Professional Documents
Culture Documents
GİRİŞ
Kimya, maddenin bileşimini, yapısını ve değişimini konu alan bilim dalıdır. Önemli kimya bilimleri;
analitik kimya, anorganik kimya, organik kimya, biyokimya ve fizikokimya ‘dır. Başka bilimler ile de
kaynaşık olabilir. Örneğin; metalurji, petrol mühendisliği, agrokimya (zirai kimya), besin (gıda)
kimyası, farmasötik kimya gibi.
Madde, kütlesi olan ve uzayda yer kaplayan her şeydir. Başka bir deyişle dokunulabilen her şey
maddedir. Kütle ise maddenin miktarının ölçüsüdür. Bir maddenin kütlesi ortamın yerçekimine göre
değişmez ama ağırlığı değişebilir. Uluslararası kütle birimi kilogram dır. Ağırlık; dünyanın madde
üzerine uygulamış olduğu çekim ile meydana gelen yerçekimi kuvvetidir ve bu dünyanın merkezi ile
madde arasındaki mesafeye bağlı olarak değişir. Bir maddenin ağırlığı, onun kütlesi ve yerçekimi
kuvveti ile doğrudan orantılıdır. Belli bir yerdeki eşit kütleye sahip iki madde aynı ağırlıktadır. Her
cisim, üzerine bir kuvvet uygulandığında uygulanan kuvvete karşı bir direnç gösterir. Cisim kütlesi ne
denli büyükse, o cismi harekete geçirmek ve bir kez harekete geçtikten sonra onu hızlandırmak ya da
yavaşlatmak da o denli zordur. Maddenin bu özelliğine eylemsizlik (Inertia) denir. Isaac Newton ilk
kez bunu Philosophiæ Naturalis Principia Mathematica da tarif etmiştir.
Newton, ” Hareketin birinci kanunu” olarak adlandırdığı bu olayı; dışarıdan hızını veya yönünü değiştirecek bir
kuvvet uygulanmadığı sürece bir cisim sabit bir hızda ve doğrultuda hareket eder şeklinde ifade etmiştir.
Kütleye bağlı bir başka özellik de momentum dur. Bir cismin momentumu, kütlesi ile hızının çarpımına eşittir.
Saf madde, fiziksel yollarla daha basit maddelere dönüştürülemeyen ve özellikleri her yerinde aynı olan
madde olarak tanımlanır. Örneğin; su saf bir maddedir ama saf bal saf değildir çünkü başka maddeler içerir.
Element fikri ilk kez eski Yunan da ortaya çıkmıştır ve maddenin belli sayıda element adı verilen basit
bileşenlerden meydana geldiği öne sürülmüş, bunların da toprak, hava, ateş ve su olduğu iddia edilmiştir.
1661 de Robert Boyle, ilk kez elementin modern tarife yakın bir tarifini The Sceptical Chymist (Kuşkucu
Kimyager) adlı kitabında şöyle yapmıştır; madde, element adı verilen basit ve çok küçük parçacıkların
mükemmel bir biçimde bir araya gelmesi ile oluşmuştur. Boyle, en az iki elementi içinde taşımayan her madde
bir element sayılabilir ve incelenen her maddenin kimliği, elementlerine ayrıştırılarak belirlenebilir fikrini ileri
sürmüştür. Daha sonra Lavoisier, elementi; daha basit bileşenlere parçalanamayan maddeler olarak tarif
etmiştir ve bir bileşiğin elementlerin bir araya gelmesi ile meydana geldiğini göstermiştir. Günümüzde 85 tanesi
doğal kaynaklardan izole edilmiş diğerleri ancak nükleer reaksiyonlarla elde edilmiş 109 elementin varlığı
bilinmekte olup her geçen gün bunlara yenileri eklenmektedir..
Dünyamızın kabuk, su ve atmosferi göz önüne alındığında en fazla bulunan elementi oksijen (% 49.2) dir.
Sonra % 25.7 ile silisyum ve % 7.5 ile aluminyum gelmektedir. Kabuk; dünyanın çekirdeğinin etrafını saran
20-40 mil kalınlığında bir bölgedir ve toplam yeryüzü kütlesinin % 1 ‘ini kapsar. Çekirdekte ise demir ve nikel
çoğunluktadır. Yeryüzünün tamamı ele alındığında en fazla bulunan elementin total kütlenin % 75 ‘ini oluşturan
hidrojen olduğu görülmektedir.
2.ATOMUN YAPISI
ATOMUN TARİHÇESİ
Maddenin tanecikli bir yapıda olduğu fikri çok eski zamanlardan beri bilinmektedir. Milâttan önce
1100 yılında Sayda filozoflarının, maddenin bölünemez çok küçük parçacıklardan meydana gelmiş
olduklarını düşündüklerine dair bazı işaretler vardır. Yine Milâttan 500 yıl kadar önce Hintli filozof
Kanada, maddenin her yönde devamlı hareket halinde bulunan çok küçük taneciklerden meydana
geldiğini ve bunların çok basit bir yapıda olduğunu, çünkü maddenin sonsuz bir şekilde
bölünemeyeceği fikrini ortaya atmıştır.
Eski Yunanda, Miletli Leucippus (M.Ö. 430) ve talebesi Democritus (M.Ö. 470-400) tarafından Atom
teorisinin kurulmuş, Sisamlı Epicurus (M.Ö. 306) ve De Natura Rerum 'un (eşyanın mahiyeti hakkında)
yazarı şair ve fizikçi Lucretius (M.Ö. 90-95) tarafından da devam ettirilmiş olduğu tarihsel kayıtlarda
görülmektedir. Bunlara göre madde ancak bir noktaya kadar bölünebilir. Epicurus, artık bölünmesi
mümkün olmayan son bölünmüş kısmına Yunancada bölünemez anlamına gelen “Atomos” dan
hareketle Atom adını vermiştir. Bu terim günümüze kadar da kullanılmış hala da kullanılmaya devam
etmektedir. Keza atomların sert ve dolu oldukları bir cismin, bunların birleşmesi ile meydana geldiği ve
ayrılmaları ile de yok olduğu aynı teori içerisinde yer almaktadır. Yunanlıların bu inancına rağmen, atomu onların
keşfettiği söylenemez çünkü onların bu inancı bilimsel değil sadece felsefidir. Aristo ’ya (M.Ö. 384-321) göre;
gerçekte madde yoktur. Eşyayı ancak özellikleriyle tanıyabildiğimize ve bunlarla farklılandırabildiğimize göre, ancak
bu özellikler prensip veya element olarak düşünülebilir. Yani elementler ayrı ayrı özelliklerden ibarettir demiştir.
Buna göre Aristo, kendisine ait dört element teorisini oluşturmuş ve bu teori orta çağdaki araştırmalarda çok önemli
bir yer tutmuştur. Bu teoriye göre Aristo, her şeye uygun gelen özellikleri araştırmış ve bunların sıcak ve soğuk, kuru
ve yaş’ta bulunduğunu düşünmüştür. Bunlar ikişer ikişer birleştirildiklerinde altı çift elde edilir. Fakat bunlardan
soğukla sıcak ve kuruyla yaş birbirinin zıttı olduğu için yok edilir ve neticede dört tane kalır. Soğuk ve yaş; suyu (sıvı
olan şey), soğuk ve kuru; toprağı (katı olan şey), yaş ve sıcak; havayı (gaz olan şey), kuru ve sıcak ise ateşi (yanan
şey) teşkil eder. Aristo 'nun dört element teorisinin temeli buna dayanmaktadır.
ATOMUN YAPISI
Eskilerin atomistik kavrayışıyla bugünkü arasında çok büyük farklılıklar vardır. Eskisi tamamiyle felsefiydi ve
hiçbir deneysel veriye dayanmıyordu. Halbuki bir teorinin mutlaka deneye ve gözleme dayanması gerekir.
Democritus ve Lucretius 'un atomları bölünemez ve temelde sert ve dolu olarak tarif etmesine karşılık günümüzde
atomlar; içinde karışık kuvvet alanları, daha küçük tanecikler ve bunların arasında büyük boşluklar bulunan bir yapı
olarak düşünülmektedir. Modern atom teorisinin kurucusu John Dalton (1808) 'dur. Lavoisier tarafından modern
kimyanın temelleri atıldıktan sonra kantitatif kimya çağı doğmuş, madde gerçek anlamını kazanmış ve elementin
kantitatif tarifi verilmiştir (Lavoisier ‘e göre element, eldeki araçlar ile ayrıştırılamayan cisimdir). Bir İngiliz kimyacı
ve matematikçisi olan Dalton, zamanında bilinen kimya kanunlarını açıklayabilmek için New System of Chemical
Philosophy adlı eserinde atom teorisinin esaslarını anlatmıştır. Bu teoriye göre: Bütün kimyasal elementler son
derece ufak taneciklerden yani atomlardan meydana gelmiştir. Atomlar kimyasal reaksiyonlarda
bölünmeksizin kalırlar. Bir elementin atomları aynıdır ve aynı kütleye sahiptirler. Halbuki değişik elementlerin atomları
birbirlerinden farklıdır. Kimyasal bileşikler, kendilerini oluşturan elementlerin atomlarından meydana gelmişlerdir. Bunların
belli sayıda birleşmelerinden ise moleküller meydana gelir.
Dalton, çeşitli gazlardan aldığı örnekleri tarttı ve ağırlıklarının farklı olduğunu gördü. Gazların da, katı cisimler ve sıvılar
gibi inanılmaz küçüklükte taneciklerden meydana geldiğini keşfetti. Bu küçük tanecikleri “atom” diye adlandırdı. Yaptığı
çalışmalar sonucunda Katlı oranlar kanunu ’ nu ortaya koydu.
Dalton'un katlı oranlar kanunu: Aynı iki element çeşitli bileşikler oluşturuyorsa bunlardan birinin sabit kütlesiyle birleşen
diğer elementin artan kütleleri arasında tam sayılarla yazılabilen basit bir oran vardır. Örneğin; karbon, oksijen ile CO ve CO2
meydana getirebilir. Bu durumda; CO de 12 g C ile 16 g O ile birleşir, CO2 de ise 12 g C ile 32 g O ile birleşir. Yani sabit 12 g C
ile birleşen oksijenler arasında 32/16 = 2 gibi katlı bir oran vardır.
J. Proust ve J. Richter ise bu konudaki çalışmalara dayanarak Sabit oranlar kanunu ‘nu ortaya koydular.
J. Proust ve J. Richter ‘ in sabit oranlar kanunu: Bir bileşiği oluşturan elementlerin kütleleri arasında değişmez bir oran
vardır. Örneğin H2O da; bu oran 1/8 dir (2/16). H2O parçalansa da meydana gelse de O ve H bu oranlarda reaksiyona girer ve
parçalanır. Yani 1g H, 8g O ile reaksiyona girer.
Nötral atomlar yeterince enerji alırlarsa iyonlaşırlar ve (+) ve (–) yüklü parçacıklar meydana gelir. Eksi (–) yüklü
parçacıklar “elektron” lardır. Elektronlar, atomun keşfedilen ilk temel parçacığıdır. Elektron kelimesi kehribarın Antik
Yunancadaki ismi olan elektra dan gelmektedir. Çünkü eski Yunanda, kehribarı ovuşturunca statik elektrikle yüklendiği
biliniyordu. J.J.Thomson, 1897 yılında katot ışınlarının yük/kütle (e/m) oranının bir atomun tamamından 1000 kez daha küçük
ve onun bir parçası olduğunu ve bunun bugün bilinen şekliyle elektron olduğunu bulmuştur. Bu buluşu ile de 1906 da Nobel
Fizik Ödülünü kazanmıştır. Aynı yıl içerisinde Willy Wien, Thomson ’un bulgularını doğruladı.
“Hareketin birinci kanunu” olarak adlandırdığı bu olayı; dışarıdan hızını
veya yönünü değiştirecek bir kuvvet uygulanmadığı sürece bir cisim sabit
bir hızda ve doğrultuda hareket eder şeklinde ifade etmiştir. Kütleye bağlı
bir başka özellik de momentum dur. Bir cismin momentumu, kütlesi ile
hızının çarpımına eşittir.
