Professional Documents
Culture Documents
2. Cilt
TÜRKİYE YAZMA ESERLER KURUMU BAŞKANLIĞI YAYINLARI: 182
Dinî İlimler Serisi : 31
Kitabın Adı : HAK DİNİ KUR’AN DİLİ
2. Cilt, Âl-i İmran - En’âm
Müellifi : Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (ö. 1942)
Özgün Dili : Osmanlı Türkçesi
Hazırlayan : Prof. Dr. Asım Cüneyd Köksal
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Temel İslam Bilimleri (İslam Hukuku), Öğretim Üyesi
Doç. Dr. Murat Kaya
İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi
(Tefsir), Öğretim Üyesi
Dizgi ve Son Okuma : Ahmet Çinar, Yazma Eser Uzmanı
Muhammet Kasım Gültekin, Yazma Eser Uzmanı
Yapım : Yüksel Yücel
Baskı : Bilnet Matbaacılık ve Yayıncılık A.Ş.
Dudullu OSB 1. Cadde No. 16 Ümraniye / İstanbul
Tel: 444 44 03 www.bilnet.net.tr / Sertifika No. 42716
Baskı Yeri ve Yılı : İstanbul 2021
Baskı Miktarı : 1. Baskı, 1500 adet
2. CİLT
Hazırlayan
Asım Cüneyd Köksal
Murat Kaya
İÇİNDEKİLER
TENKİTLİ METİN
ُﺳ َﻮرةُ ِآل ِﻋ ْﻤَﺮا َن َﻣ َﺪﻧِﻴﱠﺔٌ َوِﻫ َﻲ ِﻣﺎﺋـَﺘَﺎ آﻳٍَﺔ
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ
[1009] İşbu Âl-i İmrân sûresi Medenî olduğuna bütün müfessirînin
ittifâkı vardır. Medine’de nâzil olmuştur ve iki yüz âyettir. “Emân”, “Kenz”,
“Ma niyye”, “Mücadele”, “Sûre-i İstiğfar” ve “Tayyibe” dahi denilir. Sûre-i
Bakara ile buna “Zehrâveyn” tesmiye edildiği1 de geçmiş idi.
Âyetleri iki yüz, kelimâtı üç bin dört yüz seksendir.
Muhtelefun fîh âyetler: ٓ ٓ ا, (ikinci) اﻻِ ْﻧﺠ۪ ﻴ َﻞ, ِ ِ
ْ ﺎن َ ا ٰ ﺑ َ ۪ ٓ ا ْﺳ َﺮٓﺍٔﻳ۪ َﻞ,
َ َوﺍ َ ْﻧ َﺰ َل ا ْﻟ ُﻔ ْﺮﻗ,
ِ ِ ﻣ َﻘve bazılarının kavlinde (birinci) اﻻِﻧﺠ۪ ﻴ َﻞ.
َ ُّﻣﻤَّﺎ ﺗُ ِﺤﺒ, ﻴﻢ
ﻮن َ ﺎم ا ْﺑ ٰﺮ ۪ﻫ
ُ َ ْ ْ
Fâsılası: ل, ق, د, ا, ط, ن, ب, م, ر, mecmû u: ﻟﻘﺪ أﻃﻨﺐ ﻣﺮ. قancak bir
fâsıla ا ْﻟ َﺤ ۪ﺮ ِﻖ, دüç fâsıladadır.
“Âl-i İmrân”, lisânımız tabirince İmrân familyesi, İmrân ailesi demektir.
Görüleceği üzere bu sûre-i celîlenin en mühim makāsıdından biri, dîn-i
hakkı takrir ve onun hakk-ı hâkimiyetini teyid ve ilan edip Nasârâ’nın
ulûhiyet iddiasıyla ifrat, bilakis Yahudîlerin de birtakım kadh u isnâdât
ile tefrit ettikleri Hazret-i Îsâ meselesinin halli ve bu suretle asılları bir
olduğu hâlde rûh-i diyâneti kaybettirmiş ve hırs u taassub ile tarafeyni
tahrîf-i hakāika sevk eylemiş olan bu münâza a ve mücadele yüzünden
ikisi bir yere gelmek ihtimâli kalmamış bulunan bu iki din mensubları
arasında te’mîn-i sulh u müsâlemet için hakem olmak üzere yetiştirilmiş
olan ümmet-i vasata her hususta hakk u bâtılı tefrik eden bir ferman
bahşetmek olduğundan, bu sûre müşârün ileyhin nesebini gösteren
“Âl-i İmrân” [1010] ismiyle tevsim olunmuştur. Ve sebeb-i nüzûlünü
Yahudîlerden ziyade Nasârâ teşkil etmiştir. İsimlerinden dahi anlaşılacağı
1 B: “cüzde”.
2 B: “göstermiştir”.
3 B -“de”.
4 “…bizi mansur buyur artık seni tanımayanlara karşı, kahrolsun kâfirler.”
5 B: “ilâhiyeyi”.
6 “…kâfirler ise hep o zâlimlerdir. Allah, başka tanrı yok ancak O. Dâimâ yaşayan, dâimâ duran, tutan
Hayy ü Kayyûm O…”
َ ون ُﻫ ُﻢ اﻟﻈ َّﺎﻟ ِ ُﻤ
َ َوﺍ ْﻟﻜَﺎﻓِ ُﺮ.ﻮم ِ ِ
B: “ﻮن ُ ُّ”ا َّٰﻪﻠﻟُ َﻻ اﻟٰﻪَ ا َّﻻ ُﻫ َﻮ اَ ْﻟ َ ُّ ا ْﻟ َﻘﻴ.
7 B -“ve vezâifi ihtar ederek başlamıştır. Binâen aleyh zehrâ-yı”.
8 H -“ve”.
Hak Dini Kur’an Dili 11
Sebeb-i Nüzûlü
Mukātil b. Süleyman bu [1011] sûrenin evvelinde bazı âyetlerin
sebeb-i nüzûlü yine Yahudîler olduğuna,1 Muhammed b. İshâk da sûrenin
ibtidâsından mübâhele âyetinin nihâyetine, yani ﺺ ا ْﻟ َﺤ ُّﻖ ِ
ُ ا َّن ٰﻫ َﺬا ﻟ َُﻬ َﻮ ا ْﻟ َﻘ َﺼ
[Âl-i İmrân 3/62]2 âyetinin başına kadar sebeb-i nüzûlü Nasârâ olduğuna
kāil olmuşlardır3 ki cumhûr-i müfessirîn bunun üzerindedirler. Çünkü
sûrenin tevhid ve tenzîh-i ilâhî ile başlaması evvelemirde da vâ-yı Nasârâ
aleyhindedir. Bu iki rivayetten bazı âyetlerin4 bilhassa Yahudîler veya her
ikisi dolayısıyla nâzil olmuş bulunması neticesini almak da mümkindir.
ِ
Fi’l-vâki اﻟﺦ...ﻮن َ [ ُﻗ ْﻞ ﻟﻠ َّ۪ﺬÂl-i İmrân 3/12] iki âyetin Yahudîler
َ ﻳﻦ ﻛَﻔَ ُﺮوﺍ َﺳ ُﺘ ْﻐﻠ َ ُﺒ
5
Aleyhissalâtü vesselâm “Yalan söylediniz, siz Allah teâlâ’ya veled isnad edip
dururken İslâmınız nasıl sahih olur!” buyurdu. “Allah’ın veledi değilse o
hâlde bunun babası kim?” dediler, ba dehu Fahr-i Risalet onlarla şöyle bir
münazaraya şürû buyurdu:
Resûlullah: –“Bilmiyor musunuz, Allah Hayy u lâyemûttur, Îsâ’ya ise
fenâ ârız olur?”
Onlar: –“Evet.”
Resûlullah: –“Bilmiyor musunuz, babasına müşabeheti olmayan
hiçbir veled yoktur?”
Onlar: –“Evet.”
Resûlullah: –“Bilmiyor musunuz, Rabbimiz her şey üzerine Kayyûm’dur,
onu hıfz eder, merzuk eder; hâlbuki Îsâ bundan hiçbir şeye mâlik midir?”
Onlar: –“Hayır.”
1 F: “Üzerinde”.
2 B: “senden”.
Hak Dini Kur’an Dili 13
bu cühûd ile alâkadardır. Allah nihâyet [ ﻓَ ُﻘ ْﻞ ﺗَﻌَﺎﻟ َْﻮﺍ ﻧ َ ْﺪ ُع اَ ْﺑﻨَ ٓﺎءَﻧَﺎ َوﺍ َ ْﺑﻨَ ٓﺎءَﻛُ ْﻢÂl-i
İmrân 3/61]8 âyeti ile onları mübaheleye, yani açıktan mülâ aneye davet
etmesini Hazret-i9 Peygamber’e emretti, Resûlullah da bu daveti yapınca
1 B -“ve”.
2 H ve F -“bir”.
3 H ve F: “cenînin”.
4 B: “buyurdu”.
5 M, F ve H: “Eyh”.
6 B -“ki”.
7 “…Amma kalblerinde bir yamukluk bulunanlar sade onun müteşabih olanlarının ardına düşerler…”
8 “…‘haydi’ de, ‘gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı… çağıralım…’”
9 B -“Hazret-i”.
14 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
“Yâ Ebe’l-Kāsım bizi bırak, işimizi görelim de sonra gelir, dediğini yaparız”
dediler gittiler. Beynlerinde konuştukları zaman o üçten birisi “Anladınız
ya, Muhammed hakikaten nebiyy-i mürsel, sâhibiniz hakkındaki nizâ ı
ne güzel hall ü fasl etti. Bilirsiniz ki herhangi bir kavim bir peygamber ile
mülâ aneye kalkışırsa büyüğü küçüğü mahv olur. Eğer bunu yaparsanız
kökünüz kazınır. Mâdem ki olduğunuz dininizde kalmak istiyorsunuz,
bu zatla müvâda a ve musâlaha akdediniz, memleketinize gidiniz” demiş.
Bunun üzerine geldiler, “Yâ Ebe’l-Kāsım! Biz seninle mülâ ane etmemeye
ve seni dininde bırakıp biz de kendi dinimizde kalmaya karar [1014]
verdik, binâen aleyh ashabından bize bir zat gönder de mallarımızda
ihtilâfımız olan şeylerde bize hâkim olsun, zira biz senden râzıyız” dediler.
Aleyhissalâtü vesselâm “Öğle sonu bana geliniz de sizinle beraber kavî,
emîn1 bir hakem göndereyim” buyurdu. Hazret-i Ömer der imiş ki “Ben
hiçbir zaman imâreti hoşlanmadım, fakat o gün benim tâyin olunmamı
ümid etmiştim. Öğle namazını kıldık, Resûlullah sağ ve soluna atf-ı nazar
ediyordu, ben de beni görsün diye uzanıyordum. O mütemâdiyen göz
gezdiriyordu. Nihâyet Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh’ı gördü, çağırdı, ‘Onlarla2
git, aralarında vâki olan ihtilâflarında ber vech-i hal hükmet” buyurdu.
Bir kere arzu ettiğim bu me’mûriyeti de Ebû Ubeyde alıp gitti” ilh…3
Hâsılı Necranlılar dîn-i İslâm’a girmemiş iseler de akd-i musâlaha ile
tâbi iyyet-i İslâm’ı kabul etmişler ve bir hâkim alıp gitmişlerdi. Ancak
bu heyet içinde piskopos Ebû Hârise b. Alkame’nin biraderi Kürz b.
Alkame kabûl-i İslâm etmiş ve bu babda ma lûmât da vermiştir. Ezcümle
“Necran’dan hareket ettikleri sırada biraderi piskopos Ebû Hârise’nin
yanında imiş, beraber gelirken Ebû Hârise’nin bindiği katır bir hayvanlık
etmiş, Kürz ﺴﺎ ﻟِ ْﻸَﺑـَْﻌﺪ
ً “ ﺗـَْﻌO eb ada kahran” demiş ve bununla Resûlullah’ı
4
1 B: “emîn, kavî”.
2 B: “Onlara”.
3 İbn Hişâm, es-Sîre, I, 573-583; Taberî, Câmiu’l-beyân, VI, 154.
4 H ve F: “Kahr o eb ada”.
Hak Dini Kur’an Dili 15
şüphesiz onlara şiddetli bir azab var1, öyle ya2 Allah’ın izzeti var, inti-
kamı var (3-4). Allah şüphesiz ki O’na ne yerde ve ne gökte hiçbir şey
gizli kalmaz3, (5) rahimlerde sizi dilediği keyfiyette tasvir eden O. Baş-
ka tanrı yok ancak O. Azîz O, Hakîm O (6). O’dur indiren sana bu mu-
azzam kitâbı: Bunun bir kısım âyâtı vardır4 muhkemât: Onlar “üm-
mü’l-kitâb”, ana kitab. Diğer birtakımları da müteşâbihâttır. Amma
kalblerinde bir yamukluk bulunanlar sade onun müteşabih olanları-
nın ardına düşerler: Fitne aramak, tevilini aramak5 için. Hâlbuki onun
tevilini ancak Allah bilir6, ilimde rüsûhu olanlar da derler ki: Amenna
hepsi Rabbimizden, maʿamâfîh özü temiz olanlardan başkası düşüne-
mez7 (7). Yâ Rabbenâ bizleri hidâyetine erdirdikten sonra kalblerimizi
yamultma da ledünnünden bize bir rahmet ihsan eyle, şüphesiz Sensin
bütün dilekleri veren Vehhâb, Sen8 (8). Yâ Rabbenâ! Muhakkak ki Sen
insanları geleceğinde hiç şüphe olmayan bir güne toplayacaksın, şüphe-
siz ki Allah mîʿâdını şaşırmaz9 (9). O küfr edenler, muhakkak ki onlara
ne malları ne evlâdları Allah’tan zerrece fâide vermeyecektir10, onlar o
ateşin çırasıdırlar11 (10). Tıpkı Âl-i Firavun’un gidişi gibi, ki âyetleri-
mizi tekzib [1018] ettiler de Allah onları cürümleriyle tutup alıverdi,
Allah’ın ikābı çok şiddetlidir12 (11).
ِ ِ
ُ ُّ اَ ّٰﻪﻠﻟُ َ ٓﻻ اﻟٰﻪَ ا َّﻻ ُﻫ َﻮ ۙ ا ْﻟ َ ُّ ا ْﻟﻘَﻴ.ٓ ٓ }اYâ Muhammed! Yine elif lâm mîm, bunu
{ﻮم
iyi belle ve iyi anlat, o Allah teâlâ öyle bir ma bûd-i hakīkīdir ki O’ndan
başka ma bûdiyete müstahik, ilâh denecek, ubudiyet edilecek hiçbir şey
yoktur. Çünkü o Hayy ü Kayyûm’dur, fenâdan zevalden münezzehtir.
Ölmez, ezelen ve ebeden hâzır u nâzır, vâcibu’l-vücûd müdebbir-i kül
hâfız-ı kül râzık-ı küldür. Her şeyi tutan O, besleyen O’dur, bununla
beraber kendinden hiçbir şey eksilmez. Dâima Hayy u Kayyûm’dur,
hem Hayy u Kayyûm ancak O’dur, ilâh ve mâbud da Hayy u Kayyûm
olmalıdır. Binâen aleyh ne Îsâ ne sâire hiçbiri ilâh değildir, onlara ilâh
demek, mâbudluktan bir hisse vermek Allah’a küfr olur.
Bu elif lâm mîm’in kıraati şâyân-ı dikkattir. Kıraatlerin hepsinde
hem vakıf hem vasıl suretinde okunur, yani umumiyetle ikinci “mim”in
fethi ve lafza-i celâleye vaslı ve bununla beraber vakıf hâli gibi birinci
“mim” medd-i ârız hâlinde tûl1 veya kasr ile okunur. Ancak Ebû Ca fer’de
sekt vardır ki ne tam vakıf ne tam vasıldır. Bu sebeple bunun Kûfiyyûn
rivayetlerinde bile bir âyet-i müstakille olmadığı da söylenmiştir, ehl-i
lisan ve müfessirîn bu tarz-ı kıraat hakkında uzun bahisler yapmışlardır.
Fakat biz bundan mâna itibariyle şunu anlamak istiyoruz ki, burada vasl
ile vakıf hallerinin ictimâ ında bir hususiyet vardır. Vakfı hâline itibar
diğerlerine olan mümâseleti göstermekle beraber aynı zamanda vaslı
burada bir ma nâ-yı mahsus anlatmaktadır ki bunda ٓ ٓ ’اin ۙ اَ ّٰﻪﻠﻟُ َ ٓﻻ اِﻟٰﻪَ اِ َّﻻ ُﻫ َﻮ
ﻮم
ُ ُّ ا ْﻟ َ ُّ ا ْﻟﻘَﻴdemek olduğuna ve binâen aleyh Âyete’l-Kürsî’nin bir icmâl-i
remzîsi bulunduğuna bir îma var gibidir. Bunun bir ism-i sûre ve Sûre-i
Bakara’nın bir ismi de Sûretü’l-Kürsî ve Âyete’l-Kürsî’nin a zam-ı âyât,
kezâlik bunun esmâ-i ilâhiyeye işaret olması hakkındaki rivayetlerin
hey’et-i [1019] mecmû ası da bu îmâyı teyid edebilecek emârâttandır.
Kur’ân ilim ve saltanat-ı ilâhiyenin bir tecellî-i bâhiri, Âyete’l-Kürsî de
o2 ilm ü saltanatın en bedî ve veciz bir ifadesi olmak itibariyle bu mâna
ٓ ٓ ’اin ism-i Kur’ân olmasına da mâni değildir. Bunda her şeyin Allah’a
3
1 B -“tûl”.
2 B -“o”.
3 B -“Bunda”.
Hak Dini Kur’an Dili 19
1 H: “âyât-ı hakkı”.
2 B: “başında”.
3 B: “olamayacağını”.
4 B: “tenzîl-i”.
5 B: “mukaddemîn”.
20 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “tasdik”.
2 B -“bihakkın”.
3 B: “nübüvvet-i Muhammediyeyi”.
4 B: “gelmesidir”.
5 B: “gayrbînenin”.
Hak Dini Kur’an Dili 21
1 B: “bulanıklıktan”.
2 Beyit ömrünün önemli bir bölümünü câhiliye döneminde geçirmiş sahâbîlerden Nâbiga el-Ca dî’ye (ö.
65/685 [?]) aittir.
24 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “beyânât-ı”.
Hak Dini Kur’an Dili 25
1 B -“oğlu ilâh”.
2 B: “cem iyyet-i”.
3 B +“bilhassa”.
4 B: “kâinat”.
26 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
enfüsî âfâkī hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz, hepsi O’nun mâlûmudur. A
Hatta bütün kâinatta herhangi bir şeyin haddizâtında ve herhangi1 bir
tavırda mevcûdiyeti Allah’a nazaran ayn-ı ilimdir. İlm-i ilâhî beşerde
olduğu gibi temessülî, tasavvurî, zıllî bir ilm-i hâdis değil, mebnâ-yı
vücud olan bir ilm-i ezelîdir. Ey beşeriyet {ٓﺎء
ُ ََ ﻒ ْ ِ }ﻫ َﻮ اﻟ َّ ۪ﺬي ﻳُ َﺼ ّﻮِ ُرﻛُ ْﻢ
َ اﻻ َْر َﺣﺎ ِم ﻛَ ْﻴ ُ
Allah o Alîm ü Kadîr’dir ki sizi ana karınlarında, rahimlerde2 nasıl
dilerse öylece tasvir eder. Hangi surete isterse ona kor. Bünyelerinizi
teşkil edecek olan ve uzviyetin ilk suretini alan mevâdd-i musavvere-i
evveliyeyi dilerse hâriçte dilerse dâhil-i rahimde tasvir ve herhâlde bunları
yekdiğerine sevk ederek rahimde biri iki, ikiyi daha ziyade yaparak teksir
eyler. Bunları kimyâhâne-i meşiyette murad eylediği havâss u keyfiyyât
ile tevşih eyler, her birini bir vazifeye [1028] tâyin ederek ve devirden
devre, tavırdan tavra geçirerek ince ince eler dokur ve her tavırda bir
halk-ı cedîd ilâve ederek suretten surete, keyfiyetten keyfiyete3 tahvîl ü
tasfiye eder. Nihâyet akılları durduran bir sun -i dakīk ile bütün ensâc-ı4
teşrîhiyenizi kemikler, ilikler, gudruflar, urûk u ev iye, evride ve şerâyîn,
adalât ve a sâb, echize ve a za, meşâ ir ve medârik vezâif ve menâfi ile
te’lîf ü tesviye ederek tam veya nâkıs, erkek veya dişi veya hunsâ, canlı
bir nefis suretine ifrağ eder. Dilerse tamamlar, dilerse eksik bırakır sizin
böyle fıtratınızı mevcûdiyyet-i cismâniye ve rûhâniyeniz5 âlimiyet ve
ma lûmiyetinizle hakikatinizi teşkil eden o maddî mânevî suretler, o
keyfiyetler hep O’nun meşîetiyle ta ayyün eden eser-i tasvîridir. Sizde
o suretlerden o keyfiyyet-i tasvirden bazı şeyler temessül ettiği zaman
kendinizi âlim ve allâme, hakîm-i zû-fünûn saymaya başlarsınız. Şimdi
bu tasvîr ü tekvîn keyfiyetini iyice mülâhaza ediniz. Teşekkül-i cenîn
bahsine aklınızın, idrâkinizin yetiştiği kadar bir atf-ı nazar ediniz. Bunun
ne kadar6 ulûm ile alâkadar olduğunu behemehâl anlarsınız. Beşeriyetin
1 M ve B: “hangi”.
2 H ve F: “rahimlerinde”.
3 F -“keyfiyete”.
4 B: “ensice-i”.
5 B: “rûhiyeniz”.
6 H +“nâmütenâhî”.
28 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
sâha-i idrâki olan arz u semâ içinde mensub olabildiği1 kâffe-i ulûm u
fünûnun bu tasvir ile alâkadar2 bulunduğunu tasvir ettikten başka buna
henüz perde-i hafâda bulunan nice ulûm-i ledünniyenin de alâkası
bulunduğunu ve sonra bütün bunların sizin gıyâbınızda tatbik edildiğini
itiraf edersiniz. Bir taraftan ta3 hilkat-i Âdem’e kadar4 temâsül-i5 nev îyi
ve bütün hilkat-i âleme kadar mertebe mertebe teşâbüh-i cinsîyi ifade
eden suver ve keyfiyyât-ı müteşâbihe ve külliye, diğer taraftan ta ayyün-i
şahsî ve temâyüz-i ferdîyi ifade eden ve bir ikincisi bulunmayan suver u
keyfiyyât-ı mahsûsa ve cüz’iyeyi nazarlarınızdan mestur olan meşîme-i
erhâmda ânen fe-ânen devirden devre, tavırdan tavra takallübât-ı
mütevâliye içinde mütezâyid bir halk ile sizin gıyâbınızda ibdâ edip size
veriyor ve kısmen [1029] ilm ü irâdenize tevdî de ediyor ki Îsâ dahi onun
böyle erhâmda tasvir ettiği sizlerden birisidir, O’nun bir mahlûkudur.
İşte Allah denildiği zaman evvelemirde Îsâ dahi dâhil olduğu hâlde her
birinizi erhâmda böyle tekvîn ü tasvîr eden Hâlık ve Bârî’-i Musavviri
düşününüz ve O’nu anlayınız. Sem den, kitabdan, mütala a-i vâki den
ve tecribeden bunu anladıktan sonra varsa akıl ve mantığınızın bütün
ciddiyetini ve ahlâkın bütün insâfını takınarak tefekkür ediniz, o zaman
şu ilimleri yakīnen elde edersiniz, Allah allâmü’l-guyûbdur. O’na gayb u
şehadet mâlumdur. Kudret-i bâliğası vardır, aczden münezzehtir, irade ve
meşîeti vardır. Fâ il-i muhtârdır, hâricî hiçbir zarûrete mahkum değildir.
1. Bu Hâlık-ı Musavvir’in hâdisâta tekaddüm eden bir ilm-i muhît-i
muhkemi vardır6 ki bundan gizli kalması ihtimâli bulunan hiçbir
emr-i hafî veya gāib tasavvur edilemez, tevhid davası altında teslis
muammâsıyla bir akīde-i sır diye gizlenmek istenen şirk ü küfr
de ondan gizli kalamaz. Huzur ve gıyâb, izâfî ve nisbî olan ilm-i
mahlûk u hâdise nazarandır. Binâen aleyh ilimler, mâlumlar, gözler,
1 B: “olabileceği”.
2 B: “alâka”.
3 B: “da”.
4 M ve B -“kadar”.
5 B: “temessül-i”.
6 M: “var”.
Hak Dini Kur’an Dili 29
1 B: “birbirleriyle”.
2 B: “ilm”.
3 F: “Musavvir”.
4 B: “basît”.
5 B: “mütekābilesinden”.
6 B: “mütemâsilenin”.
30 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 M: “varyete”.
2 B: “galat-ı”.
3 B: “irâd”.
4 B: “Galat-ı”.
5 B: “galatâtı”; M’nin birinci baskısında “galtatı”, müteakip baskılarında “galatatı” şeklindedir.
32 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B +“de”.
2 B: “kanununu”.
3 B -“Hâsılı”.
4 H +“Ve”.
Hak Dini Kur’an Dili 33
1 B -“ile”.
2 F: “ilkā”.
34 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
doğan kimseler bile bundan çıkıp şeref-i iman ile müşerref olabilirler.
Bu tevbe ve iman ile Allah teâlâ zenb-i küfrü bile affeder, intikām-ı
ilâhî ısrar edenleredir.
Allah böyle bir ilm-i muhît, bir kudret-i bâliğa, bir irâde-i nâfize ile
Hayy u Kayyûm Hâlık-ı Musavvir olan bir Azîz ü Hakîm’dir. {َ ٓﻻ اِﻟٰﻪَ اِ َّﻻ ُﻫ َﻮ
ُ ۪ﻳﺰ ا ْﻟ َﺤ ۪ﻜ
ﻴﻢ ُ }ا ْﻟﻌَﺰBu Azîz ve Hakîm’den başka ilâh yoktur. A Binâen aleyh
onun rahm-i [1035] Meryem’de tasvir ettiği Îsâ da ne ilâh ne de ilâh
oğludur. O, Meryem’in oğlu ve Allah’ın mahlûku bir beşerdir. Ancak
fıtrat-ı nübüvvet ile tasvir olunmuş bir beşerdir. Allah’ın onu rahm-i
Meryem’de bazı mugayyebâttan haber verecek veya bazı mucizeler
gösterebilecek bir surette tasvir ve Rûhu’l-kudüs ile teyid etmiş olması
onu beşeriyetten çıkarmaz. Nihâyet Âdem’in hulefâsından biri yapar ve
onun madde-i musavvere-i ûlâsı behemehâl rahm-i Meryem’in hâricinde
yaratılması zarûrî olmadığı gibi ne o madde-i musavverenin ne de o
rûhun Hayy ü Kayyûm olan Hâlık-ı Musavvir’den1 tevlîden gelmesini
tasavvur da câiz değildir. Zira tevlid hem müvellidin dâhilinde re’sen bir
tasvîre mütevakkıftır, hem de müvellidin kıyâmını tenkīs eder. Hayy ü
Kayyûm’un tenâkus ve zevâli ise muhâldir. Her şüpheden ârî olan bu
tevhid ve tenzih âyât ve delâili mevcud iken bunları bırakıp da kütüb-i
ilâhiyeden Tevrat’ı musaddık olan İncil’deki “eb”, her ikisini musaddık
olan Kur’an’daki وح ِﻣ ْﻨ ُﻪ ٌ [ َو ُرen-Nisâ 4/171] gibi müteşâbihâtı bahane
2
1 H ve F: “esâsıdırlar”.
2 B: “bunlarladır”.
36 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 M ve B -“âyette”.
Hak Dini Kur’an Dili 39
muhkemât idi. Fakat pek çok olan müteşâbihât-ı Tevrat’ın bir kısmı
İncil’de1 muhkemâta ircâ edildikten başka daha diğer müteşâbihât
gösterildiği gibi Kur’ân’da da bütün kütüb-i sâlifenin müteşâbihâtı
muhkemâta ircâ olunduktan başka daha derin birtakım müteşâbihât
daha gösterilmiş ve bunların doğrudan doğru arkasına düşülmekten
tahzir edilerek muhkemâta ircâ ı esâsı da sarâhaten tâlim buyurulmuş ve
bu meyanda insanlar için herhangi bir mertebe-i ilimde kābil-i hall
olmayan ve meâli ilm-i ilâhîye tefvîz edilmesi lâzım gelen hakāikin hiçbir
zaman tükenmeyeceğini ve muhkemâttan sonra bile hakāik-i
müteşâbihenin mücerred mevcud olduğunu bilmek de ilm-i beşer için
pek büyük bir kemâl ve gāye-i beşer için pek mühim bir hayr olduğu da
anlatılmıştır. İlm-i beşerin mahiyeti mânasına tabiatında mutlak bir
zarûret-i riyâziye ve mantıkiye gibi ilm-i tabî î ve ilm-i vücud aramak
tenakuzdur. Bunun için kütüb-i ilâhiyede müteşâbihât bulunmamalı idi
gibi bir tevehhüme2 saplanmamalıdır. Zira böyle bir tasavvur cereyân-ı
vücûdun inkıtâ ını veya sûret-i vâhide3 altında yeknesak ve câmid bir
tevâlîsini ve ma lûmât-ı ilâhiyenin tenâhîsini farz etmek veya bütün
nâmütenahîliğiyle ve bütün hayâtiyetiyle ma’lûmât-ı ilâhiyenin muhkem
bir surette beşere ta lîmi ve Allah teâlâ’ya bir şerîk ve nazîr ihdâsı mümkin
olduğunu tevehhüm eylemek veyahut Allah teâlâ’nın ilm-i beşeri sâbit
bir nokta-i tenâhîde tevkif edip ma lûmâttan mechûlâta, noksandan
kemâle doğru ebedî bir hayâta müteveccihen ilerlemesine mâni olması
lâzım geleceğini iddia etmek, hâsılı feyz-i ilâhîde buhl istemektir. Her
tavr-ı terakkīnin ilerisinde kat olunacak mesafe, keşfedilecek hakāik ve
hiçbir zaman nüfuz edilip [1043] bitirilemeyecek mebâdî ve makāsıd
mevcud olduğu hâlde Allah teâlâ’nın bunları isti dâdât-ı muhtelifeye göre
sezdirmeyip ez-her cihet gizlemesi ve bu mechûlâtı mümkin olduğu
kadar hall ü keşfe medar ve mi yâr olmak üzere bahşettiği usûl ve delâil-i
muhkemeyi mütenâhî ve câmid bir noktada tutması, dünkü ilimden
1 B -“İncil’de”.
2 B +“de”.
3 B: “vahîde”.
42 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “içinden”.
2 B -“hiç”.
Hak Dini Kur’an Dili 45
1 B: “ihtilâfâtın”.
2 B: “mülâzim”.
3 B: “istînâfen”.
4 B: “te’vîli”.
46 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
َرﺑَّﻨَ ٓﺎ.ﺎب
ُ َّﺖ ا ْﻟ َﻮﻫ َ َّ ﻚ َر ْﺣ َﻤﺔ ً ۚاِﻧ
َ ﻚ اَ ْﻧ َ ﺐ ﻟ َﻨَﺎ ِﻣ ْﻦ ﻟ َُﺪ ْﻧ ِ
ْ َرﺑَّﻨَﺎ َﻻ ﺗُﺰِ ْغ ﻗُﻠُﻮﺑَﻨَﺎ ﺑ َ ْﻌ َﺪ ا ْذ َﻫ َﺪ ْﻳﺘَﻨَﺎ َو َﻫ
َﻒ ا ْﻟ ۪ﻤﻴﻌَﺎد ّٰ ﺐ ۪ﻓﻴﻪِۜ اِ َّن
ُ ِاﻪﻠﻟ َ َﻻ ﻳُ ْﺨﻠ
ِ ِ َّ ﺎﻣﻊ اﻟﻨ
َ ْ ﺎس ﻟﻴَ ْﻮ ٍم َﻻ َر
ِ
ُ ﻚ َﺟ َ َّ اِﻧ
Evet, Allah lâ-yuhlifu’l-mî âddır. ِﺐ ۪ﻓﻴﻪ َ ْ َﻻ َرolan o haşr günü
behemehâl gelecek, kalbleri zeyğ u küfürden, fitne ve fesaddan sâlim
olan, âyât-ı hakka ٰا َﻣﻨَّﺎ ﺑ ِ ۪ﻪ ُﻛ ٌّﻞ ِﻣ ْﻦ ِﻋ ْﻨ ِﺪ َرﺑِّﻨَﺎdiyen ehl-i iman Allah’ın vaad
1 B: “olunmamak”.
2 H: “îzah”.
Hak Dini Kur’an Dili 47
Meâl-i Şerîfi
O küfredenlere de ki: Siz mutlak yenileceksiniz ve toplanıp cehenneme
sürüleceksiniz2, o ise ne fena döşektir (12). Muhakkak bir âyet oldu
size, çarpışan iki cemiyette: Bir cemiyet Allah yolunda vuruşuyordu,
diğeri de kâfir: Onları gözgöre kendilerinin iki misli görüyorlardı, Al-
lah da nusretiyle dilediğini teyid buyuruyordu. Görecek gözleri olanlar
için elbette bunda şüphesiz bir ibret var (13).3
1 B: “Âl-i Firavun’un”.
2 B: “sürükleneceksiniz”.
3 H: “O küfredenlere de ki: Siz mutlak yenilecek ve toplanıp cehenneme sürüleceksiniz, o ise ne fena
yataktır (12). Çarpışan iki fırkada size mutlak bir âyet vardı; bir fırka vuruşuyor Allah yolunda, diğeri
ise kâfir. Ötekilerini gözgöre kendilerinin iki misli görüyorlar. Allah da nusretiyle dilediğini teyid buyu-
ruyor. Elbette bunda gözü olanlar için mutlak bir ibret var (13)”.
48 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ِﻀﺔ
َّ ﺐ َوﺍ ْﻟ ِﻔ ِ ﻴﻦ َوﺍ ْﻟ َﻘﻨَﺎ ۪ﻃﻴﺮِ ا ْﻟ ُﻤ َﻘ ْﻨﻄ ََﺮ ِ ِﻣ َﻦ اﻟﺬ ََّﻫ
َ ﺎء َوﺍ ْﻟﺒَ ۪ﻨِ ٓاﻟﻨﺴ ِ ِ ِ ِ َّ ُزﻳ ِ َﻦ ﻟِﻠﻨ
َ ّ ﺐ اﻟ َّﺸﻬَ َﻮﺍت ﻣ َﻦ ُّ ﺎس ُﺣ ّ
ِ
﴾١٤﴿ ٰب ِ ﺍﻪﻠﻟُ ِﻋ ْﻨ َﺪ ُه ُﺣﺴ ُﻦ ا ْﻟﻤَﺎ
ْ ّٰ ﺎع ا ْﻟ َﺤ ٰﻴﻮ اﻟ ُّﺪ ْﻧﻴَﺎ ۚ َو
ُ َﻚ َﻣﺘ َ ِ ث ٰذﻟۜ ِ َوﺍ ْﻟ َﺨ ْﻴ ِﻞ ا ْﻟ ُﻤ َﺴﻮَّ َﻣﺔِ َو ْﺍﻻ َْﻧﻌَﺎ ِم َوﺍ ْﻟ َﺤ ْﺮ
Meâl-i Şerîfi
İnsanlara kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma
atlar, davarlar, ekinler kabîlinden şehevât sevgisi bezendi. Fakat bun-
lar dünyâ hayâtın geçici metâʿı, hâlbuki Allah, âkıbet güzelliği O’nun
yanındadır (14).3
ِ ﺎس ﺣﺐ اﻟ َّﺸﻬَ َﻮ ِ
[1051] {ﺍت ُّ ُ ِ َّ }ز ّﻳ ِ َﻦ ﻟﻠﻨ
ُ Şehvetle alâkası çok olan, ayn-ı
şehvet gibi kesilmiş bulunan şeylere mahabbet yahut mahza şehevât
1 “…‘Nice az bir cemiyet, çok bir cemiyete Allah’ın izniyle galebe çalmışlar…”
2 B: “muzafferiyet”.
3 F: “Bezenmiştir insanlara şehevât sevgisi: Kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar,
davarlar, ekinler kabîlinden şehevât sevgisi bezendi. Fakat bunlar dünyâ hayâtın geçici metâ ı. Hâlbuki
Allah, âkıbet güzelliği O’nun yanındadır.”
H: “Bezendi insanlara kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar ve ekin gibi
şehevât sevgisi. Bunlar dünyâ hayâtın geçici metâ ı. Hâlbuki Allah, O’nun yanında âkıbet güzelliği.”
Hak Dini Kur’an Dili 49
1 B: “amel”.
2 B: “amel”.
Hak Dini Kur’an Dili 51
1 F: “edenleri”.
2 H: “‘Size’ de, ‘o istediklerinizden daha hayırlısını haber vereyim mi? Korunan kullar için Rablerinin
yanında cennetler var, altlarından ırmaklar akar, ebediyen içlerinde kalırlar. Hem onlarda kendilerine
gayet pâkize çiftler var, hele Allah’tan bir rıdvan var.’ Ve Allah görüyordur o kulları (15). Şöyle diyenleri:
‘Yâ Rabbenâ! Bizler hakkā inandık, iman getirdik, artık günahlarımıza mağfiret buyur ve o ateş azâbın-
dan koru bizleri’ (16). O sabredenleri, o sıdk u sadâkatle gidenleri, o dîvan duranları, o nafaka verenleri,
o seher vakitleri istiğfar eyleyenleri (17)”.
3 H: “edebilenleredir”; -“böyle Müslümanlaradır”.
52 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ِ ِ ٓ ۜ ِ اﻪﻠﻟ اَﻧَّﻪ َ ٓﻻ اِﻟٰﻪَ اِ َّﻻ ﻫﻮ ۙ وﺍ ْﻟﻤﻠٰ ٓ ِﺌﻜَﺔُ وﺍُو۬ﻟُﻮﺍ ا ْﻟﻌِ ْﻠ ِﻢ ﻗَٓﺎﺋِﻤﺎ ﺑِﺎ ْﻟ ِﻘﺴ
ُ ﻂ َﻻ اﻟٰﻪَ ا َّﻻ ُﻫ َﻮ ا ْﻟﻌَﺰ
۪ﻳﺰ ْ ً َ َ َ َُ ُ ُ ّٰ َﺷﻬِ َﺪ
ﺎب اِ َّﻻ ِﻣ ْﻦ ِ َ ﻒ اﻟ َّ۪ﺬ
َ َﻳﻦ اُو۫ﺗُﻮﺍ ا ْﻟﻜﺘ ْ ِاﻪﻠﻟ
َ َ اﻻِ ْﺳ َﻼ ُم ۠ َو َﻣﺎ ا ْﺧﺘَﻠ ّٰ ﻳﻦ ِﻋ ْﻨ َﺪ ِ
ّ ۪ ﴾ ا َّن١٨﴿ ۜ ﻴﻢ
َ اﻟﺪ ُ ا ْﻟ َﺤ ۪ﻜ
﴾١٩﴿ ﺎب ّٰ اﻪﻠﻟِ ﻓَﺎِ َّن
ِ اﻪﻠﻟ َ َﺳ ۪ﺮ ُﻊ ا ْﻟ ِﺤ َﺴ ِ َ ﻴﺎ ﺑَﻴﻨَﻬ ْﻢ ۜ َو َﻣﻦ ﻳ َ ْﻜ ُﻔﺮ ﺑِﺎٰﻳ
ّٰ ﺎت ْ ْ
ِ ِ
ُ ْ ً ﺑ َ ْﻌﺪ َﻣﺎ َﺟٓﺎءَ ُﻫ ُﻢ ا ْﻟﻌ ْﻠ ُﻢ ﺑ َ ْﻐ
Meâl-i Şerîfi
Şehadet eyledi Allah şu hakikate: َ ٓﻻ اِﻟٰﻪَ اِ َّﻻ ُﻫ َﻮbaşka tanrı [1055] yok
ancak O. Bütün meleklerle ilim uluları da adl ü hakkāniyetle durarak
şâhid: Başka tanrı yok ancak O. Azîz O, Hakîm O (18). Doğrusu Al-
lah ʿindinde din, İslâm’dır; o kitab verilenlerin ihtilâf etmeleri ise sırf
kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki bağyden, ihtirastandır.
Her kim de Allah’ın âyetlerine küfr ederse şüphe yok ki Allah çabuk
hesablıdır (19).1
ِ ِ ِ
{ﻤﺎ ﺑِﺎ ْﻟ ِﻘ ْﺴ ِﻂً اﻪﻠﻟُ اَﻧ َّ ُﻪ َ ٓﻻ اﻟٰﻪَ ا َّﻻ ُﻫ َﻮ ۙ َوﺍ ْﻟ َﻤﻠٰ ٓ ِﺌﻜَﺔُ َوﺍُو۬ﻟُﻮﺍ ا ْﻟﻌِ ْﻠ ِﻢ ﻗَٓﺎﺋ
ّٰ } َﺷﻬِ َﺪAllah muhakkak
َ ٓﻻ اِﻟٰﻪَ اِ َّﻻ ُﻫ َﻮolduğuna bizzat kendisi ve melâikenin hepsi ve hakikaten ilim
sâhibi olan ulemâ-yı kâmilîn şehadet etti. Hem de kāim bi’l- adl olarak
şehadet etti2. Allah teâlâ’nın vahdâniyeti ve adl ü hakkāniyetle kayyûmiyeti
ale’l-merâtib bu üç şehadetin her biriyle ve mecmû u ile sâbittir.
Yukarılarda da sebk ettiği üzere lügatta “şuhûd” u “şehadet” esasen
huzur demek olup nefsinde gerek huzûren ve gerek husûlen tekarrur
1 H: “Şehadet eyledi Allah, doğrusu başka tanrı yok, ancak O. Bütün melekler de, ilim uluları da adl ü
hakkāniyetle kāim olarak şâhid; başka tanrı yok ancak O. Azîz O, Hakîm O. Muhakkak Allah indinde
din sade İslâm’dır. O kitap verilenlerin ihtilâf etmesi ise kendilerine ilim geldikten sonra sırf aralarındaki
bağyden, ihtirastan dolayıdır. Hâlbuki her kim Allah’ın âyâtını inkâr ederse şüphe yok ki Allah serî u’l-
hisâb’dır”.
2 B -“etti”.
Hak Dini Kur’an Dili 53
eden ilmi1 edâ ile bir hakkı isbâta “şehadet” ıtlak olunur. Örfte ve şer de
şâhid müdde î ve müdde â aleyhten başka olur. Burada ise münzil-i kitab
olan Allah teâlâ’nın şehadetinde müdde îlikle şâhidliğin, hatta şâhid ile
meşhûdun-bihin ittihâdı mevzû -i bahs olabileceğinden bu şehadetin
mânası iyi düşünülmek iktizâ eder. Evvelemirde müdde î Peygamber,
müdde â aleyh münkir kâfirler olmak itibariyle bu sualin vârid
olamayacağı2 derkârdır. Şehâdet-i ilâhiyenin mânası bir hakkı ale’l-ıtlâk
bildirmek, beyân u izhar etmek veya ikāme-i delâil ile isbat eylemek,
ilm-i şuhûdî ile hükmetmek mânalarından biriyle dahi tefsir edilir. Bu
mâna ile Cenâb-ı Allah âfâk u enfüste hadd ü hesâba gelmez şevâhid ve
delâil halk u ikāme ederek vahdâniyetini ve sıfât-ı sübhâniyesini beyan ve
izhar ettiği gibi bundan başka delâil-i teşrî iye dahi inzal eyleyerek bunları
ihbârıyla tasdik buyurmuştur ki âmme için bu mânanın tefhîmi kolay
olduğundan bir hayli müfessirîn bununla iktifâ etmişlerdir. [1056] Fakat
burada daha derin ve beyne’l-hükemâ pek çok münakaşalara sebep olmuş
olan mebhas-ı3 ma rifetin, yani ilm-i yakīn meselesinin esaslı bir halli
vardır. Bu bize gösteriyor ki her hususta mebde’-i yakīn Hak teâlâ’nın
kendine ve vahdâniyetine ilm ü şehadetidir. Her ilm-i yakīn hakkın
kendine mutabakatı ve bu mutakabatı i lâm ve i lân ile kāimdir. İlm-i
yakīn ayn-ı yakīne, ayn-ı yakīn, hakk-ı yakīne müsteniddir. Vâkı de hak
olan herhangi bir şeyin bizzat veya bi’l-vâsıta kendisini göstermesidir.
Mücerred cezm-i indîden yakīn-i nefsü’l-emrîyi fark ettirir. Bunun için
gerek âfâkta gerek enfüste ilm-i şuhûdî ilm-i istidlâlîye fâiktir. Meselâ:
Acaba şu bahçede bülbül var mı, yok mu diye bahse tutuşan ve her biri
davasını akıldan veya sem den ahz ettiği deliller ile isbata çalışan birtakım
kimselere karşı bir bülbülün ötmeye başlaması ne büyük şehadettir.
Hâlbuki bu bile henüz istidlâlî olan bir ilm-i yakīndir.4 Burada asıl şâhid
bir taraftan o sesin bülbülde, diğer taraftan sâmi lerde zuhûru ve her iki
tarafla olan kıyam ve nisbet-i vahdâniyesidir. Bu bir sestir ve bu ses bir
1 B: “ilim”.
2 H, F ve B: “olmayacağı”.
3 B: “mebâhis-i”.
4 B -“Hâlbuki bu bile henüz istidlâlî olan bir ilm-i yakīndir”.
54 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Hâsılı şâhid-i hakīkī ancak Allah teâlâ’dır. Meselâ “güneş var” diyen bir
şâhid kendisiyle meşhûdu olan güneş arasında nisbet-i hakkın şehadetine
teba iyetten başka bir şey yapmış olmaz. Şu kadar ki bu teba iyet4 sarih
veya zımmî veya gayr-i meş ûr5 olabilir. Hak teâlâ’dan başka hiçbir âlim
ne kendine ne sâir eşyâya tamamen şâhid değildir. Nefs-i insânîde eşyânın
kendilerine mutabakatları izâfî, nâkıs ve min-vecihtir. “Ben, benim”
diyebilen insanın bile nefsine mutabakatı min külli’l-vücûh tam ve
mutlak ve hakka’l-yakīn değildir. Onun kendisinde bilmediği, şehadet
edemediği6 nice vücûh-i izâfet vardır. İnsanın [1058] gerek kendinde
gerek eşyâda hakikaten bilebildiği ma lûmât, şehâdet-i hakkı bizzat veya
bi’l-vâsıta sezebildiği vücûhtur. Binâen aleyh insanda7 mutlak, en hakīkī
bir ilm-i yakīn varsa o da vücud ve vahdet-i ilâhiyeye ilimdir. Zira bu ilim
gerek kendisine ve gerek eşyâya olan ilimlerinin8 hepsinin rükn-i
akdemidir. Bundan başka herhangi bir ilimde zarûret-i zâtiyye-i kâmile
yoktur. Ehl-i ilmin merâtibi de bu şehadete kurb ve bu dü ile mütenâsibdir.
Nefislerinde Hak teâlâ’nın bu şehadetini sezemeyenler ulemâdan
olamazlar. Bunlar ilmi inkâr eden sofestâiyye ve kefere-i reybiyyedendirler.
Gerek nefsine ve gerek eşyâya ilminin hakkiyetine9 kāil olup da Hak
teâlâ’yı inkâr edenler ise kefere-i mu ânidîndendirler. Cenâb-ı Allah’ın
kendine kendinde ilmi ve şehadeti bulunduğu gibi eşyâyı îcad ile âfâk u
enfüste bu ilmini lâ-yü ad velâ yuhsâ şevâhid ile i lân ve izhar etmesi; ilim,
ukūl, ervâh ve kuvâ-yı müdrike ve bunlara mutâbık ulema halk ederek
onlara şehadetini tebliğ ve i lâm eylemesi dahi O’nun mâ-sivallâha karşı
1 B: “bilmesine”.
2 “…O’nun vechinden başka her şey helâktedir…”
3 “…Kâfî değil mi bu ki Rabbin her şeye şâhid.”
4 B: “tâbi iyet”.
5 B: “meşrû ”.
6 B: “etmediği”.
7 H ve F +“en”.
8 M ve B: “ilimlerin”.
9 M ve B: “hakikatine”.
56 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “mâ-bihi’l-kıvâmı”.
2 B: “âdil”.
ِ ِ ٓ
3 ُ ۪ﻳﺰ اﻟ َْﺤ ۪ﻜ
H -“ﻴﻢ ُ َﻻ اﻟٰﻪَ ا َّﻻ ُﻫﻮَ اﻟْﻌَﺰYani Nasârâ’nın zu mları gibi teslis yok, birtakım e izze yok”.
4 H ve F: “ulü’l-ilm”.
58 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Asl-ı lügatta “din”, cezâ, yani mükâfat veya mücâzat veya itaat etmek
ma nâ-yı masdarîlerle alâkadar olarak bir1 tâbi ile hâkim bir metbû
arasındaki nisbetin ismidir. Bu nisbet metbû hâkim tarafından mülâhaza
edildiği zaman sevab veya ikāb ile tatbîk-i mes’ûliyet, tâbi tarafından
mülâhaza edildiği zaman da arzû-yı selâmet ve ümid ü mehâfetle tâat
ve inkıyad ifade eder ki bunlar dinin ma nâ-yı masdarîsidirler. Hâsılları
deyyâniyet ve diyânettir. Fâtiha’da ma nâ-yı ma rûfuyla dinin târifi sebk
etmiş idi ki, zevi’l- ukūlü hüsn-i ihtiyarlarıyla bi’z-zat hayr u nimete sâik
olan bir vaz -ı ilâhî, “şer u millet” dahi denilen ve ef âl-i ihtiyâriyye-i
beşeriyenin gāye-i hayr u saâdete doğru cereyânını tanzim [1062] eden
bir tarîk, bir kanun, bir âmil-i mânevî demek oluyordu. Binâen aleyh
umûmiyetle din denilince fikr-i mes’ûliyetle bi’r-rızâ bir tâbi iyyet-i
ihtiyâriye talep eden ve tâbi iyetlerini şerr ü şekāvetten sıyânet ile hayr
u saâdete götüren, aksi hâlde, yani hüsn-i rızâ ve ihtiyar ile ittibâ ve
itaat edilmediği, hilâfından tevakkī olunmadığı takdirde de bizzat hayr
u saâdetin zıddı olan netâyic-i seyyie ile ahkâm-ı cezâiyesinin cebren ve
nâkābil-i ictinab bir surette tatbik edileceğini gösteren merci -i ümid ve
mehâfet ve şâyân-ı hayret bir surette son derece tâzim ile arz-ı ubudiyet
edilir bir mürebbî-i hâkimin2 vaz u teklif ettiği kānûn-ı mükâfat ve
mücâzat veya ona itaat ve teslimiyet anlaşılacağından her hâlde din, bir
ilâhî3 ifade ve ona bi’r-rızâ itaat ve teslimiyeti iktizâ eyler. “Diyânet” de o
ilâh-ı hâkime4 ubûdiyet ve kanunlarına teslimiyet demek olur.
Yukarılarda da beyan olunduğu üzere asl-ı lügatta “İslâm”, “silm”,
“selm”, “selâmet” maddelerinden hemzesi duhul veya ta diye olarak
kullanılır. Şümullü ve pek temiz bir kelimedir ki silm ü selâmete girmek
veya koymak veya çıkarmak, selâmet temin eden teslimiyet, mütekābil
bir müsâlemete girmek, hâlis u sâlim olmak veya tutmak mânalarına
gelir ki hepsinde selâmet ve sâlimiyet gayesiyle bir inkıyâd u mutâva at
mânası vardır. Din dahi sâhib-i irade zevi’l- ukūl beyninde terk-i ihtilâf u
1 B -“bir”.
2 M ve B: “hakîmin”.
3 H: “ilâhın”.
4 B: “hakîme”.
60 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
cidal ile te’mîn-i müsâlemet eden bir kanundur. Bununla yalnız insanlar
beyninde müsâlemet değil, insanlarla Allah teâlâ beyninde de bir akd-i
selem vardır. Bu sayede irâde-i Hâlık ile irâde-i mahluk beyninde bir vifâk
temin olunur. Kul, Allah’ın dilediği gibi ister, Allah da kulun dilediği gibi
yapar, arada nizâ u muhalefet kalmaz, Allah’a vuslat-ı ebediye hâsıl olur.
Ve bu sayede insanların irâdât-ı muhtelifeleri tevhid olunarak beynlerinde
bir medeniyyet-i sâlime ve bir sulh-i dâim cereyan eder. Ve hepsi ni met-i
ilâhiyeden mütena im olur, felâh bulur. Vahdaniyyet-i ilâhiyeye ittibâ
edilmeyince de bu gaye hâsıl olmaz [1063]. Bu suretle dinin künhü
bu tevhid dairesinde bütün mânasıyla İslâm’dır. َ ٓﻻ اِﻟٰﻪَ اِ َّﻻ ُﻫ َﻮolan Allah
teâlâ’nın emrettiği hakk-ı diyanet de bu tevhîde şehadet ve bu tevhid
dairesinde bir Allah’a teslimiyet ve itaattir. Bihakkın felâh u selâmet ve
hayr u saadet ancak bu ihlâs u inkıyaddadır. İndallah din, dîn-i hâlis olan
’إﺳﻼم إﱃ اﷲdır. Allah’tan başka ilâh tanıyan veya hakkı bildiği hâlde dini
tâbi iyyet-i haktan başka bir şey telakkī eden, din ile ilim, Hak teâlâ ile
hayr-ı a lâ arasında nizâ tasavvur eyleyen veyahut1 hayr u şer nizâ ının2
hall ü faslına Allah teâlâ’nın hâkim olmadığını, hükm-i ilâhînin hâricinde
herhangi bir şey kalabileceğini farz eden, velhâsıl mebde’-i3 Hak’tan
gelmeyen ve4 âyât-ı Hak’tan istinbat edilmeyen dinlerin, tâbi iyetlerin5
hiçbiri insanlara selâmet ve saadet bahşedecek dîn-i hak değildir. Allah
teâlâ’ya şerik tasavvuru muhal ve bâtıl olduğu gibi İslâm’dan başka bir
dîn-i hak tasavvur etmek de bâtıldır.
Hulâsa6: Dîn ü diyânetin bütün mânası nisbet-i tâat ve tâbi iyet ile
te’mîn-i selâmette toplanır. İslâm’ın mânası da selâmeti müfîd, şâibesiz
bir inkıyad ve mütaba atta toplanır. Şu hâlde din mefhûmu ale’l-ıtlâk
tasavvur edildiği zaman bile ale’l-ıtlâk ma nâ-yı İslâm’a mürâdif ve
müsâvîdir. Hangi din ele alınacak olsa onun künhü İslâm ve inkıyaddan
1 B: “veya”.
2 B: “nizâmının”.
3 B: “mebde’i”.
4 B: “veya”.
5 F: “tâbi iyetleri”.
6 B: “Hâsılı”.
Hak Dini Kur’an Dili 61
ibarettir. Dîn-i zâhir islâm-ı zâhirî, dîn-i bâtın islâm-ı bâtınî, dîn-i tâm
zâhir ü bâtın ile islâm-ı hakīkī, dîn-i bâtıl yalan bir islâm, dîn-i hak,
hak bir islâmdır. Hakikaten selâmet bahşeden hak bir islâm ise ancak
tevhîd-i hakīkīye islâmdır. Tevhîd-i hakīkī ise şerīki bulunmak ihtimâli
bulunmayan ezel ve ebedde Hayy u Kayyûm bir ilâh tanımak ve ancak
O’na şehadet etmektir. Böyle bir ilâh ise ancak Allah teâlâ’dır. Evvel ü
âhir bütün izzet ü hâkimiyeti şâhid ü meşhûd olan Zât-ı ehadiyetinde
toplayıp kendinden başka ilâhı nefyetmiş, O’ndan [1064] başka ulûhiyet
iddia eden veya ulûhiyet nisbet olunanların hepsinin acz u fenâsını dâima
göstermiş ve göstermekte bulunmuş ve herhangi bir zamanda nizâm-ı
tevhidden çıkmak isteyenleri perişan eylemiş ve her selâmeti tarîk-i
tevhîdden bahşeylemiş, velhâsıl اﻪﻠﻟ ّٰ َ ٓﻻ اِﻟٰﻪَ اِ َّﻻdiye ulûhiyette vahdâniyete
kendisi de şehadet etmiş olmakla vahdâniyyet-i ilâhiyeye şehadet ile
islâm-ı hakīkī Hak teâlâ’nın dini olduğunda şüphe yoktur. Deyyân-ı
hakīkī olan Allah teâlâ’nın islâmını melâike ve ulü’l-ilm gibi kendi
şehâdet-i tevhîdine îmân u ihlâs ile inkıyad edenleri rahmetiyle felâh u
selâmete çıkarmak, kulların islâmı da ancak Allah’a teslîm-i nefs ederek
bu tarîk-i selâmete girmektir. İşte dîn-i İslâm Allah ile kullar beynindeki
bu nisbet-i vahdâniyedir. Melâikenin ve ehl-i ilmin dini de budur. İlimde
bundan başka bir din yoktur. Bu dinin başı ilm-i hak, hak ilminin başı da
bu dindir. Bu dinden başka bir din aramak ya Allah’ın fevkine çıkmaya
çalışmak veya Allah’ın mâdûnuna teslîm-i nefs etmektir ki ikisi de dinsizlik
ve küfürdür. İsyan ve tefrikadır, felâkettir. Binâen aleyh ehl-i kitâbın
ihtilâfâtı ile bunun ilmiyetine ve hakkiyetine hiç halel gelmez. Onların
gerek kendi aralarında ve gerek Resûlullah’a karşı ihtilâf çıkarmaları hakk
u hakikati bildiren bütün esbâb-ı ilm geldikten sonra adl ü hakkāniyetle
kıyâmı, hakka ve ilme islâm ve inkıyâdı bırakıp beynlerinde bağy u
udvân ve sevdâ-yı tahakküm ile dinsizliğe, inkâra saptıklarındandır. Ve
fakat isbât-ı adl ü hak için ikāme ve inzal buyurduğu ُاﻻِ ْﺳ َﻼم ْ ِاﻪﻠﻟ
ّٰ ﻳﻦ ِﻋ ْﻨ َﺪ ِ
ّ ۪ ا َّن
َ اﻟﺪ
gibi âyât u delâil-i kat iyyeye her kim küfr eder, İslâm’dan kaçınırsa1 Allah
serî u’l-hisâbdır. Cezâlarını vermekten çekinmez.
1 B: “çıkarsa”.
62 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
َ ِ ﴾ ٰذﻟ٢٣﴿ ﻮن
ﻚ ﺑِﺎَﻧ َّ ُﻬ ْﻢ ﻗَﺎﻟُﻮﺍ َ ﺿ ِ ِ ِ ّٰ ﺎب
ُ ِاﻪﻠﻟ ﻟﻴَ ْﺤﻜُ َﻢ ﺑ َ ْﻴﻨَ ُﻬ ْﻢ ﺛُﻢَّ ﻳَﺘَ َﻮﻟّٰﻰ ﻓَ ۪ﺮ ٌﻖ ﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َو ُﻫ ْﻢ ُﻣ ْﻌﺮ ِ َاِﻟٰﻰ ﻛِﺘ
ِ ات وﻏَﺮَّﻫ ْﻢ ۪ﻓﻲ ۪د ٓ ِ َّ ﻟ َﻦ ﺗَﻤﺴﻨَﺎ اﻟﻨ
ﻒ َ ﴾ ﻓَﻜَ ْﻴ٢٤﴿ ون َ ﻳﻨﻬِ ْﻢ َﻣﺎ ﻛَﺎﻧُﻮﺍ ﻳ َ ْﻔﺘَ ُﺮ ُ َ ۖ ٍ َﺎﻣﺎ َﻣ ْﻌ ُﺪود ً َّ ﺎر ا َّﻻ اَﻳ ُ َّ َ ْ
ِ ِ ِ ِ
﴾٢٥﴿ ﻮن َ ﺖ َو ُﻫ ْﻢ َﻻ ﻳُ ْﻈﻠ َ ُﻤ ْ َﺖ ﻛُ ُّﻞ ﻧ َ ْﻔ ٍﺲ َﻣﺎ ﻛَ َﺴﺒ ْ َﺐ ۪ﻓﻴﻪ َو ُو ّﻓﻴ َ ْ ﺎﻫ ْﻢ ﻟﻴَ ْﻮ ٍم َﻻ َر ُ َاذَا َﺟ َﻤ ْﻌﻨ
1 F: “Buna karşı seninle münakaşaya kalkışırlarsa “Ben” de, “yüzümü İslâm ile tertemiz Allah’a tuttum,
bana tâbi olanlar da”. Ve o kitab verilenlerle verilmeyen ümmîlere de “siz” de, “İslâm’ı kabul ettiniz mi?”
Eğer nizâ ı keser, İslâm’a girerlerse doğru yolu tutmuşlardır, yok yüz çevirirlerse sana da düşen ancak
tebliğdir. Ve Allah görüyordur kulları”.
Hak Dini Kur’an Dili 63
diyorlar (23). Bunun sebebi, çünkü onlar “Sayılı günlerden başka bize
asla ateş dokunmaz” demekte ve uydurageldikleri yalanlar dinlerinde
kendilerini aldatmaktadır (24). Bakalım o geleceğinde şüphe olmayan
gün için kendilerini topladığımız ve hiç kimseye zulmedilmeyerek her-
kese her ne kazandıysa tamamen ödendiği vakit nasıl olacak? (25).1
şeksiz, şüphesiz, hâlis muhlis bir surette Allah yolunu, Allah dinini
tuttum, ancak Allah’a teveccüh ettim, bana tâbi olanlar da böyle. İşte
ma nâ-yı İslâm, işte Muhammed ve ümmet-i Muhammed’in dini. İşte
ِ ِ
ebedî selâmetin tarîk-i hakkı, sırât-ı müstakīmi. {ﺎب َ َو ُﻗ ْﻞ ﻟﻠ َّ ۪ﺬ
َ َﻳﻦ اُو۫ﺗُﻮﺍ ا ْﻟﻜﺘ
َ ّ ۪ ﺍﻻ ُ ِّﻣ
ْ }و
َ Bu da risâlet-i Muhammediyenin umûma şümûlünü ihtardır.
Zira bu tasniften [1067] hâriç bir sınıf-ı beşerî yoktur. “Kitab verilmiş
olanlar” Yehûd ve Nasârâ ve şebîhlerine, “ümmiyyîn” de kitabsız Arab
müşriklerine ve onlar gibi kitâbı olmayanlara şâmildir. Hitab Arab ve
Acem diye değil, bu evsâf-ı umûmiye iledir. Vazîfe-i tebliğ bunlaradır. Bu
vazife yapıldıktan sonra bunların3 kabulden imtinâ edip küfr ü ihtilâfa
sapmalarının mes’ûliyeti Resûlullah’a râci değil, tamamen kendilerine
aittir. Bu mes’ûliyeti böyle küfürlerin cezâlarını tebliğ dahi vazîfe-i
risâlet cümlesindendir. Rivayet olunuyor ki Resûlullah bunu ehl-i kitaba
kıraat ettiği zaman ءَاَ ْﺳﻠ َ ْﻤ ُﺘ ْﻢ4 hitâbına karşı اَ ْﺳﻠ َ ْﻤﻨَﺎdediler, bunun üzerine
Yahudîlere “Îsâ, Allah’ın kelimesi ve abdi ve resûlü olduğuna şehadet
eder misiniz?” buyurdu, “Ma âzallah” dediler. Nasârâ’ya da “Îsâ, Allah’ın
1 H: “Artık seninle münakaşaya kalkışırlarsa Ben, yüzümü nizâ sız Allah’a tuttum, bana tâbi olanlar da’
de. O kitab verilenlerle verilmeyen ümmîlere de nasıl, İslâm’ı kabul ettiniz mi?’ de. Eğer nizâ ı keser,
İslâm’a girerlerse doğru yolu tutmuşlardır, yok yüz çevirirlerse artık sana düşen ancak tebliğdir. Allah
görüyordur o kulları da (20). Her hâlde o Allah’ın âyâtını tanımayanları, haksızlıkla peygamberleri
öldürenleri ve insanlar içinde adl ü insaf emreden kimseleri öldürenleri, hep bunları artık elîm bir
azab ile müjdele (21). Bunlar dünya ve âhirette amelleri heder olmuş kimselerdir ve bir kurtaracak da
yoktur onları (22). Baksan a şu kendilerine kitabdan bir nasib verilmiş olanlara, Allah’ın kitâbına davet
olunuyorlar, aralarında hakem olması için de, sonra içlerinden bir kısmı haktan i râz ederek dönüp gidi-
yorlar (23). O şundan neş’et ediyor, bunlar Bize sayılı birkaç günden başka ateş dokunmaz’ diyorlar ve
uydurageldikleri yalanlar dinleri hakkında kendilerini aldatıyor (24). Bakalım nasıl olacak kendilerini o
geleceğinde şüphe olmayan bir gün için topladığımızda, herkese kazandığı tamamıyla ödenirken onlar
da hakları yenecek değiller (24)”.
2 B: “etmiş”.
3 M ve B: “bunları”.
4 B: “ ”ا.
64 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H: “De: Ey mülkün sâhibi Allahım! Sen dilediğine mülk verirsin, dilediğinden de mülkü çeker alırsın.
Dilediğini azîz edersin, dilediğini zelîl edersin. Hayır yalnız Senin elinde, şüphesiz Sen her şeye kādirsin”.
2 B -“Resûlullah”.
3 B: “tahdîd”.
66 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B -“Resûlullah”.
2 “Ve o vakit ki münafıklar ve kalblerinde bir maraz bulunanlar ‘Allah ve Resûlü bize bir aldanıştan başka
bir vaad yapmamış’ diyorlardı.”
Hak Dini Kur’an Dili 67
iki âyetin de o zaman1 veya ber vech-i bâlâ feth-i Mekke’den sonra
nâzil olduğu mervîdir. Daha yukarıda devlet-i Rum’a güvenen Necran
Nasârâsı dolayısıyla nâzil olduğu da zikredilmiş idi. Binâen aleyh
nüzûlünde değilse bile siyâkında bunlara işaret vardır.
Bu âyetlerin fezâili hakkında bir hayli haberler vârid olmuştur.
Ezcümle Ebu Eyyûb-i Ensarî’den ve Hazret-i Ali’den rivayet olunduğu
, bir de Âl-iآﻳﺔ اﻟﻜﺮﺳﻲ ,ﻓﺎﲢﺔ اﻟﻜﺘﺎب üzere Resûlullah buyurmuştur ki
اﻪﻠﻟُ اَﻧ َّ ُﻪ َ ٓﻻ اِﻟٰﻪَ اِ َّﻻ ُﻫ َﻮ İmrân’da اﻪﻠﻟِ ْ
اﻻِ ْﺳ َﻼ ُم ]َ ’den [1071ﺷﻬِ َﺪ ّٰ ﻳﻦ ِﻋ ْﻨ َﺪ ّٰ ِ
’a kadarا َّن ۪ ّ
اﻟﺪ َ
ﻚ ا ْﻟﻤ ْﻠ ِِ ’a kadar iki âyet nâzil oldukları zaman Allahﺑِﻐَ ْ ِ ِﺣ َﺴﺎب
ﻚ ’denﻗ ِﻞ اﻟﻠ ُّٰﻬﻢَّ َﻣﺎﻟ َ ُ
ُ
teâlâ ile aralarında hiçbir hicab bulunmaksızın Arş-ı ilâhîye yapışarak “Yâ
Rab, bizi arzına ve Sana âsi olanlara indiriyorsun” dediler, Allah teâlâ da
“Ahdim olsun sizi her namazın arkasında okuyan herhangi bir kimsenin
1 B: “Hazret-i”.
2 Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân, III, 39:
أ ه أ ا وروى، ّ و ّٰ ّ ا ا ة أ روى ا ج
ِ ُ و،ُ ّٰ و َ ِ َ ا، وآ ا כ، » א أراد ا ّٰ أن ّ ل א ا כ אب:و ّ אل ّٰ إ ّن ر ل ا ّٰ ّ ا: ّٰ ا א ر
א دار ا ب وإ א رب: و،אب ّٰ و ا و،א ش ٍ ِ ِ َ ِ » إ... ا َّ ُ א ِ َכ ا ْ ُ ْ ِכ
«אب
ْ َّ
ة ة כ إّ أ כ أכ ّ د כ א و ّ و: אل א.אت א ر وا ش כو
ّ وإ،ة א أد א א ا כ م ّ وإ،ة כ م ت ّ وإ، א כאن ا س
.«إ ّ ا ك د لا و، وو כ أ
3 Görebildiğimiz kaynaklarda söz konusu üçyüz altmış putun “Beyt”in etrafında olduğu ifade edilmekte-
dir.
4 İbnü’l-Münzir, Tefsîru’l-Kur’ân, thk. Sa d b. Muhammed es-Sa d, el-Medînetü’l-Münevvere: Dâ-
ru’l-Me’âsir, 1423/2002, I, 146-147; Süyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, II, 167:
َ أَ ْو
ُ ّٰ َ ْ َ َل ا: َ َאل،אن אئ ا ب א כ אئ نو
َْْ
אن ل ا َ »כ
َ َ َאل، ْ ْ َ
אم כ א ا : » َ ِ َ ا ّٰ ُ أَ َّ ُ ِإ َ َ ِإ ُ َ َوا ْ َ ِئ َכ ُ َوأُو ُ ا ْ ِ ْ ِ َ ِאئ ً א ِא ْ ِ ْ ِ ِإ َ َ ِإ ُ َ ا ْ َ ِ ُ ا ْ َ ِכ « َ َאل:אؤه
ُ
. ا כ َْ ت
5 H ve F -“de”.
6 Beyhakī, Şuabu’l-îmân, IX, 492 ( ;)כ َ א َ ُכ ُ ا َכ َ ِ َכ ُ َ َّ َ َ ُכ َ Süyûtî, Cemu’l-cevâmi, VI, 466.
ْ ْ ُ
7 Ebussuud, İrşâdü’l-akli’s-selîm, II, 22-23:
ِ ِ ِك و ا
אد
ُ وإن ا ر ُ ي ِن ا
אد أ א ُب ا ُכ ا ك ّٰ »أ א ا: ا כ و
»כ א َ ُכ ُ ا َ م ا و « כ ْ ّ ِ ُ أ إ ا כ و ك ا ِ ا
َّ ّ ْ َ
.« ُ َّل َ َ ُכ
ْ
Hak Dini Kur’an Dili 69
ِاﻪﻠﻟ
ّٰ ﻚ ﻓَﻠ َ ْﻴ َﺲ ِﻣ َﻦ َ ِ ﻴﻦ ۚ َو َﻣ ْﻦ ﻳ َ ْﻔﻌَ ْﻞ ٰذﻟ ِ ِ ِ ِ
َ ﻮن ا ْﻟﻜَﺎﻓ ۪ﺮ َﻦ اَ ْوﻟﻴَٓﺎءَ ﻣ ْﻦ دُو ِن ا ْﻟ ُﻤ ْﺆﻣ ۪ﻨ َ َﻻ ﻳَﺘ َّ ِﺨ ِﺬ ا ْﻟ ُﻤ ْﺆ ِﻣ ُﻨ
﴾ ﻗُ ْﻞ اِ ْن٢٨﴿ ﻴﺮ ِ ّٰ اﻪﻠﻟ ﻧ َ ْﻔﺴﻪ ۜ و ِﺍﻟ َﻰ ِ ِٓ
ُ اﻪﻠﻟ ا ْﻟ َﻤ ۪ﺼ َ ُ َ ُ ّٰ ۪ﻓﻲ َﺷ ْﻲ ٍء ا َّﻻ اَ ْن ﺗَﺘ َّ ُﻘﻮﺍ ﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ ﺗُ ٰﻘﻴﺔ ً ۜ َو ُ َﺤ ّ ِﺬ ُرﻛُ ُﻢ
1 F: “kesmiş”.
2 F: “buyuruyor”.
3 B: “sînelerinizde”.
4 H: “Mü’minler, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinmesin. Onu kim yaparsa Allah’tan ilişiği kes-
miş olur, meğer ki onlardan bir korunma yapasınız. Hâlbuki Allah sizi kendisinden tahzir buyuruyor,
nihâyet de Allah’a varılacak (28). ‘Siz’ de, ‘sînelerinizdekini gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir.
Hem bütün göklerde ve yerde ne varsa bilir ve Allah kadīrdir, her şeyi yapabilir’ (29). Her nefis ne hayr
işlemiş, ne kötülük etmiş ise önüne konmuş bulacağı gün temenni eder ki keşke onlarla arasında uzak
bir mesafe bulunsa idi. Allah sizi kendinden tahzir buyuruyor, Allah kullarını çok esirgiyor (30)”.
5 H ve F: “küfür”.
70 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “ahkâm-ı”.
2 B: “imanda”.
3 B: “lâkin”.
4 H ve F: “ahlâklara”.
5 H: “tehlike”.
72 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ٌ ﻮر َر ۪ﺣ
ﻴﻢ ّٰ اﻪﻠﻟُ َو َ ْﻐ ِﻔ ْﺮ ﻟَﻜُ ْﻢ ذُﻧُﻮﺑَﻜُ ْﻢ ۜ َو
ٌ ﺍﻪﻠﻟُ ﻏَ ُﻔ ّٰ اﻪﻠﻟ َ ﻓَﺎﺗ َّ ِﺒ ُﻌﻮ ۪ﻧﻲ ﻳُ ْﺤ ِﺒ ْﺒﻜُ ُﻢ
ّٰ ﻮنَ ُّﻗُ ْﻞ اِ ْن ﻛُ ْﻨﺘُ ْﻢ ﺗُ ِﺤﺒ
﴾٣٢﴿ ﺐ ا ْﻟﻜَﺎﻓِ ۪ﺮ َﻦ ِ
ُّ اﻪﻠﻟ َ َﻻ ﻳُﺤّٰ ﻮلۚ ﻓَﺎِ ْن ﺗ َ َﻮﻟ َّْﻮﺍ ﻓَﺎِ َّن
َ اﻪﻠﻟ َ َوﺍﻟﺮَّ ُﺳ
ّٰ ﻴﻌﻮﺍ ُ ﴾ ُﻗ ْﻞ اَ ۪ﻃ٣١﴿
1 H -“Binâen aleyh”.
2 B: “yok”.
3 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 193:
أَ َ ْ َ ُ أَ َّن ُ َ َّ ً ا َر ُ ُل:אب َر ُ ِل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو َ َّ َ َ َאل ِ َ َ ِ ِ َ א ِ َ ْ َاب َر ُ َ ِ ِ ْ أ ِ َ
ُ َّ َ َאل ا ْ َ َ ُ أ َ َ ُ َ ْ َ ُ ا ْ َכ
َ ْ ْ
כ ، ٍ ُ ل
ُ ر و ، َ َ ِ ِ ل ُ ر َ أ ُ ِ אن כ و ، : אلَ َ ؟ ِ ّٰ ا ل
ُ ر ِ َ أ َ أ : אلَ َ َ ْ َ َ ْ َ َ ْ َ َ :ا ّٰ ِ؟ َ َאل
،
ُ َ َََ َْ ُ َ ٌ َّ َ ُ َ َ َ ُ َ ُ َّ ُ ُ ْ َ َ ْ َ ُ َ َ َ ْ َ َ ُ َ ّ ُ َ ْ ََ
َ َ َّ َ ُ َو َ َ َ ُ َ َ َ َذ ِ َכ، ِإ ِّ أَ َ ُّ َ َ ًא: أَ َ َ ْ َ ُ أَ ِّ َر ُ ُل ا ّٰ ِ؟ َ َ َאل: َ َאل، َ َ :َو َد َ א ا ْ َ َ َ َאل أَ َ ْ َ ُ أَ َّن ُ َ َّ ً ا َر ُ ُل ا ّٰ ِ؟ َ َאل
َ ْ َ
. ِ َ َ َ َ ِ َ َ َ ِ ّٰ َوأَ َّ א ا ْ َ َ َ ِ َ ُر ْ َ َ ا، ُ َ أَ َّ א َ َ ا ا ْ َ ْ ُ ُل َ َ َ َ َ َ ِ ِ ِ َو ِ ْ ِ ِ َ َ ِ ًئא: אل، َر ُ َل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ و
ْ ُ ْ
4 “…-kalbi iman ile mutmain olduğu hâlde ikrah edilen başka-…”
5 B -“de”.
6 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 193-194; Âlûsî, Rûhu’l-meânî, thk. Ali Abdülbârî Atıyye, Bey-
rut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1415, II, 117-121.
7 H ve F: “îzahtır”.
8 Taberî, Câmiu’l-beyân, VI, 322-324; Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 197:
َ َ َو ُ ْ َوى أَ َّ ُ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ ِ َو َ َّ َ َو،ُ َ ْ ( َ َ َ َ ْ َ ِ ِه ا١٨/٥ אؤ ُه )ا ْ َ ِאئ َ ِة ُ َّ ِ ََو ُ َ أَ َّن ا ْ َ ُ َد َכא ُ ا َ ُ ُ َن َ ْ ُ أَ ْ ُאء ا ّٰ ِ َوأ
א إ ِ : ُ
ُ ُ ْ َ َ َّ ٌ ْ َ ْ َ َ َ َ ْ َ א ، ِ ا ِ
إ َ َّ ِ ْ َ א َ ِ ّٰ ا و ٍ ُ א : אل
َ َ َ ون ِ ْ َ ْ َ ِאم َ ُ ُ ْ َ َ َ ُ َ ْ ٍ َو ُ ْ ِ ا ْ َ ْ ِ ِ ا ْ َ َ ِام
ُْ َ َْ َ َْ َ َ َْ َ
.ُ َ ْ َ َ َ َ ْ َ ِ ِه ا،ِ َّ ِ ِإ َّ َ א ُ َ ِ ّ ا ْ َ ِ َ ُ ًّ א:אرى َ א ُ ا َ َ َّ َّا نَ أ ى و و
َ ُْ َ َ ، ُ ْ ا ِ
ه ِ ِ ِِ
َ ْ َ َ َ َ ، َ ْ َ ِ ِه ُ ًّ א َّ َ َ א َ ِ ُ َ ِّ ُ َא ِإ َ ا ّٰ ُز
ُ
Hak Dini Kur’an Dili 73
Meâl-i Şerîfi
De ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız hemen bana uyun ki Allah da sizleri
sevsin ve suçlarınızı mağfiretle örtsün. Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir (31).
De ki: Allah’a ve Peygamber’e itaat edin1, eğer aksine giderlerse şüphe
yok ki Allah kâfirleri sevmez (32).2
“Mahabbet”, nefsin kemâl idrak ettiği bir şeye öyle [1076] bir meylidir
ki ona tekarrub için lâzım gelen esbâb u vesâile sevk eder. Binâen aleyh
muhibbin gayesi mahbûbun rızâsına nâiliyet ve gazabından tevakkī etmek
olduğundan mahabbet irâde-i tâati ve ictinâb-ı ma siyeti muktezīdir.
Herhangi bir nefis kemâl-i hakīkī3 ancak Allah’ın olduğunu, bütün
vücûdda gerek kendinden ve gerek mâ adâsından gördüğü, göreceği,
tasavvur edebileceği herhangi hayr u kemâlin Allah’tan ve Allah ile ve
Allah’a olduğunu idrak ettiği zaman onun bütün mahabbeti Allah için
ve Allah yolunda, rızâullah uğrunda olur. Allah dini de tevhid ve İslâm
olduğundan mahabbeti ancak bu dairede cereyan eder. İrâde-i tâ atinde
ancak bu din hâkim olur. O hâlde Allah’ı sevenler ﺖ َو ْﺟﻬِ َﻲ ِ ّٰﻪﻠﻟِ َو َﻣ ِﻦ اﺗَّـﺒَﻌَ ِﻦ ُ اَ ْﺳﻠ َ ْﻤ
[Âl-i İmrân 3/20] diyen ve bu emr-i ilâhîyi tebliğ eyleyen Resûlullah’a
muhalefet etmemek ve onun4 gibi kemâl-i ihlâs ile ِﺖ َو ْﺟﻬِ َﻲ ِ ّٰﻪﻠﻟ ُ اَ ْﺳﻠ َ ْﻤdeyip
din ü şeriatında ona ve onun ta lîmât u teblîgātına tâbi olmak ve onu
numûne-i imtisal addeylemek lâzım gelir. Bunun hilâfı “ben Allah’ı severim
ama emrini dinlemem, O’nun sevdiğini sevmem ve O’nu sevenleri, onun
yolunu göstermek üzere gönderdiklerini sevmem, onlara benzemek
istemem” demektir ki bu da “ben kendimden başka bir şey sevmem, tarîk-i
tevhidde yürümem” demektir. Resûlullah’a ittibâ etmemek ِﺖ َو ْﺟﻬِ َﻲ ِ ّٰﻪﻠﻟ ُ اَ ْﺳﻠ َ ْﻤ
dememek ve bu düstur ile hareket etmemektir. Bu da Allah’ı sevmemek ve
Allah’ın gufran ve rahmetinden mahrum kalmaktır.
Rivayet olunuyor ki ُاﻪﻠﻟ ّٰ اﻪﻠﻟ َ ﻓَﺎﺗ َّ ِﺒ ُﻌﻮ ۪ ﻳُ ْﺤ ِﺒ ْﺒﻜُ ُﻢ َ ُّ ﻗُ ْﻞ اِ ْن ﻛُ ْﻨﺘُ ْﻢ ﺗُ ِﺤﺒâyeti nâzil
ّٰ ﻮن
olduğu zaman münafık Abdullah b. Übeyy “Bakınız Muhammed
kendiye tâat ve ibadeti Allah’a tâat gibi tutuyor. Ve bize Nasârâ’nın Îsâ’ya
mahabbetleri şeklinde kendini sevmemizi emrediyor” demiş idi ki bunun
üzerine ikinci âyet اﻪﻠﻟ َ َوﺍﻟﺮَّ ُﺳﻮ َل
ّٰ ﻴﻌﻮﺍ ُ ُﻗ ْﻞ اَ ۪ﻃnâzil oldu. Ve öyle bir şüphenin
1
ﻮل
َ ﻴﻌﻮﺍ اﻟﺮَّ ُﺳ ُ اﻪﻠﻟ َ َوﺍ َ ۪ﻃ
ّٰ ﻴﻌﻮﺍ ُ [ اَ ۪ﻃen-Nisâ 4/59] demektir. Hıristiyanların
1
1 M ve B: “risâleti”.
2 M: “tasarih”.
3 B -“Allah’a itaat ile Resûlüne itaat mütelâzım bulunduğunu”.
4 B: “tekemmül”.
5 H: “üzere”.
78 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Burada asr-ı hâzırı en ziyade işgal eden pek mühim bir kānûn-ı ilmî
ile risalet meselesinin mahiyeti gösterilivermiştir. Şimdi “risalet nedir,
peygamberlerin diğer insanlardan ne farkı vardır, ne için Allah herkese
bizzat teblîğ-i emr etmesin, kelâmını, evâmirini anlatmasın da ayrıca
peygamberler göndersin” mi diyeceksiniz? Bunu anlamak için âlemde
ve ale’l-husûs âlem-i zîhayatta ve ale’l-husûs âlem-i zevi’l- ukūlde sıfat-ı
rubûbiyetinin muktezâsı olan bir kanun terbiyesi, bir ıstıfâ ve istikmâl
kanunu vardır ki şevâhid-i rubûbiyetinin, ilm ü kudretinin nâmütenâhî
rahmet ve inâyetinin burhanlarından birini teşkil eder. İşte mes’ele-i
risalet, bu sünnet-i ilâhiye, bu tarîk-i hak bu kānûn-ı ilmî ile mülâhaza
ve tasavvur edilecek olursa enbiyânın nasıl olup da beyne’l-beşer
fevkalâde bir imtiyâza mazhar olabildikleri delâil-i sâireden ziyade bir
yakīn-i ilmî ve en mâkul bir sûret-i istidlâl ile anlaşılır. Çünkü mazhar-ı
risalet olmayanların bunu bi’l-müşâhede veya diğer bir tecribe ile ilmen
anlamaya çalışmaları abestir. Bunu anlamak için de âyette اﺻ ِﻄ َﻔﺎ, ُ ذُ ّرِ َّﺔ ً ﺑ َ ْﻌ
ْ ﻀﻬَﺎ
ِﻣ ْﻦ ﺑ َ ْﻌ ٍﺾkayıdlarını iyi tasavvur etmek lâzım gelir.
“Istıfâ”, lügatta bir şeyin safvını, yani en sâfî hulâsasını almaktır.
“Tasfiye” bir şeyin karışığını, bulanıklık şâibelerini izâle edip hulâsasını
çıkarmak, sâfîyi mahlûttan ayırmak olduğu gibi, “ıstıfâ” da en sâfîsini
seçip almaktır. Bir madeni tasfiye edip cevherini almak bir ıstıfâ, o
1 B: “hall”.
2 B: “saplanmışlardır”.
Hak Dini Kur’an Dili 83
1 B: “hall”.
2 H ve F: “zarûriyâtı”.
3 M, H, F ve B: “insanların”.
4 B: “madde-i”.
Hak Dini Kur’an Dili 85
mükemmel merâtib-i ıstıfâ ile1 Âdem, Nûh, Âl-i İbrâhim ve Âl-i İmrân
silsilesini tâkip ettiğini ve Îsâ Âl-i İmrân’dan, onunla beraber Hâtem-i
Rusül de Âl-i İbrâhim’den bulunduğunu ve şu hâlde gerek risâleti inkâr
vâdisinde ve gerek bunların celâlet-i kadirleri aleyhinde2 gizli veya âşikâr
söylenen sözleri veya beslenen fikirleri Allah teâlâ’nın işitir ve bilir
olduğunu anlatmıştır.
Artık vahdet ile kesret, tabiat ile irade beyninde bir nokta-i irtibat teşkil
eden kānûn-ı ıstıfâyı ve bunun ifade ettiği sırr-ı terbiye ve tekemmülü
bihakkın düşünüp tasavvur edenler en celî bir tebeyyün-i ilmî ile şu
hakikatleri itiraf ederler:
1. Her kanun fevka’l-kānûn bir hâdise-i fıtrat ile başlar.
2. Her hâdise bir kanun olmak zarûrî değil mümkindir.
3. Bir hâdisenin kanun olması için bi’l-ıttırad tevâlîsi şarttır. Fakat her
tevâlînin mugāyir-i ıttırad bir ihtilâfa iktirânı da zarûrîdir. Binâen aleyh
âlemin zamanda imtidâdı [1089] aynen bir bekā-yı zâtî değil, bir
teceddüd-i emsâldir. Bekā-yı zâtî bu teceddüdâtın illet-i hakīkiyesi
olan hâlıkın sıfatıdır.
4. Tabiat bir zarûret-i zâtiye değil, bir3 zarûret bi-şarti’l-mahmûl ifade
eder. Binâen aleyh bugün me’huz olan bir tabiat, dünün veya yarının
vâkı âtına bi’z-zarûre hâkim değildir.
5. Efrâd-ı nev de ayniyet mümkin olmadığı gibi müsâvât-ı mutlaka da
mümkin değildir. Onlarda tahte’n-nev veya fevka’n-nev mümeyyizât
ve müşahhisât-ı nâkısa veya kâmile de vardır. Binâen aleyh vahdet-i
nev iye veya cinsiye4 terakki ve inhitâta mâni değildir.
6. Halîta-i âlemden temayüz eden envâ -ı mahlûkāt meyânında nev -i
beşer hepsinden mükemmel bir ıstıfâ ile vücûd bulmuştur. Istıfânın
irâdî olmak hasîsası bilhassa bunda zâhirdir. Tekâmül-i beşerî kemâl-i
ilâhîye en karîb olan ve madde ve tabiat üzerinde en ziyade tasarrufa
müsta id bulunan bir kemâle müteveccihtir.
1 H ve F -“ile”.
2 B -“ve gerek bunların celâlet-i kadirleri aleyhinde”.
3 B -“bir”.
4 B: “cinsiyeye”.
86 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
7. Risalet, beşeriyetin hâssa-i nev iyesi değil, nev iyyet-i insâniyede ekmel
bir ıstıfâ-yı ilâhîdir. Bunu da derecât-ı mütevâliye üzerinde müterakkī
bir silsile-i ıstıfâ tâkip etmiştir. Herhangi bir nev de efrâd-ı nev tahte’n-
nev veya fevka’n-nev mümeyyizât ve husûsiyyât ile mütefâvit ve
muhtelif olabildiği gibi, bu tefâvüt ve ihtilâf, efrâd ve sunûf-i beşerde
daha ziyadedir. Hatta efrâd ve sunûf-i1 beşer beynindeki tefâvüt ü
ihtilâf o kadar çoktur ki ecnâs-ı sâirede bu kadar tefâvüt bir fasl-ı nev î
addedilmeye lâyıktır. İnsanların hiçbirinin haslet-i şahsiyesi diğerine
mikyas ittihaz edilemez. Zeyd’in nefsi, vicdânı, hiss ü temâyülü, ilm ü
irâdesi, kābiliyet ve adem-i kābiliyeti, kuvâ ve melekâtı ile Amr’ın nefsi
ölçülemez. Efrâd-ı beşer içinde muhtelif hayvânâtı, hatta melekleri,
cinleri, şeytanları temsil eden neler vardır. Hatta ukūl-i beşer bile ne
kadar mütefâvittir. Beride [1090] henüz şahsiyeti geçmemiş, burnunun
ucundakini görmeyen bir akıl, ötede mekânları, zamanları geçmiş
şahsiyetinden çıkıp bir rûh-i küllî olmuş diğer bir akıl ve rûh vardır.
Ve akıl için tarîk birdir meseline2 mâsadak olan akıl böyle bir akıldır
ki, mebde’-i hakīkīsini bulmuş, şerîkten münezzeh olan Hak teâlâ’nın
tarîk-i vahdâniyetini tutmuştur. Binâen aleyh ıstıfâ-yı insânînin
pek güzel numûnelerinden birini arz eden böyle mümtaz akıllara
efrâd-ı beşer arasında mebzûliyetle tesadüf edilmemesi bunların ne
beşeriyetlerini ne de cins içinde bir nev gibi nev -i âdîden derecât ile
mütemâyiz bir sınf-ı ekmel veya ferd-i ekmel olduklarını inkâra3 bir
sebep teşkil etmeyeceği gibi, ukūl-i âdiyenin hayran olacağı en yüksek
bir ıstıfâ-yı ilâhîye mazhar olmuş rusül-i ilâhiyenin de ne nev iyyet-i
beşeriyelerini ne de mâfevka’n-nev olan imtiyazlarını inkâra ilmen
ve fennen hiçbir sebep yoktur. Istıfâ kanununu4 bilenler ve hakkıyla
tasvir edebilenler bunu nefislerinde tecribe edemeseler bile şüphesiz
bir istidlâl ile ilmen ve fennen isbat ve ta akkul edebilirler. İnsan yok
iken ve insan tohumu mevcud değil iken onu meydana getiren ıstıfâ
1 H ve F -“da”.
2 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 199-201:
، ِ ِ אج« أَ َّن ا ْ َ ْ ِ َאء َ َ ِ ا َّ َ ُة َوا َّ َ ُم َ ُ َّ َوأَ ْن َ ُכ ُ ا ُ َ א ِ ِ َ ِ َ ِ ِ ِ ا ْ ُ َ ى ا ْ ِ ْ َ א ِ َ ْ ِ ْ אب »ا ِ َ َو َذ َכ ا ْ َ ِ ِ ُّ ِ ِכ
َّ ْ ْ ُ ْ َ َ
،ُ َ ِ اس ا ْ א ْ ا א ِ
إ و ، ة ِ אَّ ا اس ْ ا א ِ
إ ِ : ُ כ ِر ْ ا א َ أ . ٌ כ ِ א
ُّ َ َ َّ َ َ َ ْ ُ َّ َ ّ َ ُ َّ َ َ ْ ُ َّ َ َ َّ َ ْ إ ِ و ، ٌ כ ِر א ِ
إ ِ ، ُ ِ א ِ ْ ا أَ َّ א ا ْ ُ َ ى، ِ ِ َوا ْ ُ َ ى ا ُّ و َ א
َ ُّ َ َ َّ َ ُ َ َّ
אل َ ِ ِه ا ِّ َ ِ َو َ ُ ُّل ِ א َِכ
َ
ِ
ً ُ ْ َ َ َّ َ אن ا َّ ُ ُل َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو َ َو َ َ ْ َכ، ا ْ ُ َّ ُة ا ْ َ א ِ َ ُة:اس ا َّא ِ َ ُة َ ِ َ َ ْ َ ٌ أَ َ ُ َ א ُّ َ َ ْ أَ َّ א ا
: َّ َ َ ْ ُ ُ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو: ِ »ز ِو َ ْ ِ ا ْ َْر ُض َ ُرِ ُ َ َ אرِ َ َ א َو َ َאرِ َ َ א« َوا َّא : َّ
ُ َ َ َ ْ َ ُ و ِ َ ّٰ ا َّ ُ
َ ُ ْ َ : ل ُ َو
َّ ْ ا אن َ َ ِ وو
َ ْ َ ْ
...«اכ ِ ْ َو َر ِاء َ ْ ِ ي ر َ أ ِ ِ ا ا و כ ُ »أَ ِ ا
ْ ُ َ ّ َ ُّ َ َ َ ْ ُ َ ُ ُ
3 Bk. Kâdî Iyâz, eş-Şifâ bi-tarîfi hukūki’l-Mustafâ, hâşiye: Ahmed b. Muhammed b. Muhammed eş-Şü-
münnî, Dâru’l-Fikr 1409/1988, I, 54-165.
88 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ﺖ َ ﻚ اَ ْﻧَ َّ َﻚ َﻣﺎ ۪ﻓﻲ ﺑ َ ْﻄ ۪ﻨﻲ ُﻣ َﺤﺮَّ ًرﺍ ﻓَﺘَ َﻘﺒ َّ ْﻞ ِﻣ ۪ ّﻨ ۚﻲ اِﻧ َ تﻟ ِ ِ َﺖ اﻣﺮﺍَت ِﻋﻤﺮ َن ر
ُ ب ا ۪ﻧّﻲ ﻧ َ َﺬ ْر ّ َ ْٰ ُ َ ْ
ِ اِ ْذ ﻗَﺎﻟ
{ِاﻪﻠﻟ
ّٰ }ﻣ َﺼ ّ ِﺪ ًﻗﺎ ﺑِﻜَﻠِ َﻤﺔٍ ِﻣ َﻦ
ُ Allah’tan bir kelimeyi, yani Îsâ’yı musaddık. Burada
Hazret-i Yahyâ’nın Hazret-i Îsâ’yı ilk tasdik eden zat olduğu zikrediliyor.
Bu tasdik, Yahyâ’nın rahm-i mâdere düşmesiyle başlamıştır. Çünkü
“ âkır” hayz u nifastan kesilmiş pek ihtiyar [1096] bir kadının hamli de
hilâf-ı âdet bir şeydir. Binâen aleyh Yahyâ Cenâb-ı Allah’ın hilâf-ı âde
şeyler halk edebileceğine fiilen bir şâhiddir. Ve onun vücûduyla asıl tasdik
ettiği de ٓﺎء ُ َ َ اﻪﻠﻟُ ﻳ َ ْﻔﻌَ ُﻞ َﻣﺎ
ّٰ kelâmıdır. Bu ise Meryem’in de hilâf-ı âde olarak
1
ً }ﺳ ّ ِﻴ
{ﺪا َ Bir efendi: Kerîm, halîm, bâtıla tenezzül etmeden hüsn-i sûretle
nâsın rızâsını alır, akrânına fâik, riyâsete lâyık {ﻮرﺍً }ﺣ ُﺼ
َ kudret var iken
gerek kadın ve gerek sâir şehevât-ı dünyâdan nefsini son derece hasr
u zapt eden mücerred, afîf, zâhid, târik-i dünya. Bir hadîs-i nebevîde
vârid olduğu üzere bir hatîe yapmamış, gönlünden bir masiyet arzusu
da geçmemiş,3 musaddık-ı kelime olan Yahyâ böyle bir efendi, böyle bir
zâhid, böyle bir nebiyy-i sâlih idi. Hazret-i Yahyâ’nın Îsâ’dan sinnen altı
ay büyük olduğu ekseriyetle mervîdir. Ma amâfîh üç yaş da denilmiştir.4
Müşârun ileyh ref -i Îsâ’dan mukaddem şehid edilmiştir. Bir hadîs-i şerifte
şöyle mervîdir: Dünyanın Allah’a karşı haysiyetsizliğindendir ki Yahyâ b.
Zekeriyyâ’yı bir kadın öldürmüştür.5 Meryem’in mütekeffili, Yahyâ’nın
bir oğlan nerden olabilir? Kendim kocaldım, haremim kısır…’ ‘Öyle’ buyurdu, ‘Allah neyi dilerse yapar’
(40). Dedi ‘Yâ Rabbi, bana bir âyet (bir alâmet) göster.’ ‘Âyetin’ buyurdu, ‘nâsa üç gün söz söyleyeme-
yeceksin; sade işaret. Rabbini çok an ve akşam sabah tesbih et’ (41)”.
1 H ve F: “” َ ْ َ ُ ا ّٰ َ א َ َ ُאء.
2 Taberî, Câmiu’l-beyân, VI, 371:
»ﻣﺼ ﱢﺪﻗًﺎ: وﻟﺬا ﻗﺎل، وﻣﺮﱘُ ﻋﻴﺴﻰ، ﻓﻮﺿﻌﺖ اﻣﺮأةُ زﻛﺮﻳﺎ ﳛﲕ:ﻳﺘﺤﺮك ﻟﻠﺬي ﰲ ﺑﻄﻨﻚ! ﻗﺎل ّ إﱐ أﺟﺪ اﻟﺬي ﰲ ﺑﻄﲏ: ﻗﺎﻟﺖ اﻣﺮأة زﻛﺮﻳﺎ ﳌﺮﱘ:ﻋﻦ ﳎﺎﻫﺪ ﻗﺎل
. ﳛﲕ ﻣﺼ ّﺪق ﺑﻌﻴﺴﻰ: ﻗﺎل،«ﺑﻜﻠﻤﺔ ﻣﻦ اﷲ
3 Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır: “Âdemoğullarından herkes mutlaka bir hata
(günah) işlemiş veya buna istek duymuştur, ancak Yahyâ b. Zekeriyyâ bunun hâricindedir” (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, I, 292, 295, 301. Krş. Hâkim, el-Müstedrek, II, 647/4149).
4 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, I, 267:
. ٍ ُ ْ َ َو ِ َ ِ ِ َّ ِ أ، َ ِ ِ َو ِإ َّ َ א ُو ِ َ َ ْ َ َ ا ْ َ ِ ِ ِ َ َ ِث
ْ َ
5 Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân, III, 63:
.ا أة زכ א ا ّٰ إن ان ا א : ّ و ّٰ ّ ا אل ا
Hak Dini Kur’an Dili 93
َ ﺖ ﻟ َ َﺪ ْﻳﻬِ ْﻢ اِ ْذ ﻳُ ْﻠ ُﻘ
ۖ ﻮن اَ ْﻗ َﻼ َﻣ ُﻬ ْﻢ اَﻳُّ ُﻬ ْﻢ ﻳ َ ْﻜ ُﻔ ُﻞ َﻣ ْﺮ َ َﻢ َ ﻮﺣﻴﻪِ اِﻟ َْﻴ
َ ﻚۜ َو َﻣﺎ ﻛُ ْﻨ ِ ٓ َﻚ ِﻣﻦ اَ ْﻧـﺒ
ِ ﺎء ا ْﻟﻐَ ْﻴ
۪ ُﺐ ﻧ ِ
ْ َ ٰذﻟ
َ ﺖ ﻟ َ َﺪ ْﻳﻬِ ْﻢ اِ ْذ ﻳ َ ْﺨﺘَ ِﺼ ُﻤ
﴾٤٤﴿ ﻮن َ َو َﻣﺎ ُﻛ ْﻨ
Meâl-i Şerîfi
Bu işte sana gayb haberlerinden, onu sana vahy ile bildiriyoruz (yâ
Muhammed), yoksa Meryem’i hangisi himâyesine alacak diye kalemle-
riyle kurʿa atarlarken de sen yanlarında değildin, çekişirlerken de yan-
larında değildin (44).4
ِ ِ ِ ِ ِ ِ اِ ْذ ﻗَﺎﻟ
ّٰ َﺖ ا ْﻟ َﻤﻠٰ ٓ ِﺌﻜَﺔُ ﻳَﺎ َﻣ ْﺮ َ ُﻢ اِ َّن
اﺑ ُﻦ َﻣ ْﺮ َ َﻢ ْ ﻴﺴﻰ َ ﻴﺢ ۪ﻋ ُ اﻪﻠﻟ َ ﻳُﺒَ ّﺸ ُﺮك ﺑِﻜَﻠ َﻤﺔٍ ﻣ ْﻨ ُﻪ ۗ ا ْﺳ ُﻤ ُﻪ ا ْﻟ َﻤ ۪ﺴ
ﺎس ﻓِﻲ ا ْﻟ َﻤ ْﻬ ِﺪ َوﻛَ ْﻬ ًﻼ َو ِﻣ َﻦ ِ ِ ِ ْ ﻴﻬﺎ ﻓِﻲ اﻟ ُّﺪ ْﻧﻴَﺎ َو
َ َّ ﴾ َو ُﻜَﻠّ ُﻢ اﻟﻨ٤٥﴿ ۙ ۪ﻴﻦ َ ﺍﻻ ِٰﺧ َﺮ َوﻣ َﻦ ا ْﻟ ُﻤﻘَﺮَّﺑ ً َ۪وﺟ
اﻪﻠﻟُ ﻳ َ ْﺨﻠ ُ ُﻖ َﻣﺎ
ّٰ ﻚ ِ ِ ﻮن ۪ﻟﻲ َوﻟ َ ٌﺪ َوﻟ َْﻢ ﻳَﻤﺴﺴ ۪ﻨﻲ ﺑ َ َﺸﺮ ۜﻗَﺎ َل ﻛَ ٰﺬﻟ ُ ﻜ ِ ﴾ ﻗَﺎﻟ َْﺖ َر٤٦﴿ ﻴﻦ
ُ َ ب اَ ّٰﻧﻰ ﻳ ِ
َ اﻟﺼﺎﻟ ۪ﺤ
ٌ ْ َ ْ ّ َّ
1 B: “izhar”.
2 “Onlardan öte bir perde çekti…”
3 B: “mutlakan”.
4 H: “Bunlar gayb haberlerinden (yâ Muhammed), sana onları vahy ile bildiriyoruz, yoksa Meryem’i
hangisi himâyesine alacak diye kalemleriyle kur a atarlarken sen yanlarında değildin, kavga ederlerken
de yanlarında değildin (44)”.
Hak Dini Kur’an Dili 95
َ ﺎب َوﺍ ْﻟ ِﺤ ْﻜ َﻤﺔ َ َوﺍﻟﺘ َّ ْﻮ ٰر ﺔ ِ ِ ُ ﺮﺍ ﻓَﺎِﻧ َّ َﻤﺎ ﻳ َ ُﻘ ِ ٓﻳ َﺸ
َ َ﴾ َو ُﻌَﻠّ ُﻤ ُﻪ ا ْﻟﻜﺘ٤٧﴿ ﻮن
ُ ﻜُ َﻮل ﻟ َُﻪ ُﻛ ْﻦ ﻓَﻴ ً ﺎء ۜ اذَا ﻗَ ٰﻀٓﻰ اَ ْﻣ
ُ َ
ﻮﻻ اِﻟٰﻰ ﺑ َ ۪ﻨٓﻲ اِ ْﺳ َﺮٓﺍٔﻳ۪ َﻞ اَ ۪ﻧّﻲ ﻗَ ْﺪ ِﺟ ْﺌﺘُﻜُ ْﻢ ﺑِﺎٰﻳَﺔٍ ِﻣ ْﻦ َرﺑِّﻜُ ْﻢ ۙ اَ ۪ﻧّ ٓﻲ اَ ْﺧﻠ ُ ُﻖ ﻟَﻜُ ْﻢ ً ﴾ َو َر ُﺳ٤٨﴿ ۚﺍﻻِ ْﻧﺠ۪ ﻴ َﻞ ْ َو
ِْص َوﺍُﻲـﺣ َ ﺍﻻ َْﺑ َﺮ ْ اﻻ َ ْﻛ َﻤﻪَ َو ْ ئ ُ ِاﻪﻠﻟِۚ َوﺍُ ْﺑﺮ
ّٰ ﺮﺍ ﺑِﺎِ ْذ ِن ً ﻮن ﻃ َْﻴ ُ َِﻣ َﻦ اﻟ ۪ﻄّﻴ ِﻦ ﻛَﻬَ ْﻴٔـَﺔِ اﻟﻄ َّْﻴﺮِ ﻓَﺎ َْﻧ ُﻔ ُﺦ ۪ﻓﻴﻪِ ﻓَﻴ
ُ ﻜ
ﻚ َﻻٰﻳَﺔ ً ﻟَﻜُ ْﻢ اِ ْن َ ِ ون ۙ ۪ﻓﻲ ﺑُ ُﻴﻮﺗِﻜُ ْﻢ ۜ اِ َّن ۪ﻓﻲ ٰذﻟ َ ﻮن َو َﻣﺎ ﺗَﺪَّ ِﺧ ُﺮ َ ُاﻪﻠﻟِۚ َوﺍُﻧ َ ّ ِﺒﺌُﻜُ ْﻢ ﺑ ِ َﻤﺎ ﺗ َ ْﺄﻛُﻠ
ّٰ ا ْﻟ َﻤ ْﻮ ٰﺗﻰ ﺑِﺎِ ْذ ِن
َﺾ اﻟ َّ ۪ﺬي ُﺣ ّﺮِم َ ﻜ ْﻢ ﺑ َ ْﻌ ُ َ ي ِﻣ َﻦ اﻟﺘ َّ ْﻮ ٰر ﺔِ َو ِﻻ ُ ِﺣ َّﻞ ﻟ َّ ﴾ َو ُﻣ َﺼ ِّﺪ ًﻗﺎ ﻟ ِ َﻤﺎ ﺑ َ ْﻴ َﻦ ﻳ َ َﺪ٤٩﴿ ۚ ﻴﻦ ِ
َ ُﻛ ْﻨ ُﺘ ْﻢ ُﻣ ْﺆﻣ ۪ﻨ
ۜ وه
ُ ﺎﻋ ُﺒ ُﺪ ْ َاﻪﻠﻟ َ َرﺑّ۪ﻲ َو َرﺑُّﻜُ ْﻢ ﻓ ّٰ ﴾ اِ َّن٥٠﴿ ﻴﻌﻮ ِن ُ اﻪﻠﻟ َ َوﺍ َ ۪ﻃّٰ َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢ َو ِﺟ ْﺌﺘُﻜُ ْﻢ ﺑِﺎٰﻳَﺔٍ ِﻣ ْﻦ َرﺑِّﻜُ ْﻢ ﻓَﺎﺗ َّ ُﻘﻮﺍ
ٌ ٰﻫ َﺬا ِﺻ َﺮﺍ
ٌ ط ُﻣ ْﺴﺘَ ۪ﻘ
﴾٥١﴿ ﻴﻢ
Rabbinizden bir âyet ile size geldim, artık, Allah’tan korkun da bana
itaat edin (50). Şüphe yok ki Allah benim de Rabbim sizin de Rabbiniz-
dir, onun için hep O’na ibadet edin bu işte doğru yoldur’” (51).1
1 H: “Dediği vakit melekler: ‘Yâ Meryem! Haberin olsun Allah müjdeliyor seni tarafından bir kelime
ile, ismi Mesih Îsâ b. Meryem. Dünya ve âhirette vecîh, hem de mukarrebînden (45) beşikte iken de
yetişkin iken de nâsa kelâm söyleyecek, hem de sâlihînden’ (46). Dedi ‘Yâ Rabbi! Benim nasıl çocuğum
olabilir ki bana hiç beşer değmedi.’ Buyurdu: ‘Öyle, Allah neyi dilerse halk eder, o bir emri murad etti
mi ona sade «ol!» der, oluverir (47). Ve ona kitabet, hikmet, Tevrat ve İncil öğretecek (48) ve Benî İs-
râil’e resul olarak varıp diyecek: «Ben size Rabbinizden bir âyetle geldim, ben size çamurdan kuş hey’eti
gibi bir mahluk yapar içine üflerim, Allah’ın izniyle derhâl bir kuş olur, yine Allah’ın izniyle gözsüzü
ve abraşı iyi ederim ve ölüleri diriltirim ve evlerinizde ne yiyorsunuz ve ne biriktiriyorsunuz size haber
veririm, elbette bunda size şüphesiz bir âyet var, iman edecekseniz (49). Hem önümdeki Tevrat’ın bir
tasdikçisi olarak hem de size haram edilenin bazısını helâl kılayım diye geldim ve Rabbinizden size bir
âyet getirdim. Şöyle ki Allah’tan korkun ve bana itaat edin (50). Herhâlde Allah benim de Rabbim sizin
de Rabbiniz, onun için hep O’na ibadet edin işte doğru yol budur»’ (51)”.
2 B +“bir”.
3 H: “bazen bunun”.
Hak Dini Kur’an Dili 97
1 B -“vesâire”.
2 Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 722-725:
אن
َ َ ا : ُ ُ ْ َّ وכ
َ ، א ّ ا: ْ وا ْ َכ، ّ א ّ ا رك : َ א ْ َכ َ ُم،
ّ ىا א ا رك ا: ْاכ
ُ ُ
: א א ذ כ אل ا א و،א
ُ
ِ ْ כ ر ا ْ َכ وا ْ َכ ِ ا
ُ
: و אل آ، ا و: وا ر،ا אت وا א، ٍ َ ِ َכ ا ْ َכ ا ّول
ُ
و ح ا ّ אن כ ح ا
أو،א כאن ا، ء ا ا و، א ا א ا و، ا אظ ا َ א ْ َכ َ ُم
ن ا ل،ا ل ّ و أ،ة ا ّכ ا ا ّإ ّا כ و כ. أو أداة،
ِ ِ َכ ْت َכ ِ َ ً َ ْ ُج ِ ْ أَ ْ ا: א אل.ف ذ כ و، ّ ا اع ا כ ّ وا ُ وا َכ،ا دات
ْ ُ َُ
، : و. ّٰ כ אب ا:
و. ِ ٍ ِ َ َ َّ آدم ِ ر ِ ِ َכ: و،(٥/١٨ )ا כ
ّ َכ َ ُ ا : ...(٣٧/٢ אت )ا ة َّ ْ ُ َ َ
إ َِّن: ا כ ا כ ر ( כ١٧١/٤ َو َכ ِ َ ُ ُ أَ ْ א א ِإ َ َ )ا אء: و، ها כ و
َ ْ
ه א ّ ا ّٰ א : و ، א ّٰ ا م כ ائ כא אس ا اء : و (٥٩/٣ ان )آل ِ ََ
ّ َ
ّ َכ ِ َ َ ا ّٰ א: و،(٣٠/١٩ ِ ِ ِ ِ
אر א כ א
ّ
إ َ » ِإ ّ َ ْ ُ ا ّٰ آ א َ ا ْ כ:ه
) אب« ا אل و
ُ َ ِ َ א ْ َכ.(١١٥/٦ »و َ َّ ْ َכ ِ َ ُ َر ّ َِכ« ا )ا אم ِ
َ : و.(١١-١٠/٦٥ ذ ْכ اً َر ُ ً )ا ق و ّٰ ّ ا ّ
ّ ا
: و...ق و، ل ق:אل ، وو א א ّ ق، اء כאن ذ כ א أو א ّ כ ّ כ، א אا
ّ ّ
ا א ذכ ،ا ّٰ א إ ّא א כ أ ّ א و، ً َ ِ ة َכ ا כ כ و،ا َכ ِ َ ُ ا آن
ّ ّ
: و،(٨٩/٦ َ ِْن َ ْכ ُ ِ א ُ ِء ا )ا אم: ا آن أ אر اا وإ، כ ا כאئ א أن ذ כ
ْ
: و...(٧١/٣٩ اب َ َ ا ْ כא ِ ِ َ )ا ِ َ ْ َ َو ِכ ْ َ َّ ْ َכ ِ َ ُ ا: א ذכ و،ا ّ اب وا אب אو
...غ ع אده א כ אو أ أ כא ا: أراد َِכ ِ َ ِ ر ّכ: و...א ات ا ا א כ אت ا אت ا
ّ
3 B -“kelime”.
98 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 “De ki: Eğer Rabbimin kelimâtı için deniz mürekkeb olsa idi her hâlde Rabbimin kelimâtı tükenmeden
deniz tükenirdi, bir misli de meded getirsek bile.”
