You are on page 1of 258

1.

GİRİŞ
Kimya, maddenin bileşimini, yapısını ve değişimini konu alan bilim dalıdır. Önemli kimya bilimleri;
analitik kimya, anorganik kimya, organik kimya, biyokimya ve fizikokimya ‘dır. Başka bilimler ile de
kaynaşık olabilir. Örneğin; metalurji, petrol mühendisliği, agrokimya (zirai kimya), besin (gıda)
kimyası, farmasötik kimya gibi.
Madde, kütlesi olan ve uzayda yer kaplayan her şeydir. Başka bir deyişle dokunulabilen her şey
maddedir. Kütle ise maddenin miktarının ölçüsüdür. Bir maddenin kütlesi ortamın yerçekimine göre
değişmez ama ağırlığı değişebilir. Uluslararası kütle birimi kilogram dır. Ağırlık; dünyanın madde
üzerine uygulamış olduğu çekim ile meydana gelen yerçekimi kuvvetidir ve bu dünyanın merkezi ile
madde arasındaki mesafeye bağlı olarak değişir. Bir maddenin ağırlığı, onun kütlesi ve yerçekimi
kuvveti ile doğrudan orantılıdır. Belli bir yerdeki eşit kütleye sahip iki madde aynı ağırlıktadır. Her
cisim, üzerine bir kuvvet uygulandığında uygulanan kuvvete karşı bir direnç gösterir. Cisim kütlesi ne
denli büyükse, o cismi harekete geçirmek ve bir kez harekete geçtikten sonra onu hızlandırmak ya da
yavaşlatmak da o denli zordur. Maddenin bu özelliğine eylemsizlik (Inertia) denir. Isaac Newton ilk
kez bunu Philosophiæ Naturalis Principia Mathematica da tarif etmiştir.
Newton, ” Hareketin birinci kanunu” olarak adlandırdığı bu olayı; dışarıdan hızını veya yönünü değiştirecek bir
kuvvet uygulanmadığı sürece bir cisim sabit bir hızda ve doğrultuda hareket eder şeklinde ifade etmiştir.
Kütleye bağlı bir başka özellik de momentum dur. Bir cismin momentumu, kütlesi ile hızının çarpımına eşittir.
Saf madde, fiziksel yollarla daha basit maddelere dönüştürülemeyen ve özellikleri her yerinde aynı olan
madde olarak tanımlanır. Örneğin; su saf bir maddedir ama saf bal saf değildir çünkü başka maddeler içerir.
Element fikri ilk kez eski Yunan da ortaya çıkmıştır ve maddenin belli sayıda element adı verilen basit
bileşenlerden meydana geldiği öne sürülmüş, bunların da toprak, hava, ateş ve su olduğu iddia edilmiştir.
1661 de Robert Boyle, ilk kez elementin modern tarife yakın bir tarifini The Sceptical Chymist (Kuşkucu
Kimyager) adlı kitabında şöyle yapmıştır; madde, element adı verilen basit ve çok küçük parçacıkların
mükemmel bir biçimde bir araya gelmesi ile oluşmuştur. Boyle, en az iki elementi içinde taşımayan her madde
bir element sayılabilir ve incelenen her maddenin kimliği, elementlerine ayrıştırılarak belirlenebilir fikrini ileri
sürmüştür. Daha sonra Lavoisier, elementi; daha basit bileşenlere parçalanamayan maddeler olarak tarif
etmiştir ve bir bileşiğin elementlerin bir araya gelmesi ile meydana geldiğini göstermiştir. Günümüzde 85 tanesi
doğal kaynaklardan izole edilmiş diğerleri ancak nükleer reaksiyonlarla elde edilmiş 109 elementin varlığı
bilinmekte olup her geçen gün bunlara yenileri eklenmektedir..
Dünyamızın kabuk, su ve atmosferi göz önüne alındığında en fazla bulunan elementi oksijen (% 49.2) dir.
Sonra % 25.7 ile silisyum ve % 7.5 ile aluminyum gelmektedir. Kabuk; dünyanın çekirdeğinin etrafını saran
20-40 mil kalınlığında bir bölgedir ve toplam yeryüzü kütlesinin % 1 ‘ini kapsar. Çekirdekte ise demir ve nikel
çoğunluktadır. Yeryüzünün tamamı ele alındığında en fazla bulunan elementin total kütlenin % 75 ‘ini oluşturan
hidrojen olduğu görülmektedir.
2.ATOMUN YAPISI
ATOMUN TARİHÇESİ

Maddenin tanecikli bir yapıda olduğu fikri çok eski zamanlardan beri bilinmektedir. Milâttan önce
1100 yılında Sayda filozoflarının, maddenin bölünemez çok küçük parçacıklardan meydana gelmiş
olduklarını düşündüklerine dair bazı işaretler vardır. Yine Milâttan 500 yıl kadar önce Hintli filozof
Kanada, maddenin her yönde devamlı hareket halinde bulunan çok küçük taneciklerden meydana
geldiğini ve bunların çok basit bir yapıda olduğunu, çünkü maddenin sonsuz bir şekilde
bölünemeyeceği fikrini ortaya atmıştır.
Eski Yunanda, Miletli Leucippus (M.Ö. 430) ve talebesi Democritus (M.Ö. 470-400) tarafından Atom
teorisinin kurulmuş, Sisamlı Epicurus (M.Ö. 306) ve De Natura Rerum 'un (eşyanın mahiyeti hakkında)
yazarı şair ve fizikçi Lucretius (M.Ö. 90-95) tarafından da devam ettirilmiş olduğu tarihsel kayıtlarda
görülmektedir. Bunlara göre madde ancak bir noktaya kadar bölünebilir. Epicurus, artık bölünmesi
mümkün olmayan son bölünmüş kısmına Yunancada bölünemez anlamına gelen “Atomos” dan
hareketle Atom adını vermiştir. Bu terim günümüze kadar da kullanılmış hala da kullanılmaya devam
etmektedir. Keza atomların sert ve dolu oldukları bir cismin, bunların birleşmesi ile meydana geldiği ve
ayrılmaları ile de yok olduğu aynı teori içerisinde yer almaktadır. Yunanlıların bu inancına rağmen, atomu onların
keşfettiği söylenemez çünkü onların bu inancı bilimsel değil sadece felsefidir. Aristo ’ya (M.Ö. 384-321) göre;
gerçekte madde yoktur. Eşyayı ancak özellikleriyle tanıyabildiğimize ve bunlarla farklılandırabildiğimize göre, ancak
bu özellikler prensip veya element olarak düşünülebilir. Yani elementler ayrı ayrı özelliklerden ibarettir demiştir.
Buna göre Aristo, kendisine ait dört element teorisini oluşturmuş ve bu teori orta çağdaki araştırmalarda çok önemli
bir yer tutmuştur. Bu teoriye göre Aristo, her şeye uygun gelen özellikleri araştırmış ve bunların sıcak ve soğuk, kuru
ve yaş’ta bulunduğunu düşünmüştür. Bunlar ikişer ikişer birleştirildiklerinde altı çift elde edilir. Fakat bunlardan
soğukla sıcak ve kuruyla yaş birbirinin zıttı olduğu için yok edilir ve neticede dört tane kalır. Soğuk ve yaş; suyu (sıvı
olan şey), soğuk ve kuru; toprağı (katı olan şey), yaş ve sıcak; havayı (gaz olan şey), kuru ve sıcak ise ateşi (yanan
şey) teşkil eder. Aristo 'nun dört element teorisinin temeli buna dayanmaktadır.

ATOMUN YAPISI
Eskilerin atomistik kavrayışıyla bugünkü arasında çok büyük farklılıklar vardır. Eskisi tamamiyle felsefiydi ve
hiçbir deneysel veriye dayanmıyordu. Halbuki bir teorinin mutlaka deneye ve gözleme dayanması gerekir.
Democritus ve Lucretius 'un atomları bölünemez ve temelde sert ve dolu olarak tarif etmesine karşılık günümüzde
atomlar; içinde karışık kuvvet alanları, daha küçük tanecikler ve bunların arasında büyük boşluklar bulunan bir yapı
olarak düşünülmektedir. Modern atom teorisinin kurucusu John Dalton (1808) 'dur. Lavoisier tarafından modern
kimyanın temelleri atıldıktan sonra kantitatif kimya çağı doğmuş, madde gerçek anlamını kazanmış ve elementin
kantitatif tarifi verilmiştir (Lavoisier ‘e göre element, eldeki araçlar ile ayrıştırılamayan cisimdir). Bir İngiliz kimyacı
ve matematikçisi olan Dalton, zamanında bilinen kimya kanunlarını açıklayabilmek için New System of Chemical
Philosophy adlı eserinde atom teorisinin esaslarını anlatmıştır. Bu teoriye göre: Bütün kimyasal elementler son
derece ufak taneciklerden yani atomlardan meydana gelmiştir. Atomlar kimyasal reaksiyonlarda
bölünmeksizin kalırlar. Bir elementin atomları aynıdır ve aynı kütleye sahiptirler. Halbuki değişik elementlerin atomları
birbirlerinden farklıdır. Kimyasal bileşikler, kendilerini oluşturan elementlerin atomlarından meydana gelmişlerdir. Bunların
belli sayıda birleşmelerinden ise moleküller meydana gelir.
Dalton, çeşitli gazlardan aldığı örnekleri tarttı ve ağırlıklarının farklı olduğunu gördü. Gazların da, katı cisimler ve sıvılar
gibi inanılmaz küçüklükte taneciklerden meydana geldiğini keşfetti. Bu küçük tanecikleri “atom” diye adlandırdı. Yaptığı
çalışmalar sonucunda Katlı oranlar kanunu ’ nu ortaya koydu.
Dalton'un katlı oranlar kanunu: Aynı iki element çeşitli bileşikler oluşturuyorsa bunlardan birinin sabit kütlesiyle birleşen
diğer elementin artan kütleleri arasında tam sayılarla yazılabilen basit bir oran vardır. Örneğin; karbon, oksijen ile CO ve CO2
meydana getirebilir. Bu durumda; CO de 12 g C ile 16 g O ile birleşir, CO2 de ise 12 g C ile 32 g O ile birleşir. Yani sabit 12 g C
ile birleşen oksijenler arasında 32/16 = 2 gibi katlı bir oran vardır.
J. Proust ve J. Richter ise bu konudaki çalışmalara dayanarak Sabit oranlar kanunu ‘nu ortaya koydular.
J. Proust ve J. Richter ‘ in sabit oranlar kanunu: Bir bileşiği oluşturan elementlerin kütleleri arasında değişmez bir oran
vardır. Örneğin H2O da; bu oran 1/8 dir (2/16). H2O parçalansa da meydana gelse de O ve H bu oranlarda reaksiyona girer ve
parçalanır. Yani 1g H, 8g O ile reaksiyona girer.

Nötral atomlar yeterince enerji alırlarsa iyonlaşırlar ve (+) ve (–) yüklü parçacıklar meydana gelir. Eksi (–) yüklü
parçacıklar “elektron” lardır. Elektronlar, atomun keşfedilen ilk temel parçacığıdır. Elektron kelimesi kehribarın Antik
Yunancadaki ismi olan elektra dan gelmektedir. Çünkü eski Yunanda, kehribarı ovuşturunca statik elektrikle yüklendiği
biliniyordu. J.J.Thomson, 1897 yılında katot ışınlarının yük/kütle (e/m) oranının bir atomun tamamından 1000 kez daha küçük
ve onun bir parçası olduğunu ve bunun bugün bilinen şekliyle elektron olduğunu bulmuştur. Bu buluşu ile de 1906 da Nobel
Fizik Ödülünü kazanmıştır. Aynı yıl içerisinde Willy Wien, Thomson ’un bulgularını doğruladı.
“Hareketin birinci kanunu” olarak adlandırdığı bu olayı; dışarıdan hızını
veya yönünü değiştirecek bir kuvvet uygulanmadığı sürece bir cisim sabit
bir hızda ve doğrultuda hareket eder şeklinde ifade etmiştir. Kütleye bağlı
bir başka özellik de momentum dur. Bir cismin momentumu, kütlesi ile
hızının çarpımına eşittir.
Saf madde, fiziksel yollarla daha basit maddelere dönüştürülemeyen
ve özellikleri her yerinde aynı olan madde olarak tanımlanır. Örneğin; su
saf bir maddedir ama saf bal saf değildir çünkü başka maddeler içerir.
Element fikri ilk kez eski Yunan da ortaya çıkmıştır ve maddenin belli
sayıda element adı verilen basit bileşenlerden meydana geldiği öne
sürülmüş, bunların da toprak, hava, ateş ve su olduğu iddia edilmiştir.
1661 de Robert Boyle, ilk kez elementin modern tarife yakın bir tarifini
The Sceptical Chymist (Kuşkucu Kimyager) adlı kitabında şöyle
yapmıştır; madde, element adı verilen basit ve çok küçük parçacıkların
mükemmel bir biçimde bir araya gelmesi ile oluşmuştur. Boyle, en az iki
elementi içinde taşımayan her madde bir element sayılabilir ve incelenen
her maddenin kimliği, elementlerine ayrıştırılarak belirlenebilir fikrini
ileri sürmüştür. Daha sonra Lavoisier, elementi; daha basit bileşenlere
parçalanamayan maddeler olarak tarif etmiştir ve bir bileşiğin
elementlerin bir araya gelmesi ile meydana geldiğini göstermiştir.
Günümüzde 85 tanesi doğal kaynaklardan izole edilmiş diğerleri ancak
nükleer reaksiyonlarla elde edilmiş 109 elementin varlığı bilinmekte olup
her geçen gün bunlara yenileri eklenmektedir..
Dünyamızın kabuk, su ve atmosferi göz önüne alındığında en fazla
bulunan elementi oksijen (% 49.2) dir. Sonra % 25.7 ile silisyum ve %
7.5 ile aluminyum gelmektedir. Kabuk; dünyanın çekirdeğinin etrafını
saran 20-40 mil kalınlığında bir bölgedir ve toplam yeryüzü kütlesinin %
1 ‘ini kapsar. Çekirdekte ise demir ve nikel çoğunluktadır. Yeryüzünün
tamamı ele alındığında en fazla bulunan elementin total kütlenin % 75 ‘ini
oluşturan hidrojen olduğu görülmektedir.
Elektronun keşfi, aynı sıralarda ortaya çıkan bir başka olayla desteklendi. Bu, 1896-1897 yılları arasında Peter
Zeeman tarafından gösterilen, bir manyetik alanda atomik spektral çizgilerin üçlü yarılmaları idi.

ELEKTRONLARIN e/m ORANININ HESAPLANMASI

J.J.Thomson, katot ışınları kullanarak yapmış olduğu deneylerle elektronların yük/kütle (e/m) oranını
hesapladı. Bu hesaplamayı bir katot ışınları tüpü (Şekil 2.1) yardımıyla şu şekilde bir deney yaparak
gerçekleştirmiştir: İçerisinde vakum olan katot ışınları tüpündeki katot’un (metal çubuk) elektrik enerjisi ile
ısıtılmasıyla elektron yayılmaya başlar. Yayılan bu elektronlar geniş bir açı ile yayılırlar. Katodun önüne bir
anot konularak bu elektronlardan düz bir doğrultuda gidenlerinin geçişine olanak tanınır. Anottan sonra
üzerine ZnS sürülmüş bir yüzey konulmuştur. Bunun amacı; üzerine elektronlar çarptığında çarpılan noktada
bir parlama meydana gelmesi ve çarpanların yerinin böylece belli olmasıdır. Normalde yani dışarıdan hiçbir
etki yokken anottan geçen elektronlar aynı düz doğrultuda yollarına devam eder ve ZnS sürülmüş yüzeye
çarparlar. J.J.Thomson önce bu düz doğrultuda yollarına devam eden elektronlar üzerine bir elektrot
yardımıyla elektrik alanı uygulamış ve elektronların + yüklü kutba doğru dairevi bir yol izleyerek yollarından
sapıp ZnS sürülmüş yüzeye çarptıklarını gözlemiştir. Bu olay elektronların elektriki alandan etkilendiklerini
yani yüklü parçacıklar olduğunu göstermiştir. Sonra düz doğrultuda yollarına devam eden elektronlar üzerine
bir mıknatıs yardımıyla ve daha önce uygulanan elektrik alanına dik bir manyetik alan uygulandığında
elektronların yine yollarından saptığını gözlemiştir. Yani manyetik alandan da etkilendiği ortaya çıkmıştır. Bu
özelliklerden yararlanılarak J.J.Thomson önce manyetik alanı uygulayarak elektronları yolundan saptırmış
sonra elektrik alanı uygulayarak tekrar eski doğrultusuna getirmiştir. Bu anda; sapma için bir elektron üzerine
Şekil 2.1. Katot ışınları tüpü şeması

uygulanan manyetik alan kuvveti (Hev) eski haline getirmek için


uygulanan elektrik alan kuvvetine (Ee) eşit olur. Yani:
Ee=Hev dir.
Burada E; potansiyel, e ; elektronun yükü, H; manyetik alan şiddeti ve v
ise elektronun hızıdır (katot ışınları tüpü içerisinde vakum bulunması
nedeniyle elektronun gözlenen davranışlarına etki edecek herhangi bir
başka etkinin olmamasını sağlamakta dolayısıyla sadece elektronun
davranışları izlenebilmektedir).
Manyetik alan uygulandığında yolundan saparak dairevi bir yol
izlemeye başlayan elektron üzerine iki kuvvet etki etmektedir: Bunlardan
birincisi saptıran manyetik kuvvet ikincisi ise dışarıya doğru savuran
merkezkaç kuvvetidir. Bu 2 etkinin birbirlerine olan kuvvetine

Şekil 2.2. Elektronun izlediği dairevi yol


• göre elektron, r yarı çapındaki dairevi bir yol izler (Şekil 2.2). Bu anda:
m v2
• Hev = dir. Bu;
r
e v
• = demektir.
m Hr
• Ee = Hev idi. Buradan:
E
• v= yazılabilir. Buradan
H

e E
• = olur.
m H2 r


• Bu eşitlikte, E ve H uygulanan şiddetler olduğu için bilinen değerlerdir. r, ise sapan dairevi yolun yarıçapıdır
ve ölçülebilir. Dolayısıyla bu bilinen ve ölçülen değerler yardımıyla e/m oranı hesaplanabilir. J.J.Thomson bu
hesabı yapmış ve e/m oranının – 1.7588 108 Coulomb (Kulon) g–1 olduğunu bulmuştur. Bu sadece bir
orandır. Daha sonra bu orandan hareketle elektronun kütlesinin ve yükünün hesaplanması için çalışmalar
yürütülmüştür.

• MILLIKAN ’IN YAĞ DENEYİ
• R.A.Millikan, elektronun kütlesinin hesabı üzerinde çalışmalar yaparak elektronun kütlesini hesaplamıştır.
Bu hesabı yaparken kendi adıyla anılan yağ deneyini kullanmıştır. Deneyde şöyle bir yol izlenmiştir: Yüklü iki
elektrot arasına Şekil 2.3 deki gibi yağ damlaları püskürtülmüş, sonra elektrotlar arasına X-ışınları
yollanmıştır. X-ışınları elektrotlar arasındaki havada bulunan gazları iyonlaştırır ve ortama elektronları dağıtır.
Bu elektronlar yağ damlaları içerisine girerler ve elektronun yükü dolayısıyla negatif yükle yüklenirler.
Böylece sanki negatif yüklü yağ damlacıkları meydana gelir. İki elektrot arasındaki bu yüklü damlacık
elektrodun + ucuna doğru çekilir. Bu anda damlacığın
Şekil 2.3. Millikan’ın yağ deneyi şeması

üzerine iki çekim gücü etki eder; bunlardan birincisi – ve + yükler


arasındaki elektrostatik çekim kuvveti (Ee) diğeri ise damlacığın kütlesi
nedeniyle oluşan yerçekimi kuvetidir (mg). Eğer bu iki kuvvet dengede
olursa damlacık havada asılı kalır ve bu anda damlacığa etki eden iki
kuvvet birbirine eşittir. Yani:
E e = m g dir.
Burada E; potansiyel, e; elektronun yükü, m; yağ damlasının kütlesi ve g
ise yerçekimi ivmesidir. Bu özellikten yaralanarak Millikan, önce
deneyde yağ damlasının asılı kaldığı anı tesbit ederek uygulanan
potansiyeli (E) ölçmüştür. Sonra yağ damlasının kütlesini
hesaplayabilmek için elektriki alanı kesmiş ve yağ damlasını serbest
düşmeye bırakmıştır. Damla düşerken sürtünme nedeniyle üzerinde bir
kuvvet oluşur. Bu kuvvetin değeri damlanın hızıyla artar ve bu hız bir
noktadan sonra sabit hale gelir ki buna limit hız denir, ve bu anda
yerçekimi kuvveti sürtünme kuvvetine eşit olur:
m g = havanın direnci
Havanın direncine de şunlar etki eder:
m g = 6 π η r v (r = yağ damlasının yarı çapı, v = limit
hız, η (eta) = havanın viskozluk katsayısı)
m= V.d dir (kütle = hacim x yoğunluk).
Yağ damlası küre şeklinde olduğu için kütlesi:
m = (4/3 π r3) . ρ olur (ρ = yağın özgül ağırlığı).
Bu eşitliğin her iki tarafı g ile çarpılacak olursa:
m . g = (4/3 π r3) ρ . g olur. Dolayısıyla yukarıdaki
eşitliğe göre;
(4/3 π r3) ρ . g = 6 π η r v olur. Burada: ρ, g, η
bilinmektedir, limit hız v ise ölçülür. Sabit değerleri hesaba katarak bu
denklemden r yani yağ damlasının yarıçapı hesaplanır. Sonra:
m = (4/3 π r3) ρ den yağ damlasının kütlesi m
hesaplanır. Daha sonra;
E e = m g den yararlanılarak e yani elektronun yükü
hesaplanabilir. Çünkü; E, damlanın asılı kalması için uygulandığı için
bilinmektedir, m, yukarıdaki gibi hesaplanmıştır, g ise sabittir ve bilinir.
Bu şekilde yapılan deneylerde; yağ damlasını üzerindeki yüklerin
değiştiği ve en küçük değerin – 1.60 10–19 Kulon olduğu ve diğer yüklerin
ise bunun tam katları olduğu gözlenmiştir. Buna göre; – 1.60 10–19 Kulon
yük J.J.Thomson ’ un bulduğu e/m = – 1.7588 108 Kulon g–1 eşitliğinde
yerine konularak elektronun kütlesinin 9.10 10–28 g olduğu bulunmuştur.
Millikan ’ın deneyinde yüklerin tam katlı olarak artarak gözlenmesinin
nedeni bazı yağ damlalarına birden fazla sayıda elektronun girmiş
olmasıdır. Hesaplamada en küçük değer alınır çünkü bu tek elektrona
karşılık gelmektedir.

ÇEKİRDEĞİN KEŞFİ

J.J.Thomson, atom üzerinde çalışmalar yaparken, atomların içerisinde


negatif yüklü elektronların varlığı bilindiğine ve atomların dışarıya
karşı elektronötral olduğu bilindiğine göre bir de + yükün var olması
gerektiğini düşünmüştür. J.J.Thomson, elektronların + yüklü gözenekli
bir küre içerisinde bulunduğunu ve atomun ağırlığının büyük ölçüde bu
+ yüklü küre dolayısıyla meydana geldiğini ileri sürmüştür. Bu konu
üzerinde çalışan Ernest Rutherford, 1911 yılında atom çekirdeğinin keşfi
konusundaki çok ünlü deneyini yapmıştır. Bu deneyde Rutherford
üzerinde çalışmakta olduğu α taneciklerini kullandı. α tanecikleri +2
yüklü yani elektronları uzaklaştırılmış Helyum atomlarıdır. Polonyum
(Po) ve Radyum (Ra) α tanecikleri yayan radyoaktif elementlerdir. Bu
nedenle Rutherford, α ışınları kaynağı olarak Po ve Ra ‘u kullandı.
Bunlardan yayılan α ışınları uzayın her yönüne doğrudur. Rutherford,
Şekil 2.4 deki bir düzenek kullanarak yayılan α ışınlarını kurşundan
yapılmış bir kalın levhanın ortasına bir delik açılarak çok çok küçük bir
delikten geçmesini sağlamıştır (kurşun levha kullanılmasının amacı α
ışınlarının kurşun levhadan geçememesidir. Bu nedenle α ışınları sadece
arasındaki delikten diğer tarafa geçebilecektir. Böylece α ışınları tek bir
doğrultuda ilerleyerek aralıktan geçecek ve atom üzerine düştükten
sonraki davranışları daha net olarak izlenebilecektir). Böylece α
ışınlarının doğrusal olarak çok ince bir metal levha (altın, bakır, gümüş)
üzerine düşmesi sağlanmıştır. Metal o kadar inceltilmiştir ki sanki metal
levhanın kalınlığı bir sıra atomdan oluşmuş gibi düşünülebilir.

Şekil 2.4. Rutherford ’ un α ışınları ile yaptığı deneyin şeması

Dolayısıyla gözlenen özellikler doğrudan atomun kendisine ait olacaktır.


Pozitif yüklü α ışınları atomdan geçtikten sonra yollarından nasıl
saptıklarını izlemek için inceltilmiş metal levhadan sonra üzerine ZnS
sürülmüş bir yüzey konulmuştur (Şekil 2.4). Bu yüzey daha önce de
anlatıldığı gibi üzerine tanecikler çarptığında çarpılan yerde bir parlama
Şekil 2.5. Thomson ’ un atom modeline göre α taneciklerinin davranışı

meydana getirir. Rutherford ’un deneyinde α taneciklerinin küçük bir


kısmının geri döndüğü bir kısmının ise büyük açılarla yolundan saptığı
gözlendi. Eğer J.J.Thomson ’un önerdiği Şekil 2.5 de şematize edilen atom
modeli doğru olsaydı yollanan α taneciklerinin ince metal levhaya
ulaştıktan sonra ya hiç yolundan sapmadan ya da çok az saparak yollarına
devam etmeleri gerekirdi. Böyle olursa da ZnS sürülmüş yüzey üzerinde
yüksek oranda parlamalar meydana gelmesi gerekirdi. Halbuki deney
sonuçları; α taneciklerinin yalnızca 1 / 20.000 ‘inin 90o den büyük açı ile
geri döndüğünü göstermiştir. Yani başlangıçtakilerin çok küçük bir
miktarı atoma çarptıktan sonra geri dönmüştür (+ yüklerin birbirini
itmesi nedeniyle). Bunun olabilmesi için + yük’ün atom içerisinde küçük
bir bölgede yoğunlaşmış olması gerekir. Buna göre Rutherford, atomun
+ yüklü bir çekirdeğinin veya merkezinin olduğunu ve de kütlesinin
burada toplandığını öne sürdü. Böylece ilk kez atom çekirdeği (Nukleus)
Rutherford tarafından tarif edilmiştir. Sonra, atomlar dışarıya karşı
elektronötral oldukları için çekirdeğin + yükünü karşılamak için
çekirdeğin etrafında – yüklü elektronların bulunduğu fikri oluştu ve
gerçeğe yakın ilk atom modeli ortaya çıkmış oldu. Rutherford ‘a göre
atom modeli güneş sistemine benzemektedir ve ortada bir çekirdek
bulunmakta olup bunun etrafında elektronlar dönmektedirler.
O zamanın bilgilerine göre atom yarıçapının 10–8 cm nin katları
olduğu bilinmekteydi. Rutherford ’un deneyindeki çeşitli açılarla sapan
α taneciklerinin sayısı esas alınarak yapılan hesaplamalara göre
çekirdeğin
yarıçapının atom’un yarıçapının 1/100.000 ‘i olduğu ve genelde 10–13 cm kadar olduğu hesaplanmıştır.

ATOM NUMARASI

Rutherford ’un merkezde atomun bütün kütlesini oluşturan gayet küçük ve pozitif elektrik yüklü bir çekirdekle bunun etrafında ve
çekirdeğin yükünü nötralleştirecek sayıda elektronun dönmekte oldukları şeklindeki atom modeline göre; eğer bir atomun çekirdeği
dışındaki elektronların sayısı Z ise, bir elektronun yükü e olduğuna göre çekirdeğin pozitif yükü Ze dir. Bir atomun karakteristiği olan Z ’ye
o atomun ait olduğu elementin atom numarası adı verilmiştir. 1869 da Dimitri Mendeleyev, elementlerin fiziksel ve kimyasal
özelliklerindeki benzerlikleri göz önüne alarak elementlerin atom ağırlıklarına göre sıralandıklarında, özelliklerinin periyodik bir tarzda
tekrarlandığını görmüş ve bugün de kendi adını taşıyan, elementlerin periyodik sistemini kurmuştur. X–ışınları ile çalışmalar yapmakta
olan H.G.J.Moseley (10 Ağustos 1915'de Gelibolu'da Türklere karşı savaşırken vurulup ölmüştür) 1913 yılında elementlerin
sıralanmalarının atom ağırlıklarına göre değil atom numaraları ’na dayandığını deneysel olarak ortaya koymuştur. Bir elementin Z ‘si yani
atom numarası aynı zamanda onun periyodik sistemdeki yer numarasıdır. Moseley, bu sonuçlara kendi adıyla anılan deneylerle ulaşmıştır.
Yaptığı deneylerde katot ışınları tüpünü kullanmış ve anot olarak değişik metaller kullanmıştır (Şekil 2.6). Katot ısıtıldığında salınan
elektronlar anoda çarpınca anodun imal edildiği metale özgü X-ışınları meydana gelmektedir. Moseley, meydana gelen X-ışınlarının en
küçük dalga boylularının dalga boylarını ölçmüştür. Örneğin:

Cu kullanıldığında en küçük dalga boylu X-ışınlarının dalga boyu 1.541 Ao


Mo kullanıldığında en küçük dalga boylu X-ışınlarının dalga boyu 0.709 Ao olarak ölçülmüştür
.
Şekil 2.6. Moseley ’ in deneyinde kullanılan katot ışınları tüpü şeması

X-ışınları da gün ışığı gibi elektromanyetik özelliklere sahiptir (yani


hem elektrik hem de manyetik özelliği vardır) , 3x1010 cm/sn hızla
hareket eder ve  (nü) (frekans (sn–1)) ve  (lambda) (dalga boyu) ile
karakterize edilirler (Şekil 2.7).
Enerji (E) aşağıdaki şekilde h ve  ile bağıntılıdır;
E=h. dür. Burada; h (Planck sabiti) = 6.62 10–27 erg.sn,  (nü)
ise frekanstır (sn–1 veya Hz)

Frekans ile dalga boyu arasında  = c /  şeklinde bir bağıntı vardır.


 (lambda), dalga boyu olarak adlandırılır ve sinusoidal bir dalga
hareketinde birbirini takip eden iki minimum veya iki maksimum
arasındaki mesafedir, c ise ışık hızıdır ve değeri 3x1010 cm/sn dir.

Şekil 2.7. Dalga boyu

Buna göre: E = h (c / ) olur. Bu da; dalga boyu ile enerji arasında


ters bir ilişki olduğunu gösterir.
Dalga boyunun bir uzunluk olması ve çok küçük değerler olması
nedeniyle yeni birimler ile ifade edilmesi uygun bulunmuştur. Bu
birimlerden en çok kullanılanları aşağıda gösterilmiştir:
1 nm (nanometre) = 10 Ao (angström)
Ao = 10–8 cm
1 nm = 10–9 m = 10–7 cm = 1 m (milimikron)
1 m (mikrometre) = 10–6 m = 1  (mikron)

PROBLEM:
525 nm deki kırmızı ışığın enerjisini bulunuz?
E = h (c / ) = 6.62 10–27 x (3.0 1010 / 525 10–7) = 3.78 10–12 erg

Moseley, o güne kadar bilinen elementler kullanarak yaptığı deneyler


sonucunda gözlediği X-ışınlarının frekanslarının karekökünü
elementlerin periyodik sistemdeki sıra numaralarına karşı grafiğe
geçirdiğinde bir doğru elde etmiştir (Şekil 2.8).

Şekil 2.8. Moseley ’in deney sonucu

Ama Moseley bu doğruyu elde edebilmek için bazı yerleri boş


bırakmıştır. Bu boşluklar o zamanda henüz keşfedilmemiş elementlerin
yerleridir (bu boşluklar 43, 61, 72 ve 75 dir. Bunlardan 43 ve 61
numaralı radyoaktif sentetik elementler olan teknesyum ve prometyum
dur ki o zaman daha keşfedilmemişti. Keza, 72 numaralı element
hafniyum 1923 te ve 75 numaralı element renyum ise 1925 te
keşfedilmiştir). Moseley, elde ettiği bu sonuca göre elementlerin kütle
büyüklüğüne göre değil atom numaralarına göre dizilmeleri gerektiğini
buldu. Örneği Ni ve Co ‘ın yerleridir: 28Ni = 58.71 akb, 27Co = 58.94 akb
dir. Atom kütlelerine göre sıraya dizilse Ni ’in daha önce gelmesi ve 27
numaralı olması gerekir. Halbuki kimyasal özelliklerine göre Co daha
Halbuki kimyasal özelliklerine göre Co daha önce gelmektedir ve ancak bu durumda Moseley ’in oluşturduğu Şekil 2.8 deki doğru üzerine
düşmektedirler. Dolayısıyla Moseley atomik kütlesinin daha büyük olmasına karşın Co ‘ı Ni ‘in önüne koydu yani Co 27 numaralı, Ni ise 28 numaralı
elementler oldu. Kimyasal özelliklerin de atomik yapı ile ilgili olduğunu göz önüne alarak sıralamada elementlerin atom numaralarına göre dizilmeleri
gerektiğini gösterdi.

Moseley ayrıca; atom numaralarının çekirdekteki + yük sayısına eşit olduğunu ileri sürdü.

ATOMUN KÜTLESİ

Rutherford, çekirdekteki + yüklü parçacığı proton olarak adlandırdı. Yaptığı deneylerde protonların, atom çekirdeğinin kütlesinin yaklaşık yarısını
oluşturduğunu gözledi. Protonların tamamı çekirdekte bulunmaktadır. Atomlar elektrikçe nötral olmaları nedeniyle bir atomun aynı sayıda proton ve elektron
içermesi gerekir. O zamanlarda aynı yükteki protonların birbirlerini itmeleri nedeniyle bir arada duramayıp ayrılmaları gerektiği ama elektronların çekirdekte
yer alıp protonları sanki bir çimento gibi bir arada tutan bir görev yaptığı düşünülüyordu. Fakat elektronun kütlesinin protonun kütlesinin 1/1836 ‘i olması
nedeniyle kütleyi etkilemeleri söz konusu olamayacağı anlaşılmıştır. Bu olgu karşısında Rutherford, 1920 yılında çekirdekte yüksüz fakat kütlesi protonun
kütlesine hemen hemen eşit bir parçacık daha olması gerekir diye bir düşünce ortaya koydu ve bu düşünce üzerine Rutherford ve öğrencisi James Chadwick
bu parçacığı bulmak ve özelliklerini belirleyebilmek için çalışmalar yaptılar. 1932 yılında Chadwick, yüksüz olması nedeniyle nötron adı verilen bu parçacığı
buldu ve varlığını deneysel olarak kanıtladı. Daha sonrada nükleer reaksiyonların (çekirdek reaksiyonlarının) başlamasında bu parçacığın büyük rolü
olduğunu gösterdi. Bu çok önemli buluşu nedeniyle Chadwick 1935 yılı Nobel fizik ödülünü aldı. Chadwick, aynı zamanda nötron oluşturan bazı çekirdek
reaksiyonlarından yararlanarak nötronun kütlesini hesaplamıştır. Bu hesaplamaya göre nötronun kütlesi 1.6749 10–27 kg olarak bulunmuştur. Protonun
kütlesi ise 1.6726 10–27 kg olarak bulunmuştur. Kütle değerlerinin birbirine yakınlığı, nötronun keşfi sırasında ortaya konulan hipotezlerin doğruluğunu da
ortaya
koymaktadır.
Dalton ’un atom teorisinde; bir elementin her atomunun birbirine her
bakımdan eşdeğer olduğu düşünülmekteydi. Fakat 20. yüzyılın
başlarında bir elementin değişik kütleli atomlarının da var olduğu
bulunmuştur. Çünkü artan atom kütleleri ile atom numaraları arasında
doğrusal bir bağlantının olmadığı gözlenmiştir. İngiliz kimyacı Frederick
Soddy yaptığı çalışmalar sonucunda bir elementin kütleleri değişik
atomlarının da var olduğunu buldu ve bunlara izotop adını verdi (atom
numaraları aynı fakat kütleleri farklı olan atomlara izotop denir). Soddy,
izotop konusunda yaptığı çalışmalar nedeniyle 1921 yılında Nobel Kimya
Ödülünü aldı. Soddy 'nin bu çalışması 1919 'da Rutherford 'un protonu
tanımlamasına ve nötronun varlığını ortaya koymasına yardım etti. Fakat
izotop kavramı esas olarak 1932 yılında Chadwick 'in nötronu keşfetmesi
ile kabul gördü. İzotoplar ancak kütle spektrometrisi ile birbirlerinden
ayrılabilirler, çünkü kütle spektrometresi kütle farklılıklarına göre ayrım
yapabilir. 1912 yılında J.J.Thomson geliştirdiği kütle spektrometresi
yardımıyla ilk kez izotopları birbirlerinden ayırmayı başarmıştır.
Şeması Şekil 2.9 da gösterilen kütle spektrometresi aşağıdaki prensibe
uygun olarak çalışır;
Numune kabından iyonlaşma odasına geçen moleküller 70 eV luk
enerjili elektronlar ile çarpışınca önce bir elektron ayrılarak moleküler
iyon meydana gelir:

M  M + e–  + 2e–
Moleküler iyon

Daha sonra molekül zayıf bağlarından parçalanarak diğer parçalarına


ayrılır. Ayrılan parçalar uygulanan bir potansiyel (E) ile hızlandırılırlar
ve bu hızla giderken uygulanan bir manyetik alan (H) ile doğrusal
yollarından saptırılarak sabit yarıçaplı dairesel bir yola girmeleri
sağlanır:
Şekil 2.9. Bir kütle spektrometresinin şematik gösterimi

Hızlanma sırasında parçacıklar eE kadar enerji alırlar. Bu enerji kinetik


enerjiye dönüşür. Yani:

eE = 1/2 mv2 olur (v = hız, m = kütle, E= potansiyel). Buradan;

2eE
v= ve
m

v2 = 2eE / m olur.

Daha önce dairesel yolu alabilmek için manyetik alan uygulanmıştı.


Manyetik alan kuvvetine (Hev) karşılık parçacıklar merkezkaç kuvveti
(mv2/r) nedeniyle dışarıya doğru savrulurlar. Bu 2 kuvvet dengede
olduğunda parçacıklar sabit yarıçaplı (r) yolu katederek toplayıcıya
ulaşırlar. Yani;

H e v = m v2 / r olması gerekir.
m/e=Hr/v kareleri alınacak olursa:
m2 / e2 = H2 r2 / v2
v2 = 2 e E / m olduğu için yerine konulursa:
m / e = H2 r2 / 2E olur.

Bu eşitliğe göre: r, sabit olduğu için E veya H den birisi sabit tutulmak
suretiyle diğeri değiştirilecek olursa m/e oranı değişir. Yani değişik m/e
oranına sahip parçacıkların sabit r yarıçaplı yolu katederek toplayıcıya
ulaşması sağlanabilir. Genellikle potansiyel sabit tutularak manyetik alan
şiddeti değiştirilir. Böylece parçalanan bir molekülde açığa çıkan değişik
kütleli parçacıklar kütle büyüklüklerine göre sırayla toplayıcıya, oradan
da kaydediciye ulaşırlar. Bunun sonucunda elektronun yükü “1” olduğu
için yalnızca kütle sırasına göre pikler meydana gelir ki buna kütle
spektrumu adı verilir (Şekil 2.10). Böylece kütleleri (m/e oranları) farklı
parçacıklar birbirlerinden ayrılarak kütle spektrumunda görülebilirler.
Dolayısıyla izotoplar bu yöntemle birbirlerinden ayrılabilirler.