Saf madde, fiziksel yollarla daha basit maddelere dönüştürülemeyen
ve özellikleri her yerinde aynı olan madde olarak tanımlanır. Örneğin; su
saf bir maddedir ama saf bal saf değildir çünkü başka maddeler içerir.
Element fikri ilk kez eski Yunan da ortaya çıkmıştır ve maddenin belli
sayıda element adı verilen basit bileşenlerden meydana geldiği öne
sürülmüş, bunların da toprak, hava, ateş ve su olduğu iddia edilmiştir.
1661 de Robert Boyle, ilk kez elementin modern tarife yakın bir tarifini
The Sceptical Chymist (Kuşkucu Kimyager) adlı kitabında şöyle
yapmıştır; madde, element adı verilen basit ve çok küçük parçacıkların
mükemmel bir biçimde bir araya gelmesi ile oluşmuştur. Boyle, en az iki
elementi içinde taşımayan her madde bir element sayılabilir ve incelenen
her maddenin kimliği, elementlerine ayrıştırılarak belirlenebilir fikrini
ileri sürmüştür. Daha sonra Lavoisier, elementi; daha basit bileşenlere
parçalanamayan maddeler olarak tarif etmiştir ve bir bileşiğin
elementlerin bir araya gelmesi ile meydana geldiğini göstermiştir.
Günümüzde 85 tanesi doğal kaynaklardan izole edilmiş diğerleri ancak
nükleer reaksiyonlarla elde edilmiş 109 elementin varlığı bilinmekte olup
her geçen gün bunlara yenileri eklenmektedir..
Dünyamızın kabuk, su ve atmosferi göz önüne alındığında en fazla
bulunan elementi oksijen (% 49.2) dir. Sonra % 25.7 ile silisyum ve %
7.5 ile aluminyum gelmektedir. Kabuk; dünyanın çekirdeğinin etrafını
saran 20-40 mil kalınlığında bir bölgedir ve toplam yeryüzü kütlesinin %
1 ‘ini kapsar. Çekirdekte ise demir ve nikel çoğunluktadır. Yeryüzünün
tamamı ele alındığında en fazla bulunan elementin total kütlenin % 75 ‘ini
oluşturan hidrojen olduğu görülmektedir.
Elektronun keşfi, aynı sıralarda ortaya çıkan bir başka olayla desteklendi. Bu, 1896-1897 yılları arasında Peter
Zeeman tarafından gösterilen, bir manyetik alanda atomik spektral çizgilerin üçlü yarılmaları idi.
J.J.Thomson, katot ışınları kullanarak yapmış olduğu deneylerle elektronların yük/kütle (e/m) oranını
hesapladı. Bu hesaplamayı bir katot ışınları tüpü (Şekil 2.1) yardımıyla şu şekilde bir deney yaparak
gerçekleştirmiştir: İçerisinde vakum olan katot ışınları tüpündeki katot’un (metal çubuk) elektrik enerjisi ile
ısıtılmasıyla elektron yayılmaya başlar. Yayılan bu elektronlar geniş bir açı ile yayılırlar. Katodun önüne bir
anot konularak bu elektronlardan düz bir doğrultuda gidenlerinin geçişine olanak tanınır. Anottan sonra
üzerine ZnS sürülmüş bir yüzey konulmuştur. Bunun amacı; üzerine elektronlar çarptığında çarpılan noktada
bir parlama meydana gelmesi ve çarpanların yerinin böylece belli olmasıdır. Normalde yani dışarıdan hiçbir
etki yokken anottan geçen elektronlar aynı düz doğrultuda yollarına devam eder ve ZnS sürülmüş yüzeye
çarparlar. J.J.Thomson önce bu düz doğrultuda yollarına devam eden elektronlar üzerine bir elektrot
yardımıyla elektrik alanı uygulamış ve elektronların + yüklü kutba doğru dairevi bir yol izleyerek yollarından
sapıp ZnS sürülmüş yüzeye çarptıklarını gözlemiştir. Bu olay elektronların elektriki alandan etkilendiklerini
yani yüklü parçacıklar olduğunu göstermiştir. Sonra düz doğrultuda yollarına devam eden elektronlar üzerine
bir mıknatıs yardımıyla ve daha önce uygulanan elektrik alanına dik bir manyetik alan uygulandığında
elektronların yine yollarından saptığını gözlemiştir. Yani manyetik alandan da etkilendiği ortaya çıkmıştır. Bu
özelliklerden yararlanılarak J.J.Thomson önce manyetik alanı uygulayarak elektronları yolundan saptırmış
sonra elektrik alanı uygulayarak tekrar eski doğrultusuna getirmiştir. Bu anda; sapma için bir elektron üzerine
Şekil 2.1. Katot ışınları tüpü şeması
ÇEKİRDEĞİN KEŞFİ
ATOM NUMARASI
Rutherford ’un merkezde atomun bütün kütlesini oluşturan gayet küçük ve pozitif elektrik yüklü bir çekirdekle bunun etrafında ve
çekirdeğin yükünü nötralleştirecek sayıda elektronun dönmekte oldukları şeklindeki atom modeline göre; eğer bir atomun çekirdeği
dışındaki elektronların sayısı Z ise, bir elektronun yükü e olduğuna göre çekirdeğin pozitif yükü Ze dir. Bir atomun karakteristiği olan Z ’ye
o atomun ait olduğu elementin atom numarası adı verilmiştir. 1869 da Dimitri Mendeleyev, elementlerin fiziksel ve kimyasal
özelliklerindeki benzerlikleri göz önüne alarak elementlerin atom ağırlıklarına göre sıralandıklarında, özelliklerinin periyodik bir tarzda
tekrarlandığını görmüş ve bugün de kendi adını taşıyan, elementlerin periyodik sistemini kurmuştur. X–ışınları ile çalışmalar yapmakta
olan H.G.J.Moseley (10 Ağustos 1915'de Gelibolu'da Türklere karşı savaşırken vurulup ölmüştür) 1913 yılında elementlerin
sıralanmalarının atom ağırlıklarına göre değil atom numaraları ’na dayandığını deneysel olarak ortaya koymuştur. Bir elementin Z ‘si yani
atom numarası aynı zamanda onun periyodik sistemdeki yer numarasıdır. Moseley, bu sonuçlara kendi adıyla anılan deneylerle ulaşmıştır.
Yaptığı deneylerde katot ışınları tüpünü kullanmış ve anot olarak değişik metaller kullanmıştır (Şekil 2.6). Katot ısıtıldığında salınan
elektronlar anoda çarpınca anodun imal edildiği metale özgü X-ışınları meydana gelmektedir. Moseley, meydana gelen X-ışınlarının en
küçük dalga boylularının dalga boylarını ölçmüştür. Örneğin:
PROBLEM:
525 nm deki kırmızı ışığın enerjisini bulunuz?
E = h (c / ) = 6.62 10–27 x (3.0 1010 / 525 10–7) = 3.78 10–12 erg
Moseley ayrıca; atom numaralarının çekirdekteki + yük sayısına eşit olduğunu ileri sürdü.
ATOMUN KÜTLESİ
Rutherford, çekirdekteki + yüklü parçacığı proton olarak adlandırdı. Yaptığı deneylerde protonların, atom çekirdeğinin kütlesinin yaklaşık yarısını
oluşturduğunu gözledi. Protonların tamamı çekirdekte bulunmaktadır. Atomlar elektrikçe nötral olmaları nedeniyle bir atomun aynı sayıda proton ve elektron
içermesi gerekir. O zamanlarda aynı yükteki protonların birbirlerini itmeleri nedeniyle bir arada duramayıp ayrılmaları gerektiği ama elektronların çekirdekte
yer alıp protonları sanki bir çimento gibi bir arada tutan bir görev yaptığı düşünülüyordu. Fakat elektronun kütlesinin protonun kütlesinin 1/1836 ‘i olması
nedeniyle kütleyi etkilemeleri söz konusu olamayacağı anlaşılmıştır. Bu olgu karşısında Rutherford, 1920 yılında çekirdekte yüksüz fakat kütlesi protonun
kütlesine hemen hemen eşit bir parçacık daha olması gerekir diye bir düşünce ortaya koydu ve bu düşünce üzerine Rutherford ve öğrencisi James Chadwick
bu parçacığı bulmak ve özelliklerini belirleyebilmek için çalışmalar yaptılar. 1932 yılında Chadwick, yüksüz olması nedeniyle nötron adı verilen bu parçacığı
buldu ve varlığını deneysel olarak kanıtladı. Daha sonrada nükleer reaksiyonların (çekirdek reaksiyonlarının) başlamasında bu parçacığın büyük rolü
olduğunu gösterdi. Bu çok önemli buluşu nedeniyle Chadwick 1935 yılı Nobel fizik ödülünü aldı. Chadwick, aynı zamanda nötron oluşturan bazı çekirdek
reaksiyonlarından yararlanarak nötronun kütlesini hesaplamıştır. Bu hesaplamaya göre nötronun kütlesi 1.6749 10–27 kg olarak bulunmuştur. Protonun
kütlesi ise 1.6726 10–27 kg olarak bulunmuştur. Kütle değerlerinin birbirine yakınlığı, nötronun keşfi sırasında ortaya konulan hipotezlerin doğruluğunu da
ortaya
koymaktadır.
Dalton ’un atom teorisinde; bir elementin her atomunun birbirine her
bakımdan eşdeğer olduğu düşünülmekteydi. Fakat 20. yüzyılın
başlarında bir elementin değişik kütleli atomlarının da var olduğu
bulunmuştur. Çünkü artan atom kütleleri ile atom numaraları arasında
doğrusal bir bağlantının olmadığı gözlenmiştir. İngiliz kimyacı Frederick
Soddy yaptığı çalışmalar sonucunda bir elementin kütleleri değişik
atomlarının da var olduğunu buldu ve bunlara izotop adını verdi (atom
numaraları aynı fakat kütleleri farklı olan atomlara izotop denir). Soddy,
izotop konusunda yaptığı çalışmalar nedeniyle 1921 yılında Nobel Kimya
Ödülünü aldı. Soddy 'nin bu çalışması 1919 'da Rutherford 'un protonu
tanımlamasına ve nötronun varlığını ortaya koymasına yardım etti. Fakat
izotop kavramı esas olarak 1932 yılında Chadwick 'in nötronu keşfetmesi
ile kabul gördü. İzotoplar ancak kütle spektrometrisi ile birbirlerinden
ayrılabilirler, çünkü kütle spektrometresi kütle farklılıklarına göre ayrım
yapabilir. 1912 yılında J.J.Thomson geliştirdiği kütle spektrometresi
yardımıyla ilk kez izotopları birbirlerinden ayırmayı başarmıştır.
Şeması Şekil 2.9 da gösterilen kütle spektrometresi aşağıdaki prensibe
uygun olarak çalışır;
Numune kabından iyonlaşma odasına geçen moleküller 70 eV luk
enerjili elektronlar ile çarpışınca önce bir elektron ayrılarak moleküler
iyon meydana gelir:
M M + e– + 2e–
Moleküler iyon
2eE
v= ve
m
v2 = 2eE / m olur.
H e v = m v2 / r olması gerekir.
m/e=Hr/v kareleri alınacak olursa:
m2 / e2 = H2 r2 / v2
v2 = 2 e E / m olduğu için yerine konulursa:
m / e = H2 r2 / 2E olur.
