere gitmiş malıalleii. '
Çeşmenin yanındaki mezbelelikte üç dört çocuk kuka
oynuyorlardı. İçlerinden en kabacası:
"Düğüne gitti onlar," dedi. "Aşşama gelirler anca."
Sad,k bir ara, şu velede söylesek diye niyetlendi. Son.
ra ne düşündü is.e düşündü, vazgeçti.
İki arkadaş çaresiz dön geri ettiler. Ur.kapanı köprüsü.
nü geçip Halıcıoğlu'na yollandılar.
tıyas'ın kaııs:, leğeni dışarı çıkarmış, kapının önünde
çamaşır yıkıyordu. Onları görür görmez işini bıraktıı. Bir.
den rengi kül gibi olmuştu. Konuşmadan, bir şey sormadan.
öylece, onlara bakıyordu ..
Sadık ne söyliyeceğini şaşırdı. Ömründe hiç bu hale düş.
memi§ti. Geldiğine geleceğine pişman oldu. Gözlerini yere
indırıp :
"Hemşire, " diye yutkununca kad:n, o saat işi anladı.
Elini evvela ağzrna, sonra başına götürüp saçlarım yoL
maıya başlad : .
"Ay başıma gelenler, .ay başıma g elenler,' diyor d a baş.
ka bir şey demiyordu. G<izleı·i yerinden f.ırlamıştı. Bu göz.
ler, sağa sola, yukarı aşağı kayıp duruyorlardı. Sadık, bir
ağıasa, diye düşündü Bir ağlasa .. Birden aklına Rize'deki du.
du kadın geldi. Ağlıyamadığı için aklını kaçıran bir de er.
kek biliyordu.
Kad.n kendini ordan oraya atıyor, "Ay başıma gelenler,'
diye haykırıyordu. Demin kül yeşil olan yüzü k.zarmış, boy.
nunda dal gibi damarlar belirmişti. Şimdi, sesle, avaz avaz
ağlıyordu. Analarının ağladığını duyan çocuklar ua ;çerden
koşup geldi1er. Papatya gibi saçlı küçük kız, anasının kuca.
ğına tırmanmaya çalış;yordu. Ondan biraz kabaca oğhnsa
geldi, küçücük eliyle Sadığa bir yumruk attı•
Sadığa kadınla kızın ağlamasından çok, bu yumruk do.
kuıııdu. Utanmasa oturup o da onlarla karı gibi ağlıyacaktı.
Burnunu çekip :
"Ne denir hemşire," dedi. "Kader böyleymiş. Hepimiz yol_
cuyuz bu fani dünyada, hepimiz."
Recep başını eğmiş, yerdeki çamaşır leğ:enine bakıyordu.
Şimdi nedense Yenicami 'deki kırmızı sakallı vaizi hatırlamış.
KAPTANIN NAMUSU 41

tı . Yüzü onu dinlediği zamanki gibi, mahzun ve mütevekkiL


di.
Komşular bir anda kadının ba:;nı.ı. a üşüş.ünae, Sadık ade­
ta hafifledi. Ne de olsa kadın kısmı teselli etmesiJıi daha
iyi bilirdi.
"Bize müsaade kardeşim, " dedi. "Bir ihtiyacınız olursa
çekinme söyle. Ben de senin bir kardeşin sayılırım. Motör
iskelesindf: Temel k aptana haber edersiniz. Elim kanda olsa
gelirim evelallah."
Sonra elini kuş.ağına attı. Oradaki otuz kayimenin beş i ­
n i ayırıp yirmi beşi!D.i. kadına uzattı :
"Şunu da şimdilik kabul et, Haz:m olur, benim İlyas'a..
borcum vard;· zaten ."
Yalan söylüyordu. Aslında İlyas'ın ona on yedi lil'a bor­
cu vardı. Borçlu gitti fakir diye düşündü. Çoluğu çocuğu olan
borçlu gidecek elbet.
Yolda hiç konuşmadılar. Receb'in yüzü hala ağlamaklı
idi. Aklı fiini dünyada kalmıştı. Sadığın da gözünden bir
türlü o süraüklü oğlan gitmiyordu. Babasından Y:�tiım kaldı­
ğıında o da. bu yaşlarda olmalı idi. Bir cigara yaktı. İyi ki
kaptanın çocukları yok diye düşündü. Kocası boğulduğu gün
düğ·üiı_dernek sürten Şayeste ye şimdi büsbütün içerliyordu.
Gal:ı.ta'daki kahveye gelince, içi yine rahat etmedi.
Recep' e :
"Sen yar n sabah erk.en Kas·.mpaşa'ya yollan, kaptanın­
kini ar.a," diye tenbih etti.
" S en gelmiyecek misin ? "
Hayır, Sadık gelm�yecekti. Bugün oraya gittiğinde çok
fena olmuş, yatışmağa yüz tutan kederi yeniden depreşivcr­
mişti.
"Ben gelince efkarlanıyorum," dedi. Sonra birden sesini
yükselterek : "Ne dedikse onu yap işt�. Amma da herüsin
Le. ' diye aksilendi. Kıvırcık da bunun üzerine :
'·Kızma ağabey, gideriz," deyip alttan aldı. Zaten onun
Lsa•:unda "hayır, olmaz," kelimeleri yoktu. Her şey;e peki,
oiur d0r, falrnt sonunda gene bildiğini yapardı . Nitekim er­
tesi ea.bah, askerlik şubesinde bir işi çıktığından, gidip kap­
tanınkiiıi anyamadı.
Sad k o gün lstanbul'da olsayd", ne yapar yapar onu
zorla yollar, daha :ılmazsa kalkar kendi giderdi. Sadık, ar_
k.adaşlık hatırına çok hürmet eô.er, böyko şeylere pek ehem_
42 T U Ş

miyet verirfö. Fakat aksilik bu ya, o gün orada değildi. üs_


küdar'da kayıkhane işleten bir memleketlisini görmeğe git­
miş ve kaç zamandır emniyetli birini arayıp duran o adam
da Sadığı hemen yanında alıkoymuştu. Diğer taraftan aynı
gün Kıvırcık da kıendi başının çaresine bakmış, Boğaziçi va­
purlar:nda bir çımacılık bulmuştu. Bu iUbarla, iki arkadaş
birbirlerini tekrar göremediler. Ve Sadık, Recep'in vazifesi_
ni ihmal ettiğinden haberdar olamadı. O, Kıvırcığı o gün git_
ti, kadına haber verdi biliyordu.

Bu .müddet zarfında .Şayeste, kc\Zldi havasında gezmekte,


kaptanın salıya döneceğini· umarak o zamana kadar fırsat­
tan bilistifade, doya doya eğlenmekte idi. Nitekim o gün de
yanında direk enseli bir adam olduğıı halde, Sultantepıesi'ne
gezmeğe gitmişti. Şayeste'nin iyi bir adeti vardı. Yaptığı e­

depsizlikler için dalına kendi muhitinden uzak bir şey seçer,


böylece hiç değilse kaptanın şerefini korum.ağa gayret eder­
di. Dostu ile dağ, bayır sürttükten sonra, Ü{sküdar a indiler.
Adam ona çarş ldan bir çanta satın aldı. Satıcı, çantanın içL
ne iki çiıft ipek çorap koydu. Cömert sevgili, bunlarm da pa­
rasını saydıktan sonra, iki sevdalı oradan çıktılar.
Kadın koluna girdiği adama yaltaklandıkça yaltaklanı­
yordu. Bir sinemanın resimlerine baktılar. İskeleye doğru yü­
rüdüler. Nihayet muhallebicide karar kıldılar. Mıerdivenleri
çıkıp yukarı salona girdiler.

Sadık gözlerine inanaım:ıyordu. Olamaz. İnsan gavur ol­


sa, ne kadar aşağ,lık olsa, böyle bir halt edemezdi. Bir ke_
rem, gönlü razı gelmez. Dün bir, bugün iki. Dur bakalım. . .
Orospu makulesi bilem sevdalısına yas tutarmış derlıer. Yan­
lış görmüşündür oğlum. Belki de beınzettin.
Muhallebici Sadığın yüzüne bakıyordu. Sadık dönecek­
ken kapının dibindeki masaya ilişti:
"Bir şıra getir. Şıra yoksa demirhindi olsun."
Arkadan tıpı t· pına benziyordu hani... Boyalı saçlar . . .
Kütük gibi kalça... Mantar taban!� ayakkaplar.
Şıra geldi, üstü biTa gibi köpüklüydü. İçinde parça par­
ça lifler yüzüyordu. S adık bunu bir yudumda içti. Eğıer oy_
s.a. . . Eğer oysa... Şimdi ne yaparlar yukarda dersin ? .. Durdu,
kulak kabarttı. Yukarda hiç ses seda yoktu. Birden çıkıp
gitmeyi kurdu. Nesi111 e vazife ? Gülmek istı>..di, gülemiyordu . .
KAPTANIN NAM:USU 43
Budalalığın Alemi yok diye söylendi. Kaptanınkinin Üsküdar'_
da işi ne ? Şıranı da içtin, ver paranı çık dışarı. Ver p.aranı
çık d'. şarı. .. Çıkacaktı, da. Parayı da vermişti. Fakat işte taım
o sırada, yukardan çığlığa benzer bir l<a:hkaha sesi geldi... Tu_
haf bir gülüş... Gtdıiilanmı ş gibi, hem canı yanmış, hem hoş­
l anm ış gibi...
Muhallebici, ıslcı.k bir bezle tezgahın üstünü sHiyor, Sa­
dık'la göz göze gelmemek için caddeden geçen Kısıklı tram..
vaymı seyrediyordu.
Bir müddet sessi.zlik oldu. Sonr:a yine, fakat bu sefer baŞ­
lra türlü, tavuk gıdaklaması gibi, h alka halka, zembereği. bo­
şanmış bir gülüş. Ta kendisi, Şayeste. İçince de böyJ,eı güler
o kaltak . . .

Sa<lık bir solukta kendini yukarda bulmuştu . . . Gerisini


ancak, hay.al meyal hatırlıyor:
Ata biner gibi herifin kucağına tünemiş karı, yarı beli_
ne kadar sıvanmış baldır .. Ve habire gıcırdayan iskemle..
"'Al kudurmuş kaltak. . . " diye bağırmış olacak. "Al kah­
penin domuzu, al rezilin orospusu . . ."

Bir yağ tulumuna <lalar gibi kabzaya kadar böğr,e da­


lan bıçak. Allı_güllü entarinkt üstüne gitgide yayılan k'JZ'l
leke. Aşağıdan koşuş:mlar... Başına geçen iskemle, önce ayak_
ta, sonra yerde boğuşma. Göğsünün üstüne oturup boğazını
sıka.'1 o izbandut gibi muhallebici, o eşşoğlu eşşek Anıavut
azmanı.
Bütün bunları duman içinde, sis içinde, öncesi sonrası_
na, sonrası önmısine karışmış bir halde hatırlıyordu.
Cankurtaran gelmişti galiba. Kadını sedye ile götürmüş­
lerdi. Direk enseli herif de o hengamede pantalonuınu ilikle_
meye bakıyordu.
"Bı.çağın kabzasına yapıştığımı biliyorum, ondan ötesL
ni hatırlamıyorum."
Haıyatı boyunca bu son cümleyi belki beş yüz defa din_
lemiş olan tecrübeli komiser, karşısındaki adama; baktı. Sa­
rı sakalları uzamış bu yanık yüzde en küçük bir pişmanlık

eseri yoktu. Bu kalın seste, bu dik duruşta, bu sert balcş­


larda vazifesini yapmış bir insa:nıın vicdan rahatı okunuyor­
du. Zaten E adık da açık açık söylüyordu. Yaptığına pişman
değildi. Ölen müsta:hakını bulmuştu. Ona ne ceza vıerilecek­
se verilirdi. Gam yeıniyordu.
44 T U Ş

Zabıtlar tutulup muamele tamam olunca, komiser, katL


li ve şahitleri savcılığa gönderdi.

B u cinayetten liç gün sonra, Yücel motörün ün, boğuldu


:::: anılan, mürettebatı başlarında kaptaillları olduğu halde, bir
Rumen vapuru i1e ç: kageldilcr. Onlar motör batarken arka­
da:;:ları gibi sarhoş olmadıklarından, ca.n kurtaranları başları­
na geçirmiş ve yar:m saat kadar sularda sürüklendikten son_
ra, bir Rumen şilebi tarafından görülerek kurtarılmışlardı..
Şilep onlar için yolunu değiştirmediğinden, ister istemez Kös_
tence'yi boylayan denizciler, İstanbu! ' a ancak ş�mdi dönebil_
mişlerdi. İnfilakın serseri bir mayından husule geldiği artık
kat'i surette anlaşıldığı için, hadise matbuata da intikal et_
m,'.ş bulunuyordu. Bütün gazeteler, kurtulan denizcileriın grup
halindeki fotoğraflarını ilk sahife�sdnde neşredWor, kaza hak _
kında öğrendikleri yeni tafsilat: meraklı karilerine yetiştire_
bilmek için birbirleriyle yarış:yorlardı. Derin bir yara al_
rnasına rağmen, durumu tehlikeli olmıyan Şayeste de bu ara_
da iyik:şmiş, hastanede gazetecilerle konuşacak, dudağında
meşhur bir piyasa hanendesinden kapma tebessüm, resimler
çektirecEk hale gelmişti.
l<�akat tevkifhanedeki kuytu hücresinde tek başına pi_
neklemekte olan Rizeli Sadık, bütün bu olan bitenlerden ha­
berdar olamamıştı. O, şimdi bugünkü celsede savcının ne koz
kıracağını düşünerek, kıenarları siga.radan sararmış tırnakla_
r.nı kemirmekle meşguldü. Savcıımn Hk celsede söylediği şey_
!er arasında Sadı;k idam, ölüm gibi sözlere pek rastlayama­
mıştı. Adam habire ( . . . . . ) ncı madde, ( . . . . . ) inci madde
diye rakamlardan bahsedip durmuştu. Maarnafih, Sadık böy_
1s namussuz karıları şişleyenlere idam cezası verilemiy<X!eğL
ne ök'Clen beri kani bulunuyordu. O, bunun kemali olsa olsa,
onbeş senedir diyordu. Nitekim yoldan çıkan nişanlısını do­
kuz yerinde:n. bıçaklayıp öldüren amcazadesi Hamza, topu to­
pu. onbir sene giymişti. Tophane'<le gözünün önünde tombul
Eliza'yı şişleyen çarkçı Şahin is.e, ancak yedi yıl hapiste kal_
mış, yedinci yılın sonunda ciğerim hastadır diye rapor alıp
e"ine çıkmıştı.
Sadık bu hukuki mülahazalara dalmış, düşünürken, ka_
pı açıldı. Kendisini mahkemeye götürecek jandarmalar gö­
ründü. Döşemeye öfkeli bir tükrük fırlattıktan sonra, ayağa
kalkan denizci, elini k.�lepçeye uzatırken :
KAPTANIN NAMUSU