Şekil 2.10. Bir kütle spektrumunun şematik gösterimi

Yapılan tayinlere göre neon için m/e oranı (e = 1 olduğu için bu


doğrudan m, yani kütle olarak alınabilir) + 4.81 10 3, + 9.62 103 ve +
4.30 103 Kulon g–1 olarak bulunmuştur. Bu verilere göre araştırmacılar
önce 1. ve 2. değerlere bakarak önce 1 e– sonra 2 e– ayrıldığını
düşünmüşler ama 3. değere bakıldığında 3. elektronun ayrıldığı
söylenememiş. Bunun üzerine farklılığın nedenleri araştırılmış ve
farklılığın izotoplardan kaynaklandığı anlaşılmıştır. Böylece izotopların
varlığı kütle spektrumlarındaki m/e oranlarına bakılarak ortaya
çıkarılmıştır.
Her elementin en az iki veya daha fazla izotopu bilinmektedir. Tablo
2.1 de bazı elementlerin izotopları ve bağıl bulunma çoklukları
gösterilmiştir.
Örneğin oksijen: 16O, 17O, 18O gibi. Bu izotopların kütleleri aşağıdaki
gibidir:
16O = 15.9946 akb bulunma % si = % 99.759

17O = 16.9991 akb bulunma % si = % 0.037

18O = 17.9991 akb bulunma % si = % 0.204

Yani; her 100.000 oksijen atomundan:


99759 tanesi 16O
37 tanesi 17O
204 tanesi 18O izotopudur.

Tablo 2.1. Bazı elementlerin izotopları ve bulunma çoklukları (abundance)


Element En çok bulunan % olarak en fazla bulunan
izotopu diğer izotopları ve % leri
1 2
Hidrojen H H 0.016
12 13
Karbon C C 1.08
14
C 0.0000000001
14 15
Azot N N 0.38
16 17
Oksijen O O 0.04
18
O 0.20
Kükürt 32
S 33
S 0.78
34
S 4.40
28 29
Silisyum Si Si 5.10
30
Si 3.35
35 37
Klor Cl Cl 32.5
79 81
Brom Br Br 49.5

Oksijenin atomik kütlesi bu doğal izotoplarının kütlelerinin ortalamasıdır:


99759 x 15.9946 = 1595605.3010
37 x 16.9991 = 628.9667
204 x 17.9991 = + 36718.8164
/ 100.000 = 15.9994 akb bulunur ki bu
oksijenin atomik kütlesi olarak alınır.
akb (atomik kütle birimi) nedir?
Bilim adamları önceleri atomların kütlelerin belirtilmesinde birim olarak neyin alınacağı konusunda tartışmaya başlamışlar.
Kimyacılar; ortalama oksijen atomunun kütlesini tam 16 olarak kabul edilip bunun 1/16 ‘sını birim olarak alalım derken
fizikçiler 16O izotopunun atomik kütlesini tam 16 olarak kabul edilip bunun 1/16 ‘sını birim olarak alalım diye öneri
getirmişlerdir. Bu kargaşayı gidermek için bilim adamları bir araya gelmiş ve sonunda ortak olarak 12C nin kütlesi tam 12 akb
olarak alınarak bunun 1/12 ‘sinin 1 akb olarak alınması kabul edilmiştir. Aynı zamanda akb, SI (Uluslararası birimler sistemi)
simgesi olarak u ile de (İngilizce “unified” dan kaynaklanmaktadır) gösterilmektedir.
Akb ‘nin kütle olarak karşılığını bulmak istersek: 12C nin kütlesi tam 12 akb olduğu için ve bir atom gramında da Avogadro
sayısı kadar (6.02 1023) atom bulunduğuna göre bir C atomunun ağırlığı: 12 / 6.02 1023 = 1.99 10–23 g ve bunun 1/12 si 1.99
10–23 / 12 = 1.66 10–24 g dır. Yani;
1 akb = 1.66 10–24 g dır.

Bir atomun bütün kütlesi çekirdekte toplanır. Ama çekirdekten çekirdeğe geçişte 1 ‘e 1 değişim olmaz. Örneğin:
12C 12.0000 akb
13C 13.0034 akb dir.
Keza;
12C 12.0000 akb
12N 12.0187 akb dir.

Bu durum ancak çekirdekte pozitif yüklü protonun yanında nötron denilen parçacıkların da varlığını ortaya koymaktadır. Yani;
Atomik kütle = proton + nötron dur. Çünkü izole edilmiş halde;
proton kütlesi = 1.00728 akb
nötron kütlesi = 1.00867 akb
elektron kütlesi = 0.000549 akb olarak bulunmuştur.
Proton ve nötron kütlelerindeki ufak farklılıklar yukarıda anlatılan farklılıkları oluşturmaktadır.
Bir atom örneğin; 𝟏𝟖 𝟖𝐎 şeklinde gösterilir. Burada 8, oksijen
elementinin atom numarasını, 18 ise atomik kütlesini göstermektedir.
Böyle bir çekirdekteki nötron sayısı 18 – 8 = 10 dur.
İzotoplarda değişen nötron sayısıdır. Örneğin atom numarası 6 olan
karbon’un izotoplarında:
𝟏𝟐
𝟔𝐂 de 6 proton + 6 nötron,
𝟏𝟑
𝟔𝐂 de 6 proton + 7 nötron vardır.

ATOMİK SPEKTROSKOPİ
Kimyasal reaksiyonlarda atomlar veya çekirdek değil çekirdeğin
etrafında yer alan elektronlar etkileşir. Bu nedenle elementlerin kimyasal
özellikleri atomlarındaki elektronlarının düzenine bağlıdır. Elektronların
düzenini bulmak için atomik spektroskopiden yararlanılır. Çünkü
elektronlar atom içerisinde belli enerji seviyelerinde bulunurlar ve
yeterli enerjiyi aldıklarında daha yüksek enerjili üst enerji seviyelerine
çıkarlar (bu olay elektronların uyarılması adıyla bilinir) ve orada yaklaşık
10–8 sn kadar kalırlar ve sonra önceki enerji seviyelerine dönerler.
Dönerken de aldıkları enerjiyi geri verirler (Şekil 2.11) ve bu enerji
ölçülebilir. Ölçülen değerlerden yararlanılarak elektronların enerji
seviyelerindeki yerleşimleri hakkında bilgi edinilir. Bu bilgileri

Şekil 2.11. Elektronların uyarılması

elde edebilmek için ışık ile ilgili bazı bilgilerin de bilinmesi gerekir:
Beyaz ışık bir prizmadan geçirilirse dalga boylarının farklılığı
nedeniyle kendisini meydana getiren ışınlara ayrılarak tayf olarak bilinen
renkli bir dizi görülür (Şekil 2.12). Ama bu kırılmada gözle

Şekil 2.12. Beyaz ışığın prizmadan geçerek ayrışması

görülemeyen ışınlar da ortaya çıkar. Bu ışınların tümü dalga boylarına


göre sıralandığında elektromanyetik spektrum meydana gelir (Şekil
2.13). Elektromanyetik spektrumda dalga boyları aralıkları belli adlarla
anılır. Çünkü bu aralıklardaki ışınlar atom veya moleküllerde bazı
değişimlere neden olurlar. Örneğin; 400 – 800 nm arasındaki bölge
gözümüze renk olarak görünen ışınları içerdiği için Görünür bölge olarak
adlandırılır. 100 – 400 nm arasındaki bölge UV (Ultraviyole veya mor
ötesi) bölgesi, 800-1000000 nm arasındaki bölge IR (Infrared veya
kızılötesi) bölgesi olarak bilinir. Görünür bölgedeki ışınlara göre UV

Şekil 2.13. Elektromanyetik spektrum

ışınları daha küçük dalga boylu, IR ışınları ise daha büyük dalga boylu
ışınlardır. E = h (c / ) eşitliği nedeniyle enerji ile dalga boyu arasında
ters bir orantı olduğu için Görünür bölgedeki ışınlara göre UV ışınları
daha yüksek enerjili buna karşılık IR ışınları daha düşük enerjili ışınlardır.
Keza kısa dalga boylu ışınlar daha çok kırınıma uğrar.
Bilim adamları elektronların enerji alarak üst enerji seviyelerine
çıkmaları ve sonra geri dönerken aldıkları bu enerjiyi geri vermelerinden
hareketle önce bir atomdaki enerji seviyeleri hakkında bilgi
edinmişlerdir. İlk çalışmalar en basit atomik yapıya sahip olan hidrojen
atomu üzerinde gerçekleştirilmiştir. Çünkü hidrojen atomunda yalnızca
bir elektron bulunmaktadır ve böylece diğer elektronlardan etkilenme
söz konusu değildir. Bu durumda elektronun net etkileşmesinin
gözlenebilmesi mümkün olabilecektir. Çalışmalarda; absorplanan enerji
değil salınan enerjiler üzerinde çalışmalar yapılmıştır. Hidrojen atomu
üzerindeki çalışmalarda:
Hidrojen, alev ile uyarılmış ve sonra salınan enerjiler bir prizmadan
geçirilerek bir fotoğraf filmi üzerine düşürülmüştür. Bunun sonucunda
fotoğraf filmi üzerinde inceli-kalınlı ve ayrık-bitişik çok sayıda çizginin
meydana geldiği gözlenmiştir. Elde edilen çizgi dizisine çizgi spektrumu
adı verilmiştir (Şekil 2.14). Bu çizgilerin her biri elektronların uyarılmış
halden geri dönüşünde saldıkları bir enerjiye karşılık gelmektedir. Her
atomun yapısındaki elektron dizilimi farklı olduğu için elde edilen çizgi
spektrumları da farklıdır ve kendilerine özgüdür.

Şekil 2.14. Şematik bir çizgi spektrumu

Balmer, 1885 yılında, hidrojenin spektrumunda görünür bölgedeki


çizgiler arasındaki aralıkların büyük dalga boylarından küçük dalga
boylarına doğru gidildiğinde düzenli olarak küçüldüğünü gözlemiş ve
bunun dalga boyunun fonksiyonu olduğunu söylemiştir. Rydberg, bu
düzenliliğin dalga boyu değil dalga sayısının (1/ λ) fonksiyonu olduğunu
göstermiş ve Rydberg sabiti (R=10973731.568 m–1) ile bir bağlantı
kurmuştur:
1 R R
= 2 – n2 = 3, 4, 5, … ….
λ 2 n2
2

(n2 = daha yüksek enerjili üst enerji seviyesi)

Buradan;
1 1
𝑣 = 3.29 1015 2
– 2 n2 = 3, 4, 5, … ….
2 n2
bulunmuştur.

Hidrojenin çizgi spektrumu incelendiğinde elektromanyetik


spektrumun çeşitli bölgelerinde seri çizgiler bulunmuş ve bu çizgiler
üzerinde çok sayıda bilim adamı araştırma yapmıştır. Yapılan çalışmalara
göre de çizgi serileri araştırmacı bilim adamının ismiyle anılmaktadır
(Şekil 2.15).

Şekil 2.15. Hidrojen atomundaki elektronik geçişler

Örneğin; görünür alandaki çizgileri Balmer incelemiş ve gözlenen seri


Balmer serisi olarak adlandırılmıştır. Balmer, gözlemleri sonucunda
görünür bölgedeki çizgilerin, elektronların üst enerji seviyelerinden 2.
enerji seviyesine geçişlerine karşılık geldiğini bulmuştur. Buna karşılık
Lyman, UV alandaki çizgi serisini inceledi ve bu bölgedeki çizgilerin,
elektronların üst enerji seviyelerinden 1. enerji seviyesine yani temel
hale geçişlerine karşılık geldiğini bulmuştur. Bu çalışmaların sonucunda;
a = kendisine dönülen enerji seviyesi, b = kendisinden dönülen enerji
seviyesini göstermek üzere geliştirilen genel formül:
1 1
𝑣 = 3.29 1015 2
– 2 şeklidedir. Ö𝑟𝑛𝑒ğ𝑖𝑛 𝐿𝑦𝑚𝑎𝑛 serisi için;
a b

1 1
𝑣 = 3.29 1015 2
– 2 b = 2, 3, 4, … … . (UV alanı)
1 b

yazılabilir. Hidrojenin atomik spektrumundaki çizgi serilerinin


incelenmesine göre (Şekil 2.15) bilim adamlarının çalışmaları aşağıdaki
gibi özetlenebilir:

Seri a b Bölge

Lyman 1 2,3,4 …. UV

Balmer 2 3,4,5 …. Görünür

Paschen 3 4,5,6 …. IR

Brackett 4 5,6,7 …. IR

Pfund 5 6,7,8 …. IR

PROBLEM
Hidrojenin görünür bölgedeki spektrum çizgileri elektronun daha üst
enerji seviyelerinden n=2 seviyesine dönüşüne karşılık gelir. 486.1 nm
deki bir çizgi için elektron hangi üst enerji seviyesinden dönüş yapmıştır?

1 1
𝑣 = 3.29 1015 2
– 2 idi.
2 b

𝑣 = c / λ = 3.0 1010 / 486.1 10–7 = 6.17 1014 sn–1

1 1
6.17 1014 = 3.29 1015 – 2
22 b
PROBLEM
Hidrojenin görünür bölgedeki spektrum çizgileri elektronun daha üst
enerji seviyelerinden n=2 seviyesine dönüşüne karşılık gelir. 486.1 nm
deki bir çizgi için elektron hangi üst enerji seviyesinden dönüş
yapmıştır?

15
1 1
𝑣 = 3.29 10 – 2 idi.
22 b

𝑣 = c / λ = 3.0 1010 / 486.1 10–7 = 6.17 1014 sn–1

14 15
1 1
6.17 10 = 3.29 10 – 2
22 b

b2 = 16 dır. Buradan da b = 4 olarak bulunur.


BOHR ’UN ATOM MODELİ

Rutherford 'un atom modeli bilim adamları tarafından eleştirilmiştir.


Gerçekten de bu atom modeli klâsik termodinamik teorilere göre
kararsızdır. Çünkü elektronların çekirdek etrafında dairesel bir yörünge
üzerinde dönmeleri gerekir, aksi takdirde elektronların atomdan
ayrılmaları gerekir. Diğer taraftan termodinamik yasalara göre, yüklü bir
parçacık olan elektronlar döndükleri takdirde enerji kaybederler, bunun
sonucunda da yörüngeleri gittikçe küçüleceğinden sonuçta çekirdeğin
üzerine düşmeleri gerekir. Bu olay da olmadığı ve atomlar var olmaya
devam ettikleri için Rutherford ’un teorisi gerçeği tam açıklamaya
yetmemektedir. Bunun üzerine Niels Bohr atomun yapısı hakkında
çalışmalar yapmış ve;
a- Elementlerin atom numaralarına göre sıralandıklarında belli
özellikleri tekrarlamalarını,
b- Spektral hat frekanslarının düzenliliği,
c- Klasik termodinamiğin elektronlara uygulanmasındaki çelişkiyi
açıklamaya çalışmıştır.
Bohr ’a göre; çekirdek etrafında dairesel bir yol üzerinde hareket eden
elektronlara iki kuvvet etki eder; bunlardan birincisi çekirdeğin + yükü
ile elektronun – yükü arasındaki elektrostatik çekim kuvveti (F = (q1 x
q2) / r2) diğeri ise elektronu bu hareketi sırasında dışarıya savurmaya
çalışan merkezkaç kuvvetidir (mv2/r). Bu iki kuvvetin dengede olduğu
anda elektron çekirdekten belli bir mesafe uzaklıkta dairesel bir yol
üzerinde dönmeye devam eder. Bu anda:
Ze (Z = atom numarası, e = elektronun yüküdür) pozitif yüküne sahip
çekirdek ile (nötral bir atomda elektron sayısı proton sayısına eşit olacağı
için atom numarası aynı zamanda çekirdekteki proton sayısına da eşit
olacaktır) elektron (e–) arasında r uzaklığındaki çekim için aşağıdaki
eşitlik yazılabilir:

Ze x e m v2
=
r2 r

Bohr;
𝐡
𝐦𝐯𝐫=𝐧 eşitliğini buldu. (n = 1, 2, 3, … . . n)
𝟐𝛑

Açısal momentum
Burada; n = tam sayılar, h ise Planck sabiti dir (6.62 10–27 erg.sn)

Bu eşitlikten:
h
v =n olur.
2πmr

Yukarıdaki eşitlikte yerine konulacak olursa:

Z e2 m n2 h2
2
= elde edilir.
r r 4 π2 m2 r 2

Buradan:
h2
r = n2 olur.
4 π2 m Z e2

Bohr, bunlardan sabit olan h, π, m ve e ‘yi bir araya toplayarak yeni bir
sabit elde etmiştir. Bu sabite ao = Bohr yarıçapı adını vermiştir ve
ao = 0.529167 Ao olarak hesaplanmıştır. Buna göre:
𝐚𝐨
𝐫 = 𝐧𝟐 olur.
𝐙

Z yani atom numarası değiştikçe r de değişecektir. Bu, elektronların


çekirdekten belli uzaklıklardaki dairesel yollar üzerinde hareket
ettiklerini göstermektedir. Örneğin hidrojen için Z = 1 olduğuna göre
dairesel yolların uzaklıkları n tam sayılar olduğu için;
r = 1 ao, 4 ao, 9 ao mesafelerinde olduklarını ifade etmektedir.

Bu nedenledir ki elektronlar birbirlerine çarpmadan hareketlerine


devam edebilmektedirler.

Enerji seviyelerinin enerjisi:


Elektronlar atomlarda belli enerji seviyelerinde bulunurlar. Bu,
elektronların bulundukları enerji seviyesinin enerjisine sahip olmaları
demektir. Buna göre;
𝟏
Elektronun kinetik enerjisi: 𝟐
𝐦𝐯 𝟐 dir.

Elektronun potansiyel enerjisi: – Ze2 / r dir (İşaretinin – olmasının nedeni


iki taneciğin birbirine yaklaşması sırasında potansiyel enerjinin azalmasıdır).
Toplam enerji (E) = kinetik enerji + potansiyel enerji olduğu için;

𝟏 𝐙 𝐞𝟐
𝐓𝐨𝐩𝐥𝐚𝐦 𝐞𝐧𝐞𝐫𝐣𝐢 (𝐄) = 𝐦 𝐯 𝟐 + (– ) olur.
𝟐 𝐫

F = (q1x q2) / r2 ye göre

Ze x e m v2
= idi. Buradan;
r2 r

Z e2
m v2 = r
olur. Bu da;

yukarıdaki toplam enerjiyi gösteren eşitlikte yerine konulacak olursa:

𝐙 𝐞𝟐
𝐄= – olur.
𝟐𝐫

Bu eşitlikte r ‘nin karşılığı olan (n2 ao / Z) yerine konulursa bir enerji


seviyesinin enerjisi;

Z e2 Z 2 e2
E= – = – olur.
2 (n2 / Z)a o 2 n2 ao

Fakat tek bir enerji seviyesinin enerjisi kesin olarak hesaplanamaz


ama iki enerji seviyesi arasındaki fark hesaplanabilir. Buna göre; a ve b
gibi iki enerji seviyesi arasındaki fark (a =düşük enerjili olan seviye, b =
yüksek enerjili olan seviye);

Z 2 e2 Z 2 e2
Eb – Ea = – – – olur.
2 n2b ao 2 n2a ao
Z 2 e2 1 1
Eb – Ea = – olur.
2ao n2
a n2
b

Eb – Ea = h . idi. Yerine konulursa:

Z 2 e2 1 1
𝑣= – olur.
2ao h n2
a n2
b

Temel enerji seviyesine yani 1. enerji seviyesine dönüşte;


Z 2 e2 1 1
𝑣= – olur.
2ao h 1 n2
b

Sabitler yerine konulduğunda;

Z 2 e2
= 𝟑. 𝟐𝟗𝟎 𝟏𝟎𝟏𝟓
2 ao h

bulunur ki bu değer Rydberg ‘in deneylerinde hesapladığı sabittir ve


Bohr, Rydberg tarafından deneysel verilere göre hesaplanan bu değeri
teorik olarak bilinen kuramlar üzerine kurmuş ve doğrulamıştır. Böylece
Bohr; ilk defa modern atom modelini oluşturmuş ve atomun; +

yüklü bir çekirdeğinin var olduğunu, elektronların bu çekirdek etrafında


farklı enerji seviyelerinde yer aldığını ve çekirdekten belli uzaklıklarda
bulunan bu seviyelerde dairevi yollar üzerinde birbirlerine çarpmadan
hareket ettiklerini ortaya koymuştur.
Dolayısıyla elektronlar yeterli enerjiyi alarak daha yüksek enerjili
seviyelere çıkıp tekrar eski konumlarına dönebilirler. Dönüşlerinde de
yükselirken aldıkları enerjiyi geri verirler. Salınan bu enerji de enerji
seviyeleri arasındaki farka eşittir.

KAYNAKLAR
1) Temel Kimya (Chemistry: Priciples and Properties); M.J.Sienko and
R.A.Plane; Çeviri editörleri; N. Gündüz, T. Gündüz, S. Özgüner, E. Pulat, C.
Tüzün, S. Üneri, A. Zeren; Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi yayınları,
No.123, 1978 Ankara.
2) Temel Üniversite Kimyası; E. Erdik ve Y. Sarıkaya; Hacettepe –
Taş Kitapçılık yayınları, 1985 Ankara.
3) Fizikokimya; Ali Rıza Berkem, Sacide Baykut; İstanbul Üniversitesi
yayınları, No.2092, Şirketi mürettibiye Basımevi, 1975 İstanbul
4) Temel Kimya (Chemistry) P.Atkins and L. Jones, Çeviri editörleri;
E. Kılıç, F. Köseoğlu ve H. Yılmaz; Bilim Yayıncılık, 1999 Ankara.
5) Chemistry; A conceptual approach; C.E.Mortimer; Van Nostrand
Company; 4. Ed. 1979, New York.
6) Üniversite Kimyası(University Chemistry); B.H. Mahan; Çeviri
editörleri; C. Şenvar, E. Edgüer; Hacettepe Üniversitesi yayınları, A16-17,
1976 Ankara.
3.PERİYODİK
SİSTEM
PERİYODİK TABLO

Periyodik tablo (periyodik cetvel, periyodik çizelge) bilinen tüm elementlerin belirli bir düzene göre
sıralandığı bir sistemdir. İlk olarak 1867 yılında J.A.R Newlands, elementleri artan atom kütlelerine göre
sıralamış ve bir elementin, kendisini izleyen sekizinci elemente benzer özellikler gösterdiğini ifade eden
Oktavlar yasası ‘nı ortaya koymuştur. Daha sonra 1869 yılında Dimitri Mendeleyev, benzer özellikler
taşıyan elementleri arka arkaya dizdiğinde, atom kütlesine dayanan bir tablo elde etmiş ve o zamanlar
bilinmeyen bazı elementlerin (skandiyum, galyum ve germanyum gibi) varlığını, hatta özelliklerini tahmin
edebilmiştir. Mendeleyev 'in periyodik tablosu her ne kadar elementlerin periyodik özelliklerini gösterse
de neden özelliklerin tekrarlandığı konusunda herhangi bir bilgi vermemektedir
Lothar Meyer isimli Alman araştırmacı, 1864 yılında yani Mendeleyev ‘den 5 yıl önce bilinen 28
elementi valanslarına göre (Na için 1, Mg için 2 gibi) bir tablo halinde sıralamıştır. Böylece ilk kez valans
kavramını ortaya atmıştır. Ayrıca, Mendeleyev 'den bağımsız olarak, aynı valanslı yani aynı oksidasyon
basamağına sahip olan elementleri atom kütlelerine göre bir sütun halinde dizerek bir periyodik tablo
oluşturmuştur. Ama, Meyer ’in bu çalışması maalesef 1870 yılına kadar yayınlanmamıştır.
Günümüzde kullandığımız tablo (Tablo 3.1), yeni elementlerin de yerleştirilebilmesine olanak tanıyan
Mendeleyev 'in periyodik tablosudur. Ancak ilk halinden farklı olarak, elementler atom kütlesine değil,
atom numarasına göre düzenlenmiştir. Buna göre periyodik tabloda, soldan sağa ve yukarıdan aşağıya
doğru atom numarası artar. Buna paralel olarak bağıl atom kütlesi de artış gösterir. Tablodaki yatay sıralar
periyot olarak adlandırılır. Bir elementin periyot numarası, o elementin sahip olduğu elektronların
bulunduğu en yüksek enerji seviyesini gösterir. Sütunlar ise grup olarak adlandırılır.
Periyodik tablo kimyacıların ilk bilgisayarı olarak bilinir. Çünkü bu
tablo o tarihte bilinmeyen elementlerin varlığını öngörüyor, hatta onların
özelliklerini oldukça doğru olarak tahmin edebiliyordu. Örneğin, 1875 de
P.E.L.Boisboudran çinko mineralinden ayırdığı yeni bir elementi
keşfettiğini ve buna Galyum adını verdiğini ve de özgül ağırlığının 4.7
olduğunu bilim dünyasına sunmuştu. Ama Mendeleyev, Boisboudran ’a
bir mektup yazarak bu yeni elementin özgül ağırlığının 4.7 değil 5.9
olması gerektiğini bildirdi. Çünkü yeni element Medeleyev ’in periyodik
tablosundaki boş bırakılan bir yere denk geliyordu. Bugünkü teknoloji ile
galyum’un özgül ağırlığı hesaplandığında 5.907 olduğu bulunmuş olması
Tablo ‘nun ne denli doğru olduğunu ortaya koymaktadır. Buna göre
Mendeleyev kimyanın ilk programcısı, periyodik tablo da ilk kimya
bilgisayarı gibi düşünülebilir.

Bir elementin bilimsel olarak ilk bulunuşu 1649 yılında Henning


Brand 'ın fosforu bulmasıyla başlamıştır. Günümüzde 85 tanesi doğal
kaynaklardan izole edilmiş diğerleri ancak nükleer reaksiyonlarla elde
edilmiş 109 elementin varlığı bilinmektedir. 101 numaralı elemente
periyodik sistemin kurucusunun adına izafeten “ Mendelevyum” adı
verilmiştir. Keza atom yapısının açıklanmasında çok önemli katkıları olan
Bohr ‘un ismi de 107 nolu elemente verilmiştir. IUPAC ‘ın 1994 yılında
yaptığı çalışmaya göre 101-109 numaralı bileşikler aşağıdaki gibi
isimlendirilmiş ve sıralanmıştır:
Element No Adı Sembolü
101 Mendelevyum Md
102 Nobelyum No
103 Lawrensiyum Lr
104 Rutherfordiyum Rf
105 Dubniyum Db
106 Seaborgyum Sg
107 Bohryum Bh
108 Hasyum Hs
109 Meinteryum Mt
PERİYODİK TABLO

1A IIA IIIB IVB VB VIB VIIB VIIIB IB IIB IIIA IV VA VIA VIIA
A
1 H He
1 2
2 Li Be B C N O F Ne
3 4 5 6 7 8 9 10
3 Na Mg Al Si P S Cl Ar
11 12 13 14 15 16 17 18
4 K Ca Sc Ti V Cr Mn Fe Co Ni Cu Zn Ga Ge As Se Br Kr
19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36
5 Rb Sr Y Zr Nb Mo Tc Ru Rh Pd Ag Cd In Sn Sb Te I Xe
37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54
6 Cs Ba * Hf Ta W Re Os Ir Pt Au Hg Tl Pb Bi Po At Rn
55 56 57-71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86
7 Fr Ra **
87 88 89-103 104-
La Ce Pr Nd Pm Sm Eu Gd Tb Dy Ho Er Tm Yb Lu
*Lantanitler 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71
Ac Th Pa U Np Pu Am Cm Bk Cf Es Fm Md No Lr
**Aktinitler 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103

Yarı metaller Sıvı Yapay Gaz


Periyodik tablodaki son büyük değişiklik, 20. yüzyılın ortalarında Glenn Seaborg 'un çalışması
sonucunda ortaya çıkmıştır. Seaborg, 1940 da plutonyum ’u sonra da 94 den 102 ye kadar olan tüm
uranyum ötesi elementleri buldu. Periyodik tablodaki lantanit serisinin altına aktinitler serisini
yerleştirdi. 1951'de Seaborg, bu çalışmaları ile kimyada Nobel ödülünü kazandı ve 106 nolu element
bu araştırmacının adına izafeten Seaborgyum (Sg) olarak adlandırıldı. Seaborg, amerikyum ve
küryum ’un da patentini aldı. 105 numaralı elemente Dubna Laboratuarlarının Fermiyum ötesi
elementlerin keşfindeki büyük katkısı nedeniyle Dubnium (Db) adı verilmiştir.
Acaba bugün bilinenlere ilaveten kaç tane daha element keşfedilebilir?. Kırk yıl öncesine kadar
yapılan hesaplar ancak 137 inci elementin bulunmasıyla periyodik sistemin tamamlanacağını
göstermekteydi. Çünkü, 137 den sonra gelen elektron kendinden daha önceki elektronların
çekirdeği örtmesi nedeniyle artık çekirdek tarafından çekilemeyecek ve buna sadece diğer
elektronların aynı yük nedeniyle itmesi söz konusu olacaktır. Dolayısıyla yeni bir atom
oluşamayacaktır veya 137 tane proton’un 137 tane elektrona yaptığı çekim o denli kuvvetli olacaktır
ki sonraki elektron bu güçlü çekim ile çekirdeğe yapışacaktır. Dolayısıyla yine yeni bir atom
oluşamayacaktır. Fakat bundan 10 yıl kadar önce fizikçiler yaptıkları yeni hesaplamalar ile 150 inci
elementin yani 150 proton içeren bir çekirdeğin var olabileceğini iddia ettiler.
Elementlerin isimleri nereden gelmektedir? Element isimleri kimi zaman özel olaylar veya yer
adları ile kimi zaman ise kimyasal veya fiziksel özelliklerine göre Yunanca veya Latince kökenli olarak
verilmiştir. Aşağıdaki isimler buna örnektir:
Aktinyum Yunanca aktis = ışın
Arsenik Yunanca arsenikos = erkek
Astatin Yunanca astatos = kararsız
Bakır Latince cuprum = Kıbrıs
Baryum Yunanca barys = ağır
Brom Yunanca bromos = pis koku
Erbiyum Ytterby, İsveç te bir kasaba
Gadolonyum Johan Gadolin, Finli kimyacı
Hafniyum Latince Hafnia, Kopenhag
İridyum Yunanca ve Latince iris = gökkuşağı
Klor Yunanca chloros = sarımsı yeşil
Kobalt Almanca kobald = kötü ruh
Kripton Yunanca kryptos = gizli
Krom Yunanca chroma = renk
Ksenon Yunanca xenos = yabancı
Lutesyum Lutetia, Paris
Neon Yunanca neos = yeni
Niobyum Niobe, Tantalus’un kızı
Nobelyum Alfred Nobel’ ‘in adına izafeten
Prometyum Prometheus, Yunan tanrısı
Rodyum Yunanca rhodon = gül, sudaki çözeltisi gül
rengindedir
Rutenyum Latince Ruthenia, Rusya
Selenyum Yunanca selene = ay
Seryum Ceres astroidi, iki gün önce keşfedilmiş
Stronsiyum Strontian, İskoçya
Teknesyum Yunanca tecnetos = yapay
Titanyum Titans, Yunanca mitolojik karakterler, Dünya’nın
oğulları
Toryum Thor, Norveççe de şimşek hava ve ekin tanrısı
Zirkonyum Arapçada zargun = altın rengi
Helyum, 2 numaralı element olmasına karşılık çok sonraları bulunmuştur. İngiliz fizikçi ve kimyacı
William Crookes 1895 te güneşten gelen ışınları incelerken bulmuş ve yunanca “güneşe ait” anlamında
helyum adını vermiştir.
Altın, gümüş, kalay, bakır, kurşun ve civa gibi elementler eski çağlardan beri biliniyordu. Daha önce
söylendiği gibi bir elementin ilk bilimsel olarak bulunması 1649 yılında Henning Brand 'ın fosfor’u
bulmasıyla başlamıştır. Bundan sonraki 200 yıl boyunca elementler ve onların bileşikleri hakkında
kimyacılar tarafından pek çok çalışma yapılmış ve çok değerli bilgiler elde edilmiştir. Buna rağmen 1869
yılına kadar toplam 63 element bulunabilmiştir. 1817 yılında Johann Dobereiner, benzer kimyasal
özelliklere sahip olan stronsiyum, kalsiyum ve baryum’ a bakarak, stronsiyumun atom ağırlığının
kalsiyum ve baryum atom ağırlıklarının ortasında olduğuna dikkat çekmiştir. 1829 yılında klor, brom ve
iyot üçlüsünün de benzer özellikler gösterdiği bulunmuştur. Yine benzer davranış lityum, sodyum ve
potasyum için de gözlenmiştir. 1829 ve 1858 yılları arasında bu konuda pek çok araştırma yapıldı. Bu
sırada halojenler grubu oluşturuldu. Oksijen, kükürt, selenyum ve tellür bir grubun üyesi olarak
düşünülürken azot, fosfor, arsenik, antimon ve bizmut başka bir grup içine yerleştirildiler. 1895 yılında
Lord Rayleigh, kimyasal olarak inert yeni bir gazı (argon) keşfettiğini bildirdi. Bu element periyodik
tabloda bilinen hiçbir yere oturtulamadı. 1898 yılında William Ramsay bu elementin klor ile potasyum
arasında bir yere konulabileceğini önerdi. Helyum da aynı grubun bir üyesi olarak düşünüldü. Bu grup
elementlerinin değerliklerinin sıfır olması nedeniyle sıfır grubu olarak adlandırıldı. Daha sonra bunlara;
asal gazlar, inert gazlar, soy gazlar, nadir gazlar, necip gazlar gibi isimler de verildi.
Periyodik Tabloda yedi periyot vardır ve 0 grubu elementleri (Asal
gazlar) dışında Grup I – GrupVII, A ve B alt gruplarından oluşur. A grupları
Baş gruplar, B grupları ise Yan gruplar olarak bilinir. Grup IIA ve IIIA
grupları arasında bulunan elementler (Grup BI – Grup BVIII) geçiş
elementleri olarak adlandırılır ve 10 arlı 3 sıra elementten oluşur. Her
gruptaki (sütundaki) elementler aynı fiziksel ve kimyasal özelliklere
sahiptir. Çünkü her grubun valans elektronlarının sayısı aynıdır ve aynı
tür iyonları oluştururlar. Sadece geçiş elementlerindeki valans elektron
sayısı 1 veya 2 olarak değişir.

Tablo 3.2. Periyodik tablodaki grupların isimleri


Periyodik sistemde 21 atom numaralı Sc ile başlayıp birinci sırada 30 numaralı Zn ile biten,
ikinci sırada 39 atom numaralı Y ile başlayıp 48 numaralı Cd ile biten ve 3. sırada 57 atom
numaralı La ile başlayıp 80 numaralı Hg ile biten 10 arlı elementlerden oluşan 3 sıra vardır. Bu
sıralarda yer alan elementlere geçiş elementleri adı verilir. Lantanitler (Lantan dan sonra gelen
58 numaralı Seryum (Ce) ile 71 numaralı Lutesyum (Lu) arasında yer alır) ve aktinitler (89
numaralı Aktinyumdan sonra gelen 90 numaralı Toryum (Th) ile 103 numaralı Lavrensiyum
(Lr) arasında yer alır) diye adlandırılan 14 lü sıralarında yer alan bu elementlere ise iç geçiş
elementleri (inner transition elements) adı verilir. Bu elementlerde atomların f yörüngelerine
elektronlar yerleşmiştir.
1A grubunun başında hidrojen bulunur. Hidrojen, dış yörüngesinde 1 elektron içermesi
nedeniyle burada bulunur ama alkali metal özelliği göstermediği gibi alkali metallerin katı olan
formunun aksine bir gazdır.
Periyodik tabloda soldan sağa doğru gidildikçe metalik özelik ametalik özelliğe dönüşür. Keza
soldan sağa doğru gidildikçe elementlerin hidroksitlerinin karakteri de kuvvetli bazikten
kuvvetli asitliğe doğru değişir (Tablo 3.3).
Genelde periyodik tabloda aynı kimyasal özellikleri gösteren bazı element grupları özel isimler ile
bilinmektedir (Tablo 3.2). Örneğin; asal gazlar, diğer elementler ile reaksiyon vermezler. Ancak özel şartlarda H
ve F ile reaksiyon verirler. Alkali metaller (3Li ile başlayarak) metalik özelik gösterirler yani; ısı ve elektriği iyi
iletirler, kesilince parlak bir yüzey ortaya çıkar, suyu H ve OH ’a ayırırlar, HCl ile tuz meydana getirirler, NaOH
gibi bazik hidroksitleri oluştururlar. Halojenler; ametalik özelik gösterirler yani; ısı ve elektriği az iletirler,
suda asit meydana getirirler (HF, HCl gibi), NaOH ile tuz meydana getirirler, F hariç diğerleri NaOH ile asidik
hidroksit oluştururlar. Periyodik tabloda soldan sağa doğru gidildikçe metalik özelik ametalik özelliğe dönüşür.
Keza soldan sağa doğru gidildikçe elementlerin hidroksitlerinin karakteri de kuvvetli bazikten kuvvetli asitliğe
doğru değişir (Tablo 3.3).
Periyodik sistemde 21 atom numaralı Sc ile başlayıp birinci sırada 30 numaralı Zn ile biten, ikinci
sırada 39 atom numaralı Y ile başlayıp 48 numaralı Cd ile biten ve 3. sırada 57 atom numaralı La ile
başlayıp 80 numaralı Hg ile biten 10 arlı elementlerden oluşan 3 sıra vardır. Bu sıralarda yer alan
elementlere geçiş elementleri adı verilir. Lantanitler (Lantan dan sonra gelen 58 numaralı Seryum
(Ce) ile 71 numaralı Lutesyum (Lu) arasında yer alır) ve aktinitler (89 numaralı Aktinyumdan sonra
gelen 90 numaralı Toryum (Th) ile 103 numaralı Lavrensiyum (Lr) arasında yer alır) diye
adlandırılan 14 lü sıralarında yer alan bu elementlere ise iç geçiş elementleri (inner transition
elements) adı verilir. Bu elementlerde atomların f yörüngelerine elektronlar yerleşmiştir.
1A grubunun başında hidrojen bulunur. Hidrojen, dış yörüngesinde 1 elektron içermesi nedeniyle
burada bulunur ama alkali metal özelliği göstermediği gibi alkali metallerin katı olan formunun
aksine bir gazdır.
KUANTUM MEKANİĞİ
Kuantum mekaniğinin temelleri 20. yüzyılın ilk yarısında Max Planck, Albert Einstein, Niels Bohr, Werner
Heisenberg, Erwin Schrödinger, Max Born, John Von Neumann, Paul Dirac, Wolfgang Pauli gibi bilim
adamlarınca atılmıştır ve küçük yüklü taneciklerin hareketlerini inceleyen kanundur. Aynı zamanda Dalga
mekaniği adıyla da bilinir. Çünkü ilerde anlatılacağı gibi De Broglie negatif yüklü elektronların çekirdek
etrafında dönerken düz bir yol üzerinde değil dalga hareketi yaparak yol aldığını göstermiştir. De Broglie ’ye
göre elektronlar, hem tanecik hem dalga olarak ikili bir doğaya sahiptirler. Her elektrona, ona uzayda yol
gösteren veya “yörünge çizen” bir dalga eşlik etmektedir. De Broglie, bu iddiası ile 1929 yılında Nobel ödülü
almıştır. Schrödinger, 1926 yılında Schrödinger Dalga fonksiyonu olarak açıkladığı elektron dalgalarını su ve
ses dalgalarının denklemleri gibi matematiksel bir denklemle ifade etmiştir. Elektronlar çekirdekten belli
uzaklıklardaki enerji seviyelerinde dalga hareketi yaparak dönmektedirler. Bu enerji seviyeleri kuantalıdır yani
enerjileri bellidir. Bu dalgalar kuantum sayıları ile belirlenir ve her dalga fonksiyonu belli bir enerjiye ve
çekirdek etrafında belli bir yere karşılık gelir.
E2
Kuantum mekaniği şu iki temel prensibi kabul eder:
1. Prensip: Elektronlar belli enerji seviyelerinde bulunur ve bu E1
seviyeler “n” ile gösterilir. n ’ye Baş kuantum sayısı adı verilir ve bunlar tam sayılardır. Çünkü elektronlar
mutlaka enerji seviyeleri üzerinde yer alırlar, enerji seviyeleri arasında bir yerde bulunamazlar.
Baş kuantum sayıları aynı zamanda K, L, M, N, O…. gibi harfler ile de gösterilir ve ana enerji seviyelerini
ifade eder.
Kuantum mekaniği şu iki temel prensibi kabul eder:
1. Prensip: Elektronlar belli enerji seviyelerinde bulunur ve bu
seviyeler “n” ile gösterilir. n ’ye Baş kuantum sayısı adı verilir ve bunlar
tam sayılardır. Çünkü elektronlar mutlaka enerji seviyeleri üzerinde yer
alırlar, enerji seviyeleri arasında bir yerde bulunamazlar.