Bu eşitliğe göre: r, sabit olduğu için E veya H den birisi sabit tutulmak
suretiyle diğeri değiştirilecek olursa m/e oranı değişir. Yani değişik m/e
oranına sahip parçacıkların sabit r yarıçaplı yolu katederek toplayıcıya
ulaşması sağlanabilir. Genellikle potansiyel sabit tutularak manyetik alan
şiddeti değiştirilir. Böylece parçalanan bir molekülde açığa çıkan değişik
kütleli parçacıklar kütle büyüklüklerine göre sırayla toplayıcıya, oradan
da kaydediciye ulaşırlar. Bunun sonucunda elektronun yükü “1” olduğu
için yalnızca kütle sırasına göre pikler meydana gelir ki buna kütle
spektrumu adı verilir (Şekil 2.10). Böylece kütleleri (m/e oranları) farklı
parçacıklar birbirlerinden ayrılarak kütle spektrumunda görülebilirler.
Dolayısıyla izotoplar bu yöntemle birbirlerinden ayrılabilirler.
Bir atomun bütün kütlesi çekirdekte toplanır. Ama çekirdekten çekirdeğe geçişte 1 ‘e 1 değişim olmaz. Örneğin:
12C 12.0000 akb
13C 13.0034 akb dir.
Keza;
12C 12.0000 akb
12N 12.0187 akb dir.
Bu durum ancak çekirdekte pozitif yüklü protonun yanında nötron denilen parçacıkların da varlığını ortaya koymaktadır. Yani;
Atomik kütle = proton + nötron dur. Çünkü izole edilmiş halde;
proton kütlesi = 1.00728 akb
nötron kütlesi = 1.00867 akb
elektron kütlesi = 0.000549 akb olarak bulunmuştur.
Proton ve nötron kütlelerindeki ufak farklılıklar yukarıda anlatılan farklılıkları oluşturmaktadır.
Bir atom örneğin; 𝟏𝟖 𝟖𝐎 şeklinde gösterilir. Burada 8, oksijen
elementinin atom numarasını, 18 ise atomik kütlesini göstermektedir.
Böyle bir çekirdekteki nötron sayısı 18 – 8 = 10 dur.
İzotoplarda değişen nötron sayısıdır. Örneğin atom numarası 6 olan
karbon’un izotoplarında:
𝟏𝟐
𝟔𝐂 de 6 proton + 6 nötron,
𝟏𝟑
𝟔𝐂 de 6 proton + 7 nötron vardır.
ATOMİK SPEKTROSKOPİ
Kimyasal reaksiyonlarda atomlar veya çekirdek değil çekirdeğin
etrafında yer alan elektronlar etkileşir. Bu nedenle elementlerin kimyasal
özellikleri atomlarındaki elektronlarının düzenine bağlıdır. Elektronların
düzenini bulmak için atomik spektroskopiden yararlanılır. Çünkü
elektronlar atom içerisinde belli enerji seviyelerinde bulunurlar ve
yeterli enerjiyi aldıklarında daha yüksek enerjili üst enerji seviyelerine
çıkarlar (bu olay elektronların uyarılması adıyla bilinir) ve orada yaklaşık
10–8 sn kadar kalırlar ve sonra önceki enerji seviyelerine dönerler.
Dönerken de aldıkları enerjiyi geri verirler (Şekil 2.11) ve bu enerji
ölçülebilir. Ölçülen değerlerden yararlanılarak elektronların enerji
seviyelerindeki yerleşimleri hakkında bilgi edinilir. Bu bilgileri
elde edebilmek için ışık ile ilgili bazı bilgilerin de bilinmesi gerekir:
Beyaz ışık bir prizmadan geçirilirse dalga boylarının farklılığı
nedeniyle kendisini meydana getiren ışınlara ayrılarak tayf olarak bilinen
renkli bir dizi görülür (Şekil 2.12). Ama bu kırılmada gözle
ışınları daha küçük dalga boylu, IR ışınları ise daha büyük dalga boylu
ışınlardır. E = h (c / ) eşitliği nedeniyle enerji ile dalga boyu arasında
ters bir orantı olduğu için Görünür bölgedeki ışınlara göre UV ışınları
daha yüksek enerjili buna karşılık IR ışınları daha düşük enerjili ışınlardır.
Keza kısa dalga boylu ışınlar daha çok kırınıma uğrar.
Bilim adamları elektronların enerji alarak üst enerji seviyelerine
çıkmaları ve sonra geri dönerken aldıkları bu enerjiyi geri vermelerinden
hareketle önce bir atomdaki enerji seviyeleri hakkında bilgi
edinmişlerdir. İlk çalışmalar en basit atomik yapıya sahip olan hidrojen
atomu üzerinde gerçekleştirilmiştir. Çünkü hidrojen atomunda yalnızca
bir elektron bulunmaktadır ve böylece diğer elektronlardan etkilenme
söz konusu değildir. Bu durumda elektronun net etkileşmesinin
gözlenebilmesi mümkün olabilecektir. Çalışmalarda; absorplanan enerji
değil salınan enerjiler üzerinde çalışmalar yapılmıştır. Hidrojen atomu
üzerindeki çalışmalarda:
Hidrojen, alev ile uyarılmış ve sonra salınan enerjiler bir prizmadan
geçirilerek bir fotoğraf filmi üzerine düşürülmüştür. Bunun sonucunda
fotoğraf filmi üzerinde inceli-kalınlı ve ayrık-bitişik çok sayıda çizginin
meydana geldiği gözlenmiştir. Elde edilen çizgi dizisine çizgi spektrumu
adı verilmiştir (Şekil 2.14). Bu çizgilerin her biri elektronların uyarılmış
halden geri dönüşünde saldıkları bir enerjiye karşılık gelmektedir. Her
atomun yapısındaki elektron dizilimi farklı olduğu için elde edilen çizgi
spektrumları da farklıdır ve kendilerine özgüdür.
Buradan;
1 1
𝑣 = 3.29 1015 2
– 2 n2 = 3, 4, 5, … ….
2 n2
bulunmuştur.
1 1
𝑣 = 3.29 1015 2
– 2 b = 2, 3, 4, … … . (UV alanı)
1 b
Seri a b Bölge
Lyman 1 2,3,4 …. UV
Paschen 3 4,5,6 …. IR
Brackett 4 5,6,7 …. IR
Pfund 5 6,7,8 …. IR
PROBLEM
Hidrojenin görünür bölgedeki spektrum çizgileri elektronun daha üst
enerji seviyelerinden n=2 seviyesine dönüşüne karşılık gelir. 486.1 nm
deki bir çizgi için elektron hangi üst enerji seviyesinden dönüş yapmıştır?
1 1
𝑣 = 3.29 1015 2
– 2 idi.
2 b
1 1
6.17 1014 = 3.29 1015 – 2
22 b
PROBLEM
Hidrojenin görünür bölgedeki spektrum çizgileri elektronun daha üst
enerji seviyelerinden n=2 seviyesine dönüşüne karşılık gelir. 486.1 nm
deki bir çizgi için elektron hangi üst enerji seviyesinden dönüş
yapmıştır?
15
1 1
𝑣 = 3.29 10 – 2 idi.
22 b
14 15
1 1
6.17 10 = 3.29 10 – 2
22 b
Ze x e m v2
=
r2 r
Bohr;
𝐡
𝐦𝐯𝐫=𝐧 eşitliğini buldu. (n = 1, 2, 3, … . . n)
𝟐𝛑
Açısal momentum
Burada; n = tam sayılar, h ise Planck sabiti dir (6.62 10–27 erg.sn)
Bu eşitlikten:
h
v =n olur.
2πmr
Z e2 m n2 h2
2
= elde edilir.
r r 4 π2 m2 r 2
Buradan:
h2
r = n2 olur.
4 π2 m Z e2
Bohr, bunlardan sabit olan h, π, m ve e ‘yi bir araya toplayarak yeni bir
sabit elde etmiştir. Bu sabite ao = Bohr yarıçapı adını vermiştir ve
ao = 0.529167 Ao olarak hesaplanmıştır. Buna göre:
𝐚𝐨
𝐫 = 𝐧𝟐 olur.
𝐙
𝟏 𝐙 𝐞𝟐
𝐓𝐨𝐩𝐥𝐚𝐦 𝐞𝐧𝐞𝐫𝐣𝐢 (𝐄) = 𝐦 𝐯 𝟐 + (– ) olur.
𝟐 𝐫
Ze x e m v2
= idi. Buradan;
r2 r
Z e2
m v2 = r
olur. Bu da;
𝐙 𝐞𝟐
𝐄= – olur.
𝟐𝐫
Z e2 Z 2 e2
E= – = – olur.
2 (n2 / Z)a o 2 n2 ao
Z 2 e2 Z 2 e2
Eb – Ea = – – – olur.
2 n2b ao 2 n2a ao
Z 2 e2 1 1
Eb – Ea = – olur.
2ao n2
a n2
b
Z 2 e2 1 1
𝑣= – olur.
2ao h n2
a n2
b
Z 2 e2
= 𝟑. 𝟐𝟗𝟎 𝟏𝟎𝟏𝟓
2 ao h
KAYNAKLAR
1) Temel Kimya (Chemistry: Priciples and Properties); M.J.Sienko and
R.A.Plane; Çeviri editörleri; N. Gündüz, T. Gündüz, S. Özgüner, E. Pulat, C.
Tüzün, S. Üneri, A. Zeren; Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi yayınları,
No.123, 1978 Ankara.
2) Temel Üniversite Kimyası; E. Erdik ve Y. Sarıkaya; Hacettepe –
Taş Kitapçılık yayınları, 1985 Ankara.
3) Fizikokimya; Ali Rıza Berkem, Sacide Baykut; İstanbul Üniversitesi
yayınları, No.2092, Şirketi mürettibiye Basımevi, 1975 İstanbul
4) Temel Kimya (Chemistry) P.Atkins and L. Jones, Çeviri editörleri;
E. Kılıç, F. Köseoğlu ve H. Yılmaz; Bilim Yayıncılık, 1999 Ankara.
5) Chemistry; A conceptual approach; C.E.Mortimer; Van Nostrand
Company; 4. Ed. 1979, New York.
6) Üniversite Kimyası(University Chemistry); B.H. Mahan; Çeviri
editörleri; C. Şenvar, E. Edgüer; Hacettepe Üniversitesi yayınları, A16-17,
1976 Ankara.
3.PERİYODİK
SİSTEM
PERİYODİK TABLO
Periyodik tablo (periyodik cetvel, periyodik çizelge) bilinen tüm elementlerin belirli bir düzene göre
sıralandığı bir sistemdir. İlk olarak 1867 yılında J.A.R Newlands, elementleri artan atom kütlelerine göre
sıralamış ve bir elementin, kendisini izleyen sekizinci elemente benzer özellikler gösterdiğini ifade eden
Oktavlar yasası ‘nı ortaya koymuştur. Daha sonra 1869 yılında Dimitri Mendeleyev, benzer özellikler
taşıyan elementleri arka arkaya dizdiğinde, atom kütlesine dayanan bir tablo elde etmiş ve o zamanlar
bilinmeyen bazı elementlerin (skandiyum, galyum ve germanyum gibi) varlığını, hatta özelliklerini tahmin
edebilmiştir. Mendeleyev 'in periyodik tablosu her ne kadar elementlerin periyodik özelliklerini gösterse
de neden özelliklerin tekrarlandığı konusunda herhangi bir bilgi vermemektedir
Lothar Meyer isimli Alman araştırmacı, 1864 yılında yani Mendeleyev ‘den 5 yıl önce bilinen 28
elementi valanslarına göre (Na için 1, Mg için 2 gibi) bir tablo halinde sıralamıştır. Böylece ilk kez valans
kavramını ortaya atmıştır. Ayrıca, Mendeleyev 'den bağımsız olarak, aynı valanslı yani aynı oksidasyon
basamağına sahip olan elementleri atom kütlelerine göre bir sütun halinde dizerek bir periyodik tablo
oluşturmuştur. Ama, Meyer ’in bu çalışması maalesef 1870 yılına kadar yayınlanmamıştır.