"İsterlerse assınlar be ... Vız gelir," diye söylendi. Kısa


boylu jandarma, Rizeli'nin kalın bileklerine geçirdiği demir ki_
lidin adamakıllı ka.pand4ğ n a kanaat getirdikten sonra, çise_
lemeğie başlıy.an yagmurun altında yola düzüldüler.
Sadık gelip geçenleri'n kendine çevrilen meraklı bakışla­
rını görmemek için başını önüne eğmiş, hızlı hızlı yürüyor,
heyecandan mütevelEt bir gıcığı yenmek i çin üç dört ad:m_
d a bir, öksürüyordu. Böylece bir hayli gittiler.
Tam Yenipostahane caddesine sapmı.şlardı ki, haltnden
çoktandır onları beklediği anı.aşılan m eşin ceketli bir adam,
yanlar�'lla yaklaştı. Sadık başını, kaldırıp da sevgili kaptanını
dipdiri karşısında görünce göz1erine inanamad: . Sevincinden
aklını kaçımcak gibi oldu. Elleri kelepçeli olmasa, atılıp
reisin boynuna, sarılacaktı.
Fakat kaptanın gözleri kötü kötü parlıyordu.
" Sen sade karı bıçaklarsın değil mi, namert ? ' di(Ye ba:..
ğırdı. "Sıkıysa gel de beni bıçaklasana. Ul'lll yüz verdikse
bir b .. .lc mu sa'lld n kendini ha ? .. Süt kardaşıylan malebiciye
de mi gidemiyecek insan ? Bir de pis pis sır.ıtır karşımda . . u_
Iıı.n. sana mı kaldı dünyanın namusu ? Ulan sen benim dava
vekilim misin, ukala pezevenk ?"
Sadık neye uğradığ nı anlıyamamıştı :
"Ne süt kardeşi Reis ? " diye kekeledi. "Hangi süt kar_
deş ? Pantalonu açık si.it kardeş nerde görülmüş ? "
Sonra, birden k'"ndini top,arlayıp :
"Bu kadar g,enişmiş mezhebin, niye evveli haber verme­
din ? " dedi.
Kaptanın rengi kireç gibi olmuş, burnu ise inadına kı­
zarm· ştı.
"Uy boyu devrilesu soysuz, uy leşi serilesi diyyuz, daha
mı söylenirsin ? ' diye elini arka cebine atınca jandarmalar
Sadığı bırakıp kaptanın kollarına asıldılar. Ve bunda isabet
d e ettiler.
Alimallah iş ınamusa dokununca kaptan da birçokları gi­
bi kendini kaybıeder. eli kelepçeli filan bakmadan Sadığı ora­
cıkta, ıslak kaldırımların dibinde temizleyiverirdi.
1946
BİR MOTÖRDE DÖRT KİŞİ

Güverteyi aydınlatan hüzünlü ampulün ışığında dört kL


şiydiler: Sarı saçlı bir kadın, çiğ et kokan bir kasap, dazlak
başlı bir profesör, bir de ağzında piposu, delikanlı.
Dfüdü de son vapuru kaçırmış, bu uykulu kaptanın i.s­
tediği beşer liTayı hemen v erip motöre atlamışlardı.
Motör şimdi kar.anlık suları ya.ra yara i1erlerken, aarı_
şıın kadın bacak bacak üstüne atm:ş, sigara i çiyo r ,duma..
nını da şahane bir tavırla gecenin serinliğine savuruyordu.
Esmer delikanlının gözleri kadının çukur diz:kapakların_
da, aklı ise biraz e'Vvel ayrıldığı bar kızının dolgun kalçala..
rında idi.
Profesörün zihni', tramvayda okuduğu bir makaleye ta_
kılmı;ştı.
Kasaba gelince, o hem fıstık yiyor, hem topt.ancımn yol­
ladığı son faturayı düşünüyordu : Hadi Karamana yiizelli yaz_
<lığı n0ysen e, fakat Dağlıcı ne demeye yüz seksenden hesap
·

ediyor h erifçioğ'lu ?
Gece yıldızsız, deniz: hafif ç alkan tılı idi. Bordaya vu_
ran küçük dalgaların serpintisi arasıra muşamba şilteleri
ıslatıyordu. Motör artık Moda'yı, Kalamış'ı da geride bırak­
mış, Adalar'a doğru yol almaya başlamıştı.
s.arışın kadın üşümüş olacak ki, birden kalktı, rüzgar -
dan uç:an eteklerini• tuta tuta içeri kamaraya doğru yürü_
dü. Fakat içerj girmesiyle başının döınmesi bir oldu. Burası
yanık benzin1e karışık kızgın demir kokuyordu.
Kadın hemen bir pencere açıp önüne oturdu. Sonra ye_
ni bir stgara yakıp dışal'l üfürdü.
Çamlıca sırtlarında iki uçaksavar ışıldağı. karanlı k gök_
yüzünü tarıyorlardı. Işıldakların biri sağdan sola kayarken
öbürü soldan sağa doğru iniyor, ve ikisi ortada bir yerde bir­
leşince husule gelen gözalıcı ışığı seyretmek doğrusu pıek
ömür oluyordu.
Sarış·aı kadın dalm:ş bunlara bakarken, hem en biraz
ötesinden denize ateş böceği gibi bir şey uçtu. Bunu bir baş_
kası, bir başkası daha ve nihayet ardı arası kıesilmiyen bir-
BİR MOTÖRPE DÖRT KİŞİ 47

çokları takibetti. Kadın dalgın gözlerle bir müddı�t hiçbir şey


düşünmeden birbirini kovalıyan bu acayip böceklerin çini mü­
rekkebi gibi siyah denizde teker teker eriyiş1erini seyretti.
Sonra birden deminki kızgın demir kokusunu hatırlayıınca ye_
rinden fırladı. Kaptan kamarasına geçen kapıdan d·şarı şim_
di hafif bir duman s11Z1yordu. Kadın, şaşkınlıkla kapının to_
puzuna yapıştı ve o zaman yüzüne çarpan sıcak bir dumanın
ortasında, kaptanla çımacıyı yere çömelmiş, kan-ter içinde uğ_
raş'rken gördü. Bayılacak gibi oldu bir an . . . Sonra : "Yamyo_.
ruz . . . imdat ! .. Yanıyoruz ! " diye kendini dışarı attı. ·
Bu feryat, güvertenin üstünü bir anda allak bullak eL
mişti. Kadın, kaptaın kamarasının kapısını açık bıraktığından,
şimdi dumandan göz gözü de görmüyordu. Kasap şaşkınlık­
tan oturduğu minderi kucaklamış, profesör ise motörün tek
tahlisiye simidini boynuna geçirivermişti.
Sarışın kadın, telaştan piposunu düşüren genç adama
doğru koştu:
"Kurta.rın beni... beni kurtarın, yüzme de bilmem ben,"
diye yalvardı. Delikaınlı titrek bir sesle :
"Ben d e bilmem,' ' diye cevap verdi. Hialbuki biraz bL
lirdi. Kendini şöyle yarım saat su üstünde tutabilecek ka­
dar. . . Ama yalnız kendini. . . Kadın ondan ümidi kesince ka­
saptan medıet umdu. Fakat o şimdi iki elini' açmış :
" Ş u vartayı bir atıatalıan. Din im hakkı için, üç koyun
gurban edecem," diye adak adıyordu.
Hepsinden çok profesörün işi bitikti. Halbuki o, kahra_
man da geçiınirdi. Hatta daha o sabah derste Sokrat'ın ha­
yatı nasıl küçümsediğini anlatırken, gerçek bir filozof
ıçın
bunun hiç de güç olmadığ·nı ve nitekim kendisinin de onun
gibi ölümü tebessümle karşılayabileceğini söylemiş, işin tu­
hafı, sözlerine talebeleri kadar kendini de iınam.dırmıştı.
Kadın şimdi bakraca su dolduran çımacının kıllıı göğsüne
sarılmı ş :
"Alla haşkına bırakmayın beni, ne olursunuz bırakmayın,''
diye yalvar' yordu. Onlar böyle çırpınıp dururken, ön taraf_
tan kaptanıın sesi duyuldu:
"Teprenmeyun be ... Ne oliysiniz ? Motörü paturacaksınız."
Fakat hiddetli ol,mas·ına rağmen, sesinde nedense herkese
emniyet veren bir şey vardı. Yoksa . . . Yoksa söndürmüş müy_
dü yangını ? Evet, muhakkak söndürmüş olacaklardı. Hiç sön_
dürmeseler kaptan böyle onlara çatacak vakit bulabilir, hiç
48 T U Ş

çımacı kovana kalan suyu tekrar deıııize hoca eder miydi ?


Kaptan:
"Ne adamlara çattık yahu,' diye söyleniyordu. Profe_
sör, "Kaptanın hiddetini haklı bulmuştu. Yakalığını düzeltti.
"Öhö, öhö," diye öksürdü. "Nedir bu telaş yani ? öyle ya,
biraz sakin olalım beyler," diyecekti. Evet, handiyse böyle
diyecekti. İs!l.bet ki demedi. Zira, tahlisiye siımidi hala sıms · -
kı boynunda duruyordu
Motör bir iki homurd!!.nıp durduktan sonra, şimdi ke­
yifli keyifli işlemıeğe başlamıştı. Yerine dönen kaptan, içer_
de hala geçmişi k'nalı motöre ve şamatacı yolculara veriş­
tirip duruyordu. Fakat cınlar aldırmadılar artık. Paylasmdı.
sövsündü, isterse dövsündü onları. Kurtulmuşlardı ya bir
Çımacı ilerde kolunun yeniyle terini siliyordu. Belli ki,
bu hengamda kapt:mdan çok o yorulmuştu.

Bir çeyrek sonra her şey artık normale d(.)nmüş bulu­


nuyordu. Sanki rüzgar o boğucu dumanla beraber, ölüm kor­
kusunu da güvertenin üstünden silip götürüvermişti.
Güverteyi aydııılatan hüzünlü ampulün ışığ nda şimdi
yine dört kişiydiler. Yine kendi içlerine kapanmış dört kişi.
Kadın adamakıllı sükunet bulmuş gibiydi. Eli fazlaca tit_
!1emese, hatta sigara bile içecekti.
Delikanlı yine piposuınu içiyor, fakat artık kadının diz_
!erine bakamıyordu.
Profesör evde kendini bekliyen tombalak karısiyle şim_
eli her zamankinden çok sevdiği pembe yanaklı evlatlarını dü­
şünüyordu.
Kasaba gelinw, o biraz evvel adadığı üç kurb:mı ikiye
indirmek için vicdanmı dolandırmakla meşguldü. Bunda mu­
vaffak da oldu. Hatta öyle ki. Büyükada'm.ı. ışıklar:: görün_
düğü zaman, bu iki kurban dahi bire inmiş bulunuyordu. Hem
aTtık onu da kurban bayramında kesecekti.

l'.fotörden ilk atlayan profesör oldu.


Onu esmer deliırnn l ı takibetti. Islıkla oynak bir samba
çalıyordu.
Kasap, koşa ko:;:a. zıplaya zıplaya bir çocuk gibi uçup
gitti.
kere.
BİR MOTÖRPE DÖRT KİŞİ 49

Sarışın kadın ı:.n sona kalmıştı. İnip kalkan motörden


bir türlü nhtıma atlamaya cesaret edemiyordu. Çımacı ona
elini uzatmak istedi. Fakat kadın, bu ter kokulu, hırpani ada..
mm elini tutmamak için acemi bir sıçrayışla kendini nhtıma
atıp dik ökçelerinln üstünde pür azamet uzaklaştı ...

1948

F: 4
ALLEGRO MA NON TROPPO

Göz gözü görmezdi sofada. Elektrik ampulü de ne hik.


metse hep bozulmuş olurdu. Kapıdaki kartviziti okuyabilmek
için ya kibrit çakacaktınız, yahut da kanadı ardına kadar
itip, içeriden gelen gün ışığından medet umacaktınız.
Eğilip okurdunuz o zaman:

S'l'F..PHA,N AI,EXANDROVITCH UNOWSKY

Professeur du violon

lııtanbul _ Pera

Ve akabinde saygı ile şapkanızı çıkarmak zorunda kalır.


dınız.
Ben, bu rengi atmış, kenarı sinek pislikleri i1e benekli
kartvizitle sahibinin kaderi arasında daima garip bir benzer.
lik bulmuşumdur. Bir kibarlık, bir güngörmüşlük akardı bu
karton parçasından. Kim.bilir derdim, neler görmüş, neler
geçirmiştir bu kartvizit ? Hangi prenses veya kontesin yüre.
ğini tatlı tatlı çarptırmış, hangi ltamelya buketine takılıp,
hangi opera muganniyesinin pudra kokan masasına bırakıl.
mııştır ? Alt köşesinde İstanbul yazacak değil ya, o vakit . . .
Moskova yazardı ihtimal, yahut d a Petersburg.
Hemen livreli bir uşak belirir gözümün önünde. Kartvi.
zi.ti gümüş bir tepsiye koymuş, parlak sütunlu avlulardan,
tavanı yaldızlı salonlardaın geçiriyor, şezlonguna yan uzan.
mış grandüşesin manolya parmaklarına uzatıyor. Kocası eü.
rek avında btılunan düşesin karta bakmasiyle, yıerinden fır.
laması bir olmuştur :
"Stephan, Stephan. Oh, nilıayet gelebildi. Derhal yukarı
alın, anlıyor musunuz, derhal, derhal ! ." Sonra dame d'honneur -
üne dönüp:
"Siz çekilebilirsiniz, Anny," demiştir.
Hey zavallı, bahtı kara kartvizit. Hiç aklına gelir miy.
di günün birinde Madam Roza'nın Tarlabaşı:'ndaki pansiyo.
ALLEGRO MA NON TR.OPPO 51