E2

E1

Baş kuantum sayıları aynı zamanda K, L, M, N, O…. gibi harfler ile de


gösterilir ve ana enerji seviyelerini ifade eder.
2) Prensip: Bir enerji seviyesinde bulunan maksimum elektron sayısı 2n2 ile verilir (n=
baş kuantum sayısı). Örneğin:
K (n=1) da 2e–, L (n=2) de 8e–, M (n=3) de 18e–, N (n=4) de 32e– bulunabilir gibi.
Çekirdeğe en yakın tabaka en düşük enerjili, çekirdeğe en uzak tabaka en yüksek
enerjili tabakadır. Çünkü çekirdeğe en yakın tabakaya bir elektron girecek olsa
çekirdeğin buna uygulayacağı çekim ile kolayca yerleşebilir. Çünkü önünde bu çekimi
engelleyecek başka elektron bulunmamaktadır. Çekirdeğe en uzak enerji seviyesinde ise
çekirdek ile bu seviyedeki elektron arasında başka elektronlarda bulunabileceği için
çekirdeğin bu elektrona uygulayabileceği çekim kuvveti çok düşüktür. Dolayısıyla en
uzak enerji seviyesine bir elektron yerleştirilmek istense daha fazla enerji vermek
gerekir. Bu nedenle çekirdekten uzaklaştıkça enerji seviyelerinin enerjileri daha yüksek
olur.
2n2 ile sınırlanan elektron sayısı atomların özelliklerini oluşturur. Ama elemente asıl
özelliğini verdiren en dış yörüngesindeki (enerji seviyesindeki) elektronlardır. Örneğin;
Li, Na ve K, son yörüngelerinde 1 er elektron içerirler ve ortak özellik gösterirler (alkali
metaller). Ama K ve Cu karşılaştırıldığında bazı özelliklerinin farklı olduğu görülür.
Bunun nedeni her ikisinin de son yörüngelerinde 1 er elektron bulunmasına karşılık alt
enerji seviyelerindeki (tabakalarında) elektronların farklı olmasıdır:

19[K] = 1s2 2s2 2p6 3s2 3p6 4s1

29[Cu] = 1s2 2s2 2p6 3s2 3p6 3d10 4s1


Görüldüğü gibi her ikisinin de L tabakalarında 8 er elektron olmasına
karşılık potasyum ’un M tabakasında (3. enerji seviyesinde) 8e –, bakır’ın
M tabakasında ise 18e– bulunur. Bu nedenle özelliklerinde farklılık
gözlenir.
Periyodik tabloya bakıldığında belli gruplardaki elementlerin belli alt
enerji seviyelerinde elektronlar içerdiği görülmektedir. Bu elektron
dizilişleri o elementlere ortak özellikler sağlamaktadır. Yani elektronik
yapı aynı zamanda bir elementin kimyasal özelliğini de meydana
getirmektedir (Tablo 3.4).

Tablo 3.4. Periyodik tablodaki elementlerde elektron dizilişleri

Alev spektrumu üzerine elektrik alanı uygulandığında ana enerji


seviyelerinin alt enerji seviyelerine ayrıldığı görülmüştür. Bu olaya Stark
efekti adı verilir. Alt enerji seviyeleri s, p, d ve f dir. s, p, d ve f alt enerji
seviyelerinin isimleri İngilizce karşılıklarının baş harflerinden alınmıştır:
s = sharp
p = principal
d = diffusion
f = fundamental

Alt enerji seviyelerinin yani elektronların üzerinde hareket ettikleri


yörüngelerin (orbitallerin) şekillerinin matematiksel ve istatistiksel
olarak yapılan hesaplamalara göre aşağıdaki gibi oldukları belirlenmiştir:
a. s orbitalleri: 3 eksen üzerinde küresel simetri gösterir:
Şekil 3.1. s orbitalinin şekli

a. p orbitalleri: 3 eksen üzerinde 2 taraflı şişkinlik halindedir


(Şekil 3.2) ve x ekseni üzerindeki 2 taraflı şişkinlik Px, y ekseni üzerindeki
2 taraflı şişkinlik Py ve z ekseni üzerindeki 2 taraflı şişkinlik Pz olarak
adlandırılır.
Px, Py ve Pz orbitallerine eşit sayıda elektron girdiğinde küresel
simetri gösterir.

Şekil 3.2. p orbitallerinin şekilleri

b. d orbitalleri: 5 tanedir ve bunlar dz2, dxy, dyz, dxz, dx2-y2 olarak


adlandırılırlar. Şekilleri aşağıda gösterilmiştir (Şekil 3.3).
d orbitallerinden; dz2 de; z ekseni üzerinde 2 taraflı şişkinlik ve x-y
düzlemi üzerinde yer alan bir halka şeklinde, dx2-y2 de; x ve y eksenlerinin
her iki tarafında şişkinlik halinde, dxy de; x ve y eksenlerinin açı ortayları
üzerinde 2 taraflı şişkinlik halinde, dyz de; y ve z eksenlerinin açı ortayları
üzerinde 2 taraflı şişkinlik halinde, dxz de; x ve z eksenlerinin açı ortayları
üzerinde 2 taraflı şişkinlik halinde bir yörünge üzerinde elektronlar
hareket etmektedirler.
d orbitallerine eşit sayıda elektron girdiğinde küresel simetri gösterir.
a. f orbitallerinin şekilleri günümüze kadar çizilememiştir. Bunun
nedeni radyoaktif olmaları ve üzerlerinde kolayca çalışma
yapılamamasıdır. Ama bunların 7 tane olduğu bilinmektedir.
f orbitallerine de eşit sayıda elektron girdiğinde küresel simetri
gösterir.

Şekil 3.3. d orbitallerinin şekilleri

Her orbitale en fazla 2 tane elektron girebilir. Buna göre;


– s orbitalleri toplamda en fazla 2 elektron alabilir,
– p orbitalleri toplamda en fazla 6 elektron alabilir,
– d orbitalleri toplamda en fazla 10 elektron alabilir,
– f orbitalleri toplamda en fazla 14 elektron alabilir.

Alkali metaller son ana enerji seviyelerinde s orbitallerinde 1 er


elektron içerdikleri için 1. Grup olarak tek düşey sütunda yer alırlar.
Toprak alkali metaller ise son ana enerji seviyelerinde s orbitallerinde 2
şer elektron içerdikleri için 2. Grup olarak yine tek düşey sütunda yer
alırlar. Geçiş elementleri 10 ‘ar lı 3 sıra halinde dizilmişlerdir, bunlarda d
orbitallerine elektronlar yerleşmişlerdir. Lantanitler ve aktinitler 14 lü
sıralar halinde bulunurlar, bunlarda elektronlar f orbitallerine
yerleşmişlerdir (Tablo 3.4). Yani; periyotlarda s, p, d ve f orbitallerine
elektronların girebileceği kadar element yerleşmiştir. Ve bu yerleşim,
elementlerin ortak kimyasal özelliklerini oluşturmaktadır.

DE BROGLİE ’NİN TEORİSİ


1924 yılına kadar elektronların sadece tanecik özelliği olduğu
biliniyordu. 1924 de Louis De Broglie, elektronların dalga karakterine de
sahip olduğunu gösterdi. O zamana kadar ışığın dalga karakterli olduğu
aynı zamanda tanecik karakteri olduğu biliniyordu. De Broglie aynı
durumun elektronlarda da olduğunu ileri sürdü. Yani elektronların
tanecik olarak bir dalga hareketi yaparak orbitallerde hareket ettiğini
söyledi (Şekil 3.4).

Şekil 3.4. De Broglie ‘ye göre elektronların orbitallerdeki hareketleri


Elektronlar bu dalga hareketini yaparak yol alırlarken birbirleri ile
çarpışmazlar. Bunun olabilmesi için yani 2 dalganın birbirini yok
etmemesi için elektronların döndüğü yörüngenin uzunluğunun
elektronun dalgasının dalga boyunun tam katları olmalıdır. De Broglie
‘nin dalga boyu:
h
λ= dir. (mv = momentum, h= Planc sabiti)
mv
Aşağıda gösterilen A gibi bir noktayı aydınlık yapmak için;

gelen iki ışığın yol farkının dalga boyunun tam katları olması gerekir.
Yani: n λ = 2d sin θ olmalıdır. Aksi takdirde dalgalar birbirini yok eder
ve A noktası aydınlanmaz. Buna göre dairesel bir yörünge üzerinde
hareket oluyorsa:
nλ=2πr olmalıdır (2 π r = yörüngenin uzunluğu).
Yerine konulacak olursa:
h
n =2πr buradan;
mv
nh
mvr= olur ki bu 𝐵𝑜ℎ𝑟 ′ un açısal momentumudur.

Bohr, bunu elektronu tanecik olarak kabul ederek bulmuştu. Aynı


olguyu De Broglie de bulunca elektronun aynı zamanda hem tanecik hem
de dalga karakteri olduğu anlaşılmıştır.

Dalga hareketi gösteren elektronun dalga fonksiyonu (ψ):


h2 ∂2 ψ ∂2 ψ ∂2 ψ Ze2
– + + – ψ = Eψ (𝑆𝑐ℎ𝑟ö𝑑𝑖𝑛𝑔𝑒𝑟 denklemi)
8π2 m ∂x 2 ∂y 2 ∂z 2 r

ile gösterilir (ψ = dalga fonksiyonu, E= enerji, e = elektronun yükü).


Denklemin çözümü hidrojen atomundaki elektronun dalga
fonksiyonlarını (orbital) verir. Bu Bohr teorisindeki yörüngeye (orbit)
karşılık gelir. Schrödinger denkleminin çözülmesi ile kuantum sayıları ve
elektron orbitalleri belirlenir. Schrödinger denklemi ile atom çekirdeği
orijin olarak alınarak üç boyutlu olarak elektronun konumu incelenir.

HEİSENBERG ‘İN BELİRSİZLİK PRENSİBİ


1927’de, Werner Heisenberg ilk kez bir parçacığın konumunu ve
momentumunu (hareket miktarı) aynı anda kesin olarak belirlemenin
olanaksız olacağını öne sürdü. Bu demektir ki, bir parçacığın tam
konumunu ve tam momentumunu aynı anda ölçmek fiziksel olarak
olanaksızdır. Bu durum bir tanecik olan elektron için de geçerlidir. Yani;
bir elektronun yerini ne kadar kesinlikle söyleyebilirsek zamanı o kadar
belirsizdir veya tersidir. Veya yer ve zaman Planck sabiti içinde sınırlıdır:
Elektronun momentumunun değişimi Δp, yer değişimi Δx şeklinde
gösterilecek olursa:
Δp x Δx = h dır.
Başka bir deyişle elektronun yerini biliyorsak zamanını bilemeyiz
veya zamanını biliyorsak yerini söyleyemeyiz. Örneğin;
Δx = 10–8 ise;
Δp = 10–27 / 10–8 = 10–19 bulunur ki bu çok küçük bir değerdir, yani
belirsizdir.

Yani elektronun zamana bağlı bir yeri yoktur, elektron çekirdeğin


etrafında bir yük bulutu halinde döner.

Kuantum mekaniğinden çıkarılan sonuçlara göre elektronların


yerleşimi şöyle olmaktadır:
En basit atom olan hidrojen atomu ele alınacak olursa 1s deki tek
elektron için yük bulutunun yoğunluğu çekirdeğe yaklaştıkça artar (Şekil
3.5a). Eğer fotoğraflar ayrı ayrı çekilip üst üste konulursa Şekil 3.5b deki
şekil elde edilir.

a b

Şekil 3.5. a)1s elektronlarının çekirdek etrafındaki bulunma


olasılıkları, b) fotoğraf plağı üzerindeki iz düşümleri.

1s elektronları için çekirdekten bir r uzaklığında durum ne olacaktır?


Çekirdekten uzaklaştıkça elektron yük yoğunluğu azalır fakat elektronun
bulunması gereken yerlerin sayısı artar. Elektron yük yoğunluğu ao
yarıçaplı bir kürenin yüzeyinde maksimumdur, sonra yavaş yavaş azalır
(Şekil 3.6).

Şekil 3.6. 1s elektronlarının çekirdekten ao uzaklığında bulunma


olasılıkları.

Aynı grafiği 2s elektronları için çizecek olursak Şekil 3.7 deki grafik
elde edilir:
Şekil 3.7. 2s elektronlarının çekirdek etrafında bulunma olasılıkları.

s orbitalleri çekirdeğe daha yakın, p orbitalleri ise daha uzaktır. s


orbitallerinin küresel bir dağılımı olmasına karşılık p orbitalleri yukarıda
anlatıldığı gibi px, py ve pz olmak üzere eksenlerin iki tarafında şişkinlik
halindedir.

ELEKTRONLARIN SPİNİ
Kendi ekseni etrafında dönmeye spin denir. Elektron yüklü bir
taneciktir. Yüklü tanecikler kendi eksenleri etrafında dönerlerse bir
manyetik alan yaratırlar yani bir mıknatıs gibi davranırlar. Elektronlar da
spin hareketi yaparlar ve bu nedenle bir mıknatıs gibi davranırlar.
Meydana gelen manyetik alan eğer saat yelkovanı ile aynı yönde olursa +
manyetik alan , aksi olursa – manyetik alan adını alır.
Eğer elementler ve maddeler tek tek bir tüpe konulup bunlara bir
mıknatıs yaklaştırılırsa şu aşağıdakiler meydana gelir:
1. Bazıları mıknatıs tarafından çok çekilirler ve mıknatıs
uzaklaştırıldığında bu elementler kendileri de mıknatıs gibi davranmaya
devam ederler. Bu özelliğe Ferromanyetik özellik (Ferromanyetizm), bu
özelliği gösteren maddelere de Ferromanyetik maddeler adı verilir. Bu
özellik Fe ve Co gibi elementlerde gözlenir.
2. Bazıları mıknatıs tarafından az veya çok çekilirler ve mıknatıs
uzaklaştırıldığında manyetik özellikleri kaybolur. Bu özelliğe
Paramanyetik özellik (Paramanyetizm), bu özelliği gösteren maddelere
de Paramanyetik maddeler adı verilir. Bu özellik O2, CuSO4, Ag gibi madde
ve elementlerde gözlenir.
3. Bazıları mıknatıs tarafından itilirler. Bu özelliğe Diamanyetik
özellik, bu özelliği gösteren maddelere de Diamanyetik maddeler adı
verilir. Bu özellik NaCl gibi maddelerde gözlenir.

Anlatılan bu özellikler elektronların orbiatallerdeki yerleşimleri ile


ilgilidir. Eğer orbitallerde elektronlar tek olarak yerleşmişlerse mıknatıs
tarafından çok çekilirler. Çünkü yüklü elektron taneciği, spini nedeniyle
mıknatıs gibi davranır. Paramanyetik maddeler böyle maddelerdir ve
elektron sayıları tekdir. Ama bilindiği gibi orbitallere elektronlar ikişer
ikişer girerler. Dolayısıyla bir orbitaldeki elektronların spinleri nasıl
olmalıdır sorusu gündeme gelmektedir. Çünkü eğer her iki elektron da
aynı yönde dönecek olursa mıknatısın aynı yönlü kutuplarını
oluşturacakları için birbirlerini itmeleri gerekir ( veya ) , ayrıca da
kendi yükleri de aynı olduğu için (–) ikinci bir itme daha olacaktır ve bu
nedenle elektronlar bu şekilde yan yana duramayacaklardır. Elektronlar
orbitallerde ikişer ikişer var olabildiklerine göre iki elektronun spinin
farklı olması gerekir ( ). Böyle olunca iki farklı kutup meydana geleceği
için elektronlar arasında bir çekim olacaktır. Ama aralarında bir de itme
olmasa elektronlar bu özellik nedeniyle birbirlerine yapışırlar ve
dönemezler. Aralarındaki itme kuvveti bunların sahip oldukları ” –“
yükleri dolayısıyladır. Sonuçta 2 elektron bir orbitalde; elektrostatik
itme kuvveti ile manyetik çekme kuvvetinin dengelendiği ana kadar
birbirlerini çekerler ve bir arada bulunurlar.

STERN-GERLACH DENEYİ
Bu deney 1922 yılında Otto Stern ve Walther Gerlach tarafından
gerçekleştirilen ve elektronun yukarıda anlatılan manyetik özelliklerinin
ortaya konulduğu bir deneydir. Deneyde (Şekil 3.8) önce gümüş,
buharlaştırıcı bir fırında buharlaştırılarak yani gaz fazına geçirilerek
serbest Ag atomlarının meydana gelmesi sağlanır. Sonra bu atomlar bir
mıknatıs’ın kutupları arasından geçirilir ve demetlerin yönü önlerine
konulan ZnS sürülmüş yüzey üzerinde meydana getirdiği işaretlerine
göre incelenir. Deney sonucunda plaka yüzeyinde iki ayrı yönde olmak
üzere iki adet parlama gözlenir. Bu olgu sanki spin bilgilerine göre terstir.
Ama, olayın içeriğine bakıldığında durum öyle değildir. Çünkü; gümüş
atomunun elektronik konfigürasyonu: [Kr] 5s1 4d10 şeklindedir.
Şekil 3.8. Stern-Gerlach deneyi şeması.

Yani; d orbitalleri tamamen doludur ve 5s1 de bir elektron tek başına


bulunmaktadır. Elektron tek başına bulunduğunda (5s 1) spini nedeniyle
bir manyetik alan meydana getirir ve dolayısıyla mıknatısın arasından
geçerken kendi yarattığı alana göre atomlar da sapma göstermeli yani
bir yöne doğru sapma olmalıydı. Halbuki deneyde iki yöne sapma
olmaktadır. Bu şunu göstermektedir; gümüş atomlarının 5s 1 deki tek
elektronların % 50 si bir yönde ( ) diğer % 50 si ise diğer yönde ( )
dönmektedir ve mıknatısın iki kutbundan da etkilenme olmaktadır. Eğer
% 100 ‘ü aynı yönde dönseydi veya oluşacak, aynı kutuplu
manyetik alan nedeniyle elektronlar birbirlerini itecekler ve bir arada
bulunamayacaklardı dolayısıyla gümüş atomları var olmayacaktı.
Gümüşe paramanyetik özelliği veren 5s1 deki bu iki yönde dönen
elektronlardır.
Diyamanyetik maddelerde elektronlar şeklinde yan yana
gelmiştir. Bunu mıknatıs iter. Çekse bile itme gücü daha fazla olur.

KUANTUM SAYILARI

Bir atomdaki elektronların hepsi aynı enerjiye sahip değildir.


Bulundukları enerji seviyesinin enerjisini taşırlar. Atomlardaki enerji
seviyelerini belirtmek için kuantum sayıları kullanılır. Bunlar:
1. Baş kuantum sayısı (n): Ana enerji seviyelerini gösterir. “n” ile
ifade edilir ve tam sayılardır (n= 1,2,3…) (K, L, M, …. ile de gösterilir; n=1,
K tabakasını; n=2, L tabakasını; n=3, M tabakasını gösterir)
2. Yan kuantum sayısı (Orbital kuantum sayısı)( l ):
Yan kuantum sayısı, ana enerji seviyesinden elektrik alanı ile ayrılan
alt enerji seviyelerini gösterir ve “l” ile ifade edilir. Alt enerji seviyeleri s,
p, d ve f dir. Elektriki alanda bu ayrılmaya Stark efekti denir. l , alt enerji
seviyeleri olan s, p, d ve f ‘yi rakamsal olarak göstermek üzere aşağıdaki
şekilde kullanılır:

s p d f

l= 0 1 2 3

Ana enerji seviyelerinin alabileceği alt enerji seviyeleri aşağıda


gösterilmiştir:

n= 1 2 3 4

s s s s

p p p

d d

Genelde; l = n – 1 dir. Örneğin; n = 1 de l = n – 1 = 1 – 1 = 0 dır. Yani


sadece s alt enerji seviyesi bulunabilir. n = 2 de l = n – 1 = 2 – 1 = 1 dir.
Yani 1’ e kadar olan yani 0 ve 1 alt enerji seviyeleri (yani s ve p)
bulunabilir.
3. Manyetik kuantum sayısı (𝐦𝑙 ): Alev spektrumu üzerine
manyetik alan uygulandığında alt enerji seviyelerinin de daha alt enerji
seviyelerine ayrıldığı görülmüştür (Zeeman efekti). Bunlar “𝐦𝑙 “ ile
gösterilir. s orbitali küresel bir yapıya sahip olduğu için manyetik alanda
şeklinde gösterilir. f orbitali ise 7 tane olduğu için 7 ‘ye ayrılır.
Özetlenecek olursa aşağıdaki gibi gösterilebilir:

Alt enerji l 𝐦𝑙
seviyesi

s 0 0

p 1 +1, 0, –1

d 2 +2, +1, 0, –1, –2

f 3 +3, +2, +1, 0, –1, –2, –3

1. Spin kuantum sayısı (ms ):


Elektronun spininden doğan manyetik alanı gösterir ve “ms” ile
gösterilir. Spin iki yönlü olduğu için bunu göstermek üzere ms ;

1 1
+ ,– dir. Yani iki elektron zıt yönlerde dönmektedir.
2 2

Kuantum sayıları, elektronların orbitallerdeki yerleşimlerini gösterir.


Bu bir elektronu tarif etmek gibidir. [10Ne]=1s2 2s2 2p6 konfigürasyonuna
sahip Neon ‘un 10 adet elektronunun kuantum sayıları aşağıda
gösterilmiştir (Tablo 3.5).
Tablo 3.5. Neon atomundaki elektronların kuantum sayıları
Baş Yan Manyetik Spin
kuantum kuantum kuantum kuantum
sayısı sayısı sayısı sayısı Elektron
sayısı
n l 𝐦𝑙 ms

(K) 1 0 (1s) 0 +1/2, –1/2 2 2e–

(L) 2 0 (2s) 0 +1/2, –1/2 2 2e–

1 (2p) –1 +1/2, –1/2 2

0 +1/2, –1/2 2 6 e–

+1 +1/2, –1/2 2

Toplam 10 e–

ELEKTRONLARIN ORBİTALLERE YERLEŞMELERİ


Atomlar meydana gelirken elektronlar çekirdek etrafındaki çeşitli
enerji seviyelerine yerleşmişlerdir. Yapılan çalışmalar bu yerleşmenin
belli kurallara göre olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu kurallardan en
önemlileri; Pauli prensibi, Hund kuralı ve Aufbau prensibi dir. Bunlar;
Pauli prensibi: Wolfgang Pauli tarafından 1925 'te ortaya atılan bu
kural; bir atomda, herhangi iki elektronun bütün kuantum sayıları
birbirinin aynı olamaz, en az birinin farklı olması gerekir veya bir
atomda birden fazla elektronun aynı kuantum sayıları setine sahip
olamayacağını söyleyen ilkedir. Pauli' ‘den önce elektronun enerji
seviyesini gösteren üç tane kuantum sayısı (baş kuantum sayısı, yan
kuantum sayısı ve manyetik kuantum sayısı) belirtilmişti. Pauli,
elektronun spini ile ilgili dördüncü kuantum sayısını ifade etmiştir. Bu
elektronlar bir arada bulunamazlar. Pauli, bu prensibiyle 1945 'te Nobel
Fizik ödülünü kazanmıştır.
Hund kuralı: Elektronlar enerji seviyelerine yerleşirken orbitallere
önce birer birer girerler sonra tekrar baştan başlayarak ikinciler girerek
orbitalleri doldururlar.
Aufbau prensibi (Building up prensibi): Elektronlar enerji
seviyelerine girerlerken n + l toplamına göre yerleşirler (n = baş
kuantum sayısı, l = yan kuantum sayısı) ve elektron öncelikle n + l
toplamı küçük olana girer. Eğer toplamlar eşit ise öncelikle n ‘si küçük
olana girer.

Örneğin; 3d ve 4s orbitalleri boşsa elektron önce hangisine girer?


3d için n + l = 3 + 2 = 5
4s için n + l = 4 + 0 = 4 olur ve elektron önce 4s ‘e girer.
Örneğin; 3d, 4p ve 5s orbitalleri boşsa elektron önce hangisine girer?
3d için n + l = 3 + 2 = 5
4p için n + l = 4 + 1 = 5
5s için n + l = 5 + 0 = 5 olur ve üçü de eşit olduğu için
elektron öncelikle n ‘si küçük olan 3d ‘ye girer.

Bu prensibe göre elektronların enerji seviyelerine yerleşimi grafik


halinde aşağıdaki gibi görülebilir (Şekil 3.9 ve 3.10):

Şekil 3.9. Elektronların enerji seviyelerine yerleşimi sırası.


Şekil 3.10. Elektronların enerji seviyelerine yerleşimi sırası.

Yukarıda sayılan kurallara göre elektronların element atomlarındaki


yerleşimleri (Konfigürasyonları) şöyledir;

[1H] = 1s1

[2He] = 1s2

[3Li] = 1s2 2s1

[4Be] = 1s2 2s2

[5B] = 1s2 2s2 2p1

[6C] = 1s2 2s2 2p2

[7N] = 1s2 2s2 2p3

[8O] = 1s2 2s2 2p4

[9F] = 1s2 2s2 2p5

[10Ne] = 1s2 2s2 2p6


[11Na] = [Ne] 3s1
[12Mg] = [Ne] 3s2
[13Al] = [Ne] 3s2 3p1
[14Si] = [Ne] 3s2 3p2
[15P] = [Ne] 3s2 3p3
[16S] = [Ne] 3s2 3p4
[17Cl] = [Ne] 3s2 3p5
[18Ar] = [Ne] 3s2 3p6
[19K] = [Ar] 4s1
[20Ca] = [Ar] 4s2

Geçiş elementlerinde; 21 numaralı Sc ile başlayan ve 10 arlı üç sıra


halinde periyodik sistemde yer alan geçiş elementlerinde yukarıda
sayılan kurallar gereği olarak alt enerji seviyelerinde boşluk olmasına
rağmen elektronlar öncelikle üst seviyelerine girmiş daha sonra alt enerji
seviyelerine girmiştir. Geçiş elementlerinin 1. sırasında bulunan
elementlerin atomlarında elektronlar önce 4s yörüngesine girmiş ve
doldurmuş daha sonra 3d orbitallerine elektronlar girmeye
başlamışlardır:
[21Sc] = [Ar] 4s2 3d1
[22Ti] = [Ar] 4s2 3d2
[23V] = [Ar] 4s2 3d3
[24Cr] = [Ar] 4s1 3d5 olur, [Ar] 4s2 3d4 olmaz . Çünkü d orbitallerin
herbirinde 1 er elektron olması yarı kararlı hali oluşturur ve atom bu
hale gelmeyi tercih eder. Bunun için de 4s 2 deki elektronlardan biri d
orbitaline aktarılarak yani 3d5 olarak yarı kararlı halin oluşması sağlanır
ve 4s de tek elektron kalır:

3d 4s
3d 4s
Sonraki elektron öncelikle 4s ‘e girer ve 4s dolmuş olur. Mn atomu
böyledir:
[25Mn] = [Ar] 4s2 3d5
Sonra elektronlar d orbitallerine girmeye devam eder;
[26 Fe] = [Ar] 4s2 3d6
[27 Co] = [Ar] 4s2 3d7
[28 Ni] = [Ar] 4s2 3d8
[29Cu] = [Ar] 4s1 3d10 olur, [Ar] 4s2 3d9 olmaz. Çünkü d orbitallerin
herbirinde 2 şer elektron olması tam kararlı hali oluşturur ve atom bu
hale gelmeyi tercih eder. Bunun için de 4s2 deki elektronlardan biri d
orbitaline aktarılarak yani 3d10 olarak tam kararlı halin oluşması sağlanır
ve 4s de tek elektron kalır:
Sonraki elektron öncelikle 4s ‘e girer ve 4s dolmuş olur. Geçiş
elementlerinin 1. sırasındaki son element olan Zn ‘nun atomik yapısı
böyledir:
[30Zn] = [Ar] 4s2 3d10
Sonra 4p orbitallerine elektronlar yerleşmeye başlar:
[31Ga] = [Ar] 4s2 3d10 4p1
[32Ge] = [Ar] 4s2 3d10 4p2
[33As] = [Ar] 4s2 3d10 4p3
[34Se] = [Ar] 4s2 3d10 4p4
[35Br] = [Ar] 4s2 3d10 4p5
[36Kr] = [Ar] 4s2 3d10 4p6
[37Rb] = [Kr] 5s1
[38Sr] = [Kr] 5s2
Sonra Geçiş elementlerinin 2. sırası gelir ve geçiş elementlerinin genel
özellikleri gözlenmeye başlar. Ayrıca 1. sırada görülen atlamalar bu
sırada daha değişik olarak gözlenir:
[39Y] = [Kr] 4d1 5s2
[40Zr] = [Kr] 4d2 5s2
[41Nb] = [Kr] 4d4 5s1 ([41Nb] = [Kr] 4d3 5s2 olmaz) sonra d ye girer:
[42Mo] = [Kr] 4d5 5s1
[43Tc] = [Kr] 4d5 5s2
[44Ru] = [Kr] 4d7 5s1 ([44Ru] = [Kr] 4d6 5s2 olmaz) sonra d ye girer:
[45Rh] = [Kr] 4d8 5s1
[46Pd] = [Kr] 4d10
[47Ag] = [Kr] 4d10 5s1
[48Cd] = [Kr] 4d10 5s2
Sonra 4p orbitallerine elektronlar yerleşmeye başlar:
[49In] = [Kr] 4d10 5s2 5p1
[50Sn] = [Kr] 4d10 5s2 5p2
[51Sb] = [Kr] 4d10 5s2 5p3
[52Te] = [Kr] 4d10 5s2 5p4
[53I] = [Kr] 4d10 5s2 5p5
[54Xe] = [Kr] 4d10 5s2 5p6
[55Cs] = [Xe] 6s1
[56Ba] = [Xe] 6s2
[57La] = [Xe] 6s2 5d1

Bundan sonra Lantanidler (iç geçiş elementleri) başlar ve 72 numaralı


Hf ‘a kadar devam eder (14 lü sıra). Bunlarda f yörüngelerine elektronlar
girmeye başlar:

[58Ce] = [Xe] 4f1 5d1 6s2


[59Pr] = [Xe] 4f3 6s2 ([59Pr] = [Xe] 4f2 5d1 6s2 olmaz)
[60Nd] = [Xe] 4f4 6s2
[61Pm] = [Xe] 4f5 6s2
[62Sm] = [Xe] 4f6 6s2
[87Fr] = [Rn] 7s1
[88Ra] = [Rn] 7s2
[89Ac] = [Rn] 6d1 7s2

Bundan sonra Aktinidler (iç geçiş elementleri) başlar ve 104 numaralı


Rf ‘ye kadar f orbitallerine elektronlar girer:
[90Th] = [Rn] 6d2 7s2
[91Pa] = [Rn] 5f2 6d1 7s2
[92U] = [Rn] 5f3 6d1 7s2
[93Np] = [Rn] 5f4 6d1 7s2
[94Pu] = [Rn] 5f6 7s2 ([94Pu] = [Rn] 5f5 6d1 7s2 olmaz)
[95Am] = [Rn] 5f7 7s2
[96Cm] = [Rn] 5f7 6d1 7s2 ([96Cm] = [Rn] 5f8 7s2 olmaz)
9 2 8 1 2
[97Bk] = [Rn] 5f 7s ([97Bk] = [Rn] 5f 6d 7s olmaz)
[98Cf] = [Rn] 5f10 7s2
[99Es] = [Rn] 5f11 7s2
[100Fm] = [Rn] 5f12 7s2
[101Md] = [Rn] 5f13 7s2
[102No] = [Rn] 5f14 7s2
[103Lr] = [Rn] 5f14 6d1 7s2
[104Rf] = [Rn] 5f 14 6d2 7s2

Asal gazlarda
En dış yörüngeleri elektronlar tarafından doldurulmuştur. Bu nedenle
kararlı bir yapıya sahiptirler. Elektronlar tamamen dolduğu için başka
element atomları ile ortaklık yapma gereksinimleri yoktur. Dolayısıyla
başka elementler ile elektron ortaklığına girmez ve onlarla bazı istisnalar
dışında bileşik meydana getirmezler. Oktet kuralı (8 li) geçerlidir ve son
yörüngelerinde 8 elektron bulunur (He hariç).
[2He] = 1s2
[10Ne] = [He] 2s2 2p6
[18Ar] = [Ne] 3s2 3p6
[36Kr] = [Ar] 3d10 4s2 4p6
[54Xe] = [Kr] 4d10 5s2 5p6
[86Rn] = [Xe] 4f14 5d10 6s2 6p6

Alkali metallerde
3 numaralı Li ile başlayıp aşağıya doğru 87 numaralı Fransiyum’a
kadar dizilen bu grup elementlerin atomlarında; son yörüngelerdeki s
orbitallerinde birer elektron vardır:
[3Li] = [He] 2s1
[11Na] = [Ne] 3s1
[19K] = [Ar] 4s1
[37Rb] = [Kr] 5s1
[55Cs] = [Xe] 6s1
[87Fr] = [Rn] 7s1

Toprak alkali metallerde


4 numaralı Be ile başlayıp aşağıya doğru 88 numaralı Radyum’a kadar
dizilen bu grup elementlerin atomlarında; son yörüngelerdeki s
orbitallerinde ikişer elektron vardır:
[4Be] = [He] 2s2
[12Mg] = [Ne] 3s2
[20Ca] = [Ar] 4s2
[38Sr] = [Kr] 5s2
[56Ba] = [Xe] 6s2
[88Ra] = [Rn] 7s2
Halojenlerde
9 numaralı F ile başlayıp aşağıya doğru 85 numaralı Astatin’e kadar
dizilen bu grup elementlerin atomlarında; son yörüngelerdeki p
orbitallerinde beşer elektron vardır:
[9F] = [He] 2s2 2p5
[17Cl] = [Ne] 3s2 3p5
[35Br] = [Ar] 4s2 3d10 4p5
[53I] = [Kr] 4d10 5s2 5p5
[85At] = [Xe] 4f14 5d10 6s2 6p5

İyonlaşma meydana geldiğinde; yani atomik yapıdan elektron


ayrıldığında, ayrılan elektronlar en dış yörüngedeki elektronlardır.
Aufbau prensibine göre geçiş elementlerinde olduğu gibi iç enerji
seviyelerinde boşluk varken elektronlar önce dış yörüngeye girmekte
daha sonra iç enerji seviyelerine girmektedirler. Bu durumda elektronlar
ayrılırken öncelikle en son girmiş olan yani iç enerji seviyelerindeki
elektronların ayrılacağı düşünülebilir. Ama elektronlar ayrılırken
öncelikle en dış yörüngede bulunan elektronlar ayrılır.
Örneğin; Titanyum’un elektronik konfigürasyonu [22Ti] = [Ar] 4s2 3d2
şeklindedir. Ti2+ iyonu meydana gelirken ayrılan 2 elektron sonradan
girdiği 3d yörüngesinden değil en dış yörünge olan 4s den ayrılır yani;
[Ti2+] = [Ar] 3d2 olur.

ATOM YARIÇAPI
Atom yarıçapı (r); en dış yörüngedeki elektron ile çekirdek arasındaki
mesafedir.
Bir atomun yarıçapı doğrudan ölçülemez. Ölçülmesi için meydana
getirdiği bileşiklerinden yararlanılır. Bileşiklerinde bileşiği meydana
getiren 2 atomun çekirdekleri arasındaki mesafe X-ışınları yardımıyla
ölçülür. Aynı atomlu bileşiklerinde ölçülen bu mesafe yarıya bölünerek
atom yarıçapı bulunabilir (r1 = r2):

Farklı olduğu takdirde değişik bileşiklerinde bu mesafe ölçülür ve


hepsindeki ortak katkı, istenen atomun yarıçapıdır.
Atom yarıçapları kesin değerler değildir ancak ortalama değerlerdir.
Eğer bu değer bir tabloda belirtiliyorsa mutlaka hangi bileşikte
ölçüldüğünün de yanına yazılması gerekir. Ölçümlerde atomun polarize
olmamış ve bozulmamış olması gereklidir.
Atom yarıçapı periyodik sistemde:
Sağa doğru gidildikçe azalır,
Aşağı doğru gidildikçe artar.
Atom yarıçapını belirleyen 2 faktör vardır:
1) Atom numarası: Periyodik sistemde sağa doğru gidişte atom
numarası birer birer artarken aşağıya doğru fazla sayıda artar. Atom
numarasının bu şekildeki artışı atomdaki elektron sayısının sağa doğru
birer birer (aynı ana enerji seviyesinde) artması ama buna karşılık
aşağıya doğru daha çok farkla artması demektir ki bu da elektronların
daha üst enerji seviyelerine yani çekirdekten daha uzak enerji
seviyelerine girmesi anlamına gelmektedir.
2) Çekirdek ile elektronlar arasındaki çekim: Atom numarasında
artış olması atomdaki elektron sayısının ve aynı zamanda çekirdekteki
proton sayısının da artması demektir. Bu da çekirdeğin, en dış
yörüngedeki elektrona uygulayacağı elektrostatik çekim gücü (yani +
yük ile – yük arasındaki çekim gücü) ‘nün artması demektir. Bu
çekimdeki artış da dış yörüngedeki elektronu çekirdeğe yaklaştırır.
sağa doğru gidildikçe azalır. Bu azalma aşağıdaki örneklerde net olarak
görülmektedir:
3Li 4Be 5B 6C 7N 8O 9F 10Ne
Toplam elektron 3 4 5 6 7 8 9 10 sırasında:
3Li .. 5B …. 9F için;
Yarıçap: 1.23 Ao 0.80 Ao 0.72 Ao dir.

Ama çok fazla sayıda elektronun yörüngelere yerleşmesi daha iç enerji


seviyelerinde elektronların da fazla sayıda bulunması demektir. Bu da en
dıştaki elektrona çekirdeğin uyguladığı çekimin önünü kesecektir.
Dolayısıyla bu çekimin azalması ile birlikte atom numarasındaki artışla
birlikte elektronların daha dış yörüngelere yerleşmesi sonucunda atom
yarıçapı periyodik sistemde aşağı doğru gidildikçe artar. Ayrıca aynı
yüklü elektronların birbirlerini itmesi de bu genişlemeye etki eden başka
bir faktördür. Bunun örnekleri aşağıda gösterilmiştir:
Örneğin alkali metallerde:
Yarıçap

[3Li] = [He] 2s1 1.23 Ao

[11Na] = [Ne] 3s1 1.57 Ao

[19K] = [Ar] 4s1 2.03 Ao

[37Rb] = [Kr] 5s1 2.16 Ao

[55Cs] = [Xe] 6s1 2.35 Ao

Örneğin halojenlerde:
Örneğin halojenlerde:
Yarıçap
[9F] = [He] 2s2 2p5 0.72 Ao
[17Cl] = [Ne] 3s2 3p5 0.99 Ao
[35Br] = [Ar] 4s2 3d10 4p5 1.14 Ao
[53I] = [Kr] 4d10 5s2 5p5 1.33 Ao
Örneğin 3B grubunda:
Yarıçap
[22Ti] = [Ar] 3d2 4s2 1.47 Ao
[40Zr] = [Kr] 4d2 5s2 1.60 A°
[72Hf] = [Xe] 4f14 5d2 6s2 1.62 Ao

Lantanit büzülmesi
Lantanitler sırasındaki elementlerin atom yarıçaplarındaki değişim
lantanit büzülmesi adını alır. İç geçiş elementlerinde (n-2)f elektronları,
bu orbitaller daha dağınık olduğundan, ns elektronlarını etkin şekilde
perdeleyemez ve bu nedenle yarıçaplarında düzenli bir küçülme olur ve
buna lantanit büzülmesi adı verilir.

