Professional Documents
Culture Documents
Tuş Haldun Taner
Tuş Haldun Taner
TUŞ
ÜÇÜNC'Ü BASILIŞ
VARLIK YAYINEVİ
Ankara Caddesi, İstanbul
VARLIK BÜYÜK CEP KİTAPLARI : 228
1950
MADE IN U.S.A.
Sevgili İnci,
Evvela şunu söyliyeyim ki, sana çok, ama çok çok giL
ceniğim. Nedir hu kadar hamfendilik yani? Gittin gideli bir
ayı geçtiği halde bir mektup olsun yazmadın. Senin bu il.
gisizliğin karşısında şimdi benim de susmam, seni arayıp sor.
mamam gerekiyor, ııma ben yine da.yanamıyorum. Zira, bu
bir ay zarfında başımd:ın öyle enteresa:n hadiseler geçti ki,
bunlan sana yazma.ııam emin ol çıldırabilirim.
Ayın on ikisi, b iliyorsun, Serab'ın birthday'i idi. Günnur,
ben, Lale üçümüz beraber gittik. Kapıdan girer girmez bak.
tını, portmantoda bir Amerikan kasketi.
"Hayrola?" diye Serab'a göz kırptım.
"Amerikan yardım heyetinden Lieutenant O. CO'nnor,"
dedi. Dağcılık kulü"bünde tanışmışlar. Evine de çağırmlŞ.
Girdik. Presentation, shake.hand. Lieutenant umduğıım.
dan da yakışıklı çıktı. Dalgalı sarı saçları, koyu kahverengi
gözleri ve çenesinin tam ortasında şipşirin bir gamze.si var.
Garry Graınt'ı da andırmıyor değil. Yalnız onun sarış:nı.
Usulümü bilirsin. önce hiç alıp satmadım. Kızlar tara.
fından muhasara altına alınmış olan Lieutenant'dan çok, o.
nun mavi kurdelalı kıvırcık finosuyla meşgul görünüyorum.
önce o da Clark çekmeğe kalktı. Fakat söktüremedi. Nite.
kim biraz sonra kadehi elinde, yanıbaşımda..
"Hello wild.cat, dedi. "O kadar sevdinizse Teddy'yi si.
ze hediye edebilirim. I•'akat 6eli'll şimdi, şu tangoyu beraber
yapalım.
Sigaramın dum.ınını havaya üfliyerek:
''Sorry," dedim.. "Tangodan hoşlarunam."
"Really?" dedi. .Kadehi masanın kenanna bırakıp teklif.
sizce sedire çöktü_ "Hıı.lbuki ben yeşil gözlü, siyah saçlı ro.
ınantik bir kızla ancak tango yapılır sanmıştım."
"Ben romantik değilim," dedim. "Romantik şeylerden hic.
mi hiç hoşlanmam."
"That's wonderful," dedi. ' ·Ben de öyleyim. Sizinle iyi
anlaşacağız."
M:AbE IN U. S. A. 15
öyle de geveze ki, ben sormadan anlatmaya başladı:
Altı aydır Gölcülr.'te bir radar kursu idare ediyormuş. Vazi.
fesi sona erdiğinden, on gün sonra New York'a: dönecekmiş.
Bir ara:
'·Texas'lısın� galiba?" diye sordlUU.
Kalın kaşlarını bir karış havaya kaldırarak:
"Nereden anladınız?" diye şaştı.
''Kolejde Mister Daventry namında Texas'lı bir hocamız
vardı, ' dedim. "0 da tıpkı bu aksaınla konuşurdu."
"You are a detectif genius," dedi "Ben sizden korkmaya
başlıyorum."
O sıra pick.up "Again" i çaimaya başlamıştıL O. Connor
gözlerini tava.na dikip, kulak kabarttı, parmaklariyle masa.
rıın üstünde bir iki tempo tuttuktan sonra:
"Yanılmıyorsam bu bir slow.fox'dur, wild.cat," dedi.
"That 's possible," dedim.
Birden ayağa kalkmıştı. Ceketini eteğinden çekip kayı.
şını düzeltiyordu. Benim hiç tınmadığımı görünce:
"O, please, please," diye yalvardı.
Bunu, boynunu bükerek, o kadar masfun ve acındırıcı, bir
tonla söylemişti ki, onu bu haliyle çok, ama çok çok şirin
buldum.