Günümüzde kullandığımız tablo (Tablo 3.1), yeni elementlerin de yerleştirilebilmesine olanak tanıyan
Mendeleyev 'in periyodik tablosudur. Ancak ilk halinden farklı olarak, elementler atom kütlesine değil,
atom numarasına göre düzenlenmiştir. Buna göre periyodik tabloda, soldan sağa ve yukarıdan aşağıya
doğru atom numarası artar. Buna paralel olarak bağıl atom kütlesi de artış gösterir. Tablodaki yatay sıralar
periyot olarak adlandırılır. Bir elementin periyot numarası, o elementin sahip olduğu elektronların
bulunduğu en yüksek enerji seviyesini gösterir. Sütunlar ise grup olarak adlandırılır.
Periyodik tablo kimyacıların ilk bilgisayarı olarak bilinir. Çünkü bu
tablo o tarihte bilinmeyen elementlerin varlığını öngörüyor, hatta onların
özelliklerini oldukça doğru olarak tahmin edebiliyordu. Örneğin, 1875 de
P.E.L.Boisboudran çinko mineralinden ayırdığı yeni bir elementi
keşfettiğini ve buna Galyum adını verdiğini ve de özgül ağırlığının 4.7
olduğunu bilim dünyasına sunmuştu. Ama Mendeleyev, Boisboudran ’a
bir mektup yazarak bu yeni elementin özgül ağırlığının 4.7 değil 5.9
olması gerektiğini bildirdi. Çünkü yeni element Medeleyev ’in periyodik
tablosundaki boş bırakılan bir yere denk geliyordu. Bugünkü teknoloji ile
galyum’un özgül ağırlığı hesaplandığında 5.907 olduğu bulunmuş olması
Tablo ‘nun ne denli doğru olduğunu ortaya koymaktadır. Buna göre
Mendeleyev kimyanın ilk programcısı, periyodik tablo da ilk kimya
bilgisayarı gibi düşünülebilir.
1A IIA IIIB IVB VB VIB VIIB VIIIB IB IIB IIIA IV VA VIA VIIA
A
1 H He
1 2
2 Li Be B C N O F Ne
3 4 5 6 7 8 9 10
3 Na Mg Al Si P S Cl Ar
11 12 13 14 15 16 17 18
4 K Ca Sc Ti V Cr Mn Fe Co Ni Cu Zn Ga Ge As Se Br Kr
19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36
5 Rb Sr Y Zr Nb Mo Tc Ru Rh Pd Ag Cd In Sn Sb Te I Xe
37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54
6 Cs Ba * Hf Ta W Re Os Ir Pt Au Hg Tl Pb Bi Po At Rn
55 56 57-71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86
7 Fr Ra **
87 88 89-103 104-
La Ce Pr Nd Pm Sm Eu Gd Tb Dy Ho Er Tm Yb Lu
*Lantanitler 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71
Ac Th Pa U Np Pu Am Cm Bk Cf Es Fm Md No Lr
**Aktinitler 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103
E2
E1
gelen iki ışığın yol farkının dalga boyunun tam katları olması gerekir.
Yani: n λ = 2d sin θ olmalıdır. Aksi takdirde dalgalar birbirini yok eder
ve A noktası aydınlanmaz. Buna göre dairesel bir yörünge üzerinde
hareket oluyorsa:
nλ=2πr olmalıdır (2 π r = yörüngenin uzunluğu).
Yerine konulacak olursa:
h
n =2πr buradan;
mv
nh
mvr= olur ki bu 𝐵𝑜ℎ𝑟 ′ un açısal momentumudur.
2π
a b
Aynı grafiği 2s elektronları için çizecek olursak Şekil 3.7 deki grafik
elde edilir:
Şekil 3.7. 2s elektronlarının çekirdek etrafında bulunma olasılıkları.
ELEKTRONLARIN SPİNİ
Kendi ekseni etrafında dönmeye spin denir. Elektron yüklü bir
taneciktir. Yüklü tanecikler kendi eksenleri etrafında dönerlerse bir
manyetik alan yaratırlar yani bir mıknatıs gibi davranırlar. Elektronlar da
spin hareketi yaparlar ve bu nedenle bir mıknatıs gibi davranırlar.
Meydana gelen manyetik alan eğer saat yelkovanı ile aynı yönde olursa +
manyetik alan , aksi olursa – manyetik alan adını alır.
Eğer elementler ve maddeler tek tek bir tüpe konulup bunlara bir
mıknatıs yaklaştırılırsa şu aşağıdakiler meydana gelir:
1. Bazıları mıknatıs tarafından çok çekilirler ve mıknatıs
uzaklaştırıldığında bu elementler kendileri de mıknatıs gibi davranmaya
devam ederler. Bu özelliğe Ferromanyetik özellik (Ferromanyetizm), bu
özelliği gösteren maddelere de Ferromanyetik maddeler adı verilir. Bu
özellik Fe ve Co gibi elementlerde gözlenir.
2. Bazıları mıknatıs tarafından az veya çok çekilirler ve mıknatıs
uzaklaştırıldığında manyetik özellikleri kaybolur. Bu özelliğe
Paramanyetik özellik (Paramanyetizm), bu özelliği gösteren maddelere
de Paramanyetik maddeler adı verilir. Bu özellik O2, CuSO4, Ag gibi madde
ve elementlerde gözlenir.
3. Bazıları mıknatıs tarafından itilirler. Bu özelliğe Diamanyetik
özellik, bu özelliği gösteren maddelere de Diamanyetik maddeler adı
verilir. Bu özellik NaCl gibi maddelerde gözlenir.
STERN-GERLACH DENEYİ
Bu deney 1922 yılında Otto Stern ve Walther Gerlach tarafından
gerçekleştirilen ve elektronun yukarıda anlatılan manyetik özelliklerinin
ortaya konulduğu bir deneydir. Deneyde (Şekil 3.8) önce gümüş,
buharlaştırıcı bir fırında buharlaştırılarak yani gaz fazına geçirilerek
serbest Ag atomlarının meydana gelmesi sağlanır. Sonra bu atomlar bir
mıknatıs’ın kutupları arasından geçirilir ve demetlerin yönü önlerine
konulan ZnS sürülmüş yüzey üzerinde meydana getirdiği işaretlerine
göre incelenir. Deney sonucunda plaka yüzeyinde iki ayrı yönde olmak
üzere iki adet parlama gözlenir. Bu olgu sanki spin bilgilerine göre terstir.
Ama, olayın içeriğine bakıldığında durum öyle değildir. Çünkü; gümüş
atomunun elektronik konfigürasyonu: [Kr] 5s1 4d10 şeklindedir.
Şekil 3.8. Stern-Gerlach deneyi şeması.
KUANTUM SAYILARI
s p d f
l= 0 1 2 3
n= 1 2 3 4
s s s s
p p p
d d
Alt enerji l 𝐦𝑙
seviyesi
s 0 0
p 1 +1, 0, –1
1 1
+ ,– dir. Yani iki elektron zıt yönlerde dönmektedir.
2 2
0 +1/2, –1/2 2 6 e–
+1 +1/2, –1/2 2
Toplam 10 e–
[1H] = 1s1
[2He] = 1s2
3d 4s
3d 4s
Sonraki elektron öncelikle 4s ‘e girer ve 4s dolmuş olur. Mn atomu
böyledir:
[25Mn] = [Ar] 4s2 3d5
Sonra elektronlar d orbitallerine girmeye devam eder;
[26 Fe] = [Ar] 4s2 3d6
[27 Co] = [Ar] 4s2 3d7
[28 Ni] = [Ar] 4s2 3d8
[29Cu] = [Ar] 4s1 3d10 olur, [Ar] 4s2 3d9 olmaz. Çünkü d orbitallerin
herbirinde 2 şer elektron olması tam kararlı hali oluşturur ve atom bu
hale gelmeyi tercih eder. Bunun için de 4s2 deki elektronlardan biri d
orbitaline aktarılarak yani 3d10 olarak tam kararlı halin oluşması sağlanır
ve 4s de tek elektron kalır:
Sonraki elektron öncelikle 4s ‘e girer ve 4s dolmuş olur. Geçiş
elementlerinin 1. sırasındaki son element olan Zn ‘nun atomik yapısı
böyledir:
[30Zn] = [Ar] 4s2 3d10
Sonra 4p orbitallerine elektronlar yerleşmeye başlar:
[31Ga] = [Ar] 4s2 3d10 4p1
[32Ge] = [Ar] 4s2 3d10 4p2
[33As] = [Ar] 4s2 3d10 4p3
[34Se] = [Ar] 4s2 3d10 4p4
[35Br] = [Ar] 4s2 3d10 4p5
[36Kr] = [Ar] 4s2 3d10 4p6
[37Rb] = [Kr] 5s1
[38Sr] = [Kr] 5s2
Sonra Geçiş elementlerinin 2. sırası gelir ve geçiş elementlerinin genel
özellikleri gözlenmeye başlar. Ayrıca 1. sırada görülen atlamalar bu
sırada daha değişik olarak gözlenir:
[39Y] = [Kr] 4d1 5s2
[40Zr] = [Kr] 4d2 5s2
[41Nb] = [Kr] 4d4 5s1 ([41Nb] = [Kr] 4d3 5s2 olmaz) sonra d ye girer:
[42Mo] = [Kr] 4d5 5s1
[43Tc] = [Kr] 4d5 5s2
[44Ru] = [Kr] 4d7 5s1 ([44Ru] = [Kr] 4d6 5s2 olmaz) sonra d ye girer:
[45Rh] = [Kr] 4d8 5s1
[46Pd] = [Kr] 4d10
[47Ag] = [Kr] 4d10 5s1
[48Cd] = [Kr] 4d10 5s2
Sonra 4p orbitallerine elektronlar yerleşmeye başlar:
[49In] = [Kr] 4d10 5s2 5p1
[50Sn] = [Kr] 4d10 5s2 5p2
[51Sb] = [Kr] 4d10 5s2 5p3
[52Te] = [Kr] 4d10 5s2 5p4
[53I] = [Kr] 4d10 5s2 5p5
[54Xe] = [Kr] 4d10 5s2 5p6
[55Cs] = [Xe] 6s1
[56Ba] = [Xe] 6s2
[57La] = [Xe] 6s2 5d1
Asal gazlarda
En dış yörüngeleri elektronlar tarafından doldurulmuştur. Bu nedenle
kararlı bir yapıya sahiptirler. Elektronlar tamamen dolduğu için başka
element atomları ile ortaklık yapma gereksinimleri yoktur. Dolayısıyla
başka elementler ile elektron ortaklığına girmez ve onlarla bazı istisnalar
dışında bileşik meydana getirmezler. Oktet kuralı (8 li) geçerlidir ve son
yörüngelerinde 8 elektron bulunur (He hariç).
[2He] = 1s2
[10Ne] = [He] 2s2 2p6
[18Ar] = [Ne] 3s2 3p6
[36Kr] = [Ar] 3d10 4s2 4p6
[54Xe] = [Kr] 4d10 5s2 5p6
[86Rn] = [Xe] 4f14 5d10 6s2 6p6
Alkali metallerde
3 numaralı Li ile başlayıp aşağıya doğru 87 numaralı Fransiyum’a
kadar dizilen bu grup elementlerin atomlarında; son yörüngelerdeki s
orbitallerinde birer elektron vardır:
[3Li] = [He] 2s1
[11Na] = [Ne] 3s1
[19K] = [Ar] 4s1
[37Rb] = [Kr] 5s1
[55Cs] = [Xe] 6s1
[87Fr] = [Rn] 7s1
ATOM YARIÇAPI
Atom yarıçapı (r); en dış yörüngedeki elektron ile çekirdek arasındaki
mesafedir.