2 “…kimin haddine ki O’nun izni olmaksızın huzûrunda şefaat edecek?...”
3 “İlerde sâbikūn, işte o sâbikūn. Onlar (…) mukarrebûn.”
Hak Dini Kur’an Dili 99
1 B -“ve teyid”.
Hak Dini Kur’an Dili 101
ِ ِ ٓ
ُ ۪ﻳﺰ ا ْﻟ َﺤ ۪ﻜ
ﻴﻢ ُ َﻻ اﻟٰﻪَ ا َّﻻ ُﻫ َﻮ ا ْﻟﻌَﺰşehadetinden başka bir şehadet yapmıyordu. Velhâsıl
kelime-i Îsâ’nın kelime-i tevhidden başka hiçbir mânası yoktu, kütüb-i
ilâhiyenin nusûs-ı muhkemesine karşı “Biz onun rûhunu ararız, rûhuna
bakarız” diye müteşâbihât arkasında dolaşmak isteyenler bilmek lâzım
gelir ki işte Tevrat’ın ve İncil’in de yegâne rûhu bu tevhidden ibarettir.
Îsâ ancak bu mâna, bu rûh itibariyle bir rûhullah idi. Bu kelimede
bu mânada bu rûhta Yahyâ nasıl Îsâ’yı tasdik eden bir mübeşşir olarak
gelmiş ise Îsâ da Muhammed’i öylece tasdik ederek gelen bir mübeşşirdi.
Sonra Muhammed de işte bu kitab ile bu Furkan ile musaddık-ı kül
olarak gelmiştir. Îsâ وه ُ ﺎﻋ ُﺒ ُﺪ ّٰ اِ َّنderken Mûsâ gelse idi “hayır”
ْ َاﻪﻠﻟ َ رَ ۪ ّ َورَﺑُّﻜُ ْﻢ ﻓ
1
diyemez, Îsâ’yı önceden tasdik ettiği gibi tasdik ederdi. Şimdi Muhammed
Resûlullah ﻮلَ اﻪﻠﻟ َ َوﺍﻟﺮَّ ُﺳ
ّٰ ﻴﻌﻮﺍ ُ اَ ۪ﻃdiyerek bu hakikati tebliğ ederken bütün
peygamberlerle beraber Îsâ dahi gelse idi “evet” diye Muhammed’i tasdik
ve teblîğine itaatten başka bir şey yapmazlardı. Bu mâlum olduktan sonra
Îsâ’nın terceme-i hâli hakkında asl-ı mesele ile alâkası olmayan tafsîlâtı
bırakalım da onun netîce-i davetine ve âhir-i hâline gelelim:
1 B +“da”.
102 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ِ َذ،اﷲ
1. Ben Allah’a giderken yardımcılarım kimler?1 اﻫﺒًﺎ ِ ﻣﻦ أَﻧْﺼﺎ ِري ﻣﺘـﻮ ﱢﺟﻬﺎ إِ َﱃ
ً ََ ُ َ ْ َ
ِ إِ َﱃ
اﷲ
2. Allah’a müslim ve münkād olarak bana yardım edecekler kimler?
ِ ﻣﻦ أَﻧْﺼﺎ ِري ﻣﺴﻠِ ِﻤﲔ إِ َﱃ
اﷲ َ ْ ُ َ َْ
ِ ﻣﻦ أَﻧْﺼﺎ ِري
3. Benim Allah için yardımcılarım kimler? ﷲ َ َْ
4. Allah ile beraber olup yardımcım olacak nâsırlarım kimler? ﺼﺎ ِري
َ َْﻣ ْﻦ أَﻧ
ِ ﻣﻊ
اﷲ ََ
5. Allah’a iman ve İslâm etmiş, nefsini Allah’a teslim eylemiş olup da
yardımını Allah’a muzâf kılarak ve Allah rızâsından başka bir şey
düşünmeyerek bana Allah [1108] yardımı yapacak, hulâsa özü Allah’a
bağlı, Allah’a doğru ensârım, yârânım2 kimler? ﺴﻪُ إِ َﱃ ِ ِ ْﻣﻦ أَﻧ
َ ﺼﺎري ُﻣﻀﻴ ًﻔﺎ ﻧـَْﻔ
َ َْ
ِ اﷲ أَو ﻣْﻨ ِﻬﻴًّﺎ ﻧَﺼﺮﻩ إِ َﱃ
اﷲ ِ
َُ ْ َ ْ
Bu mâna hepsini câmi dir.3 Cevap da buna daha mutâbıktır. Hazret-i
Îsâ’nın bu talebi ilk olarak bir te’sîs-i ictimâ î yapıyordu. Kelime
mukaddemâ rahm-i Meryem’de ıstıfâ-yı ilâhî ile tecessüm ettiği gibi şimdi
de hâriçte tecessüme başlıyordu ki Îsâ’nın dünyada vecâhati bununla
olacaktı. Bu andan itibaren dîn-i tevhid yalnız mâneviyette kalmayacak,
maddiyete de geçecekti. Bu talebe Îsâ’nın ihyâ-yı mevtâ mucizesinin
semere-i hâsılası olan en güzide ashâbı Havâriyyûn cevap verdiler:
1 H: “kim”.
2 B -“yârânım”.
3 H ve F +“Ve”.
4 B: “denilmesinin”.
104 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
birisi Îsâ ile Havâriyyûn arasındaki bu nusret bey atidir. Onlar o zaman
böyle müslüman muvahhid idiler. Bununla dîn-i İslâm’a da vet-i
Muhammediyeye de mânen ikrar vermişlerdi. Bunun için Havâriyyûn
cevaplarını şu dua ile bitirdiler: {ﻮل َ ﺖ َوﺍﺗَّﺒَ ْﻌﻨَﺎ اﻟﺮَّ ُﺳَ }رﺑَّﻨَ ٓﺎ ٰا َﻣﻨَّﺎ ﺑ ِ َﻤٓﺎ اَ ْﻧ َﺰ ْﻟ
َ Yâ
Rabbenâ! Biz Senin inzal ettiğin emre inandık ve Resûle yahut O Resûle
ِ
ittibâ ettik, binâen aleyh {ﻳﻦ َ }ﻓَﺎ ْﻛ ُﺘ ْﺒﻨَﺎ َﻣﻊَ اﻟ َّﺸﺎﻫ ۪ﺪbizi yalnız bir [1109] şâhid
olan Îsâ ile değil, vahdâniyetine şehadet eden cemî -i erbâb-ı şuhûd ile
beraber yaz; yani melâike, enbiyâ, ulü’l-ilm ve ale’l-husûs َﻟِﺘَﻜُﻮﻧُﻮﺍ ُﺷﻬَ َﺪٓاء
۪ﻴﺪا
ً ﻮل َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢ َﺷﻬ
ُ ﻮن اﻟﺮَّ ُﺳ
َ ُﺎس َو َﻜ ِ َّ [ َﻋ َ اﻟﻨel-Bakara 2/143]1 mûcebince âhirette
bütün ümmetlere şâhid olacak olan O Peygamber Muhammed ve
ِِ ِ
َ َﻣﻊَ اﻟ َّﺸﺎﻫ ۪ﺪ
ِ
ümmeti ile beraber yaz. A Görülüyor ki ﻳﻦ َ ﻣ َﻦ اﻟﺸﱠﺎﻫﺪdemediler, ﻳﻦ
dediler. Zira biliyorlardı ki kendileri şâhidînden değil idiler. Hazret-i Îsâ
Havâriyyûnun islâmına ve bu duasına şâhid olduğu gibi Muhammed ve
ümmeti de buna şehadet eder. Havâriyyûn mânen ümmet-i Muhammed
ile beraberdir. Ümmet-i Muhammed de Muhammed ile beraber kâffe-i
enbiyâya َﻻ ﻧُﻔَﺮِ ُق ﺑ َ ْ َ اَ َﺣ ٍﺪ ِﻣ ْﻦ ُر ُﺳﻠِ ۪ﻪdiye şehadet ettiklerinden Muhammed ve
ّ
ümmeti Îsâ’yı ve Havâriyyûnu beraberlerine almışlardır.
Yuhanna İncili’nin birinci bâbında Yahudîlerin2 “sen kimsin?” diye
suallerine karşı Hazret-i Yahyâ’nın Mesih’e şehadeti hakkında şöyle bir
kıssa vardır: “Yahyâ inkâr etmeyerek ‘ben Mesih değilim’ deyu ikrar
etti, ‘öyle ise nesin, İlya mısın?’ diye sual ettiklerinde o dahi ‘değilim’
dedi, ‘sen Şol Peygamber misin?’ dediklerinde ‘hayır’ deyu cevap verdi.
Ol vakit ‘sen kimsin, söyle ki bize gönderenlere cevap verelim, kendi
hakkında ne dersin?’ dediler, ‘ben Eş iya peygamberin dediği gibi Rabbin
yolunu doğrultunuz deyu beriyyede nidâ edenin sadâsıyım’ dedi ve ol
gönderilenler Ferisîlerden idiler ve ona sual edip ‘öyle ise sen Mesih yahut
İlyâ, ya “Ol Peygamber” olmadığın hâlde niçin vaftiz ediyorsun?’ dediler,
Yahyâ onlara cevaben ‘ben su ile vaftiz ederim’…” dedi” (İstanbul’da
1 “…siz bütün insanlar üzerine adalet numûnesi, hak şâhidleri olasınız, Peygamber de sizin üzerine şâhid
olsun…”
2 B -“Yahudîlerin”.
Hak Dini Kur’an Dili 105
matbû Türkçe İncil Tercemesi 1930)1 İşte burada اﻟﻨِﱠﱯ, ﺳﻮل ُ اﻟﱠﺮtercemesi
olan “Ol Peygamber”, “Şol Peygamber”, Tevrat’ta Mûsâ’ya benzer ﻧَﺒِﻴًّﺎ ِﻣﺜْ َﻞ
ﻮﺳﻰ َ ُﻣolarak geleceği beyan olunan O Peygamberdir ki Hazret-i Yahyâ’nın
şehadetiyle O Peygamberin ne Yahyâ, ne kendisi, ne de Mesih olmadığı
tasrih edilmiştir. Bunun için İncil’e, Yahyâ’ya, Mesih’e iman, gelecek
olan “O Peygamber”e dahi imana mütevakkıftır. [1110] Binâen aleyh
Havâriyyûnun Hazret-i Îsâ’yı ﻮن ْ ﺎﻪﻠﻟِۚ َو
َ ﺍﺷﻬَ ْﺪ ﺑِﺎَﻧَّﺎ ُﻣ ْﺴﻠِ ُﻤ ّٰ ِ ٰا َﻣﻨَّﺎ ﺑdiye işhâd ettikten
sonra Allah’a اﱁ...ﺖ َ َرﺑَّﻨَ ٓﺎ ٰا َﻣﻨَّﺎ ﺑ ِ َﻤٓﺎ اَ ْﻧ َﺰ ْﻟdiye dua ettikleri zaman ﺖ َ َﻣﺎ اَ ْﻧ َﺰ ْﻟ
cümlesinde şüphesiz “Ol Peygamber” dahi dâhil olmakla ﻮل َ اﻟﺮَّ ُﺳ2’den
muradları ya bi’l- ibâre veyahut Îsâ’ya veya cins-i resûle ittibâ ın lâzımı
olmak üzere bi’l-işâre Muhammed Resûlullah’a nâzır veya şâmildir.
Lafzen değil ise mânen şamildir ki اﻪﻠﻟ َ َوﺍﻟﺮَّ ُﺳﻮ َل ّٰ ﻴﻌﻮﺍ ُ اَ ۪ﻃemrinden beri اﻟﺮَّ ُﺳﻮ َل
ibtidâ burada tekerrür etmiş olmak hasebiyle bunun yalnız ٓ ۪ َ ﻮﻻ اِ ٰ ﺑ ً َر ُﺳ
’اِ ْﺳ َﺮٓﺍٔﻳ۪ َﻞe masruf olmayıp musaddık-ı kül olan O Resûle, “O Peygamber”e
hamledilmesi ve bu suretle3 cins-i resûle şâmil olması siyâk-ı küllîye daha
ِ
muvâfıktır. Bunlar teemmül edildiği zaman ﻳﻦ َ ﻓَﺎ ْﻛ ُﺘ ْﺒﻨَﺎ َﻣﻊَ اﻟ َّﺸﺎﻫ ۪ﺪduasının
ِ
vech-i tefsîri de anlaşılır. َﻋﻠَ ُﻢ ْ َواﷲُ أ. اٰ َﻣﻨﱠﺎ ﺑِﺎﷲ ُﻛﻞﱞ ِﻣ ْﻦ ِﻋْﻨﺪ َرﺑـﱢﻨَﺎ
{}و َﻣﻜَ ُﺮوﺍ
َ Havâriyyûn öyle dedi, diğerleri de mekir ve sû’-i kasd yaptılar.
A Bu zamîrin lafzen kurbiyeti hasebiyle Havâriyyûna ircâ ı ve bunların
hepsi nusret vaadinde sebat edemeyip içlerinde hile edenler de bulunduğu
mânası tevehhüm olunabilirse de mânen bu mekir, küfr eden Benî
İsrâil’e râci dir. Yani Îsâ Benî İsrâil’in küfrünü hissetti, yardımcı aradı,
Havâriyyûn kendine nusret bey ati yaptı, diğer taraftan küfürleri ihsas
olunan Benî İsrâil de mekir yaptılar, o te’sîs-i ictimâ îye bu suretle mekir
karıştı, tamam olmadı, bir ıstıfâya daha muhtaç oldu ki o da Muhammed
Mustafa ile olacaktır.
“Mekr”, karanlık, gizli, hissedilmeyecek hile ile diğerini ızrâra
çalışmaktır. Benî İsrâil’in buradaki mekirleri, Hazret-i Îsâ’ya sû’-i
1 Yuhanna 1:19-26.
2 M: “”وﺍﻟﺮَّ ُﺳﻮ َل.
َ
3 B +“ve bu suretle”.
106 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
kasdleri, yani kelimetullâhı ifnâ etmek için gizli gizli tedâbîre teşebbüs
edip bağteten onu öldürmek üzere el altından birtakım kimseler tâyin
etmiş olmalarıdır. Ve Hıristiyanların kavlince bu mekre Havâriyyûndan
birisi de iştirak etmiş ve kâfirlere casusluk yapmış. Bu sû’-i kasd Hazret-i
Îsâ’nın hem hayât-ı maddiyesine hem hayât-ı mâneviyesine müteveccih
idi. Bir taraftan zulmen kendini [1111] öldürmek, diğer taraftan davet
ettiği dîn-i tevhîdi, kelimesini kaldırmak için mekir, hile ve hud a
düşünülüyordu. Hakikatte Îsâ demek de dini, kelimesi demekti. Artık
Îsâ’nın çekilmesi zamanı gelmişti, fakat daha ölmeyecekti. Benî Îsrâil
bu mekir dolayısıyla Nasrâniyete bir hayli şeyler soktular, karıştırdılar,
lâkin arzularına nâil olamadılar, Îsâ’yı öldüremediler, Nasrâniyeti imha
edemediler, onlar mekrettiler {ُاﻪﻠﻟ
ّٰ }و َﻣﻜَ َﺮ
َ Allah da onlara mekretti, onları
mekirden men etmedi, fakat mekirlerinin cezâsını verdi. {ﺍﻪﻠﻟُ َﺧ ْ ُ ا ْﻟ َﻤﺎﻛِ ۪ﺮ َﻦ
ّٰ }و
َ
Fi’l-vâki Allah mekredenlerin hayırlısıdır. A O’nun mekri diğerlerininki
gibi şerr u ızrârı istihdaf eden bir mekir olmadığı gibi, keşfi mümkin,
önüne geçilebilir, tevkif edilir bir mekir de değildir, hâtır u hayale gelmez,
künh-i esrârına erilmez cihetlerden çevirir, imandan, istikāmetten çıkan,
küfür ve mekre sapanların1 belâlarını verir. Binâen aleyh Allah’ın mekri
lügaten mâruf olan şer mânasıyla değil, ona cezâ olan ve müşâkele tarîkiyle
mekir denilebilen bir hayrdır. Hatta mekr-i ilâhî mekir yapanlar için bile
bir hayrı tazammun eder. Çünkü onlara bu suretle mekrin fenalığını,
cezâsını anlatır da intibahlarına, tevbe etmelerine sebep olur.
İşte Allah o mekredenlere bu mekrini şöyle dediği zaman yaptı
ّٰ }اِ ْذ ﻗَﺎ َلzira Allah o mekreden, sû’-i kasd yapan kâfir zâlimlere rağmen
{ُاﻪﻠﻟ
Îsâ’ya dedi ki { اﱁ...ﻴﻚ َ }ﻳَﺎ ۪ﻋﻴ ٰ ٓ اِ ۪ ّ ُﻣﺘَ َﻮ ۪ ّﻓya Îsâ seni Ben vefat ettireceğim ve
bana ref edeceğim ilh… A “Teveffî”, “vefâ”dan me’huz olarak esâs-ı lügatta
istîfâ gibi tamamen kabz edip almaktır. Lâkin zîrûha ve bilhassa insana
ta alluk ettiği zaman vefat ettirmek, yani eceline yetiştirip rûhunu kabz
etmek [1112] mânasında zâhir ve müte âreftir. Binâen aleyh bir delil
1 B: “saplananların”.
Hak Dini Kur’an Dili 107
bulunmadıkça diğer bir mâna ile tevili câiz olmaz1. Lâkin burada mekir
mânasıyla alâkadar bulunmak2 üzere Sûre-i Nisâ’da ﺻﻠَﺒُﻮهُ َو ٰﻟ ِﻜ ْﻦ َ َو َﻣﺎ ﻗَﺘَﻠُﻮهُ َو َﻣﺎ
ِ
[ ُﺷ ّﺒﻪَ ﻟ َُﻬ ْﻢen-Nisâ 4/157] âyeti onların Mesih Îsâ b. Meryem Resûlullah’ı
3
5. Seni vâfî bir surette olduğun gibi rûh ve bedeninle alacağım, Bana ref
edeceğim.
6. Bazı ulemâ da tamamen zâhiri üzere bırakarak seni vefat ettireceğim,
rûhunu kabz edeceğim mânasını vermişler ve Cenâb-ı Allah Îsâ’yı ref
edinceye kadar üç saat ve bir [1115] rivayette yedi saat vefat ettirdi
diye rivayet eylemişlerdir.
Fakat bu rivayet zayıf görülmektedir. Rivâyet-i sahîha kable’r-ref ve
hîn-i ref de rûhunun kabz edilmemiş olmasıdır. Buna da en muvâfık olan
evvelkidir. Bu rivayetten nihâyet şunu anlayabiliriz ki o esnâda birkaç saat
kadar Nasrâniyetin tamamen sönmüş olduğu fikri hüküm sürmüştür.
ِ
{ﻳﻦ ﻛَ َﻔ ُﺮوﺍ َ }و ُﻣﻄ َ ّ ِﻬ ُﺮ َك ﻣ َﻦ اﻟ َّ ۪ﺬ
َ Ve bu ref ile o küfr eden kâfirlerden tathir
edeceğim, artık onlarla alâkan kalmayacak. Onlar sana bulaşamayacaklar.
{ِﻳﻦ ﻛَﻔَ ُﺮ ٓوﺍ اِ ٰ ﻳ َ ْﻮ ِم ا ْﻟ ِﻘ ٰﻴ َﻤﺔ
َ ﻳﻦ اﺗَّﺒَ ُﻌﻮ َك ﻓَ ْﻮ َق اﻟ َّ ۪ﺬ
ِ َ Ve sana cidden tâbi olanları
َ }و َﺟﺎﻋ ُﻞ اﻟ َّ ۪ﺬ
yahut1 ciddî veya sûrî, hakīkī veya iddiâ î keyfemettefak dinine tâbi
olanları o küfredenlerin kıyamete kadar fevkinde kılacağım. Dîn-i Îsâ’ya
tâbi iyeti hâiz olan cemaat Yahudîlere galebe edecek ve kıyamete kadar
seyfen veya burhânen onların fevkinde olacaktır.
1 B: “veyahut”.
2 B: “şahsen”.
Hak Dini Kur’an Dili 111
tefevvuku sû’-i isti mâl edip zulmederlerse aynı âkıbete mahkum olurlar. A
İşte etbâ -ı Îsâ’ya kıyamete kadar velev izâfî olsun bir fevkiyet vaad edilmiş
olması “kelimetün minallah” olan Îsâ’nın rûhu o mekir ve ref zamanında
kabzedilmemiş olduğuna ve binâen aleyh ﻴﻚ َ ّ اِ ۪ ّ ُﻣﺘَﻮَ ۪ﻓhükmünün vâki de
muahhar olduğu hâlde Îsâ’yı en ziyade tatyib edecek olan hâkimiyet ve
vahdâniyyet-i ilâhiyenin evvelemirde ilânı nüktesiyle takdim edilmiş
bulunduğuna delâlet ettiğinden akīde-i İslâmiyede Îsâ vefat etmemiştir
ve fakat kıyametten evvel vefat edecektir. Demek ki Îsâ’nın âhir-i hâli de
budur. Şimdi, yâ Muhammed:
Meâl-i Şerîfi
İşte o hüküm, biz onu sana bu âyetlerden ve hikmetli zikirden peyder-
pey okuyoruz (58).1
{ﻚ َ ِ } ٰذﻟİşte yâ Muhammed! Îsâ ile etbâ u müte allakātı beynindeki
ihtilâf üzerine vereceğimi vaad ettiğim o hüküm yok mu {ﻚ ِﻣ َﻦ َ ﻮه َﻋﻠ َ ْﻴ
ُ ُ ﻧ َ ْﺘﻠ
ِ ِ
}اﻻٰﻳَﺎت َوﺍﻟ ّﺬ ْﻛﺮِ ا ْﻟ َﺤ ۪ﻜﻴ ِﻢ
ْ onu Biz sana okuyoruz: Öyle ki Tevrat ve İncil’i
2
Meâl-i Şerîfi
Doğrusu Allah ʿindinde Îsâ meseli Âdem meseli gibidir. Onu topraktan
yarattı, sonra da ona1 “ol” dedi, o hâlde olur (59).
ﺍبٍ َﺧﻠ َ َﻘ ُﻪ ِﻣ ْﻦ ﺗُ َﺮTopraktan hayata doğru başlayan ıstıfâya ﺎل ﻟ َُﻪ ﻛُ ْﻦَ َﺛُﻢَّ ﻗ
bir müddet sonra rûh-i insânî nefhiyle insan olarak ıstıfâya, ﻮن ُ ﻜ ُ َ ﻓَﻴda
tevâlî-i silsileye delâlet etmektedir ki, “oldu ve olur” demektir. Âdem’in
topraktan halkı evlâd-ı Âdem’in sulb-i pederdeki tavr-ı hilkatlerine
mu âdildir denebilir. Bugün bazı2 hayvânât ulemâsının muhtârlarına
göre nutfedeki yani büzûrât-ı meneviyedeki hayat, hayât-ı nebâtîdir.
ﺎﺗﺎ
ً َض ﻧَﺒ ْ ﺍﻪﻠﻟُ اَ ْﻧﺒَﺘَﻜُ ْﻢ ِﻣ َﻦ
ِ اﻻ َْر ّٰ [ َوNûh 71/17] medlûlüne nazaran da Âdem’in
3
arzdan bir hayât-ı nebâtî ile başlamış olması fehm olunabiliyor. Bundan
sonra bunun hayât-ı hayvânî ve hayât-ı insânîye bir hatvede mi yoksa
birçok hatvelerle mi geçtiğini ilim denecek bir surette tâyin edemeyiz,
bunlar şüphedir. Bunda muhkem olan nokta Âdem’in her hâlde ilk
hilkati ne olursa olsun onun o hilkatte insan ve âdem değil iken ilk
olarak bir insan, bir beşer olması ve ondan evvel nebat ve hayvan varsa da
insan bulunmaması ve insanın bir “kün” ile tekevvün etmesidir. Şu hâlde
burada hem insan hem hayvan hem nebat nokta-i nazarından her birinin
ilk tohumları kendi cinslerinden olmadığını, onların her birinin de bir
halk-ı ilâhî ile olduğunu ve bunların kadîm ve ezelî olmadıklarını tasrih
vardır. Binâen aleyh insan bir hayvan [1119] tohumundan olmuştur
veya bir nebat tohumundan olmuştur diye şüphe etmek de meseleyi
değiştirmez, ilk insan yine bizzat mahluktur. Farz edelim ki Âdem bir
hayvandan doğmuş olsun, bir hayvan veya nebat insan oluversin, bu da
bir “kün”den başka bir şey midir? Bi’l-farz ilk insan nesnastan doğmuş
demek ilk insan, insan tohumuna muhtaç olmamıştır, insan için insan
tohumu zarûrî değildir demek değil midir? O hâlde bunlar da halk
kanunu ve “kün” emrinden başka ilmî ve yakīnî bir mebde-i kanûnî
yok iken şüphelere koşup da muhkemi bırakmanın mânası nedir? Daha
1 H -“ona”.
2 H -“bazı”.
3 “Ve Allah yetiştirdi sizi arzdan nebat tarzıyla.”
114 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
vardır. İlk hilkat-i beşer, kānûn-ı ıstıfâ, Îsâ vâkı asına şâhid olamayanlar1
şâhidlerden bu kelimeyi işittikleri zaman ifrat ve tefrit ile, zeyğ u inhiraf ile
inkâr veya sû’-i te’vîle sapmamalıdırlar. Halk ve ıstıfâ kanunu her zaman
herkes için müşâhede-i vukū ât ile mâlumdur. Erbâb-ı akl ü ilm şunu
bilmek lâzım gelir ki hilâf-ı âde vâkı ât2 vardır, bu da bir kanundur, hem
de tecrübî ve istikrâî bir kanundur. Bu da halkın3 irâdî olduğuna delildir.
Sûrenin başında erbâb-ı ukūle ve ulemâ-yı râsihîne tefhim olunduğu
üzere vâkı ât-ı hak, kezâlik onu ifade eden âyât-ı hak muhkemât ve
müteşâbihâta münkasimdir. Muhkemât hem şuhûden hem aklen bilâ
iltibas ahz olunur. Onlar kendi kendilerini îzah ederler, müteşâbihât ise
ancak bi’l-müşâhede4 ahz olunurlar. Onun hâricinde kendi kendilerini
îzah edemezler. Ancak kendilerine lâyık muhkem bir misâle veya bir
kanuna ircâ ile îzah ve tevil olunurlar. Misâl-i hakīkīsi bulunamadıkça5
yapılan teviller hatâ olur. Yalan olur, aldanmak ve aldatmak ve hakkı tahrif
etmek olur. [1122] Binâen aleyh ilm-i râsih vâkı ât-ı münferide ve şâzzeyi
inkâr etmez. Onu evvelâ olduğu gibi telâkkī ve tasdik ederek şuhûden
zabt ve kelime ile ihbar eder. Sâniyen muhkem bir misâl-i hakīkīsini
taharrî ederek îzah ve teviline ve muttarid bir küllîye ircâ ına çalışır. Ona
akılda veya şuhûdda bir misâl bulabilirse “bu da böyledir” der, ba de’t-
taharrî bulamazsa vâkı aya yalnız şehadetle iktifâ eder, teviline intizar ve
Allah’a havale eyler, fakat inkâr etmez, sû’-i te’vîlden de kaçınır. Meselâ
altını altın olarak alır, inkâr etmez, husûsiyyâtını zapt eder, bunu diğer
me âdine bir cihetten benzetir, diğer cihetten benzetemez; bakır veya
gümüştür diyemez, onlar gibi değildir de diyemez, nihâyet bunu “maden”
kelimesiyle ve hepsinin mebde’i olan bir misâl-i mutlakla toprak madde-i
asliyesine ircâ ve onu o topraktan ıstıfâ ve terbiye ile altın yapan kudret-i
hâlıkaya teslim eyler. İşte ulü’l-elbâbın, akl-ı kâmilin, ilm-i râsihin yapacağı
1 B: “olmayanlar”.
2 B: “vukû ât”.
3 H: “hilkatin”.
4 M, F ve B: “bilâ şüphe”.
H: “bilâ şüphe bi’l-müşâhede”.
5 B: “bulunmadıkça”.
Hak Dini Kur’an Dili 117
1 H: “beşerî”.
2 B: “im ânına”.
Hak Dini Kur’an Dili 119
eyleyen Kur’an tâ sûrenin başında ﻮن ٰا َﻣﻨَّﺎ ﺑ ِ ۪ﻪ ۙ ﻛُ ٌّﻞ ِﻣ ْﻦ ِﻋ ْﻨ ِﺪ َ ُ ﻮن ِ ا ْﻟﻌِ ْﻠ ِﻢ ﻳ َ ُﻘﻮﻟ ِ ََّوﺍﻟﺮ
َ ﺍﺳ ُﺨ
ْ َرﺑِّﻨَﺎ ۚ َو َﻣﺎ ﻳَﺬَّכ َُّﺮ اِ َّ ٓﻻ ُاو۬ﻟُﻮﺍnass-ı muhkemiyle müteşâbihi inkâra veya
ِ َاﻻ َ ْﻟﺒ
ﺎب
sû-i te’vîle ilm-i râsih ve akl-ı kâmil nokta-i nazarından hiçbir zaman hak
ve salâhiyet bulunmadığını anlatmış olduğu gibi burada da onu nazar-ı
ukūlde bi’z-zarûre sâbit bir misâl-i muhkeme, bir madde-i asliyeye ve
ezel ve ebedde sâdık bir kānûn-ı muhkeme ircâ edip te’vîl-i hakīkīsini
göstermiştir ki o misâl Âdem ve o madde toprak ve o kanun halk u ıstıfâ
kanunudur. Binâen aleyh fennî nokta-i nazardan bunu inkâra hak yoktur
ve şöyle îzah etmek lâzım [1125] gelir. Îsâ kelimesi bir insan tasavvurunu,
bir insan kelimesini tazammun eder,1 insan tasavvuru ve insan kelimesi
de vâki ve nefsü’l-emirde her şeyden evvel Âdem mefhûmunu, Âdem
vâkı asını ifade eder. Çünkü vâki de hadd-i insânînin ilk numunesi
Âdem’dir. Âdem kelimesinin kat î mefhûmu, akılda en muhkem surette
delâlet ettiği vâkı a da şudur: Bidâyeten topraktan mahluk ve mükevven
bir me’mûr-i mutî ki asıl insan demek bu demektir. Binâen aleyh kelime-i
Îsâ asl-ı insan demek olan kelime-i Âdem’e diğer evlâd-ı Âdem’den daha
ziyade bir mümâseletle benzeyip dururken böyle insan olmaz ve olamaz
diye inkâr etmek veya evvel ü âhir hiçbir misli bulunmak ihtimâli olmayan
hâlık ve âmir Allah teâlâ’ya benzetmeye kalkışıp tenakuza düşmek veya
sefil misâllere ircâ ederek iftira ve bühtan yollarına sapmak için hiçbir
zarûret-i ilmiye ve fenniye yoktur. Toprak ve rûh, halk ve ıstıfâ bir hâlıka
mahkûmiyet, her insanda en küllî, en umûmî, en muhkem esas bu iken
bunu bırakıp da Îsâ’yı bunun hâricinde veya hilâfında düşünmek2 veya
ilmen hiç kābil-i îzah değil zannetmek büyük bir cehalettir, insanlıktan
düşmektir. Kör bir tabiat, ıstıfâsız bir hilkat, mebde’siz bir kanun, illetsiz
bir ma lul, iradesiz bir tehavvül-i illet fikirleri üzerinde yürüyen ve mebde’
tasavvurunu haktan almayıp kendi şehadetinden alan ve insâniyeti
neş’et-i rûhâniyesinden ziyade neş’et-i cismâniye ve maddiyesiyle ölçen
kimselerin ifrat ve tefritten kurtulmayan tasavvurlarına ve âdî iddialarına
ilim denmez. Kıssa-i Âdem kıssa-i Îsâ’nın hem haber hem istikra ve hem
1 H ve F: “eden ve”.
2 M, H ve F: “düşünmeye”.
120 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
olan ve bir meni içinde birçok bulunabilen ve bezr-i menevî denilen bir
hüceyreciktir. Ve bunun yirmi otuz sene evvel zannedildiği gibi hayvânî
hayat ile bir “huveyn” değil, nebâtî hayatta bir “büzeyr” olduğu kabul
ediliyor. Şimdi ilm-i tabî î nâmına güneşten koptuğu ve bir vakitler güneş
gibi mâyi -i nârî hâlinde bulunduğu bi’n-nazariye müsellem gibi tasavvur
olunan kürre-i arzın o ateşleri içinde böyle bir bezr3 bulunamayacağı ve
binâen aleyh bunun sonradan halk u tekvin olunduğu fennen mâlum
ve müsellem iken ve sonra böyle bir bezrin tekevvünü imkânına kuru
topraktan ziyade mütekâmil bir rahmin daha müsaid ve çok daha elverişli
olması tabîî görünmek lâzım gelirken rahm-i Meryem’de bir yumurtacığı
bulmak için böyle bir bezrin behemehâl hâricî bir erkek tarafından telkih
edilmesi nasıl olur da bir zarûret-i mutlaka gibi tasavvur olunur. Ve nasıl
olur da öyle bir bezrin4 suret ve tarîk-i vusûlünü ilim ve fenn-i beşer ihâta ve
tâyin eder diye iddia olunabilir. Ve sonra mahza böyle hadnâşinas fünûn-i
tabî iye davalarına haddini bildirmek için halk ve irsal buyurulmuş olan
Hazret-i Îsâ’ya ve hemdemi melâike olan musaffâ vâlidesine ilim nâmına
nasıl tecavüz olunabilir. Hâmisen, insan madde ile değil rûh ile insandır.
Ve burada ilm-i rûh nokta-i nazarından da bir mülâhaza vardır. Her
lahza kendimize dikkat edersek görürüz ki zihnimizdeki bir kelimenin
1 M ve B -“ve”.
2 “Değil miydi bir nutfe dökülen meniden?”
3 H ve F: “büzeyr”.
4 H ve F: “büzeyrin”.
122 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ﻚ ۪ﻓﻴﻪِ ِﻣ ْﻦ ﺑ َ ْﻌ ِﺪ َﻣﺎ َﺟٓﺎءَ َك ِﻣ َﻦ ا ْﻟﻌِ ْﻠ ِﻢ َّ ٓ ﴾ ﻓَﻤَ ْﻦ َﺣ٦٠﴿ ﻚ ﻓَ َﻼ ﺗَﻜُ ْﻦ ِﻣ َﻦ ا ْﻟ ُﻤ ْﻤﺘَ ۪ﺮ َﻦ
َ ﺎﺟ َ ِ ّاَ ْﻟ َﺤ ُّﻖ ِﻣ ْﻦ رَﺑ
ُ ﻓَ ُﻘ ْﻞ ﺗَﻌَﺎﻟ َْﻮﺍ ﻧ َ ْﺪ ُع اَ ْﺑﻨَ ٓﺎءَﻧَﺎ َوﺍ َ ْﺑﻨَ ٓﺎءَ ُﻛ ْﻢ َوﻧ ِ َﺴٓﺎءَﻧَﺎ َوﻧ ِ َﺴٓﺎءَ ُﻛ ْﻢ َوﺍ َ ْﻧ ُﻔ َﺴﻨَﺎ َوﺍ َ ْﻧ ُﻔ َﺴ
ﻜ ْﻢ ﺛُﻢَّ ﻧ َ ْﺒﺘَﻬِ ْﻞ ﻓَﻨَ ْﺠﻌَ ْﻞ
1 H: “haysiyetten”.
2 B +“ve”.
124 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Bu âyete “Mübâhele Âyeti” denilir ki, “hangi taraf yalancı ise ona
Allah lânet etsin” diye mütekābilen lânetleşmek demektir. Bâlâda beyan
olunduğu üzere Necran murahhasları lede’l-müzakere sâhib-re’yleri
olan emîrleri Âkıb3 Abdülmesih’in re’yi ile bu mübâhele teklifine icâbet
edemediler. Onlar üzerinde en hâkim hüküm bu oldu, bir mu âhede ile
ِِ
َ َﳍُ ْﻢ َﻣﺎ ﻟَﻨَﺎ َو َﻋﻠَْﻴ ِﻬ ْﻢ َﻣﺎ َﻋﻠَﻰ اﻟْ ُﻤ ْﺴﻠﻤ
zimmet-i İslâm’ı kabul edip gittiler. ﲔ
İşte Âl-i İmrân kıssasının künh-i hakikati:
ِ
﴾ ﻓَﺎِ ْن ﺗَﻮَﻟ َّْﻮﺍ٦٢﴿ ﻴﻢ
ُ ۪ﻳﺰ ا ْﻟ َﺤ ۪ﻜ
ُ اﻪﻠﻟ َ ﻟ َُﻬﻮَ ا ْﻟﻌَﺰ ّٰ ﺺ ا ْﻟ َﺤ ُّﻖ ۚ َو َﻣﺎ ِﻣ ْﻦ اِﻟٰﻪٍ اِ َّﻻ
ّٰ اﻪﻠﻟُ ۜ َوﺍ َّن ِ
ُ ا َّن ٰﻫ َﺬا ﻟ َُﻬﻮَ ا ْﻟﻘَ َﺼ
َ ﻴﻢ ﺑِﺎ ْﻟ ُﻤ ْﻔ ِﺴ ۪ﺪ
﴾٦٣﴿ ۟ ﻳﻦ ّٰ ﻓَﺎِ َّن
ٌ اﻪﻠﻟ َ َﻋ ۪ﻠ
Meâl-i Şerîfi
Doğrusu işte budur o kıssanın hak ifadesi, yoksa Allah’tan başka bir
ilâh yoktur ve hakikat Allah O, öyle Azîz öyle Hakîm’dir (62). Yine yüz
çevirirlerse muhakkak ki Allah müfsidleri bilir (63).4
ِ ِ ٓ
Gelelim “Âl-i İbrâhim”e ve “ıstıfâ-yı Muhammedî”ye: ۪ﻳﺰ ُ َﻻ اﻟٰﻪَ ا َّﻻ ُﻫ َﻮ ا ْﻟﻌَﺰ
ْ ِاﻪﻠﻟ
اﻻِ ْﺳ َﻼ ُم ّٰ ﻳﻦ ِﻋ ْﻨ َﺪ ِ
ّ ۪ ا َّن.ﻴﻢ
َ اﻟﺪ ُ ا ْﻟ َﺤ ۪ﻜolduğu aklen ve naklen, ilmen ve hikmeten
5
1 B: “zâlimlerin”.
2 H: “Bu hak senin Rabbinden, sakın şüphe edenlerden olma (60). Sana gelen şu ilimden sonra artık
seninle kim münakaşaya kalkarsa de ki: ‘Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınları-
nızı, kendilerimizi ve kendilerinizi çağıralım. Sonra cân u gönülden ibtihal ile dua edelim de geçirelim
Allah’ın lânetini yalancıların boynuna’ (61)”.
3 B +“b.”
4 H: “İşte budur o kıssanın her hâlde muhakkak hak ifadesi ve yoktur bir ilâh denecek Allah’tan başka ve
hakikat Allah’tır ancak öyle Azîz öyle Hakîm (62)”.
63. âyetin meâli H nüshasında yoktur.
5 B nüshasında ikinci âyet önce, birinci âyet sonra yazılmıştır.
Hak Dini Kur’an Dili 125
ve her ikisinin şerîksiz hâlık ve âmir bir Allah’a inkıyad nisbetinde tevhîdi
gibi bihakkın tevhid etmeli ve binâen aleyh Âdem’in en güzide sülalesi
olan İbrâhim silsilesinde bilhassa “Âl-i İbrâhim” denilen şube ile “Âl-i
İmrân” denilen ve ihtilâfa düşmüş bulunan şubeler beyninde müsâvî ve
müttefakun aleyh bir kelime-i hakka davet eylemelidir.
Bunun için yâ Muhammed:
ّٰ ﺎب ﺗَﻌَﺎﻟ َْﻮﺍ اِﻟٰﻰ ﻛَﻠِ َﻤﺔٍ َﺳ َﻮٓﺍ ٍء ﺑ َ ْﻴﻨَﻨَﺎ َوﺑ َ ْﻴﻨَﻜُ ْﻢ اَ َّﻻ ﻧ َ ْﻌ ُﺒ َﺪ اِ َّﻻ
اﻪﻠﻟ َ َو َﻻ ﻧُ ْﺸﺮِ َك ﺑ ِ ۪ﻪ َﺷ ْﻴ ًٔـﺎ ِ َُﻗ ْﻞ ﻳَٓﺎ اَ ْﻫ َﻞ ا ْﻟ ِﻜﺘ
﴾٦٤﴿ ﻮن َ اﺷﻬَ ُﺪوﺍ ﺑِﺎَﻧَّﺎ ُﻣ ْﺴﻠِ ُﻤ ْ اﻪﻠﻟِ ۜ ﻓَﺎِ ْن ﺗَﻮَﻟ َّْﻮﺍ ﻓَ ُﻘﻮﻟُﻮﺍ
ّٰ ﺎﺑﺎ ِﻣ ْﻦ دُو ِن ً َ ﻀﺎ اَ ْرﺑ ُ َو َﻻ ﻳَﺘ َّ ِﺨ َﺬ ﺑ َ ْﻌ
ً ﻀﻨَﺎ ﺑ َ ْﻌ
Meâl-i Şerîfi
De ki: “Ey ehl-i kitab! Gelin, sizinle bizim aramızda müsâvî bir kelime-
ye, şöyle ki: Allah’tan başka mâbud tanımayalım, O’na hiçbir şeyi şerîk
koşmayalım ve bazımız bazımızı Allah’tan beride rab ittihaz etmesin.”
Eğer1 buna karşı yüz çevirirlerse o vakit şöyle deyin: “Şâhid olun ki biz
hakikaten müslimiz, müsâlemetkârız” (64).2
Burada muhtelif vicdanların, muhtelif milletlerin, muhtelif dinlerin,
muhtelif kitapların bir vicdân-ı esâsîde, bir [1132] kelime-i hakta nasıl
tevhid olunabilecekleri, İslâm’ın âlem-i beşeriyete ne kadar vâsi , ne
kadar vâzıh, ne kadar müstakīm bir tarîk-i hidâyet, bir kānûn-ı hürriyet
tâlim eylemiş bulunduğu ve artık bunun Arab ve Acem’e inhisârı
ّٰ اَ َّﻻ ﻧ َ ْﻌ ُﺒ َﺪ اِ َّﻻ
olmadığı tamamen gösterilmiştir. اﻪﻠﻟ َ َو َﻻ ُ ْ ﺮِ َك ﺑ ِ ۪ﻪ َﺷ ْﻴ ًٔـﺎ َو َﻻ ﻳَﺘ َّ ِﺨ َﺬ
ّٰ ﺎﺑﺎ ِﻣ ْﻦ دُو ِن
ِاﻪﻠﻟ
ً َ ﻀﺎ اَ ْرﺑ ُ ﺑ َ ْﻌkelimesinde toplanan vicdân-ı vahdetten daha
ً ﻀﻨَﺎ ﺑ َ ْﻌ
geniş, daha hâkim hiçbir vicdan bulunmak mümkin değildir ki onun
arkasına düşülsün. Terakkiyât-ı dîniye vicdanların iftirak ifade eden
hususiyetlerinde değil, külliyetinde ve genişliğindedir. Bütün hürriyet
ve müsâvat davasının esâsı bu bir kelimede, bir vicdanda toplanır.
1 F -“Eğer”.
2 H: “De: ‘Ey ehl-i kitab! Sizinle bizim aramızda müsâvî bir kelimeye gelin, şöyle ki: Allah’tan başka
mâbud tanımayalım ve O’na hiçbir şey şerîk koşmayalım ve Allah’tan beride bazımız bazımızı rab itti-
haz etmesin.’ Eğer kabul etmezlerse o hâlde deyin: ‘Bizim hâlis müsâlemetkâr olduğumuza şâhid olun’
(64)”.
126 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
{ِاﻪﻠﻟ
ّٰ ﺎﺑﺎ ِﻣ ْﻦ دُو ِن
ً َ ﻀﺎ اَ ْرﺑ ُ }و َﻻ ﻳَﺘ َّ ِﺨ َﺬ ﺑ َ ْﻌ
ً ﻀﻨَﺎ ﺑ َ ْﻌ َ İşte hürriyet ve müsâvat davasının
bütün miftâh-ı halli buradadır. Birbirimizi rab, mevlâ, hâkim-i mutlak
tanımayalım, bütün harekâtımızı bir Hakk’ın emriyle ve Allah’ın rızâsıyla
ölçelim. Allah’ı bırakıp da O’nun mâdûnunda ve hakkın hilâfında bir
tâbi iyet mîsâkımız olmasın, hepimiz Allah’a kul olalım ve kendimizi ancak
O’na mahkum bilelim,1 yekdiğerimize de ancak bu nokta-i nazardan
tâbi ve merbut olalım. Hiçbirimizin hakkına tecavüz etmeyelim,2
Allah’ın onu tâyin ettiği vazifeye de Allah için itaat edelim. Asıl mîsak ve
asıl vicdan bir Allah’ın emrine itaat olunca her ihtilâf mülâhaza-i hak ve
kānûn-ı hak ile hallolunur. Ve hiçbir kimsenin arzû-yı mücerredi hâkim
olmaz. Binâen aleyh Îsâ’yı da rab tanımayalım. Onu da Allah’ın bir kulu
ve bir resûlü tanıyalım. Kezâlik papalar, krallar, rüesâ hep böyle; her
birine Allah’a itaatleri ve hakkı taharrîleri nokta-i nazarından3 bakalım.
Vâki olan bir suale karşı Resûlullah ehl-i kitabdan iman edenlere “Siz
hani papaların ve sâirenin sözlerine mücerred onların sözleri olduğu için
itaat etmez mi idiniz? İşte o, onları rab ittihaz etmektir”4 buyurmuştu5.
Burada siyâk en ziyade Hazret-i Îsâ’ya rab diyen Nasârâ’ya [1133]
müteveccihtir. Bugün bazı İncil tercemelerinde bunun muallim demek
olduğu gösterilmiş ise de akīde-i teslis mevcud iken bu tevil kâfi olamaz.
Hatta َ ﺎب َوﺍ ْﻟ ِﺤ ْﻜ َﻤﺔ ِ ِ
َ َ َو ُﻌَﻠّ ُﻤ ُﻪ ا ْﻟﻜﺘmedlûlünce mu allim-i hakīkī yine Allah’tır.
Fakat ehl-i kitab tevhîd-i haktan değil, teştît-i kelimeden hoşlandılar,
Âl-i İmrân ile Âl-i İbrâhim beyninde bir cihet-i vahdet olan İbrâhim’i bile
her biri kendilerine nisbet ederek “Yahudî idi” veya “Nasrânî idi” dediler.
Bunlara karşı cevâben buyuruluyor ki:
1 H ve F +“ve”.
2 H ve F +“ve”.
3 B: “noktasından”.
4 Bk. Taberî, Câmiu’l-beyân, XIV, 210:
َ ا ح ا ا،ّي א: אل، ذ ٌ ُُ و و ّٰ ا ّٰ ر َل ا أ:א אل ي
،« ّٰ ور א أر א ًא دون اُ אر أ وا »ا : ا ه أ ،اءة رة أ إ و وا، :כ! אل
! : :ُّ ؟ אل ّٰ و ُّ ن א َّ م ا، ِّ ّٰ ِّ ن א أ َّ ا »أ:ُ ! אل إ א א، ّٰ ل ا אر: אل
. أ כ !« وا כ אد:אل
5 B: “buyurulmuştu”.
Hak Dini Kur’an Dili 127
Meâl-i Şerîfi
Ey ehl-i kitab! Niçin İbrâhim hakkında münakaşa ediyorsunuz? Hâl-
buki Tevrat ve İncil ancak1 ondan sonra indirildi, bunu da mı akletmi-
yorsunuz? (65). İşte siz öylesiniz, haydi biraz bilginiz olan şeyde müna-
kaşa ettiniz, ya hiçbir ilminiz olmayan [1134] şeyde niçin münakaşa
edersiniz? Hâlbuki Allah bilir, siz bilmiyorsunuz (66). İbrâhim ne Ya-
hudî idi ne Nasrânî ve lâkin müslim bir hanîf (lekesiz bir muvahhid)
idi ve müşriklerden olmamıştı (67). Doğrusu insanların İbrâhim’e en
yakını her hâlde onun izince gidenler ve şu Peygamber ve iman eden-
lerdir, Allah da mü’minlerin velîsidir (68).2
ve mücadeleleri câhilânedir. Onlar َ ﺎل َﻋ ْﻬ ِﺪي اﻟﻈ َّﺎﻟ ِ ۪ﻤ ُ َ َﻻ ﻳَﻨhükmünde dâhildir.
َ ﻮه َو ٰﻫ َﺬا اﻟﻨ َّ ِ ُّ َوﺍﻟ َّ ۪ﺬ
{ﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ َ ﻴﻢ ﻟَﻠ َّ ۪ﺬ
ُ ﻳﻦ اﺗَّﺒَ ُﻌ ِ َّ }اِ َّن اَ ْو َ اﻟﻨIstıfâya dâhil olan Âl-i
َ ﺎس ﺑِﺎِ ْﺑ ٰﺮ ۪ﻫ
İbrâhim işte bunlardır, İbrâhim’in dinine ittibâ edenler ve şu Peygamber-i
âlîşân Muhammed Mustafa ve buna iman edenlerdir. Ahd-i ilâhîye ve
imamete nâil olacak olanlar her hâlde bunlardır. Çünkü {َ ﺍﻪﻠﻟُ َو ِ ُّ ا ْﻟ ُﻤ ْﺆ ِﻣ ۪ﻨ ّٰ }وdir.
َ
Ehl-i kitâbın bir kısmı muvahhid ve müslim olmak şöyle dursun
mü’minleri idlâl etmeye çalışıyorlar. Nitekim Yahudîler Huzeyfe, Ammâr,
Mu âz gibi ecille-i ashâbı Yahudîliğe davet etmeye cesaret ettiler, şu âyet
nâzil oldu:1
Ey mü’minler:
Meâl-i Şerîfi
Ey ehl-i kitab! Niçin Allah’ın âyetlerine3 küfr ediyorsunuz? Hâlbuki
görüp duruyorsunuz (70). Ey ehl-i kitab, niçin hakkı bâtılla buluyor-
sunuz da hakkı ketm ediyorsunuz? Hâlbuki bilip duruyorsunuz (71).4
Meâl-i Şerîfi
Ehl-i kitabdan bir tâife de şöyle dedi: “Varın o mü’minlere indirilene
güpegündüz iman edin, âhirinde de dönüp küfr edin [1137] belki onlar
da dönerler (72) ve kendi dininize tâbiʿ olanlardan başkasına eman
vermeyin. De ki: Her hâlde hidâyet Allah hidâyeti, size verilen gibisi
birine veriliyor veya Rabbinizin huzurunda size galebe edecekler diye
diğer bir Kureşî’nin2 emanet bıraktığı bir dinarı inkâr etmişti.3 Bir dinar
(aslı “dinnâr”) yirmi dört kırat, yani bir4 miskal itibar edilir. Bu hıyânetin
sebebi de “Adam sen de! Ümmîlerin, okuyup yazması olmayanların hakkı
mı olurmuş? Vesikası, kuvve-i müeyyidesi bulunmayan ve hele dini ayrı
olan kimselerin hakkını yemek helâldir” itikadında bulunmaları olduğu
gösterilmiştir. Bu âyetin mazmûnuna işâreten Mâlik b. Dinar hazretleri
de demiştir ki: “‘Dinar’, ‘din’ ile ‘nâr’dan mürekkebdir. Hakkıyla alınca
din olur, haksız alınca da nar olur.”5
Bir de ehl-i kitab içinde kitab nâmına ağızlarını eğen, bile bile
yalan söyleyerek propagandalar yapan ve insanları haktan ayırıp bâtıla
saptırmak, beşere kul etmek isteyenler vardır, şöyle ki: [1139]
sever (76). Fakat o Allah’ın ahdini ve kendi yeminlerini birkaç paraya satanları görüyor musun, öylelerin
âhirette hiçbir nasibi yoktur, Allah onları kelâmından mahrum eder, kıyamet günü onlara nazar buyur-
maz ve kendilerini tezkiye de etmez ve onların hakkı elîm bir azabdır (77)”.
1 M: “Fenhas”.
2 H ve F: “Kureyşî’nin”.
3 Semerkandî, Bahru’l-ulûm, I, 224:
، ا م أود ر أ אً و אئ أو ّٰ ا « ٍאب َ ْ إ ِْن َ ْ َ ْ ُ ِ ِ ْ אر ِ »و ِ ْ أَ ْ ِ ا ْ ِכ َ :אك و אل ا
ّ
أود،אزورا ا دي אص »و ِ ْ ُ َ ْ إ ِْن َ ْ َ ْ ُ ِ ِ אرٍ َّ ُ َ ِ ّد ِه ِإ َ َכ« و : א אل ... א ّٰ ا ، دا א إ
ْ ْ َ
. א،ًر د אرا
4 H ve F +“buçuk”.
5 İbn Ebî Hâtim, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, II, 683:
ِ ِإ א: َّ َ ِ א ِ ُכ ِد َאرٍ َ َאل، ِ َ ْ زِ ِאد ِ ا،ُ ِ א، َ ا ْ ِ ِ ِ א َכ ِإ، ِ ٍ و ا ُכ ِ َ
َ ّ ُ َ َّ ُ ْ َ َ َْ ْ َ ْ َ َّ َ َّ َ َ َ ُّ ْ ُّ َّ ْ َ ُ ْ ُ َ أ ْ َ َ َא
.אر ا ِ ِ ِ ه َ أ و ، د ِ ِ ِ ه َ أ ِن
إ : אه : אل . אر َ ِ
َ ِ َ
ُ َّ ُ َ ّ َ ْ َ ُ َ ْ َ َ ُ ُ َ ُ َ ّ َ ُ َ ْ َ َّ ُ َ ْ َ َ َ َ ٌ َ َ ٌ ُ َّ אر
و د ُ َ ّ ا
132 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Meâl-i Şerîfi
Bir de onlardan bir fırka vardır, dillerini kitaba eğer bükerler, onu ki-
tabdan sanasınız diye, hâlbuki1 kitabdan değildir. Hem “o Allah tara-
fındandır” derler, hâlbuki Allah tarafından değildir de Allah nâmına
bile bile yalan söylerler (78).2
َ ﺎب َوﺑ ِ َﻤﺎ ﻛُ ْﻨﺘُ ْﻢ ﺗ َ ْﺪ ُر ُﺳ ِ َ اﻪﻠﻟِ و ٰﻟ ِﻜﻦ ﻛُﻮﻧُﻮﺍ َرﺑَّﺎﻧ ِ ۪ﻴ َﻦ ﺑ ِ َﻤﺎ ﻛُ ْﻨﺘُ ْﻢ ﺗُﻌَﻠِّﻤ
﴾ َو َﻻ٧٩﴿ ۙ ﻮن َ َﻮن ا ْﻟﻜﺘ ُ ّ ْ َ ّٰ دُو ِن
َ ﻜ ْﻔﺮِ ﺑ َ ْﻌ َﺪ اِ ْذ اَ ْﻧ ُﺘ ْﻢ ُﻣ ْﺴﻠِ ُﻤ
﴾٨٠﴿ ۟ ﻮن ً َ ﻳ َ ْﺄ ُﻣ َﺮ ُﻛ ْﻢ اَ ْن ﺗَﺘ َّ ِﺨ ُﺬوﺍ ا ْﻟ َﻤ ٰﻠ ٓ ِﺌﻜَﺔ َ َوﺍﻟﻨ َّ ِﺒ ۪ ّﻴ َﻦ اَ ْرﺑ
ُ ﺎﺑﺎۜ اَﻳ َ ْﺄ ُﻣ ُﺮ ُﻛ ْﻢ ﺑِﺎ ْﻟ
ﻮل ُﻣ َﺼ ّ ِﺪ ٌق ٍ َﻜ ْﻢ ِﻣ ْﻦ ﻛِﺘ ِ
ٌ ﺎب َو ِﺣ ْﻜ َﻤﺔٍ ﺛُﻢَّ َﺟٓﺎءَ ُﻛ ْﻢ َر ُﺳ َ اﻪﻠﻟُ ۪ﻣﻴﺜَﺎ َق اﻟﻨ َّ ِﺒ ۪ ّﻴ َﻦ ﻟ
ُ َُـﻤٓﺎ ٰاﺗ َ ْﻴﺘ ّٰ َوﺍ ْذ اَ َﺧ َﺬ
َ َ۪ي ﻗَﺎﻟُٓﻮﺍ اَ ْﻗ َﺮ ْرﻧَﺎ ۜ ﻗ ِ ِ ِ ِ
ﺎل ۜ ﻟ َﻤﺎ َﻣﻌَﻜُ ْﻢ ﻟ َُﺘ ْﺆﻣ ُﻨ َّﻦ ﺑ ِ ۪ﻪ َوﻟَﺘَ ْﻨ ُﺼ ُﺮﻧ َّ ُﻪ ۜ ﻗَﺎ َل ءَاَ ْﻗ َﺮ ْرﺗُ ْﻢ َوﺍ َ َﺧ ْﺬﺗُ ْﻢ َﻋﻠٰﻰ ٰذﻟﻜُ ْﻢ ا ْﺻﺮ
ِ ِ ُ ﺎﺷﻬ ُﺪوﺍ وﺍَﻧﺎ ۬ ﻣﻌ
َ ﻜ ْﻢ ﻣ َﻦ اﻟ َّﺸﺎﻫ ۪ﺪ
﴾٨١﴿ ﻳﻦ ََ َ َ َ ْ َﻓ
1 F +“o”.
2 H: “Onlardan bir fırka da vardır, dillerini eğer kitâbı tahrif ederler, onu kitabdan zannedesiniz diye,
hâlbuki kitabdan değildir o. Ve ‘o Allah tarafından’ derler, hâlbuki Allah tarafından değildir o, Allah
nâmına bile bile yalan söylerler (78)”.
3 B -“size”.
Hak Dini Kur’an Dili 133
Meâl-i Şerîfi
Demek ki bunun arkasından her kim dönse artık onlar hep dinden
çıkmış fâsıklardır (82).3
ِ ض ﻃ َﻮﻋﺎ وﻛَﺮ
َ ﻫﺎ َوﺍﻟ َْﻴﻪِ ﻳُ ْﺮ َﺟ ُﻌ
﴾٨٣﴿ ﻮن ِ ﻮن َوﻟ َُﻪ ٓاَﺳﻠَﻢَ َﻣﻦ ﻓِﻲ اﻟﺴ ٰﻤ َﻮ
ً ْ َ ً ْ ِ ﺍت َو ْﺍﻻ َْر َّ ْ ْ َ اﻪﻠﻟِ ﻳ َ ْﺒ ُﻐ
ّٰ اَﻓَﻐَ ْﻴ َﺮ ۪دﻳ ِﻦ
1 H: “Hiçbir beşer için o salâhiyet yoktur ki Allah ona kitab versin, hüküm versin, peygamberlik versin
de o sonra insanlara ‘Allah’ı bırakarak bana kul olun’ diyebilsin. Velâkin ‘kitab tâlim etmekte olduğunuz
için ve ders alıp vermekte bulunduğunuz için rabbânîler olunuz’ der (79). Hiçbir zaman melekleri ve
peygamberleri ilâh ittihaz etmenizi de emredemez. Ya siz Müslüman olduktan sonra size hiç kâfir ol-
manızı emredebilir mi? (80). Hem Allah vaktiyle enbiyânın şöyle mîsâkını aldı: ‘Celâlim hakkı için size
kitab ve hikmetten ne verdimse verdikten sonra size beraberinizdekini tasdik edecek bir resul geldiğinde
ona mutlak iman edeceksiniz, hem ona muhakkak yardımda bulunacaksınız. Buna ikrar verdiniz mi ve
bunun üzerine ağır ahdimi boynunuza aldınız mı?’ buyurdu, ‘ikrar verdik’ dediler, ‘öyle ise’, buyurdu,
‘şâhid olun, ben de sizinle beraber şâhidlerdenim’ (81)”.
2 B -“eden”.
3 H: “Demek ki bundan sonra kim dönmüşse hep onlar dinden çıkmış fâsıklardır (82)”.
4 H: “melhuz”.
134 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Meâl-i Şerîfi
Daha Allah dininin gayrısını mı arıyorlar? Hâlbuki göklerde ve yerde
kim varsa hepsi ister istemez O’na teslim olmuş, hep döndürülüp O’na
götürülüyorlar (83).1
ِ ِ
ﻮب َ ﻴﻢ َوﺍ ْﺳ ٰﻤ ۪ﻌﻴ َﻞ َوﺍ ْﺳ ٰﺤ َﻖ َو َ ْﻌ ُﻘ َ ﺎﻪﻠﻟِ َو َﻣٓﺎ اُ ْﻧﺰِ َل َﻋﻠ َ ْﻴﻨَﺎ َو َﻣٓﺎ اُ ْﻧﺰِ َل َﻋﻠٰٓﻰ اِ ْﺑ ٰﺮ ۪ﻫ ّٰ ِ ُﻗ ْﻞ ٰا َﻣﻨَّﺎ ﺑ
ﻮن ِﻣ ْﻦ َرﺑِّﻬِ ْﻢ ۖ َﻻ ﻧُ َﻔﺮِ ُق ﺑ َ ْﻴ َﻦ اَ َﺣ ٍﺪ ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ ۘ َوﻧ َ ْﺤ ُﻦ َ ُّﻴﺴﻰ َوﺍﻟﻨ َّ ِﺒﻴ ٰ ﻮﺳﻰ َو ۪ﻋ
ِ ِ
ٰ ﺍﻻ َْﺳﺒَﺎط َو َﻣٓﺎ ُاو۫ﺗ َﻲ ُﻣ ْ َو
ّ
اﻻ ِٰﺧ َﺮ ِ ِﻣ َﻦ ْ ﻳﻨﺎ ﻓَﻠ َ ْﻦ ﻳُ ْﻘﺒَ َﻞ ِﻣ ْﻨ ُﻪ ۚ َو ُﻫ َﻮ ﻓِﻲ ً اﻻِ ْﺳ َﻼ ِم ۪د ْ ﴾ َو َﻣ ْﻦ ﻳ َ ْﺒﺘَ ِﻎ ﻏَ ْﻴ َﺮ٨٤﴿ ﻮن َ ﻟ َُﻪ ُﻣ ْﺴﻠِ ُﻤ
ﻳﻤﺎﻧِﻬِ ْﻢ َو َﺷﻬِ ُﺪٓوﺍ اَ َّن اﻟﺮَّ ُﺳﻮ َل َﺣ ٌّﻖ َ ﻣﺎ ﻛَ َﻔ ُﺮوﺍ ﺑ َ ْﻌ َﺪ ۪ا ً اﻪﻠﻟُ ﻗَ ْﻮّٰ ﻒ ﻳ َ ْﻬ ِﺪي َ ﴾ ﻛَ ْﻴ٨٥﴿ ﺎﺳ ۪ﺮ َﻦ ِ ا ْﻟ َﺨ
1 F +“biz Allah’a”.
2 H: “De ki: Biz inandık, iman getirdik Allah’a ve bize indirilene ve İbrâhim’e, İsmâil’e, İshâk’a, Ya kūb’a
ve esbâta indirilene ve Mûsâ’ya ve Îsâ’ya ve nebiyyûna Rablerinden verilene. Onlardan birinin arasını
ayırmayız ve biz ancak O’na boyun eğer Müslimleriz (84). Ve kim İslâm’ın gayrı bir din isterse artık
onun dini makbul olamaz ve o âhirette hüsrana düşenlerdendir (85). Kendilerine beyyineler gelmiş ve
peygamberin hak olduğuna şâhid olmuşlarken imanlarının arkasından nankörlük edip küfre sapan bir
kavmi Allah nasıl muvaffak eder. Allah zâlimler gürûhunu muvaffak etmez (86). Onların cezâsı işte:
Allah’ın, meleklerin, insanların lâneti hep üzerlerinde (87). Ebediyen onun içinde muhalledler, ne azab-
ları hafifletilir ne de kendilerine mühlet verilir (88). Ancak onun arkasından tevbe edip salâha girenler
müstesnâ, çünkü Allah Gafûr’dur Rahîm’dir (89). Şüphesiz imanlarının arkasından küfr eden sonra da
küfürde ileri gidenlerin tevbeleri kabul edilmek ihtimâli yok, bunlar hep dalâl içinde kalıp gidenler
(90). Her hâlde küfr eden ve kâfir olarak ölüp gidenlerin her biri kendini kurtarmak için dünya dolusu
altın verecek dahi olsa kabul edilmek ihtimâli yoktur, böylelere sade bir azâb-ı elîm vardır (91)”.
H nüshasındaki mealde, âyet-i kerîmedeki “ﺎﺻ ۪ﺮ َﻦ ِ َ ”و َﻣﺎ ﻟ َﻬ ْﻢ ِﻣﻦ ﻧ
ْ ُ َ ibaresine tekabül eden bir ifade yoktur.
136 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ً اﻪﻠﻟُ ﻗَ ْﻮ
{ﻣﺎ ﻛَ َﻔ ُﺮوﺍ ّٰ ﻒ َ ْ ِﺪي َ ’و َﻻ ُﻫ ْﻢ ﻳُ ْﻨﻈ َُﺮa
َ ون }ﻛَ ْﻴ َ kadar ba de’l-İslâm irtidad ederek
Medine’den kaçıp Mekke müşriklerine dehâlet eden birkaç kişi hakkında
nâzil olmuştur.3
ِ
{ﺮﺍ ﻟ َْﻦ ﺗُ ْﻘﺒَ َﻞ ﺗ َ ْﻮﺑ َ ُﺘ ُﻬ ْﻢ
ً ازدَادُوﺍ ُﻛ ْﻔ َ ﻳﻦ ﻛَ َﻔ ُﺮوﺍ ﺑ َ ْﻌ َﺪ ۪ا
ْ َّﻳﻤﺎ ِ ِ ْﻢ ﺛُﻢ َ }ا َّن اﻟ َّ ۪ﺬBunlar hakkında
tevbenin kabul edilmemesi cây-i bahs olmuştur. En müreccah mâna şudur:
Çünkü böyleleri ölüm emaresini görüp hayattan ümidini kesmedikçe
tevbe edip imana gelmezler. Hâlbuki îmân-ı ye’s makbul değildir. Bunun
ِ َ َﻀﺮ اَﺣ َﺪﻫﻢ ا ْﻟﻤﻮت ﻗ ِ ِ
îzahı ﺖ ا ْﻟ ٰٔـ َﻦ ُ ﺎل ا ۪ ّ ﺗُ ْﺒ ُ ْ َ ُ ُ َ َ َ ﺎت َﺣ ّٰ ٓ اذَا َﺣ ِۚ َاﻟﺴ ّ ِﻴٔـ
َّ ﻮن َ ُ ﻳﻦ ﻳ َ ْﻌ َﻤﻠ ِ َوﻟ َﻴﺴ
َ ﺖ اﻟﺘ َّ ْﻮﺑَﺔُ ﻟﻠ َّ۪ﺬ َ ْ
ﺎر
ٌ َّﻮن َو ُﻫ ْﻢ ﻛُﻔ َ ُﻳﻦ ﻳ َ ُﻤﻮﺗ ۪
َ َو َﻻ اﻟ َّﺬâyetidir. (Sûre-i Nisâ [4/18] ).
4
1 B -“olsun”.
2 B -“mâhiyet-i risâleti inkâr etmektir. Mâhiyet-i risâleti inkâr etmek”.
3 Mukātil b. Süleyman, Tefsîr, I, 288-289:
ﻣﻨﻬﻢ ﻃﻌﻤﺔ ﺑﻦ أﺑﲑق، ﻓﻠﺤﻘﻮا ﺑﻜﻔﺎر ﻣﻜﺔ،اﻹ ْﺳﻼم وﺧﺮﺟﻮا ﻣﻦ اﳌﺪﻳﻨﺔ ﻛﻬﻴﺌﺔ اﻟﺒﺪاة ُﰒّ اﻧﺼﺮﻓﻮا إﱃ ﻃﺮﻳﻖ ﻣﻜﺔ ِْ ﻧﺰﻟﺖ ِﰲ اﺛﲏ ﻋﺸﺮ َر ُﺟﻼ ارﺗﺪوا ﻋﻦ
ِ ِ ٰ
، وأَﺑُﻮ ﻋﺎﻣﺮ ﺑﻦ اﻟﻨﻌﻤﺎن اﻟﺮاﻫﺐ،ي َ ْ ووﺟﻮج ﺑﻦ اﻷﺳﻠﺖ ْاﻷَﻧ، وﻋﺒﺪ اﻟﻠّﻪ ﺑﻦ أَﻧَﺲ ﺑﻦ ﺧﻄﻞ ﻣﻦ ﺑﲎ ﺗﻴﻢ اﺑﻦ ﻣﺮة اﻟْ ُﻘَﺮﺷ ّﻲ، وﻣﻘﻴﺲ ﺑﻦ ﺿﺒﺎﺑﺔ اﻟﻠﻴﺜﻲ،ي
ّ ﺼﺎر ّ ﺼﺎ ِر
َ ْْاﻷَﻧ
...اﳊَﺎرث ﻧﺪم ﻓﺮﺟﻊ ﺗﺎﺋﺒﺎ ﻣﻦ ﺿﺮار ِ ِ
ْ ُﰒّ أن،ﺼﺎﻣﺖ
أﺧﻮ اﳉﻼس ﺑﻦ ُﺳ َﻮﻳْﺪ ﺑﻦ اﻟ ﱠ،ي ﻣﻦ ﺑﲏ ﻋﻤﺮو ﺑﻦ َﻋ ْﻮف ِ ِ
ّ ﺼﺎر
َ ْﺼﺎﻣﺖ ْاﻷَﻧ
واﳊﺎرث ﺑﻦ ُﺳ َﻮﻳْﺪ ﺑﻦ اﻟ ﱠ
4 “Yoksa kabahatleri yapıp yapıp da tâ her birine ölüm gelince ‘işte ben şimdi tevbe ettim’ diyen kimselere
tevbe yok, kâfir oldukları hâlde ölenlere de yok…”
5 H ve F +“Hitâm-ı cüz’-i sâlis”.
H +(Âkif Bey)
DÖRDÜNCÜ CÜZ
Forma – Sahife
8 / 55-62 1081 ilâ 1236
Hak Dini Kur’an Dili 137
Meâl-i Şerîfi
Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe siz birre eremezsiniz, maʿamâfîh
her ne infak eyleseniz şüphesiz Allah onu da bilir (92).3
Şu hâlde mücerred iman, kemâl-i hayra nâil olmak için sebeb-i kâfî
değildir. İman ve ilimden sonra amel ve ale’l-husûs sarf u infak da gerektir.
Hem bu infak ne kadar sevgili şeylerden olursa o kadar kıymetdar olur.
Allah infak edilen hoş veya nâhoş herhangi bir şeyi bilir ve ona göre
ecrini verir. Fakat asıl iyiliğe, hayr-ı a lâya ermek sevilen şeylerden infaka
mütevakkıftır.4 Bu münasbetle Sûre-i Bakara’da geçen birr ü infak âyetlerini
tahattur etmeli ve ona göre ahkâm-ı İslâm’ın icrâsına hazırlanmalıdır.
“Birr”, Sûre-i Bakara’da ّ ِ ﻟ َْﻴ َﺲ ا ْﻟâyetinde dahi beyan olunduğu üzere
ihsan, hayr-i vâsi , kemâl-i hayr demektir. [1146] Birr ile hayr arasında
şöyle bir fark da göstermişlerdir: “Birr”, hayra vâsıl olan ve kasdedilmiş
bulunan nef , “hayr” ise velev sehven vâki olsun mutlaka nef dir. Birrin
zıddı “ ukūk” ve hayrın zıddı “şer”dir. Ma amâfîh “birr”, “hins” mukabili
de kullanılır. Burada birre nâiliyet hayr u ihsan sıfatıyla muttasıf olmak
1 B: “dünyada”.
2 B -“dolusu”.
3 H: “Birre (kemâl-i hayra) eremezsiniz sevdiğinizden infak etmedikçe, her ne de infak etseniz şüphe yok
ki Allah onu bilir (92).”
4 H -“Fakat asıl iyiliğe, hayr-ı a lâya ermek sevilen şeylerden infâka mütevakkıftır”.
138 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ﺎن ِﺣ ًّﻼ ﻟِﺒَ ۪ﻨٓﻲ اِ ْﺳ َﺮٓﺍٔﻳ۪ َﻞ اِ َّﻻ َﻣﺎ َﺣﺮَّمَ اِ ْﺳ َﺮٓﺍٔﻳ۪ ُﻞ َﻋﻠٰﻰ ﻧ َ ْﻔ ِﺴ ۪ﻪ ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒ ِﻞ اَ ْن ﺗُﻨَﺰَّ َل َ َُﻛ ُّﻞ اﻟﻄ َّﻌَﺎ ِم ﻛ
ِ ِ ّٰ ﴾ ﻓَﻤ ِﻦ ا ْﻓﺘَﺮى ﻋﻠَﻰ٩٣﴿ ﺎد ۪ﻗﻴﻦ ِ ُ اﻟﺘَّﻮر ﺔُ ۜﻗُ ْﻞ ﻓَ ْﺄﺗُﻮﺍ ﺑِﺎﻟﺘَّﻮر ﺔِ ﻓَﺎ ْﺗﻠ
ب َ اﻪﻠﻟ ا ْﻟﻜَﺬ َ ٰ َ َ ِ ﺻ َ ﻮﻫٓﺎ ا ْن ﻛُ ْﻨﺘُ ْﻢ
َ ْٰ ْٰ
ً ﻴﻢ َﺣ ۪ﻨ
ﻴﻔﺎۜ َو َﻣﺎ َ اﻪﻠﻟُ ﻓَﺎﺗ َّ ِﺒ ُﻌﻮﺍ ِﻣﻠَّﺔ َ اِ ْﺑ ٰﺮ ۪ﻫ
ّٰ ﺻ َﺪ َق
َ ﴾ ُﻗ ْﻞ٩٤﴿ ﻮن َ ﻚ ُﻫ ُﻢ اﻟﻈ َّﺎﻟ ِ ُﻤ َ ِ ِﻣ ْﻦ ﺑ َ ْﻌ ِﺪ ٰذﻟ
َ ﻚ ﻓَﺎُو۬ﻟٰ ٓ ِﺌ
ِ َ َﻛ
﴾٩٥﴿ ﻴﻦ َ ﺎن ﻣ َﻦ ا ْﻟ ُﻤ ْﺸﺮِ ۪ﻛ
1 “Şüphesiz ki iyiler naîm içindedir.” / “Haberiniz olsun ki ebrar muhakkak bir naîm içindedir.”
2 H -“ermek”.
3 “…Bütün arzdaki nimetlerimden helâl olmak, pâk olmak şartıyla yiyin…”
4 B: “mes’elesine”.
Hak Dini Kur’an Dili 139
Binâen aleyh nesh yoktur davası bir iftira olduğu gibi Sûre-i En âm’da
ِ ِ
ﺖ َ ﻳﻦ َﻫﺎدُوﺍ َﺣﺮَّ ْﻣﻨَﺎ ﻛُ َّﻞ ۪ذي ﻇ ُ ُﻔﺮٍۚ َوﻣ َﻦ ا ْﻟﺒَ َﻘﺮِ َوﺍ ْﻟﻐَﻨَ ِﻢ َﺣﺮَّ ْﻣﻨَﺎ َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ ُﺷ ُﺤ
ْ َ ﻮﻣ ُﻬ َﻤٓﺎ ا َّﻻ َﻣﺎ َﺣ َﻤﻠ َ َو َﻋ َ اﻟ َّ۪ﺬ
ﺎﻫ ْﻢ ﺑِﺒَ ْﻐ ِﻴﻬِ ْﻢ ِ
َ ﻂ ﺑِﻌَ ْﻈ ٍﻢۜ ٰذﻟ
َ َ ﻮر ُﻫ َﻤٓﺎ اَوِ ا ْﻟ َﺤ َﻮﺍﻳَٓﺎ اَ ْو َﻣﺎ ا ْﺧﺘَﻠ
ُ َﻚ َﺟ َﺰ ْﻳﻨ ُ [ ﻇ ُ ُﻬel-En âm 6/146] âyeti
3
ِ ِ ِ َّ ﺖ ُو ِﺿﻊَ ﻟِﻠﻨ
ٍ اِ َّن اَ َّو َل ﺑ َ ْﻴ
ٌ َ ﴾ ۪ﻓﻴﻪ ٰاﻳ٩٦﴿ ۚ ﻴﻦ
ٌ َﺎت ﺑ َ ّ ِﻴﻨ
ﺎت َ ﻛﺎ َو ُﻫ ًﺪى ﻟ ْﻠﻌَﺎﻟ َ۪ﻤ
ً ﺎرَ َﺎس ﻟَﻠ َّ۪ﺬي ﺑِﺒَﻜَّﺔ َ ُﻣﺒ
ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ َ َﻣﻘَﺎم اِﺑﺮ ۪ﻫﻴﻢَ ۚ وﻣﻦ دَ َﺧﻠَﻪ ﻛ
ً ۪اﺳﺘَﻄ َﺎعَ اﻟ َْﻴﻪ َﺳﺒ
ۜ ﻴﻼ ْ ﻨﺎۜ َو ّٰﻪﻠﻟ َﻋﻠَﻰ اﻟﻨَّﺎس ﺣ ُّﺞ ا ْﻟﺒَ ْﻴﺖ َﻣ ِﻦ ً ﺎن ٰاﻣ ُ ْ َ َ ْٰ ُ َ
﴾٩٧﴿ ﻴﻦ َ اﻪﻠﻟ َ ﻏَ ِﻨ ٌّﻲ َﻋ ِﻦ ا ْﻟﻌَﺎﻟ َ۪ﻤ
ّٰ َو َﻣ ْﻦ ﻛَ َﻔ َﺮ ﻓَﺎِ َّن
Meâl-i Şerîfi
Doğrusu insanlar için vazʿ olunan ilk mâbed, elbette Mekke’deki o çok
mübarek ve bütün âlemîne hidâyet olan Beyt’tir (96). Onda açık âyet-
ler var, İbrâhim’in makamı var ve ona dehâlet eden eman bulur. Yolu-
na gücü yeten her kimsenin o Beyt’i haccetmesi de1 insanlar üzerine
Allah’ın bir hakkıdır ve kim bu hakkı tanımazsa her hâlde Allah’ın ih-
tiyacı yok, O2 bütün âlemînden ganîdir (97).3
1 F -“de”.
2 F -“O”.
3 H: “Hakikat insanlar için vaz olunan ilk beyt elbette Mekke’dekidir. O çok mübarek ve bütün âlemîne
hidâyet (96). Onda açık âyetler var, İbrâhim’in makamı; ve ona dehâlet eden eman bulur. Allah’ın hak-
kıdır insanlar üzerine, yoluna gücü yeten her kimsenin o Beyt’i haccetmesi. Kim de bu hakkı tanımazsa
şüphe yok ki Allah bütün âlemînden ganîdir (97)”.
4 B: “tav iyet”.
5 B -“bilâhare”.
Hak Dini Kur’an Dili 141
bulunan ashâb-ı kiram ile beraber onların yanlarına gelmiş, “Ey ma şer-i
müslimîn! Allah Allah, ben aranızda bulunurken de câhiliye davası mı1
yapıyorsunuz? Cenâb-ı Allah sizi İslâm’a hidâyet ettikten ve küfürden
kurtarıp kerem ü inayetiyle cahiliyenin kökünü kestikten ve beyninizi
telif ettikten sonra yine eski küfre rücû mu ediyorsunuz?” diye nasihat
edince hepsi düştükleri vartanın bir şeytan tuzağı olduğunu anlayarak
derhâl ellerindeki silahlarını bırakmışlar, gözlerinden yaş dökerek
birbirleriyle sarılmışlar, mu ânaka etmişler ve Resûlullah’a itaat ederek
beraberce gitmişlerdi. Cenâb-ı Allah bu suretle Şe’s’in2 âteş-i fitnesini
söndürmüş, bu sebeple hem ehl-i kitâba bir nasihat, hem de mü’minleri
onlardan herhangi birine uymaktan nehy zımnında hükmü âm olan şu
âyetleri inzal buyurmuştur:3
1 B -“mı”.
2 M, H, F ve B: “Şemmâs’ın”.
3 İbn Hişâm, es-Sîre, I, 555-557; Taberî, Câmiu’l-beyân, VI, 55-56:
َ َ ، ْ ُ َ ِ َ َ ْ َ ِ َ ا، َ ِ ِ ْ ُ ْ َ ِ َ ا ْ ُכ ْ ِ َ ِ َ ا َّ َ ِ َ َ ا،אن َ ْ ً א َ ْ َ َ א َ َو َכ، ٍ ْ َ ُ ْ אس ُ َ َّ َ َو:אق َ َ ْ َ َאل ا ْ ُ إ
ِ ِ َ ْ ُ َ َא َ ُ َ א َرأَى ِ ْ أ، ِ ِ َ َ َ َّ ُ َن، ُ َ َ َ ْ َ ٍ ِ ْ َ ِ .אب َر ُ ِل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو َ َّ ِ ْ ا ْ َْو ِس َوا ْ َ ْ َر ِج ِ َ ْ ََ َ ٍ ِ ْ أ
ْ ْ َ ْ
، َ ْ ا ْ َ َ َ َ َ ُ َ ِ َ َ َ ِ َ ِ ِه ا ْ ِ َ ِد: َ َ َאل. ِ ِ ِ אن َ َ ُ ِ ْ ا ْ َ َ َاو ِة ِ ا ْ َ א כ ي ِ َّ ا ، مِ َ ِ ْ ا َ ِ ِ ات ِ ذ
َ ِ َ َو، ْ ِ ِ َ َو َ َ א
ح َ
ْ َّ ْ ْ َ َ َ َْ ْ َ ْ َْ
ُ اُ ْذ ُכ َ ْ َم، ُ َ َ ْ ِ ْ َ א، ِ َ ا ْ ِ ْ إ: َ َ َאل، ُ َ َ אن כ د ِ א א َ . ٍار ِ א ِ ا ا ذ إ وا ِ א א
ْ َّ ْ ْ ْ ْ َ َ َ ُ َ ْ ًّ َ ً َ َ َ َ َ ْ َ ْ ُ ُ َ َ َ َ ْ َ َ َ ْ ُ َ َ َ َ َ ّٰ َ َ َ
אز ُ ا َو َ َ א َ وا و כ ِ ذ ِ م ا כ . : אق إ ا אل . ِאر َ ا ِ ِ ِ ا אو ِ َ
ُ َ
َ ََ َ َ َ ْ ُ ْ َ َ َ ََ َ َ ْ َّ َ َ َ َ ْ ُ ْ َ َ َ ْ ْ ْ ُ َ َ َ ُ َ َ َ ْ َ ْ ُ ْ ْ َ ُ ْ َ אث َو َ א َכ
ا א כ א أ و َ َ אن َ َُ
ِ ُ َ أ، ٍ ْ אر و ، س ِ ِ ا ْ َو، أَ ُ ِ אرِ َ َ ِ ا ْ אرِ ِث، ٍ ِ َ َ ِ ِ
َ َ َ ُ ْ ُ َّ َ َ ْ ْ َ ْ َ َ َ ّ ْ ُ ْ ُ ْ أ، ِ َ َّ َ َ ا َ َ َر ُ َ ن ْ ا ْ َ َّ ْ ِ َ َ ا ُّ ْכ س و
ِ כ،א : و א ا،אن ِ א ِ ِ ِ ا، إن ِ ئ ردد א א ا ن: ِ ِ ِ َ َ َ َאو َ ُ َ َאل أَ َ ُ ُ َ א ِ َ א،َ ِ َ َ ِ ْ ا ْ َ ْ َر ِج
ُْ ُ ْ َ ََْ َ َْ ُ َ َ ً َ َ َْ َ َ َ ً َ َ َ َ ْ َ ََْ َ ُْْ ْ َّ
ِ ِ ِ َ َ َ ج إ، َّ َ َ َ َذ ِ َכ ر َل ا ّٰ ِ َّ ا ّٰ َ ِ و. َ َ ا إ َ א. ا ِ َ ح ا ِ َ ح- ا ْ ُة: وا َّא ِ ُة-ا َّא ِ ُة
ْ َُ َ ْ َ ْ ْ َ َ َ َ َ ْ َ ُ َ ُ َ َ َْ ُ َ َ ّ َ ّ َّ َ َ َ
،اכ ا ّٰ ُ ِ ْ ِ ْ َ ِم أَن أَ ِ ى ا א ِ ِ ِ وأَ א أَ ِ כ، ا ا، ِ ِ ْ ُ ْ َא َ ْ َ ا: َ َ َאل، ُ أَ ْ َ א ِ ِ ا ْ ُ َ א ِ ِ َ َ َّ َ َאء
ْ ُ َ َ ْ َ ْ َ ْ ُ ُ ْ َ ْ َ َ َ َّ َ ْ َ ْ َ َ ّٰ َ ّٰ َ َ ْ
،אن ِ َ َّ َ َف ا ْ َ م أَ َّ א َ ْ َ ٌ ِ ا، ِכ ِ ِ َ َّ َ وأ، ِ ْ وا ْ َ َ ُכ ِ ِ ِ ا ْ ُכ، ِ ِ ِ و َ َ ِ ِ ْ ُכ أَ ا ْ א، ِ ِ وأَ ْכ ُכ
ْ ْ َ ُ ْ َ َ ْ ُ ُ ُ َ َْ َ ْ ْ َ ْ َ َّ َ َ ْ ْ َ َ َ ْ ََ َ
ِ ِ ُ ا ْ ُ ا ر ِل ا ّٰ ِ َّ ا ّٰ َ ِ و َّ א،ً א ِ ِ ُ ِ َ َכ ا و א َ َ ا، ِ ُ ِو ِ
َ َ َ َ َ ْ َ ُ َ ُ َ َ َ َ َ َّ ْ َ ْ ُ ُ ْ َ אل ْ ا ْ َْوس َوا ْ َ ْ َر ِج َ ّ َ َ ْ َ ْ ّ َ ْ ٌ ْ َو َכ
ونَ ُ ْ َ َ ُ כ ِ אب
ِ כِ ْ ا َ َ أ א ْ ُ » : א و ٍ َ ِ س ِ ْ َ ِ َ א ّٰ ا ل َ َ . ِ َ ِ س ِ ْ ِ ّٰ ا و ِ כ ّٰ ا َ َ ْ َ أ ْ َ ِ ِ ُ
َ ،
ْ َ ََ َ ََ ْ ْ ََ ُ َْ َ ْ ّ ْ َ ّ ُ َ َ َْ ْ ُ ْ َ ُ
ُّٰ َو َ א ا، َوأَ ْ ُ ْ ُ َ ُاء،ًون َ ْ َ ِ ِ ا ّٰ ِ َ ْ آ َ َ َ ْ ُ َ א ِ َ א َ ُّ ُ َ َ ِ אب ِ ِ
כ ْ ا َ ْ َ َ أ א ْ ُ . ن ُ
َ َ َْ َ َ ٌ َ א ِ ّٰ ا و ِ ِ
َ ، ّٰ ِآ אت ا
אن َ َ ُ َ א ِ ْ َ ْ ِ ِ َ א ا َّ ِ َ َ َ ُ ا כ و ٍ
َ َ ْ َ َ ْ َ ْ َّ َ َ ٍّ ْ ْ ْ ِ ِאر و ِ َ ِ س ِ و َ أ ِ
ُ ّٰ ا ل َ َْ َ َ أ و .(٩٩-٩٨/٣ ان )آل « نَ َ ْ َ َّ َ ٍ ِ ِ א
ُ א
وכ َ ْ َ ِإ א ِ ُכ د אب ِ
כ ا ا و ُ أ ِ ا ِ א ا ِ ِن إ ا آ ِ ا א َ أ א » : ِ ِ ِ א ا َ ِ ْ َ
ْ ْ ُ ُّ ُ َ َ ْ ُ َ َّ َ ً ِ َ ُ ُ ْ َُ َ َّ َ ُّ َ َّ َ ْ ِ ْ ْ ٌ َ ْ ْ َ َ َ א َ َ ُ ا َ َّ א أ ْد
أ س ِ َ َ
ِ َّ א أَ א ا. ٍ ِ اط ٍ ِ إ ِ ي ِ ْ َ َ ِ ّٰ ِ ِא و ، ر כ ِ و ِ ا אت آ כ َ ِ
َ َ ُّ َ َ ُْ َ ُ ْ ََْ َ ُ ُ َ ُْ َ ُ ّٰ ُ ُْ ْ َ َ ْ ُ ْ ُ ْ َ َ ُ ْ َ َ ْ َو َכ. َ ِ כא
أو ون ُ כ
.(١٠٥-١٠٠/٣ ان اب َ ِ « )آل َ כ َِ »وأُو: َ إ َ َ ِ ِ َ א...«ِ َن
ئ َ أ و َّ إِ و ، ِ ِ א ّٰ ا ا ُ َّ ُ َ آ
ا ا
ٌ ٌ َ ُْ َ َ ْ ُ ْ ُ ُْْ َ َّ ُ ُ َ َ ُ َّ َ َ
Hak Dini Kur’an Dili 143
ُ اﻪﻠﻟِ َو ۪ﻓﻴ
ۜ ﻜ ْﻢ َر ُﺳﻮﻟُ ُﻪ ّٰ ﺎت
ُ َ ﻜ ْﻢ ٰاﻳ
ُ ون َوﺍ َ ْﻧ ُﺘ ْﻢ ﺗُ ْﺘﻠٰﻰ َﻋﻠ َ ْﻴ َ ﴾ َوﻛَ ْﻴ١٠٠﴿ ﻜ ْﻢ ﻛَﺎﻓِ ۪ﺮ َﻦ
َ ﻒ ﺗ َ ْﻜ ُﻔ ُﺮ ُ ِ ﻳﻤﺎﻧ
َ ﺑ َ ْﻌ َﺪ ۪ا
ٍ ي اِﻟٰﻰ ِﺻ َﺮ
﴾١٠١﴿ ﺍط ُﻣ ْﺴﺘَ ۪ﻘﻴ ٍ ۟ﻢ ِ ّٰ ِ وﻣﻦ ﻳﻌﺘَ ِﺼﻢ ﺑ
َ ﺎﻪﻠﻟ ﻓَﻘَ ْﺪ ُﻫ ِﺪ ْ َْ ْ َ َ
ﺍﻋﺘَ ِﺼ ُﻤﻮﺍ َ اﻪﻠﻟ َ َﺣ َّﻖ ﺗُﻘَﺎﺗ ِ ۪ﻪ َو َﻻ ﺗ َ ُﻤﻮﺗُ َّﻦ اِ َّﻻ َوﺍ َ ْﻧﺘُ ْﻢ ُﻣ ْﺴﻠِ ُﻤ
ْ ﴾ َو١٠٢﴿ ﻮن َ ﻳَٓﺎ اَﻳُّﻬَﺎ اﻟ َّ۪ﺬ
ّٰ ﻳﻦ ٰا َﻣﻨُﻮﺍ اﺗ َّ ُﻘﻮﺍ
َ اﻪﻠﻟِ َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢ اِ ْذ ﻛُ ْﻨ ُﺘ ْﻢ اَ ْﻋ َﺪٓاءً ﻓَﺎَﻟ َ ﻴﻌﺎ َو َﻻ ﺗ َ َﻔﺮَّ ُﻗﻮﺍ ۖ َوﺍ ْذכ ُُﺮوﺍ ﻧ ِ ْﻌ َﻤ ِ ّٰ ﺑِﺤﺒ ِﻞ
َّﻒ ﺑ َ ْﻴ َﻦ ّٰ ﺖ ً اﻪﻠﻟ َﺟ ۪ﻤ َْ
ۜ ﺍﻧﺎۚ َوﻛُ ْﻨﺘُ ْﻢ َﻋﻠٰﻰ َﺷﻔَﺎ ُﺣ ْﻔﺮَ ٍ ِﻣ َﻦ اﻟﻨَّﺎرِ ﻓَﺎ َْﻧﻘَ َﺬכ ُْﻢ ِﻣ ْﻨﻬَﺎ ِ
ً َﻗُﻠُﻮﺑِﻜُ ْﻢ ﻓَﺎ َْﺻﺒَ ْﺤﺘُ ْﻢ ﺑ ِ ِﻨ ْﻌﻤَ ِﺘ ۪ﻪ ٓ ا ْﺧﻮ
﴾١٠٣﴿ ون َ اﻪﻠﻟُ ﻟَﻜُ ْﻢ ٰاﻳَﺎﺗ ِ ۪ﻪ ﻟ َﻌَﻠَّﻜُ ْﻢ ﺗ َ ْﻬﺘَ ُﺪ َ ِ ﻛَ ٰﺬﻟ
ّٰ ﻚ ﻳُﺒَ ّ ِﻴ ُﻦ
1 F -“niçin”.
2 B: “çarpıklıklığını”.
3 F +“Allah’ın”; B: “içinde”.
4 H: “‘Ey ehl-i kitab!’ de, ‘niçin küfrediyorsunuz Allah’ın âyetlerine, Allah yaptıklarınızı görüp dururken?’
(98). ‘Ey ehl-i kitab!’ de, ‘niçin Allah’ın doğru yolunu gördüğünüz hâlde ona aykırı gidiyorsunuz da
iman edenleri o yoldan men ediyorsunuz? Allah’ı yaptıklarınızdan gāfil mi sanıyorsunuz?’ (99). Ey o
bütün iman edenler! Eğer kitab verilenlerden herhangi bir fırkaya uyacak olursanız imanınızdan sonra
sizi çevirir kâfir ederler (100). Siz ise küfre nasıl dönersiniz, önünüzde Allah’ın âyetleri okunur, içinizde
Resûlü bulunurken? Hâlbuki her kim Allah’ın ismetine tutunursa, muhakkak bir doğru yola çıkarılmış-
tır (101)”.
144 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Allah’a hakkıyla ittikā Sûre-i Bakara’da َ ’ﻫ ًﺪى ﻟ ِ ْﻠ ُﻤﺘ َّ ۪ﻘde ُ beyan
2
olunduğu üzere merâtib-i takvânın ekmelidir ki iki mâna ile mülâhaza
olunur. Birisi; her vechile Allah’a3 itaat edip hiçbir isyan yapmamak,
dâima zikir üzere bulunup hiç unutmamak ve her hâlde şükredip hiçbir
küfrana düşmemektir ki şân u azamet-i ilâhiyeye lâyık olmak mânasına
hakk-ı takvâ demektir. Bu ise e âzım-ı enbiyâ gibi fıtrat-ı ma sûme
üzere yaratılmış olanlardan mâ adâsı4 için ve hatta onlar için bile
gayr-i mümkindir. ﻚ َ ِﺎدﺗ ِ
َ َﺎك َﺣ ﱠﻖ ﻋﺒ َ ِﺎك َﺣ ﱠﻖ َﻣ ْﻌ ِﺮﻓَﺘ
َ َﻚ َوَﻣﺎ َﻋﺒَ ْﺪﻧ َ َ[ َﻣﺎ َﻋَﺮﻓـْﻨ1153] Buna
binâen bu âyet nâzil olduğu zaman ashâb-ı kirâmın kesret-i ibadetten
ayakları şişmiş, alınlarının derileri soyulmuş ve bunun üzerine َ اﻪﻠﻟ ّٰ ﻓَﺎﺗ َّ ُﻘﻮﺍ
اﺳﺘَﻄ َْﻌ ُﺘ ْﻢ
ْ [ َﻣﺎet-Teğābün 64/16] emri nâzil olmuş bulunduğu rivayet
5 6
olunmuştur.7
1 H: “Ey o bütün iman edenler! Allah’a nasıl korunmak gerekse öyle korunun, hakk-ı takvâsıyla müttakī
olun ve her hâlde müslim olarak can verin (102). Ve sımsıkı tutunun da Allah ipine hep bir cem iy-
yet olarak birbirinizden ayrılmayın ve Allah’ın üzerinizdeki nimetini unutmayın. Zira sizler birbirinize
düşmanlar iken kalblerinizin arasını telif buyurdu da nimeti sayesinde uyanıp kardeş oldunuz. Ve sizler
ateşten bir çukurun tam kenarında bulunuyordunuz da sizi ondan kurtardı. Böyle beyan ediyor Allah
size âyetlerini ki doğru gidebilesiniz (103)”.
2 B: “mertebe-i”.
3 H: “Allah’a her vechile”.
4 H: “yaratılmamış olanlar”.
5 “Onun için gücünüz yettiği kadar Allah’a korunun…”
6 İbn Ebî Hâtim, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, III, 722:
َ َّ א َ َ َ ْ َ ِ ِه ا َ ُ ا ْ َ َّ َ َ ا ْ َ ْ ِم:ن َ َאل َ ا َّ ُ ا ا ّٰ َ َّ ُ َ א ِ ِ و َ ُ َّ ِإ وأ: َ َ ْ ِ ِ ْ ِ ُ ٍ ِ َ ِل ا ّٰ ِ َ א
ُْْ َ ُ َ َ َ ْ َْ َ
ِ ِ ِ ِ ِ َ ِ ِ
. َ َ א َّ ُ ا ا ّٰ َ َ א ا ْ َ َ ْ ُ َ ُ َ ا َ ُ ا ُو: َ
ْ ْ ُ ْ َ ْ َ َل ا ّٰ ُ َ ْ אً َ َ ا، ْ ُ ُ َ َ א ُ ا َ َّ َورِ َ ْ َ َ ا ُ ُ ْ َو َ َ َّ َ ْ َ א، ُ َ َ ْ ا
7 H ve F: “edilmiştir”.
Hak Dini Kur’an Dili 145
cemaat, hablullâhın aynı değil, ona i tisâmın hâsılıdır. Ebû Saîd-i Hudrî
hazretlerinden mervî olduğu üzere Resûlullah şöyle buyurmuştur:
ضِ ود ِﻣ َﻦ اﻟ ﱠﺴ َﻤ ِﺎء إِ َﱃ اﻷ َْر
ِ اﷲ اﻟْﻤﻤ ُﺪ
ِ اﷲ ﻫﻮ ﺣﺒﻞ ِ “ ﻛِﺘَﺎبSemâdan arza indirilmiş
َْ ُ َْ َ ُ ُ
olan hablullah kitâbullahtır”.1 Korkunç bir yolun kenarına çekilmiş olan
bir ip veya bir kuyuya düşmüş olanları çıkarmak için uzatılmış bir ip
ve ona vech-i lâyıkıyla iyice tutunmuş bir heyet tasavvur ediniz. İşte bu
tasavvurdan hâsıl olan hey’et-i ictimâ iye Kur’an etrafında mütemâdiyen
yükselen bir cemâ at-i İslâm’ın misâlini teşkil edecektir.
Bu i tisam için ale’l-ıtlâk bir cemaat olmak da kâfî değildir.
Meâl-i Şerîfi
Hem sizden müteşekkil, önde gider, hayra davet eder, mâruf ile emr
ve münkerden nehy eyler bir ümmet olsun, işte2 onlardır o felâhı
bulacaklar (104).
Va d-i ilâhî külliyetiyle temin edilmez; hayra davet, emr bi’l-ma rûf ve
nehy ani’l-münker ale’l- umûm Müslümanlara farz-ı kifâyedir. Bu
yapılmayınca hiçbir Müslüman mes’ûliyetten kendini kurtaramaz. Fakat
her ferde farz-ı ayn değildir. Mecmû -i ümmetin vazifesidir. Çünkü ِﻣ ْﻨﻜُ ْﻢ
buyurulmuştur. Buradaki ِﻣﻦtecrîdî veya teb îzî olmak üzere iki mânaya
muhtemildir. Tecrîdî olduğuna göre her Müslüman bununla me’murdur.
Teb îzî olduğuna göre de ale’l-umûm Müslümanların vazifeleri içlerinden
bunu yapacak bir ümmet-i mahsûsa teşkil etmek ve onlara mu âvenet
ve ittibâ ederek o vâsıta ile bu vazifeyi îfâ ettirmektir. Bunlar tâyin ve
teşkil edildikten sonra emr ü nehy bizzat onlar üzerine farz-ı ayn olur. Ve
fakat bunlar farzlarını edâ etmezlerse mes’ûliyet evvelâ bunlara, sâniyen
umûma teveccüh eder. Nizâm-ı tevhîd bozulduğu zaman zuhur edecek
şerr ü belâ da yalnız zâlimlere isabet edip kalmaz, umûma sirayet eder.
“Hayra davet”, dînî veya dünyevî bir salâhı tazammun eden herhangi
bir şeye davettir ki esası tevhid ve İslâm’dır. Emr bi’l-ma rûf ve nehy
ani’l-münker de bundan bir kısm-ı mühimdir. “Ma ruf ” muktezâ-
yı İslâm olan tâ atullah, “münker” de muktezâ-yı İslâm’a muhalif olan
ma siyetullah demektir. Ma ruf ve münkeri hablullahtan başka mi yar
ile ölçmeye kalkmak hevâya ve nefsânî arzulara tâbi olmaktır ki bu da
tefrika ihdas eylemektir. Bu noktayı daha ziyade îzah için buyuruluyor ki:
ٌ اب َﻋ ۪ﻈ
ۙ ﻴﻢ ٌ ﻚ ﻟ َُﻬ ْﻢ َﻋ َﺬ ۜ ُ َﻳﻦ ﺗَﻔَﺮَّ ُﻗﻮﺍ َوﺍ ْﺧﺘَﻠ َ ُﻔﻮﺍ ِﻣ ْﻦ ﺑ َ ْﻌ ِﺪ َﻣﺎ َﺟٓﺎءَ ُﻫ ُﻢ ا ْﻟﺒَ ّ ِﻴﻨ
َ ﺎت َوﺍُو۬ﻟٰ ٓ ِﺌ َ َو َﻻ ﺗَﻜُﻮﻧُﻮﺍ ﻛَﺎﻟ َّ ۪ﺬ
ُ ِ ﻳﻤﺎﻧ
ﻜ ْﻢ َ ﻮﻫ ُﻬ ْﻢ ۠اَכَ َﻔ ْﺮﺗُ ْﻢ ﺑ َ ْﻌ َﺪ ۪ا
ُ ت ُو ُﺟ
ْ َّ اﺳ َﻮد َ ﻮه ۚﻓَﺎ َﻣَّﺎ اﻟ َّ۪ﺬ
ْ ﻳﻦ ٌ ﻮه َوﺗ َ ْﺴ َﻮدُّ ُو ُﺟ
ٌ ﺾ ُو ُﺟ
ُّ َ﴾ ﻳ َ ْﻮمَ ﺗ َ ْﺒﻴ١٠٥﴿
ِ ّٰ ِﻀﺖ وﺟﻮﻫﻬﻢ ﻓَ ۪ﻔﻲ رﺣﻤﺔ
ۜ اﻪﻠﻟ َ ْ َ ْ ُ ُ ُ ُ ْ َّ َﻳﻦ ْاﺑﻴ َ ﴾ َوﺍَﻣَّﺎ اﻟ َّ ۪ﺬ١٠٦﴿ ون َ اب ﺑ ِ َﻤﺎ ﻛُ ْﻨ ُﺘ ْﻢ ﺗ َ ْﻜ ُﻔ ُﺮ َ ﻓَ ُﺬو ُﻗﻮﺍ ا ْﻟﻌَ َﺬ
ِ اﻪﻠﻟ ﻳ ۪ﺮ ُﺪ ﻇ ُ ْﻠ ِ ّٰ ﻚ ٰاﻳﺎت َ ُﻫ ْﻢ ۪ﻓﻴﻬَﺎ َﺧﺎﻟ ِ ُﺪ
َ ﻤﺎ ﻟ ْﻠﻌَﺎﻟ َ۪ﻤ
ﻴﻦ ً ُ ُ ّٰ ﻚ ﺑِﺎ ْﻟ َﺤ ِّﻖ ۜ َو َﻣﺎَ ﻮﻫﺎ َﻋﻠ َ ْﻴ َ ُاﻪﻠﻟ ﻧ َ ْﺘﻠ ُ َ َ ﴾ ﺗ ِ ْﻠ١٠٧﴿ ون
ِ ّٰ ض و ِﺍﻟ َﻰ ِ ِ ﴾ و ِ ّٰﻪﻠﻟِ َﻣﺎ ﻓِﻲ اﻟﺴ ٰﻤ َﻮ١٠٨﴿
﴾١٠٩﴿ ۟ ﻮر ُ اﻪﻠﻟ ﺗُ ْﺮ َﺟ ُﻊ ْاﻻ ُ ُﻣ َ ۜ ِ ﺍت َو َﻣﺎ ﻓﻲ ْاﻻ َْر َّ َ
1 B: “ebednişîndirler”.
2 H: “Hem siz şunlar, şu kendilerine beyyineler geldikten sonra ayrılık çıkarıp ihtilâf edenler gibi olma-
yın, onlar için bilhassa azîm bir azab var (105). Birtakım yüzlerin ağaracağı ve birtakım yüzlerin kara-
racağı gün ki, o yüzleri kararanlara ‘küfr ettiniz hâ, imanınızdan sonra? O hâlde tadın azâbı, ettiğiniz
nankörlüğün cezâsı’ (106). Amma yüzleri ağaranlara gelince artık Allah’ın rahmeti içindeler, onlar onun
içinde ebednişînler (107). İşte bunlar Allah’ın âyetleri, sana hak sebebiyle tilâvet ediyoruz onları, yoksa
âlemîne bir zulüm murad ediyor değildir Allah (108). Allah’ınken hep göklerdeki, yerdeki ve Allah’a
ircâ olunurken bütün umûr (109)”.
3 F -“hayırlı olurdu”.
Hak Dini Kur’an Dili 149
1 H: “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet olarak vücûda geldiniz. Ehl-i kitab da imana gelse
idi kendileri için hayırlı olurdu, içlerinden mü’min olanlar varsa da ekserîsi baştan çıkmış fâsıklar (110).
Onlar size bir ezâdan başka zarar edemezler, sizinle çarpışacak olsalar size arkalarını dönerler, sonra da
nusret bulamazlar (111). Nerde olsalar zillet altında kalmaya mahkumdurlar, meğer ki Allah’ın ahdine
ve mü’minlerin ahdine sığınmış olsunlar. Döne dolaşa Allah’ın gazabına müstahik oldular ve meskenet
altında ezilmeye mahkum kaldılar. Sebebi, çünkü Allah’ın âyetlerine küfr ediyorlardı ve peygamberleri
bile bile haksızlıkla öldürüyorlardı. Sebebi, âsî olmuşlardı, ta addî ediyorlardı (112)”.
2 H +“lâekal”.
150 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H: “Hepsi bir değiller, ehl-i kitab içinden doğrulan bir ümmet var, gece vakitleri secdelere kapanarak
Allah’ın âyetlerini okuyorlar (113). Allah’a inanırlar, âhiret gününe inanırlar, mâruf emrederler, mün-
kerden nehyederler, hayırlı işlere koşuşurlar, işte bunlar sâlihîndendirler (114). Ve hayra dair her ne
yaparlarsa hiçbir zaman ona küfran ile karşılanmayacaklardır, Allah müttakīleri bilir (115)”.