Hem dans ediyoruz, hem anlatıyor: Babasının Texas'da
maden kuyuları varmış. Anası ise damarlarında bir mikta:r
İspanyol kanı taşıyormuş. Kendini Ceınupta yabancı hissetme.
yişinde herhalde bunun da tesiri olacakmış... Derken kollejin.
den, kaptanı bulunduğu base.ball timinden filan bahsetti.
Biyografisini bitirince, bu sefer de resmen flirtation'a
girişti. Dudaklarımın küçümseme gülümsemekten başka işle.
re de yarayabileceği'!li, acaba hiç düşünmüş müyüm?.. Hem
kuZlUU biz Şark kadınları gözlerimizin bu kadar parlak olma...
su için ne yapıyormuşuz?.. Hangi E1iksiri kullanıyormuşuz?
Şaka b1r yana, saçlarımın kokusu yavaş yavaş başım dön.
dürmeğe başlıyormuş. Açık konuşmak icabederse, hani ben
de fena halde ambale olmak üzereyim.
* * * * * * * * * * * * * * * *
* * * * • * * * • * * * * * * *
F: 2
18 T U Ş
yazar, barışı<rız."
Ve karar verdik. Seyahat muameleleri tamam oluncaya
kadar kimseye bir şey sızdınnıyacağız. l<,red, "Yarın ne yap
yap, bir ara nüfus kağıdını hıma getir!" dedi.
Askerce bir selam çakıp:
'Allright my ı.ieutenant,' dedim.
"Senin bu sense of humor'un yok mu, en çok ona bayı_
Jıyorum," dedi.
"Hayır, buna da. hepsine de," lı.""nd he pressed his Jips
on my lips. Hem de sokak ortasında.
"Sade ona mı?"
O akşam eve dönünce dehşetli rol kesmeye başladım ben.
Anneme: "İşte ınuradrnıza erdiniz,'' dedim. "Fred'le bozuş_
tuk. Dün memleketine döndü." Annem bayağı müteessir ol
du. Peder bey pek aldırmadı ama, için için sevindiği belli. Yal_
nız beni kırdığına pişman azıcık. Nerde ise cici kızının önün_
de diz çöküp alaturırn şarkı ağzı ile: "Affet beni meleğim,
seni yok yere kırdım, fu:düm, incittim," diye özür dileye_
cek.
Onları böyle yatıştırdıkt..'m sonra ertesi günü "Şule ile
Atlas'a gideceğiz," diye evden çıktım. Doğru Ayazpaşa'ya
Park pastahanesinde buluştuk. Fred o gün sivil giyinmişti.
Arkas:ndaı gri kruvaze 1::-i r ell:ıise, ayaklarında kahverengi. po
dösüet ayakkabılar. Nüfus kağıdımı aldı. Muameleye başlat
mış bile. Hatta on gün sonrası için uçakta yerimizi de ayırt...
mış. Kolkola pastahaneden çıktık. Fred in hemen oracıkta
bir subay arkadaşı oturuyormuş. "Bir uğrayalım," dedi. Uğ
radık. Adam evde yoktu. Fred, cebinden bir Yale anahtarı çı.
kanp babasın'n evi imiş gibi kapıyı açtı. İçeri girdik. Sağ
tarafta iki kişilik geniş bir karyola, sol köşede ise zarif bir
likör dolabı vardı. Fred dolabı açtı. Bir Calvados çıkardı'. Ha
ni psikolojide conditioned reflex diye bir bahis okumuştuk
ya, kendimde tecrübe ettiğim için söylliyirum: Son derece doğ_
rıı. Ne vakit Calvados içsek... anlıyorsun ya. Maamafih, o
gün iki saatten fazla kalamadık. Ancak bir sinema seansı ka_
dar.
Akşam yine evde melancholy baby rolilne devam.
Ertesi günü bir saatlik bir kaçamak daha. Fred'in arka
ciaşı da hiç evde oturmuyor. Yine Calvados v.s... Emiın ol
İ!nci, bu kaçamak honeymoonun heyecanla karışık bambaş_
ka, bir zevki oluyor.
20 '1' u ş
1951
E L L E R
ne karışıverdim.
Sanki arkamdan kovalıyorlardı. Bir el sanki her an o.
muzuma yapışmak üzere idi ... İskeleye çıkar çıkmaz önce
sağa, sonra sola yürüdüm. Utanmasam, şüpheyi uyandıraca.
ğımdan korkmasam tabana k uvvet koşacaktım.