Bir atomun yarıçapı doğrudan ölçülemez. Ölçülmesi için meydana
getirdiği bileşiklerinden yararlanılır. Bileşiklerinde bileşiği meydana
getiren 2 atomun çekirdekleri arasındaki mesafe X-ışınları yardımıyla
ölçülür. Aynı atomlu bileşiklerinde ölçülen bu mesafe yarıya bölünerek
atom yarıçapı bulunabilir (r1 = r2):
Örneğin halojenlerde:
Örneğin halojenlerde:
Yarıçap
[9F] = [He] 2s2 2p5 0.72 Ao
[17Cl] = [Ne] 3s2 3p5 0.99 Ao
[35Br] = [Ar] 4s2 3d10 4p5 1.14 Ao
[53I] = [Kr] 4d10 5s2 5p5 1.33 Ao
Örneğin 3B grubunda:
Yarıçap
[22Ti] = [Ar] 3d2 4s2 1.47 Ao
[40Zr] = [Kr] 4d2 5s2 1.60 A°
[72Hf] = [Xe] 4f14 5d2 6s2 1.62 Ao
Lantanit büzülmesi
Lantanitler sırasındaki elementlerin atom yarıçaplarındaki değişim
lantanit büzülmesi adını alır. İç geçiş elementlerinde (n-2)f elektronları,
bu orbitaller daha dağınık olduğundan, ns elektronlarını etkin şekilde
perdeleyemez ve bu nedenle yarıçaplarında düzenli bir küçülme olur ve
buna lantanit büzülmesi adı verilir.
Ao olarak:
La Ce Pr Nd Pm Sm Eu Gd Tb Dy Ho Er Tm Yb Lu
1.69 1.65 1.65 1.64 – 1.66 1.85 1.61 1.59 1.59 1.58 1.57 1.56 1.70 1.50
TEORİLER
Moleküllerin meydana gelişi hakkında iki teori vardır:
1) Molekül orbital teorisi
Bu teoriye göre; 2 atom birbirine yakınlaştığı zaman, bu iki atomun
yalın haldeki çekirdekleri yan yana gelir, bunların etrafında değişik
enerjili molekül orbitalleri oluşur (Şekil 4.1). Her iki atomdaki tüm
elektronlar bu şekilde meydana gelen molekül orbitallerinde yer alır ve
bunlar her iki atoma da aynı derecede aittir.
q1 x q 2
Çekim Kuvveti (F) = 14.4 x
r
Örneğin F2 de,
[9F] = 1s2 2s2 2px2 2py2 2pz1
[9F] = 1s2 2s2 2px2 2py2 2pz1
Bunda pz lerdeki 1 er elektron ortaklanır. Bağ meydana gelebilmesi
için mutlaka 2 elektronun ortaklığı gerekir. Valens bağ teorisine göre;
Başka bir örnek ise amonyak ile bor triflorür arasındaki reaksiyondur:
H – F, Cl – F, O
+ – + – H – H
+ +
Çünkü her iki atomun elektronegativiteleri yani elektrona karşı
duydukları ilgi birbirinden farklıdır. Bu da bağdaki elektronların bir
atoma daha fazla ait olduğunu gösterir. Su molekülünde simetri varmış
gibi görünse de bağ eksenlerine göre bakıldığında üst üste çakışma
olmamaktadır.
Polar kovalent bağlı moleküllerde 2 kutup vardır. Bunun gibi iki farklı
kutup (uç) bulunduran moleküllere dipol molekül (=2 kutuplu) adı
verilir. Dipol özelliği dipol momenti (µ) ile belirtilir. Bu bir kantitatif
değerdir. Dipol momentinin birimi Debye (D) dır ve moleküldeki + yük
ile – yük arasındaki uzaklığın (d) yükle (q) çarpımına eşittir: µ = d x q;
98.5 + 429.0
N= = 4.06 ≅ 𝟒 olarak bulunmuştur.
130
Periyodik sistemde;
En elektronegatif atom F dur (N = 4)
En az elektronegatif atom ise Cs dur (N = 0.7)
Yani periyodik sistemdeki atomların elektronegativite değerleri 0.7 –
4.0 arasında değişir. Örneğin;
Atom N Atom N
H 2.1 F 4.0
C 2.5 Cl 3.0
N 3.0 Br 2.8
I 2.5
Bağı meydana getiren atomların elektronegativiteleri arasındaki fark ne
kadar büyükse o atomlar arasındaki bağ o kadar fazla polar, ne kadar
küçükse o atomlar arasındaki bağ o kadar apolardır. Örneğin;
N – H için ΔN = 3.0 – 2.1 = 0.9
C – H için ΔN = 2.5 – 2.1 = 0.4
dür. Buna göre N – H bağı C – H bağına göre daha polardır.
Elektronegatiflik periyodik sistemde;
Sağa doğru gidildikçe artar,
Aşağı doğru gidildikçe azalır.
Bir bağdaki atomlardan birisinin elektronegatifliğin daha fazla olması
elektronun o atom etrafında daha fazla döndüğünü gösterir.
Elektronegatiflik hesaplamasında bağ enerjilerinden yararlanılır. Bağ
enerjisi: İki atom arasındaki bağı parçalayıp atomları yalın (nötral) hale
getirmek için verilmesi gereken enerjidir. Bağ enerjisi, kimyasal
reaksiyonda açığa çıkan enerjiden yararlanılarak hesaplanır. Örneğin;
H2 molekülü için bağ enerjisi 103 KKal dir. Yani:
H2 + 103 KKal H + H dir.
1 mol H2 gazı normal şartlar altında 22.4 L hacim kaplar. Bu ayrıca
2 x 6.023 10–23 tane H atomu demektir. 2 atom için 103 / 6.023 10 –23 =
17.1 10–23 KKal dir. Herbir H atomu bu bağda elektronları eşit olarak
paylaştığı için herbir H atomu bu bağa;
17.1 10–23 / 2 = 8.55 10–23 KKal lik bir katkıda bulunur.
Cl2 + 57.2 KKal Cl + Cl dir.
Cl2 molekülü için bağ enerjisi 57.2 KKal dir. 2 atom için 57.2 / 6.023
10–23 = 9.50 10–23 KKal ve bağdaki herbir klorun bağa katkısı: 4.75
10–23 KKal olarak bulunur.
Yukarıdaki H2 ve Cl2 molekülleri için hesaplanan değerler bilinirken
HCl molekülü incelenecek olursa: eğer her iki atom da bağa eşit katkıda
bulunsaydı H–Cl bağının enerjisinin teorik olarak:
8.55 10–23 + 4.75 10–23 = 13.30 10–23 KKal/mol olması gerekirdi.
Halbuki HCl bağı için deneysel olarak bulunan değer 102 KKal veya bağ
başına 16.90 10–23 KKal/mol dür. Teorik ile deneysel değerler
arasındaki fark H–Cl bağında elektronların eşit paylaşılmadığını
gösterir. Dolayısıyla bağ daha dayanıklıdır. Çünkü elektronlar daha
elektronegatif olan Cl atomu etrafında daha fazla dolaşır ve bunun
sonucunda + ve – kutuplar oluşur ve aralarında ayrıca bir elektrostatik
çekim meydana gelir. Yani HCl molekülünde bağ 13.30 10–23 KKal/Mol
lük bir enerji verilince parçalanmıyor ancak 16.90 10 –23 KKal/Mol lük
bir enerji verilince parçalanabiliyor demektir. Bu, bağdaki elektron
çiftinin eşit olarak paylaşılmasından meydana gelen bağdan daha
sağlam olduğunu ifade eder.
Aşağıda halojenlerin ve hidrojen atomu ile halojenlerin meydana
getirdiği moleküllerdeki bağ enerjileri gösterilmiştir:
Teorik
(Bağdaki elektronlar Hesaplanan Bağ enerjisi
eşit olarak KKal
paylaşılsaydı)
H–X X=F 70.0
X = Cl 80.2
X = Br 74.3
X=I 69.4
Normal bir kovalent bağ uzunluğu 0.96 Ao iken bir hidrojen bağının
uzunluğu 1.97 pm dir.
VAN DER WAALS BAĞI
En zayıf bağ türüdür. Bu bağ molekülde çok kısa bir süreyle meydana
gelen yük ayrımına dayanır. Molekülde elektronların yoğun olduğu taraf
kısmen negatif, diğer taraf da kısmen pozitif yükle yüklenir (London
kuvvetleri). Pozitif olarak yüklenmiş molekülün bir kısmı ile negatif
olarak yüklenmiş ikinci molekülün bir kısmı arasındaki kısa süreli bir
çekim meydana gelir ki buna Van der Waals bağı adı verilir. Bu bağın
gücü yaklaşık kovalent bağın binde biri kadardır. Bu bağ biçimi özellikle
nötral (apolar) moleküller arasındaki çekimi açıklamakta yararlıdır.
H–H
Yani hidrojenler arasındaki açı 90o olmalıdır. Halbuki açı 104o 30’ dir. Bu
durum yukarıdaki şekle bakılarak açıklanamaz.
Örneğin; NH3 molekülünde H ler N ’a eksenler üzerinden yaklaşır;
H N H
Molekül yapısı
Diğer hibritleşmeler:
Şimdiye kadar anlatılan hibritleşmelerde s ve p orbitalleri
hibritleşmeye girmişti. Ama d orbitallerinin de iştirak ettiği hibrit
orbitaller de vardır. Hibritleşme sonucunda meydana gelen bağlarda
molekülün şeklini belirler (Tablo 4.2)
Bu anlatılanların sonucunda molekülün şeklini veren 3 faktörün
varlığı ortaya çıkmıştır. Bunlar:
1) Merkez atomunun koordinasyon sayısı,
2) Ortaklanmamış elektron çiftleri ve
3) Hibritleşmedir.
MOLEKÜL ORBİTALLERİNİN OLUŞUMU
Molekül orbitalleri meydana gelirken atomlara ait atomik orbitaller
birleşir ve yeni molekül orbitalleri meydana gelir. Atomlara ait
2 –2
Bağ sayısı = =0 dır.
2
Her sırada: 2.954 / 2.774 10–8 = 1.065 108 tane iyon vardır.
Küpteki iyon sayısı = (1.064 108)3 = 1.205 1024 tanedir. Bu bir formül
gramındaki 2 iyonun sayısıdır (Ag+ ve Cl– ). Bir formül gramındaki AgCl
sayısı ise:
1.205 1024 / 2 = 6.025 1023 olur.
NOT: Avogadro tarafından bulunan Avogadro yasası; “aynı basınç ve sıcaklıkta bütün
gazların eşit hacimlerinde eşit sayıda molekül vardır” şeklindedir. Yapılan çalışmalarda bir
atom gram içerisinde 6.02 1023 tane atom, bir mol gram içerisinde 6.02 1023 tane molekül
olduğu çeşitli yöntemlerle bulunmuştur. Bugün deneysel olarak ulaşılmış en kesin değer;
6.02214199 1023 dür. Jean Baptiste Perrin, Avogadro sayısı terimini 1909 yılında bir
makalesinde ilk kez kullanan bilim adamıdır. Bulunan sayıya, Avogadro ‘nun bu konuda
yaptığı çok sayıdaki çalışmaları nedeniyle ismine izafeten Avogadro sayısı adı verilmiştir.
EN BASİT FORMÜL
Bir bileşik için Ampirik formül veya kaba formül de denilen bu formüller çeşitli
kimyasal formüllerden en basitidir ve ancak o bileşik hakkında çok az bilgi verir.
En basit formül şöyle yazılır: Elementlerin simgeleri yazılır sonra bu simgelerin
altlarına birbirlerine göre bağıl atom sayıları yazılır. Örneğin;
AxBy gibi ve bu; x atom gr A ile y atom gr B nin birleştiği bir bileşiği gösterir.
PROBLEMLER
1) Bir gazın 2.34 g N ve 5.34 g O içerdiği bulunmuştur. Bileşiğin
en basit formülü nedir? (O: 15.999 g , N: 14.007 g)
N 2.34 / 14.007 = 0.167 atom gr
O 5.34 / 15.999 = 0.334 atom gr dır.
Buna göre en basit formül; N0.167 O0.334 şeklinde olmalıdır. Kesirli sayıda atom
olamayacağı için tam sayılara çevrilmesi gerekir; öncelikle birbirlerine karşı bağıl
sayıları bulunur: 0.334 / 0.167 = 2 dir. Yani en basit formül; N O2 şeklinde olur.