Ao olarak:
La Ce Pr Nd Pm Sm Eu Gd Tb Dy Ho Er Tm Yb Lu
1.69 1.65 1.65 1.64 – 1.66 1.85 1.61 1.59 1.59 1.58 1.57 1.56 1.70 1.50

İYONLAŞMA POTANSİYELİ (ENERJİSİ)

Temel haldeki bir atomdan elektronun uzaklaştırılması için verilmesi


gerekli enerjidir.
Na  Na+ + e–
İlk elektron için İlk iyonlaşma potansiyeli adını alır. Diğerlerinden
nadiren bahsedilir. Çünkü bunlar için daha fazla enerji gerekir. Bir atom
için Tablolarda verilen değer ilk iyonlaşma potansiyelini gösterir.
Bazı atomlar çok, bazıları ise az enerji ile elektronlarını verirler.
Z*2
İP = x 13.6 eV (1 eV = 3.829 10–20 Kal = 1.602 10−19 Jül)
n2
formülü ile de hesaplanabilir. Burada n, baş kuantum sayısı, Z* ise etkin
çekirdek yüküdür. Bu formül bir elektronun uzaklaştırılması için koruma
faktörü ‘nü de içine alır. Bilindiği gibi bir atomdaki bir elektronun enerjisi
Z2/n2 nin fonksiyonudur. Çekirdek yükü arttıkça yani proton sayısı
arttıkça yani atom numarası arttıkça çekirdek ile elektronlar arasındaki
çekim artacağı için elektronun uzaklaştırılması için daha fazla enerji
harcanması gerekir gibi düşünülebilir. Halbuki iyonlaşma potansiyelleri
H ve Li için;
H ( Z=1) = 1312 KJ/mol
Li (Z=3) = 520 KJ/mol dür. Bunun nedeni;
[1H] = 1s1 ve [3Li] = 1s2 2s1 olmasında gizlidir. Hidrojendeki s 1
elektronuna göre Lityumdaki s1 elektronu çekirdekten daha uzaktadır.
Yani çekirdeğin 2s1 elektronuna uyguladığı çekim daha zayıf olacaktır.
Ayrıca çekirdeğin 2s1 elektronuna uyguladığı çekim, aradaki 1s
elektronları nedeniyle perdelenmiştir ve bu nedenle çekim daha da
azalacaktır. Dolayısıyla Li için çekirdeğin yükü (Z) yerine çekirdeğin
etkin yükü (Z*) nün alınması daha doğru olur:
Z = Z* – S dir. S, koruma veya perdeleme sabitidir.

İyonlaşma potansiyeli periyodik sistemde:


Sağa doğru gidildikçe artar,
Aşağı doğru gidildikçe azalır.
Bunun nedeni aşağıda sayılan faktörlerdir:
1. Atom yarıçapı
2. Atomun büyüklüğü
3. Atomun yükü

Daha önce söylendiği gibi atom yarıçapı periyodik sistemde: Sağa


doğru gidildikçe azalır, aşağı doğru gidildikçe artar. Sağa doğru
gidildikçe azalmasının nedeni artan proton sayısının en dış yörüngedeki
elektrona uyguladığı çekim gücünün de artmasıdır. Dolayısıyla en dış
yörüngedeki elektronu yerinden oynatabilmek için doğal olarak daha
fazla enerji gerekecektir. Bu nedenle İyonlaşma potansiyeli periyodik
sistemde sağa doğru gidildikçe artar. Örneğin;

3Li 4Be 5B 6C 7N 8O 9F 10Ne


İP (eV) 5.4 9.3 8.3 11.3 14.5 13.6 17.4 21.6 dır.
Berilyum ve azottaki düzensizliğin nedeni bu atomlardaki kararlı
yapıdır:
Be; [4Be] = 1s2 2s2 yapısına sahiptir ve elektron girmiş olan tüm
orbitaller dolmuş yani alabileceği maksimum elektronu almış ve kararlı
bir yapı oluşmuştur. Azot; [7N] = 1s2 2s2 2p3 yapısına sahiptir ve 2p
orbitallerine elektronlar birer birer yerleşmiştir yani yarı kararlı bir
yapı oluşmuştur. Neon da ise en yüksek değere ulaşmaktadır. Bunun
nedeni de yine kararlılıktır; neon bir asal gaz olarak, [10Ne] = [He] 2s2
2p6 yapısına sahiptir ve kararlı bir yapı vardır. Kararlı yani sağlam
yapılardan elektronu koparmak da doğal olarak daha zor olacaktır.
Keza: İP H = 13.6 eV, İP He = 24.6 eV dur. Bu da yine kararlılıkla
ilgilidir: [1H] = 1s1, [2He] = 1s2 yapısına sahiptir ve Helyum, bir asal gaz
olarak, s orbitali tam dolmuş ve kararlı bir yapıya sahiptir.
İyonlaşma potansiyeli periyodik sistemde aşağıya doğru gidildikçe
azalır. Çünkü elektronlar daha dış yörüngelere yerleşmişler, atom
yarıçapları büyümüş ve çekirdeğin en dış yörüngedeki elektrona
uyguladığı çekim gücü zayıflamıştır. Bu nedenle elektronu atomdan
uzaklaştırmak daha kolay hale gelir. Örneğin;

3Li ….. 8O .. 10Ne

İP (eV) 5.4 13.6 21.6

11Na ….. 16S .. 18Ar


İP (eV) 5.1 10.4 15.8
. . .
. . .
. . .
55Cs ….. 84Po .. 86Rn
İP (eV) 3.9 8.4 10.7
Halojenlerde iyonlaşma potansiyeli yukarıdan aşağı indikçe genel
kurala uygun olarak azalır:
İP (eV)
9F …….. 17.4
17Cl ……. 13.0
35Br ……. 11.8
53I ……. 10.5
Fakat halojenlerde gözlenen bu iyonlaşma potansiyelleri diğer
element atomlarına göre (asal gazlar hariç) oldukça yüksektir. Bunun
nedeni; halojenlerde p orbitallerine 5 er elektron girmiştir. 1 elektron
daha girse kendini asal gaz yapısına benzetecek ve tam kararlı hale
gelecektir. Bu nedenle sahip olduğu elektronu vermek yerine elektron
almak isteğindedirler. Dolayısıyla halojen atomlarından elektron
koparmak zordur ve bunun sonucu olarak da iyonlaşma potansiyelleri
yüksektir.
Periyodik sistemde iyonlaşma potansiyeli en düşük olan element
Sezyum (İP = 3.9 eV) iyonlaşma potansiyeli en yüksek olan element
Helyum dur (İP = 24.6 eV).

ELEKTRON AFİNİTESİ (İLGİSİ)

Yalın haldeki bir atoma elektron vermek mümkündür. Bu anda


atomdan bir enerji açığa çıkar:
X + e–  X– + Enerji
Elektron afinitesi; nötral bir atoma verilen 1 elektronun ne kadar
kuvvetle bağlandığını gösterir. Açığa çıkan enerji eV olarak ölçülür.
Elektron afinitesinin büyük olması elektronun atom tarafından kuvvetle
çekildiğini gösterir. Elektron afinitesi periyodik sistemde soldan sağa
doğru gidildikçe artar. Elektron afinitesi en büyük olan elementler
halojenlerdir ve periyodik sistemin sağ tarafında yer alırlar. Bunun
nedeni; halojenlerde p orbitallerine 5 er elektron girmiştir. 1 elektron
daha girse kendini asal gaz yapısına benzetecek ve tam kararlı hale
gelecektir. Bu nedenle elektron almak isteğindedirler. Dolayısıyla
halojen
gelecektir. Bu nedenle elektron almak isteğindedirler. Dolayısıyla
halojen atomlarına elektron vermek çok kolaydır ve sıkı bağlanırlar.
Bunun sonucu olarak da elektron afiniteleri yani elektrona olan ilgileri
yüksektir:
Elektron afinitesi (eV)
[9F] = [He] 2s2 2p5 3.60
[17Cl] = [Ne] 3s2 3p5 3.75
[35Br] = [Ar] 4s2 3d10 4p5 3.53
[53I] = [Kr] 4d10 5s2 5p5 3.20

Elektron afinitesi periyodik sistemde yukarıdan aşağı doğru indikçe


azalır. Bunun nedeni atom yarıçapının büyümesi ve en dış yörüngedeki
elektrona çekirdeğin uyguladığı çekim gücünün azalmasıdır. Çap ne
kadar küçükse elektron atoma o kadar kolay girer. Halojenlerde, aşağıya
doğru indikçe gözlenen değerlerdeki düzensizlik açıklanamamıştır.
Periyodik sistemde pek az elementin elektron afinitesi
ölçülebilmiştir. Bunun yerine elektronegativite terimi daha çok
kullanılır. Bu değer iyonlaşma potansiyeli ile elektron afinitesinin bir
çeşit ortalaması gibidir.
PROBLEMLER
1) 450 nm deki sarı ışıkla 525 nm deki kırmızı ışığın enerjileri
arasındaki farkı hesaplayınız.
2) Aşağıdaki elementlerden hangileri çiftleşmemiş elektron içermezler?
12Mg, 15P, 16S, 17Cl, 24Cr, 25Mn, 29Cu, 34Se, 86Rn
3) Aşağıda sayılan özelliklere periyodik sistemin neresinde rastlanır:
a. En kuvvetli bazik hidroksit oluşturan elementler
b. En kuvvetli asidik hidroksit oluşturan elementler
c. Metal olmayan elementler
d. En az reaktif olan elementler
e. Geçiş elementleri
f. Lantanidler
g. Elektron afiniteleri yüksek olan elementler
4) Aşağıdaki elementlerde bulunan elektronların 4 kuantum sayılarını
yazınız; Li, Sc, P, W, Cr, Cu.
5) Hangisi veya hangileri mümkündür?
a. n = 5 ; l = 4 ; ml = 3
b. n = 2 ; l = 3 ; ml = 0
c. n = 1 ; l = 1 ; ml = 1
d. n = 4 ; l = 4 ; ml = 0
e. n = 3 ; l = 2 ; ml = 3
6) Aşağıdaki atomlardan hangileri Stern-Gerlach deneyinde dağılmaya
uğrar? Be, Al, Cr, Cu, Zr, Pd, W.
7) Aşağıdaki elementlerin elektron dizilişlerini yazınız
a) 26Fe3+ :
b) 20Ca2+ :
c) 58Ce3+ :
d) 17Cl– :
8) Bir elementin 27.977 kütleli izotopundan % 92.21; 28.976
kütleli izotopundan % 4.70 ve 29.973 kütleli izotopundan % 3.09
bulunduğuna göre bu elementin atom ağırlığı nedir?
9) Xe (ksenon) 54 atom numaralı elementtir. Bu atomda kuantum
sayıları; l = 2, ml = –2, ml = +3 ve ms = +1/2 olan kaç elektronu vardır?.
4.KİMYASAL BAĞLAR
KİMYASAL BAĞLAR
Yeteri kadar bir kuvvetle bir arada tutulan atomlardan meydana
gelmiş elektrikçe nötral bir kümeye molekül, molekül içerisinde yer alan
atomlar arasındaki çekme gücüne kimyasal bağ denir.
Atomların molekül meydana getirmek üzere bir araya gelmelerinin
nedeni kendilerini kararlı yapıya ulaştırmak içindir. En kararlı yapı asal
gaz yapısı olduğu için atomlar bu şekilde kendilerini, kendilerinden önce
veya sonra gelen asal gaz yapısına benzetmeye çalışırlar. Molekül
meydana geldiğinde yalın atomlara göre enerjiler değişir ve molekülün
enerjisi yalın haldeki atomların toplam enerjisinden daha düşük olur
(enerjisi düşük olan sistem kararlıdır).
2 atom molekül oluşturmak üzere yan yana geldiğinde şunlar olur:
1) 1. Atomun çekirdeği ile 2. atomun elektronları arasında bir
elektrostatik çekim meydana gelir,
2) 2 Atomun çekirdekleri ve elektronları arasında aynı yüklü
olmaları nedeniyle bir itme meydana gelir.
İki atom arasındaki yakınlaşma bu iki kuvvetin dengeye geldiği ana
kadar olur ve molekül meydana gelir.

TEORİLER
Moleküllerin meydana gelişi hakkında iki teori vardır:
1) Molekül orbital teorisi
Bu teoriye göre; 2 atom birbirine yakınlaştığı zaman, bu iki atomun
yalın haldeki çekirdekleri yan yana gelir, bunların etrafında değişik
enerjili molekül orbitalleri oluşur (Şekil 4.1). Her iki atomdaki tüm
elektronlar bu şekilde meydana gelen molekül orbitallerinde yer alır ve
bunlar her iki atoma da aynı derecede aittir.

Şekil 4.1. Molekül orbital teorisine göre molekül orbitallerinin oluşumu.

1) Valens bağ teorisi


Bu teoriye göre; 2 atom birbirine yakınlaştığı zaman, çekirdekler yan
yana gelir ve yalın hale göre bir değişme olmaz. Ama elektronlar zamanın
belli kısmında bir çekirdek üzerinde diğer kısmında ise ikinci çekirdek
üzerinde yer alırlar. Böylece elektronlar ortak olarak kullanılırlar (Şekil
4.2).

Şekil 4.2. Valens bağ teorisine göre molekül oluşumu.

Yukarıda anlatılan teorileri HF molekülünde açıklayacak olsak;


[1H] = 1s1 (1e)
[9F] = 1s 2s 2p
2 2 5 (9e) elektronik konfigürasyonlarına sahiptirler.
Buna göre; Molekül orbital teorisine göre: H ve F atomları yan yana
geldiklerinde molekül orbitalleri oluşur ve toplam 10 elektron bu yeni
orbitallerde yer alırlar. Ve de tümü her iki atoma da aittir. Böylece her
iki atom da kendisini kararlı hale getirmiş olur. Valens bağ teorisine
göre: H ve F atomları yan yana geldiklerinde elektronlar zamanın bir
kısmında H atomu üzerinde diğer kısmında ise F atomu üzerinde
bulunurlar ve böylece her iki atomu da zamanın belli bölümlerinde
kararlı yapıya çevirirler. Böylece zamanın belli bölümlerinde H, 1s 2
olarak F ise 2p6 olarak kararlı yapıya ulaşırlar.
Yukarıda anlatılan teoriler gerçekte gözlenen kimyasal olayları
açıklamak üzere ortaya atılmıştır. Bazen birisi bazen diğeri bir olayı
açıklayabilmiştir. Yani her olayı sadece bir teori ile açıklamak mümkün
olamamaktadır.
Her iki teorinin de temeli elektronların ortaklaşa kullanılmasıdır.
Elektronların ortaklanmasından bağlar oluşur. Buna Kimyasal bağ adı
verilir. Genel olarak kimyasal bağlar;
a) İyon bağı (iyonik bağ)
b) Kovalent bağ
c) Metalik bağ olmak üzere 3 çeşittir.
Ayrıca:
-Hidrojen bağları ve
-Van der Waals bağları da vardır.
LEWIS SİMGELERİ
Atomlar bağ yapmak için bir araya geldiklerinde çekirdeğe en uzak
olan elektronlar yani en dış yörüngelerdeki elektronlar etkileşirler. En
dış yani en yüksek enerjili yörüngeye (veya seviyeye) değerlik tabakası,
bu yörüngede yer alan elektronlara ise değerlik elektronları (= valans
elektronları) adı verilir. Lewis simgeleri, atomların sadece değerlik
elektronları ile gösterilmesini öngörür. Lewis ‘in adı verilen bu
simgelerde elektronlar noktalar halinde gösterilir ve bir elementin
simgesi etrafına değerlik elektronu sayısında nokta konularak ifade
edilir. Bir çift elektron için de bir çizgi çizilir.

Örneğin: , , veya yüklü ise gibi.


İYON BAĞI (İYONİK BAĞ)
İyonlaşma potansiyeli küçük bir element ile elektron afinitesi (ilgisi)
büyük bir element yan yana geldiğinde iyon bağı meydana gelir. Çünkü
bu durumda elektron aktarımı olur ve yük ayrımı meydana gelir. Bu
nedenle de iyon bağı adı verilmiştir. Elektron aktarımının olmasının
nedeni bu tür iki element yan yana geldiğinde birisinin elektron almaya
meylinin diğerinin ise elektron vermeye olan meylinin çok yüksek
olmasıdır.
İyonik bağı bir örnekle inceleyelim; CsCl buna en iyi örnektir. Cs
periyodik sistemde en düşük iyonlaşma potansiyeline (İP) sahip, Cl ise
elektron afinitesi (EA) büyük olan iki elementtir. İkisi bir araya gelerek
CsCl molekülünü meydana getirirler:
Cs + Cl  CsCl
1) Cs ([Xe] 6s1)  Cs+ ([Xe] ) + e–
İP = + 3.84 eV (sisteme verilen enerji)

2) Cl ([Ne] 3s2 3p5) + e–  Cl– ([Ne] 3s2 3p6)


([Ar])
EA = – 3.75 eV (sistemden alınan enerji)
2. basamaktaki enerji daha küçüktür (3.75 < 3.85 eV). Dolayısıyla
sanki bu reaksiyon kendiliğinden olamayacakmış gibi görünür. Halbuki
CsCl molekülü tabiatta mevcuttur. Bunun oluşumu şöyle açıklanır: 3.
basamakta CsCl meydana geldiğinde 4.1 eV luk bir enerji açığa çıkar.
Bunun nedeni: + ve – yük arasındaki 3.5 A° luk bir uzaklıktan çekim
kuvvetidir:
Aralarında r kadar mesafe bulunan iki zıt yük arasındaki çekim
kuvveti aşağıdaki formülle verilir:

q1 x q 2
Çekim Kuvveti (F) = 14.4 x
r

Cs+ ve Cl– birbirlerini 3.5 A° luk mesafeden çeker (Cs – Cl);


q1 x q 2
Çekim Kuvveti (F) = 14.4 x = 4.10 eV
r
Bu enerjinin işareti “–“ dir çünkü sistemden alınan enerjidir. Dolayısıyla
sisteme verilmesi gereken enerji 3.84 eV, sistemden alınan enerji ise
(3.75 + 4.10) = 7.88 eV dur. Bu şartlarda sistemden alınan enerji daha
fazladır ve bu sonuç bize CsCl molekülünün dışarıdan bir enerji
verilmeksizin kendiliğinden meydana gelebileceğini göstermektedir.
Hatta; sistemden alınan enerji (– işaretli) daha da yüksektir çünkü, bir
CsCl kristalinde 1 Cs ’un etrafında 8 adet Cl atomu vardır ve çekim daha
da yüksek olur (4.10 eV ‘un birkaç katı daha yüksek):

Atomlar arasında yukarıda anlatıldığı şekilde oluşan çekime iyon


bağı adı verilir.
Periyodik sistemin sağındaki elementler ile solundaki elementler
(asal gazlar hariç) arasında genellikle iyon bağı meydana gelir. Çünkü
kolaylıkla elektron alıp vererek asal gaz yapısına ulaşırlar. 2. Grup ile 6.
Grup elementleri de iyonik bağ ile molekül meydana getirirler. 2.
Grubun alt sıralarındaki elementler üsttekilere göre daha kolay iyon
bağı meydana getirirler.
BaCl2 de Ba, 2 adet Cl ‘a iyon bağı ile tutunmuştur:
Ba – 2e–  Ba2+
2Cl + 2e–  2Cl–
Genellikle tuz denilince iyonik yapılı bileşikler anlaşılır. Bunlar
genellikle katıdırlar ve erimiş halleri elektriği iletir.
KOVALENT BAĞ
Bazı atomlar arasında elektron aktarılması tam olmaz ve elektronlar
ortaklaşa kullanılır. İki atom arasında elektron ortaklığı varsa kovalent
bağ oluşur (hayali) Örneğin; H2, HF, F2, Cl2, H2O, CO2 gibi.
Aynı atomlardan meydana gelmiş molekülsel yapılı bileşiklerde
elektronun tamamen koparılması düşünülemez. Örneğin H2 de;
[1H] = 1s1 ve [1H] = 1s1 yanyana gelmiştir. Hidrojenlerin çekim
kuvveti aynıdır ve elektronlar tamamen bir tarafa çekilemez ancak ortak
kullanılabilir. İki atom itme = çekme olana kadar birbirlerine yaklaşır.

Örneğin F2 de,
[9F] = 1s2 2s2 2px2 2py2 2pz1
[9F] = 1s2 2s2 2px2 2py2 2pz1
Bunda pz lerdeki 1 er elektron ortaklanır. Bağ meydana gelebilmesi
için mutlaka 2 elektronun ortaklığı gerekir. Valens bağ teorisine göre;

şeklinde elektron ortaklığı,


HF de ;
[1H] = 1s1
[9F] = 1s2 2s2 2px2 2py2 2pz1

şeklinde elektron ortaklığı gerçekleşir.


Kovalent bağ oluşumu
Kovalent bağ meydana gelirken şu iki olgu bağın meydana
gelmesinde önemli rol oynar:
1) Pauli prensibi,
2) Bağ oluşurken potansiyel enerjideki değişim.

Bağ meydana gelirken 2 elektron bir araya gelir ve bunların spinleri


birbirine zıttır (Pauli prensibi). Aksi takdirde zaten bir araya
gelemezler. Zıt spinli 2 elektron yan yana geldiğinde potansiyel enerjide
bir düşme olur. Bunun nedeni; elektronların yalın halde olduklarından
daha geniş bir hacim içerisine (molekül orbitalleri) girmiş olmaları ve
zıt spinleri nedeniyle birbirlerini çekmeleridir. Potansiyel enerjideki
düşmenin maksimum olduğu noktada (Şekil 4.3 de C noktası) kovalent
bağın meydana geldiği düşünülür. Potansiyel enerjideki bu düşme ancak
zıt spinli elektronlar arasında meydana gelir. C noktasından sonra
potansiyel enerjideki artışın nedeni ise aynı yüklü elektronların
birbirlerini itmeleridir. Potansiyel enerjideki düşme ne kadar fazla ise
molekül o kadar kararlıdır. Ayrıca bu düşüş atomlar arasındaki uzaklık
konusunda da fikir verir. Örneğin; H–H bağındaki atomların çekirdekleri
arası uzaklık 0.74 A° dür (Şekil 4.3 de C noktasında).

Şekil 4.3. Kovalent bağ oluşumu


Elektron ortaklığı sadece birer elektron arasında olmaz, birden fazla
elektron arasında da ortaklık meydana gelebilir. Bu durumda iki atom
arasında çoklu bağlar oluşur. Örneğin O2 molekülünde; iki tane oksijen
atomu yanyana gelip bağ yapmaktadır:
[8O] = 1s2 2s2 2px2 2py1 2pz1
[8O] = 1s2 2s2 2px2 2py1 2pz1
Bağ meydana gelirken elektron ortaklığı söz konusudur ve 2 tane p
orbitalindeki birer elektron girişim yapar, ortaklaşır. Bunun sonucunda
oksijen atomlarının ikisi de oktete varır. Aralarında da çift bağ (ikili bağ)
meydana gelir:
Oktet Kuralı
Kovalent bir bileşiği oluşturan atomlar, değerlik kabuğunda yani son
yörüngesinde sekiz elektron bulununcaya kadar elektronlarını
ortaklaşa kullanırlar ve böylece soy gazların elektronik yapısına
ulaşırlar. Buna oktet kuralı denir. Sadece H atomu değerlik
elektronlarını ikiye tamamlayarak He atomuna benzer. Lewis yapısının
çiziminde oktet kuralı temeldir.
Örneğin N2 molekülünde iki tane azot atomu yanyana gelip bağ
yapmaktadır:
[7N] = 1s2 2s2 2px1 2py1 2pz1
[7N] = 1s2 2s2 2px1 2py1 2pz1

Bağ meydana gelirken 3 tane p orbitalindeki birer elektron girişim


yapar, ortaklaşır. Bunun sonucunda azot atomlarının ikisi de oktete
varır. Aralarında da üçlü bağ meydana gelir:

Bağlar, atomlar arasındaki uzaklığı da belirler; bağ sayısı arttıkça


atomlar arasındaki mesafe de kısalır. Örneğin; etan, etilen ve asetilen
moleküllerinde C– C arasındaki bağ uzunlukları aşağıdaki gibidir;

1.34 A° 1.33 A° 1.20 A°


Bir başka örnek de oksijen ve azotun bağlarında görülür:

1.48 A° 1.21 A° 1.45 A° 1.10 A°


Koordinatif kovalent bağ (Donör – akseptör bağı):
İki atom arasındaki bağı meydana getiren elektronların yalnızca bir
atom tarafından verildiği bağlara koordinatif kovalent bağ adı verilir.
Bunun en önemli örneği amonyum iyonudur (NH4+). Amonyum
iyonunda; amonyak molekülüne bir hidrojen bağlanmaktadır. Hidrojen
atomu amonyak molekülüne üzerindeki elektronu bırakarak yaklaşır.
Azot atomu üzerindeki ortaklanmamış elektron çifti hidrojen atomu ile
azot atomu arasında paylaşılarak bir bağ meydana gelir. Yani bağdaki
elektronların tamamı azot atomu tarafından verilmiştir. Reaksiyonda da
elektronun veriliş yönü ok ile gösterilir:

Başka bir örnek ise amonyak ile bor triflorür arasındaki reaksiyondur:

Bor üzerindeki “–“ işareti, bor atomu üzerinde elektron boşluğunun


varlığını gösterir. Azot üzerindeki ortaklanmamış elektron çifti bor
atomu ile azot atomu arasında paylaşılarak bir bağ meydana gelir. Yani
bağdaki elektronların tamamı yine azot atomu tarafından verilmiştir.
Bir başka örnek sülfür iyonu ile elementel kükürt arasındaki
reaksiyondur:
Kovalent bağlar ikiye ayrılır:
1) Apolar kovalent bağlar: Aynı cins iki atom arasında meydana
gelmiştir; H–H ve F–F gibi. Bağdaki elektronlar her iki atom tarafından
eşit oranda çekilmekte ve paylaşılmaktadır. Bu moleküllerde yük
dağılımı ağırlık merkezine göre simetriktir.
2) Polar kovalent bağlar: Ayrı cins atomlar arasında meydana
gelmiştir; H–F, H–Cl, Cl–F, H2O gibi. Bu moleküllerde yük dağılımı ağırlık
merkezine göre simetrik değildir. Bağdaki elektronlar her iki atom
tarafından eşit oranda çekilip paylaşılmamaktadır. Örneğin;

H – F, Cl – F, O
+ – + – H – H
+ +
Çünkü her iki atomun elektronegativiteleri yani elektrona karşı
duydukları ilgi birbirinden farklıdır. Bu da bağdaki elektronların bir
atoma daha fazla ait olduğunu gösterir. Su molekülünde simetri varmış
gibi görünse de bağ eksenlerine göre bakıldığında üst üste çakışma
olmamaktadır.
Polar kovalent bağlı moleküllerde 2 kutup vardır. Bunun gibi iki farklı
kutup (uç) bulunduran moleküllere dipol molekül (=2 kutuplu) adı
verilir. Dipol özelliği dipol momenti (µ) ile belirtilir. Bu bir kantitatif
değerdir. Dipol momentinin birimi Debye (D) dır ve moleküldeki + yük
ile – yük arasındaki uzaklığın (d) yükle (q) çarpımına eşittir: µ = d x q;

Debye; 0.208 elektron yükünün aralarındaki uzaklık olan 1Ao ile


çarpımıdır. Yani; 0.208 x 1 = 1D = 0.208 Ao dır.
Örneğin; KCl de K+ ve Cl– arasındaki uzaklık 2.67 Ao dür. D si kaç olur?
1
D= x 2.67 ≈ 13 dür. KBr de bu değer ≈ 10.5 dur.
0.208
Aynı zamanda 1D = 3.34 10–30 Kulon.m dir.
Dipol momenti aynı zamanda kovalent bağın kısmi iyonik karakterini de
gösterir. Çünkü bağı meydana getiren atomların elektronegativiteleri
yani elektron çekim güçlerinin birbirlerinden farkı ne kadar büyükse
bağın karakteri o oranda iyonik karaktere doğru yaklaşır. Dolayısıyla
kovalent bağlar, bağlardaki atomların elektronegativitelerine bağlı
olarak kısmi iyonik karakter kazanırlar.
Örneğin HCl molekülünde; q=1.60x10–19 Kulon dur. HCl
molekülündeki bağ uzunluğu da 1.27 10–10 m olduğuna ve deneysel
olarak bulunan dipol momentinin 1.03 D olduğu bilindiğine göre HCl
molekülündeki H–Cl bağının % ne kadar kısmi iyonik karaktere sahip
olduğunu bulunuz. Çözüm: Teorik olarak;
µ = 1.60 10–19 x 1.27 10–10 = 2.03 10–29 Kulon.m dir.
1D = 3.34 10–30 Kulon.m olduğuna göre: 2.03 10–29 Kulon.m =
6.08 D dır. Buna gore H–Cl bağı;
(1.03 / 6.08) x 100 = % 16.9 oranında kısmi iyonik karaktere
sahiptir.
Dipol moleküllerin hareket yönleri ve dielektrik sabitleri (ℰ )
ölçülebilir. Dielektrik sabiti yükler arasındaki çekim kuvvetini zayıflatır:
q1 q 2
F= 2
r D
Buna göre D ne kadar büyük olursa F de o kadar küçük olur.
Bir molekülün polarlığı elektriki alandaki çekilmeleri ile anlaşılabilir.
Bunun ölçümü sonucunda dielektrik sabiti bulunur. Dielektrik sabiti
şöyle bulunur: Bir kondansatörün plakları arasına vakum uygulanır ve
kapasitesi ölçülür (Co). Sonra plakların arasına madde konularak
kapasitesi ölçülür (C). Dilektrik sabiti:
C
ℰ = dır.
Co
Polar moleküllerin dielektrik sabitleri yüksektir; örneğin dielektrik
sabiti; su için 81, metanol için 32.6 ve etanol için 24.3 dir. Polar
olmayan moleküller kondansatörün kapasitesini çok fazla etkilemez.
Örneğin dielektrik sabiti; H2 için 1.00026, siklohekzan için 2.0 ve
dioksan için 2.2 dir.
Dielektrik sabiti ölçümlerinde iki kaynaktan hata gelebilir:
1. Dilektrik sabiti ölçülürken uygulanan elektrik de molekülde yük
ayrımına neden olabilir. Buna tesirle dipollük denir. Ölçümde hata
oluşturur. Bunu gidermek için çok yüksek frekanslı elektrik uygulanır.
Böylece molekül, üzerinde yük ayrımı için zaman bulamaz ve ölçülen
kapasite yalnızca molekülün yalın halde sahip olduğu polarlığa ait olur.
2. Ortaklanmamış elektron çiftleri de bazen moleküle asimetrik
özellik kazandırabilir ve bu nedenle ölçümde hata meydana gelir.

İki atomlu moleküller için polarlık veya apolarlık tahmin edilebilir.


Farklı iki atomdan meydana gelen moleküller örneğin HF ‘ün hemen
polar, dipol olan bir molekül olduğu söylenebilir. Fakat, atom sayısı
artınca tahmin zorlaşır. Örneğin 3 atomlu CO2 molekülü çizgisel bir
yapıya sahiptir, molekülün bütünü apolar ama C–O bağlarının herbiri

polardır. Bütünün apolar olmasının nedeni ağırlık merkezine göre


simetrinin olmasıdır ve, ağırlık merkezine göre katlanacak olursa yük
merkezleri üst üste çakışır:
H2O molekülünde: Su molekülü polardır. O–H arasındaki bağlar polardır.
Eğer H2O molekülü CO2 gibi çizgisel olsaydı molekülün bütününün
apolar olması gerekirdi, halbuki polar bir yapıya sahiptir. Bunun
olabilmesi için açısal bir yapının olması gerekir ve gerçekten de H ler
arasında ~105o lik bir açı vardır. Oksijene göre O–H bağları
katlandığında birbiri üzerine çakışmaz ve bu nedenle molekülün bütünü
polardır.

İyonik ve kovalent bağlar arasında kesin bir ayrım yoktur. Birleşen


atomlara göre bağ, aynı atomlular hariç, az veya çok polardır. Atomların
elektronegativiteleri arasındaki fark çok büyükse iyonik bağ olur.
Periyodik sistemde 1. ve 2. Gruptaki atomlar ile 6. ve 7. Gruptaki atomlar
arasında iyonik bağ meydana gelir.
ELEKTRONEGATİFLİK (Elektronegativite)

Genelde elektron çekme kuvvetidir. “N” ile gösterilir. Tayini


aşağıdaki formüle göre yapılır:

𝐄𝐥𝐞𝐤𝐭𝐫𝐨𝐧 𝐚𝐟𝐢𝐧𝐢𝐭𝐞𝐬𝐢 + İ𝐲𝐨𝐧𝐥𝐚ş𝐦𝐚 𝐩𝐨𝐭𝐚𝐧𝐬𝐢𝐲𝐞𝐥𝐢


𝐍=
𝟏𝟑𝟎

Örneğin; elektron ilgisi en yüksek olan F atomu için:


Elektron afinitesi = 98.5 KKal/mol
İyonlaşma potansiyeli = 429.0 KKal/mol dür. Buna göre:

98.5 + 429.0
N= = 4.06 ≅ 𝟒 olarak bulunmuştur.
130
Periyodik sistemde;
En elektronegatif atom F dur (N = 4)
En az elektronegatif atom ise Cs dur (N = 0.7)
Yani periyodik sistemdeki atomların elektronegativite değerleri 0.7 –
4.0 arasında değişir. Örneğin;
Atom N Atom N
H 2.1 F 4.0
C 2.5 Cl 3.0
N 3.0 Br 2.8
I 2.5
Bağı meydana getiren atomların elektronegativiteleri arasındaki fark ne
kadar büyükse o atomlar arasındaki bağ o kadar fazla polar, ne kadar
küçükse o atomlar arasındaki bağ o kadar apolardır. Örneğin;
N – H için ΔN = 3.0 – 2.1 = 0.9
C – H için ΔN = 2.5 – 2.1 = 0.4
dür. Buna göre N – H bağı C – H bağına göre daha polardır.
Elektronegatiflik periyodik sistemde;
Sağa doğru gidildikçe artar,
Aşağı doğru gidildikçe azalır.
Bir bağdaki atomlardan birisinin elektronegatifliğin daha fazla olması
elektronun o atom etrafında daha fazla döndüğünü gösterir.
Elektronegatiflik hesaplamasında bağ enerjilerinden yararlanılır. Bağ
enerjisi: İki atom arasındaki bağı parçalayıp atomları yalın (nötral) hale
getirmek için verilmesi gereken enerjidir. Bağ enerjisi, kimyasal
reaksiyonda açığa çıkan enerjiden yararlanılarak hesaplanır. Örneğin;
H2 molekülü için bağ enerjisi 103 KKal dir. Yani:
H2 + 103 KKal  H + H dir.
1 mol H2 gazı normal şartlar altında 22.4 L hacim kaplar. Bu ayrıca
2 x 6.023 10–23 tane H atomu demektir. 2 atom için 103 / 6.023 10 –23 =
17.1 10–23 KKal dir. Herbir H atomu bu bağda elektronları eşit olarak
paylaştığı için herbir H atomu bu bağa;
17.1 10–23 / 2 = 8.55 10–23 KKal lik bir katkıda bulunur.
Cl2 + 57.2 KKal  Cl + Cl dir.
Cl2 molekülü için bağ enerjisi 57.2 KKal dir. 2 atom için 57.2 / 6.023
10–23 = 9.50 10–23 KKal ve bağdaki herbir klorun bağa katkısı: 4.75
10–23 KKal olarak bulunur.
Yukarıdaki H2 ve Cl2 molekülleri için hesaplanan değerler bilinirken
HCl molekülü incelenecek olursa: eğer her iki atom da bağa eşit katkıda
bulunsaydı H–Cl bağının enerjisinin teorik olarak:
8.55 10–23 + 4.75 10–23 = 13.30 10–23 KKal/mol olması gerekirdi.
Halbuki HCl bağı için deneysel olarak bulunan değer 102 KKal veya bağ
başına 16.90 10–23 KKal/mol dür. Teorik ile deneysel değerler
arasındaki fark H–Cl bağında elektronların eşit paylaşılmadığını
gösterir. Dolayısıyla bağ daha dayanıklıdır. Çünkü elektronlar daha
elektronegatif olan Cl atomu etrafında daha fazla dolaşır ve bunun
sonucunda + ve – kutuplar oluşur ve aralarında ayrıca bir elektrostatik
çekim meydana gelir. Yani HCl molekülünde bağ 13.30 10–23 KKal/Mol
lük bir enerji verilince parçalanmıyor ancak 16.90 10 –23 KKal/Mol lük
bir enerji verilince parçalanabiliyor demektir. Bu, bağdaki elektron
çiftinin eşit olarak paylaşılmasından meydana gelen bağdan daha
sağlam olduğunu ifade eder.
Aşağıda halojenlerin ve hidrojen atomu ile halojenlerin meydana
getirdiği moleküllerdeki bağ enerjileri gösterilmiştir:

Bağ Hesaplanan Bağ enerjisi


KKal
H–H 103.2
X–X X=F 36.0
X = Cl 57.2
X = Br 45.4
X=I 35.5

Teorik
(Bağdaki elektronlar Hesaplanan Bağ enerjisi
eşit olarak KKal
paylaşılsaydı)
H–X X=F 70.0
X = Cl 80.2
X = Br 74.3
X=I 69.4

Deneysel olarak Bağ Teorik değerden


gözlenen enerjisi farkı
KKal Δ
H–X X=F 135.0 65.0
X = Cl 102.1 21.9
X = Br 85.9 11.6
X=I 70.4 1.0
son Tabloda gözlenen fark değerlerine göre; en fazla kutuplaşma H – F
bağında görülmektedir. Bunun nedeni; halojenlerde
elektronegativitenin yukarıdan aşağıya indikçe azalması (aynı şekilde
dipol moment de azalır) ve en yüksek elektronegatifliğin flor atomunda
görülmesidir:
Elektronegativite Dipol momenti (D)
F 4.0 1.94
Cl 3.0 1.08
Br 2.8 0.78
I 2.5 0.38
METALİK BAĞ
Metal atomlarını katı ve sıvı halde bir arada tutan kuvvetlerdir. Metal
ve alaşımlarda gözlenir. Periyodik cetveldeki elementlerin yaklaşık 2/ 3
‘ü metal olduğu için metalik bağlar çok önemlidir. Metallerde değerlik
(valens) elektronları, atom çekirdekleri tarafından en zayıf
tutulanlarıdır. Bunun nedeni çekirdeğe en uzak elektronlar olmalarıdır.
Ayrıca; metallerin iyonlaşma enerjilerinin ve elektronegatifliklerinin
oldukça düşük olması da bir diğer nedendir. Metalik bağ; metal
atomlarının değerlik elektronlarının bir elektron bulutu halinde pozitif
yükler arasında dağılmasıyla oluşan bağdır ve bu şekilde elektronlar
serbestçe hareket edebilmektedirler (Şekil 4.4). Bu da metallerde
yüksek ısı ve elektrik iletkenliğine sebep olur. İyonlaşma enerjisi
azaldıkça metalik bağlar zayıflamakta ve değerlik elektronları sayısı
artıkça metalik bağ kuvveti artmaktadır. Metale bir voltaj
uygulandığında elektron denizindeki elektronlar kolayca hareket ederek
akımı taşırlar ve elektriği iletirler.