nuna dilşeceğin, kilf kokulu bir sofanın karanlığında miskin


ve mahzun pinekliyeceğiın ?
J3en böyle dalmış, düşünilrken, içerden acemi bir arş.enin
ürkek notları arasından Linowsky'nin sesi duyulurdu :
"Entrez! ,...
Ve keman kutum elimde, notalarım kolumda, usulca içe_
ri süzülürdüm.
Linowsky, bermutad şanıdanlı p iyanosunun başına otur_
muştur. Ya uzun v.e kupkuru parmaklariyle mezür vermekte,
yahut da bir mumyanınki kadar sarı yUzünü iki elinin içine
almış, kızların k endısine o çok yakıştırdıkları mistik pozda
talebesini dinlemektedir.
Talebe, vazifesini çalı.p bitirince, Linawsky, hemen aya_
ğa kalkar, eliıni reye pantalonunun cebine sokup bir aşağ·ı
beş yukarı odayı arşınlamağa başlar :
"Non, ça ne va pas Mademoiselle Varuşyan. Olmuyor.
Double corde'lar iç eyi değil. Et vos staccatos ? Oh, mon Dieu,
mon Dieu ... Em siz çaldınız, presto vivace çok yavaş... Yok
efendim boyle çalma'c, Vivace, vous comprenez, vt_VA_CE', ya_
niyakim canli, daha canli, çok canli."
Double corde, staccato, pr,esto vivace, işte üç kelime ki
sizi bir anda müziğin o ilahi atmosferiıne atıverirdi.
Ne severdim bu müzik terimlerini. İllft.ki bir Allegro ma
non troppo vardı, en çok ona bayılırdım. Buınu söylerken İtal­
yanca konuşuyormuşum gibi gielirdi bana... Kendimi Verdi'_
lerle, Puccini'lerle senli.benli oluvermişim sanırdım.
Bu kelimeleri mektepte olur olmaz sarfeder ve manası­
ı:ıı anlamıya:ıı arkadaşlarıma :
"Elbette anlamazsınız. Var mL size Galatasaray _ Fenıer
maçı. Hala bıraktığım yerde otluyorsunuz." der gibilerden
acıyarak bakardım.
Evet, Linawsky nin odasında gerçekten bir sanat, bir
medeniyet havası eseı-dt Piya:ııonun üstünde Beıethoven'in so­
murtuk büstü, duvarda karakalem bir İspanya peyzajı. Yine
aynı duvarda, sıvası dökülmüş bağdadilerin ayıbını örtsliın di­
ye bilmecburiye yanyana asılmış ve bundan ötürü de insana
ister istemez karı.Jcoca imişler hissini vıeren Frederic Cho­
pin'le dansöz Anna Pawlowa. Sonra notalar, notalar. Piya_
nonun üstliınde, etajerin üstünde, masanın, kanapenin, hatta
islcemlelerin üstünde notalar. Ve nihayet o mahut Kolumbiya
marka gramofon . . .
52 T U Ş
Bu gramofonda, haftada bir, izahlı müzik dinliyorduk.
Zira, üstadın kanaati şu ki: Ressam için müze görmek ne
ise, müzisyen için de virtüozların plaklarını dinlemek o imiş ...
Neme lazım, güzel de anlatır. Senfoni pastorali onun izahla.
rından sonra bir dinleyin, fırtınanın yaklaşması, şimşekle.
rin şaklaması, dereboyunda çamaşır yıkayan kadınların bağ.
rışarak kaçı'§rnası sinema gibi gözünüzde canlanır bir bir...
Senfoni pastoral yine plakların en hallıcası idi. Öbürkülerin
çoğu çalına çalına aşınmış, güneşte durmaktan yamru yumru
olmuş şeylerdi. Hiele Beethoven'in beş numaralı bir piyano
konçertosu vardı. İlle bir yerine gelip takılır, oradan öteye
geçmek bilmezdi. Ya Caligursi'nin Manon Arya'sı ? . . . Onu gra.
mofona koymaz mı, diyafram lodosa tutulmuş gibi inip çık.
ma.ğa, o cAııum, o güzelim, o eşi bir daha dünyaya gelmiyecek
harika ses, dalga dalga titremey,e başlar size. Sank� biri ar.
kasına geçıniş kadının, sesi öyle titresin diye omuzlarından
zangır zangır sarsıyor. Gülmek gelirdi içimden, fakat bakış.
!arım Mathilda'nınkilerle çatışınca ister istemez ciddileşive.
rirdim yine. Zira bilirim ki, onun bu konuda hiç şakası yok­
tur. Bizim gibi on beşindıe değil, taım yedisinde başlamış ke.
mana, boru mu bu ? Linowsky'nin en istidatlı talebesi Mat.
hilda idi zaten. Gerisi hep cavalacoz. Bencileyin, benden be­
ter. . . Talebelerin çoğunluğunu da ne hikmetse, hep kızlar teş.
kil ederdi. Ne kızlar vardı Yarabbim, ne kızlar ? Kimi Os­
manbey'den gelir,kimi Etyemez'den. Aksi gibi çoğu da üst
dudağı tüylü soyundan. Dame De Sion'dan bir Sir<anuş vardı.
Kalçaları aşağıdan aşağıdan... Aın.eid'le, Adelaid vardı. Ku.
yumcunun kızlan ... İlhami vardı Saint.Joseph'e giden . Ne
alık oğlandı : Hiç kızlara bakmaz, dersini çalar giderdi. Bir
o, bir ben zaten, topu topu ikimizdik erkek olarak. Kızların
keman çalması benim o zamanlar bir tersiıme giderdi. Yine
de öyle ya. Kız dediğin, ille piyano çalmalıdır derdim. Fa..
kat Mathilda'nın keman çalmasına hiç kimsenin itirazı ola­
mazdı. O, keman değil ya, davul çalsa, zurna çalsa yine ken.
dine yaraştınrdı. Yün blüzünü aşağı doğru çekip, memele­
rini büsbütün ortaya çıkararak piyanonun yanına öyle bir
yaklaşması vardı, ders almak bir yana, sade bunu görmek
için saatine dört kağıdı seve seve verirdiniz. Hele yaz ak.
ş.amları çorapsız ve kısa kollu geldiği günler... O günler, eşik.
te şöyle bir belirmez mi, odanın her zamanki, parke ciiılsı,
kahve telvesi, bastırılmış izmarlt kokan havSBı ossaat ıtırlı
ALLEGRO MA NON TROPPO 53
bir bahar rUzg§.n ile dalgalanıverirdi.
Mathilda'nın babası İtalyan, anası galiba Rumdu. Öbür
safkan tatlıSll matmazelLere üstünlUğü de, herhalde buradan
geliyordu. Bana karşı, aynı hocaya devam etmenin verdiği o
sathi yakınlıktan fazla bir alaka duyduğunu pek zannetmi.
yorum. Halbuki ben, zavallı ben... Rüyalarımdan çıkmazdı
ga.vurun kızı.
Arasıra yolda rastlaşırdık... Daha doğrusu onun ders
saatini beller, tesadüfenmiş gibi, o saatte karşısına çıkar.
dım. O zaman Tokatııyan'ın yanındaki sokaktan yanyana in.
mernize itiraz etmezdi, Kalbim güm güm boynumda atarak,
bildiğim üç.beş kelime Fr.arunzcayı bir araya getirmeye ça.
Iışarak, beceremeyince Türkçeye başvurarak :
"Matmazel Mathilda," derdim, "bu nafta Melek' teki fil.
mi gördünüz mfl ? "
"Non," derdi Matmazel Mathilda, dudaklarını ıslık ça.
lacakmış, yahut sıc:ık çorbayı üfliyecekmlş gibi ileri uzata_
rak "non" derdi.
( Non) u yesinler senin, derdim içimden.
"Pourquo� ?"
"Parce que je n'ai pas eu le temps."
"Sizin hiç vaktiniz olmaz mı: ? "
Koyu bal rengi gözlerini uzaklara daldırıp yarı dalgın,
yan alaycı :
"Je ·De sais pas," derdi.
"Siz ne kadar esrarlı bir kızsınız matmazel Mathilda.''
"Vous trouvez ?"
"Si, si öyle."
Konuşma tam kıvamıına geldiği sırada bir de bakardım
ki, madam Roza'nın soluk boyalı evinin kapısına gelivermL
şiz. Loş merdivenlerden çıkarken bir şey yapamazdım. Ba.
zan mahsustan biraz geri kalıp gözlerimi etekliğinin yırtma.
cına doğru kaldıracak olsam huylamverirdi. Kirpiklerini kır.
pıştıra kırpıştıra şöyle bir bakar yüzüme: Öyle bir bakış ki,
sankr "Anladım aklından geçeni" demektedir. "Ayıp, ayıp,
yakıştıramıyorum sana,"' demektedir.
Bir mahçup olurdum o zaman, bir mahçup olurdum. Son.
ra da kendi kendime kızardım. Ne olmuş yani ? Ben erkek
değil miyim ? Gelecek sefer inadına, yüzsüzlüğü ele alacağını .
Yavaşça şöyle koluna doğru ...
Aksi gibi, gelecek sefıer Melek sinemasında bir de filim
54 T U Ş

görmüşümdür. Benim gibi pısırık bir genç olan Jön promnye


filmin sonuna doğru bütün cesaretini toplamış, ya herrü ya
merrü deyip sevgilisini ağzmdan öpüvermiştir. İşin asıl tuha_
fı; gafil avlanan kız, buna kızacak yerde, gülümsemiş:
"Okey Harry," demiştir. "Ben dıe senden bunu bekliyor_
dum, zaten... Eğer beni bugün de öpmeseydin, senin korkak
bir adam olduğuna hükmedecek ve Jacky ile evlenecektim."
Genç kız psikolojisinin o zamana kadar bilmediğim bu
yeni tezahürü:nü de öğrendim ya, bunu sevgilimde denemek
isteği ile içim şimdi büsbütün vık vık eder. İkinci katı üçün_
cü kata bağlıyan merdivenin o tünel gibi karanlık yerine ge_
lince belinden şöyle bir kavrasam derim, kavrasam ve ahu
dudu gibi buğulu dudaklarını, hayır hayır, dudaklarını geç_
tik, yanağını, evet sadece yanağını, yahut mis gibi şampuan
kokan sa.çlarımn bitip de traşlı ensesinin başladığı o nispe­
ten mahzursuz mahalli., şöyLe bir kerecik olsun öpebilsem.
Filmdeki kız gibi hoşlanır mı dersin ? Yoksa silkinip tokadı
çarp.ar mı yüzüme ? .. Bir an körpe teninin tuzunu dudağım_
da, beş parmağının izini yanağımda duyar gibi olurum. Kı­
zınca kimbilir daha da güzelleşir kafir ... Topuğunu hiddetle
yere vuracak, burun kanatları titreyerek :
"Siz beni ne sandınız ? " diye haykıracaktır. "Ben k.�n­
dimi bugüne kadar kimseye öptürmemişimdir. Vous compre_
nez ? " "Oui matmazel je comprend _ Excusez.moi. İradem
elimden gitmişti. Bir mıknatısla çekilmiş gibi... Kuvvetli bir
fırtınanın sürüklediği aciz vıe iradesiz bir yaprak gibi..."
Ve ben böyle, hayali suçuma romanlardan ezberlenmiş
özür cümleleri hazırlayıncaya kadar merdivenleri çıfkmış,
sofayı geçmiş, çoktan odaya girmiş olurduk.
Günlerden perşembe ise eğ.er, öbür çocukların hepsi de
izahlı müzik seansım dinlemek için içerde bekleşmektedirler.
Linowsky henüz mu tfakta bulaşıklarını yıkadığından biz ken.
di aramızda sohb�te dalarız.
Bu sohbetlerin baş hatib i de, Siranuş'tur. Bir de laf
ebesi mübarek, kimseye ağız açtırmaz. Yok Abdülhak Ha­
mit Eşberi bir Ermeni şairinden almışmış. Yok William Sa_
royan'ıın üstüne muharrir, Rupen Mamulyan'ın üstüne de re_
jisör çıkmazmış. Y.a Alexandre Dumas'nın üç silahşörLerindeki
meşhur Dartanyan'ı Ermeni yapışına ne buyurulur ?
Mathilda'cık bir saçmalara gülümser, ağzını hafif çarpı­
tan ve kendine çok yakışan o kraliçe tebessümü ile gülüm-
ALLEGRO MA NON TROPPO 5!5
ser, sonra sert bir baş hareketiyle sarı saçlarını geriye atıp,
Conferancia'ların durduğu etajere doğru seğirtir. Kızlar or­
daı:ı burdan bir miktar çan çaın. ederler. Derken laf döner
dolaşır bu sefer de Lı1nowsky'de karar kılar. Niçin daima böy_
le neşesizmiş ? Neden yüzü hiç gülmüyormuş ?
Babas� doktor ol.an Atıfet :
"Sakın vıerem olmasın ?''" diye endişe eder. "Baksanıza
günden güne sararıyor."
Yeni öğrendiği bir tangoyu piyanoda tek parımakla çı­
karmağa çalışan llhami:
"Turp gibi herif, " diye teşhis kor. "Bir şeyciği bile
yok."
Sir.anuş ta aynı fikirdedir. ( 1 ) le:rıi bermutad kalın ka­
lın telaffuz ederek :
"Nostalgie," der. "Başka hiçbir şey dıeğil. Malfununuz bu
müzisyenler fazla sentimental olurlar:•
Mathilda şimdi. mecmuaları bırakıp, tekrar münakaşa.
ya karışmıştır. Bir gün dalıi boynundan eksik etmediği ve
içinde sevgili mamacığının resmi bulunan yürek şeklindeki
madalyonuyla oynıyarak :
"Hayıır, hayır," der. "Il ıest un petit genie meCO'llilu . O
küçük çapta bir dahidir. Anlaşılamaımaktan müteessir."
Ve küçük çapta dahi o sırada ellerini kurulayarak bi­
tişikteki mutfaktan gelirdi. Sırtında koyu siyah ceket, baca­
ğında yine dizleri çıkmış o zibidi pantalon ve ayağında be­
yaz getrler, ille de ille o getrlıer.
Surat herm\ıtad asık, kaşlar çatık. Ama hava güzelmiş,
bahar geliyormuş, bunu kanlarında sezen kızlar odada itiş,
kakış fingirdeşiyorlarmış. Herifin umuru d eğil. Gül bre Al­
lahın kulu bir kerecik olsun gülümse şöyle. A-alı, istese de
beceremiyecek. Yüz hatları ihtimal ki gülme nedir unutmuş.
Hele gözler, o üzgün bakışlı gök mavisi gözler. . . Bu gözler
sanki :
"Çalış, didin, uğraş! Sanatın evci balasına ulaş. Peki
sonra ? Nıetice ?" diye sormaktadırlar. "Bütün bunlar ergen.
likli Ortamektep talebelerine saati dört liradan iskala yaptır.
mak için mi idi ? "
Bezgin bir ifade ile üst üste kapanan mor dudaklar.sa :
"Ne yaparsın kardeşim, ' · der gibidirler. "Kaderimizi ya_
şıyacağız. Dünya budur işte. İnsanlar nankör. . . "
Odur, budur, şudur ya . . . üstad yine de kızların hatırını
56 T U Ş
kıramaz. Sürekli ısrarlardan sonra plak ;vıerine, o gün bizzat
bir solo geçmeye güç hal i:le razı olur. Bizim gibi hop diye
çalacak değil ya, bunun da adabı erkanı var. Evvela yün bez­
lere sarılı• kemanı, Petersburg'taki İspanyol elçisinin kendine
hediye ıettiği o kıymetli kemanı, ağır ağır kutusundan çıka.
r.acak, kuru çenesini iki gerdanlı gösteren: bir dayayışla yeri.
ne oturtacak, sonra serçe parmağı havada kalmak şartile ya.
yı şöyle eline alıp bileğini yukarı aşağı havada bir alıştıra.
c.ak ve nihayet gözünü sureta odanın bir köşesinıe fakat, a.s.
lında kimbilir hangi Mtıranın enginlerine daldırıp koınserine
başlıyacak... Ha:ni çaldı mı da içli çalar doğrusu. Hele glis.
sandol1arda sol ka§ını bir kaldırışı vardır, hep iç geçirirlıer
kızlar. Bu anlarda beyaz yakalı mektep önlüklerinin veya ter
kokusu sinmiş yün blüzlarının üstüne şıpır şıpır Ya§ damlru..
dığına az mı şahit olmuşumdur ... Üstad artık gitgide coşmak.
tadır. Şopen'iın resmi şimdi Meta gülümsüyor, Pawlova yerin.
de duramaz olmuş, handiyse çerçevesinden fırlayıp, piyano.
nun üstünde şaheser balelerinden birine ba§lıyacak. Şu orta
yerdeki sihirbaz sanki her yay çekişi ile bizi biraz daha dün.
yadan koparıp bulutlara, semalara yaklaştırıyor. Yükselmi.
şiz, yükselmişiz, yükselmiş... Artık üç kat aşağımızdaki so.
kaktan çöp arabaları, çorabı düşük kadınlar, eşeğini dürten
enginarcılar geçmiyor. Her kapısından· çıplak bir baldır uza.
nan maruf mahalle burnumuzun dibinde değil. Yosunlu dam.
lan görünen şu meymenetsiz evLer, iplerinde uzun konçlu don.
lar asılı şu pespaye balkonlar, çok uzakta, bambaşka bir
diyarda.
Sanatın sihirli bir kuvvet, hazretin kendi tabiri ile bir
"Magie" olduğııına bundan aıa misal nıi istersiniz ?
Linoıwsky, ayda yılda teberrüken verdiği bu konserler.
le ihtimal pedagojik bir gaye de güderdi. Nitekim. hepimiz.
de yeniden alevlenen bir heves. Biz de günün birinde böyle
çalabilecek miyiz ? Ah, bir çalsam, bir çalsam. Ben de din.
liyenleri şö,yle bir aglatabilsem. Ağlatmayı gıeçtik, hiç de.
ğilse, kendime güldürmeden çalabilsem.
\
O gün de geldiydi nilıayet... Konser olup ta öyle esaslı
bir şey değil tabii. Bütün müzik hocalarının reklam olsun
diye taLebelerine yaptırdıkları konser müsveddesi bir tören.
Programda ilk olarak Mozart'ın bir quatuoru v.ardı. Bunu mü.
teakip konserin tatlı su rengine bir parça çeşni katsın diye
ALLEGRO MA NON TlWPPO 57
araya sıkıştırılan Atıfet'le İlhamfnin birer solosu. Onlardan
sonra sıra Mathilda'mıza geliyordu, konserin bütün yükünü
nahif omuzlarına yüklenen ve bundan ötürü de bir defaya
mahsus olmak üzere hocanın kıymetli �emanını çalmak maz.
hariyetlne erişen Mathilda'mıza... En sonda ise konseri ka.
pamak için muhteşem bır Finale ; bir Finale Maestruoso. BL
zlln. teşkil ettiğimiz on beş kemaruık sözüm.ona orkestradan
Arleslıenne Suite'i. İdare eden : Bizzat Stephan Alexandro.
vitsch Linowsky.
Artık bizde bir faaliyet bir kıyamet. Haftada üç gün
umumi provalar mı yapılımıyor, Majik sinemasının uydurma
sahnesi için şatrane dekorlar mı hazırlanmıyor. Mevsim ba.
hara rastladığından olacak, hoca da bir canlandı, sade pro. •