3) % 43.6 P ve % 56.4 O içeren fosfor oksit bileşiğinin en basit
formülü nedir? (O: 15.999 g , P: 30.974 g). % 43.6 P ve % 56.4 O demek
100 gramlık bir numunenin 43.6 g ‘ı P ve 56.4 g ‘ı O demektir. Buna
göre:
P 43.6 / 30.974 = 1.41 atom gr
O 56.4 / 15.999 = 3.52 atom gr dır. Yani en basit formül;
P1.41 O3.52 şeklinde olur. Kesirli sayılar olamayacağı için:
3.52 / 1.41 = 2.5 dür. Yani; P1 O2.5 olur. Bu da tam’a çevrilecek olursa
en basit formülün P2O5 olduğunu gösterir.
1) Bir organik molekül C, H ve O den oluşmuştur. Bu molekülün
2.52 g’ı yakıldığında 4.62 g CO2 ve 1.26 g H2O meydana gelmektedir. Bu
molekülün en basit formülünü bulunuz .
44 g CO2 de 12 g C bulunuyorsa
4.62 g CO2 de x
x = 1.26 g C vardır.
18 g H2O da 2 g H bulunuyorsa
1.26 g H2O da x
x = 0.14 g H vardır.
ÖNEMLİ NOT: İndirgenme veya yükseltgenme olayı hiçbir zaman tek başına meydana gelemez. Bir
indirgenme varsa karşısında mutlaka bir yükseltgenme, bir yükseltgenme varsa karşısında mutlaka bir
indirgenme vardır. Yani bir sistem elektron veriyorsa mutlaka karşısındaki sistem o elektronları alacaktır.
Çünkü yeryüzünde elektronötrallik geçerlidir. Aksi takdirde hep elektron alınsaydı yeryüzü + yükle
yüklenirdi veya hep elektron verilseydi yeryüzü – yükle yüklenirdi, halbuki yaşadığımız ortamda böyle bir
durum söz konusu değildir.
Otooksidasyon veya disproporsiyon: Bir molekülün aynı anda hem
yükseltgenip hem de indirgenmesi olayıdır. Örneğin; H2O2 (hidrojen peroksit)
ve C6H5CHO (benzaldehit) de;
Kimyasal eşitlikler; kimyasal reaksiyonlar hakkında bilgi veren kısa yazılışlardır. Genelde
yalnızca reaksiyona giren ve reaksiyonda meydana gelen maddeleri gösteren toplu denklemler
kullanılır, reaksiyona girmeyenler yazılmaz.
Kimyasal reaksiyonların yazılmasında kural; reaksiyona girenler sol tarafa, ürünler ise sağ
tarafa yazılır. Araları ise , = veya ile bağlanır. Bunlar reaksiyonun biçimini gösterir.
Tek yönlü ok reaksiyonun okun gösterdiği yönde ilerlediğini, ise reaksiyonun bir denge
reaksiyonu olduğunu ve her iki yöne doğru da yürüyebildiğini gösterir.
Reaksiyona giren maddelerin hangi fazda oldukları bu maddeleri gösteren simgelerin altına
parantez içerisinde yazılarak gösterilir. Örneğin;
Cl2(g) + H2O + Ag+ AgCl(k) + HOCl + H+
Burada (g); gaz fazını, (k) katı fazı gösterir. İşareti olmayanlar çözelti fazındadır demektir ki
bu sulu çözeltiyi anlatır. Ancak başka çözücülerin kullanıldığı reaksiyonlar olursa, örneğin;
alkol, kloroform gibi, bunu reaksiyonda mutlaka belirtmek gerekir.
Bir kimyasal eşitlik şu üç şartı sağlamalıdır:
1) Eşitlik denel olaylara uygun olmalıdır yani hangi kimyasal
birimlerin kaybolduğu hangi kimyasal birimlerin meydana geldiği belirtilmelidir.
2) Kütlenin korunumu ilkesi sağlanmalıdır. Yani bir tarafta
bulunan madde diğer tarafta da yer almalıdır.
3) Eşitliğin sağ ve sol yanı elektrik yükü açısından eşit olmalıdır.
Denkleştirme biçimleri
1) Denetleme yolu;
Na(k) + Cl2(g) NaCl(k) reaksiyonunda;
sağda Cl eksikliği vardır, NaCl ‘ün başına 2 yazmak gerekir. Bu
takdirde solda Na eksikliği oluşur, bunu denkleştirmek için
başına 2 konulmalıdır. Böylece reaksiyon eşitliği;
2Na(k) + Cl2(g) 2NaCl(k) şeklinde olur ve eşitlenir.
2) Elektron alışverişi olan reaksiyonlarda eşitleme;
Esas olarak iyon-elektron (yarı reaksiyon) yolu en çok kullanılan yoldur. Bu yöntemde şu şekilde bir
sıralı işlem yapılır;
a) Reaksiyon; indirgenme ve yükseltgenme olan olmak üzere iki yarı reaksiyona ayrılır.
b) Her yarı reaksiyon kendi arasında denkleştirilir. Bunun için:
i) Hidrojen ve oksijen dışındaki diğer elementler katsayı olarak denkleştirilir.
ii) Oksijen eksikliği olan tarafa H2O ilave edilir (bazik ortamlarda ise oksijen eksikliği olan tarafa iki
misli sayıda OH– ilave edilir, karşı tarafa ise H2O yazılır).
iii) Hidrojen eksikliği olan tarafa H+ ilave edilir.
iv) Negatif yük eksikliği olan tarafa e– eklenir.
c) İlave edilen elektronları denkleştirmek için yarı reaksiyonlar uygun katsayılar ile çarpılır.
d) Yarı reaksiyonlar taraf tarafa toplanır ve her iki tarafta da tekrarlanan terimler sadeleştirilir.
Bu anlatılan eşitlemeyi örnekler üzerinde gösterecek olursak;
şeklinde denkleşir.
Başka bir örnek;
CrSCN2+ + BrO– → Br– + NO3– + CO32– + SO42– + CrO42–
Bu eşitlemede en önemli nokta SCN– deki oksidasyon sayılarının
ayarlanmasıdır; atomların elektronik konfigürasyonlarına göre
alabilecekleri değerlikleri öyle seçilmelidir ki toplamı –1 olmalıdır. Buna
göre;
Cr = +3 N = +5 S = –2 C = –4 kombinasyonu veya
Cr = +3 N = –3 S = +6 C = –4 kombinasyonu seçilebilir.
Buna göre; hangi kombinasyon seçildi ise bunların NO3– , CO32– ve SO42–
daki oksidasyon sayılarına göre nasıl indirgenme veya yükseltgenmeye
uğradığı bulunmalı ve buna göre denkleştirme yapılmalıdır.
Organik bileşiklerde;
Bir karbonun değerliği;
Bağlı olduğu her bir hidrojen için =–1
Bağlı olduğu her bir karbon için = 0
Bağlı olduğu her bir heteroatom için = +1 olur. Buna göre;
CHOH da 0
CH3OH da – 2
HCOOH da + 2 dir.
Diğer atomlar için 8 (oktet) kuralı geçerlidir; N ((+5) – (–3)), S ((+6)
– (–2)) gibi.
Genelde;
Daha az elektronegatif atomla bağ için = –1
Aynı cins atomla bağ için = 0
Daha yüksek elektronegatif atomla bağ için = –1
kuralı geçerlidir.
Bazı örnekler;
OH
CH3–CH=CH–CH=O CH3–CH–CH2–CH=O
–3 –1 –1 +1 –3 0 –2 + 1
O OH
Br–CH2–CH – CH2 + H2O HO–CH2–CH–CH2–OH
–1 0 –1 –1 0 –1
CH3–S–CH=CH–C≡N
+3 0 –1 +3
+5 O H –3
HO–N N–R
O H
𝐌𝐨𝐥𝐞𝐤ü𝐥 𝐚ğı𝐫𝐥ığı
𝐄ş𝐝𝐞ğ𝐞𝐫 𝐚ğı𝐫𝐥ı𝐤 = dir.
𝐓𝐞𝐬𝐢𝐫 𝐝𝐞ğ𝐞𝐫𝐢
Tesir değeri , reaksiyona giren maddelerin cinslerine göre değişir:
1) Asitlerde: Oynak yani ortama verilebilen proton sayısıdır:
Bu tarife göre tesir değeri (T.D.); HCl için 1, H2SO4 için 2, H3PO4 için 3 ve
H3BO3 için 1 dir.
2) Bazlarda: Oynak yani ortama verilebilen OH– sayısıdır:
Bu tarife göre tesir değeri (T.D.); NaOH için 1, Ba(OH)2 için 2 dir.
3) Tuzlarda: Hidrojen yerine geçen katyonun toplam yüküdür:
Bu tarife göre tesir değeri (T.D.); KCl için 1, KMnO4 için 1, Al2(SO4)3 için
6 dır.
4) Oksido-redüksiyon sistemlerinde: Molekül başına alınıp
verilen
elektron sayısıdır. Bu tarife göre:
Cr2O72– + 6e– 2Cr3+ da Cr2O72– ‘ın T.D. = 6 dır.
MnO4– + 5e– Mn2+ da MnO4– ‘ın T.D. = 5 dir.
𝐀ğı𝐫𝐥ı𝐤
𝐄ş𝐝𝐞ğ𝐞𝐫 𝐠𝐫𝐚𝐦 𝐬𝐚𝐲ı𝐬ı = dır.
𝐄ş𝐝𝐞ğ𝐞𝐫 𝐚ğı𝐫𝐥ı𝐤
Bir kimyasal reaksiyonda maddeler birbirlerinin eşit eşdeğer gram
sayılarında reaksiyona girerler.
A+B→C+D şeklindeki bir reaksiyonda;
Eşdeğer gram sayısıA = Eşdeğer gram sayısıB dir.
Bu eşitlik bize pek çok kimyasal reaksiyonda hesaplama yapma olanağı
tanır.
Örneğin;
1) Molekül ağırlığı 126.1 olan 0.227 g bir saf katı asidin titrasyonu
için 144 mg NaOH gerekmektedir. Bu nötralizasyon reaksiyonunda asit
molekül başına kaç proton verir? (NaOH = 40 g)
Eşdeğer gramAsit = Eşdeğer gramNaOH dir.
0.227 / (126.1 / T.D.) = 0.144 / (40/1)
T.D. = 2 olarak bulunur. Bu da bu reaksiyonda asidin 2 protonu ortama
verdiğini gösterir.
2) KMnO4 + H2S K2SO4 + MnO2 reaksiyonuna göre 3.86 g KMnO4
ile kaç gram H2S reaksiyona girer? KMnO4: 158 g, H2S: 34 g)
Eşdeğer gram KMnO4 = Eşdeğer gram H2S dir.
MnO4– + 3e– MnO2
H2S K2SO4 + 8e–
3.86 g KMnO4 = 3.86 / (158 / 3) = 0.073 eşdeğer g
0.073 = g H2S / (34 / 8) dir.
g H2S = 0.310 g olarak bulunur.
PROBLEMLER
5) Moleküller arası çekim kuvveti ile oluşan bir özellik yüzey gerilimi dir. Sıvının ortasında yer alan
bir molekül; etrafındaki diğer moleküller tarafından her yöne doğru çekilir. Fakat sıvının
yüzeyindeki moleküller sadece sıvının içerisine doğru çekilirler. Bu nedenle yüzey alanı minimum
olmaya meyillidir. Bu davranış sıvı damlalarının küresel şekilde olmalarına da neden olur. Yüzey
gerilimi, bir sıvının yüzeyindeki moleküllerin içeriye doğru çekilmelerinin bir ölçüsüdür. Bu aynı
zamanda yüzeyin genişlemesi için yenilmesi gerekli kuvvettir. Bir sıvının yüzey gerilimi sıcaklık
arttıkça azalır çünkü sıcaklık ile artan moleküler hareketlilik moleküllerarası çekimi azaltacak yönde
etki eder.