Şekil 4.4. Metalik bağ


Metalik elementlerin atomları için ortak 2 özellik vardır:
1) Metalik ve yarı metalik elementlerin serbest atomlarının iyonlaşma
enerjileri genellikle küçüktür ve her zaman 220 KKal/mol den azdır. Bunun
tek istisnası civadır ve bunun iyonlaşma enerjisi 240 KKal/mol dür. Metalik
olmayanlarda iyonlaşma enerjisi 220 KKal/mol den yüksektir.
2) Değerlik elektronlarının sayısının değerlik orbitalleri sayısından küçük
olmasıdır. Bu özellik metallerin genelde periyodik cetvelde sol tarafta
bulunmalarıyla uyumluluk göstermektedir.
HİDROJEN BAĞLARI
Hidrojen’in elektron ilgisi büyük atomlarla oluşturduğu bileşiklerde,
molekülleri bir arada tutan kuvvete hidrojen bağı adı verilir (Hidrojen
bağı terimini ilk kez Linus Pauling 1912 yılında The Nature of the
Chemical Bonds adlı kitabında kullanmıştır. 1920 de sudaki hidrojen
bağlarının yapısı Latimer ve Rodebush tarafından kesin olarak
tanımlanmıştır. Hidrojen bağının bulunuşu özellikle organik bileşiklerin
yapısının açıklanmasında devrim yaratmıştır. Ama hidrojen bağı gibi bir
bağın varlığını düşünen ilk kişi Leonardo da Vinci dir). H atomunun
kovalent olarak bağlandığı yüksek elektronegatiflikteki atom (F, O veya
N ile) bağ elektronlarını kendine doğru çeker ve bir hidrojen bağı
oluşturur. Hidrojen bağları; Van der Waals bağlarından daha güçlü
olmasına karşın, iyonik bağ ve kovalent bağdan daha zayıftır. Hidrojen
bağı ismi, bağın bir hidrojen atomunu kapsamasından dolayı verilmiştir.
Dipol–dipol etkileşmesinin kimyadaki en önemli örneğini teşkil eder.
Hidrojen bağları genellikle oksijen ve azot gibi negatif elektrik yüklü
atomlarla diğer negatif yüklü atomlara kovalent olarak bağlanmış
hidrojen atomları arasında oluşan bağlardır.
Hidrojen bağı; molekülleri arasında güçlü bir etkileşim meydana
getirir ve bu nedenle maddeler daha yüksek erime ve kaynama
noktasına sahip olur. Bu nedenle hidrojen bağı içeren maddelerin erime
ve kaynama noktaları Van der Waals bağı içeren maddelere göre daha
yüksektir. İki molekül birbirleriyle (intermoleküler) hidrojen bağı
oluşturabildiği gibi molekülün kendi içinde de farklı fonksiyonel
grupları arasında (intramoleküler) hidrojen bağları meydana gelebilir.
Örneğin suda hidrojen bağları; bir su molekülündeki oksijen ile diğer su
molekülündeki hidrojen atomları arasında meydana gelir. Meydana
gelen bu hidrojen bağları molekülü daha dayanıklı hale getirir ve bu
nedenle suyun kaynama noktası 100 oC dır. Sudaki hidrojen bağlarının
uzunluğu 197 pm dir. Keza aşağıda da gösterildiği gibi karboksil grubu
içeren iki molekül arasında da hidrojen bağları meydana gelebilir.
Bunlar moleküller arası hidrojen bağlarıdır.
Intramoleküler hidrojen bağlarına bir örnek ise aşağıda gösterildiği
gibi salisil aldehittir. Bu molekülde; karbonil grubuna ait oksijen ile yine
hemen yanındaki karbon atomuna bağlı hidroksil grubunun hidrojeni
arasında bir hidrojen bağı meydana gelir:

Normal bir kovalent bağ uzunluğu 0.96 Ao iken bir hidrojen bağının
uzunluğu 1.97 pm dir.
VAN DER WAALS BAĞI
En zayıf bağ türüdür. Bu bağ molekülde çok kısa bir süreyle meydana
gelen yük ayrımına dayanır. Molekülde elektronların yoğun olduğu taraf
kısmen negatif, diğer taraf da kısmen pozitif yükle yüklenir (London
kuvvetleri). Pozitif olarak yüklenmiş molekülün bir kısmı ile negatif
olarak yüklenmiş ikinci molekülün bir kısmı arasındaki kısa süreli bir
çekim meydana gelir ki buna Van der Waals bağı adı verilir. Bu bağın
gücü yaklaşık kovalent bağın binde biri kadardır. Bu bağ biçimi özellikle
nötral (apolar) moleküller arasındaki çekimi açıklamakta yararlıdır.

Örneğin; nötral gaz molekülleri arasındaki çekim ancak bu bağlanma


biçimi ile mümkün olabilmektedir. Oda koşullarında gaz halindeki bazı
apolar moleküller soğutulduğunda ve yüksek basınç uygulandığında
molekülleri birbirine yaklaşır ve ikincil bir bağ olan Van der Waals
bağları meydana gelir. Moleküler maddelerin molekül büyüklüğü
arttıkça hem zayıf olan bu bağın kuvveti artar, hem de kaynama ve
erime noktaları yükselir.
Bağların enerjileri (güçleri) aşağıdaki tabloda (Tablo 4.1.)
gösterilmiştir:
Tablo 4.1. Bağ enerjileri
Bağ Bağ enerjisi
(KKal/mol)
İyonik 150 – 370
Kovalent 125 – 300
Metalik 25 – 200
Hidrojen 5 – 10
Van der Waals <5
MOLEKÜLLERİN ŞEKİLLERİ VE HİBRİT BAĞLARI
Moleküllerin şekillerini moleküldeki atomların birbirleri ile bağlanma
biçimleri yani meydana getirdikleri bağlar oluşturur. İki atomdan
meydana gelen moleküllerin şekli mutlaka çizgiseldir. Buna karşılık üç
ve daha fazla atomlu moleküllerin şekilleri için mutlak bir yapı yoktur.
Suyun açısal bir yapıya, CH4 ‘ın tetrahedral bir yapıya sahip olması
bağları ile ilgilidir.
Kovalent bağda elektronların girişim yapması söz konusudur. 1s ‘in
uzaydaki dağılımı küreseldir. Bu orbitaller girişim yaparsa yönlenme
olmaz çünkü xyz eksenine göre simetri vardır. H2 molekülü çizgisel bir
moleküldür ve yönü yoktur;

H–H

Eğer girişim s den farklı orbitaller arasında olursa yönlenme olur.


Örneğin; H2O molekülünde H ler O ’e eksenler üzerinden yaklaşır;

Bu şekle göre su molekülünün: H O şeklinde dik olması gerekir.

Yani hidrojenler arasındaki açı 90o olmalıdır. Halbuki açı 104o 30’ dir. Bu
durum yukarıdaki şekle bakılarak açıklanamaz.
Örneğin; NH3 molekülünde H ler N ’a eksenler üzerinden yaklaşır;

H N H

Bu şekle göre amonyak molekülünde hidrojenlerin N atomuna;


şeklinde 90o lik açılarla bağlanması gerekir. Halbuki açı 106o 45’ dir. Bu
durum yukarıdaki şekle bakılarak açıklanamaz.
Keza CH4 molekülünde H atomları C atomuna aralarında ~109o lik
Keza CH4 molekülünde H atomları C atomuna aralarında ~109o lik
açılarla bağlanmıştır. Eğer eksenler üzerinden yaklaşacak olsalar H
atomlarının 90o lik açılarla bağlanması gerekirdi. H2S de bu açı 92o,
H2Se da ise 96o dir.
4, 5 ve 6 numaralı elementler olan Be, B ve C da elektronik
konfigürasyon;
[4Be] = 1s2 2s2
[5B] = 1s2 2s2 2p1
[6C] = 1s2 2s2 2p2 şeklindedir.
Bu üç atom için yukarıdaki elektronik yapılarına göre verebilecekleri
elektron sayıları nedeniyle yükseltgenme basamakları:
Be için 0,
B için 1,
C için 2 olmalıdır.
Halbuki gerçekte bu; Be da 2
B da 3
C da 4 dür.
Bu şöyle açıklanabilir;
[4Be] = 1s2 2s1 2p1 2
2 1 1 1
[5B] = 1s 2s 2px 2py 3
2 1 1 1 1
[6C] = 1s 2s 2px 2py 2pz 4
Ama bu açıklama da yeterli değil çünkü;
BeCl2 de Be, 2 adet klor atomu ile bağ yapar. Klor;
[17Cl]= [Ne] 3s2 3px2 3py2 3pz1 elektronik yapısına sahiptir. Yani p
orbitalindeki tek elektron bağlanmada yani bağ yapmakta kullanılır.
BeCl2 de iki klor atomu da bu şekilde Be ’a bağlanır. Eğer yukarıdaki
açıklama doğru olsaydı Be ’un s ve p orbitallerindeki 1 er elektronlar
klor atomundaki p orbitalinde bulunan tek elektron ile bağlanmaları
gerekirdi. Yani;
Be px – Cl pz pp bağı ve
Be s – Cl pz sp bağı yapmalıdır. Bu ise BeCl2 molekülündeki
bağların uzunluk olarak birbirlerinden farklı olmasını gerektirir.
Halbuki deneysel veriler Be ‘un her iki bağının da aynı uzunlukta
olduğunu göstermiştir. Yani bu açıklama da yeterli değildir.
Keza BF3 de de aynı durum söz konusudur, yükseltgenme
basamağına göre elektronik konfigürasyonları;
[5B] = 1s2 2s1 2px1 2py1
[9F] = 1s2 2s2 2px2 2py2 2pz1 şeklinde olmalıdır. Buna göre B, üç flor
atomu ile pz deki tek elektronlar ile sp, pp ve yine pp olmak üzere 3 bağ
yapmalıdır. Bu da 2 farklı uzunlukta bağ demektir. Halbuki deneysel
veriler B ‘un her üç bağının da aynı uzunlukta olduğunu göstermiştir.
Tüm yukarıda anlatılanlar ancak hibritleşme (melezleşme) ile
açıklanabilmiştir: hibritleşme; farklı atomik orbitallerin bir araya
gelerek yalın haldeki özelliklerinden farklı yeni ve kendisini meydana
getiren toplam orbital sayısına eşit sayıda orbital oluşturmak demektir.
Bu; su ile un ‘un karışımı sonucunda hamur oluşmasına benzer. Hamur
oluştuktan sonra artık bu ne su ne de un karakterini gösterir ve yeni bir
form olarak ortaya çıkar. Hibritleşme olabilmesi için mutlaka önce bir
elektron aktarımı olması gerekir. Ancak böylece orbitaller eşit enerjiye
sahip olurlar ve ortaklığa girebilirler.
BeCl2 molekülündeki hibritleşme şöyle açıklanır:
[4Be] = 1s2 2s2 yapısında önce 2s orbitalindeki 2 elektrondan birisi
boş olan p orbitallerden birisine atlar ve yerleşir yani;
[4Be] = 1s2 2s1 2px1 olur. Sonra 2s ve 2p deki orbitaller bir araya
gelerek sp tipinde birbirinin aynısı 2 adet yeni orbital meydana getirir.
Bunlar artık yalın haldeki s ve p karakterini göstermezler ve birer
elektron içerirler. Bu birer elektron da klor atomlarının p
orbitallerindeki birer elektron ile ortaklaşır ve bağ meydana getirir. Tek
eksen üzerinden birleşme olduğu için BeCl2 molekülü Şekil 4.5 de
gösterildiği gibi çizgisel bir yapıya sahiptir (Cl – Be – Cl). Be ‘un her iki
bağının uzunluğu da bu durumda eşittir.
Şekil 4.5. BeCl2 de hibritleşme ile bağlanma
BF3 molekülündeki hibritleşme şöyle açıklanır:
[5B] = 1s2 2s2 2p1 yapısında önce 2s orbitalindeki 2 elektrondan
birisi boş olan p orbitallerden birisine atlar ve yerleşir yani önce;
[5B] = 1s2 2s1 2px1 2py1 olur. Sonra 2s ve 2p deki orbitaller bir araya
gelerek sp2 tipinde birbirinin aynısı 3 adet yeni orbital meydana getirir.
Üs olarak yazılan rakam hibritleşmede, hibritleşmeye katılan orbital
sayısını gösterir. Hibrit orbitaller artık yalın haldeki s ve p karakterini
göstermezler ve birer elektron içerirler. Bu birer elektron da flor
atomlarının p orbitallerindeki birer elektron ile ortaklaşır ve 3 adet bağ
meydana getirir. Bu bağlar bir düzlem üzerinde meydana gelir ve
aralarında 120o lik açı vardır (Şekil 4.6). Meydana gelen BF3 molekülü
üçgen düzlem yapısına sahiptir.

Molekül yapısı

Şekil 4.6. BF3 de hibritleşme ile bağlanma ve molekül şekli


Karbon ‘da hibritleşme:
Karbon atomunda sp3, sp2 ve sp olmak üzere 3 tür hibritleşme söz
konusudur. sp3 tipi hibritleşmeler tekli bağların olduğu, sp2 tipi
hibritleşmeler çift bağların olduğu ve sp tipi hibritleşmeler ise üçlü
bağların olduğu moleküllerin yapısında meydana gelir.
sp3 hibritleşmesi: CH4 molekülü buna örnektir. Karbon;
[6C] = 1s2 2s2 2p2 şeklinde bir elektronik yapıya sahiptir. Hibritleşme
meydana gelirken öncelikle 2s deki elektronlardan birisi 2p orbitallerine
geçer ve: [6C] = 1s2 2s1 2px1 2py1 2pz1 şeklinde bir elektronik yapı
oluşur. Ardından, 1 adet s ile 3 adet p orbitali bir araya gelerek sp3
tipinde birbirinin aynısı 4 adet hibrit orbitalini meydana getirir.
Bunların her birisinde birer elektron bulunur ve her birisi 1 adet
hidrojenin 1s ‘indeki tek elektron ile ortaklaşarak bağ yapar. Bu şekilde
meydana gelen bağlara yani hibrit orbitallerinin kullanıldığı tek bağlara
σ (sigma) bağı adı verilir. Böylece CH4 molekülünde karbon atomu 4
adet sigma bağı ile 4 adet hidrojene bağlanır. Meydana gelen molekül
şekli tetrahedral (düzgün dört yüzlü= üçgen piramit) dir ve karbona
bağlı hidrojenler arasındaki açı da 109.5o dir (Şekil 4.7).
Şekil 4.7. CH4 da hibritleşme ve bağ açıları
sp2 hibritleşmesi: Etilen molekülü buna örnektir. Karbon;
[6C] = 1s2 2s2 2p2 şeklinde bir elektronik yapıya sahiptir. Hibritleşme
meydana gelirken öncelikle 2s deki elektronlardan birisi 2p orbitallerine
geçer ve; [6C] = 1s2 2s1 2px1 2py1 2pz1 şeklinde bir elektronik yapı
oluşur. Sonra 2 inci enerji seviyesindeki (kabuktaki) 1 adet s ve 2 adet p
orbitali bir araya gelerek sp2 tipinde birbirinin aynısı 3 adet hibrit
orbitalini meydana getirir. Bunların her birisinde birer elektron
bulunur. Ayrıca p orbitallerinin birisinde tek elektron kalmıştır ve
hibritleşmeye girmez. Etilen molekülünde bu şekilde bir elektronik
konfigürasyona dönüşen 2 karbon atomu yan yana gelir ve karbonların
sp2 tipindeki üçer orbitalinden birer tanesi bu 2 karbon atomu arasında
girişim yaparak bir adet tekli bağ (sigma bağı) meydana getirir.
Karbonların diğer ikişer adet sp2 tipindeki orbitallerinde bulunan birer
elektronlar ise hidrojen atomları ile girişim yaparak her bir karbonda 2
adet olmak üzere toplam 4 hidrojen’in birer elektronu ile tekli bağ
(sigma bağı) meydana getirirler. Bu sayılan bağlanmalar x-y düzlemi
üzerinde olur. Karbonların sayılan bağlanmaya katılmayan p (pz)
orbitallerindeki birer elektron ise ortaklaşarak π bağı (p – p) meydana
getirir. Meydana gelen π bağı zamanın % 50 sini düzlemin altında diğer
% 50 sini ise düzlemin üstünde geçirir (Şekil 4.8).
Şekil 4.8. Etilen molekülünde hibritleşme ve bağ açıları
sp hibritleşmesi: Asetilen molekülü buna örnektir. Karbon;
[6C] = 1s2 2s2 2p2 şeklinde bir elektronik yapıya sahiptir. Hibritleşme
meydana gelirken öncelikle 2s deki elektronlardan birisi 2p orbitallerine
geçer ve; [6C] = 1s2 2s1 2px1 2py1 2pz1 şeklinde bir elektronik yapı
oluşur. Sonra 2 inci enerji seviyesindeki (kabuktaki) 1 adet s ve 1 adet p
orbitali bir araya gelerek sp tipinde birbirinin aynısı 2 adet hibrit
orbitalini meydana getirir. Bunların her birinde birer elektron bulunur.
Ayrıca 2 adet p orbitallerinin herbirinde birer elektron kalmıştır ve
hibritleşmeye girmezler. Asetilen molekülünde bu şekilde bir elektronik
konfigürasyona dönüşen 2 karbon atomu yan yana gelir; karbonların sp
tipindeki ikişer orbitalinden birer tanesi bu 2 karbon atomu arasında
girişim yaparak bir adet tekli bağ (sigma bağı) meydana getirir.
Karbonların diğer birer adet sp tipindeki orbitallerinde bulunan birer
elektronlar ise hidrojen atomları ile girişim yaparak her bir karbonda 1
adet olmak üzere toplam 2 hidrojen’in birer elektronu ile tekli bağ
(sigma bağı) meydana getirirler. Bu sayılan bağlanmalar bir çizgi
üzerinde olur. Karbonların sayılan bağlanmaya katılmayan 2 adet p (py
ve pz) orbitallerindeki birer elektron ise ortaklaşarak 2 adet π bağı (p –
p) meydana getirir. Meydana gelen π bağları zamanın % 50 sini
düzlemin altında diğer % 50 sini ise düzlemin üstünde geçirir (Şekil
4.9).
Şekil 4.9. Asetilen molekülünde hibritleşme ve bağlar
Azot ’da hibritleşme
Azot atomunda aynen karbon atomunda olduğu gibi sp3, sp2 ve sp
olmak üzere 3 tür hibritleşme söz konusudur. sp3 tipi hibritleşmeler
tekli bağların olduğu, sp2 tipi hibritleşmeler çift bağların olduğu ve sp
tipi hibritleşmeler ise üçlü bağların olduğu moleküllerin yapısında
meydana gelir.
sp3 hibritleşmesi: NH3 molekülü buna örnektir. Azot;
[7N] = 1s2 2s2 2p3 şeklinde bir elektronik yapıya sahiptir. Hibritleşme
meydana gelirken öncelikle 2s deki elektronlardan birisi 2p orbitallerine
geçer ve; [7N] = 1s2 2s1 2px2 2py1 2pz1 şeklinde bir elektronik yapı
oluşur. Ardından, içerisinde 1 er elektron bulunan 1 adet s, 2 adet p
orbitali (py ve pz) ile 2 elektron içeren 1 adet p orbitali (px) bir araya
gelerek sp3 tipinde birbirinin aynısı 4 adet hibrit orbitalini meydana
getirir. İçerisinde 1 er elektron bulunan 3 adet sp3 hibrit orbitali
hidrojenlerin
1s deki tek elektronları ile ortaklaşarak aralarında 3 adet tekli bağ
(sigma bağı) meydana getirir. İçerisinde 2 elektron bulunan 4. sp3
hibrit orbitali doymuş olduğu için bağ yapmaya katılamaz ve sahip
olduğu 2 elektron azot üzerinde ortaklanmamış elektron çifti olarak
yer alır. Bunların sonucunda meydana gelen molekül şekli tetrahedral
(düzgün dört yüzlü= üçgen piramit) dir (Şekil 4.10). Azota bağlı
hidrojenler arasındaki açı da 107o dir (Şekil 4.10).

Şekil 4.10. Amonyak molekülünde hibritleşme ve bağlar


sp2 hibritleşmesi: Azotun çift bağlı bileşiklerinde görülür, örneği
piridin molekülüdür (C6H5N). Azot; [7N] = 1s2 2s2 2p3 şeklinde bir
elektronik yapıya sahiptir. Hibritleşme meydana gelirken öncelikle 2s
deki elektronlardan birisi 2p orbitallerine geçer ve; [7N] = 1s2 2s1 2px2
2py1 2pz1 şeklinde bir elektronik yapı oluşur. Ardından, içerisinde 1 er
elektron bulunan 1 adet s ve 1 adet p orbitali (py) ile 2 elektron içeren 1
adet p orbitali (px) bir araya gelerek sp2 tipinde birbirinin aynısı 3 adet
hibrit orbitalini meydana getirir. İçerisinde 1 er elektron bulunan sp 2
hibrit orbitalleri azota komşu olan 2 adet karbon atomunun sp2 hibrit

Şekil 4.11. Piridin molekülünde hibritleşme ve bağlar


orbitalleri ile girişim yaparak onlarla birer adet tekli bağ (sigma bağı)
meydana getirir. Sonra azot atomunda hibritleşmeye girmemiş p
orbitalindeki (pz) elektron azotun bir tarafındaki komşu karbon
atomunun sp2 hibritleşmesine girmemiş p orbitallerindeki (pz) bir adet
elektron ile ortaklaşmaya giderek bir adet π bağı (p – p) meydana
getirir. Böylece azot atomunda komşu karbon atomları ile arasında; 2
tanesi sigma biri π olmak üzere 3 adet bağ meydana gelir. İçerisinde 2
elektron bulunan px orbitali doymuş olduğu için bağ yapmaya katılamaz
ve sahip olduğu 2 elektron azot üzerinde ortaklanmamış elektron çifti
olarak yer alır (Şekil 4.11)
sp hibritleşmesi: Azotun üçlü bağlı bileşiklerinde görülür, örneği
HCN molekülüdür. Azot atomu; [7N] = 1s2 2s2 2p3 şeklinde bir
elektronik yapıya sahiptir. Hibritleşme meydana gelirken öncelikle 2s
deki elektronlardan birisi 2p orbitallerine geçer ve; [7N] = 1s2 2s1 2px2
2py1 2pz1 şeklinde bir elektronik yapı oluşur. Ardından, içerisinde 1 er
elektron bulunan 1 adet s ile 2 elektron içeren 1 adet p orbitali (px) bir
araya gelerek sp tipinde birbirinin aynısı 2 adet hibrit orbitalini
meydana getirir. İçerisinde 1 elektron bulunan sp hibrit orbitalleri
azota komşu olan karbon atomunun sp hibrit orbitalleri ile girişim
yaparak onlarla bir adet tekli (sigma bağı) meydana getirir.

Şekil 4.12. HCN molekülünde hibritleşme ve bağlar


Sonra; azot atomunda hibritleşmeye girmemiş 2 adet p orbitalindeki (py
ve pz) elektronlar aynı komşu karbon atomunun sp hibritleşmesine
girmemiş p orbitallerindeki (py ve pz) birer adet elektron ile
ortaklaşmaya giderek iki adet π bağı (p – p) meydana getirir. Böylece
azot atomunda komşu karbon ile arasında; 1 tanesi sigma iki tanesi π
olmak üzere 3 adet bağ meydana gelir. İçerisinde 2 elektron bulunan px
orbitali doymuş olduğu için bağ yapmaya katılamaz ve sahip olduğu 2
elektron azot üzerinde ortaklanmamış elektron çifti olarak yer alır
(Şekil 4.12) (H – C ≡ N:). HCN molekülü çizgisel bir yapıya sahiptir.
Oksijen ’de hibritleşme:

Oksijen atomunda sp3 ve sp2 olmak üzere 2 tür hibritleşme söz


konusudur. sp3 tipi hibritleşmeler tekli bağların olduğu, sp2 tipi
hibritleşme ise çift bağların olduğu moleküllerin yapısında meydana
gelir.
sp3 hibritleşmesi: H2O molekülü buna örnektir. Oksijen;
[8O] = 1s2 2s2 2p4 şeklinde bir elektronik yapıya sahiptir. Hibritleşme
meydana gelirken öncelikle 2s deki elektronlardan birisi 2p orbitallerine
geçer ve; [8O] = 1s2 2s1 2px2 2py2 2pz1 şeklinde bir elektronik yapı
oluşur. Ardından, içerisinde 1 elektron bulunan 1 adet s, 2 şer elektron
bulunan 2 adet p orbitali (py ve pz) ile 1 elektron içeren 1 adet p orbitali
(pz) bir araya gelerek sp3 tipinde birbirinin aynısı 4 adet hibrit

Şekil 4.13. Su molekülünde hibritleşme ve bağlar


orbitalini meydana getirir. İçerisinde 1 er elektron bulunan 2 adet sp3
hibrit orbitali hidrojenlerin 1s deki tek elektronları ile ortaklaşarak
aralarında 2 adet tekli bağ (sigma bağı) meydana getirir. İçerisinde 2
şer elektron bulunan diğer 2 adet sp3 hibrit orbitali doymuş olduğu için
bağ yapmaya katılamaz ve sahip olduğu 2 şer elektron oksijen üzerinde
ortaklanmamış elektron çiftleri olarak yer alır. Bunların sonucunda
meydana gelen su molekülünün şekli açısaldır ve Şekil 4.13 de
gösterilmiştir. Hidrojenler arasındaki açı 104.5o dir. Bunun nedeni
Sidwick – Powell kuralıdır.
Sidwick – Powell kuralı: Bu kural değişik orbitallerde bulunan
elektronların birbirlerini itme güçlerini gösterir ve:

Ortaklanmamış elektron çifti – Ortaklanmamış elektron çifti


arasındaki itme gücü > Ortaklanmamış elektron çifti – Bağ çifti
arasındaki itme gücü > Bağ çifti – Bağ çifti arasındaki itme gücü
şeklinde sıralanır.
Sidwick – Powell kuralına göre en güçlü itme gücü ortaklanmamış
elektron çifti – Ortaklanmamış elektron çifti arasında meydana gelir. Su
molekülünde de oksijen üzerinde bulunan ortaklanmamış elektron
çiftleri birbirlerini bağlardaki elektron çiftlerinden daha güçlü olarak
ittikleri için hidrojenler ile oksijen atomu arasında meydana gelmiş olan
bağları birbirine yaklaştırır ve onları çizgisellikten uzaklaştırarak arada
104.5o lik bir açının meydana gelmesine neden olur (Şekil 4.13).
sp2 hibritleşmesi: Formaldehit molekülü (HCHO) buna örnektir. Oksijen
atomu; [8O]= 1s2 2s2 2p4 şeklinde bir elektronik yapıya sahiptir.
Hibritleşme meydana gelirken öncelikle 2s deki elektronlardan birisi 2p
orbitallerine geçer ve; [8O] = 1s2 2s1 2px2 2py2 2pz1 şeklinde bir
elektronik yapı oluşur. Ardından, içerisinde 1 elektron bulunan 1 adet s
ve 2 şer elektron bulunan 2 adet p orbitali (px ve py) bir araya gelerek
sp2 tipinde birbirinin aynısı 3 adet hibrit orbitalini meydana getirir.
Ayrıca 1 elektron içeren 1 adet p orbitali (pz) hibritleşmeye katılmadan
kalır. Hibrit orbitallerden içerisinde 1 elektron bulunan 1 adet sp2
tipindeki hibrit orbitali karbon atomunun sp2 tipindeki tek elektron
içeren hibrit

Şekil 4.14. Formaldehit molekülünde hibritleşme ve bağlar


orbitali ile girişim yapar ve aralarında 1 adet tekli bağ (sigma bağı)
meydana gelir. Oksijen atomunun hibritleşmeye girmemiş p orbitalindeki
tek elektron ise karbon atomunun hibritleşmeye girmemiş p orbitalindeki
tek elektron ile ortaklaşmaya girerek aralarında 1 adet π bağı (p – p)
meydana getirir. Böylece oksijen atomu ile karbon atomu arasında birisi
sigma diğeri pi olmak üzere 2 bağ meydana gelmiş olur. İçerisinde 2 şer
elektron bulunan diğer 2 adet sp2 hibrit orbitali doymuş olduğu için bağ
yapmaya katılamaz ve sahip olduğu 2 şer elektron oksijen üzerinde
ortaklanmamış elektron çiftleri olarak yer alır (Şekil 4.14).

ÖNEMLİ NOT: Atomlar arasında hibrit orbitallerin kullanıldığı birden


fazla bağ varsa bu bağlardan bir tanesi mutlaka sigma bağıdır diğerleri pi
bağlarıdır.
orbitali ile girişim yapar ve aralarında 1 adet tekli bağ (sigma bağı)
meydana gelir. Oksijen atomunun hibritleşmeye girmemiş p
orbitalindeki tek elektron ise karbon atomunun hibritleşmeye girmemiş
p orbitalindeki tek elektron ile ortaklaşmaya girerek aralarında 1 adet π
bağı (p – p) meydana getirir. Böylece oksijen atomu ile karbon atomu
arasında birisi sigma diğeri pi olmak üzere 2 bağ meydana gelmiş olur.
İçerisinde 2 şer elektron bulunan diğer 2 adet sp2 hibrit orbitali
doymuş olduğu için bağ yapmaya katılamaz ve sahip olduğu 2 şer
elektron oksijen üzerinde ortaklanmamış elektron çiftleri olarak yer
alır (Şekil 4.14).

ÖNEMLİ NOT: Atomlar arasında hibrit orbitallerin kullanıldığı birden


fazla bağ varsa bu bağlardan bir tanesi mutlaka sigma bağıdır diğerleri
pi bağlarıdır.

Diğer hibritleşmeler:
Şimdiye kadar anlatılan hibritleşmelerde s ve p orbitalleri
hibritleşmeye girmişti. Ama d orbitallerinin de iştirak ettiği hibrit
orbitaller de vardır. Hibritleşme sonucunda meydana gelen bağlarda
molekülün şeklini belirler (Tablo 4.2)
Bu anlatılanların sonucunda molekülün şeklini veren 3 faktörün
varlığı ortaya çıkmıştır. Bunlar:
1) Merkez atomunun koordinasyon sayısı,
2) Ortaklanmamış elektron çiftleri ve
3) Hibritleşmedir.
MOLEKÜL ORBİTALLERİNİN OLUŞUMU
Molekül orbitalleri meydana gelirken atomlara ait atomik orbitaller
birleşir ve yeni molekül orbitalleri meydana gelir. Atomlara ait

Tablo 4.2. Hibritleşmeye katılan orbitaller ve molekül şekilleri


Koordinasyon Hibritleşme Kullanılan Stereokimyası
sayısı orbitaller (Uzaysal yapısı)
(bağ sayısı)
2 sp veya dp spz , dz2pz Lineer (çizgisel)
HgCl2
3 sp2 s, px, py Üçgen düzlem BCl3
Kare düzlem [PtCl4]2–
dsp2 dx2-y2, s, px, py
4 sp3 s, px, py, pz Tetrahedral
sd3 s, dxy, dyz, dxz CH4
5 dsp3 dz2, s, px, py, pz Trigonal bipiramit
[Ni(CN)5]3-
6 d2sp3 dx2-y2, dz2, s, px, Oktahedral
py, pz SF6, [CrF6]3-

elektronların tümü de artık bu yeni molekül orbitallerinde dolaşmaya


başlar.
Molekülün meydana gelmesi sırasında daha önce de anlatıldığı gibi
bir

Şekil 4.15. Bağ ve antibağ orbitallerinin oluşumu

enerji değişimi meydana gelir ve bağ meydana gelirken potansiyel enerji


düşer. Bunun olabilmesi için bağı meydana getiren elektronların
spinlerinin zıt olması gerekir. Eğer spinler aynı yönlü ise enerji düşmesi
olmaz ve bağ meydana gelmez. Bu anda ise antibağ orbitalleri meydana
gelir (Şekil 4.15).
Elektron sayısı arttıkça paralel spinli elektronların yan yana gelme
olasılıkları da artar.
Bu oluşumları basit moleküller üzerinde görelim:
1) H2 molekülünde: Molekül oluşumu için;
[1H] = 1s1 ve [1H] = 1s1 konfigürasyonundaki 2 adet hidrojen
atomu 1 er elektronları ile birlikte bir araya gelir ve ardından da bağ ve
antibağ orbitalleri meydana gelir. Toplam 2 elektron öncelikle enerjisi
düşük olan bağ orbitallerine yerleşir (Şekil 4.16). Bu şekilde meydana
gelen bağlara σ (sigma) bağı adı verilir ve aşağıdaki şekilde gösterilir:

toplam elektron sayısı


[H2] = (σ 1s)2
Molekül orbitali 1s den gelmektedir

Şekil 4.16. Hidrojen molekülünde elektronların molekül orbitallerine


yerleşimi
σ bağ ve antibağ orbitallerine elektronlar 2 şer 2 şer yerleşirler. Bu
nedenle H2 molekülünde 2 elektronun bağ orbitaline yerleşmesi
sonucunda hidrojen atomları arasında tekli bir bağ meydana gelir
(H–H). Dolayısıyla H2 molekülü mevcuttur.
2) He2 molekülünde: Molekül oluşumu için;
[2He] = 1s2 ve [2He] = 1s2 konfigürasyonundaki 2 adet helyum atomu 2 şer
elektronları ile birlikte bir araya gelir ve ardından da bağ ve antibağ orbitalleri meydana
gelir. Toplam 4 elektrondan 2 si öncelikle enerjisi düşük olan bağ orbitallerine yerleşir
(σ1s). Daha düşük enerjili seviyeye elektronlar yerleşince bir enerji açığa çıkar. Diğer 2
elektron ise bu açığa çıkan enerji yardımıyla daha yüksek enerjili antibağ

Şekil 4.17. Helyum molekülünde elektronların molekül orbitallerine


yerleşimi
orbitaline (σ*1s) çıkar ve yerleşir (Şekil4.17). Böylece bağ ve antibağ
orbitallerindeki elektron sayıları eşit olur (2 şer elektron). Bu durum
aşağıdaki şekilde gösterilir:
[He2] = (σ1s)2 (σ*1s)2
Burada σ*; antibağ orbitalini göstermektedir.
Bağ sayısı aşağıdaki eşitlikle bulunmaktadır:
Bağ orbitallerindeki – Antibağ orbitallerindeki
toplam elektron sayısı toplam elektron sayısı
Bağ sayısı =
2

He2 molekülünde bu eşitliğe göre bağ sayısı:

2 –2
Bağ sayısı = =0 dır.
2

Bu sonuç He2 molekülü olabilmesi için He atomları arasında bağ


meydana gelemeyeceğini göstermektedir. Gerçekten de Helyum
molekülü (He2) mevcut değildir.
sıradadır (Şekil 4.18).

Şekil 4.18. Molekül orbitallerindeki enerji sıralaması


3) Li2 molekülünde: Molekül oluşumu için;
[3Li] = 1s2 2s1 ve [3Li] = 1s2 2s1 konfigürasyonundaki 2 adet lityum
atomu 3 er elektronları ile birlikte bir araya gelir ve ardından da bağ ve antibağ
orbitalleri meydana gelir. Toplam 6 elektrondan 2 si öncelikle enerjisi düşük olan
σ1s bağ orbitaline yerleşir. Diğer 2 si σ*1s antibağ orbitaline yerleşir. Kalan 2
elektron ise σ2s bağ orbitaline yerleşir. Bu durum aşağıdaki şekilde şematize
edilir:
[Li2] = (σ1s)2 (σ*1s)2 (σ2s)2
Buna göre Li2 molekülündeki bağ sayısı:
4 –2
Bağ sayısı = =1 dir.
2
Yani Li2 molekülü mevcuttur ve lityum atomları arasında tekli bir bağ vardır.
4) Be2 molekülünde: Molekül oluşumu için;
[4Be] = 1s2 2s2 ve [4Be] = 1s2 2s2 konfigürasyonundaki 2 adet berilyum
atomu 4 er elektronları ile birlikte bir araya gelir ve ardından da bağ ve antibağ
orbitalleri meydana gelir. Toplam 8 elektrondan 2 si öncelikle enerjisi düşük olan
σ1s bağ orbitaline yerleşir, diğer 2 si σ*1s antibağ orbitaline yerleşir. Kalan 4
elektrondan 2 si σ2s bağ orbitaline diğer 2 si ise σ*2s antibağ orbitaline yerleşir.
Bu durum aşağıdaki şekilde şematize edilir:
[Be2] = (σ1s)2 (σ*1s)2 (σ2s)2 (σ*2s)2
Buna göre Be2 molekülündeki bağ sayısı:
4 –4
Bağ sayısı = =0 dır.
2
Yani Be2 molekülü mevcut değildir, molekül oluşturmak üzere yan yana
gelen Be atomları arasında bağ meydana gelmez. Zaten Be atomlarının elektronik
konfigürasyonlarına bakılacak olursa atomik orbitalleri (1s ve 2s) tamamen dolu
olduğu için oldukça kararlı bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla bağ yapmak meyli de
yoktur.
1) B2 molekülünde: Molekül oluşumu için;
[5B] = 1s2 2s2 2p1 ve [5B] = 1s2 2s2 2p1 konfigürasyonundaki 2
adet bor atomu 5 er elektronları ile birlikte bir araya gelir ve ardından
da bağ ve antibağ orbitalleri meydana gelir. Fakat şimdi s orbitallerinin
yanında p orbitalleri de molekül yapısına katılmaktadır. Bu durumda
σpx, πpy ve πpz bağ orbitalleri ile σ*px, π*py ve π*pz antibağ orbitalleri
oluşur. Bunların enerji büyüklükleri aşağıdaki şekilde gösterildiği
sıradadır (Şekil 4.18).