valarla değil, mizansenle, dekorları akla gelen ve gelmiyen


bütün tefıerrüatla hep kendi uğraşıyor. Hatta afiş tekniğinin
bunca yıllık gelişmesine rağmen, hala 1914 yılları · dolayı.arın.
da kalmış resim gustosuyla davetiye başlıklarını bile bizzat
kendi çizmişU.
Adam kıtlığında baskı işini bana vıerdiklerinden, artık
her gün Anka.ra Caddesini boyluyordum. Matbaacıların biri
tuvale karton bulamaz. Bir başkası yaldız için anasının ni.
kabını istemeğe kalkar. Davetiyıelerin günü gününe yetişeme.
mesi ihtimali belirince bir akşam sellemehüsselam soluğu ho.
canın evinde almıştım.
İçerde gramofon çaldığından, kapıyı vurduğumu duyma�
dı. Bir daha vurdum ve cevap alamayınca her zaman yaptı.
ğım gibi, kapıyı usulca açıp içeri süzüldüm. Akşamın alaca
kıu-anlığında gözüme ilk çarpan Linowsky'nin sıeyrek saçlı ka..
fası oldu. Hiç unutmam, pencerenin önündeki maroken koltu.
ğa oturmuş, kucağına da... Mathilda'yı oturtmuştu. Sağ eli
kızın gerdanında, sol kolu bir kobra yılanı gibi sımsıkı kal.
çasında... Ve san saçları şela1e gibi koltuğun kenarına dö.
külen Mathhlda gözlerini kapaımış, dudaklarını, daha henüz
hiç kimseye vermıedığini sandığım o körpe dudaklarını, bu
çipil Rusun çürü!� diş kokan nefesine terkedivermiş...
Başım dönüyordu. Dal gibi sallanıyordum. Gramofon
Beethoven'in mi bemol majör konçertosunu çalıyordu. Ve öte.
dıe biri genç, öbürü kart iki insan birbirlerine yapışmış, kö.
pekler gibi soluyorlardı.
Gitrneğe davrandım, fakat ayağım bir nota sehpasına ta.
kıldı... İşte sevdalıları tatlı uykularından- uyandıran da ga.
58 T U Ş

libıa bu oldu. Linowsky bir anda kızı kucğından atıp ayağa


fırladı. Sonra sanki kaldığı yerden dersine devam ediyormuş
gibi:
"Eh bien oui, ne diyorduım ? ' ' diye k·ekeledi.. . Ve biTdıen
gramofonu hatırlayarak :
"C'est ça. . . Söyleyin bakalım Matmazel," dedi, "bu son
çaldığım mouvement nedir ? "
Dilştüğü yerden doğrulmağa çalışan Mathilda bir so­
lukta:
" Allegro ma non troppo," diye cevap verdi.
Halbuki çalınan kısım adagio idi. Sonra da iğne• bir müd.
detten beri plağın bozuk yerine takılmış, ha babam ha, üç
ınotluk bir melodiyi tekrar edip duruyordu. Gülmek istedim
o .an ... Gülebilseydim ah, keşke gülebilseydim. Al al olmuş
yüzünü göstermemek için notaları tetkik eder görünen M'at­
hilda'ya ve hfila masilm rolü oynamağa çalışan şu rengi at.
mış geçkin zamparaya kahkahalarla gülebilseydim. İstedim
ama, beceremedim. Gözlerimden ılık ılık yaşlar iniyordu. Ne
yapmak lazım geldlgini kestiremiyordum. Birden gözüm ke.
nara ilişti. Piyanonun üstüne bırakılan Linoıwsky'\lli n kemanı
açık kutusunun içinden aptal aptal etrafa bakınıyordu. Elim.
deki davetiye müsveddesini oraya, kutunun i çine bırakıp, yan.
gından kaçar gibi dışarı fırladım. Ben karanlık merdiveınle.
re doğru yürürken bozuk plak içerdı9 hala o ü ç notluk melodi.
yi tekrar edip duruyordu.

Hemen o gece kemana tövbe ettim.


Allegro ma nen troppo'nun da, presto vivace'nin de: geç.
ınişine okuyordum.
Dedim ya ; çocuktum, cahildim. Hanyayı Konyayı bilmi­
yordum. Daha hiçbir şey bilmiyordum.
Kadın dı3l1ilE:n mah!Ukun kemaın gibi, hatta ondan da
kaprisli bir enstruıınan olduğunu, onun da olanca hüner ve gü.
zelliğini ancak ve ancak virtüoz ellerin emrine verdiğini öğ.
renişim çok sonralaıa, saçlarımın iyice dökülmeğe başladığı
devirlere rastlıyor.
Zaten dar omuzları, geniş kalçaları ileı kadın, şeklen da.
hi az buçuk kemanı, daha doğrusu violonseli hatırlatmaz
mı ?
BİR KAVAK VE İNSANLıAR

"Kavağın altına," demişti, "beni o, sahildeki kavağın al­


tına gömün."
Kavak zaten kulübesinin uzağında değildi. Sahile ba­
kan dik yamacın üstünde, dağ çilekleriyle böğürtlenlerin sar_
maş dolaş oldukları vahşi bir kırlığın ortasında idi.
İhtiyar, elinde tıesbihi, her akşam onun altında oturur,
denizin aşağıda lrnmiuğu tatlı tatlı yalayışını seyrederdi.
İşte şimfö mezarını yine o kavağın gövdesi gölgeliyecek,
yine dalgalar ayak ucunda o çok sevdiği besteyi söyliye_
cekti .

Böylece yaz geçti. Güz geıçti. Kış geçti. İlkbahar gelip


de Mayıs güneşi bir genç kızınkine benziyen ılık nefesini ta­
biate hohlayınca bademler birden beyazlara büründü. Kırlar
kokularını sürüındü. Deniz anide duruldu. O sakin mavi.;; ini
yeniden buldu.
Bu arada ihtiyar kavak da tomurcuklanıp yaprak aç­
mıştı.
Fakat köylüler bu bahar onda tuhaf bir değişiklik keş_
fediyorlardı. Hayır, hayır, bu sade yapraklanmaktan ileri
gelen o her yılki mütad değişiklik değildi... Bu öyle kolay
kolay anlaşılanııyan, kat'i olarak tesbit edilemiyen ancak ve
ancak sezilebilen bir bambaşka, bir acayip gelişmıe idi.
Kavakta şimdi, o nebatlara maJısus görünüşten fazla bir
şey, adeta insanlara has bir şey, nasıl söylemeli, sanki bir
nevi hüviyet belirmekte idi.
Kadmlardan biri : "İhtiyar," diye haykırdı. "İhtiyara ben_
ziyor kavak.''
Gerçekten de kavak, sanki altında ya.tan ihtiyarlh bü­
tün özünü kökleriyle emip gövdesine geçirmiş e benziyordu.
Şekil itibariyle yine aynı ağaçtı .belki. Fakat, insan ona
bakarken o uzun kametli, zayıf ihtiyarı görmüş gibi oluyor­
du.
Yaprakları bile şimdi bir başka. yeşil görünüyordu. Da­
ha mımis, daha sıcak, adeta gülümseyıeıı. bir yeşil. Rüzgar_
60 T U S

dan hışırdayışları bile bir başka türlUydil. Ağaç yaprakla..


rıyla dile gelmişti sanki. Durgun havalarda bir fısıldayış, rüz­
gArda rmrıldamş, fırtınada ise homurdanış halini alan bir
şeyler anlatınak istiyor gibiydi. Ne söylediğ� anlaşılamıyor­
du gerçi... Fakat onu tanıyanlar bu esrarlı hışırtılarda ihti­
yann sesini, konuşma tarzını, hatta. cümle yapısını tanımak­
ta gUçlük çekmiyorlardı.
Tevekkeli oraya gömülmek istememişti adam. İşte ne
yapmış yapmış, ruhuınu ağaca verip kendini o çok sevdiği yer-
yilzilne atmanın yolunu bulmuştu. Hem böylece tabiatı, da­
ha yakından, olanca haşmetiyle tadabilecekti artık... Nitekim
şimdi, sağlığında iken yapamadıklarını yapıyor, nezlıe, bron­
şit korkusu olmaksızın göğsünü yaz yağmurunda ıslatıp ak­
şam rüzgarında kurutuyordu.
Eski dostlarının bu suretle tekrar aralarına kanşması',
sade köylüleri değil, kuşları, bulutları, çiçekleri, rüzgarlan ;
velhasıl bütün tabiatı da sevinçlere garketti.
Kuşlar şimdi gelip yüzüne gözüne konuyor, bulutlar ba..
zan alçalıp alnını öpüyorlardı. Onun ölümünden beri boyun_
lan bükük duran çi9eklerse başlarını otların arasından çıka_
rıp yine eskisi gibi keyifli keyifli sallanmaya başladılar. Hat..
tA öyle ki, deniz bile, o karada olup bitenlere ilgisiz sanılan
deniz bile, bu işe pek sevinmiş, şimdi kumsalda beyaz köpük­
leriıni göstere göstene gülüyordu.

Fa.kat hangi saadet ebed'e kadar sürmüş ki ? Bir sa­


bah yapraklarındaki çiğ damlalarını silkeleyip kurunan ka..
vak, az ötesinde birtakım insanların eğilip kalkıp yerleri ölç­
tüklerini gördü .
Adamlar öğle vakti gelip onun altında oturdular. Elin.
deki planlardan mimar olduğu anlaşılan bir tanesi, Uç katlı
ensesindeın mal sahibi olduğu anlaşılan bir başkasına:
"Makine dairesi şurada olacak, laboratuvarlar beri yan_
da kurulacak, lojmanlar ise garp cephesine rastlıyacak, " di­
ye izahat veriyordu.
Kavak, gerisini dinlemedi. Bu duyduğu sözlerden yap_
rakları diken diken olmuştu. Demek burada fabrika kuracak_
lardı ? Demek bu cennet kıyıları, bu canım bayırları maki_
ne uğultusuna, kurum kokusuna boğacaklardı ? Dünyada baş.
ka yer mi kalmamıştı ? Yarabbim.
BİR KAVAK VE 1.NSANLA.R 61

Hayır, hayır, bunu yapamazlardı. Bu kadar zevksiz, bu


kadar vicdansız olamazlardı.

Fakat yaptılar işte. Onlar öyle renklerden, kokulardan,


denizden, tabiatten zevk alacak soydan değillıerdi. Maliyet
fiatı diyor da gözleri başka bir şey görmüyordu.
Maliyet fiatı ise bu sahilde çok düşük olac.aktı. Binaena..­
leyh . . .

İlkin sahile bir iskele kurdular. Malzeme deniz yoluyla


daha ucuza nakledilecekti. Sonra bir mendirek inşa edip, de_
nizle sahilin alakasını kestiler.
Dalgalar artık suları tatlı tatlı okşamaz olımuşlardı. Men­
direğin içinde kalan miskin, ölil sulara ise deniz derneğe bin
şahit isterdi.
Sade deniz mi ya, çiçekler de vaziyetten şekvacıydılar.
Papatyalar kurumdan simsiyah oluyorlardı. Gelinciklerin kır-
mızısı ise isli çatana bayraklarına dönmüştü.
Kuşların cıvıltısı, şantiyeden yükselen çekiç sesleri ara­
sında güme gittiğinden, onlar da birleşip koro halinde ötme­
yi denediler. Fakat bu gürültülü medeno/et konseri ile baş_
edemiyeceklerini anlayınca, akibet onlar da küsüp ötmeme­
ğe karar verdiler. Hem zaten pazarları gıcır gıcır çifteleri ile
ava çıkan şantiye mühendisleri hayatı onlara zehir etmeğe
başlamıştı.
Kuşlar küsüp, deniz susup, çiçekler de solunca, kavak
öksüze döndü. "Bir yıldırım gelse de, beni dıe yok etse bari!"
diye kötü kötü düşündüğü oluyordu.
Fakat yıldırıma hacıet kalmadı. Bir sabah, daha uyku­
da iken, belinde keskin bir testere sızısı ile uyandı. Ve neye
uğradığını anlamadan yan üstü böğürtlenlerin üz.erine devri­
liverdi.
ötede bir ses, fabrikatörün sesi :
"Günah da n e demekmi ş '!" diye bağırıyordu. "Bize ağaç
değil, yer 18.zım, yer... Zaten neye benziyordu ? Tek başına,
sipsivri bir ağaçtı.
Sonra maiy;etindeki mühendislere dönüp :
"Bundan çolt güzel telefon direği olur," dedi.
Ve ihtiyar kavak soyuldu, yontuldu, bilcUmle direkler gi­
bi göztaşı mahlülU ile muamele görüp, toprağa girecek kısmı
ziftlendi. Bu işler bitince, üzerine bir parmak kalınlığında bo.
62 T U Ş

ya sürülüp tep.esine de külah gibi çinko bir başlık geçiril.


dikten sonra, ana şebekeyi fabrika santralına bağlayan yo.
la, öbür direklerin arasına dikildi.