2 F: “ümmet-i müstakīme ve âdile demektir”.
3 H: “‘Ümmet-i kāime’, hakşinas, ümmet-i müstakīme ve âdile demektir”.
4 Taberî, Câmiu’l-beyân, VII, 120-121:
، د و أ، وأ، وأ، و،م ّٰ ا א أ:אس אل ا
إ أ ار א! و כא ا و אآ: א أ אر د وأ ا כ، ا ور،م ا ور ا ا آ او
» ا اء أ ا כ אب أ אئ: ذכ و ّٰ ل ا،ه وذ ا إ، אر א א כ ا د آ אئ
« »وأو ئכ ا א ن آ אت ا ّٰ « إ
5 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 331:
ِ ان وا ْ َ ِ و َ َ ِ ِ ا ْ َ ِ و َ َ َ ٍ ِ ا
وم َכא ُ ا َ َ ِد ِ ِ َ َو َ َّ ُ ا َ ِ ِ َ ِ ْ َ َ َ أَ َّ َ א:אء ٍ َ
ُّ َ َ ََ َ َ َ ْ َ َ َ ْ َ ِ ْ أ ْر َ َ ْ أ َ ْ َ َو
.ِ ُ َ َّ ٍ َ َ ِ ا َّ َ ُة َوا َّ َ ُم
ْ
Hak Dini Kur’an Dili 151
ِۚﻚ اَﺻ َﺤﺎب اﻟﻨَّﺎر ِٓ ِ ّٰ اِ َّن اﻟ َّ۪ﺬﻳﻦ ﻛَﻔَﺮوﺍ ﻟ َﻦ ﺗُﻐ ِﻨﻲ ﻋﻨﻬﻢ اَﻣﻮﺍﻟُﻬﻢ و َ ٓﻻ اَو َﻻدﻫﻢ ِﻣﻦ
ُ ْ َ اﻪﻠﻟ َﺷ ْﻴ ًٔـﺎۜ َوﺍُو۬ﻟٰﺌ َ ُُْ ْ َ ُْ َ ْ َُْْ َ ْ ْ ُ َ
ﻮن ۪ﻓﻲ ٰﻫ ِﺬهِ ا ْﻟ َﺤ ٰﻴﻮ ِ اﻟ ُّﺪ ْﻧﻴَﺎ ﻛَ َﻤﺜَ ِﻞ ۪ر ٍﺢ ۪ﻓﻴﻬَﺎ ِﺻ ٌّﺮ َ ُﻫ ْﻢ ۪ﻓﻴﻬَﺎ َﺧﺎﻟ ِ ُﺪ
َ ﴾ َﻣﺜَ ُﻞ َﻣﺎ ﻳُ ْﻨ ِﻔ ُﻘ١١٦﴿ ون
َ اﻪﻠﻟُ َو ٰﻟ ِﻜ ْﻦ اَ ْﻧ ُﻔ َﺴ ُﻬ ْﻢ ﻳ َ ْﻈﻠِ ُﻤ
﴾١١٧﴿ ﻮن ّٰ ث ﻗَ ْﻮ ٍم ﻇَﻠ َ ُﻤ ٓﻮﺍ اَ ْﻧ ُﻔ َﺴ ُﻬ ْﻢ ﻓَﺎ َْﻫﻠَﻜَ ْﺘ ُﻪ ۜ َو َﻣﺎ ﻇَﻠ َ َﻤ ُﻬ ُﻢ
َ ﺖ َﺣ ْﺮ
ْ َ ﺻﺎﺑ
َ َا
1 B: “şerâit-i”.
2 Ebû Hayyân, el-Bahru’l-muhît, III, 309:
ِ َ ّٰ وم ا ِ ِ َّ ا ِ ُ ُ َ َ ِ ِ ِ ْ َن ِ א ُ ا ِ َ ِائ ِ ا ِ ِ ِ ِ ِ
ْ َ ُ َ ّ َّ ْ َّ َ َ ْ ََ َ ُ ُ َ َو، َ אس ا ْ َ ْ َ אرِ ُ َ ّ َ َو َ ْ َ ُ َن َ ا ْ َ َא ٌ َ אن
َ َو َכ
ٍ
. َ ََ َ ْ ِ أ ِ و و ٍور اء ا و ة اررز َ أ ِ אء
ْ ُ َ َ َ ُ ُ َ
ْ ُ ْ َ َ ْ َ ْ َّ ُ َ ُ ْ َ ْ ُ َ َ َ َ َ ْ َ ْ ُ ْ َ ُ ُ ُ ُ ْ ُ
ْ َ َ َّ َ ، َ َّ َ َو
3 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 331:
אب َ ُ ا ِ ِ َ ْ ِ َذ َכ َ ِ ِه ا
ِ َ אن أَ َّن ُכ َّ أَ ْ ِ ا ْ ِכ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِإ َّ َ א َ َ א و َ أَ ْ َ ا ْ ِכ: َ ِ و
ْ ََ َ َ َ ُ ْ َ ْ אب ا ْ َ ا ْ ُ َ َ ّ َ ِא ّ َ אت ا َ َ َ َّ َ ُ َ
، ِ ِ َ ْ אل ا ِ ِ ْ אت ا ْ ِ َ ِة وا
َ َ َ
ِ َ ِ ً א ِא
ّ
ِ
ُ ْ َ َ ْ ِ ْ َ ْ َ ُכ ُن،َכ َ َכ
ِ
َّ ْ
4 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 331-332:
، ِ ِ َ ْ ُ ْ ِ َو َ َ َ َ ا ا ْ َ ْ ِل َ ُכ ُن ا ْ ُ ْ ِ ُ َن،אن ِ أُو ِ ا ْ ِכ َאب ِ أَ ْ ِ ا ْ َْد ِ َ أَ ْن َ ُכ َن ا ْ ُ ُاد ِ َ ْ ِ ا ْ ِכ: ِ َوا ْ َ ْ ُل ا َّא
ْ َ ْ َ َ ْ َ ُّ אب ُכ َ
152 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Ancak:
ت ً َﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ َﻻ ﺗَﺘ َّ ِﺨ ُﺬوﺍ ﺑِﻄ َﺎﻧَﺔ ً ِﻣ ْﻦ دُوﻧِﻜُ ْﻢ َﻻ ﻳ َ ْﺄﻟُﻮﻧَﻜُ ْﻢ َﺧﺒ
ِ ﺎﻻۜ َودُّوﺍ َﻣﺎ َﻋ ِﻨﺘُّ ْﻢ ۚ ﻗَ ْﺪ ﺑ َ َﺪ َ ﻳَٓﺎ اَﻳُّﻬَﺎ اﻟ َّ۪ﺬ
1 F: “zulmetmemiştir”.
2 H: “Şüphesiz o küfr edenlerin ne malları ne evladları Allah’tan kendilerini asla kurtaramaz. Onlar as-
hâb-ı nâr, hep orada kalacaklar (116). Onların bu dünyâ hayatta yapmakta oldukları masrafın temsîli de
bir rüzgârın hâline benzer ki kavurucu bir soğuğu var, nefislerine zulmeden bir kavmin ekinine sataşmış
mahvetmekte, Allah zulmetmiş değil onlara velâkin nefislerine zulmediyorlardı (117)”.
3 B: “boğazları”.
Hak Dini Kur’an Dili 153
1 H: “Ey o bütün iman edenler! Ağyârınızdan yâr tutmayın, sizi şaşırtmakta kusur etmezler, sarpa sarma-
nızı arzu ederler. Görmüyor musunuz buğzları dâima ağızlarından taşıyor, sînelerinin gizlediği ise daha
büyüktür, işte size âyetleri sarih bildirdik aklederseniz (118). Hâ, sizler ta şunlarsınız, onları seversiniz
onlarsa bütün kitaplara iman ettiğiniz hâlde sizleri sevmezler, yüzünüze geldiler mi ‘âmennâ’ derler,
tenha kaldılar mı size gayzlarından parmaklarını ısırırlar, ‘Gayzınızla ölün’ de, ‘şüphesiz Allah bütün
sînelerin künhünü bilir’ (119). Size bir iyilik dokunursa fenalarına gider, başınıza bir musibet gelirse
onunla ferahlanırlar, eğer siz sabırlı olur ve iyi korunursanız tuzakları size bir zarar vermez, çünkü Allah
onları kendi amelleriyle kuşatmıştır (120)”.
2 B: “iş”.
3 B: “yüzüne”.
4 B: “husûsâtta”.
5 B -“ve muâmelâtta”.
6 B: “boğazları”.
7 B: “kimselersiniz”.
8 H -“onları, yani”.
9 B: “ma nâsını”.
154 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
istemez. Lâkin {}و َﻻ ﻳُ ِﺤﺒُّﻮﻧَﻜُ ْﻢ َ mü’min ve müslüman olmayanlar size karşı öyle
değildir. Onlar sizi sevmezler. Bunun böyle olmasının sebebi de {ﻮن َ َُوﺗُ ْﺆ ِﻣﻨ
ﺎب ﻛُﻠِّ ۪ﻪِ َ }ﺑِﺎ ْﻟ ِﻜﺘsiz Müslümanlar bütün kitablara iman edersiniz, ve tamamen
iman edersiniz. Onun için herhangi bir kitaba mensub olanların ve hatta
mensûbiyet iddiasında bulunanların kendilerine hüsn-i nazarları kadar
sizin de onlara hüsn-i nazarınız bulunur. Zira imanın muktezâsı budur.
Fakat böyle olduğunuz hâlde1 onlar öyle değildirler. Sizin kitâbınıza
inanmazlar küfr ederler, inandıkları kitaba da bâlâda görüldüğü üzere
hepsi tamamıyla inanmış değildir. Binâen aleyh Müslümanların gayr-i
müslimlere karşı nazarları ve muâmeleleri mü’minâne olduğu hâlde
gayr-i müslimlerin müslimlere nazar ve muâmeleleri akideleri mûcebince
dâima ve bi’z-zarûre kâfirâne olur. Bundan dolayıdır ki hakīkī bir
Müslüman [1164] umûmun bitâne-i umûru olmaya lâyık olduğu
hâlde gayr-i müslimlerin müslimlere bitâne olması hem kendilerine
hem Müslümanlara zarardır. Velhâsıl Müslüman vicdanı temiz ve geniş,
diğerleri ise dar ve bulaşıktır. Sâlisen, münafıklar yüze karşı gelince “biz
mü’miniz” derler {}و ِﺍذَا ﻟ َُﻘﻮﻛُ ْﻢ ﻗَﺎﻟُٓﻮﺍ ٰا َﻣﻨَّﺎ َ fakat tenha kaldılar, meydanı boş
buldular mı ehl-i imana gayzlarından parmaklarını ısırırlar, dâima diş
gıcırdatır dururlar {ﺎﻣ َﻞ ِ َ اﻻ َﻧ
ْ ﻀﻮﺍ َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ُﻢ ِ bunun için {اِن ﺗﻤﺴﺴﻜُﻢ ﺣﺴﻨﺔ
ُّ }وﺍذَا َﺧﻠ َ ْﻮﺍ َﻋ
َ ٌَ َ َ ْ ْ َ َْ ْ
} َ ُ ْﺆ ُﻫ ْﻢsiz mü’minlere bir güzellik dokunursa fenalarına gider, meselâ
Müslümanların sıhhat-i bedenleri, ucuzluk ve refahları, düşmanlarına
zaferleri2, beynlerinde ülfet ve mahabbetleri onları memnun etmez
ُ }و ِﺍ ْن ﺗُ ِﺼ ْﺒ
{ﻜ ْﻢ َﺳ ّ ِﻴﺌَﺔٌ ﻳ َ ْﻔ َﺮ ُﺣﻮﺍ ِ َﺎ َ ve fakat size bir kötülük isabet ederse onunla
3
ِ ِ
ﺖ ٌ ﻴﻊ َﻋ ۪ﻠ
ْ َّ﴾ ا ْذ َﻫﻤ١٢١﴿ۙ ﻴﻢ ٌ ﺍﻪﻠﻟُ َﺳ ۪ﻤ ّٰ ﺎﻋ َﺪ ﻟ ِ ْﻠ ِﻘﺘَﺎ ِۜل َو
ِ َﻴﻦ َﻣﻘ ِ
َ ئ ا ْﻟ ُﻤ ْﺆﻣ ۪ﻨ ُ ِﻚ ﺗُﺒَ ّﻮ َ ِت ِﻣ ْﻦ اَ ْﻫﻠَ َوﺍ ْذ ﻏَ َﺪ ْو
﴾١٢٢﴿ ﻮن َ اﻪﻠﻟِ ﻓَ ْﻠﻴَﺘَ َﻮﻛ َِّﻞ ا ْﻟ ُﻤ ْﺆ ِﻣ ُﻨ
ّٰ ﺍﻪﻠﻟُ َوﻟِﻴُّ ُﻬ َﻤﺎ ۜ َو َﻋﻠَﻰ ُ ﻃَٓﺎﺋ ِ َﻔﺘَﺎ ِن ِﻣ ْﻨ
ّٰ ﻜ ْﻢ اَ ْن ﺗ َ ْﻔ َﺸ َﻼ ۙ َو
1 B: “nazarlarını”.
2 H: “Bir vakit sen ehlinden çıktın, mü’minleri muharebe için elverişli mevkilere yerleştiriyordun ve Allah
idi bir işiten, bilen (121). O hengâmda ki içinizden iki tâife yılmak istemişlerdi, hâlbuki zahîrleri Allah
idi. Ancak Allah’a dayanmalı mü’minler (122)”.
3 B: “tezkâr”.
4 B -“bir düşmana çıktıksa musibete uğradık ve fakat herhangi”.
156 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
yüze harb eder, kadınlar, çocuklar da taşa tutarlar, ric at ederlerse fena
hâlde hâib ü hâsir dönerler giderler” demişlerdi. Diğer bazıları da “Şu
kelblere karşı çıkalım, kendilerinden korktuk zannetmesinler” dediler,
bunun üzerine Aleyhissalâtü vesselâm buyurdu ki: “Ben rüyamda gördüm,
etrafımda bir sığır boğazlanıyordu, bunu hayra yordum. Kılıcımın
ucunda bir gedik gördüm, bunu da bir hezimete yordum ve gördüm ki
sanki ben muhkem bir zırhlı gömleğe idhal edildim, bunu da Medine
diye yordum. Re’yiniz olursa Medine’de kalır ve onları bırakırsınız.”
Buna karşı Müslümanlardan Bedir muharebesine yetişememiş1 olan ve
Uhud günü şehadetleri mukadder bulunan birtakım zevat “her hâlde
bizi düşmanlarımıza çıkar” dediler ve bunda ısrar eylediler. Binâen aleyh
Resûlullah da zırhını giyindi, giyinince ısrar edenler “biz ne fena yaptık,
Resûlullah’a vahiy gelirken ona karşı reyimizde ısrara kalkıştık” diye
nedamet ettiler. Bunun üzerine “Yâ Resûlullah ne reyde isen öyle yap”
dediler, Resûlullah da “bir peygamber zırhını giyince artık harb etmeden
onu çıkarması yaraşmaz” buyurdu ve cuma günü cuma namazından
sonra bin kişi ile çıkıp hareket etti. Cumartesi günü sabahleyin Uhud’da
Şi b nâm mevki e vardılar, piyade olarak yürüyordu, ashâbını harb için
saf yapıp ta biye ediyordu ve safları o kadar tanzim buyurdu ki biraz
çıkmış bir göğüs görse “geri çekil” diyordu, vâdinin bir cânibine kondu,
gerek kendisinin ve gerek askerinin2 arkasını Uhud’a verdi. Abdullah
b. Cübeyr’i3 okçulara kumandan yaptı, “oklarla bizi müdafaa ediniz,
arkamızdan gelmesinler” diye emretti. Ve ashâbına da “bu makamda
iyi durunuz, düşman sizi görünce döneceklerdir. Sakın dönenleri tâkip
ِ ئ ا ْﻟﻤ ْﺆ ِﻣ ۪ﻨ َ َﻣ َﻘ
etmeyiniz ve bu makamdan çıkmayınız” buyurdu. İşte ﺎﻋ َﺪ ُ ُ ِﺗُﺒَ ّﻮ
ﻟ ِ ْﻠ ِﻘﺘَﺎ ِلbunları ihtardır. ﻚ
َ ِ ِﻣ ْﻦ اَ ْﻫﻠde Hazret-i Aişe’dir. O gün Resûlullah onun
nezdinden hareket buyurmuştu. Sonra Abdullah b. Übey reyine [1167]
muhalefet edildiğinden dolayı “çocukların sözlerini dinledi de benimkini
dinlemedi” diye içerlemişti. Kendi adamlarına “Muhammed, düşmana
1 B: “muharebe yetişmemiş”.
2 B: “ekserinin”.
3 B: “Übeyy’i”.
Hak Dini Kur’an Dili 157
1 B: “sabretmediler”.
2 M ve B: “onlar da bir hayli maktul ve mecruh vererek”.
158 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ki Hazrec’den Benî Seleme ile Evs’ten Benî Hârise dahi za f-ı kalbe düşüp
ﺍﻪﻠﻟُ َوﻟِﻴُّ ُﻬ َﻤﺎ az daha dönecek gibi olmuşlar, fakat
َ medlûlünce Allah saklamış,و ّٰ
ﺖ ﻃَٓﺎﺋِﻔَﺘَﺎ ِن ِﻣ ْﻨﻜُ ْﻢkalblerini toplamış1, tashîh-i niyet eylemişlerdir ki {... ِ
ا ْذ ﻫَﻤَّ ْ
} âyeti de bunlara işaret olduğu beyan kılınmıştır. Bunda bir münafığıاﱁ
bitâne ittihaz edip istişareye karıştırmaktan çıkan mazarrata da büyük
bir misâl vardır. Binâen aleyh Müslümanlar sabr u ittikā ile vazifelerini
bilmeli ve ancak Allah’a tevekkül ve itimad etmelidirler. Kalblere kuvvet
veren O, zaaf veren yine O’dur. İkbal O’ndan, idbar da O’ndandır.2
1 B: “toplamışlar”.
2 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 345-347:
אر َر ُ ُل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو َ َّ أَ ْ َ א َ ُ َو َد َ א ِ ُ ٍ ِ َ
َ ُ َ ََْ
لو ا ّٰ أ
َ ْ ُر ِو َي أ َّن ا ْ ُ ْ ِ כ َ َ َ ُ ا ِ ُ َ ْ َم ا ْ َْر ِ َ אء َ א ْ َ َ َ
אر ُه َ َ َאل َ ْ ُ ا ّٰ ِ َوأَ ْכ َ ُ ا ْ َ ْ َ אرِ َ :א َر ُ َل ا ّٰ ِ أَ ِ ْ ِא ْ َ ِ َ ِ َو َ َ ْ ُ ْج ِإ َ ْ ِ ْ َوا ّٰ ِ َ א َ َ ْ َא ِ ْ َ א ِإ َ َ ُ ٍّو َ ُّ ِإ َّ َ ْ ُ ُ َ ُّ َ ْ َ َ ْ َ َ
َ א َ א
אل ِ אب ِ َّא َو َ َد َ َ َ ُ ٌّو َ َ ْ َא ِإ َّ أَ َ ْ َא ِ ْ ُ َ َ ،כ ْ َ َوأَ ْ َ ِ َא؟ َ َ ْ ُ ْ َ ِْن أَ َ א ُ ا أَ َ א ُ ا ِ َ ِّ َ ْ ِ ٍ َوإ ِْن َد َ ُ ا َ َ َ ُ ُ ا ِّ َ ُ أَ َ َ
ون :ا ْ ْج ِ َא ِإ َ َ ُ َ ِء ا ْ َْכ ُ ِ ِ َئ َّ َ ُ ُّ ا أَ َّא َ َ אر ِةَ ،وإ ِْن َر َ ُ ا َر َ ُ ا َ ِאئ ِ َ َو َ َאل آ و ِ ِ ،ور א ا ِ ّ אء وا ِ א ُن ِא ْ ِ
ُ ُ َ َ ْ َ َ َ ُ ُ َ ُ َ ّ َْ ُ ُ
א و ذ אب َ ْ ِ ْ َא ُ َ َ َ ،אل َ َ ِ ا َّ َ ُة َوا َّ َ ُمِ » :إ ِّ َ ْ َرأَ ْ ُ ِ َ َא ِ َ َ ا ُ ْ َ ُ َ ْ ِ َ َ َّو ْ ُ َ א ا ورأ
ً ْ ْ
« َ َ َאل َ م ِ ا ْ ِ ِ ِ َ ِ َ ً َو َرأَ ْ ُ َכ َ ِّ أَ ْد َ ْ ُ َ ِ ي ِ ِد ْر ٍع َ ِ َ ٍ َ َ َّو ْ ُ َ א ا ْ َ ِ َ َ َ ِْن َرأَ ْ ُ أَ ْن ُ ِ ُ ا ِא ِ ِ و
َ َ ْ ٌ َ ُْ َْ َ َََ ُ ُْ ْ
אد ِة َ ْ َم أُ ُ ٍ ا ْ ْج ِ َא ِإ َ أَ ْ َ ِائ َא َ َ َ َ ا ُ ا ِ ِ َ َّ َد َ َ َ َ ِ َ َ ْ َ َ ُ َّ َ َ ،א َ ِ َ َ َم ا ْ َ ْ ُم،
ِ
ا َّ َ َ א َ ْ ُ ْ ) َ ْ ٌر( َوأَ ْכ َ َ ُ ُ ا ّٰ ُ ِא َّ َ َ
ِ
ْ ُ
ِ ِ ِ َ َ َر ُ ل ا ّٰ َوا ْ َ ْ َ ْ ،א ا ا ِ ِ ِ ِ ِ
َ ِ ٍّ أَ ْن َ ْ َ َ َ ْ َ َ ُ א ر ل ا א رأَ ،אل» :
َ َ ُ َ ُ ْ َ ْ َ َ ُ َ ّٰ َ َ ْ َ َ َ َ َ َ ْ َ ُ َْ َ َ ََْ ُ ُ
א َو َ א ُ اِ :ئ א
ال َ َ َ َ َ ،رِ ْ َ ْ ِ َو َ َ َ َ ُ ُّ ِא ِ ّ ِ ِ أُ ٍ م ا ِ ِ ِ ّ ِ ِ َ ٍ ج م ا ْ ُ ِ وأَ « א َ َ َ ُ َ א َ َّ
َّ ْ ْ َ ْ َ َّ ْ ُ ْ ْ َ ُ َ َ ْ َ
אن ُ ُ و ُ ُ ِ َ א ِ ِ ا ْ َ ِاديَ ،و َ َ َ َ ْ َ ُه َو َ ْ َכ َ ُه ِإ َ אل َכ َ َّ َ א ُ َ ِّ ُم ِ ِ ُ ا ْ ِ ْ َح إ ِْن َرأَى َ ْ ًرا َ אرِ ً א َ َאل َ ُ َ َ َّ ْ َ ،و َכ َ أَ א ِ ْ ِ َ ِ
ْ َ َُ
أُ ُ ٍ َوأَ َّ َ َ ا ّٰ ِ ْ َ ُ ٍ َ َ ا ُّ َ ِאةَ ،و َ َאلْ :اد َ ُ ا َ َّא ِא َّ ِ َ َّ َ َ ْ ُ َא ِ ْ َو َر ِائ َאَ ،و َ َאل َ َ ِ ا َّ َ ُة َوا َّ َ ُم ِ َ ْ َ א ِ ِ :ا ْ ُ ا
ُ ْ ْ َْ َ ْ
אر ُ ْ َ َ َ ،ا ا ْ ُ ْ ِ ِ َ َو َ َ ْ ُ ا ِ ْ َ َ ا ا ْ َ َ ِאم ُ ،إ َِّن ا ُ َل َ َ ِ ا َّ َ ُة َوا َّ َ َم َ َ ا ا ْ َ َ אمَ ِ َ ،ذا َ א َ ُ ُכ ْ َو ُّ ُכ ُ ا ْ َْد َ َ
ِ ِ
ْ َّ َّ ُ ُ
ِכ ، ِ
ه و ِ ِ א ِ
إ ا ِن إ : ِ ِ א َ ِ אل
ُ َّ َ َ ، ِ א و ان ِ ا אع َ أ : אل و ، כ ِ
َ َّ َ َ َ َ َ َ ْ ّٰ ْ ِ َ ٍ َ َّ َ َ ْ َ َ َ َ َ ذ ِ ُ أ ِ ا ِ ي ْ
أ ر א א
َّ ُ َ َّ ً َّ َ َ ْ َ ُ َ ُ ّ ُ ْ ْ َ َ َ ْ َْ َ َ َ َ ّ
َو َ ْ َو َ َ أَ ْ َ א َ ُ أَ َّن أَ ْ َ َاء ُ ْ ِإ َذا َ א َ ُ ُ ُ ا ْ َ َ ُ اَ ِ َ ،ذا َرأَ ْ ُ ْ أَ ْ َ َاء ُ ْ َ א ْ َ ِ ُ ا َ َ ْ َ ُ ُכ ْ ُ ِ َ َ ،ا ْ َ ْ ُ َ َ ِ َ ِف َ א َ א َ ُ ُ َ َّ ٌ
אن ُ ْ َ ُ َ ْ َכ ِ ا ْ ُ ْ ِ ِ َ أَ ْ ً א َ ،א ْ َ َ َم َ ُ ا ّٰ ِ ْ ُ أُ َ ٍ َ َ َ َ ِ ِ אئَ ٍ ، אن ا ْ َ َ َم َ ْ ُ ا ّٰ ِ ِא ْ ُ َא ِ ِ َ َ ،و َכ َ َ ِ ا َ م َ َ ،א ا ْ َ َ ا ْ َ ِ َ ِ
َّ َ ْ َّ ُ
ّ ْ
אن ا ّٰ ُ َ َ א َ َ َّ ُ ِ َ ِ َכ ُ ِ َ ،ا כ و ، م ِ ا ام ِ ا ن ِ ا ى َ أر א ، ِ
כ ا ا ِ ِ ٍ ِ
َ ْ ُْ ُ َ ْ َ َ َْ َ َ َ ْ ْ َ َ َّ َ َ ِ ُ ْ ْ َ َ َ ْ َ ْ ُ אئَ َّ َ َّ ُ ،ا ُ ُ ا ّٰ ُ َ َ َ َ َّ َ َ ُ
כ ذ
َ
ا ر َ أ ن
ْ َ أ َّ
ُ َ ْ َ َ َ َْ َ و ِ َ ّٰ ا َّ ل ِ ا َ أ ا ُ َ א و
َ َْ َ َ َ ، ِ ْ ا כ ِ ذ
َ ا כُ ْ َ َ ََ ُ و ِ ِ ْ ا ا َ َ َ ، رٍ ِ
َ َ ََ َ َْ ِ ا כ ُ ِ ا ْ ا هِ ِ َ ن َ أَ ْن َ ُ
כ
َ ُْ َ ْ َ َّ ُ ُ
َ א ُ ِ ُّ َنَ َ َ ،ر َاد ا ّٰ ُ َ َ א َ أَ ْن َ ْ ِ َ ُ َ ْ َ َ ا ا ْ ِ ْ ِ ِ َئ َّ ُ ْ ِ ُ ا َ َ ُ َ א َ َ ِ ا ُ ِل َ َ ِ ا َّ َ ُم َو ِ ْ َ ُ ا أَ َّن َ َ ُ ِإ َّ َ א
َ ْ َ ْ َّ ْ
ِ م و ِ َכ ِ َא َ ِ ِ ِ َّ ِ َو ِ ُ ِ ِ َ ،و َ َ َ َכ ُ ا ّٰ ُ َ َ َ ُ ِّو ِ َ َ ُ ُ ا َ ُ َ َ َ َع ا ّٰ ُ ا ُّ ْ َ ِ ْ ُ ُ ِب ا ْ ُ ْ ِ ِכ ،כ
َ َ َ َُ َ َْ ُ ْ ْ ْ َ ُ َ ْ ََ
כ
َ َ َّ ُ ُ َ ْ ُ ُ ْ
ل ون َ أَ ٍ وا ون َو َ ْ ُ َ ا ْ ُ ْ ِ ُכ َن َو َ َ َّ َق ا ْ َ ْ َכ ُ َ ْ َر ُ ِل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ ِ َو َ َّ َ َ ،כ َ א َ َאل َ َ א َ ِ :إ ْذ ُ ْ ِ ُ َ
ان َ (١٥٣/٣و ُ َّ َو ْ ُ ا ُ ِل َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ ِ َو َ َّ َ َو ُכ ِ َ ْت َر َא ِ َ ُ ُ َو ُ َّ ْ َ ُ َ ْ َ َ ُدو َ ُ َ ،و َ ْ َ ْ َ َ َ ُ ِإ َّ )آل ِ ْ َ َ ِ ِ أُ اכ
ْ ُْ
َّ
ِ אن َر ُ ٌ ُ َכ َّ أَ َא ُ ْ َ َ ِ
אس َو َ ْ ٌ َ ،و َو َ َ ا َّ ْ َ ُ ا ْ َ ْ َכ ِ أَ َّن ُ َ َّ ً ا َ ْ ُ َ َ ،و َכ َ ِ ِ ِ َ
אر אدى ا ْ َ ْ َ َ אن َ ا ْ َ ْ َ אرِ َ َ أ ُ َ ْכ ٍ َو َ ٌّ َوا ْ َ َّ ُ
َن و َכ ُ ِ ِ ا ْ ِ احَ َ َ ،אل َّ ا ّٰ َ ِ و َّ » :ر ِ אن ُ ِ َ ِ َ כَ و ، אر ْ َ ْ او ونَ ِ א ْ ا ِإ َ ِ َ ، و َ َאل َ :ا ر ُل ا ّٰ ِ
ُ ْ َ َ َ َ َ َ َ َ ُ ُ ُْ َُْ َ َ ْ َ ُ َ َ َ َ َ ْ ُ َ ُ َ ُ َ َ
ا ّٰ ُ َر ُ ً َذ َّب َ ْ ِإ ْ َ ا ِ ِ « َو َ َّ َ َ ا ْ ُ ْ ِ ِכ َ ِ َ ْ َ َ ُ َ َّ َכ َ َ ُ َ ِ ا ْ َ ْ َ َوا ْ َ َ َوا ّٰ ُ أَ ْ َ َ .وا ْ َ ْ ُ ُد ِ َ ا ْ ِ َّ ِ أَ َّن
ُ ْ ْ
ُل َّ ا ّٰ َ ِ ِ ِ ِِ ٍ ِ َ ُ ِ َ َ ِ ٍ
ُ َ ْ َ אر َכא ُ ا َ َ َ َ آ َ ف َوا ْ ُ ْ ُ َن َכא ُ ا أ ْ ً א َوأ َ َّ َ َّ ُ ،ر َ َ َ ْ ُ ا ّٰ ْ ُ أ َ ٍّ َ َ َ َ אئَ ْ أ ْ َ א ِ َ َ َ ا َّ ُ ا ْ ُכ َّ َ
َ
אر َّ َ ُ ،א َ א َ ُ ا أ ْ ا ُ ل َوا ْ َ َ ُ ا ِ َ َ ِ ا ْ َ َאئ ا ْ َ َ َ ا ْ ْ َ َ ِ َوا ْ َ َ ُ ا ِ ِ ِ َ
َ َّ َو َ َّ َ َ َ ِ ِ אئَ ٍ َ َ َ ،א َ ُ ا ّٰ ُ َ َّ َ َ ُ ا ا ْ ُכ
ُ ْ ْ َ َّ َّ ُ ْ َ
ان َ (١٢٠/٣وأَ َّن ا ْ ُ ْ ِ َ َ ْ أَ َ א َ ُ ا ّٰ ُ، َو َو َ َ َ א َو َ َ َ ،و ُכ ُّ َذ ِ َכ ُ َ ِّכ ُ َ ْ َ ُ َ َ א َ َ :وإ ِْن َ ْ ِ وا َو َ َّ ُ ا َ َ ُ ُّ ُכ َכ ُ ُ َ ئאً )آل
ْ ْ ْ ْ ُ
َوا ْ ُ ْ ِ َ ْ َ َ َ ُ ا ّٰ ُ...
َ
אن ِא ِّ א ِ ِ ، אن ِ ا ْ َ ْ אرِ ِ َ َ ُ :ا ْ َ ْ ر ِج و ُ אرِ َ َ ِ ا ْ َو ِس َ א ا ْ َ م ُ ا ّٰ ِ أُ ٍ َ ِ ا َّ ِאئ َ َ ِ ِ ا ِאئ ِ
אن
َ ْ ُ َ ّ َّ َّ َ َ َ ْ َ ْ َ ََ َ َ َ َ َ َ َ َّ َ َ َ َّ
َ َ َ َ ُ ا ّٰ ُ ُ َ َ ،ا َ َ ا ُ ِل َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو َ َّ ،
َ ْ َّ َ ُ
َ ُ َل ا ْ ُ َא ِ ِ َ ،و َذ ِ َכ َ ُ ُّل َ َ أَ َّ ُ َ ا ّٰ أ אر َ ْ َم أُ ُ ٍ ِإ َّ َ א َ َ َ َ ِ ِ ِ ِ
َو َو ْ ٌ آ َ ُ َو ُ َ أ َّن ا ْ כ َ َ
َ ُ ُز ا ِّ َ א ُذ َ ُ َ ِء ا ْ ُ َא ِ ِ َ ِ َא َ ً .
Hak Dini Kur’an Dili 159
“Bedr” Mekke ile Medine arasında bir kuyu suyunun ismidir ki sâhibi
Bedr b. Kelde’nin nâmıyla veya ay gibi parlak ve yuvarlak olduğundan
dolayı “Bedr” tesmiye [1170] edilmiştir. O mevzi e veyahut vâdiye
“Bedr” denildiği dahi mervîdir. İkrime’den nakledildiğine göre burası
câhiliyede bir ticaret yeri imiş. Resûlullah’ın müşriklerle ilk muharebesi
olan Bedir gazası burada vâki olmuştu ki hicretin ikinci senesi şehr-i
ramazanın yirmi yedinci cuma gününe müsadif idi. O gün {ٌ}وﺍ َ ْﻧ ُﺘ ْﻢ اَ ِذﻟَّﺔ َ
medlûlünce Müslümanlar gayet az, fakir ve1 maddeten son derece za f-ı
hâl2 içinde idiler. Mecmû u üç yüz on küsür kişiden ibaret bir zümre-i
mücâhidîn idi. Yetmiş yedisi muhâcirînden ve sancaktarları Hz. Ali
idi. İki yüz otuz altısı ensardan ve sancaktarları Sa d b. Ubâde idi. Üç
beş kişiye ancak bir deve isabet edebiliyordu. Bütün askerde yalnız bir
at ve nihâyet diğer bir rivayete göre biri Mikdâd’ın biri de Mersed’in
olmak üzere iki at, doksan deve, altı zırh, sekiz3 kılıç vardı. Buna mukabil
düşman bin kadar mukātil idi, yüz atları vardı, silah ve şevketleri tamdı.
İşte Bedir günü böyle bir hâlde bulunan mü’minlere Cenâb-ı Allah nusret
ihsan etti. Mâlum ve meşhud olduğu üzere Ebu Cehil gibi sanâdîd-i
Kureyş o gün hep maktul düştüler. Ve o günden itibaren izzet-i iman
tezahür etti. Yevm-i Bedr mebnâ-yı İslâm oldu. Bunu Allah’tan başka
kim yapabilir? Şimdi âkil4 olanlar böyle bir nusreti ihsan eden Allah’a
tevekkül ve itimad etmez mi? Nasıl olur da sabr u ittikāyı bırakır, feşele,
yani cebânete ve za f-ı kalbe düşer? Binâen aleyh ey mü’minler {َ اﻪﻠﻟ ّٰ ﻓَﺎﺗ َّ ُﻘﻮﺍ
ون
َ }ﻟ َﻌَﻠَّﻜُ ْﻢ َ ْ ﻜُ ُﺮbundan böyle hep Allah’a ittikā ediniz ki nusretine nâil
olup şükredesiniz. Yevm-i Bedr’deki bu5 nusret-i ilâhiye {َ ﻮل ﻟ ِ ْﻠ ُﻤ ْﺆ ِﻣ ۪ﻨ
ُ }اِ ْذ ﺗ َ ُﻘ
hep Allah’a korunun ki şükredesiniz (123). Ve o hengâmda ki mü’minlere şöyle diyordun: Rabbinizin
indirilmekte bulunan üç bin melâike ile imdad etmesi size kâfi gelmez mi? (124). Evet, siz sabr ü sebat
eder, itaatsizlikten sakınırsanız onlar da şu dakikada üzerinize geliverirlerse Rabbiniz size nişanlı nişanlı
beş bin melâike ile imdad edecek (125). Ve bunu Allah size sırf bir zafer müjdesi olsun ve kalblerinize
itmi’nan gelsin diye irade buyurdu, yoksa nusret ancak Allah’tandır; izzet O’nun, hikmet O’nun (126).
Ta ki o küfredenlerin bir kolunu kessin veya perişan etsin de hâib ü hâsir dönüp gitsinler (127). Emir
senin elinde değil, veya tevbe ettirsin veya ta zîb etsin onları, çünkü zâlimdirler (128). Öyle ya göklerde-
ki, yerdeki hep Allah’ın, dilediğine mağfiret eder dilediğine azab, Allah hem Gafûr, hem Rahîm (129)”.
1 B -“ve”.
2 H ve F: “zayıf hâl”.
3 B: “seksen”.
4 M: “âklı”; B: “aklı”.
5 M ve B -“bu”.
Hak Dini Kur’an Dili 161
bir meleği yerin altını üstüne getirmeye kādir olduğu hâlde böyle birçok
melâike ile imdad, ef âl-i ibâda olan nusret-i ilâhiyenin bir tecellîsidir.
Ve mâlumdur ki bu gibi ahvâlde insanlar nazarında kemmiyetin de bir
ehemmiyet-i mahsûsası vardır. Binâen aleyh melâikenin teksîri ekall-i
kalîl bir zümre-i mücâhidînin1 keyfiyet nokta-i nazarından tezyîd-i
kuvvetlerini [1172] ifade eder. Bunun için buyuruluyor ki: {َو َﻣﺎ َﺟﻌَﻠ َ ُﻪ
}اﻪﻠﻟُ اِ َّﻻ ُ ْ ٰﺮى ﻟَﻜُ ْﻢ َوﻟِﺘَ ْﻄﻤَ ِﻦﺌ َّ ﻗُﻠُﻮﺑُﻜُ ْﻢ ﺑ ِ ۪ﻪ
ّٰ Vâki ve mev ud olan bu imdâdı Allah
mahza mü’minlere bir müjde olmak ve bununla kalblerini tatmin etmek
için yapmıştır. {ِاﻪﻠﻟِ ا ْﻟﻌَﺰ۪ﻳﺰِ ا ْﻟ َﺤ ۪ﻜﻴﻢ ّٰ }و َﻣﺎ اﻟﻨ َّ ْﺼ ُﺮ اِ َّﻻ ِﻣ ْﻦ ِﻋ ْﻨ ِﺪ
َ Böyle bir nusret ve
2
hatta ale’l-ıtlâk hakīkat-i nusret ise ancak Azîz ve Hakîm olan Allah
tarafındandır. Allah’ın bu nusreti de şu hikmetler içindir: {ﻟِﻴَ ْﻘﻄ َﻊَ ﻃ َﺮَ ًﻓﺎ ِﻣ َﻦ
ﻳﻦ ﻛَﻔَ ُﺮ ٓوﺍَ }اﻟ َّ ۪ﺬKâfirlerin bir tarafını, yani bir kısmını bölmek , katl veya esir
3
etmek { }اَ ْو ﻳ َ ْﻜ ِﺒﺘَ ُﻬ ْﻢveya onları perişan edip ciğerlerini hûn eylemek için
{َ ۪ }ﻓَﻴَ ْﻨ َﻘﻠِ ُﺒﻮﺍ َﺧٓﺎﺋِﺒki4 maksadlarına eremeyip hâib ü hâsir dönsünler5.
ْ َﻚ ِﻣ َﻦ
Yâ Muhammed! {اﻻ َْﻣﺮِ َ ْ ٌء َ }ﻟ َْﻴ َﺲ ﻟBaşkaları şöyle dursun, sen
bile bizzat hiçbir emre, hiçbir hükme mâlik değilsin. Ancak bir abd-i
me’mursun, Allah’ın emri olmayınca o kâfirlere veya muhaliflere hiçbir
şey yapamazsın, hatta aleyhlerine dua bile edemezsin. A Nitekim
rivayet olunduğuna göre vak a-i Uhud’da Resûlullah kâfirlere veya
muhaliflere dua etmek istemiş idi, bu âyet nâzil olmuştur.6 Hâsılı emir
ِ َّض اُ ِﻋﺪ ِ ٍ ِ
َ ت ﻟ ْﻠ ُﻤﺘ َّ ۪ﻘ
﴾١٣٣﴿ ۙ ﻴﻦ ْ ۙ ُ ﺍﻻ َْر
ْ ﺍت َو
ُ َاﻟﺴ ٰﻤﻮ ُ َو َﺳﺎرِ ُﻋ ٓﻮﺍ اﻟٰﻰ َﻣ ْﻐ ِﻔﺮَ ﻣ ْﻦ رَﺑِّﻜُ ْﻢ َو َﺟﻨَّﺔٍ َﻋ ْﺮ
َّ ﺿﻬَﺎ
ِ ّٰ ﺎس َو ِ َّﻮن ﻓِﻲ اﻟﺴﺮ
َ ٓﺍء َوﺍ ْﻟﻜَﺎﻇِ ۪ﻤِ َّﻀﺮ َ ﻳﻦ ﻳُ ْﻨ ِﻔ ُﻘ
ﺐ ُّ ﺍﻪﻠﻟُ ﻳُﺤ ِ
ۜ َّ ﻴﻦ َﻋ ِﻦ اﻟﻨ َ ﻆ َوﺍ ْﻟﻌَﺎ ۪ﻓ َ ﻴﻦ ا ْﻟﻐَ ْﻴ َّ ٓﺍء َوﺍﻟ َّ َ اَﻟ َّ۪ﺬ
ِ َﻳﻦ اِذَا ﻓَﻌَﻠُﻮﺍ ﻓ
ﺎﺳﺘَ ْﻐﻔَ ُﺮوﺍ ْ َاﻪﻠﻟ َ ﻓ
ّٰ ﺎﺣ َﺸﺔ ً اَ ْو ﻇَﻠ َ ُﻤ ٓﻮﺍ اَ ْﻧ ُﻔ َﺴ ُﻬ ْﻢ ذَכ َُﺮوﺍ َ ﴾ َوﺍﻟ َّ ۪ﺬ١٣٤﴿ ۚ ﻴﻦ َ ا ْﻟ ُﻤ ْﺤ ِﺴ ۪ﻨ
ﻚ َ ﴾ اُو۬ﻟٰ ٓ ِﺌ١٣٥﴿ ﻮن ّٰ ﻮب اِ َّﻻ
َ اﻪﻠﻟُ ۖ َوﻟ َْﻢ ﻳُ ِﺼ ُّﺮوﺍ َﻋﻠٰﻰ َﻣﺎ ﻓَﻌَﻠُﻮﺍ َو ُﻫ ْﻢ ﻳ َ ْﻌﻠ َ ُﻤ ِ
َ ُﻟ ُﺬﻧُﻮﺑِﻬِ ْﻢ ۖ َو َﻣ ْﻦ ﻳ َ ْﻐﻔ ُﺮ اﻟﺬُّﻧ
ِ
1 B: “ ”.
2 B: “Hep”.
Hak Dini Kur’an Dili 165
semâvât ve arzı aynen cennetin arzı ض ِ ﺿﻬَﺎ ﻛَﻌَ ْﺮ ُ َﻋ ْﺮâyeti de teşbîhen böyle
olduğunu gösteriyor. Bunların birini bedel birini en mânasına haml
ederek tevfik mümkin olduğu gibi, ﺎف َﻣ َﻘﺎمَ َرﺑّ ِ ۪ﻪ َﺟﻨَّﺘَﺎ ِن َ [ َوﻟ ِ َﻤ ْﻦ َﺧer-Rahmân
55/46]1 âyeti de her iki âyetteki cennetleri başka başka olarak ahz etmeye
müsâiddir. ً [ َرﺑَّﻨَ ٓﺎ ٰاﺗِﻨَﺎ ِ اﻟ ُّﺪ ْﻧﻴَﺎ َﺣ َﺴﻨَﺔ ً َو ِ ْاﻻ ِٰﺧ َﺮ ِ َﺣ َﺴﻨَﺔel-Bakara 2/201]
Tefsîr-i Râzî’de nakledildiği üzere Hirakl’in yani Rum kralının elçisi
Resûlullah’a “sen َ ت ﻟ ِ ْﻠ ُﻤﺘ َّ ۪ﻘ
ْ َّض اُ ِﻋﺪ
ۙ ُ ﺍﻻ َْر
ْ ﺍت َو
ُ اﻟﺴ ٰﻤ َﻮ
َّ ﺿﻬَﺎ
ُ َﻋ ْﺮolan bir cennete davet
ediyorsun, o hâlde nâr nerede?” diye sual etmiş, Resûlullah sallallahu
ِ ِ
aleyhi ve sellem de ﺎرُ “ ُﺳْﺒ َﺤﺎ َن اﷲ! ﻓَﺄَﻳْ َﻦ اﻟﻠﱠْﻴ ُﻞ إ َذا َﺟﺎءَ اﻟﻨـﱠَﻬSübhânallah! Gündüz
olduğu zaman gece nerede olur?” buyurmuş olduğu mervîdir.2
Bu cennetin müttakīler için tehyi’e edilmiş bulunduğu gösteriliyor.
Ve bu ittikānın sadece şirkten sakınmak mânasına ale’l-ıtlâk bir ittikā
olmadığı anlatılmak için bu müttakīler, evsâf-ı mahsûsa ile tavsif
olunuyor ki, evvelâ:
ِ َّﻀﺮ ِ َّﻮن ِ اﻟﺴﺮ
َ ﻳﻦ ﻳُ ْﻨ ِﻔ ُﻘ
{ٓﺍء َّ ٓﺍء َوﺍﻟ َّ َ “ }اَﻟ َّ ۪ﺬSerrâ”: Sürur veren hâlet. “Darrâ”:
Zarar ve sıkıntı veren hâlet demektir ki, hâl-i yüsr ve hâl-i usr, hâl-i sürur
ve hâl-i gumum, hâl-i hayat ve3 vasiyet suretiyle hâl-i memat, evlâd ve
akrabaya nafaka gibi sürur veren infak, düşmanlara karşı masraf gibi
zarar ve sıkıntı veren infak hâlleri, ehl-i yüsr olan kimselere ziyafet ve
hediye, ehl-i zarûret olan fukarâya sadaka mânalarından her biriyle tefsir
edilmiştir. Binâen aleyh zâhir olan ta mimdir. {َ}وﺍ ْﻟﻜَﺎﻇِ ۪ﻤ َ ا ْﻟﻐَ ْﻴﻆ َ “Gayz”:
Hoşlanılmadık bir şeye karşı tab ın heyecanı, yani öfke [1177] demektir
ki “gazab”ın aslıdır. Ve ondan farkı vardır. Deniliyor ki her hâlde gazabın
arkasında irâde-i intikam vardır. Veyahut gazab bilâ ihtiyâr yüzde ve
cevârihte zâhir olur. Gayz ise yalnız kalbde kalabilir. Bir de Allah’a gazab
isnad edilir de gayz isnad edilmez. “Kezm”: Dolu bir kırbanın ağzını
bağlamaktır ki, burada öfkesini yutup tutmak, zarar gördüğü kimselere
karşı kudreti bulunduğu hâlde intikama kalkışmamak ve hatta nâhoş bir
hâl göstermeyip hazm u sabretmektir. {ﺎس ِ َّ }وﺍ ْﻟﻌَﺎ ۪ﻓ َ َﻋ ِﻦ اﻟﻨ
َ Kötülük edenlere
karşı af ile muâmele edenler. Af hakkında birçok ehâdîs-i nebeviye vârid
olmuştur. Ezcümle buyurulmuştur ki: “Yevm-i kıyâmette ‘nerede ecirleri
Allah üzerine olanlar, cennete girsinler!’” diye bir münâdî nidâ edecek,
ecri Allah üzerine olan kim?’ denilecek, bunun üzerine1 af yapmış
olanlardan başka kimse kalkamayacaktır.”2 {َ ﺐ ا ْﻟ ُﻤ ْﺤ ِﺴ ۪ﻨ ِ ّٰ }و
ُّ ﺍﻪﻠﻟُ ﻳُﺤ َ Amelinde
ihsan yapan bütün muhsinlere şâmildir. İhsânın mânası için Sûre-i
Bakara’da ’ﺑ َ ٰ َﻣ ْﻦ اَ ْﺳﻠ َ َﻢ َو ْﺟﻬَ ُﻪ ِ ّٰﻪﻠﻟِ َو ُﻫ َﻮ ُﻣ ْﺤ ِﺴ ٌﻦe bak.
ِ َﻳﻦ اِذَا ﻓَﻌَﻠُﻮﺍ ﻓ
Sâniyen {ﺎﺣ َﺸﺔ ً اَ ْو ﻇَﻠ َ ُﻤ ٓﻮﺍ اَ ْﻧ ُﻔ َﺴ ُﻬ ْﻢ َ }وﺍﻟ َّ ۪ﺬ
َ “Fâhişe”: Zinâ gibi pek
çirkin olan fiil, nefse zulüm de herhangi bir günah; yahut fâhişe âhara
ta alluku olan günah, zulm-i nefs de başkasına ta alluku olmayan günah
demektir. Müttakīlerin ikinci kısmı hasbe’l-beşeriyye böyle bir fâhişe
yaptıkları veya herhangi bir günah işledikleri zaman derhâl Allah’ı
hatırlarlar da hayâ ve haşyetlerinden {ﺎﺳﺘَ ْﻐﻔَ ُﺮوﺍ ﻟ ِ ُﺬﻧُﻮ ِ ِ ْﻢ ْ َ }ﻓgünahlarına hemen
istiğfar eylerler. Yaptığına nedamet edip kalbinden ve lisânından mağfiret
talep eder ve o günahı örttürecek hasenâta müsâra atta bulunurlar. Fi’l-
vâki {ُاﻪﻠﻟّٰ ﻮب اِ َّﻻ ِ
َ ُ}و َﻣ ْﻦ ﻳ َ ْﻐﻔ ُﺮ اﻟﺬُّﻧ
َ günahları da Gafûr, Rahîm olan Allah’tan
başka kim mağfiret eder? [1178] Öyle ya affedenleri, ihsan eyleyenleri
seven Allah Azîmü’ş-şân’dan ziyade afv u gufrâna kādir kim tasavvur
olunabilir? İşte herhangi bir günah akabinde derhâl Allah’tan hayâ edip de
hemen tevbe ve istiğfar edenler {ﻮن َ }و َ ْ ﻳُ ِﺼ ُّﺮوﺍ َﻋ ٰ َﻣﺎ ﻓَﻌَﻠُﻮﺍ َو ُﻫ ْﻢ ﻳ َ ْﻌﻠ َ ُﻤ
َ ve yaptıkları
günahlarda bile bile ısrar etmeyenler {ﻚ َﺟﺰَٓا ُؤ ۬ ُﻫ ْﻢ َﻣ ْﻐ ِﻔﺮَ ٌ ِﻣ ْﻦ رَ ّ ِ ِ ْﻢ َ }اُو۬ﻟٰ ٓ ِﺌbunlar
yok mu, min tarafillah mükâfatları mağfiret {}و َ günahları yokmuş gibi
۪
{ﻳﻦ ﻓﻴﻬَﺎ ۪ ِ ِ ِ
َ ﺎر َﺧﺎﻟﺪ ُ َ ْ َ اﻻ
ْ ﺎت ﺗ َ ْﺠﺮ۪ي ﻣ ْﻦ ﺗ َ ْﺤﺘﻬَﺎ ٌ َّ }ﺟﻨdır.
َ Bunlar Allah’ın göze görünmeyen
ِ
ni am-ı ebediyesidir. {َ }وﻧ ْﻌ َﻢ اَ ْﺟ ُﺮ ا ْﻟﻌَﺎﻣ ۪ﻠ ِ
َ Ne de güzeldir ecri iş yapanların ,
3
1 H ve F: “binâen aleyh”.
2 Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, IX, 204; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 415:
َ َ ِإ َذا َ َאء ِت ا ْ ُ َ ُ َ ْ َ َ َ ْي َر ِّب ا ْ َ א َ ِ َ َ ْ َم ا ْ ِ َ א َ ِ ُ ُدوا ِ َ ُ ْ َ ْ أَ ْ ُ ُه: َ ُ ُل، َ َ َ ْ َ َّ َ ِ َ ْ َ ِ َ ا: َ َאل،אر ُك
َ َ ُ ْאا
ا ّٰ ِ َ َ َ ُ ُم ِإ َّ َ ْ َ َ א ِ ا ُّ ْ א
َ
3 H: “bu mağfiret ve bu cennetler ise”;
F +“bu mağfiret ve bu cennetler ise”.
168 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
çalışan âmillerin1. A Esas itibariyle îcâb-ı amel değil, mahz-ı fazl-ı ilâhî
olan bu mağfiret ve cennet va d-i ilâhî muhtezâsınca a mâl-i sâliha
erbâbının istihkaklarıdır. Âmil olmayan, tevbe etmeyen âsîlerin felâh ve
halâsı ise böyle istihkak suretinde bir ahd ü va d ile müemmen değildir.
Mahz-ı meşiyyet ve inâyet-i ilâhiyeye kalmış bir şeydir. Ma amâfîh
onların mağfireti de mümteni değil câizdir. Zira َ اﻪﻠﻟّٰ اﻪﻠﻟِ ۜ اِ َّن
ّٰ َِﻻ ﺗ َ ْﻘﻨَﻄُﻮﺍ ِﻣ ْﻦ َر ْﺣ َﻤﺔ
ً ﻮب َﺟ ۪ﻤ
ﻴﻌﺎ ِ
َ ُ[ ﻳ َ ْﻐﻔ ُﺮ اﻟﺬُّﻧez-Zümer 39/53] buyurulmuştur. Ancak şuna dikkat
2
edilmek lâzım gelir. İkisinde de esasen hâkim olan fazl u kibriyâ-yı ilâhî
olmakla beraber lisân-ı Kur’an’da biri çalışmış namuslu bir ecîr, biri de
ecîr olmak üzere yazılan ve fakat namusuyla çalışmayıp ücret zamanı
sadaka uman bir sâil vaziyetinde tefhim buyurulmuştur. Binâen aleyh
hodbin, küstah bir âmilin tard olunmak tehlikesi bulunduğu gibi, âtıl bir
sâilin de cilve-i iman ile mazhar-ı ihsan oluvermesi mümkindir.
Burada beyan olunan iki sınıf müttakīlerin hâli siyâk-ı kıssaya tatbik
olununca evvelkiler ale’l-umûm ashâb-ı Bedir’in ikinciler de ashâb-ı
Uhud’un evsâfını îmâ ettiği [1179] anlaşılır, bunun için bu kıssaya nakl-i
kelâm için3 buyuruluyor ki:
{ٌ َ }ﺳ
ُ burada vekāyi mânasınadır. Yani ey mü’minler, Uhud vak asında
küffar size karşı bir tezahür gösterdiyse de bundan müteessir olmayınız.
Sizden evvel târîh-i ümemde böyle nice vekāyi geçmiştir. Fakat ahsen-i
âkıbet müttakīlere kalmıştır. {َ ﺎن َﻋﺎﻗِﺒَﺔُ ا ْﻟ ُﻤﻜَ ّ ِﺬ ۪ﺑ
َ َﻒ ﻛ
َ ﺎﻧﻈ ُ ُﺮوﺍ ﻛَ ْﻴ ِ }ﻓَ ۪ﺴ وﺍ ِ ْاﻻ َْر
ْ َض ﻓ ُ
Yeryüzünde seyahat ediniz de basar u basîretle bakıp1 tedkik eyleyiniz,
hakkı tekzib edenlerin2 âkıbetleri nasıl olmuş? A Müfessirîn “burada ibret
için aktâr-ı arzda sefer edip onun muhtevî olduğu acâib-i mahlûkātullâhı
temâşâ etmek, sulehâyı ve emâkin-i mu azzamayı ziyaret eylemek ve tarih
kitapları mütâlaa etmek câiz olduğuna [1180] delâlet vardır; çünkü bunlar
âlemin seyrini ve ümem-i sâbıka üzerinde cereyan eden mesülâtı marifet
için bir yoldur” diyorlar ki bunda hakk u bâtılın cereyânını tahkik ile
ibret almak için âsâr-ı atîka tedkīkātı da dâhil olacağı unutulmamak lâzım
gelir. Biz de şunu ilâve etmek isteriz ki bu babda ۪ﺳ ُوﺍemri mücerred izn
ü ibâhadan fazla lâekal nedb gibi bir hüküm ifade eder.
ِ ِ َّ ﺎن ﻟِﻠﻨ
{}ﻫ َﺬا ْ َ ﻗَ ْﺪ َﺧﻠihtârı ve gerisi {َ ﺎس َو ُﻫ ًﺪى َو َﻣ ْﻮ ِﻋﻈَﺔٌ ﻟ ْﻠ ُﻤﺘ َّ ۪ﻘ
ٰ İşbu ﺖ ٌ َ}ﺑَﻴ
3
umum insanlara bir nevi beyan ve fakat yalnız müttakīlere bir hidâyet
ve mev izadır. İttikā şânından olmayanlar mütenebbih olmazlar. A
“Meviza” tarîk-i dinde lâyık olmayan şeylerden4 zecri ifade eden kelâm
demektir.5
Şöyle ki:
1 H ve F: “bakınız”.
2 B: “eyleyenlerin”.
3 H ve F -“ve gerisi”.
4 H ve F: “şeylerde”.
5 H -“şöyle ki”, +“bu beyan ve irşaddan sonra Uhud vak asından dolayı mü’minleri tesliye ve teşcî ve
takviye için buyuruluyor ki; bunları belleyin de:”;
F +“bu beyan ve irşaddan sonra Uhud vak asından dolayı mü’minleri tesliye ve teşcî ve takviye için
buyuruluyor ki; bunları belleyin de:”
170 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Meâl-i Şerîfi
Fütur getirmeyin ve mahzun olmayın daha yükselecekken sizler, gerçek
mü’minlerseniz (139). Eğer size bir yara dokundu ise heriflere de öyle
bir yara dokundu. Hem o günler, biz onları insanlar arasında evirir
çeviririz, hem Allah iman edenleri [1181] bileceği ve sizden şehidler,
şâhidler tutacağı için ki Allah zâlimleri sevmez (140) ve Allah iman
edenleri seçip kâfirleri mahvedeceği için (141).1
1 H: “Fütur getirmeyin, mahzun olmayın siz daha yüksek iken eğer mü’minseniz (139). Sizlere bir yara
dokunduysa hasımlarınıza da öyle bir yara dokundu. Ve o günler, biz onları insanlar arasında döndürür
dururuz, hem şunun için ki Allah iman edenleri belli edecek ve sizden şehidler, şâhidler edinecek, Allah
zâlimleri sevmez (140) hem Allah iman edenleri temize çıkarsın ve kâfirleri helâk etsin (141)”.
2 İbn Hişâm, es-Sîre, II, 86; Taberî, Câmiu’l-beyân, VII, 236; Kurtubî, el-Câmi li-ahkâmi’l-Kur’ân, IV,
217:
. َ َ ْ إ ْذ َ َ ْ َ א ِ ٌ ِ ْ ُ ْ ٍ ا، ِ ِ َ َ ُ أُو َ ِئ َכ ا َّ َ ِ ْ أَ ْ َ א، ِ ْ ّ ِ َ َא َر ُ ُل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو َ َّ ِא:אق אل ا إ
َ َ َ ُ َ ْ َْ َ َ ْ ُ ْ َ َ
ِ ْ َ َّ ا َّ إ: َّ َ َ َאل ر ُل ا ّٰ ِ َّ ا ّٰ َ ِ و:אق إ ا אل . ِ ِ ْ אن َ ِ ْ َכ ا ْ َ ِ َ א ِ ُ ا ٍ ِ
ُْ َ َ َ ُ ّ َ َ َ ْ َ ُ َ ُ َ َ َ ْ ُ ْ َ َ َ ُ ْ ْ َ َ َ :َ َאل ا ْ ُ َ אم
כ
. ِ َ ْ אب َو َر ْ ٌ َ َ ُ ِ ْ ا ْ ُ َ א ِ ِ َ َ َّ أَ ْ ُ ُ ِ ْ ا ِ َّ َ ُ ْ ُ َ ُ َ َ َ !أَ ْن َ ْ ُ َא
ْ ا َ א
َ ْ َ
.«ن א »ا: و ّٰ ا אل ا، ا أن ا א أ:אس אل ا
.« ن إن כ ا وأ ا او »و: و ّٰ ل ا
ِ ،ٍ َ ِ ِ ِ ْا ُِ َכ َ ِ َכ ِإ ْذ أَ ْ َ َ א א أ م َّ و ِ َ ّٰ ا ْ م أَ אب ر ِل ا ّٰ ِ َّ ا:אس ٍ ا אلَ
َ ْ َ ُ ْ َ َ َ َ ْ َ ُ َ ُ َ ُ َ ْ َََ َّ َ ُ ْ َ
َ َّ ا ِכ َ َّ ِ
إ א َ ة
َ َ َّ ُ َ َّ ا א َ
َ ْ َ َّ ْ َ ُ َ َّ ا «: َّ و ِ َ ّٰ ا َّ ِ ا אل َ َ َ َ َ ُ ْ َ َ ْ َ ْ ُ ِ ُ ، َ ا ْ ُ ْ ِ ِכ
، َ ْ ا ِ َ ُ ن َ أ
َ ْ َّ ُ َّ ُ َّ ُ َ َ َ ْ َ ُ َ ُّ َّ
ِ ِ ْ ْ و َאب َ َ ِ ا ْ ِ ِ ر א ٌة َ ِ ُ وا ا ْ َ ور ا َ َ ا.אت
כ ِ ْ َ َ ْ َل ا ّٰ َ ِ ِه ا. ِ َ ُ َك ِ ِ ِه ا ْ ْ َ ِة َ َ ُ َ ِء ا
َّ َ َ ُ ْ ََْ َ ََ َ َُ َ ُْ َ ٌ َ َ َ ُ َ َّ ُْ َ َ َُْ
«« َوأَ ْ ُ ا ْ َ ْ َ ْ َن: َ َ َ ِ َכ َ ْ ُ ُ َ َ א، ُ ُ َ َ
ُ ْ
3 B: “bir”.
4 Kurtubî, el-Câmi li-ahkâmi’l-Kur’ân, IV, 217:
ِ
َْ
ِ אن َ َ َ ْ ُ ْ ِ ُ ا َ ْ َ َذ ِ َכ َ ْ َכ ً ا ِإ َّ َ ِ ُ وا ِ ُכ ّ ِ َ ْ َכ ٍ َכ. ٍ ُ ُ»وأَ ْ ُ ُ ا ْ َ ْ َ ْ َن« َ ْ ِ ا ْ َא ِ ِ َ َ َ ا ْ َ ْ َ ِاء َ ْ َ أ َ
، ُ َ َ َّ אن ا
ْ ُ َ אن ِ ِ َوا ِ ٌ ِ َ ا َّ َ א َ ِ َכ َ אن َ ْ َ َر ُ ِل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ ِ َو َ َّ َ َو َכ َ َو ِ ُכ ّ ِ َ ْ َכ ٍ َכ، َ َّ َ َر ُ ِل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ ِ َو
ِ ْ َ ا ْ ِ ا ِ ِ א ا ْ ِ ْ ْ َ ٌة َ ا ِ ِ ِ ِ َ ْ ََو َ ِ ِه ا ْ ْ َ ا ُن ُכ ُّ َ א ِإ َّ َ א ا ْ ُ ِ َ ْ َ َ َ ْ ِ أ
ْ َ َ َ َ ُ َ ْ َ ْ َ َّ ُ ، َ َّ َ אب َر ُ ل ا ّٰ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو ُ
. ِ ْ َ ْ َכ َ א َכא ُ ا َ ْ َ ِ ُ َن ِ َذ ِ َכ ا
Hak Dini Kur’an Dili 171
1 H ve F: “Bedir’deki”.
2 Mahir İz, hatıratında şöyle yazıyor: “Merhum üstazımız Elmalılı Hamdi Efendi inandığına kuvvetle
bağlanır ve hiç kimse onu fikrinden çeviremezdi. Mukaddeme’deki Arapça bir beyti tamamiyle ters
tercüme etmiş, fakat yine bir mâna çıkarmıştı.
َو َ ْ ًم אء َو َ ْ ًم َ ْ ً א َ َ َא َو َ ْ ً א َ َא
ْ
Yani ‘Günler bir gün bizim aleyhimize, bir gün lehimize tecellî eder. Bir gün üzülür, bir gün seviniriz”
beytinin ikinci mısrâını “bir gün kadınlar günüdür, bir gün kartallar günüdür” diye tercüme etmişti.
Hâfız Yusuf [Ararat] Bey çocukluk arkadaşıydı, kendisine birkaç defa bunun tashîhini rica ettiyse de kabul
etmedi. Yani ona nazaran kadınlar ferah ve neş’enin, kartallar ise korku ve kederin sembolü idiler. Tabii bu
tevil, sağ eliyle sol kulağını göstermek gibi idi.” (Mahir İz, Yılların İzi, İstanbul, 1990, s. 358 (dn.)).
3 Beyit Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelen heyetlerden biri içinde bulunan şâir sahâbî en-Nemr
172 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
b. Tevleb’e (v. 14/635) âittir. Bk. Sîbeveyhi, el-Kitâb, thk. Abdüsselam Muhammed Hârûn, Kahire:
Mektebetü’l-Hancı, 1408/1988, I, 86; İbn Sa d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, VII, 39.
1 H ve F +“ölçüldüğü”.
2 H, M ve B -“bir”.
Hak Dini Kur’an Dili 173
اﻟﺼﺎﺑ ِ ۪ﺮ َﻦ ِ
َّ َ[ َو َ ْﻌﻠَﻢÂl-i İmrân 3/142], َ ﺻ َﺪﻗُﻮﺍ َوﻟ َﻴَ ْﻌﻠ َ َﻤ َّﻦ ا ْﻟﻜَﺎذ ۪ﺑ َ اﻪﻠﻟُ اﻟ َّ ۪ﺬ
َ ﻳﻦ ّٰ ﻓَﻠَﻴَ ْﻌﻠ َ َﻤ َّﻦ
ِ ُّ َ[ ﻟِﻨَ ْﻌﻠ َ َﻢ اel-Kehf 18/12] ,
[el-Ankebût 29/3] , ﺪا ً ي ا ْﻟ ِﺤ ْﺰﺑ َ ْ ِ اَ ْﺣ ٰ ﻟ َﻤﺎ ﻟ َ ِﺒ ُﺜٓﻮﺍ اَ َﻣ
4 5
ﺍﻟﺼﺎﺑ ِ ۪ﺮ َﻦ
َّ ﻜ ْﻢ َو ُ ﻳﻦ ِﻣ ْﻨ ِ
َ ﻜ ْﻢ َﺣ ّٰ ﻧ َ ْﻌﻠ َ َﻢ ا ْﻟ ُﻤ َﺠﺎﻫ ۪ﺪ ُ َّ [ َوﻟ َﻨَ ْﺒﻠُ َﻮﻧMuhammed 47/31]6, ﻟِﻴَ ْﺒﻠ ُ َﻮ ُﻛ ْﻢ
[ اَﻳُّﻜُ ْﻢ اَ ْﺣ َﺴ ُﻦ َﻋ َﻤ ًﻼHûd 11/7; el-Mülk 67/2]7 ve yukarıda Sûre-i Bakara’da
ِ ِ
geçen8 ﻮل َ ـﻊ اﻟﺮَّ ُﺳُ [ ا َّﻻ ﻟﻨَ ْﻌﻠَﻢَ َﻣ ْﻦ ﻳَﺘ َّ ِﺒ2/143] âyetlerindeki ilm-i ilâhînin mânası
9
Üçüncü mâna pek dakīk ve pek felsefî olduğu için ikinci ve dördüncü
mânalardan birisi umûmî nokta-i nazarla daha vâzıhtır.
’و َﻻ َ ِ ُﻨﻮﺍ َو َﻻ ﺗ َ ْﺤ َﺰﻧُﻮﺍdan
َ buraya kadar olan âyetlerin hulâsa-i [1185] meâli
şu oluyor ki “Allah teâlâ bu dine nusret vaad etmiştir. Eğer siz hakikaten
mü’minler cümlesinden iseniz biliniz ki Uhud vak ası bu hâl üzere
kalmayacaktır. Devlet, Müslümanların olacak ve onlar âkıbet düşmanları
istîlâ edeceklerdir. Zaten dünyanın âlâm ü lezâizi gayr-i bâkī ve ahvâli
gayr-i müstemirdir. Sa âdet-i bākıye âhirettedir. Tefsîr-i Ebû Hayyan’da
nakleder ki: Hâfızın birisi ﺎس ِ َّ ﺎم ﻧُ َﺪاوِﻟُﻬَﺎ ﺑ َ ْ َ اﻟﻨ
ُ َّ اﻻ َﻳ َ ﺗ ِ ْﻠâyetini okurken hâlisu’l-
ْ ﻚ
1 B: “vukū undan”.
2 B: “ta allukudur”.
3 H +“a zam-ı”.
4 B: “ekberdir”.
5 “Her ne nafaka verdiniz veya ne adak adadınızsa her hâlde Allah onu bilir…”
Hak Dini Kur’an Dili 175
ﲔ اﻟْ َﻌَﺮب lisân Arablardan birisi dinlemiş, “o her hâlde olacak demiş”,ﻧُ َﺪا ِوُﳍَﺎ ﺑـَْ َ
ﺎس kendine “hayırب اﻟْ َﻜ ْﻌﺒﻪ“ ’dır” denilinceﻧُ َﺪاوِﻟُﻬَﺎ ﺑ َ ْ َ اﻟﻨ َّ ِ إﻧﱠﺎ ﻟ ٰﻠّﻪ َذ َﻫﺐ ﻣ ْﻠ ُ ِ
ﻚ اﻟْ َﻌَﺮب َوَر ﱢ َ َُ
yani “innâ lillâh ve innâ ileyhi râci ûn, Rabb-i Kâbe’ye kasem olsun ki
Arab’ın devleti elden gitti” demiş1 ve bu âyetten devlet-i İslâm’ın Arab’a
münhasır olmadığını ve bütün akvâm2 beyninde bir tedâvüle namzed
bulunduğunu kuvvet-i lisân ile anlamıştır.
Bu mev iza ve tebşîr ü tesliyeden sonra Uhud vak asında hatâları
intikad ve kusur edenleri tevbih ve terbiye3 sadedinde buyuruluyor ki:
اﻟﺼﺎﺑ ِ ۪ﺮ َﻦ ﴿﴾١٤٢ ِ اَ ْم َﺣ ِﺴ ْﺒ ُﺘ ْﻢ اَ ْن ﺗ َ ْﺪ ُﺧﻠُﻮﺍ ا ْﻟ َﺠﻨَّﺔ َ َوﻟ َﻤَّﺎ ﻳ َ ْﻌﻠ َ ِﻢ ّٰ
ﺎﻫ ُﺪوﺍ ﻣ ْﻨﻜُ ْﻢ َو َ ْﻌﻠ َ َﻢ َّ اﻪﻠﻟُ اﻟ َّ ۪ﺬ َ
ﻳﻦ َﺟ َ
وﻟَﻘَ ْﺪ ﻛُﻨﺘُﻢ ﺗَﻤﻨَّﻮ َن ا ْﻟﻤﻮ َ ِ
ون ۟ ﴿َ ﴾١٤٣و َﻣﺎ ت ﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒ ِﻞ اَ ْن ﺗ َ ْﻠﻘَ ْﻮ ُه ۖ ﻓَﻘَ ْﺪ َرﺍ َ ْﻳﺘُ ُﻤ ُ
ﻮه َوﺍ َ ْﻧﺘُ ْﻢ ﺗ َ ْﻨﻈ ُ ُﺮ َ َْ ْ ْ َ ْ َ
اﻧﻘَﻠ َ ْﺒﺘُ ْﻢ َﻋﻠٰٓﻰ اَ ْﻋﻘَﺎﺑِﻜُ ْﻢ ۜ َو َﻣ ْﻦ ﺎت اَ ْو ﻗُ ِﺘ َﻞ ْ اﻟﺮ ُﺳ ُﻞ ۜ اَﻓَﺎ۬ﺋ ِ ْﻦ َﻣ َ
ﺖ ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒﻠِﻪِ ُّ ُﻣ َﺤﻤَّ ٌﺪ اِ َّﻻ رَ ُﺳ ٌ
ﻮلۚ ﻗَ ْﺪ َﺧﻠ َ ْ
ﺎن ﻟِﻨَ ْﻔ ٍﺲ اﻪﻠﻟُ اﻟ َّﺸﺎﻛِ ۪ﺮ َﻦ ﴿َ ﴾١٤٤و َﻣﺎ ﻛَ َ اﻪﻠﻟ َ َﺷ ْﻴ ًٔـﺎۜ َو َﺳﻴَ ْﺠﺰِي ّٰ ﻀﺮَّ ّٰ ِ
ﺐ َﻋ ٰﻠﻰ َﻋ ِﻘﺒَ ْﻴﻪ ﻓَﻠ َ ْﻦ ﻳ َ ُ ِ
ﻳ َ ْﻨ َﻘﻠ ْ
ِ۪ ِ ﻮت اِ َّﻻ ﺑِﺎِ ْذ ِن ّٰ ِ
ﺍبﺍب اﻟ ُّﺪ ْﻧﻴَﺎ ﻧُ ْﺆﺗﻪ ﻣ ْﻨﻬَﺎ ۚ َو َﻣ ْﻦ ﻳُﺮِ ْد ﺛ َ َﻮ َ ﺟ ًﻼ ۜ َو َﻣ ْﻦ ﻳُﺮِ ْد ﺛ َ َﻮ َ اﻪﻠﻟ ﻛِﺘَ ً
ﺎﺑﺎ ُﻣ َﺆ َّ اَ ْن ﺗ َ ُﻤ َ
ِ
ﻮن ﻛَ ۪ﺜ ٌ
ﻴﺮ ۚ اﻻ ِٰﺧ َﺮ ﻧُ ْﺆﺗ ِ ۪ﻪ ِﻣ ْﻨﻬَﺎ ۜ َو َﺳﻨَ ْﺠﺰِي اﻟ َّﺸﺎﻛِ ۪ﺮ َﻦ ﴿َ ﴾١٤٥وﻛَﺎ َّﻳ ِ ْﻦ ِﻣ ْﻦ ﻧ َ ِﺒ ّ ٍﻲ ﻗَﺎﺗ َ َﻞ ۙ َﻣﻌَ ُﻪ رِﺑّ ِﻴُّ َ ْ
اﻟﺼﺎﺑ ِ ۪ﺮ َﻦ ﺿﻌ ُﻔﻮﺍ وﻣﺎ اﺳﺘَﻜَﺎﻧُﻮﺍ ۜ َو ّٰ ِ ﻴﻞ ّٰ ِ ﺻﺎﺑ َ ُﻬ ْﻢ ۪ﻓﻲ َﺳﺒ۪ ِ ِ
ﺐ َّ ﺍﻪﻠﻟُ ﻳُﺤ ُّ َ َ ْ اﻪﻠﻟ َو َﻣﺎ َ ُ ﻓَﻤَﺎ َوﻫَﻨُﻮﺍ ﻟﻤَٓﺎ اَ َ
ِ ِٓ
ﺎن ﻗَ ْﻮﻟ َُﻬ ْﻢ ا َّﻻ اَ ْن ﻗَﺎﻟُﻮﺍ َرﺑَّﻨَﺎ ا ْﻏ ِﻔ ْﺮ ﻟ َﻨَﺎ ذُﻧُﻮﺑَﻨَﺎ َوﺍ ْﺳ َﺮﺍﻓَﻨَﺎ ۪ﻓ ٓﻲ اَ ْﻣﺮِﻧَﺎ َوﺛ َ ّ ِﺒ ْ
ﺖ ﴿َ ﴾١٤٦و َﻣﺎ ﻛَ َ
اﻪﻠﻟُ ﺛ َ َﻮﺍب اﻟ ُّﺪ ْﻧﻴَﺎ َو ُﺣﺴ َﻦ ﺛ َ َﻮ ِ ِ
ﺍب ْ َ ﺍﻧ ُﺼ ْﺮﻧَﺎ َﻋﻠَﻰ ا ْﻟ َﻘ ْﻮ ِم ا ْﻟﻜَﺎﻓ ۪ﺮ َﻦ ﴿ ﴾١٤٧ﻓَﺎٰ ٰﺗ ُ
ﻴﻬ ُﻢ ّٰ اﻣﻨَﺎ َو ْ
اَ ْﻗ َﺪ َ
ِ اﻻ ِٰﺧ َﺮ ِ ۜ َو ّٰ ِ
ﻴﻌﻮﺍ اﻟ َّ۪ﺬ َ
ﻳﻦ ﻛَﻔَ ُﺮوﺍ ﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨٓﻮﺍ ا ْن ﺗُ ۪ﻄ ُ ﺐ ا ْﻟ ُﻤ ْﺤ ِﺴ ۪ﻨ َ
ﻴﻦ ۟ ﴿ ﴾١٤٨ﻳَٓﺎ اَﻳُّﻬَﺎ اﻟ َّ۪ﺬ َ ﺍﻪﻠﻟُ ﻳُﺤ ُّ ْ
اﻪﻠﻟ ﻣﻮﻟٰﻴﻜُ ْﻢ ۚ َوﻫﻮَ َﺧﻴﺮ اﻟﻨ َّ ِ ِ ِ ٓ
ﺎﺻ ۪ﺮ َﻦ ُ ْ ُ ﻳ َ ُﺮدُّوﻛُ ْﻢ َﻋﻠٰﻰ اَ ْﻋﻘَﺎﺑِﻜُ ْﻢ ﻓَﺘَ ْﻨﻘَﻠ ُﺒﻮﺍ َﺧﺎﺳ ۪ﺮ َﻦ ﴿ ﴾١٤٩ﺑ َ ِﻞ ّٰ ُ َ ْ
ُﺍﻪﻠﻟ
ّٰ ﻜ ْﻢ ۜ َو ُ َﻜ ْﻢ َﻋ ْﻨ ُﻬ ْﻢ ﻟِﻴَ ْﺒﺘَﻠِﻴ
ُ ﻜ ْﻢ ۚ َوﻟ َ َﻘ ْﺪ َﻋ َﻔﺎ َﻋ ْﻨ ُ َﺻ َﺮﻓ ِ ْ ﻜ ْﻢ َﻣﻦ ﻳ ۪ﺮ ُﺪ
َ َّاﻻٰﺧ َﺮ َ ۚ ﺛُﻢ
ِ
ُ ْ ُ ﻳُ ۪ﺮ ُﺪ اﻟ ُّﺪ ْﻧﻴَﺎ َوﻣ ْﻨ
ِ
﴾١٥٢﴿ ﻴﻦ َ ذُوﻓَ ْﻀﻞٍ َﻋﻠَﻰ ا ْﻟ ُﻤ ْﺆﻣ ۪ﻨ
1 F +“şimdi”.
2 F: “onu baka baka gördünüz bakıp duruyordunuz”.
3 F -“de”.
Hak Dini Kur’an Dili 177
{ اﻵﻳﺔ...ت
َ }وﻟَﻘَ ْﺪ ﻛُ ْﻨﺘُ ْﻢ ﺗَﻤَﻨ َّ ْﻮ َن ا ْﻟﻤَ ْﻮ
َ Bu hitab, mü’minlerden bir kısım
5
1 B: “yapanları”.
2 B: “şirk”.
3 F: “istiyor”.
4 H: “Yoksa Allah hiç cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri belli etmeden siz cennete girivereceksi-
niz mi zannettiniz? (142). Celâlim hakkı için siz ölümle karşılaşmadan evvel onu temenni etmiştiniz,
şimdi onu gözünüz baka baka gördünüz (143). Muhammed başka bir şey değil ancak bir resul, ondan
evvel resuller hep geldi geçti. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ardınıza dönüverecek misiniz? Kim
ardına dönerse şüphe yok ki Allah’a zerrece bir zarar edecek değil, fakat şükredenlere Allah mükâfat
edecek (144). Hem hiç kimse için Allah’ın izni olmadıkça ölmek yok, o vadesiyle yazılmış şaşmaz bir
kitap. Bununla beraber kim dünya sevabını isterse ona ondan veririz, kim âhiret sevabını isterse ona da
ondan veririz, şükredenlere de mükâfat vereceğiz (145). Nice peygamber vardı ki maiyyetinde birçok
erenler harb ettiler de Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı fütur getirmediler, zaaf göstermediler,
miskinlik etmediler. Allah da sabredenleri sever (146). Söyledikleri de şundan ibaret idi: ‘Yâ Rabbenâ,
bize günahlarımızı ve işlerimizde taşkınlıklarımızı bağışla, cihad meydanında ayaklarımızı dire ve bizi
kâfirlere karşı mansur buyur!’ (147). Bi’n-netîce Allah da kendilerine hem dünya sevabını verdi hem de
âhiretin güzel sevabını, ve Allah güzel iş yapanları sever (148). Ey o bütün iman edenler! Eğer kâfirlere
itaat edecek olursanız sizi tersinize çevirirler de öyle bir inkılâba uğrarsınız ki hüsran içinde kalırsınız
(149). Doğrusu sizin mevlânız Allah’tır, yardım edeceklerin de en hayırlısı O’dur (150). Biz o kâfirlerin
kalblerine korku düşüreceğiz, Allah’ın hiçbir burhan indirmediği şeyleri Allah’a şerîk koştukları için,
onların varacakları yer cehennemdir, hem ne kötüdür o zâlimlerin yatağı (151). Fi’l-hakīka Allah’ın
size vaadi doğru çıktı. Zira o kâfirleri cansız düşürüyordunuz, tâ müştâk olduğunuz galebeyi Allah size
gösterdikten sonra isyan edip verilen emirde nizâ a kalkarak yılıklık ettiğiniz lahzaya kadar ki kiminiz
dünyayı istiyor, kiminiz âhireti istiyordu. Sonra Allah sizi mübtelâ kılmak için onlardan çekti ve fi’l-vâ-
ki günahlarınızı af da etti, Allah’ın mü’minlere bir fazlı var (152)”.
5 B: “kısmı”.
178 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 M ve B -“da”.
2 “…o erler ki Allah’a verdikleri ahde sadâkat ettiler…”
3 M ve B: “ve”.
4 H ve F: “bir de”.
5 İbn Hişâm, es-Sîre, II, 66-69. Krş. İbn İshâk, Sîre, thk. Süheyl Zekkâr, Beyrut: Dâru’l-Fikr, 1398/1978,
s. 326; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, IV, 217:
אم إ َ ِ أَ ُ ُد َ א َ َ ِ َ א ُك ، َ כ،ِ ِ ِ ؟ אم إ ِ رِ אل اا ْ : ِو ا ِ و אل ر ل ا
ْ َ َ َّ َ ْ ُ ْ َ ُ َ َ ْ َ ٌ َ ْ َ َ َ َ ّ َ َ ْ َّ َ َ ُ ُ َ ْ َ َ َّ َ َ ْ َ َ ُ ّٰ َّ َ ّٰ ُ ُ َ َ َ َ
، ِ ِّ َ ِ ِ ّٰ أَ َא آ ُ ُ ُه َא َر ُ َل ا: َ َאل، ِ َ ْ َ َّ َ أَن ب ِ ِ ا ْ َ ُ َّو: َو َ א َ ُّ ُ َא َر ُ َل ا ّٰ ِ؟ َ َאل: َ َ َאل، أَ ُ َ ِ َ א ِ َ َة، َ َ َ ُ ْ
َ َ
אس َא א،אن إ َذا أَ ُ ِ ِ ِ َ א َ ِ َ ُ َ ْ َاءَ َو َכ، ْ َ إ َذا َכא،אل ِ ْ َ ا ْ َ ْ ِب َ َو َכ.َ َ ْ َ ُאه إ َّ ُאه
ُ َ ْ َ אن أَ ُ ُد َ א َ َ َر ُ ً ُ َ א ً א
َ َ
180 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
âyeti de nefy-i katl ve3 salbde kat î ise de ale’l-ıtlâk nefy-i mevtte kat î
olmadığından bunu muhassıs olamaz. Binâen aleyh Hazret-i Îsâ’nın
ölmediği ve nüzûl edeceği hakkında vârid olan ehâdîs-i sahîhanın
mânasını mevt-i ma rûftan başka bir veche haml etmek iktizâ edecektir.
ُّ ِﺖ ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒﻠِﻪ
Çünkü اﻟﺮ ُﺳ ُﻞ ْ َ ﻗَ ْﺪ َﺧﻠnass-ı âmmının umûmu üzere cârî olmadığı
farz edilecek olursa âyetin tamâmî-i takrîbi4 cây-ı işkâl olacaktır. Zira
kaziyye, külliye olmadığı takdirde bazı enbiyâda sebk-i misâl ile tecvîz-i
mevt sâbit olsa bile hepsinde vahdet-i hükmü isbat edecek olan tahkīk-i
mevt sâbit olmayacaktır.
{اﻪﻠﻟُ اﻟ َّﺸﺎﻛِ ۪ﺮ َﻦ
ّٰ }و َﺳﻴَ ْﺠﺰِي
َ Burada “şâkirîn”den murad, İslâm’da sebat
ederek îfâ-yı vazife edenlerdir. Bunun için “sâbitîn” veya “tâi în” ile tefsir
edilmiştir. Hazret-i Ali “sâbitîn” ile tefsir eder ve der imiş ki: “Bunlar Ebû
Bekir ve arkadaşlarıdır. Ve Ebû Bekir emîr-i şâkirîndir”.5 Binâen aleyh
âyet, katl şâyi ası üzerine ric at ve firârın irtidad değilse de ona yakın bir
kebîre olduğunu ifham ile bir tevbih ve mü’minîni makām-ı sıddîkīne
i lâ edecek bir terbiyeyi muhtevî olduğu gibi bilhassa vefât-ı Peygamberî
sırasındaki irtidad vekāyi inin ve Hazret-i Ebû Bekir’in bunlara karşı
metânet-i sıddîkiyesiyle muvaffakiyyât-ı cemîlesine bir işareti muhtevîdir.
Ve bu şükrânın dünyada mükâfâtı da devlet-i İslâm’ın teessüsü olmuştur.
{ِاﻪﻠﻟ
ّٰ ﻮت اِ َّﻻ ﺑِﺎِ ْذ ِن
َ ﺎن ﻟِﻨَ ْﻔ ٍﺲ اَ ْن ﺗ َ ُﻤ
َ َ}و َﻣﺎ ﻛ
َ Katl şâyi ası üzerine perişan olanlar
üzerinde [1195] iki histen biri veya her ikisi âmil olduğu anlaşılıyor
1 B: “hâdiselerle”.
2 “…hâlbuki onu ne katlettiler ne salb ettiler, velâkin kendilerine bir benzetme yapıldı…”
3 B: “veya”.
4 Takrîb, bir delîlin matlûbu istilzam edecek vechile sevki demektir [Müellifin notu].
5 Taberî, Câmiu’l-beyân, VII, 252. Krş. Ebû Hayyân, el-Bahru’l-muhît, III, 365:
כאن أ כ:ل ّٰ ا ر כאن. أ א כ وأ א د ا א،« ي ا ّٰ ا אכ »و:
ّ
. ّٰ إ ا وأ وכאن أ כ، ّٰ وأ أ ِ אء ا، ا אכ أ
َّ َ
Hak Dini Kur’an Dili 185
ki, birisi vefât-ı Peygamberîden son derece müteessir olarak her şeyden
vazgeçmek, diğeri de düşman karşısında ölümden korkup can havline
düşmektir. ﻮلٌ َو َﻣﺎ ُﻣ َﺤﻤَّ ٌﺪ اِ َّﻻ رَ ُﺳevvelkine cevap olduğu gibi, işbu ﺎن ﻟِﻨَ ْﻔ ٍﺲ
َ ََو َﻣﺎ ﻛ
de ikinciye veya her ikisine karşı tesliye ve irşâdı mutazammın olarak
metanet ile cihâda sevk ve bu babda bu iki endişenin bile bir mazeret
teşkil edemeyeceğini beyan etmektedir. Fi’l-vâki Allah teâlâ’nın izn
ü irâdesi ta alluk etmeksizin hiçbir kimsenin ölmesi ihtimâli yoktur.
Gerek döşekte olsun gerek katl ile olsun ale’l-ıtlâk ölüm böyle olunca
Allah’ın irâdesi ta alluk etmeden ne düşmanın savletiyle, ne de kendi
arzusuyla kimse ölmez. Demek Muhammed vefat eder veya katlolunursa
düşmanın savletiyle değil, Allah’ın izniyle olacaktır. Kezâlik herhangi
bir şahıs da ölecek veya katledilecek olursa o da düşmanın savletiyle
değil Allah’ın emriyledir. Ve bunun böyle olduğu da Uhud vak asının
netâic-i tecribeviyesinden biri olmak üzere sâbittir. Eğer böyle olmasa
idi o gün hiç kimse kurtulamazdı. Binâen aleyh her iki takdirde Allah’ı
unutmamak ve irâde-i ilâhiyeye kemâl-i rızâ ile itaat edip îfâ-yı vazife
etmek lâzım gelir. Meydân-ı harbde vazife ise küffâra karşı koymak
ve i lâ-yı kelimetullâh uğrunda hiçbir şeyden endişe etmemektir. İyi
bilmelidir ki korkunun ecele fâidesi yoktur. Kâfirlere mağlub olanlar bir
müddet berhayat kalsalar bile irtidad tehlikesine mâruzdurlar. Allah’ın
izniyle ölüm ise {ﺟ ًﻼ ً َ }ﻛِﺘmüeccel bir surette yazılıdır, yani indallah bir
َّ ﺎﺑﺎ ُﻣ َﺆ
vakt-i ma lûm ile mukadderdir ki ne ileri gider ne geri kalır. A Bir insan
vâki de her hangi suretle ölecekse öylece1 ölür. Ve onun dünyada iki ömrü
yoktur. Binâen aleyh iki eceli de yoktur.2 Bazı kimseler “ecel-i müsemmâ”
ve “ecel-i kazâ” diye iki ecel tasavvur ederler. Ve “zavallı, ecel yetmeden
kazâya uğradı” derler. Bilmezler ki [1196] vaki ne ise ömür, ecel odur.
Ve o kimsenin indallah vakt-i ma lûmu ondan ibarettir. Bundan mâ adâsı
hakikaten değil, imkân-ı zâtî ve aklî üzerine mübtenî faraziyyât ve
ihtimâlâttır. Herkesin vâki de ömrünün, ecelinin vahdeti, inkâr imkânı
bulunmayan bir hakīkat-i bedîhiye olduğu hâlde birtakımlarının bunu
1 M ve B: “öyle”.
2 B -“Binâen aleyh iki eceli de yoktur”.
186 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
bir mes’ele-i mu dile imiş gibi “ecel bir mi iki mi” diye bahse kalkışmaları
meseleyi kavrayamamalarından neş’et eder. Evet, sırr-ı kader mâlum
olmaz ve berhayat bulunan bir kimsenin ne vakit ve ne suretle öleceğini
de Allah’tan başka kimse bilmez. Sünnet-i ilâhiyede esbâb-ı mevt olarak
tanınmış birçok şeyler de vardır. İnsan ecelinin ne olduğunu bilmediği
için bunlardan tevakkī de etmelidir. Ve fakat her hâlde şunu bilmelidir1 ki
bu tevakkī ne irâde-i ilâhiyeyi tağyir, ne de indallah mâlum ve hakikaten
mukadder olan eceli tebdil eder. Binâen aleyh endîşe-i mevt, tekayyüdât-ı
hayâtiye Allah’a karşı olan vezâif-i mühimmeyi unutturmamalıdır.
Çünkü hayat ve memâtın bizzat medârı mahza meşiyyetullahtır. Ve
bunda kimsenin medhali yoktur. Fakat hayattan istifade ve semerât-ı
hayâtı iktitâf edebilmek hususu böyle değildir. Bu cihet irâdât-ı beşeriye
ile alâkadardır. Bunun için buyuruluyor ki {ﺍب اﻟ ُّﺪ ْﻧﻴَﺎ ﻧُ ْﺆﺗ ِ ۪ﻪ ِﻣ ْﻨﻬَﺎ َ }و َﻣ ْﻦ ﻳُﺮِ ْد ﺛ َ َﻮ
َ
ve her kim dünya sevâbı murad ederse ona dünya sevâbından veririz
{اﻻ ِٰﺧﺮَ ِ ﻧُ ْﺆﺗ ِ ۪ﻪ ِﻣ ْﻨﻬَﺎ َ َ}و َﻣ ْﻦ ﻳُﺮِ ْد ﺛَﻮ
ْ ﺍب َ her kim de âhiret sevâbı murad ederse ona da
2
1 H, F ve M: “hüsranı”.
2 B: “hüsrân-ı müebbedî”.
3 B: “etmeyen”.
4 B -“his”.
Hak Dini Kur’an Dili 189
اﻻ ِٰﺧ َﺮ َ{ kiminiz dünya arzu ediyordu, ganimete koştu }و ِﻣ ْﻨﻜُ ْﻢ َﻣ ْﻦ ﻳُ ۪ﺮ ُﺪ ْ
َ
ﺻ َﺮﻓَﻜُ ْﻢ{ kiminiz de âhiret arzu ediyordu, yerinde kaldı şehid düştü ﺛُ َّ َ
ﻢ
}ﻋ ْﻨ ُﻬ ْﻢ ﻟِﻴَ ْﺒﺘَﻠِﻴَ ُ
ﻜ ْﻢ َ Allah onu gösterdikten sonra o za f-ı kalbiniz, nizâ ve
1
ﻤﺎ ﺑِﻐَ ٍﻢ ﻟِﻜَ ْﻴ َﻼاِذ ﺗﺼﻌِﺪون و َﻻ ﺗﻠﻮ۫ن ﻋﻠٓﻰ اﺣ ٍﺪ وﺍﻟﺮﺳﻮل ﻳﺪﻋﻮﻛﻢ ۪ﻓﻲ اﺧﺮ ﻜﻢ ﻓﺎﺛﺎﺑﻜﻢ ﻏ
ْ ُ ْ ُ َ َ َ ْ ُ َ َ ٰ َ َ َ َّ ُ ُ َ ْ ُ ُ ْ ٓ ُ ْ ٰ ُ ْ َ َ َ َ ُ ْ َ ًّ ّ
ﻴﺮ ﺑ ِ َﻤﺎ ﺗ َ ْﻌ َﻤﻠُ َ
ﻮن ﴿ ﴾١٥٣ﺛُﻢَّ اَ ْﻧ َﺰ َل َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢ ﺍﻪﻠﻟُ َﺧﺒ۪ ٌ ﺗ َ ْﺤ َﺰﻧُﻮﺍ َﻋﻠٰﻰ َﻣﺎ ﻓَﺎﺗَﻜُ ْﻢ َو َﻻ َﻣٓﺎ اَ َ
ﺻﺎﺑَﻜُ ْﻢ ۜ َو ّٰ
ﺎﻪﻠﻟِ ﻏَ ْﻴ َﺮ ﻜ ْﻢ ۙ َوﻃَٓﺎﺋ ِ َﻔﺔٌ ﻗَ ْﺪ اَ َﻫﻤَّ ْﺘ ُﻬ ْﻢ اَ ْﻧ ُﻔ ُﺴ ُﻬ ْﻢ ﻳَﻈُﻨُّ َ
ﻮن ﺑ ِ ّٰ ﺎﺳﺎ ﻳ َ ْﻐ ٰﺸﻰ ﻃَٓﺎﺋ ِ َﻔﺔ ً ِﻣ ْﻨ ُ ِ
ﻣ ْﻦ ﺑ َ ْﻌ ِﺪ ا ْﻟﻐَ ِّﻢ اَ َﻣﻨَﺔ ً ﻧُﻌَ ً
﴾ َوﻟ َِﺌ ْﻦ ُﻣﺘُّ ْﻢ اَ ْو ُﻗ ِﺘ ْﻠ ُﺘ ْﻢ َﻻِﻟ َﻰ١٥٧﴿ ﻮن ّٰ اﻪﻠﻟِ اَ ْو ُﻣﺘُّ ْﻢ ﻟ ََﻤ ْﻐ ِﻔ َﺮ ٌ ِﻣ َﻦ
َ اﻪﻠﻟِ َو َر ْﺣ َﻤﺔٌ َﺧ ْﻴ ٌﺮ ِﻣﻤَّﺎ ﻳ َ ْﺠ َﻤ ُﻌ ّٰ
ِ ﻆ ا ْﻟﻘَ ْﻠ
ُّ َﺐ َﻻ ْﻧﻔ
ﻀﻮﺍ َ ﺖ ﻓَﻈًّﺎ ﻏَ ۪ﻠﻴ َ اﻪﻠﻟِ ﻟ ِ ْﻨ
َ ﺖ ﻟ َُﻬ ْﻢ ۚ َوﻟ َْﻮ ﻛُ ْﻨ ّٰ ﴾ ﻓَ ِﺒ َﻤﺎ َر ْﺣ َﻤﺔٍ ِﻣ َﻦ١٥٨﴿ ون
َ اﻪﻠﻟِ ﺗُ ْﺤ َﺸ ُﺮ
ّٰ
اﻪﻠﻟِ ۜ اِ َّن
ّٰ ﺖ ﻓَﺘَ َﻮﻛ َّْﻞ َﻋﻠَﻰ ْ ﺍﺳﺘَ ْﻐ ِﻔ ْﺮ ﻟ َُﻬ ْﻢ َو َﺷﺎوِ ْر ُﻫ ْﻢ ﻓِﻲ
َ اﻻ َْﻣﺮِۚ ﻓَﺎِذَا َﻋ َﺰ ْﻣ ْ ﻒ َﻋ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َو َ ِ ِﻣ ْﻦ َﺣ ْﻮﻟ
ْ َﻚۖ ﻓ
ُ ﺎﻋ
ُ ﻜ ْﻢ ۚ َو ِﺍ ْن ﻳ َ ْﺨ ُﺬ ْﻟ
ﻜ ْﻢ ﻓَ َﻤ ْﻦ ذَا اﻟ َّ۪ﺬي ُ َﺐ ﻟ ِ ّٰ ﴾ اِ ْن ﻳ َ ْﻨ ُﺼ ْﺮ ُﻛ ُﻢ١٥٩﴿ ﻴﻦ
َ اﻪﻠﻟُ ﻓَ َﻼ ﻏَﺎﻟ َ ﺐ ا ْﻟ ُﻤﺘَ َﻮﻛِ ّ ۪ﻠ ِ ّٰ
ُّ اﻪﻠﻟ َ ﻳُﺤ
ﺎن ﻟِﻨَ ِﺒ ٍﻲ اَ ْن ﻳ َ ُﻐ َّﻞ ۜ َو َﻣ ْﻦ ﻳ َ ْﻐﻠُ ْﻞ َ اﻪﻠﻟِ ﻓَ ْﻠﻴَﺘَ َﻮﻛ َِّﻞ ا ْﻟ ُﻤ ْﺆ ِﻣ ُﻨ
َ َ﴾ َو َﻣﺎ ﻛ١٦٠﴿ ﻮن ّٰ ﻳ َ ْﻨ ُﺼ ُﺮ ُﻛ ْﻢ ِﻣ ْﻦ ﺑ َ ْﻌ ِﺪ ۪ه ۜ َو َﻋﻠَﻰ
ّ
َ﴾ اَﻓَ َﻤ ِﻦ اﺗَّﺒَﻊ١٦١﴿ ﻮن ْ َت ﺑ ِ َﻤﺎ ﻏَ َّﻞ ﻳ َ ْﻮمَ ا ْﻟ ِﻘ ٰﻴ َﻤﺔِۚ ﺛُﻢَّ ﺗُ َﻮ ّٰﻓﻰ ﻛُ ُّﻞ ﻧ َ ْﻔ ٍﺲ َﻣﺎ ﻛَ َﺴﺒ
َ ﺖ َو ُﻫ ْﻢ َﻻ ﻳُ ْﻈﻠ َ ُﻤ ِ ﻳ َ ْﺄ
1 B: “musâb”.
2 B: “açmadıkları”.
3 B: “üzerine”.
4 M ve B: “yüreğinizdekini”.
Hak Dini Kur’an Dili 191
َ }اِ ْذ ﺗُ ْﺼﻌِ ُﺪo sıra uzak uzak gidiyordunuz, yahut dağlara çıkıyordunuz
{ون 1
Ebû Talha hazretleri de demiştir ki: “Uhud günü başımı kaldırdım, kimi
gördümse kalkanının altında uykudan eğilmiş idi, o gün ben de uyku
basanlardan idim. Elimden kılıcım düşerdi, alırdım. Sonra kamçım
düşerdi, alırdım.”2 Böyle bir emniyet uykusu Bedir’de dahi vâki olmuştur.
ِ ِ ُ ﻓَﺠﻌﻞ ﺳﻴ ِﻔﻲ ﻳﺴ ُﻘ:ﺎل ٍِ ِ ِ ٍ »ﻏُ ِﺸﻴﻨﺎ وَﳓﻦ ِﰲ ﻣﺼﺎﻓـﱢﻨﺎ ﻳـﻮم أ:ﺎل ٍ ََﻋ ْﻦ أَﻧ
َ َ ﻗ،َ أَ ﱠن أَﺑَﺎ ﻃَْﻠ َﺤﺔ،ﺲ
،ُآﺧ ُﺬﻩ
ُ ﻂ ﻣ ْﻦ ﻳَﺪي َو ْ َ ْ َ َ َ َ َ َﺎس ﻳـَْﻮَﻣﺌﺬ ﻗ َ ﱠث أَﻧﱠﻪُ َﻛﺎ َن ﻓ
ُ ﻴﻤ ْﻦ َﻏﺸﻴَﻪُ اﻟﻨـﱡَﻌ َ َﺣﺪ،«ُﺣﺪ
ُ َ َْ َ َ َ ُ ْ َ َ
.َﺧ َﺬﻟُﻪُ ﻟِْﻠ َﺤ ﱢﻖأ
و ﻪ ﺒ ﻋَر
أو مٍ أَﺟﱭ ﻗـﻮ، واﻟﻄﱠﺎﺋِﻔﺔ اﻷُﺧﺮى اﻟْﻤﻨﺎﻓِﻘﻮ َن ﻟَﻴﺲ َﳍﻢ ﻫ ﱞﻢ إِﻻﱠ أَﻧـﻔﺴﻬﻢ،ﻂ ِﻣﻦ ﻳ ِﺪي وآﺧ ُﺬﻩ
ْ َ ُ َُ ْ َ َْ َُ ْ ْ ُ ُ ُْ َ ْ ُ َ ْ ُ َ ُ َ ْ ُ َ َ ُ ُ َ َ ْ ُ َوﻳَ ْﺴ ُﻘ
1 “O vakit size, tarafından bir emniyet olmak üzere bir uyku sardırıyordu…”
2 H: “etmişlerdir”.
3 B -“bütün”.
4 H: “bunlar”.
Hak Dini Kur’an Dili 195
1 B -“ ”.
2 H ve F: “vâkı a”.
3 H ve F +“de”.
Hak Dini Kur’an Dili 197
1 B -“tamamen”.
2 “Bununla beraber Allah insanları kesbleriyle hemen muâhaze ediverecek olsa yeryüzünde bir deprenen
bırakmazdı…”
3 İbn İshâk, Sîre, s. 328:
.م و و، :ًة ا ء א ذכا م אأ א وכאن ا
198 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ٌاﻪﻠﻟِ َو َر ْﺣ َﻤﺔ
ّٰ }ﻣ َﻦ ِ Allah’tan bir mağfiret ve rahmet her hâlde {ﻮن َ } َﺧ ْ ٌ ِﻣﻤَّﺎ ﻳ َ ْﺠ َﻤ ُﻌ
o kâfirlerin müddet-i ömürlerinde toplayacakları5 şeylerden hayırlıdır.
{6َﻦﺌ ُﻣﺘُّ ْﻢ اَ ْو ُﻗ ِﺘ ْﻠ ُﺘ ْﻢ
ْ ِ }وﻟ
َ Şunda da şüphe etmeyiniz ki herhangi bir surette ölür
veya katledilirseniz {ون َ اﻪﻠﻟِ ﺗُ ْﺤ َﺸ ُﺮ
ّٰ َ ِ}ﻻ َ başkasına değil, ancak Allah’a haşr
olunacaksınız. O’na sevk olunup O’nun huzurunda toplanacaksınız;
ecrinizi, cezânızı O’ndan alacaksınız.
Mü’minlere vâki olan bu ihtârâttan sonra Resûlullah’ın şânına
ve hukūk ve vezâifine müte allik olarak telvîn-i hitâb ile şu âyet îrâd
buyuruluyor:
َ اﻪﻠﻟِ ﻟ ِ ْﻨ
{ﺖ ﻟ َُﻬ ْﻢ ّٰ }ﻓَ ِﺒ َﻤﺎ َر ْﺣ َﻤﺔٍ ِﻣ َﻦİmdi yâ Muhammed! Şu ni met-i ilâhiyeye
bilhassa şükretmelidir ki min tarafillah büyük bir7 rahmet ile meftur
olduğun hüsn-i hulk muktezâsınca sen onlara yumuşak, nâzik bulundun;
tekdîre müstahik oldukları hâlde kusurlarını yüzlerine vurup da sert
muâmele etmedin. Yoksa {ﺐ ِ ﻆ ا ْﻟ َﻘ ْﻠَ ﺖ ﻓَﻈًّﺎ ﻏَ ۪ﻠﻴ
َ }وﻟ َْﻮ ُﻛ ْﻨ
َ sen huysuz, bir kalbi
8
yoğun olsa idin {ﻚ َ ِ ﻀﻮﺍ ِﻣ ْﻦ َﺣ ْﻮﻟ ُّ َ}ﻻ ْﻧﻔ َ hiç şüphesiz etrafından darmadağın
olurlar, seni bırakıp kaçtıktan sonra bir daha başına toplanmazlardı, bu
1 B: “öldürdüğü”.
2 B: “muzafferiyyet-i”.
3 B: “ ُ ْ َ َ ”.
ْ
4 M -“ki”.
5 H ve F: “topladıkları”.
6 B: “ ُ ْ َ َ ”.
ْ
7 B -“bir”.
8 H ve F -“bir”.
Hak Dini Kur’an Dili 201
ise en büyük bir felâket olurdu. Binâen aleyh {ﻒ َﻋ ْﻨ ُﻬ ْﻢ ُ ﺎﻋ
ْ َ }ﻓhukūk-ı [1213]
risâlete müte allik kusurlarını affet {ﺍﺳﺘَ ْﻐﻔ ْﺮ ﻟ َُﻬ ْﻢ ِ
ْ }و َ ve hukūkullâhı Allah
affettiğinden onlar için istiğfar eyle {ِاﻻ َْﻣﺮ ْ ِ }و َﺷﺎوِ ْر ُﻫ ْﻢ
َ ve emirde onlarla
müşâvere et. Yani vahiy vârid olmayıp re’y ü ictihâda mütevakkıf bulunan
harb gibi umûr-ı âmmeye müte allik işlerde onların re’yini al ki emir,
emr bi’l-ma rûf olsun. {ﺖ َ }ﻓَﺎِذَا َﻋ َﺰ ْﻣBa de’l-müşâvere karar verip azmettiğin
vakit de {ِاﻪﻠﻟ ّٰ َ }ﻓَﺘَ َﻮﻛ َّْﻞ َﻋAllah’a tevekkül ve itimad et, icrâda fütur getirme
{َ ﺐ ا ْﻟ ُﻤﺘَﻮَﻛِ ّ ۪ﻠ ِ ّٰ }اِ َّن.
ُّ اﻪﻠﻟ َ ﻳُﺤ
“Müşâvere”, “şivâr”, “meşvüre”, “meşvere”, “meşûre”1, danışıp işaret
almak, yani re’y almak demektir. Toplanıp meşveret eden cemaate de
“şûrâ” denilir ki bu da esasen öbürleri gibi masdardır. Lisân-ı Arabda
işaret ﺎر إﻟَْﻴ ِﻪ
َ اَ َﺷdiye َإﱃile sılalandığı zaman lisânımızda meşhur olduğu
üzere el veya göz, kaş ile îmâ mânasına geldiği gibi ﺎر َﻋﻠَْﻴ ِﻪ َ اَ َﺷdiye َﻋﻠَﻰile
sılalandığı zaman da emretmek, re’y vermek mânasına gelir. “Müşâvere”
işte bu mânaca işaret almak içindir. İştikāk nokta-i nazarından işbu
müşâvere ve işaret arı kovanından bal almak mânasından veya satılık
bir hayvanı göstermek veya anlamak için at pazarında binip koşturmak
mânasından me’huzdur.
ْ ِ َو َﺷﺎوِ ْر ُﻫ ْﻢbuyurulmasında
Af ve istiğfar emirlerinden sonra ِاﻻ َْﻣﺮ
câlib-i dikkat birtakım nükteler ve hikmetler vardır:
1. Peygamber’in onlarla müşâveresi şanlarının i lâsını veya2 pâyelerinin
terfî ini îcâb eder. Bu da onların mahabbetlerinin izdiyâdına bâ is olur.
Müşâvereye tenezzül edilmemesi ise bir nevi hakāreti tazammun eder
ki bundan da sû’-i hulk ve fazâzat husûle gelir. Bunun neticesi ise
[1214] ﻚ َ ِ ﻀﻮﺍ ِﻣ ْﻦ َﺣ ْﻮﻟ
ُّ َ َﻻ ْﻧﻔmantûkuyla beyan buyurulmuştur. Bu nokta-i
nazarla müşâvere-i nebeviye bir tatyîb-i kalbi tazammun eder.
2. َ ّ ۪ ِ [ ُﻛﻮﻧُﻮﺍ َرﺑَّﺎﻧÂl-i İmrân 3/79], ِ ْ ﻮن اِ َ ا ْﻟ َﺨ ُ ﻜ ْﻦ ِﻣ ْﻨ
َ ﻜ ْﻢ ُاﻣَّﺔٌ ﻳ َ ْﺪ ُﻋ ُ َ[ َو ْﻟﺘÂl-i
İmrân 3/104], ﺎس ِ َّ ﺖ ﻟِﻠﻨ
ْ [ ﻛُ ْﻨﺘُ ْﻢ َﺧ ْ َ اُﻣَّﺔٍ اُ ْﺧﺮِ َﺟÂl-i İmrân 3/110] emirleri
1 B: “meş’ûre”.
2 B: “ve”.
202 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 Âcurrî, eş-Şerîa, thk. Abdullah b. Ömered-Dümeycî, Riyâd: Dâru’l-Vatan, 1420/1999, IV, 1690; Dâre-
kutnî, el-Mü’telif ve’l-muhtelif, thk. Muvaffak b. Abdullah b. Abdülkādir, Beyrut: Dâru’l-Ğarbi’l-İslâmî,
1406/1986, IV, 1778.
2 B: “rabbâniye”.
Hak Dini Kur’an Dili 203
hırsıyla “bize emirden bir hisse var mı?” اﻻ َْﻣﺮِ ِﻣ ْﻦ َ ْ ٍء ْ ﻫ ْﻞ ﻟ َﻨَﺎ ِﻣ َﻦ,
َ ﺎن ﻟ َﻨَﺎ
َ َﻟ َْﻮ ﻛ
ْ ِﻣ َﻦdediklerinden dolayı اﻻ َْﻣ َﺮ ُﻛﻠ َُّﻪ ِ ّٰﻪﻠﻟ
اﻻ َْﻣﺮِ َ ْ ٌء ْ ُﻗ ْﻞ اِ َّنcevâbından sonra
ْ ِ َو َﺷﺎوِ ْر ُﻫ ْﻢbuyurulmasında hem siyâset-i İslâmiyenin tahakküm
ِاﻻ َْﻣﺮ
ve istibdad fikrinden uzak bir rûh-ı semâhat ve ahlâka ibtinâ
eylediğini, hem de bu semâhatin asl-ı tevhîde ve fikr-i ihlâsa muhalif
açık veya gizli bir şirk ve işrâke varan bir iştirâk-i emir mahiyetinde
olmaması lüzûmunu ayrıca bir ihtardır. Binâen aleyh َوأ ْﺷ ِﺮْﻛ ُﻬ ْﻢ ِﰲ ْاﻻَ ْﻣ ِﺮ
buyurulmayıp da ِاﻻ َْﻣﺮ ْ ِ َو َﺷﺎوِ ْر ُﻫ ْﻢbuyurulması münafıklara bir reddi
ve müşâverenin اﻻ َْﻣ َﺮ ﻛُﻠ َُّﻪ ِ ّٰﻪﻠﻟ ْ اِ َّنnassındaki vahdet-i emri ihlâle1 değil,
taharrî ve izhâra müteveccih olması lüzûmunu da ihtivâ eder ve
âyetin evvelinde ِاﻪﻠﻟ ّٰ ﻓَ ِﺒﻤَﺎ رَ ْﺣﻤَﺔٍ ِﻣ َﻦ, âhirinde ِاﻪﻠﻟ
ّٰ َ ﺖ ﻓَﺘَﻮَﻛ َّْﻞ َﻋ َ ﻓَﺎِذَا َﻋﺰَ ْﻣilh...
hükm-i celîlleriyle bütün emrin Allah’a ircâ ı da bu nokta-i tevhîdi
i lâm eyler. Bundan ise şu neticeyi alırız ki şûrâ-yı İslâm’ın vazifesi
mücerred kendi arzu ve iştihâlarını ifade eden iradelerini göstermek
değil, hâdisâtta ibâdullahın menâfi -i umûmiyesi nokta-i nazarından
taharrî-i hak ile ol bâbda edille-i akliye ve nakliyesinden ma mûlün bih
olması lâzım gelen hükmullâhı tâyin etmektir. Bu suretledir ki tecellî
edecek olan irade, vâki de hiçbir kıymeti olmayan mücerred irâdât-ı
beşeriye değil, vâki de tahakkuk edecek olan irâde-i ilâhiyeyi temsil ve
ona münkād olarak müfîd bir surette icrâ-yı hükm edebilir. Burada
irâde-i beşeriyenin hiç hükmü yok denemez. Fakat ilmin iradeye
tâbi olmasıyla iradenin ilme tâbi olması arasında büyük bir fark
bulunduğunu unutmamak lâzım gelir. Binâen aleyh şûrâ evvelemirde
bir fikr-i ilmî ile taharrî-i hak ve irâde-i ilâhiye tecelliyâtına ittibâ
etmek2 irâde-i cüz’iyelerini kendi temennilerini ibrâza değil, hükm-i
hakkı izhâr ve [1216] tâyine sarf eylemek3 iktizâ eder. Yoksa ortada
müşâvere değil, irâdât-ı muhtelifenin tenâzu ve cidâli cereyan eyler ve
bu tenâzu , fikr-i hakk u hayr ile hükmullâha ircâ olunmadıkça firak-ı
muhtelifenin tesâdümü inkırâzı müstelzim olur.