Şekil 4.18. Molekül orbitallerindeki enerji sıralaması


Bu molekül orbitalleri aynen atomik orbitallerdeki dolum kurallarına
göre elektronlar tarafından doldurulur. Yani Hund ve Pauli kuralları bu
dolumda da geçerlidir. Bor atomlarının s orbitallerinde bulunan 8
elektron enerjilerinin büyüklüğüne göre sırasıyla σ1s, σ*1s, σ2s ve σ*2s
molekül orbitallerine yerleştikten sonra p orbitallerinde bulunan 2
elektron, p elektronlarının meydana getirdiği molekül orbitallerine
yerleşmeye başlarlar ve öncelikle enerjileri daha düşük olan πp y ve πpz
bağ orbitallerine birer birer olmak üzere yerleşirler (Hund kuralı). Buna
göre bor molekülündeki toplam 10 elektronun molekül orbitallerine
yerleşimi aşağıdaki şekilde şematize edilebilir:
[B2] = (σ1s)2 (σ*1s)2 (σ2s)2 (σ*2s)2 (πpy)1 (πpz)1
Buna göre B2 molekülündeki bağ sayısı:
6 –4
Bağ sayısı = =1 dir.
2

Yani B2 molekülü mevcuttur ve bor atomları arasında tekli bir bağ


vardır.
Ayrıca; 2 elektronun πpy ve πpz bağ orbitallerine birer birer girmiş
olması bu moleküle radikalik bir özellik kazandırır. Bor molekülünün
radikalik özelliği bu elektronik yerleşim ile açıklanabilmiştir.
6 ) C2 molekülünde: Molekül oluşumu için;
[6C] = 1s2 2s2 2p2 ve [6C] = 1s2 2s2 2p2 konfigürasyonundaki 2
adet karbon atomu 6 şar elektronları ile birlikte bir araya gelir ve ardından da bağ ve antibağ orbitalleri
meydana gelir. Toplam 12 elektron Şekil 4.18 de gösterilen enerji diyagramına göre sırayla yerleşirler. p
orbitallerinde bulunan toplam 4 elektron enerjilerinin daha düşük olması nedeniyle p orbitallerinin
meydana getirdiği πpy ve πpz bağ orbitallerine önce birer birer daha sonra diğerleri aynı sıra ile girerek
doldururlar. πpy ve πpz bağ orbitallerine böylece 2 şer elektron girmiş olur ve orbitaller elektronlar
tarafından çiftleşmiş olarak doldurulur. Dolayısıyla bor molekülünde gözlenen radikalik hal bu
molekülde gözlenmez.
Bu anlatılanlara göre C2 molekülündeki toplam 12 elektronun molekül orbitallerine yerleşimi
aşağıdaki şekilde şematize edilebilir:
[C2] = (σ1s)2 (σ*1s)2 (σ2s)2 (σ*2s)2 (πpy)2 (πpz)2
Buna göre bağ sayısı:
8 –4
Bağ sayısı = =2 dir.
2
Bu sonuç C2 molekülünde karbon atomları arasında çift bağ olduğunu
gösterir. Bu bağ oldukça sağlamdır. Çünkü:
C2 molekülündeki bağ enerjisi (çift bağ vardır) = 150 KKal
B2 molekülündeki bağ enerjisi (tekli bağ vardır) = 70 KKal dir.
Görüldüğü gibi tekli bağın enerjisinin 2 katı olması beklenirken daha
yüksek bir enerjiye sahip olduğu gözlenmektedir. Bu da daha sağlam
olduğunu gösterir.
7) N2 molekülünde: Molekül oluşumu için;
[7N] = 1s2 2s2 2p3 ve [7N] = 1s2 2s2 2p3 konfigürasyonundaki 2
adet azot atomu 7 şer elektronları ile birlikte bir araya gelir ve ardından da bağ ve
antibağ orbitalleri meydana gelir. Toplam 14 elektron Şekil 4.18 de gösterilen enerji
diyagramına göre orbitallere sırayla yerleşirler. p orbitallerinde bulunan toplam 6
elektrondan 4 tanesi enerjilerinin daha düşük olması nedeniyle öncelikle πpy ve πpz
bağ orbitallerine girer. Diğer 2 elektron ise σpx bağ orbitaline girer.
N2 molekülündeki toplam 14 elektronun molekül orbitallerine yerleşimi
aşağıdaki şekilde şematize edilebilir:
[N2] = (σ1s)2 (σ*1s)2 (σ2s)2 (σ*2s)2 (πpy)2 (πpz)2 (σpx)2
Buna göre bağ sayısı:
10 – 4
Bağ sayısı = =3 dür.
2
Bu sonuç N2 molekülünde azot atomları arasında üçlü bağ olduğunu
gösterir.
8) O2 molekülünde: Molekül oluşumu için;
[8O] = 1s2 2s2 2p4 ve [8O] = 1s2 2s2 2p4 konfigürasyonundaki 2
adet oksijen atomu 8 er elektronları ile birlikte bir araya gelir ve ardından da bağ ve antibağ
orbitalleri meydana gelir. Toplam 16 elektron Şekil 4.18 de gösterilen enerji diyagramına
göre orbitallere sırayla yerleşirler. p orbitallerinde bulunan toplam 8 elektrondan 6 tanesi
enerjilerinin daha düşük olması nedeniyle öncelikle πpy, πpz ve σpx bağ orbitallerine girer.
Diğer 2 elektron ise π*py ve π*pz antibağ orbitallerine birer birer olmak üzere yerleşirler. Bu
yerleşim aynen B2 molekülünde olduğu gibi O2 molekülüne de radikalik özellik kazandırır.
O2 molekülünün paramanyetik özelliği elektronlarının molekül orbitallerine bu şekildeki
yerleşmesi ile açıklanabilmiştir (Bakınız Bölüm 3).
O2 molekülündeki toplam 16 elektronun molekül orbitallerine yerleşimi aşağıdaki
şekilde şematize edilebilir:
[O2] = (σ1s)2 (σ*1s)2 (σ2s)2 (σ*2s)2 (πpy)2 (πpz)2 (σpx)2 (π*py)1 (π*pz)1
Buna göre bağ sayısı:
10 – 6
Bağ sayısı = =2 dir.
2
Bu sonuç O2 molekülünde oksijen atomları arasında bir çift bağ
olduğunu gösterir. Ama bu çift bağ C2 molekülündeki çift bağdan daha zayıftır. Çünkü antibağ
orbitallerinde bulunan elektronlar bağ gücünü zayıflatırlar.
9) F2 molekülünde: Molekül oluşumu için;
[9F] = 1s2 2s2 2p5 ve [9F] = 1s2 2s2 2p5 konfigürasyonundaki 2
adet flor atomu 9 ar elektronları ile birlikte bir araya gelir ve ardından da bağ ve
antibağ orbitalleri meydana gelir. Toplam 18 elektron yine Şekil 4.18 de gösterilen
enerji diyagramına göre orbitallere sırayla yerleşirler. p orbitallerinde bulunan
toplam 10 elektrondan 6 tanesi enerjilerinin daha düşük olması nedeniyle
öncelikle πpy, πpz ve σpx bağ orbitallerine girer. Diğer 4 elektron ise π*py ve π*pz
antibağ orbitallerindeki birer elektronları çiftleştirmek üzere 2 şer 2 şer
yerleşirler.
F2 molekülündeki toplam 18 elektronun molekül orbitallerine yerleşimi
aşağıdaki şekilde şematize edilebilir:
[F2] = (σ1s)2 (σ*1s)2 (σ2s)2 (σ*2s)2 (πpy)2 (πpz)2 (σpx)2 (π*py)2 (π*pz)2
Buna göre bağ sayısı:
10 – 8
Bağ sayısı = =1 olur.
2
Bu sonuca göre F2 molekülünde flor atomları arasında tekli bir bağın
olması gerekir ve bu nedenle F2 molekülünün mevcut olması gerekir.
Halbuki F2 molekülü mevcut değildir. Bunun nedeni antibağ
orbitallerinde çok sayıda elektronun bulunmasıdır, bunlar meydana
gelebilecek bağı zayıflatırlar. Dolayısıyla F2 molekülü için bir araya gelen
flor atomları arasında bağ meydana gelmez. Bu durum bağ enerjileri
incelendiğinde de kolayca görülebilir:
N2 molekülündeki bağ enerjisi (üçlü bağ vardır) = 225 KKal
O2 molekülündeki bağ enerjisi (çift bağ vardır) = 118 KKal
F2 molekülündeki bağ enerjisi (tekli bağ olması gerekirdi) = 36 KKal
F2 molekülünde tekli bağ oluşsaydı, O2 molekülündeki çift bağ göz
önüne alındığında yaklaşık 60 KKal, N2 molekülündeki üçlü bağ göz
önüne alındığında yaklaşık 75 KKal seviyesinde bir enerjiye sahip
olması gerekirdi. Görüldüğü gibi ölçülen enerji seviyesi bu
beklenenlerden çok düşüktür. Dolayısıyla F2 molekülü için bir araya
gelen flor atomları arasında bağ meydana gelmez.
10) Ne2 molekülünde: Molekül oluşumu için;
[10Ne] = 1s2 2s2 2p6 ve [10Ne] = 1s2 2s2 2p6 konfigürasyonundaki 2
adet neon atomu 10 ar elektronları ile birlikte bir araya gelir ve ardından
da bağ ve antibağ orbitalleri meydana gelir. Toplam 20 elektron yine Şekil
4.18 de gösterilen enerji diyagramına göre orbitallere sırayla yerleşirler. p
orbitallerinde bulunan toplam 12 elektron σpx, πpy ve πpz bağ orbitalleri
ile σ*px, π*py ve π*pz antibağ orbitallerine girer ve tüm molekül orbitalleri
doldurulmuş olur.
Ne2 molekülündeki toplam 20 elektronun molekül orbitallerine
yerleşimi aşağıdaki şekilde şematize edilebilir:
[Ne2]=(σ1s)2 (σ*1s)2 (σ2s)2 (σ*2s)2 (πpy)2 (πpz)2 (σpx)2 (π*py)2 (π*pz)2 (σ*px)2
Buna göre bağ sayısı:
10 – 10
Bağ sayısı = =0 dır.
2

Dolayısıyla Ne2 molekülü mevcut değildir, Ne atomları arasında bağ


meydana gelmez. Zaten Ne bir asal gaz olması nedeniyle bağ yapmak
eğiliminde değildir.
5.STOKİYOMETRİ
Stokiyometri; kimyasal reaksiyonlardaki ağırlık bağıntıları ile uğraşan
daldır. Yunanca da stoicheion = element, metron = ölçmek kelimelerinden
türetilmiştir. Yani sonuç olarak bu bağıntılar yardımıyla hesaplamalar
demektir. Bu hesaplamalarda madde miktarları atomik kütlelerden
yararlanılarak hesaplanır. Çünkü bir kimyasal reaksiyonda reaksiyon
moleküller arasında olsa bile yine de birleşme atomlar arasında meydana gelir.
H + F  HF gibi.
Stokiyometride yapılacak hesaplamalarda bazı kavramların bilinmesi
gerekir. Bunlar:
ATOM GRAM
Toplam kütlesi atom kütlesinin değerine eşit olan atom topluluğudur. Bilindiği gibi
atom kütlesinde birim 12C izotopunun kütlesi tam 12 akb olarak alınarak bunun 1/12
si olan akb (atomik kütle birimi) dir. Kimyasal reaksiyon meydana gelirken acaba
sadece tek bir atomlar mı karşı karşıya gelmektedir? Örneğin H ile F ‘u kimyasal
şartlarda birleştirirken atom ağırlığı 1.00797 g olan H ile atom ağırlığı 18.998 g olan F
yan yana geldiğinde atom ağırlıkları farklı olan bu atomların acaba bir tek atomları mı
karşı karşıya gelmektedir? Cevap hayırdır. Ama bu ağırlıklar içerisinde eşit sayıda
atom vardır ve bu sayı 6.02 10–23 olan Avogadro sayısıdır. Örneğin; kükürdün atom
ağırlığı 32.064 g olduğuna göre toplamı 32.064 g olan kükürt atomları topluluğu bir
atom-gr kükürt dür. Keza Florun atom ağırlığı 18.998 g olduğuna göre toplamı
18.998 g olan flor atomları topluluğu bir atom-gr flor dur. Bu atom topluluklarının
içerisindeki atom sayısı da Avogadro sayısı
kadardır ve sabittir.
Atom gram sayısı= ağırlık / atom ağırlığı dır.
ÖRNEK PROBLEMLER

1) 3.2 g kükürt kaç atom gramdır? Kükürdün atom ağırlığı 32.064


g olduğu için: 3.2 / 32.064 ≈ 0.1 atom gr dır.
2) 1.43 atom gr oksijen (O = 16 g);
a) Kaç gramdır? 1.43 x 16 = 22.88 g dır.
b) Bir atomunun ağırlığı ne kadardır? 16 / 6.02 10–23 = 2.66 10–23 dır.
c) 1 gram CO2 içerisindeki oksijen kaç gramdır? (MA CO2 = 44 g)
44 gr CO2 de 32 g oksijen varsa
1 gr CO2 de x
x = 32 / 44 = 0.73 gr O vardır.
3) 10.8 g Ag ’deki ile aynı sayıda atom içeren Al kaç gramdır?
(Al : 27 g, Ag :108 g)
1 atom gr Ag = 108 g olduğuna göre: 10.8 / 108 = 0.1 atom gr dır.
1 atom gr Al = 27 g olduğuna göre 0.1 atom gr Al = 0.1 x 27 = 2.7 g dır.
AVOGADRO SAYISI

10 kadar çeşitli fiziksel yöntem ile 1 atom gr içerisindeki tanecik sayısı


(6.02 10–23) ortak bir görüşle tayin edilmiştir. Bunlardan bir tanesi de
katılarda hesaplamaktır. Örneğin:
AgCl ‘ün yoğunluğu 5.56 g/cm3 tür. Katı kristalinde; merkezler
arasındaki uzaklık 2.774 A° olacak şekilde Ag+ ve Cl– iyonları sıra ile bir
kübik düzen sağlayacak şekilde yerleşmiştir. Buna göre Avogadro sayısını
hesaplayınız.
AgCl = 107.870 + 35.453 = 143.323 g

V = A / d = 143.323 / 5.56 = 25.7775 cm3


3
l = 25.7775 = 2.954 cm

Her sırada: 2.954 / 2.774 10–8 = 1.065 108 tane iyon vardır.

Küpteki iyon sayısı = (1.064 108)3 = 1.205 1024 tanedir. Bu bir formül
gramındaki 2 iyonun sayısıdır (Ag+ ve Cl– ). Bir formül gramındaki AgCl
sayısı ise:
1.205 1024 / 2 = 6.025 1023 olur.
NOT: Avogadro tarafından bulunan Avogadro yasası; “aynı basınç ve sıcaklıkta bütün
gazların eşit hacimlerinde eşit sayıda molekül vardır” şeklindedir. Yapılan çalışmalarda bir
atom gram içerisinde 6.02 1023 tane atom, bir mol gram içerisinde 6.02 1023 tane molekül
olduğu çeşitli yöntemlerle bulunmuştur. Bugün deneysel olarak ulaşılmış en kesin değer;
6.02214199 1023 dür. Jean Baptiste Perrin, Avogadro sayısı terimini 1909 yılında bir
makalesinde ilk kez kullanan bilim adamıdır. Bulunan sayıya, Avogadro ‘nun bu konuda
yaptığı çok sayıdaki çalışmaları nedeniyle ismine izafeten Avogadro sayısı adı verilmiştir.
EN BASİT FORMÜL
Bir bileşik için Ampirik formül veya kaba formül de denilen bu formüller çeşitli
kimyasal formüllerden en basitidir ve ancak o bileşik hakkında çok az bilgi verir.
En basit formül şöyle yazılır: Elementlerin simgeleri yazılır sonra bu simgelerin
altlarına birbirlerine göre bağıl atom sayıları yazılır. Örneğin;
AxBy gibi ve bu; x atom gr A ile y atom gr B nin birleştiği bir bileşiği gösterir.
PROBLEMLER
1) Bir gazın 2.34 g N ve 5.34 g O içerdiği bulunmuştur. Bileşiğin
en basit formülü nedir? (O: 15.999 g , N: 14.007 g)
N 2.34 / 14.007 = 0.167 atom gr
O 5.34 / 15.999 = 0.334 atom gr dır.
Buna göre en basit formül; N0.167 O0.334 şeklinde olmalıdır. Kesirli sayıda atom
olamayacağı için tam sayılara çevrilmesi gerekir; öncelikle birbirlerine karşı bağıl
sayıları bulunur: 0.334 / 0.167 = 2 dir. Yani en basit formül; N O2 şeklinde olur.
3) % 43.6 P ve % 56.4 O içeren fosfor oksit bileşiğinin en basit
formülü nedir? (O: 15.999 g , P: 30.974 g). % 43.6 P ve % 56.4 O demek
100 gramlık bir numunenin 43.6 g ‘ı P ve 56.4 g ‘ı O demektir. Buna
göre:
P 43.6 / 30.974 = 1.41 atom gr
O 56.4 / 15.999 = 3.52 atom gr dır. Yani en basit formül;
P1.41 O3.52 şeklinde olur. Kesirli sayılar olamayacağı için:
3.52 / 1.41 = 2.5 dür. Yani; P1 O2.5 olur. Bu da tam’a çevrilecek olursa
en basit formülün P2O5 olduğunu gösterir.
1) Bir organik molekül C, H ve O den oluşmuştur. Bu molekülün
2.52 g’ı yakıldığında 4.62 g CO2 ve 1.26 g H2O meydana gelmektedir. Bu
molekülün en basit formülünü bulunuz .
44 g CO2 de 12 g C bulunuyorsa
4.62 g CO2 de x
x = 1.26 g C vardır.

18 g H2O da 2 g H bulunuyorsa
1.26 g H2O da x
x = 0.14 g H vardır.

1.26 + 0.14 = 1.40 (C + H)


2.52 – 1.40 = 1.12 g oksijen vardır.

1.26 / 12 = 0.105 / 0.070 =1.5 x 2 = 3


0.14 / 1 = 0.140 / 0.070 = 2 x 2 = 4
1.12 / 16 = 0.070 / 0.070 = 1 x 2 = 2

Yani en basit formül: C3 H4 O2 dir.


MOLEKÜL FORMÜLÜ
Molekül; bağımsız bir birim oluşturmaya yetecek kadar
sıkıca bağlanmış atomlardan yapılmış atom topluluğudur.
Molekül formülünü yazabilmek için bunu oluşturan
atomların sayısını bilmek gerekir. Atom sayıları molekül
formülündeki element simgelerinin altına yazılır. Atom
sayıları; elementel analiz, X-ışınları kristalografisi,
kriyoskopi ve ebülyoskopi gibi yani deneysel yöntemler
kullanılarak bulunur.
Bazen en basit formül molekül formülünü gösterir. Ama
her zaman böyle değildir. Örneğin; asetik asit için en basit
formül CH2O iken molekül formülü C2H4O2 dir. Buna karşılık
sülfürik asit için en basit formül H2SO4 iken molekül formülü
de H2SO4 dir.
Örnekler:
En basit Molekül
formül formülü
Benzen CH C6H6
Asetilen CH C2H2
Su H2O H2O
Sakkaroz C12H22O11 C12H22O11
Nikotin C5H7N C10H14N2
Hidrojen peroksit HO H2O2
Fosfor P P4

Görüldüğü gibi en basit formüller eğer molekül formülüne eşit


değillerse molekül hakkında çok az bilgi verirler (C6H6 için CH olması
gibi)
Eğer molekül formülündeki atom sayılarının ortak bir böleni varsa
bunun molekül formülü olma olasılığı yüksektir. Ama ortak böleni olsa da
olmasa da formüle bakarak bunun en basit formül mü yoksa molekül
formülü mü olduğu bilinemez.
Mol: Bir formülün kütlesi o formülü oluşturan atomların atom
kütlelerinin toplamına eşittir. Eğer molekül formülü kullanılıyorsa elde
edilen toplam molekül ağırlığı dır. Ağırlığı gram olarak formül ağırlığına
eşit olan madde miktarına 1 formül gram adı verilir. Eğer molekül
ağırlığına eşitse 1 mol gram veya kısaca mol adı verilir.
Mol sayısı (veya mol gram sayısı) = ağırlık / molekül ağırlığı dır.
1 mol içerisinde avogadro sayısı kadar formül birimi (molekül) vardır.
PROBLEMLER
1) NaCl ve C12H22O11 ‘ün molekül ağırlıklarını hesaplayınız.
NaCl = 23 + 35.5 = 58.5 g
C12H22O11 = (12x12) + (22x1) + (11x16) = 342 g
2) Ag2CrO4 ‘da her bir elementin yüzdesi kaçtır?
Ag2CrO4 = (2x108) + (1x52) + (4x16) = 332 g
% Ag = (216 / 332) x 100 = % 65.0
% Cr = (52 / 332) x 100 = % 15.7
%O = (64 / 332) x 100 = % 19.3

3) 0.17 g Al2(SO4)3 kaç moldür?


Al2(SO4)3 = (2x27) + (3x32) + (12x16) = 342 g
0.17 / 342 = 0.0005 mol dür (0.5 milimol (mmol)).

4) % 43.6 P ve % 56.4 O içeren fosfor oksit bileşiğinin molekül


kütlesi 284 olduğuna göre molekül formülü nedir? (O: 15.999 g , P: 30.974 g).
P 43.6 / 30.974 = 1.41 atom gr
O 56.4 / 15.999 = 3.52 atom gr dır. Yani en basit formül;
P1.41 O3.52 şeklinde olur. Kesirli sayılar olamayacağı için:
3.52 / 1.41 = 2.5 dür. Yani; P1 O2.5 olur. Bu da tam’a çevrilecek olursa en basit formülün P2O5 olduğunu
gösterir.
P2O5 = (2 x 30.974) + (5 x 15.999) = 61.948 + 79.995 = 141.943 g
284 / 141.943 = 2 olur. Yani molekül formülü = (P2O5)2 = P4O10 dur.
KİMYASAL REAKSİYONLAR
2 Ana grupta toplanabilir:

•Elektron alışverişi olmayan,


•Elektron alışverişi olan olmak üzere.

Elektron alışverişi olmayan reaksiyonlar: Genellikle iyon veya


moleküllerin birleşmesi veya ayrılması şeklinde yürür. Örneğin;

NaCl + AgNO3 →  AgCl + NaNO3 reaksiyonunda:

Na+ + Cl– + Ag+ + NO3 →  AgCl + Na+ + NO3–

Cl– + Ag+ →  AgCl

şeklinde birleşme meydana gelir.

Elektron alışverişi olan reaksiyonlar: Bu reaksiyonlar


yükseltgenme ve indirgenme reaksiyonlarıdır. Örneğin;

MnO4– + 8H+ + 5e–  Mn2+ + 4H2O


Ce3+  Ce4+ + 1e– gibi.
Yükseltgenme sayısı veya basamağı
Bir indirgenme veya yükseltgenme reaksiyonunda elektronun nereye gittiğinin
belirtilmesi gerekir. Bunu belirtmek için Yükseltgenme sayısı veya basamağı kullanılır.
Yükseltgenme sayısı veya basamağı; bir atomun sahip olmuş göründüğü elektron
yüküdür. Bu konuda bazı kurallar söz konusudur:
– Birbirine benzemeyen iki atom arasında bölüşülen elektronlar
daha elektronegatif olana aittir diye düşünülür. Örneğin H2O da; oksijen atomları daha
elektronegatiftir ve bağlardaki elektronları üzerine çeker. Böylece oksijen 2 elektrona
sahipmiş gibi görünür ve bu nedenle yükseltgenme basamağı –2 dir (yükseltgenme
basamakları + veya – olarak gösterilir), hidrojenlerin ise +1 dir.
– Benzer atomlar arasında ise eşit olarak paylaşıldığı düşünülür.
Örneğin H2 de; bağ elektronları hidrojenler arasında eşit olarak paylaşılır yani ortak
kullanılır. Bu nedenle bu molekülde hidrojenin yükseltgenme basamağı “0” dır.
Yükseltgenme sayısı veya basamağının hesabı:
1) Serbest elementlerde molekül ne kadar karmaşık olursa olsun
atomların yükseltgenme basamakları “0” dır.
Örneğin; H2 de Ho, O2 de Oo, S8 de So ve P4 de Po gibi.

2) Basit iyonlarda (bir atomdan yapılmış iyonlarda) yükseltgenme


basamağı iyonun yüküne eşittir. Örneğin; H+ de +1 , Al3+ da +3, Fe2+ da +2 gibi. 1. Grup elementlerinin
(alkali metaller) yükseltgenme basamakları her zaman +1, 2. grup elementlerinin (toprak alkali
metaller) yükseltgenme basamakları her zaman +2 dir.

3) İçinde oksijen bulunan bileşiklerde oksijenin yükseltgenme


basamağı genelde –2 dir. Örneğin; H2O ve KClO3 da olduğu gibi. İstisnası peroksitlerdir. Peroksitlerde
oksijenin yükseltgenme basamağı –1 dir. Örneğin; H2O2 , BaO2 ve Na2O2 de olduğu gibi. Ayrıca daha
elektronegatif olan F ile birleştiğinde (NF = 4, NO = 3.5) + değerlik alır. Örneğin; F2O de oksijen +2
yükseltgenme basamağındadır.

4) İçinde hidrojen bulunan bileşiklerde hidrojenin yükseltgenme


basamağı genelde +1 dir. Örneğin; H2O ve HNO3 de olduğu gibi. İstisnası hidrürlerdir. Hidrürlerde
(daha az elektronegatif atomlarla birleşmiş olduğu bileşiklerde) hidrojenin yükseltgenme basamağı –1
dir. Örneğin; NaH, CaH2 ve MgH2 de olduğu gibi.
5) Bütün yükseltgenme sayıları yüklerin korunumu ilkesine
uymalıdır.
a) Nötral moleküllerde; bütün atomların yükseltgenme
basamaklarının toplamı 0 olmalıdır. Örneğin; H2SO4 de: H; +1, S; +6 ve O; –2
yükseltgenme basamağındadır, toplamı 0 eder.
a) Kompleks iyonlarda bütün atomların görünür yüklerin
toplamı bileşiğin net yüküne eşit olmalıdır. Örneğin; Cr2O72– da: Cr; +6 ve oksijen; –2
yükseltgenme basamağındadır, toplamı –2 eder.

6) Yükseltgenme sayısı 0 veya kesirli de olabilir. Örneğin;


C12O22H11 de C ‘un yükseltgenme sayısı 0 dır.
S4O62– da S ’ün yükseltgenme sayısı 10/4 dür.
YÜKSELTGENME İNDİRGENME TERİMLERİ
Yükseltgenme: Yükseltgenme sayısının artmasıdır. Elektron verişi ile meydana gelir. Örneğin;
Cr3+  Cr6+ + 3e– veya Mn2+  Mn7+ + 5e– gibi.
İndirgenme: Yükseltgenme sayısının azalmasıdır. Elektron alışı ile meydana gelir. Örneğin;
Cl5+ + 6e–  Cl– veya Fe3+ + e–  Fe2+ gibi.
Yükseltgen madde: Karşısındaki maddeyi yükseltgeyen ama kendisi indirgenen maddedir. Bu nedenle
indirgenmiş maddedir.
İndirgen madde: Karşısındaki maddeyi indirgeyen ama kendisi yükseltgenen maddedir. Bu nedenle
yükseltgenmiş maddedir.

ÖNEMLİ NOT: İndirgenme veya yükseltgenme olayı hiçbir zaman tek başına meydana gelemez. Bir
indirgenme varsa karşısında mutlaka bir yükseltgenme, bir yükseltgenme varsa karşısında mutlaka bir
indirgenme vardır. Yani bir sistem elektron veriyorsa mutlaka karşısındaki sistem o elektronları alacaktır.
Çünkü yeryüzünde elektronötrallik geçerlidir. Aksi takdirde hep elektron alınsaydı yeryüzü + yükle
yüklenirdi veya hep elektron verilseydi yeryüzü – yükle yüklenirdi, halbuki yaşadığımız ortamda böyle bir
durum söz konusu değildir.
Otooksidasyon veya disproporsiyon: Bir molekülün aynı anda hem
yükseltgenip hem de indirgenmesi olayıdır. Örneğin; H2O2 (hidrojen peroksit)
ve C6H5CHO (benzaldehit) de;

H2O2 + H2O2 → H2O + ½ O2


–1 –1 –2 0

C6H5CHO + C6H5CHO → C6H5CH2OH + C6H5COOH


Benzaldehit Benzaldehit Benzilalkol Benzoik asit
KİMYASAL EŞİTLİKLERİN DENKLEŞTİRİLMESİ

Kimyasal eşitlikler; kimyasal reaksiyonlar hakkında bilgi veren kısa yazılışlardır. Genelde
yalnızca reaksiyona giren ve reaksiyonda meydana gelen maddeleri gösteren toplu denklemler
kullanılır, reaksiyona girmeyenler yazılmaz.

Kimyasal reaksiyonların yazılmasında kural; reaksiyona girenler sol tarafa, ürünler ise sağ
tarafa yazılır. Araları ise  , = veya  ile bağlanır. Bunlar reaksiyonun biçimini gösterir.
Tek yönlü ok reaksiyonun okun gösterdiği yönde ilerlediğini,  ise reaksiyonun bir denge
reaksiyonu olduğunu ve her iki yöne doğru da yürüyebildiğini gösterir.

Reaksiyona giren maddelerin hangi fazda oldukları bu maddeleri gösteren simgelerin altına
parantez içerisinde yazılarak gösterilir. Örneğin;
Cl2(g) + H2O + Ag+  AgCl(k) + HOCl + H+
Burada (g); gaz fazını, (k) katı fazı gösterir. İşareti olmayanlar çözelti fazındadır demektir ki
bu sulu çözeltiyi anlatır. Ancak başka çözücülerin kullanıldığı reaksiyonlar olursa, örneğin;
alkol, kloroform gibi, bunu reaksiyonda mutlaka belirtmek gerekir.
Bir kimyasal eşitlik şu üç şartı sağlamalıdır:
1) Eşitlik denel olaylara uygun olmalıdır yani hangi kimyasal
birimlerin kaybolduğu hangi kimyasal birimlerin meydana geldiği belirtilmelidir.
2) Kütlenin korunumu ilkesi sağlanmalıdır. Yani bir tarafta
bulunan madde diğer tarafta da yer almalıdır.
3) Eşitliğin sağ ve sol yanı elektrik yükü açısından eşit olmalıdır.
Denkleştirme biçimleri

1) Denetleme yolu;
Na(k) + Cl2(g)  NaCl(k) reaksiyonunda;
sağda Cl eksikliği vardır, NaCl ‘ün başına 2 yazmak gerekir. Bu
takdirde solda Na eksikliği oluşur, bunu denkleştirmek için
başına 2 konulmalıdır. Böylece reaksiyon eşitliği;
2Na(k) + Cl2(g)  2NaCl(k) şeklinde olur ve eşitlenir.
2) Elektron alışverişi olan reaksiyonlarda eşitleme;
Esas olarak iyon-elektron (yarı reaksiyon) yolu en çok kullanılan yoldur. Bu yöntemde şu şekilde bir
sıralı işlem yapılır;
a) Reaksiyon; indirgenme ve yükseltgenme olan olmak üzere iki yarı reaksiyona ayrılır.
b) Her yarı reaksiyon kendi arasında denkleştirilir. Bunun için:
i) Hidrojen ve oksijen dışındaki diğer elementler katsayı olarak denkleştirilir.
ii) Oksijen eksikliği olan tarafa H2O ilave edilir (bazik ortamlarda ise oksijen eksikliği olan tarafa iki
misli sayıda OH– ilave edilir, karşı tarafa ise H2O yazılır).
iii) Hidrojen eksikliği olan tarafa H+ ilave edilir.
iv) Negatif yük eksikliği olan tarafa e– eklenir.
c) İlave edilen elektronları denkleştirmek için yarı reaksiyonlar uygun katsayılar ile çarpılır.
d) Yarı reaksiyonlar taraf tarafa toplanır ve her iki tarafta da tekrarlanan terimler sadeleştirilir.
Bu anlatılan eşitlemeyi örnekler üzerinde gösterecek olursak;

1) Sn2+ + IO3–  Sn4+ + I– (Asidik ortam)

Sn2+ → Sn4+ IO3– → I–


Sn2+ → Sn4+ IO3– → I– + 3H2O
Sn2+ → Sn4+ IO3– + 6H+ → I– + 3H2O
Sn2+ → Sn4+ + 2e– IO3– + 6H+ + 6e– → I– + 3H2O

3/ Sn2+ → Sn4+ + 2e–


+ IO3– + 6H+ + 6e– → I– + 3H2O
IO3– + 6H+ + 3Sn2+ → 3Sn4+ + I– + 3H2O
1) Cr(OH)3 + IO3–  CrO42– + I– (Bazik ortam)

Cr(OH)3 + 2OH– → CrO42– IO3– → I– + 6OH–

Cr(OH)3 + 2OH– → CrO42– + H2O IO3– + 3H2O → I– + 6OH–

Cr(OH)3 + 5OH– → CrO42– + 4H2O IO3– + 3H2O → I– + 6OH–


(Ortam asidik olamayacağı için)

Cr(OH)3 + 5OH– → CrO42– + 4H2O + 3e–


IO3– + 3H2O + 6e– → I– + 6OH–

2/ Cr(OH)3 + 5OH– → CrO42– + 4H2O + 3e–


+ IO3– + 3H2O + 6e– → I– + 6OH–
2Cr(OH)3 + 10OH– + IO3– + 3H2O → 2CrO42– + 8H2O + 6OH– + I–
2Cr(OH)3 + 4OH– + IO3– → 2CrO42– + 5H2O + I–
ALIŞTIRMALAR
Aşağıdaki eşitlikleri denkleştiriniz:
H2O2 + Cr(OH)4– → CrO42– + H2O (Bazik ortam)
Cu2S + SO42– → SO2 + Cu2+ (Asidik ortam)
FeS + NO3– → NO + SO42– + Fe3+ (Asidik ortam)
Reaksiyondaki oksijen içeriğinin artması veya azalmasına göre eşitleme
yaparken şunlara dikkat edilmelidir :
1) Oksijen içeriği artıyorsa;
a) Asidik ortamda; oksijenin eksik olduğu tarafa eksik olan her
oksijen için bir molekül su yazılır, diğer tarafta 2H+ çıkarılır. Örneğin;
SO32– + H2O → SO42– + 2H+ + 2e–
b) Bazik ortamda; oksijenin eksik olduğu tarafa eksik olan
oksijen sayısının iki katı kadar OH– yazılır, diğer tarafa 1 mol H2O yazılır.
Örneğin;
SO32– + 2OH– → SO42– + H2O + 2e–
1) Oksijen içeriği azalıyorsa;
a) Asidik ortamda; eksilen her oksijen için 2H+ konulur ve her
2H+ için bir H2O diğer tarafa yazılır. Örneğin;
MnO4– + 8H+ + 5e– → Mn2+ + 4H2O
b) Bazik ortamda; eksilen her oksijen için bir H2O konulur ve
diğer tarafa 2OH– çıkartılır. Örneğin;
MnO4– + 2H2O + 3e– → MnO2 + 4OH–
NO3– + H2O → NH3 + OH– ‘in eşitlenmesi enteresandır;
+5 –3
N5+ + 8e– → N3–

8e– + NO3– + H2O → NH3 + OH–

8e– + NO3– + 3H2O → NH3 + 6OH– katsayıları ayarlamak için;


8e– + NO3– + 6H2O → NH3 + 9OH– şeklinde denkleşir.
Bazen bir reaksiyonda birden fazla madde indirgenip yükseltgenebilir. Bu
durumda bir madde için indirgenme veya yükseltgenmesinde toplam
olarak alıp verdiği elektronlara göre denkleştirme yapılır. Örneğin;
As2S3 + NO3– → H2AsO4– + SO42– + NO2 de oksidasyon sayıları:
+3 –2 +5 +5 +6 +4 dür.

2As3+ → 2As5+ + 4e–


3S2– → 3S6+ + 24e– olacaktır yani As2S3 molekülü toplam
olarak 28e– vermiştir. Buna göre;
28/ 1e– + 2H+ + NO3– → NO2 + H2O
+ 20H2O + As2S3 → 2H2AsO4– + 3SO42– + 36H+ + 28e–

28e– + 56H+ + 28NO3– → 28NO2 + 28H2O


+ 20H2O + As2S3 → 2H2AsO4– + 3SO42– + 36H+ + 28e–
20H+ + 28NO3– + As2S3 → 2H2AsO4– + 3SO42– + 28NO2 + 8H2O

şeklinde denkleşir.
Başka bir örnek;
CrSCN2+ + BrO– → Br– + NO3– + CO32– + SO42– + CrO42–
Bu eşitlemede en önemli nokta SCN– deki oksidasyon sayılarının
ayarlanmasıdır; atomların elektronik konfigürasyonlarına göre
alabilecekleri değerlikleri öyle seçilmelidir ki toplamı –1 olmalıdır. Buna
göre;
Cr = +3 N = +5 S = –2 C = –4 kombinasyonu veya
Cr = +3 N = –3 S = +6 C = –4 kombinasyonu seçilebilir.

Buna göre; hangi kombinasyon seçildi ise bunların NO3– , CO32– ve SO42–
daki oksidasyon sayılarına göre nasıl indirgenme veya yükseltgenmeye
uğradığı bulunmalı ve buna göre denkleştirme yapılmalıdır.
Organik bileşiklerde;
Bir karbonun değerliği;
Bağlı olduğu her bir hidrojen için =–1
Bağlı olduğu her bir karbon için = 0
Bağlı olduğu her bir heteroatom için = +1 olur. Buna göre;
CHOH da 0
CH3OH da – 2
HCOOH da + 2 dir.
Diğer atomlar için 8 (oktet) kuralı geçerlidir; N ((+5) – (–3)), S ((+6)
– (–2)) gibi.

Genelde;
Daha az elektronegatif atomla bağ için = –1
Aynı cins atomla bağ için = 0
Daha yüksek elektronegatif atomla bağ için = –1
kuralı geçerlidir.
Bazı örnekler;
OH
CH3–CH=CH–CH=O  CH3–CH–CH2–CH=O
–3 –1 –1 +1 –3 0 –2 + 1

O OH
Br–CH2–CH – CH2 + H2O  HO–CH2–CH–CH2–OH
–1 0 –1 –1 0 –1

CH3–S–CH=CH–C≡N
+3 0 –1 +3

R–NH–OH R–N=O R–O–N=O


–1 +1 +3

+5 O H –3
HO–N N–R
O H

R–CH=CH–R + MnO4– + H2O → R–CH(OH)–CH(OH)–R + MnO2 + OH


–1 –1 0 0
1) O2 ve NH3 reaksiyona girerek NO2 ve H2O meydana
getirmektedir. 40 g O2 ile 10 g NH3 dan kaç gram NO2 elde edilir (N:14,
O:16, H:1).
Öncelikle reaksiyon denkleminin denkleştirilmesi gerekir:
7O2 + 4NH3 → 4NO2 + 6H2O
Sonra hesap yapabilmek için temel maddenin hangisinin seçilmesi
gerektiği bulunur. Bunun için denkleme göre:

7 mol oksijen (224 g) 4 mol NH3 (68 g) ile reaksiyona giriyorsa


40 g oksijen x
x = 12.14 g NH3 ile reaksiyona girer.

Yani reaksiyon için elimizdeki oksijenin tamamı reaksiyona girdiğinde


12.14 g NH3 gerekmektedir. Halbuki reaksiyon için elimizde 10 g NH3
bulunmaktadır. Bu nedenle temel madde olarak NH3 alınmalıdır. Çünkü
reaksiyonun gidişini bu az olan madde belirleyecektir. Buna göre:

4 mol NH3 (68 g) dan 4 mol NO2 (184 g) meydana geliyorsa


10 g NH3 dan x
x = 27.05 g NO2 meydana gelir.
EŞDEĞER GRAM
Bir yükseltgenin bir eşdeğer gramı avogadro sayısı kadar elektron
veren madde miktarı, bir indirgenin ise bir eşdeğer gramı avogadro sayısı
kadar elektron alan madde miktarıdır.
Temelde eşdeğer gram yalnızca elektron alıp veren sistemlerde değil
aşağıda sayılan diğer sistemlerde de geçerlidir:
Ama öncelikle eşdeğer ağırlığın bilinmesi gerekir:

𝐌𝐨𝐥𝐞𝐤ü𝐥 𝐚ğı𝐫𝐥ığı
𝐄ş𝐝𝐞ğ𝐞𝐫 𝐚ğı𝐫𝐥ı𝐤 = dir.
𝐓𝐞𝐬𝐢𝐫 𝐝𝐞ğ𝐞𝐫𝐢
Tesir değeri , reaksiyona giren maddelerin cinslerine göre değişir:
1) Asitlerde: Oynak yani ortama verilebilen proton sayısıdır:
Bu tarife göre tesir değeri (T.D.); HCl için 1, H2SO4 için 2, H3PO4 için 3 ve
H3BO3 için 1 dir.
2) Bazlarda: Oynak yani ortama verilebilen OH– sayısıdır:
Bu tarife göre tesir değeri (T.D.); NaOH için 1, Ba(OH)2 için 2 dir.
3) Tuzlarda: Hidrojen yerine geçen katyonun toplam yüküdür:
Bu tarife göre tesir değeri (T.D.); KCl için 1, KMnO4 için 1, Al2(SO4)3 için
6 dır.
4) Oksido-redüksiyon sistemlerinde: Molekül başına alınıp
verilen
elektron sayısıdır. Bu tarife göre:
Cr2O72– + 6e–  2Cr3+ da Cr2O72– ‘ın T.D. = 6 dır.
MnO4– + 5e–  Mn2+ da MnO4– ‘ın T.D. = 5 dir.

𝐀ğı𝐫𝐥ı𝐤
𝐄ş𝐝𝐞ğ𝐞𝐫 𝐠𝐫𝐚𝐦 𝐬𝐚𝐲ı𝐬ı = dır.
𝐄ş𝐝𝐞ğ𝐞𝐫 𝐚ğı𝐫𝐥ı𝐤
Bir kimyasal reaksiyonda maddeler birbirlerinin eşit eşdeğer gram
sayılarında reaksiyona girerler.
A+B→C+D şeklindeki bir reaksiyonda;
Eşdeğer gram sayısıA = Eşdeğer gram sayısıB dir.
Bu eşitlik bize pek çok kimyasal reaksiyonda hesaplama yapma olanağı
tanır.