Böylece yaz geçti, güz geçti. Kış geçti. Her yıl olduğu
gibi bahar dik memeli bir genç kız misali etekliğini kal.
dırıp s:cak rayihası ile yine kırların üstüne çöküverdi. Gezici
kuşlar gittikleri yerlerden döndüler. Böceklerle kurtlar s.ak.
laındıkları yerlerden çıktılar. Papatyalar tavada yumurta gL
bi ortalığı sarıyla beyaza boyadı. Ve gelincik1er bir yıl ev.
vel fabrika kul'umundan solup giden eıedlerine inad, kıpkır.
mızı açıverdiler.
Bu arada kavaktan bozma. direk de bütün vücudüne su
yürüdüğünü hissediyor ve gece gündüz, çıtır çıtır tatlı bir
bahar sarhoşluğu içinde gerinip duruyordu.
Nihayet bir gün, evvela o kalın boya tabakasını pul pul
kabartan sivilceler döktü. Sonra orasında. burasmda beyaz
beyaz körpıe dallar sürdü. Ve bir sabah başta:n aşağı yem.
yeşil yapraklarla dor..andı.
Buna sade köylüler, kuşlar, çiçekler değil, tersine çev.
rilmiş kahve finc.anlarına benzeyen agırbaşlı izolatörler bile
şaştılar. Fakat fazla yağlarını eritmek için karısı iLe yürü.
yüşe çıkan fabrikatör, onu bu halde görünce küplere bindi.
"Vay namussuz, ' diye haykırdı. "Bu, o devirdiğimiz ka.
vaktan yapılan direk değil mi ? Görüyor musun ha:nım, ba.
na inat yapıyor. İnan olsun, bana inat yapıyor."
Köylüler, her ne kadar, "Değildir beyim, bu 0 kavak
değildir," dedi1erse dıe, fabrikatörü teskin edemediler. Adam
fena halde kızmıştı :
"Yaprak açmış telefon dıreği nerde görülmüş," diye fer.
yadı ediyordu. "Olacak rezalet mi bu ? Bari bundan sonra
teller de meyva vıersin. Biz burada mesaiden: iktisat etmeye
bakıyoruz. Bu direk kalkmış, dal budak salıyor. Bütün di.
rekler dal sürecek olsa, budamaya adam mı yeter ? "
Sonra maiyetindeki mühendislere dönüp : "Kesilsin ! ' diye
ferman etti.
Derhal merdivenli otomobil geldi. Adamlar tellerle izo.
latörleri bir başka direğe aktarıp, yapraklısını yere yıktılar.
Fabrikatör bir balta kapmış, direğin kök bağlamış zift.
li kısmına, yaprak açmış körpe dallarına vuruyor, vuruyor.
du. Hırsını bununla ela alamadı, direği adamlarına kuşbaşı kuş.
BİR KAVAK VE i.N,SA.NL.A.R 63
başı doğrattı. Bu parçaları dalli ortada bırakmaktan korku­
yordu. Ne olur ne olmaz; bir dalıaki ballar yine kimbilir ne
madik oynardı. Direğin enkazını orada, gözünün önünde, bir
güzel yaktırdı. Ve küllerini toplatıp denize attırdı. Gıerçi ih­
tiyar kavak şimdi de dalgalara kanşıp sahile vurabilir, bu.
har olup yağmur tanesi şeklinde yine sevdiği kırlara yağabL
liTdi.. Fakat fabrikatörün aklı o kadar incesine pek ermiyor.
du. Bu itibarla, memnun ve mesrur, el1erini yıkayıp dairesi.
ne, mayonezli levrekle, fasulye pilakisi yemeğe gitti.

O gece çiçekler saballa kadar kan ağladılar. Kuşlara


gelince, onlar da ilkin ahu_vah etti1er ama, sonra başbaşa ve.
rip bu harekete bir misilleme çaresi aradılar.
Bir ağaçkaJrnn: "İntikam," diye bağırdı . Serçelerin eın
yaşlısı : "Peki ama, nasıl ?" diye sordu. Canı tatlı bir saksa.
ğan : "Herifler dişlerine kadar silahlı," dedi. "Toptan gitsek
hepimizi vururlar." 'l'ecrübeli baykuş: "Bir fedai seçeriz," di.
ye teklif etti. "İçimizden biri ... "
Dalla: sözünü bitiremeırnişti ki, ihtiyarın avucundan yem
yemiş bir ibibik kuşu : "Ben giderim," diye atıldı. "Yann za.
ten fabrikanın açılış töreni var. Ben hepiniziın intikamını alır,
ic.abederse bu uğurda seve seve ölürüm."

Ertesi giinü, dalla sabahın erken saatinden, fabrika.da


bir faaliyettir başaldı. Her pencereden bir bayrak sarkıyor,
her tarafta allı, morlu, yeşilli, bıeyazlı kurdeleler dalgalanı.
yordu. Bacalar bile gemi direkleri gibi flamalarla süslenmiş­
ti. Bir bando durmadan marşlar çalarken, hususi otomobil­
ler de davetlileri getirip anfiteatr şeklinde hazırlanmış, tri.
büruere bırakıyordu.
Ne davetliLer vardı, ne davetliler. Erkeklerin çoğu silin.
dirli ve jaket_atay'Iı idiler. Kadınlar ise beyaz elbiseler, ge.
niş k.enarlı hasır şapkalar giymişlerdi.
Bir ara bando durdu, ses kesildi. Ve, ön sırada oturan
tıkız fabrikatörün ayağa kalkıp önüne mikrofonlar yerleşti.
rilmiş kürsüye doğru ilerlediği görüldü. Adam ağır ağır ba.
samağı çıktı. Notlarını öniin.e açıp, "öhö, öhö, ' diye sesini
ayar etti. Sonra :
"Sayın Vekil bey, muhterem davetliler," diye söylevine
başladı.
Saklandığı pervazdaın: aşağısını gözliyen ibibik kuşu: "İş.
64 T U S

te tarihi an geldi, " diye söylendi.


Seke seke pervazın üzerinde ilerledi ve tam fabrikatörün
dazlak başını nişm alıp ... bir güzel pisledi. Gerçi, ibibik ku­
şu olmak sıfatiyle esasen çok kolay def'i hacet ederdi. Fa­
kat o, sadece bu kabiliyeti i1e yetinmemiş, bu tarihi günün
şerefine bir gec.e evvelinden küf tutmuş kendir tohumu yeyip
üzerine bol miktarda deniz suyu içmişti. Bu itibarla sabahtan
beri büyük sancılar bahasına katlandığı hamulesini şimdi dur.
m.adan, dinlenmeden aşağı boşaltıyordu.
Fabrikatör, çıplak başında şaplayan ilk damla üzerine
gayri ihtiyari yukarı baktığından, ikinci üçüncü postaları yü.
züne, gözüne giydi.
Dinleyiciler ilkin bir şaşırdılar. Bir iki kadın davetli giil.
mesini tutamadı. Bundan eıesa.ret alan öbürleri de makarala.
n koyuverdiler. Artık şimdi hepsi iğile kalka, kasıklannı tu.
ta tuta gülüyorlardı. Vekil bey bile yüzü mosmor kesilmiş,
kahkahasını mendilinde boğmağa çalışıyordu.
Fabrikatör, yüzüne çok defa pisletilmiş insanların piş.
kin tebessümü ile, mendilini çıkardı. Yavaş yavaş, ağzını, bur.
nunu, gözlerini, çıplak başını silip sıvazladı. Ve gürlilttinün
biraz kıesilmesinden faydalanaralc
"Bayanlar, baylar," dedi. "Bayaınlar, baylar... Şu mesut
hMise dahi, tesislerimizin memleket için, insaniyet için, efen.
dime söyleyim... dünya barışı için ne kadar hayırlı, ne ka.
dar uğurlu ve kademli olacağına bir tali hayır sayılmaz mı ?"
Ve tıkız fabrikatör bu zaruri girizgahtan sonra tekrar
notlarına dönüp imal ede<:eği tennosifcmlann eımsaline fa.iki.
yetini izaha girişti.
194'7
K O O P E R A T İ F

Bilmem siz de dikkat ettiniz mi ? Bazı semtlerin, sakin­


leri üzerinde birleştirici, kaynaştırıcı bir tesiri oluyor. Bakı­
yorsunuz aynı havayı alan, aynı suyu içen, aynı dekor için­
de yaşayan bütün bir mahalle halkı zamanla standardlaşmış,
zevkleri, düşünüşleri, yaşayışları, birbirine benziyen insanlar
haline gelmiş.
İşte Mli kırlar ortasında bir adacık teşkil eden şu se­
kiz evlik mahalle bunun en canlı örneğidir.
Bu sekiz evin sekizinde de ıemekli aileleri oturuyordu.
Senelerce evvel bu küçük arazi parçasını bir papazın vere_
sesinden yok pahasına kapatmış ve emeklilik ikramiyeleriylıe
birer kulübecik inşa ederek burada yerleşmişlerdi. Zamanla
dostluklan daha da perçinleşti. Çoluk çocuk öylesine övtir
oldular ki, onları bir dışardan gören pekii.18., çak nüfuslu tıek
bir aile sanabilirdi. Erkekler bütün gUn bahçelerinde bağ
budar, gül aşılar, kirizma yaparlarken, kadınlar bir arada
çene çalarak zerzavat ayıklar ve mektebe birlikte gidip ge­
len çocuklar, bahçede birlikte oynar, derse birlikte çalışır­
lardı.
Hepsi iyi idi hoştu, ille velakin, şehirdeki konfordan zer_
re kadar nasipleri yoktu. Semt dağbaşı ... ln_ciın geçmez bir
arzullah-ı-vasıa. Çarşı pazar cehennemin bir bucağı. Hava_
gazı, elektrik hak getire... Yollar berbat .. Taşıt araçları kıt.
Hadi yazın gene neyse ne, sonbahar yağmurlan bir baş_
lamaya görsün, o zaman bir batak deryasının ortasında kuşa_
tılmış kalırlardı. Artık evden yola, yoldan eve varabilmek
için evvelce yerleştirilmiş iri kayalar Uz.erinde sekmek ge_
rekirdi.
Kar mevsimini sorarsanız, o da başka güına... Fakat bu­
na karşılık, havasına diyecek yoktu hani... Oraya geleli beri
kaptanınki romatizmalarından kurtulmuş ömrü boyıınca bir
dıeri bir kemik tanınan muallirrninki , dalyanlar gibi şişivermiş­
ti. Altmışlık Miralayın iki en küçüklerle, GümrtikçUnUn tekne
kazıntısı Yaşar da hep oranın ürünü.
F: 5
66 T U Ş
Bir akşam, ihtiyarlar her zamanki gibi kaymakamın göl.
geli bahçesinde oturmuş konuşurlarken bahçe kapısı ardına
kadar açıldı. Baytar Seyfi bey bomba gibi içeri girerek :
"Gözünüz aydın, mahallemiz şenleniyor. ( . . . . . ) müste.
şan ile ( . . . . . . ) müdüri umumisi dutluğun aşağısındaki ar.
sayı satın almışlar, orada ev yaptıracaklarmış. ' diye sevinç.
li haberi bir çırpıda vıerdi. Berikiler uımulmadık bir saadet-
· ıe karşılaşan insanlar gibi ilkin buıııa bir türlU inanamadılar.
Fakat l;>aytar:
"Ha�r gayet emin menbad!Ul geliyor. Bizim hanımın süt
kardeşinin görümcesi müsteşar beylere girer çıkar, o söyle.
m.iş," diye tamamlayınca memnun oldular ve müjdeciyi :
"Yaşa, var ol baytarcığım," "Hay ağzını öpeyim, dok.
torcuğum." "Bir tanesin Seyfi beyciğim," gibi iltifatlara boğ.
dular. Sonra da birbirlerine sarılıp kutladılar.
Olaylar baytar beyin hanıımmm süt kardeşinin görüm.
cesini haklı çıkardı. Bir haita sonra gerçekten elli kişilik bir
amele ekibi gelerek dutluğıın aşağısındaki arsada temelleri
ka.zmağa başladılar. Bunun sonucu olarak üç ay sonra, önce
müsteşarın, sonra. da umum müdürün ültramodern villa.lan
hil.li arazide yUkseliverdi. Bu iki muhterem zat, buranın hava.
sından, suyundaın pek hoşlanmış olacaklar ki, sade ev kur-
malda kalmayıp, civardaki bütün araziyi .dönümü 40 lira.
dan. satın almaya başladılar.
Nüfuzlu zevatın bir mahalLeye taşınmasının o mahalle.
nin imarı, ihyası ve ilası demek olduğunu okuyucu çok iyi
bilir. Nitekim buradıı. da işler öyle oldu. Belediye derhal faa.
liyete geçU. Eler tarata borular döşetti, havagazı, su, elek.
trik getirtti. Yazin tozdan, kışın çamurdan geçilmiyıen yollar
asfalt oluverdi. Geceleri donuk ışıkları ile aydınlıktaın çok,
hüzün dağıtan sokak fenerleri yerlerini şıkır şıkır lUkslerle
değiştirdi. Mahallenin b ütün konforu böylece belediyıe canibin.
dıen temin edildikten sonra tabii arsalar müthiş fiyaUaındı ve
günün birinde müsteı<ar beyle umum müdür beyin tesis et.
tikleri. bir yapı kooperatifiınin nizamnamesi ellerde dolaşma.
ğa başlıyarak, dönümü kırk liradan kapatılan arsalar sekizer
onar bin liradan kapış kapış iştahlılarına satıldı. Gelişleriy.
le mahalleyi· ihya etmiş olan iki muhterem zat da bu spekü.
lasiyon sayesinde ayrıca ihya edilmiş oldular. Arsalar sa tıL
dıktan sonra inşaat başladı, kısa bir müddet sonra, o hücra
bayı.rlarda yepyeni modern bir s ayfiye doğuverdi . . .
K O O P E R A TİF 67
Bizim eski kafadarlar bu işlerden pek memnundular. Kaç
yıldır başka semtlerdeki ahbaplarında görüp de imrendikle_
ri medooi rahatlıklara bir kalemde kavuşuvermişlerdt. A:r­
tık a lbay tulumbadan su çıkarmak için soluk soluğ'a gelmL
yor. Kaymakam petrol lambalarının fitilleriyle uğraşmıyor,
gümrükçü güneşle beraber yatağa girmiyor ve kaptan sarhoş
döndüğü geceler, yoldaki çukurlara tekerlenmiyordu. Hatta
!UksJ,erden biri, evinin tam önüne rastlıyan baytar bey, gece_
J.eri hanımını alıp misafirliğe gi:tmek ve bu suretle ışıktan
kar etmek adetinden vazgeçmiş, entarisini g�p köşe minde_
rine bağdaş kurarak komşunun radyosunu dinlemekle vakit
geçirmeğe başlaım�tı. Bayanlar artık avurtlarını şişine şişi_
re kömür üflemek zahmetinden, her gün çarşıya kadar taban
tepip zerzavat taşımak eziyetinden, çocuklar mektebe gidip
gelirken, çamurlara batıp çıkmak sefaletinden kurtulıınuş bu­
lunuyorlardı. Medeıniyet artık şuracıkta, yanıbaşlarında idi.
Sabahleyin pencereyi açtı mı onu görebiliyorlardı. Müsteşar
beyle umum müdür beyin villalarının etrafına bala gelen sL
nekler gibi ü şüşen kooperatif azası Şişli'nin, Maçka'run, Ayaz_
paşa'nın modern havasını buraya taşıyıvermiş1erdi. Fırt zırt
sokağa girip çıkan hususi otomobiller ve rengarook kostüm_
!erle asfalta dök illeı'. varlıklı insanlarla yüksek sosyete bu
dağbaşını istila edivermişti.