6) Açık kaplarda sıvılar buharlaşabilir. Sıvılarda moleküller arası çekim kuvvetleri fazladır. Buna
rağmen kinetik enerjileri büyük olan tanecikler bu kuvvetleri yenerek gaz fazına kaçabilirler. Çünkü
moleküller çok çarpışır ve kinetik enerjileri aktarım nedeniyle ortalamanın üzerine çıkabilir. Böylece
eğer molekül sıvı yüzeyine yakınsa komşu molekülün çekim gücünü yenerek gaz fazına geçebilir. Sıvı
moleküllerinin gaz fazına geçmesine Buharlaşma adı verilir. Buharlaşma, izin verilirse kaptaki tüm
sıvı buharlaşıp gaz fazına geçene kadar devam edebilir. Çünkü bir sıvı açık bir kaptan buharlaşmaya
başlayınca sıcaklığını devam ettirebilmek için çevresinden ısı alır ve bu olay devamlı yenilenerek
tüm sıvı buharlaşıncaya kadar devam eder. Çevresinden aldığı ısı nedeniyle etrafının sıcaklığını da
düşürür. Bu, yüzücülerin denizden çıktıktan sonra yüksek sıcaklıkta bile üşümelerinin, terleme ile
ten üzerindeki sıcaklığın düşmesi nedeniyle vücut sıcaklığının ayarlanması gibi olguların
açıklamasıdır. Sıvının sıcaklığı artırılacak olursa buharlaşma da artar. Çünkü sıcaklık artınca
moleküllerin ortalama kinetik enerjileri de artar ve böylece onlar gaz fazına geçmek için yeterli
enerjiye sahip olurlar. Sıvının sıcaklığı düşürülecek olursa çekimden kurtulabilecek kadar enerjili
molekül sayısı azalır ve buharlaşma hızı düşer.
Bir kaba konulan sıvı buharlaşır. Bu kabın üzeri bir fanus ile
kapatılırsa sıvı yine buharlaşır ama ilk anda gaz fazına geçen moleküller
kapalı hacmi doldurur. Sonra gaz fazına geçmiş moleküllerin gelişigüzel
hareketleri ve kohezyon kuvveti nedeniyle bazı moleküller sıvıya doğru
çekilirler ve sıvı haline dönerler. Ardından, aralarında bir dinamik denge
kurulur ve birim zamanda ne kadar molekül gaz fazına geçiyorsa o kadar
molekül de sıvı faza geçer. Bu nedenle denge durumunda gaz fazındaki
molekül sayısı sabittir (Şekil 7.1).
Şekil 7.2., su, metil alkol ve eter‘in sıcaklık-buhar basıncı ilişkisini göstermektedir. Görülen eğriler bu
sıvıların değişik sıcaklıklardaki buhar basınçlarının sıcaklığa karşı grafiğe geçirilmesiyle elde edilmiştir. Bu
eğrilerden hareketle bir sıvının hangi sıcaklıkta hangi buhar
basıncına sahip olacağını bulmak mümkündür. Örneğin 20 oC da buhar basınçları;
su için 0.022 atm
metil alkol için 0.126 atm
Şekil 7.2. Su, metil alkol ve eter’in sıcaklığa bağlı olarak değişen
buhar basınçları
Şekil 7.2 deki eğrilerden bir sıvının belli sıcaklıklardaki buhar basınçlarının net olarak okunması
zordur, grafik kağıdı üzerinde çok dikkatlice çalışmak gerekir. Bunu daha kolay ve hassas olarak
bulabilmek için bilim adamları Şekil 7.2 deki eğrilerin yerine; sıcaklığın tersine karşılık basıncın
logaritmasını grafiğe geçirmişlerdir. Böylece eğriler yerine doğrular meydana gelmiştir (Şekil
7.3) ve her bir doğrunun y = mx + n şeklindeki basit bir denklemi vardır. Bu denklem
yardımıyla bir sıvının belli sıcaklıklardaki buhar basınçları hassas olarak hesapla bulunabilir.
Şekil 7.3. Su, metil alkol ve eter’in sıcaklığa bağlı olarak değişen
buhar basınçları (Log P – (1/T))
ΔH ′ 1
log P = – + C (𝐂𝐥𝐚𝐮𝐬𝐢𝐮𝐬– 𝐂𝐥𝐚𝐩𝐞𝐲𝐫𝐨𝐧 𝐝𝐞𝐧𝐤𝐥𝐞𝐦𝐢)
4.58 T
şeklinde olduğu bulunmuş olup ve bu denkleme bulan bilim adamlarının adına izafeten Clausius-Clapeyron
denklemi adı verilmiştir. Bu denklemin bir eğimi vardır ve bu eğimin; –ΔH'/4.58 olduğu bulunmuştur. Burada
ΔH' = Molar buharlaşma ısısıdır ve bir mol sıvıyı ideal gaz haline geçirmek için gereken ısıdır. R = 1.987
Kal/mol olarak alındığında ve ln ‘i log10 ‘a çevirmek için 2.303 katsayısı kullanıldığında 1.987 x 2.303 = 4.58 elde
edilir. Buna göre de ΔH', Kalori cinsinden bulunur (R = 8.31 alınsaydı ΔH', Jül cinsinden bulunurdu).
Denklemdeki C ise sıvının cinsine ve basıncı belirten birimlere bağlı bir sabittir.
Her sıvı için bu denklemleri Tablolardan bulmak mümkün değildir. Bu
nedenle bir sıvı için hesap yapılırken bu denklem iki farklı sıcaklık için
yazılıp birbirinden çıkarılacak olursa C sabiti yok edilebilir. Böylece
sıcaklığa bağlı olarak basınçlar arasında bir ilişki kurulabilir:
ΔH ′ 1
log P1 = – + C
4.58 T1
ΔH ′ 1
log P2 = – + C
4.58 T2
–
ΔH ′ 1 ΔH ′ 1
log P1 – log P2 = – + C – – + C
4.58 T1 4.58 T2
P1 ΔH ′ 1 1
log = – (ΔH ′ ; Kal cinsindendir)
P2 4.58 T2 T1
Veya genelleştirilecek olursa:
P1 ΔH ′ 1 1
log = – elde edilir ki bu:
P2 R x 2.303 T2 T1
PROBLEM
Eter ‘in 293 K deki buhar basıncı 0.434 atm ve ΔH' = 26 KJ/mol ise
eter ‘in 273 K deki buhar basıncını hesaplayınız.
0.434 26000 1 1
log = –
P2 8.31 x 2.303 273 293
Isınma eğrisi
Şekil 7.4 de bir ısınma eğrisi görülmektedir. Bu eğride katı haldeki bir maddenin düzgün bir hızda
ısıtılması ile halinde meydana gelen değişiklikler gözlenmektedir.
Şekil 7.4. Isınma eğrisi (K.N.= Kaynama noktası, E.N.= Erime noktası)
değişiklikler gözlenmektedir. Başlangıçta katı olan (to zamanında) madde bir t1 zamanına kadar
ısıtıldığında madde moleküllerinin kinetik enerjisi artar ve t1 zamanında tüm tanecikler ısınarak katı
haldeki madde sıvı hale geçmeye başlar. Bu andaki sıcaklık Erime noktasıdır. Erime noktasından sonra
ısıtmaya devam edildiğinde verilen ısı komşu molekülleri ayırmak için kullanılır ve t2 zamanına kadar
moleküller sıvı halde ısınmaya devam eder. t2 zamanında katının tamamı sıvı hale geçer. t1 ile t2 arasındaki
süre içerisinde yani katı taneciklerinin sıvı hale geçmeye devam ettiği süre içerisinde sıcaklık yükselmez.
Çünkü bu sırada kinetik enerji değil potansiyel enerjide artış olur. t2 zamanından sonra ısıtmaya devam
edildiğinde bu kez madde moleküllerinin tekrar kinetik enerjileri artmaya başlar ve gaz fazına geçmeye
çalışırlar. Bu sırada sıcaklık artar. Bir t3 zamanında ise sıvı haldeki madde yeterli kinetik enerjiye sahip
olur ve gaz haline geçer yani kaynamaya başlar. Bu andaki sıcaklık Kaynama noktasıdır. Isıtmaya devam
edildiğinde ise tüm sıvı tanecikleri gaz haline geçer ve bu durum tüm sıvı taneciklerinin gaz haline geçtiği
bir t4 zamanına kadar devam eder. Bu süre içerisinde (t3 – t4) sıcaklık değişmez. t4 zamanından sonra
ısıtılmaya devam edildiğinde yine kinetik enerjilerinde artma meydana gelir ve sıcaklık yükselir. Yani
madde gittikçe sıcaklığı yükselen buhar haline geçer ve ısı artırıldıkça buharın sıcaklığı da artar.
Soğuma eğrisi
Isınma eğrisinin tersine soğuma eğrisi denir. Şekil 7.5 de bir soğuma eğrisi görülmektedir.
Bu eğride gaz (buhar) haldeki bir maddenin düzgün bir hızda soğutulması ile halinde meydana gelen
değişiklikler gözlenmektedir. to zamanında tanecikler gaz halindedir. t1 ‘e doğru ısı düzgün bir hızda
azaltılacak olursa gaz giderek soğur. Bu durum bir t1zamanına kadar devam eder. t1 zamanında gaz
tanecikleri sıvı hale geçmeye başlar. Bu andaki sıcaklığa Yoğunlaşma veya sıvılaşma sıcaklığı adı verilir.
Sonra soğutulmaya devam edildiğinde tüm gaz molekülleri sıvı hale geçene kadar yani bir t2
zamanına kadar sıvının sıcaklığında değişme olmaz. Tüm gaz molekülleri sıvı hale geçtikten
sonra (t2 zamanında) soğutulmaya devam edilirse sıvı taneciklerinin sıcaklığı azalmaya
başlar ve bu durum bir t3 zamanına kadar devam eder. Bu süre içerisinde sıvı soğumaya
devam eder. Bir t3 zamanına gelindiğinde sıvı tanecikleri katı hale geçmeye başlar. Sıvının
katı hale geçmeye başladığı bu andaki sıcaklığa Donma noktası adı verilir (t3) . Daha da
soğutulmaya devam edilirse tüm sıvı tanecikleri katı hale geçer (t4 zamanı). Bu süre
içerisinde yani t3 ile t4 arasındaki zamanda sıvının sıcaklığında değişme olmaz. Bu olay
tüm sıvı molekülleri soğuyup sıvının tamamı katı hale geçene kadar devam eder. Bu
noktadan sonra (t4) soğutulma devam ederse giderek daha da soğuyan katı hali
gözlenir.
Soğuma eğrisi her zaman böyle düzgün değildir. Bazen Şekil 7.6 daki gibi bir şekilde
olabilir. Yani bir sıvı soğutulurken bazen donma noktası geçildiği halde katılaşma yani katı
hale geçiş görülmez (Şekil 7.6 da A–B arası). Buna aşırı soğumuş sıvı hali denir.
Şekil 7.6. Aşırı soğumuş sıvı
Bilindiği gibi katılaşmada esas, taneciklerin belli bir düzende bir araya gelmeleridir. Bazen sıvı tanecikleri
soğuma sırasında bir örnek düzene göre sıralanamazlar ve katı olamazlar ama bu arada tanecikler doğru
yerlerini bulmak amacıyla hareket halindedirler. Doğru örnek yapacak kadar bir konsantrasyona
ulaşıldığında diğer tanecikler bu örnek üzerinde kristallenmeye başlarlar (Şekil 7.6 da B noktası). Bu sırada
potansiyel enerji kinetik enerjiye döner ve sıcaklık artar (Şekil 7.6 da B–C arası). Sonra olaylar normal
soğuma eğrisinde gözlendiği gibi devam eder.
Aşırı soğumuş sıvı halini önlemek için;
a) Dışarıdan bir aşı kristali (billuru) atılır veya,
b) Sıvı devamlı karıştırılır.