1 B: “ihlâl”.
2 B +“ve”.
3 B: “edilmek”.
204 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ulemâ-yı müctehidîni medhetmiş ve ِاﻻ َْﺑ َﺼﺎر ْ ِ ۬ ﺎﻋﺘَ ِ ُوﺍ ﻳَٓﺎ اُوْ َ[ ﻓel-Haşr 59/2]
1
diye isti mâl-i basîret ile i tibâr ve kıyâsı da emretmiş iken ulü’l-ebsârın
seyyidi olan ve akl ü zekâsı herkesin fevkinde bulunan Resûlullah’ın bu
nusûstan hâriç olamayacağı derkârdır. Binâen aleyh Resûlullah vahiy
nâzil olmayınca ictihâda me’mur idi. İctihad ise mübâhase ve münâzara
ile kuvvet bulacağı cihetle mevrid-i vahyden mâ adâsında müşâvere ile de
me’mur olmuştur. Mervîdir ki işbu ِاﻻ َْﻣﺮ ْ ِ َو َﺷﺎوِ ْر ُﻫ ْﻢnâzil olduğu zaman
Resûlullah şöyle buyurmuştur: ﺎﱃ َ اﷲُ ﺗـََﻌ2ﺎن َﻋﻨـَْﻬﺎ َوﻟَ ِﻜ ْﻦ َﺟ َﻌﻠَ َﻬﺎ
ِ أﻣﺎ إ ﱠن اﷲ ورﺳﻮﻟَﻪ ﻟَﻐَﻨِﻴﱠ
ُ ُ ََ َ َ
اﺳﺘَ َﺸ َﺎر ِﻣﻨـْ ُﻬ ْﻢ َﱂْ ﻳـُْﻌ َﺪ ْم ُر ْﺷ ًﺪا َوَﻣ ْﻦ ﺗـََﺮَﻛ َﻬﺎ َﱂْ ﻳـُْﻌ َﺪ ْم َﻏﻴًّﺎ
ْ َﻦ ﻤ َﻓ ﱵِ ﻣ
ﱠ ﻷ
ُ ِ ً“ ر ْﲪﺔBiliniz ki Allah ve
ََ
Resûlü müşâvereden her hâlde müstağnîdirler velâkin Allah teâlâ bunu
benim ümmetime bir rahmet kıldı, onlardan her kim istişâre ederse
rüşdden mahrum olmaz, her kim de terk ederse hatâdan kurtulmaz.”3
Diğer bir hadîs-i şerîfte de ﻂ إِﱠﻻ ُﻫ ُﺪوا ِﻷ َْر َﺷ ِﺪ أ َْﻣ ِﺮِﻫ ْﻢ “ َﻣﺎ ﺗَ َﺸ َﺎوَر ﻗـَْﻮٌم ﻗَ ﱡMüşâvere
eden bir kavim her hâlde işlerinin en doğrusuna muvaffak olur”4
buyurulmuştur.
Bütün bunlardan anlaşılır ki burada Peygamber’e hitâben vârid
olan “ve şâvirhum” emri bâlâda beyan olunduğu üzere birçok fevâidi
muhtevî olmakla beraber bunun illet ve hikmet-i asliyesi ümmetin tâlim
ve terbiyesi için vârid olmuş bulunmasıdır. Binâen aleyh Peygamber
için müşâvere mendub da olsa ümmet için vâcibdir. Nitekim diğer bir
âyette ﻮرى ﺑ َ ْﻴﻨَ ُﻬ ْﻢ ٰ [ َوﺍ َ ْﻣ ُﺮ ُﻫ ْﻢ ُﺷeş-Şûrâ 42/38] buyurulmuştur. Bu noktada
5
Resûlullah’a hitabdan mü’minlere iltifat ile buyuruluyor ki: {ُاﻪﻠﻟ ّٰ اِ ْن ﻳ َ ْﻨ ُﺼ ْﺮﻛُ ُﻢ
ﺐ ﻟَﻜُ ْﻢ ۚ َو ِﺍ ْن ﻳ َ ْﺨ ُﺬ ْﻟﻜُ ْﻢ ﻓَ َﻤ ْﻦ ذَا اﻟ َّ۪ﺬي ﻳ َ ْﻨ ُﺼ ُﺮﻛُ ْﻢ ِﻣ ْﻦ ﺑ َ ْﻌ ِﺪ ۪ه ِ
َ [ }ﻓَ َﻼ ﻏَﺎﻟ1218] “Hızlân”; muhtâcı,
tam ihtiyacı sırasında bırakıvermektir. Bedir vak ası birinci fıkranın,
Uhud vak ası da ikinci fıkranın misâlleridir. Gerçi Uhud’da Cenâb-ı
Allah mü’minleri mahzul kılmamıştır. Fakat Bedir gibi nusret-i tâmme de
اﻪﻠﻟِ{
ﺍن ّٰ } İmdi Peygamber gibi Allah’ın rızâsı ardında gidenاَﻓَ َﻤ ِﻦ اﺗَّﺒَﻊَ رِ ْ
ﺿ َﻮ َ
اﻪﻠﻟِ َو َﻣ ْﺄ ٰو ُﻪ َﺟﻬَﻨ َّ ُﻢ{ zât
} Allah’tan bir dehşetli gazab ile dönen veﻛَ َﻤ ْﻦ ﺑَٓﺎءَ ِ َ َﺨ ٍﻂ ِﻣ َﻦ ّٰ
}وﺑ ِ ْﺌ َﺲ ا ْﻟ َﻤ ۪ﺼ ُ{ ?varacağı yer cehennem olan hâine benzer mi َ O cehennem
}ﻫ ْﻢ{ ne fenâ masîrdir. Hayır, onlar müsâvî olamazlar. ُ O fırka-i rıdvân ile
اﻪﻠﻟ{ o fırka-i sehat ِ ِ
ﺎت ﻋ ْﻨ َﺪ ّٰ
;} Allah indinde tabaka tabaka muhteliftirlerدَ َر َﺟ ٌ
ﻮن{ biri cennette, biri cehennemdedir. ﺍﻪﻠﻟُ ﺑ َ ۪ﺼ ٌ ﺑ ِ َﻤﺎ ﻳ َ ْﻌ َﻤﻠُ َ
}و ّٰ
َ ve Allah onların
amellerinin derecelerini bilir, ona göre ecr ü cezâ verir.
Şimdi bu fırka-i rıdvân ile fırka-i sehatın hâllerini biraz tafsil ve1
vak a-i Uhud’dan müteessir bulunan mü’minleri tesliye ve kalblerini
takviye sadedinde evvelâ Resûlullah’tan bed’ ile buyuruluyor ki:
ﻮﻻ ِﻣ ْﻦ اَ ْﻧ ُﻔ ِﺴﻬِ ْﻢ ﻳ َ ْﺘﻠُﻮﺍ َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ ٰاﻳَﺎﺗ ِ ۪ﻪ َو ُ َﺰ ۪ﻛ ّﻴﻬِ ْﻢﺚ ۪ﻓﻴﻬِ ْﻢ َر ُﺳ ً ﻴﻦ اِ ْذ ﺑَﻌَ َ ِ
اﻪﻠﻟُ َﻋﻠَﻰ ا ْﻟ ُﻤ ْﺆﻣ ۪ﻨ َ ﻟ َ َﻘ ْﺪ َﻣ َّﻦ ّٰ
ِ
ﺻﺎﺑ َ ْﺘﻜُ ْﻢ ﺿ َﻼ ٍل ُﻣﺒ۪ ﻴ ٍﻦ ﴿ ﴾١٦٤اَ َوﻟ َﻤَّ ٓﺎ اَ َ ﺎب َوﺍ ْﻟ ِﺤ ْﻜ َﻤﺔ َ ۚ َوﺍ ْن ﻛَﺎﻧُﻮﺍ ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒ ُﻞ ﻟ َ۪ﻔﻲ َ ِ ِ
َو ُﻌَﻠّ ُﻤ ُﻬ ُﻢ ا ْﻟﻜﺘَ َ
اﻪﻠﻟ َ َﻋ ٰﻠﻰ ُﻛ ّ ِﻞ َﺷ ْﻲ ٍء ﻜ ْﻢ ۜ اِ َّن ّٰ
ﺻ ْﺒ ُﺘ ْﻢ ِﻣ ْﺜﻠ َ ْﻴﻬَﺎ ۙ ُﻗ ْﻠ ُﺘ ْﻢ اَ ّٰﻧﻰ ٰﻫ َﺬا ۜ ُﻗ ْﻞ ُﻫ َﻮ ِﻣ ْﻦ ِﻋ ْﻨ ِﺪ اَ ْﻧ ُﻔ ِﺴ ُ
ُﻣ ۪ﺼﻴﺒَﺔٌ ﻗَ ْﺪ اَ َ
ِ ﻗَ ۪ﺪﻳﺮ ﴿ ﴾١٦٥وﻣٓﺎ اَﺻﺎﺑﻜُﻢ ﻳﻮمَ ا ْﻟﺘَﻘَﻰ ا ْﻟﺠﻤﻌﺎ ِن ﻓَ ِﺒﺎِ ْذ ِن ّٰ ِ ِ
ﻴﻦ ۙ ﴿﴾١٦٦ اﻪﻠﻟ َوﻟﻴَ ْﻌﻠ َ َﻢ ا ْﻟ ُﻤ ْﺆﻣ ۪ﻨ َ َ َْ َ َ َ َ ْ َْ ٌ
ادﻓَ ُﻌﻮﺍ ۜ ﻗَﺎﻟُﻮﺍ ﻟ َْﻮ ﻧ َ ْﻌﻠ َ ُﻢ ﻗِﺘَ ً
ﺎﻻ ﻴﻞ ّٰ ِ
اﻪﻠﻟ اَوِ ْ ﻳﻦ ﻧَﺎﻓَ ُﻘﻮﺍ ۚ َو ۪ﻗﻴ َﻞ ﻟ َُﻬ ْﻢ ﺗَﻌَﺎﻟ َْﻮﺍ ﻗَﺎﺗِﻠُﻮﺍ ۪ﻓﻲ َﺳﺒ۪ ِ ِ
َوﻟﻴَ ْﻌﻠ َ َﻢ اﻟ َّ۪ﺬ َ
gelirdik” dediler, onlar o gün [1223] imandan ziyâde küfre yakın idiler,
ağızlarıyla kalblerinde olmayanı söylüyorlardı, Allah daha iyi bilirken
neyi gizliyorlardı (167). Onlar ki oturdular da muharebeye giden ih-
vanları için “bizi dinleselerdi katlolunmazlardı” dediler. De ki: “Haydin
o hâlde kendinizden ölümü defʿedin eğer gerçekseniz” (168). Ve sakın
Allah yolunda katledilenleri ölmüşler sanma. Hayır, hep hayattadırlar,
Rablerinin ʿindinde yaşarlar (169). Allah’ın fazlından kendilerine bah-
şettiği saadetle şâdgâm olarak merzuk olurlar, arkalarından şehadetle
kendilerine yetişemeyen mücâhidler hakkında da şunu istibşar ederler
ki onlara bir korku yok, onlar da mahzun olmayacaklar (170). Allah’ın
bir nimetini1, bir de fazlını ve Allah’ın2 mü’minlerin ecrini zâyiʿ etme-
yeceğini istibşar ederler (171). Hele o, kendilerine yara değdikten sonra
Allah’ın ve Peygamber’in emrine icâbet eyleyenler; mü’minler içinden
bilhassa böyle ihsan ve ittikā edenler için pek büyük bir ecir var (172).
Onlar ki nâs kendilerine “haberiniz olsun, nâs sizin için tahşîdât yap-
tılar, onun için onlardan korkun” dediler de bu kendilerinin iman-
larını artırdı; Allah yetişir bize O ne güzel vekîl ﻴﻞ ُ اﻪﻠﻟُ َوﻧ ِ ْﻌ َﻢ ا ْﻟ َﻮ ۪ﻛ
ّٰ َﺣ ْﺴ ُﺒﻨَﺎ
dediler (173). Sonra da kendilerine hiçbir keder dokunmaksızın
Allah’tan bir nimet ve bir fazl ile avdet ettiler ve Allah’ın rızâsı ardınca
gittiler, daha çok büyük bir fazlın3 sâhibidir Allah (174). Size o haberi
getiren şeytan sade kendi dostlarını korkutur, siz ondan korkmayın da
Bana isyandan korkun eğer mü’minlerseniz (175). Sana da o küfürde
yarışanlar hüzün vermesin, çünkü onlar Allah’a bir zarar edebilecek
değiller, Allah onlara âhirette bir haz vermemek istiyor, onlara azîm
bir azab var (176). Şüphesiz iman bedeline küfrü satın alanlar Allah’a
zerrece zarar verecek değiller ve onlar için elîm bir azab var (177).
Bir de o küfredenler kendilerini bırakışımızı zinhar kendileri için bir
hayır sanmasınlar. Biz onları sırf günahlarını artırsınlar diye bırakı-
yoruz, hem onlara zillet verici bir azab var (178). Allah mü’minleri
1 B: “buyuruluyor”.
2 H ve F +“Ve”.
3 B -“ki”.
Hak Dini Kur’an Dili 213
ِ
bilmesi, yani halk beyninde temyiz edip zâhire çıkarması {ﻳﻦ َ َوﻟﻴَ ْﻌﻠ َ َﻢ اﻟ َّ۪ﺬ
}ﻧَﺎﻓَ ُﻘﻮﺍve münafık olanları bilmesi, ayırt etmesi ve her ikisinin ona göre
ecr ü cezâlarını vermesi içindir. Bunda böyle mü’minleri ıstıfâ etmek
ve münafıkları ayırmak hikmetleri de1 vardır. O münafıklar ki {َو ۪ﻗﻴ َﻞ ﻟ َُﻬ ْﻢ
ِ ّٰ ﻴﻞ ِ ۪[ }ﺗَﻌَﺎﻟ َْﻮﺍ ﻗَﺎﺗِﻠُﻮﺍ ۪ َﺳﺒ1228] kendilerine “geliniz, fî sebîlillâh
ْ ِاﻪﻠﻟ اَو
ادﻓَﻌُﻮﺍ
kıtal ediniz” veya “kendinizi ve vatanınızı müdafaa ediniz” yahud “bilfiil
muharebe etmezseniz bari teksîr-i sevâd ederek düşmana gözdağı olunuz
da def ine hizmet ediniz” denildi de A İbn Abbas radıyallâhu anh demiştir
ki bunlar Abdullah b. Übey ve arkadaşlarıdır. Çünkü Uhud günü bırakıp
gitmişlerdi. Abdullah b. Amr b. Haram da bunlara “size Allah’ı ihtar
ederim, Peygamberinizi ve kavminizi terk edip gitmeyiniz!” demiş ve kıtâle
davet2 etmiş idi. Buna karşı {ﺎﻻ َﻻﺗَّﺒَ ْﻌﻨَﺎﻛُ ْﻢ ً َ }ﻗَﺎﻟُﻮﺍ ﻟ َْﻮ ﻧ َ ْﻌﻠ َ ُﻢ ﻗِﺘbir kıtal olacağını
bilse idik, yahut kıtal yapmasını bilse idik3 elbette size ittibâ ederdik
dediler4 ve bununla fesad çıkarmak ve istihzâ etmek istediler. Doğrusu
{ﻳﻤﺎ ِن ِ ِ }ﻫﻢ ﻟ ِ ْﻠﻜُ ْﻔﺮِ ﻳﻮﻣ ِﺌ ٍﺬ اَ ْﻗﺮo gün onlar imandan ziyâde küfre yakın
َ ب ﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ ﻟ ْ ۪ﻼ ُ َ َ َْ ُْ
idiler {ﻮن ﺑِﺎ َ ْﻓ َﻮﺍﻫِﻬِ ْﻢ َﻣﺎ ﻟ َْﻴ َﺲ ۪ ُﻗﻠُﻮ ِ ِ ْﻢ َ ُ }ﻳ َ ُﻘﻮﻟzaten bunlar ağızlarıyla kalblerinde
olmayanı söylerler, yani içleri dışlarına uymaz. Söyledikleri kalblerinden
gelmez. Bu bunların her zamanki hâlleridir. O gün de ağızlarından iki şey
izhar ettiler ki kalblerinde yoktu, “kıtal olacağını bilmiyoruz, bilse idik
ittibâ ederdik” dediler. Kalblerinde ise bunların ikisi de böyle değil idi
َ ﺍﻪﻠﻟُ اَ ْﻋﻠ َ ُﻢ ﺑ ِ َﻤﺎ ﻳ َ ْﻜ ُﺘ ُﻤ
{ﻮن ّٰ }و
َ onların kalblerinde ne saklar olduklarını da Allah
5
{ﻳﻦ ﻗَﺎﻟُﻮﺍ ِﻻِ ْﺧ َﻮﺍ ِ ِ ْﻢ َوﻗَﻌَ ُﺪوﺍ َ }اَﻟ َّ ۪ﺬO münafıklar ki harbden savuşup oturarak
ihvanları, yani akrabaları için {َﺎﻋﻮﻧَﺎ َﻣﺎ ُﻗ ِﺘﻠُﻮﺍ ُ “ }ﻟ َْﻮ اَﻃbizi dinlemiş olsalardı
1
maktul olmazlar , bizim gibi kurtulurlardı” dediler. A Bunu diyenin
de Abdullah b. Übey olduğu menkuldür. Bu sözde evvelâ harbden
kaçırmak için teşvîkātta bulunduklarını ikrar, sâniyen teşvikleri
dinlenilmediği için [1229] izhâr-ı iğbirâr, sâlisen maktul olanları
tahkir ve “oh olsun” diye ahz-i sâr, râbi an eceli inkâr vardır. Tâ bâlâda
ﺖ ﻃَٓﺎﺋِﻔَﺘَﺎ ِن ِﻣ ْﻨﻜُ ْﻢ اَ ْن ﺗ َ ْﻔ َﺸ َﻼ ِ
ْ َّ ا ْذ ﻫَﻤâyet-i kerîmesindeki iki tâife bu münafıkların
yüzünden az daha za f-ı kalbe düşüyorlardı, Allah muhafaza etti {}ﻗُ ْﻞ
yâ Muhammed! Bunları iskât için de ki {ت َ ﺎد َر ُؤ۫ا َﻋ ْﻦ اَ ْﻧ ُﻔ ِﺴﻜُ ُﻢ ا ْﻟ َﻤ ْﻮ
ْ َ }ﻓöyle
ise haydi kendinizden ölümü def ediniz bakalım? {َ ﺎد ۪ﻗ ِ }اِ ْن ُﻛ ْﻨ ُﺘ ْﻢ ﺻsizin
َ
kurtulmanızın sebebi harbden savuşup oturmanız olduğu ve size itaat
edenlerin kurtulacağı davasında sadık iseniz bunu yapabilmeniz lâzım
gelir. Gelelim maktul olanlara:
Ey kābil-i hitâb olan herhangi bir kimse, yahut yâ Muhammed!
َ }و َﻻ ﺗ َ ْﺤ َﺴ َ َّ اﻟ َّ۪ﺬ
{ إﱁ...ﻳﻦ َ İmam Ahmed b. Hanbel’in ve daha birçoklarının
2
1 B: “katlolunmazlar”.
2 B: “ ”.
3 Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 265; Ebû Dâvûd, Cihâd, 26. Krş. Müslim, İmâre, 121:
َ َ َ ا ّٰ ُ َ َّ َو َ َّ أَ ْر َوا َ ُ ِ أَ ْ َ ِاف، ٍ ُ ُ ِ » َ َّ א أُ ِ َ ِإ ْ َ ا ُ ُכ: َّ َ َ َאل َر ُ ُل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو: َ َאل،אس ٍ ا
ْ ْ َ ْ َّ َ ِ ْ ِ َ
، ِ ِ َ َ َّ א َو َ ُ وا ِ َ َ ْ ِ ِ َو َ ْ َכ، َو َ ْ ِوي ِإ َ َ َ ِאد َ ِ ْ َذ َ ٍ ِ ِ ّ ِ ا ْ َ ِش، َ ْ ُכ ُ ِ ْ ِ َ אرِ َ א، ِ َّ َ ْ אر ا َ
َ َ ْ ُ َ ٍ ْ ُ ٍ َْ
أ د ِ
ْ ْ َ ْ
أَ َא: َّ َ َ َ َאل ا ّٰ ُ َ َّ َو، َو َ ْ ُכ ُ ا َ ِ ا ْ َ ِب، ِ َئ َ ْ َ ُ وا ِ ا ْ ِ َ ِאد، َא َ َ ِإ ْ َ ا َ َא َ ْ َ ُ َن ِ َ א َ َ َ ا ّٰ ُ َ َא:َو ُ ْ َ َ ِ ِ ِ َ א ُ ا
ْ ْ ْ
«»و َ َ ْ َ َّ ا َّ ِ َ ُ ِ ُ ا ِِ ِ ِ َ ِ
َ َ : ُ أُ َ ّ ُ ُ ْ َ ْ ُכ ْ » َ ْ َ َل ا ّٰ ُ َ َّ َو َ َّ َ ُ ء ا ْ َאت َ َ َر
216 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “tebşir ”.
2 B: “Rayhâ ”.
3 M ve B: “çekiyorlardı”.
218 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ilkā etti de kaçtılar gittiler. İşte bu âyet bu hâl içinde da vet-i Resûlullah’a
icâbet eden bu mü’minler hakkındadır.1
[1232] Kezâlik o mü’minler ki {َ اِ ْن ُﻛ ْﻨ ُﺘ ْﻢ ُﻣ ْﺆ ِﻣ ۪ﻨ...ﺎس َ }اَﻟ َّ ۪ﺬ
ُ َّ ﻳﻦ ﻗَﺎ َل ﻟ َُﻬ ُﻢ اﻟﻨ
Bu âyetler de Bedr-i Suğrâ Gazvesi hakkında nâzil olmuştur. Rivayet
olunuyor ki Ebû Süfyân Uhud’dan Mekke’ye gitmeye azm ettiği zaman
“yâ Muhammed, mev idimiz Bedr-i Suğrâ mevsimi olsun, orada çarpışırız
istersen!” diye bağırmıştı. Hazret-i Peygamber de Hazret-i Ömer’e
ِ ﺑـﻴـﻨـﻨﺎ وﺑـﻴـﻨdiye cevap vermesini emretmiş idi. Vakit gelince Ebû
ُﻚ إ ْن َﺷﺎءَ اﷲ
َ ﻚ ذﻟ
َ َْ َ َ ََ ْ َ
Süfyân maiyyetini alıp çıktı. Merru’z-Zahrân nâm mevki e kondu, fakat
Allah kalbine bir ru b ilkā etti, cayıp dönmek istedi. O sırada Nuaym b.
Mes’ûd-ı Eşcaî’ye rast geldi ki bu Nuaym, umre yapmış geliyordu. Buna
“yâ Nuaym, ben Muhammed’le Bedir mevsimine çarpışmaya vaadleşmiş
idim, bu sene ise kurak, bize her hâlde ağaçlarda hayvan yayacağımız
ve süt içeceğimiz bir sene yaraşır, bunun için dönmek istiyorum velâkin
Muhammed çıkar da ben çıkmamış bulunursam cür’eti artar. Medine’ye
git onları oyala, ta vîk et, sana on deve vereyim” demiş idi. Nuaym yola
çıktı, geldi gördü ki Müslümanlar hazırlanıyorlar, “bu”, dedi, “doğru bir
re’y değil. Onlar diyarınıza geldiler, birçoğunuzu katlettiler, siz üzerlerine
giderseniz hiçbiriniz geri gelmez”. Ve bu söz birtakımları üzerinde icrâ-yı
te’sîr etti, Resûlullah bunu anlayınca “Muhammed’in canı elinde olan
Allah’a kasem ederim ki ben yalnızca çıkarım!” buyurdu ve maiyyetinde
yetmiş kadar zevât ile hareket etti ki İbn Mes ud hazretleri de içlerinde
idi. Gittiler, Bedr-i Suğrâ’ya vardılar. Bedr-i Suğrâ Benî Kinâne’ye ait
bir sudur ki bir pazar yeri idi, burada her sene sekiz gün toplanırlar idi.
Hazret-i Peygamber ve ashâbı müşriklerden kimseye tesadüf etmediler,
pazara gittiler, yanlarında nafakaları ve emvâl-i ticâriyeleri de vardı,
alış-veriş ettiler, bire iki kazandılar ve Medine’ye sâlimen ve gānimen
]geldiler ki bu âyet bunlar hakkındadır. Ebû Süfyân da Mekke’ye [1233
ﺴ ِﻮﻳﻖ dönmüştü, Mekke ahâlisi onun askerine ﺶ اﻟ ﱠ
َ tesmiye ettiler, “sizﺟْﻴ ُ
sevık içmeye çıkmışsınız” dediler.1
1 Vâkıdî, el-Megāzî, I, 384-388; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 94, 209-210:
ﺻﻠﱠﻰ اﻟ ٰﻠّﻪُ َﻋﻠَْﻴ ِﻪ َو َﺳﻠﱠ َﻢ ﺎل رﺳ ُ ِ ف ﻳـﻮم أُﺣ ٍﺪ ﻧَﺎدى :ﻣﻮ ِﻋ ٌﺪ ﺑـﻴـﻨـﻨَﺎ وﺑـﻴـﻨَ ُﻜﻢ ﺑ ْﺪر اﻟﺼ ْﻔﺮاء رأْس ْ ِ ِ ِ ِ ِ ﻟَ ّﻤﺎ أ ََر َاد أَﺑُﻮ ُﺳ ْﻔﻴَﺎن أَ ْن ﻳـَْﻨ َ ِ
ﻮل اﷲ َ اﳊَ ْﻮل ،ﻧـَْﻠﺘَﻘﻲ ﻓﻴﻪ ﻓـَﻨـَْﻘﺘَﺘ ُﻞ .ﻓـََﻘ َ َ ُ ﺼﺮ َ َْ َ ُ َ َ ْ َ ْ َ َ َ ْ ْ َ ٌ ّ َ ُ َ َ
ِ ٍ ِ اﻟﺼ ْﻔَﺮاءُ ﺑـَْﻌ َﺪ َﺷ ْﻬَﺮﻳْ ِﻦ .ﻗَ َ ِ ٍ ِ ﺎب َر ِﺿ َﻲ اﷲُ َﻋْﻨﻪُ :ﻗُ ْﻞ ﻧـََﻌ ْﻢ إ ْن َﺷﺎءَ اﷲَُ .وﻳـَُﻘ ُ اﳋَﻄّ ِ ﻟِﻌُ َﻤَﺮ ﺑْ ِﻦ ْ
ﺖ ﻋْﻨ َﺪﻧَﺎ. ﺎل اﺑْ ُﻦ َواﻗﺪَ :و ْاﻷ َّو ُل أَﺛـْﺒَ ُ ﺎل أَﺑُﻮ ُﺳ ْﻔﻴَﺎ َن ﻳـَْﻮَﻣﺌﺬَ :ﻣ ْﻮﻋ ُﺪ ُﻛ ْﻢ ﺑَ ْﺪٌر ّ ﺎل ﻗَ َ
ُﺣﺪ َواﻟ ّﺪ ْوﻟَﺔُ َﳍُ ْﻢ، ٍ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ
َﺟﻠَﺒُﻮاَ ،وَﻛﺎ َن َﻫ َﺬا ﻋْﻨ َﺪ ُﻫ ْﻢ أ َْﻋﻈَ َﻢ ْاﻷَﻳّﺎم ﻷَﻧـُّﻬ ْﻢ َر َﺟﻌُﻮا ﻣ ْﻦ أ ُ وج َوأ ْ ﺶ ﻓَ َﺨﺒـُّﺮوا َﻣ ْﻦ ﻗﺒـَﻠَ ُﻬ ْﻢ ﺑﺎﻟ َْﻤ ْﻮﻋﺪ َوﺗـََﻬﻴّﺌُﻮا ﻟ ْﻠ ُﺨُﺮ ِ ﺖ ﻗـَُﺮﻳْ ٌ ﻚَ ،وَر َﺟ َﻌ ْ ﺎس َﻋﻠَﻰ َذﻟ َ ﻓَﺎﻓـْﺘـََﺮ َق اﻟﻨّ ُ
ﺖ ﻀْ
ِ
ﺎن ﻟَﻴَ ٍﺎل َﺧﻠَ ْﻮ َن ﻣْﻨﻪُ ،ﻓَِﺈ َذا َﻣ َ ﻚ ِﻣﻦ اﻟﻈَّﻔ ِﺮ .وَﻛﺎ َن ﺑ ْﺪر اﻟﺼ ْﻔﺮاء َْﳎﻤﻌﺎ َﳚﺘَ ِﻤﻊ ﻓِ ِﻴﻪ اﻟْﻌﺮب ،وﺳﻮﻗًﺎ ﺗـ ُﻘﻮم ﳍَِِﻼ ِل ِذي اﻟْ َﻘﻌ َﺪ ِة َإﱃ ﲦََ ِ َ
ﻃَ ِﻤﻌﻮا ِﰲ ﺑ ْﺪ ٍر اﻟْﻤﻮ ِﻋ ِﺪ أَﻳﻀﺎ ﲟِِﺜْ ِﻞ َذﻟِ
ً
ْ ََ ُ َ ُ َ ُ َ َ ٌ ّ َ ُ ًَ ْ ُ ْ ُ َ َْ ْ
ٰ اﷲ ﺻﻠﱠﻰ اﻟ ٰﻠّﻪ ﻋﻠَﻴ ِﻪ وﺳﻠﱠﻢ ،وﺟﻌﻞ ُِﳛﺐ أَ ْن ﻳ ِﻘﻴﻢ رﺳ ُ ِ ﲦََ ِﺎﱐ ﻟَﻴ ٍﺎل ِﻣْﻨﻪ ﺗـ َﻔﺮ َق اﻟﻨّﺎس َإﱃ ﺑِ َﻼ ِد ِﻫﻢ .ﻓـﻠَﻤﺎ دﻧَﺎ اﻟْﻤﻮ ِﻋ ُﺪ َﻛ ِﺮﻩ أﺑﻮ ﺳﻔﻴﺎن اﳋﺮوج إﱃ رﺳﻮل ِ
ﺻﻠﱠﻰ اﻟﻠّﻪُ ﻮل اﷲ َ ُ َ ْ َ َ َ َ ََ َ ّ ُ َ َ ُ َ َ ْ َ ّ َ َْ ُ َ ُ َّ
ﻴﻒ .ﻓـَﻴـَْﻘ َﺪ ُم اﻟْ َﻘ ِﺎد ُم ﻳﺪ أَ ْن ﻧـ ْﻐﺰو ُﳏَﻤ ًﺪا ِﰲ ﲨَْ ٍﻊ َﻛﺜِ ٍ ِ ِ ِ
ﻳﺪ اﻟ َْﻤﺪﻳﻨَﺔَ أَﻇْ َﻬَﺮ ﻟَﻪُ :إﻧّﺎ ﻧُِﺮ ُ َ ُ َ ّ َﺻ َﺤﺎﺑُﻪُ ﺑِﺎﻟ َْﻤﺪﻳﻨَ ِﺔ َوَﻻ ﻳـَُﻮاﻓ ُﻘﻮ َن اﻟ َْﻤ ْﻮ ِﻋ َﺪ .ﻓَ َﻜﺎ َن ُﻛ ّﻞ َﻣ ْﻦ َوَرَد َﻋﻠَْﻴ ِﻪ َﻣ ّﻜﺔَ ﻳُِﺮ ُ َﻋﻠَْﻴﻪ َو َﺳﻠﱠ َﻢ َوأ ْ
ِ
ﻚ ب ﻟِﻴ ِﺴﲑ إﻟَﻴ ُﻜﻢ ﻟِﻤﻮ ِﻋ ِﺪ ُﻛﻢ .ﻓـﻴﻜْﺮﻩ َذﻟِ ِ ﺮ ْﻌﻟ ا ﰲ ِ ﺎر ﺳ و ، ﻮع ﻤ اﳉ ﻊ ﲨ ﺪ ﻗ ن ﺎ ﻴ ﻔ ﺳ ﺎ َﺑأ ﺖ ﻛﺮ ـ ﺗ : ﻮل ﻘ ـ ﻴـ ﻓ ﺰٍ ﻬ ﲡ ﻰ ﻠ ﻋ ﻢ اﻫ ﺮ ـ ﻴـ ﻓ ﻢ ﱠ
ﻠ ﺳ و ِ
ﻪ ﻴ ﻠ ﻋ ﻪ ٰ
ﻠ اﻟ ﻰ ﱠﻠ ﺻ ِ
اﷲ ِ
ﻮل ﺳ ِ
َ ّ ُ ََْ َ َ َ َ ََ ُ ْ ََ َ ّ َ َُ ََْ َ ُ ْ َ َ َ ْ ََ َ ُ ُ َ َ َ َ ََ َ َ ْ ْ َ ْ ْ ََ َ ُ َ ْ ُ َ َﻋﻠَ ْ َ َ ُ
ر ﺎب ﺤ َﺻ أ ﻰ
ِ ٍ ِ ِ
َﺻ َﺤﺎﺑَ ُﻪ أو ا ﺪ ﻤ
ّ َ َ ْ َُ ّ ً َ ْ ﳏ ت ﺪ ﻋو إﱐ ﻧﻌﻴﻢ، ﻳﺎ ﻓﻘﺎل: ﻳﺶ ﺮ ﻗ ﻣﻦ رﺟﺎل ﰲ ﺣﺮب ﺑﻦ ﺳﻔﻴﺎن ﻮ اﻟ ُْﻤ ْﺴﻠ ُﻤﻮ َن َوﻳَ ِﻬﻴﺒـُُ ْ َ َ َ َْ َ ُ َُْ ُ ْ ُ َ ْ ُ ْ ْ َ ّ َ ّ َ َ َ َ ُ ُ
َﺑأ ﻩ ﺎء ﺠ ﻓ ، ﺔ ﻜ ﻣ ﻲ ﻌ ﺠ ﺷ َاﻷ ﻮد ﻌ ﺴ ﻣ ﻦ ﺑ ﻢ ﻴ ﻌ ـ ﻧ م ﺪ ﻘ ـ ﻳو . ﻚ ﻟ ذ ﻢ ﻬ
ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ٍ ِ ِ ٍ
اﻟﺴ َﻼ ِح إﻋ َﺪاد ّ ﺼﻨـَﻌُﻮ َن ﻣ ْﻦ ْ َﺻ َﺤﺎﺑَﻪُ ﻳَ ْ ﺎل ﻧـَُﻌْﻴ ٌﻢَ :ﻣﺎ أَﻗْ َﺪ َﻣﲏ ّإﻻ َﻣﺎ َرأَﻳْﺖ ُﳏَ ّﻤ ًﺪا َوأ ْ ﻚ .ﻓـََﻘ َ اﳊَ ْﻮلَ ،وﻗَ ْﺪ َﺟﺎءَ َذﻟ َ اﻟﺼ ْﻔَﺮاء َﻋﻠَﻰ َرأْس ْ ُﺣﺪ أَ ْن ﻧـَْﻠﺘَﻘ َﻲ َْﳓ ُﻦ َوُﻫ َﻮ ﺑﺒَ ْﺪر ّ ﻳـَْﻮَم أ ُ
ﷲ .ﻓَ َﺠَﺰْوا ﺎل :إي واَ ِ ﻮل؟ ﻗَ َ َﺣ ّﻘﺎ َﻣﺎ ﺗـَُﻘ ُ ﺎﻟﺮّﻣﺎﻧَِﺔ .ﻓـََﻘ َ واﻟْ ُﻜﺮ ِاع ،وﻗَ ْﺪ َﲡﻠّﺐ إﻟَﻴ ِﻪ ﺣﻠَ َﻔﺎء ْاﻷَو ِس ِﻣﻦ ﺑﻠِﻲ وﺟﻬﻴـﻨﺔَ و َﻏ ِﲑِﻫﻢ ،ﻓـﺘـﺮْﻛﺖ اﻟْﻤ ِﺪﻳﻨﺔَ أَﻣ ِ
َ ﺎل أَﺑُﻮ ُﺳ ْﻔﻴَﺎ َن :أ َ ﺲ َوﻫ َﻲ َﻛ ّ َ ْ َ َ َ َ َ ْ ْ َ َ ْ َ ُ َ ّ َ ْ ْ ُ ُ ْ َ َ َ َ َ
ﺲ ﻓِ َﻴﻬﺎ ﻟِﺒَﻌِ ٍﲑ َ ﻴ
َْﻟ ، سض ِﻣﺜْﻞ ﻇَ ْﻬ ِﺮ اﻟﺘـّْﺮ ِ
ُ ُ َر اﻷ
ُ ٌ ْْ : ﻢ ﻴ
ْ ﻌ
َ ـ ﻧ ﺎل
َ ﻗ
َ - بَﻋ ّﺪوا؟ وَﻫ َﺬا َﻋﺎم ﺟ ْﺪ ٍ
َ ُ َ َ أ ﺪْ َﻗ ﺎ ﻣ ، ﺮ
ُ َ ُ َ ﻛ
ُ ﺬْ َﺗ ﺎ ﻣ ﺮ ﻛ
ُ ﺬ ْ َﺗ ﻚ ﻌ
ُ َﲰ
َ ْ أ : نَ ﺎ ﻴ ﻔ
ْ ﺳ
َ ُ َُ ﻮ َﺑ
أ ﺎلَ ﻘ
َ ـ ﻓ ، ﻮﻩ
ُ ﻧ
ُ ﺎ َﻋ
َ أوَ ﻮﻩ
ُ ﻠ
ُ ﺻَ وﻧـَُﻌْﻴ ًﻤ ً َ َ
و ا
ﺮ ـ
ْ ﻴ ﺧَ ﺎ
ﻒ ِﻣ ْﻦ َﺧُﺮ ُج ﻓـَﻴَ ْﺠ َِﱰﺋُﻮ َن َﻋﻠَﻴـْﻨَﺎَ ،وﻳَ ُﻜﻮ ُن ْ َ َ َ ﺐ َﻏﻴ َﺪ ٍاق ﺗـﺮﻋﻰ ﻓِ ِ ٍ َﺷﻲء -وإِﳕَّﺎ ﻳﺼﻠِﺤﻨَﺎ ﻋﺎم ِ
اﳋُْﻠ ُ َﺻ َﺤﺎﺑُﻪُ َوَﻻ أ ْ أو
َُ ّ َ ْ ﺪ
ٌ ﻤ ﳏ
َ ُ ج ﺮ ﳜ
َْ ن
ْ أ ﻩﺮ ﻛ
ْ أ ﺎَﻧأو ،
ْ ُ َ ْ ُ َ َ ُ ََ َ َ ُﱭ ﻠ
ّ اﻟ ب ﺮ ﺸْ ﻧ
َ و ﻞ ﻴاﳋ
َْ و ﺮ ﻬ ﻈ
ّ اﻟ ﻴﻪ ْ ٌ َ ُ ْ ُ َ ُ ْ ْ َْ َ ﺼ ﺧ
ِ ِ ِ ِِ
ﺎل ﻧـَُﻌْﻴ ٌﻢ :رﺿﻴﺚَ .وَﻛﺎ َن ُﺳ َﻬْﻴ ٌﻞ ﻀ َﻤﻨـَُﻬﺎ ﻟَﻚ .ﻗَ َ ﻮﺿ ُﻊ ﻟﻚ ﻋﻠﻰ ﻳﺪي ُﺳ َﻬْﻴ ِﻞ ﺑْ ِﻦ َﻋ ْﻤ ٍﺮو َوﻳَ ْ اﻋﺎ َو َﻋ ْﺸًﺮا ﺣ َﻘﺎﻗًﺎَ ،وﺗُ َ ﻳﻀﺔًَ ،ﻋ ْﺸًﺮا ﺟ َﺬ ً ﻳﻦ ﻓَ ِﺮ َ إﱄَ .وَْﳒ َﻌ ُﻞ ﻟَﻚ ﻋ ْﺸ ِﺮ َ ﺐ َّ َﺣ ّ ﻗﺒَﻠ ِﻬ ْﻢ أ َ
ِج .ﻓَ َﺨَﺮ َج َﻋﻠَﻰ ر ﺎ ﺧ ﱐ ِ
ﺈ ﻓ : ﺎل ﻗ . ﻢ ﻌ ـ ﻧ : ﺎل ﻗ ؟ ٍ
ﺪ ﻤ ﳏ ﺎب ﺤ َﺻ أ ل ﺬ َﺧ ﺄ ﻓ ﺔ ﻳﻨ ﺪِ ْﻤ ﻟ ا م ﺪ ﻗ َ
أ ن َ
أ ﻰ ﻠ ﻋ ﺔ ﻳﻀ ِ
ﺮ ﻓ ﻳﻦ ِ
ﺮ ﺸ ِ
ﻋ ﱄ ِ ﻦ ِ ٍ ِ ِ
َ
ْ َ َ َُ ّ َ ََ ْ َ َ ّ َ ٌ َ َ ُ َ َ َ ََ َ ْ ْ ْ َ ْ َ َ ًَ َ ﺻ ً َُْ َ َ َ ُ َ ْ ََ َ َ َ َ َ ْ َ ُ
ﻤ ﻀ ﺗ ، ﻳﺪ ﺰ ﻳ ﺎ َﺑأ ﺎ ﻳ : ﺎل
َ ﻘ ـ ﻓ ﻼ ً ﻴ ﻬ ﺳ ﺎء ﺠ ﻓ ﻢ ﻴ ﻌ ـ ﻨﻟ ﺎ ﻘ ﻳ ﺪ َ
ِ ٰ ِ ِ ِ ِ ِ ِ
ﺎب رﺳﻮل اﷲ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ ﺤ َﺻ أ ﺎل
َ ﻘ ـ ﻓ ، ن
َ ّ ُ ََْ َ َ َ ََ َ ّ ُ َ ََ ْ َ ُ و ﺰ ﻬ ﺠ ﺘ ـ ﻳ ﻢ ﱠﻠ ﺳ و ﻪ ﻴ ﻠ ﻋ ﻪ ﻠ اﻟ ﻰ ﱠ
ﻠ ﺻ اﷲ ﻮل ﺳ
ْﺳﻪُ ُ ْ َ ً ََ َ َ ْ َ َ َ ُ
ر ﺎب ﺤ َﺻ أ ﺪ ﺟ ﻮ ـ ﻓ ا، ﺮ ﻤ ﺘ ﻌ ﻣ اﻟﺴﻴـَْﺮ ﻓـََﻘﺪ َم َوﻗَ ْﺪ َﺣﻠَ َﻖ َرأ َ ع ّ َﺳَﺮ َﺑَﻌ ٍﲑ َﲪَﻠُﻮﻩُ َﻋﻠَْﻴﻪَ ،وأ ْ
ب ،ﻓـَُﻬ َﻮ ﺮ ْﻌ ﻟ ا ﻪ ﻌ ﻣ ﺐ ﻠ َﺟ أ
و ﻮع ﻤ اﳉ ﻊ ﲨ ﺪ ﻗ ن ﺎﻴ ﻔ ﺳ ﺎ َﺑ
أ ﺖ ﻛﺮ ـ ﺗ ، ﻢ ﻌ ـ ﻧ : ﺎل ﻗ ؟ ن ﺎ ﻴ ﻔ ﺳ َﰊ ِ ﺄِﺑ ﻢ ﻠ ِ
ﻋ ﻚ ﻟ ا: ﻮ ﻟ ﺎ ﻘ ـ ﻓ . ﺔ ﻜ ﻣ إﱃ اﺮ ﻤِ ﺘ ﻌ ﻣ ﺖ ﺟ ﺮ ﺧ : ﺎل ﻗ ؟ ﻢ ﻴ ﻌـ ﻧ ﺎ ﻳ ﻦ َﻳأ ﻣﻦ وﺳﻠﻢ:
ُ ْ َ َ َ َ ََ ْ ََْ َ ُ ْ َ َ َ ْ ََ َ ُْ ُ َ َ ْ َ َ َ َ ُ ََ َ ْ َ َ َُْ ُ َ َ َ َ ْ ُ ْ َ ً َ َ ّ َ ََ ُ َ ْ ٌ
ِِ اﻟﺸ ِﺮ ُ ِ ِ ِِ ِ ِ ِ
َﺻﺎﺑَﻪُ ﺎب ُﳏَ ّﻤ ًﺪا ِﰲ ﻧـَْﻔﺴﻪ َﻣﺎ أ َ َﺻ َ ﺖ َﺳَﺮاﺗُ ُﻜ ْﻢ َوأ َ ﻳﺪَ ،وﻗُﺘﻠَ ْ ﺖ ِﻣْﻨ ُﻜ ْﻢ ّإﻻ ّ ﻴﻤﻮا َوَﻻ َﲣُْﺮ ُﺟﻮا ﻓَِﺈﻧـُّﻬ ْﻢ ﻗَ ْﺪ أَﺗـَْﻮُﻛ ْﻢ ِﰲ َدا ِرُﻛ ْﻢ َوﻗـََﺮا ِرُﻛ ْﻢ ،ﻓـَﻠَ ْﻦ ﻳـَْﻔﻠ َ ﻴﻤﺎ َﻻ ﻗﺒَ َﻞ ﻟَ ُﻜ ْﻢ ﺑﻪ ،ﻓَﺄَﻗ ُ َﺟﺎءَ ﻓ َ
ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِِﻣ ْﻦ ْ
ﺖ ﻣْﻨ ُﻜ ْﻢ ﺎسَ -واﷲ َﻣﺎ أ ََرى أَ ْن ﻳـَْﻔﻠ َ -وُﻫ َﻮ َﻣ ْﻮﺳ ٌﻢ َْﳚﺘَﻤ ُﻊ ﻓﻴﻪ اﻟﻨّ ُ ْي َرأَﻳـْﺘُ ْﻢ ﻷَﻧـُْﻔﺴ ُﻜ ْﻢ َ اﻟﺮأ ُﺲ ّ ﻳﺪو َن أَ ْن َﲣُْﺮ ُﺟﻮا إﻟَْﻴﻬ ْﻢ ﻓـَﺘـَْﻠ َﻘ ْﻮُﻫ ْﻢ ﰲ َﻣ ْﻮﺿ ٍﻊ ﻣ ْﻦ ْاﻷ َْرض؟ ﺑْﺌ َ اﳉَﺮ ِاح .ﻓـَُﱰ ُ
ِ
ﺼﺪ ِﻳﻖ ﻗـَْﻮل ﻧـَُﻌْﻴ ٍﻢ ،أ َْو َﻣ ْﻦ ﻧَﻄَ َﻖ ﻣﻨـْ ُﻬ ْﻢ.ِ ِ ِ ﺻﻠﱠﻰ اﻟﻠّﻪُ َﻋﻠَْﻴﻪ َو َﺳﻠﱠ َﻢ َﺣ ّﱴ َر َﻋﺒـَُﻬ ْﻢ َوَﻛّﺮَﻩ إﻟَْﻴ ِﻬ ْﻢ ْ ِ ٰ ِ ِ ِ ِ ِ
وجَ ،ﺣ ّﱴ ﻧَﻄَ ُﻘﻮا ﺑﺘَ ْ اﳋُُﺮ َ َﺻ َﺤﺎب َر ُﺳﻮل اﷲ َ ﻮف َ َﺬا اﻟْ َﻘ ْﻮل ِﰲ أ ْ َﺣ ٌﺪ! َو َﺟ َﻌ َﻞ ﻳَﻄُ ُ أَ
ﲔَ ،ﺣ ّﱴ ﺑـَﻠَ َﻎ رﺳﻮل اﷲ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻤ ف اﻟْﻤﺴﻠِ ِ ﺎس ِﳋﻮ ِ ِ اﻟﻨ
ّ ﻦ اﻟﺸﻴﻄَﺎ ُن أَوﻟِﻴﺎءﻩ ِ
ﻣ ّ ﻞ ﻤ ﺘ
َ اﺣ و ِ!ﻊ ﻤ اﳉ
ْ ا ﺬ
َ ﻫ ﻦ ﻚ اﻟْﻤﻨَﺎﻓِ ُﻘﻮ َن واﻟْﻴـﻬﻮد وﻗَﺎﻟُﻮاُ :ﳏﻤ ٌﺪ َﻻ ﻳـ ْﻔﻠِﺖ ِ
ﻣ َ
واﺳﺘﺒﺸﺮ ﺑِ َﺬﻟِ
َ َ
ْ ُْ َ َ ْ َ َُ ْ َ ُ ْ َ َْ َ ْ َ َ ْ ّ َ َ َُ َُ ُ َ ْْ َ
ﺎب َر ِﺿ َﻲ اﳋَﻄّ ِ ﺎف رﺳ ُ ِ ِ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ ذﻟﻚ ،وﺗَﻈَﺎﻫﺮ ِ
َﺣ ٌﺪ .ﻓَ َﺠﺎءَﻩُ أَﺑُﻮ ﺑﻜﺮ ﺑﻦ أﰊ ﻗﺤﺎﻓﺔ رﺿﻲ اﷲ ﻋﻨﻪَ ،وﻋُ َﻤُﺮ ﺑْ ُﻦ ْ ﻮل اﷲ أَّﻻ ﳜَُْﺮ َج َﻣ َﻌﻪُ أ َ َﺧﺒَ ُﺎر ﻋْﻨ َﺪﻩَُ ،ﺣ ّﱴ َﺧ َ َ ُ ت ﺑِﻪ ْاﻷ ْ َ ََ ْ
ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ اﷲ ﻋْﻨﻪ ،وﻗَ ْﺪ َِﲰﻌﺎ ﻣﺎ َِﲰﻌﺎ ﻓـ َﻘ َﺎﻻ :ﻳﺎ رﺳ َ ِ
ﱭﻒ َﻋ ْﻦ اﻟْ َﻘ ْﻮم ،ﻓـَﻴـََﺮْو َن أَ ّن َﻫ َﺬا ُﺟ ٌْ ﺐ أَ ْن ﻧـَﺘَ َﺨﻠّ َ ﻮل اﷲ إ ّن اﷲَ ُﻣﻈْﻬٌﺮ دﻳﻨَﻪُ َوُﻣﻌّﺰ ﻧَﺒﻴّﻪَُ ،وﻗَ ْﺪ َو َﻋ ْﺪﻧَﺎ اﻟْ َﻘ ْﻮَم َﻣ ْﻮﻋ ًﺪا َوَْﳓ ُﻦ َﻻ ُﳓ ّ َ َ َ َ َ َُ َُُ َ
َﺣ ٌﺪ! أ ﻲ ﺎل :واَﻟّ ِﺬي ﻧـ ْﻔ ِﺴﻲ ﺑِﻴ ِﺪ ِﻩَ ،ﻷَﺧﺮﺟﻦ وإِ ْن َﱂ ﳜَْﺮج ﻣﻌِ ﻗ ﰒ ﻚ ِﻟﺬ ِ
ﺑ ﻢ ﱠﻠ ﺳ و ِ
ﻪ ﻴ ﻠ ﻋ ﻪ ٰ
ﻠ اﻟ ﻰ ﱠﻠ ﺻ ِ
اﷲ ﻮل ﺳ ِ ِ
ﻣﻨّﺎ ﻋﻨﻬﻢ ،ﻓﺴﺮ ﳌﻮﻋﺪﻫﻢ ،ﻓﻮ اﷲ إ ّن ِﰲ َذﻟ َ
ُْ َ َ ْ ُ ْ َ َ َ َ َ ُ
َ ّ ُ َ َْ َ َ َ َ َ ّ َ َ ُ ﻚ َ ٌَ َ ُ ّ َ ُ
ر ﺮ ﺴ ﻓ ! ةﲑ ﳋ
اﻟﺸﻴﻄَﺎ ُن ،وﺧﺮج اﻟْﻤﺴﻠِﻤﻮ َن ﺑِﺘِﺠﺎر ٍ ِِ ِ ٰ ِ ﺎل :ﻓـﻠَﻤﺎ ﺗَ َﻜﻠّﻢ رﺳ ُ ِ
ات َﳍُ ْﻢ َإﱃ ََ َ ََ َ ُ ْ ُ ﺐ َﻣﺎ َﻛﺎ َن َر َﻋﺒـَُﻬ ْﻢ ّ ْ ﲔَ ،وأَ ْذ َﻫ َ ﺼَﺮ اﷲُ َﻋّﺰ َو َﺟ ّﻞ اﻟ ُْﻤ ْﺴﻠﻤ َ ﺻﻠﱠﻰ اﻟﻠّﻪُ َﻋﻠَْﻴﻪ َو َﺳﻠﱠ َﻢ ﺗَ َﻜﻠّ َﻢ ﲟَﺎ ﺑَ ّ ﻮل اﷲ َ َ َُ ﻗَ َ َ ّ
ِ ِ ِ ِ
وجَ ،ﺣ ّﱴ اﳋُُﺮ ِ ِ
َﺣ ًﺪا ﻟَﻪُ ﻧﻴّﺔٌ ﰲ ْ ِ
ﺐ ﰲ ﻗـُﻠُﻮﺑﻨَﺎ ،ﻓَ َﻤﺎ أ ََرى أ َ ِ
اﻟﺮ ْﻋ ُ ف ّ ﻮل :ﻟََﻘ ْﺪ َرأَﻳْﺘﻨَﺎ َوﻗَ ْﺪ ﻗُﺬ َ ﺎلَ :ﻛﺎ َن ﻋُﺜْ َﻤﺎ ُن ﺑْ ُﻦ َﻋ ّﻔﺎ َن َرﲪَﻪُ اﷲُ ﻳـَُﻘ ُ ﻳﺪَ ،ﻋ ْﻦ َﺧﺼﻴ َﻔﺔَ ،ﻗَ َ ﺑَ ْﺪ ٍر .ﻓَ ُﺤ ّﺪﺛْﺖ َﻋ ْﻦ ﻳَﺰ َ
ِ
ﻀ ٍﻞ ٍ ِ ِ ِ ِ ِ ٍ ِ ِ ٍ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ
ﺎﻋﺔ َإﱃ َﻣ ْﻮﺳﻢ ﺑَ ْﺪر ،ﻓـََﺮ ْﲝﺖ ﻟﻠ ّﺪﻳﻨَﺎر دﻳﻨَ ًﺎرا ،ﻓـََﺮ َﺟ ْﻌﻨَﺎ ﲞَْﲑ َوﻓَ ْ ﻀَ اﻟﺸْﻴﻄَﺎن .ﻓَ َﺨَﺮ ُﺟﻮا ﻓـَﻠَ َﻘ ْﺪ َﺧَﺮ ْﺟﺖ ﺑﺒ َ ﻳﻒ ّ ﺐ َﻋﻨـْ ُﻬ ْﻢ َﲣْﻮ َ ﺼﺎﺋَﺮُﻫ ْﻢَ ،وأَ ْذ َﻫ َ ﲔ ﺑَ َ أَﻧـَْﻬ َﺞ اﷲُ ﺗـََﻌ َﺎﱃ ﻟ ْﻠ ُﻤ ْﺴﻠﻤ َ
ِ ِ ِ ِ ِ ِ ٍ ِ ِ ِ ِ ِ ٰ ِ ِﻣ ْﻦ َرﺑـّﻨَﺎ .ﻓَ َﺴ َﺎر َر ُﺳ ُ
ﻴﺤﺔَ ا ْﳍ َﻼل، ﺻﺒِ َ ﻮق َ اﻟﺴ ُ ٍ
ﻀﺎﺋ َﻊ َﳍُ ْﻢ َوﻧـََﻔ َﻘﺎت ،ﻓَﺎﻧـْﺘـََﻬ ْﻮا َإﱃ ﺑَ ْﺪر ﻟَﻴـْﻠَﺔَ ﻫ َﻼل ذي اﻟْ َﻘ ْﻌ َﺪةَ ،وﻗَ َﺎم ّ ﲔ َو َﺧَﺮ ُﺟﻮا ﺑﺒَ َ ﺻﻠﱠﻰ اﻟﻠّﻪُ َﻋﻠَْﻴﻪ َو َﺳﻠﱠ َﻢ ِﰲ اﻟ ُْﻤ ْﺴﻠﻤ َ ﻮل اﷲ َ
ِ ِ ِ ِ ِ ٍ ِ ِ ﻮل اﷲ ﺻﻠﱠﻰ اﻟﻠّﻪ َﻋﻠَْﻴﻪ وﺳﻠﱠﻢ ﻗَ ْﺪ َﺧﺮج ِﰲ أَﻟ ٍ ِ ٰ ِ ِ ِ ٍ
ﺻﻠﱠﻰ س ﻟَﺮ ُﺳﻮل اﷲ َ اس :ﻓـََﺮ ٌ اﳋَْﻴﻞ َﻋ ْﺸَﺮَة أَﻓـَْﺮ ٍ
ﺖ ْ ُ َﺻ َﺤﺎﺑِﻪ َوَﻛﺎﻧَ ْ ْﻒ َوﲬَْﺴﻤﺎﺋَﺔ ﻣ ْﻦ أ ْ ََ ُ ََ َ َ ﻮق ﻗَﺎﺋ َﻤﺔٌَ .وَﻛﺎ َن َر ُﺳ ُ اﻟﺴ ُ ﻓَﺄَﻗَ ُﺎﻣﻮا ﲦََﺎﻧﻴَﺔَ أَﻳّﺎم َو ّ
س ﻟِ َﻌﺒّ ِﺎد ﺑْ ِﻦ ﺑِ ْﺸ ٍﺮ. ﺎب ،وﻓـَﺮ ِ ِ
س ﻟ ّﻠﺰﺑـَْﲑَ ،وﻓـََﺮ ٌ س ﻟ ْﻠ ُﺤﺒَ َ َ ٌ
ﻴﺪ ﺑْ ِﻦ َزﻳْ ٍﺪ ،وﻓـﺮس ﻟِْﻠ ِﻤ ْﻘ َﺪ ِاد ،وﻓـﺮ ِ ِ
َ ََ ٌ َ ََ ٌ
اﻟ ٰﻠّﻪ ﻋﻠَﻴ ِﻪ وﺳﻠﱠﻢ ،وﻓـﺮس ِﻷَِﰊ ﺑ ْﻜ ٍﺮ ،وﻓـﺮس ﻟِﻌﻤﺮ ،وﻓـﺮس ِﻷَِﰊ ﻗـﺘﺎد َة ،وﻓـﺮس ﻟِﺴﻌِ ِ
ََ َ َ ََ ٌ َ َ َ ََ ٌ ُ َ َ َ ََ ٌ ُ َ ْ َ َ َ َ ََ ٌ
ﺐ ﻇَ ْﻬَﺮَﻫﺎ َذ ِاﻫﺒًﺎ َوَر ِاﺟ ًﻌﺎ ،ﻓـَﻠَ ْﻢ ﻳـَْﻠ َﻖ َﻛْﻴ ًﺪاُ .ﰒّ إ ّن أَﺑَﺎ ُﺳ ْﻔﻴَﺎ َن ﺤ ﺒ ﺳ ﻲ ﺳِ ﺮ ـ ﻓ ﻰ ﻠ
َ ﻋ ِ
ﺎل اﻟْﻤ ْﻘ َﺪ ُادَ :ﺷﻬ ْﺪت ﺑَ ْﺪ َر اﻟ َْﻤ ْﻮﻋ َﺪ َ ََ ُ ْ َ ً َْ ُ
ﻛَر أ ، ﺔ ِ ﺎل :ﻗَ َ ِ ﻓَ َﺤ ّﺪﺛَِﲏ َﻋﻠِ ّﻲ ﺑْ ُﻦ َزﻳْ ٍﺪَ ،ﻋ ْﻦ أَﺑِ ِﻴﻪ ﻗَ َ
220 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ِ ِ
{َﺎن
ُ }اﻧ َّ َﻤﺎ ٰذﻟﻜُ ُﻢ اﻟ َّﺸ ْﻴﻄO sizi alıkoymak isteyen şeytan, yahut o şeytan {ف ُ ِﻳُ َﺨ ّﻮ
}اَ ْوﻟِﻴَٓﺎءَ ُهsizi dostlarından korkutuyor.” A Burada “şeytan”, Müslümanları
1
alıkoymak isteyen o herif veya onu sevk eden, dostları da Ebû Süfyân
ve arkadaşları olduğunu ve mâna ﻜ ْﻢ أ َْوﻟِﻴَﺎءﻩ ُ ُ ُﳜَﱢﻮﻓtakdîrinde bulunduğunu
müfessirîn beyan ediyorlar. {َ ﻮﻫ ْﻢ َو َﺧﺎﻓُﻮ ِن اِ ْن ﻛُ ْﻨﺘُ ْﻢ ُﻣ ْﺆ ِﻣ ۪ﻨ ُ ُ }ﻓَ َﻼ ﺗ َ َﺨﺎﻓBinâen aleyh
ey Müslümanlar, şeytanın dostlarından korkmayınız, Benden korkunuz,
siz hâlis mü’min iseniz böyle olmanız lâzım gelir.
Şimdi bütün bu vekāyi üzerine Resûlullah’ı tesliye siyâkında telvîn-i
hitab ile buyuruluyor ki:
ُ ﻮن ِ ا ْﻟ
Yâ Muhammed { إﱁ...ِﻜ ْﻔﺮ َ ﻳﻦ ُ َﺎرِ ُﻋ
َ ﻚ اﻟ َّ۪ﺬ
َ }و َﻻ ﻳ َ ْﺤ ُﺰ ْﻧ
َ bu âyetin sebeb-i
nüzûlünde birkaç rivayet vardır:
1. Küffâr-ı Kureyş hakkında nâzil olmuş, Allah teâlâ onların harb için asker
toplayıp durmak gibi küfürde müsâra atlarına karşı Peygamberine
teminat vermiştir.
2. Münafıklar hakkında nâzil olmuştur. Bunların küfürde müsâra atları
da şu vechile telhis olunmuştur: Münafıklar Uhud vak ası üzerine
mü’minleri mütemâdiyen korkutmaya, nusret ü zaferden ümitlerini
kesip me’yus etmeye çalışıyorlar ve bâ-husus “Muhammed, meliklik
için uğraşan ve sırf maksad-ı siyâsî ile hareket eden bir inkılabcı, onun
için işler bazen lehine ve bazen aleyhine oluyor. Eğer Allah tarafından
resûl olsa idi hiç mağlub olmazdı” diye propaganda yapıyorlar, bunlar
Müslümanların fikirlerini bulandırıyor ve bu sebeple Resûl-i Ekrem
de mahzun oluyordu.
[1234] 3. Bazıları demişlerdir ki küffârdan bir kavim Müslüman
olmuşlardı. Sonra Kureyş’ten korkarak irtidad ettiler. Binâen aleyh
1 M: “bir”.
2 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IX, 436:
ِ ِ ٍ ِ ْ َ َ أَ َّ א: ا ْ َو ُل:ول ا ْ ِ َ و ٍه ِ ا ْ َ ُ ا:ُ ِ ا ْ َ َ ُ ا َّא
ْ َوا ّٰ ُ َ َ א َ َ َ َ َر ُ َ ُ آ ًא، ْ َ ُ ُِכ َّ אر َ َ َّ ُ ُ َ َ ِ ُُ ِ َ َ َ َ ْ َ
َ ون أَ ْ ُ َ ُ ْ َو ِ
َ ُّ ُ َ َ ِ َّ ُ ْ ِ َ َ ا ا َّ ِ ِإ َّ َ א،אر َ َכِ ِ ِ ِ
אכ ْ ا َ ِ ْ ن
ْ َ ِ ِ ْ َ ْ ُ ْ َכ ْ אرِ ُع ا ْ ُכ: َ ْ وا، ِ ِ َ
ِ
َ ُ َ ََ َ ْ َ َ َُ َ َ ْ َ َ ْ ّ
אر َ ُ ُ ِ أَ َّ ُ َכא ُ ا ُ َ ِّ ُ َن ا ْ ُ ْ ِ ِ َ ِ َ ِ َو ْ َ ِ أُ ُ ٍ َو ُ َ ِّ ُ َ ُ ِ َ ا ُّ ْ ِة و، ِ ِ أَ َّ َ א َ َ َ ْ ِ ا א: ِ ا َّא...َ ّٰ ون ا
َ ْ َ ْ َ ْ َ َُ َ َ َُْ َ ُّ ُ َ
ِ ِ
، َ ُ אن َر ُ ً ْ ْ ا ّٰ َ א ِ ِ ِ ِ
َ َو َ ْ َכ، ْ َ َ אر ًة و ، َ َ ْ ا ن כ ة אر ، כ ٍ ِ א َ ا ِن إ ن ُ ا אכ َ أ ِ ِ و َ أ ، ِ وا
َ ََ ُ ُْ ُ ُ َ َ ً َ َ ْ ُ ُ ً َّ ُ َ َّ َ ُ َ ُ َ ْ ُ َّ َ َ ْ َ َّ َ
ٍ ُ ِ إ َِّن َ א ِ ا ْ ُכ َّ אرِ أَ َ ا ُ ار َ ُّ وا َ ً א: ُ َ َאل. ِ ِ ِ ُن ل ُ ا אن
َ כ
َ َ ، ِ َ ِ ِْ ا
م ِ ِ ْ אن َ ِّ ا َ כ
َ َو َ َ ا
َْ ْ ْ ْ َّ ُ ْ َ ً ْ ْ ُ َْ َ َ َ ْ َ ُ َّ ْ َ َ ُْ ُ ُ
ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ َ َْ َ ا
َ َّ َ َ َ ِ َّ ُ َ َ ْ ا َّ َ ُم َ َّ أَ َّ ُ ْ ِ َ َ ِ ْ َכ ا ِّ َّدة ُ ْ ُ َن ِ َ َ َّ ًة، ِ َ َّ َ ْ ِ ا َّ ُ ل َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو َ َّ َ ِ َ َכ ا ُّ َ َ
َ َ ِ َכ ْ ُ ْ ُ ا ْ َ ْ َ ِف َوأَ ْ َ א ُ ُ ا َّ ِ َ َכ َ ُ ا: أَ َّن ا ْ ُ َ َاد ُر َؤ َ ُאء ا ْ َ ُ ِد: ُ ِ ا ْ َ ْ ُل ا َّ ا...ا ّٰ ُ أَ َّن رِ َّد َ ُ ْ َ ُ َ ِّ ُ ِ ُ ُ ِق َ َ رٍ َِכ
: א َو َ َ ُ ُ َ ْ ُ ا ْ َ ِ َ َ َ ِ ِ أ אف ا כ אر:ُ ّٰ אل َر ِ َ ُ ا
ْ ُ َّ َ ْ َ َאل ا.ُ َ َّ ٍ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ ِ َو َ َّ َ ِ َ َא ِع ا ُّ ْ َ א
ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ
ُ َ ْ ُ ( َ َ َّ ْ َ ه ا ْ َ ُ َ َ أَ َّن٤١/٥ אدوا« )ا ْ َ אئ َ ة ُ َ َّ »و َ ا َ : ْ َ َ » َא أ ُّ َ א ا َّ ُ ُل َ َ ْ ُ ْ َכ ا َّ َ ُ אرِ ُ َن ا ْ ُכ ْ ِ « ِإ
َ
. ِאن َ א ِ ً ِ ْ ُכ ّ ِ َ ُ َ ِء ا ْ ُכ َّ אر َ َכ
3 B: “e amdır”.
4 M ve B: “birşey”.
5 M ve B +“ve”.
6 B +“bir ”.
7 Müslim, Birr, 55:
ِ א ِ ِאدي ِإ َّ ُכ َ َ ُ ُ ا َ ِ ي َ ُ و... : ِ א روى ِ ا ّٰ ِ َ אر َك و َ א َ أَ َّ َ َאل، َّ ِ ا ِ ِ َّ ا ّٰ َ ِ و،أَ ِ َذ ٍر
ُّ َ ّ ْ ْ ْ َ َ ُ َ َ َ َ َ ََ َ َ َ َ ْ َ ُ َ ّ َّ َ ّ ْ َ
َ א َز َاد َذ ِ َכ، َא ِ ِאدي َ ْ أَ َّن أَ َّو َ ُכ َوآ ِ ُכ َو ِإ ْ َ ُכ َو ِ َّ ُכ َכא ُ ا َ َ أَ ْ َ َ ْ ِ َر ُ ٍ َوا ِ ٍ ِ ْ ُכ، ِ ُ َ ْ َ َ ، ِ ْ َ َو َ ْ َ ُ ُ ا
ْ ْ ْ ْ َ ْ َ ْ
... َ א َ َ َ َذ ِ َכ ِ ْ ُ ْ ِכ َ ًئא، ٍ ِ َא ِ ِאدي َ ْ أَ َّن أَ َّو َ ُכ َوآ ِ ُכ َو ِإ ْ َ ُכ َو ِ َّ ُכ َכא ُ ا َ َ أَ ْ َ ِ َ ْ ِ َر ُ ٍ َوا،ِ ُ ْ ِכ َ ًئא
ْ ْ ْ ْ َ ْ َ ْ
222 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
َ }و َﻻ ﻳ َ ْﺤ َﺴ َ َّ اﻟ َّ ۪ﺬ
Kâfirlerin gururlarına gelince {ﻳﻦ ﻛَ َﻔ ُﺮ ٓوﺍ اَﻧ َّ َﻤﺎ ﻧُ ْﻤ ۪ ﻟ َُﻬ ْﻢ َ A Burada
“imlâ” imhâl ve müsaade mânasınadır.
Şimdi Uhud vak asının müteveccih olduğu neticeye gelelim:
Ey ümmet-i Muhammed {ِاﻪﻠﻟُ ﻟِﻴَ َﺬ َر ا ْﻟ ُﻤ ْﺆ ِﻣ ۪ﻨ َ َﻋ ٰ َﻣٓﺎ اَ ْﻧ ُﺘ ْﻢ َﻋﻠ َ ْﻴﻪ ّٰ ﺎن
َ َ}ﻣﺎ ﻛ َ Allah
teâlâ, hâlis mü’minleri o bulunduğunuz karışık hâl üzere bırakmazdı,
öyle esbâb tertib edecekti ki {ﺐ ِ ﻴﺚ ِﻣ َﻦ اﻟﻄ َّ ِﻴ َ }ﺣ ّٰ ﻳ َ ۪ﻤ
َ ۪ﻴﺰ ا ْﻟ َﺨﺒ َ nihâyet murdarı
ّ
temizden, münafığı mü’minden ayıracak, fark ettirecekti. Bu temyîzi
yapmak için {ﺐ ِ اﻪﻠﻟُ ﻟِﻴُ ْﻄﻠِﻌَﻜُ ْﻢ َﻋ َ ا ْﻟﻐَ ْﻴ
ّٰ ﺎن َ َ}و َﻣﺎ ﻛ
َ Allah hepinizi gayba muttali
5
kılacak da değil idi, yani sizin hepinizi münafıkların kalblerine muttali
kılmak suretiyle onları tefrik ettirecek değil idi {ٓﺎء ِ۪ ِ ّٰ }و ٰﻟ ِﻜ َّﻦ
ُ َ َ اﻪﻠﻟ َ ﻳ َ ْﺠﺘَ ۪ ﻣ ْﻦ ُر ُﺳﻠﻪ َﻣ ْﻦ َ
1 F, M ve B -“Hazret-i”.
2 B: “bununla”.
3 F -“küffârın”.
4 M ve B: “önlerinde”.
5 H ve F -“da”.
Hak Dini Kur’an Dili 223
velâkin Allah resullerinden her kimi dilerse seçer onu ona bildirir. Öteden
beri sünnet-i ilâhiye budur. Muhammed Mustafa da böyle yapmıştır.
ِ ِ ِ ّٰ ِ [ }ﻓَﺎ ِٰﻣﻨﻮﺍ ﺑ1236] A Bundan
ٌ ﺎﻪﻠﻟ َو ُر ُﺳﻠِ ۪ﻪۚ َوﺍ ْن ﺗُ ْﺆﻣ ُﻨﻮﺍ َوﺗَﺘ َّ ُﻘﻮﺍ ﻓَﻠَﻜُ ْﻢ اَ ْﺟ ٌﺮ َﻋ ۪ﻈ
Binâen aleyh {ﻴﻢ ُ
evvelki âyetlerde mü’minlere ukūbet-i uhreviye ile va îd gösterildiği gibi
bu âyette de münafıkların1 nifakları meydana çıkarılıp terzil edilmek gibi
ukūbet-i dünyeviye ile va îdleri gösterilmiş ve aynı zamanda mü’minlere
ecr-i azîm vaad olunmuş ve hey’et-i İslâmiyenin ıslâhına ait mukaddimât
ihzar buyurulmuştur ki ahlâkiyât2 ve iktisâdiyâta ta alluk eden şu âyet de
bu mukaddimâttandır.
ِ ﺍث اﻟﺴ ٰﻤ َﻮ ِ ِ
َ }و َﻻ ﻳ َ ْﺤ َﺴ َ َّ اﻟ َّ ۪ﺬ
{ إﱁ...ﻳﻦ ﻳ َ ْﺒ َﺨﻠُﻮن َ ضِ ﺍﻻ َْر
ْ ﺍت َو َّ ُ َ َو ّٰﻪﻠﻟ ۪ﻣSemâvât ve arzın
mîrâsı, yani seleften halefe intikal eden3 mal vesâire gibi semâvî ve arzî
miraslar, yalnız Allah’ındır. Müstakillen O’nun milkidir. Bunlara tevârüs
edenlerin milk-i hakīkīleri yoktur; o muvakkat, müste âr bir şeydir. Hepsi
fâni olur. Ancak mâlik-i hakīkī olan Allah’ın milki kalır, binâen aleyh
bunları Allah’tan kıskanıp da Allah yolunda sarf etmek hususunda buhl
edenler, bunu4 düşünmeli ve ne büyük günah yaptıklarını anlamalıdırlar.
Semâvî miras; nübüvvet, ilim gibi me âlîdir. Bundan şu anlaşılır ki evvelâ
miras bir kānûn-ı ilâhîdir. Sâniyen اﻪﻠﻟُ ِﻣ ْﻦ ﻓَ ْﻀﻠِ ۪ﻪ ّٰ ﻴﻬ ُﻢ
ُ َﻣٓﺎ ٰا ٰﺗyalnız emvâle mahsus
değildir. Bir de burada bu sûreyi tâkip edecek olan Sûre-i Nisâ’da gelecek
miras âyetlerine bir nevi temhid vardır.
Allah habîr olduğu içindir ki:
ِﺍﻟﺰﺑُﺮ
ُّ ﺎت َو ِ َﺎؤ۫ ﺑِﺎ ْﻟﺒَ ِﻴﻨ
ّ َ ِب ُر ُﺳ ٌﻞ ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒﻠ
ُ ٓ ﻚ َﺟ ِ ِ
َ ﴾ ﻓَﺎ ْن ﻛَﺬَّﺑُﻮ َك ﻓَ َﻘ ْﺪ ُﻛ ّﺬ١٨٣﴿ ﻴﻦ
ِ اِ ْن ُﻛ ْﻨ ُﺘ ْﻢ ﺻ
َ ﺎد ۪ﻗ َ
ﻮرﻛُ ْﻢ ﻳ َ ْﻮمَ ا ْﻟ ِﻘ ٰﻴ َﻤﺔِ ۜ ﻓَ َﻤ ْﻦ ِ ِ ﴾ ﻛُ ُّﻞ ﻧﻔ ٍﺲ ذٓاﺋِﻘﺔ ا ْﻟﻤﻮ١٨٤﴿ ِﺎب ا ْﻟﻤ ۪ﻨﻴﺮ ِ
َ ت َوﺍﻧ َّ َﻤﺎ ﺗُ َﻮﻓ َّ ْﻮ َن اُ ُﺟ
ۜ َْ ُ َ َ َْ ُ ِ ََوﺍ ْﻟﻜﺘ
ِ
﴾١٨٥﴿ ِﺎع ا ْﻟ ُﻐ ُﺮور َ َُز ْﺣﺰِ َح َﻋ ِﻦ اﻟﻨَّﺎرِ َوﺍُ ْد ِﺧ َﻞ ا ْﻟ َﺠﻨَّﺔ َ ﻓَ َﻘ ْﺪ ﻓ
ُ َﺎز ۜ َو َﻣﺎ ا ْﻟ َﺤ ٰﻴﻮ ُ اﻟ ُّﺪ ْﻧﻴَٓﺎ ا َّﻻ َﻣﺘ
1 F +“bunlara”.
2 F +“açık mucizelerle”.
3 B -“ve”.
4 M -“de”.
5 F +“İşte”.
6 F -“bir metâ dan başka bir şey değil”.
7 H: “Elbette Allah işitti ‘Allah fakir, bizlerse ağniyâyız’ diyenlerin dediklerini; yazacağız o dediklerini
peygamberleri nâhak yere öldürdükleriyle de ‘tadın bakalım’ diyeceğiz ‘yangın azabını’ (181). Bu size
ellerinizin takdim ettiğiyle, yoksa Allah değil zulmeden o kullara (182). Ki ‘Allah bize and verdi, ateşin
yiyeceği bir kurban getirmedikçe bize hiçbir peygambere iman etmememiz için’ dediler. De ki ‘benden
evvel size birçok peygamberler açık mucizelerle gelmişti ve o söylediğinizi de getirmişti. Ya niçin onları
katlettiniz davanızda doğru iseniz?’ (183). Şimdi seni tekzib ettilerse şu muhakkak ki mucizeler ve
hikmetlerle nûrlu kitab getiren senden evvelki peygamberler de tekzib edilmişti (184). Her nefis ölümü
tadacak ve ecirleriniz ancak kıyamet günü tamamlanacak. O vakit kim ateşten uzaklaştırılır da cennete
konulursa işte o murada erdi, yoksa dünyâ hayat aldatıcı bir metâ dan ibarettir (185)”.
Hak Dini Kur’an Dili 225
1 M: “yâniş”.
2 B: “ ındallah”.
3 F: “azâbı”.
4 B: “zam”.
5 B: “ref ”.
6 M ve B: “gönderdiğini”.
Hak Dini Kur’an Dili 229
îfâsı da ancak yevm-i kıyâmette olacaktır. Dünyada iyi veya kötü bi’l-
cümle mesâînin ecir veya cezâsını yine dünyada istihsal etmek mümkin
değildir. Meselâ şehidlerin kanlarıyla kazanılan muharebelerin semerât-ı
muzafferiyetinden o şehidlerin dünyada müstefid olmasını düşünmek
tenakuz olur ki bütün fezâil de böyledir. Gerçi dünyada hiç ecir verilmez
de değildir. Burada da bazı semerât-ı mesâînin iktitâf edildiği vardır.
Fakat bu dünyada âkıbet mevt ve fenâ muhakkak bulunduğu için gelen
herhangi bir menfaat ve lezzet inkıtâ ve zevâl korkusuyla mahlut ve
behemehâl gam ü kederle muhâttır. Gamsız sürûr, korkusuz emniyet,
elemsiz lezzet, inkıtâ sız sa âdet-i ebediye yevm-i kıyâmette3 hâsıl olur.
Mîzan ve tasfiye-i hisâb oradadır. Bunun için {ﻓَ َﻤ ْﻦ ُز ْﺣﺰِ َح َﻋ ِﻦ اﻟﻨَّﺎرِ َوﺍُ ْد ِﺧ َﻞ
َ }ا ْﻟ َﺠﻨَّﺔ َ ﻓَﻘَ ْﺪ ﻓَﺎزnâr-ı cehennemden uzaklaştırılıp cennete idhâl edilen her
kim ise [1246] işte o kendini kurtarmış ve her murâdına ermiştir. Yoksa
{ِﺎع ا ْﻟ ُﻐ ُﺮور ِ
ُ َ}و َﻣﺎ ا ْﻟ َﺤ ٰﻴﻮ ُ اﻟ ُّﺪ ْﻧﻴَٓﺎ ا َّﻻ َﻣﺘ
َ dünya denilen o fâni hayat, müşterisini
aldatan metâ -ı gururdan başka hiçbir şey değildir. A Serap gibi parıldar,
bulut gibi geçer gider. “Metâ”, satılık kumaş ve kullanacak âlât ve edevât
veya gerek âlât ü edevât gerek emvâl ve gerek sâire ale’l-ıtlâk medâr-ı intifâ
olan az çok lüzumlu şey mânalarına gelir ki lisânımızda “matah” dediğimiz
zaman bu üçüncü mânayı kastederiz. “Gurûr”, aldanmak demek olduğu
gibi “gārr”ın cem i olarak aldatıcılar demek de olabilir. “Metâ -ı gurûr”
müşteriyi kandırmak için allanıp pullanarak hoş gösterilen ve alındıktan
sonra aşağılık olduğu anlaşılan metâ demektir. İşte hayât-ı dünya budur.
Bunun müşterisi olanlar, bütün nazar ve ümidini buna dikenler, ne saadet
görülecekse bunda görülecek zannedenler aldanmış olurlar.
1 B -“size”.
2 M: “taman”.
3 B: “âhirette”.
Hak Dini Kur’an Dili 233
1 B: “rüsvay”.
2 B: “bunlara”.
3 B: “uğraşanların”.
4 B: “tarafından”.
5 B: “musâb”.
6 F+ “yer”.
7 M ve B: “vardır”.
236 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Siz o metâ -ı gurûra sakın aldanmayınız ve biliniz ki {ﻟ َ ُﺘ ْﺒﻠ َ ُﻮ َّن ۪ ٓ اَ ْﻣ َﻮﺍﻟِﻜُ ْﻢ
ُ }وﺍ َ ْﻧ ُﻔ ِﺴ
ﻜ ْﻢ َ mallarınızda ve canlarınızda muhakkak imtihan ve [1251] tecribe
olunacaksınız. Emvâlinizde itlâfa müeddî bazı âfetler ve nefislerinizde
maktûliyet, mecrûhiyet veya esaret veya diğer bazı zahmetler, meşakkatler,
korkular vesâire gibi mukadderât ile mübtelâ kılınacaksınız.
“İbtilâ”, külfet ve zahmet ile imtihan ve tecribe demek olduğu sebk
etmiş idi. Allah teâlâ’nın tecribe ile ilim istihsâlinden münezzeh ve
müstağnî bulunduğu mâlum olduğu cihetle bu gibi âyetlerde ﺑـَْﻠ َﻮىve
اِﺑْﺘِ َﻼءimtihan muamelesi yapmak mânasına bir istiaredir ki nüktesi ilm-i
tecribînin ehemmiyetine ve harekâtta tecribenin esas ittihaz edilmesine
kulları bir irşaddır.
1 H: “Lâbüd mallarınızda, canlarınızda imtihanlar geçireceksiniz, ve her hâlde gerek sizden evvel kitab
verilenlerden ve gerek müşriklerden birçok incitecek sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takvâ yoluna
giderseniz, işte bu azmolunacak umûrdandır (186). Vaktiyle Allah kendilerine kitab verilen okur yazar-
ların şöyle mîsâkını aldı: Celâlim hakkı için onu halka anlatacaksınız ve ketm etmeyeceksiniz. Onlarsa
onu omuzlarının arkasına attılar da mukabilinde biraz para aldılar, bakın ne kötü alışveriş (187). O
ettiklerine sevinen ve yapmadıkları işle medh olunmayı seven kimseleri sakın azabdan âzâde sanma,
onlara elîm bir azab var (188). Göklerin ve yerin mülkü Allah’ın, Allah her şeye kadîr (189). Elbette o
göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün ard arda gelişinde şüphesiz âyetler var irfânı olanlar
için (190). Onlar ki kıyâm ve ku ûdda da, yanları üzerinde de Allah’ı anarlar ve göklerin, yerin yaratılışı-
nı düşünürler; ‘yâ Rabbenâ’, derler, ‘boşuna yaratmadın bunu Sen, tenzîh Zât-ı Sübhânına, o hâlde koru
bizleri o ateş azâbından (191). Yâ Rabbenâ; şüphesiz Sen kimi o ateşe sokarsan onu rüsvâ ve perişan
etmişsindir, ve hiç o zâlimlere yardımcılardan eser yoktur (192). Yâ Rabbenâ! Bizler cidden bir münâ-
dî işittik, imana çağırıyor; «Rabbinize iman edin» diyordu. Dinledik, iman ettik. Yâ Rabbenâ! Artık
günahlarımızı mağfiretle, çirkinliklerimizi keffâretle de bizleri Sana ermiş kullarınla beraber yanına al
(193). Yâ Rabbenâ! Ve peygamberlerine karşı bizlere vaad ettiklerini ihsan buyur da bize kıyamet günü
yüzlerimizi kara çıkarma, şüphe yok ki Sen vaadinde hulf etmezsin’ (194). Rableri de dualarına şöyle
icâbet buyurdu: ‘Her hâlde Ben içinizden gerek erkek gerek dişi hiçbir hayır işleyenin işlediğini boşa
gidermem. Hep birbirinizdensiniz; Benim için hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, Benim yo-
lumda işkenceye uğrayanların, cihâda gidenlerin ve bu uğurda katledilenlerin taraflarından günahlarını
keffâretleyeceğim. Kendilerini altından nehirler akar cennetlere koyacağım, Allah tarafından tasavvur
edemeyeceğiniz bir sevab ile müsâb olacaklar, Allah yanında da en güzel sevab (195). Sakın o Allah’ı
tanımayanların refah içinde diyar diyar dönüp dolaşmaları seni aldatmasın (196). Az bir zevk, sonra
varacakları cehennem, ne fena döşenmiş yatak (197). Lâkin Allah’ın korunan kulları için cennetler var
altından ırmaklar akar, içlerinde kalmak üzere onlar, Allah tarafından konukluklar, Allah yanındaki ise
daha hayırlıdır ermişler için (198). Şüphesiz ehl-i kitab içinden şöyleleri de vardır, Allah’a, kendilerine
indirilene iman ettikleri gibi Allah için hakka boyun eğerek size indirilene de iman ederler, Allah’ın
âyâtını birkaç paraya satmazlar. İşte bunların, Rablerinin indinde kendilerine mahsus ecirleri var, şüphe
yok ki Allah hisâbını çabuk yapar (199). Ey o bütün iman edenler! Sabredin ve sabır yarışında düşman-
larınızı geçin ve cihâd için hazır ve râbıtalı bulunun ve Allah’a korunun ki felâh bulasınız’ (200)”.
Hak Dini Kur’an Dili 237
Bu âyetin de, ُاﻪﻠﻟ ّٰ َ’ﻟ َ َﻘ ْﺪ َﺳ ِﻤـﻊda zikr olunduğu üzere Finhas vak ası veya
şiirleriyle müşrikleri Resûl-i Ekrem aleyhine teşvik ve tehyic eden Ka b b.
Eşref veya Resûlullah’ın teşrif buyurup Kur’an okuduğu bir mecliste إِ ْن
َﻛﺎ َن َﺣﻘًّﺎ ﻓَ َﻼ ﺗـُْﺆِذﻧَﺎ ﺑِِﻪ ِﰲ َﳎَﺎﻟِ ِﺴﻨَﺎdiye küstahlık eden Abdullah b. Übey sebebiyle
nâzil olduğu hakkında üç rivayet vardır.1
{}و ِﺍ ْن ﺗ َ ْﺼ ِ ُوﺍ َوﺗَﺘ َّ ُﻘﻮﺍ
َ Ve eğer bunlara karşı sabreder ve başkalarından i râz
edip bütün mevcûdiyetinizle Allah’ın vikāyesine girerek korunursanız
{ِاﻻ ُ ُﻣﻮرْ ﻚ ِﻣ ْﻦ َﻋ ْﺰ ِم َ ِ }ﻓَﺎِ َّن ٰذﻟişte bu sabr u ittikā işi azâim-i umûrdandır. Yani
azmedilmesi lâzım gelen şerefli, meziyetli, mühim işlerdendir. İmtihanda
muvaffakiyet bununla olacaktır. Binâen aleyh bunda müsâbaka etmeli ve
metâ -ı gurûra aldanan ahlâksızlar gibi olmamalıdır.
Yâ Muhammed, bunu tebliğ et {}و ِ
َ şunu hatırla ve hatırlat: {ا ْذ اَ َﺧ َﺬ
ِ
ﺎب َ }اﻪﻠﻟُ ۪ﻣﻴﺜَﺎ َق اﻟ َّ۪ﺬ
َ َﻳﻦ ُاو۫ﺗُﻮﺍ ا ْﻟﻜﺘ ّٰ Hani Allah kendilerine kitab verilmiş okur
yazar olanların {ﺎس َو َﻻ ﺗ َ ْﻜ ُﺘ ُﻤﻮﻧ َ ُﻪ ِ َّ }ﻟ َ ُﺘﺒَ ِﻴ ُﻨﻨ َّ ُﻪ ﻟِﻠﻨo kitâbı, yahut o kitabda sıdk-ı
ّ
nübüvveti sâbit olan o Peygamber-i zîşân’ı, Hâtemü’l-Enbiyâ’yı nâsa
bihakkın beyan [1252] edip anlatacaksınız ve onu ketm etmeyeceksiniz
1 Taberî, Câmiu’l-beyân, VII, 455-458:
وذ כ أ כאن،ف ا כ : و אل آ ون...אع ،دي אص ا ل إن ذ כ כ: و
. אء ا و، و ّٰ ا ّٰ ر ل ا
Buhârî, Tefsîr, 3:
ِ ِ ِ ِ ٍ ِ ْ َ أ: َ َאل،ِ ا ُّ ْ ِ ِي
َ أَ َّن َر ُ َل ا ّٰ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو َ َّ َ َرכ: أَ ْ َ َ ُه، أَ َّن أُ َ א َ َ ْ َ َز ْ َر َ ا ّٰ ُ َ ْ ُ َ א، ِ ْ َ ُّ ُ ْ َو ُة ْ ُ ا ََ ّ َ
ٍر ِ ِ ِ ِ ٍ ُ َ ٍ ِ ٍ ِ ِ َ
َّ َ : אل
َ َ ، ْ و
َْ َ َ ْ ِ َ َْ َ َ ج ر ا ِ ْ ث ِאر َ ا َ ة אد
ََ َُ َ ْ َ ْ َ ُ َُ َُ َ َ َْ َ ْ َ َ د ه اء رو ز َ א أ ف َ د َ ْ َ ، َّ َ אرٍ َ َ َ َ َ َ כ
ر أ و َ
ط ِ َ ا ُ ْ ِ ِ َ َوا ُ ْ ِ ِכ َ َ َ ِة َ أ ِ ِ ا ِ ا ذ ِ ، ُ أ ِ ا ِ ن َ أ כ ِ ذ و ل ا ُ أ ِ ا ِ ِ ٍ ِ
َ ٌ َ ْ ْ َ َ َ ٍّ َ ُ ْ ُ ْ َ َ ْ ُ ْ ْ َ َ ّٰ َ َ َ َ ُ َ ُ ْ ٍّ َ ُ ْ ُ ْ َ ّٰ ْ َ ِ َّ َ
، ِ َ َّ َ ُ ا ّٰ ِ ْ ُ أُ َ ٍ أَ ْ َ ُ ِ ِ َد ِائ، ِ َّ َو ِ ا َ ْ ِ ِ َ ُ ا ّٰ ِ ْ ُ َر َوا َ َ َ َ َّ א َ ِ ِ ا َ ْ ِ َ َ َ א َ ُ ا َّ ا، َ ِ ِ ْ ُ אن َوا ُ ِد َوا ِ َ ا َو
ْ
ّ ْ َ َ ْ َ
אل َ
ُ َْ ََ َ ُْ ُ ْ َ َ َ ، آن ا ِ َ َ أ َ و ، ِ ّٰ ا َ ِ
إ א ل َ َ َ و ُ ، ِ َ َّ و ِ َ ّٰ ا َّ ِ ّٰ ا ل ُ ر َّ ،א َ وا ِ َ : ُ َ َאل
ْ ُ َ َ َ َََ َ َّ ْ ْ َ َ َ َ ْ َ ُ َ ُ َ َ َ َ َْ َ ُ َّ ُ َّ
ِ ِِ ِ ِ ِ אن ًّ א َ َ ُ ْ ِذ َא ِ ِ
ْ ُ ْ ْار ْ ِإ َ َر ْ َכ َ َ ْ َ َאء َك َ א،َ ْ َא
ِ َ َ إ ِْن َכ، أَ ُّ َ א ا َ ْ ُء ِإ َّ ُ َ أَ ْ َ َ َّ א َ ُ ُل:ا ّٰ ْ ُ أُ َ ٍّ ا ْ ُ َ ُ َل
، َ א ْ َ َّ ا ُ ْ ِ ُ َن َوا ُ ْ ِ ُכ َن َوا ُ ُد، َ ِ َّא ُ ِ ُّ َذ ِ َכ، َ َ َא َر ُ َل ا ّٰ ِ َ א ْ َ َא ِ ِ ِ َ َ א ِ ِ َא: َ َ َ َ َאل َ ُ ا ّٰ ِ ْ ُ َر َوا، ِ َ َ
َ ْ ْ
ِ ِ ِ ِ ِ
َّ َ אر َ َ َ ُ َ َّ ُ َّ َرכ َ ا َّ ِ ُّ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو َ َّ َ َدا، َ َ ْ َ َ ل ا َّ ِ ُّ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو َ َّ َ ُ َ ّ ُ ُ ْ َ َّ َ َכ ُ ا،ون َ אدوا َ َ َ َאو ُر ُ َ َّ َכ
َכ َ ا: َ َאل- ٍ َ ُ ُ ِ ُ َ َ ا ّٰ ِ ْ َ أ- אب؟ ٍ ُ ُ َ » َא َ ْ ُ أَ َ َ ْ َ ْ َ א َ َאل أ: َّ َ َ َ َאل َ ُ ا َّ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو،אد َة َ َ ُ ِ ْ ْ َ َ َ َ َ َد
ِ
ّ ْ َ ْ َ ْ ُّ
ِ َ َ ، َ ا َّ ِ ي أَ ْ َل َ َכ ا ِכ אب َ َ ْ אء ا ّٰ ِא ِّ ا َّ ِ ي أَ ْ َل َ َכ، ْ ا و ا ، ِ ّٰ א ر َل ا:אد َة
ْ َ َ َ ُ َ َ َ َ ْ َ َ َ ُ َ ْ ْ َ َُْ َ ُ ْ ُ َ َ َ َ ُ ُ ْ ُ ْ َ َ َאل،«َو َכ َ ا
ِ ِ َ َ َ َ ِ َכ، َ َ א أَ ا ّٰ َذ ِ َכ ِא ِّ ا َّ ِ ي أَ َא َك ا ّٰ َ ِ َق ِ َ ِ َכ، ِ ِة َ أَ ْن ِ ه َ ِ ه ِא ِ א ِِ
َ ُ ْ َ ُ َ َّ َ َ ُ ُ ّ َ ُ ُ ُ ّ َُ َ َ ْ َ ُ ا ْ َ َ َ أَ ْ ُ َ ه ا
،אب ِ َ َوأَ ْ ِ ا ِכ، َ אن ا َّ ِ ُّ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو َ َّ َوأَ ْ َ א ُ ُ َ ْ ُ َن َ ِ ا ُ ْ ِ ِכ כ و ، و ِ ا ِ ا ل َ
َ ْ َ َ َ َ َ َ ْ َ ُ َّ َ ّٰ َّ َ ّٰ ُ ُ َ ُ ْ َ َ َ َ א، َ ْ َ א َرأ
ر
«אب ِ ْ َ ِ ُכ َو ِ َ ا َّ ِ َ أَ ْ ُכ ا أَ ًذى َכ ِ ا َ َ כ ِ ِ ا َّ ِ أُو ُ ا ا
َ َ َّ ُ َ ْ َ َ َّ َ َ َّ َ ُ َ »و : و ّٰ ا אل َ َ ،ى ذ
َ َ ا َ َ َ ُ ْ َ َ ُ ُ ُ َ َ َכ َ א
ون ِ و ، ّٰ ا َ أ
ً َ ْ ْ
אرا َ َ ً ا ِ ْ ِ ْ ِ أَ ْ ُ ِ ِ « )ا ة כ
ً َّ ُ ْ ُ َ כ ِ א إ ِ ِ ِ
ْ َ ْ ْ ُ َ ُّ ُ َ ْ כ و د َ אب
ِ َ כ ِ ا ِ َ أ
ْ ْ ٌ َ َّ َ ُ ِ ِ כ د »و : ّٰ ا אل َ َ و َ ، َ َ ( ا١٨٦/٣ ان )آل
ْ
ُّٰ َ َ َّ א َ َ ا َر ُ ُل ا ّٰ ِ َ َّ ا، ْ ِ ِ ُ ّٰ َ َّ أَ ِذ َن ا، ِ ِ ُ ّٰ אن ا َّ ِ ُّ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ ِ َو َ َّ َ َ َ َ َّو ُل ا َ ْ َ َ א أَ َ َ ُه ا َ َ َ َ כ و ، ِ ا ِ ِ آ َ ِ
إ (١٠٩/٢
، َ َّ َ َ ْ َ ْ َ َ َ ا أ:אن ِ َ ِ ا ْ ْ ِ ِכ و َ ِة ا َو ُ ٍ ِ ِ ِ
ٌ ْ ََ َ َ ُ َ ُ َ َ ْ َ َ َאل ا ْ ُ أ َ ٍّ ا ْ ُ َ ُ َل َو، ْ َ ُ ِ َ َ َ َ ا ّٰ ُ ِ َ َאد َ ُכ َّ אر،َ َ ْ َو َ َّ َ َ ْ ًرا
.َ א َ ُ ا ا ُ َل َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو َ َّ َ َ ا ِ ْ َ ِم َ َ ْ َ ُ ا
َ ْ َّ َ
238 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ِ
ُﺎب ﻳ َ ْﻌﺮِﻓُﻮﻧَﻪ َ َﺎﻫ ُﻢ ا ْﻟﻜﺘ َ [ اَﻟ َّ ۪ﺬ2/146] âyetlerine bak).
ُ َﻳﻦ ٰاﺗ َ ْﻴﻨ
3
İşte bunlar böyle taahhüd edip mîsak verdiler {وه َو َرٓﺍءَ ﻇ ُ ُﻬﻮرِﻫِ ْﻢ ُ }ﻓَﻨَﺒَ ُﺬ
de4 o kitâbı arkalarına attılar, taahhüdlerini îfâ etmediler5, hakkı ketm
ettiler de Peygamber’e ve Müslümanlara ezâ ve iz âca kalkıştılar. (Sûre-i
َ اﻪﻠﻟِ َو َرٓﺍءَ ﻇ ُ ُﻬﻮرِﻫِ ْﻢ ﻛَﺎ َ َّ ُ ْﻢ َﻻ ﻳ َ ْﻌﻠ َ ُﻤ ِ ۗ َﻳﻦ اُو۫ﺗُﻮﺍ ا ْﻟ ِﻜﺘ ِ
Bakara’da ﻮن ّٰ ﺎب
َ َﺎب ﻛﺘ
َ َ ﻧَﺒَ َﺬ ﻓَ ۪ﺮ ٌﻖ ﻣ َﻦ اﻟ َّ۪ﺬ
[2/101]6 bak). Bunu evvelâ Yehûd yapmış, bilâhare Nasârâ da o yola
gitmiş olduğundan burada da ihtar edilmiştir. Bunlar böyle yaptılar,
{ﻴﻼ ً ﺍﺷ َ َ ْوﺍ ﺑ ِ ۪ﻪ ﺛ َ َﻤ
ً ﻨﺎ ﻗَ ۪ﻠ ْ }وَ ve mukabilinde bir semen-i kalîl aldılar, metâ -ı gurûr
olan hayât-ı dünyâya aldanarak cüz’î bir para veya menfaat mukabilinde
sükût veya te’vîl ü tahrif veya iğmâz-ı ayn ederek hakkı ketm ettiler.
A Bu semen haddizâtında ne kadar çok olursa olsun mütenâhî ve fâni
olduğu için ebedî ve nâmütenâhî olan ecr-i uhrevîye nazaran pek az bir
şey olduğundan “semen-i kalîl” buyurulmuştur. Ma amâfîh bununla
bunların haddizâtında cüz’î bir menfa at-i dünyeviye için kitablarını
unutuverdiklerine ve onu süflî bir surette beş on para için bile sû’-i isti mâl
ettiklerine de işaret buyurulmuştur. Ve ma a’t-teessüf hayli zamandan
beri bu hâle Müslümanlar da düşmüştür. Ulemâdan hakkı aramayıp
gönlüne göre yanlış bir cevâb-ı muvâfakat almak için teşvik veya tehdit
eden birçok câhil, ahlâksız Müslümanlar bulunduğu gibi böyle menâfi -i
hasîse yolunda dolaşan ve ilmî, dînî bir dâm-ı tezvîr telakkī eden ulemâ
taklitleri de zuhur etmiştir. İşte Cenâb-ı Allah Müslümanları bilhassa bu
hâllerden tahzir edip sabr u ittikā, sebât ü azm ile îfâ-yı taahhüde; sadâkat
ü ciddiyet, uluvv-i himmet ile kavlen ve fiilen [1254] beyân-ı hakka;
ِ ﺍﻻ َْر
{ض ِ ﻚ اﻟﺴ ٰﻤ َﻮ
ْ ﺍت َو ِ ِ Bütün semâvât ü arz devlet ve memleketi
َّ ُ }و ّٰﻪﻠﻟ ُﻣ ْﻠ
َ
müstakillen Allah’ın mülküdür. Bunun idaresinde ancak O’nun
emirleri1 ve O’nun kudreti icrâ-yı hükm eder. Bunlar içinde ahkâm-ı
hakkın hilâfına hareket etmek isteyenler, elbette mahkûm-i ikāb olurlar.
O’nun kudretine hiçbir şey karşı gelemez, Allah’ın kudreti pâyânsızdır.
Herkes O’nun için çalışmalı ve her vazifeyi bu mülkü idare eden ahkâm
ve evâmirine ve sünnet-i câriyesine tevfîkan ve ancak O’nun nâmına
yapmalıdır.
Bunu nasıl anlamalı? Bu noktada gönülleri ma rifet-i Hakk’a cezb
ü tevcih ile tenvir ve saltanat-ı ilâhiyenin suret ve esrâr-ı tecelliyâtını,
Allah teâlâ’nın kemâl-i kudret ve hikmetiyle sun u mülkündeki ahkâm-ı
tasarrufâtını, sırr u gāye-i hilkati keşf ettirecek olan âyât-ı Hakk’ı irâe
ve bütün usûl-i me ârifi tâlim ve dinin gāye-i kemâlini tefhim için
buyurulmuştur ki: { ِ ۬ ﺎت ِﻻُو
ٍ َ ض َوﺍ ْﺧ ِﺘ َﻼ ِف اﻟ َّْﻴ ِﻞ َوﺍﻟﻨَّﻬَﺎرِ َﻻٰﻳ
ِ ﺍﻻ َْر ِ َاِ َّن ۪ َﺧ ْﻠ ِﻖ اﻟﺴ ٰﻤﻮ
ْ ﺍت َو َّ
ِ}اﻻ َ ْﻟﺒَﺎب
ْ Semâvât ü arzın yaratılışında ve leyl ü nehârın değişmesinde
lâyu ad nice âyât ve delâil vardır ki bütün mülk-i kâinâtın O’na mahsus
olduğuna ve Allah’ın kudret-i bâliğa ve kibriyâ vü azametine delâlet
ederler. Fakat bu âyetler herkes ve her akıl için değil, temiz ve tam akıl
sahipleri demek olan ulü’l-elbâb içindir. Öyle ulü’l-elbâb ki إﱁ...ﻳﻦ َ اَﻟ َّ ۪ﺬA
“Semâvât ve arz”: Mekân mefhûmunun tazammun ettiği bütün ulviyyât
ve süfliyyâtıyla beraber mevcûdât-ı mekâniye, “halk”: Bunların zât ve
sıfatlarıyla bulundukları tarz ve keyfiyyât-ı2 vücûd üzere îcâd ve ifnâlarını
ifade eden [1256] illiyet-i hakīkiye mefhûmunun hâsılı, “İhtilâf-ı
leyl ü nehâr”: Zaman mefhûmunu veren ve harekât ile alâkadar olup
bu mevcûdâtın mahlûkiyetlerini ve inzibatlarını gösteren tevâlî ve
tehavvüldür. İşte ulûm-i hakkın usûl-i keşfi işbu “semâvât ü arz”, “leyl
ü nehâr”, “halk u ihtilâf ” ve “lübb” vâkı ât3 ve mefhumları üzerindeki
tefekkürdür.
1 H ve F: “evâmiri”.
2 B: “keyfiyyâ”.
3 B: “vakı â”.
242 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
buyurulmuş, Resûlullah da buna ondan ziyâde derin bir aşk ile alâkadar
olmuştur. Demek olur ki evvelki matlabda ale’l-ıtlâk akıl kifayet edebileceği
hâlde burada temiz ve hâlis akıl demek olan “lübb” lâzımdır. Çünkü orada
vahdâniyet-i ilâhiyenin isbâtıyla mebâdî-i ma rifetullah mevzû -i bahis idi,
burada ise o marifette terakki mevzû -i bahistir ki bunu mâba dindeki ﻳﻦ َ اَﻟ َّ۪ﺬ
َ اﻪﻠﻟ
ّٰ ون َ ﻳ َ ْﺬכ ُُﺮ, إﱁ...ون َ َو َﺘَ َﻔﻜ َُّﺮevsâfı iş âr etmektedir. Fahreddin Râzî hazretleri
bu terakki nokta-i nazarından der ki: “Sâlik ilallâha evvelemirde teksîr-i
delâil lâzımdır. Fakat kalb bir kere ma rifetullah nûruyla müstenîr oldu
mu, onun artık o delâil ile iştigāli kalbin ma rifetullahda istiğrâkına hicab
gibi olur. Zira aklın ma kūlât-ı muhtelifeye iltifat ile iştigāli ta akkulât
ve idrâkâtında ta mîk ve istiksâya mâni olur. Bunun için sâlik ibtidâ-yı
emirde ta mîk ve istiksâ ile değil, bir seyr-i basît ile hareket edeceğinden
teksîr-i delâile tâlib olursa da nûr-ı marifet bir kere kalbe düştükten sonra
o delâilin taklîlini ve mümkin olduğu kadar icmal ve fezlekesini arzu
eder ki kalbin Allah’tan gayrisiyle iştigālinden mütevellid olan zulmet
zâil olsun da envâr-ı ma rifetullâhın tecellîsi tekemmül etsin. Nitekim
ِ ﻚ ﺑِﺎ ْﻟ َﻮ
ﺍد ا ْﻟ ُﻤﻘَﺪَّ ِس ﻃ ُ ًﻮى َ َّ ﻚ اِﻧۚ َ [ﻓَﺎ ْﺧﻠ َ ْﻊ ﻧ َ ْﻌﻠ َ ْﻴTâhâ 20/12]1 fermanında buna işaret
vardır. İşte Bakara âyetinde sekiz nevi âyât ve delâil tafsil olunduğu hâlde
burada hepsinin esası olan ِض َوﺍ ْﺧ ِﺘ َﻼف اﻟ َّْﻴ ِﻞ َوﺍﻟﻨَّﻬَﺎر ِ َﺧ ْﻠﻖ اﻟﺴ ٰﻤ َﻮile iktifâ
ِ ﺍت َو ْﺍﻻ َْر َّ
2
olunması bu terakki hikmetiyle alâkadardır.” Hulâsa orada “seyr ilallah”
matlub idi, burada ise “seyr billâh” matlubdur. Sûre-i Bakara âyeti َو ِﺍﻟ ُٰﻬﻜُ ْﻢ اِﻟ ٌٰﻪ
ِ ِ ِ [ َو2/163]3 âyetini tâkip ediyor ve binâen aleyh
ُ ﺍﺣ ٌﺪ ۚ َ ٓﻻ اﻟٰﻪَ ا َّﻻ ُﻫ َﻮ اﻟﺮَّ ْﺣ ٰﻤ ُﻦ اﻟﺮَّ ۪ﺣ
ﻴﻢ
1 “…hemen papuşlarını çıkar çünkü sen mukaddes vadide Tuvâ’dasın.”