Onurumuzun temel direk1erinden biri ve belki de birin_


cisi ele güne karşı küc�ük düşmeme kaygusu olsa gerek.
Nitekim bizim ihtiyarlarda bir çeki düzen gayretidir baŞ­
gösterdi. Artık asmaların altında gecelikle tavla oynıyan in­
sanlara rastlanmıyordu. O bir zamanlar, "kim kime, dum du­
ına" diye bütüın kayıtlardan azadıe, nalınla, takunya ile ya..
kasız gömlek, kıçı sökük pantalonla bahçeye uğrayan emek_
·
li ahbaplar, şimdi "elalem ne der ? ' düşüncesi ile üstlerine
başlarına dikkat eder olmuşlardı.
Kooperatiflerin iktisadi olduğu kadar sosyal bakımdan
da bir kalkınma faktörü olduğunu haykırıp duranlara gelin
de şimdi hak vıe rmeyin.
Yeni gelenlerle ahbaplığı ilk tesis eden çocuklar olduğu
için, ilk tepkiler de tvvela onlarda görüldü. Hepsine bir süs,
bir tuvalet merakıdır arız oldu. Artık kaptanın kızı beş de­
ta taban değiştirmiş ayakkaplannı beğenmez olmuş, maliye_
cinin kerimesi ilk mektebin son sınıfından beri giydiği kısal-
68 T U Ş

nıış entarilerinden yüksümneğe başlamıştı. Hatta. eski Evkaf


Müdilrtintin kızı dahıt. ileri gitti. Anasının eskilerini giymek.
ten artık usanç getirdiğini söyliyerek işi bu bayram sırf ken.
dine mahsus yeni ve ısmarlama bir manto istemeğe kadar
vardırdı. Kızların hepsi sokakta piyasa eden, plajda, kotrada
oğlanlarla fink atan, otomobillerde caka satan varlıklı yaşıt.
lanna baka baka imreniyor, onlar gibi koleje devam edeme.
diklerine, çaylara gidip eğlenemediklerine, giyinip kıendilerini
gösteremediklerine hayıflanıyorlardı. Maamaiih, analan da
onlardan geri kalmıyor, etraflarındaki müreffeh hemcinsleri.
ni gördükçe onlar da kıendi hallerini olduğundan daha zavallı
buluyor, akşama kadar orada burada gezen ve evine dönün.
ce her işlerini yapılmış bulan talihli komşularının saadeti ile
kendi mahrumiyetli, meşakkatli hayatlarını mukayese edip
acı acı iç geçiriyorlardı.
Nihayet bir gtin bu haset fiili şekilde patlak verdi ve
sekiz evin sekiz hamını da hararetli bir süslenme yarışına
giriştiler. Bu işe evvela albayın. refikası önayak oldu. Dede.
sinin Paşa olduğunu ve babasının Şam valiliğinde bulundu.
ğunu bir punduna getirip her fırsatta tekrar eden bu Unvan
düşkünü bayan, iş� adeta bir izzetinefis meselesi yaptı, ko.
casının bankadaki parasından bir miktar çekip, kendini ve
kızlarını bir güzel donattı. Permanant yaptırmağa, evde to.
puklu terliklerle gezmeğe, akşamları da kızlan ile birlikte
kibar kibar asfaltta arzı endam etmeğe başladı. Albayın ka.
nsından aşağı kalmak istemiyen mal müdürlintin hanımı da
borç etti, harç etti eve terziler getirip şıklanmağa koyuldu.
Dl:>ktorunki, kaymakamınki, mualliminki, demiryolcuınunki de
öte1erini berilerini satıp bu harekete ayak uydurmağa çalış.
tılar. Yalnız kocası eski tertip üzere tekaüt edilmiş olduğu
için eline çok az para geçen baytar beyin hanımı, onlarla a,<;ıık
atamıyor, fakat o da Sti1eymaniye'deki dükkanının kirasını
arttırmak suretiyle gelirini yükseltmek yollarını arıyordu.
Rıek.abet mikrobu nereye girmiş de orada dedikodu ve
ınifak yaratmamış ? Nitekim burada da öyle oldu'.
Bir vakitler aralarından su sızmayan o dünya _ ahret -
kardeş hatun kişiler, şimdi birbirlerini çekemiyor, birbirleri.
nin arkasındaın söylemediklerini bırakmıyorlardı. De:miryolcu.
nunkine sorarsanız, öğretmeninki kadar aşağılık insan yoktu.
Albayınkine bakılırsa, asıl mal müdtirüınünki gibi malın gözü
bulunamazdı.
KO OPERATİF 69
EvvelA iki partiye, sonra üçe, sonra dörde aynldılar. Ko­
calar dolduruldu. Çocuklar kışkırtıldı. Ufak tefek arbedeler,
muha.lreme kapısına kadar uzamak istidadı gösteren ağız da..
laşlan oldu. Fakat sonra barıştılar, sonra yine bozuştular.
Daha sonra darılıp barışmağ'a alıştılar. Medeniyet icabı, sa­
bahleyin birbirlerine sövüp akşam üstü arkadaşça poker çe_
virımıeyi öğrenmişlerdi artık ..
.

Daha nesini anlatayım ... Kooperatif yakında üçüncü ku-


ruluş yılını tamamlıyacak. Bugüne bugün semtin otokton a..
halisi ile kooperatifin üyeleri, artık katiyen ayırdedilemi­
yor.
Kaymakamın oğlu iki kere üstüste ihtilastan hüküm giy_
di. Kaptan bey bu yaştan sonra kırk yıllık kansını boşayıp
genç bir kadın aldı. Gümrükçünün kızı kürtajcılara taşınıp
duruyor. Bilmem doğru, bilmem yalan ; Malmüdürününki için
de karı;ıı mebusun şoförünü jigolo tutmuş diyorlar.

1945
İSTEDtQİ ŞARKIYI DİNLlYEBİLM:ElK

Doktorun köşkünd? r.adyo çalınıyor. Kahvede radyo, bL


tişikte radyo. . .
Radyosu olanlara gıpta ediyorum. Bana öyle gelir ki,
radyosu olan insanda aşağılık duygusu bannamaz. Aç düğ_
meyi, en büyük orkestralar başucunda çalsın ; kapa düğme_
yi, Reisicumhurun lafı ağzında kalsın.
Particilik hastası bir arkadaşım var. Sevmediği bir sL
yasi koµuşurken oparlörü aça kısa adamın sesini titretir,
nutku kep.azeye çevirir bırakır. Sonunda "Kes'lan ! " diye çat­
tadan kapatışı da caba . . . �1 şeyi Mecliste bir başvekil yap_
sın göreyim.
Radyosu olan; başvekilden değil, kraldan da üstUndür.
Kral, yaldız kaplamalı şeref locasında otursa dahi konseri
yine herkeı:ı gibi efendi efendi dinlemek, çalınan parça bitin_
ce de usulü dairesinde alkışlamak zorundadır. Halbuki siz, Ri­
golıetto'yu dinlerken traş olabilir, yan gelip yatabilir, kadın:...
sanız ağda kaynatıp bacaklarınızdaki fazla tüyleri yolabi­
lirsiniz.
Hava durgun. Asfalt cadde ayışığında sessiz akan bir
dere gibi uzuyor. Yalnızım. Boş caddede, gölgemi kovalıyarak
ilerliyorum.
"Nasuh İsveçliye tek kolunu veriyor. Almadı, Şak kün_
desi deniyor. Olmadı. İsveçli güzel bir kılçık atarak doğru_
luverdi. Şimdi karşılıklı oyun anyorlar. Nasuh birden tek dal_
dı, h.ayır çift dalıyor. Amman nıe güze l ! İsveçliı köprüde. Na_
suh abanı!)'or. Köprü kınlmak üzere, kırılıyor. . . 30 santim
kaldı . 20 santim kaldı. Oluyor ,oluyor. Tamam. Nasuh Akar
ikinci devrenin ilk dakikasında tuşla galip . "
Kahvedekilerin hoşlandığı bu. Sade k.ahvedekiler mi, sos­
yete bay'anlan da, bundan hoşlanıyor. Ama onlar dinlemek­
ten zevk almazlar. nııe yakındım görmeli. Ne denir ? Ne
denebilir ?
Arslan güreşçilerimize ebediyen şan olsun !

Köşeyi döni.lp karakol sokağına sapıınca Spor Sarayınııı


lSTEDİÖİ ŞARJ{IY'I DİN'LİYEBİLMEK 71
uğultusu yerini içli bir keman konçertosuna bıraktı . GördUn
mü kültilrlü insanı. Bu istasyonu muhakkak Semiramis bul.
muş olacak. İnce kızdır şu Semiramis v,esselfun . . . "Ruhu ebe.
diyıfill bir müzik denızinde yüzmeli imiş," kendi böyle söylü.
yor. Şimdi radyonun yanındaki sedirde ayaklarını alt'Ila al.
mış, oturuyordur. Elleri ç�esinde, gözler yan kapalı, yüzün.
de metafizik bir ifade, neredeyse ağlıyacak . . . Klasik müziği
pek alıp satmıyan babası iıSe, ya gazetesini okuyor, ya diş.
lerini karıştırıyordur. Annesine gelince, şu anda nansuk üze.
rine pembe pamukaki ile fisto yapmakta, fakat aklı yine kim.
bilir nerede. kiminle fink atmaktadır. Bilirim, o da keman
konçertosundan pek hoşlanmaz... Onun bütün zaafı; olgun
erkek sesi . . .
"Jean Sablon'a bayılıyorum," demişti bir keresinde. "Bing
Crosby de fena değil ama, Jean Sablon başka."
"O nezleli sesin nesinden hoşlanıyorsunuz ? " diyecek ol.
dum.
Kırk bahar görmesine rağmen, hala diri ve canlı kal.
mış göğsünü körük gibi şişirip indiren bir iç geçirişle :
"Bilmiy orum,"' dedi. "Bunu sormayın bana. Sebebini talı _
lil edebilmi� değilim. Fakat o, şarkı söylerken, konuşur gi.
bi, fısıl<lar gibi, çay masasında, ocak başında, sade size, yal.
ruz size, mahrem bir itirafta bulunur gi.bi ş.arkı söylerken
ta içinizde, ruhunuzun en derin tellerinin ihtizaz ettiğini,
bütün benliğmizin, bütün ruhunuzun en derin yerinden sar.
sıldığını hissedersiniz."
Nasıl . 19 uncu asrın psikolojik romanlarım hatırlat.
. .

mıyor mu ? Dünyamız gittikç e maddileşiyor beyler. BugUne


bugün kalın bacaklı kız lisesi talebeleriylıe hassas ruhlu mual.
lime hanımlar da o1masa, bu içli tiradlara nerede rastlıyabi.
leceğiz ?

"Akşamlar hayır evlad."


"Akşamlar hayır üstad."
"Güzel gece... Gezm.eğe çıktın ? . .
"

"Ö!Yie. . Bakıyorum sen radyo çalmıyorsun ! "


.

"Buyur' ? . . "

"Sen radyo çalnnyorsun diyorum."


"Hiç çalmam olur ? Bu akşam Münir söyloor. Ama; ta
vakit var... Şimdilik sükı1tu dinleorum. Bazeııi sükı1t en glizel
müziktir."
72 T U Ş

Terzi deyip geçmiyelim. Viçen efendi, filozof adamdır,


artist adamdır, müzisyen adamdır. Vaktiyle piyano da çalar­
mış.. . 29 T.eşrin gecesi Çamlı gazinonun bozuk akordlu piya_
nosunda verdiği konser bütün mahallenin hatırındadır.. Ce­
zayir marşından Iıeblebici Horhora kadar bütün repertuarını
o gece bir bir önümüze dö.k türdü idi.
Viçeın efendi, alaturka, alafranga diye bir tefrik yapnu_
yor. Münir'i de dinlermiş. Gigli'yi de. Sanatın Türkü Ga.vuru
olur ? .. d�yor. Ne doğTu bir laf. Üzerine ciltlerle kitap yazı_
labilir.

Viçen efendi Münir'i dinliyor, Semiramis Menuhini, fa_


lan şunu, filan bunu . Radyonun şıkır şıkır ıskalasında her
zevke, her seviyeye göre bir program var...
Miralay bey kahramanlar saatine düşkün, celeb KAzım
gelir vergisi cevaplarıına... Çocuklar çocuk saatini dinliyor, ev
kadınları çamaşır yıkama dersini.
Hattı\ dahası var. Ben bir kere bizim enişte beyi rad­
yoda alkış dinlerken yakaladım. Hoş görmeli ne de olsa eski
mebus. Musiki nasıl ruhun gıdası ise, alkış da galiba bazı
onurların bir nevi C vitamini. Onsuz kalınca skorbüte tutu_
lan az bünyeler mi gördük.
Herkes istediğini dinliyor. Kimi konser, kim� kaval, ki­
mi ajans haberi, kimi İngilizce dersi.
Ben size bir şey söyliyeyim mi ? ; Hürriyetmiş, Demokra_
siymiş, İnsan Hakları imiş, hepsi fasa-fiso bunların. İnan oL
sun böyle. Şu baygın baygın Hanımeli kokan İstanbul gece_
si ve her evden yıldızlı semaya yükselen şu çeşitli radyo ses­
leri yok mu, işte Hürriyet de bu, Demokrasi de, İnsan Hak­
ları da. Hlürriyetin biT tarifini yap deseler bana, "Hür adam,
radyosuında istediği şar:kı(Yl dinliyebilen adamdır," derim.
Çok olmadı. Avrııpanın göbeğinde bir akıllı, yabancı
istasyonları dinleyemesin diye bütün radyolara hususi mühür
takmaya kalkmadı mı ? Tıpkı beka.ret kemeri gibi...
"Sen," '.'liyordu, "benim· uğTumda ölmeye yeminlt Hans,
sen, sarı örgiilerini omuzlarına salıvermiş Gerda, siz, Krupp
firmasının muhasebe kaleminde çalışan Hierr Mililer, siz, üs..
tüne kara la.hana kokusu sinmiş Fr:au Krause, hepiniz hepiniz
bu akşam önce askeri marşlar programıını, sonra TAnhauser o_
perasının uvertürünü, sonra Goebbels'ln yarınki Völkische
Beobachter'de çıkacak başmakaleslnl ve en sonda da gençlik
İSTEDtO.t ŞARKIYI DİNLİYEBİLMEK 73

korosunun okuduğu "dünya yarın bizimdir" şarkısını dinliye.