Daireye g,eldiğimde koşmuş gibi soluyordum. Terimi si-
E L L E R 33
lip masanın başına geçince ayniyat şefi, bendeki fevkalade_
liği sezdi :
"Allah versin Daniş bey, ' dedi. "Gözlerin pek parlıyor
bugün. Sende bir şey1'2.r var, anlıyalım.' '
Kendimi tutamasam:
"Var ya zahir. Eldivenim var benim, eldivenim," diye
bağıracaktım.
Eldıveni o gün, bütün gün, sol avucumdan bırakmadım.
Oradan sol koluma, kolumdan da bütün vücudınna ılık, ılık,
bir dişi vücudun mahrem sıcaklığı gibi şehvetli ve sarhoş
edici bir şeyler yayılıyordu. Odada yalnız kalınca eldivem
hemen cebimden çıkarıyoı-, cteı iye sinmiş o iç gıcıklayıcı ko_
kuyu ta genzime kadar çekiyordum. Hatta bir iki defa ağ_
zındaııı üfürüp şişirdim de. O zaman içi doluveriyor, kad nın
kolu sanki dirseğine kadar önümde canlanıyordu . . .
B i r hafta, iki hafta, ü ç hafta, dört hafta, bir balayı ne
şesi içinde hep o eldivenle dolaştım durdum. Ve karısını dost_
!arına tanıtmakta gı'2.cikmiş dalgın bir damat gibi, ancak bir
ay scnra Zı:öynel amcanın dükkanına uğramayı akledebildim.
Zeynel amca tekaüt olduğu:ndan beri Üsküdar'da oturuyor,
oğluyla beraber thsaniye'de bir bakkal dükkanı işletiyordu.
Kapıdan girer girmez eldiveni mermer tezgahın üstüne
attım :
" Buna ne buyurulur üstad, dedim. Söyle ne buyurulur bu
muz gibi ele ? "
Gözlüğünün üstünden bü· eldivene, bir b ı m a baktı. Son
ra yınnuşa.k deriyi itina ile parımak uçlarmdan tutup hava_
ya kald:rdı. Evirdi, çevireli. Tezgahın üzerillıe yaydı, devşir_
di, yine yaydı. Burnuna götürüp, o kibar, uçucu ama, yine
de iç bayıltıcı kokuyu derin derin t,eneffüs etti. Sonra :
"Halis muhlis kibar orcspu, ' diye kestirip attı.
"Halt etmişsin s2:n,' dedim. "Hallediyorsun artık sen.''
Ağzımdan çıkanı kulağım işitmiyordu. Kan tepeme çıkmıştı.
O anda kalbini kıracak b\r şeyler daha söyliyebilirdim. Be
rıeket kendimi tuttum, ve eldivenimle beraber, keındimi soka_
ğa attım.
Sağ olsun, �yicc bunadı artık. Sade bu eldiven mesele
sinde değil, konuşurken de hep aynı şey. Bütün güzel kadın
ları orospu, biraz varlıklı erkekleri de hırsız yapıp çıkıyor.
1950
F: 3
BİR ÇUVAL İNCİR
1947
KAPTANIN NAMU SU
ediyor h erifçioğ'lu ?
Gece yıldızsız, deniz: hafif ç alkan tılı idi. Bordaya vu_
ran küçük dalgaların serpintisi arasıra muşamba şilteleri
ıslatıyordu. Motör artık Moda'yı, Kalamış'ı da geride bırak
mış, Adalar'a doğru yol almaya başlamıştı.
s.arışın kadın üşümüş olacak ki, birden kalktı, rüzgar -
dan uç:an eteklerini• tuta tuta içeri kamaraya doğru yürü_
dü. Fakat içerj girmesiyle başının döınmesi bir oldu. Burası
yanık benzin1e karışık kızgın demir kokuyordu.
Kadın hemen bir pencere açıp önüne oturdu. Sonra ye_
ni bir stgara yakıp dışal'l üfürdü.
Çamlıca sırtlarında iki uçaksavar ışıldağı. karanlı k gök_
yüzünü tarıyorlardı. Işıldakların biri sağdan sola kayarken
öbürü soldan sağa doğru iniyor, ve ikisi ortada bir yerde bir
leşince husule gelen gözalıcı ışığı seyretmek doğrusu pıek
ömür oluyordu.