Böylece sıvıların soğuması sırasında katı hale geçmeleri için ortama bir örnek atılmış olur (a) veya
devamlı karıştırılmak suretiyle taneciklerin gelişigüzel değil düzenli bir şekilde yakınlaşmaları
sağlanarak (b) aşırı soğumuş haldeki düzensizlik önlenmiş olur.
Aşırı soğumuş sıvılar bazen katı hali gösterirler, fakat katı değildirler. Çünkü kristal yapıları
yoktur. Cam buna örnektir. Cam bir amorf katıdır. Cam ısıtılmaya başlandıktan sonra sıcaklığın
artmasına paralel olarak önce yumuşar ve daha sonra da akıcı hale gelir. Bu haliyle de yer yer
davranış olarak sıvı halde bir maddeye benzer. Sıvı maddelerin genel özelliklerinden olan viskozite,
camın en önemli özelliklerinden birisidir. Cam yoğunluğu ve viskozitesi sonsuz olan sıvıdır. Bu
yüzden cam, sıvı bir madde olarak nitelendirilebilir. Camlar aynı zamanda katılar kadar belirgin
erime sıcaklığı olmayan, sıvı davranışı gösteren katı bir faz olarak da düşünülmektedir. Polivinil
türevleri de buna benzer davranış gösterir. Benzen sıvıdır fakat aşırı soğumuş sıvılarınkine benzer X-
ışınları spektrumu verir.
Katının da gaz fazına geçen tanecikleri (molekülleri) vardır. Fakat sayısı azdır. Bazı
molekülsel yapılarda bu sayı yüksektir (örneğin naftalin). Kapalı bir kapta katının cinsine
göre onun gaz fazına geçen tanecik sayısı ile aralarında bir dinamik denge vardır. Belirli bir
sıcaklıkta ne kadar tanecik gaz fazına geçiyorsa o kadar tanecik de katı hale geçer.
Bazen bir katı sıvı hale geçmeden doğrudan gaz haline geçer. Günlük hayatımızda
güvelere karşı kullanılan naftalin bunun en belirgin örneğidir. Katı halde gardolaplara konulan
naftalin oda sıcaklığında doğrudan gaz hale geçerek buharlaşır ve kendine has kokusu
nedeniyle giyeceklere musallat olan güvelerin yanaşmasını önler. Doğrudan gaz haline geçtiği
için de herhangi bir kalıntı bırakmaksızın ortamdan uzaklaşır. Bu, herhangi bir temizlik işlemi
gerekmeksizin basit bir havalandırma ile ortamdan kolaylıkla uzaklaştırılabilmesine olanak
tanır. Böylece giysiler giyilmek istendiğinde kısa bir havalandırma sonrasında naftalin
kokusundan kurtularak rahatlıkla giyilebilir. Naftalin örneğinde olduğu gibi, bir katının sıvı
hale geçmeden doğrudan gaz haline geçmesi olayına Süblimasyon denir. Bu anda absorbe
edilen ısıya süblimasyon ısısı adı verilir.
Mutlak sıcaklıkta katının buhar fazına geçen tanecik sayısı sıfırdır.
FAZ DİYAGRAMLARI
Faz diyagramları (hal diyagramları) bir maddenin her üç fazının arasındaki ilişkiyi gösteren
grafiklerdir. Bir maddenin hangi basınç ve sıcaklıkta hangi halde olduğunu gösterirler. Yani bu grafikler
yardımıyla bir maddeyi, sıcaklık ve basıncı belirli değerlerde tutmak suretiyle istenilen fazda elde etmek
mümkün olabilir. Maddenin üç hali için bir faz diyagramı aşağıdaki şekilde şematize edilebilir (Şekil 7.7).
Örneğin; HCl ‘in molekül ağırlığı 36.5 g dır. Buna göre 1L çözeltide 36.5 g
HCl çözünmüş ise bu çözelti 1 molardır veya molaritesi 1 dir.
Örneğin; H2SO4 ‘in molekül ağırlığı 98 g dır. Buna göre 1L çözeltide 49 g
H2SO4 varsa bu çözeltinin molaritesi:
49 / 98 = 0.5 dir.
Örneğin; HNO3 ‘in molekül ağırlığı 63 g dır. Buna göre 250 mL çözeltide
1.25 g HNO3 bulunan bir çözeltinin molaritesi:
250 mL de 1.25 g HNO3 varsa
1000 mL de x g HNO3
x = 5 g HNO3 vardır. Buna göre çözelti:
5 / 63 = 0.0794 M dır.
Örneğin; molekül ağırlığı NaOH = 40 g dır. Buna göre 400 mL 0.1M NaOH
çözeltisi nasıl hazırlanır?
1M 1000 mL NaOH hazırlayabilmek için 40 g NaOH gerekir.
0.1M 1000 mL NaOH hazırlayabilmek için 40 x 0.1 = 4 g NaOH gerekir.
0.1M 400 mL NaOH hazırlayabilmek için 4 x (400/1000) g yani 1.6
g NaOH gerekir.
Buna göre 1.6 g NaOH tartılır ve bir balonjojede hacmi 1000 mL ye (1L
ye) tamamlanır.
2) Normalite (N): Bir litre çözelti içerisindeki çözünmüş maddenin
eşdeğer gram sayısıdır.
Molekül ağırlığı
Eşdeğer ağırlık = dir.
Tesir değerliği
Ağırlık
Eşdeğer gram sayısı = dır.
Eşdeğer ağırlık
ii) Örneğin; 3.0 10–2 N 2L H3PO4 çözeltisi hazırlamak için kaç gram H3PO4 almak gerekir.
H3PO4 in molekül ağırlığı: 98 g dır.
H3PO4 in eşdeğer ağırlığı 98 / 3 = 32.67 g dır.
1L 1N H3PO4 için 32.67 g H3PO4 gerekir
1L 3.0 10–2 N H3PO4 için (3.0 10–2) x 32.67 = 0.98 g H3PO4 gerekir
2L 3.0 10–2 N H3PO4 için 2 x 0.98 = 1.96 g H3PO4 gerekir.
nçözünen nçözücü
X çözünen = X çözücü =
nçözünen + nçözücü nçözünen + nçözücü
Burada;
P1 = Çözeltinin buhar basıncı
X1 = Çözücünün mol kesri
P1o = Saf çözücünün buhar basıncı
Şekil 7.10. Çözeltinin buhar basıncının saf çözücünün buhar basıncı
ile onun mol kesri arasındaki bağıntı
Buna göre; çözücünün çözeltideki mol kesri azaldıkça çözeltinin buhar basıncı da çözücünün saf
haldeki buhar basıncına göre daha düşük olmaktadır. Yani çözücünün mol kesri düştükçe
çözeltinin buhar basıncı da azalmaktadır (Şekil 7.10). Çözücünün mol kesrinin azalması çözeltide
uçucu olmayan diğer bileşenlerin miktarının artması ile oluşabilir.
X1 + X2 = 1 olacağı için:
X2 = 1 – X1 olur ve X1 ‘in yukarıdaki karşılığı da
burada yerine konulacak olursa:
𝐏𝟏𝐨 − 𝐏𝟏
𝐗𝟐 =
𝐏𝟏𝐨
olur. Bu da; “bir çözücünün buhar basıncının fraksiyonel alçalması
çözünenin mol kesrine eşittir” diye ifade edilir.
ÖRNEK PROBLEMLER
1) 20 oC da 45 g Z maddesi 500 g suda çözüldüğünde çözeltinin
buhar basıncı 16.2 mmHg ‘ya düşmüştür. Suyun 20 oC daki buhar basıncı
17.4 mmHg olduğuna göre Z maddesinin molekül ağırlığını bulunuz (MA
su= 18 g).
P1 = X1 . P1o dan 16.2 = X1 . 17.4 ve buradan: X1 = 0.93 dür.
500/18
X1 = = 0.93 olur. Buradan;
(500/18) + (45/MAZ)
MAZ = 21.85 g olarak bulunur.
PROBLEM
2000 g suya 30 g KCl ilave edildiği takdirde su kaç derecede donar? Su
için Kf =1.86 oC dır. MA KCl = 74.5 g.
2000 g suya 30 g KCl ilave edilmişse
1000 g suya 15 g KCl ilave edilmiştir. Buna göre:
15 / 74.5 = 0.2013 mol dür yani çözeltinin molalitesi 0.2013 dür.
KCl K+ + Cl– şeklinde % 100 iyonlaştığı için:
ΔTDN = (2x1.86) x 0.2013 olacaktır. Buna göre:
ΔTDN = 0.75 olarak bulunur. Buna göre bu çözelti – 0.75 oC da donar.
Kaynama noktası yükselmesi
ΔTKN = Kaynama noktasındaki yükselme derecesi
X2 = Çözünen maddenin çözeltideki mol kesri olmak üzere;
ΔTKN ve X2 birbirleri ile orantılıdır; ΔTKN ∝ X2 ve;
ΔTKN = Kb . m (veya ΔTKN = B . m) dir. Burada B veya Kb = Molal
kaynama noktası yükselme sabiti (Ebülyoskopi sabiti), m = molalite dir.
B sabiti çözücünün cinsine göre değişir. Örneğin; su için B sabiti = 0.52
oC dır (Tablo 7.1). Bunun anlamı; 1000 g su içerisinde 1 mol madde
PROBLEM
4000 g suya kaç gram üre ilave edilmelidir ki çözeltinin kaynama
noktası 100.32 oC olsun. MA üre = 60 g.
ΔTKN = Kb . m
100.32 – (100.00) = 0.52 x m
m = 0.6154 olmalıdır.
Bu; 1000 g suya 0.6154 mol üre ilave etmek demektir. Yani;
0.6154 x 60 = 36.924 g üre ilave etmek demektir.
4000 g su için 4 x 36.924 = 147.696 g üre ilave etmek gerekir.
Van’t Hoff faktörü (i)
Van’t Hoff faktörü (i); bir çözelti için deneysel olarak bulunan donma
noktası alçalmasının (ΔTDN) teorik olarak hesaplanan donma noktası
alçalmasına (Kf . m) oranıdır. Yani;
ΔTDN
i=
Kf . m dir. Daha önceki ifadelere göre düzenlenecek olursa:
m oC oC
PROBLEM
0.05 M HA gibi bir zayıf asit çözeltisinin donma noktası – 0.124 °C’dır.
Bu madde yüzde kaç oranında iyonlaşmıştır. Su için Kf =1.86 oC dır.
ΔTDN = Kf . m den;
0 – (–0.124) = 1.86 x m
m = 0.0667 olur ki bu taneciklerin toplam konsantrasyonudur.
Çünkü her bir tanecik 1.86 oC lık bir düşme yapar. İyonlaşmaya göre:
HA H+ + A–
0.05 – x x x yazılabilir. Toplam tanecik miktarı:
(0.05–x) + x + x = 0.05 + x dir. Bu da;
0.0667 = 0.05 + x demektir. Buradan;
x = 0.0167 mol ayrışma olduğunu gösterir.
Ayrışma yüzdesi = (Ayrılan kısım / Başlangıç) x 100 olduğu için;
Ayrışma yüzdesi = (0.0167 / 0.05) x 100 = % 33.4 dür.
Yüzde ayrışmaya etki eden faktörler şunlardır:
1) Çözünenin cinsi: Molekül yapısına göre maddelerin ayrışmaları
farklı olur. Örneğin suda; HCl, % 100 ayrışırken CH3COOH % 0.4 ayrışır.
2) Çözücünün cinsi: Çözünen ve çözücünün polaritelerine göre
ayrışma farklılık gösterir. Örneğin; HCl suda % 100 ayrışırken benzende
% 1 ayrışır.
3) Sıcaklık: Genelde artırır ama bazen maddelerin cinsine göre
azaltır.
4) Konsantrasyon: Genelde elektrolit konsantrasyonu düştükçe %
dissosiasyon artar. Örneğin CH3COOH te aşağıdaki gibidir:
CH3COOH Ayrışma
Konsantrasyonu
%
1M 0.4
0.1M 1.3
0.01M 4.3
0.001M 15.0
0.0001M 75.0