ceksiniz. . . Neden'i Niçin'i Yok. ÇUnkU ben öyle istiyorum:•·
Ama ne oldu sonra, sökmedi tabit Sökmez de zaten.
Harb öntiınde sonunda istediği şarkıyı dinlemek isteyenlerin
zaferiyle sona erdi.
Yanımdan ağ'ır ağ'ır .bir otomobil geçti. Onun bile rad.
yosu var. Eczacı kalfasının bile var. Bahçıvan Manol bile ge.
çende taksitle 4 J§.mbalı bir Philips aldı.
Benim radyom olsa ne dinlerdim diye düşündi.lım. Her.
halde bunların hiçbirini. Ben dinlesem dinlesem ...
İşte o sırada inanılmıyacak bir şey oldu. Tren hattın.
daki evlerin birinden ılık geceye billlir gibi bir kadın sesi,
tanıdığım, bildiğim, sevdiğim, hatırasını silemediğim, ailemi.
yeceğim, tatlı, şuh, kıvrak, en azdan çıktığı göğüs kadar sı.
cak bir ses yayılıverdi. Ta kendisi, Martha Eggert ...
Donau so blau . . . ram pam., pam pam
Taaraaraaraam ... pam pam, pam pam
Bu istasyonu bulan ellere o anda sarılıp öpebilirdim.
Benim radyom olsa işte ebediyete kadar hep onu dinler-
dini.. . Şarkı söylemese de, sırf bir istasyonda spikerlik etse
bile. Hep onu, sırf onu. Bıkıp usanmadan, sabahtan akşama,
hava raporundan ticaret borsasının muameleye milstenit ka..
panış fiatıarına kadar. . .
O sesin: "Buğday yumuşak Polatlı 8 _ 9 çavdarlı 32 ku.
ruştan, Mercimek yeşil Tokat 30 kuruş elli santimden 33 ku.
ruşa kadar" deyişi bile başlıbaşına şiir olur muhakkak.
Martha Eggert benim sivilceli çağımın ilk sevgilisidir.
Resmi yıllar yılı yatağımın başucunu silsledi. Mücerret, bir
göz kırpışını, bir dudak büküşünü tekrardan görebilmek içm
Bitmemiş Senfoniye tam 7 kere gitmiştim... Hele orda, sır.
tında incecik bir sabahlık, Schubert'i düşünerek mehtaplı ge.
cede balkona bir çıkışı vardır, aradan on altı yıl geçmesine
rağmen dün gibi gözümün önünde...
Martha Eggert ılık gecenin içinde bülbül gibi şakıyor. Tu.
na'nın mavi dalgaları sanki yeryüzündeki biitün gamı, kederi
akıntısına almış, sUrüp götürmekte . . .
B u ses kaç geceler şekil alıp odama girmiş, ayağında diz
boyuna kadar Macar çizmeleri, gözlerinde yanıp sönen o çap.
kın parıltı, dudıa.ıtında insanı deli eden o ıslak tebessüm, hem
dansedip hem şarkı söyliyerek kaç uykumu bana haram eL
miştlr. Jean Kiepura ile evlendiğinde günlerce yemeden iç.
74 T U S
medm kesilmiştim. Sonraları sırf ona benzediği için Alman
mektebinden bir de kız sevdimdi, ..
Şakı güzel bUlbtlllim ! Şakı benim altın sesli kanaryam !
Sen söylerken dünya daha güzel, gece daha ılık, hava daha
berrak oluyor.
Ne olurdu Tanrım, harb olmasa, hastalık, açlık ortadan
kalksa, insanlar birbirleriyle boğuşmaktan vazgeçseler, böy.
le rahat ve sakin, kendi köşeciklerinde kendi istedikteri şar.
kıları dinleseler. Arada bir böyle kurbağalar vakvaklasa, a.
ğustos böcekleri ötse, denizden gelen tuz kokulu bir meltem,
yaprakları titretiıe...
Martha Eggert'in radyodan fışkıran sesi göklere, yıldız.
lara yükseliyor. oradan bir altın yağmuru gibi bağların, bah.
çelerin, tarlaların üzerine dökülüyor.
Bir de Schubert'ln serenadını söylese. Her seferinde gö.
zümden yaş getirir kafir. Hayır, bir başka şarkıya geçti.
Söylesin de ne söylerse söylesin.
Sırtımı kestane ağacına dayadım. Gözlerimi kapadım.
Zihnim rüzgarım bulmuş bir gemi gibi tam pupayelken hayal
enginl�rine açılıyordu ki... Çat ... hoyrat bir el radyonun düğ.
mesini kapatıverdi.
Öyle oldum o an! "Bırak çalsın be kardeşim n"olursun
çalsın," diye yalvaracaktım.
ALemin radyosuyla keyif çatmanın sonu budur işte.
Çiçek kokulu bir rüzgar alay eder gibt kravatımı uçu.
ruyor. Benim nasibim böyle zaten... Ben ne vakit bir şeye el
atsam , ne zaman hoşuma giden bir şarkı dinlemeğe kalksam,
çat... hemen düğmeyi kapayan bir el çıkmıştır muhakkak.
İnkisara uğramamak için hiçbir şarkıyı fazla sevmiye.
ceksin.
Şu anda dünyanın her köşesinde binlerce, yüzlerce, mil.
yonlarca iınsan, radyolarının başına oturmuş, istedikleri şar.
kıyı dinliyorlardı. Bir benden başka, bir benden . . .
Ben radyosuz insan, ben zavallı, ben boynu bükük, ben
aşksız, ben eşsiz, ben şevksiz, neşesiz, bütün arzularının pe.
şinde daima kurulu kalmaya mahkO.m na.sipsiz insan, ben
hep böyle aittin sene başkalarının dilediğini mi dinliyecektim ?
Benim de arzularım, ümitlerim, başkasının keyfine ve emri.
ne bağlı olmadan dinlemek istediğim şarkılarım olm2yacak mı
idi ?
İşte 34 yıllık ça!ışmanın, çırpınmanın, didlrunen!n, Umit.
İSTElDİGİ ŞARKIYI DİNLİYEBİLMEK 75

lerin, isteklerin dört kelimelik hüsranı :


"Başkalarının radyosunu dinleyen adam ! "
Halbuki böyle mi olacaktı ? Böyle mi olmalıydı ?
İçim bir anda Spor Sarayının güre§_ minderine dönmüş_
tü. Talihim O'lluruma tırpan atıyor, onurum hafızama çift kle
takmaya uğraşı\Y'ordu. Utanmasam, dudağımı dişlemesem, so_
kak fenerinin ışığında ağlıyacaktım.
Çaresiz yürüdüm.
Gece ılık ve sakindi.
Maltepe taraflarında bir ışıldak, gökyüzüne doğrulmuş,
yıldızlı semada düşman uçağı arıyordu.
1950
8 DEN 9 A KADAR

Haydarpaşa Lisesinin saati gOya sekizi çalacaktı. Fakat


beşten sonraki vu�lar kar tipisinin içinde eriyip gitti.
Nöbetçi hariciye asistanı, dahiliyenin peıncerelerinden bL
rine çıkmış, puslu Şubat sabahını seyredi�ordu :
Askeri Hastahanenin üzerinden bir parçası görünen kur_
şunl deniz, Baytar :Mektebinin bacasından havaıya savrulan
pas rengi duman, çuvaldan kukuletasının üstü bembeyaz kar
tutmuş ihtiyar arabacı, sanki empresyonist bir ressamın tiL
rek fırçasından yeni çıkmış gibi idiler. Sade renkler değil, ses.
ler bile bir soluk bugiin. Sis düdüğiinün sesi bile bir boğuk
çıkıyor, tipinin içinde bir ötüp hemen sönüyor. Yoldan ge.
çen traımvayın çanı da öyle...
Geınç asistan birdenbire karla surdin arasında bir ben.
zerlik yakalar gibi oldu.
Gece iki kere hastaya uyandınlmıştı. Uykusunu alama.
dığı zamanlar ne hikmetse, zihni hep böyle abuk sabuk şey_
lere takılırdı . Pencereden koridora atladı.
Koridor, kızarmış ekmek, lizol ve eter kokuyordu. Da.
hiliyede hademe kadınlarla erkenci bir laboranttan başka kim.
seler yoktu. Hariciye asistanı şövalye yüzüğü ile kalorifer bo.
rulanna vura vura kendi servisine döndü. Az evvel havalan.
sın diye penceresini araladığı odaya bir araba soğuk dolu.
vermişti. Pencereyi kapadı. Radyatörün musluğundan yere
şıp şıp damlayan suyun altına ayağı ile teneke biT' kutu sür.
dü. Sonra önlüğünün beyaz kollanndan büsbütün esmer ve
kıllı çıkan iri kemikli ellerini kalorifore uzattı. İnce, uzun,
durduğu yerde duramıyan sinirli parmakları vardı. Niessen
bu eller için "Feine, durchgearbeitete Hae'llde" ( 1 ) demişti.
Bunu söylerken, "Alı bu çocuğıın elleri bende olsa," der gibi
bir haset vardı sesinde. O da zaten dünyada en çok bu elle.
riyle övünüyordu. Kendini küçük yaşta zorla kemana başla.
tan amcasını o anda şefkatle hatırladı. Ne kadar da ısrar
etmişti rahmetli. Sanki operatör olacağını keşfetmiş gibi.

(1) İnce, lşlenmi!} eller.


S DEN 9 A KADAR 77

O sırda dahili telefon zırladı.


"Allo... ?'"

"Köylü kadın mı ? Nerde vurmuşlar ? "

"lntaniyenin önünde de, niye lntaniyeye haber verme.


ıniş ?"

"Hay Allah kahretsin. Dur, ben kapıya geliyorum."


Sırtına siyah pelerinıni attı. Uzun bacaklariyle korido.
ru bir solukta geçip koşa koşa merdivenleri indi.
Yaver ağa, aşağıda, bir mektepli çocukla becelleşip du.
ruyordu. Oğlan doktoru görtlnce ona doğru yürüdü :
"Yarını saattir bu Araba dert anlatamıyoruz be abi;'
dedi.
"Nerde yaralı kadın ? "
"Bir.az ilerde Askeri Hastahanenin yanındaki sokakta."
"öyle de niye lntaniyeye haber vermedin ? "
Oğlan düşündü. Sahi niye oraya haber vermemişti ?
"Karların içinde kıvranıp duruyor abi," dedi. "Mesuli.
yet size aittir. Bak benden söylemesi."
Doktor tezkerecilerin koğuşuna seğirtmişti bile. İçer.
de tezkerecHerden yalnız biri, çopur yüzlüsü vardı. Adam
oturmuş, pencerenin önünde sigara içiyordu.
"Çabuk sırtla şu sed�eyi, öbür arkadaşın nerede ?"
Çopur yüzlli tezkereci sigarasını tablaya bastırıp :
"Ayak yolunda olmalı," dedi.
"Tam bulmuş zamanını... Tut öbür tarafından."
Kapıcının yamağı oınları sedyeyle görünce koşup arka
kolları doktorun elinden aldı. Mektepli çocuk önde, öbürkü.
ler arkada, sokağa fırladılar.
D;ışarda rüzgar, karlan bildiği gibi savuruyordu.
Çocukla asistan, kaldırımın yumuşak karına çıkınca ra.
hat bir koşu tutturdular. Doktor, lisedeyken bir ara 800 e
çalışmış, fakat bir defa olsun üçüncülükten yukarı çıkama.
mıştı. Şimdi geniş fulelerle bayır aşağı koşarken "Aferin be,
pek hamlamamışız," diye düşünüyordu.
Tezkereciler de ilkin onlar gibi koşacak oldular, fakat
çabuk yorulduklarından, ister istemez yavaşladılar.
Yoldan gelip geçenler durmuş, pelerinini rüzgarda uçu.
ra uçura koşan genç doktorla onu çok geriden takip eden
78 T U Ş

ıIBdyeciletc meraklı gözlerle bakıyorlardı.


Askeri Hastahanenin köşesindeki sokağa sapınca çocuk :
"İşte! ' diye gösterdi.
Yaralı kadın, uzaktan, karlann içine bırakılıvermiş ala.
calı bir bohçayı andınyordu. Rüzgar, karları duvarın dibi:.'1e
yığdığından, burası beyaz dalgalı bir deniz gibi ka.barnı• ştı.
Dizlerine kadar kara batarak .kadının yanına sokuldular. Ka.
dının gözleri açıktı. Fakat onları görünce kapayıverdi . Acı.
dan kasılmış yüzü beyaz karlar.n ortasında bilsbiltiln sarı gö.
rüııüyordu. Doktor çömelip kadının bileği:ıı i eline aldı. Nabız
hızlı, fakat dolgun atıyordu. Ortada kan lekesine benzer bir
şeyler de yoktu.
"Yaran nerde kadınım ? "
Kadın gözlerini aralayıp ürkek lir.kek bakındı. Sonra
tekrar kapadı. Yüzünde belli belirsiz bir pembelik dalgalan_
mıştı.
" Söylesene nePde yaran ? "
Kadın yine gözleri:ıı i açtı, usulca, sanki doktordan baş.
kasına duyurma:mak istercesine:
"Doğurdum, dohtur," dedi. Ve doktor, kad:nın yeşil şal.
vannda kıvıl kıvıl bir şeyin kıpırdandığını ancak o zaman
farkedebildi.
Tezkereciler de o ara va.k 'a mahalline yetiştiklerinden,
sedyeyi yere bırakmış, kadına bakıyorlardı.
"Doğurmuş mu '? "
"Ne diyorsun ? '
"Doğurmuş ha . . . "
"Bak şu Allah;n işine."
Genç asistrun :
"Susun ! " diye lıağırdı .
Sesi, eşya dolu bir sandık odasında imişler gibi, hava.
da hiç akis bırakm:!mıştı.
Tezkereciler birden tıs oluverdiler. Şimdi yalnız soluk
alışları ve ayaklarının altında sıkışan kar;n yumuşak çıtır.
dısı duyuluyordu.
"Getirin sedye,yi şöyle . Sen başa geç başa... Şu yana
oğlum şu yana . . . Çek daha bana doğru... Biraz daha."
Kapıcı yamağı bu işe alışık olmadığından hep ters ma­
nevra yapıyor, gelip gelip doktorun ayaklarına çıkıyordu.
Doktor eğildi, kadım koltuk altlarından kavradı :
"Sür şunu altına yahu... Amma adamlara çattık."
8 DEN 9 A KADAR 79
Tezkerecilerin ilcisi birden aynı zamanda eğildiklerinden
orta yerde tos ettiler. Bereket mektepli çocuğa; el çabuklu­
ğu ile sedyeyi kadının altına sürüverdi. Bu iş bitince doktor
.aşağı geçti. Kadının, kenarından beyaz yun çorapları görü­
nen Çörçil kunduralı ayaklar;ından birini alıp usulca sedye\Ye
aktardı. Bu da bitince iki elini şalvarın altına soktu. O kU­
çUk ve hareketli cismi bUyUk bir ihtiyatla kaldınp usulca
sedyeye bıraktı. Dışarda kalan bacağını artık kadın kendi­
liginden çekivermişti.
Arkaya çopur yUzlU tezkereci geçti. ÖnU acemi oğlana
bırakmıştı. Mektepli bir yanda, doktor öbür yanda, yola dü­
züldüler.
Şimdi ıiizgii.ra karşı yürüdükleri için soğuk, nefeslerini
kesiyordu. Kadın hayli ağır olmalıydı ki, tezkerecilerin omuz_
lan iyice aşağ'! düşmüş, sanki kol1an uzamıştı. Çopur yüz_
lüsü ikide bir yüzünü omuzuna sürüp terini siliyordu.
Kendini emniyette hissedince, kadının bir çenesi açılsın :
"Çamaşıra gidiyordum,'' diye başladı. "Te nirden bilem,
bögünü de çıkarır sar:dım. Allahtan işte. Olacağı varmış. Gur-
banın olanı dohtur efendi bir telifoın et. Şimcik beklerler be_
ni. !braam beyler dirsin. Edirne mepusu oluyo. Ocağı yak_
mışlardır, beklerler beni."
Doktor sinirleniverdi :
"Yat yattığın yerde be kadın, " dedi. ''Bırak ne halt eder­
lerse etsinler, sen sağ kurtulduğuna şükret."
Kadın:
"Sağ olun var olun," dedi. "Allalı cUmlenizden ırazı ol­
sun. Allah eı.e muradınız varsa versin. Ama tabanını öpem bir
haber ilet. Çamaşırlan ıslatmışlardır. Bekler dururlar beni.
ibraam bey dirsin. Apurtmanı var Yeldirmeninde. Gelemiyor
Aççe kadın dirsin. Halı keyfiyet böyle dirsin."
Yol biraz d,ı,ha uzasa doktor kadını tokatııyacaktı. Tam
mektebin önüne varmışlardı ki, ayak yolundaki işini bitiren
asıl tezkereci ile ka.t·şılaştılar. Adam kemerini bile bağlama­
dan koştu geldi, kap!Cı yamağını itip ön kollara yapıştı. Ya­
ver ağa onları görmüş, kapıyı ardıına kadar açmıştı.
"Yukarı telefon ettim, her şey hazır," dedi. Doktor:
"Yaralı değil," lohsa imiş. Sen asıl Zeki beye telefon
edeydin," dedi.
Arap kapıcı o kadar şaşmıştı k�. ayaklarının karını sil­
meden doğum kısmına doğru giden tezkerecilere çıkışamadı.
80 T U Ş