Örneğin;
1) Molekül ağırlığı 126.1 olan 0.227 g bir saf katı asidin titrasyonu
için 144 mg NaOH gerekmektedir. Bu nötralizasyon reaksiyonunda asit
molekül başına kaç proton verir? (NaOH = 40 g)
Eşdeğer gramAsit = Eşdeğer gramNaOH dir.
0.227 / (126.1 / T.D.) = 0.144 / (40/1)
T.D. = 2 olarak bulunur. Bu da bu reaksiyonda asidin 2 protonu ortama
verdiğini gösterir.
2) KMnO4 + H2S  K2SO4 + MnO2 reaksiyonuna göre 3.86 g KMnO4
ile kaç gram H2S reaksiyona girer? KMnO4: 158 g, H2S: 34 g)
Eşdeğer gram KMnO4 = Eşdeğer gram H2S dir.
MnO4– + 3e–  MnO2
H2S  K2SO4 + 8e–
3.86 g KMnO4 = 3.86 / (158 / 3) = 0.073 eşdeğer g
0.073 = g H2S / (34 / 8) dir.
g H2S = 0.310 g olarak bulunur.
PROBLEMLER

1) Aşağıdaki reaksiyonda 0.2 mol indirgen ve 0.2 mol yükseltgen


kullanıldığına göre oluşan veya harcanan hidrojen iyonlarının mol sayısını
bulunuz?
MnO4– + Fe2+ → Mn2+ + Fe3+
2) Aşağıdaki bileşiklerde istenilen iyonların yükseltgenme sayıları
nedir?
Re2O8 de Re ‘un:

ClO3 da Cl ’un:
IO4– da I ’un:
SbH3 de Sb ’nun:
MnO4– da Mn ’ın:
3) 15 g CsF ve 20 g XeF6 ‘ün reaksiyonu sonunda kaç gram CsXeF7
oluşur? (Cs: 133, Xe:131.3 , F:19)
4) Fe4 [Fe (CN)6 ]3 bileşiğindeki demirin yüzdesini bulunuz? (Fe:56,
N:14, C:12)
5) Aşağıdaki reaksiyonu iyon–elektron yöntemini kullanarak bazik
ortam için denkleştiriniz.
SbH3 + H2O → Sb(OH)5 + H2
6) NH3 + F2 → N2F4 + HF reaksiyonuna göre 7.66 g N2F4 meydana
gelmektedir. Buna göre kaç gram F2 reaksiyona girmektedir? (N:14, H:1,
F:19)
7) Elementinin bir tek atomunun kütlesi 3.82 x 10–23 g olduğuna göre
M ’nin atom ağırlığını bulunuz.
1) SiO2 + 3C → SiC + 2CO reaksiyonuna göre; 5 g SiO2 ve 2 g C
’dan kaç g SiC hazırlanabilir (Si:28, C:12, O:16).
2) Mohr tuzunun formülü Fe(NH4)2(SO4)2.6H2O dur. Bu bileşikteki
Fe, N, O ve S yüzdelerini hesaplayınız (N:14, O:16, S:32, H:1, Fe:56).
3) Bileşiminde % 40 karbon (C), % 6.67 hidrojen (H) ve % 53.33
oksijen (O) bulunduran ve molekül kütlesi 180 g olan bir organik maddenin
molekül formülü nedir?(C:12, O:16, H:1)
4) Askorbik asitin molekül ağırlığı 176 ‘dır. Bileşik % 40.91 C, %
4.59 H ve % 54.5 oksijen içerdiğine göre molekül formülünü bulunuz? (C:12,
H:1, O:16)
5) Bir kimyasal maddenin analizinde kütlece % 11.2 azot, % 3.2
hidrojen, % 41.2 krom ve kalan kısmının ise oksijen olduğu bulunmuştur. Bu
kimyasal bileşiğin molekül ağırlığı 252 gr olduğuna göre molekül formülünü
bulunuz. (N:14, H:1, Cr:52, O:16)
6) Zno + V2O5  ZnO + Vo reaksiyonunda 1 eşdeğer gram
indirgenin ve yükseltgenin kütleleri ne kadardır? (V: 51 , Zn: 65, O:16)
7) 3.2 10–3 milimol H3PO4 kaç gramdır? (P:31, O:16, H:1)
8) 2.1 10–6 eşdeğer gram H2SO4 kaç gramdır? (S:32, O:16, H:1)
6.SIVILAR VE ÇÖZELTİLER
Sıvıların özellikleri incelendiğinde şu aşağıdakiler gözlenir:
1) Sıvılar pratik olarak sıkıştırılamazlar. Çünkü moleküller arasındaki mesafe azalmıştır, sıkıştırılınca daha
fazla biraraya gelemezler.
2) Sıvılar, hacimlerini korurlar, şekilleri değişse bile hacimlerideğişmez. Yani nereye konulursa konulsunlar
hacimleri değişmez. Çünkü sıvı molekülleri gazlardan daha yavaş hareket ederler. Bu durumda moleküller arası
çekim daha etkin olur ve bu nedenle birbirlerini belli bir hacim içerisinde tutarlar. Moleküller arası çekim aynı
zamanda akışa karşı bir direnç de meydana getirir ki buna viskozite adı verilir. Viskozitenin ölçüsü aynı
zamanda moleküller arası çekimin de bir ölçüsüdür. Sıcaklığın artırılması, molekül hareketinin artmasına bağlı
olarak moleküller arası çekim kuvvetinin daha az etkin olmasına ve buna bağlı olarak da viskozitenin
azalmasına neden olur.
3) Sıvıların kendilerine özgü şekilleri yoktur. Konuldukları kabın şeklini alırlar. Nedeni; moleküllerin sabit bir
yerlerinin olmayışıdır, sıvı molekülleri birbirlerinin üzerinden kolaylıkla kayabilirler.
4) Sıvılar yavaş da olsa difüzlenirler yani birbirleri içerisinde yayılabilirler, ama difüzyon hızı gazlara
göre çok yavaştır. Bu yayılma olayı moleküllerin sahip oldukları kinetik enerjiler nedeniyle meydana
gelir. Yayılma olurken moleküller birbirleriyle çarpışırlar. Moleküller arasındaki mesafe küçük olduğu
için çarpışma sayısı doğal olarak çok fazladır ve bu engel nedeniyle yavaş yayılırlar. Örnek olarak bir
mürekkep damlasının su içerisinde yayılması verilebilir; bir bardak suya bir damla mürekkep damlatılacak
olursa zamanla gözle görülür biçimde mürekkep boyasının bardak içerisindeki suda kendiliğinden yayılıp
dağıldığı gözlenir. Halbuki gazlarda difüzyon çok hızlıdır çünkü moleküller arası mesafe büyüktür ve daha
kolay hareket edebilirler.

5) Moleküller arası çekim kuvveti ile oluşan bir özellik yüzey gerilimi dir. Sıvının ortasında yer alan
bir molekül; etrafındaki diğer moleküller tarafından her yöne doğru çekilir. Fakat sıvının
yüzeyindeki moleküller sadece sıvının içerisine doğru çekilirler. Bu nedenle yüzey alanı minimum
olmaya meyillidir. Bu davranış sıvı damlalarının küresel şekilde olmalarına da neden olur. Yüzey
gerilimi, bir sıvının yüzeyindeki moleküllerin içeriye doğru çekilmelerinin bir ölçüsüdür. Bu aynı
zamanda yüzeyin genişlemesi için yenilmesi gerekli kuvvettir. Bir sıvının yüzey gerilimi sıcaklık
arttıkça azalır çünkü sıcaklık ile artan moleküler hareketlilik moleküllerarası çekimi azaltacak yönde
etki eder.
6) Açık kaplarda sıvılar buharlaşabilir. Sıvılarda moleküller arası çekim kuvvetleri fazladır. Buna
rağmen kinetik enerjileri büyük olan tanecikler bu kuvvetleri yenerek gaz fazına kaçabilirler. Çünkü
moleküller çok çarpışır ve kinetik enerjileri aktarım nedeniyle ortalamanın üzerine çıkabilir. Böylece
eğer molekül sıvı yüzeyine yakınsa komşu molekülün çekim gücünü yenerek gaz fazına geçebilir. Sıvı
moleküllerinin gaz fazına geçmesine Buharlaşma adı verilir. Buharlaşma, izin verilirse kaptaki tüm
sıvı buharlaşıp gaz fazına geçene kadar devam edebilir. Çünkü bir sıvı açık bir kaptan buharlaşmaya
başlayınca sıcaklığını devam ettirebilmek için çevresinden ısı alır ve bu olay devamlı yenilenerek
tüm sıvı buharlaşıncaya kadar devam eder. Çevresinden aldığı ısı nedeniyle etrafının sıcaklığını da
düşürür. Bu, yüzücülerin denizden çıktıktan sonra yüksek sıcaklıkta bile üşümelerinin, terleme ile
ten üzerindeki sıcaklığın düşmesi nedeniyle vücut sıcaklığının ayarlanması gibi olguların
açıklamasıdır. Sıvının sıcaklığı artırılacak olursa buharlaşma da artar. Çünkü sıcaklık artınca
moleküllerin ortalama kinetik enerjileri de artar ve böylece onlar gaz fazına geçmek için yeterli
enerjiye sahip olurlar. Sıvının sıcaklığı düşürülecek olursa çekimden kurtulabilecek kadar enerjili
molekül sayısı azalır ve buharlaşma hızı düşer.
Bir kaba konulan sıvı buharlaşır. Bu kabın üzeri bir fanus ile
kapatılırsa sıvı yine buharlaşır ama ilk anda gaz fazına geçen moleküller
kapalı hacmi doldurur. Sonra gaz fazına geçmiş moleküllerin gelişigüzel
hareketleri ve kohezyon kuvveti nedeniyle bazı moleküller sıvıya doğru
çekilirler ve sıvı haline dönerler. Ardından, aralarında bir dinamik denge
kurulur ve birim zamanda ne kadar molekül gaz fazına geçiyorsa o kadar
molekül de sıvı faza geçer. Bu nedenle denge durumunda gaz fazındaki
molekül sayısı sabittir (Şekil 7.1).

Şekil 7.1. Fanus kapatılmış bir kapta buharlaşma

Dewar kabı içerisinde sıcak ya da soğuk sıvılar uzun süre sıcaklık


değişimine uğramadan muhafaza edilebilir (Dewar kabı ilk kez İngiliz
bilim adamı James Dewar tarafından 1885 yılında sıvılaştırılmış gazları
muhafaza etmek amacıyla bulunup kullanılmıştır). Bu kabın yapısında iç
içe geçmiş iki kap vardır. Dıştaki metal bir kap olup içteki genellikle bir
cam şişedir. Isının taşınım yoluyla yayılmasını önlemek için çeperler
arasındaki hava boşaltılmıştır. İç çeperse, ısının ışınım yoluyla
yayılmasını önlemek için gümüşle sırlanmıştır. Vakumlu bir ortamda
hava molekülleri de olmadığından ısı iletilemez dolayısıyla içerden
dışarıya veya dışardan içeriye ısı geçişi olmaz, cismin ısısı başlangıçta ne
ise o halde kalır. Bu kap içerisinde –190 oC da azot gazı bile taşımak
mümkün olabilmektedir. Dewar kabı sistemi günlük kullanımımızdaki
termos’un da ana sistemidir.
Denge halindeki sıvı buharının sıvıya yaptığı basınca o sıcaklıktaki Denge buhar basıncı adı verilir ve
şu iki faktöre bağlıdır:
a) Sıvının cinsine: Gaz fazına geçme olayında moleküller arası
çekim kuvveti önemli bir faktördür. Moleküllerin polarlık dereceleri bu çekimi belirler. Örneğin; eter
gibi moleküller arası çekimin zayıf olduğu apolar moleküllü sıvılar için denge buhar basıncı yüksektir.
Çünkü moleküller arası bağlar kolaylıkla parçalanabilir ve kolay buharlaşırlar (KN: 34.6 oC). Buna
karşılık su, eter’e göre daha zor buharlaşır çünkü su molekülleri daha önce de anlatıldığı gibi aralarında
hidrojen bağları yaparak birbirlerine daha sıkı bağlanmışlardır ve bu nedenle moleküllerin birbirlerinden
ayrılıp gaz fazına geçmeleri eter’e göre daha zor olur (KN: 100 oC). Dolayısıyla denge buhar basıncı
eter’e göre daha düşüktür.
b) Sıvının sıcaklığına: Sıcaklığın artışı moleküllerin kinetik
enerjisini artırır ve gaz fazına geçen molekül sayısı da buna bağlı olarak artar. Gaz fazına geçen molekül
sayısının artışı ise denge buhar basıncını yükseltir.
BUHAR BASINCININ SICAKLIKLA DEĞİŞİMİ
Buhar basıncı, bir sıvının dış ortamla temas eden yüzeyinde bulunan moleküllerin gaz haline geçerek
buharlaşması sonucunda oluşan gazın basıncıdır. Buharlaşan her maddenin belli bir sıcaklık için buhar basıncı
o maddenin ayırt edici bir özelliğidir. Sıcaklık arttıkça buharlaşma da artacağı için o maddenin de yüzeyindeki
buhar basıncı artar. Bir sıvının buhar basıncı dış ortamdaki gaz basıncından yüksek olamaz. Bir sıvının buhar
basıncı ancak kaynama noktasına geldiği zaman atmosfer basıncına eşit olur.
Buna göre;
- Isıtılan sıvılar buharlaşır. Buharlaşma sıvının yüzeyinde olur. Sıvının yüzeyi arttıkça ve üzerindeki basıncı
düştükçe buharlaşma hızı artar.
- Buhar basıncı madde miktarına bağlı değidir.
- Buharlaşma her sıcaklıkta, kaynama ise belli sıcaklıkta olur.
- Sıcaklık artıkça buhar basıncı da artar. Örneğin; 40 °C deki suyun buhar basıncı, 20°C deki suyun buhar
basıncından yüksektir.

Şekil 7.2., su, metil alkol ve eter‘in sıcaklık-buhar basıncı ilişkisini göstermektedir. Görülen eğriler bu
sıvıların değişik sıcaklıklardaki buhar basınçlarının sıcaklığa karşı grafiğe geçirilmesiyle elde edilmiştir. Bu
eğrilerden hareketle bir sıvının hangi sıcaklıkta hangi buhar
basıncına sahip olacağını bulmak mümkündür. Örneğin 20 oC da buhar basınçları;
su için 0.022 atm
metil alkol için 0.126 atm
Şekil 7.2. Su, metil alkol ve eter’in sıcaklığa bağlı olarak değişen
buhar basınçları

Şekil 7.2 deki eğrilerden bir sıvının belli sıcaklıklardaki buhar basınçlarının net olarak okunması
zordur, grafik kağıdı üzerinde çok dikkatlice çalışmak gerekir. Bunu daha kolay ve hassas olarak
bulabilmek için bilim adamları Şekil 7.2 deki eğrilerin yerine; sıcaklığın tersine karşılık basıncın
logaritmasını grafiğe geçirmişlerdir. Böylece eğriler yerine doğrular meydana gelmiştir (Şekil
7.3) ve her bir doğrunun y = mx + n şeklindeki basit bir denklemi vardır. Bu denklem
yardımıyla bir sıvının belli sıcaklıklardaki buhar basınçları hassas olarak hesapla bulunabilir.
Şekil 7.3. Su, metil alkol ve eter’in sıcaklığa bağlı olarak değişen
buhar basınçları (Log P – (1/T))

Şekil 7.3 teki doğruların denkleminin;

ΔH ′ 1
log P = – + C (𝐂𝐥𝐚𝐮𝐬𝐢𝐮𝐬– 𝐂𝐥𝐚𝐩𝐞𝐲𝐫𝐨𝐧 𝐝𝐞𝐧𝐤𝐥𝐞𝐦𝐢)
4.58 T
şeklinde olduğu bulunmuş olup ve bu denkleme bulan bilim adamlarının adına izafeten Clausius-Clapeyron
denklemi adı verilmiştir. Bu denklemin bir eğimi vardır ve bu eğimin; –ΔH'/4.58 olduğu bulunmuştur. Burada
ΔH' = Molar buharlaşma ısısıdır ve bir mol sıvıyı ideal gaz haline geçirmek için gereken ısıdır. R = 1.987
Kal/mol olarak alındığında ve ln ‘i log10 ‘a çevirmek için 2.303 katsayısı kullanıldığında 1.987 x 2.303 = 4.58 elde
edilir. Buna göre de ΔH', Kalori cinsinden bulunur (R = 8.31 alınsaydı ΔH', Jül cinsinden bulunurdu).
Denklemdeki C ise sıvının cinsine ve basıncı belirten birimlere bağlı bir sabittir.
Her sıvı için bu denklemleri Tablolardan bulmak mümkün değildir. Bu
nedenle bir sıvı için hesap yapılırken bu denklem iki farklı sıcaklık için
yazılıp birbirinden çıkarılacak olursa C sabiti yok edilebilir. Böylece
sıcaklığa bağlı olarak basınçlar arasında bir ilişki kurulabilir:

ΔH ′ 1
log P1 = – + C
4.58 T1

ΔH ′ 1
log P2 = – + C
4.58 T2

ΔH ′ 1 ΔH ′ 1
log P1 – log P2 = – + C – – + C
4.58 T1 4.58 T2

P1 ΔH ′ 1 1
log = – (ΔH ′ ; Kal cinsindendir)
P2 4.58 T2 T1
Veya genelleştirilecek olursa:

P1 ΔH ′ 1 1
log = – elde edilir ki bu:
P2 R x 2.303 T2 T1

2 farklı sıcaklık için yazılmış Clausius-Clapeyron denklemidir.


Burada R = gaz sabiti dir.

PROBLEM
Eter ‘in 293 K deki buhar basıncı 0.434 atm ve ΔH' = 26 KJ/mol ise
eter ‘in 273 K deki buhar basıncını hesaplayınız.

0.434 26000 1 1
log = –
P2 8.31 x 2.303 273 293

P2 = 0.199 atm olarak bulunur.


KAYNAMA
Sıvının içinden kabarcıklar (habbecikler) halinde moleküllerin gaz fazına geçmesi olayı Kaynama
dır. Kaynama sırasında ısı düşer, devamı için ısı vermek gerekir. Isı ne kadar hızlı artırılırsa sıvı o
kadar çabuk kaynar fakat sıcaklığı değişmez. Bir sıvı kaynadığı müddetçe sıcaklığı değişmez. Her
sıvının kaynama sıcaklığı farklıdır.
Bir sıvının kaynama noktası şöyle tanımlanır: Sıvının üzerindeki buhar basıncının dışarıdaki
atmosfer basıncına eşit olduğu sıcaklıktır. Kaynama noktası basınçla değişir. Bu nedenle sıvıların
kaynama noktası coğrafi bölgelere göre de değişiklik gösterir. 1 Atm basınç altında su 100 oC da
kaynar. Yükseğe çıktıkça basınç düşer. Örneğin; deniz seviyesinden 1524 m yüksekte basınç 0.836
atm dir ve bu basınçta su 95.1 oC da kaynar. Deniz seviyesinden 3048 m yüksekte basınç 0.695 atm
dir ve bu basınçta su 90.1 oC da kaynar. Oda sıcaklığının altında 0.0121 atm basınç ‘a ayarlanmış
ortamda su 10 oC da kaynar. Gözlenen bu olay basıncı düşürmek suretiyle sıvıların daha düşük
sıcaklıklarda kaynayabileceğini göstermektedir. Çünkü sıvının buhar basıncı bu basınca daha çabuk
ulaşır. Böylece yüksek sıcaklıklarda bozunan organik maddelerin daha düşük sıcaklıklarda
bozunmadan gaz fazına geçmesini ve ortamdan ayrılmasını mümkün kılar ki özellikle karışım
analizlerinde veya saflaştırılma işlemlerinde çok önemlidir.
Kaynama noktası ile buhar basıncı ters orantılıdır. Aynı sıcaklıkta kaynama noktası büyük olan
sıvının buhar basıncı düşüktür.
Moleküller arası çekim kuvveti büyük olan sıvıların da buhar basıncı düşük ama kaynama
noktaları yüksektir.
Kolay buharlaşabilen uçucu sıvıların buhar basınçları yüksek, kaynama noktaları düşüktür.
Şekil 7.2 de normal atmosfer basıncı altında (1 atm) su, metil alkol ve eter’in kaynama
noktaları sıcaklık-buhar basıncı eğrilerinin 1 atm den kesilen noktaların iz düşümlerinden
kolaylıkla bulunabilir. Keza bu eğriler yardımıyla bir sıvının hangi basınçta hangi sıcaklıkta
kaynayacağı da bulunabilir.
ISINMA VE SOĞUMA EĞRİLERİ
Sıcaklığın zamana karşı grafiğe geçirilerek maddenin halinin gözlenmesi eğrileridir. Eğer bu düzgün bir
hızda ısı vermek yönünde ise Isınma eğrisi, ısı almak yönünde ise Soğuma eğrisi adını alır.

Isınma eğrisi
Şekil 7.4 de bir ısınma eğrisi görülmektedir. Bu eğride katı haldeki bir maddenin düzgün bir hızda
ısıtılması ile halinde meydana gelen değişiklikler gözlenmektedir.

Şekil 7.4. Isınma eğrisi (K.N.= Kaynama noktası, E.N.= Erime noktası)
değişiklikler gözlenmektedir. Başlangıçta katı olan (to zamanında) madde bir t1 zamanına kadar
ısıtıldığında madde moleküllerinin kinetik enerjisi artar ve t1 zamanında tüm tanecikler ısınarak katı
haldeki madde sıvı hale geçmeye başlar. Bu andaki sıcaklık Erime noktasıdır. Erime noktasından sonra
ısıtmaya devam edildiğinde verilen ısı komşu molekülleri ayırmak için kullanılır ve t2 zamanına kadar
moleküller sıvı halde ısınmaya devam eder. t2 zamanında katının tamamı sıvı hale geçer. t1 ile t2 arasındaki
süre içerisinde yani katı taneciklerinin sıvı hale geçmeye devam ettiği süre içerisinde sıcaklık yükselmez.
Çünkü bu sırada kinetik enerji değil potansiyel enerjide artış olur. t2 zamanından sonra ısıtmaya devam
edildiğinde bu kez madde moleküllerinin tekrar kinetik enerjileri artmaya başlar ve gaz fazına geçmeye
çalışırlar. Bu sırada sıcaklık artar. Bir t3 zamanında ise sıvı haldeki madde yeterli kinetik enerjiye sahip
olur ve gaz haline geçer yani kaynamaya başlar. Bu andaki sıcaklık Kaynama noktasıdır. Isıtmaya devam
edildiğinde ise tüm sıvı tanecikleri gaz haline geçer ve bu durum tüm sıvı taneciklerinin gaz haline geçtiği
bir t4 zamanına kadar devam eder. Bu süre içerisinde (t3 – t4) sıcaklık değişmez. t4 zamanından sonra
ısıtılmaya devam edildiğinde yine kinetik enerjilerinde artma meydana gelir ve sıcaklık yükselir. Yani
madde gittikçe sıcaklığı yükselen buhar haline geçer ve ısı artırıldıkça buharın sıcaklığı da artar.
Soğuma eğrisi
Isınma eğrisinin tersine soğuma eğrisi denir. Şekil 7.5 de bir soğuma eğrisi görülmektedir.

Şekil 7.5. Soğuma eğrisi (Y.N.= Yoğunlaşma noktası, D.N.= Donma


noktası)

Bu eğride gaz (buhar) haldeki bir maddenin düzgün bir hızda soğutulması ile halinde meydana gelen
değişiklikler gözlenmektedir. to zamanında tanecikler gaz halindedir. t1 ‘e doğru ısı düzgün bir hızda
azaltılacak olursa gaz giderek soğur. Bu durum bir t1zamanına kadar devam eder. t1 zamanında gaz
tanecikleri sıvı hale geçmeye başlar. Bu andaki sıcaklığa Yoğunlaşma veya sıvılaşma sıcaklığı adı verilir.
Sonra soğutulmaya devam edildiğinde tüm gaz molekülleri sıvı hale geçene kadar yani bir t2
zamanına kadar sıvının sıcaklığında değişme olmaz. Tüm gaz molekülleri sıvı hale geçtikten
sonra (t2 zamanında) soğutulmaya devam edilirse sıvı taneciklerinin sıcaklığı azalmaya
başlar ve bu durum bir t3 zamanına kadar devam eder. Bu süre içerisinde sıvı soğumaya
devam eder. Bir t3 zamanına gelindiğinde sıvı tanecikleri katı hale geçmeye başlar. Sıvının
katı hale geçmeye başladığı bu andaki sıcaklığa Donma noktası adı verilir (t3) . Daha da
soğutulmaya devam edilirse tüm sıvı tanecikleri katı hale geçer (t4 zamanı). Bu süre
içerisinde yani t3 ile t4 arasındaki zamanda sıvının sıcaklığında değişme olmaz. Bu olay
tüm sıvı molekülleri soğuyup sıvının tamamı katı hale geçene kadar devam eder. Bu
noktadan sonra (t4) soğutulma devam ederse giderek daha da soğuyan katı hali
gözlenir.
Soğuma eğrisi her zaman böyle düzgün değildir. Bazen Şekil 7.6 daki gibi bir şekilde
olabilir. Yani bir sıvı soğutulurken bazen donma noktası geçildiği halde katılaşma yani katı
hale geçiş görülmez (Şekil 7.6 da A–B arası). Buna aşırı soğumuş sıvı hali denir.
Şekil 7.6. Aşırı soğumuş sıvı

Bilindiği gibi katılaşmada esas, taneciklerin belli bir düzende bir araya gelmeleridir. Bazen sıvı tanecikleri
soğuma sırasında bir örnek düzene göre sıralanamazlar ve katı olamazlar ama bu arada tanecikler doğru
yerlerini bulmak amacıyla hareket halindedirler. Doğru örnek yapacak kadar bir konsantrasyona
ulaşıldığında diğer tanecikler bu örnek üzerinde kristallenmeye başlarlar (Şekil 7.6 da B noktası). Bu sırada
potansiyel enerji kinetik enerjiye döner ve sıcaklık artar (Şekil 7.6 da B–C arası). Sonra olaylar normal
soğuma eğrisinde gözlendiği gibi devam eder.
Aşırı soğumuş sıvı halini önlemek için;
a) Dışarıdan bir aşı kristali (billuru) atılır veya,
b) Sıvı devamlı karıştırılır.
Böylece sıvıların soğuması sırasında katı hale geçmeleri için ortama bir örnek atılmış olur (a) veya
devamlı karıştırılmak suretiyle taneciklerin gelişigüzel değil düzenli bir şekilde yakınlaşmaları
sağlanarak (b) aşırı soğumuş haldeki düzensizlik önlenmiş olur.
Aşırı soğumuş sıvılar bazen katı hali gösterirler, fakat katı değildirler. Çünkü kristal yapıları
yoktur. Cam buna örnektir. Cam bir amorf katıdır. Cam ısıtılmaya başlandıktan sonra sıcaklığın
artmasına paralel olarak önce yumuşar ve daha sonra da akıcı hale gelir. Bu haliyle de yer yer
davranış olarak sıvı halde bir maddeye benzer. Sıvı maddelerin genel özelliklerinden olan viskozite,
camın en önemli özelliklerinden birisidir. Cam yoğunluğu ve viskozitesi sonsuz olan sıvıdır. Bu
yüzden cam, sıvı bir madde olarak nitelendirilebilir. Camlar aynı zamanda katılar kadar belirgin
erime sıcaklığı olmayan, sıvı davranışı gösteren katı bir faz olarak da düşünülmektedir. Polivinil
türevleri de buna benzer davranış gösterir. Benzen sıvıdır fakat aşırı soğumuş sıvılarınkine benzer X-
ışınları spektrumu verir.
Katının da gaz fazına geçen tanecikleri (molekülleri) vardır. Fakat sayısı azdır. Bazı
molekülsel yapılarda bu sayı yüksektir (örneğin naftalin). Kapalı bir kapta katının cinsine
göre onun gaz fazına geçen tanecik sayısı ile aralarında bir dinamik denge vardır. Belirli bir
sıcaklıkta ne kadar tanecik gaz fazına geçiyorsa o kadar tanecik de katı hale geçer.
Bazen bir katı sıvı hale geçmeden doğrudan gaz haline geçer. Günlük hayatımızda
güvelere karşı kullanılan naftalin bunun en belirgin örneğidir. Katı halde gardolaplara konulan
naftalin oda sıcaklığında doğrudan gaz hale geçerek buharlaşır ve kendine has kokusu
nedeniyle giyeceklere musallat olan güvelerin yanaşmasını önler. Doğrudan gaz haline geçtiği
için de herhangi bir kalıntı bırakmaksızın ortamdan uzaklaşır. Bu, herhangi bir temizlik işlemi
gerekmeksizin basit bir havalandırma ile ortamdan kolaylıkla uzaklaştırılabilmesine olanak
tanır. Böylece giysiler giyilmek istendiğinde kısa bir havalandırma sonrasında naftalin
kokusundan kurtularak rahatlıkla giyilebilir. Naftalin örneğinde olduğu gibi, bir katının sıvı
hale geçmeden doğrudan gaz haline geçmesi olayına Süblimasyon denir. Bu anda absorbe
edilen ısıya süblimasyon ısısı adı verilir.
Mutlak sıcaklıkta katının buhar fazına geçen tanecik sayısı sıfırdır.
FAZ DİYAGRAMLARI
Faz diyagramları (hal diyagramları) bir maddenin her üç fazının arasındaki ilişkiyi gösteren
grafiklerdir. Bir maddenin hangi basınç ve sıcaklıkta hangi halde olduğunu gösterirler. Yani bu grafikler
yardımıyla bir maddeyi, sıcaklık ve basıncı belirli değerlerde tutmak suretiyle istenilen fazda elde etmek
mümkün olabilir. Maddenin üç hali için bir faz diyagramı aşağıdaki şekilde şematize edilebilir (Şekil 7.7).

Şekil 7.7. Faz diyagramı


katı, sıvı ve gaz olarak bulunurlar. Fazlar arasındaki sınır üzerinde ise sınırın her iki tarafındaki faz
kendi aralarında bir denge halinde bulunur.
Faz diyagramında 1 atm (veya 760 Torr) basınca karşılık gelen noktadan x eksenine bir paralel
çizilip bu paralelin; katı-sıvı sınırını kestiği noktadan x eksenine inilen dikmenin, x eksenini
kestiği noktadaki sıcaklık değeri donma veya erime noktasını, sıvı-gaz sınırını kestiği noktadan x
eksenine inilen dikmenin x eksenini kestiği noktadaki sıcaklık değeri ise kaynama veya
yoğunlaşma noktasını gösterir.
Bir maddenin üç halinin de dengede bulunduğu noktaya üçlü nokta adı verilir. Su için bu
nokta; 4.58 Torr basınç altında 273.16 K dir.
Faz diyagramları her maddenin kendisine özgüdür.
Suyun faz diyagramı
Suyun faz diyagramı Şekil 7.8 de görülmektedir. Bu diyagrama göre 760 Torr da yani 1
atm basınç altında buz 0 oC da katı halden sıvı hale geçer (Erime noktası), 100 oC da da sıvı
halden gaz hale geçer (Kaynama noktası). Suyun üçlü noktasının koordinatları 4.58 Torr
basınç ve 273.16 K dir. Katı sıvı sınırı çok az sola yatıktır, bu nedenle suyun erime (donma)
noktası ile üçlü noktası arasında yaklaşık 0.005 oC lık bir fark vardır. 400 Torr da su 100 oC
dan daha düşük sıcaklıkta kaynar. Bu kaynama bölümünde anlatıldığı gibi düşük
basınçlarda düşük sıcaklıklarda kaynamaya bir örnektir. Buz, 1 Torr basınç altında
sıcaklığı artırılacak olursa sıvı hale geçmeden doğrudan gaz haline geçer.

Şekil 7.8. Suyun faz diyagramı


Karbondioksit’in faz diyagramı
Karbondioksit’in faz diyagramı Şekil 7.9 da görülmektedir. Bu diyagramda katı-sıvı
sınırı sudakinin aksine sağa doğru yatıktır.

Şekil 7.9. CO2 ‘in faz diyagramı


Bunun nedeni erime noktasının basınçla artmasıdır. Karbondioksit’in üçlü noktasının basıncı 5.2
atm sıcaklığı ise –57 oC dır. Karbondioksit, 1 atm basınç altında –78 oC da sıvı hale geçmeden
gaz hale geçer. Sıvı CO2 elde edebilmek için basıncın 5.2 atm den daha yüksek olması gerekir. Bu
nedenle sıvı CO2 basınç altında saklanır. Bu basınç ani olarak kaldırılırsa CO2 katı hale geçer. Bu
nedenle, yangın söndürme tüplerindeki sıvı CO2 yüksek basınç altında saklanır. Yangına müdahale
sırasında tüpün ağzı açıldığında üzerindeki basınç birden kalkar ve normal atmosfer basıncına
döner (1 atm), bu esnada da CO2 katı hale geçer. Yangın söndürme tüplerinin ağzı açıldığında beyaz
bir tozun çıkar gibi görünmesi katı CO2 ‘in meydana gelmesi nedeniyledir. Katı CO2 ‘e kuru buz
adı verilir. Çünkü katı CO2 ele alındığında buz gibi kristaller halinde gözlenir ve de soğuktur.
Soğukluğu yangın söndürmede ayrıca etkilidir. CO2 ‘in yangın söndürmede seçilmesinin bir ayrı
avantajı ise normal atmosfer basıncı altında gaz halinde bulunduğu için kolaylıkla ortamdan
uzaklaştırılabilmesidir.
ÇÖZELTİLER
Kimyada her zaman saf maddeler ile çalışılmaz. Karışımlar çok kullanılır ve büyük bir öneme
sahiptir. Karışımlar şu iki ana grup altında toplanırlar:
1) Heterojen karışımlar: Ayrı ayrı fazlardan meydana gelmiş
toplam gözlenen özelliği ayrı ayrı fazların toplamına eşit olan karışımlardır. Örneğin; bakır ve demir
tozu karışımı gibi. Bu karışımda bakır tanecikleri ve demir tanecikleri birbirlerinden ayrılabilir ve ayrılan
bu tanecikler bakır ve demir olarak kendi özelliklerini göstermeye devam ederler. Heterojen karışımlar
emülsiyon ve süspansiyon olmak üzere ikiye ayrılırlar.
Emülsiyon: Bir sıvının başka bir sıvı içinde oluşturduğu heterojen karışımlara emülsiyon karışım adı
verilir. Gündelik yaşamdaki emülsiyonların çoğu, yağ/su emülsiyonudur, örneğin; tereyağ, margarin, süt
ve krema bunlar içerisinde sayılabilir. Tereyağ ve margarinde su damlacıkları yağ ile çevrilidir (yağ/su
emülsiyonu); süt ve kremada yağ damlacıkları su ile çevrilidir (su /yağ emülsiyonları).
Süspansiyon: Bir sıvı içerisinde bir katının tam olarak çözülmeyip
küçük zerrecikler (tanecikler) halinde dağılmasıyla oluşan heterojen karışımlara süspansiyon
karışım adı verilir. Çamurlu su örnektir.
Heterojen bir karışımda fazlardan biri diğeri içinde ince dağılmış halde bulunur. İki fazlı bu
karışımlara genelde dispers sistemler adı verilir. Herhangi bir faz içinde dağılmış olan faza dispers
faz veya iç faz, dispers fazın dağıldığı ve ortamı teşkil eden faza ise dispersiyon aracı veya dış faz
denir
2) Homojen karışımlar: Tek bir fazdan meydana gelmiş ve gözlenen özelliği karışımı meydana
getiren bileşenlerden farklı olan karışımlardır. Örneğin; şekerin suda çözülmesi ile elde edilen
çözelti gibi. Meydana gelen çözelti artık bileşenlerine ayrılamaz ve oluşum şekliyle kendine
özgü karakteristikler gösterir. Şekerin suda çözülmesi ile elde edilen çözelti artık ne kristalize
şeker özelliği gösterir ne de saf su gibi NŞA da 100 oC da kaynar.
Kimyada kullanılan çözeltiler homojen karışımlar grubuna girer ve “iki veya daha fazla
bileşenin meydana getirdiği homojen karışımlar” olarak tarif edilir. Çözeltiler gaz, sıvı veya
katı olabilir:
Gaz çözeltiler: Gazların birbirleri içerisinde dağılması ile meydana gelir. Gazlar,
birbirleri ile her oranda karışabildikleri için homojen çözeltiler meydana getirirler.
Sıvı çözeltiler: Bir sıvı içerisinde gaz, katı veya sıvının çözünmesi ile meydana gelirler.
Katı çözeltiler: Bir katı bileşenin başka bir katı içerisinde atomik veya moleküler
büyüklükte dağılması ile meydana gelir. Bunlara örnek alaşımlardır. Alaşımlar; metalik
özellikte iki veya daha fazla elementin bir kombinasyonudur. Bakır-çinko alaşımı, saf bakır
kristalinin atomlarının bazılarının yerine çinko atomlarının geçmesi ile meydana gelmiştir.
Çelik de bir alaşımdır ve demir atomları arasına karbon atomları girmesi ile oluşmuştur.
Ama her alaşım katı çözeltisi değildir; bizmut-kadmiyum alaşımı bu metallerin heterojen
karışımından meydana gelmiştir. Dolayısıyla katı çözelti değildir.
Mademki çözeltiler birden fazla fazın homojen karışımlarıdır, o halde ortamda bir
çözünen ve bir de çözücü vardır. Karışım içerisinde bileşenlerden hangisinin miktarı
fazla ise o çözücüdür. Diğerleri çözünen olur. Ama bazı istisnaları vardır. Örneğin;
derişik H2SO4 çözeltisi (% 96 (a/a) lıktır yani 100 g çözeltide 96 g H2SO4 vardır) su
miktarı daha az olmasına karşılık bu çözelti, sulu H2SO4 çözeltisi olarak bilinir.
KONSANTRASYON (DERİŞİM)
Konsantrasyon; bir çözeltideki çözünen maddenin miktarını gösterir
ve genellikle şu aşağıdaki birimler ile ifade edilir:
1) Molarite (M): Bir litre çözelti içerisindeki çözünmüş maddenin
mol sayısıdır.
Ağırlık
Mol sayısı = dır.
Molekül ağırlığı

Örneğin; HCl ‘in molekül ağırlığı 36.5 g dır. Buna göre 1L çözeltide 36.5 g
HCl çözünmüş ise bu çözelti 1 molardır veya molaritesi 1 dir.
Örneğin; H2SO4 ‘in molekül ağırlığı 98 g dır. Buna göre 1L çözeltide 49 g
H2SO4 varsa bu çözeltinin molaritesi:
49 / 98 = 0.5 dir.
Örneğin; HNO3 ‘in molekül ağırlığı 63 g dır. Buna göre 250 mL çözeltide
1.25 g HNO3 bulunan bir çözeltinin molaritesi:
250 mL de 1.25 g HNO3 varsa
1000 mL de x g HNO3
x = 5 g HNO3 vardır. Buna göre çözelti:
5 / 63 = 0.0794 M dır.
Örneğin; molekül ağırlığı NaOH = 40 g dır. Buna göre 400 mL 0.1M NaOH
çözeltisi nasıl hazırlanır?
1M 1000 mL NaOH hazırlayabilmek için 40 g NaOH gerekir.
0.1M 1000 mL NaOH hazırlayabilmek için 40 x 0.1 = 4 g NaOH gerekir.
0.1M 400 mL NaOH hazırlayabilmek için 4 x (400/1000) g yani 1.6
g NaOH gerekir.
Buna göre 1.6 g NaOH tartılır ve bir balonjojede hacmi 1000 mL ye (1L
ye) tamamlanır.
2) Normalite (N): Bir litre çözelti içerisindeki çözünmüş maddenin
eşdeğer gram sayısıdır.
Molekül ağırlığı
Eşdeğer ağırlık = dir.
Tesir değerliği
Ağırlık
Eşdeğer gram sayısı = dır.
Eşdeğer ağırlık

Tesir (Etki) değeri; maddelerin yapılarına ve girdikleri reaksiyon


biçimlerine göre değişir ve Tesir değerlikleri ile ilgili bilgiler
Stokiyometri bölümünde verilmiştir.
i) Örneğin; 500 mL sinde 1.96 g H2SO4 içeren bir çözeltinin normalitesi kaçtır? H2SO4 ‘in
molekül ağırlığı: 98 g.
H2SO4 in eşdeğer ağırlığı: 98 / 2 = 49 g dır.
500 mL de 1.96 g H2SO4 varsa
1000 mL de 3.92 g H2SO4 vardır.
3.92 / 49 = 0.08 eşdeğer gram/L yani normalitesi 0.08 dir (8.0 10-2 N)

ii) Örneğin; 3.0 10–2 N 2L H3PO4 çözeltisi hazırlamak için kaç gram H3PO4 almak gerekir.
H3PO4 in molekül ağırlığı: 98 g dır.
H3PO4 in eşdeğer ağırlığı 98 / 3 = 32.67 g dır.
1L 1N H3PO4 için 32.67 g H3PO4 gerekir
1L 3.0 10–2 N H3PO4 için (3.0 10–2) x 32.67 = 0.98 g H3PO4 gerekir
2L 3.0 10–2 N H3PO4 için 2 x 0.98 = 1.96 g H3PO4 gerekir.