2 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IX, 459:
ِ ﺎﳊِﺠ ِ ِٰ ِ ِٰ ِ
ﺎب ﻟَﻪُ َﻋ ِﻦ َ ْ ﻚ اﻟﺪَﱠﻻﺋ ِﻞ َﻛ َ ﺻ َﺎر ا ْﺷﺘِﻐَﺎﻟُﻪُ ﺑِﺘِْﻠ َ ﺐ ﺑِﻨُﻮِر َﻣ ْﻌ ِﺮﻓَﺔ اﻟﻠّﻪ
ِ ِ ِ ِ
ْ ﻓَِﺈ َذا،ﻚ إِ َﱃ اﻟﻠّﻪ َﻻ ﺑُ ﱠﺪ ﻟَﻪُ ِﰲ أَﱠول ْاﻷ َْﻣ ِﺮ ﻣ ْﻦ ﺗَﻜْﺜ ِﲑ اﻟﺪَﱠﻻﺋ ِﻞ
ُ اﺳﺘـَﻨَ َﺎر اﻟْ َﻘ ْﻠ ُ اﻟ ﱠﺴﺎﻟ:ﻓـََﻌﻠَﻰ َﻫ َﺬا
ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ٰ
ﱡ ِ ِ ِ ِ
ُ َﺣ ﱠﱴ إ َذا َزاﻟَﺖ اﻟﻈ ْﻠ َﻤﺔ،ﻮع َﻫ َﺬا اﻟﻨﱡﻮر ﰲ اﻟْ َﻘ ْﻠﺐ ﻳَﺼﲑُ ﻃَﺎﻟﺒًﺎ ﻟﺘـَْﻘﻠ ِﻴﻞ اﻟﺪَﱠﻻﺋ ِﻞ ِ ِ ِ ِِ
ِ ُ ﻓَﻌْﻨ َﺪ ُوﻗ،ﻚ ﰲ أَﱠول أ َْﻣﺮﻩ َﻛﺎ َن ﻃَﺎﻟﺒًﺎ ﻟﺘَﻜْﺜﲑ اﻟﺪَﱠﻻﺋ ِﻞ ِ ِ ُ ﻓَﺎﻟ ﱠﺴﺎﻟ،ﺐ ِﰲ َﻣ ْﻌ ِﺮﻓَِﺔ اﻟﻠّﻪ
ِ ِ اﺳﺘِ ْﻐﺮ ِاق اﻟْ َﻘ ْﻠ
َ ْ
ِ( واﻟﻨـﱠﻌ َﻼن١٢/٢٠ ﱠس ﻃُﻮى )ﻃﻪ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ٰ ِ ِ ِ ِ ِ ٰ ِ ِ ِ ِ ِ ِ
ْ َ ً ِ ﱠﻚ ﺑﺎﻟْﻮاد اﻟ ُْﻤ َﻘﺪ َ ﻚ إﻧ ْ َ ﻓ: َوإﻟَْﻴﻪ ْاﻹ َﺷ َﺎرةُ ﺑ َﻘ ْﻮﻟﻪ،اﻟ ُْﻤﺘـََﻮﻟﱢ َﺪةُ ﻣ َﻦ ا ْﺷﺘﻐَﺎل اﻟْ َﻘ ْﻠﺐ ﺑﻐَ ْﲑ اﻟﻠّﻪ َﻛ ُﻤ َﻞ ﻓﻴﻪ َﲡَﻠﱢﻲ أَﻧـَْﻮار َﻣ ْﻌﺮﻓَﺔ اﻟﻠّﻪ
َ ﺎﺧﻠَ ْﻊ ﻧـَْﻌﻠَْﻴ ِ ِ
ﻚ ِﰲ َو ِادي ﻗُ ُﺪ ِس اﻟ َْﻮ ْﺣ َﺪاﻧِﻴﱠ ِﺔ ﻓَﺎﺗـُْﺮِك ِ ِِ ِ ِ ِ ِ ِ َ ﺻﻞ اﻟ َْﻌ ْﻘﻞ إِ َﱃ اﻟْﻤ ْﻌ ِﺮﻓَِﺔ ﻓـﻠَ ﱠﻤﺎ و ِِ ِ ُﳘﺎ اﻟْﻤ َﻘﺪ ِ ﱠ
َ ﻀ َﻊ ﻗَ َﺪ َﻣْﻴ ُ ﱠﻚ ﺗُِﺮ
َ َﻳﺪ أَ ْن ﺗ َ إِﻧ:ُﻴﻞ ﻟَﻪ َ َوﻗ،ﺻ َﻞ إ َﱃ اﻟ َْﻤ ْﻌﺮﻓَﺔ أُﻣَﺮ ﲞَْﻠﻌﻬ َﻤﺎ َ َ َ ُ ُ ﱢﻣﺘَﺎن اﻟﻠﺘَﺎن َﻤﺎ ﻳـَﺘـََﻮ ﱠ َ ُ َ
ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ َ َِاﻻ ْﺷﺘِﻐ
ف ﺑـَْﻌ َﺪ ِ ِ ِ
َ ﺗـَْﻨﺒ ًﻴﻬﺎ َﻋﻠَﻰ أَ ﱠن اﻟ َْﻌﺎر،َﻋ َﺎد ﰲ َﻫﺬﻩ اﻟ ﱡﺴ َﻮرة ﺛََﻼﺛَﺔَ أَﻧـَْﻮ ٍاع ﻣﻨـَْﻬﺎ ِ ِ ِ ِ
َ ﰒُﱠ أ، ﻓَ َﺬ َﻛَﺮ ﰲ ُﺳ َﻮرة اﻟْﺒـََﻘَﺮة ﲦََﺎﻧﻴَﺔَ أَﻧـَْﻮ ٍاع ﻣ َﻦ اﻟﺪَﱠﻻﺋ ِﻞ،ﺖ َﻫﺬﻩ اﻟْ َﻘﺎﻋ َﺪ َة َ ْ إِ َذا َﻋَﺮﻓ.ﺎل ﺑِﺎﻟﺪَﱠﻻﺋ ِﻞ
ِ،ْف اﻟْﺒ ِﻘﻴﱠﺔ ِ ﻓَ َﻜﺎ َن اﻟْﻐَﺮض ِﻣﻦ إِﻋﺎد ِة ﺛََﻼﺛَِﺔ أَﻧـﻮ ٍاع ِﻣﻦ اﻟﺪَﱠﻻﺋِ ِﻞ وﺣﺬ،ﻮل ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِِ
َ ََ َ َْ ََ ْ ُ َ ُاق ﰲ َﻣ ْﻌﺮﻓَﺔ اﻟ َْﻤ ْﺪﻟ ُ ﺻﻴـُْﺮ َورﺗﻪ َﻋﺎرﻓًﺎ َﻻ ﺑُ ﱠﺪ ﻟَﻪُ ﻣ ْﻦ ﺗـَْﻘﻠ ِﻴﻞ اﻻﻟْﺘ َﻔﺎت إ َﱃ اﻟﺪَﱠﻻﺋ ِﻞ ﻟﻴَﻜ
ُ ْﻤ َﻞ ﻟَﻪُ اﻻ ْﺳﺘ ْﻐَﺮ َ
ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ
ﻚ ﻷَ ﱠن اﻟﺪَﱠﻻﺋ َﻞ ﱠ
َ َو َذﻟ،ُ اﻟ ِﱵ ﻫ َﻲ اﻟﺪَﱠﻻﺋ ُﻞ ْاﻷ َْرﺿﻴﱠﺔ،َاﳋَ ْﻤ َﺴﺔَ اﻟْﺒَﺎﻗﻴَﺔ ْ ف اﻟﺪَﱠﻻﺋ َﻞ ِ
َ ﺼﻰ ﰲ َﻫﺬﻩ ْاﻵﻳَﺔ اﻟﺪَﱠﻻﺋ َﻞ اﻟ ﱠﺴ َﻤﺎوﻳﱠﺔَ َو َﺣ َﺬ ِ ْ ﰒُﱠ إﻧﱠﻪُ ﺗـََﻌ َﺎﱃ،ُاﻟﺘـﱠْﻨﺒِﻴﻪَ َﻋﻠَﻰ َﻣﺎ ذَ َﻛ ْﺮﻧَﺎﻩ
َ اﺳﺘـَْﻘ
: ﻟَِﻘ ْﻮٍم ﻳـَْﻌ ِﻘﻠُﻮ َن َو َﺧﺘَ َﻢ َﻫ ِﺬ ِﻩ ْاﻵﻳَﺔَ ﺑَِﻘ ْﻮﻟِِﻪ:ﻚ ْاﻵﻳَﺔَ ﺑَِﻘ ْﻮﻟِِﻪ َ ﰒُﱠ َﺧﺘَ َﻢ ﺗِْﻠ،َﺷﺪﱡ
ٰ
َ ﺐ ِﻣﻨـَْﻬﺎ إِ َﱃ َﻋﻈَ َﻤ ِﺔ اﻟﻠّ ِﻪ َوﻛِ ِْﱪﻳَﺎﺋِِﻪ أ ِ ﺎل اﻟْ َﻘ ْﻠ ُ َواﻧْﺘِ َﻘ،ﺐ ﻓِ َﻴﻬﺎ أَ ْﻛﺜـَُﺮ ِ
ُ َواﻟ َْﻌ َﺠﺎﺋ،اﻟ ﱠﺴ َﻤﺎ ِوﻳﱠﺔَ أَﻗـَْﻬ ُﺮ َوأَﺑـَْﻬ ُﺮ
ٰ ﻓـﻬ َﺬا ﻣﺎ ﺧﻄَﺮ ﺑِﺎﻟْﺒ ِﺎل واﻟﻠّﻪ، وﻫ َﺬا أَﻳﻀﺎ ﻳـ َﻘ ﱢﻮي ﻣﺎ ذَ َﻛﺮﻧَﺎﻩ،اﳊ ِﺎل ﻳ ُﻜﻮ ُن ﻟُﺒًّﺎ ِ ِ ِ ِ ِ ِ
ْﺒﺎب ِﻷَ ﱠن اﻟ َْﻌ ْﻘ َﻞ ﻟَﻪُ ﻇَﺎﻫٌﺮ َوﻟَﻪُ ﻟُ ﱞ ِ ُوﱄ ْاﻷَﻟ ِ ِﻷ
ُ َ َ َ َ َ ََ ُ ْ َ ُ ً ْ َ َ َ َْ َوﰲ َﻛ َﻤﺎل، ﻓَﻔﻲ أَﱠول ْاﻷ َْﻣﺮ ﻳَ ُﻜﻮ ُن َﻋ ْﻘ ًﻼ،ﺐ
.َﺳَﺮار َﻛ َﻼﻣﻪ اﻟﻌﻈﻴﻢ اﻟﻜﺮﱘ اﳊﻜﻴﻢ ِ ِ ِ ِ
ْ أ َْﻋﻠَ ُﻢ ﺑﺄ
3 “Her hâlde hepinizin Tanrısı bir Tanrı, başka Tanrı yok ancak O. O Rahmân-ı Rahîm.”
244 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 M ve B: “müfarikı”.
2 B -“ve âyât-ı kudretini”.
3 B: “hakkında”.
4 H: “girişirler”.
246 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
öbürleri ise düşüp helâk olmak için çıkmaya uğraşırlar. Yukarıdan beri
tesbit olunagelen bu mânalarla bu âyet tefekkür-i hilkate sevk ederken
hem fünûn-ı tabî iye taharriyâtına tergīb ediyor hem de bu taharrîde
bulunanlara büyük bir ders veriyor ki bu ders şu iki noktada hulâsa
edilebilir. Birincisi, semâvât ü arz mefhumlarının ifade ettiği tabakāt-ı
vücûd içinde yekdiğerinden bazı haysiyetlerle mütemâyiz müte addid
mevzûlar etrafında toplanacak ma lûmât ve kavâ idi yekdiğerinden ez-
her cihet ayrı ve tamamen müstakil birer ilm-i a lâ telakkī etmeyip bu
ma lûmâtın mâfevk bir nizâm-ı ilmîde birleştiklerini ve o mevzûların bir
ilm-i a lâ mevzû una müstenid bulunduğunu unutmamak ve binâen aleyh
ikincisi, muhtelif avâmil-i tabî iye te’sîrâtı altında mahkum kalmayıp
hâdisâtı ve nizâm-ı hâdisâtı tabî at-ı eşyâ nâmına değil, Hâlık teâlâ’nın
kudret-i bâliğa-i vahdâniyesi nâmına kaydetmek, yani illet-i hakīkiyesine
isnad eylemek lüzûmudur. İşte bu nokta-i ma rifete terakki etmiş olan
ulü’l-elbâbın zikri Allah ve fikri âlâullah1 olur da seyr billah ile lâyenkatı
bedâi -i sun -i ilâhîyi, semâvât ü arzın esrâr ve hikmet-i hilkatini tefekkür
ederler ve ederken {َ ﻒ ا ْﻟ ۪ﻤﻴﻌَﺎد َ َّ اِﻧ... إﱃ...ﺖ ٰﻫ َﺬا ﺑَﺎﻃِ ًﻼ
ُ ِﻚ َﻻ ﺗُ ْﺨﻠ َ }رﺑَّﻨَﺎ َﻣﺎ َﺧﻠ َ ْﻘ
َ diyerek
bu hüküm ve akide, bu hâlet-i rûhiye ve bu şevk ü ilticâ ve ümid ile
hareket ederler. A “Bâtıl”; üzerine hiçbir hükm ü hikmet ve fâide ve
maslahat terettüb etmeyen demektir ki ma dûm, bilâ fâide, zâhib ve zâil,
beyhûde ve abes olabilir.
{ﺖ ٰﻫ َﺬا ﺑَﺎﻃِ ًﻼ
َ }رﺑَّﻨَﺎ َﻣﺎ َﺧﻠ َ ْﻘ
َ Ey Rabbimiz! Sen bu mahlûku, yani semâvât ve
arz mecmû u olan şu âlemi bâtıl, hükm ü hikmetten, fâide vü maslahattan
ârî, mânasız olarak halk etmedin, leyl ü nehâr ihtilâfı içinde fenâdan fenâya
tevâlî edip giden şu şu’ûnât-ı mütehavvile menâzırı ne ma dûm-ı [1262]
mahzdır, ne hiçbir2 fâide-i müterettibesi olmaksızın geçip adem-i küllîye
giden zâil-i mahzdır, ne de hiçbir hikmet ü maslahatı tazammun etmeyen
abes bir şeydir. Bu ne yalandır ne oyundur ne de nizamsız, neticesiz,
semeresiz, hikmetsiz boş, dipsiz bir şeydir. Bunda her neş’et-i ûlâ bir
sağāir ile tefsir olunmuştur ki اِ ْن ﺗ َ ْﺠﺘَ ِﻨ ُﺒﻮﺍ ﻛَـﺒَٓﺎﺋ ِ َﺮ َﻣﺎ ﺗُ ْﻨﻬَ ْﻮ َن َﻋ ْﻨ ُﻪ ﻧُﻜَ ِّﻔ ْﺮ َﻋ ْﻨﻜُ ْﻢ َﺳ ّ ِﻴٔـَﺎﺗِﻜُ ْﻢ
[en-Nisâ 4/31]1 âyeti de bunu müeyyiddir. {ِاﻻ َْﺑ َﺮﺍر ْ َ}وﺗ َ َﻮﻓَّـﻨَﺎ َﻣﻊ
َ Ve bizim
rûhlarımızı ebrâr ile beraber olarak kabz et, yani bizi onlardan ma dud
kıl, onlarla beraber haşret. {ﻚ َ ِ }رَﺑَّﻨَﺎ َوﺍٰﺗِﻨَﺎ َﻣﺎ َو َﻋ ْﺪﺗَﻨَﺎ َﻋ ٰ ُر ُﺳﻠYâ Rabbenâ! Bütün
peygamberlerine karşı bize vaad ettiğin vaadlerini de bize ver. Biz bu
münâdîye iman ederken peygamberlerin hepsine iman ettik, hiçbirini
tefrik etmedik ٓﺎء ﻓَﺎ ِٰﻣ ُﻨﻮﺍ ِ۪ ِ
ُ َ َ اﻪﻠﻟ َ ﻳ َ ْﺠﺘَ ۪ ﻣ ْﻦ ُر ُﺳﻠﻪ َﻣ ْﻦ ّٰ ﺐ َو ٰﻟ ِﻜ َّﻦ ُ َاﻪﻠﻟُ ﻟ ِ ُﻴ ْﻄﻠِﻌ
ِ ﻜ ْﻢ َﻋ َ ا ْﻟﻐَ ْﻴ ّٰ ﺎن
َ ََو َﻣﺎ ﻛ
ِ ِ ِ ّٰ ِ [ ﺑÂl-i İmrân 3/179] buyurulmamış
ٌ ﺎﻪﻠﻟ َو ُر ُﺳﻠِ ۪ﻪۚ َوﺍ ْن ﺗُ ْﺆﻣﻨُﻮﺍ َوﺗَﺘ َّ ُﻘﻮﺍ ﻓَﻠَﻜُ ْﻢ اَ ْﺟ ٌﺮ َﻋ ۪ﻈ
ﻴﻢ
mı idi? Günahlarımızı mağfiret et, seyyiâtımızı örtecek tâatler nasib
eyle de mev ûd olan nusretleri, ecr ü sevab ve saadeti ihsan eyle {َو َﻻ ﺗُ ْﺨﺰِﻧَﺎ
َﻒ ا ْﻟ ۪ﻤﻴﻌَﺎدُ ِﻚ َﻻ ﺗُ ْﺨﻠ َ َّ }ﻳ َ ْﻮمَ ا ْﻟ ِﻘ ٰﻴ َﻤﺔِ ۜ اِﻧİşte ﺖ ٰﻫ َﺬا ﺑَﺎﻃِ ًﻼ َ ’رﺑَّﻨَﺎ َﻣﺎ َﺧﻠ َ ْﻘdan
َ buraya kadar
devam eden bu duaları vird-i zebân ederek tefekkür ederler. Kendilerinin
rabbâniyyûn olduklarını ifham eden bu dualar onların hîn-i tefekkürdeki
hâlleri ve tefekkürlerinin mebâdî-i hâkimesidir. Bazı müfessirîn bunları
hâl yapmayarak netîce-i tefekkürleri gibi göstermek istemişlerse de
cumhûrun beyânına göre bunlar ون َ ﻳَﺘَﻔَﻜ َُّﺮzamîrinden hâldir ki o ulü’l-
elbâbın esnâ-yı tefekkürdeki hâllerini [1264] nâtıktır. Doğrusu da budur.
Çünkü bilhassa ﺖ ٰﻫ َﺬا ﺑَﺎﻃِ ًﻼ َ َﻣﺎ َﺧﻠ َ ْﻘhükmü netîce-i tefekkür olsa idi tefekkür
mümkin olmazdı, zira tefekkür esasen mutlak bir hikmet itikadının
neticesidir. Bu itikadın menşe’i de sâir mebâdî-i fikriyye-i evveliye gibi
bir hükm-i fıtrî veya ta lîmî veya terbiyevî olabilir.2 Asıl netice ise fâ-i
netice ile başlayan şu iltifât-ı rabbânîdir { إﱁ...ﺎب ﻟ َُﻬ ْﻢ َر ُّ ُ ْﻢ َ ﺎﺳﺘَ َﺠ ْ َ}ﻓ
Mü’minlerin bazısı müşriklerin veya Yahudîlerin ticaret ve
tena umlarını ve ferih u3 fahûr seyahatler ederek refah ile yaşadıklarını
görerek “Allah’ın düşmanları böyle refah içinde dolaşıyor. Biz ise açlıktan,
sıkıntıdan helâk oluyoruz” demişlerdi, bunun üzerine şu âyetler nâzil
olmuştur:4
1 “Eğer siz nehy edildiğiniz günahların büyüklerinden ictinab ederseniz sizden kabahatlerinizi keffâretle-
riz…”
2 H, F, M ve B: “Bu itikadın menşe’ine bu da sâir mebâdî-i fikriyye-i evveliye gibi bir hükm-i fıtrî veya
ta lîmî veya terbiyevî olabilir”.
3 M ve B -“u”.
4 Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân, III, 236:
250 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
{ِ ٰﻟ ِﻜﻦ.ُﻴﻞ ﺛُﻢَّ َﻣ ْﺄ ٰو ُﻬ ْﻢ َﺟﻬَﻨ َّ ُﻢ ۜ َوﺑ ِ ْﺌ َﺲ ا ْﻟ ِﻤﻬَﺎد ٌ َ َﻣﺘ.ﻳﻦ ﻛَﻔَ ُﺮوﺍ ِ ا ْﻟ ِﺒ َﻼ ِد
ٌ ﺎع ﻗَ ۪ﻠ َ ُّﺐ اﻟ َّ۪ﺬ َ َّ َﻻ ﻳ َ ُﻐﺮَّﻧ
ُ ﻚ ﺗَﻘَﻠ
َ }اﻟ َّ۪ﺬki ne kadar şâyân-ı dikkattir.
إﱁ...ﻳﻦ
ِاﻪﻠﻟ
ّٰ “ ﻧُ ُﺰ ًﻻ ِﻣ ْﻦ ِﻋ ْﻨ ِﺪNüzül”; Bir müsâfire ilk geldiği sırada ikram edilmek
üzere hazırlanan yiyecek içecek ve sâir ikrâmiye ki Türkçe “konukluk”
tâbir olunur.
Ma amâfîh o kâfirler meyânında hüsn-i hâtimeye nâil olup mü’minler
idâdına dâhil olacak olanlar da bulunduğu unutulmamalıdır. Şöyle ki
{ﻜ ْﻢ َو َﻣٓﺎ ُا ْﻧﺰِ َل اِﻟ َْﻴﻬِ ْﻢ
ُ ﺎﻪﻠﻟِ َو َﻣٓﺎ ُا ْﻧﺰِ َل اِﻟ َْﻴ ِ َ}و ِﺍ َّن ِﻣ ْﻦ اَ ْﻫ ِﻞ ا ْﻟ ِﻜﺘ
ّٰ ِ ﺎب ﻟ ََﻤ ْﻦ ﻳُ ْﺆ ِﻣ ُﻦ ﺑ َ A Bu son kayıtlar
gösterir ki bunlar cidden Müslüman olacaklardır. Ve nitekim bu âna kadar
olagelmişler ve yine olacaklardır. Bu âyet tâ yukarıdaki ﻟ َْﻴ ُﺴﻮﺍ َﺳ َﻮٓﺍءً ۜ ِﻣ ْﻦ اَ ْﻫ ِﻞ
ِ َ[ ا ْﻟ ِﻜﺘÂl-i İmrân 3/113] âyetinin de bir îzâhı gibidir. Onun gibi bunun
ﺎب
da Musevî iken Müslüman olan Abdullah b. Selâm ve arkadaşlarının
veya Îsevî iken Müslüman olan ehl-i Necran’dan kırk, Habeş’ten otuz,
Rum’dan sekiz ve min haysü’l-mecmû seksen zâtın İslâmları dolayısıyla
nâzil olduğu mervîdir. Fakat İbn Abbas ve Câbir ve Katâde demişlerdir ki:
Habeş hükümdarı Necâşî [1265] Ashame vefat ettiği zaman Resûlullah
onun üzerine gıyâben cenaze namazı kılmış idi. Bunu gören münafıklar
“hiç görmediği bir Nasrânî üzerine1 namaz kılıyor” demiş olduklarından
Necâşî hakkında nâzil oldu.2 Rivâyeten en şâyi 3 olan budur. Necâşî’nin
vefatı da hicretin dokuzuncu senesinde vukū bulmuştur. Bunlardan
başka bu âyetin ale’l-umûm ehl-i kitabdan imana gelenler hakkında nâzil
olduğu da rivayet edilmiş ve Mücâhid buna kāil olmuştur ki mazmûn-ı
âyete bu daha muvâfık görülmüştür. Zira ﻟ ََﻤ ْﻦ ﻳُ ْﺆ ِﻣ ُﻦher hâlde iman ederler
mânasına istikbâlde zâhirdir.
Velhâsıl {اﺻ ِ ُوﺍ َ }ﻳَٓﺎ اَ ُّ َﺎ اﻟ َّ ۪ﺬey iman edenler siz telaş etmeyiniz,
ْ ﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ
sabırlı olunuz. A Haberde vârid olduğuna göre sabır üç derecedir:
Musibete sabır, tâatte sabır, masiyetten sabır.1 {ﺻﺎﺑ ِ ُﺮوﺍ َ }و
َ Ve sabırda Allah
düşmanlarıyla yarışıp onların üstüne çıkınız, yani imtihan ve mücahede
mevki lerinde düşmanların sabrının fevkine çıkmaya ve hevâ-yı nefsinizi
yenmeye çalışınız ki sabırlı olmaya alışırsanız bunu yapabilirsiniz. {}و َرﺍﺑِﻄُﻮﺍ َ
Ve murâbata ediniz, ribat yapınız, imam ardında cemaatle namaz gibi
birbirinize bağlanıp vazifeye mukayyed olunuz ve ale’l-husûs gazâya
düşmanlarınızdan ziyade hazırlıklı bulunarak atlarınızı bağlayıp hudûd
u süğūrda karakol bekleyiniz. A “Ribat”; Allah yolunda mülâzemettir.
Bu esasen “rabt-ı hayl” yani at bağlamaktan me’huzdur ki düşmana
karşı atını bağlayıp tarassud ve intizar etmek demektir. Sonra süğūr-ı
İslâmiyeden birinde bekleyenlere gerek süvari ve gerek piyâde olsun
umûmiyetle “murâbıt” tesmiye edilmiştir. Istılâh-ı fukahâda murâbıt
süğūrdan birine bir müddet beklemek için gidendir2. Ehl ü iyâliyle
beraber oralarda ikāmet ve kesb-i ma îşet ederek yaşayan [1266] hudûd
sekenesine “murâbıt” denilmez. Zamanımız ıstılâhına göre murâbıt fî
sebîlillâh silah altında bulunan ve kışla ve karakollarda duran ve nevbet
bekleyen askerler demek olur. Buhârî ve Müslim’de Sehl b. Sa d’dan rivayet
olunduğu üzere Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem buyurmuştur ki
ِ “ ِرﺑﺎ ُط ﻳـﻮٍم ِﰲ ﺳﺒِ ِﻴﻞFî sebîlillâh bir gün karakol beklemek
اﷲ َﺧﻴـٌْﺮ ِﻣ َﻦ اﻟ ﱡﺪﻧـْﻴَﺎ َوَﻣﺎ ﻓِ َﻴﻬﺎ َ َْ َ
dünya ve mâfîhâdan hayırlıdır.”3 İbn Mâce’de sened-i sahîh ile Ebû
Hureyre’den mervî olan bir hadîs-i şerîfte de Resûlullah buyurmuştur
ki: “Her kim Allah yolunda murâbıt olarak, yani karakol beklerken vefat
ederse işleyegeldiği amel-i sâlih yine üzerine icrâ olunur, rızkı da üzerine
gönderilir durur, fettândan emin olur4 ve Allah teâlâ onu feza dan emin
olarak ba s eder.”5 Ebu’ş-Şeyh’in Hazret-i Enes’ten merfû an tahrîc ettiği
1 Semerkandî, Tenbîhü’l-gāfilîn, thk. Yûsuf Ali Büdeyvî, Beyrut: Dâru İbn Kesîr, 1421/2000, s. 263:
. ِ ِ ْ َ ْ َو َ َ َ ا، ِ ِ ُ ْ َو َ َ َ ا، ِ َ َ َ َ ا َّא:ٌ َ َ َ َّ ا:َو ُر ِو َي َ ْ ُ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو َ َّ أَ َّ ُ َ َאل
َ ٌْ َ ٌْ ٌْ ُْ َ ْ
2 B: “gidenlerdir”.
3 Buhârî, Cihâd, 72; Müslim, İmâre, 163.
4 B -“rızkı da üzerine gönderilir durur, fettândan emin olur”.
5 İbn Mâce, Cihâd, 7:
َ אت ُ َ ا ِ ًא ِ َ ِ ِ ا ّٰ ِ أ ْ ي َ َ ْ ِ أَ ْ َ َ ِ ِ ا َّ א ِ ِ ا َّ ِ ي َכ
אن ِ
َ َ ْ َ » : َ ْ َر ُ ِل ا ّٰ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ ِ َو َ َّ َ َ َאل،َ ْ أَ ِ ُ َ ْ َ َة
« َو َ َ َ ُ ا ّٰ ُ َ ْ َم ا ْ ِ א َ ِ آ ِ ًא ِ ْ ا ْ َ َ ِع،אن
ِ َّ َ ْ وأَ ِ ِ ا، وأ ي َ ِ رِ ْز، ُ
َ ْ َ َ ُ ْ َ ْ َ َ َْ
252 ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 Münzirî, et-Terğîb ve’t-terhîb mine’l-hadîsi’ş-şerîf, nşr. Mustafa Muhammed Ammâra, Kahire: Mektebetü
Mustafa el-Bâbî el-Halebî, 1388/1968, II, 246:
.ة« و כאرة أ ة رض ا אط »إن ا
َّ : أ و ه وروى أ ا
Süyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, II, 420. Krş. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, VIII, 46:
ا َّ َ ُة ِ ا ْ َ ْ ِ ِ ا ْ َ ِام ِ אئَ ُ أَ ْ ِ َ َ ٍة َوا َّ َ ُة ِ َ ْ ِ ِ ي: َّ َ َ َאل َر ُ ُل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو:َ ْ أَ َ ِ ْ ِ َ א ِ ٍכ َ َאل
َ َ ْ
.אت أَ ْ ُ َ َ ٍة ِ َ ِ ِ ا ِא ِ وا َ ُة, ْ ُة آ َ ِف َ ٍة
َّ َْ َّ َ َ َ َ
2 Hâşiyetü’ş-Şihâb, III, 93; Âlûsî, Rûhu’l-meânî, II, 384:
. כ وا אد כ د אء ا د אء ا ا אد א أن ا אط أ ا ّٰ א ر وروي ا
[1267]
ِ ِ ر ُة ا
ً َ َو َ ْ ُ َن آ1 ٌّ ِ אء َ َ ِ َّ ٌ َو ِ ِ אئَ ٌ َو
َ َّ َ ُ
NİSÂ SÛRESİ
Cumhûrun beyânına göre bu sûre-i celîle dahi Medenîdir. اﻪﻠﻟ َ ﻳ َ ْﺄ ُﻣ ُﺮﻛُ ْﻢ ّٰ اِ َّن
ﺎت اِ ٰ ٓ اَ ْﻫﻠِﻬَﺎ
ِ َ اﻻ ََﻣﺎﻧ
ْ [ اَ ْن ﺗُ َﺆدُّوﺍ4/58] âyetinden mâ adâsı hicret-i seniyyeden sonra
nâzil olmuştur. Ancak Nehhâs2 Mekkî olduğunu, Nakkaş3 da Mekke’de
Medine’ye hicret sırasında nâzil olduğunu söylemişlerdir. Ma amâfîh
bunda Medenî âyetler bulunduğunda hiç ihtilâf yoktur. En son nâzil
olanı sonundaki ِﻜ ْﻢ ِ ا ْﻟﻜَ َﻼﻟ َﺔ ُ اﻪﻠﻟُ ﻳُ ْﻔ ۪ﺘﻴ
ّٰ ﻚۜ ُﻗ ِﻞ
َ َ [ َ ْ ﺘَ ْﻔ ُﺘﻮﻧ4/176] âyeti olduğu da
Buhârî’de mesturdur.4
Âyetleri: Kûfî ta dâdında yüz yetmiş beş, Basrî ta dâdında yüz yetmiş
altı, Şâmî ta dâdında yüz yetmiş yedidir.
İhtilâflı olanlar: اﻟﺴﺒ۪ ﻴ َﻞ ِ ً اﺑﺎ اَ ۪ﻟ
َّ [ اَ ْن ﺗَﻀﻠ ُّﻮﺍ4/44], ﻴﻤﺎ ً ’ﻋ َﺬdir
َ [4/173].
Fâsılaları: ا, ل, م, نdörttür ki ﻣﻠﻨﺎterkibinde toplanmıştır. “Lam” bir5
’ﺳﺒ۪ ﻴﻞde;
َ “nûn” bir ’ﻣ ۪ﻬde
ُ
6
; “mîm” beş yerdedir. Mütebâkīsi “elif ”tir.
Kelimeleri: Üç bin yedi yüz kırk beştir.
bir tane veya milkiniz cariye alın, ağmamanız için bu daha muvâfıktır
(3). Ve aldığınız kadınlara mehirlerini efendicesine verin, şayet ondan
birazını kendileri gönül hoşluğu ile bağışlarlarsa onu da içinize1 sine
sine yeyin (4). Maʿamâfîh Allah’ın sizi başına diktiği [1270] mallarını-
zı sefihlere vermeyin de bunlarda yapacağınız tasarruf ile onları besle-
yin ve giydirin ve kendilerine güzel güzel nasihat edin (5). Ve yetimleri
nikâh çağına ermelerine kadar gözetip deneyin, o vakit kendilerinden
bir rüşd hissettiniz mi hemen mallarını kendilerine teslim edin, büyü-
yecekler de ellerine alacaklar diye o malları israfla yemeye kalkmayın.
İhtiyacı olmayan tenezzül etmesin, muhtaç olan da meşrû surette bir
şey yesin. Mallarını kendilerine teslim ettiğiniz zaman da karşılarında
şâhid bulundurun, hesabınızı doğru tutmak için Allah’ın harekâtınızı
hesâba çekmekte olması2 yeter (6). Erkeklere bir pay var, ana baba ve
en yakın akrabanın bıraktığından; dişilere de bir pay var, ana baba ve
en yakın akrabanın bıraktığından; azından da çoğundan da, farz kı-
lınmış birer pay (7). Miras taksim olunurken uzak karâbeti bulunanlar
ve yetimler, miskinler de hazır bulunuyorlarsa3 hem kendilerine ondan
biraz bir şey verin hem de gönüllerini alacak sözler söyleyin (8). Hem
titresin o kimseler ki arkalarına elleri ermez, güçleri yetmez bir zürri-
yet bırakacak olsalardı onlara karşı korkacaklardı. O hâlde Allah’tan
korksunlar ve sağlam söz söylesinler (9). Yetimlerin zulmen mallarını
yiyenler muhakkak karınlarında4 sırf bir ateş yerler ve yarın bir çılgın
ateşe yaslanırlar (10).5
1 B: “içiniz”.
2 B: “olduğu”.
3 B: “bulunurlarsa”.
4 B: “karınlarda”.
5 H: “Ey insan kümeleri! Sakının o Rabbinize karşı gelmekten ki sizleri bir tek nefisten yarattı, ondan
eşini de yarattı da ikisinden birçok erkekler ve dişiler üretti. Sakının O Allah’a karşı gelmekten ki siz
O’nun ve o rahimlerin hakkı için birbirinizden dilek dilersiniz, her hâlde Allah üzerinizde gözcü bulu-
nuyor (1). Allah’tan korkun da yetimlere mallarını verin, temizi murdara (helâli harama) değişmeyin,
onların mallarını kendi mallarınıza katıp yemeyin, o cidden büyük bir günah bulunuyor (2). Eğer
yetimlerin haklarını gözetemeyeceğinizden korkarsanız size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder
nikâh edin ve eğer bu surette adalet yapamayacağınızdan korkarsanız o zaman bir tane veya milk cari-
yelerinizi alın, ağmamanız için bu daha muvâfıktır (3). Ve aldığınız kadınlara efendicesine mehirlerini
de verin, şayet ondan birazını kendileri gönül hoşluğu ile bağışlarlarsa onu da içinize sine sine yeyin (4).
Ma amâfîh sefihlere Allah’ın sizleri başına diktiği mallarınızı vermeyin. Bunlarda yapacağınız tasarruf
256 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ile onları besleyin, giydirin ve kendilerine güzel güzel nasihat edin (5). Ve yetimleri nikâh çağına erme-
lerine kadar gözetip deneyin, o vakit kendilerinden bir rüşd hissettiniz mi hemen mallarını kendilerine
teslim edin, büyüyecekler de ellerine alacaklar diye bu malları haksızlıkla yemeye kalkmayın. Velîlerden
ihtiyacı olmayan tamamiyle tok gözlü kalsın, muhtaç olan da meşrû surette bir şey yesin. Sonra malla-
rını kendilerine teslim ettiğiniz zaman şâhid de bulundurun, hesabınızı doğru tutmanız için de Allah’ın
harekâtınızı hesâba çekmekte olması yeter (6). Erkeklere bir pay var, ana baba ve en yakın akrabanın
bıraktığından; dişilere de bir pay var, ana baba ve en yakın akrabanın bıraktığından; azından da çoğun-
dan da, farz kılınmış birer pay (7). Miras taksim olunurken karâbeti bulunanlar ve yetimler, miskinler
de hazır bulunurlarsa hem kendilerine ondan biraz bir şey verin hem de gönüllerini alacak sözler söy-
leyin (8). Titresin o kimseler ki arkalarına elleri ermez, güçleri yetmez bir zürriyet bırakacak olsalardı
üzerlerine korkacaklardı. O hâlde Allah’tan korksunlar ve sağlam söylesinler (9). Şüphesiz yetimlerin
mallarını zulmen yiyenler karınlarda mücerred bir ateş yerler ve yarın çılgın bir ateşe yaslanırlar (10)”.
1 B: “takım”.
2 H ve F +“de”.
3 B -“”رﺑﻜﻢ.
4 B: “devr-i”.
Hak Dini Kur’an Dili 257
iş âr-ı beliğ vardır. Şâyân-ı dikkattir ki Kur’an’da ﺎس ُ َّ ﻳَٓﺎ اَ ُّ َﺎ اﻟﻨmatla ıyla
başlayan iki sûre vardır. Birisi bu, diğeri Sûre-i Hac’dır. Bu sûre Kur’an’ın
nısf-ı evvelinden dördüncü sûre olduğu gibi, Sûre-i Hac da nısf-ı sânîden
dördüncü sûredir. Bu sûrenin başında ittikā mebde’-i hilkate celb-i
nazarla ta lîl edilmiş olduğu gibi, orada da âhir-i hilkat ve ma rifet-i
ِ
me âd ile ta lîl olunmuş ﻴﻢٌ ﺎﻋﺔِ َ ْ ٌء َﻋ ۪ﻈ
َ اﻟﺴ
َّ َ ا َّن َز ْﻟ َﺰﻟَﺔbuyurulmuştur. Bu suretle
bu iki sûrenin başları ale’t-tertîb mebde’ ve me âdı tanıttırmış ve bununla
her birinde hâkim olan ahkâmın kayd-ı haysiyetlerini de göstermiştir.
Fahreddîn Râzî der ki: “Bu bahsin altında esrâr-ı kesîre vardır.”1
{ }اﺗ َّ ُﻘﻮﺍ رَﺑَّﻜُ ُﻢRabbinizin hükm-i terbiye ve vikāyesine giriniz, emrine
muhalefetten sakınıp umûmiyetle inzıbâta tâbi olunuz, ikābından
korununuz {ٍﺍﺣ َﺪة ِ }اﻟ َّ ۪ﺬي َﺧﻠ َ َﻘﻜُ ْﻢ ِﻣﻦ ﻧ َ ْﻔ ٍﺲ وO Rabbiniz ki sizi tek bir nefisten,
َ ْ
bir şahıstan halk etti. Binâen aleyh an-asl hepiniz bir babadan gelme
kardeşlersiniz ve hepiniz insansınız ve bir hâlıkın mahluklarısınız. Bu
mebâdî üzerinde esâsât-ı [1272] hukūkiyenizi insâniyet hakikatine
ve terbiye esasına ibtinâ ettirerek hukūk-ı uhuvvete mürâ ât etmeli ve
Rabbinizin emri hilâfına hareketten sakınmalısınız. Evet Rabbiniz bir
nefis halk etti {}و َﺧﻠ َ َﻖ ِﻣ ْﻨﻬَﺎ زَ ْو َﺟﻬَﺎ َ ve o bir nefisten eşini de halk etti. A Böyle
bir nimet ihsan eyledi. Biri diğerinin canından kopmuş bir çift meydana
getirdi ﺍج ﻛُﻠ َّﻬَﺎ ْ ﺎن اﻟ َّ ۪ﺬي َﺧﻠ َ َﻖ
َ اﻻ َْز َو َ [ ُﺳ ْﺒ َﺤYâsîn 36/36] Binâen aleyh bu nimet ve
2
kudretin kıymet ü azametini takdir etmeli ve hilkat tabî at-ı eşyânın eseri
değil, hâlık-ı eşyânın kudret-i rabbâniyesi eseri olduğunu bilmeli ve O’na
itaat eylemeli, ikābından korkmalıdır.
Müşahede ve tecribe ile mâlumdur ki bir babadan erkek evlâd
olabildiği gibi dişi de olabilir. Hâlbuki kudret-i hâlıka tabî at-ı eşyâda
olsa idi ne topraktan insan zuhur edebilirdi ne de bir erkekten bir dişi
evlâd olabilirdi. Çünkü tabiat ıttırad demek değil ise hiçbir şey değildir.
Hâlbuki ne erkek dişinin bir ıttırâdı, ne de dişi erkeğin bir ıttırâdıdır. Hiç
kimse erkeğe dişi, dişiye erkek diyemez, bunlar zâtü’l-filkateyn1 gibi2 bir
menşe’de inşikāk etmiş, hâssıyetleri ayrı vazifeleri yekdiğerini mütemmim
muhtelif tabiatlı bir çifttirler. Ve aynı zamanda bir aslın tenevvü üdürler.
Binâen aleyh diğer a râzdan tecerrüd ederek sırf fennî ve tabî at-ı ilmiye
nâmına düşünen ve söyleyen fünûn-ı tabî iye ulemâsı da tamamen
mu teriftirler ki tabî at-ı mahza davası içinde bu tenevvü kābil-i îzah
değildir. Ve kudret-i hâlıka tabiatın fevkinde terbiyevî bir tesir icrâ eden
ve âsârını halk u ıstıfâ ile meydana getiren bir Rabb-i a lâdır. O hâlde tam
mânasıyla tabiat yoktur ve tabiat fikri3 bir mebde’-i ilmî olamaz. Çünkü
bugün ahz edilen bir tabiat yarın bir tenevvü arz edebilir. Ve onun içindir
ki mücerred kıyâs-ı ilmî her zaman için mi yâr-ı ilim olamıyor. Cereyân-ı
vukū ât akılları durduruyor. Nitekim İblis de اَﻧَﺎ ۬ َﺧ ْ ٌ ِﻣ ْﻨ ُﻪ ۚ َﺧﻠ َ ْﻘﺘَ ۪ ِﻣ ْﻦ ﻧَﺎرٍ َو َﺧﻠ َ ْﻘﺘَ ُﻪ
ٍ [ ِﻣ ْﻦ ۪ﻃel-A râf 7/12; Sâd 38/76]4 diye tabî at-ı nâriyeye binâ ettiği kıyasla
aldanmıştır. [1273] Hakikaten iş tabiatta olsa idi tabî at-ı akliye hiçbir
zaman erkekten dişi, dişiden erkek istintâc edemezdi. Hakīkat-i vâkı a
ise böyle değildir. Bütün hilkat-i beşeriyenin mebde’ine çıkıldığı zaman
ise mesele daha ziyade tebârüz etmektedir. Akıllar mebde’-i te’sîri ne
kendilerinde ne de tabî at-ı eşyâda görmemeli, hepsinin fevkinde Hâlık
teâlâ’da görmelidir. O Hâlık teâlâ ki nefs-i vâhideden eşini de halk etmek
ً ﺚ ِﻣ ْﻨ ُﻬ َﻤﺎ رِ َﺟ
suretiyle kudret-i rabbâniyesini gösterdi {ًﺎﻻ ﻛَ ۪ﺜ ًﺍ َو ِ َٓﺎء َّ َ }وﺑ
َ ve bu
ikisinden birçok erkekler ve kadınlar neşretti, cihana yaydı ve elyevm
mevcut insanlar böyle meydana geldi. Binâen aleyh hiç yokken topraktan
ıstıfâ ile insan yaratan ve o insandan eşini yaratan ve iki insandan bi’t-
tevâlüd erkek dişi birçok evlâd ve ahfâd yaratıp dünyaya yayan Hâlık
teâlâ’nın rubûbiyeti bir şahıstan ordular, milletler yetiştirebildiğini bilmeli
ve ona göre îmân-ı tâm ile îfâ-yı vazife etmeli, Allah yolunda hiçbir
fedakârlıktan çekinmemeli ve kānûn-ı izdivâca riâyetle teksîr-i nüfûsa
ehemmiyet vermeli ve bunların bir terbiye-i rabbâniye ile yetişmesine
1 M: “zatülfelkateyn”.
2 B -“gibi”.
3 H +“hakīkī”.
4 “…ben (…) ondan hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.” / “…ben ondan ha-
yırlıyım, beni bir ateşten yarattın, onu ise bir çamurdan yarattın.”
Hak Dini Kur’an Dili 259
itina eylemeli ve izdivâca sâik olan temâyülât-ı fıtriyeyi sû’-i isti mâlden
sakınmalı ve bu suretle bugünkü birkaç insan yarın dünyaları tutan ve
kelimetullâhı i lâ eden bir ümmet-i uzmâ olabilir ve âhirette en büyük
saadeti ihrâz eder. Bu hakikate binâendir ki Resûlullah ﺎﺳﻠُﻮا ﻓَِﺈ ﱢﱐ َ َﺗـَﻨَﺎ َﻛ ُﺤﻮا ﺗـَﻨ
ِﺎﻫﻲ ﺑِ ُﻜﻢ ْاﻷُﻣﻢ ﻳـﻮم اﻟْ ِﻘﻴﺎﻣ ِﺔ وﻟَﻮ ﺑِﺎﻟ ﱠﺴ ْﻘﻂ
ِ أُﺑbuyurmuştur.1
ْ َ َ َ َ َْ َ َ ُ َ
Bu nefs-i vâhideden murad Hazret-i Âdem, zevcinden murad da
Hazret-i Havvâ olduğunda ittifak ve icmâ vardır. Hazret-i Âdem َ اﻪﻠﻟ ّٰ اِ َّن
َاﺻﻄ َ ٰ ٓ ٰادَم
ْ [Âl-i İmrân 3/33] ve ﻮن
ُ ﻜ ٍ [ َﺧﻠ َ َﻘ ُﻪ ِﻣ ْﻦ ﺗُ َﺮÂl-i İmrân
ُ َﺍب ﺛُﻢَّ ﻗَﺎ َل ﻟ َُﻪ ُﻛ ْﻦ ﻓَﻴ
3/59] medlûlü üzere topraktan bi’l-ıstıfâ halk olunmuş, Hazret-i Havvâ
da nefs-i Âdem’den münşa ib olarak yaratılmıştır. Bu mâna haberlerde
“Havvâ Âdem’in bir dıl ından yaratıldı”2 diye nakledilmiştir ki bir
inşikak mânası ifade eder. Ve bu mâna zevciyet alâkasının esası demektir.
[1274] Bir hadîs-i sahihde “Kadın bir dıl gibidir; kadın bir dıl dan,
bir dıl -ı a vecden3 halk olundu. Onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın,
kırılması da talâkıdır” buyurulmuştur.4 Burada dıl -ı a vec bu inşikāka
işaretle beraber erkekle kadın beynindeki tehâlüf-i tabîata ve kadınların
erkekleştirmeye kalkışılması onları kırıp atmak demek olduğuna tenbîhi
hâvî bir temsildir. Bundan başka bu teşa ubun5 cennetteki ibtidâ-yı
hilkatte vâki olduğu da haberlerde vârid olmuş6 َ ﻚ ا ْﻟ َﺠﻨَّﺔ َ ﺖ َو َز ْو ُﺟ
َ اﺳﻜُ ْﻦ اَ ْﻧْ
1 “Nikahlanın, çoğalın, çünkü ben kıyamet günü -düşük ceninler de dâhil- sizin çokluğunuzla övü-
neceğim.” Beyhakī, Marifetü’s-sünen ve’l-âsâr, thk. Abdülmu tî Emîn Kal acî, Karataş: Câmi a-
tü’d-Dirâsâti’l-İslâmiyye, 1412/1991, X, 16:
. ِ ْ َّ ِכ ا ْ ُ َ َ َّ ِא ِ אכ ا כ وا َ ِ ِّ أُ א ِ ِ ِِ
َ ُُ َ ُ َ َ َ : َو َ َ َ َא أَ َّن َر ُ َل ا ّٰ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو َ َّ َ َ َאل: ُّ َ َאل ا َّ א
2 İbn Mâce, Tahâret, 77:
. ِ ِ َ ْ آد َم ُ ِ َ ْ َ َّ ُاء ِ ْ ِ ْ ِ ِ ا َ َ َ َ إ َِّن ا ّٰ َ َ َّ א:َ َאل
3 F -“bir dıl -ı a vecden”.
4 Müslim, Radâ , 59:
َ ِِن ا ْ َ ْ َ ْ َ ِ َ א ا ْ َ ْ َ ْ َ ِ َ א َو ِ َ א، ٍ َ ِ َ َ َ إ َِّن ا ْ َ أَ َة ُ ِ َ ْ ِ ْ ِ َ ٍ َ ْ َ ْ َ ِ َ َכ: َّ َ َ َאل َر ُ ُل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو
َ ْ َ ْ
. َכ َ َ َ א َو َכ ْ َ א َ َ ُ َ א، َوإ ِْن َذ َ َ ُ ِ ُ َ א،ِ َ ٌج
ُ ْ ْ
5 B: “teşâbühün”.
6 Taberî, Câmiu’l-beyân, I, 514:
ا ُ ِج إ : و ّٰ ا و אس أ אب ا،د ا ،ُ ة אس و ا
َّ
א رأ ا أة א ٌة وإذا، א אم،زوج כ إ א א َو ْ ً א כאن. وأ ِכ آدم ا،
א:- ون א- ا ئכ א. כ إ: ؟ א و: אل. ا أة: أ ؟ א:א ، ّٰ ا
ّ
آدم ا כ أ وزو כ ا ُ א » : ّٰ ا אل . ء א :אل اء؟ ُ و :ا א .اء :אل آدم؟ א א ا
ّ
»«ئ א א َر ً ا وכ
260 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
[el-Bakara 2/35; el-A râf 7/19]1 âyeti dahi buna delâlet etmekte bulunmuş
olduğundan arza hubûtları, yani dünyaya gelişleri bu teşa ubdan2 sonra
demek olur. Ma ahâzâ şunu da ihtar edelim ki nefs-i vâhide Âdem, zevci
de Havvâ olduğunda şüphe olmamakla âyet bunu e am bir mefhum
ile ifade etmiştir. Zira âyet bu mânayı mücerred ihbar olarak değil,
kudret-i rabbâniye delîli olmak üzere hâl-i hazırda mâlum ve meşhud
olan cereyân-ı hilkati işhâd ederek ifade ettiğine nazaran evvelemirde
şöyle bir istidlâl-i ilmîyi tazammun etmektedir. Görülüyor ki elyevm
mevcut olan insanların hepsinin hilkati evvelâ birer babadan başlıyor,
analar telkīhi babalardan alıyor. Fakat garibi o ki erkek olan babadan
gelen evlâd hep erkek olmuyor. Bunda ıttırâd-ı tabîat kāidesi cereyan
etmiyor. Bilakis erkek nev inin eşi olan dişi nev i de hilâf-ı tabîat olarak
erkekten halk olunuyor. Ve erkekle dişinin izdivâcından bu sayede erkek
ve kadın birçok zürriyet meydana geliyor. Ve bu suretle dünkü bir Âdem
bir müddet sonra büyük bir ailenin, bir kabilenin, bir ırkın pederi oluyor,
babalar eşsiz evlâd yapamıyor. Fakat bu babda telkīhi yapan erkek ve
alan kadın olmak haysiyetiyle erkek mukaddem, kadın tâlî bulunuyor.
Binâen aleyh erkeklerin kadınlardan teşa ubu da emr-i vâki olmakla
beraber daha evvel hepsi erkekten teşa ub ediyor, mebde-i tenâsül erkek
oluyor. Şu hâlde ale’l-umûm erkek nev iyle ale’l-umûm kadın nev i bi’t-
tekābül mülâhaza edildiği [1275] zaman hilkat-i beşerin her batnındaki
mebde’ine nazaran erkek rükn-i evvel, kadın rükn-i sânî bulunduğundan
evvelemirde kadının her hâlde erkekten teşa ub etmiş olduğu tahlîlî
bir surette tebeyyün ediyor. Binâen aleyh hâlden mebde’e ircâ -ı nazar
olunduğu zaman tenâsülün ikiden dört ve dörtten sekiz gibi bir nisbet-i
hendesiye tâkip etmesi haysiyetiyle bugünkü milyarlarla3 insanların cezri
alınınca riyâzî bir surette sâbit olur ki mebde’-i beşer Âdem ve Havvâ
diye ifade edilen bir çifte, yani bir erkekle bir kadına râci dir ve bunlar
beyninde vahdet-i asliye ifade eden bir alâka-i nefsiye vardır. Ve bu alâkada
1 B: “teşâbühde”.
2 B -“artık”.
3 B: “büzeyrden”.
4 Müslim, Radâ , 64:
.ُ َ ِ َو َ َ َא ِع ا ُّ ْ א ا ْ َ أَ ُة ا َّ א،אع ِ ِ ِ ِ
ْ َ ُْ ٌ َ َ ا ُّ ْ َ א: َ َאل، َ َّ َ أَ َّن َر ُ َل ا ّٰ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو،َ ْ َ ْ ا ّٰ ْ ِ َ ْ ٍ و
262 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1. Ey velîler veya vasîler, elinizde bulunan yetimin temiz, hoş bir malını
kendinizin aşağılık kötü bir malınızla değişmeye1 kalkmayınız.
2. Yetim malı size haram ve murdardır. Kendi malınız ise helâl ve hoştur.
Binâen aleyh kendi helâl olan malınızla yetimin haram olan malından
bir istibdâl, bir alışveriş yapmaya kalkmayınız, yetimin emvâlini
olduğu gibi muhafaza ediniz, muhafaza için satılması lâzım gelenleri
bile diğerlerine satınız ki töhmet altında kalmayasınız. Bu noktada
yetimin emvâl-i gayr-i menkūlesiyle emvâl-i menkūle ve emvâl-i
menkūlesinden serî u’l-fesâd olup olmayanları hakkındaki ahkâm
mündericdir.
3. Kendi mallarınıza güzel güzel bakıp da yetimin malını kötü bir hâlde
bırakmayın, ona kendi malınıza bakar gibi ve hatta ondan ziyade bir
itina ile bakın.
4. Yetim malını tecavüz edip almayınız ki elinizde güzel mallarınızın ona
mukabil zâyi olmasına sebep olup da felâkete düşmeyin.
5. Nihâyet kendi helâl rızkınıza intizar eylemeyerek sabırsızlanıp yetimin
malını haram haram yemek için pisboğazlığa kalkışmayınız2. Fi’l-vâki
bu mânalardan her birini müfessirîn beyan etmişlerdir.
Velhâsıl her vechile emvâl-i eytâmı muhafaza ediniz {َو َﻻ ﺗ َ ْﺄ ُﻛﻠُٓﻮﺍ اَ ْﻣ َﻮﺍﻟ َُﻬ ْﻢ
}اِ ٰ ٓ اَ ْﻣﻮَﺍﻟِﻜُ ْﻢve onların mallarını kendi mallarınıza zamm u ilâve ederek
yemeyiniz, yani istihlâk [1280] ve intifâ da etmeyiniz. Çünkü {ﻮﺑﺎ ً ﺎن ُﺣ َ َاِﻧ َّ ُﻪ ﻛ
}ﻛَﺒ۪ ًﺍbunların her biri büyük bir vebal olmuştur.
A “Yetâmâ” “nedîm - nedâmâ” gibi “yetîm”in cem idir, veya cem inin
cem idir. “Yetîm” infirâd mânasına “yetem”den3 me’huzdur. Nitekim
emsâlsiz inciye “dürr-i yetîm” denilir. İşbu infirad mânası mülâhazasıyla
babası vefat etmiş olana “yetim” ıtlak edilmiştir ki böyle yetim kalmaya
da yâ’nın zammıyla “yütm” denilir. Binâen aleyh bi-hasebi’l-lüğa bu ismin
1 B: “değiştirmeye”.
2 H ve F: “kalkmayınız”.
3 B: “yeteme’den”.
266 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
mâlumdur. Diğer bir hadîs-i şerifte de ﲔ اﻟْﻴَﺘِﻴﻢ َواﻟْ َﻤ ْﺮأ َِة ِ ْ “ اﺗـﱠُﻘﻮا اﷲَ ِﰲ اﻟﻀﱠﻌِﻴ َﻔyetim ve
kadın, bu iki za îf hakkında Allah’tan korkunuz”4 buyurulmakla yetimin
za f mânası gösterilmiştir. Ma amâfîh şeyhûhet veya kühûlet devrinde
bulunan erkek za îfu’l- akl ve nâkısu’r-re’y dahi olsa ona yetim denilmediği
de mâlum bulunduğundan, erkeğe “yetim” ıtlâkı ancak hâl-i sığarda veya
henüz ona yakın bir çağda bulunması itibariyle olduğu hâlde, kadına
babasından infirâdı itibariyle aynı mânada ve kocasından infirâdı itibariyle5
kebîre iken6 dahi “yetim” ıtlak edilmiştir. اﳊُْﻠ ِﻢ ْ “ َﻻ ﻳـُْﺘ َﻢ ﺑـَْﻌ َﺪİhtilâmdan
7
sonra yetimlik yoktur” hadîs-i şerîfinin de yetimin ma nâ-yı lügavî ve
örfîsini değil, hükm-i şer îyi, yani büluğdan itibaren yetimlik hükmünün
kalkabildiğini8 beyan olduğu9 anlaşılıyor ki bununla da yetimin ma nâ-yı
şer îsi tekarrur etmiş olur. Şu hâlde [1281] örf-i lügat nokta-i nazarından
“yetâmâ” ve “eytâm” denilince babaları vefat etmiş oğlan veya kız küçükler
ve tazeler anlaşılabileceği gibi kocasız kalmış kadınlar da anlaşılabilecektir
ve bunların hepsi şâyân-ı merhamet ve mevrid-i ittikādır.
1 B: “noksânî-i re’y”.
2 B -“da”.
3 Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 259; Ebû Dâvûd, Nikâh, 23.
4 Beyhakī, Şuabu’l-îmân, XIII, 404:
ِ ّٰ ا َّ ُ ا ا، »ا َّ ُ ا ا ّٰ ِ ا َ ِة: َ َ َאل َ َא: َ َאل،َ ْ ا ْ َ א ُة ِ ِ ِ ِ ٍ َ
َ َّ َ َ ُ َ َ ُ ْ َ َ َّ َ ل ا ّٰ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو ُ ُכ َّא ْ َ َر: َ َאل، َ َ ْ أ
ا َّ ُ ا ا ّٰ َ ِ ا َّ َ ِة« َ َ َ َ ُ ِ ّد ُد َ א، ِ ِ ْ ا َّ ُ ا ا ّٰ َ ِ ا َّ ِ َ ِ ا ْ َ أَ ِة ا ْ َْر َ َ ِ َوا َّ ِ ِ ا، أَ ْ َ א ُ ُכ כ َ
ْ َ َ َ َא ِ ّٰ ا ا ُ َّ ً َ َ ا َّ َ ِة
ا ،א
َ َ ّ ْ ْ ْ
. ُ ُ ْ َ ْ َ َ َّ َ א ِ َ ُ و ُ ُ ُل »ا َ َة« و
ُ ْ ُ َ َ َّ َ َ َ
5 B -“aynı mânada ve kocasından infirâdı itibariyle”.
6 B -“iken”.
7 Abdurrezzak, el-Musannef, VI, 416; Ebû Dâvûd, Vasâyâ, 9.
8 M: “kalkabildiğinin”;
B: “kalkabildildiğini”.
9 M: “olunduğu”.
Hak Dini Kur’an Dili 267
1 B: “yetimdir”.
2 B: “veremez”.
3 B: “yetimleri”.
4 B -“nehy ve hoşlarına giden diğer kadınları nikâh etmeleri”.
5 “Bir de senden kadınlar hakkında fetvâ istiyorlar, de ki: Onlar hakkındaki fetvâyı size Allah veriyor.
Yazılmış hakları olan mirası kendilerine vermediğiniz ve nikâhlamayı istemediğiniz öksüz kızlar hakkın-
da…”
6 B: “yetimleri”.
7 Buhârî, Şirket, 7; Müslim, İman, 6:
ِ َ ِ ِ ِ ِ ِ َ َ ِ ْ َ أ:َ َאل
אع« )ا אء َ َ »وإ ِْن ْ ُ ْ أ َّ ُ ْ ُ ا« ِإ
َ َ »و ُر َ : َ َ ْ َ ْ ل ا ّٰ َ َ א، أ َّ ُ َ َل َ אئ َ َ َر َ ا ّٰ ُ َ ْ َ א، ِ ْ َ ُّ ُ ْ َو ُة ْ ُ ا ََ
ِ َ ِ ، َ ِ ُ َو ِ ُّ َ א أَ ْن َ َ َ َّو َ َ א، َ ْ ِ ُ َ א ُ َ א َو َ َ א ُ َ א، ِ ِ » َא ا ْ َ أُ ْ ِ ِ ا ِ َ ُ َ ُכ ُن ِ َ ْ ِ َو ِ ِ َ א ُ َ אرِ ُכ ُ ِ َ א: ْ َ َ َ א،(٣/٤
ْ ُ ُ ُ ّ َ َ
، َو َ ُ ُ ا ِ ِ َّ أَ ْ َ ُ َّ ِ ِ َّ ِ َ ا َّ َ ِاق، َّ ُ َ َ ُ ُ ا أَ ْن ُ ْ ِכ ُ ُ َّ ِإ َّ أَ ْن ُ ْ ِ ُ ا، َ ْ ِ َ א ِ ْ َ َ א ُ ْ ِ َ א َ ُه،أَ ْن ُ ْ ِ َ ِ َ َ ا ِ َ א
ْ ُْ ُ
ِو ا ِ ار لا إِن ا אس ا: ِאئ א:אء ِ ا « אل وة ِ ِ وأُ ِ وا أَ ْن ِכ ا א َאب َ ِ ا
َ َّ َ َ ْ َ َ ُ ّٰ َّ َ ّٰ َ ُ َ ْ َ ْ َ ْ َ َّ َّ َّ ُ ُ َ َ ْ َ َ ُ َ ْ ُ َ َ َّ ُ َ َّ َ ُْ َ َ ُ َْ ُ َ
כ َ( وا َّ ِ ي ذכ ا أ١٢٧/٤ אء« ِإ َ َ ِ ِ »و َ َ َن أَ ْن َ ْ ِכ ُ ُ َّ « )ا אء ِ ِ »و ْ َ َכ ِ ا: ّٰ َ َ ْ َل ا، ِ َ ِ ِه ا
ْ ُ ْ َ َ َ ْ ُ ُ َّ ُ ّٰ َ َ َ َ ُ ْ َ ْ َّ ُ َ َْ َ ُ َ َ َ َْ
ِ
ْ َ َ א،(٣/٤ אب َ ُכ ْ ِ َ ا ِ ّ َ אء« )ا אء ِ ِ ِ
َ َ َ א ْ כ ُ ا َ א، َ »وإ ِْن ْ ُ ْ أَ َّ ُ ْ ُ ا ا َ َא
ِ ِ ِ
َ : ا َّ َ َאل َ א، َ אب ا َ ُ ا ُو ِ َ ِ ا ِכ
Hak Dini Kur’an Dili 269
1 M -“dahi”.
2 B: “edilebilecektir”.
3 B: “vazîfe-i”.
4 B: “muktezâsından”.
Hak Dini Kur’an Dili 275
1 M ve B: “zevcatı”.
2 H +“da”.
3 B: “buyurulmuş”.
276 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
kazâen değil, ancak diyâneten bir hüküm ifade edebilir. Nitekim adalet
yapamayacağını bilen bir adam birden ziyade tezevvüc ederse cevrden
hazer etmediği için âsim olur. Fakat nikâh da dörtten ziyade almış gibi
bâtıl ve fâsid olmaz; nafaka, neseb vesâire gibi ahkâm-ı kazâiye cereyan
eder. Ve ba de’n-nikâh cevrden sakınabilirse yine müsâb olur.
Şu hâlde ﺎﻧ ِﻜ ُﺤﻮﺍ ْ َ ﻓemrinin müfâdı nedir? Emir, vücûbda zâhir olacağı
için Zâhiriyye bu emrin vücûb ifade ettiğine ve binâen aleyh vat’ ü infâka
kādir olan her ferd için asl-ı nikâhın farz-ı ayn olduğuna kāil olmuşlardır.
Cumhûr-ı Ehl-i Sünnet de nefsin galeyânı ve zinaya düşmek korkusu
hâlinde infâka kudreti olanlar için farz-ı ayn olduğunda müttefik iseler
de sûret-i umûmiyede vücûba kāil değillerdir. Hanefiyyece ferdî nokta-i
ِ
nazardan galeyan hâlinde vâcib, itidal hâlinde ﺐ َﻋ ْﻦ َ ﺎح ُﺳﻨ ِﱠﱵ ﻓَ َﻤ ْﻦ َرﻏ
ُ اﻟﻨﱢ َﻜ
ﺲ ِﻣ ﱢﲏ ِ
َ ُﺳﻨﱠﱵ ﻓـَﻠَْﻴhadîs-i şerîfi mûcebince sünnet-i müekkede, kadına cevr
1
kadın malına göz dikmek ve nikâh için kadından mal gözetmek şöyle
dursun, onları behemehâl münâsib bir mehir ile alınız ve mehirlerini
kıskanarak değil, kerem ve semâhatle seve seve veriniz. Bu size bir kanun
olsun da ٌ[ َوﻟِﻠﺮِ َﺟﺎ ِل َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ َّﻦ د َ َر َﺟﺔel-Bakara 2/228]1 sırrı tecellî etsin. Sâd’ın
ّ
fethi ve dâl’ın zammıyla “sadukāt”, sâd’ın zammı ve dâl’ın sükûnuyla
“cümle” vezninde “sudka”nın cem idir ki mehir mânasınadır. “Nıhle”
millet, şeriat ve diyânet mânasına, bir de hibe, atıyye ve ihsan mânasına
gelir. Lisânımızda ‘giybet’ denilen mehr-i mu accel2 âdetinin menşei
de bu emirdir. Bu hitabda zevclerden başka velîlere de bir hisse vardır.
Şayet kadınların mehirlerini velîleri tamamen veya kısmen kabz etmiş
bulunurlarsa, ondan intifâ a3 hakları yoktur. Kadınların yedlerine teslim
etmeleri lâzım gelir.
ِ ُ َ }ﻓَﺎِ ْن ِﻃ ْ َ ﻟo
Ey zevcler veya velîler, siz böyle veriniz de {ﺴﺎ ً ﻜ ْﻢ َﻋ ْﻦ َ ْ ٍء ﻣ ْﻨ ُﻪ ﻧ َ ْﻔ
kadınlar gönül hoşluğu ile, kendi rızâlarıyla size o verilenden bir şey ihsan
ً ٓ ﻮه ﻫَ ۪ﻨ
ederlerse {ﻴٔـﺎ َﻣ ۪ﺮ ٓ ًٔـﺎ ُ ُ }ﻓَﻜُﻠonu da boğazınıza durmadan kemâl-i âfiyetle
yeyiniz. Fakat {اﻟﺴﻔَـﻬَٓﺎءَ اَ ْﻣ َﻮﺍﻟَﻜُ ُﻢ ُّ }و َﻻ ﺗُ ْﺆﺗُﻮﺍ
َ sefihlere de [1292] mallarınızı
vermeyiniz. A “Sefih”, aklı veya dini nâkıs olan hilâf-ı akıl veya hilâf-ı
din harekâtta bulunan ahmak veya fâsık demektir ki, birinde Allah’a isyan
mânası var birinde yoktur. Yani mallarınızı böyle eksik akıllı veya fâsıklara
teslim edip de telef etmeyiniz ve fısk u sefâhete revaç vermeyiniz ki bu da
ِ ُ َ اﻪﻠﻟ ﻟ
bir hamâkat ve sefâhettir. {ﺎﻣﺎ ً َﻜ ْﻢ ﻗﻴ ُ ّٰ }اﻟ َّ ۪ َﺟﻌَ َﻞO mallar ki Allah size mâ
bihi’l-kıyâm yapmış, hayâtınızı onunla kāim kılmış, tedbîr ü idaresine
sizi me’mur etmiştir. Binâen aleyh o malları evlâd ü iyâlinizden bile olsa
süfehâya teslim etmeyiniz. Bunda iki mâna vardır. Birisi kendi milkiniz
olan mallar demektir. Birisi de gerek milkiniz olsun ve gerek olmasın ale’l-
ıtlâk taht-ı velâyet ve idarenizde bulunan emvâl demektir ki bunun en
başlıcasını emvâl-i eytâm teşkil eder. Bu surette “emvâliniz” buyurulması,
emvâl-i şahsiyenin muhafazasına da hukūk-ı umûmiye ta alluk ettiğini
gösterir ve binâen aleyh âyet gerek emvâl-i umûmiye ve gerek emvâl-i
»ﻟﻠﺮﺟﺎل: ﻳﻜﺴﺐ ﻋﻠﻴﻬﺎ وﻻ ﺗﻜﺘﺴﺐ! ﻓﻨﺰﻟﺖ، وﻻ ﲢﻤﻞ ﻛﻼ وﻻ ﺗﻨﻜﻰ ﻋﺪوا، ﻻ ﺗﺮﻛﺐ ﻓﺮﺳﺎ، ﻳﺎ رﺳﻮل اﷲ: ﻓﻠﻢ ﻧﻮرث! ﻓﻘﺎل ﻋﻢ وﻟﺪﻫﺎ،ﺗﻮﰲ زوﺟﻲ وﺗﺮﻛﲏ واﺑﻨﺘﻪ
«ﻧﺼﻴﺐ ﳑﺎ ﺗﺮك اﻟﻮاﻟﺪان واﻷﻗﺮﺑﻮن وﻟﻠﻨﺴﺎء ﻧﺼﻴﺐ ﳑﺎ ﺗﺮك اﻟﻮاﻟﺪان واﻷﻗﺮﺑﻮن ﳑﺎ ﻗﻞ ﻣﻨﻪ أو ﻛﺜﺮ ﻧﺼﻴﺒﺎ ﻣﻔﺮوﺿﺎ
1 Begavî, Meâlimü’t-Tenzîl, II, 169:
אل ُ َ ُ ُ ُ ِّ َو َ َ َك ا ْ َ أَ ًة، َ َ َ ْ ِ أَ ْو ِس ْ ِ َא ِ ٍ ا ْ َ ْ َ אرِ ِ ّي، َ َ ْ ان َوا ْ َ ْ َ ُ َن« ا ِ َ ِ ِ א َ َك ا ْ ا
َ َ َّ ٌ َ َ ّ
ِ אل ِ ِ ِ» : ََ ُ َ א
َ ُ ْ
َ
ِ ِ ِ א ا أ َ َ و َ َא و א ا َ ، و אه ِ و و ِ ِ ا ِ א ا א ن ِ ِ ٍ َ َ א أُ ُّم כ
َ َ ُ َ ْ َ ُْ ْ َ ُ َ َ َ َ ُ
َ َ َ ْ َ َ ٌ ْ َ ُ ُ َّ َ َ ّ َ ّ َ َ ْ َ ُ ْ َ ر אم
ُ َ َ َ َ َ ْ ُ ث َ َאت .א َ َ َ َ َو
َّ َ ُ ْ ِ ِإ: َو َ ُ ُ َن،אن ا َّ ِ ُ َذ َכ ً ا َو ِإ َّ َ א َכא ُ ا ُ َ ِّر ُ َن ا ِّ َ َאل כ ِن
َ َ ْ َ َ َ ّ إو ، אر ِ ا َ و אء
َ َ َّ َ ّ َُ
ِ ا ن ُ رِ َ ِ ِ
َّ َ
ِ א ْ ا ِ ا ُ َ َو،َ ْ ًئא
אכ
َو َ َ ِ ْ ِ ي َ א، ُ ُ َאت َوأَ َא ا ْ أ ٍ َ َ אت و َ َك ٍ ِ א س و َ أ ِن إ ِ ا ل ر א : א כ م ُ ِ
ْ َ َ َّ َ َ َ َ َ َ َ ْ َ ْ َّ ّٰ َ ُ َ َ ْ ََ َ ُّ ْ َ َ َ َ َ َ َ َ َ َ َ ْ َ א
أ ت אء ، َ ْ ا אز و
َ َ ُ ْ َ ْ َ َو، َو َ ْ ُ ْ ِ َ א ِ َو َ َ َא ِ َ ْ ًئא َو ُ َّ ِ ِ ْ ِ ي، َ َ َ ْ َ َو ُ َ ِ ْ َ ُ َ ْ ٍ َو، َو َ ْ َ َ َك أَ ُ ُ َّ َ א ً َ َ ًא، َّ ِ ْ َ َ ُ ِ ْ ُأ
َ ُ ِ ِ ِ ِ
ُ ّٰ َ ْ َ َل ا، َ َ َ א ُ َ א َر ُ ُل ا ّٰ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو َ َّ َ َ َ א َ َא َر ُ َل ا ّٰ َو َ َ َ א َ َ َכ ُ َ َ ً א َو َ َ ْ ُ َכ ًّ َو َ َ ْ َכ َ ُ ًّوا، َ ْ َ ْ ُ
«אء ِ ِ ِ »و،اث ِ ِ ْ ا ِ « ن ْ َ ْ او ِ
ان ِ ا ْ ا ك
َ א ِ » ٌّ « ِ » ِ ِ
אئ ِ ْ َ أ و ِ ِ ْ ا دِ َ و َ أ ِ ِر כ ُّ ِ : ِ ْ َ «אل ِ ِ ِ » ، َّ َ َّ و
َّ َ َ َ َ َُ َ َ َ َ َ َّ َ ٌ َ َ َ َّ ْ ْ ُ َ ّ َ َ
، ِ ْ َ ْ »أَ ْو َכ ُ « ِ ْ ُ » َ ِ א َ ْ و ً א« ُ ِ َ َ َ ا،אل ِ ْ ِ ا:ان وا ْ َ ْ َن ِ א َ َّ ِ ْ « أَي ِ َ ِ ِ א َ َك ا ْ ا ِ » ، ِ אث ِ َِِْ
ُ ً َ َ َ ْ ُ َّ َُ َ َ َ َّ ٌ َ ْ ُ ْ
َ َ ْر َ َ َر ُ ُل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو َ َّ ِإ َ ُ َ ْ ٍ َو َ َ َ َ َ ُ َ ِ َ א، َ ُ َو َ ُ ِ ْ َכ،اث َ َ ِ ْ ا َّ ُ َ َ َ ً َ ََ ْ َ א ِ כ ِ ذ
َ َ َ َ : َ َو
ِ
ّ ْ َ ْ ْ َّ ْ
َ َ َ ْ َ َل ا ّٰ ُ َ َ א، َّ ِ ِ َو َ ْ ُ َ ِّ ْ َכ ْ ُ َ َ َّ أَ ْ ُ َ َ א َ ْ ِ ُل، َ َِّن ا ّٰ َ َ َ א َ َ ْ َ ِ َ َא ِ ِ َ ِ ً א ِ َّ א َ َ َك،אل أَ ْو ِس ْ ِ َא ِ ٍ َ ْ ًئא ِ
َ ْ
ِ
א ُّ » ُ ِ ُכ ُ ا ّٰ ُ ِ أَ ْو َ ِد ُכ ْ « א َ َ َ ْ أَ ْر َ َ َر ُ ُل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ ِ َو َ َّ َ ِإ َ ُ ِ ٍ َو َ ْ َ َ َ »أَ ِن ْاد َ ْ ِإ َ أُ ِ ّم כ ا
«אل ِ ْ و َ ُכ א א ِ ا، ِ َ ُ ُّ ك و ِإ َ َא ِ ِ ا
َ َ َ َ ْ َ َ
282 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
yetimler, miskinler dahi mecliste hazır bulundukları takdirde {ﻮﻫ ْﻢ ِﻣ ْﻨ ُﻪ ُ ُﺎر ُزﻗْ َ}ﻓ
bunları da o taksim olunan maldan merzuk ediniz, biraz bir şey veriniz
{وﻓﺎً }وﻗُﻮﻟُﻮﺍ ﻟ َﻬُ ْﻢ ﻗَ ْﻮ ًﻻ َﻣ ْﻌ ُﺮ َ ve kendilerine gönül alacak söz söyleyiniz. Bu âyette
emirler nedbe haml edilmiştir. Bazıları vücûba da kāil olmuşlardır. {َو ْﻟﻴَ ْﺨ َﺶ
ِ
ﺎﻓﻮﺍ َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ
ُ ﺎﻓﺎ َﺧ ً َﻳﻦ ﻟ َْﻮ ﺗ َ َﺮﻛُﻮﺍ ﻣ ْﻦ َﺧ ْﻠ ِﻔﻬِ ْﻢ ذُ ّرِ َّﺔ ً ِﺿﻌ َ }اﻟ َّ۪ﺬBir de o kimseler ki arkalarında
zayıf zayıf, güçleri [1296] kuvvetleri yetmez birtakım zürriyet bırakmış
olsalar üzerlerine korkup titreyeceklerdi, bunların yürekleri sızlasın da
{َ اﻪﻠﻟ
ّٰ }ﻓَ ْﻠﻴَﺘ َّ ُﻘﻮﺍAllah’tan korksunlar {ﻳﺪا ً }و ْﻟﻴَ ُﻘﻮﻟُﻮﺍ ﻗَ ْﻮ ًﻻ َﺳ ۪ﺪ
َ sağlam söz söylesinler,
bu gibi işlerde kendilerine söz düşenler, kendilerini o vefat eden meyyit,
ve onun yetim evlâdlarını kendi evlâdları yerine koyup düşünsünler de
sözlerini ona göre dosdoğru söylesinler. Yetimler hakkında kendi evlâdları
gibi hareket etsinler. A Çünkü ölüm herkesin başına gelecek, herkesi bu
köprüden geçirecektir. Ve bir hadîs-i şerifte vârid olduğu üzere َﻻ ﻳـُْﺆِﻣ ُﻦ اﻟْ َﻌْﺒﺪ
ﺐ ﻟِﻨـَْﻔ ِﺴ ِﻪَﺧ ِﻴﻪ َﻣﺎ ُِﳛ ﱡ ِ ﺐ ِﻷ “ َﺣ ﱠﱴ ُِﳛ ﱠKul kendisi için neyi seviyorsa kardeşi için de
ِ
onu sevmedikçe mü’min olmaz.”1 Her hâlde şu muhakkak ki {ﻮن َ ا َّن اﻟ َّ۪ﺬ
َ ُﻳﻦ ﻳ َ ْﺄ ُﻛﻠ
ﺎرﺍۜ َو َﺳﻴَ ْﺼﻠ َ ْﻮ َن َﺳ ۪ﻌ ًﺍً َ ﻮن ۪ ﺑُﻄُﻮ ِ ِ ْﻢ ﻧ َ ُﻤﺎ اِﻧ َّ َﻤﺎ ﻳ َ ْﺄﻛُﻠ
ً }اَ ْﻣ َﻮﺍ َل ا ْﻟﻴَﺘَﺎ ٰ ﻇ ُ ْﻠyetimlerin mallarını
zulmen yiyenler, karınları dolusu bir ateşten başka bir şey yemiş olmazlar.
Ve ileride “sa îr” denilen öyle kaynar bir ateş içinde kalırlar ki mâlum olan
ateşlerden hiçbirine benzemez ve şiddetinin derecesini Allah’tan başka
kimse bilmez.2 A Rivayet olunuyor ki bu âyetin nüzûlü üzerine halk
korkularından yetimler ile ihtilât etmemeye başlamışlar. Binâen aleyh
vazifenin böyle kaçınmak olmadığını anlatmak için Sûre-i Bakara’daki
ﻮﻫ ْﻢ ﻓَﺎِ ْﺧ َﻮﺍﻧُﻜُ ْﻢ ِ ِ ِ
ُ ُ [ ُﻗ ْﻞ ا ْﺻ َﻼ ٌح ﻟ َُﻬ ْﻢ َﺧ ْ ٌ ۜ َوﺍ ْن ﺗُ َﺨﺎﻟﻄ2/220] âyeti nâzil olmuştur.
3 4
اﻻ ُ ْﻧﺜَﻴَ ْﻴ ِ ۚﻦ ﻓَﺎِ ْن ُﻛ َّﻦ ﻧ ِ َﺴٓﺎءً ﻓَ ْﻮ َق ا ْﺛﻨَﺘَ ْﻴ ِﻦ ﻓَﻠ َ ُﻬ َّﻦ ْ ﻆ ّ ِ اﻪﻠﻟُ ۪ﻓ ٓﻲ اَ ْو َﻻ ِد ُﻛ ْﻢ ﻟِﻠﺬَّכَﺮِ ِﻣ ْﺜ ُﻞ َﺣ ّٰ ﻜ ُﻢ ُ ﻮﺻﻴ ۪ ُﻳ
yoksa, ve eğer bir çocuğunuz varsa o zaman onlara sekizde bir, ettiğiniz
vasiyetten veya borçtan sonra. Ve eğer bir erkek veya kadının (çocuğu
ve babası yok da) kelâle [1299] cihetinden (yan koldan) mirasına ko-
nuluyor ve (ana) bir biraderi veya bir hemşiresi bulunuyorsa her birine
altıda bir, ve eğer bundan ziyade iseler o zaman üçte birinde ortaklar,
ızrar kastı olmaksızın edilen vasiyetten veya borçtan sonra ki bütün
bunlar Allah’tan ferman, Allah ise hem Alîm’dir hem Halîm (12).1
Ahde gelince, bu iki vechile olurdu ki birincisi hılf idi, bir adam diğerine
“demim demin ve hedmim hedmin; sen bana vâris olursun ben sana,
sen benimle talep edilirsin ben de seninle” der, bu vech üzere akd-i
mu âhede ettiler mi hangisi arkadaşından evvel ölürse sağ kalanın şart
mûcebince meyyitin malından hakkı olurdu. İkincisi de tebennî idi, bir
adam başkasının oğlunu oğul edinir, ba demâ bu oğlanın nesebi babasına
değil, [1300] bu adama nisbet edilir ve vârisi olurdu1 ki bu tebennî
de mu âhede envâ ından bir nevidir. Allah teâlâ, Muhammed Mustafa
sallallâhu aleyhi ve sellem hazretlerini ba s buyurduğu zaman evvelemirde
bunları câhiliyedeki hâl üzere terk etti. Hatta bazı ulemâ demişlerdir
ki “hayır sade terk değil takrir bile etti ki َوﻟِﻜُ ّ ٍﻞ َﺟﻌَ ْﻠﻨَﺎ َﻣﻮَﺍ ِ َ ِﻣﻤَّﺎ ﺗَﺮَ َك ا ْﻟﻮَﺍﻟ ِ َﺪا ِن
ﻮن ْ [ َوen-Nisâ 4/33] neseb ile tevârüsü, ﻮﻫ ْﻢ ﻧ َ ۪ﺼﻴﺒَ ُﻬ ْﻢ
َ ُﺍﻻ َ ْﻗ َﺮﺑ ُ ُت اَ ْﻳ َﻤﺎﻧُﻜُ ْﻢ ﻓَﺎٰﺗ َ َوﺍﻟ َّ ۪ﺬ
ْ ﻳﻦ َﻋﻘَ َﺪ
[en-Nisâ 4/33] ahd ile tevârüsü takrirdir. Câhiliyede esbâb-ı tevârüs böyle
idi. İslâm’daki esbâb-ı tevârüse gelince: Zikr olunduğu üzere hılf ve tebennî
takrir olunmuş ve bunlara iki şey daha ilâve kılınmış idi ki biri hicret,
diğeri muâhât, yani kardeşlik idi. Hicret; bir muhâcirin diğer muhâcire
ziyade bir muhâletat ve muhâlesatla ihtisâsı bulunduğu zaman karâbeti
olmasa bile verâseti sâbit oluyor ve muhâcir olmayan akrabasından dahi
olsa o muhâcire vâris olamıyordu. Muâhât; Hazret-i Peygamber sallallâhu
aleyhi ve sellem bunlardan her iki kişi beyninde bir kardeşlik akdettiriyor,
bu da sebeb-i tevârüs oluyordu. Sonra Cenâb-ı Allah ﻀ ُﻬ ْﻢ ْ َوﺍُو۬ﻟُﻮﺍ
ُ اﻻ َْر َﺣﺎ ِم ﺑ َ ْﻌ
ِاﻪﻠﻟ
ّٰ ﺎب ِ َ[ اَ ْو ٰ ﺑِﺒَ ْﻌ ٍﺾ ۪ ﻛِﺘel-Enfâl 8/75; el-Ahzâb 33/6] hükmüyle bunların
2
َ ِ ا ْ ُ ُاد،אل ِ ِْ ا ِ ِ ِ َ ِ ِِ ِ
َ َ َ َ َّ »وا َّ َ َ َ َ ْت أ ْ א ُ ُכ ْ َ آ ُ ُ ْ َ َ ُ ْ « َ ْ َ ا ْ ُ َ ُاد ْ ُ ا َ : ْ َ ِ َوا ْ ََّو ُ َن َ א ُ ا ا ْ ُ َ ُاد، ْ َ ْ ث ِא ُ ا َّ َ ُار
ِ، وأَ א أَ אب ا ار ِث ِ ا ْ ِ َ م. ِ ِ ِ אب ا ار ِث ِ ا ْ א ِ ِ ِ
َ َ َ َ ا َ ُح أ،َ ا ُّ ة وا َّ َ و ُ ِ ا ْ ْ ة ِ ِ ِ ِ ِ َ آ
ْ َّ
ُ َ ُ َ ْ َّ َ َّ َ ُ َ َّ َْ ْ َ ْ َ َ َ ْ ْ َُ ُْ ُ َ
َوإ ِْن. ِ ِ ث ِ َ ا ْ ُ َ א ُ ِ َ ُ ِ אن ا ْ ُ َ א َ َ َכ، ا ْ ِ ْ َ ُة: أَ َ ُ ُ َ א: ِ ْ َ َ َو َز َاد ِ ِ أَ ْ َ ْ ِ آ، َ ّ ِ َ َّ َ َ ْ َذ َכ ْ َא أَ َّن ِ أَ َّو ِل ا ْ َ ْ ِ َ َّ َر ا ْ ِ ْ َ َوا
. ِ ِ ِאن ِ ْ أَ َ אر َ َوإ ِْن َכ، ِ ِ َو َ َ ِ ُ ُ َ ْ ُ ا ْ ُ َ א، ِ َ َ אن ُכ ُّ َوا ِ ٍ ِ ْ ُ َ א ُ ْ َ ًّ א ِא ْ َ ِ ِ َ ِ ِ ا ْ ُ َ א َ َ ِ َوا ْ ُ َ א َ ِإ َذا َכ، ُ ْ َ אن أَ ْ َ ِ ًّא َ َכ
َّ ُ َّ ِإ َّ ُ َ َ א َ َ َ َ ُכ،אن َذ ِ َכ َ َ ً א ِ َّ َ ُار ِث َ َو َכ، ْ ُ ْ ِ ِ ْ َ ْ אن ا َّ ُ ُل َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ ِ َو َ َّ َ ُ َ ا ِ َ ْ َ ُכ ّ ِ ا َ َכ، ا ْ ُ َ ا َ א ُة: ِ َوا َّא
אب ِ ِ ِ
َ َ ْ َ( َوا َّ ي َ َ َّ َر َ َ ْ د ُ ا ْ ِ ْ َ م أَ َّن أ٦/٣٣ اب
ِ ِ َ ْ َ ْ אب ا ّٰ ِ« )ا ِ »وأُو ُ ا ا ْ َْر ِאم َ ْ ُ ُ أَ ْو ِ َ ْ ٍ ِ ِכ َ : َ ِ ِه ا אب
ْ
. َوا ْ َ َ ُء،אح ِ ِ ِا ر
ُ َوا ّ َכ، ُ َ َّ ا:ٌ َ َ َ ْ َّ
1 M ve B: “kızın”.
2 İbn Ebî Hâtim, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, III, 881:
ُﺣ ٍﺪ ُ ﻚ ﻳـَْﻮَم أَ ﻮﳘَﺎ َﻣ َﻌُ ُﺎن اﺑـْﻨَﺘَﺎ َﺳ ْﻌ ِﺪ ﺑْ ِﻦ اﻟﱠﺮﺑِﻴ ِﻊ ﻗُﺘِ َﻞ أَﺑ
ِ َ ﻫﺎﺗ،ﻮل اﻟ ٰﻠّ ِﻪ
َ َ ﻳَﺎ َر ُﺳ:ﺖ ٍ ِ ِ ِ
ْ َ ﻓـََﻘﺎﻟ، َﺟﺎءَت ْاﻣَﺮأَةُ َﺳ ْﻌﺪ ﺑْ ِﻦ اﻟﱠﺮﺑِﻴ ِﻊ ﺑِﺎﺑـْﻨَﺘـَﻴـَْﻬﺎ ﻣ ْﻦ َﺳ ْﻌﺪ:ﺎل َ ََﻋ ْﻦ َﺟﺎﺑِ ِﺮ ﺑْ ِﻦ َﻋْﺒ ِﺪ اﻟ ٰﻠّ ِﻪ ﻗ
ِ ِ ٰ ِ ٰ ِ ِ ِ
ﺚ َ ﻓـَﺒـََﻌ، ﻓَﺄَﻧـَْﺰَل اﻟﻠّﻪُ ﺗـََﻌ َﺎﱃ آﻳَﺔَ اﻟْﻤ َﲑاث،ﻚ ِ
َ َﺳﻴـَْﻘﻀﻲ اﻟﻠّﻪُ ﰲ َذﻟ:ﺎل َ ﻓـََﻘ.ﺎل
ٌ َوﻻ ﺗـُْﻨ َﻜ َﺤﺎن إﻻ َوَﳍَُﻤﺎ َﻣ، ﻓـَﻠَ ْﻢ ﻳَ َﺪ ْع َﳍَُﻤﺎ َﻣﺎﻻ،ُﺎﺳﺘـََﻘ ْﻠﻨَﺎﻩ ْ َ ﻓ،َﺧ َﺬ َﻣﺎ َﳍَُﻤﺎ َ َﺷ ِﻬﻴﺪاً َوإِ ﱠن َﻋ ﱠﻤ ُﻬ َﻤﺎ أ
ِ ِ ِ ٍ ِ َ إِ َﱃ َﻋ ﱢﻤ ِﻬ َﻤﺎ ﻓـََﻘ
.ﻚ َﻣﺎ ﺑَﻘ َﻲَ َ َوﻟ، َوأ َْﻋﻂ أُﱠﻣ ُﻬ َﻤﺎ اﻟﺜ َﱠﻤ َﻦ، أ َْﻋﻂ اﺑـْﻨَِﱵ َﺳ ْﻌﺪ اﻟﺜـﱡﻠُﺜـَْﲔ:ﺎل
3 B: “öbürlerinden”.
4 “…Allah’ın muhterem kıldığı nefsi haksız öldürmeyin, işittiniz a, işte size O bunları ferman buyur-
du…”
Hak Dini Kur’an Dili 287
1 B +“böyle”.
2 “Ebû Saîd el-Hâdimî’nin ‘el-gunm bi’l-gurm’ şeklinde ifade ettiği genel kural (Mecâmiu’l-hakāik, s.
369) Hz. Peygamber’in, ‘Haraç damân karşılığındadır’ meâlindeki hadisine (Ebû Dâvûd, Büyû , 71;
Nesâî, Büyû , 15) dayanmakta olup bu husus Mecelle’de, ‘Külfet nimete ve nimet külfete göredir’ (md.
88) şeklinde veya aynı anlamda, ‘Mazarrat menfaat mukabelesindedir’ (md. 87) ve, ‘Bir şeyin damânı
nef i mukabelesindedir’ (md. 85) küllî kaideleriyle ifade edilmiştir. Bu bağlamda ganimet ve haraç bir
şeyden elde edilen her türlü yararı, karşıt anlamlısı olan garâmet de üstlenilen maddî külfeti, harcama
yapma, tazmin etme veya zarara katlanma sorumluluğunu ifade eder. Hak ile sorumluluk, nimet ile
külfet arasında mâkul bir dengenin bulunması, miras ve ceza hukukundan borçlar hukukuna kadar her
alanda İslâm hukukunun temel ilkelerinden biri olmuş, bu sebeple de bir menfaate, bir malın mülkiyet
ve yararına sahip olan kimseye denk bir külfetin (nafakayı temin etme, malın zarar ve ziyanını karşılama
gibi) yüklenmesine özen gösterilmiştir.” (Ali Bardakoğlu, “Garâmet”, DİA, XIII, 359).
Hak Dini Kur’an Dili 289
bazı hasâisi hâizdir. Bunun içindir ki dişi erkeğin aynı veya misli değil
mukabili, mu âdili, eşidir. Öyle bir eş ki hilkatte ve1 vezâif-i fıtriye
îfâsında erkeğin tâlîsidir. Erkeğin verdiği sermaye üzerinde işler, onu
tenmiye eder. İşte erkekle dişi beynindeki bu fark-ı fıtrînin netâicinden
biri de aralarındaki kıymet-i mâliye ve kudret-i iktisâdiye farkı olmuştur.
Husûsî surette ferdi ferde değil, sûret-i umûmiyede dişi dişi, erkek erkek
fıtratı üzere mülâhaza olunarak nev nev e mukayese edildikleri zaman
dişinin kesb ve idâre-i emvâl husûsundaki vüs u, ta bîr-i âharla kıymet-i
mâliyesi erkekten noksan olduğu bir hakīkat-i kat iyye olarak görülür. Bu
fark, fıkıhta lâekal üçte iki veya ikide bir olmak üzere tesbit edilmiştir.
Denebilir ki sûret-i umûmiyede bir kadın yevmiyesi elli kuruş farz
edilirse erkeğin yevmiyesi lâekal yetmiş beş veya yüz kuruş takdir edilmek
lâzım gelir. Bir erkek diyetinin iki kadın diyetine müsâvî tutulması da
bu hikmete mebnîdir. Zira can ödenmez, zâyi olan kıymet-i mâliye
ödenebilir. Ve her ne zaman mâlî bir haysiyet ve istihkak mevzû -i bahis
olursa2 bu esas düşünülmelidir. Bundan ise burada şu iki netice hâsıl olur:
Birincisi iktisâd-ı umûmî nokta-i nazarından medâr-ı kıyâm-ı hayat olan
emvâlin kudret-i iktisâdiyesi fazla bulunan erkekler elinde idare edilmesi
hem kadın ve hem erkek dâhil olmak üzere menâfi ve hukūk-ı [1304]
umûmiye iktizâsındandır. Şu kadar ki kadını kudret-i iktisâdiyeden3
büsbütün mahrum addederek4 hakkı olan i tibâr-ı mâlîden tamamen
ıskāt etmek dahi menâfi -i umûmiyeye mugāyirdir. Çünkü nısf kudretin
inkârı ve ıskātı hukūken ve iktisâden bir zarardır. Vaz iyyet-i cidâl
ve rekabet de bir zarardır. Ve ale’l-husûs kadınlar için zarardır. Nısfın
vâhide zammıyla müzdevic ve müte âvin bir5 surette i mâl edilmesi ise
tarafeyn için ayn-ı menfaattir. Binâen aleyh sermâye-i aslîyi teşkil eden
mirasta erkek ve dişiden her birine kudret-i iktisâdiyeleriyle mütenâsib
1 B: “veya”.
2 H ve F: “olduğu zaman”.
3 B: “iktisâdiyesinden”.
4 B: “ederek”.
5 B +“bir”.
290 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “külfetli”.
2 H ve F: “rivâyeten de”.
3 “Zaman Allah’ın yeri ve gökleri yarattığı günkü şekline dönmüştür” (Buhârî, Tefsîr, 9/8).
4 H ve F -“mûcebince”.
5 H ve F: “inâs”.
6 B -“birle”.
7 B: “iki”.
8 B: “alan”.
292 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
kaldığı takdirde hem baba ve1 hem ananın vâris oldukları muhakkak, o
zaman {ﺚ ُ ُ }ﻓَ ِﻼ ُ ِّﻣﻪِ اﻟﺜُّﻠananın hakkı sülüs, binâen aleyh mütebâkīnin babaya
ait olduğu bi’z-zarûre mâlumdur. Başkaca tasrîhe lüzum yoktur. Şu hâlde
baba yalnız kalacak olursa bütün malı alabilecektir. Ve her ne2 zaman
bâkī bulunursa onu da alacaktır. Görülüyor ki babaya karşı anaya3 sülüs
takdîri de ِ ْ َاﻻ ُ ْﻧﺜَﻴ ْ ﻆ ّ ِ ﻟِﻠﺬَّכَﺮِ ِﻣ ْﺜ ُﻞ َﺣkāidesinin bir tatbiki demektir. Evlâd
bulunmayınca ana ile baba evlâddan bir oğlan ile bir kız tekabülünde
bulunmuş oluyorlar. Buradan evlâd bulunduğu zaman baba ile ana ale’s-
seviyye neden birer südüs4 aldıklarını da istinbat edebiliriz. Mâlumdur ki
iki südüs bir sülüse müsâvîdir. Bir sülüs ise babaya karşı bir ana hissesidir.
Demek oluyor ki evlâdın kuvvet-i karâbetine binâen evlâd karşısında
ebeveyn, baba karşısında bir ana hükmünde tutulmuş ve ona göre sülüse
müsâvî olmak üzere ale’s-seviyye birer südüs verilmiş ve artık babanın
anaya karşı zükûreti nazar-ı i tibâra alınmamıştır. Ve bu nokta kıyâs-ı
celîye muhalif görünürse de kıyâs-ı hafîye muvâfıktır ki zükûret hakkının
evlâd tarafında bulunmasının netîce-i lâzımesidir. Ve ikisine müştereken
bir sülüs takdir edilmeyip de birer südüs diye tahsis olunması da bu
hikmetle alâkadar olsa gerektir. Bunun için veled bir kız olduğu takdirde,
evlâd tarafındaki zükûret hakkını itmam edemediğinden bunu baba
itmam eder de iki südüsle bir nısftan kalan bâkīyi yine baba re’sen bir
erkek olarak alır ki buna “farz me a’t-ta sîb” denilir. Bu vech üzere zevc ve
zevce kelâle miraslarında da ِ ْ َاﻻ ُ ْﻧﺜَﻴ ّ ِ ﻟِﻠﺬَّכَﺮِ ِﻣ ْﺜ ُﻞ َﺣdüstûrunun tatbîkātı
ْ ﻆ
bellidir.5
ِ ِ ِ ِ َ َ ﻛ6 }ﻓَﺎِنVe eğer meyyitin veledi bulunmadığı
ُّ ﺎن ﻟ َُﻪ ٓ ا ْﺧ َﻮ ٌ ﻓَﻼ ُ ّﻣﻪ
[1307] {7اﻟﺴ ُﺪ ُس ْ
hâlde iki veya daha ziyade biraderleri bulunursa, li-ebeveyn veya li-eb veya
li-ümm nasıl birader olursa olsun bu surette ananın hakkı südüstür. A
1 H ve F -“ve”.
2 H ve F -“ne”.
3 B: “anana”.
4 H ve F: “birer südüs neden”.
5 B: “vardır”.
6 B: “”و ِا ْن.
َ
7 B: “ ُ ُ ُّ ”ا.
Hak Dini Kur’an Dili 293
1 B: “yapılabileceği”.
2 H: “yapılabilir ve yapılması mendub ve müstehab”;
F +“yapılabilir ve yapılması mendub ve müstehab”.
3 M: “vâris”.
4 Taberî, Câmiu’l-beyân, VII, 46:
. وإن رﺳﻮل اﷲ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ ﻗﻀﻰ ﺑﺎﻟﺪﻳﻦ ﻗﺒﻞ اﻟﻮﺻﻴﺔ،« »ﻣﻦ ﺑﻌﺪ وﺻﻴﺔ ﻳﻮﺻﻲ ﺎ أو دﻳﻦ: إﻧﻜﻢ ﺗﻘﺮأون ﻫﺬﻩ اﻵﻳﺔ،ﻋﻦ ﻋﻠﻲ رﺿﻲ اﷲ ﻋﻨﻪ ﻗﺎل
5 B: “ ٍ ْ ” ِ ْ َ ْ ِ َو ِ ٍ أَ ْو َد.
َّ
6 H: “vasiyet olunur”;
F: “vasiyet olunur”.
294 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
veya1 İbn Kesîr, İbn Âmir, Ebû Bekr2 kıraatlerinde sâd’ın fethiyle3 ﻳُﻮ َ ِ َﺎ
okunduğuna göre “tavsiye olunur mendub bir4 vasiyet” mukaddemdir. Bu
ise mücmel olduğundan beyân-ı nebevî ile sülüs olmak ve vârislerinden5
birine olmamak üzere tefsir edilmiştir. Bundan başka ٍ ِﻣ ْﻦ ﺑ َ ْﻌ ِﺪ َو ِﺻﻴَّﺔkaydı,
vasiyetin verâsetten mukaddem tenfîzi lüzûmunu iş âr ettiği gibi ﻳُﻮ ۪ ِ َﺎ
kaydı meşrû bir vasiyet yapmaya teşvik mânasını da müfîddir. (Sûre-i
Bakara’da ُت اِ ْن ﺗَﺮَ َك َﺧ ْ ً ۚﺍ اَ ْﻟﻮَ ِﺻﻴَّﺔ َ ﺐ َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢ اِذَا َﺣ
ُ ﻀﺮَ اَ َﺣ َﺪﻛُ ُﻢ ا ْﻟﻤَ ْﻮ ِ
َ [ ﻛُﺘ2/180] âyetine
bak). Lâkin “deyn” mutlak olduğundan ikrar veya beyyine ile sâbit
olan herhangi bir borç bütün terikeyi de müstağrik olsa yine verâset ve
vasiyetten mukaddem verilmesi lâzım gelir. Ma ahâzâ ikinci âyetinde
bunun da bir kaydını göreceğiz.
{ﻜ ْﻢ ﻧ َ ْﻔ ًﻌﺎ
ُ َب ﻟ َ ﺎؤ ۬ ُﻛ ْﻢ َوﺍ َ ْﺑﻨَ ٓﺎ ُؤ ۬ ُﻛ ْﻢ ۚ َﻻ ﺗ َ ْﺪ ُر
ُ ون اَ ُّ ُ ْﻢ اَ ْﻗ َﺮ ُ ٓ َ } ٰاﺑBabalarınız ve oğullarınız
bunların hangisi menfaatçe size daha yakındır bunu bilemezsiniz. A
Bu fıkra bir taraftan yapılan vasiyetin tenfîzi lüzûmunu, bir taraftan da
vârislerin bir kısmını tafdîl ü tercih ve bir kısmını cüz’î veya küllî mahrum
edecek bir vasiyet yapılmamasını ihtar ve aynı zamanda evlâda nazaran
ebeveyne az hisse verilmesi şanlarının noksanından nâşî olmadığını ve
binâen aleyh onlara ihtiramda kusur edilmemesini tavsiye ile ebeveyni bir
taltiftir. Evvelâ vasiyetin tenfîzini ihtardır, yani vefat eden usûlünüz olsun
fürû unuz olsun, vasiyet yapmayıp size ziyade mal bırakanı mı, yoksa
vasiyet yapıp malı azaltmakla beraber sevaba sebep olanı mı, hangisi
hakkınızda size daha nâfi dir? Bunu siz tâyin edemezsiniz, onu Allah bilir
ve bildiği için vasiyet yapanın nef i akreb olduğunu anlatıyor ve tenfîzini
tavsiye ediyor. Sâniyen mûrislere vasiyet yapmalarını ihtardır. Yani ölüme
namzed olup miras bırakacak olanlar size vâris olacak usûl ü fürû unuzun
hangisi dünya ve âhirette size daha nâfi olacağını [1309] bilemezsiniz.
1 B: “yahut”.
2 H: “Nâfî, Ebû Amr, Hamza, Kisâî”;
F +“Nâfî, Ebû Amr, Hamza, Kisâî”.
3 H: “kesriyle”;
F +“kesriyle”.
4 H: “meyyitin yapacağı nâfiz”;
tavsiye olunur mendub bir
F: “ meyyitin yapacağı nâfiz ”.
5 H ve F: “verâsetlerinden”.
Hak Dini Kur’an Dili 295
1 H ve F -“Vâlid”.
2 H ve F: “etmek”.
3 H ve F: “vâlide”.
4 H ve F: “fürû undan”.
5 Taberî, Câmiu’l-beyân, VIII, 53-54:
وإن כ، כ ا ّٰ و ه ا כ رأ א ن כאن ا א رأ إ: ّٰ ا אل أ כ ر:אل ا
إ:אل ّٰ ا ر א ا. وا ا ا א أن ا כ،يء ّٰ وا،אن و ا
.رأي رآه ا ّٰ אرك و א أن أ א أ א כ
6 İbnü’l-Münzir, Tefsîru’l-Kur’ân, II, 592:
أَ َرى، ٍ » ِإ ِّ َ ْ َ ِ ا ّٰ َ أَ ْن أُ َ א ِ َ أَ َא َ ْכ: َ َאل، َ ُ َ ِ ُ َ َ َّ א،« ُ َ َ َ َو ْ َ :ُ َ »ا ْ َכ:אن ُ َ ُ َ ُ ُلَ َכ:َ َאل ،ِ ِْ َّ َ ِ ا
ُ ّ
« َ ِ َ َ َوا ْ َ ا َ َْا ا َ َ א: َ َ ا ْ َכ
Hak Dini Kur’an Dili 297
Hazret-i Ömer oradaki ﻟ َْﻴ َﺲ ﻟ َُﻪ َوﻟ َﺪkaydını kelâlenin târifine bir işaret gibi
mülahaza edermiş.
[1311] {ٍٓﺎر ّ ﻀ َ }ﻏَ ْ َ ُﻣHem vasiyetin ve hem deynin kaydıdır. Yani o
suretle vasiyet veya deyn ki vereseyi ızrâra kalkışılmayarak yapılmış ola. A
Binâen aleyh evvelâ vereseden hiçbirine vasiyet muteber olmaz, mudârr
olur. Bunun diğerlerine zarar olduğu ve müstahik oldukları hisse-i
irsiyeyi tağyir edeceği zâhirdir. Demek ki bu kayd ile işbu miras âyetleri
وف ُ ْ ْ ت اِ ْن ﺗ َ َﺮ َك َﺧ ْ ً ۚﺍ اَ ْﻟ َﻮ ِﺻﻴَّﺔُ ﻟ ِ ْﻠ َﻮﺍﻟ ِ َﺪ ْﻳ ِﻦ َو
ِ ﺍﻻ َ ْﻗ َﺮ ۪ﺑ َ ﺑِﺎ ْﻟ َﻤﻌﺮ َ ﻜ ْﻢ اِذَا َﺣ
ُ ﻀ َﺮ اَ َﺣ َﺪ ُﻛ ُﻢ ا ْﻟ َﻤ ْﻮ ُ ﺐ َﻋﻠ َ ْﻴ ِ
َ ُﻛﺘ
[el-Bakara 2/180]1 âyetindeki hükm-i vasiyeti neshetmiştir. َﺻﻴﱠﺔ ِ أََﻻ َﻻ و
َ
ثٍ ﻟِﻮا ِرhadîs-i şerîfi2 de bu neshi beyan eylemiştir (bak). Kezâlik ecnebîye
َ
veya vâris olmayan akrabaya da sülüsten ziyade vasiyet muteber olmaz,
veresenin icazetine mütevakkıf olur. Zira taraf-ı risâletten ﻳُﻮ ۪ ِ َﺎolan
vasiyet sülüs olarak beyan buyurulmuştur. Fazlası vârisi ızrârdır. “Vasiyet
ne kadar olmalıdır?” suâline karşı Aleyhissalâtü vesselâm bir hadîs-i
meşhurda: “Sülüs, sülüs de çok, vereseni ağniyâ olarak bırakman, onları
fakr u ihtiyaç içinde bırakmandan hayırlıdır.”3 Binâen aleyh malı az
olanların sülüs vasiyet yapmaları bile müstahsen değildir. Vasiyetin böyle
sülüsten muteber olması da maraz-ı mevtteki bir kimsenin veresesine
karşı vaz iyyet-i hukūkiyesi miras nokta-i nazarından bir erkeğe karşı bir
kadın vaziyetine şebîh olduğunu anlatır. ِ ْ َاﻻ ُ ْﻧﺜَﻴ ْ ﻆ ّ ِ ﻟِﻠﺬَّכَﺮِ ِﻣ ْﺜ ُﻞ َﺣDüstûru
hükmen4 bunda da cereyan ediyor. Terikenin üçte biri meyyit için vasiyet
hakkı, üçte ikisi vereseye miras hakkı oluyor. Deynin vereseyi ızrar
kasdıyla olmasına gelince: Bu da maraz-ı mevtte yalan yere deyn ikrar
etmesiyle olur. Bunun için maraz-ı mevtteki ikrâr-ı mücerred ile sâbit
1 “Birinize ölüm geldiği vakit bir hayır -bir mal- bırakacaksa, babası ve anası ve en yakın akrabası için
meşrû bir surette vasiyet etmek (müttakīler üzerine icrâsı vâcib bir hak olarak) üzerinize yazıldı.”
2 İbn Mâce, Vasâyâ, 6. Krş. Buhârî, Vasâyâ, 6; Ebû Dâvûd, Vasâyâ, 6.
3 Buhârî, Vasâyâ, 2; Müslim, Vasiyyet, 5; Ebû Dâvûd, Vasâyâ, 2:
َو ُ َ َ ْכ ُه أَ ْن َ ُ َت ِא َْر ِض، َ َ َאء ا َّ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو َ َّ َ ُ ُد ِ َوأَ َא ِ َ َّכ: َ َאل، ُ ْ َ ُ ّٰ אص َر ِ ا ٍ َّ ِ ِ أَ ِ و
َ َ ْ ُّ َ َ ْ ْ َ ْ َ
: ُ ْ ُ ،«َ » : َ َאل، ْ َّ َ א: ُ ْ ُ ،«َ » :ِ َ א ُכ ّ ؟ َ َאل ِ ِ ِ ِ ِ
أُو، ّٰ َא َر ُ َل ا: ُ ْ ُ ،« » َ َ ا ّٰ ُ ا ْ َ َ ْ َاء: َ َאل،ا َّ ِ َ א َ ِ ْ َ א
ُ َ ُ ْ َ
َ ْ َ ْ َ َو ِإ َّ َכ َ ْ َ א أ، ْ ِ ِ ْ َאس ِ أ َ ِ ِ َ َ ِ
َ َّ ِإ َّ َכ أ ْن َ َ َع َو َر َ َ َכ أ ْ َ َאء َ ْ ٌ ْ أ ْن َ َ َ ُ ْ َ א َ ً َ َ َכ َّ ُ َن ا، ٌ َوا ُّ ُ ُ َכ، ُ ُ ُّ » َ א: َ َאل، ُ ُ ُّ ا
ِ َ َِ ِ َ ا ُّ ْ ُ ا َّ ِ َ َ א ِإ ٍ ِ
ْ َو َ ْ َ ُכ،«ون َ ُ َ אس َو ُ َ َّ َِכ آ ٌ َ َ َ ْ َ َ َِכ، َو َ َ ا ّٰ ُ أ ْن َ ْ َ َ َכ،ا ْ َ أ َכ َُ ْ َ َّ َ ،ٌ َ َ َ َ ِ َّ َ א، َ َ َ ْ
ٍ ِ
.ٌ َ ْ َ ُ َ ْ َ ئ ِإ َّ ا
4 B: “hükmü”.
298 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
olan deyn, irse takdim edilmez, vârisin icazetine mevkūf olur. İşbu ızrar
kaydının burada zikredilmesi, kelâle vârislerini ızrar kasdı ağleb-i ihtimal
olmasından nâşîdir.
{ِاﻪﻠﻟ
ّٰ }و ِﺻﻴَّﺔ ً ِﻣ َﻦ
َ Allah teâlâ bunları taraf-ı ilâhîsinden bir vasiyet olarak
emr ü tavsiye ediyor. Bu da öbür âyetteki ِاﻪﻠﻟ ّٰ ﻀﺔ ً ِﻣ َﻦ َ ﻓَ ۪ﺮgibidir. Ve bununla
hem [1312] bi-hasebi’l-ma nâ iki makamın tefâvütüyle mütenâsib birer
tekid yapılmış, hem de bu âyetin âhirinden evvelkinin başına bir “reddü’l-
acüz ale’s-sadr” bedî ası gösterilmiştir. {ﻴﻢ ٌ ﻴﻢ َﺣ ۪ﻠ
ٌ ﺍﻪﻠﻟُ َﻋ ۪ﻠ
ّٰ }و
َ Allah Alîm’dir, ızrar
kasdında bulunanları bilir, fakat Halîm olduğundan ukūbette isti câl
etmez. Binâen aleyh bu hilme mağrur olup ızrâra kalkışmamalı, yapılacak
olan vasiyeti Allah rızâsı için yapmalı, vesâyâ-yı ilâhiyeye tevfîk-i hareket
etmelidir.