Doktor, k.adını doğum kısmına. teslim ettikten sonra hız_


lı hızlı hariciyeye geldi. Masanın başına geçip oturdu. Soğuk
havada koşmak onu birden canlwndınvermişti. Bu hızla otur­
du, bir solukta taburcu olan şehir bandosu trampetçisinin ra­
porunu yazdı. Sonra ambara düşüp bacaklarını kıran çarkçı..
nın radyografisini ışığa tutup, tetkik etti : Sağ femurde bir,
sol tibianm bilek nahiyesinde ise iki fra.ktür vardı.
Tam o sırada Nisaiye kliniğinden Sabahat H€mşire ka­
pıda göründü . Bu kız, önüne bakıp sustuğu zıaman filvaki so.:
luk yüzlil mı�·m.ıntı bir şey görünürcHl ama, konuşmaya ba,ş­
layıp da gözleri ışıl ışıl parladı mı, doğrusu pek cana yakın
olurdu. Hafiften Jennifer Jones'u da hatırlatıyordu. Doktor,
ona rastladıkça takılmadan edemezdi.
"Hayrola?''
"Hayırlar efendim."
Kız durdu :
"Getirdiğiniz kadın:.. "
"Ee ? . . "
"Getirdiğiniz kadın rica ediyor. Siz evini biliyormuşsu­
nuz. Telefon etsin dıyor."
Doktor kızı dik dik süzdü. İşin mi yok seınin gibilerden.
Sonra radyografiyi tekrar pencereye doğru kaldırıp baktı.
Esmer hemşire ne yapacağını kestiremiyor, doktorun par.
lay;an gözlük camlarında kann yağışını seyrediyordu.
Kendi kendine mırıldanır gibi :
"O<:ağı yakmışlardır da,'' dedi.
"Yakmışlarsa söndürsünler."
"Çama.şırlan ıslatmışlardır."
"Nasıl ıslatmışlar ? "
Sabahat hemşire doktorun cahifüğine güldü. Doktor ça_
maşır ıslatnnanın ne demek olduğuınu birden istidlal edeme­
yişine kızdı.
"Ne halt ederlerse etsinler,'' dedi. "Her iş bitti, şimdi de
çamaşırcı tellallığı mı edeceğiz."
Hemşire uzun ve becerikli parmaklariyle evvela hotozu_
nu, sonra da saçlarım düzelterek :
" Siz bilirsiniz," dedi. "Elçiye zeval yokmuş. Benden söy_
!emesi."
Doktor birden yatışıvermişti. Zaten birden kızar, birden
yatışırdı. Kızın edasını taklit ederek :
"Ya öyle mi ? " dedi.
S DEN 9 A KADAR 81
Hiemşire:
"Hayır, öğle olma<lı. Henüz sabah," dedi.
Güzel bir cevap verdiğine, doktoru bozum ettiğine kaniy­
di. Sabahat hemşire iyi idi, hoştu, hatta boş saatlerinde İn­
gilizce de öğreniyordu ama, işte hfila ağzı sakızlı mahalle
kızı esprilerinden bir türlü kurtulamamıştı.
Doktor piposunu yaktı. Bu kız ancak Başhemşireye kı­
zıp da ağladığı zaman enteresan oleyo·r diye düşündü.
Sabahat hemşire, gözlerini onu:n: gözlerinden çekm.ed en:
"Bakıyorum siz bu sabah yine solunuzdan kalkmışsınız,"
dedi.
"Ben her sabah solumdan kalkıyorum, yatağımın sağı
duvar."
Kız, ha.lıt demiın verdiği güzel cevabı düşündüğünden,
doktorun nüktesini anlıyamadı ve birden toparlanarak :
''İyi ya, ben gidiyorum/' dedi.
Lastik ayakkabılarının üzerinde, kıvrak ve çevikti. Tam
çıkıyordu ki, tekrar döndü :
"Bir sevap yaptınız, bari tam yapın," dedi. "Edirne me­
busu İbrahim beyin eviyımiş. Rehberde numarası olacak."
Çamaşırcı kadına iyilik etmekten çok, doktorun dalına
basmak için direnilYor gi.biydi.
Genç adam piposunu ağzından alıp :
"Git kızım, git. Günaha sokma beni sabah sabah." dedi.
"Başüstüne efendim, gidiyorum."
Kız bunu soın derece alaylı bit" sesle söylemişti'.
Doktor gözlerini açtı. Bir şey söyliyecekti. Fakat esmer
h.emşire kıçını kıvırarak çıktı. Kapıyı da hızla kapadı.
Doktor ne yapacağını unutmuştu. Çarkçının radyografi­
sini yeniden aldı. Sonra bıraktı. Saat dokuza çeyrek var. Fe­
ridun bey nerede ise gelir. İster misin bugün sisten vapur
işlemesin. Nöbet defterini önüne çekip ıevvelce yazdığı iıki
maddenin altına şunlan nıı.ve etti :

3 - Saat sekiz buçukta, Askeri Hastahane sokağında bir


köylü kadının yattığı haber alınarak yardımına ko![!uldu. Ve
bunun bir doğum vak'ası olduğu görülerek hasta ile çocuk
Nisai�eye yatınldı.

F: 6
82 T U Ş

4 - Başkaca kayda değer bir hadise olıınadı.


İmza

Telcıfon rehberi biraz ötede, sinsi sinst sırıtıyordu .. Ken­


di dahi farkında olmadan yaprakları çevirdi. Ahizeyi elinde
buldu.
Hattın öbür ucundaki ses, son derece dişi ve ahenkli idi.
"N� ?" dedi. "Çaınaşırcı mı ? Ne, diyorsunuz ? Doğurdu
mu ? Tam doğuracak zamanı bulmuş. Peki, şimdi ne olacak 7 "
Sahi şimdi n e olacaktı ? Doktor:
"Bilmem," dedi. "Artık bir başkasını bulursunuz."
"Nasıl buluruz, kolay mı bu havada ? .. "
Ahizedeki ses arkada birine seslendi :
"Gördün mü anne başımıza geleni, Hatice kadın doğur_
muş ? "
Telefonun öbür ucunda ana, kız, kalın sesli bir başka
kadın daha anlaşılmaz bir şeyler konuşuyor, münakaşa edL
yorlardı.
Nihayet kız ahizeye dönüp :
"Peki," dedi . Kapadı.
Sesi bir dargıındı. Sanki kadının doğurmasından dokto­
ru mes'ul tutuyormuş gibi.
Doktor, reseptörü yerine koy<lu.
Bütün bunlar ona, gece görüp de tafsilatını unuttuğu bir
rüya gibi geliyordu.
Uykusuzluk bana gelmiyor, diye düşündü. Haydi 12 nu­
maralı hastaya kal<lır!lmasını anlıyordu. Sancısı vardı ada­
mın. Fakat kadınlar koğuşundaki muallime hanımın telaşı
tama.men fuzuli idi. Şvet, fuzuli. Düpedüz histeri idi onun_
ki.
Telefondaki sıcak ses hala kulaklar!'lld a çınlıyordu. Bir-
den gözüniin öniine gürül gürül yanan bir ocak geldi. Alev­
lerin ortasında dibi isli bir kazan. Kazanın içinde ıslak ça­
maşırlar; yatak çarşafları, yorgan yüzleri, mebus beyin ekşi
ter kokan iç faniılaları, kar:sının koltuk altları sararmış en­
tarileri, küçük lıaımrnın blı1zu, kombinezonu, ufacık külotla...
rı . . .

Genç asistan:
"Tövbeler olsun, ' diye mırıldandı. Yüzü sivilceli, abaza
öğrenciler gibi ken<lini açık saçık hayallere kaptırmaktan ba_
yağı utanımıştı. Kalktı, hiç lüzumu yokken ellerini yıkadı.
8 DEN 9 A KADAR 83

Sonra yandaki havluya iyice kuruladı. Kurularken de sol ka..


şını hafifçe kaldırıp aynada kendini süzdü. Bu haliyle az
buçuk Charles Boyer'yi hatırlatıyordu.
Sonra kendine kızdı. Pencerenin önüne gidip dışarı bak­
tı. Karın altında. E:aracaahmet bir masal ormanını andırı­
yor. Bahçedeki çamdan havalanan bir karga yere lök gibi kar
parçalan d ü şürdü.
Genç asistru1 tekrar masanın başına oturdu. Karın al­
tında sırılsıklam doğum sancısı ile kıvranaın çamaşırcıyı dü­
şündükçe acıyacak gibi oluyordu. Fakat vazgeçti. Yıllarca ön­
ce Yakup Kadri'nin Yaban'ını okumuştu. Anadoluda, lohusa­
ların ip.e tırmanıp çocuk doğurduğunu, doğall çocukların y;aı..
rı beline kadar toprağa gömüldüğünü biliyordu. Onun için,
çamaşıra giderken şalvarıına doğuran kadını talihli bile bul­
du. Nisaiye kliniğinde doğurmak her çamaşırcıya nasip olma.
sa gerek.
Ama ocağı boŞt!na yakmışlıo;rdı. Çamaşırı ıslat.mışlardı .
İşte bu fena idi. Bu çok fena idi. Nasıl da çıkışıyordu tele­
fondaki kız. Etsmer mi acaba. diye düşündü. Çok gevrek bir
sesi vardı. Bkden parlayışına bakılırsa, ateşli bir şey olacak.
Kızmca burun kanatları titrer ihtimal. Burun kanatları tit­
reyen kızlara da bayılırdı. Baksana, apartımanları da varmış.
Oldu olacak bir de çamaşır makinesi alsalardı. Yazık şimdi,
kombinezo!lllar yıkanamadı.
O sırada Burhanettin pür.telaş içeri daldı. Burhanettin u_
. fak tefek, staja onunla· beraber başlamış, gözlerini sık sı.k
kırpan bir asistandı.
"Nerdesin birader ? " dedi:. "Feridun bey geldi seni so-
ruyor."
Doktor, sanki uykudan uyanmıştı :
"Bir şey mi söyledin ?" dedi.
"Bugiiıı. salı, dedim. Saat te dokuz, hoca seni soruyor.
Sen burada şiir mi yazıyordun ? "
"Ne şiiri yahu. Yaralı toplaımaya: gittik."
"Ne yaralısı ? . . "
"Yoluın ortasında bir kadın bıçaklamışlar."
"Va!Y canına, kim bıçaklamı ş ? "
Genç doktor, ''elinin körü" diyecekti, demedi.
"Ben sade yaralıyı kaldırdım," dedi. "Git kaatili de sen
buluver."
Feridun bey gelmiş soyunmuş, önlüğünü giyiyordu. Baş
84 T U Ş

doktorla konuştuklarından nöbetçi asistan içeri girmedi. O


sırada koridorun başından uzun boylu bir kız belirmişti. Bu
staj gören soın sınıf talebelerinden biri idi. Göz alacak ka­
dar beyaz bir teni, fakat buna inat gece kadar kar.anlık saç­
ları vardı. Doktor onun çıplak kollarındaki ve bilhassa üst
dudağındaki siyah ayva tüylerine bak.arken içi bazen bir gı_
cıklanır gibi olurdu. Kız dalgın dalgın yanından geçiyordu ki,,
genç asistan :
"Ne olmuş yani Gülperi haınıriı ?" diye laf attı. "Sabah­
ları bir selamınızı t:sirgemezdiıniz. Onu da mı kestiniz ar­
tık ? "
Gülperi hanım y a duymamış, y a duymamazlıktan gel­
mişti. Üzgün ve yorgun görünüyordu. Bir kızın adı Gülperi,
bu kadar iri gözleri, böylesine ince bir beli olsun da, tıb tah­
siline kalksın ? .. Cinayet.
"Evet, size söylüyorum küçük hanım . . . Artık insanı gör-
memezlikten geliyorsuınuz."
Kız döndü. Ger� geldi:
"Affedersiniz farkında değilim," dedi. "Çok sinirliyim de
bugün. "
G.enç asistan :
"Yoksa sizin çamaşırcı da bugün mü doğurdu ?" dedi.
Gülperi hanım iri kirpikli yeşil gözlerini kocaman ko-
caman açıp hayretle doktorun yüzüne baktı. İhtimal kendL
ne yakıştırdığı bu pozda daha da kalacaktı . Fakat birdenbire
öksürmeye başladı. Çünkü şaşkınlıktaın çikletini yutmuştu,
Öksürdü .... Öksürdü. . . Öksürüğü bitince :
"Pardon," dedi. "Espriyi anlıyamadım d a doğrusu. İzah
eder mis�z ?"'
"Espri için filan söylemedim," dedi doktor. "Aslına ba..
karsanız ben de ne demek istediğimi bilmiyordum."
Doğ"ru söylüyordu. Birdenbire öyle dilinin ucuna geli_
vermişti işte. Tekrar "Uykusuzluk bana gelmiyor," diye dü­
şündü. "Hay Allah kahretsin, kız da bir şey sanacak."
Kar ve fırtına şimdi durulmuş, hava birden açıvermişti.
Pencerenin üst camından koridora soluk bir sabah güneşi vu_
ruyor, Gülperi''nin sol kolunu, sol kolunun ince bileğiniı ve
bu ince bilekteki zarif kol saatini aydınlatıyordu.
Doktor eğilip kızın saatine baktı.
Saat şiırndCelifi elifine dokuzu gösteriyordu.
1951
S O N

You might also like