NOT: Normalite ile molarite arasındaki ilişki:


N = M x Tesir değeri dir.
3) Yüzdeli çözeltiler: Çözeltideki çözünmüş madde miktarlarının yüzde olarak ifade edildiği
haldir. Ağırlık/ağırlık (a/a veya w/w), ağırlık/hacim (a/h veya w/v) ve hacim/hacim (h/h veya v/v)
şeklinde olmak üzere 3 şekilde verilir. Bir çözeltideki maddelerin konsantrasyonu yüzde olarak
ifade ediliyorsa yanına bunlardan hangisi olduğu mutlaka belirtilmelidir. Eğer belirtilmiyorsa
ağırlık/hacim (a/h) olarak anlaşılır (Örneğin; % 5 lik rivanol çözeltisi denildiğinde; 100 mL
çözelti içerisinde 5 g rivanol çözünmüş haldedir demektir). Birbiri ile karışan iki sıvıdan meydana
gelen karışımlar için hacim/hacim (h/h) ifadesi kullanılır (Örneğin; % 10 luk su içinde metanol
çözeltisi denildiğinde; 10 mL metanol + 90 mL su karışımı anlaşılır).
Ticari asitler için % veriliyorsa bu ağırlık/ağırlık (a/a) cinsindendir.
Örneğin; % 96 saf yoğunluğu 1.86 g/mL(cm3) olan H2SO4 çözeltisinin
normalitesini ve molaritesini bulunuz: (H2SO4 in molekül ağırlığı: 98 g)
Ağırlık = yoğunluk x hacim dir.
Buna göre:
100 g da 96 g saf H2SO4 varsa
(1.86 x 1000 g) da 1785.6 g saf H2SO4 vardır (Yani 1L H2SO4
çözeltisinde)
Çünkü: d x V = A dır.
Buna göre verilen asit:
1785.6 / 98 = 18.22 mol/L yani 18.22 M,
1785.6 / 49 = 36.44 eşdeğer gram yani 36.44 N dir.
4) Molalite (m): 1000 g çözücüde çözünmüş olan maddenin mol
sayısıdır. Örneğin; 98 g H2SO4 yani bir mol H2SO4, 1000 g suda çözülecek
olsa elde edilen çözeltinin molalitesi 1 olur veya bu çözelti
1 molal (1 m) dır denir.

5) Mol kesri (X): Bir karışımda bileşenlerden birisinin mol


sayısının (n) toplam mol sayısına oranıdır. Örneğin; 1 mol alkol (n1) ile
3 mol su (n2) dan meydana gelmiş bir çözeltide:
alkolün mol kesri : Xalkol = n1 / (n1 + n2) = 1/4
suyun mol kesri : Xsu = n2 / (n1 + n2) = 3/4 dür.
Çözeltiler için bu genelleştirilecek olursa:

nçözünen nçözücü
X çözünen = X çözücü =
nçözünen + nçözücü nçözünen + nçözücü

yazılabilir. Ama her zaman:


Xçözünen + Xçözücü = 1 dir.
Çözeltilerin özellikleri
Çözeltilerin özellikleri çözünen ve çözücüye bağlıdır.
Saf bir sıvının buhar basıncı; sıvı yüzeyinden birim zamanda gaz fazına geçen molekül sayısı ile
orantılıdır. Gaz fazına geçmek belli bir enerji gerektirir. Bu enerji azaltılırsa buhar basıncı düşer. Enerji
azaltılması ya soğutmak veya çözücünün çözelti içerisindeki payının azaltılması ile sağlanabilir.
Bir fanus içerisine aynı hacimde bir su ve bir şekerli su çözeltisi aynı anda birlikte konulacak olursa
belli bir zaman sonra içerisinde saf su bulunan kapta hacim azalması şekerli su çözeltisine göre daha
yüksek olur. Bu olay saf sudaki moleküllerin sıvı fazdan kaçma eğiliminin çözeltidekinden daha fazla
olması ile açıklanır. Çünkü şekerli su çözeltisinde suyun mol kesri düşmüştür (saf suda suyun mol kesri
1 dir). Dolayısıyla çözeltinin buhar basıncı da buna bağlı olarak düşer. Ve bu düşme çözelti hazırlamak
için suya ilave edilen maddenin tanecik sayısı ile orantılıdır. Bu ilişki, 1882 de François-Marie Raoult
tarafından Raoult kanunu diye bilinen şekilde ifade edilmiştir. Buna göre:
Bir ideal çözeltinin buhar basıncı kimyasal bileşenlerinin buhar basınçları ve bu bileşenlerin
çözeltideki mol fraksiyonları ile doğru orantılıdır. Bu, aşağıdaki şekilde formüllendirilebilir:
𝐨
𝐏𝟏 = 𝐗 𝟏 . 𝐏𝟏

Burada;
P1 = Çözeltinin buhar basıncı
X1 = Çözücünün mol kesri
P1o = Saf çözücünün buhar basıncı
Şekil 7.10. Çözeltinin buhar basıncının saf çözücünün buhar basıncı
ile onun mol kesri arasındaki bağıntı

Buna göre; çözücünün çözeltideki mol kesri azaldıkça çözeltinin buhar basıncı da çözücünün saf
haldeki buhar basıncına göre daha düşük olmaktadır. Yani çözücünün mol kesri düştükçe
çözeltinin buhar basıncı da azalmaktadır (Şekil 7.10). Çözücünün mol kesrinin azalması çözeltide
uçucu olmayan diğer bileşenlerin miktarının artması ile oluşabilir.

P1 = X1 . P1o den X1 = P1 / P1o dır.


Çözeltide birden fazla çözünen olduğu takdirde çözeltinin buhar basıncı
(Pçöz), Xa, Xb, Xc ve Xn bu çözünenlerin çözeltideki mol kesirlerini ve Pao ,
Pbo ve Pco da bunların saf hallerinin buhar basınçlarını göstermek
üzere :

Pçöz = Xa Pao + Xb Pbo + Xc Pco + …… + Xn Pno ‘e eşit olur.

Bir çözelti çözücü ve çözünen den meydana geldiği için X 2 çözünenin


mol kesrini göstermek üzere:

X1 + X2 = 1 olacağı için:
X2 = 1 – X1 olur ve X1 ‘in yukarıdaki karşılığı da
burada yerine konulacak olursa:
𝐏𝟏𝐨 − 𝐏𝟏
𝐗𝟐 =
𝐏𝟏𝐨
olur. Bu da; “bir çözücünün buhar basıncının fraksiyonel alçalması
çözünenin mol kesrine eşittir” diye ifade edilir.
ÖRNEK PROBLEMLER
1) 20 oC da 45 g Z maddesi 500 g suda çözüldüğünde çözeltinin
buhar basıncı 16.2 mmHg ‘ya düşmüştür. Suyun 20 oC daki buhar basıncı
17.4 mmHg olduğuna göre Z maddesinin molekül ağırlığını bulunuz (MA
su= 18 g).
P1 = X1 . P1o dan 16.2 = X1 . 17.4 ve buradan: X1 = 0.93 dür.
500/18
X1 = = 0.93 olur. Buradan;
(500/18) + (45/MAZ)
MAZ = 21.85 g olarak bulunur.

1) Heptan ve oktan ideal bir çözelti meydana getirirler. 2 mol


heptan ile 4 mol oktan içeren bir çözeltinin 40 oC daki buhar basıncı ne
olur.
40 oC da; Heptan’ın buhar basıncı 0.121 atm
Oktan’ın buhar basıncı 0.041 atm dir.
XHeptan = 2 / (2+4) = 2/6
XOktan = 4 / (2+4) = 4/6
o o
PÇözelti = X Heptan PHeptan + X Oktan POktan
PÇözelti = (2/6) x 0.121 + (4/6) x 0.041 = 0.0676 atm dir.
Raoult kanunu ideal hali gösterir. Uygulamada en iyi uygunluk seyreltik çözeltilerde görülür.
Çözünen maddenin konsantrasyonu artırıldıkça buhar basıncı ideallikten sapar. Bu sapma çoğunlukla
pozitif yönde olur (kloroform + etil alkol karışımında olduğunda gibi), bazı hallerde de negatif
yönde olur (kloroform + aseton karışımında olduğu gibi) (Şekil 7.10).
Bir maddenin çözücüye ilavesi ile çözücü moleküllerinin gaz fazına kaçma eğiliminin daha düşük
olmasını doğrulayan başka bir gözlem de donma noktasının alçalmasıdır, aynı zamanda kaynama
noktası da yükselir (Şekil 7.11). Doğal olarak sulu çözeltide üçlü noktanın koordinatları da
değişecektir.

Şekil 7.11. Suyun ve bir sulu çözeltinin faz diyagramı


Donma noktasındaki azalma ile kaynama noktasındaki yükselme
çözünen maddenin çözeltideki mol kesri ile orantılıdır.

Donma noktası alçalması


ΔTDN = Donma noktasındaki alçalma derecesi
X2 = Çözünen maddenin çözeltideki mol kesri olmak üzere;
ΔTDN ve X2 birbirleri ile orantılıdır; ΔTDN ∝ X2 ve;
ΔTDN = Kf . m (veya ΔTDN = F . m) dir. Burada F veya Kf = Molal
donma noktası alçalma sabiti (Kriyoskopi sabiti), m = molalite dir. F
sabiti çözücünün cinsine göre değişir. Örneğin; su için F sabiti = 1.86 oC
dır (Tablo 7.1). Bunun anlamı; 1000 g su içerisinde 1 mol madde
çözündüğünde suyun donma noktası 1.86 oC düşecek yani su –1.86 oC da
donacak demektir.
Tablo 7.1. Molal kaynama noktası yükselme ve donma noktası alçalma
sabitleri
Çözücü Kaynama Kb (B) Donma Kf (F)
noktası ( C)
o noktası ( C)
o

Asetik asit 118.1 3.07 16.5 3.90

Benzen 80.1 2.53 5.5 5.12

Kafur - - 179.0 39.70

CCl4 76.8 5.05 -22.8 29.80

Kloroform 61.2 3.63 -63.5 4.68

Etil alkol 78.4 1.22 -114.6 1.99

Naftalin - - 80.2 6.90

Dietil eter 34.6 2.02 -117.4 1.79

Su 100.0 0.52 0.0 1.86


PROBLEM
Otomobilinizde kullanılan cam yıkama suyunun –10 oC ‘a kadar
donmamasını istiyorsunuz. 100 g suya ne kadar etil alkol (C2H5OH) ilave
etmeniz gerekir (etil alkolün iyonlaşması ihmal edilerek). Su için;
Kf = 1.86 oC dır. MA etil alkol = 46 g.
ΔTDN = Kf . m
0 – (–10) = 1.86 x m
m = 5.3763 olmalıdır.
Bu; 1000 g suya 5.3763 mol etil alkol ilave etmek demektir. Yani;
5.3763 x 46 = 247.3 g etil alkol ilave etmek demektir.

1000 g su için 247.3 g etil alkol gerekiyorsa


100 g su için x g etil alkol gerekir.
x = 24.73 g etil alkol ilave edilmelidir.
Donma noktası azalması iyonlaşmayan moleküllerde mol sayısına bağlı olmasına karşılık esasta
çözünme meydana geldiğinde ortaya çıkan tanecik sayısı ile orantılıdır. Örneğin; NaCl, sulu
çözeltisinde % 100 iyonlarına ayrışır ve çözeltide Na+ ve Cl– gibi iki iyon bulunur ve bunların her
birisi suyun donma noktasını 1.86 oC düşürür.

PROBLEM
2000 g suya 30 g KCl ilave edildiği takdirde su kaç derecede donar? Su
için Kf =1.86 oC dır. MA KCl = 74.5 g.
2000 g suya 30 g KCl ilave edilmişse
1000 g suya 15 g KCl ilave edilmiştir. Buna göre:
15 / 74.5 = 0.2013 mol dür yani çözeltinin molalitesi 0.2013 dür.
KCl  K+ + Cl– şeklinde % 100 iyonlaştığı için:
ΔTDN = (2x1.86) x 0.2013 olacaktır. Buna göre:
ΔTDN = 0.75 olarak bulunur. Buna göre bu çözelti – 0.75 oC da donar.
Kaynama noktası yükselmesi
ΔTKN = Kaynama noktasındaki yükselme derecesi
X2 = Çözünen maddenin çözeltideki mol kesri olmak üzere;
ΔTKN ve X2 birbirleri ile orantılıdır; ΔTKN ∝ X2 ve;
ΔTKN = Kb . m (veya ΔTKN = B . m) dir. Burada B veya Kb = Molal
kaynama noktası yükselme sabiti (Ebülyoskopi sabiti), m = molalite dir.
B sabiti çözücünün cinsine göre değişir. Örneğin; su için B sabiti = 0.52
oC dır (Tablo 7.1). Bunun anlamı; 1000 g su içerisinde 1 mol madde

çözündüğünde suyun kaynama noktası 0.52 oC yükselecek yani su 100.52


oC da kaynayacak demektir.

PROBLEM
4000 g suya kaç gram üre ilave edilmelidir ki çözeltinin kaynama
noktası 100.32 oC olsun. MA üre = 60 g.
ΔTKN = Kb . m
100.32 – (100.00) = 0.52 x m
m = 0.6154 olmalıdır.
Bu; 1000 g suya 0.6154 mol üre ilave etmek demektir. Yani;
0.6154 x 60 = 36.924 g üre ilave etmek demektir.
4000 g su için 4 x 36.924 = 147.696 g üre ilave etmek gerekir.
Van’t Hoff faktörü (i)
Van’t Hoff faktörü (i); bir çözelti için deneysel olarak bulunan donma
noktası alçalmasının (ΔTDN) teorik olarak hesaplanan donma noktası
alçalmasına (Kf . m) oranıdır. Yani;
ΔTDN
i=
Kf . m dir. Daha önceki ifadelere göre düzenlenecek olursa:

ΔTDN = i . Kf . m olur. Burada Kf = Molal donma noktası alçalma


sabiti (Kriyoskopi sabiti), m = molalite dir.
Bu ifade; daha önceki ifadelere göre çözünen maddenin hiç dissosiye
olmadığı (i = 1) haller için ΔTDN = Kf . m ve ΔTKN = Kb . m eşitliklerinden
türetilmiştir. Bu faktörün ortaya çıkmasının nedeni elektrolitlerdeki
iyonlaşmadır. Örneğin NaCl ‘ün ayrışmasından Na+ ve Cl– olmak üzere 2
adet iyon yani 2 adet parçacık ortaya çıkar. Ve bunların her birisi suyun
donma noktasını 1.86 oC düşürür diye düşünülmektedir. Fakat deneysel
sonuçlar göstermiştir ki sulu NaCl çözeltisinde donma noktası alçalması
tam 2x1.86 oC değildir (Tablo 7.2). Ancak, çözeltinin konsantrasyonu
düştükçe yani seyrelme arttıkça bu değer 2x1.86 = 3.72 ye yaklaşmaya
başlar, konsantrasyon arttıkça bu değerden uzaklaşma olur. Nedeni,
ortamdaki konsantrasyonun iyonlaşmayı değiştirmesidir. Konsantre
çözeltilerde iyonlar birbirlerine çok yaklaşmışlardır dolayısıyla
aralarında bir elektrostatik çekim meydana gelir ve moleküler hale
dönmeye meylederler yani iyonlaşma azalır. Seyrelme ise bunun tam
tersine bir etki oluşturur ve iyonlar arasındaki mesafe genişlediği için
çekim gücü zayıflayacaktır, iyonlaşma artar. Örneğin NaCl çözeltilerinde
aşağıdaki veriler elde edilir:
Tablo 7.2. NaCl için molal NaCl başına donma noktası alçalması
NaCl Gözlenen Donma Molal NaCl başına
Konsantrasyonu noktası donma noktası alçalması

m oC oC

0.1 –0.347 3.47

0.01 –0.0361 3.61

0.001 –0.00366 3.66

0.0001 –0.000372 3.72


Bu olay Debye-Hückel teorisini doğrular ki Debye-Hückel teorisi elektrolitlerin çözeltilerinde
iyonlar arasında çekim kuvveti meydana geldiğini yani iyonların çözelti içerisinde tamamen
birbirlerinden bağımsız olmadıklarını ifade eder. Gözlenen veriler aşağıda CH3COOH için
verilenler ile de benzerlik göstermektedir. Yani bu olgu kuvvetli elektrolitlerde görüldüğü gibi zayıf
elektrolitlerde de görülmektedir. Buna göre elektrolitler için genel olarak Teorik ile Pratiğin
birbirine uymadığı söylenebilir. Gerçek iyonlaşma; donma noktasındaki alçalmaya göre
hesaplanmalıdır. Teorik ile pratiği birbirine bağlayan ise Van’t Hoff faktörü (i) dir (ΔTDN = i x Kf x
m). Çözünen maddenin hiç dissosiye olmadığı veya elektrolitlerin sonsuz seyrelmesinde i; 1 ’e
yaklaşır ve ΔTDN = Kf x m olur. Ancak bu şartlarda Debye-Hückel teorisi geçerliliğini kaybeder. i
faktörü elektrolitin cinsine göre de değişir. Şöyle ki; Tablo 7.3 te görüldüğü gibi NaCl, MgSO4
ve K2SO4 gibi kuvvetli elektrolitlerin sulu çözeltileri karşılaştırılacak olursa aralarında bir
farklılığın daha olduğu görülür; MgSO4 ‘da NaCl ‘e göre daha yüksek bir farklılanma vardır
çünkü NaCl de +1 yüklü iyonlar arasında çekim meydana gelirken MgSO4 da +2 yüklü iyonlar
arasında bir çekim vardır ve bu çekim NaCl dekinden daha büyüktür. Ve de konsantrasyon
arttıkça tanecik sayısı yine 2 olmasına karşılık MgSO4 için i değeri 2 den çok daha fazla
uzaklaşmaktadır (0.001 m için 1.82 iken 0.1 m için 1.21 dir). Halbuki bu azalma NaCl için
daha azdır (0.001 m için 1.97 iken 0.1 m için 1.87). K2SO4 da ise iyonlaşınca 3 tanecik
meydana gelir ve i değeri 0.001 m seyrelmede gerçeğe en çok yaklaşır (2.84).
Tablo 7.3. Tuz çözeltilerinde i faktörü değerleri
i

Elektrolit 0.1 m 0.01 m 0.001 m

NaCl 1.87 1.94 1.97

MgSO4 1.21 1.53 1.82

K2SO4 2.32 2.69 2.84

Sonuç olarak; i faktörü elektrolitlerin çözeltilerindeki gerçek


dissosiasyonu (iyonlaşmayı) gösterir. Bundan hareketle çözeltilerdeki
aktiflik yani gerçek (etkin) konsantrasyon (a) da hesaplanabilir:
a=f.C
ELEKTROLİTLER
Elektrolit; elektrik akımını ileten demektir. İçerisinde saf su bulunan
Şekil 7.12 deki bir düzenek içerisinden akım geçirilecek olsa
ampermetrede herhangi bir sapma gözlenmez yani akım geçmez. Aynı

Şekil 7.12. Çözeltilerden elektrik akımı geçirme düzeneği

şekilde içerisinde şeker çözülmüş bir çözeltiden de elektrik akımı


geçmez. Asetik asit (CH3COOH) çözülmüş bir sulu çözeltiden akım zayıf
olarak geçerken NaCl gibi bir madde çözünmüş sulu çözeltiden ise büyük
miktarda akım geçtiği görülür. Bunlara göre öncelikle aşağıdaki gibi
temel bir sınıflandırma yapılabilir:
1) Elektrik akımını iletenler (elektrolitler)
2) Elektrik akımını iletmeyenler (elektrolit olmayanlar veya
nonelektrolitler).
Çözeltilerinde; ampermetrede asetik asitte az, NaCl de ise çok sapma
gözlendiğine göre yani az veya çok akım geçtiğine göre elektrolitler;
1) Kuvvetli elektrolitler (elektrik akımını çok iletenler)
2) Zayıf elektrolitler (elektrik akımını az iletenler)
olmak üzere 2 grupta toplanabilirler.
Çözeltilerde elektrik akımını yüklü tanecikler (artı ve eksi yüklü) taşır. Yüklü tanecikler ise
moleküllerin ayrışmasından (dissosiasyon) meydana gelir. Dolayısıyla elektriği çok
ayrışanlar çok, az ayrışanlar az iletirler. HCl ile CH3COOH çözeltileri karşılaştırıldığında
HCl ‘in elektriği daha fazla ilettiği gözlenir. Bu HCl ‘in çözeltide daha fazla ayrıştığını
gösterir:
HCl  H+ + Cl–
Buna karşılık CH3COOH;
CH3COOH  CH3COO– + H+ şeklinde belli bir yüzdeyle ayrışır.
Buna göre; % 100 oranında iyonlaşanlara kuvvetli elektrolitler, % 100 değil ama belli
bir yüzdeyle ayrışanlara ise zayıf elektrolitler adı verilir.
Kuvvetli elektrolitlere örnek; HCl, NaOH, KCl, NaNO3, HNO3,
Zayıf elektrolitlere örnek; CH3COOH, HCOOH, HgCl2, NH4OH verilebilir.
Elektrolitler; çözünmeden önce iyonik veya moleküler yapıda olabilirler.
İyonik maddeler suda çözününce hidratlaşırlar yani su molekülleri ile
çevrilirler. Örneğin NaCl; suda çözündüğünde Na+ ve Cl– iyonlarına
ayrışır ve bunlar da aşağıdaki şekilde su molekülleri ile çevrilirler:

İyonik maddeler çözünmeden önce dışarıya karşı nötral yapıya


sahiptirler (Örneğin NaCl). Ama ayrışınca yüklü tanecikler haline
dönüşürler (Na+ ve Cl–). Artı yüklü tanecikler Katoda, eksi yüklü
tanecikler ise Anoda doğru hareket ederler.
Molekülsel yapıya sahip bazı maddeler de özel çözücülerinde
çözündüklerinde iyonlar oluşturabilirler. Örneğin; HCl molekülsel bir
maddedir ve gaz halindedir. Saf HCl elektriği iletmez. Ama suda
çözününce iyonlarına ayrılır (H+ ve Cl–) ve hidratlaşır. H+ ‘nun
hidratlaşmış şekline hidronyum iyonu (H3O+) adı verilir:
HCl + H2O  H3O+ + Cl–
Ve bu hali ile çözeltisinde HCl elektriği iletir.
Elektrolit olmayanlar; genellikle molekülsel yapılı bileşiklerdir.
Çözündüklerinde hidratlaşmalarına rağmen yine de nötral yapılarını
korurlar. Bu nedenle de elektriği iletmezler.
YÜZDE AYRIŞMA (% dissosiasyon)
Maddelerin çözeltilerinde iyonlarına ayrışma yüzdeleri kendilerine
özgüdür. Ayrışma yüzdeleri çözeltide ayrışmış olan iyonların
miktarlarının tayininden hareketle hesaplanabilir. Daha önce anlatıldığı
gibi her çözünen tanecik çözücünün donma noktasında belli bir alçalma,
kaynama noktasında ise belli bir yükselme meydana getirir. Bu özellikten
yararlanarak ayrışma miktarı hesaplanabilir.
AB gibi zayıf bir elektrolit çözününce, çözeltide A+ ve B– gibi iyonlar ile
parçalanmadan kalan AB bulunur.
AB  B+ + A–
Ve bunlar donma noktasını düşürürler.

PROBLEM
0.05 M HA gibi bir zayıf asit çözeltisinin donma noktası – 0.124 °C’dır.
Bu madde yüzde kaç oranında iyonlaşmıştır. Su için Kf =1.86 oC dır.
ΔTDN = Kf . m den;
0 – (–0.124) = 1.86 x m
m = 0.0667 olur ki bu taneciklerin toplam konsantrasyonudur.
Çünkü her bir tanecik 1.86 oC lık bir düşme yapar. İyonlaşmaya göre:
HA  H+ + A–
0.05 – x x x yazılabilir. Toplam tanecik miktarı:
(0.05–x) + x + x = 0.05 + x dir. Bu da;
0.0667 = 0.05 + x demektir. Buradan;
x = 0.0167 mol ayrışma olduğunu gösterir.
Ayrışma yüzdesi = (Ayrılan kısım / Başlangıç) x 100 olduğu için;
Ayrışma yüzdesi = (0.0167 / 0.05) x 100 = % 33.4 dür.
Yüzde ayrışmaya etki eden faktörler şunlardır:
1) Çözünenin cinsi: Molekül yapısına göre maddelerin ayrışmaları
farklı olur. Örneğin suda; HCl, % 100 ayrışırken CH3COOH % 0.4 ayrışır.
2) Çözücünün cinsi: Çözünen ve çözücünün polaritelerine göre
ayrışma farklılık gösterir. Örneğin; HCl suda % 100 ayrışırken benzende
% 1 ayrışır.
3) Sıcaklık: Genelde artırır ama bazen maddelerin cinsine göre
azaltır.
4) Konsantrasyon: Genelde elektrolit konsantrasyonu düştükçe %
dissosiasyon artar. Örneğin CH3COOH te aşağıdaki gibidir:

CH3COOH Ayrışma
Konsantrasyonu
%

1M 0.4

0.1M 1.3

0.01M 4.3

0.001M 15.0

0.0001M 75.0

Sonsuz seyreltmede (artık daha fazla seyrelemiyeceği hal) % 100


dissosiasyon görülür. Çünkü iyonlar bu durumda birbirlerinden
maksimum uzaklaşmışlar ve aralarında etkileşim kalmamıştır.
Zayıf ve kuvvetli elektrolit izafi (göreceli) bir kavramdır. Bu sorunu
çözmek için 1M konsantrasyon esas alınmıştır. 1M çözeltide fazla
iyonlaşan kuvvetli, az iyonlaşan zayıf elektrolittir.
ÇÖZÜNÜRLÜK
Çözünürlük; çözünen maddelerin miktarının kantitatif olarak
gösterilmesidir. Bir madde bir çözücüde sonsuz miktarda çözünemez, bunun bir limiti vardır. Limit
şöyle belirlenebilir; çözünmesi istenen madde belirlenen çözücüye yavaş yavaş ilave edilerek
karıştırılır. İlave edildikçe maddenin çözünüyor olması çözeltinin hala doymamış olduğunu gösterir.
İlave edilmeye devam edildikçe bir noktaya ulaşılır ki artık madde çözücü içerisinde çözünmez ve
çözeltinin dibinde katı halde toplanmaya başlar. Bu andaki çözelti doymuş çözelti dir ve artık
içerisinde o sıcaklıkta daha fazla madde çözünemez. Bu andan sonra kabın dibinde çözünmeden kalan
madde ile çözelti arasında dinamik bir denge kurulur ve birim zamanda ne kadar katı çözeltiye
geçiyorsa o kadar da madde katı hale geçer. Buna göre doymuş çözelti; çözünenin fazlası ile dengede
bulunan veya dengede kalabilen çözelti olarak tarif edilebilir. Bir maddenin çözünürlüğü ise; verilen
bir sıcaklıkta doymuş çözeltisindeki çözünmüş madde miktarı olarak tarif edilir.
Çözünürlük şu faktörlere bağlıdır:
1) Çözücünün cinsi: Kimyada “Similia similibus solvuntur” yani
“benzer benzeri çözer” diye bir kural vardır. Çözünen madde molekülleri
yapısal ve elektriksel özellikleri bakımından çözücü molekülleri ile
benzer özellik gösterirlerse çözünürlük fazla olur. Buna göre polar
moleküller polar çözücülerde, apolar maddeler apolar çözücülerde daha
çok çözünür. Örneğin; iyonik yapılı (polar) bir madde olan NaCl ‘ün
çözünürlüğü aşağıdaki gibidir;
Suda (polar çözücü) 311 g/L
Etil alkolde 0.51 g/L
Eterde (apolar çözücü) 0 g/L çözünür
2) Çözünenin cinsi: Yine benzer benzeri çözer kuralı geçerlidir.
Ama çözünme sırasında molekülsel çözünme ve iyonlaşmanın meydana gelmesi de ayrı bir
faktördür. Değişik yapıdaki maddelerin çözünürlüklerinin karşılaştırılması bu faktörün etkisini daha
net olarak gösterir. Örneğin; NaCl iyonik yapılı bir bileşiktir ve çözündüğünde iyonlarına ayrışır.
Yukarıda söylendiği gibi NaCl suda 311 g/L olarak çözünür. Şeker ise molekülsel olarak çözünür ve
sudaki çözünürlüğü 1311 g/L dir. Bu ağırlık miktarı NaCl ‘ünkinin yaklaşık 4 katı kadardır. Bu
durumda çözünürlüğün karşılaştırılması için molar ölçülerin alınması gerekir. Buna göre çözünürlük;
NaCl doymuş çözeltisinde 5.3 M
Şeker doymuş çözeltisinde 3.8 M dır.
Yani NaCl ‘ün sudaki çözünürlüğü daha fazladır. Bunun nedeni NaCl suda çözündüğünde meydana
gelen Na+ ve Cl– iyonlarının hidrate olarak molekülsel olarak çözünen şeker’e göre su molekülleri
tarafından daha fazla sarılmalarıdır. Bileşiği oluşturan iyonların yarıçapları ne kadar küçük ve iyon
yükü ne kadar büyükse bileşik o kadar zor çözünür.
Ayrıca, ortak iyon etkisi de söz konusudur. Ortak iyon varlığı (bir madde çözündüğünde
meydana gelen iyonlardan biri veya birkaçının ortama ilavesi) çözünürlüğü azaltır. Buna
karşılık zıt iyon varlığı (bir madde çözündüğünde meydana gelen iyonlardan hiçbirisine
benzemeyen bir iyonun ortama ilavesi) çözünmeyi artırır. Ortak iyon etkisinde Le Chatelier
prensibi geçerlidir. Le Chatelier prensibi: Denge halinde bulunan bir sisteme dışarıdan bir
etki yapılacak olursa denge bu etkiyi kaldıracak yönde hareket eder der. Örneğin;
CH3COOH  H+ + CH3COO– gibi bir dengenin oluştuğu bir çözeltiye CH3COO–
iyonları ilave edilse denge bu etkiyi kaldırmak üzere reaksiyonu sola doğru çevirir. Çünkü
dengenin sağ tarafına bir etki yapılmıştır. Bunun sonucunda da CH3COOH yani molekülsel
hale geçiş olur ve çözünürlük azalır.
3) Sıcaklık: Genelde çözünürlük sıcaklıkla artar. Ama % ayrışmada
söylendiği gibi bazen maddelerin cinsine göre azalır (örneğin; CaSO4, Li2CO3 ve Ca(OH)2), bazen de
değişmez (örneğin; NaCl, Na2CrO4). Bazen de Na2SO4 da olduğu gibi önce artar sonra azalır. Bunun
nedeni çözünme ısısıdır. Çözünme ısısı; bir madde doymuş çözelti yapmak üzere çözündüğünde açığa
çıkan ısıdır. Çözünme şöyle şematize edilir:
Çözünen + Çözücü  Çözelti ± Çözünme ısısı
Eğer bu ısının işareti + ise çevreye ısı verilmektedir (ekzotermik).
Eğer bu ısının işareti – ise çevreden ısı alınmaktadır (endotermik).
Le Chatelier prensibine göre; ekzotermik yani çevreye ısı veren bir çözünme varsa dışarıdan ısı
verildiğinde reaksiyon geriye (sola doğru) döner ve çözünürlük azalır. Endotermik yani çevreden ısı
alan bir çözünme varsa dışarıdan ısı verildiğinde reaksiyon bu defa ileriye (sağa doğru) döner ve
çözünürlük artar.
Genelde sıcaklığın artırılması ile çözünürlüğün artması aşırı doymuşluk ile açıklanır. Her
maddenin belli sıcaklıklarda ne kadar çözündüğü hesaplanmış ve bu değerler her maddeye özgü
çözünme eğrileri üzerinde gösterilmiştir. Doygunluk noktasından sonra ısıtmaya devam edilecek
olursa çözücünün içerisinde daha fazla maddenin çözünmesi için bir hacim daha kalır ve bu hacimde
de madde çözünerek doygunluk miktarından daha fazla madde çözelti içerisinde bulunabilir. Bu hale
Aşırı doymuşluk adı verilir. Aşırı doymuşluk dayanıklı bir hal değildir ve sıcaklık düşürülecek olursa
doygunluktan sonra çözünmüş olan madde çözünürlüğünü kaybeder ve kabın dibinde katı halde
toplanır.
Gazlarda çözeltinin sıcaklığı arttıkça çözünürlük düşer. Bu nedenle
kaynayan suda hava kabarcıkları oluşur. Bazı gazların sıcaklığa göre
çözünürlükleri Şekil 7.13 de gösterilmiştir.

Şekil 7.13. Bazı gazların değişik sıcaklıklardaki çözünürlükleri


4)Basınç: Katı ve sıvıların çözünürlüğüne basıncın pek etkisi
yoktur. Gazların çözünürlüğü ise basınçla doğru orantılıdır. Bütün gazların çözünürlüğü çözelti
üzerindeki gazın kısmi basıncı büyüdükçe artar. Bu olgu 1803 te William Henry tarafından ortaya
konulan Henry kanunu ile açıklanmıştır. Henry kanunu: Sabit sıcaklıkta bir gazın belli bir sıvı
içerisindeki çözünen miktarı doğrudan sıvı ile dengede olan
gazın kısmi basıncı ile orantılı veya diğer bir deyişle bir gazın bir sıvı
içerisindeki çözünürlüğü sıvının üzerindeki gazın kısmi basıncı ile orantılı olduğunu söyler. Ve
aşağıdaki şekilde formülize edilir:
w=k.P
Burada; P = Denge basıncı
k = Orantı sabiti
w = Çözünen gazın kütlesi
Günlük hayatımızda bu kanunun geçerliliğini gazlı meşrubatlarda ve
şampanyada görebiliriz. Bu tür içecekler hazırlanırken CO2 büyük bir basınç
altında çözeltiye basılır ve CO2 ‘in bu basınç nedeniyle çözelti içerisinde
çözünmesi sağlanır. Sonra bu yüksek basınç altında iken kapak kapatılır. Kapak
açıldığında ise çözelti üzerindeki yüksek basınç kalkacağı ve atmosferik basınca
düşeceği için çözeltinin içerisinde çözünmüş olan CO2 ‘in çözünürlüğü düşer ve
çözeltiden kabarcıklar halinde dışarı çıkar.
Yine bu kanunla ilgili olarak gözlenen bir olay da dalgıçlarda ve çok fazla yükselen
havacılarda rastlanan Vurgun dur. Bilindiği gibi denizde dibe doğru inildikçe vücut üzerine
etki eden basınç yükselir. İniş mesafesi arttıkça etki eden bu basınç da artar (örneğin 22 m
derinlikte basınç 3 atmosferdir). Basıncın yükselmesi akciğerlerdeki basıncı da yükseltir.
Bunun sonucunda dokulardaki ve kandaki azot gazının çözünürlüğü artar. Bu çözünürlük
artışı iniş sırasında bir problem yaratmaz. Ama dipten yukarıya doğru çıkışta basınç
düşeceği için (dekompresyon) dokulardaki ve kandaki azot gazının çözünürlüğü de düşer
ve dolayısıyla çözünmüş azot gazı kabarcıkları haline geçmeye başlar (Birden yüzeye
çıkılacak olursa bu basınç 1 atm ‘e düşer). Vücutta devr-i daim halinde olan kan
içerisindeki bu gaz kabarcıkları kılcal damarlardan geçerken ki özellikle beyin içerisindeki
kılcal damarlardan geçerken hacmi dolayısıyla damarları tıkar ve kan geçişine engel olur.
Bunun sonucunda beslenemeyen beyin dokusu görevini yapamaz ve vücudun belli
bölgelerinde felç meydana gelir. Keza dokularda da aynı nedenle az veya çok hasar
meydana gelerek çok ağrılı durumlar oluşabilir. Bu olaya vurgun adı verilir (Tıptaki adı
Dekompresyon hastalığı veya Caisson hastalığıdır). Vurgun’a maruz kalan kişiler için ise
vurgun yemiş ifadesi kullanılır. Vurgun’u önlemek için dalgıçlar, yukarı doğru çıkarlarken
birden yüzeye çıkmak yerine belli aralıklar ile durarak yavaş yavaş çıkarlar. Böylece bu
periyotlar içerisinde azotun büyük kabarcıklar halinde oluşması önlenebilir ve çözünmüş
azotun akciğerlerden dekompresyon hastalığını önleyebilecek bir hızla atılabilmesi
sağlanabilir.
5) pH: Ortamın pH ‘ı yani asitlik veya bazlık durumu özellikle proton alışverişine
uygun olan moleküllerin çözünürlüğünü etkileyen önemli parametrelerden biridir.
Örneğin; suda çözünmeyen efedrin molekülü HCl li ortamda HCl tuzu haline geçerek
suda çözünür.
6) Kompleks oluşumu: Kompleks oluşumu genellikle çözünmeyi artırır (şelat
kompleksler halinde çökelmeler de vardır). Örneğin; AgCl suda çözünmez ama
ortama amonyak ilave edilecek olursa Ag(NH3)2Cl kompleksi haline geçer ve
çözünür.
PROBLEMLER
1) Amonyağın buhar basıncı –68.4 oC da 100 Torr, –45.4 oC da 400
Torr olduğuna göre amonyak için ΔH' değerini hesaplayınız.
2) 728 Torr basınç altında 25 oC’de su üzerinde toplanmış 38.6 mL
ideal gaz kaç mol dür? (25 oC da suyun buhar basıncı 23.8 Torr’dür.)
3) 30 g uçucu olmayan ve dissosiye olmayan katı bir madde 10 g suda
çözülüyor. 50 oC da çözeltinin buhar basıncı 0.117 atm ve suyun 50 oC daki
buhar basıncı 0.122 atm olduğuna göre maddenin molekül ağırlığını bulunuz.
4) Boşaltılmış 1L lik 18 oC daki bir kaba 1 g H2O konulduğunda;
a) Suyun % ne kadarı buharlaşır?
b) Sıcaklık 105 oC ‘a çıkarılsa % ne kadarı buharlaşır?
(Suyun 18 oC daki buhar basıncı 15.5 Torr, 105 oC daki buhar basıncı 906.1
Torr dur)
5) 100 g H2O ve 2 g X bileşiğinden bir çözelti hazırlanıyor. Bu
çözeltinin hacmi 101 mL ve donma noktası da –0.62 oC oluyor. Buna göre;
a) X bileşiğinin mol kesrini,
b) X bileşiğinin molekül ağırlığını,
c) Çözeltinin molaritesini hesaplayınız.
d) Bu çözelti kaç derecede kaynar?
Kf su = 1.86 oC, Kb su = 0.52 oC,
6) Karbon, hidrojen ve oksijenden ibaret olan bir organik bileşiğin
0.182 g ‘ının yakılmasında 0.264 g CO2 ve 0.126 g H2O elde edilmektedir. Bu
organik bileşiğin 2.5 g ‘ı 50 g suda çözündüğünde donma noktası 0.496 oC
alçalmaktadır. Bileşiğin molekül formülünü bulunuz. Kf su= 1.86 oC, C:12,
O:16, H:1.
7) Bir maden işleme fabrikasındaki eritme kazanı başında çalışan bir
işçinin matarasına ne kadar katkı maddesi (NaCl) konulmalıdır ki 1500 oC
olan bu sıcaklıkta suyu kaynamasın. Kb su = 0.52 oC, Na:23, Cl:35.5.

You might also like