Meâl-i Şerîfi
İşte bütün bu ahkâm Allah’ın kestiği hudûddur, ve her kim Allah ve
Resûlüne itaat ederse Allah onu altından ırmaklar akar cennetlere
koyar, içlerinde ebedî kalmak üzere onlar1, bu ise o fevz-i azîmdir
(13). Her kim de Allah’a ve Resûlüne âsî olup hudûdunu aşarsa onu
da bir ateşe sokar içinde ebedî kalmak üzere o, hem ona tezlîl edici
bir azab var (14).2
ﻮﻫ َّﻦُ ﻜ ُ ﻜ ْﻢ ۚ ﻓَﺎِ ْن َﺷﻬِ ُﺪوﺍ ﻓَﺎ َْﻣ ِﺴ ُ ﺎﺳﺘَ ْﺸﻬِ ُﺪوﺍ َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ َّﻦ اَ ْرﺑَﻌَﺔ ً ِﻣ ْﻨْ َﻜ ْﻢ ﻓ ُ ِ ﺎﺣ َﺸﺔ َ ِﻣ ْﻦ ﻧ ِ َﺴٓﺎﺋ ِ َﻴﻦ ا ْﻟﻔ َ َ۪وﺍﻟّٰ ۪ﺘﻲ ﻳ َ ْﺄﺗ
﴾ َوﺍﻟ َّ َﺬا ِن ﻳ َ ْﺄﺗِﻴَﺎﻧِﻬَﺎ١٥﴿ ﻴﻼ ً ۪اﻪﻠﻟُ ﻟ َُﻬ َّﻦ َﺳﺒ ّٰ ت اَ ْو ﻳ َ ْﺠﻌَ َﻞ ُ ﻴﻬ َّﻦ ا ْﻟ َﻤ ْﻮ ِ
ُ ﻓﻲ ا ْﻟ ُﺒ ُﻴﻮت َﺣ ّٰﺘﻰ ﻳَﺘَ َﻮ ّٰﻓ
ِ
﴾ اِﻧ َّ َﻤﺎ١٦﴿ ﻴﻤﺎ ً ﺍﺑﺎ َر ۪ﺣ ً َّﺎن ﺗَـﻮ ّٰ ﺿﻮﺍ َﻋ ْﻨ ُﻬ َﻤﺎ ۜ اِ َّن
َ َاﻪﻠﻟ َ ﻛ ُ ِوﻫ َﻤﺎ ۚ ﻓَﺎِ ْن ﺗَﺎﺑَﺎ َوﺍ َ ْﺻﻠ َ َﺤﺎ ﻓَﺎ َْﻋﺮ ُ ِﻣ ْﻨ
ُ ُﻜ ْﻢ ﻓَﺎٰذ
ُاﻪﻠﻟّٰ ﻮب ُ ُﻚ ﻳَﺘ َ ﺐ ﻓَﺎُو۬ﻟٰ ٓ ِﺌ ٍ ﻮن ِﻣ ْﻦ ﻗَ ۪ﺮ َ ُاﻟﺴٓﻮءَ ﺑ ِ َﺠﻬَﺎﻟَﺔٍ ﺛُﻢَّ ﻳَﺘُﻮﺑ ُّ ﻮن َ ُ ﻳﻦ ﻳ َ ْﻌ َﻤﻠ ِ ِ ّٰ اﻟﺘَّﻮﺑﺔُ ﻋﻠَﻰ
َ اﻪﻠﻟ ﻟﻠ َّ۪ﺬ َ َْ
ِ
ﺎت َﺣ ّٰﺘٓﻰ ِۚ َاﻟﺴ ّ ِﻴٔـ
َّ ﻮن َ ﺖ اﻟﺘ َّ ْﻮﺑَﺔُ ﻟﻠ َّ۪ﺬ
َ ُﻳﻦ ﻳ َ ْﻌ َﻤﻠ ِ ﴾ َوﻟ َﻴﺴ١٧﴿ ﻴﻤﺎ
َ ْ ً ﻴﻤﺎ َﺣ ۪ﻜ ً اﻪﻠﻟُ َﻋ ۪ﻠ ّٰ ﺎن َ ََﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ ۜ َوﻛ
ِ
ﻚ اَ ْﻋﺘَ ْﺪﻧَﺎ َ ﺎر ۜ اُو۬ﻟٰ ٓ ِﺌ
ٌ َّﻮن َو ُﻫ ْﻢ ﻛُﻔَ ُﻳﻦ ﻳ َ ُﻤﻮﺗ َ ﺖ ا ْﻟ ٰٔـ َﻦ َو َﻻ اﻟ َّ۪ﺬ ُ ت ﻗَﺎ َل ا ۪ﻧّﻲ ﺗُ ْﺒ َ اِذَا َﺣ
ُ ﻀ َﺮ اَ َﺣ َﺪ ُﻫ ُﻢ ا ْﻟ َﻤ ْﻮ
ً اﺑﺎ اَ ۪ﻟ
﴾١٨﴿ ﻴﻤﺎ ً ﻟ َُﻬ ْﻢ َﻋ َﺬ
1 B: “evlerinde”.
2 B: “olarak”.
3 H: “Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlerin aleyhlerine sizden dört şâhid getirin, eğer şehadet ederlerse
o kadınları evlerde hapsedin, tâ ölüm kendilerini alıp götürünceye veya Allah haklarında bir yol açın-
caya kadar (15). Sizlerden onu irtikâb edenlerin ikisini de eziyete koşun, eğer tevbe edip ıslah olurlarsa
vazgeçin, çünkü Allah Gafûr, Rahîm bulunuyor (16). Fakat Allah’ın kabûlünü vaad buyurduğu tevbe
öyle kimseler içindir ki bir câhillikle bir kabahat yaparlar da sonra çok geçmeden tevbe ederler, işte Allah
bunların tevbelerini kabul buyurur, şüphesiz Allah bir Alîm, Hakîm bulunuyor (17). Yoksa kabahatleri
yapıp yapıp da tâ her birine ölüm gelince ‘işte ben şimdi tevbe ettim’ diyen, ne de kâfir oldukları hâlde
ölen kimselere tevbe yoktur. Biz onlara elîm bir azab âmâde etmişizdir (18)”.
300 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “olduğu”.
2 H: “diyen herhangi birinin”;
F +“diyen herhangi birinin”.
3 H: “ölenlerin tevbeleri makbul değildir”;
F +“ ölenlerin tevbeleri makbul değildir”.
4 B: “fakat”.
5 “…Allah’ın rahmetinden ümidi kesmeyin…”
302 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Seyyiâtın âkıbeti böyle azâb-ı elîm, hükm-i tevbe de öyle olduğu için
nikâha müte allik ber vech-i âtî muharremâta çok dikkat etmek lâzım
gelir:
1 B: “zifaf ettiğiniz”.
2 H: “Ey o bütün iman edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl olmadığı gibi verdiğiniz mehrin
birazını kurtaracaksınız diye onları tazyik etmeniz de helâl olmaz, meğer ki açık bir fuhuş irtikâb eyle-
miş olsunlar. Haydin onlarla güzel güzel geçinin, şayet kendilerini hoşlanmadınızsa olabilir ki siz bir şeyi
hoşlanmazsınız da Allah onda birçok hayırlar takdir etmiş bulunur (19). Ve şayet bir zevceyi bırakıp da
yerine diğer bir zevce almak istiyorsanız evvelkine yüklerle mehir vermiş de bulunsanız içinden bir şey
almayın. Hem ne diye alacaksınız, ettiğiniz bühtanın, işlediğiniz açık günahın bedeli diye mi? (20) Nasıl
alırsınız ki birbirinize karışmıştınız ve onlar sizden kuvvetli bir misak almışlardı (21). Bir de babalarını-
zın nikâhlanmış oldukları kadınları almayın. Geçen geçti, şüphe yok ki o pek çirkindi, iğrenç idi, o ne
fena âdetti (22). Sizlere şunlar haram kılındı: Analarınız, kızlarınız, hemşireleriniz, halalarınız, teyzele-
riniz, biraderlerinizin kızları, hemşirelerinizin kızları, ve sizi emziren süt analarınızla süt hemşireleriniz,
kayın analarınız, ve kendileriyle zifafa girdiğiniz kadınlarınızdan ellerinizde bulunan üvey kızlarınız
-şayet analarıyla zifafa girmemiş iseniz beis yok- ve kendi sulbünüzden gelmiş oğullarınızın hâlîleleri ve
iki hemşireyi cem etmeniz; geçen geçti, ona Allah Gafûr, Rahîm bulunuyor (23)”.
304 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
vermiş olsanız { }ﻓَ َﻼ ﺗ َ ْﺄ ُﺧ ُﺬوﺍ ِﻣ ْﻨﻪُ َﺷ ْﻴ ًٔـﺎo verdiğiniz maldan hiçbir şey almayınız
ِ
ً ۪ﻤﺎ ُﻣﺒ
{ﻴﻨﺎ ً ﺎﻧﺎ َوﺍ ْﺛً َ }اَﺗ َ ْﺄ ُﺧ ُﺬوﻧ َ ُﻪ ُ ْﺘsiz o malı kadına bühtan yaparak veya açık bir
3
vebal yüklenerek mi alacaksınız?4 Ne çirkin, hiç bu yapılır mı? {ﻒ َ َوﻛَ ْﻴ
}ﺗ َ ْﺄ ُﺧ ُﺬوﻧ َ ُﻪHem nasıl alabilirsiniz ki {ﻜ ْﻢ اِ ٰ ﺑ َ ْﻌ ٍﺾ
5
ُ ﻀُ }وﻗَ ْﺪ اَ ْﻓ ٰ ﺑ َ ْﻌ
َ siz bundan evvel
1 H, F ve M: “verememek”.
2 H ve F: “bir kıntâr”.
3 B: “o siz”.
4 H ve F: “alır mısınız?”.
5 H ve F -“Hem”.
Hak Dini Kur’an Dili 305
birbirinize geçtiniz, halvet oldunuz, bununla mehir kesb-i kat iyyet etti,
mukabili alındı, size hakk-ı hizmetleri sâbit oldu, daha daha {ﻜ ْﻢ ُ َوﺍ َ َﺧ ْﺬ َن ِﻣ ْﻨ
ً ﺎﻗﺎ ﻏَ ۪ﻠ
ﻴﻈﺎ ۪ ve onlar sizden mukaddemâ pek kuvvetli bir ahd ü misak da
ً َ}ﻣﻴﺜ
[1321] aldılar. A Bu misak Allah’ın emri ve Peygamber’in sünneti üzere
yapılan akd-i nikâh ve ahkâmıdır ki bununla وف اَ ْو َ ْ ۪ﺮ ٌﺢ ﺑِﺎِ ْﺣ َﺴﺎ ٍن ٌ ﻓَﺎِ ْﻣ َﺴ
ٍ ﺎك ﺑ ِ َﻤ ْﻌ ُﺮ
[el-Bakara 2/229]1 medlûlü üzere mâ-dâme’l-hayât hüsn-i suretle sohbet
ve mu âşeret, olamadığı2 takdirde ihsan ile memnun ederek bırakmak
taahhüd edilmiştir. Hâlbuki hudûd-ı ilâhîyi tecavüz edenler zâlimîn,
ba de’l-mîsâk nakz edenler ise hâsirûndurlar. ﺳﻨ ِﱠﱵ ﻓـَﻠَْﻴﺲ ِﻣ ﱢﲏ ُ ﺐ َﻋ ْﻦ
ِ
َ ﻓَ َﻤ ْﻦ َرﻏ
َ
buyuran3 Resûlullah dahi “siz onları Allah’ın emanetiyle aldınız ve
Allah’ın kelimesiyle helâllendiniz”4 beyân-ı âlîsiyle bu mîsâkın ağırlığına
işaret buyurmuştur.
Bundan sonra nikâhı helâl olmayıp haram olan kadınlarla helâl olanların
َ َ ﺎء اِ َّﻻ َﻣﺎ ﻗَ ْﺪ َﺳﻠ
ِ ٓاﻟﻨﺴ
ِ ِ ُ ٓ }و َﻻ ﺗَﻨ ِﻜﺤﻮﺍ ﻣﺎ ﻧَﻜَﺢ ٰاﺑ
beyânına başlanıyor, şöyle ki {ﻒ َ ّ ﺎؤ۬ﻛُ ْﻢ ﻣ َﻦَ َ َ ُ ْ َ
bir de atalarınızın yani baba ve dedelerinizin menkûhası olmuş bulunan
kadınların ölmüş gitmiş olanlardan5 başka hiçbirini nikâh etmeyiniz,
atanızın el sürdüğü kadına el sürmeyiniz. A Câhiliye ahâlisi kadınlara
verâset meselesinden de anlaşıldığı üzere babalarının zevcelerini tezevvüc
ederlermiş, bu âyet ile bu âdet-i şenî a ale’l-ıtlâk6 nehy olunmuştur. Ve şâyi
bir âdet-i câhiliye olduğundan dolayı diğer muharremâttan evvel sûret-i
mahsûsada zecr edilmiştir. Binâen aleyh dîn-i İslâm’da ataların nikâh-ı
sahih ile sade akdedip el sürmedikleri veya nikâh-ı fâsid ile akdedip el
sürdükleri yahut bilâ akid vat’ etmiş bulundukları kadınlardan hiçbirini
oğulları, torunları nikâhlanamazlar. Çünkü “nikâh” lafzı, esâs-ı lügatta
zam mânasına olmasına mebnî kucağa çekmek mânasına da isti mâl
olunabildiğinden menkûhada bu dahi melhuzdur.
ﻒَ َ اِ َّﻻ َﻣﺎ ﻗَ ْﺪ َﺳﻠistisnâsı şu iki mânayı müş irdir: Birincisi ölmüş gitmiş
olan kadınların nikâh edilmelerine imkân olmadığından َﺣ ّٰ ﻳَﻠِ َﺞ ا ْﻟ َﺠ َﻤ ُﻞ
ِ َ[ ۪ ﺳ ِﻢ ا ْﻟ ِﺨﻴel-A râf 7/40]1 kabîlinden muhâle ta lîk ile ibâha kapısını
ﺎط
ّ َ
külliyen kapamaktır. İkincisi de her nasılsa mâzîde olan olmuş, geçen
geçmiş, bundan sonra [1322] sakın yapmayınız. Bir kere olmuş bulundu,
artık vazgeçilmez, tevbe edilmez sanıp da ısrar etmeyiniz, hemen ayrılınız;
zira {ً ﺎﺣ َﺸﺔ َ َ }اِﻧَّﻪُ ﻛbu hâl, yani oğulların, torunların ataları menkûhalarını
ِ َﺎن ﻓ
tezevvüc etmeleri pek çirkin bir şey, bir fuhuş {ﺘﺎ ً }و َﻣ ْﻘ
َ menfur ve mebguz
ً ۪}و َﺳٓﺎءَ َﺳﺒ
{ﻴﻼ َ ve pek kötü bir yoldur. Mâzîde de böyle idi, bugün ve yarın da
böyledir. Câhiliyede bile haysiyetini tanıyanlar bundan istikrah ederlerdi.
ilh… yeğenleriniz.
yeğenleriniz.
Buraya kadar beyan olunan yedi mahrem neseb cihetinden olanlardır.
َ }وﺍُﻣَّﻬَﺎﺗُﻜُ ُﻢ اﻟّٰ ۪ ٓ اَ ْر
8. {ﺿ ْﻌﻨَﻜُ ْﻢ َ Sizi emzirmiş olan analarınız, yani süt analarınız
ve nineleriniz ilh.
9. {ِﺎﻋﺔ
َ ﺿَ َّ}وﺍ َ َﺧﻮَﺍﺗُﻜُ ْﻢ ِﻣ َﻦ اﻟﺮ َ Radâ an kız kardeşleriniz, yani süt hemşireleriniz.
Zira süt emzirenlere ana, emenlere kardeş ıtlak edilmiş olması bunlarda
neseb evsâf ve ahkâmının cereyânını istilzam eder. Süt analar, süt
hemşireler bulununca süt babalar, süt kızlar, süt halalar, süt teyzeler,
süt birader ve kızları hep var2 demektir. Binâen aleyh radâ an haram
olanların da bu kıyas üzere ber vech-i bâlâ yediye bâliğ olacağı ve bu
ikisinin zikriyle mütebâkīsinden iktifâ edildiği anlaşılır. Gerçi ma rız-ı
beyanda sükut hasr ifade ederse de delâlet-i iltizâmiye ile işaret mevcut
olunca sükut mevzû -i bahis olamaz3. Fi’l-vâki Aleyhissalâtü vesselâm
Efendimiz bu işareti tavzih veya bu icmâli beyan için ﺐ ِ ُﻛ ﱡﻞ َﻣﺎ َْﳛﺮُم ِﻣﻦ اﻟﻨﱠﺴ
َ4 َ ُ
ﺿ ِﺎع ﺮ اﻟ ﻦ ﻣِ مﺮ ﳛ
َ
َ ُُْ َ ﱠ “Nesebden haram olanların hepsi radâ dan haram olur”
buyurmuştur. Binâen aleyh burada ﺲ َﻋﻠَْﻴﻬ َﻤﺎ ِ ِ
ْ َوﻗmeâlinde bir işaret
5
1 B: “hemşirenizin”.
2 B: “haram”.
3 B: “olmaz”.
4 B +“da”.
5 Buhârî, Şehâdât, 7; Müslim, Radâ , 1, 5, 13:
. ِ َ ِ ِ ْ ُ أَ ِ ِ َ ا َ א، ِ َ َّ َ ْ ُم ِ َ ا َ א ِع َ א َ ْ ُم ِ َ ا، ِ ُّ ِ َ َ : َ َאل ا َّ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو َ َّ ِ ِ ْ ِ َ ْ َ َة:َ َאل
َّ َ ُ َّ ُ َ ْ ُّ
6 M ve B -“ve kayın nineleriniz”.
308 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
nikâhta size günah yoktur. Demek ki anaları vat’ kızları haram kılar.
Kızları mücerred nikâh da anaları haram kılar.
17. {ﻳﻦ ِﻣ ْﻦ اَ ْﺻ َﻼﺑِﻜُ ْﻢ ِ ِ
َ }و َﺣ َ ٓﻼﺋ ُﻞ اَ ْﺑﻨَ ٓﺎﺋﻜُ ُﻢ اﻟ َّ۪ﺬ
َ Sulblerinizden bizzat ve bi’l-vâsıta gelen
oğullarınızın halîleleri olan gelinleriniz ki bütün torunların zevcelerine
de şâmildir, ِﻣ ْﻦ اَ ْﺻ َﻼﺑِﻜُ ْﻢkaydıyla üvey oğullardan ve oğulluklardan2
ihtiraz edilmiştir.
18. { ِ ْ َاﻻ ُ ْﺧﺘ
ْ َ ْ َ }وﺍ َ ْن ﺗ َ ْﺠ َﻤ ُﻌﻮﺍ ﺑ
َ İki hemşire beynini taht-ı nikâhta cem etmeniz,
kezâlik biri erkek farz edildiği takdirde diğerine nikâhı câiz olmayan
iki kadının, meselâ bir kızla halasının veya teyzesinin cem i de iki
hemşirenin cem i gibi haramdır. Bunun için Aleyhissalâtü vesselâm
meşhur bir hadîsinde buyurmuştur ki: َوَﻻ َﻋﻠَﻰ،ﺢ اﻟْ َﻤ ْﺮأَةُ َﻋﻠَﻰ َﻋ ﱠﻤﺘِ َﻬﺎ ُ َﻻ ﺗـُْﻨ َﻜ
ِ
ُﺧﺘ َﻬﺎ ِ ِ ِ ِ
ْ َوَﻻ َﻋﻠَﻰ اﺑـْﻨَﺔ أ، َوَﻻ َﻋﻠَﻰ اﺑـْﻨَﺔ أَﺧ َﻴﻬﺎ،“ َﺧﺎﻟَﺘ َﻬﺎBir kadın ne halasının, ne
teyzesinin, ne biraderzâdesinin, ne hemşirezâdesinin üzerine nikâh
olunmaz”3 {ﻒ َ َ }اِ َّﻻ َﻣﺎ ﻗَ ْﺪ َﺳﻠancak mâzîde geçmiş olanlar müstesnâ,
onlardan dolayı muâheze yoktur. Nitekim Ya kūb aleyhisselâm’ın
şeriatında vardı {ﻴﻤﺎ ً ﻮرﺍ َر ۪ﺣ
ً ﺎن ﻏَ ُﻔ ّٰ }اِ َّنona Allah Gafûr, Rahîm
َ َاﻪﻠﻟ َ ﻛ
bulunuyor4. Fakat hâlen ve istikbâlen bunlar memnû ve haramdırlar.
ِ ٓاﻟﻨﺴ
19. { إﱁ...ﺎء ِ ِ
َ ّ ﺎت ﻣ َﻦ
ُ َ}وﺍ ْﻟ ُﻤ ْﺤ َﺼﻨ
َ
5
اﻪﻠﻟِ َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢ ۘ َوﺍ ُ ِﺣ َّﻞ ﻟَﻜُ ْﻢ َﻣﺎ َو َرٓﺍءَ ٰذﻟِﻜُ ْﻢ
ّٰ ﺎب ِ ِ ِ ٓاﻟﻨﺴ
ْ َﺎء ا َّﻻ َﻣﺎ َﻣﻠَﻜ
َ َﺖ اَ ْﻳ َﻤﺎﻧُﻜُ ْﻢ ۚ ﻛﺘ
ِ ِ ُ ََوﺍ ْﻟﻤﺤﺼﻨ
َ ّ ﺎت ﻣ َﻦ َ ْ ُ
ِ ِ ِ
ۜ ً ﻀﺔ ُ ُاﺳﺘَ ْﻤﺘَ ْﻌﺘُ ْﻢ ﺑ ِ ۪ﻪ ﻣ ْﻨ ُﻬ َّﻦ ﻓَﺎٰﺗ
َ ﻮﻫ َّﻦ اُ ُﺟﻮرَ ُﻫ َّﻦ ﻓَ ۪ﺮ َ ﻴﻦ ﻏَ ْﻴﺮَ ُﻣ َﺴﺎﻓ ۪ﺤ
ْ ﻴﻦ ۜﻓَﻤَﺎ َ اَ ْن ﺗ َ ْﺒﺘَﻐُﻮﺍ ﺑِﺎ َْﻣﻮَﺍﻟﻜُ ْﻢ ُﻣ ْﺤ ِﺼ ۪ﻨ
1 H ve B: “suretle”.
2 B -“ve oğulluklardan”.
3 Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 338; Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37; Ebû Dâvûd, Nikâh, 12:
َ َ َ َو، َو َ ا ْ َ ْ أَ ُة َ َ ا ْ َ ِ أَ ِ َ א، َو َ َ َ َ א َ ِ َ א، َ ُ ْ َכ ُ ا ْ َ ْ أَ ُة َ َ َ َّ ِ َ א: َ َّ َ َ َאل َر ُ ُل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ ِ َو:َ َאل
.ا ْ َ ِ أُ ْ ِ َ א
4 H ve F: “Allah Gafûr, Rahîm’dir”.
5 H ve F +“Hitâm-ı cüz’-i râbi ”;
H +(Âkif Bey)
BEŞİNCİ CÜZ
Forma – Sahife
63 ilâ 70 1241 ilâ 1400
Hak Dini Kur’an Dili 309
ً ﻴﻤﺎ َﺣ ۪ﻜ
﴾٢٤﴿ ﻴﻤﺎ ً ﺎن َﻋ ۪ﻠ ّٰ ﻀﺔِ ۜ اِ َّن
َ َاﻪﻠﻟ َ ﻛ َ ﺍﺿ ْﻴ ُﺘ ْﻢ ﺑ ِ ۪ﻪ ِﻣ ْﻦ ﺑ َ ْﻌ ِﺪ ا ْﻟ َﻔ ۪ﺮ َ ﻜ ْﻢ ۪ﻓ
َ ﻴﻤﺎ ﺗ َ َﺮ َ ََو َﻻ ُﺟﻨ
ُ ﺎح َﻋﻠ َ ْﻴ
1 B: “isteyiniz”.
2 B: “veriniz”.
3 B: “cünâh”.
4 H: “Bir de harb esiri olarak ellerinizde bulunanlar müstesnâ olmak üzere evli kadınlar, işte bütün bunlar
size Allah yazısı olarak haram; bunların mâ adâsı ise namusa bağlanarak ve zina etmeyerek mallarınızla
isteyesiniz diye size helâl kılındı. O hâlde hangilerinden nikâh ile müstefid oldunuzsa mehirlerini ken-
dilerine verin ki farzdır, o mehri kesiştikten sonra aranızda rızâlaştığınızda da size bir cünha yoktur.
Çünkü Allah Alîm, Hakîm bulunuyor (24)”.
5 H: “cariyelerden mâ adâ kadınlardan”;
F +“cariyelerden mâ adâ kadınlardan”.
6 H +“bulunan”;
F +“bulunan”.
7 H: “kadınların”;
F: “kadınların”.
8 H -“da”.
9 H +“de”;
F +“de”.
10 H -“harbde esir olup”.
310 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H: “Burada”.
2 H -“evli, yani”.
3 B -“olur”.
Hak Dini Kur’an Dili 311
akdin mücerred istimtâ kasdıyla [1328] olduğu tasrih edilir veya bir
müddet-i muvakkate ile tevkīt olunursa bu surette nikâh hem diyâneten
hem kazâen fâsid olur. Binâen aleyh َ ﻏَ ْ َ ُﻣ َﺴﺎﻓِ ۪ﺤkaydından tamamen
anlarız ki nikâh-ı müt a, ta bîr-i âharla metres tutmak helâl değildir, bir
sifahtır. Erkekle kadın beynindeki alâka-i fıtriyenin hikmet-i hilkati âb-ı
revân-ı hayâtın, akīm bir zevk-i mücerred için itlâfı1 değil َو َﺧﻠ َ َﻖ ِﻣ ْﻨﻬَﺎ َز ْو َﺟﻬَﺎ
ًﺎﻻ ﻛَ ۪ﺜ ًﺍ َو ِ َٓﺎء ً ﺚ ِﻣ ْﻨ ُﻬﻤَﺎ رِ َﺟ َّ َ َوﺑhükmünün tecellîsidir. ث ﻟَﻜُ ْﻢ ٌ ’ ِ َٓﺎ ُؤ۬ﻛُ ْﻢ َﺣ ْﺮdür [el-
Bakara 2/223]2, ﻜ ْﻢ ُ َ ﻧِ َﺴﺎ ُؤُﻛ ْﻢ َﳍٌْﻮ ﻟdeğildir. [ َرﺑَّﻨَﺎ َﻣﺎ َﺧﻠ َ ْﻘ َﺖ ٰﻫ َﺬا ﺑَﺎﻃِ ًﻼÂl-i İmrân
3/191]3 Daha esasında ﻴﻌﺎ ً ض َﺟ ۪ﻤ ْ ِ [ ُﻫ َﻮ اﻟ َّ ۪ﺬي َﺧﻠ َ َﻖ ﻟَﻜُ ْﻢ َﻣﺎel-Bakara 2/29]4
ِ اﻻ َْر
âyetinden anlaşıldığı üzere insanların nefislerinde ve ırzlarında aslolan
ibâha değil, hurmettir. Ve bunun için burada da evvelâ muharremât ta dâd
edilmiş, ba dehû müsâfehadan ictinab ve ıhsân gayesi üzerine ve emvâl
mukabilinde taleb-i nikâha müsaade5 olunarak hill beyan olunmuştur.
Velhâsıl nikâh, sifâhın zıddıdır. Sifah batıl ve gayr-i meşrû dur, gāye-i
hilkati tahvîle çalışmaktan başka bir şey değildir. Nikah hüsn-i niyetle ve
gayr-i muvakkat olmak üzere akdedilmek lâzımdır. Bir de اَ ْن ﺗ َ ْﺒﺘَ ُﻐﻮﺍ ﺑِﺎ َْﻣ َﻮﺍﻟِﻜُ ْﻢ
kaydı şunu gösteriyor ki mehir nikâhın levâzımındandır. Nikah denildi mi
mukabilinde bir mal söylenmemiş olsa bile behemehâl bir mehirden hâlî
olmayacaktır. Binâen aleyh bu şerâit altında {اﺳﺘَ ْﻤﺘَ ْﻌﺘُ ْﻢ ﺑ ِ ۪ﻪ ِﻣ ْﻨ ُﻬ َّﻦ ْ }ﻓَﻤَﺎo helâl
kadınlardan her hangi birisiyle istimtâ ve intifâ ederseniz {ﻮر ُﻫ َّﻦ َ ﻮﻫ َّﻦ اُ ُﺟ
ُ ُﻓَﺎٰﺗ
ً ﻀﺔ َ }ﻓَ ۪ﺮonların ecirlerini, yani bedel-i bud ları olan mehirlerini bir farîza
olarak veriniz. Duhûl ile tamâm-ı mehir borç olur. A Sûre-i Bakara’da
kable’d-duhûl talâk vuku unda ise ﺿﺘُ ْﻢ ْ َﻒ َﻣﺎ ﻓَﺮُ [ ﻓَ ِﻨ ْﺼ2/237] buyurulmuş idi.
6
1 B -“itlâfı”.
2 “Kadınlarınız sizin için bir harsdır…”
3 “…Yâ Rabbenâ (…) bunu Sen boşuna yaratmadın…”
4 “O, o hâlıktır ki yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı…”
5 B -“müsaade”.
6 “…o vakit borç o kestiğiniz miktarın yarısıdır…”
7 B: “buyurulmuştur”.
Hak Dini Kur’an Dili 313
ً ﻴﻤﺎ َﺣ ۪ﻜ
{ﻴﻤﺎ ً ﺎن َﻋ ۪ﻠ ّٰ }اِ َّنŞüphe yok ki bunları böyle emreden Allah bir Alîm,
َ َاﻪﻠﻟ َ ﻛ
Hakîm bulunuyor1. Şimdi bilhassa cariyelerin nikâhına gelelim:
ﺖ اَ ْﻳ َﻤﺎﻧُﻜُ ْﻢ ْ َﺎت ﻓَ ِﻤ ْﻦ َﻣﺎ َﻣﻠَﻜ ِ َﺎت ا ْﻟﻤ ْﺆ ِﻣﻨ ِ َـﺢ ا ْﻟﻤﺤﺼﻨ ِ ِ ِ
ُ َ ْ ُ َ َو َﻣ ْﻦ ﻟ َْﻢ ﻳ َ ْﺴﺘَﻄ ْـﻊ ﻣ ْﻨﻜُ ْﻢ ﻃ َْﻮ ًﻻ اَ ْن ﻳ َ ْﻨﻜ
ﻮﻫ َّﻦ ﺑِﺎِ ْذ ِن اَ ْﻫﻠِﻬِ َّﻦ ِ ْ َﻀﻜُ ْﻢ ِﻣﻦ ﺑَﻌ ٍﺾ ﻓ ِ
ُ ﺍﻪﻠﻟُ اَ ْﻋﻠ َ ُﻢ ﺑ ِ ۪ﺎﻳﻤَﺎﻧﻜُ ْﻢ ۜ ﺑ َ ْﻌ ِ ِ ِ ِ
ُ ﺎﻧﻜ ُﺤ ۚ ْ ْ ّٰ ﺎت َوۜ َﻣ ْﻦ ﻓَﺘَﻴَﺎﺗﻜُ ُﻢ ا ْﻟ ُﻤ ْﺆﻣﻨ
ات اَ ْﺧ َﺪا ٍ ۚن ﻓَﺎِذَٓا اُ ْﺣ ِﺼ َّﻦِ ﺎت َو َﻻ ﻣﺘ َّ ِﺨ َﺬ
ُ ٍ ﺎت ﻏَ ْﻴ َﺮ ُﻣﺴﺎﻓِ َﺤ ٍ َوف ُﻣ ْﺤﺼﻨ ِ ﻮرﻫ َّﻦ ﺑِﺎ ْﻟ َﻤﻌﺮ
ُ ْ ُ َ ﻮﻫ َّﻦ اُ ُﺟ
ُ َُوﺍٰﺗ
َ َ
َ َﻚ ﻟِﻤَ ْﻦ َﺧ ِﺸ َﻲ ا ْﻟﻌَﻨ َ ِ اب ٰذﻟ ِ ِ ِ ِ َﻓَﺎِ ْن اَﺗَﻴ َﻦ ﺑِﻔ
ﺖ ِ
ۜ ﻒ َﻣﺎ َﻋﻠَﻰ ا ْﻟ ُﻤ ْﺤ َﺼﻨَﺎت ﻣ َﻦ ا ْﻟﻌَ َﺬ ُ ﺎﺣ َﺸﺔٍ ﻓَﻌَﻠ َ ْﻴﻬِ َّﻦ ﻧ ْﺼ ْ
﴾٢٥﴿ ۟ ﻴﻢ ٌ ﻮر َر ۪ﺣ ّٰ ِﻣ ْﻨﻜُ ْﻢ ۜ َوﺍ َ ْن ﺗ َ ْﺼ ِﺒ ُﺮوﺍ َﺧ ْﻴ ٌﺮ ﻟَﻜُ ْﻢ ۜ َو
ٌ ﺍﻪﻠﻟُ ﻏَ ُﻔ
Meâl-i Şerîfi
İçinizden her kim hür olan mü’min kadınları nikâh edecek genişliğe
güç yetiremiyorsa ona da ellerinizin altındaki mü’min cariyeleriniz-
den2 var. Allah kadrinizi imanınızla bilir. Mü’minler hep birbirinizden
sayılırsınız, onun için fuhuşta bulunmayarak, gizli dost da edinmeye-
rek namuslu yaşadıkları hâlde onları sâhiplerinin izniyle nikâh ediniz
ve mehirlerini [1330] güzellikle kendilerine veriniz. Eğer evlendikten
sonra bir fuhuş irtikâb ederlerse o vakit üzerlerine hür kadınlar üzeri-
ne terettüb edecek cezânın yarısı lâzım gelir. Şu suret günaha girmek
korkusu olanlarınız içindir, yoksa sabretmeniz sizin için daha hayırlı-
dır, bununla beraber Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir (25).3
ِ َﺎت ا ْﻟﻤ ْﺆ ِﻣﻨ
{ﺎت ِ َـﺢ ا ْﻟﻤﺤﺼﻨ ِ ِ ِ
ُ َ ْ ُ َ }و َﻣ ْﻦ َ ْ َ ْ ﺘَﻄ ْـﻊ ﻣ ْﻨﻜُ ْﻢ ﻃ َْﻮ ًﻻ اَ ْن ﻳ َ ْﻨﻜ
َ -Burada “muhsanât”,
milk-i yemîn mukabili olduğundan hür kadınlar mânasınadır.- Yani
içinizden her kim hürre ve mü’mine olan kadınları nikâh edecek fazla
bir istitâ at-i mâliyeyi hâiz değil ise {ﺖ اَ ْﻳ َﻤﺎﻧُﻜُ ْﻢ ْ َ }ﻓَ ِﻤ ْﻦ َﻣﺎ َﻣﻠَﻜbu da milk-i
yemîniniz olan {ﺎت ِ َﻜ ُﻢ ا ْﻟﻤ ْﺆ ِﻣﻨ
ُ ِ }ﻣ ْﻦ ﻓَﺘَﻴَﺎﺗِ genç ve mü’mine cariyelerinizden
ُ
nikâh etsin. A Hürre bir zevcesi yoksa veya hürre almaya iktidâr-ı mâlîsi
müsait değil ise nikâh ile câriye-i mü’mine alsın. Zira bunun masrafı
azdır. Lâkin her hâlde mü’mineyi tercih etsin. Mü’mine ve cariye
nikâhını ale’l-ıtlâk bir zül addetmesin çünkü {ﻳﻤﺎﻧِﻜُ ْﻢ َ ﺍﻪﻠﻟُ اَ ْﻋﻠ َ ُﻢ ﺑ ِ ۪ﺎ
ّٰ }و
َ Allah
1
1 H ve F +“sizin”.
2 H ve F -“birbirinizden”.
3 B: “cinstensiniz”.
4 H +“ve”;
F +“ve”.
5 H ve F +“bulunan”.
6 H ve F -“ve”.
Hak Dini Kur’an Dili 315
tatbîki vâcib olan cezânın yarısı vâcib olur. Zira bu şerâit altında
mazeretleri kalmaz ve ma amâfîh esaret boyunlarında bulundukça hürreler
seviyesinde de tutulamazlar. Bunun için {ﻚ َ ِ } ٰذﻟcariye tezevvücü { َ ِ ﻟ ِ َﻤ ْﻦ َﺧ
ُ ﺖ ِﻣ ْﻨ
ﻜ ْﻢ َ َ }ا ْﻟﻌَﻨiçinizden galebe-i şehvetle bozulmak, günaha girmek, zina
tehlikesine düşmek korkusu bulunanlar hakkındadır. Yoksa {}وﺍ َ ْن ﺗ َ ْﺼ ِ ُوﺍ َ
sabretmeniz { } َﺧ ْ ٌ ﻟَﻜُ ْﻢhakkınızda daha hayırlıdır. A İmam Şâfiî hazretleri
buradan ne hürre ne cariye hiç evlenmemeniz daha hayırlıdır, ibadet
nikâhtan efdaldir mânasını anlamış ise de eimme-i Hanefiyyenin dediği
gibi bunun cariye nikâhı hakkında olduğu zâhirdir. Demek ki mehr ü
1 B: “hürre”.
2 H ve F: “artık”.
316 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ٌ ﻴﻢ َﺣ ۪ﻜ
ﻴﻢ ٌ ﺍﻪﻠﻟُ َﻋ ۪ﻠ
ّٰ ﻜ ْﻢ ۜ َو
ُ ﻮب َﻋﻠ َ ْﻴ ُ ِ ﻳﻦ ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒﻠ
َ ﻜ ْﻢ َو َ ُﺘ َ ﻜ ْﻢ ُﺳﻨَ َﻦ اﻟ َّ۪ﺬ ُ َ اﻪﻠﻟُ ﻟ ِ ُﻴﺒَ ّ ِﻴ َﻦ ﻟ
ُ َ ﻜ ْﻢ َو َ ْﻬ ِﺪﻳ ّٰ ﻳُ ۪ﺮ ُﺪ
ِ ﻮن اﻟ َّﺸﻬَ َﻮ
ً ﺍت اَ ْن ﺗ َ ۪ﻤﻴﻠُﻮﺍ َﻣ ْﻴ ًﻼ َﻋ ۪ﻈ َ ﻳﻦ ﻳَﺘ َّ ِﺒ ُﻌ
ﻴﻤﺎ َ ﻮب َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢ َو ُ ۪ﺮ ُﺪ اﻟ َّ۪ﺬ
َ ُﺍﻪﻠﻟُ ﻳُ ۪ﺮ ُﺪ اَ ْن ﻳَﺘ
ّٰ ﴾ َو٢٦﴿
ً ﺿ ۪ﻌ
﴾٢٨﴿ ﻴﻔﺎ ُ اﻻِ ْﻧ َﺴ
َ ﺎن ْ ﻜ ْﻢ ۚ َو ُﺧﻠِ َﻖ َ اﻪﻠﻟُ اَ ْن ﻳُ َﺨ ِّﻔ
ُ ﻒ َﻋ ْﻨ ّٰ ﴾ ﻳُ ۪ﺮ ُﺪ٢٧﴿
1 F: “ve”.
2 F +“onlar”.
3 H: “Allah sizlere bilmediklerinizi bildirmek, sizden evvelkilerin yollarını göstermek ve salâha rücû unu-
zu görerek günahlarınızı bağışlamak diliyor, Allah Alîm, Hakîm’dir (26). Allah tevbekâr olduğunuzu
görerek günahlarınızı bağışlamak diliyor, şehvetlerine uyanlar da büyük bir meyl ile eğilmenizi istiyorlar
(27). Allah üzerinizdeki tekâlîfi hafifletmek istiyor, insan zayıf yaratılmıştır (28)”.
318 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
de [1335] yine nazar-ı ilâhî avdet eder. Zira اﻪﻠﻟ َ َﻻ ﻳُﻐَ ّ ِ ُ َﻣﺎ ﺑِﻘَ ْﻮ ٍم َﺣ ّٰ ﻳُﻐَ ّ ِ ُوﺍ َﻣﺎ ّٰ اِ َّن
’ﺑِﺎ َْﻧ ُﻔ ِﺴﻬِ ْﻢdir [er-Ra d 13/11]1. İşbu ﻳﻦ ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒﻠِﻜُ ْﻢ َ َو َ ْﻬ ِﺪﻳَﻜُ ْﻢ ُﺳ َ َ اﻟ َّ ۪ﺬnass-ı celîli şerâi -i
mütekaddimeden bazı ahkâmın takrîrine delâlet ettiği cihetle ilm-i usûldeki
2
ُﺼ َﻬﺎ اﷲُ َوَر ُﺳﻮﻟُﻪ َﺷَﺮاﻳِ ُﻊ َﻣ ْﻦ ﻗـَﺒـْﻠَﻨَﺎ َﺷ ِﺮ َﻳﻌﺔٌ ﻟَﻨَﺎ إ َذا ﻗَ ﱠkāidesini tansis etmiş olduğunda şüphe
yoktur. Ve yine şüphe yok ki burada bu takrir ber vech-i bâlâ vahiy ve beyân-ı
ilâhî ile olmuştur. Bununla beraber biz şunda da iştibah etmiyoruz ki burada
vahiyle takrirden başka ale’l-husûs devr-i nübüvvetten sonrası için istinbât-ı
ilel-i ahkâmda tecribenin de bir ehemmiyet-i azîmesi bulunduğuna işâret-i
mahsûsa vardır. Her hâlde ictihâdât-ı teşrî iyede yalnız delâlet-i elfâz ile
iktifâ edilmeyip tecribe ile hayâtın cereyân-ı hâricî ve hikemîsi dahi nazar-ı
i tibârda tutulmak lâzım gelecektir. ِﺎﻋﺘَ ِ ُوﺍ ﻳَٓﺎ ُاو ۬ ِ ْاﻻ َْﺑ َﺼﺎر ْ َ[ ﻓel-Haşr 59/2]
3
Emrinde bu nokta pek mühim bir mevki işgal etmiştir. Şu şart ile ki her
hususta olduğu gibi bunda da şehvetten ve teşehhîden iyice ihtiraz etmek ve
hâdisâta kasd-ı şehvetle bakmamak bir şart olduğu da şimdi anlaşılacaktır
{ﻴﻢ ٌ ﻴﻢ َﺣ ۪ﻜ ٌ ﺍﻪﻠﻟُ َﻋ ۪ﻠ
ّٰ }وdir.
َ Teşrî bir eser-i irade olmakla beraber teşrî -i ilâhî ilm
ü hikmetle müterâfıktır. Rahmâniyet-i ilâhiye esbâba mütekaddim ise de
rahîmiyet-i ilâhiye, nizâm-ı esbâb üzerine cereyan eder {ﻮب َ ُﺍﻪﻠﻟُ ﻳُ ۪ﺮ ُﺪ اَ ْن ﻳَﺘ
ّٰ َو
}ﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢ
َ o Gafûr-ı Rahîm ve Alîm-i Hakîm olan Allah sizin tevbe ve salâhınızı
görüp üzerinizden dâima nazar-ı rahmetle bakmak ve mes’ud etmek istiyor
{ﻴﻤﺎ ً ﺍت اَ ْن ﺗ َ ۪ﻤﻴﻠُﻮﺍ َﻣ ْﻴ ًﻼ َﻋ ۪ﻈ ِ َﻮن اﻟ َّﺸﻬَﻮ َ ﻳﻦ ﻳَﺘ َّ ِﺒ ُﻌ
َ }و ُ ۪ﺮ ُﺪ اﻟ َّ ۪ﺬ
َ o şehevât arkasında koşup
keyiflerine tâbi olanlar da büyük bir inhiraf ile tarîk-ı haktan sapmanızı,
kendilerine uyup haram, helâl tanımayarak fenalık yollarında dolaşmanızı
ve uçurumlara sürüklenmenizi istiyorlar. Binâen aleyh siz böyle fâcirlerin
arzularına tâbi olmayınız. İctihâdâtınızda, ef âl ü harekâtınızda4 şehvete
değil, hikmete ve beyânât-ı ilâhiyeye ve önünüzde bulunan [1336] erbâb-ı
rüşdün sîretlerine tebe iyet ediniz5 ve ilm-i teşrî -i İslâmîde pek büyük bir
esas olan şu âyete bakınız:
1 “…Her hâlde Allah bir kavme verdiğini onlar nefislerindekini bozmadıkça bozmaz…”
2 “Allah ve Resûlü zikrettikleri takdirde, bizden önceki şeriatlar bizim de şeriatımız sayılır.”
3 “…Düşünün de ibret alın ey görecek gözleri olanlar!” H, F ve M: “ﺎب ِ َاﻻَﻟْﺒ
ْ ِ ۬ ”اُو.
4 B -“ef âl ü harekâtınızda”.
5 B -“tebe iyet ediniz”.
Hak Dini Kur’an Dili 319
ً ﺿ ۪ﻌ
{ﻴﻔﺎ َ ﺎن ُ َ ْ ِاﻻ ْ ﻒ َﻋ ْﻨﻜُ ْﻢ ۚ َو ُﺧﻠِ َﻖَ اﻪﻠﻟُ اَ ْن ﻳُ َﺨ ِّﻔ
ّٰ }ﻳُ ۪ﺮ ُﺪAllah teâlâ sizden ağır teklifleri
kaldırıp mes’ûliyetinizi tahfif etmek ister. Zira insan zayıf olarak halk
edilmiştir. A Binâen aleyh bâb-ı teşrî de şehvete tâbi olmak câiz olmadığı
ِ
gibi şiddet ü tazyik de câiz değildir. Burada ُﺮﺍ ﻛَﻤَﺎ َﺣﻤَ ْﻠﺘَﻪ ً رَﺑَّﻨَﺎ َو َﻻ ﺗ َ ْﺤ ِﻤ ْﻞ َﻋﻠ َ ْﻴﻨَ ٓﺎ ا ْﺻ
ﻳﻦ ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒﻠِﻨَﺎ َ [ َﻋ َ اﻟ َّ۪ﺬel-Bakara 2/286] dualarının bir eser-i icâbeti vardır ki
1
1 “…Yâ Rabbenâ! Hem bize bizden evvelkilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme…”
2 “…sırtlarından ağır yüklerini ve üzerlerindeki bağları, zincirleri indirir atar…”
3 “…Allah size kolaylık irade buyuruyor zorluk irade buyurmuyor…”
4 “…üzerinize dinde bir harac da yükletmedi…”
5 Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 266; Begavî, Meâlimü’t-Tenzîl, II, 199; Fahreddîn er-Râzî, Mefâtî-
hu’l-gayb, X, 55:
... ِ َ ْ َّ َو َ ِכ ِ ّ ُ ِ ْ ُ ِא ْ َ ِ ِ ِ ا، ِ ِ ِإ ِّ َ أُ ْ َ ْ ِא ْ ُ ِد َّ ِ َو َ ِא َّ ْ ا: َّ َ َ َ َאل ا َّ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو
َّ َّ َ َ ْ َ ْ ُّ
6 B -“ُ”ﻋ ْﻨﻪ.
َ
7 Taberî, Câmiu’l-beyân, VIII, 256-257; Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân, III, 291:
320 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Bu esâsât-ı teşrî iye anlaşıldıktan sonra; nikâhın kudret-i mâliye ile
bir alâka-i mahsûsası bulunmasına mebnî emvâlin kesb ü tasarrufuna
müte allik olmak üzere ayrıca bir hitab ile buyuruluyor ki:
][1337
ﺎر ً َﻋ ْﻦ ﺗ َ َﺮ ٍ
ﺍض ﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ َﻻ ﺗ َ ْﺄﻛُﻠُٓﻮﺍ اَ ْﻣ َﻮﺍﻟَﻜُ ْﻢ ﺑ َ ْﻴﻨَﻜُ ْﻢ ﺑِﺎ ْﻟﺒَﺎﻃِ ِﻞ اِ َّ ٓﻻ اَ ْن ﺗَﻜُ َ
ﻮن ﺗ ِ َﺠ َ ﻳَٓﺎ اَﻳُّﻬَﺎ اﻟ َّ۪ﺬ َ
ﻤﺎ ﻴﻤﺎ ﴿َ ﴾٢٩و َﻣ ْﻦ ﻳ َ ْﻔﻌَ ْﻞ ٰذﻟ ِ َ
ﻚ ُﻋ ْﺪ َو ً
ﺍﻧﺎ َوﻇ ُ ْﻠ ً ﺎن ﺑ ِ ُ
ﻜ ْﻢ َر ۪ﺣ ً ﻜ ْﻢ ۜ اِ َّن ّٰ
اﻪﻠﻟ َ ﻛَ َ ِﻣ ْﻨ ُ
ﻜ ْﻢ َو َﻻ ﺗ َ ْﻘ ُﺘﻠُٓﻮﺍ اَ ْﻧ ُﻔ َﺴ ُ
ﻴﺮﺍ ﴿ ﴾٣٠اِ ْن ﺗ َ ْﺠﺘَ ِﻨ ُﺒﻮﺍ ﻛَـﺒَٓﺎﺋ ِ َﺮ َﻣﺎ ﺗُ ْﻨﻬَ ْﻮ َن ﻚ ﻋﻠَﻰ ّٰ ِ
اﻪﻠﻟ ﻳ َ ۪ﺴ ً ﺎن ٰذﻟ َ َ
ف ﻧﺼ ۪ﻠﻴﻪِ ﻧَﺎرﺍۜ وﻛَ َ ِ
ً َ ﻓَ َﺴ ْﻮ َ ُ ْ
اﻪﻠﻟُ ﺑ ِ ۪ﻪ
ﻀ َﻞ ّٰ ﻤﺎ ﴿َ ﴾٣١و َﻻ ﺗَﺘَ َﻤﻨ َّ ْﻮﺍ َﻣﺎ ﻓَ َّ َﻋ ْﻨ ُﻪ ﻧُﻜَ ِّﻔ ْﺮ َﻋ ْﻨﻜُ ْﻢ َﺳ ّ ِﻴٔـَﺎﺗِﻜُ ْﻢ َوﻧُ ْﺪ ِﺧ ْﻠﻜُ ْﻢ ُﻣ ْﺪ َﺧ ًﻼ ﻛَ ۪ﺮ ً
ﻴﺐ ِﻣﻤَّﺎ ا ْﻛﺘَ َﺴ ْﺒ َﻦ ۜ َو ْﺳٔـَﻠُﻮﺍ ﺾ ﻟِﻠﺮِ َﺟﺎ ِل ﻧ َ ۪ﺼﻴﺐ ِﻣﻤَّﺎ ا ْﻛﺘَ َﺴ ُﺒﻮﺍ َوﻟ ِ ّ ِ ِ ۪
ﻠﻨ َﺴٓﺎء ﻧَﺼ ٌ ﺑﻌﻀﻜﻢ ﻋﻠﻰ ﺑﻌ ٍ
ٌ َْ َ ُ ْ َٰ َْ ۜ ّ
ﻜ ّ ٍﻞ َﺟﻌَ ْﻠﻨَﺎ َﻣ َﻮﺍﻟ ِ َﻲ ِﻣﻤَّﺎ ﺗ َ َﺮ َك ا ْﻟ َﻮﺍﻟ ِ َﺪا ِن
ﻴﻤﺎ ﴿َ ﴾٣٢وﻟ ِ ُ ﻜ ّ ِﻞ َﺷ ْﻲ ٍء َﻋ ۪ﻠ ً ﺎن ﺑ ِ ُ
اﻪﻠﻟ َ ﻛَ َ اﻪﻠﻟ َ ِﻣ ْﻦ ﻓَ ْﻀﻠِ ۪ﻪ ۜ اِ َّن ّٰ
ّٰ
ﺎن َﻋ ٰﻠﻰ ُﻛ ّ ِﻞ َﺷ ْﻲ ٍء َﺷﻬ ً ۟
۪ﻴﺪا ﻮﻫ ْﻢ ﻧ َ ۪ﺼﻴﺒَ ُﻬ ْﻢ ۜ اِ َّن ّٰ
اﻪﻠﻟ َ ﻛَ َ ﻜ ْﻢ ﻓَﺎٰﺗُ ُ ت اَ ْﻳ َﻤﺎﻧُ ُ
ﻳﻦ َﻋ َﻘ َﺪ ْﻮن ۜ َوﺍﻟ َّ۪ﺬ َ
ﺍﻻ َ ْﻗ َﺮﺑُ َ
َو ْ
ﻀ ُﻬ ْﻢ َﻋﻠٰﻰ ﺑ َ ْﻌ ٍﺾ َوﺑ ِ َﻤٓﺎ اَ ْﻧﻔَ ُﻘﻮﺍ ِﻣ ْﻦ
اﻪﻠﻟُ ﺑ َ ْﻌ َ
ﻀ َﻞ ّٰ اﻟﻨﺴٓ ِ
ﺎء ﺑ ِ َﻤﺎ ﻓَ َّ ِ
ﻮن َﻋﻠَﻰ ّ َ ﺍﻣ َ ﺎل ﻗَﻮَّ ُﻟﺮِ َﺟ ُ ﴿ ﴾٣٣ا
َ ّ
ﻮز ُﻫ َّﻦ
ﻮن ﻧُ ُﺸ َ اﻪﻠﻟُ ۜ َوﺍﻟّٰ ۪ﺘﻲ ﺗ َ َﺨ ُ
ﺎﻓ َ ﻆ ّٰ ﺐ ﺑ ِ َﻤﺎ َﺣ ِﻔ َ َﺎت ﻟ ِ ْﻠﻐَ ْﻴ ِ ِ
ﺎت َﺣﺎﻓﻈ ٌ
ِ
ﺎت ﻗَﺎﻧﺘَ ٌ
ِ
ﺎﻟﺼﺎﻟ َﺤ ُ
ِ
اَ ْﻣ َﻮﺍﻟﻬِ ْﻢ ۜ ﻓَ َّ
ﻴﻼ ۜ اِ َّن ﻮﻫ َّﻦ ۚ ﻓَﺎِ ْن اَﻃ َْﻌﻨَ ُ
ﻜ ْﻢ ﻓَ َﻼ ﺗ َ ْﺒ ُﻐﻮﺍ َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ َّﻦ َﺳﺒ۪ ً ﺍﺿﺮِﺑُ ُ ﻀﺎ ِﺟ ِﻊ َو ْ وﻫ َّﻦ ﻓِﻲ ا ْﻟ َﻤ َ
ﺍﻫ ُﺠ ُﺮ ُ ﻮﻫ َّﻦ َو ْﻓَﻌﻈ ُ ُ
ِ
ﻤﺎ ِﻣ ْﻦ ﻴﺎ ﻛَﺒ۪ ﻴﺮﺍ ﴿ ﴾٣٤و ِﺍن ِﺧ ْﻔ ُﺘﻢ ِﺷ َﻘﺎ َق ﺑﻴ ِﻨﻬِﻤﺎ ﻓَﺎﺑﻌ ُﺜﻮﺍ ﺣﻜَ ِ
ﻤﺎ ﻣ ْﻦ اَ ْﻫﻠِ ۪ﻪ َو َﺣﻜَ ً
َ ً َْ َ َْ ْ َ ْ ً ﺎن َﻋﻠِ ًّاﻪﻠﻟ َ ﻛَ َ
ّٰ
اﻪﻠﻟ َﺍﻋ ُﺒ ُﺪوﺍ ّٰﻴﺮﺍ ﴿َ ﴾٣٥و ْ ﻴﻤﺎ َﺧﺒ۪ ً ﺎن َﻋ ۪ﻠ ً اﻪﻠﻟ َ ﻛَ َاﻪﻠﻟُ ﺑ َ ْﻴﻨَ ُﻬ َﻤﺎ ۜ اِ َّن ّٰ
ﺣﺎ ﻳُ َﻮ ّﻓِ ِﻖ ّٰ ِ ِ
اَ ْﻫﻠِﻬَﺎ ۚ ا ْن ﻳُ ۪ﺮ َﺪٓا ا ْﺻ َﻼ ً
ﺎﻣﻰ َوﺍ ْﻟ َﻤ َﺴﺎ ۪ﻛﻴ ِﻦ َوﺍ ْﻟ َﺠﺎرِ ِذي ِ ِ
ﺎﻧﺎ َوﺑ ِ ِﺬي ا ْﻟ ُﻘ ْﺮ ٰﺑﻰ َوﺍ ْﻟﻴَﺘَ ٰ َو َﻻ ﺗُ ْﺸﺮِﻛُﻮﺍ ﺑ ِ ۪ﻪ َﺷ ْﻴ ًٔـﺎ َوﺑِﺎ ْﻟ َﻮﺍﻟ َﺪ ْﻳ ِﻦ ا ْﺣ َﺴ ً
ا ّٰ »: ،أو و ا א ها رة ا אء، אس אل :אن آ אت ا
أن ب כ و כ « )ا אء ،(٢٦/٤وا א » :وا ّٰ כ و ب כ وا ّٰ ا כ و כ
א« )ا אء ا אن כ و ا ّٰ أن א« )ا אء ،(٢٧/٤وا א » : ا ات أن نا ا
ا ا ب را ر א. א آ ا :وכאن ا ّٰ د اء ،وزاد :أ لا ،(٢٨/٤ذכ
כ ن ا כ אئ א א» :إن ا א إ أ رة ا אء: آ אت د אل: ا
א א« )ا אء ،(٤٠/٤و » :إن ا ّٰ אل ذرة وإن כ ئא כ « )ا אء (٣١/٤و » :إن ا ّٰ כ
ا ّٰ ا ّٰ ءا أو אء« )ا אء ،(١١٦ ،٤٨/٤و » :و א دون ذ כ أن ك و
أ ر وכאن ا ّٰ أو ئכ ف ا أ آ ا א ّٰ ور و را ر א« )ا אء ،(١١٠/٤و » :وا
را ر א« )ا אء (١٥٢/٤
Hak Dini Kur’an Dili 321
ّٰ ﻜ ْﻢ ۜ اِ َّن
اﻪﻠﻟ َ َﻻ ُ ُﺖ اَ ْﻳ َﻤﺎﻧ ۙ ِ ۪اﻟﺴﺒ
ْ َﻴﻞ َو َﻣﺎ َﻣﻠَﻜ َّ ﺍﺑ ِﻦ ِ ﺐ ﺑِﺎ ْﻟ َﺠ ْﻨ
ْ ﺐ َو
ِ ﺐ َوﺍﻟﺼ
ِ ﺎﺣ َّ ِ ا ْﻟ ُﻘ ْﺮ ٰﺑﻰ َوﺍ ْﻟ َﺠﺎرِ ا ْﻟ ُﺠ ُﻨ
ﻴﻤﺎً اﻪﻠﻟُ ﺑِﻬِ ْﻢ َﻋ ۪ﻠّٰ ﺎن ّٰ اﻻ ِٰﺧﺮِ َوﺍ َ ْﻧ َﻔ ُﻘﻮﺍ ِﻣﻤَّﺎ َر َزﻗَ ُﻬ ُﻢ
َ َاﻪﻠﻟُ ۜ َوﻛ ْ ﺎﻪﻠﻟِ َوﺍ ْﻟﻴَ ْﻮ ِم
ّٰ ِ َو َﻣﺎذَا َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ ﻟ َْﻮ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ ﺑ
ِ ِ ﺎﻋ ْﻔﻬﺎ و ْﺆ ِ َ ﻚ ﺣﺴﻨَﺔ ً ﻳ ِ ٍ َ ﴾ اِن اﻪﻠﻟ َﻻ ﻳ ْﻈﻠِﻢ ِﻣﺜﻘ٣٩﴿
ً ﺮﺍ َﻋ ۪ﻈ
ﻴﻤﺎ ً ت ﻣ ْﻦ ﻟ َُﺪ ْﻧ ُﻪ اَ ْﺟ َُ َ ﻀ ُ َ َ ُ َ ﺎل ذَرَّ ۚ َوﺍ ْن ﺗ َ ْ ُ َ َ ّٰ َّ
﴾ ﻳ َ ْﻮ َﻣ ِﺌ ٍﺬ٤١﴿ ۪ۜﻴﺪا ً ﻚ َﻋﻠٰﻰ ٰﻫ ٓ ُﺆ َ ٓ۬ﻻ ِء َﺷﻬ َ ِ ﻒ اِذَا ِﺟ ْﺌﻨَﺎ ِﻣ ْﻦ ﻛُ ّ ِﻞ اُﻣَّﺔٍ ﺑ ِ َﺸﻬ۪ﻴ ٍﺪ َو ِﺟ ْﺌﻨَﺎ ﺑ َ ﴾ ﻓَﻜَ ْﻴ٤٠﴿
﴾٤٢﴿ ﻳﺜﺎ ۟ ً اﻪﻠﻟ َ َﺣ ۪ﺪّٰ ﻮن َ ض َو َﻻ ﻳ َ ْﻜ ُﺘ ُﻤ ْ ﻮل ﻟ َْﻮ ﺗُ َﺴ ّٰﻮى ﺑ ِ ِﻬ ُﻢ
ۜ ُ اﻻ َْر َ ﻳﻦ ﻛَﻔَ ُﺮوﺍ َو َﻋ َﺼ ُﻮﺍ اﻟﺮَّ ُﺳ َ ﻳ َ َﻮدُّ اﻟ َّ۪ﺬ
1 H: “Ey o bütün iman edenler! Mallarınızı bâtıl bahanelerle yemeyin, aranızda kendiliğinizden rızâlaşa-
rak akdettiğiniz bir ticaret olmak başka. Kendilerinizi öldürmeyin de, Allah size cidden bir rahîm bulu-
nuyor (29). Her kim tecavüz ederek, zulmederek onu yaparsa yarın onu bir ateşe yaslayacağız, Allah’a
göre bu kolay bulunuyor (30). Eğer siz nehy edildiğiniz günahların büyüklerinden ictinab ederseniz
kabahatlerinizi keffâretleriz ve sizi kerîm bir mesleke koyarız (31). Bir de Allah’ın bazınıza diğerinden
fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin, erkeklerin kesblerinden bir nasipleri var, kadınların da kesblerin-
den bir nasipleri var. Çalışın da Allah’tan fazlını isteyin, şüphesiz Allah her şeye alîm bulunuyor (32).
Ondan başka erkek ve dişi her biri için baba ve anasının ve en yakın akrabanın, ve yeminlerinizin akd
ile bağladığı kimselerin terikelerinden vârisler de tahsis ettik, onlara da nasiplerini verin, şüphe yok ki
Allah her şeye karşı şâhid bulunuyor (33).
Hak Dini Kur’an Dili 323
Erkek olanlar kadınlar üzerinde hâkimdirler; çünkü bir kere Allah birini birinden üstün yaratmış, bir de
mallarından infak etmektedirler, onun için iyi kadınlar itaatkârdırlar, Allah kendilerini sakladığı cihetle
kendileri de gaybı muhafaza ederler. Nüşûzlarından endişe ettiğiniz kadınlara gelince; evvelâ kendile-
rine nasihat edin, sonra yattıkları yerde mehcur bırakın, yine dinlemezlerse dövün. Dinledikleri hâlde
incitmeye bahane aramayın; çünkü Allah yüksek, büyük bulunuyor (34). Eğer karı koca arasının açıl-
masından endişeye düşerseniz onun tarafından bir hakem, bunun tarafından da bir hakem gönderin.
Bunlar gerçekten barıştırmak isterlerse Allah aralarındaki dargınlık yerine geçim verir, şüphesiz ki Allah
bir Alîm, Habîr bulunuyor (35). Allah’a kulluk edin ve O’na hiçbir şeyi şerîk koşmayın, sonra babaya
anaya da ihsan, akrabanıza da yetimlere de, bîçârelere de, yakın komşuya da, uzak komşuya da, arkadaşa
da, yolda kalmışa da, ellerinizdeki memluklere de; her hâlde Allah kurumlu öğüngen olanları sevmez
(36). Onlar ki hem kıskanırlar hem de herkese kıskançlık tavsiye ederler ve Allah’ın kendilerine fazlın-
dan verdiği şeyleri saklarlar. Biz de öyle nankörlere terzil edici bir azab hazırlamışız (37). Ve onlar ki
mallarını nâsa gösteriş için sarf ederler de ne Allah’a ne âhiret gününe inanmazlar; her kim de kendisine
şeytan arkadaş olursa artık o ona ne kötü arkadaşlık eder (38). Ne vardı bunlar Allah’a iman getirseler ve
âhiret gününe inansalar da Allah’ın kendilerine merzuk buyurduğu şeylerden Allah için infak etselerdi,
ziyan mı ederlerdi? Allah onları bilirdi (39). Bilmeli ki Allah zerre miskāli zulmetmez ve eğer bir hasene
ise Allah onu katlar, bir de tarafından azîm bir ecir ihsan eder (40). Bak artık her ümmetten birer şâhid
getirdiğimiz, seni de bunların üzerlerine şâhid getirdiğimiz vakit nasıl olacak? (41). O gün arzu edecek
o küfredip Peygambere isyan edenler ki keşke hâk ile yeksan edilseler de Allah’a bir söz ketm etmeselerdi
(42)”.
1 B: “mefhûmuna”.
2 H ve F +“ve”.
324 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ve binâen aleyh hiss-i takvâ ile hareket edecek olanların bunda bir bâtıl
şüphesi tevehhüm edebilmeleri cidden muhtemildir. Sade muhtemil değil
emr-i vâki dir de. İşte bu tevehhümü def için muhâlif-i kıyas görünen
ticaretin ﻴﻔﺎ ً ﺿ ۪ﻌ َ ﺎن ُ َ ْ ِاﻻ ْ ﻒ َﻋ ْﻨﻜُ ْﻢ ۚ َو ُﺧﻠِ َﻖ
َ اﻪﻠﻟُ اَ ْن ﻳُ َﺨ ِّﻔ
ّٰ [ ﻳُ ۪ﺮ ُﺪen-Nisâ 4/28] medlûlünce
ihtiyâcât-ı beşeriyeden nâşî meşrû kılınmış olduğunu ve esasen mübadele
mahiyetindeki mu âdele ve müsâvat kaziyyesinin de âkıdeynin mütekābil
olan ihtiyaçlarına ve onu takdir edecek olan hüsn-i rızâlarına nazaran
mütalaa edilmek lâzım geldiği ve terâzî olmayınca sade ticaretin değil,
ale’l-umûm mübâdelât ve mu âmelâttan hiçbirinin yapılamayacağını ve
bi’t-tab ihtiyaç olmayınca terâzî bulunamayacağını ve şu hâlde muhill-i
terâzî olan ticaretlerin de meşrû olmayacağını anlatmak için ﻮن َ ُاِ َّ ٓﻻ اَ ْن ﺗَﻜ
buyurulmuş ve bu suretle erbâb-ı takvânın ticaretten kaçınmaları şöyle
dursun, bilakis boş boşuna mal yememek için ticaret ile iştigal etmeleri en
muvâfık bir tarîk-ı iktisad olduğu anlatılmış ve akibinde buyurulmuştur
ki: {}و َﻻ ﺗ َ ْﻘ ُﺘﻠُٓﻮﺍ اَ ْﻧ ُﻔ َﺴﻜُ ْﻢ
َ Ve kendi nefislerinizi veya kendinizden ma dud olan
nüfûsunuzu hiçbir vechile katletmeyiniz. Telef-i nefse sebep olmayınız.
A Siyâk-ı nefyde katl, amden veya hatâen, mübâşereten veya tesebbüben
katle şâmil olduğu gibi “enfüs” kelimesi de nefs-i ferdî ve nefs-i millîye
muhtemil bulunduğundan bu nehiy, müte addid mânaları müş irdir:
1. Evvelâ, doğrudan doğru insanın kendini öldürmesini, yani kasden
intihar etmesini nehiydir ki bu zâhir olmakla beraber siyâk-ı âyete
mülâyim değildir. Sâniyen insanın kendi telefine sebep olmasını
nehiydir ki başlıca [1344] üç vechile îzah olunmuştur. Birincisi bazı
câhillerin yaptığı gibi zühd ü1 ta abbüd nâmına şiddet iltizam edip
nefsini son derece tazyik ile ezmektir ki Kâdî Beyzâvî bunu “cehele-i
Hindin yaptıkları gibi” diye temsil etmiştir.2 Terâzî ile ticareti
hîlekârâne mu âmelât-ı fâside gibi zühd ü takvâya muhalif farz
ederek bu yolda kesb-i emvâlden imtinâ edip kendini telef-i nefse
bâ is olacak vechile fakr u zarûrete mâruz bırakmak bu kabîlden
1 B -“ü”.
2 Beyzâvî, Envârü’t-Tenzîl, II, 71:
.إ ا כ אء ا أو، ا כ א َ ْ ُ ُ ا أَ ْ ُ َ ُכ א َو
ْ
326 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H ve F: “kötülüklerinizi”.
2 B: “mahalle”.
3 B: “kabilelerinize”.
4 H ve F -“de”.
5 H ve F: “boşuna”.
328 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Fakat fıtraten birinin isti dâd-ı kesbi fazla, diğerinin eksik olması, kezâlik
birine kesbiyle mütenâsib olarak verildiği hâlde diğer birine kesbinden
fazla verilmesi gibi sırf vehbî olan husûsât, müstakillen meşiyyet-i ilâhiye
eseri olan bir mevhibedir ki bunda kimsenin sun u ve hakk-ı müdâhalesi
yoktur. Bunun için gerek erkek ve gerek dişiye yaraşan diğerinin1 nasîbini
temenni etmek değil, Allah’ın kendisine bahşettiği kābiliyet ü isti dâd
ile mütenâsib olarak çalışmak ve Allah’tan istemektir. Binâen aleyh
çalışınız {إﱁ...اﻪﻠﻟ َ ِﻣ ْﻦ ﻓَ ْﻀﻠِ ۪ﻪ
ّٰ }و ْﺳٔـَﻠُﻮﺍ
َ ve Allah’tan, Allah’ın fazl u ihsânından
2
isteyiniz de3 herkesin elindeki şeyleri temenni etmeyiniz. Allah her şeye
alîmdir, herkesin istihkākını bilir ve tafdîlini an ilmin yapar. A Demek ki
nehyin asıl hedefi hasedden, atâletten, ahkâm-ı ilâhiyeye ve mukadderâta
itirazdan men ve fazl u fazîletin ve medhal-i kerîmin hased ü temenni ile
değil, amel ile talep edilmesi lâzım geldiğini ihtardır.
Bu âyetin nüzûlü miras âyetleri dolayısıyla kadınlar [1347] tarafından
izhar edilen bazı temenniyât ile alâkadardır. Ezcümle ezvâc-ı Resûlullah’dan
Ümmü Seleme hazretlerinin “yâ Resûlallah! Erkekler gazâ ediyorlar, biz
etmiyoruz ve bizim mirastan hakkımız nısf oluyor. N’olurdu biz de
erkek olsa idik” diye bir temennide bulunduğu ve bu âyetin nâzil olduğu
rivayet edilmiştir.4 Bunun için bâlâda ِ ْ َاﻻ ُ ْﻧﺜَﻴ ّ ِ [ ﻟِﻠﺬَّכَﺮِ ِﻣ ْﺜ ُﻞ َﺣen-Nisâ
ْ ﻆ
4/11] düstûrunun hikmetlerine müte allik olmak üzere fıtrî ve hukūkī ve
iktisâdî nokta-i nazarlarla zikredilmiş olan îzâhâtın me’hazlarını burada
ve bundan sonraki bir iki âyette bir esâs-ı ahlâkīnin telkīni ve erkek-kadın
münâfesesinin ıslâh u izâlesi ve aile hayatının takviye ve tanzîmi siyâkında
tamamen gösterilmiş buluyoruz ki tafdil ve tefâdul mevâhib-i fıtriyeye,
iktisab ve nasîb-i iktisab kıymet-i ameliye ve iktisâdiyeye, gelecek olan
َوﺑِﻤَٓﺎ اَ ْﻧﻔَ ُﻘﻮﺍmu âdele-i infâka işaret etmiştir. Şimdi mirasın kesbî olmayıp
mahza fazl u ihsân-ı ilâhî olduğunu ve bundan da gerek erkek gerek dişi
her birine kesb gibi derecelerine göre bir hisse verilmiş bulunduğunu
1 M ve B: “diğerlerinin”.
2 H ve F +“ve”.
3 H ve F -“de”.
4 Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 322; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 5:
ِِ ا »و: اث؟« َ ل اِ ِ ْ و َ َא ِ ُ ا، و َ َ ْ و،אل ِ
כ ا א
ْ ُ َ ْ َ ُ ّٰ َ َّ َ َ ْ َّ َ َ َ َ َ ُ ّٰ َ َ ْ َ َ ْ َ ُ َ ُ َ ِّ َ ْ ُ و ا، ّٰ » َא َر ُ َل ا: َ َ َ َ َ א َ ْ أُ ُّم
(٣٢/٤ َ ْ ٍ « )ا אء ََ
Hak Dini Kur’an Dili 329
kısasta şehadet, vücûb-i cihad, vücûb-i cuma, ezan, hutbe, itikaf, asabelik,
katl-i hatâ ve kasâmede tahammül-i diyet, talâk u ric atte istiklâl gibi
birtakım hasâis ve hukūk u vezâif ile temayüzleri de bu cümledendir.
ِ ٓاﻟﻨﺴ
ﺎء ِ
َ ّ َ ﻮن َﻋ َ ﺍﻣُ َّ ﻗَﻮOlarak ailede hakk-ı riyâseti hâiz olmalarının bir sebebi
bu tefâzul-i fıtrî, biri de {}وﺑِﻤَٓﺎ اَ ْﻧﻔَ ُﻘﻮﺍ ِﻣ ْﻦ اَ ْﻣﻮَﺍﻟِﻬِ ْﻢ
َ erkeklerin mallarından bir
kısmını mehir ve nafakaya sarf etmeleri kaziyyesidir. A Ki kesbî olan bu
sebep de [1350] evvelkine merbuttur. Ve kadınların mirastan nasipleri
yarım olması bilhassa bu sebeple alâkadardır. Ve bunda kadınların
menfaati, irste müsâvî olmalarından çok ziyadedir. Şu hâlde zevcesinin
hakkını edâ etmeyen, kadın malına göz diken ve vazîfe-i infakı yapmayan
ve ailesinin ırz u namusunu muhafaza etmeyen erkekler ricâlden ma dud
değillerdir. Şüphesiz ki bu vazifelerini yapan ricâlin de kadınlar üzerinde
kavvâm olmaları ve onlardan itaat ü sadakat beklemeleri bir hakk-ı
meşrû larıdır. Binâen aleyh {ﺎت ِ ِ
ٌ َﺎت ﻗَﺎﻧﺘ
ُ ﺎﻟﺼﺎﻟ َﺤ َّ َ }ﻓsâliha olan kadınlar da
1
Allah’a itaat ederler. Kocalarına karşı divan durup haklarına riayet ederler
{ﺐِ َﺎت ﻟ ِ ْﻠﻐَ ْﻴ ِ
ٌ }ﺣﺎﻓﻈ َ kocalarının gıyâbında nefis ve mâl ü namus ve haysiyet ve
esrâr-ı aile gibi muhafazası lâzım gelen husûsâtı {ُاﻪﻠﻟ َ }ﺑ ِ َﻤﺎ َﺣ ِﻔhıfz-ı ilâhîye
ّٰ ﻆ
istinâden muhafaza ederler. Zira Allah bunun muhafazasını emretmiştir.
A Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz’den mervîdir ki: “Nisânın2 hayırlısı
o kadındır3 ki baktığın zaman seni mesrur eder, emredersen itaat eyler,
gıyâbında bulunduğun zaman da seni malında ve nefsinde hıfz eder”
buyurmuş ve bu âyeti okumuştur.4 Bu âyetin de bâlâda beyan olunan
Ümmü Seleme hazretlerinin sözü üzerine nüzûlü söylenmiş ise de bunun
asıl sebeb-i nüzûlü şu veçhile rivayet olunuyor: Nükabâ-i Ensardan Sa d
b. Rebî e5 karşı zevcesi Habîbe binti Zeyd b. Ebî6 Züheyr ve bir rivayete
göre Habîbe binti Muhammed b. Seleme nüşuz göstermiş, o da bir tokat
1 B: “olanlar”.
2 H: “İnsanın”.
3 B: “kadınlardır”.
4 Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, Müsned, thk. Muhammed b. Abdülmuhsin et-Türkî, Kahire: Dâru Hecer,
1419/1999, IV, 87; Taberî, Câmiu’l-beyân, VIII, 295. Krş. İbn Mâce, Nikâh, 5; Ebû Dâvûd, Zekât, 32:
ِ ِ » َ ا: َّ َ َאل ر ُل ا ّٰ ِ َّ ا ّٰ َ ِ و
ِ و ِإ َذا ِ َ ْ א ِ َ َכ، و ِإ َذا أَ َ א أَ َא َכ،אء ا َّ ِ ِإ َذا َ َ َت ِإ َ א ْ َכ
ْ َ َ َ ْ َ َْ َ َْ َ َّ َ َ ْ ْ َّ ُْ َ َ َ ْ َ ُ َ ُ َ
ِ ِ אل َ ا َن َ ا
. ِ َ ْ אء« ِإ َ آ ِ ِ ا ِِ ِ ِ
َّ َ ُ َّ ُ َ ِّ َو َ َ َ ه ا ْ َ َ »ا:َ ْ َ א َو َ א َ א« َ َאل
5 M: “Rebiaya”.
6 M ve B -“Ebî”.
332 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 Burada kadın dövülür mü diye bir hâtıra vârid olabilir. Evet dövülmez, fakat bu ifadede kadın demek
nâşize, âsiye karı demek olmadığı da unutulmamak lâzım gelir. Sırasına göre insanca olmak üzere birkaç
tokat, hiss-i isyan ile sukūta doğru giden hırçın bir karıya kadınlık şeref ü terbiyesini bahşetmek için
güzel bir ders olabilir. Şair Ziya Paşa merhum:
Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdîr
Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötektir
demiştir. Zamanımızda Kur’ân’ın işbu ﻮﻫ َّﻦ ُ ُﺍﺿﺮِﺑ
ْ َوemrini sû’-i tefsir ederek dillerine dolamak isteyen bazı
Avrupalılar görüyoruz. Fakat ne garip bir tesadüftür ki biz bu âyetin tefsîriyle meşgul olduğumuz sırada
bir Fransız mahkemesinin kocası tarafından dövülmüş olan bir Fransız karısının ikāme ettiği davaya
karşı “hırçınlık edip kocasını tehevvüre getiren bir kadının yediği dayaktan dolayı talâk davası ikāmesi-
ne hakkı olmadığına” hükmettiğini gazeteler ilan ediyordu*. Hâmiş [Müellifin notu].
* B: “ediyorlardı”.
2 İbn Mâce, Zühd, 30.
3 B -“Şayet bunlar arasında bir şikāk vukū undan korkar”.
334 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “yapabilecekler mi?”.
2 B -“ihtilâf yoktur. Ancak zevc tefrîke salâhiyet vermediği takdirde”.
3 H: “mahkemenin”; F: “mahkemenin”.
4 B -“intihabına”.
5 B: “re’se”.
Hak Dini Kur’an Dili 335
yahut mutlaka dayfa ihsan. Onuncusu, {ﺖ اَ ْﻳ َﻤﺎﻧُﻜُ ْﻢ ْ َ}و َﻣﺎ َﻣﻠَﻜ
َ köle ve cariye
gibi8 el altında bulunanlara ihsan. {ﻮرﺍً ﺎﻻ ﻓَ ُﺨ ً َﺎن ُﻣ ْﺨﺘ
َ َﺐ َﻣ ْﻦ ﻛ ِ ّٰ }اِ َّن
ُّ اﻪﻠﻟ َ َﻻ ﻳُﺤ
“Muhtâl” mütekebbir, “fehûr” övünen, tefâhur eden demektir
ki Allah bunları sevmez, hele o bahil mütekebbirler9 ki {ﻮن َ }اَﻟ َّ ۪ﺬ
َ ُ ﻳﻦ ﻳ َ ْﺒ َﺨﻠ
hem kendileri bahillik ederler hem de nâsa buhl emrederler. A Bazı
Yahudîlerin Ensâra karşı “mallarınızı infak etmeyiniz, korkuyoruz ki fakir
düşeceksiniz” diye nasihat etmeye kalkışmaları bu âyetin nüzûlüne sebep
olmuştur.10 {اﻪﻠﻟ ِﻣ ْﻦ ﻓَ ْﻀﻠِ ۪ﻪ
ُّٰ ﻴﻬ ُﻢ
ُ ﻮن َﻣٓﺎ ٰا ٰﺗ
َ }و َ ْﻜ ُﺘ ُﻤ َ Bir de Allah’ın mahz-ı fazlından
kendilerine vermiş olduğu malı ve ilmi ketm eylerler {}و َ hele o mürâî
ِ َّ ﻮن اَ ْﻣ َﻮﺍﻟ َُﻬ ْﻢ رِﺋَٓﺎءَ اﻟﻨ ِ
mütefâhirler ki { اﱁ...ﺎس َ }اﻟ َّ ۪ﺬ
َ ﻳﻦ ﻳُ ْﻨﻔ ُﻘ
1 M: “Birisinin”.
2 M (ilk baskı): “ehli kitabdan müşrik”; H ve F: “ehl-i kitabdan müşrik olan”.
3 Mâtürîdî, III, 173; Semerkandî, I, 301; Ebû Nuaym, Hilye, V, 207:
ِ َّ َ و אر، ِ אر َ ٌّ وا: َ َ َ »ا ِ ا ُن:ر ل ا ّٰ َّ ا ّٰ َ ِ و َّ أ אل
: َو َ אر َ ُ َ َ َ ُ ُ ُ ٍق،אن روي
َ ُ َ َ َ َ ُ ٌ َ َ َ َ َ َ ُ َ
ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ
َ ُ َ َوا ي، ِ و َ ا ِ َ ار، َ ا ْ َ م: َوا َّ ى َ ُ َ َّ אن، ِ َو َ ا ِ َ ار، َو َ ا ْ َ م، َ َ ا َ َ ا: َ َ َ ُ ُ ق َُ َ אا ي
.« ً َّ ا ِ َ ارِ َ א ِ
َ َ ُ ْ َوا
4 H ve F: “refîke”.
5 B: “hasenede”.
6 H ve F: “olabilir”; B -“Bu mefhum zevc ve zevceye dahi şâmil olur”.
7 H ve F: “müsafir”.
8 M -“gibi”.
9 B: “mütekebbirleri”.
10 Taberî, Câmiu’l-beyân, VIII, 353:
،و و َ ْ ّي، أ א وא، وأ א،ف ا ُ כ ، כאن َכ َدم ز:אس אل ا
ْ
ّٰ أ אب ر ل ا- ن ، وכא ا א- ،אر ا ن ر א،ا א ت ز ور א، أ
َُّ
و
رون כ، אر ا ا و،ذ א א כ ا א، اأ اכ : ن ، و ّٰ ا
א ا، ا ة: أي،« ّٰ و כ ن א آ א ا ن و ون ا אس א »ا: ّٰ ل ا !א כ ن
«ً א ّٰ »وכאن ا: ا ًא ًא« إ »وأ א כא و ّٰ ا א אء
Hak Dini Kur’an Dili 337
hitâbı gibi işhâd olunan şâhid mânasına geldiği ve her ümmetten şâhid
de [1356] o ümmetin peygamberi olduğu müfessirîn tarafından beyan
olunmuştur. Yani bilir misin her ümmetten bir şâhid getirdiğimiz,
yâ Muhammed, seni de o şâhidler üzerine şâhid getirdiğimiz vakit
o kıyamet günü o kâfirlerin hâli ne olacak? İşte cevabı: {ﻳﻦ َ ﻳ َ ْﻮ َﻣ ِﺌ ٍﺬ ﻳ َ َﻮدُّ اﻟ َّ۪ﺬ
ﻮل
َ }ﻛَ َﻔ ُﺮوﺍ َو َﻋ َﺼ ُﻮﺍ اﻟﺮَّ ُﺳO2 küfredip Peygamber’e isyan eden kâfirler o gün
{ض ْ }ﻟ َْﻮ ُ َ ّٰﻮى ِ ِ ُﻢkeşke yere geçmişler, üzerleri düzlenmiş, kendilerinden
ُ اﻻ َْر
hiçbir eser kalmamış olsa idi diye arzu edecekler {ﻳﺜﺎ ً اﻪﻠﻟ َ َﺣ ۪ﺪ َ }و َﻻ ﻳ َ ْﻜ ُﺘ ُﻤ
ّٰ ﻮن َ ve
Allah’a hiçbir sözü ketm edemeyecekler. A Çünkü Sûre-i Yâsin’de geleceği
üzere ağızları mühürlenecek, elleri ayakları söyleyecektir. İbn Mesud
hazretlerinden şöyle rivayet olunmuştur ki: “Bir gün Hazret-i Peygamber
sallallâhu aleyhi ve sellem ‘bana bir Kur’an oku’ diye emretti, ben de
‘yâ Resûlallah, bana Kur’an’ı tâlim eden sensin’ dedim, ‘başkasından
dinlemeyi severim’ buyurdu, binâen aleyh Sûre-i Nisâ’dan başladım,
vaktâ ki işbu ﻒ اِذَا ِﺟ ْﺌﻨَﺎ
َ ﻓَﻜَ ْﻴâyetine geldim, Resûlullah ağladı, ben de
kıraati kestim” demiştir.3
Bu noktada tahâret-i bâtına ve zâhire ile اﻪﻠﻟ
ّٰ اﻋ ُﺒ ُﺪوﺍ
ْ emrine bir inkişaf
verilmek ve imandan sonra ibadetin akdemi namaz ve namazın ilk şartı
da necasetten ve hadesten taharet olduğu ve tahâret-i kübrâ olan guslün
de nikâh ve aile ahkâmı ile alâkası4 pek ziyade bulunduğu, bunların icrâsı
ise evvelemirde muhâfaza-i akl ü şuur ile olacağı tefhim kılınmak üzere
buyuruluyor ki:
1 B -“o”.
2 H: “Ey o bütün iman edenler! Sarhoş iken namaza yaklaşmayın, söylediğinizi bilinceye kadar; cünüb
iken de -yoldan geçmeniz başka- gusül edinceye kadar, ve eğer hasta veya seferde bulunursanız veya
biriniz hâcet yerinden gelir veya kadınlara dokunursanız suya güç yetiremezseniz o zaman temiz bir
toprağa teyemmüm edin: Niyetle yüzünüze ve ellerinize mesh eyleyin, cidden Allah affı çok bir gafûr
bulunuyor (43)”.
3 Taberî, Câmiu’l-beyân, VIII, 376:
כ ا، و ّٰ ا א ا أ אب ا،ف َ א ً א و ا ًא ا أن: ّٰ ا
ً
ون َ א أَ ْ ُ َوأَ َא َ א ِ ٌ َ א ِ א َ
َ ُ َ ُْْ َأو ،ون א
َُُْ َ ُْ َ أ ون ِ כא ْ ا א َ أ א ْ ُ » :أ ،ب ا א ا ّ ،ا َِ ا و
ُ ُ َ ُّ َ ًّ
«ن ا א כאرى ة وأ اا »: ها ل ا ّٰ אرك و א،« َ ْ ُ َ ُכ ِد ِ ُכ َو ِ ِد
َ ْ ْ ْ َ
Hak Dini Kur’an Dili 339
1 M: “cünüüb”.
2 M: “cünbüün”.
3 B: “bile”.
340 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ۜ اﻟﺴﺒ۪ ﻴ َﻞ ِ
َّ ون اَ ْن ﺗَﻀﻠ ُّﻮﺍ
َ ﻀ َﻼﻟَﺔ َ َو ُ ۪ﺮ ُﺪ
َّ ون اﻟ ِ َﻴﺒﺎ ِﻣ َﻦ ا ْﻟ ِﻜﺘ
َ ﺎب ﻳ َ ْﺸﺘَ ُﺮ ً ﻳﻦ ُاو۫ﺗُﻮﺍ ﻧ َ ۪ﺼ
ِ
َ اَﻟ َْﻢ ﺗ َ َﺮ اﻟ َﻰ اﻟ َّ۪ﺬ
ِ ِ ّٰ ِ ﻴﺎ وﻛَ ٰﻔﻰ ﺑ ِ ِ ّٰ ِ ﺍﻪﻠﻟ اَﻋﻠَﻢ ﺑِﺎ َﻋ َﺪٓاﺋِﻜُﻢ ۜ وﻛَ ٰﻔﻰ ﺑ
َ ﴾ ﻣ َﻦ اﻟ َّ۪ﺬ٤٥﴿ ﻴﺮﺍ
ﻳﻦ َﻫﺎدُوﺍ ً ﺎﻪﻠﻟ ﻧ َ ۪ﺼ َ ۗ ًّ ﺎﻪﻠﻟ َوﻟ َ ْ ْ ُ ْ ُ ّٰ ﴾ َو٤٤﴿
ِ ﻮن ﺳ ِﻤﻌﻨَﺎ َو َﻋﺼﻴﻨَﺎ َوﺍﺳ َﻤﻊ ﻏَﻴ َﺮ ﻣﺴ َﻤ ٍﻊ َو َر ِ ِ ِ
َﻴﺎ
ًّ ﺍﻋﻨَﺎ ﻟ ْ ُ ْ ْ ْ ْ َ ْ َ َ ُﻮن ا ْﻟﻜَﻠ َﻢ َﻋ ْﻦ َﻣ َﻮﺍﺿﻌ ۪ﻪ َو َ ُﻘﻮﻟ َ ﻳُ َﺤ ّﺮِ ُﻓ
ِ ِ ﺑِﺎ َ ْﻟ ِﺴﻨَ ِﺘﻬِﻢ وﻃ َﻌ
ﺮﺍً ﺎن َﺧ ْﻴ
َ َﺍﻧﻈ ُ ْﺮﻧَﺎ ﻟَﻜ
ْ ﺍﺳ َﻤ ْﻊ َو ّ ۪ ﻨﺎ ﻓﻲ
ْ اﻟﺪﻳ ِ ۜﻦ َوﻟ َْﻮ اَﻧ َّ ُﻬ ْﻢ ﻗَﺎﻟُﻮﺍ َﺳﻤ ْﻌﻨَﺎ َوﺍَﻃ َْﻌﻨَﺎ َو ً ْ َ ْ
ِ َ ﻜ ْﻔﺮِﻫِﻢ ﻓَ َﻼ ﻳ ْﺆ ِﻣﻨ ّٰ ﻟ َُﻬ ْﻢ َوﺍ َ ْﻗ َﻮمَ ۙ َو ٰﻟ ِﻜ ْﻦ ﻟ َﻌَﻨَ ُﻬ ُﻢ
﴾٤٦﴿ ﻴﻼ ً ﻮن ا َّﻻ ﻗَ ۪ﻠُ ُ ْ ُ ِ اﻪﻠﻟُ ﺑ
1 M: “temizlenmez”.
2 M ve B: “bulamayınca”.
342 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 M: “dinlenilmesi”; B: “dinlenmeyesi”.
2 H: “Bakmaz mısın şu kendilerine kitabdan bir nasip verilmiş olanlara? Sapkınlığı satın alıyorlar da
istiyorlar ki siz de yolu sapıtasınız (44). Allah düşmanlarınızı daha çok biliyor, velî de Allah yeter, nasîr
de Allah yeter (45). Yahudî olanlardan ki kelimeleri mevzi lerinden tahrif ediyorlar, ve dillerini eğerek
ِ َ رdiyorlar. Böyle diyeceklerine ‘işittik
ve dine dokunarak ‘dinledik isyan ettik’, ‘dinle dinlenilmeyesi’, ﺍﻋﻨَﺎ
itaat ettik’, ‘dinle ve bizi gözet’ deselerdi elbette haklarında daha hayırlı ve daha dürüst olurdu. Ve lâkin
küfürleri yüzünden Allah kendilerini lânetlemiştir de imana gelmezler, meğer ki pek az (45)”.
3 B: “ adem-i te’vîl”.
Hak Dini Kur’an Dili 343
1 B -“Nitekim”.
2 Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, X, 93:
»ر ْ َ ٍ « َ ْ َ ْ ِ ِ ِ ِ ا َّ ْ َر ِاة ِ ِ ٍ
َ َ ْ أ َّ ُ ْ َכא ُ ا ُ َ ّ ُ َن ا َّ ْ َ ِ َ ْ آ َ َ ْ َ َ ْ ِ ِ ُ ا: أ َ ُ َ א:ُو ُ ٌه
ِ َ َ ِ ِ ِ َכ ِ ِ ا
ْ َّ َّ ْ
ِ
ِ ْ َ ِ אب כِ ا ن כ ِ ِ : א ه ِ و « »ا ِ ِ ِ « »ا ِ ِ و ، א כ ِ
ْ َ ْ َ ُ
ُ َْ َ َّ ٌ َْ َ َ َ َ ُ ُ َ
ْ ُُ َ َ ُ َ َ َ َّ َ ْ ُ ْ َ َ َّ ُ ْ ِ ْ َ ْ
َ َ َ ُ َ َ «
َ ٌ ِ َ »آد ُمَ ْ ِ ْ َِ
ِ ِ ِ
ِאد ُ و َو َכ َ א َ َ َ ا َّ َ ا ُ ِ ا ْ َ ْ ُ ر ِ ِ آ אب ا يِ ِ ِ ِ ِ
ِ َ َכ َ ُ ْ כ ُ َ َ ا ا ْ כ: َ ( َ ِْن٧٩/٢ ُ َ ُ ُ َن َ َ ا ْ ْ ا ّٰ )ا ْ َ َ ة ِ ِ ِ ِ ِ
ْ ُ ُ َ ْ َ َ َ َّ ْ َ َّ
أَ َّن: ِ َوا َّא، ِ ِ ْ َّ אب َכא ُ ا ِ َ א َ ِ ا ْ ِ َّ ِ َ َ َ ُروا َ َ َ َ ا ا ِ َ َوا ْ ُ َ َ ُאء ِא ْ ِכ، َ ِ ِ َ ا ْ َ ْ ُم َכא ُ ا:אل ُ َ ُ ُ َّ َ َ ِ ا َّ ْ ِق َوا ْ َ ْ ِب؟ ُ ْ َא
َכ َ א، ِ ِ ْ َّ َو َ ُف ا َّ ْ ِ َ ْ َ ْ َ ُאه ا ْ َ ِّ ِإ َ َ ْ ً َא ِ ٍ ِ ُ ُ ِه ا ْ ِ ِ ا، َوا َّ ْ ِو َ ِت ا ْ َ א ِ َ ِة، ِ َ ِ ِإ ْ َ ُאء ا ُّ ِ ا ْ א: ِ ِ ْ َّ ا ْ ُ َاد ِא
َّ َ ْ َ َ َ
ِ َ ّٰ أَ َّ َכא ُ ا ْ ُ ُ َن َ ا ِ ِ َّ ا: ُ ِ ا َّא. َ ْ و َ َ ا ا، ِ ِ ِ אت ا ْ َ א ِ َ ِ ِ َ ا ِ ْ ْ ُ أَ ْ ُ ا ْ ِ ْ ِ ِ َز א ِ َא َ َ ا ِא
ْ َ َ ّ َّ َ َ ُْ ُّ َ َُ َ ْ َ ُ َ َ َ ُ َ َ
. ُ َ َ َ ِ َذا َ ُ ا ِ ْ ِ ْ ِ ِه َ ُ ا َכ، ِ ِ َو َ َّ َو َ ْ َ ُ َ ُ َ ْ أَ ْ ٍ َ ْ ِ ُ ِ ْ ُ ُ وا
َّ َ َ ْ ُ ُ َ
3 B: “taraftan”.
344 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ِ ِ ِ
ً ﺎب ٰاﻣ ُﻨﻮﺍ ﺑ ِ َﻤﺎ ﻧَﺰَّ ْﻟﻨَﺎ ُﻣ َﺼ ِّﺪ ًﻗﺎ ﻟ َﻤﺎ َﻣﻌَﻜُ ْﻢ ﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒ ِﻞ اَ ْن ﻧ َ ْﻄ ِﻤ َﺲ ُو ُﺟ
ﻮﻫﺎ ﻓَﻨَ ُﺮد َّ َﻫﺎ ِ َ ﻳَٓﺎ اَﻳُّﻬَﺎ اﻟ َّ ۪ﺬ
َ َﻳﻦ اُو۫ﺗُﻮﺍ ا ْﻟﻜﺘ
ّٰ ﴾ اِ َّن٤٧﴿ ﻮﻻ
اﻪﻠﻟ َ َﻻ ﻳ َ ْﻐ ِﻔ ُﺮ ً اﻪﻠﻟِ َﻣ ْﻔ ُﻌ
ّٰ ﺎن اَ ْﻣ ُﺮ
َ َﺖ َوﻛِ
ۜ اﻟﺴ ْﺒ
َّ ﺎب ِ ٓ
َ َﻋ ٰﻠﻰ اَ ْدﺑَﺎر َﻫٓﺎ اَ ْو ﻧ َ ْﻠﻌَﻨَ ُﻬ ْﻢ ﻛَ َﻤﺎ ﻟ َﻌَﻨَّٓﺎ اَ ْﺻ َﺤ
ِ ِ ّٰ ِ ﻚ ﻟِﻤﻦ ﻳ َﺸٓﺎء ۚ وﻣﻦ ﻳ ْﺸﺮِ ْك ﺑِ َ اَن ﻳ ْﺸﺮ َك ﺑ ِ ۪ﻪ و ﻐ ِﻔﺮ ﻣﺎ د
ً ﺎﻪﻠﻟ ﻓَﻘَ ِﺪ ا ْﻓﺘَ ٰﺮٓى ا ْﺛ
ً ﻤﺎ َﻋ ۪ﻈ
﴾٤٨﴿ ﻴﻤﺎ ُ ْ َ َ ُ َ ْ َ َ ون ٰذﻟ ُ َ ُ َْ َ َ ُ ْ
Meâl-i Şerîfi
Ey o kendilerine kitab verilenler! Gelin o beraberinizdekini tasdikle-
mek üzere indirdiğimiz bu kitâba iman edin Biz birtakım yüzleri silip
de enselerine çevirmezden veya onları ashâb-ı sebti lânetlediğimiz gibi
lânetlemezden evvel, yoksa [1365] Allah’ın emri fiile çıkarılagelmiştir
(47). Doğrusu Allah kendine şirk koşulmasını mağfiret etmez, ondan
berisini dilediğine mağfiret buyurur. Kim de Allah’a şirk koşarsa pek
büyük bir cinayet iftira etmiş olduğunda şüphe yoktur (48).2
1 M: “bunlar”.
2 H: “Ey o kendilerine kitab verilenler! Gelin birtakım yüzleri silip enselerine çevirmezden veya onları
ashâb-ı sebti lânetlediğimiz gibi lânetlemezden evvel iman edin bu indirdiğimize, beraberinizdekinin
yegâne tasdikleyicisi olmak üzere. Yoksa Allah’ın emri fiile çıkarılagelmiştir (47). Doğrusu Allah kendi-
ne şerîk koşulmayı mağfiret etmez, bundan mâ adâsını dilediğine mağfiret buyurur. Her kim de Allah’a
şirk koşarsa artık şüphe yok ki azîm bir cinayet iftira etmiştir (48)”.
Hak Dini Kur’an Dili 345
ِ
ﻒ ً ﻮن ﻓَ ۪ﺘ
َ ﴾ اُ ْﻧﻈ ُ ْﺮ ﻛَ ْﻴ٤٩﴿ ﻴﻼ ُ ٓاﻪﻠﻟُ ﻳُ َﺰ ۪ﻛ ّﻲ َﻣ ْﻦ ﻳ َ َﺸ
َ ﺎء َو َﻻ ﻳُ ْﻈﻠ َ ُﻤ ّٰ ُّﻮن اَ ْﻧ ُﻔ َﺴ ُﻬ ْﻢ ۜ ﺑ َ ِﻞ َ اَﻟ َْﻢ ﺗ َ َﺮ اﻟ َﻰ اﻟ َّ۪ﺬ
َ ﻳﻦ ﻳُ َﺰﻛ
ِ ِ ّٰ ون ﻋﻠَﻰ
۟ ً ۪ﻤﺎ ُﻣﺒ
﴾٥٠﴿ ﻴﻨﺎ ۜ َ اﻪﻠﻟ ا ْﻟﻜَ ِﺬ
ً ب َوﻛَ ٰﻔﻰ ﺑ ِ ۪ﻪ ٓ ا ْﺛ َ َ ﻳ َ ْﻔﺘَ ُﺮ
Meâl-i Şerîfi
Bakmaz mısın şu nefislerini tezkiye edip duranlara! Hayır, yalnız Al-
lah dilediğini tezkiye eder (temize çıkarır) onlar da kıl kadar zulmedil-
mezler (49). Bak Allah’a karşı nasıl yalan uyduruyorlar, açık günah da
bu yeter (50).1
1 H: “Baksana şu kendilerini temize çıkaranlara! Doğrusu yalnız Allah’tır ki dilediğini temize çıkarır,
bununla beraber kıl kadar zulüm de edilmezler (49). Bak Allah’a karşı nasıl yalan uyduruyorlar, açık
günah da bu kadar olur (50)”.
2 B: “diye sormuş”.
3 B +“da”.
4 Taberî, Câmiu’l-beyân, VIII, 467-470. Krş. et-Tefsîr min Süneni Saîd b. Mansûr, dirâse ve thk. Sa d b.
Abdullah b. Abdülaziz Âlu Humeyd, Riyâd: Dâru’s-Sumey î, 1417/1997, IV, 1280-1281:
وأ، و ّٰ ا ا א א، כ אر כ إ ا فا ا أن כ: כ
أن כ ن ا כ ا כ ! ن أردت أن و،כ אب א و، إ כ أ כ אب: א ا. إ א כ א: و אل،أن وه
ً
Hak Dini Kur’an Dili 347
ً ﻜﺎ َﻋ ۪ﻈ
ﻴﻤﺎ ً ﺎﻫ ْﻢ ُﻣ ْﻠ ِ ِ َ اﻪﻠﻟ ِﻣﻦ ﻓَ ْﻀﻠِ ۪ﻪۚ ﻓَ َﻘ ْﺪ ٰاﺗَﻴﻨَ ٓﺎ ٰا َل اِﺑ ٰﺮ ۪ﻫ
ُ َﺎب َوﺍ ْﻟﺤ ْﻜ َﻤﺔ َ َوﺍٰﺗ َ ْﻴﻨ
َ َﻴﻢ ا ْﻟﻜﺘ ْ ْ ْ ُ ّٰ ﻴﻬ ُﻢ
ُ َﻋﻠٰﻰ َﻣٓﺎ ٰا ٰﺗ
ِ ِ۪ ِ
ً ﺻﺪَّ َﻋ ْﻨ ُﻪ ۜ َوﻛَ ٰﻔﻰ ﺑ ِ َﺠﻬَﻨ َّ َﻢ َﺳ ۪ﻌ
﴾٥٥﴿ ﻴﺮﺍ َ ﴾ ﻓَﻤ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َﻣ ْﻦ ٰا َﻣ َﻦ ﺑﻪ َوﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َﻣ ْﻦ٥٤﴿
Meâl-i Şerîfi
Bakmaz mısın şu kendilerine okuyup yazmaktan biraz [1368] nasip
verilmiş olanlara? Cibt ü tâğūta inanıyorlar da Allah’ı tanımayanlara
“bunlar mü’minlerden yolca daha doğru” diyorlar (51). Onlar Allah’ın
lânetlediği kimseler, her kimi de Allah lânetlerse artık onu bir kurtara-
cak bulamazsın (52). Yoksa onlara mülkten bir1 hisse mi var? Öyle olsa
nâsa bir çekirdek bile vermezler (53). Yoksa o nâsa Allah’ın fazlından
verdiği nimeti çekemiyorlar da hased mi ediyorlar? Evet, Biz Âl-i İbrâ-
him’e kitab ve hikmet verdik hem de azîm bir mülk verdik (54). Onun
için onlardan kimi ona iman etmekte, kimi de ondan menʿ eylemekte,
ona da cehennem alevi elvermektedir (55).2
ا و،ا כ אء ؟ ى أم أ :א ا . .א وآ ا א،ج כ
!وأ ى أ:ه؟ אل و ج، ر و، و ف اا، و يا، ا و،ا אء
« آ ا ءأ ى ا כ وا ن وا א ت و ن א א ا כ אب أو ا إ ا »أ:
ً
أ و م أ ا، أ : و אن و اب َ َّ ا ا כאن ا:אس אل ا
،אر و ذة א و ح وأ- ذة و، א وو ْ َ ح
َ ،אر وأ، أ ا ا وا، را
أد כ: א،א כ ا َول ا אر د وأ ءأ :א ا ا א- ا وכאن אئ، وائ
أو ا إ ا »أ: ّٰ ! ل ا ا و وأ أ ى، د د כ: א ا، ؟ أم د
«ً א ًכא »وآ א: وا א ت« إ ن א א ا כ אب
ً
1 B +“bir”.
2 H: “Baksana şu kendilerine okuyup yazmaktan biraz nasip verilmiş olanlara? Cibt ü tâğūta inanıyorlar
da Allah’ı tanımayanlar için ‘bunlar mü’minlerden daha doğru yolca’ diyorlar (51). Bunlar Allah’ın
lânetlediği kimseler, her kimi de Allah lânetlerse artık onu bir kurtaracak bulamazsın (52). Ya onların
mülkten bir hissesi mi var? O takdirde insanlara bir çekirdek bile vermezlerdi (53). Yoksa o insanlara
Allah’ın fazlından verdiği nimeti çekemiyorlar da hased mi ediyorlar? Fi’l-vâki Biz Âl-i İbrâhim’e kitab
ve hikmet verdik, verdik de onlara bir mülk-i azîm (54). İçlerinden kimi iman etti ona, kimi men e
kalktı, yetti buna da çılgın cehennem (55)”.
348 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ِ
ﻮدا ﻏَ ْﻴ َﺮ َﻫﺎ
ً ُ ﺎﻫ ْﻢ ُﺟﻠ ْ ﺎرﺍۜ ُﻛﻠ ََّﻤﺎ ﻧ َ ِﻀ َﺠ
ُ َﺖ ُﺟﻠُﻮدُ ُﻫ ْﻢ ﺑَﺪَّ ْﻟﻨ َ ﻳﻦ ﻛَ َﻔ ُﺮوﺍ ﺑِﺎٰﻳَﺎﺗِﻨَﺎ َﺳ ْﻮ
ً َ ف ﻧُ ْﺼ ۪ﻠﻴﻬِ ْﻢ ﻧ َ ا َّن اﻟ َّ۪ﺬ
ً ۪ﻳﺰا َﺣ ۪ﻜ
﴾٥٦﴿ ﻴﻤﺎ ً ﺎن َﻋﺰ ّٰ اب اِ َّن
َ َاﻪﻠﻟ َ ﻛ
ِ
ۜ َ ﻟﻴَ ُﺬوﻗُﻮﺍ ا ْﻟﻌَ َﺬ
Meâl-i Şerîfi
Şüphesiz âyetlerimizi tanımayan kâfirler, muhakkak ki Biz [1369] on-
ları yarın bir ateşe yaslayacağız, derileri piştikçe azâbı duysunlar diye
kendilerine tebdîlen başka deriler vereceğiz; çünkü Allah izzetine nihâ-
yet olmayan bir hakîm bulunuyor (56).3
Meâl-i Şerîfi
İman edip sâlih sâlih işler yapan mü’minlere gelince bunları altından
ırmaklar akar cennetlere koyacağız, içlerinde ebedî kalmak üzere onlar.
3 H: “kullanılabilir”.
2 B: “kitabdan”.
3 H: “Her hâlde âyâtımızı tanımayan kimseleri Biz öyle bir ateşe yaslayacağız ki derileri piştikçe kendile-
rine tecdîden başka deriler vereceğiz, duysunlar diye azâbı. Çünkü Allah izzetine nihâyet olmayan bir
hakîm bulunuyor (56)”.
Hak Dini Kur’an Dili 349
Kendilerine orada temiz, gayet temiz zevceler var. Hem1 onları sâye-
bân edecek bir sâyeye koyacağız (57).2
ِ
ً }ﻇ ًّﻼ ﻇ َ ۪ﻠGölgeli gölge, koyu gölge, sâye-i hümâvâye ki ni met-i
{ﻴﻼ
tâmme-i dâimeye işarettir. Zira erbâb-ı refah sûret-i umûmiyede dilnişîn
gölgelerde yaşarlar. Nitekim lisânımızda da “sâyedâr olmak”, “sâyebân
olmak”, “sâyesinde yaşamak”, “sâyesinde yaşatmak” tâbirleri ni met ü
sa âdet mefhumlarındandır.
Bu hikmete mebnîdir ki:
ﻜ ُﻤﻮﺍ ﺑِﺎ ْﻟﻌَ ْﺪ ِۜل ِ َّ ﺎت اِﻟٰٓﻰ اَ ْﻫﻠِﻬَﺎ ۙ َو ِﺍذَا َﺣﻜَ ْﻤ ُﺘ ْﻢ ﺑ َ ْﻴ َﻦ اﻟﻨ
ُ ﺎس اَ ْن ﺗ َ ْﺤ ِ َ اﻻ ََﻣﺎﻧ ّٰ اِ َّن
ْ اﻪﻠﻟ َ ﻳ َ ْﺄ ُﻣ ُﺮ ُﻛ ْﻢ اَ ْن ﺗُ َﺆدُّوﺍ
ً ﻴﻌﺎ ﺑ َ ۪ﺼ
﴾٥٨﴿ ﻴﺮﺍ ً ﺎن َﺳ ۪ﻤ ّٰ اﻪﻠﻟ َ ﻧِﻌِﻤَّﺎ ﻳَﻌِﻈُـﻜُ ْﻢ ﺑ ِ ۪ﻪ ۜ اِ َّن
َ َاﻪﻠﻟ َ ﻛ ّٰ اِ َّن
1 F: “Ve”.
2 H: “İman edip de sâlih sâlih işler yapanlara gelince bunları altından ırmaklar akar cennetlere koyacağız,
içlerinde ebediyyen kalmak üzere onlar. Ve kendilerine orada gayet pâkize eşler, medîd bir sâyeye koyup
da onları sâyebân edeceğiz (57)”.
3 B: “veriniz”.
4 B: “hükmediniz”.
5 H: “Allah sizlere her hâlde emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman ada-
letle hükmetmenizi emrediyor. Allah size cidden ne güzel öğüt veriyor, her hâlde Allah Semî , Basîr
bulunuyor (58)”.
6 B: “hükmediniz”.
350 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “emanet”.
2 B: “müteferrik”.
3 H ve F: “ederken”.
4 Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, X, 109:
ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ٍ ِ ُ َ ا ْ َ א:ٍد
ُ َّ ِإ: َو َ َאل ا ْ ُ ُ َ َ َر َ ا ّٰ َ ْ ُ َ א. ا ْ ُ ُ ء َوا ْ َ َא َ َوا َّ َ ة َوا َّ َכאة َوا َّ ْ م،ٌ َ ُِכ ّ ِ َ ْ ء َ ز َ ُ ْ َ ُ ْ َ َאل ا
.אن َو َ َאل َ َ ا أَ َ א َ ٌ َ ْ ُ َ א ِ ْ َ َك َ א ْ َ ْ َ א ِإ َّ ِ َ ِّ َ א
ِ ْ ِ َْ אَ َ َ َ َ جا
َ َ ْ َ
َّ
352 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “şâmildir”.