Sarış·aı kadın dalm:ş bunlara bakarken, hem en biraz
ötesinden denize ateş böceği gibi bir şey uçtu. Bunu bir baş_
kası, bir başkası daha ve nihayet ardı arası kıesilmiyen bir-
BİR MOTÖRPE DÖRT KİŞİ 47
1948
F: 4
ALLEGRO MA NON TROPPO
Professeur du violon
lııtanbul _ Pera
Böylece yaz geçti, güz geçti. Kış geçti. Her yıl olduğu
gibi bahar dik memeli bir genç kız misali etekliğini kal.
dırıp s:cak rayihası ile yine kırların üstüne çöküverdi. Gezici
kuşlar gittikleri yerlerden döndüler. Böceklerle kurtlar s.ak.
laındıkları yerlerden çıktılar. Papatyalar tavada yumurta gL
bi ortalığı sarıyla beyaza boyadı. Ve gelincik1er bir yıl ev.
vel fabrika kul'umundan solup giden eıedlerine inad, kıpkır.
mızı açıverdiler.
Bu arada kavaktan bozma. direk de bütün vücudüne su
yürüdüğünü hissediyor ve gece gündüz, çıtır çıtır tatlı bir
bahar sarhoşluğu içinde gerinip duruyordu.
Nihayet bir gün, evvela o kalın boya tabakasını pul pul
kabartan sivilceler döktü. Sonra orasında. burasmda beyaz
beyaz körpıe dallar sürdü. Ve bir sabah başta:n aşağı yem.
yeşil yapraklarla dor..andı.
Buna sade köylüler, kuşlar, çiçekler değil, tersine çev.
rilmiş kahve finc.anlarına benzeyen agırbaşlı izolatörler bile
şaştılar. Fakat fazla yağlarını eritmek için karısı iLe yürü.
yüşe çıkan fabrikatör, onu bu halde görünce küplere bindi.
"Vay namussuz, ' diye haykırdı. "Bu, o devirdiğimiz ka.
vaktan yapılan direk değil mi ? Görüyor musun ha:nım, ba.
na inat yapıyor. İnan olsun, bana inat yapıyor."
Köylüler, her ne kadar, "Değildir beyim, bu 0 kavak
değildir," dedi1erse dıe, fabrikatörü teskin edemediler. Adam
fena halde kızmıştı :
"Yaprak açmış telefon dıreği nerde görülmüş," diye fer.
yadı ediyordu. "Olacak rezalet mi bu ? Bari bundan sonra
teller de meyva vıersin. Biz burada mesaiden: iktisat etmeye
bakıyoruz. Bu direk kalkmış, dal budak salıyor. Bütün di.
rekler dal sürecek olsa, budamaya adam mı yeter ? "
Sonra maiyetindeki mühendislere dönüp : "Kesilsin ! ' diye
ferman etti.
Derhal merdivenli otomobil geldi. Adamlar tellerle izo.
latörleri bir başka direğe aktarıp, yapraklısını yere yıktılar.
Fabrikatör bir balta kapmış, direğin kök bağlamış zift.
li kısmına, yaprak açmış körpe dallarına vuruyor, vuruyor.
du. Hırsını bununla ela alamadı, direği adamlarına kuşbaşı kuş.
BİR KAVAK VE i.N,SA.NL.A.R 63
başı doğrattı. Bu parçaları dalli ortada bırakmaktan korku
yordu. Ne olur ne olmaz; bir dalıaki ballar yine kimbilir ne
madik oynardı. Direğin enkazını orada, gözünün önünde, bir
güzel yaktırdı. Ve küllerini toplatıp denize attırdı. Gıerçi ih
tiyar kavak şimdi de dalgalara kanşıp sahile vurabilir, bu.
har olup yağmur tanesi şeklinde yine sevdiği kırlara yağabL
liTdi.. Fakat fabrikatörün aklı o kadar incesine pek ermiyor.
du. Bu itibarla, memnun ve mesrur, el1erini yıkayıp dairesi.
ne, mayonezli levrekle, fasulye pilakisi yemeğe gitti.
1945
İSTEDtQİ ŞARKIYI DİNLlYEBİLM:ElK
"Buyur' ? . . "
F: 6
82 T U Ş
Genç asistan:
"Tövbeler olsun, ' diye mırıldandı. Yüzü sivilceli, abaza
öğrenciler gibi ken<lini açık saçık hayallere kaptırmaktan ba_
yağı utanımıştı. Kalktı, hiç lüzumu yokken ellerini yıkadı.
8 DEN 9 A KADAR 83