Professional Documents
Culture Documents
Varoluşçuluk son yüzyılda felsefî bir akım olarak kendini ortaya koydu. Varoluşçu felsefe bir anlam
arayışından yola çıktı. İnsanın, kendini ve maddeyi sorgulaması sonucunda karşılaştığı açmazları
anlamaya çalıştı. İnsanı izah etmeye çalışan ve insanın sorunlarına yaklaşım getiren varoluşçu felsefe,
elbette ki psikoloji içinde de temsilcilerini bulacaktır. Varoluşçuluk bu manada insanın zihinsel yapısının
ve dünyayı algılama şeklinin bir başka izah tarzıdır. Psikoloji ve psikiyatride varoluşçuluğun çok etkin bir
takım sonuçlarını görüyoruz.
Psikiyatrik klinik tabloların ekseriyetinde karşılaştığımız temel sorun anksiyete ve korkudur. Anksiyete
yani bunaltı, iç daralması bir sinyal niteliğindedir. Normalde reel hayatın uzantıları, bir tehlike arz
ediyorsa birey bunaltı içine girer. Bir yakının kaybı, ekonomik felaketler, yaşanılan bir takım ağır
travmalar, reel olarak bireyde bunaltı doğurur. Gerçek bir olaya karşı kişinin hissettiği bunaltı normaldir,
olması gerekir. Çünkü bir sinyal niteliğinde olan bu bunaltı sayesinde birey bir takım koruyucu
tedbirler alır. Bu tedbirler sayesinde de canlığını ve pozisyonunu korur.
Varoluşçulara göre insanın psikolojik rahatsızlıklarının temelinde, varoluşçu bir takım etmenler
bulunmaktadır. Tabloların karmaşıklığı veya kaotik olması insanı yanıltmamalı. İnsanlar birbirlerinin
aynısıdır. İnsan, varlığını fark edebilen tek yaratıktır. Varlığını fark etmeyle beraber varlığının
nedenlerini sorgulamak durumundadır. Bu durum, insanın varlığına anlam arama sürecidir. Varlığa anlam
aramak doğuştan gelen bir ihtiyaçtır. Kendini sorgulayan insan, sorgulamanın sonucunda bir takım
açmazlara düşer. Bu açmazlarla karşılaşan birey büyük bir bunaltı, sıkıntı ve korku hisseder. Her birey
var oluşuna anlam arayışıyla birlikte sorgulamaları sonucunda bir takım sorulara ve sonuçlara
ulaşmaktadır. Cevabını bulamadığı temel birkaç soru vardır. Bu soruların cevapsızlığı ve çözümsüzlüğü
insanı yalancı bir dünyaya mahkûm bırakır.
Varoluşuna anlam arayan insanın cevaplamaya çalıştığı temel beş soru şöyle sıralanabilir:
Bu sorular, özünde çok büyük gerçekleri barındıran, insanı açmaza düşüren sorulardır. İnsanın varlığı ve
gizemi bu soruların içeriğinde yatmaktadır. Bu soruları ele alıp varoluşçu psikoterapi bağlamında bunların
ne anlama geldiğini yorumlamaya çalışalım.
Aklımıza her şey, ama her şey gelir, tek bir şey gelmez: Öleceğimiz.
Gelecekle ilgili tek bir gerçek vardır: Gelecekte mutlaka öleceğiz.
Gelecekle ilgili her şeyden bahsederiz, her şeyi netleştirmeye çalışırız. Ama öleceğimizden hiç
bahsetmeyiz. Bu, paradoksal bir durumdur ve 'bilinen tek gerçeği inkâr edip belirsiz olan bir takım
varsayımları gerçekmiş gibi kabul etmek' tir.
Ölüm, doğan bir insanın yaşayacağı kesin olan tek gerçektir. Bilinen tek gerçektir. O halde yaşamın
anlamı nedir? Bu kadar hırsın, öfkenin, kızgınlığın, dürtünün anlamı nedir? Bu sorgulamalar insanı
tekrardan bir açmaza düşürür. Birey ya sanal bir dünya da yaşayacak, ölümü son ana kadar yadsıyacak,
kurgusal bir zeminde varlığını devam ettirecektir. Ya da ölümle yüzleşecek ve varoluşunu bir başka
bağlamda değerlendirecektir.
Her insan kendi bedenini kullanan bir sürücü gibidir. Bu sürücü bu bedeni istediği gibi kullanabilir.
Üzerinde mutlak bir tasarruf gücü vardır. O bedeni canlı da tutabilir, öldürebilir de. Bedenini istediği yöne
kanalize edebilir. Bu duygu, aslında kısmi bir Tanrılık duygusudur: Her şeyi siz belirliyorsunuz, her şeyi
siz şekillendiriyorsunuz. İnsan her an milyonlarca alternatif yolun kavşağındadır. Her an bu yollardan
birisini tercih edebilme kudretine sahiptir. Böyle bir kudreti kullanabilmek güçlü bir benliğe ve güçlü bir
iradeye sahip olmayı gerektirir. Hele hele kendi iradesiyle yöneldiği bir takım tercihlerinden sonra yaşadığı
başarısızlıklar olumsuzluklar veya felaketler kişiyi korkutursa birey şoför rolünden vazgeçebilir. Bu
durumdan kurtulmanın toptan yolu kendi iradesini bir başka iradeye teslim etmektir. Yani kendi adına
karar verebilecek yetkin mercilerden kendi adına karar vermesini istemektir. Bu, yaşadığı mekândaki
ebeveyni olabileceği gibi bir ağabey, abla, öğretmen, imam, doktor, yaşlı bir insan, cemaat, vb. olabilir.
Gerçek ise tamamen farklıdır, gerçekte sorumluluk bireye aittir. Bulunduğu konumundan, sadece bireyin
kendisi sorumludur. Herkes kaderini kendisi yazmaktadır. Herkes geldiği noktaya bireysel tercihleriyle
gelmiştir. Bazı bireyler iradelerini başkalarına emanet ederek var olur ve emanet ettikleri insanlar onları
olumsuz noktalara götürürlerse, bunun sorumlusu onları o noktaya götürenler değildir. Suç veya
sorumluluk, iradesini onlara teslim eden bireydedir. Bu gerçeği gören ve irade gücünü fark eden birey,
'yaptıklarımla ve yapmadıklarımla tüm sorumluluk bana aittir' diyebilen bir bireydir. Böyle bir duruş ve
hissediş ancak güçlü bir benlikle mümkündür.