2 M ve B: “vedi’a”.
3 H: “emanet”; F +“emanet”.
4 B: “bu”.
5 B: “anahtarları”.
6 H, F, M ve B: “anahtarları”.
Hak Dini Kur’an Dili 353
1 Begavî, Meâlimü’t-Tenzîl, II, 238. Krş. Taberî, Câmiu’l-beyân, VIII, 491-492; Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân,
III, 332-333; Vâhidî, Esbâbu nüzûli’l-Kur’ân, s. 161-162; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, X, 108-
109:
ِ ْ َ ْ َ َ َّ א َد َ َ ا َّ ِ ُّ َ َّ ا ّٰ َ َ ْ ِ َو َ َّ َ َ َّכ َ َ ْ َم ا، ِ َ ْ אن َ ِאد َن ا ْ َכ َ َو َכ، ِאن ْ ُ َ ْ َ َ ا ْ َ َ ِ ِّ ِ ْ َ ِ َ ْ ِ ا َّ ار َ َ ُْ ِ ْ َ ََ
َّ َ ّٰ َ َ َ َ ُ ِ ْ ُ َر ُ ُل ا،אن َ َ ْ ُ َ َ ُ َّ ِ
إ : َ ِ َ َ َ، אح ْ ِ ْ ا َّ
َ َ َ ْ َ
و ِ َ ّٰ ا َّ َ ّٰ ا ل ُ ُ َ َ َ َ َّ َ َ َ َ ْ َ ْ אب ا
ر َ َ ْ ا و ِ
َ َ أَ ْ َ َ ُ ْ َ א ُن
אب ا و אح ِ ا ِ َ ه ا ِ ر ِ ى ، אح ِ ا َ أ ا ل ر َ أ ِ : אل و َ ِ
ْ
َ َ َ ََ َ َ َ ْ ْ َ
ُْ َ َ ُ ََ َُْ ّٰ َ َ ُّ َ َ َ ُ َ َ ْ ْ ُ َْْ ْ َ ّٰ ُ ُ َ ُ َّ ُ ْ َ ْ َ َ َ َ َ َ َ َّ َ ا ّٰ َ َ ْ َو
،
ِ ا ِ َא َ و ِ أَ َّن، َ َ א َ ج َ َ ا ْ אس ا ْ ِ ْ אح، ِ و َّ ِ ِ ر ْכ ْ ا َّ و ِ َ ّٰ ا َّ ّٰ ا ل ُ ر
َ ّ َ َْ ُ َ َ ْ َ َ ُ َ ْ ُ َ َ ُ َّ َ ُ َ َ َ َّ َْ َ َ َ َ َ َْ َ َ َ ْ َ َ ُ َ َ َ ََ
ِ َ َ َ َذ ِ َכ، ِ َ אن و ِ ر ِإ ِ
إ אح ِ ا د ن َ أ و ِ ا ا ل ر َ ، ا ِ
ه ِ א ا ل َ ِ ِ
ٌّ َ َ ْ َ ََْ َ َ َ ُْ َ َ َ ْ ْ َّ ُ َ ْ َ َ َ ْ َ ُ َّ َ ّٰ َّ َ ّٰ ُ ُ َ ََ َ َ َ ْ َ َ ََ ّٰ َ َ ْ َ ، َ َوا ّ َ ا
َ َ َאل، َ َ ْ כ آ َو َ أَ َ َ ِ ا ِ َ َ َ ْ أَ ْ َل ا ّٰ َ א: ِ َ َ َאل، َ ُ َ َ أَ ْכ ْ َ وآ َذ َ ُ ِ ْئ: َ َ َאل َ ْ א ُن، ْ ّٰ ر ِ ا
َ
ْ َ َ ٌّ َ ْ َّ ْ َ َ َ ُ ُ ُ َ َ َ
، َ َ ِ ِ َ א ( َد َ َ ُ ِإ َ أ: אت )و روا َ َ َ َ َّ א، ُ َ َ אح ِ َ و َכ، ّٰ ً ا ر ُل ا
ُ َ ْ ْ אن ا َ
َ َ
ُ َ َّ َ ُ أ ْ َ ُ أ ْن َ ِإ َ َ ِإ َّ ا ّٰ َوأ ْ َ ُ أ َّن:ُ ْ َ אن
َ َ ِ
َْ
. ِ َ אح َوا ِّ َ ا َ ُ ِ أَ ْو َ ِد ِ ِإ َ َ ْ ِم ا ْ ِ א ِ
ُ َ ْ ْ َא
َ ْ
2 B -“tutmalı”.
3 B: “emr”.
354 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Meâl-i Şerîfi
Ey o bütün iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin,
sizden olan ulü’l-emre de. Sonra bir şeyde nizâʿa düştünüz mü hemen
onu Allah’a ve Resûlüne arz ediniz, Allah’a ve âhiret gününe gerçekten
inanır mü’minlerseniz. O hem hayırlı, hem de netice itibariyle daha
güzeldir (59).1
اﻻ َْﻣﺮِ ِﻣ ْﻨﻜُ ْﻢْ ِ ۬ ﻮل َوﺍُو َ }اﻟﺮَّ ُﺳve Resûl’e itaat ediniz, sizden olan ulü’l-emre de.
A Dikkat edilmek lâzım gelir ki Allah ve Resûlü hakkında 3ﻴﻌﻮﺍ ُ ﻴﻌﻮﺍ وﺍ َ ۪ﻃ
ُ اَ ۪ﻃ
diye itaat ıtlâkı üzere tasrih edildiği hâlde ulü’l-emr hakkında ayrıca
ِاﻻ َْﻣﺮْ ِ ۬ ﻴﻌﻮﺍ اُو ُ واَ ۪ﻃbuyurulmayıp bunlara itaat Resûl’e atfen ve mahza itâ at-i
Resûl’e tebe an emrolunmuş ve bu suretle tâbi iyet tahtında itaatin hem
aynı kuvvetle mutlak olduğu gösterilmiş, hem de isyan mevki leri [1375]
hükümden hariç bırakılmıştır. ﺼﻴَ ِﺔ اﳋَﺎﻟِ ِﻖ ٍ َُﻻ ﻃَﺎﻋﺔَ ﻟِﻤﺨﻠ.4 Kezâlik
ِ ﻮق ِﻋْﻨ َﺪ ﻣﻌ
َْ َْ َ
وفِ إِﱠﳕَﺎ اﻟﻄﱠﺎﻋﺔُ ِﰲ اﻟْﻤﻌﺮhadîs-i şerifleri5 de bunu mübeyyindir. Şu hâlde âmirin
ُْ َ َ
her emri me’mûru mes’ûliyetten kurtarmaya kâfi gelmez. Bi’l-farz bir
me’mur âmirinin emriyle rüşvet alsa veya sirkat yapsa mes’ûliyetten
kurtulamaz6. Bu mâna “âmirin hilâf-ı kanun emri me’mûru mes’ûliyetten
kurtarmaz” diye de ifade olunur.
Şâyân-ı dikkat olan kayıdlardan birisi de mü’minlere hitâben ِﻣ ْﻨﻜُ ْﻢ
kaydıdır ki mânası vâzıhdır. Mü’minlerden olmayan ulü’l-emre itaat
dînen vâcib kılınmamıştır. Bu hususta itaat değil, varsa bir ahde riâyet
mevzû -i bahis olacaktır. Fakat tâatin adem-i vücûbundan behemehâl
isyanın vücûbunu anlamaya kalkışmamalıdır. İtaatin adem-i vücûbu
1 H: “Ey o bütün iman edenler! Allah’a itaat edin ve Resûlüne itaat edin, kendinizden olan ulü’l-emre de.
Sonra herhangi bir şeyde birbirinizle nizâ ettiğiniz takdirde eğer siz gerçekten Allah’a ve âhiret gününe
inanır mü’minlerseniz onu Allah’a ve Resûlüne arz edin. Netice itibariyle bu hem daha hayırlı, hem
daha güzeldir (59)”.
2 M -“ediniz”.
3 B: “ا ”ا.
4 Tirmizî, Cihâd, 29. Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 131.
5 Buhârî, Ahbâru’l-Âhâd, 1; Müslim, İmâre, 39.
6 H ve F: “kurtulmaz”.
Hak Dini Kur’an Dili 355
َ ض َو َﻻ ﻳُ ْﺼﻠِ ُﺤ
ﻮن ْ ِ [26/151-152]1 âyeti de bu babda sarihtir. Ebussuud,
ِ اﻻ َْر
tefsîrinde bütün bunları şu vechile telhis etmiştir:2 ﻜ ْﻢ ُ اﻻ َْﻣﺮِ ِﻣ ْﻨ
ْ ِ ۬ َوﺍُوBunlar
hulefâ-yı râşidîn ve onlara iktidâ eden ve doğru giden ümerâ-yı hak ve
vülât-ı adldir. Ümerâ-yı cevre gelince; bunlar Allah’a ve Resûlullah’a atf
ile vücûb-ı tâate istihkaktan uzaktırlar.”3
ْ ِ ۬ اُوbuyurulması şâyân-ı dikkattir.
Âyette و ْاﻷ َُﻣَﺮاءbuyurulmayıp ِاﻻ َْﻣﺮ
Bu mefhum ümerâ ve hükkâma şâmil olduktan başka emre bihakkın
sâhip olmak ve merci -i umûr bulunmak mefhûmunu da tazammun
eder. Buna binâen ashâb ve tâbi înden eslâf-ı müfessirîn bu babda birkaç
vecih nakletmişlerdir:
1. Hulefâ-i Râşidîn,
2. Sebeb-i nüzûlüne nazaran ümerâ-yı serâyâ, yani kumandanlar,
3. ﻳﻦ َ ْ ﺘَ ْﻨ ِﺒﻄُﻮﻧ َ ُﻪ ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ ِ ْ ِ ۬ وه اِ َ اﻟﺮَّ ُﺳﻮ ِل َو ِﺍ ٰ ٓ ُاو
َ اﻻ َْﻣﺮِ ﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ ﻟ َﻌَﻠِ َﻤ ُﻪ اﻟ َّ۪ﺬ ُ ُّ[ َوﻟ َْﻮ َردen-Nisâ 4/83]
âyeti delâletiyle istinbât-ı ahkâma muktedir olan ehl-i ilm ü fıkh
olduğu zikredilmiş ve bununla emrin yalnız askerî ve icrâî haysiyete
mahsus olmayıp daha ziyade kazâî ve teşrî î haysiyete ait bulunduğu
da gösterilmiştir. Binâen aleyh Ebû Bekr-i Râzî’nin dahi ihtar ettiği
vechile4 [1377] gerek âyetin üslûb-ı beyânına ve gerek rivâyâtın5
hey’et-i mecmû asına nazaran meseleyi daha ziyade bir cem iyyetle
mülâhaza etmek iktizâ eder. Bunun için Fahreddîn Râzî bu esası
tedkik ederek Allah ve Resûlullah’tan sonra bir hey’et-i ictimâ iye
hâlinde itâ at-i kat iyyeleri vâcib kılınan ulü’l-emrden murad erbâb-ı
1 B: “efrâdı”.
2 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, X, 112-114:
ِ ْ َ ْ َوا َّ ِ ُ َ َ َذ ِ َכ أَ َّن ا ّٰ َ َ א َ أَ ْ ِ َא َ ِ أُو ِ ا،ٌ َّ ُ ِ َّ ُ ْ אع ا ِ
َ َ ْ َوأُو ا ْ َ ْ ِ ْ ُכ ْ َ ُ ُّل ْ َ َא َ َ أَ َّن ِإ: ُ َ ْ َ ا ْ َ ْ أَ َّن
ِ ِ
َ
כ َ َ ذ
ْ ِ
إ ، ِ َ ْ ا ِ א ن כ ن َ أو َ ْ ْ ا و مِ ْ ا ِ ِ َ ِ ِ א َ ِ ا َ أ و ِ ْ ا ِ
ه ِ َ ِ ِ ِ ا ْ ِم
ُْ َ ْ ْ َ َ ً ُ ْ َ َ ُ َ ْ َ َّ ُ ِ َ َ ْ َ َ َ َ ّٰ ََ ْ ََ َ َْ َ ََ
ً َ َ ِ ِ َ ُכ ُن َذ ِ َכ أَ ا ِ ِ ِ َذ ِ َכ ا ْ َ َ ِ وا ْ َ َ ُ ِ َכ، ِ ِ َ אن ِ َ ْ ِ ِ ِإ ْ َ ا ِ ِ َ َ ا ْ َ َ ِ ُכ ُن َ ْ أَ ا ّٰ ِ َא َ َ َ כ ِ َ ْ ا ِ א
َ ً ُ َْ
ْ َ ْ ًْ َ َ ُ ََ َ
ِ َ َ َ أَ َّن ا ّٰ َ א َ أَ ِ َא ِ أُو،אل و ِإ، ِ ِ َ َ َ ا ُ ْ ِ ِإ َ ا ْ ِ َ א ِع ا ْ َ ْ ِ َوا َّ ْ ِ ِ ا ْ ِ ْ ِ ا ْ َ ا ِ ِ ِא ِ ْ ِ אرِ ا ْ َ ا، ُ ْ َ ِ ْ َ
َ ََ َ َ ٌ َ ُ ُ َّ َ َ ٌّ
ِ َ َ َ َ ْ א أَ َّن أُو، ِ َ َ ْ א ِ ا ِ ِِ ِ
ً َ َ ً ُ ْ َ َو َ َ َ أَ َّن ُכ َّ َ ْ أَ َ َ ا ّٰ ِ َא َ َ َ َ ِ ِ ا ْ َ ْ م َو َ َ أَ ْن َ ُכ َن،ا ْ َ ْ ِ َ َ َ ِ ِ ا ْ َ ْ م
َ َ ِאئ ٌ أَ ْن َ ُכ َن، ِ َّ ُ ْ َذ ِ َכ ا ْ َ ْ ُ ُم ِإ َّ א َ ْ ُ ُع ا ْ ُ َّ ِ أَ ْو َ ْ ُ ا: ُ َ ُ ُل،ا ْ َ ْ ِ ا ْ َ ْ ُכ رِ ِ َ ِ ِه ا ْ َ ِ َ ُ َّ َوأَ ْن َ ُכ َن َ ْ ُ ً א
َّ
ِ ِ ِ ِوط َِכ ْ ِ َא َ אر ٌ ُ ْ َ אب َא َ ِ ِ ْ َ ْ ً א ِ ِِ ِ ِ َ ْ َא َ أُو ِ ا ِ ِ
ْ َ ُ َ َو ِإ،َ ه ا ْ َ َ ْ ً א ْ َ َ َ َ َّא َ َّ َّא أَ َّن ا ّٰ َ َ א َ أَ ْو، َّ ُ ْ َ ْ َ ا
ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ َ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ
ون َ ُ َ א ، م ُ ْ َ ْ ا אم َ ْ ا ِ ون
َ َْ ْ َ َ ُ َ َ َ ََ א ا َ א א ز א أ ة ور ِא
َّ َ ُ َّ ُ ْ َ ُ ْ َ َ ْ ُ ْ َ ْ َ ْ ْ َ و ، ة אد َ او ِ َ إ ل ُ ُ ْ َ אدرِ َ َ َ ا
ِ ِ م ا َّ ِ ي أَ ا ّٰ ا ْ ْ ِ ِ ِ َא ْ ا نَ أ א ِ כ ِ َ כ َ ْ ا אن כ ا ذ
َ ِ
إ و ، ِ ِ ْ ِ ْ ا و ِ ِ ا ةِ אد َ ِ ا ِ ون ِ א ، ِ َ ِ
إ ل ِ ْ ا ِ
َ َ ُ ََ َ ُ ْ َ َّ َ ْ َ َ َ ُ ْ َ َ َ ْ ُ ْ َ ّ َ ْ َ َ ُ َ ْ ْ ُ ُ َ
ِ م ا َّ ِ ي ا ْ اد ِ َ ِ ِ »وأُو ِ َ ِِ ِ ِ ِ ِ َ ِ
َ ْ ُ َُ َُ ُ ُ ْ َ ْ َو َ َّ א َ َ َ َ َ ا َو َ َ أ ْن َ ُכ َن َذ َכ ا. ْ ِ َو َ َאئ َ ً ْ َ َ ائ، َّ ُ ْ َ ْ َ َ ْ ً א ْ أ ْ َ אض ا
أَ َّن ا ْ ُ َّ َ ُ ْ ِ َ ٌ َ َ أَ َّن ا ْ ُ َ َاء َوا َّ َ ِ َ ِإ َّ َ א...ٌ َّ ُ ِ َّ ُ ْ אع ا َ َ ْ َو َذ َכ ُ ِ ُ ا ْ َ ْ َ ِ َ َّن ِإ، َّ ُ ْ َ ا
ِ ِ ِ ِ ْ ْ ا ْ َ ِ « أَ ْ َ ا ْ ّ ِ وا
َ َ َ ْ
َ
ِ َא ِ َ ْ َ ِ َ ِئ ٍ َ ُכ ُن َ َ ا ِ א، َ و َذ ِ َכ ا َّ ِ ُ َ ِإ َّ ا ْ ِכ אب وا،ِ א ِ ِא َّ ِ ِ أَ َّ ٌّ و اب א ِ
َ ْ َ ً ُ ً ْ َ َّ ُّ َ َ َ َ ْ َ ٌ َ َ َ َ ُ َ ُ َ َُُْ َ ُ َ
ِ ِ ْ ِ وا، ِ َ ِ َכ א أَ َّن و ب َא ِ ا و ِ ِ و ِج وا ْ َ ِ ِ ْ ا، ِ ِ ً ِ ْ ُכ ُن دا، ِ ِ َא ِ ا ّٰ و َא ِ ر و ، ِ אب وا ِ ِ ْا
כ
ّ َ ْ َ َ َ ْ َّ َ ْ َّ َ َ ُ ُ َ َ َ َ ُ َ َ َ َ ْ َ َ َّ ُّ َ َ
...ِ ْ ُ ْ َ ِאذ َدا ِ ٌ ِ َא َ ِ ا ّٰ َو َא َ ِ ا ُ ِل
َّ
3 Taberî, Câmiu’l-beyân, VIII, 497:
ّٰ ا ا إذ، ا ُ ا ّٰ ا أن ه ا:אس ا ،
. ا و
4 B: “kadın”.
358 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ُ َوأَ ﱠن ُﳏَ ﱠﻤ ًﺪا َﻋْﺒ ُﺪﻩُ َوَر ُﺳﻮﻟُﻪdiye şehadet ettim, kavmim ise sizi işitince kaçtılar,
1
ben kaldım, benim Müslüman olmam yarın bir menfaat verir mi yoksa
ben de kaçayım mı?” diye sormuş, Ammar da “hayır kaçma, menfaat
verir” demiş o da kaçmamış idi. Sabahleyin Hâlid akın etmiş, o adamdan
başka kimseyi bulamamışlar, bunu malıyla beraber tutmuşlar, Ammar
haber alınca Hâlid’e gelmiş “o adamı bırak çünkü o Müslüman oldu ve
ben ona eman verdim” demiş, Hâlid de “sen kim oluyorsun da adam
[1378] kurtarıyorsun” diye çıkışmış ve binâen aleyh birbirlerine söz
atışmışlar, nihâyet Resûlullah’a mürâfa a olmuşlar. Ammar’ın emânına
icâzet vermiş ve bir daha emîre karşı böyle kendi kendine söz vermemesini
de ihtar etmiş, bunun üzerine Peygamber’in yanında da atışmışlar, Hâlid
“yâ Resûlallah, bu abd-i ecda ı bırakır mısın ki bana sebb etsin” demiş,
Resûlullah da “yâ Hâlid, Ammar’a sebb etme, çünkü Ammar’a sebb
edene Allah sebb eder, Ammar’a buğz edene Allah buğz eder, Ammar’a
lânet edene Allah lânet eder” buyurmuş; Ammar da hiddetle kalkmış,
binâen aleyh Hâlid arkasından koşup elbisesinden tutmuş i tizâr etmiş,
ُ اﻻ َْﻣﺮِ ِﻣ ْﻨ
o da razı olmuş idi. İşte ﻜ ْﻢ ْ ِ ۬ ﻮل َوﺍُو ُ اﻪﻠﻟ َ َوﺍ َ ۪ﻃ
َ ﻴﻌﻮﺍ اﻟﺮَّ ُﺳ ُ اَ ۪ﻃbunun
ّٰ ﻴﻌﻮﺍ
üzerine nâzil oldu diye nakledilmiştir.2 Bu iki rivayetin halline göre âyet
ümerâ-yı serâyâ ve umûr-ı askeriye sebebiyle nâzil olmuş ve fakat itaat
meselesini umûmî olarak bir düstûr-ı esâsîye rabt etmiştir.
1 B: “أن ”وأ.
2 Taberî, Câmiu’l-beyân, VIII, 498:
א א َّ و ّٰ ا ّٰ ر ل ا : אل،« כ ل وأو ا اا ا ا ّٰ وأ »أ:ا ي
ا ، َ َْ ُ ا ذو א وأ ،ا א ا א ،ون ا م ا ِ אروا ، א و א אر، ا
َّ ً َ
אه، אر א ل، כ א أ ا أ، ا א ر أ أ ،ا
وإ،ا ا כ א وإ ّن، ً ا ه ور وأن، ّٰ و ت أن إ إ ا أ إ، א أ א ا אن:אل
أ ًا ا أ אر א א أ، אم. ،כ :؟ אل אر وإ،ً ا א إ ،
و: אل א. أ אن و، أ ، ا ِ ّ : אل،א ً ا ، אرا ا ً . א وأ ه ، ا
ّٰ ر ل ا א א. أ
َّ
ا א و אه أن، אز أ אن אر: و ّٰ ا ؟ א א وار א إ ا
َّ
أ
، א א: و ّٰ ا ّٰ ؟ אل ر ل ا ع ا أ ك ا ا، ّٰ א ر ل ا: אل א، و ّٰ ا
א ،אر אم . ّٰ ا אرا ً و ، ّٰ ا أ ا אر
ً أ و ، ّٰ ا ا אر
ً ،اאر
ً َّ
« כ ل وأو ا اا ا ا ّٰ وأ »أ: ل ا ّٰ א، ، א رإ أ
Hak Dini Kur’an Dili 359
arasında- herhangi bir şeyde nizâ ederseniz {1اﻪﻠﻟِ َوﺍﻟﺮَّ ُﺳﻮ ِل
ّٰ َ ِوه ا
ُ ُّ }ﻓَ ُﺮدonu
Allah’a ve Resûlüne redd ü ircâ ediniz. Yani mücerred kendi keyf ü
arzunuzla halle kalkışmayınız, müsâdemelere düşmeyiniz, başkalarına
da gitmeyiniz de evvelâ Allah’ı, sâniyen Resûlullah’ı kendinize merci
biliniz, bu hükme ve bu mahkemeye müracaat ediniz. Aranızda yegâne
hakem ve hâkim Allah ve Peygamber’i tanıyınız. Muhtelif hükümlerinizi,
fikirlerinizi Allah’ın âyâtına ve Resûlullah’ın beyânâtına tatbik ve tevfik
ederek tevhid ediniz ki Allah’a müracaat îmân-ı tevhidde ihlâs ile
âyâtullâhı taharrî ve tedkik, Resûlüne müracaat da zamanında kendisine
ve ba dehû sünnetine ve hulefâsına arz-ı keyfiyet ile olur.
[1379] Zâhiriyye buradan muhtelefun fîh olan mesâilin her hâlde
Kitab ve sünnete reddi vâcib olduğunu ve binâen aleyh kıyas ile amel
câiz olmayacağını2 zannetmişlerse de bedîhîdir ki Kitab ve sünnette
mansus olmayan husûsâtın inde’n-nizâ Kitab ve sünnete redd ü ircâ ı
için mülâhaza-i esbâb ü ilel ile mukāyese-i emsâlden başka bir yol yoktur.
Kıyastan murad da zaten budur. Fıkh u hikmet de budur. Demek ki
İslâm’da dört nevi ahkâm vardır. Kitabda mansus, sünnette mansus, ulü’l-
emrin ittifakıyla mücme un aleyh ve kıyâs-ı sahih ile müstenbat ahkâm.
Ma amâfîh bu dördüncüsüyle ihtilâf azaltılabilirse de tamamen tevhid
olunamaz. Bunda nizâ edildiği zaman da ulü’l-emrin şûrâsına ve nihâyet
imamın emrine müracaat olunur ki bu da ِ ۬ اﻪﻠﻟ َ َوﺍ َ ۪ﻃﻴﻌُﻮﺍ اﻟﺮَّ ُﺳﻮ َل َوﺍُو ّٰ اَ ۪ﻃﻴﻌُﻮﺍ
ْاﻻ َْﻣﺮِ ِﻣ ْﻨﻜُ ْﻢemri mûcebince emr-i ilâhîye müracaattır. Ve ٓ ٰ ِﺎت ا ِ َ اﻻ ََﻣﺎﻧ
ْ اَ ْن ﺗُﺆَدُّوﺍ
ِ
اَ ْﻫﻠﻬَﺎbunun da mebde’idir. Ve her hâlde Müslümanlar bir hâdisede ihtilâf
ettikleri zaman evvelâ îmân-ı tevhid, edâ-yı emanet ve hükm bi’l- adl
vazifelerini derpiş edip kendilerini Allah’ın ve Peygamber’in huzurunda
müctemi görerek ona göre düşünmek ve fikirlerini arzularını Hak
teâlâ’nın taht-ı tâbi iyetine vermek ve dâima hakkın tarîk-ı vahdetinde
gitmek lâzım gelir. {ِاﻻ ِٰﺧﺮ ْ ﺎﻪﻠﻟِ َوﺍ ْﻟﻴَ ْﻮ ِم َ }اِ ْن ُﻛ ْﻨ ُﺘ ْﻢ ﺗُ ْﺆ ِﻣ ُﻨEğer Allah’a ve âhiret
ّٰ ِ ﻮن ﺑ
gününe hakikaten iman ediyorsanız böyle yaparsınız, Allah’a ve Resûlüne
1 B: “ ”ور.
2 H ve F: “olamayacağını”.
360 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ve ulü’l-emre itaat eder ve şayet bir şeyde nizâ ınız olursa onu da Allah’a ve
Resûlüne ircâ edersiniz {ﻚ َ ِ } ٰذﻟbu ircâ {ٌ ْ } َﺧsizin için hâlen1 mahz-ı hayrdır,
nizâ ı keser {}وﺍ َ ْﺣ َﺴ ُﻦ ﺗ َ ْﺄ ۪و ًﻼ
َ meâlen, netice itibariyle de daha güzeldir.
2
ون اَ ْن
َ ﻚ ﻳُ ۪ﺮ ُﺪ َ ِﻚ َو َﻣٓﺎ اُ ْﻧﺰِ َل ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒﻠ َ ﻮن اَﻧ َّ ُﻬ ْﻢ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ ﺑ ِ َﻤٓﺎ اُ ْﻧﺰِ َل اِﻟ َْﻴ ِ
َ اَﻟ َْﻢ ﺗ َ َﺮ اﻟ َﻰ اﻟ َّ ۪ﺬ
َ ﻳﻦ ﻳ َ ْﺰ ُﻋ ُﻤ
ِ ِ ﻳَﺘَ َﺤﺎﻛَﻤ ٓﻮﺍ اِﻟ َﻰ اﻟﻄ َّﺎ ُﻏ
ً ﺿ َﻼ ًﻻ ﺑ َ ۪ﻌ
ﻴﺪا َ َﺎن اَ ْن ﻳُ ِﻀﻠ َُّﻬ ْﻢ
ُ ﻮت َوﻗَ ْﺪ ُاﻣ ُﺮ ٓوﺍ اَ ْن ﻳ َ ْﻜ ُﻔ ُﺮوﺍ ﺑ ِ ۪ﻪ ۜ َو ُ ۪ﺮ ُﺪ اﻟ َّﺸ ْﻴﻄ ُ
ِ ِ ِ
ون َ ﺖ ا ْﻟ ُﻤﻨَﺎﻓ ۪ﻘ
َ ﻴﻦ ﻳ َ ُﺼ ُّﺪ َ اﻪﻠﻟُ َوﺍﻟ َﻰ اﻟﺮَّ ُﺳﻮ ِل َرﺍ َ ْﻳ ّٰ ﴾ َوﺍذَا ۪ﻗﻴ َﻞ ﻟ َُﻬ ْﻢ ﺗَﻌَﺎﻟ َْﻮﺍ اِﻟٰﻰ َﻣٓﺎ اَ ْﻧ َﺰ َل٦٠﴿
1 H -“hâlen”.
2 H: “Ve âkıbeti pek güzeldir”; F +“Ve âkıbeti pek”.
3 B: “lüzûmu”.
Hak Dini Kur’an Dili 361
1 H: “Baksana şu gerek sana indirilene ve gerek senden evvel indirilene iman ettiklerini söyler gezer kim-
selere ki o tâğūta (tuğyankâra) muhakeme olmak istiyorlar. Hâlbuki onu tanımamakla emrolunmuş-
lardı. O şeytan da onları bir daha dönemeyecekleri kadar uzak bir dalâle düşürmek istiyor (60). Onlara
‘Gelin Allah’ın indirdiği hükme, gelin Peygamber’e’ denildiği zaman da görürsün o münafıkları ki sen-
den kaçınıyorlar da kaçınıyorlar (61). Ya nasıl bakalım ellerinin yaptığı yüzünden başlarına bir musibet
geldiği zaman? Sonra gelmişler de sana ‘billâhi muradımız sırf bir iyilik yapmak ve ara bulmaktan ibaret
idi’ diye yemin ediyorlar (62). Onlar öyle kimseler ki kalblerindekini Allah bilir, onun için sen onlara
aldırma da kendilerine nasihat et ve nefisleri hakkında onlara beliğ, müessir söz söyle (63). Biz hiçbir
peygamber göndermedik ki Allah’ın izniyle itaat edilmek için olmasın. Eğer onlar nefislerine zulmettik-
leri zaman sana gelseler de günahlarına mağfiret dileseler, Peygamber de kendileri için istiğfar ediverse
idi elbette Allah’ı Rahîm bir Tevvâb bulacaklardı (64). Yok, yok Rabbine kasem ederim ki aralarında
çıkan çapraşık işlerde onlar seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden gönüllerinde hiçbir darlık
duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar (65). Biz onlara ‘nefislerinizi
öldürün’ veya ‘diyarınızdan çıkın’ diye yazsa idik bunu her hâlde pek azından mâ adâsı yapmazlardı,
fakat nasihat edildiklerini yapsalardı elbette kendileri için çok hayırlı ve pâyidar kılmak itibariyle de en
sağlam bir hareket olurdu (66). Ve elbette o zaman kendilerine ledünnümüzden pek büyük bir ecir ve-
rirdik (67). Ve her hâlde doğrudan doğru bir tarîk-ı müstakīme çıkarırdık (68). Öyle ya, her kim Allah’a
ve Peygamber’e mutî olursa bunlar işte Allah’ın kendilerine in âm eylediği zatlarla; nebîler, sıddîklar,
şehidler ve sâlihlerle birliktedirler, bunlarsa arkadaşça ne güzel! (69). İşte bu fazl Allah’tan; elverir ki
bilen Allah olsun (70)”.
2 H ve F -“o”.
3 H ve F: “edenler”.
4 H ve F -“o”.
5 “…Artık her kim tâğūta küfredip Allah’a iman eylerse o işte en sağlam tutamağa yapışmıştır…”
6 H ve F: “vâkı a”.
Hak Dini Kur’an Dili 363
1 M ve B -“de”.
2 H ve F: “dışarıya”.
3 H ve F: “hükmü”.
4 B: “hükmü”.
5 Mukātil b. Süleyman, Tefsîr, I, 383-385; Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân, III, 337:
ّ و אل אإ ا: אل، دي و כאن، אل ا א ر :אس אل ا
ّ و ّٰ إ ّ إ ر ل ا ّٰ ّ ا ا دي أن א ، و ا ي אه ا ّٰ ا א ت،ف ا إ כ ا א
دي א ّ و ّٰ ر ل ا ّٰ ّ ا ، אإ و ّ א ّٰ ر ل ا ّٰ ّ ا ّ א رأى ا א ذ כ أ
ّ أאو اإ ا: אل ا دي، إ ّٰ ا ر אإ ا: و אل، ا א ه א
אل. : أכ כ؟ אل: א אل ئ إ כ وأ א אئ وز أ ض
כ ا أ.د و אل ب ا א جإ א وأ ا ا أ جإ כ א رو כ א:א
ق إن: و אل. ه ا و ّ و ب ا دي و ّٰ אء ا ّٰ و אء ر ل ا ّٰ ّ ا ض
.ا אروق وا א ا
364 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
herhangi bir resûlü gönderdik ise ancak Allah’ın izniyle itaat olunmak
için göndermişizdir. Binâen aleyh Peygamber’e itaat Allah’ın emrine
itaat, ona isyan Allah’a isyandır. { }ﻓَ َﻼHayır {ﻚ َ ِ ّ}و َرﺑ
َ yâ Muhammed,
Rabbine kasem olsun ki o kendilerini mü’min zu m edenler {ﻮن َ ُ}ﻻ ﻳُ ْﺆ ِﻣﻨَ
mü’min olmazlar {ﻴﻤﺎ َﺷ َﺠ َﺮ ﺑ َ ْﻴﻨَ ُﻬ ْﻢ ۪ ِ
َ }ﺣ ّٰ ﻳُ َﺤﻜ ّ ُﻤﻮ َك ﻓ َ tâ ki aralarında çatallanmış,
nizâ lı işlerde seni hakem yapıp hükmüne7 müracaat etsinler {ﺛُﻢَّ َﻻ ﻳ َ ِﺠ ُﺪوﺍ
ﺖ َ ﻀ ْﻴ َ َﺟﺎ ِﻣﻤَّﺎ ﻗ ً } ۪ ٓ اَ ْﻧ ُﻔ ِﺴﻬِ ْﻢ َﺣ َﺮsonra verdiğin hükümden gönüllerinde hiçbir
8
darlık duymasınlar {ﻴﻤﺎ ً }و ُ َﺴﻠِّ ُﻤﻮﺍ َ ْ ۪ﻠ َ ve teslîmiyet-i kâmile ile zâhiren ve
bâtınen sana münkād olsunlar, işte o zaman hakīkī mü’min olurlar.
{}وﻟ َْﻮ اَﻧَّﺎ ﻛَﺘَ ْﺒﻨَﺎ َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ اَ ِن ا ْﻗ ُﺘﻠُٓﻮﺍ اَ ْﻧ ُﻔ َﺴﻜُ ْﻢ اَوِ ا ْﺧ ُﺮ ُﺟﻮﺍ ِﻣ ْﻦ ِدﻳَﺎرِﻛُ ْﻢ َ Eğer biz onlara
9
1 H ve F: “cinayetlerden”.
2 H: “bir musibet isabet edip de”; F: “bir musibet geldiğiisabet
zaman nasıl olur
edip de
”.
3 H -“Sonra sana gelmişler”; F: “Sonra gelmişler de sana”.
4 F +“sade”.
5 H: “diyerek sana geldikleri zaman hâlleri nasıl olur bilir misin?”; F +“diyerek sana geldikleri zaman
hâlleri nasıl olur bilir misin?”.
6 H -“hâlbuki”.
7 H ve F: “hükme”.
8 H +“kalblerinde”.
9 H ve F: “bunlara”.
10 H ve F: “diyerek”.
11 B: “ ً ”.
366 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Muhammedî’de böyle şedîd bir mükellefiyet yoktur. Bilakis َﻻ ﺗ َ ْﻘﺘُﻠُٓﻮﺍ اَ ْﻧ ُﻔ َﺴﻜُ ْﻢ
[en-Nisâ 4/29] vardır. Kendilerini ve vatanlarını ve dinlerini müdafaa ve
tehlikeden, musibetten sıyânet [1386] emirleri vardır. Binâen aleyh buna
teslîm-i nefs etmemek, ihlâs ile mü’min olmamak, nefsine ve vatanına
zulmetmektir. {ﺎن َﺧ ْ ًﺍ ﻟ َُﻬ ْﻢ َ َﻮن ﺑ ِ ۪ﻪ ﻟَﻜَ ُ ﻮﻋﻈ
َ ُ}وﻟ َْﻮ اَ َّ ُ ْﻢ ﻓَﻌَﻠُﻮﺍ َﻣﺎ ﻳ
َ eğer onlar verilen
1 2
﴾ َو ِﺍ َّن ِﻣ ْﻨﻜُ ْﻢ٧١﴿ ﻴﻌﺎ ً اﻧ ِﻔ ُﺮوﺍ َﺟ ۪ﻤ ْ ِﺎت اَو ٍ َﺎﻧ ِﻔ ُﺮوﺍ ﺛُﺒ ْ َﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ ُﺧ ُﺬوﺍ ِﺣ ْﺬ َرﻛُ ْﻢ ﻓ َ ﻳَٓﺎ اَﻳُّﻬَﺎ اﻟ َّ۪ﺬ
۪ﻴﺪا ِ ّٰ ﻜ ْﻢ ُﻣ ۪ﺼﻴﺒَﺔٌ ﻗَﺎ َل ﻗَ ْﺪ اَ ْﻧﻌَ َﻢ ِ ِ
ً اﻪﻠﻟُ َﻋﻠ َ َّﻲ ا ْذ ﻟ َْﻢ اَכ ُْﻦ َﻣﻌَ ُﻬ ْﻢ َﺷﻬ ُ ﺻﺎﺑ َ ْﺘَ َﻟ ََﻤ ْﻦ ﻟ َُﻴﺒَﻄّﺌَ َّﻦ ۚ ﻓَﺎ ْن ا
اﻪﻠﻟِ ﻟ َﻴَ ُﻘﻮﻟ ََّﻦ ﻛَﺎ َْن ﻟ َْﻢ ﺗَﻜُ ْﻦ ﺑ َ ْﻴﻨَﻜُ ْﻢ َوﺑ َ ْﻴﻨَ ُﻪ َﻣ َﻮدَّةٌ ﻳَﺎ ﻟ َْﻴﺘَ ۪ﻨﻲ ّٰ ﺻﺎﺑَﻜُ ْﻢ ﻓَ ْﻀ ٌﻞ ِﻣ َﻦ ِ
َ َ﴾ َوﻟ َﺌ ْﻦ ا٧٢﴿
ِ ّٰ ﻴﻞِ ۪﴾ ﻓَ ْﻠ ُﻴ َﻘﺎﺗ ِ ْﻞ ۪ﻓﻲ َﺳﺒ٧٣﴿ ﻴﻤﺎ
ون ا ْﻟ َﺤ ٰﻴﻮ َ اﻟ ُّﺪ ْﻧﻴَﺎ َ ﻳﻦ ﻳ َ ْﺸ ُﺮَ اﻪﻠﻟ اﻟ َّ ۪ﺬ ً ﻮز ﻓَ ْﻮ ًزا َﻋ ۪ﻈَ ﺖ َﻣﻌَ ُﻬ ْﻢ ﻓَﺎ َُﻓ ُ ُﻛ ْﻨ
﴾٧٤﴿ ﻴﻤﺎ ً ﺮﺍ َﻋ ۪ﻈ
ِ
ً ف ﻧُ ْﺆﺗ۪ﻴﻪ اَ ْﺟ َ ﺐ ﻓَ َﺴ ْﻮ ِ ِ ّٰ ﻴﻞ
ْ اﻪﻠﻟ ﻓَ ُﻴ ْﻘﺘَ ْﻞ اَ ْو ﻳ َ ْﻐﻠ ِ ۪ﺎﻻ ِٰﺧ َﺮ ِ ۜ َو َﻣ ْﻦ ﻳُﻘَﺎﺗ ِ ْﻞ ۪ﻓﻲ َﺳﺒ ْ ِﺑ
1 B +“” َ א.
2 H ve F: “bunlar”.
3 H ve F: “verir ve”.
4 H ve F +“de”.
5 B -“Hem onları şüphesiz bir sırât-ı müstakīme hidâyet ederdik”.
Hak Dini Kur’an Dili 367
ﺿ ۪ﻌ ً ۟
ﻴﻔﺎ ﴿ ﴾٧٦اَﻟ َْﻢ ﺗ َ َﺮ ﻮت ﻓَ َﻘﺎﺗِﻠُٓﻮﺍ اَ ْوﻟِﻴَٓﺎءَ اﻟ َّﺸ ْﻴﻄ َﺎ ِ ۚن اِ َّن ﻛَ ْﻴ َﺪ اﻟ َّﺸ ْﻴﻄ َﺎ ِن ﻛَ َ
ﺎن َ ﻴﻞ اﻟﻄ َّﺎ ُﻏ ِ
َﺳﺒ۪ ِ
ﺎن َﻋﻠٰﻰ ﻛُ ّ ِﻞ َﺷ ْﻲ ٍء َﺣ ۪ﺴ ً
ﻴﺒﺎ ﴿﴾٨٦ وﻫﺎ ۜ اِ َّن ّٰ
اﻪﻠﻟ َ ﻛَ َ ِ
ﺑِﺎ َْﺣ َﺴ َﻦ ﻣ ْﻨﻬَٓﺎ اَ ْو ُردُّ َ
Meâl-i Şerîfi
Ey o bütün iman edenler! Hazırlığınızı görün de müfrezeler hâlinde
harekete gelin, yahut toplu olarak seferber olun (71). Maʿamâfîh içi-
368 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
nizden öylesi vardır ki her hâlde ağır alacaktır; bakar, eğer size bir
musibet isabet ederse “cidden”, der, “Allah bana lutfetti, zira onlarla
beraber hazır bulunmadım” (72). Ve eğer size Allah’tan bir fazl nasip
olursa sanki kendisiyle aranızda hiçbir ülfet olmamış gibi mutlak diye-
cektir ki “ah, n’olaydım onlarla beraber olaydım da büyük bir murada
ereydim” (73). O hâlde seferber olun da1 o geçici dünyâ hayâtı âhire-
tin ebedî hayâtına satacak olanlar çarpışsın. Her kim Allah yolunda
çarpışır da katl olunur veya gālip gelirse iki surette de biz ona yarın
pek büyük bir ecir vereceğiz (74). Hem siz neyinize çarpışmayasınız?
Allah yolunda ve o zebûn edilmiş erkekler, kadınlar, yavrular uğu-
runda ki “yâ Rabbenâ, bizleri bu ahâlisi [1390] zâlim memleketten
çıkar, tarafından bize bir sâhip gönder, tarafından bize bir yardımcı
gönder!” diye yalvarıp duruyorlar (75). İman edenler Allah yolunda
cenk ederler, küfredenler ise tâğūtun yolunda cenk ederler. O hâlde siz
şeytanın yârânını öldürmeye bakın, her hâlde şeytanın hilesi çürük-
tür (76). Bakmaz mısın o kendilerine “ellerinizi çekin ve namaz kılın,
zekât verin” denilmiş olan kimselere? Şimdi üzerlerine kıtal yazılınca
insanlardan Allah’tan korkarcasına veya daha bile ziyade korkuyorlar,
ve şöyle dediler: “Ey bizim Rabbimiz? Niçin üzerimize bu kıtâli yaz-
dın! N’olurdu bizi yakın bir ecele tehir edeydin?” De ki: Dünya zevki
ne olsa azdır, âhiret ise Allah’tan korkanlar için sırf hayırdır, hem kıl
kadar hakkınız yenmez (77). Her nerede olsanız ölüm size yetişir, ef-
lâke ser çekmiş burçlarda da olsanız. Bununla beraber kendilerine bir
güzellik erdi mi “bu Allah’tan” diyorlar, bir musibet de değdi2 mi “bu
senden” diyorlar. De ki hepsi Allah tarafından, fakat niye bu adamlar
söz anlamaya yanaşmıyorlar (78). Sana3 güzellikten her ne ererse bil
ki Allah’tandır, kötülükten de başına her ne gelirse anla ki sendendir.
Biz seni insanlara bir resûl olarak gönderdik, şâhit ise Allah yeter (79).
Kim Resûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur, kim de yan bükerse
üzerlerine seni gözcü de göndermedik (80). “Baş üstüne” diyorlar, son-
ra da yanından çıktıklarında içlerinden birtakımı dediklerinin hilâfı-
na tezvîrât yapıyorlar, Allah da yaptıkları tezvîrâtı kaydediyor. Onun
için sen yüzlerine vurmaktan vazgeç de Allah’a havâle et, Allah vekîl
yeter (81). Hâlâ Kur’ân’ı imʿân1 ile teemmül etmezler mi? Eğer o Al-
lah’tan başkası tarafından olsa idi elbette içinde birçok âhenksizlikler
bulacaklardı (82). Hem emn ü havfa dair bir haber geldiği vakit kendi-
lerine onu2 yayıveriyorlar, hâlbuki onu Peygamber’e ve içlerinden ulü’l-
emr olanlara arz etseler elbette bunların istinbâta kādir olanları onu
anlar bilirlerdi. Eğer Allah’ın fazl u rahmeti üzerinizde3 olmasa idi pek
azınızdan mâʿadâsı şeytana uymuş gitmiştiniz (83). Onun için Allah
yolunda çarpış, [1391] ancak nefsinden başkasıyla mükellef değilsin.
Mü’minleri de çarpışmaya teşvik et, me’muldür ki Allah o küfretmek-
te bulunanların tazyîkini defʿ etsin. Allah tazyikçe de daha şiddetli,
tenkilce de daha şiddetlidir (84). Her kim güzel bir şefaatte bulunur-
sa ona ondan bir nasip olur, her kim de kötü bir şefaatte bulunursa
ona da ondan bir nazîr olur, Allah her şeye nâzır bulunuyor (85). Size
herhangi bir suretle sağlık verildiği zaman siz de ondan daha güze-
li ile sağlık verin veya aynıyla mukābele edin, Allah her şeyi hesâba
çekmekte bulunuyor (86).4
1 B: “iman”.
2 B -“onu”.
3 B: “üzerinde”.
4 H: “Ey o bütün iman edenler! Hazırlığınızı görün de müfrezeler hâlinde harekete gelin, veya toplu olarak
seferber olun (71). Ma amâfîh içinizden öylesi vardır ki her hâlde ağır alacağına yemin etmiştir; bakar,
eğer size bir musibet isabet ederse ‘Allah bana cidden lutfetti, çünkü onlarla beraber bulunmadım’ der
(72). Eğer size Allah’tan bir fazl nasip olursa mutlak kendisiyle aranızda sanki hiçbir ülfet olmamışçasına
‘ah, keşke onlarla beraber olaydım da büyük bir murada ereydim’ der durur (73). Binâen aleyh çarpışsın
o geçici dünyâ hayâtı âhiretin ebedî hayâtına satacak olanlar. Her kim Allah yolunda çarpışır da katledilir
veya gālip gelirse iki surette de biz ona pek büyük bir ecir vereceğiz (74). Hem neyinize çarpışmayasınız
siz Allah yolunda? Ve o zâr u zebûn edilmiş erkekler, kadınlar, yavrucuklar uğurunda ki ‘yâ Rabbenâ, çıkar
bizi bu ahâlisi zâlim memleketten, tarafından bize bir sâhip gönder, tarafından bize bir yardımcı gönder!’
diye yalvarıp duruyorlar (75). İman edenler Allah yolunda cenk ederler, küfredenler ise tâğūt yolunda cenk
370 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
başı olan bir zulm-i azîmdir. Allah teâlâ mazlumların dualarını kabul
ve Peygamberi yediyle Mekke’nin fethini nasip edip velâyet ve nusret-i
Muhammediye ile bekâm etmiş ve muazzez kılmıştır. Demek ki tecâvüzî
harb ancak böyle Allah rızâsı için mazlumları zâlimlerin pençesinden
kurtarmak ve halk üzerinde Allah teâlâ’nın ahkâm-ı adl ü rahmetini
tatbik etmek için meşrû olabilir, yoksa zulm ü istibdâdı ta mîm etmek2
ve memleketler istîlâ eylemek gibi mahz-ı tecavüz ve ta addî için harb
etmek asla meşrû değildir. Vuzûh-ı tâm için bu nokta-i mühimme, yani
gāye-i harb meselesi bir de şu suretle tansîsen tesbit olunuyor:
1 “…çünkü şirk çok büyük bir zulümdür.”
2 B -“etmek”.
372 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Böyle iken:
{ﻳﻦ ۪ﻗﻴ َﻞ ﻟ َُﻬ ْﻢ ﻛُ ُّﻔٓﻮﺍ اَ ْﻳ ِﺪﻳَﻜُ ْﻢ ِ
َ }اَ َ ْ ﺗ َ َﺮ ا َ اﻟ َّ ۪ﺬBaksana o bir vakitler kendilerine
“ellerinizi çekiniz, sakın harbe sebebiyet vermeyiniz {اﻟﺼﻠٰﻮ َ َوﺍٰﺗُﻮﺍ ُ َوﺍ َ ۪ﻗ
َّ ﻴﻤﻮﺍ
َ }اﻟﺰَّ ٰﻛﻮve siz hemen namazı ikāme ve zekâtı i tâ ediniz” denilenler, yani
harb ü kıtâlin zamanı değil iken ِاﻪﻠﻟ ِ ۪ﻜﺎ ﻧُﻘَﺎﺗ ِ ْﻞ ۪ َﺳﺒ
ّٰ ﻴﻞ ً ِ ﺚ ﻟ َﻨَﺎ َﻣﻠ
ْ َاﺑﻌ
ْ [el-Bakara
4
2/246] diyenler gibi harbe taraftar olup da sakın yapmayınız diye men
edilenler {ﺎل ُ َﺐ َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ُﻢ ا ْﻟ ِﻘﺘ ِ
َ }ﻓَﻠَﻤَّﺎ ﻛُﺘüzerlerine kıtal yazılıp farz kılınınca,
harb bir vazîfe-i kat iyye hâlini alınca { }اِذَا ﻓَ ۪ﺮ ٌﻖ ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢbunlardan bir kısmı
1 “O âhiret evi (son yurd), biz onu öyle kimselere veririz ki yer yüzünde ne bir kibir ne de bir fesad iste-
mezler, ve o âkibet korunan müttakīlerindir.”
2 “…Her hâlde arz, ona Benim sâlih kullarım vâris olacaktır.”
3 “Zulmün topu var, güllesi var, kalası varsa,
Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır”
(Tevfik Fikret)
4 “…Bize bir melik gönder, Allah yolunda muharebe edelim…”
Hak Dini Kur’an Dili 373
{ً اﻪﻠﻟِ اَ ْو اَ َﺷﺪَّ َﺧ ْﺸﻴَﺔّٰ ِﺎس ﻛَ َﺨ ْﺸﻴَﺔ َ َّ }ﻳ َ ْﺨ َﺸ ْﻮ َن اﻟﻨAllah’tan korkar gibi veya daha şiddetli
bir surette insanlardan korkmaya başladılar {}وﻗَﺎﻟُﻮﺍ َ kālen yahut hâlen
{ﺎل َ َﺖ َﻋﻠ َ ْﻴﻨَﺎ ا ْﻟ ِﻘﺘ َ }رﺑَّﻨَﺎ ِ َ ﻛَﺘَ ْﺒ
َ “ey Rabbimiz, bize kıtâli niçin yazdın, niçin takdir
ettin veya niçin farz kıldın? {ﺐ ٍ }ﻟ َْﻮ َ ٓﻻ اَ َّﺧ ْﺮﺗَﻨَ ٓﺎ اِ ٰ ٓ اَ َﺟﻞٍ ﻗَ ۪ﺮBizi çok değil yakın bir
vakte kadar tehir etse idin. Bir müddetçik daha bize mühlet verse idin de
biraz daha yaşasak ne olurdu?” dediler. { }ﻗُ ْﻞYâ Muhammed sen bunlara de
ki {ﻴﻞ ٌ ﺎع اﻟ ُّﺪ ْﻧﻴَﺎ ﻗَ ۪ﻠُ َ}ﻣﺘَ dünya metâ ı ne olsa azdır, her hâlde gelir geçer {ُ ﺍﻻ ِٰﺧ َﺮ ْ َو
ٰ َّ } َﺧ ْ ٌ ﻟِﻤَ ِﻦ اﺗâhiret ise müttakī olan, fenalıktan korunabilenler [1395] için
daha hayırlıdır. {ﻴﻼ ً ﻮن ﻓَ ۪ﺘَ }و َﻻ ﺗُ ْﻈﻠ َ ُﻤَ Kıl kadar zulüm de edilmezsiniz veya
edilmezler ﻮن َ
َ ﻻ ﻳُ ْﻈﻠ َ ُﻤ.
“Fetîl”1; hurma çekirdeğinin şakkındaki ince iplik gibi çizgi demek
olup azlık ve ehemmiyetsizlikte mesel olarak kullanılır ki lisânımızda “kıl
kadar” tâbir olunur.
{ٍت َوﻟ َْﻮ ﻛُ ْﻨ ُﺘ ْﻢ ۪ ﺑُ ُﺮو ٍج ُﻣ َﺸﻴ َّ َﺪة
ُ }اَ ْﻳ َﻦ َﻣﺎ ﺗَﻜُﻮﻧُﻮﺍ ﻳُ ْﺪرِ ْﻛﻜُ ُﻢ ا ْﻟ َﻤ ْﻮHer nerede olsanız ölüm
size yetişir, müşeyyed burçlarda bulunsanız da, yani yüksek kalelerde veya
müstahkem saraylarda, hatta gökteki yıldızlarda dahi bulunsanız yine gelir
bulur. Binâen aleyh ölüm korkusuyla vazifeden kaçınmak mânasızdır.
Mâdem ki her hâlde bir ölüm vardır, ona her zaman âmâde olmalı,
hayât-ı dünyâya bağlanmamalı, vazifeyi seve seve yapmalıdır. {َو ِﺍ ْن ﺗُ ِﺼ ْﺒﻬُ ْﻢ
ٌ}ﺣ َﺴﻨَﺔ َ Bir de yâ Muhammed, birtakım kimseler -ve bilhassa münafıklar-
kendilerine bir hasene, bir nimet veya herhangi bir güzellik nasip olursa
{ِاﻪﻠﻟ
ّٰ “ }ﻳ َ ُﻘﻮﻟُﻮﺍ ٰﻫ ِﺬ ۪ه ِﻣ ْﻦ ِﻋ ْﻨ ِﺪbu, Allah tarafındandır” diyorlar, Allah’tan biliyorlar
{ٌ}و ِﺍ ْن ﺗُ ِﺼ ْﺒ ُﻬ ْﻢ َﺳ ّ ِﻴﺌَﺔ
َ ve eğer başlarına bir beliyye veya herhangi bir kötülük
gelirse {“ }ﻳ َ ُﻘﻮﻟُﻮﺍ ٰﻫ ِﺬ ۪ه ِﻣ ْﻦ ِﻋ ْﻨ ِﺪ َكbu senin tarafındandır2” diyorlar.
Bu hususta şöyle rivayet olunmuştur ki, Resûlullah Medine’ye
teşrif buyurduğu zaman Medine bolluk ve ucuzluk olmuştu, da vet-i
Muhammediye üzerine Yahudîlerin inadı ve münafıkların nifâkı zuhur
ettiği sıralarda kaht u galâ görülmeye başladı -bunda belki Medine’nin
1 B: “Fetîle”.
2 M ve B: “tarafından”.
374 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ُ Yâ Muhammed, de ki {ِاﻪﻠﻟ
{}ﻗ ْﻞ ّٰ } ُﻛ ٌّﻞ ِﻣ ْﻦ ِﻋ ْﻨ ِﺪbaşınıza gelen hasene ve
seyyienin hepsi Allah tarafındandır. O’nun halk u takdîriyledir. A
Hasene Allah’ın bir ihsanı, seyyie de Allah’ın bir hızlânıdır. Bu, böyle iken
{ِ }ﻓَ َﻤﺎ ِل ٰﻫ ٓ ُﺆ َ ٓ۬ﻻ ِء ا ْﻟ َﻘ ْﻮمbu adamların ne çıkarı var ki {ﻳﺜﺎ ً ﻮن َﺣ ۪ﺪ
َ ون ﻳ َ ْﻔ َﻘ ُﻬ َ bir
َ ُ}ﻻ ﻳَﻜَﺎد
sözü veya hâdiseyi fıkhıyla, yani sırr u hikmetiyle anlamaya yaklaşmazlar
da Allah tarafından başlarına gelen felâketi Peygamber’e isnad etmeye
1 “Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdikse ibtida ahâlisini şiddet ve zarûretle sıkmışızdır…”
2 “Fakat kendilerine iyilik geldiği zaman ‘ha, bu bizim hakkımız’ dediler, ve başlarına bir kötülük gelirse
Mûsâ ile maiyyetindekilerden teşe’üm ediyorlardı…”
3 Ferrâ’, Meâni’l-Kur’ân, I, 278:
אر א و ا א א رأ א ر أ:َ א ُ ا א و ّٰ ا ِ وذ כ أن ا د א أ א ا
ّ َّ
ََّ ُ ا:أ אر َ א ُ ا وإن، ّٰ ا ه:ا َ א ُ ا إن أ وا وأ: אل ا ّٰ אرك و א.أ אر א
. و ّٰ ا
Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, X, 145:
ِِ ُ َ ِ אد ا ْ َ ُ ِد َو ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ َ ُ ِّ َ ُ ْ َ َאل ا
َ אق ا ْ ُ َא ُ َ َ َ َ َ َ َّ א، َ َّ َ َכא َ ا ْ َ َ ُ َ ْ ُ َء ًة َ ا ّ َ ِ َو ْ َ َ ْ َ م ا َّ ُ ِل َ َّ ا ّٰ َ َ ْ َو:ون
ِ ْ ْ »و א أَر ْ א ِ َ ٍ ِ َ ِ ٍ ِإ َّ أَ َ ْ א أَ َ א ِא: َ َ َאل َ א، ِ ُ ْ ِ ِ ا
אء ِ אد ت א כ ِ
אك ِ ْ ا َ ْ َ ْ ُ ْ َ ّٰ أَ ْ َ َכ ا
َ ْ ّ ْ َْ َ ْ َ َ َ َ َُُ َ ْ َ َ ََ َ ْ
: َ َ َ ْ ُ ُ َ َ א،אر َא ُ ْ ُ َ ِ َم َ َ َ ْ ِ אر َא و َ َ أ، ِ ُ א رأَ َא أَ ْ َ ُ ْ א ِ ْ َ َ ا ا:وا َّ ِاء« َ ِ ْ َ َ ا َ َאل ا ْ ُ ُد وا ْ َא ِ ُ َن
ُ َ ْ َ ُ َ َ َّ ً َ ْ َ َ ُ َ َ َّ َ
ب َو َ َ ُء ِ ْ ٍ َ א ُ ا َ َ ا ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ
ٌ ْ َ ٌ َ ا ْ ْ ا ّٰ َوإ ِْن ُ ْ ُ ْ َ ّ َِئ:»وإ ِْن ُ ْ ُ ْ َ َ َ ٌ« َ ْ ا ْ َ ْ َ َو ُر ْ َ ا ّ ْ ِ َو َ َא ُ َ ا ْ َ ْ َאرِ َ א ُ ا َ
(١٣١/٧ َو َ ْ َ َ ُ )ا ْ َ ْ ِاف ِ ِِ ِِ ٍ ِ ِ
َ ُ ِ َ ِذا َאء ْ ُ ُ ا ْ َ َ َ ُ א ُ ا َ א ه َوإ ِْن ُ ْ ُ ْ َ ّ َِئ ٌ َ َّ َّ ُ وا: َ َو َ َ ا َכ َ ْ َ َ א، َّ َ ُ ْ ُ ْ م
.(٤٧/٢٧ ِ ْ َّ א ُ ا ا َّ א َِכ َو ِ َ ْ َ َ َכ )ا: ٍ ِ َو َ ْ َ ْ ِم َ א
ْ َّ
Hak Dini Kur’an Dili 375
kalkışırlar. A Şimdi de “öyle bizi niye dine davet edip duruyorsun, küfür
de Allah’tandır” demeye kalkarlar, çünkü söz anlamamak yüzünden
ِاﻪﻠﻟ
ّٰ ﻛُ ٌّﻞ ِﻣ ْﻦ ِﻋ ْﻨ ِﺪdenilince bir taraftan bundan kesb ü irâde-i beşeri nefy,
ef âl-i ibâdda cebr mânasını çıkarmaya kalkışırlar. Diğer taraftan “öyleyse
mes’ûliyet nerede kalır? Allah itikad ve imanının1 tabiat tasavvurundan
ne farkı olur, Allah’a seyyie nasıl isnad olunur. Allah’ın muzır olan bir
şeyi yaratması nasıl câiz olur?” gibi şüphelere saplanırlar. Bu noktada yâ
Muhammed, hitâba lâyık ve [1397] kelâm-ı hakkı anlayacak olan sensin,
dinle: {ِاﻪﻠﻟ ّٰ ﻚ ِﻣ ْﻦ َﺣ َﺴﻨَﺔٍ ﻓَ ِﻤ َﻦ
َ َ ﺻﺎﺑ
َ َ}ﻣٓﺎ ا
َ Sana her ne hasene isabet eder, her ne hayr u
menfaat, tâat ü sevab nasip olursa Allah’tandır, kesbin olsa da Allah’tandır,
olmasa da. A Zira Allah murad etmeyince hiçbir şey olmaz. Allah teâlâ
Rahmân-ı Rahîm olduğu için de hasenât O’nun irade ve takdîrine, halk
u tekvînine istinad ile beraber rızâsına da tamamen muvâfıktır. Bunun
için kesb-i beşerin alâkadar olmadığı hasenât, mahza ihsân-ı ilâhî olduğu
gibi, irâde-i beşerin ta alluk ettiği hasenât da Allah’ın takdîr u tekvînine,
tenfîz ü tevfîkine, irade ve rızâsına iktiran etmiş olmak hasebiyle yine
O’nun bir ihsânıdır. Bunun için enfüsî afakî, maddî mânevî, kesbî gayr-i
kesbî ale’l-ıtlâk hasene Allah’tan bilinmelidir. Fakat {ﻚ ِﻣ ْﻦ َﺳ ّ ِﻴﺌَﺔٍ ﻓَ ِﻤ ْﻦ َ َ ﺻﺎﺑ
َ ََو َﻣٓﺎ ا
ﻚَ }ﻧ َ ْﻔ ِﺴsana her ne seyyie isabet ederse o da kendinden, kendi nefsindendir,
kendi günah veya kusurundandır. A Gerçi ِاﻪﻠﻟ ّٰ ﻛُ ٌّﻞ ِﻣ ْﻦ ِﻋ ْﻨ ِﺪmûcebince bu da
min indillahtır, Allah takdîr ü irade etmemiş olsa idi bu da olamazdı.
Fakat bunda fiil veya terk cihetinden behemehâl senin bir sebebiyetin
vardır. Bunun menşe’i senin kendin, senin arzun veya senin kusurun,
senin hatân veya senin aczin, senin mahiyetindir. Zira sen evvelemirde
kendi nefsinde ve haddizâtında kādir-i kül, mebde’-i vücud olsa idin
elbette kendine hiçbir seyyie isabet ettirmezdin ve hiçbir taraftan sana bir
zarar gelmek ihtimâli olmazdı. Binâen aleyh birinci derecede seyyienin
menşei, aslı adem ve imkân-ı mahz olan mâhiyet-i mahlûkanın acz-i
zâtîsidir. Allah ona herhangi bir lahza-i vücudda ifâza-i hasene etmemiş
olsa o derhal mahv ü helâk olur. Sâniyen başa2 gelen seyyiâtın bir kısmı
1 M ve B: “iymanın”.
2 B: “başına”.
376 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
arzu ve irâde-i beşere müterettibdir. Beşer onu nefsinden tecellî eden bir
irade ve ihtiyar ile bilerek veya bilmeyerek, bizzat veya dolayısıyla ister.
Hatta ısrar da eder, irade ve ihtiyâr kuvveti [1398] nefsinde bir hasene
olduğu hâlde istenen murad, hasene de seyyie de olabilir. Allah teâlâ da
bahîl olmadığından kulunun iradesine izin verip tenfiz ederek muradını
halk eder ve talep olunan seyyie yine min indillah gelmekle beraber sebeb
ü menşe’i1 nefs-i abd, kesb-i abd olur ve mes’ûliyet de buna ait bulunur.
ِ
ٍ ﺖ اَ ْﻳ ۪ﺪﻳﻜُ ْﻢ َو َ ْﻌ ُﻔﻮﺍ َﻋ ْﻦ ﻛَ ۪ﺜ ْ َﺻﺎﺑَﻜُ ْﻢ ﻣ ْﻦ ُﻣ ۪ﺼﻴﺒَﺔٍ ﻓَ ِﺒ َﻤﺎ ﻛَ َﺴﺒ َ َ[ َو َﻣٓﺎ اeş-Şûrâ 42/30] Sâlisen
2
1 M ve B: “menşe’”.
2 “Başınıza ne musibet geldiyse kendi ellerinizin kazancı iledir, hâlbuki bir çoğundan affediyor.”
Hak Dini Kur’an Dili 377
1 B: “yapmakla”.
2 Mukātil b. Süleyman, Tefsîr, I, 391; Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, X, 150:
نإ أ:أ אع ا ّٰ « َ َ َאل ا א ن أ ّ ا ّٰ و أ א » أ אل ِ ا و ّٰ ا أن ا
َכ َ א- ن ر א- ه א א َ َ ا َّ ِ ي َ َאل ِإ َّ أن َ َ א، ّٰ ِإ َّ ا أ و
َُ َ ك אرب ا ْ َ َ ا ا َّ ُ و א ُ ُل؟
ِ ِ ِ
َ ََ َّ ا ّٰ َ َ ْ َو َ َّ َ » َ ْ ُ ِ ا َّ ُ َل َ َ ْ أ
«... ّٰ אع ا א ل ل ا ّٰ َ َّ و.א א ْ ا ت ا َّ אرى َ ا
«...ٌ َ »و َ ُ ُ َن א
َ ُ َ ُ ْ َא َ َ َאل ا א ُ أ
ّ
Hak Dini Kur’an Dili 379
1 H: “içlerinde”.
Hak Dini Kur’an Dili 381
1 M: “Nebıt”.
2 M ve B: “olanların”.
382 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H: “boşboğazlıklardan”.
2 Taberî, Câmiu’l-beyân, VIII, 569-570. Bkz. Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, X, 153:
אئ ن أو أ، و أ ا إذا אء أ أ: ل،« أو ا ف أذا ا ا »وإذا אء أ:ا ي
. َّو أ أذا ا א،
ُ
ا אس ا ّ ت إذا ،אر ا ا אل ،« ا أذا ف ا أو ا أ אء »وإذا : ا
َّ
أن כ ن ، ه ،«כ ا وכ ا »وأ אب ا و ا،«و כ ا وכ ا ن א ا »أ אب ا
. أ ه وأ ه: אل،« »أذا ا: אس אل ا: אل ا. ا يأ و ّٰ ا ا
Zeccâc, Meâni’l-Kur’ân ve irâbuhû, thk. Abdülcelil Abdüh Şelebi, Beyrut: Âlemü’l-Kütüb, 1408/1988,
II, 83:
أذاع ا א ن، ِ ِ م אف َ َ ْ أو أ،
ِ ِمأ أ َّ א و ّٰ ا ا وכאن إِذا
ُ ِ ُ َن ذ َכ ِ ْ א أذا ا وכאن َ َ ُ ا
ُْ َ ى َ َْ أن ى َ و ،אر כ ا ر ْ َ َر ذכ
ْ
.א رِ ذ כ
َ
3 B: “mecliste”.
4 Müslim, Talâk, 30. Krş. Buhârî, İlim, 27:
، َ ِ ْ َ ْ َد َ ْ ُ ا: َ َאل، َ َّ א ا ْ َ َ َل َ ِ ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو َ َّ ِ َ َאء ُه: َ َאل،אب ِ َّ َ ْ َ َّ َ ِ ُ َ ْ ُ ا،אس ٍ ِ ا ِ
َ ْ ُّ ُ َّ َ ُ ْ ّٰ ُ ْ َ َ َّ َ
: ُ ْ ُ َ ، َ ُ َ َ َאل،אب ِ َ ِ ْ َو َذ ِ َכ َ ْ َ أَ ْن ُ ْ َ َن ِא، َ َّ َ َر ُ ُل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو َ َّ ِ َ َאء ُه: َو َ ُ ُ َن، َ َ ْ אس َ ْ ُכ ُ َن ِא ُ َّ َ ِ َذا ا
ُ ْ َ ْ
، َّ َ أَ َ ْ َ َ َ ِ ْ َ ْ ِ ِכ أَ ْن ُ ْ ِذي َر ُ َل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو، ٍ َא ِ ْ َ أَ ِ َ ْכ: ُ ْ ُ َ ، َ َ َ َ َ ْ ُ َ َ َ ِאئ: َ َאل،َ َ ْ َ َ َّ َذ ِ َכ ا ْ ْ َم
َ ْ َ
أَ َ ْ َ َ َ ِ ْ َ ْ ِ ِכ،ُ َ ْ َ َא: َ ُ ْ ُ َ َ א، َ ُ ِ ْ ِ َ َ ْ َ َ َ ُ ْ َ َ َ َ َאل، َ َ َכ ِ َ ِ َכ،אب ِ َّ َ ْ َ א ِ َو َ א َ َכ َא ا ْ َ ا: ْ َ َ َ א
َ َْ ْ
ِ ّٰ و َ َ أَ َא َ َ َّ َ ِכ ر ُل ا، َ ِ ِכ، َّ َ َ ْ ِ ِ أَ َّن ر َل ا ّٰ ِ َّ ا ّٰ َ ِ و،ِ ّٰ أَ ْن ُ ِذي ر َل ا ّٰ ِ َّ ا ّٰ َ ِ و َّ ؟ وا
ُ َ ْ َ ُّ ُ َ َ َ ْ َ ُ َ ُ َ ْ َ َ َ َ َ ْ َ ُ َ ُ َ ْ
، ُ ْ َ َ َ ، ِ َ ْ َ ْ ُ َ ِ ِ َ ا َ ِ ِ ِ ا: ْ َ أَ ْ َ َر ُ ُل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو َ َّ ؟ َ א: َ ُ ْ ُ َ َ א،אء ِ َ َכ أَ َ َّ ا ْ َכ، َّ َّ ا ّٰ َ ِ و
ُ َ ْ ُ ْ َ َ َ َ ْ َ ُ َ
ِ ِ ِ ٍ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ٍ َ َ ِ َ ِ َذا أَ َא
َ ْ َ و ُ َ ِ ْ ٌع- َ ٍ َ َ ْ ٍ َ َ َ ْ َ ْ ِ ُ َ ّل ر، َ ُ ْ َ ْ َ א ً ا َ َ أُ ْ ُכ َّ ا، َ َّ َ אح ُ َ م َر ُ ل ا ّٰ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو
َ אح ِإ ِ ِ ِ ِ ِ ا ْ ِذ ْن، א ر אح: َ َאد-َ ِ ر ُل ا ّٰ ِ َّ ا ّٰ َ ِ و َّ و ْ ِ ر
ٌ َ َ َ َ َ َر، َ َّ َ ْ َ َك َ َ َر ُ ل ا ّٰ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو َ ْ ُ ََ َ ُ َْ ُ َ ََ َ َ َ ْ َ ُ َ ُ َ ْ َ
َُّ ، ِ َ ْ ُ ْ אح ِإ َ ا ر ، و ِ ا ِ ا ل ِ ِ ِ ا ْ ِذ ْن، א ر אح: ْ ُ ُ ، َ َ ُ ْ َ ًئא، َ ُ َ َ ِإ، ِ َ ُ ْ ا
َ
ٌ ََ َ ََ َ َ َ ْ َ ُ َّ َ ّٰ َّ َ ّٰ ُ َ َ َ ْ َ َك
ر َ ْ ُ َ َ َ ُ َّ ْ َ ْ َّ َ َّ ْ
َ ِ ِّ أَ ُ ُّ أَ َّن َر ُ َل، َّ َ ا ْ َ ْ ِذ ْن ِ ِ ْ َ َك َ َ َر ُ ِل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو،אح ِ
ُ َ َא َر: ُ ْ ُ َ ، ْ َ ُ ْ َ ُ َّ َر، َ َ ْ َ ُ ْ َ ْ ًئא، َّ َ َ َ َ ِإ
َ ْ
ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ
َّ َ ِ ْ َ َ ، َئ ْ أَ َ َ َر ُ ُل ا ّٰ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو َ َّ َ ِ َ ْ ِب ُ ُ َ א، ّٰ َوا، َ َ ْ َ ِ ْ َا ّٰ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو َ َّ َ َ َّ أَ ّ ِ ْئ ُ ْ أ
د َ ،
َْ َ ُ ْ َ َ َ ، ٍ ِ َ ِ َ و َّ و ِ َ ّٰ ا َّ ِ ّٰ ا ِ
ل ر َ ْ ، َ ار نِ َ أ َ إِ َ و َ ، ِ ر و ،א
َ َ ٌ ْ ُ َُ َ َ َ َ ْ َ ُ َ ُ َ َ ُ َ ََ ْ ْ َّ َ ْ َ ْ َ ُ َْ َ َ َ َُُ
Hak Dini Kur’an Dili 383
ٍ َ ِ ِ ذا أَ א، ِ و ِ َ َ ت ِ ِ ي ِ ِ ا َ ِ ر ِل ا، ِ ِ
ْ َ َ َ َ َ َّ َ َ ْ َ َ ُ ّٰ َّ َ ّٰ
ا ُ َ َ َ َ ُ ْ َ ْ َ ِ َ َّ َ َو ِإ َذا ا ْ َ ِ ُ َ ْ أ،َ َ ْ ِ إ َِز َار ُه َو َ ْ َ َ َ ْ ِ َ ْ ُ ُه
:ُ ْ ُ «אب ِ َّ َ ْ » َ א ُ ْ ِכ َכ َא ا ْ َ ا: َ َאل،אي ت ر
َ ََْ ْ َ ََْ َ א : אلَ َ ، َّ
ٌ َ ُ ٌ ِ َ أ ا ذ
َ إِ َو، ِ َ ُ ْ َو ِ ْ ِ َ א َ ًא ِ َא ِ ِ ا،ِ ْ َ ِ ٍ َ ْ ِ ا َّ א ِع
ْ َ َ
َِ אر ِّ و ِכ ى ِ ا َ ك َ ا ذ
َ و ،ى رَ و َ ِ ِه ِ َ ا َ ُ َכ َ أَرى ِ َ א ِإ َّ א أ،ِכ ِ َّ َ و א ِ َ أَ ِכ و َ َ ا ا ْ ِ َ ْ أ،ِ ّٰ א َ ِ ا
َ ْ َ ُ َ ْ َ َ َ َ َ َ َْ َ ُ َ َ ْ ََ َّ َ
أَ َ َ َ أَ ْن َ ُכ َن َ َא ا ْ ِ ُة،אب ِ َّ َ ْ » َא ا ْ َ ا: َ َ َאل، َو َ ِ ِه ِ َ ا َ ُ َכ، ُ ُ َ ْ َ َو، َّ َ َوأَ ْ َ َر ُ ُل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو، َِوا ْ َ ْ َ אر
َ ْ َ ْ
َ א َ ُ ُّ َ َ َכ ِ ْ َ ْ ِن،ِ ّٰ َא َر ُ َل ا: ُ ْ ُ َ ، َ َ َ ْ َوأَ َא أَ َرى ِ َو ْ ِ ِ ا، ُ ْ َ َو َد َ ْ ُ َ َ ِ ِ َ َد: َ َאل، َ َ : ُ ْ ُ ،«َو َ ُ ا ُّ ْ א؟
ْ ْ َ ُ
َ ِ َ َ ِ ِ ِ ِ ِ ِ
َ ّٰ َو َ َّ َ א َ َכ َّ ْ ُ َوأ ْ َ ُ ا، َوا ْ ُ ْ ُ َن َ َ َכ، ٍ َوأ ُ َ ْכ، َوأ َא، َ َو َכאئ، َ ِ ْ َو، ُ َ َو َ َ ئ َכ، َ َِّن ا ّٰ َ َ َ َכ، َّ ُ َ ْ َّ َ َ ْ ا ّ َ אء؟ َ ِْن ُכ
» َ َ َر ُّ ُ إ ِْن َ َّ َ ُכ َّ أَ ْن ُ ِ َ ُ أَ ْز َوا ً א َ ا: ِ ِ ْ َّ َو َ َ َ ْ َ ِ ِه ا ْ َ ُ آ َ ُ ا،ت أَ ْن َ ُכ َن ا ّٰ ُ ُ َ ِّ ُق َ ْ ِ ا َّ ِ ي أَ ُ ُل ٍ
ًْ ْ ُ ْ َ ِإ َّ َر،َِכ َ م
،(٤/٦٦ »وإ ِْن َ َא َ ا َ َ ِ َ َِّن ا ّٰ َ ُ َ َ ْ َ ُه َو ِ ِ ُ َو َ א ِ ُ ا ْ ُ ْ ِ ِ َ َوا ْ َ َ ِئ َכ ُ َ ْ َ َذ ِ َכ َ ِ « )ا َ ،(٥/٦٦ )ا « َّ ْ ُכ
ِ
ٌ ْ ْ َ
،« َ » : َא َر ُ َل ا ّٰ ِ أَ َ َّ ْ َ ُ َّ ؟ َ َאل: ُ ْ ُ َ ، َّ َ אء ا َّ ِ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو ِ ِ ِ ِאئ َ ِ َ و ْ ُ َ َא، ٍ ْכ
ان ِ َ أ ِ ُ ِ
אئ אכ و
َ ْ ّ َ َ َ َ َ َ َ َ ُ ْ َ َ ْ َ َ َ
، أَ َ َ ْ ِ ُل، َ َّ َ َر ُ ُل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو َ َّ ِ َ َאء ُه: َ ُ ُ َن، َ َ ْ ِإ ِّ َد َ ْ ُ ا ْ َ ْ ِ َ َوا ْ ُ ْ ِ ُ َن َ ْ ُכ ُ َن ِא،ِ ّٰ َא َر ُ َل ا: ُ ْ ُ
َ ْ
ِ َ و َכ،َכ َ َ َ ِ َכ ِ ِ ِ ِ
ْ אن َ َ َّ َ َو، ِ ْ َ َ ْ أَ َز ْل أُ َ ّ ُ ُ َ َّ َ َ َّ َ ا ْ َ َ ُ َ ْ َو،« َ إ ِْن ْئ، ْ َ َ » : َ َאل، َّ ُ ْ ّ َ ُ ْ َ َ ُ ْ ِ َ ُ ْ أَ َّ َכ
َو َ َ َل َر ُ ُل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو َ َّ َכ َ َّ َ א، َ َ َ ْ ُ أَ َ َ ُ ِא ْ ِ ْ ِع، ُ ْ َ َ َو، َّ َ ُ َ َ َل َ ِ ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو،אس َ ْ ا ِ ِ ا
َّ َ ْأ
َ
َ ْ َّ َ ْ ُّ َّ ً
،« َ ِ ْ ِ »إ َِّن ا َّ ْ َ ُכ ُن ِ ْ ً א َو: َ َאل، َ ِ ْ ِ َא َر ُ َل ا ّٰ ِ ِإ َّ َ א ُכ ْ َ ِ ا ْ ُ َ ِ ِ ْ َ ً َو: ُ ْ ُ َ ،َ ْ ِ َ َ ا ْ َْر ِض َ א َ َ ُّ ُ ِ ِ ِه
َ ْ َ
َ »و ِإذا אء أ: ْ و َ َ َ ْ َ ِ ِه ا، َ َ ِّ ْ ر ُل ا ّٰ ِ َّ ا ّٰ َ َ ِ و َّ ِ َאء ُه، ِ َ ِ
َ َ َ ، ِ ْ َ ْ אب ا
ٌ ْ ُْ َ َ َ َ َُ َ َ َ َ َ ْ ُ َ ُ َ ُ ْ ْ َ َ ْ ِ ُ ْ אد ِ َ ََ ُ َُْ
( َ ُכ ْ ُ أَ َא٨٣/٤ وه ِإ َ ا ُ ِل َو ِإ َ أُو ِ ا ْ َ ْ ِ ِ ْ ُ َ َ ِ َ ُ ا َّ ِ َ َ ْ َ ْ ِ ُ َ ُ ِ ْ ُ « )ا אء د ر
ُ ُّ َ ْ ََ و ِ ِ ا ُ ا ذ
َ َ أ ف ِ َِ َ
ْ َ ْ َ ا ْ ْ ِ أو ا
ِ
ْ ْ َّ
. ِ ِ ْ َّ َوأَ ْ َ َل ا ّٰ ُ َ َّ َو َ َّ آ َ َ ا، ْ َ ْ ا ْ َ ْ ْ ُ َذ ِ َכ ا
َ َ
1 B -“uyardınız, onların aldatıcı re’y ü fikirlerine”.
2 M: “aldanması”.
384 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
“Bedr-i Suğrâ” vak asında bu emre tevfîkan tek başına gitmeye kıyam
buyurduğu gibi, buna imtisâlen Hazret-i Sıddîk da vefât-ı Peygamberî
üzerine zekâttan imtinâ eden mürteddîne karşı böyle yapmış ve hilâfet-i
Resûlullah’a istihkākını bununla da ispat etmiş ve muvaffak olmuş idi.
Evet, kâfirlerde be’s ü kuvvet bulunabilir {ﻴﻼ ً ﺳﺎ َوﺍ َ َﺷ ُّﺪ ﺗ َ ْﻨ ۪ﻜ
ً ﺍﻪﻠﻟُ اَ َﺷ ُّﺪ ﺑ َ ْﺄ
ّٰ }و
َ ve
fakat Allah kuvvet ü kudretçe onlardan hem pek çok yüksek, hem de
tenkîl ü ta zîbi onlarınkinden çok şiddetlidir. Binâen aleyh kâfirlerin
kuvvetinden korkup da Allah’a isyan etmemeli, Allah’ın kudret ve
azâbından korkup da Allah’a itaat etmeli ve kâfirlere karşı gelmelidir.
Bunun için yâ Muhammed, sen kendin fî sebîlillâh harb et ve mü’minleri
tahrîd1 ü tergīb de eyle, zira bu bir şefaat demektir. Hâlbuki {َﻣ ْﻦ َ ْ َﻔ ْﻊ
ً ﺎﻋﺔ ً َﺣ َﺴﻨَﺔ َ } َﺷ َﻔher kim güzel bir şefaat yaparsa, yani Allah rızâsı için bir
2
ّٰ אل ا ا ّٰ وا إن: כ إذا כאن: ن...כאن ، ا ّٰ وا وّ و כ و אل ا
ّכ إن ا اد ا כ ة ا: : ؟ אل ذכا ،س و ة ا َ َ ا ّٰ ُ أَ ْن َ ُכ َّ َ ْ َس ا َّ ِ َ َכ َ وا و
ُ
أراد: و.ص ن כאن א א ا م א اد א ا، ُ َ ا َّ ِ ي َכ َّ أَ ْ ِ َ ُ َ ْ ُכ ا َو وا،ى را
ْ ْ
،כ وا سا ذכ כ ِ َّ ِ ُّ َ ُכ َن ِ ٌ و ُכ َن ا ِّ ُכ ِ
ُ ُ َ َ َْ َّ َ ْ ُ ُ َو א ا ة ا أ ا ّٰ א ا אل وال ا כ
. ِ ِّ م َ َ ا ِّ ِ ُכ ا אو م כ ن כ א ا ل ا ي ا و
1 M ve B: “tahris”.
2 H +“ve”.
3 Ebû Dâvûd, Edeb, 123:
. ِ ِ َ ٍ ُ ِ ُ أ ِ َא دل
َّ ْ َ : و ّٰ ا ّٰ אل ر ُل ا
ْ
4 H -“Ve”.
5 M: “tahris”.
386 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
tekrim edildiğiniz vakit de { }ﻓَ َﺤﻴُّﻮﺍ ﺑِﺎ َْﺣ َﺴ َﻦ ِﻣ ْﻨﻬَﺎsiz ondan daha güzeli ile
tahiyye ediniz, selâmlayınız {وﻫﺎ
َ ُّ }اَ ْو ُردveya onu geri veriniz, yani gerisin
geri misliyle cevap veriniz.
“Tahiyye”, lügatta milk ve bekā mânasına gelir, nitekim şâir1:
ِْ ِ ِِ ِ َ َ َ َ ِ ُأ ِ ُّ أَ ِ ِ ِ إ َ ا
ُ َّ َّ َ אن َ ْ ُ
demiştir ki ﻜ ِﻪ ِ ﻋﻠَﻰ ﻣ ْﻠdemektir. Bir kimseye ﺣﻴﱠﺎك اﷲdiye dua etmeye
ُ َ ُ َ
de “tahiyye” tâbir olunur ki “Allah ömürler versin”, yahut “Allah seni
sâhib-i mülk kılsın” veya “mülkünde bâkī kılsın” mânalarına gelir.
Câhiliyede Araplar selâm mevki inde ُﺣﻴﱠﺎك اﷲ َ derlerdi, sonraları bizde
şâyi olan “Allah ömürler versin” tâbiri bunun bir ihyâsı olmuştur. Fakat
bunlar bir dua olmakla beraber ale’l-ıtlâk [1408] hayırlı bir dua değildir.
Zira ömür, hayat, mülk behemehâl selâmet ü saadeti îcâb etmez, felâket
içinde de geçebilir. Binâen aleyh bu suretle tahiyye haddizâtında nâkıs bir
tahiyyedir, hepsinin başı baş selâmetidir. “Hayyâke’llâh, Allah ömürler
versin” denildiği zaman muhatab bu mâna kasd edildiğini farz ederek
hoşlanabilirse de bir gaflettir. Çünkü kāilin niyeti mâlum değildir,
veyahut hiç düşünmemiştir. Bunun için dîn-i İslâm, bu nâkıs tahiyyeleri
selâma tebdîl etmiş ve ُﺣﻴﱠﺎك اﷲ َ yerine dünya ve âhiret selâmet ü müsâlemet
neşreden ﻜ ْﻢ
ُ اَﻟ ﱠﺴ َﻼ ُم َﻋﻠَْﻴdua ve iltifatını ikāme eylemiş olduğundan İslâm’da
tahiyye selâm olmuştur. Bunun için ٍ َو ِﺍذَا ُﺣ ۪ ّﻴﻴﺘُ ْﻢ ﺑِﺘَ ِﺤﻴَّﺔsize bir selâm verildiği
vakit demek olur. Selâm bir tahiyye ve iltifattır. Fakat her tahiyye ve iltifat
selâm değildir.
İşte Cenâb-ı Allah Peygamberini ve mü’minleri cihâda tergīb ederken
İslâm’da harbin gayesi te’mîn-i müsâlemet olduğunu bilhassa ihtar için
şefâ at-i haseneye tergībden sonra düşmanlar müsâlemete tâlib oldukları
vakit siz de daha güzel veya onlar kadar müsâlemete râzı olunuz diye
emretmiş oluyor. Binâen aleyh burada ٍ َو ِﺍذَا ُﺣ ۪ ّﻴﻴﺘُ ْﻢ ﺑِﺘَ ِﺤﻴَّﺔkavl-i ilâhîsi
1 Beyt, muhadramûn şairlerinden olan cengâver sahâbî Amr b. Ma dîkerib b. Abdillâh ez-Zübeydî’ye
aittir, vefat tarihi 21/641-42’dir.
Hak Dini Kur’an Dili 387
ﺎﺟﻨَ ْﺢ ﻟ َﻬَﺎ ِ ِ
ْ َﻠﺴ ْﻠ ِﻢ ﻓ
َّ [ َوﺍ ْن َﺟﻨَ ُﺤﻮﺍ ﻟel-Enfâl 8/61] meâlini mutazammın veya
1
müstelzimdir.
Demişlerdir ki Nasârânın tahiyyesi elini ağzına koymak,
Yahudîlerin birbirlerine tahiyyesi parmaklarla işaret etmek veya baş
kesip kıç kırmak “tekfir”, Mecusilerin tahiyyesi eğilmek, Arapların
ِ
birbirine tahiyyesi ُﺣﻴﱠﺎك اﷲ َ demek, mülûke tahiyyesi de ﺎﺣﺎ ً َﺻﺒ َ أَﻧْﻌ ْﻢ
demek, Müslümanların birbirine tahiyyesi de ﻜ ْﻢ ُ اَﻟ ﱠﺴ َﻼ ُم َﻋﻠَْﻴve daha
güzeli ُاﷲ َوﺑـَﺮَﻛﺎﺗُﻪ ِ ُ اَﻟ ﱠﺴ َﻼم ﻋﻠَﻴ ُﻜﻢ ور ْﲪﺔdemektir. ﺑِﺎ َﺣﺴ َﻦ ِﻣ ْﻨﻬَﺎbuna işarettir.
َ َ ََ ْ ْ َ ُ َ ْ
Rivayet olunuyor ki bir adam Resûlullah’a ﻚ َ ََْ ُ َ اَﻟ ﱠﺴdemiş, cevaben
ﻴ ﻠ ﻋ م ﻼ
ِ ُﻚ ور ْﲪﺔ
َ َﻋﻠَْﻴbuyurmuş. Diğer biri اﷲ
ُﻚ اﻟ ﱠﺴ َﻼ ُم َوَر ْﲪَﺘُﻪ َ َ َ َ اَﻟ ﱠﺴ َﻼ ُم َﻋﻠَْﻴdemiş, ﻚ َ َو َﻋﻠَْﻴ
ِ ِ
ُ اﻟ ﱠﺴ َﻼ ُم َوَر ْﲪَﺔُ اﷲ َوﺑـََﺮَﻛﺎﺗُﻪbuyurmuş. Diğer biri de ُﻚ َوَر ْﲪَﺔُ اﷲ َوﺑـََﺮَﻛﺎﺗُﻪ َ اَﻟ ﱠﺴ َﻼ ُم َﻋﻠَْﻴ
demiş, buna da ﻚ َ َو َﻋﻠَْﻴbuyurmuş, [1409] binâen aleyh bu adam “ﻧﻘﺼﺘﲏ
Allah teâlâ’nın dediği nerede kaldı?” demiş ve bu âyeti okumuş,
Resûlullah da “sen bana fazla bir şey bırakmadın, ben de sana misliyle
reddettim” buyurmuştur.2 Çünkü bunda metâlibin hepsi mündericdir;
mazarrâttan selâmet, menâfi in husûlü ve sebâtı. Velhâsıl selâm pek
büyük bir şeydir. Hatta ﺴ َﻼ ُم اَﻟ ﱠAllah teâlâ’nın esmâ-i hüsnâsındandır.
Ve Kur’an’da on iki mevzi de Allah teâlâ mü’mine selâm vermiştir.
Selâm almak farz-ı kifâyedir. Neha î’den, selâm sünnet, redd-i selâm,
yani selâm almak farzdır diye mervîdir.3 Hutbede, cehren tilâvet-i
Kur’an, hadis rivâyeti, tedrîs-i ilim, ezan, ikāmet esnasında selâma
cevap verilmez; oyun oynayanlara, şarkı söyleyenlere, kazâ-yı hacet
edene, hamamda veya diğer bir yerde çıplak bulunana selâm verilmez.
۟ ً اﻪﻠﻟِ َﺣ ۪ﺪ
﴾٨٧﴿ ﻳﺜﺎ ّٰ ﺐ ۪ﻓﻴﻪِۜ َو َﻣ ْﻦ اَ ْﺻ َﺪ ُق ِﻣ َﻦ ِ ِ ِ ُ َّ اَ ّٰﻪﻠﻟ َ ٓﻻ اِﻟٰﻪَ اِ َّﻻ ﻫﻮ ۜﻟ َﻴﺠﻤﻌﻨ
َ ْ ﻜ ْﻢ اﻟٰﻰ ﻳ َ ْﻮ ِم ا ْﻟﻘ ٰﻴ َﻤﺔ َﻻ َر ََ َْ َُ ُ
Şu hâlde:
ۜ ُاﻪﻠﻟ
ّٰ ﺿ َّﻞ
َ َون اَ ْن ﺗ َ ْﻬ ُﺪوﺍ َﻣ ْﻦ ا ّٰ ﻴﻦ ﻓِﺌَﺘَ ْﻴ ِﻦ َو
َ ﺍﻪﻠﻟُ اَ ْرﻛَ َﺴ ُﻬ ْﻢ ﺑِﻤَﺎ ﻛَ َﺴ ُﺒﻮﺍ ۜ اَﺗُ ۪ﺮ ُﺪ ِ ِ
َ ﻓَﻤَﺎ ﻟَﻜُ ْﻢ ﻓﻲ ا ْﻟ ُﻤﻨَﺎﻓ ۪ﻘ
ﻮن َﺳ َﻮٓﺍءً ﻓَ َﻼ
َ ُﻜﻮﻧ
ُ َون ﻛَ َﻤﺎ ﻛَ َﻔ ُﺮوﺍ ﻓَﺘ
َ ﴾ َودُّوﺍ ﻟ َْﻮ ﺗ َ ْﻜ ُﻔ ُﺮ٨٨﴿ ﻴﻼ ّٰ َو َﻣ ْﻦ ﻳُ ْﻀﻠِ ِﻞ
ً ۪اﻪﻠﻟُ ﻓَﻠ َ ْﻦ ﺗ َ ِﺠ َﺪ ﻟ َُﻪ َﺳﺒ
ﺚ
ُ ﻮﻫ ْﻢ َﺣ ْﻴ ِ ِ ّٰ ﻴﻞ ِ ۪ﺗَﺘ َّ ِﺨ ُﺬوﺍ ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ اَ ْوﻟِﻴَٓﺎءَ َﺣ ّٰﺘﻰ ﻳُﻬَﺎ ِﺟ ُﺮوﺍ ۪ﻓﻲ َﺳﺒ
ُ ُ وﻫ ْﻢ َوﺍ ْﻗ ُﺘﻠ
ُ اﻪﻠﻟ ۜ ﻓَﺎ ْن ﺗ َ َﻮﻟ َّْﻮﺍ ﻓَ ُﺨ ُﺬ
ﻮن اِﻟٰﻰ ﻗَ ْﻮ ٍم ﺑ َ ْﻴﻨَﻜُ ْﻢ
َ ُﻳﻦ ﻳ َ ِﺼﻠ ِ
َ ﴾ ا َّﻻ اﻟ َّ ۪ﺬ٨٩﴿ ۙ ﻴﺮﺍ ًّ ِ ﻮﻫ ْﻢ ۖ َو َﻻ ﺗَﺘ َّ ِﺨ ُﺬوﺍ ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َوﻟ
ً ﻴﺎ َو َﻻ ﻧ َ ۪ﺼ ُ َو َﺟ ْﺪﺗُ ُﻤ
ّٰ َور ُﻫ ْﻢ اَ ْن ﻳُﻘَﺎﺗِﻠُﻮﻛُ ْﻢ اَ ْو ﻳُﻘَﺎﺗِﻠُﻮﺍ ﻗَ ْﻮ َﻣ ُﻬ ْﻢ ۜ َوﻟ َْﻮ َﺷٓﺎء
ُاﻪﻠﻟ ُ ت ُﺻ ُﺪ ْ ََوﺑ َ ْﻴﻨَ ُﻬ ْﻢ ۪ﻣﻴﺜَﺎ ٌق اَ ْو َﺟٓﺎ ُؤ۫ﻛُ ْﻢ َﺣ ِﺼﺮ
ُاﻪﻠﻟ
ّٰ اﻟﺴﻠ َ َﻢ ۙﻓَ َﻤﺎ َﺟﻌَ َﻞ َّ ﻜ ُﻢ ُ اﻋﺘَ َﺰﻟُﻮ ُﻛ ْﻢ ﻓَﻠ َ ْﻢ ﻳُ َﻘﺎﺗِﻠُﻮ ُﻛ ْﻢ َوﺍ َ ْﻟ َﻘ ْﻮﺍ اِﻟ َْﻴ ِ
ْ ﻜ ْﻢ ﻓَﻠ َ َﻘﺎﺗَﻠُﻮ ُﻛ ْﻢ ۚ ﻓَﺎ ِن
ُ ﻟ ََﺴﻠَّﻄ َُﻬ ْﻢ َﻋﻠ َ ْﻴ
1 B: “Celâl”.
2 H: “Allah, başka ilâh yok ancak O. Billâhi toplayacak O sizi öyle bir güne ki geleceğinde şüphe yok.
Kimdir Allah’tan daha doğru sözlü? (87)”.
Hak Dini Kur’an Dili 389
ٓ
yakaladığınız yerde katlediniz {ﻴﻨﺎ ً }وﺍُو۬ﻟٰ ِﺌﻜُ ْﻢ َﺟﻌَ ْﻠﻨَﺎ ﻟَﻜُ ْﻢ َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ ُﺳ ْﻠﻄ
ً َ۪ﺎﻧﺎ ُﻣﺒ َ ve işte
bunlara karşı taarruz için size açık bir ferman ve salâhiyet verdik.
Bu âyetler Sûre-i Mümtehine’deki ﻳﻦ َ اﻪﻠﻟُ َﻋ ِﻦ اﻟ َّ ۪ﺬ
ّٰ [ َﻻ ﻳ َ ْﻨ ٰﻬﻴﻜُ ُﻢ60/8] ve
ّٰ [ اِﻧَّﻤَﺎ ﻳ َ ْﻨ ٰﻬﻴﻜُ ُﻢ60/9] âyetleriyle ve Sûre-i Berâe’deki bazı âyetlerle
َ اﻪﻠﻟُ َﻋ ِﻦ اﻟ َّ۪ﺬ
ﻳﻦ
beraber mülâhaza olunmak lâzım gelir ki tafsîlâtı ve ahkâm-ı müteferri ası
İmam Muhammed’in Siyer-i Kebîr’inde mebsuttur.
Muharebe sırasında olabilir ki bir adam diğer bir adamı görür,
seçemez, harbî bir kâfir zanneder öldürür, sonra da bir mü’min veya bir
mu âhid1 olduğu tebeyyün eyler, işte burada bu vâkı anın hükmü umûmî
bir surette beyan olunmak ve ba dehû muharebeye müte allik daha2 bazı
ahkâma geçilmek üzere buyuruluyor ki: [1416]
ً َﻋ ۪ﻈ
﴾٩٣﴿ ﻴﻤﺎ
Meâl-i Şerîfi
Bir mü’minin bir mü’mini öldürmesi olamaz meğer ki hatâ ola. Ve
kim bir mü’mini hatârâ öldürürse mü’min bir esir âzad etmesi ve
ölenin vârislerine teslim edilecek bir diyet vermesi lâzım gelir, meğer
ki vârisler tasadduk edeler. Eğer [1417] öldürülen kendi mü’min ol-
makla beraber size düşman bir kavimden ise o zaman öldürenin bir
esir âzad etmesi lâzım gelir, ve eğer kendileriyle aranızda bir misak
1 B: “muhârib”.
2 B -“bir surette beyan olunmak ve ba dehû muharebeye müte allik daha”.
394 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
bulunan bir kavimden ise o zaman vârislerine teslim edilecek bir di-
yet vermek ve mü’min bir esir âzad etmek lâzım gelir. Bunlara gücü
yetmeyen de Allah tarafından tevbesinin kabulü için ardı ardına iki
ay oruç tutmak lâzım gelir. Allah Alîm, Hakîm bulunuyor (92). Her
kim de bir mü’mini müteʿammiden öldürürse artık onun cezâsı ce-
hennemde hulûddur, Allah ona gazab etmiş, lânet etmiş, azîm1 bir
azab hazırlamıştır (93).2
1 B: “elîm”.
2 H: “Bir mü’min için bir mü’mini öldürmek olamaz meğer ki hatâ ola. Ve kim bir mü’mini hatârâ öldü-
rürse mü’min bir esir âzad etmesi ve ölenin vârislerine teslim edilecek bir diyet vermesi lâzım gelir, me-
ğer ki vârisler alacakları diyeti kendisine tasadduk edeler. Eğer öldürülen kendi mü’min olmakla beraber
size düşman bir kavimden ise o zaman öldürenin bir esir âzad etmesi lâzım gelir, ve eğer kendileriyle
aranızda bir misak bulunan bir kavimden ise o zaman vârislerine teslim edilecek bir diyet vermek ve
mü’min bir esir âzad etmek lâzım gelir. Bunlara gücü yetmeyen de Allah tarafından tevbesinin kabulü
için ardı ardına iki ay oruç tutmak lâzım gelir. Allah Alîm, Hakîm bulunuyor (92). Her kim de bir
mü’mini müte ammiden öldürürse artık onun cezâsı cehennemde hulûddur, Allah ona gazab etmiş,
lânet etmiş ve azîm bir azab hazırlamıştır (93)”.
3 H -“bir”.
4 M ve B -“Ebî”.
Hak Dini Kur’an Dili 395
etmiyor mu? Binâen aleyh git anana iyilik et ve yine [1418] dininde kal”
demiş, nihâyet o da inmiş, onlarla beraber gitmiş. Medine’den açıldıkları
zaman tutmuşlar bunu bağlamışlar ve dövmüşler, yüzerden iki yüz değnek
vurmuşlar. O da Hâris’e “bu benim kardeşim, fakat sen kim oluyorsun
yâ Hâris! Eğer seni bir tenha bulursam öldürmek Allah için boynuma
borç olsun!” demiş. Velhâsıl kolları bağlı olarak anasına gitmişler. Bu defa
da anası evvelki dinine dönmedikçe bağı çözülmemesine yemin etmiş,
o da lisânen yapmış, sonra yine hicret eylemiş idi. Bilâhare Hâris dahi
Müslüman olup hicret etmiş, Ayyaş da buna zahr-ı Kubâ’da tenhâca rast
gelmiş ve Müslüman olduğunu bilmeyerek vurmuş öldürmüş. Ba dehû
İslâm’a geldiğini haber alınca yaptığına nedâmet etmiş, huzûr-ı risâlete
gelip “onu katlettim fakat Müslüman olduğunu bilmiyordum” demiş, bu
âyet de bunun üzerine nâzil olmuştur diye rivâyet olunuyor1.2
Kezâlik yevm-i Uhud’da Huzeyfe b. Yeman’ın pederi Yeman dahi
asker-i İslâm tarafından bilinmeyerek hatâen katl olunmuş idi ki
sebeb-i nüzûlün bu olduğu da mervîdir.3 Binâen aleyh bir mü’minin
bir mü’mini ibtidâen katletmesi din ü iman nokta-i nazarından
yapılamazsa da katl-i hatâ müstesnâdır, bu olabilir ve ale’l-husûs harb
sırasında pek muhtemildir4 ve her nerede olursa olsun hükmü de ber
vech-i âtîdir:
1 H: “edilmiştir”.
2 Taberî, Câmiu’l-beyân, IX, 33. Krş. Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân, X, 513; Fahreddîn er-Râzî, Mefâtî-
hu’l-gayb, X, 174:
وכאن أ ً א، و אش أ ر ا : אل،« ًא إ أن »و א כאن:ا ي
وا אرث أ . و ّٰ ا ّٰ ُ ُ وم ر ل ا ا و ا א و א وإ أ ،אم
إ ّن أ כ: כ َّ ه و א ا، إ أ وכאن אش أ َّ إ، ه א.ي א אر و،אم
َِ ّٰ ً א ا إ כ ار ! وأ ه א، ا و،اك أن ُ ِ َّ א
أ وه، ه ا אأ. ا א،ًئא إن:א و אل ا أ א אه ، إ ا
ً ً
و، ا א ّي و أ א، ج ما ًא כ ل .َّ ا א ي ، و َ َ ه ا א ّي،و ه
« ًא إ أن »و א כאن: ّٰ ل ا. ، אش
ّ
3 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, X, 174. Krş. Buhârî, Eymân, 15; Ebû Bekir el-Cessâs, Ahkâ-
mu’l-Kur’ân, III, 192:
َ َ َ ْ אن َ َ ا َّ ُ ِل َ َّ ا ّٰ َ َ ْ ِ َو َ َّ َ َ ْ َم أُ ُ ٍ َ َ ْ َ َ ا ْ ُ ْ ِ ُ َن َو َ ُّ ا أَ َّن أَ َ ُאه ا
אن َ אن َכ ِ ْ روى و ُة ا ُّ ِ أَ َّن َ َ َ ا
ََ َ ْ ْ ُ َْ ُ ْ َ ْ ُ َ َ
ِ ِ ِ ِ
َُ َ ْ ُ ا ّٰ َ ُכ ْ َو:ُ َ ْ َ ُ َ َ َאل، ِإ َّ ُ أَ ِ َ َ ْ َ ْ َ ُ ا َ ْ َ ُ ِإ َّ َ ْ َ أَ ْن َ َ ُ ُه:وه َو َ َ ُ ُه ِ َ ْ َ א ِ ْ َو ُ َ ْ َ ُ َ ُ ُل َ
ُ ُ َ َ ، َِوا ٌ َ ا ْ ُכ َّ אر
ِ ِ ِ ِ ِ
.ُ َ ْ َ َ َ َ ْ َ ه ا، َ َ َّ א َ َ ا ُ ُل َ َّ ا ّٰ َ َ َو َ َّ َذ َכ ْاز َد َاد َو ْ ُ ُ َ ْ َ َ ْ َ ُه، َ ِ ِ ِ أَ ْر َ ا ا
َ ْ َّ َّ ُ
4 B -“bu olabilir ve ale’l-husûs harb sırasında pek muhtemildir”.
396 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
{َـٔـﺎ ِ
ً ﻨﺎ َﺧﻄ ً }و َﻣ ْﻦ ﻗَﺘَ َﻞ ُﻣـ ْﺆﻣ
َ Her kim de bir mü’mini hatâen katlederse
1
{ٍـﺤ ۪ﺮ ُﺮ َرﻗَﺒَﺔٍ ُﻣ ْﺆ ِﻣﻨَﺔ ْ َ }ﻓَـﺘîcâbı bir mü’min köle veya cariyeye hürriyet verip âzad
ٓ
etmek {}و ِدﻳَﺔٌ ُﻣ َﺴﻠ ََّﻤﺔٌ اِ ٰ اَ ْﻫﻠِ ۪ﻪ َ ve maktûlün veresesine teslim olunacak bir diyet
verilmek. A Bu diyetin sûret-i te’diyesi ve miktarı için fıkha müracaat.
ِٓ
{ﺼﺪَّﻗُﻮﺍ َّ َ }ا َّﻻ اَ ْن ﻳMeğer ki verese o diyeti tasadduk yani afv ü ibrâ etsinler.
[1419] Tahrîr-i rakabe hakkullah olarak bir keffâret, diyet de hakk-ı
abd olarak bir damândır. Bir mü’minin katline bu suretle biri hakkullah,
biri de2 hakk-ı abd olmak üzere iki hak ta alluk eder. Hayat evvelemirde
hakkullahtır, hürriyet de bir nevi hayattır, bu da hakkullahtır. Allah’ın
kullarından bir mü’minin hakkullah olan hayâtı ifnâ edilmesine mukabil
diğer bir mü’min kula hürriyet bahşederek yeni bir hayat kazandırmak
hatâen kâtil olan mü’minin günahını setre vesile olacak en güzel ve en
münâsib bir keffârettir ki bunda bir cihetten bir cezâ, bir cihetten de bir
ibadet mânası vardır. Katl amden olsa idi bu günah keffâret ile örtülemezdi.
Fakat hatâ az çok bir dikkatsizliği tazammun etmekle beraber külliyen
kābil-i ihtirâz olmadığından kātil bir taraftan terbiyeye bir taraftan da tesliye
ve mu âvenete lâyıktır. Bunun için keffâretin3 affı mevzû -i bahis olamaz.
Sonra hakkullah olan hayattan maktûlün bir hakk-ı istifâdesi vardı, hakk-ı
hayâta mâlik idi; katl4 hatâen de olsa bunu selb etmiş bulunduğundan ve
hiçbir hak heder edilemeyeceğinden buna karşı mahza bir damân olmak
üzere maktûlün yerine kalıp malından müstefid olacak olan vârislerine bir
diyet verilmek de bir hakk-ı abddir. Ve kātil-i muhtî bunda da mu âvenete
lâyıktır. Bunun için âkılesi varsa diyete iştirak etmelidir. Vârislerin bunu
affı da bir mu âvenettir. Bundan dolayıdır ki afv ü ibrâ yerine “tasadduk”
tabiriyle bu mu âvenete tergīb edilmiştir. İşte dâr-ı İslâm’da bir mü’mini
hatâen katlin hükmü ikidir5: keffâret, diyet. Ancak hatâen kātil gayr-i
müslim ise yalnız diyet lâzım gelir. Dâr-ı harbe gelince:
1 H -“de”.
2 B -“de”.
3 H, M ve B: “keffâreti”.
4 B: “kātil”.
5 H: “bu ikisidir”.
Hak Dini Kur’an Dili 397
1 H -“olan”.
2 B: “denilmiş”.
3 M: “müste’min”.
398 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
hatâen katl olunursa, bunların hepsinde dâr-ı İslâm’da hatâen katl olunan
herhangi bir mü’minde olduğu gibi kātile hem diyet hem keffâret lâzım
gelecektir. Yani birinci ﻨﺎ ِ
ً َﻣ ْﻦ ﻗَﺘَ َﻞ ُﻣـ ْﺆﻣfıkrası mutlak olmakla beraber tekābül
karînesiyle dâr-ı İslâm’da katl olunan herhangi bir mü’min hakkında1,
ikinci ﺎن ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﻮ ٍم َﻋ ُﺪ ّوٍ ﻟَﻜُ ْﻢ َو ُﻫ َﻮ ُﻣ ْﺆ ِﻣ ٌﻦ
َ َ ﻓَﺎِ ْن ﻛadüvv olup mu âhid olmayan bir devlet
tebaasından dâr-ı harbde katl olunan bir mü’min hakkında, üçüncü
ٌ َ ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﻮ ٍم ﺑ َ ْﻴﻨَﻜُ ْﻢ َوﺑ َ ْﻴﻨَ ُﻬ ْﻢ ۪ﻣﻴﺜfıkrası da dâr-ı İslâm’da zimmî ve müste’men
ﺎق 2 3
1 H -“ay”.
2 “Ey o bütün iman edenler! Maktuller hakkında üzerinize kısas yazıldı…”
400 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
İşte katl-i mü’min büyük bir cinayet ve ber vech-i bâlâ mu âhid
veya mu âhidlere mülhak veya mu tezil ve mülteci ve sulh u müsâlemet
taraftarı kâfirlerin katli de memnû ve haram ve hatta katl-i hatâda bile
hükmü mü’min gibi olduğundan:
َاﻟﺴ َﻼمَّ ﻜ ُﻢ ُ اﻪﻠﻟِ ﻓَﺘَﺒَﻴ َّ ُﻨﻮﺍ َو َﻻ ﺗ َ ُﻘﻮﻟُﻮﺍ ﻟ ِ َﻤ ْﻦ اَ ْﻟ ٰﻘٓﻰ اِﻟ َْﻴ
ّٰ ﻴﻞِ ۪ﺿ َﺮ ْﺑ ُﺘ ْﻢ ۪ﻓﻲ َﺳﺒ َ ﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨٓﻮﺍ اِذَاَ ﻳَٓﺎ اَﻳُّﻬَﺎ اﻟ َّ۪ﺬ
ﻚ ﻛُ ْﻨﺘُ ْﻢ ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒ ُﻞ
َ ِ ﻴﺮ ٌ ۜ ﻛَ ٰﺬﻟ ِ ِ ّٰ ﻟ َﺴﺖ ﻣ ْﺆ ِﻣﻨﺎۚ ﺗَﺒﺘَﻐﻮن ﻋﺮض ا ْﻟﺤﻴﻮ ِ اﻟ ُّﺪﻧﻴﺎۘ ﻓَﻌِﻨ َﺪ
َ اﻪﻠﻟ َﻣﻐَﺎﻧ ُﻢ ﻛَ ۪ﺜ ْ َ ْ َٰ َ َ َ َ ُ ْ ً ُ َ ْ
﴾٩٤﴿ ﻴﺮﺍ ً ۪ﻮن َﺧﺒ َ ُﺎن ﺑ ِ َﻤﺎ ﺗ َ ْﻌ َﻤﻠ ّٰ ﻜ ْﻢ ﻓَﺘَﺒَﻴ َّ ُﻨﻮﺍ ۜ اِ َّن
َ َاﻪﻠﻟ َ ﻛ ُ اﻪﻠﻟُ َﻋﻠ َ ْﻴ
ّٰ ﻓَ َﻤ َّﻦ
Meâl-i Şerîfi
Ey o bütün iman edenler! Allah yolunda adım attığınız vakit iyi anla-
yın, dinleyin. Size İslâm selâmı veren kimseye -dünya hayatının geçici
metâʿına göz dikerek- “sen mü’min değilsin” demeyin, Allah yanında
çok ganimetler var. Önce siz de öyle idiniz, Allah kerem buyurdu da
sizleri iman [1425] ile tanıttı. Onun için iyi anlayın dinleyin, muhak-
kak ki Allah ne yaparsanız habîr bulunuyor (94).1
1 H: “Ey o bütün iman edenler! Arzda Allah yolunda adım attığınız vakit iyi anlayın, dinleyin. Size İslâm
selâmını veren kimseye -dünya hayatının geçici metâ ına göz dikerek- ‘sen mü’min değilsin’ demeyin,
Allah yolunda pek çok ganimetler var. Önce siz de öyle idiniz, Allah kerem buyurdu da sizleri iman ile
tanıttı. Onun için iyi anlayın dinleyin, şüphesiz Allah her ne yaparsanız habîr bulunuyor (94)”.
402 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân, X, 541-542. Krş. Mukātil b. Süleyman, Tefsîr, I, 398-399; Müslim, İman,
158-159; Ebû Dâvûd, Cihâd, 102; Taberî, Câmiu’l-beyân, IX, 78:
داس: אل،ذ אن ف ة ر ها :אس ا، א أ، אل ا כ
وכאن، و ّٰ ا ّٰ ل ا ا ،ه ،ًא وכאن،ك وכאن أ،כ
אف א رأى ا، د ا כאن ؛ وأ אم ا،ا ، א ا א: אل ر ا ئ
א، إ ا و، א ل ا إ ، و ّٰ ا ّٰ أ אب ر ل ا أن כ ن
إ إ:ل و،כ و ل و ّٰ ا ّٰ أ אب ر ل ا فأ ا כ כ ون א ا
ّٰ ا ّٰ ر ا إ ر ل ا، وا אق، אر ز אه أ א ، ا م כ، ّٰ ر ل ا ّٰ ا
אل ر ل، ذ כ ا و כאن،ًا ًذ כ و ا و ّٰ ا ّٰ ر ل ا ، وه ا و
، ّٰ א ر ل ا: אل، أ א ها و ّٰ ا ّٰ أ ر ل ا «ه؛ إرادة א ؟ »: و ّٰ ا ّٰ ا
ّٰ א زال ر ل ا: אل أ א،ث ات و ّٰ ا ّٰ إ إ ا ّٰ ؟« א א ر ل ا » כ: אل، ا
،ث ات ا و ّٰ ا ّٰ إن ر ل ا، ئ إ أכ أ وددت أ א و ّٰ ا
.אل אدة و،« »أ ر:و אل
2 M: “Muhallem ibni Cüsame”.
3 M: “Muhallem ibni Cüsame”.
4 M: “Muhallem”.
404 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
“ُﺖ ﻗـَْﻠﺒَﻪَ َﻫ ﱠﻼ َﺷ َﻘ ْﻘ: ha, kalbini yara idin” buyurmuştur. [1428] İşbu َﻫ ﱠﻼ
1
ً ﺎت ِﻣ ْﻨ ُﻪ َو َﻣ ْﻐ ِﻔ َﺮ ٍ ﴾ دَ َر َﺟ٩٥﴿ ۙ ﻴـﻤﺎ ً ﺮﺍ َﻋ ۪ﻈ ً ﻳﻦ اَ ْﺟ َ ﺎﻋ ۪ﺪِ ﻳﻦ َﻋﻠَﻰ ا ْﻟ َﻘ ِ
َ اﻪﻠﻟُ ا ْﻟ ُﻤ َﺠﺎﻫ ۪ﺪ ّٰ ﻀ َﻞ َّ َا ْﻟ ُﺤ ْﺴ ٰﻨ ۜﻰ َوﻓ
ﻴﻬ ُﻢ ا ْﻟ َﻤ ٰﻠ ٓ ِﺌﻜَﺔُ ﻇ َﺎﻟ ِ ۪ﻤ ٓﻲ اَ ْﻧ ُﻔ ِﺴﻬِ ْﻢ ﻗَﺎﻟُﻮﺍ ُ ﻳﻦ ﺗ َ َﻮ ّٰﻓ
ِ
َ ﴾ ا َّن اﻟ َّ۪ﺬ٩٦﴿ ﻴﻤﺎ ۟ ً ﻮرﺍ َر ۪ﺣ ً اﻪﻠﻟُ ﻏَ ُﻔ ّٰ ﺎن َ ََو َر ْﺣ َﻤﺔ ً ۜ َوﻛ
ﺍﺳﻌَﺔ ً ﻓَ ُﺘﻬَﺎ ِﺟ ُﺮوﺍ ِ اﻪﻠﻟِ َو ٓ ْ ﻴﻦ ﻓِﻲ َ ۪ﻓ
ّٰ ض ُ ض ﻗَﺎﻟُﻮﺍ اَﻟ َْﻢ ﺗَﻜُ ْﻦ اَ ْر ۜ ِ اﻻ َْر َ ﻴﻢ ﻛُ ْﻨ ُﺘ ْﻢ ۜ ﻗَﺎﻟُﻮﺍ ﻛُﻨَّﺎ ُﻣ ْﺴﺘَ ْﻀﻌَ ۪ﻔ
ِ ٓﺍﻟﻨﺴ
ﺎء ِ
َ ّ اﻟﺮِ َﺟﺎ ِل َو ﴾ اِ َّﻻ اﻟﻤﺴﺘﻀﻌ ۪ﻔﻴﻦ ِﻣﻦ٩٧﴿ ۙ ﻴﺮﺍ ً ت َﻣ ۪ﺼ ْ َﻚ َﻣ ْﺄ ٰو ُﻬ ْﻢ َﺟﻬَﻨ َّ ُﻢ ۜ َو َﺳٓﺎء َ ۪ﻓﻴﻬَﺎ ۜ ﻓَﺎُو ۬ ٰﻟ ٓ ِﺌ
ّ َ َ َ ْ َ ْ ُ ْ
ۜ اﻪﻠﻟُ اَ ْن ﻳ َ ْﻌ ُﻔ َﻮ َﻋ ْﻨ ُﻬ ْﻢ
ّٰ ﻚ َﻋ َﺴﻰ َ ﴾ ﻓَﺎُو۬ﻟٰ ٓ ِﺌ٩٨﴿ ﻴﻼ ً ۪ون َﺳﺒ َ ﻮن ۪ﺣﻴﻠَﺔ ً َو َﻻ ﻳ َ ْﻬﺘَ ُﺪ َ ﻴﻌُ َوﺍ ْﻟﻮِ ْﻟ َﺪا ِن َﻻ ﻳ َ ْﺴﺘَ ۪ﻄ
ً ﻤﺎ ﻛَ ۪ﺜ
ﻴﺮﺍ ً َض ُﻣ َﺮﺍﻏ ْ اﻪﻠﻟِ ﻳ َ ِﺠ ْﺪ ﻓِﻲ
ِ اﻻ َْر ّٰ ﻴﻞ ِ ۪﴾ َو َﻣ ْﻦ ﻳُﻬَﺎ ِﺟ ْﺮ ۪ﻓﻲ َﺳﺒ٩٩﴿ ﻮرﺍ ً ﻮﺍ ﻏَ ُﻔ ًّ اﻪﻠﻟُ َﻋ ُﻔ ّٰ ﺎن َ ََوﻛ
ِ ِ ّٰ وﺳﻌﺔ ً ۜوﻣﻦ ﻳ ْﺨﺮج ِﻣﻦ ﺑﻴ ِﺘ ۪ﻪ ﻣﻬﺎ ِﺟﺮﺍ اِﻟ َﻰ
ُ اﻪﻠﻟ َو َر ُﺳﻮﻟ ۪ﻪ ﺛُﻢَّ ﻳُ ْﺪرِ ْﻛ ُﻪ ا ْﻟ َﻤ ْﻮ
ت ﻓَ َﻘ ْﺪ َوﻗَﻊَ اَ ْﺟ ُﺮ ُه َﻋﻠَﻰ ً َُ َْ ْ ُْ َ ْ َ َ َ َ َ
۟ ً ﻮرﺍ َر ۪ﺣ
﴾١٠٠﴿ ﻴﻤﺎ ِ ّٰ
ً اﻪﻠﻟُ ﻏَ ُﻔ
ّٰ ﺎن
َ َاﻪﻠﻟ ۜ َوﻛ
Hak Dini Kur’an Dili 407
1 B: “etse idiniz”.
2 B: “onlar”.
3 H: “Mü’minlerin özür sâhibi olmaksızın oturanlarıyla Allah yolunda mallarını ve canlarını feda ederek
cihad edenleri müsâvî olamazlar. Mallarıyla ve canlarıyla mücâhid olanları Allah derece cihetiyle otu-
ranların üzerine geçirdi. Gerçi Allah ikisine de hüsnâyı (cenneti) vaad buyurdu, bununla beraber azîm
bir ecir ile Allah mücâhidleri oturanların fevkine çıkardı (95). Taraf-ı sübhânîsinden derece derece rüt-
belerle ve mağfiret ve rahmetle ki Allah Gafûr, Rahîm bulunuyor (96). Şunlar ki nefislerine zulmetmek-
telerken melekler canlarını aldılar, ‘ne işte idiniz’ dediler, ‘biz bu arzda zebun idik’ dediler. ‘Ya’, dediler,
‘Allah’ın arzı geniş değil mi idi oraya hicret etsenizdi ya?’ İşte bunların me’vâları cehennem, ne kötü
merci dir o (97). Ancak hakikaten zâr u zebûn olan erkekler, kadınlar, çocuklar müstesnâ ki hicret için
ne bir çare bulabilirler ne bir yol (98). İşte bunlardan Cenâb-ı Allah’ın o günahı af buyurması me’mul-
dür. Allah affı çok bir Gafûr bulunuyor (99). Her kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde gidecek
çok yer de bulur, genişlik de bulur ve her kim Allah’a ve Peygamber’e hicret kastıyla evinden çıkar da
sonra kendisine ölüm yetişirse muhakkak ki onun ecri Allah’a düşer. Allah Gafûr, Rahîm bulunuyor
(100)”.
408 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
[1431]1 Bir şeyden kalana, tekâsül edip oturana “kā id” denilir.
Harbe gitmeyip geri kalanlara da “kā idûn” yahut “ka ad” tâbir olunur.
“Kā idûne ani’l-harb” demektir.
“Darar”, bir şeye dâhil olan eksikliktir ki maraz veya körlük, topallık gibi
sakatlık demektir. Nitekim anadan doğma a mâya ve pek zayıf hastaya “darîr”
denilir, levâzım ve mühimmât tedarikinden âciz olmak da bu mânadadır.
Binâen aleyh ِﻀ َﺮر َّ اُو ۬ ِ اﻟzararlılar; dertli, sakat, âciz, özürlüler; bunların gayrı
olan ِﻀ َﺮر
َّ ﻏَ ْ ُ ُاو ۬ ِ اﻟise sahih ve sâlim ve kādir olanlar demek olur.
Bu âyetin bidâyeten mutlak olup bu fıkranın sonradan nâzil olduğu
rivayet olunuyor. Berâ b. Âzib’den menkuldür ki bu âyet nâzil olduğu
vakit Resûlullah “levh ve divit getiriniz” diye emredip ﺎﻋ ُﺪو َن ِ َﻻ ﻳﺴﺘَ ِﻮي اﻟْ َﻘ
َْ
ِ ِﻣﻦ اﻟْﻤﺆِﻣﻨِﲔ واﻟْﻤﺠyazdırmış idi. Bu sırada İbn Ümmi Mektum gelmiş
ﺎﻫ ُﺪو َن َ ُ َ َ ُْ َ
orada bulunuyordu ve darîru’l-basar, a mâ idi. “Allah’ım ben darîrim,
bana ruhsat var mı?” dedi, bunun üzerine ِﻀ َﺮر َّ ﻏَ ْ ُ اُو ۬ ِ اﻟnâzil oldu.2
Kâtib-i Resûlullah Zeyd b. Sâbit’ten dahi şöyle menkuldür: “Resûlullah
ِ ﺎﻋﺪو َن ِﻣﻦ اﻟْﻤﺆِﻣﻨِﲔ واﻟْﻤﺠ
ﺎﻫ ُﺪو َن ِﰲ َﺳﺒِ ِﻴﻞ اﷲ ِ
َ ُ َ َ ْ ُ َ ُ َﻻ ﻳَ ْﺴﺘَ ِﻮي اﻟْ َﻘnâzil olmuştu, bana imlâ
ediyordu, İbn Ümmi Mektum geldi, ‘yâ Resûlallah, cihâda istitâ atim
olsa idi cihad ederdim, fakat a mâyım’ dedi, derken Resûlullah’a vahiy
baygınlığı geldi, ağırlaşıp gaşy oldu, dizi dizimin üstüne geldi3 ve öyle
ağır bastı ki ezip ufalayacak zannettim ve korktum, sonra açıldı, ِ ۬ ﻏَ ْ ُ ُاو
ِﻀﺮَر َّ اﻟdedi sonra, ‘yaz ون َ ﻀﺮَرِ َوﺍ ْﻟ ُﻤ َﺠﺎﻫِ ُﺪ
َّ ون ِﻣ َﻦ ا ْﻟ ُﻤ ْﺆ ِﻣ ۪ﻨ َ ﻏَ ْ ُ اُو ۬ ِ اﻟ ِ ََﻻ َ ﺘَﻮِي ا ْﻟﻘ
َ ﺎﻋ ُﺪ ْ
ِاﻪﻠﻟ
ّٰ ِ
ﻴﻞ ۪ﺒ ﺳ ۪
َ
4
’ buyurdu. İbn Abbas’tan dahi mervîdir ki Bedir Muharebesi
1 H +“‘Darar’, bir şeye dâhil olan noksan yani eksiklik ki maraz veya körlük, topallık gibi sakatlık demek-
tir. Herhangi bir sûretle levâzım ve mühimmât tedarikinden âciz olmak dahi bu hükümdedir. Binâen‘a-
leyh ِﻀﺮَر
َّ اُو ۬ ِ اﻟeksikli yani dertli veya sakat veya âciz, ta bîr-i âharla özürlü olanlar demek olur. Gayrı da
böyle olmayanlar, sıhhati, a zâsı tam ve kādir olanlardır”.
2 Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 301. Krş. Buhârî, Tefsîr, 4/18:
َّ َو ِاة أَ ِو ا َّ ْ ِح َ ْ ِ ِא ْ َכ ِ ِ َوا
»اد ُ ا ِ َز ْ ً ا َ ِ ُء أَ ْو ِ ِ ِ ِ
ْ ْ َ َر ُ ِل ا ّٰ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو َ َّ َ َ َ َאل ُ ْ ُכ:َ ِ ا ْ َ َ اء ْ ِ َ אزِ ٍب َ َאل
َ ْ َ َ ُ ٍم َو : َ َאل،« ْ َ َ َ ون ِ َ ِ ِ ا ّٰ ِ« َ َאل » َ َכ َ ا
ِ
ُ َ َ َאل ا ْ ُ أُ ّم َ ْכ َ ُ َ ُْ َ َ ُْْ َ ِ
ِ א ا و ِ ِ ا ون
َ ُ َْ ِ א ا ي ِ َ ْ َ َ ْ ُ اכ
» ْ «َوا َّ َو ِاة
(٩٥/٤ » َ أُو ِ ا َّ رِ « )ا אء: َ َ َ َ ْ َ َ أَ ْن َ َح:َ َאل إ َِّن ِ َ َ َ ًرا،ِ ّٰ َא َر ُ َل ا:َ ْ ِ ِه
َ ُْ َْ ْ َ َّ ْ
3 B -“ağırlaşıp gaşy oldu, dizi dizimin üstüne geldi”.
4 Buhârî, Cihâd, 31. Krş. Taberî, Câmiu’l-beyân, IX, 91:
َ ُ ِ َوا ْ ُ َ א
ون ِ ِ ْ ْ ون ِ ا ِ ِ َ ِ ِ َ ْ ََ َ ْ َ َ َא أَ َّن َز ْ َ ْ َ َא ِ ٍ أ
َ ُ َ َ ُ » َ َ ْ َ ِ ي ا َ א: ْ َ َ َ ْ َّ َ أ َ َ َ ُه »أ َّن َر ُ َل ا ّٰ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو
َ َ ْ َ َل- َ ْ َأ ً ُ אن َر כ و- ت א َ
َ َ َ ُ َْ َ َ َאد ِ ا ِ َ أ َ ، ِ ّٰ ا َل ر א : אل
َ َ َ َّ َ َ ُ َ ُ َ ُ َ ْכ
، َ א و مٍ َ َ َאء ُه ا ْ ُ أُ ِ ّم: َ َאل،«ِ ّٰ َ ِ ِ ا ِ
ُ َْ ْ ُ َ َ
Hak Dini Kur’an Dili 409
olduğu zaman Bedir’e çıkıp çıkmayanlar hakkında ﺎﻋ ُﺪو َن ِﻣ َﻦ ِ َﻻ ﻳﺴﺘَ ِﻮي اﻟْ َﻘ
َْ
ِ ِ ِِ ِ ِ ِ ِ ِ
ﲔ َواﻟْ ُﻤ َﺠﺎﻫ ُﺪو َن ﰲ َﺳﺒﻴﻞ اﷲ ﺑﺎَْﻣ َﻮاﳍ ْﻢ َواَﻧـُْﻔﺴﻬ ْﻢ ِ ِ
َ اﻟْ ُﻤ ْﺆﻣﻨnâzil olmuştu. Abdullah b.
Ümmi Mektum işitti. Ebû Ahmed b. Cahş b. Kaysi’l-Esedî ile beraber
“yâ Resûlallah biz a mâyız, bize ruhsat var mı?” dediler ون ِ َﻻ َ ﺘَﻮِي ا ْﻟ َﻘ
َ ﺎﻋ ُﺪ ْ
ً ﻳﻦ دَرَ َﺟﺔ ۪ ِ ِ ِ ۪ ِ ِ
َّ ﻣ َﻦ ا ْﻟ ُﻤ ْﺆﻣﻨ َ ﻏَ ْ ُ اُو ۬ اﻟnâzil oldu. Bunlar gösterir
َ َﻋ َ ا ْﻟﻘَﺎﻋﺪ-إﱃ- ...ﻀﺮَر
1
ki ِﻀ َﺮر َّ اُو ۬ ِ اﻟsakat [1432] olanlar ve istitâ atı bulunmayanlar demektir ki
bunların gayrı da sahih ve sâlim ve istitâ atli2 olanlar demek olur. Bundan
başka İbn Abbas’tan ِﻀ َﺮر َّ اُو ۬ ِ اﻟ, ﱠﺮِر َ أ َْﻫﻞ اﻟﻀdemektir diye mervîdir. Bu
3
1 “Bizim uğurumuzda mücahede edenlere gelince elbette biz onlara yollarımızı gösteririz…”
2 Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân, VII, 36.
3 B: “buyurmuştur”.
Hak Dini Kur’an Dili 413
{ً ﺎت ِﻣ ْﻨ ُﻪ َو َﻣ ْﻐ ِﻔ َﺮ ً َو َر ْﺣ َﻤﺔ
ٍ }دَ َر َﺟAllah’tan birçok dereceler ve mağfiret ü rahmet
olmak suretiyledir. Bazısı [1436] kā idînden bir derece fazla ise diğer
bazıları derecelerle fazladır. Ve derecât-ı mücâhidîn müte addid ve
mütefâzıldır ve bu ecirlerin içinde Allah’ın büyük bir mağfiret ve
rahmeti de vardır. Bu sayede geçmiş günahlar da bu ecr ü derecâtı tenkīs
etmeyecektir. Muhakkak {ﻴﻤﺎ ً ﻮرﺍ َر ۪ﺣ
ً اﻪﻠﻟُ ﻏَ ُﻔ
ّٰ 1ﺎن
َ َ}وﻛdir.
َ
Zararlı olan kā idînden bir kısm-ı mühimmin2 hâline gelelim.
{ﻴﻬ ُﻢ ا ْﻟ َﻤﻠٰ ٓ ِﺌﻜَﺔُ ﻇ َﺎﻟ ِ ۪ٓ اَ ْﻧ ُﻔ ِﺴﻬِ ْﻢ ِ
َ }ا َّن اﻟ َّ ۪ﺬO kimseler ki nefislerine zulmederlerken
ُ ﻳﻦ ﺗ َ َﻮ ّٰﻓ
melekler dünyada canlarını alacak veya âhirette kendilerini yakalayıp
mahşere sevk edeceklerdir, muhakkak { }ﻗَﺎﻟُﻮﺍmelekler onlara {} ۪ﻓﻴﻢَ ﻛُ ْﻨﺘُ ْﻢ
“siz ne hâlde idiniz, dininize müte allik ne işte bulunuyordunuz?” diye
itâb edip soracaklar {ض ِ اﻻ َْرْ ِ َ }ﻗَﺎﻟُﻮﺍ ُﻛﻨَّﺎ ُﻣ ْﺴﺘَ ْﻀﻌَ ۪ﻔonlar da “biz bu yerde,
şu bulunduğumuz mevki de zayıf addedilmiş kimseler idik,3 kahr u
mağlûbiyet altında acz ü za fımızdan nâşî bir şey yapamıyorduk, zu afâ
sayılırdık” diye i tizar edecekler { }ﻗَﺎﻟُﻮﺍmelâike de bunlara {ِاﻪﻠﻟ ّٰ ضُ اَ َ ْ ﺗَﻜُ ْﻦ اَ ْر
۪
}وﺍﺳﻌَﺔ ً ﻓَ ُﺘﻬَﺎ ِﺟ ُﺮوﺍ ﻓﻴﻬَﺎ ِ َ “Allah’ın arzı geniş değil mi idi; -meselâ Medine’ye,
Habeşistan’a hicret edip kendilerini kurtaranlar gibi- yeryüzünde
diğer bir tarafa hicret etse idiniz ya?” diyecekler ve i tizarlarını kabul
etmeyeceklerdir4. {ﻚ َ }ﻓَﺎُو۬ﻟٰ ٓ ِﺌİşte böyle bulundukları yerde vecîbelerini
îfâya mâni olan kahr u galebe altından çıkmak ve az çok müsâid bir
tarafa gidebilmek kudretini olsun hâiz oldukları ve binâen aleyh bütün
mânasıyla aceze ve zu afâdan bulunmadıkları hâlde kendilerini her vechile
âciz addedip yerlerinden kımıldanmayanlar5 bu suretle [1437] muktedir
olabilecekleri vazifelerini terk etmiş ve küfr ü zulme müsâid bulunmuş
olacaklarından bunların {}ﻣ ْﺄ ٰو ُﻬ ْﻢ َﺟﻬَﻨ َّ ُﻢ َ me’vâları cehennemdir {ت َﻣ ۪ﺼ ًﺍ ْ َ}و َﺳٓﺎء
َ
6
ve bu gidiş ne fena bir gidiştir veya o cehennem ne fena yerdir!
1 ِ
H, M ve B: “”ا َّن.
2 B: “mühimminin”.
3 M ve B +“yani”.
4 B: “dinlemeyeceklerdir”.
5 B: “kımıldamayanlar”.
6 H -“veya o cehennem ne fena yerdir!”.
414 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H: “nâzil”.
2 Taberî, Câmiu’l-beyân, IX, 102:
ة ا َّ ا و،
ا وآ ا א ّٰ و כ כא ا أ أ ام أ ،א وا وذכ أن א ا
ّٰ ا ، כ با ا و، ُِ ْא ا و ُ ِض، א و ّٰ ا ّٰ ر ل ا
”ا رض »א اכא: ا א ا،ل ر ا ا روا א
ً
3 Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân, III, 372. Krş. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, VIII, 239; Semerkandî, Bah-
ru’l-ulûm, II, 638:
»: ّ و ّٰ אل ر ل ا ّٰ ّ ا:אل ا ر ا א אد و אن وروى
ّ
« ّ و ا
ّٰ ّ و ا إ أ ر وכאن ا ا رض ا ا כאن أرض وإن
4 Vâhidî, Esbâbu nüzûli’l-Kur’ân, s. 180-181. Krş. Vâkıdî, el-Megāzî, I, 73; Taberî, Câmiu’l-beyân, IX,
117:
ِ ُ ْ ْ ِ ُل ِ ِ ِ ا
: ْ َ َ َ ِ َّ َ َכ َ َ ا ْ َ َ ا،آن אن َ ُ ا ْ َ ِ ْ ُ َ ْ ٍف ُ ْ ِ أَ ْ َ َ َّכ َ ِ َ א ٍ ِ ِ אس ٍ
ْ َ ْ َ ُ َّ ْ َ َ َ
כ:אء َ َ رِ َوا אل ا
َّ َ ُ ْ َ َ
ِ ُ ِ ا:אن َ ً א َכ ِ ا כ ةا ِ ِ ِ ِو [ب ] אل َ ن ِ ْ ا א َ أ א َ « ِ ِ َ أ ِ ِ ِئ َכ ُ َא َ َ ْ »إ َِّن ا َّ ِ َ َ َ َّא ُ ُ ا
ْ ً ْ َ َ َ َ ُّ ْ َّ َ َ ْ َ ُ ْ َ َ ُ ْ ُ َ َ َّ َ َْ ُ ْ
َ َ ا َّ ْ ِ َ أَ ْ َ َف א، ِ ّ ً א ِإ َ ا ِ َ
َ َ ُ ٍ ِ َ َ َ َ َ َ َ ُ َ ُ ُه. ِ ِ َّ َ أ ْ َ ي ِإ َ ا ِّ َ ِ َ َو ِإ ْ َ ْ ُ ْ َ ِ ِّ َ ْ ُ ِ َ ا
...ا ْ َ ْ ِت
Hak Dini Kur’an Dili 415
1 B: “olmam”.
2 B -“dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da olmayayım”.
416 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
olmuştur.1 Taleb-i ilim veya hac veya cihad veya bunlar gibi herhangi
bir maksad-ı dînî ile livechillâh vâki olan her hicret Allah’a ve Resûlüne
hicret olduğunu da beyan etmişlerdir.
Mücâhidîn ile kā idînin mukayesesinden sonra mücâhidîn hakkındaki
tahfîfât-ı2 ilâhiye cümlesinden olmak üzere seferde, hâl-i havfta ve
düşman karşısında ve belki maraz ve matar gibi ale’l-umûm mevâki -i
zarûrette namazın keyfiyetini beyan ve bu suretle hem cihadın hem
namazın dindeki ehemmiyet-i kat iyyelerini tansis için buyuruluyor ki:
ﻜ ُﻢ اﻟﺼ ٰﻠﻮ ِۗ اِ ْن ِﺧ ْﻔ ُﺘ ْﻢ اَ ْن ﻳ َ ْﻔ ِﺘﻨَ ُ ِ اﻻ َْر ِﺿ َﺮ ْﺑ ُﺘ ْﻢ ﻓِﻲ ْ ِ
ﺎح اَ ْن ﺗ َ ْﻘ ُﺼ ُﺮوﺍ ﻣ َﻦ َّ ﻜ ْﻢ ُﺟﻨَ ٌ ض ﻓَﻠ َ ْﻴ َﺲ َﻋﻠ َ ْﻴ ُ َوﺍذَا َ
ِ
ﺖ ﻟ َُﻬ ُﻢ ﺖ ۪ﻓﻴﻬِ ْﻢ ﻓَﺎَﻗَ ْﻤ َ ﻴﻨﺎ ﴿َ ﴾١٠١وﺍذَا ﻛُ ْﻨ َ وﺍ ُﻣﺒ۪ ً ﻳﻦ ﻛَﻔَ ُﺮوﺍ ۜ اِ َّن ا ْﻟﻜَﺎﻓِ ۪ﺮ َﻦ ﻛَﺎﻧُﻮﺍ ﻟَﻜُ ْﻢ َﻋ ُﺪ ًّ اﻟ َّ۪ﺬ َ
ﻜ ْﻢ ۖ ﻜﻮﻧُﻮﺍ ِﻣ ْﻦ َو َرٓﺍﺋ ِ ُ ﻚ َو ْﻟﻴَ ْﺄ ُﺧ ُﺬٓوﺍ اَ ْﺳﻠِ َﺤﺘَ ُﻬ ْﻢ ۠ ﻓَﺎِذَا َﺳ َﺠ ُﺪوﺍ ﻓَ ْﻠﻴَ ُ اﻟﺼ ٰﻠﻮ َ ﻓَ ْﻠﺘَ ُﻘ ْﻢ ﻃَٓﺎﺋ ِ َﻔﺔٌ ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َﻣﻌَ ََّ
ﻳﻦ ﻚ َو ْﻟﻴَ ْﺄ ُﺧ ُﺬوﺍ ِﺣ ْﺬ َر ُﻫ ْﻢ َوﺍ َ ْﺳﻠِ َﺤﺘَ ُﻬ ْﻢ ۚ َود َّ اﻟ َّ۪ﺬ َ ت ﻃَٓﺎﺋِﻔَﺔٌ اُ ْﺧ ٰﺮى ﻟ َْﻢ ﻳُ َﺼﻠ ُّﻮﺍ ﻓَ ْﻠ ُﻴ َﺼﻠ ُّﻮﺍ َﻣﻌَ َ َو ْﻟﺘَ ْﺄ ِ
1 B -“o”.
2 H: “Sefer ettiğiniz vakit o küfredenlerin size bir fenalık etmelerinden korkuyorsanız namazdan kısma-
nız artık size bir günah olmaz, elbette kâfirler size açık bir düşman bulunuyorlar (101). O vakit sen
içlerinde olup da kendilerine namaz kıldırdığında içlerinden bir kısmı seninle beraber namaza dursun,
silahlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında diğer kısım arkanızda beklesinler, sonra o
namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin, seninle beraber kılsınlar ve ihtiyatlı bulunsunlar ve silahlarını
yanlarına alsınlar. Kâfirler arzu ederler ki silahlarınızdan ve eşyanızdan gāfil bulunsanız da size birden-
bire bir baskın bassalar. Eğer yağan yağmurdan bir eziyet varsa veya hasta iseniz silahları bırakmanızda
bir beis yoktur. Bununla beraber ihtiyatı elden bırakmayın, çünkü Allah kâfirler için mühîn bir azab
hazırlamıştır (102). O korkulu zamanda namazı kıldınız mı gerek ayakta ve gerek otururken ve gerek
yanlarınız üzere hemen Allah’ı zikredin. Derken korkudan itmi’nan buldunuz mu artık namazı tam
erkânıyla edâ edin, çünkü namaz mü’minler üzerine muayyen vakitlerle yazılı bir farz bulunuyor (103).
Düşmanınız olan kavmi tâkip etmekte zaaf göstermeyin, eğer siz elemleniyorsanız şüphe etmeyin ki
onlar da sizin gibi elemleniyorlardır. Kaldı ki siz Allah’tan onların ümit edemeyecekleri şeyler ümit
ediyorsunuz, Allah da Alîm, Hakîm bulunuyor (104)”.
418 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ْ ِ ﺿ َﺮ ْﺑﺘُ ْﻢ
ِ اﻻ َْر
{ض ِ Yeryüzünde sefer ettiğiniz vakit. A Görülüyor ki
َ }وﺍذَا
َ
burada “fî sebîlillâh” kaydı tasrih olunmamıştır. Binâen aleyh zâhirine
nazaran gerek cihad ve gerek hicret, gerek ticaret ve gerek herhangi bir
sebep ve maksadla vâki olan seferlerin hepsine şâmil olur ve bunun için
âyetin ale’l-ıtlâk seferî namaz hakkında olduğu söylenmiştir. Ma amâfîh
âyetin yine sefer-i1 cihad ile alâkadar olduğu da siyâkından zâhirdir.
Ve bunun için burada ale’l-ıtlâk seferî namazlara bir îmâ bulunsa bile
asıl mâsîka-leh havf-ı düşmanla alâkadar olan harb veya hicret seferi
olduğundan hükm-i âyet [1442] salât-ı seferîden ziyade mevâki -i
zarûrette salât-ı havfa nâzırdır.
Yani seferber olup yürüdüğünüz vakit {ِۗ اﻟﺼﻠٰﻮ ِ
َّ ﺎح اَ ْن ﺗ َ ْﻘ ُﺼ ُﺮوﺍ ﻣ َﻦ
ٌ َﻓَﻠ َ ْﻴ َﺲ َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢ ُﺟﻨ
ِ ِ ِ
َ }ا ْن ﺧ ْﻔ ُﺘ ْﻢ اَ ْن ﻳ َ ْﻔﺘﻨَﻜُ ُﻢ اﻟ َّ۪ﺬkâfirlerin sizi fitne ve mihnete düşüreceklerinden
ﻳﻦ ﻛَ َﻔ ُﺮوﺍ
korkarsanız namazı biraz kısa kesmenizde günah yoktur.
Mâlumdur ki “kasr”, çekip uzatmanın zıddı olarak kısıp kısaltmak
demektir. ِ اﻟﺼﻠٰﻮ ِ
َّ ’اَ ْن ﺗ َ ْﻘ ُﺼ ُﺮوﺍ ﻣ َﻦda “kasr mine’s-salât” iki suretle mutasavverdir.
Birisi rekatların adedini kısaltıp dört yerine iki kılmak, yani kemmiyeten2
kasr etmektir ki bir kısım müfessirîn bu mânayı vermişlerdir. Fakat bu
mâna her namazda cereyan etmez, akşam ve sabah namazları hâriç kalır.
Biri de kıyam yerine ku ûd veya rükûb, rükû ve sücûd yerine îmâ ile
iktifâ eylemek gibi namazın hudûdunu ve evsâf u keyfiyyâtını kısaltmak,
keyfiyeten kasr etmektir. Diğer cihetten kasr, habs ü tevkīf mânasına da
gelir. Bu surette3 de “kasr mine’s-salât” namazın bazısını kazaya bırakmak
demek olur. Zâhiriyye evvelki mânaya, yani kasr-ı rek ata hasr etmiş ve
bu âyet mûcebince seferde kasr-ı salâtın hâl-i havfa mahsus olduğuna ve
binâen aleyh seferî olan bir adamın hâl-i emniyette namazını tam kılması
lâzım geldiğine kāil olmuşlardır. Şâfiiyye de bu mânaya haml etmiş ve fakat
havf ile takyid etmeksizin seferî olan bir adamın dört rek atlı namazları
tansif etmesi câiz ve fakat itmam eylemesi evlâ olduğuna kāil olmuştur.
1 B: “seferî”.
2 B: “kemmiyetten”.
3 M ve B: “suretle”.
Hak Dini Kur’an Dili 419
1 Buhârî, Salât, 1:
1 B: “kıldığı”.
2 Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, el-Âsâr, tashîh ve ta lîk: Ebü’l-Vefâ el-Efgānî, Haydarâbâd: Lecnetü
İhyâi’l-Me ârif, ts., I, 505. Bkz. Tirmizî, Cum a, 46/564; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi, Beyrut: Dâru’l-Kütü-
bi’l-İlmiyye, 1406/1986, I, 243:
ِ ِ ِ َ ِ ِ ِ ِ ِإ ا ٍאد ِ َ أَ א أ: אل،
َ َ ْ ُ ْ ٌ َ אم ِ ْ َ א ِ َ ْ َ ُ ْ َאئ ُ َ ِ ْ ِإ َذا َ َّ ا:َ َ ة ا ْ َ ْ ف َ َאل َ َ ْ ْ َ َّ َ ْ َ َ َ َ ُ َ َ َ ْ َ َ ٌ َّ َ ُ
َ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ
ا َّ כ ن
َّ َ ُ َ َ َ ْ ْ َ ْ أ ِ אم َ َ َ ْ ا ا ُّ َ َ َّ ا ُ َ אئ َّ ا ف ُ ِ ُ ً כ ر
َ ْ َ َّ َ ْ َ ُ َ َ َ َّ ا َ אئ َ ِ אم
ُ َ ْ ا ّ َ ُ َ ا ْ ِ َ אم َو َאئ َ ٌ ِ َِزاء ا ْ َ ُ ّو
ِ ُ ا ا َّ כ ن َ أ ِ ِ ن ِ ُ ى ُ ْ ا َ כ ا ِ
אم ِ ْ ا ن ُّ ى ُ ْ ا ُ َ ِ
אئ َّ ا ِ ْ و ِ ِ א َ أ אم ا
ُ َ َّ َ ُ َ َ َ ْ ْ َ ْ َ ُ َ ْ َ َّ َ ْ َ ْ َّ َ َ َ َ َ َُ َ ْ َ َ ْ َ ْ َ َ َ ُ َُ
ِ ِ ِ ِْ َ ِ
َّ َ אم أَ ْ َ א ِ ِ ْ َو َ ْ ا َّאئ َ ُ ا ْ ُ ْ َ ى َ َ َ َ َ אم أ ْ َ א ِ ِ ْ َو َ ا َّאئ َ ُ ا ْ ُو َ َ َّ ُ َ ُّ ا َر ْכ َ ً ُو ْ َ ا ًא ُ َّ َ ْ َ ِ ُ َن َ َ ُ ُ َن
َوأَ َّ א ا َّ ِאئ َ ُ ا ْ ُو َ َ ْ ُ َن َر ْכ َ َ ُ ِ َ ِ ِ َاء ٍة؛ ِ َ َّ ُ أَ ْد َر ُכ ا. ُ ُ ْ َ ِ ِّ َو ِ َ َ ا ُכ: ٌ َّ َ ُ َ َאل.َ ْ ُ ا ا ْכ َ َ ا َّ ِ َ ِ ْ َ َ ِ ُو ْ َ ا ًא
ْ َ ْ ْ َ ْ ْ َ َّ
ِ ِ ٍ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ
ُ ُّ َو َ َ ا ُכ. َوأَ َّ א ا َّאئ َ ُ ا ْ ُ ْ َ ى َ ِ َّ ُ ْ َ ْ ُ َن َر ْכ َ َ ُ ْ ِ َ َاءة؛ َ َّ َ א َ א َ ْ ُ ْ َ َ ا ْ ِ َ אم، َ َ َاء ُة ا ْ ِ َ אم َ ُ ْ َ َاء ٌة،أَ َّو َل ا َّ َ ة َ َ ا ْ ِ َ אم
. ُ ْ َ ُ ّٰ َ ْ ُل أَ ِ َ ِ َ َ َر ِ ا
َ
Hak Dini Kur’an Dili 421
{}و ْﻟﻴَ ْﺄ ُﺧ ُﺬوﺍ ِﺣ ْﺬ َر ُﻫ ْﻢ َوﺍ َ ْﺳﻠِ َﺤﺘَ ُﻬ ْﻢَ Ve bu ikinci tâife namaza gelirken teyakkuz
ve ihtiraz üzere bulunsunlar ve silahlarını üstlerine alsınlar. A Evvelkinde
yalnız silahlarını alsınlar demekle iktifâ edildiği hâlde burada teyakkuz
ve ihtiyât ü ihtirâz demek olan [1445] “hizr”in dahi ilâve edilmiş
olması düşman karşısında yerlerini berikilere terk ederken pek ziyade
ihtiyat ile hareket etmek lüzûmunu iş âr içindir. Çünkü {ﻳﻦ ﻛَ َﻔ ُﺮوﺍ َ }ود َّ اﻟ َّ۪ﺬ
َ
kâfirler öyle arzu etmektedirler ki {ﻜ ْﻢ ِ
ﺘ ﻌ ِ
ﺘ ﻣﺍو ﻢ ﻜ ِ
ﺘ ﺤ ِ ﻠ
ُ َ َْ َ ْ ُ َ ْ َ ْ َ َ ُ ُ َْ ْﺳ ا ﻦ ﻋ ﻮن ﻠ ﻔ ﻐ ﺗ َﻮ ﻟ } siz
esliha ve emti anızdan, levâzım ve mühimmât-ı harbiyenizden gaflet
ِ ﻮن َﻋﻠَﻴﻜُ ْﻢ َﻣﻴﻠَﺔ ً َو
etseniz, boş bulunsanız da {ًﺍﺣ َﺪة ْ ْ َ ُ }ﻓَﻴَ ۪ﻤﻴﻠüzerinize birden bire
bir saldırıverseler. A İbn Abbas ve Câbir’den rivayet olunduğuna göre
Resûlullah ashâbıyla öğle namazını kılmış, müşrikler de bunu görmüş
idi. Sonradan “biz ne fena yaptık, niye o sırada hücum edivermedik”
dediler ve diğer bir namaz esnasında baskın etmeye azm eylediler. Allah
teâlâ da bu âyet ile Peygamberine onların esrârını bildirdi.1 Ma ahâzâ
ُ َﻀ ُﻌ ٓﻮﺍ اَ ْﺳﻠِ َﺤﺘ
{ﻜ ْﻢ َ َ ﻜ ْﻢ اَذًى ِﻣ ْﻦ َﻣﻄَﺮٍ اَ ْو ُﻛ ْﻨ ُﺘ ْﻢ َﻣ ْﺮ ٰ ٓ اَ ْن ﺗ َ َﻜ ْﻢ اِ ْن ﻛ
ُ ِ ﺎن ﺑ ُ ﺎح َﻋﻠ َ ْﻴ َ َ}و َﻻ ُﺟﻨ
َ ve eğer size
yağmur kabîlinden bir eziyet olur veya hasta bulunursanız silahlarınızı
bırakmanızda günah yoktur. Yağmur ve hastalık gibi bir sebepten
nâşî silahları üstünüze almanız pek zahmet verir veya silahı bozmak
ihtimâli bulunursa o zaman namaz kılarken üstünüze almayabilirsiniz
ve bu almamak günah olmaz. A Demek ki böyle bir eziyet ve zarar
bulunmadıkça silahı üzerinde bulundurmak vâcib ve elden bırakmak
günahtır ve bırakmak câiz olduğu zaman da {}و ُﺧ ُﺬوﺍ ِﺣ ْﺬ َرﻛُ ْﻢ َ her hâlde
hizrinizi tutunuz, kuşkulu durunuz, namaz kılarken dahi düşmandan
ّ َ َّ َ ا ْ ِ ْ َ َ َو ِ ِ َ َ
َ ّٰ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو َ א ْ َ ْ َ َر ُ ُل ا،אم
َ َ َ َ ّذ َن ِ َ ٌل َوأ ِ ْ ّ َ َ א َ ْ َ َ ُة ا: َ َאل، ّٰ ا אس ر ا
َ ْ ُכ ّא َ َ ْ َא،ٍة ِ َ » َ ْ َכא ُ ا: ِ ِ ْ َ َ َאل َ א ِ ُ ا. ِ ِ َ ِ ِ ا ُ َ ّ َ َ א ُ ا َ َ َ א َכא ُ ا، ُ ُ ْ َ אس َ ْ َ ُ َ ْ َכ ُ ِ ِ ْ َو
َ ّ ا
ّ َ َ ُ ْ َ ّْ ْ ْ َ َ ّ
ِ ْ َ ْ َ ا ّ ْ ِ َوا ِا م ِ ِ َ َ َ َل:ِ ْ أَ ْ ُ ِ ِ َوأَ ْ َ ِאئ ِ « َ َאل ِ إ َة ِ أ َِْ ا א ِ َ و، ْ ِ َ ِ َ َ َא
כ
َْ ُ َ ّ َْ َ ُ ْ ْ ْ َْ ّ َ َ ٌ َ َ َ َ ّ ْ َ ُْ ْ َ ْ ْ َ
.َ َ ْ « ا... ْ ُ َ ْ َ ْ َ َ َ ْ َ َ ُ ُ ا َّ َة ِ ِ َ ْ » َوإِذا ُכ: ِ َ ْ ِ َ ِ ِه ا
Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, Müsned, II, 683:
ِ ِ
َ אن َ َ َ َ ت ا َّ َ ُة َ َ ُة ا ُّ ْ ِ َو َ َ َ ْ ِ ا ْ ُ ْ ِ כ َ َ ْ ُ ِ َ َّ َ ُכ َّא َ َ َر ُ ِل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ ِ َو: َ َאل، ِّ ِ אش ا ُّ َرٍ
َّ َ
ِ ََ ْ أ
ِ َ إ َِّن َ ُ َ َ ًة َ ْ َ َ ِ ِه أَ َ ُّ ِإ: َ َ َّ َر ُ ُل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو َ َّ ِ َ ْ َ א ِ ِ ا ُّ ْ َ َ َאل ا ْ ُ ْ ِ ُכ َن: َ َאل، ِ ِ َ ْ َ א ِ ُ ْ ُ ا
ْ ْ ُ َ َ ْ
ِ ْ َ ْ ِ ْ أَ ْ َ ِאئ ِ َوأَ ْ َ ا ِ ِ َوأَ ْ ُ ِ ِ َ ْ ُ َن َ َ َة ا ْ َ ْ ِ َ َ َ َل ِ ِ ُ َ َ ِ ا َّ َ ُم َ َ َر ُ ِل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو َ َّ َ َ ا ُّ ْ ِ َوا
ْ َ ْ ْ ْ ْ ْ ْ
...(١٠٢/٤ َ َ ْ ُه َو َ َ َ ْ َ ِ ِه ا ْ َ ُ » َو ِإ َذا ُכ ْ َ ِ ِ َ َ َ ْ َ َ ُ ا َّ َ َة« ا ْ َ َ ِإ َ آ ِ ِ َ א )ا אء
ُ ْ ََ
422 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân, III, 378-379; Begavî, Meâlimü’t-Tenzîl, II, 280-281. Krş. Ahmed b. Hanbel,
Müsned, III, 390; Buhârî, Megāzî, 31:
َو َذ ِ َכ أَ َّ ُ َ َ ا ُ َ אرِ ًא، َّ َ אس َر ِ ا ّٰ ُ َ ْ ُ َ א َ َ َ ْ ِ َر ُ ِل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو ٍ ا ِא ِ ََو َ َאل ا ْ َכ ْ ِ َ ْ أ
َ ْ َ َّ َ ِ ْ ِ َ ٍ َ ُّ
ٍ ِ ِ ِ ِ َ َ ِ ِ َ ِ
و َ َ
َ َ َ ْ ُ َ َ َ َ َ ْ َ ُ א َّ و َ ّٰ ا َّ َ ّٰ ا ل ُ ُ َ َ َ َ َ ْ ُ َ َ ْ ُ َّ َ َ َ َ ً َ ّ ُ َ َ َ ْ َ َ َ َ َ َ ُ ا َو، ٍَو َ أ ْ َ אر
ر ج و ، أ אس ا ،ا أ و ْ ا ن و
ُّٰ َ َ َאل ا ْ َ ِادي َ ْ َ َر ُ ِل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ ِ َو َ َّ َ َو َ ْ َ أَ ْ َ א ِ ِ َ َ َ َ َر ُ ُل ا ّٰ ِ َ َّ ا،ِ َ َ ُ َ َّ َ َ َ ا ْ َ ِادي َوا َّ َ ُאء َ ُ ُّش
و ا ا ر ِ ا، َ َ َ َ ِ ا إِن أ:ث ْ ُ ا ْ َ אرِ ِث ا ْ ُ َ אرِ ِ َ َ َאل
ْ َ َ ُ ْ َّ ُ َ َ َ ِ َ َ ْ َ َ َ َ ْ َّ ُ ُ ْ ُ ْ ْ َ ْ ُ ّٰ ُّ ُ َ َ ْ ِ َو َ َّ َ ِ ِ ّ ِ َ َ َ ٍة َ َ ُ َ ِ ِ َ ْ َر
ِّ ِ ِ َכ א : אل َ ِ
ه ِ ِ ِ ا و ِ ِ ْ
أ ر ِ
אئ و َّ ِ
إ ِو ا ِ ْ ِِر لا
ُ ْ َ ْ َ ُ َّ َ ُ َ ََ ْ ْ ُ َ ْ َّ َ ُ ْ َّ ُ َ َ َ َ َ ٌ َ َ َُ َ َ َّ َ َ ْ َ َ ُ ّٰ َّ َ ّٰ ُ ُ َ ُْ َ
ِ ّٰ ُ أَ ى ِא ِ ِإ َ ر ِل ا، ث ا ْ אرِ ِث ِ א ِ ئ ر ِ ِ اכ َّ ا : אلَ َ ُ ، ّٰ ا : َّ و ِ َ ّٰ ا َّ ِ ّٰ ا ا ْ َن؟ َ َ َאل َر ُ ُل
ُ َ ْ َّ َ ْ َّ َ ْ َ َ َ ْ َ َ َْ ْ َّ ُ َّ ُ َ َ َ ْ َ ُ َ
َ ه ِو ا ِ אم ر ل ا و ر،ِ ِ כ ِ َّ ا ّٰ َ ِ و َّ ِ ْ ِ َ َ َכ ِ ِ ِ ِ َز ْ َ ٍ ز א
َّ ُ ُ َ َ َ َ َّ َ َ ْ َ َ ُ ّٰ َّ َ ّٰ ُ ُ َ َ َ َ ُ َ ْ َ َ َ َ َ ْ َ َ ِ ْ َ ْ ْ ْ َ َّ َُ َ َ َ َ ْ َ ُ َ
َ :َכ؟ َ َאل َכ َ َאل َ ْ َ ُ أَ ْن َ ِإ َ َ ِإ َّ ا ّٰ ُ َوأَ َّن ُ َ َّ ً ا َ ُ ُه َو َر ُ ُ ُ وأ، َ َ َ َ أ:ث َ ْ َ ْ َ ُ َכ ِ ِ ّ ا ْ َن؟ َ َאل ُ َא َ ْ َر:َ َאل
ْ
، ّ ِ ِ َ َ ْ َ َ ِ ّٰ َوا:ث ُ َ َ َאل َ ْ َر، ُ َ ْ َ َ َّ َ َ َ ْ َ ُאه َر ُ ُل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ ِ َو،َو َ ِכ ْ أَ ْ َ ُ أَ ْن َ أُ َ א ِ َ َכ أَ َ ً ا َو َ أُ ِ ُ َ َ ْ َכ َ ُ ًّوا
ٌْ
َ ِ ِ ٌ َ َ َ َ َ ْ َر، أَ َ ْ أَ َא أَ َ ُّ ِ َ ِ َכ ِ ْ َכ: َ َّ َ َ َ َאل ا َّ ِ ُّ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ ِ َو
ُ َْْ َْ أ َ : אل
َ َ ؟ ُ ْ َ َ َ َ َو ْ َ َכ َ א:ث ِإ َ أَ ْ َ א ِ َ َ א ُ ا
כ
ُّٰ َو َ َכ َ ا ْ َ ِادي َ َ َ َ َر ُ ُل ا ّٰ ِ َ َّ ا: َو َذ َכ َ َ א َ ُ َ َאل، ِ ْ َ ِ ت ُ ِإ َ ْ ِ ِא َّ ْ ِ َ ْ ِ َ ُ َ َ ا ّٰ َ א أَ ْدرِ ي َ ْ َز َ َ ِ َ ْ َ َכ ِ َ َ َ ْر
ِ ِ
כ و َ أ ٍ ِ ى ذ َ أ ِכ אن כ ِنإ כ אح »و : ا ه ِ ِ ِ َ أ و ا َ ِ ِ א َ أ ِ
إ ي ِ ِ
َ ْ َ ْ ُُْ ْ َ َ ْ ً ُْ َ َ ْ ُْ ْ َ َ َُ َ َ َ َ َ ْ َ
َ ْ ْ َ َ َ َََ ُ ُ ََْ َ َ ْ َ ْ َ اد
َ َ ْ َ َ ْ َو َ َّ َ ا
. ِ ْ َ ُ ِّو ُכ:أَ ْن َ َ ُ ا أَ ْ ِ َ َ ُכ َو ُ ُ وا ِ ْ َر ُכ « أَ ْي
ْ ْ ْ
424 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 “Bunların mallarından bir sadaka al ki onunla kendilerini hem tathir edersin hem tezkiye…”
2 Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, el-Hucce alâ ehli’l-Medîne, thk. Mehdî Hasan el-Geylânî el-Kādirî,
Beyrut: Âlemü’l-Kütüb, 1403, I, 347-348; Ebussuud, İrşâdü’l-akli’s-selîm, II, 226-227:
ا ْ َ و و א ر אل ا אب َر ُ ل ِ ُ َא ت ا َّ َ ة َو َ َ َ אن אص ِ ْا ْ ِ َ َאل ُכ َّא
َ َ
َ ْ َ ُ َ َ َאل ا ّٰ َ َ ِ وا َو ّٰ ة ا ْ َ ْ ف َ َ َر ُ ل ا َ َ َوا ِ َ َ َאل ا כ ُ َ ْ َ َو وا َو ِ َ ّٰ ا ّٰ ا
ْ ْ َ
َ َ ِ ا ْ َ و ان ان َّ َ ة و و َو َ ِאئ َ َ َ כ ِ ا َْ م َ ِאئ َ ِ َّ א َ ِ ا ُ َ َאل ُ َن ا ُ
َْ כ َ אل
َ َ א ا
ْ ْ
َ ن َ َ כ َر ْכ او ن َّ ُ َن َ אف ا ِ َْ َ ْ َ َ َ כ َر ْכ َ و َ ُ َ ِّ א ا כ او
َّ
َ אف ا א و ن َ ن ِإ ن و و َ َ אف ا א و ن כ ن َر ْכ ُ َن ا
َّ
و
.ا ا َّ َ ة ن َو و כ ن َر ْכ َ و
3 H, M ve B: “Abdullah”.
4 H, M ve B: “Bâbil’e”.
5 Ebû Dâvûd, Salât, 285/1245. Krş. Ebussuud, İrşâdü’l-akli’s-selîm, II, 227:
ء و אء، א ِאم أ َ َ ّا إ، ّ ً رכ َّ إ أن ا אئ ا،َ ُ ة כ ا ا َّ و
، ا א ، إ ا כ א . ً رכ ا إ َ َ אم أو ئכ َّ ا ر ، ً رכ َ َّ ا
ُ
.َة ا ف א ّ ، َ ُ ُ َة כא ا َ َ وا أ أ أ
Hak Dini Kur’an Dili 425
akşam, yatsı, sabah, beş vakit olmak üzere tâyin kılınmış ve hudûd-ı
mahsûsasıyla tahdid ve târifi de taraf-ı risâletten beyan ve tafsil olunmuş
ve o vakitten beri te âmülen de Müslümanlar beyninde zaruriyyât-ı
dîniyeden olarak mazbut bulunmuştur. Namazın böyle evkāt-ı hamse ile
takdiri ma kūlât nokta-i nazarından şu vechile îzah da edilmiştir.
Âlemin cereyân-ı hayâtında her şey beş mertebe geçirir. Birincisi hudûs
ve vücûda duhûl mertebesidir. Nitekim insan da doğar ve bir müddet
1 H +“kıldığınız o”.
2 “Güneşin kaymasından gecenin kararmasına kadar namazı güzel kıl, bir de kıraatıyla mümtaz olan
sabah namazını…”
3 “Hem namaz kıl gündüzün taraflarından ikisinde ve gecenin gündüze yakın saatlerinde…”
4 “…Rabbine hamd ile tesbih eyle; güneş doğmadan evvel ve batmadan evvel, gece saatlerinde de tesbih
et gündüzün etrafında da…”
5 “O hâlde tesbih Allah’a, o zaman ki akşam edersiniz ve o zaman ki sabah edersiniz. Hem hamd O’na
göklerde ve yerde ve ikindileyin ve o zaman ki öğle edersiniz.”
426 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ِ ِ َ ﺎس ﺑ ِ َﻤٓﺎ اَ ٰرِ َّ ﺎب ﺑِﺎ ْﻟ َﺤ ِّﻖ ﻟِﺘَ ْﺤﻜُﻢَ ﺑ َ ْﻴ َﻦ اﻟﻨ ِ َ اِﻧَّٓﺎ اَ ْﻧ َﺰ ْﻟـﻨَ ٓﺎ اِﻟ َﻴ
َ اﻪﻠﻟُ ۜ َو َﻻ ﺗَﻜُ ْﻦ ﻟ ْﻠ َﺨٓﺎﺋ ۪ﻨ
ﻴﻦ ّٰ ﻚ َ َﻚ ا ْﻟﻜﺘ ْ
ﻳﻦَ ﺎد ْل َﻋ ِﻦ اﻟ َّ۪ﺬ ِ ﴾ َو َﻻ ﺗُ َﺠ١٠٦﴿ ۚﻴﻤﺎ ً ﻮرﺍ َر ۪ﺣ ً ﺎن ﻏَ ُﻔ ّٰ اﻪﻠﻟ َ ۜ اِ َّن
َ َاﻪﻠﻟ َ ﻛ ّٰ ِﺍﺳﺘَ ْﻐ ِﻔﺮ ْ ﴾ َو١٠٥﴿ ۙ ﻴﻤﺎ ً َﺧ ۪ﺼ
ﺎس ِ َّ ﻮن ِﻣ َﻦ اﻟﻨ َ ﴾ ﻳ َ ْﺴﺘَ ْﺨ ُﻔ١٠٧﴿ ۚﻴﻤﺎ ً ﺍﻧﺎ اَ ۪ﺛً َّﺎن َﺧﻮَ َﺐ َﻣ ْﻦ ﻛ ِ
ُّ اﻪﻠﻟ َ َﻻ ﻳُﺤ ّٰ ﻮن اَ ْﻧ ُﻔ َﺴ ُﻬ ْﻢ ۜ اِ َّن
َ ُﻳ َ ْﺨﺘَﺎﻧ
1 B: “savâb”.
2 M: “adil”; B: “adl”.
428 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
hakikatte pek uzak bir dalâle sapmıştır (116). O’nu bırakıp da sade di-
şilere tapıyorlar, ve sade yalabık bir şeytana tapıyorlar (117). Ki Allah
onu lânetledi, o da şöyle dedi: “Celâlin hakkı için kullarından bir mu-
kadder pay alacağım (118). Ve lâbüd onları sapıtacağım, ve her hâlde
onları ümniyelere düşürüp olmayacak kuruntularla aldatacağım,1 ve
lâbüd onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını dilecekler ve
lâbüd onlara emredeceğim de Allah’ın [1456] halkını tağyir edecek-
ler.” Ve her kim Allah’ı bırakıp şeytanı velî ittihaz ederse şüphesiz açık-
tan açığa hüsrana düşmüştür (119). O, onlara vaad verir, ümniyelere
ümitlere düşürür, fakat şeytan onlara kuru bir aldatmadan başka ne
vaad eder? (120). İşte onların varacakları yer cehennemdir ve ondan
halâsa hiçbir çare bulamayacaklardır (121). İman edip de iyi iyi işler
yapan kimselere gelince yarın onları altından ırmaklar akar cennet-
lere koyacağız, ebediyyen onlarda kalacaklar. Hakkā Allah vaadi, Al-
lah’tan daha doğru sözlü kim olabilir? (122). O, sizin kuruntularınızla
da değil, ehl-i kitâbın kuruntularıyla da değil, kim bir kötülük yaparsa
onunla cezâlanır ve Allah’tan beride ne bir velî bulabilir ne de bir nasîr
(123). Gerek erkekten gerek dişi herhangi bir kişi de mü’min olarak iyi
işlerden bir iş tutarsa işte böyleler cennete girerler ve zerrece hakları
yenmez (124). Hem kimdir o kimseden daha güzel dinli ki özü muhsin
olarak yüzünü tertemiz İslâm ile Allah’a tutmuş ve hanîf (sade Hakk’a
boyun eğer muvahhid müslim) olarak İbrâhim milletine uymuştur, Al-
lah ki İbrâhim’i halîl edindi (125). Hâlbuki göklerdeki ve yerdeki hep
Allah’ındır ve Allah her şeyi muhît bulunuyor (126).2
1 B -“Ve lâbüd onları sapıtacağım, ve her hâlde onları ümniyelere düşürüp olmayacak kuruntularla alda-
tacağım”.
2 H: “Elhak biz sana hak Kitabı indirdik ki Allah’ın sana gösterdiği vechile insanlar arasında hükmedesin;
hâinlere müdafaa vekili olma (105). Ve Allah’a istiğfar eyle, çünkü Allah Gafûr, Rahîm bulunuyor
(106). Ve nefislerine hıyanet edip duranlar tarafından mücadeleye kalkışma, şüphe yok ki hıyanetkâr
olan vebal yüklenen kimseyi Allah sevmez (107). Ettiklerini insanlardan gizlemeye çalışırlar da Allah’tan
gizlemeyi düşünmezler, hâlbuki aralarında O’nun râzı olmayacağı tezvîrâtı tertib ederlerken O yanı
başlarında; Allah her ne yapsalar muhît bulunuyor (108). Haydi sizler tâ onlarsınız, bu dünyâ hayatta
tuttunuz taraflarından mücadele ediverdiniz, fakat kıyamet günü onlar tarafından kim mücadele ede-
cek, veya kim olacak onlara müdafaa vekili? (109). Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de
sonra Allah’ın mağfiretine sığınırsa Allah’ı bir Gafûr, Rahîm bulur (110). Ma amâfîh her kim bir vebal
kazanırsa onu sırf kendi aleyhine kazanmıştır, Allah Alîm, Hakîm bulunuyor (111). Her kim de bir
Hak Dini Kur’an Dili 431
{ﺎب ﺑِﺎ ْﻟ َﺤ ِّﻖ ِ َ }اِﻧَّٓﺎ اَ ْﻧ َﺰ ْﻟـﻨَ ٓﺎ اِﻟ َﻴBiz sana “lâ raybe fîh” olan bu kitâb-ı
َ َﻚ ا ْﻟﻜﺘ ْ
ekmeli, bu Kur’ân-ı azîmü’ş-şân’ı hak ile, Hak teâlâ’nın insanlar üzerinde
insanların ferden veya cem an yekdiğeri beynindeki hukūkun künhünü
muhtevî, velhâsıl hakkı mübeyyin, bâtıldan ve eğrilikten müberrâ ve
mahza şer -i hakkı ve adl ü sıdkı gösteren bir düstûr-ı hidâyet olarak
inzal eyledik ki {ُاﻪﻠﻟ ّٰ ﻚ َ ﺎس ﺑ ِ َﻤٓﺎ اَ ٰرِ َّ }ﻟِﺘَ ْﺤﻜُ َﻢ ﺑ َ ْ َ اﻟﻨale’l-umûm insanlar arasında
Allah’ın sana gösterdiği ilm-i hak ve vahy-i mutlak ile hükmedesin.
İnsanlar arasında itikādî veya amelî her nevi münâza âtın hallinde
Kitâbullah’ı düstur ve vahyi medâr-ı hüküm ittihaz edip hakk u hakikatle
bihakkın hâkim [1457] olasın1 ve ale’s-seviyye herkese müstahik olduğu
hakkını veresin. A Yani kitâbın asıl hikmet-i nüzûlü beyne’n-nâs hükm
ü hâkimiyet için hakkı gösteren bir esas olması ve bunun Peygamber’e
inzal edilmiş olmasının hikmeti de Peygamber’in min tarafillah vârid
olan vahyi ve vahiyden mütehassıl ilmi müstakillen medâr-ı hükm ittihaz
hatîe veya bir vebal kazanır da sonra onu bir bîgünâhın üzerine atarsa şüphesiz bir bühtan ve açık bir
vebal daha yüklenmiş olur (112). Allah’ın fazlı ve rahmeti üzerinde olmasaydı onlardan bir tâife seni
bile hükmünde haktan şaşırtmayı kurmuşlardı. Ma amâfîh onlar yalnız kendilerini şaşırırlar, sana hiçbir
zarar edemezler. Nasıl edebilirler ki Allah sana kitap ve hikmet indirmekte ve bilmediklerini sana bildir-
mektedir, Allah’ın senin üzerindeki fazlı azîm bulunuyor (113). Hayır yoktur onların fısıldaşmalarının
çoğunda, ancak sadaka vermeyi veya bir mâruf işlemeyi veya dargınları barıştırmayı emreden başka. Ve
bunu her kim Allah’ın rızâsını arayarak yaparsa yarın biz ona büyük bir ecir vereceğiz (114). Her kim
de kendisine hak tebeyyün ettikten sonra Peygamber’e muhalefette bulunur ve mü’minler yolunun
gayrısına giderse biz onu gittiğine bırakır ve kendisine cehennemi boylatırız ki o ne fena gidiştir (115).
Şüphesiz Allah kendine şirk koşulmasını mağfiret buyurmaz, bundan mâ adâsını ise dilediğine mağfiret
buyurur. Kim de Allah’a şirk koşarsa fi’l-vâki pek uzak bir dalâle sapmıştır (116). O’nu bırakıp da sırf
dişilere tapıyorlar, ve sade yalabık bir şeytana tapıyorlar (117). Ki Allah onu lânetledi, o da şöyle dedi:
‘Celâlin hakkı için kullarından muayyen bir pay alacağım (118). Ve lâbüd onları sapıtacağım, ve lâbüd
onları ümniyelere düşürüp olmayacak şeylerle aldatacağım, lâbüd onlara emredeceğim de davarların
kulaklarını dilecekler ve lâbüd onlara emredeceğim de Allah hilkatini tağyir edecekler.’ Her kim de
Allah’ı bırakıp şeytanı velî ittihaz ederse şüphesiz açıktan açığa hüsrana düşmüştür (119). O, onlara
vaad verir, ümniyelere ümitlere düşürür, fakat şeytan kuru bir aldatmadan başka onlara ne vaad eder?
(120).* İman edip de iyi iyi işler yapan kimselere gelince yarın onları altından ırmaklar akan cennet-
lere koyacağız, içlerinde muhalled kalacaklar. Hakkā Allah vaadi, Allah’tan daha doğru sözlü de kim
olabilir? (122). O, sizin kuruntularınızla değil, ehl-i kitâbın kuruntularıyla da değil, kim bir kötülük
yaparsa onunla cezâlanır ve Allah’tan başka bir velî de bulamaz, bir nasîr de (123). Gerek erkek gerek
dişi herhangi bir kişi de iyi işlerden bir iş tutarsa işte böyleler cennete girerler ve zerrece hakları yenmez
(124). Kimdir o kimseden dince daha güzeli ki özü muhsin olarak yüzünü tertemiz Allah’a tutmuş ve
bu suretle hanîf (sâir dinlerden çekinir hakperest bir muvahhid müslim) olarak İbrâhim milletine tabi
olmuştur? Allah ki İbrâhim’i halîl edindi (125). Hâlbuki göklerdeki yerdeki hep Allah’ın ve Allah her
şeyi muhît bulunuyor (126)”.
etmesi ve vahiy vârid olan husûsâtta buna muhalif diğer esbâb ve delâili
nazar-ı i tibâra almamasıdır. Zira delâil-i sâire sırf zâhirî olduğu hâlde
vahiy künh-i hakka muntabık bir ilm-i zarûrîdir.
Demek ki hâkimin vazifesi ne kendinin, ne de şunun bunun re’y ve
arzusunu değil, ancak hakkı tâkip etmesi ve yakīnen bildiği bir hakkın
hilâfına asla hükmetmemesidir. Burada ilm-i hâkimin muteber olduğuna
bir delil vardır. Fakat bunun bir re’y ü ictihad değil, bir ilm-i şuhûdî
olması şarttır. Bunun için Hazret-i Ömer demiştir ki “Allah’ın bana verdiği
re’y ile hükmettim” demeyiniz, zira ُاﻪﻠﻟ
ّٰ ﻚَ ﺑِﻤَٓﺎ اَ ٰرvahiydir ve Peygamber’e
mahsustur. Sizin re’yiniz ise ilim değil, nihâyet bir zandır.”1 Binâen aleyh
hâkimler mücerred re’y ü kanaatleriyle hükmedemezler. Esbâb ve vesâit-i
sübûtiye taharrîsine ve onların delâletine ittibâ a mecburdurlar. Bununla
beraber maksad-ı aslî hakka isabet olduğundan hâkimin ilm-i şühûdî ile
mâlumu olan bir hususta ilmi hilâfına hükmetmesi asla câiz olmaz.
İşte yâ Muhammed, sen Allah’ın gösterdiği vahiy ile hükmet {ﻜ ْﻦ ُ َ َو َﻻ ﺗ
ِ ِ
ً }ﻟ ْﻠ َﺨٓﺎﺋ ۪ﻨ َ َﺧ ۪ﺼhâinler lehine hasîm olma; yani kim olursa olsun, velevse
ﻴﻤﺎ
ümmetinden bulunsun hâinleri müdafaa için berî olanlara velevse millet-i
âhardan olsun husumet etme. Daha açıkçası hâinler nâmına müdafaa vekili
olma, avukatlık etme. A Bu âyetlerin Benî Übeyrık vak ası hakkında nâzil
olduğunda müfessirînin ittifâkı nakl olunuyor. Ebû Hayyân’ın nakline
göre Kirmânî demiştir ki: “Bu âyetlerin Benî Zafer b. Hâris’ten Tu me
b. [1458] Übeyrık hakkında nâzil olduğunda müfessirînin icmâ ı vardır.
Ancak İbn Bahr demiştir ki münafıklar hakkında nâzil oldu ve bu ﻜ ْﻢ ُ َ ﻓَ َﻤﺎ ﻟ
ِ ْ َ[ ِ ا ْﻟ ُﻤﻨَﺎﻓِ ۪ﻘ َ ﻓِﺌَﺘen-Nisâ 4/88] kavl-i ilâhîsine merbuttur.”2 Übeyrık’ın
Beşir, Bişr, Mübeşşir nâmında üç oğlu bulunduğu ve bunlardan Beşir’in
başkalarına isnad ederek sahâbe hakkında hicviye söyler bir münafık
1 Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 562. Krş. Ebû Dâvûd, Akdiye, 7/3586:
وכ، و
ّٰ ا ذכإ ّٰ ّن ا، ّٰ ا א أرا כ ّ أ : ّٰ ا ر و
. وا כ אا و،إ אه ن ا ّٰ כאن،ًא כאن و ّٰ ا ّٰ ن ا أى ر ل ا، رأ
2 Ebû Hayyân, el-Bahru’l-muhît, IV, 55:
bunu def etmiş, sonra Benî Süleym’den1 Haccac b. İlât2 nâmında birinin
yanına gitmiş, orada da bir sirkat yapmış, tard olunmuş, daha sonra yine
hırsızlık için bir evin duvarını delerken duvar yıkılmış altında kalmış,
bir rivayette bununla da ölmemiş, Mekke’den çıkarılmış, Araplardan
bir tüccar kafilesine karışmış, bunlardan da bir metâ çalmış kaçmış ve
fakat tutmuşlar, feci bir surette öldürmüşler, bundan dolayı da İslâm’da
irtidad edenlerin hâl ü âkıbetini gösteren َُﻣ ْﻦ ُ َ ﺎﻗ ِ ِﻖ اﻟﺮَّ ُﺳﻮ َل ِﻣ ْﻦ ﺑ َ ْﻌ ِﺪ َﻣﺎ ﺗَﺒَ َّ َ ﻟ َﻪ
إﱁ...[ ا ْﻟ ُﻬ ٰﺪىen-Nisâ 4/115] âyeti nâzil olmuştur.3 Şu hâlde sebeb-i nüzûle
nazaran “hâinîn”den murad bu Tu me ve buna mu âvenet edenler, sûret-i
umûmiyede de bu gibi haksızlar ve ahlâksızlardır.
Şimdi hak ve4 hâkimiyet meselesinin ehemmiyetini; hâkimlerin,
şâhidlerin, dava vekillerinin mes’ûliyetlerindeki dehşeti anlamalı ki
Allah teâlâ İslâm-ı zâhirîye ve kavminin talep ve şehadetine binâen
Tu me’yi müdafaaya meyletmiş olmasından dolayı Peygamber’i hatâdan
sıyânet ederken, daha doğrusu kendisine gāibi ihbar eden bir mucize
bahşederken bir hâkimin velev bilmeyerek olsun velevse esbâb-ı zâhireye
aldanarak olsun bir hâin lehine meyledip berî’ü’z-zimme olan bir kimseye
husumet etmesi haddizâtında bir kusur olduğunu iş âr için o hâinlere
ّٰ ِﺍﺳﺘَ ْﻐ ِﻔﺮ
hasîm olma {َ اﻪﻠﻟ ْ }و
َ ve Allah’a istiğfar et. Çünkü {ﻮرﺍ
ً ﺎن ﻏَ ُﻔ ّٰ اِ َّن
َ َاﻪﻠﻟ َ ﻛ
ً }ر ۪ﺣ
ﻴﻤﺎ َ Allah mağfiret isteyenlere Gafûr, Rahîm’dir diye istiğfâra davet
etmeden diğer ihtârâta geçmemiştir. Fazl u rahmet-i ilâhiye ile hikmet
ve nübüvvet sayesinde böyle bir kusur ve hatâdan sıyânet buyurulduğu5
bilâhare [1460] minnet ile yâd edilecekse de evvelemirde istiğfâra davet
edilmesi her hâlde bir itâb-ı belîği müş irdir. Binâen aleyh bu itâb-ı
belîğ hâinlerin hıyanetlerini, haksızların haksızlıklarını bile bile zulm ü
hıyanete mu âvenet edenlere ve bir hiss-i menfaat veya sâika-i taassub ve
müdâhene ile haksızlığa tergīb ve teşvik eyleyenlere ve kezâlik hükmünde
1 M: “Selimden”; B: “Selime’den”.
2 M: “Allât”.
3 Bk. Mukātil b. Süleyman, Tefsîr, I, 404-405; Tirmizî, Tefsîr, 4/3036; Taberî, Câmiu’l-beyân, IX, 176-
188.
4 M ve B -“ve”; M: “hakkı”.
5 M ve B: “buyurduğu”.
Hak Dini Kur’an Dili 435
ahkâm-ı hakkı esas ittihaz etmeyip re’y ü arzusuna tâbi olanlara karşı
şiddetini tasvir kābil olmayan gayet dehşetli bir tehdîd ü inzârı ve tevbeye
tergībi tazammun eder. Bunun için bu şiddet ü cezâletle ihtârâta devam
olunarak buyuruluyor ki:
ِ }و َﻻ ﺗُ َﺠ
{ إﱁ...ﻮن اَ ْﻧ ُﻔ َﺴﻬُ ْﻢ َ ﺎد ْل َﻋ ِﻦ اﻟ َّ ۪ﺬ
َ ُﻳﻦ ﻳ َ ْﺨﺘَﺎﻧ َ Nefislerine hıyanet edenler
tarafından veya onlardan dolayı mücadele etme, böylelerinin ne vekîl-i
muhâmîsi ol ne şehadetleriyle hükmet.
“Nefsine Hıyanet” kendini aldatmak, bir menfaat celb ediyor
zu muyla bir zarar getirmektir. Bunun için bir insanın masiyete ikdam ile
kendini ikāba mâruz kılması kendini aldatmak ve emânet-i ilâhiye olan
nefsine1 hıyanet etmektir. Hâine taraftar olmak da nefsine bir hıyanettir.
ً ﺍﻧﺎ اَ ۪ﺛ
{ﻴﻤﺎ ً َّﺎن َﺧﻮَ َﺐ َﻣ ْﻦ ﻛ ِ ّٰ “ }اِ َّنHavvân” pek hâin, “esîm” pek günahkâr,
ُّ اﻪﻠﻟ َ َﻻ ﻳُﺤ
yani hıyanetten sakınmayan ve günahtan çekinmeyen demektir. Bu ifadede
ısrar ve itiyaddan tahzir ve tevbeye bir teşvik vardır. { إﱁ...ﺎس ِ َّ ﻮن ِﻣ َﻦ اﻟﻨ
َ } َ ْ ﺘَ ْﺨ ُﻔ
Burada nefse hıyanetin bir suretini îzah ve nefislerine hıyanet edenlerden
bir kısm-ı mahsûsun tasvîri vardır ki bunlar {ﻮن َﻣﺎ َﻻ ﻳ َ ْﺮ ٰ ِﻣ َﻦ ا ْﻟﻘَ ْﻮ ِل َ ُ}اِ ْذ ﻳُﺒَ ّ ِﻴﺘ
Allah’ın râzı olmayacağı sözler tebyit ederler ve bunu yaptıkları vakit
Allah yanlarında iken ondan gizlemezler, Allah’a karşı bunu yapmaktan
çekinmezler de insanlardan gizlerler. Yukarılarda da beyan olunduğu üzere
“tebyît”, “beytûtet”ten [1461] veya “beyt”ten me’huzdur. “Beytûtet”ten
olduğuna göre bir işi geceleyin tedbir etmek, geceletmek, gece karanlığında
yapmaktır. “Beyt”ten olduğuna göre de bir sözü manzum bir beyit, bir
şiir yapar gibi uğraşıp uydurmak, tanzim etmeye çalışmaktır. Bu gibi
kimseler de zihinlerinde veya aralarında fena fikirler tertip ederler. Bunları
herkesten gizli tutmak için geceleri kendilerine mahsus hafî yerlerde ictimâ
ederek veya veznine mevzûnuna uydurup beyit tanzim eder gibi çalışarak
ve süsleyerek Allah’ın râzı olmayacağı birtakım kararlar verirler, tezvîrât
uydururlar ve bunları yaparken Allah’tan korkmazlar, onu hiçe sayarlar da
insanlardan son derece çekinirler ve onları aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki
ً ﻮن ُﻣ ۪ﺤ
{ﻴـﻄﺎ َ ُ اﻪﻠﻟُ ﺑ ِ َﻤﺎ ﻳ َ ْﻌ َﻤﻠ
ّٰ ﺎنَ َ}وﻛ
َ onlar ne yapıyorlarsa Allah hepsini muhîttir.
1 M ve B: “nefse”.
436 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
tarafından kim mücadele edecek? {ﻴﻼ ً ﻮن َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ َو ۪ﻛ ُ ُ }اَ ْم َﻣ ْﻦ ﻳَﻜveya [1462]
onlar üzerine kim vekîl-i muhâmî olacak? Bütün o amelleri muhît
olan Allah teâlâ’nın azâbına karşı onların himâyesini, avukatlığını kim
deruhde edecek düşünmüyor musunuz? Binâen aleyh siz dünyadaki
bu mücadelenizle o hâinleri kurtarmış olmadığınız gibi bilakis onların
mes’ûliyetlerine iştirak ederek nefsinize hıyanet etmiş ve kendinizi
ِ َو َﻻ ﺗُ َﺠ
aldatmış oluyorsunuz. Ve Allah teâlâ Peygamberine ﻳﻦ َ ﺎد ْل َﻋ ِﻦ اﻟ َّ ۪ﺬ
ﻮن اَ ْﻧ ُﻔ َﺴ ُﻬ ْﻢ
َ ُ ﻳ َ ْﺨﺘَﺎﻧbuyurduğu için, kendinizi onun şefaatinden de mahrum
etmiş bulunuyorsunuz. Ma amâfîh bu böyledir diye me’yus olup da
kendinizi büsbütün hıyanete kaptırmayınız, hemen tevbe ve istiğfar
ediniz. Çünkü {ﻮءا ً ٓ}و َﻣ ْﻦ ﻳ َ ْﻌ َﻤ ْﻞ ُﺳ
َ her kim başkasına bir kötülük yapar
2
Ve bunun için her günah nefse bir hıyanettir.1 Günahtan ihtiraz etmek
lâzım gelir. Çünkü Allah Gafûr-ı Rahîm olmakla beraber {ﻴﻤﺎ ً اﻪﻠﻟُ َﻋ ۪ﻠ
ّٰ ﺎن
َ ََوﻛ
ً ’}ﺣ ۪ﻜdir
ﻴﻤﺎ َ
2
de, ilmiyle her şeyi, herkesin her maksadını, gizli âşikâr her
günahını bilir, hikmetinden dolayı da her günahı fâiline isnad eder,
ِ ِ
cezâsını ona çektirir. O hâlde {ﻤﺎ ً ﺐ َﺧ ۪ﻄ ٓﻴٔـَﺔ ً اَ ْو ا ْﺛْ }و َﻣ ْﻦ ﻳ َ ْﻜﺴ
َ her kim bir hatîe veya
ism kesbeder de { }ﺛُﻢَّ ﻳ َ ْﺮ ِم ﺑ ِ ۪ﻪ ﺑ َ ۪ﺮ ٓ ًٔـﺎsonra bu meksûbunu hiç alâkası olmayan
3
ِ ِ
[1463] berî bir kimseye atarsa {ﻴﻨﺎ ً ۪ﻤﺎ ُﻣﺒ ً ـﺎﻧﺎ َوﺍ ْﺛ
ً َاﺣﺘَﻤَ َﻞ ُ ْﺘ ْ }ﻓَﻘَﺪmuhakkak bir
bühtan ve açık bir ism yüklenmiş olur. A “Hatîe” ile “ism”in tefrîkinde
üç vecih vardır. Birincisi hatîe sagīre, ism kebîredir. İkincisi hatîe yalnız
yapanda kalan zenb-i kāsır4, ism ise zulm ü katl gibi başkasına tecavüz
eden zenb-i müte addîdir. Üçüncüsü hatîe5 gerek amden olsun gerek
hatâen yapılması lâyık olmayan, ism ise amden husûle gelendir. Demek
ki başkasına iftira edilen günah gerek büyük gerek küçük olsun her iki
takdirde iftiranın kendisi pek büyük bir günahtır. Mâhiyet-i iftira birdir.
Başkasına yapmadığı bir fenalığı bühtan etmek haddizâtında ağır bir
kebîre olduğu gibi, kendi günahını başkasına atfetmek, o günaha bu
ağır kebîreyi ilâve etmektir. Binâen aleyh bütün bunlardan ihtiraz etmek
ve şayet böyle bir şey olmuşsa derhâl tevbe ve istiğfar edip helâlleşmek
lâzım gelir.
Bu ihtârâttan sonra böyle nefislerine hıyanet edip tebyît-i kavl ile
meşgul hâinlerden bir kısmının Resûlullah’ı bile iğfal ve idlâl etmek
istediklerini ihbar ve buna mukabil Resûlullah’ın bifadlihî teâlâ ismetini
ilan ve uluvv-i kadrini beyan ile şükr ü mücâhedeye sevk için itâb-ı
sâbıkın mahz-ı nimet olduğunu gösteren bir minnet ü iltifât-ı mahsus ile
buyuruluyor ki:
1 B: “istemişlerdir”.
2 B: “vermek”.
3 H -“sana”.
Hak Dini Kur’an Dili 439
değil, Allah rızâsı için olmak şartıyla bu üç maksaddan birisi için akd-i
ictimâ edip gizlice konuşmak, müşavere ve müzakere etmek câiz ve hatta
mendubdur. Bunların hâricindeki ictimâ ât ve müzâkerât-ı hafiyyede
ise hiçbir hayır yoktur. Mü’minlerin bunlardan sakınmaları ve bu gibi
ictimâ âta iştirak etmemeleri ve hatta men eylemeleri lâzım gelir.
“Sadaka”, “Marûf”, “Islâh-ı beyn”; bu üç kelime a mâl-i hayriyenin
hepsine şâmildir. Zira nâsa müte addî olan amel-i hayr ya îsâl-i menfaat
veya def -i mazarrat içindir. Menfaat ise ya mal vermek gibi cismânîdir,
sadaka ile bu nev e işaret olunmuştur, veya rûhânîdir. Emr bi’l-ma rûf ile
de bu nev e işaret olunmuştur. Islâh beyne’n-nâs da def -i zarar kısmına
işarettir. Görülüyor ki bütün bunlarda va d-i ecir emre değil, َو َﻣ ْﻦ ﻳ َ ْﻔﻌَ ْﻞ
diye fiile ta lîk edilmiş ve Allah rızâsı için olmakla da takyid olunmuştur.
{}و َﻣ ْﻦ ُ َ ﺎﻗ ِ ِﻖ اﻟﺮَّ ُﺳﻮ َل ِﻣ ْﻦ ﺑ َ ْﻌ ِﺪ َﻣﺎ ﺗَﺒَ َّ َ ﻟ َﻪُ ا ْﻟﻬُ ٰﺪى
َ Her kim bu suretle kendisine hak
tebeyyün ettikten -yani ber vech-i bâlâ Kitâb ü hikmet ve ilm-i ledünnî
ile izhâr-ı hakikat ederek risâlet ve hâkimiyet-i Muhammediye’yi isbat
ve ilan eden mûcize-i gaybiye ve hidâyet-i ilâhiye anlaşıldıktan- sonra
Peygamber’e şikāk eder {َ ﻴﻞ ا ْﻟ ُﻤ ْﺆ ِﻣ ۪ﻨ ِ ۪}و َﺘ َّ ِﺒ ْـﻊ ﻏَ ْ َ َﺳﺒ
َ ve mü’minler yolunun
1
gayrısına ittibâ ederse { ّٰ }ﻧُ َﻮﻟّ ِ ۪ﻪ َﻣﺎ ﺗ َ َﻮbiz onu döndüğü tarafa çevirir
{}وﻧُ ْﺼﻠِ ۪ﻪ َﺟﻬَﻨ َّ َﻢ
َ ve cehenneme basarız {ت َﻣ ۪ﺼ ًﺍ ْ َ}و َﺳٓﺎء َ ve fakat bilir misiniz o
cehennem ne fena [1466] bir yerdir? A Bu âyet bâlâda nakledildiği üzere
Tu me’nin hıyaneti beyân-ı ilâhî ile tebeyyün edince hakka teslîm-i nefs
etmeyip Mekke’ye firar ve irtidad etmesi üzerine nâzil olmuştur.
“Şikāk” ve “müşâkka”, “şakk”dan, ayrılıp muhalefete geçmektir.
“Sebîl-i mü’minîn”, itikad ve amelde mü’minlerin tuttuğu tarîk-ı
tevhid ve dîn-i kayyimdir ki Allah’a ve Resûlullah’a ve ulü’l-emre itaat
yoludur. Bunun gayrısına tâbi olmak da tarîk-ı tevhidden çıkmaktır.
Mü’minler yolu olamayacağı mâlumdur. Binâen aleyh Resûlullah’a şikāk
mü’minler yolunun gayrısına gitmek demek olacağı âşikâr olduğu hâlde
bunun َ ﻴﻞ ا ْﻟ ُﻤ ْﺆ ِﻣ ۪ﻨ
ِ ۪ َو َﺘ َّ ِﺒ ْـﻊ ﻏَ ْ َ َﺳﺒdiye ayrıca tasrîhi elbette şâyân-ı dikkattir.
1 B: “mü’minlerin”.
440 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 “…o kitab verilenlerin ihtilâf etmeleri ise sırf kendilerine ilim geldikten sonra…”
2 M: “diyeceklerine”.
442 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 M ve B: “Müşriklerin karşısında”.
2 H: “düştükleri”.
3 H, M ve B +“ ” دو.
4 Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, el-Emsâl, thk. Dr. Abdülmecid Kutâmiş, Dâru’l-Me’mûn li’t-Türâs,
1400/1980, s. 110. Abdullah b. Mes ûd’un sözü olarak nakledilmiştir.
Hak Dini Kur’an Dili 445
ِاﻪﻠﻟ
ّٰ } َﺧ ْﻠ َﻖde Allah’ın hilkatini tağyir edecekler. A Hilkatin suretini veya
sıfatını değiştirerek vechini tahvil edecekler, fıtratı kemâline götürecek
yerde bozacaklar, çığırından çıkaracaklar. Tefsirlerde vârid olan misâllere
nazaran kadını erkek, erkeği kadın yapmaya çalışacaklar, kadın yerine
erkek erkek yerine kadın kullanacaklar, bıyıklarını sakallarını yolacaklar,
suratlarını boyayacaklar, kılıklarını değiştirecekler, kulak burun kesip
1 H -“etmiş”.
2 “…mücellâ bir köşk, sırçadan…”
3 B: “iddialar”.
4 B: “elbette”.
446 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ve beni habîb ittihaz etti. Sonra buyurdu ki: İzzet ü celâlim hakkı için
habîbimi halîlime ve kelîmime muhakkak îsâr ve tercih edeceğim.’”1
Fi’l-vâki meşhur mirac hadislerinde sâbit olduğu üzere Leyle-i Mi rac’da
Resûlullah Mûsâ’yı altıncı, İbrâhim’i yedinci semâda görmüş ve kendisi
bunları geçip makām-ı Cibrîl olan Sidre-i Müntehâ’ya ve sonra onun
da mâverâsına geçmiştir.2 Mukāyese-i edyân nokta-i nazarından
Hıristiyanlar te âlîm-i nasrâniyenin daha güzel ve daha ulvî bir rûh telkin
ettiğini ve binâen aleyh İslâm’dan daha ince ve daha güzel olduğunu iddia
ederek “bir efendinin oğlu kulundan kıymetli ve şereflidir. Bunun için
Îsâ hakkında ‘ibnullah’ tâbiri büyük bir teşrif ve i zâzdan mecazdır. Îsâ
nezd-i ilâhîde makbul bir kul pâyesiyle değil, bir evlâd nisbet ve pâyesiyle
i zâz edilmiş olduğundan bir Hıristiyanın [1478] teslis ile nazarı da
Allah’ın makbul kulları değil, evlâd gibi bu mertebe-i izzetten hissemend
olmaktır. Şu hâlde bir efendinin makbul bir kulu ile oğlu arasındaki
fark ne ise Müslümanlık ile Hıristiyanlık arasındaki fark odur. Nitekim
Yuhanna İncili’nin on beşinci bâbında ‘eğer size emrettiğim şeylerin
cümlesini icra ederseniz dostlarım olursunuz, artık size kul tesmiye
etmem. Zira kul efendisinin ne ettiğini bilmez amma size dost tesmiye
ettim, zira pederimden işittiğim şeylerin cümlesini size bildirdim’ diye
ِ ّٰ وﺍﺗ َّ َﺨ َﺬfıkrası bilhassa bu noktayı
yazılıdır” diyorlar.3 Ve işte ﻴﻼ َ اﻪﻠﻟُ ا ْﺑ ٰﺮ ۪ﻫ
ً ﻴﻢ َﺧ ۪ﻠ َ
da mukayese edip meselenin rûhu mahabbette olduğunu göstererek
Hıristiyanların ta lîmâtındaki şirk şâibelerini takbih etmiş ve İslâm’ın şeref
ve izzetçe de yüksek ve her dinden güzel olduğunu anlatmıştır4. Evvelâ
“ibnullah” tâbirinin mecaz olarak tâlim edildiği farz olunsa bile Allah’a
karşı böyle bir mecazda hüsn yok, küfr vardır. Çünkü “ibn” tâbiri Allah’a
mücâneset ve hakīkat-i ilâhiyeye iştirâk5 îham eder ve Îsâ’da dahi ulûhiyet
اﻟﻨﺴٓ ِ
ﺎء ِ اﻪﻠﻟُ ﻳُ ْﻔ ۪ﺘﻴﻜُ ْﻢ ۪ﻓﻴﻬِ َّﻦ ۙ َو َﻣﺎ ﻳُ ْﺘﻠٰﻰ َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢ ﻓِﻲ ا ْﻟ ِﻜﺘَ ِ
ﺎب ۪ﻓﻲ ﻳَﺘَ َ اﻟﻨﺴٓ ِ
ﺎء ۜ ُﻗ ِﻞ ّٰ ِ و ﺴﺘَ ْﻔ ُﺘﻮﻧ َ َ ِ
ﺎﻣﻰ ّ َ ﻚ ﻓﻲ ّ َ ََْ
ﻮن اَن ﺗَﻨ ِﻜﺤﻮﻫ َّﻦ وﺍ ْﻟﻤﺴﺘَﻀﻌ ۪ﻔ ِ ِ
ﻴﻦ ﻣ َﻦ ا ْﻟﻮِ ْﻟ َﺪا ِنۙ َوﺍ َ ْن ﺗ َ ُﻘ ُ
ﻮﻣﻮﺍ اﻟّٰ ۪ﺘﻲ َﻻ ﺗُ ْﺆﺗُﻮﻧ َ ُﻬ َّﻦ َﻣﺎ ﻛُﺘ َ
ﺐ ﻟ َُﻬ َّﻦ َوﺗ َ ْﺮﻏَ ُﺒ َ ْ ْ ُ ُ َ ُ ْ ْ َ َ
ﺖ ِﻣ ْﻦ ﺑ َ ْﻌﻠِﻬَﺎ ِ
ﺎن ﺑ ِ ۪ﻪ َﻋ ۪ﻠ ً
ﻴﻤﺎ ﴿َ ﴾١٢٧وﺍ ِن ْ
اﻣ َﺮﺍ َ ٌة َﺧﺎﻓَ ْ ﻂ َو َﻣﺎ ﺗ َ ْﻔﻌَﻠُﻮﺍ ِﻣ ْﻦ َﺧ ْﻴﺮٍ ﻓَﺎِ َّن ّٰ
اﻪﻠﻟ َ ﻛَ َ ﺎﻣﻰ ﺑِﺎ ْﻟ ِﻘ ْﺴ ِ ۜ ِ
ﻟ ْﻠﻴَﺘَ ٰ
ﺤﺎۜ َوﺍﻟﺼ ْﻠﺢ َﺧﻴﺮ ۜ َوﺍُﺣ ِﻀﺮَ ِ ِ
اﻻ َْﻧ ُﻔ ُﺲت ْ ُّ ُ ْ ٌ ْ ﺎح َﻋﻠ َ ْﻴﻬِﻤَٓﺎ اَ ْن ﻳُ ْﺼﻠِ َﺤﺎ ﺑ َ ْﻴﻨَ ُﻬﻤَﺎ ُﺻ ْﻠ ً
ﺍﺿﺎ ﻓَ َﻼ ُﺟﻨَ َﻮزا اَ ْو ا ْﻋﺮَ ً ﻧُ ُﺸ ً
ﻴﻌ ٓﻮﺍ اَ ْن ﺗ َ ْﻌ ِﺪﻟُﻮﺍ ِ
ﻴﺮﺍ ﴿َ ﴾١٢٨وﻟ َْﻦ ﺗ َ ْﺴﺘَ ۪ﻄ ُ
ﻮن َﺧﺒ۪ ً ﺎن ﺑ ِ َﻤﺎ ﺗ َ ْﻌ َﻤﻠ ُ َ اﻟ ُّﺸ َّﺢ ۜ َوﺍ ْن ﺗُ ْﺤ ِﺴ ُﻨﻮﺍ َوﺗَﺘ َّ ُﻘﻮﺍ ﻓَﺎِ َّن ّٰ
اﻪﻠﻟ َ ﻛَ َ
ِ
ﺎء َوﻟ َْﻮ َﺣﺮَ ْﺻﺘُ ْﻢ ﻓَ َﻼ ﺗ َ ۪ﻤﻴﻠُﻮﺍ ﻛُ َّﻞ ا ْﻟﻤَ ْﻴ ِﻞ ﻓَﺘَ َﺬ ُروﻫَﺎ ﻛَﺎ ْﻟ ُﻤﻌَﻠَّﻘَﺔِ ۜ َوﺍ ْن ﺗُ ْﺼﻠِ ُﺤﻮﺍ َوﺗَﺘ َّ ُﻘﻮﺍ ﻓَﺎِ َّن ّٰ
اﻪﻠﻟ َ
ِ
اﻟﻨﺴٓ ِ
ﺑ َ ْﻴ َﻦ ّ َ
ِ
ﻴﻤﺎ ﴿﴾١٣٠ اﻪﻠﻟ َو ِ
ﺍﺳ ًﻌﺎ َﺣ ۪ﻜ ً اﻪﻠﻟُ ﻛُ ًّﻼ ِﻣ ْﻦ َﺳﻌَ ِﺘ ۪ﻪ ۜ َوﻛَ َ
ﺎن ّٰ ُ ﻮرﺍ َر ۪ﺣ ً
ﻴﻤﺎ ﴿َ ﴾١٢٩وﺍ ْن ﻳَﺘَ َﻔﺮَّﻗَﺎ ﻳُ ْﻐ ِﻦ ّٰ ﺎن ﻏَ ُﻔ ً
ﻛَ َ
ﺎب ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒﻠِﻜُ ْﻢ َو ِﺍﻳَّﺎﻛُ ْﻢ اَ ِن ِ ﺻ ْﻴﻨَﺎ اﻟ َّ ۪ﺬ َ
ﻳﻦ اُو۫ﺗُﻮﺍ ا ْﻟﻜﺘَ َ اﻻ َْر ِ ۜ
ض َوﻟَﻘَ ْﺪ َو َّ
َو ِ ّٰﻪﻠﻟِ َﻣﺎ ﻓِﻲ اﻟﺴ ٰﻤﻮَ ِ
ﺍت َو َﻣﺎ ﻓِﻲ ْ َّ
اﻪﻠﻟُ ﻏَ ِﻨ ًّ اﻪﻠﻟ ۜ َو ِﺍ ْن ﺗ َ ْﻜ ُﻔﺮوﺍ ﻓَﺎِ َّن ِ ّٰﻪﻠﻟِ َﻣﺎ ﻓِﻲ اﻟﺴ ٰﻤ َﻮ ِ
ﺍت َو َﻣﺎ ﻓِﻲ ْ
ﻴﺎ َﺣ ۪ﻤ ً
ﻴﺪا ﴿﴾١٣١ ﺎن ّٰ اﻻ َْر ِ ۜ
ض َوﻛَ َ َّ ُ اﺗ َّ ُﻘﻮﺍ ّٰ َ
ِ ِ ض وﻛَ ٰﻔﻰ ﺑ ِ ّٰ ِ ﺍت َو َﻣﺎ ﻓِﻲ ْ َو ِ ّٰﻪﻠﻟِ َﻣﺎ ﻓِﻲ اﻟﺴ ٰﻤﻮَ ِ
ﺎﻪﻠﻟ َو ۪ﻛ ً
ﻴﻼ ﴿ ﴾١٣٢ا ْن ﻳ َ َﺸ ْﺄ ﻳُ ْﺬﻫ ْﺒﻜُ ْﻢ اَﻳُّﻬَﺎ اﻟﻨ َّ ُ
ﺎس اﻻ َْر ِ ۜ َ َّ
ﺎن ﻳ ۪ﺮ ُﺪ ﺛَﻮﺍب اﻟ ُّﺪﻧﻴﺎ ﻓَﻌِﻨ َﺪ ّٰ ِ اﻪﻠﻟُ َﻋ ٰﻠﻰ ٰذﻟ ِ َ َو َ ْﺄ ِ
ت ﺑِﺎٰ َﺧ ۪ﺮ َﻦ ۜ َوﻛَ َ
ﺍب
اﻪﻠﻟ ﺛ َ َﻮ ُ ْ َ ْ َ َ ﻳﺮﺍ ﴿َ ﴾١٣٣ﻣ ْﻦ ﻛَ َ ُ ﻚ ﻗَ ۪ﺪ ً ﺎن ّٰ
ِ
ﻴﻌﺎ ﺑ َ ۪ﺼ ً ۟
ﻴﺮﺍ ﴿﴾١٣٤ اﻪﻠﻟُ َﺳ ۪ﻤ ً ﺍﻻ ِٰﺧ َﺮ ۜ َوﻛَ َ
ﺎن ّٰ اﻟ ُّﺪ ْﻧﻴَﺎ َو ْ
“İstiftâ’”; fetvâ istemektir. “Meselede filana istiftâ ettim, şöyle iftâ etti”
denilir ki fetvâ verdi demektir. “Da vâ” vezninde “fetvâ”, “rü’yâ” vezninde
“fütyâ” iftâ mânasına mevzû isimlerdir. “İftâ” ise sual olunan bir müşkili
hall ü izhâr etmektir ki kavî ve mükemmel, genç ve dinç olan ’ﻓﱴdan
me’huzdur. Ve gençleştirip kuvvetlendirmek demek1 gibidir. Sanki bir
kimsenin müşkilini halleden onu dinç bir genç gibi kuvvetlendirmiş olur.
Binâen aleyh fetvâ bir hâdise-i müşkilede hükm-i hakkı izhar ile amel
edecek kimsenin kalbine bir kuvvet vermektir. Müftî de [1484] bu kuvveti
verebilmek için ehliyet2 ve salâhiyetine ve ahlâk u metânetine bi-hakkın
itimad olunur bir zât olmak lâzım gelir ki bu da َﻣ ْﻦ اَ ْﺳﻠَﻢَ َو ْﺟﻬَﻪُ ِ ّٰﻪﻠﻟِ َو ُﻫﻮَ ُﻣ ْﺤ ِﺴ ٌﻦ
mazmûnu üzere sâhib-i İslâm ve ihsan olmak ve ﻳﻦ َ ْ ﺘَ ْﻨ ِﺒﻄُﻮﻧ َ ُﻪ ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َ ﻟ َﻌَﻠِ َﻤ ُﻪ اﻟ َّ ۪ﺬ
medlûlü üzere istinbâta muktedir ulemâdan bulunmak ile mümkin olur.
Fakat müşrikler, kâfirler gibi kuvvetini haktan değil bâtıldan almak ve
yalnız kendi arzularına kuvvet vermek emelinde bulunanlar yapacakları
işlerde ya hiç kimseden istiftâya tenezzül etmezler veya müftîlerini
âcizlerden, müdâhinlerden ve mâcinlerden intihab ederler. Bunlar da
ya hükm-i hakkı bilmezler veya bilseler bile müsteftînin arzu-yı nefsine
hizmet için asılsız veya zayıf zayıf fetvâlar verirler, ve bi’n-netîce bundan
salâh yerine fesad ve kuvvet yerine zaaf hâsıl olur. Bunun için burada
asıl iftânın Allah’a râci olduğu ve Peygamber’in bile iftâ-yı ilâhî ile iftâ
etmesi lâzım geldiği ve asıl hüküm ve kuvvet Allah’ın bulunduğu ُاﻪﻠﻟ ّٰ ﺎن َ ََوﻛ
ً ﺑِﻜُ ّ ِﻞ َ ْ ٍء ُﻣ ۪ﺤakibinde اﻪﻠﻟُ ﻳُ ْﻔ ۪ﺘﻴﻜُ ْﻢ ِ ِ
ﻴﻄﺎ ّ ِ ﻚ
ّٰ اﻟﻨ َﺴٓﺎء ۜ ُﻗ ِﻞ َ َ َو َ ْﺴﺘَ ْﻔ ُﺘﻮﻧbeyânıyla beyan
olunmuştur.
(128). Kadınlarınız arasında her vechile âdil davranmaya ne kadar hırs besleseniz muktedir olamazsınız,
bari büsbütün meyledip de ötekini askıda kalmış gibi bırakmayın. Ve eğer arayı düzeltir ve haksızlıktan
korunursanız şüphe yok ki Allah Gafûr, Rahîm bulunuyor (129). Yok eğer ayrılırlarsa Allah kudretiyle
her birini diğerinden müstağnî kılar. Allah kudreti vâsi bir Hakîm bulunuyor (130). Allah’ındır bü-
tün göklerdeki, yerdeki. Celâlim hakkı için sizden evvel kitap verilenlere de size de şöyle tavsiye ettik:
Allah’tan korkun, ve eğer tanımamazlık ederseniz haberiniz olsun ki Allah’ındır bütün göklerdeki ve
yerdeki, Allah Ganî, Hamîd bulunuyor (131). Allah’ındır bütün göklerdeki ve yerdeki; vekil olarak da
Allah yeter (132). O dilerse eyyühe’n-nâs sizi giderir de başkalarını getirir, Allah buna kadîr bulunuyor
(133). Kim dünya sevâbı istiyorsa bilsin ki dünya sevâbı da Allah’ın yanında âhiret sevabı da, ve Allah
Semî , Basîr bulunuyor (134)”.
1 B -“demek”.
2 M ve B: “ehliyetine”.
456 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
mu allaka, yani mu allakta kalmış ne kocalı ne kocasız bir kadın gibi mühmel
ِ [ ﻓَﺎِ ْن ِﺧ ْﻔ ُﺘ ْﻢ اَ َّﻻ ﺗَﻌ ِﺪﻟُﻮﺍ ﻓَ َﻮen-Nisâ 4/3] emri mûcebince
bırakmayınız A ki işte ًﺍﺣ َﺪة ْ
korkulması lâzım gelen cevr adaletsizlik budur. Yani kadınlar hakkında
iki nevi adalet vardır. Birisi infak ve kasm denilen nevbet-i beytûtet gibi
hukūkta adalet ve müsâvattır ki bu vüs ü iktidar dâhilindedir ve umûr-ı
ihtiyâriyedendir. Ve teklif olunan adalet budur. Diğeri ise mahabette adalet
ve müsâvattır ki, bu vüs ü iktidâr-ı beşerîden hâriçtir. Çünkü mahabbet
umûr-ı ıztırâriyedendir. إﱁ... ﻓَ َﻼ ﺗ َ ۪ﻤﻴﻠُﻮﺍKarînesiyle burada adaletten murad
da budur. Ve bundan men teklîf-i mâ lâ yutakdır. Binâen aleyh teklif
olunan adalet, mümkin olan hukūkta adalettir ve korkulması lâzım
gelen adaletsizlik diğerini mu âmele-i zevciyeden bi’l-külliye mahrum
edip büsbütün mu allak ve mühmel gibi bırakmak suretiyle cevrdir.
Yani ta âmı, kisve ve süknâsıyla nafakasını vermek ve nevbet-i beytûtette
müsâvî tutup musâhabet ve muâneset eylemek kâfi değildir. Kadının ara
sıra hazz-ı nefsânîsini de vermek, tahsīn ( )ﲢﺼﲔetmek lâzımdır. Ancak bu
noktada müsâvat teklîfi mâ lâ yutak olduğundan mevzû -i bahis değildir.
Hatta böyle bir teklif erkeğe cevrdir. Adalet denince her hâlde müsâvat
düşünmemelidir. Elyakı lâyıka tercih etmek de bir hak, bir adalettir.
Görülüyor ki burada umûr-ı ihtiyâriye ile umûr-ı ıztırâriyenin1
hükmü tefrik edilerek ًﺍﺣ َﺪة ِ ﻓَﺎِ ْن ِﺧ ْﻔ ُﺘ ْﻢ اَ َّﻻ ﺗَﻌ ِﺪﻟُﻮﺍ ﻓَ َﻮemrinin bir îzâhı vardır. Ve
ْ
işte mahabbetin böyle umûr-ı [1488] ıztırâriyeden olması kaziyyesidir ki
zinadan tevakkī için müte addid zevcâta mesağ veren esbâb-ı zarûriyeden
birisi olmuştur. Buna karşı “sevsin ve her fenalığı yapsın da nikâh
etmesin” demek büyük bir zulümkârlık olacağı âşikârdır. Bunun için
burada vahdet-i zevceye teşvik eden nassın îzâhıyla beraber ta addüd-i
zevcenin şerâit ve ilcâât-ı zarûriyesinden en mühimi de anlatılmıştır.
Hadîs-i şerifde de vârid olmuştur ki “ﺟﺎءَ ﻳـَْﻮَم ِﺎن َﳝ
ِ َﺖ ﻟَﻪ اﻣﺮأَﺗ
َ ﻴﻞ َﻣ َﻊ اﺣﺪﳘَﺎ
ُ َ ْ ُ ْ ََﻣ ْﻦ َﻛﺎﻧ
ِ ِ ِ
َﺣ ُﺪ ﺷﻘْﱠﻴﻪ َﻣﺎﺋ ٌﻞ ِ ِ
َ اﻟْﻘﻴَ َﺎﻣﺔ َوأ: İki karısı olup da birine büsbütün meyl eden kimse
yevm-i kıyamette bir şıkkı mâil olarak gelir.”2
1 M: “ıztırâbiyenin”.
2 Bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 471; İbn Mâce, Nikâh, 47; Ebû Dâvûd, Nikâh, 38:
. ٌ ِ َ َאء َ ْ َم ا ْ ِ א َ ِ َوأَ َ ُ ِ َّ ِ َ א،אن َ ِ ُ َ َ ِإ ْ َ ا ُ َ א َ َ ا ْ ُ ْ ى
ِ َ ََכא َ ْ َ ا أ ِ ِ
ْ َ َ َْ ُ ْ َ : َ َّ َ َ َאل َر ُ ُل ا ّٰ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو
Hak Dini Kur’an Dili 459
{}و ِﺍ ْن ﺗُ ْﺼﻠِ ُﺤﻮﺍَ Ve eğer hasbe’z-zarûre böyle bir hâl olunca beynlerini ıslah
eder, bozulan cihetlerini düzeltir {}وﺗَﺘ َّ ُﻘﻮﺍ َ ba demâ meyilden sakınırsanız
ً ﻮرﺍ َر ۪ﺣ
{ﻴﻤﺎ ً ﺎن ﻏَ ُﻔ ّٰ }ﻓَﺎِ َّنAllah Gafûr ve Rahîm olduğundan geçmişe
َ َاﻪﻠﻟ َ ﻛ
mağfiret eder. Ve sizi rahmetiyle bekâm eyler.
{}و ِﺍ ْن ﻳَﺘَ َﻔﺮَّﻗَﺎ
َ Ve eğer sulh u ıslah ve hakem ü tevassut vesâire herhangi
bir suretle karı koca beyni tevfik olunamaz da, her ikisi arzularıyla
birbirlerinden ayrılırlarsa {اﻪﻠﻟُ ﻛُ ًّﻼ ِﻣ ْﻦ َﺳﻌَ ِﺘ ۪ﻪ ّٰ }ﻳُ ْﻐ ِﻦAllah teâlâ kendi vüs ati,
gınâ ve kudretiyle her birini diğerinden müstağnî kılar, onu ona muhtaç
etmez, onu da ona. Çünkü {ﻴﻤﺎ ً ﺍﺳ ًﻌﺎ َﺣ ۪ﻜ ِ اﻪﻠﻟ َو
ُ ّٰ ﺎن
َ َ}وﻛَ Allah Vâsi ve Hakîm’dir.
Çünkü {ض ِ اﻻ َْرْ ِ ﺍت َو َﻣﺎ ِ َ}و ِ ّٰﻪﻠﻟِ َﻣﺎ ِ اﻟﺴ ٰﻤﻮdır.
َّ َ A Demek olur ki tefrika iki
tarafın rızâsıyla olmaz, birinin diğerinde gözü bulunursa bu iğnâ mev ud
değildir. Kadın ayrılmak istemez, geçinmek arzu ederse erkeğin onu tatlik
etmesi günahtır. Kezâlik erkek bırakmak istemez, geçinmek arzu ederse
hul a cebr etmek veya kuvve-i cebriye ile tefrik eylemek de günahtır. O
zaman bir taraf zâlim mevki inde kalır ki bundan son derece sakınmak
lâzımdır.
[1489] {ﺎب ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒﻠِﻜُ ْﻢ َو ِﺍﻳَّﺎﻛُ ْﻢ ِ
َ َﻳﻦ اُو۫ﺗُﻮﺍ ا ْﻟﻜﺘ َ ﺻ ْﻴﻨَﺎ اﻟ َّ ۪ﺬ
َّ }وﻟَﻘَ ْﺪ َو
َ Ey Müslümanlar!
Kasem olsun ki hem sizden evvel kendilerine kitap verilmiş olanlara
ve hem size {َ اﻪﻠﻟ ّٰ }اَ ِن اﺗ َّ ُﻘﻮﺍAllah’a ittikā ediniz, azâbından korkunuz diye
{ض ْ ِ ﺍت َو َﻣﺎ
ِ اﻻ َْر ِ }و ِﺍ ْن ﺗ َ ْﻜ ُﻔﺮوﺍ ﻓَﺎِ َّن ِ ّٰﻪﻠﻟِ َﻣﺎ ِ اﻟﺴ ٰﻤ َﻮ َ ve şayet küfr ü küfran edecek
َّ ُ
olursanız biliniz ki semâvât ve arzda her ne varsa hepsi Allah’ındır. {ُاﻪﻠﻟ ّٰ ﺎن
َ ََوﻛ
ﻴﺎ ِ
ًّ }ﻏَﻨVe Allah her şeyden ganî ve sizin ibadetinizden müstağnîdir. {ﻴﺪا ً }ﺣ ۪ﻤ
َ
O kendi zâtında Hamîd’dir. Siz gerek hamd ediniz, gerek etmeyiniz O
haddizâtında mahmud ve müstehakk-ı hamddir. Ne mahlûkātın küfr ü
masiyetleriyle mutazarrır, ne de şükr ü tâatleriyle müntefi olur. Ve Hamîd
olduğundan dolayı mahz-ı rahmetiyle menâfi inizi temin ve sizi zarardan
vikāye için ittikā ve küfr ü küfrandan ihtiraz emreder diye tavsiye ettik.
ِ }و ِ ّٰﻪﻠﻟِ َﻣﺎ ِ اﻟﺴ ٰﻤ َﻮ
ْ ِ ﺍت َو َﻣﺎ
ۜ ِ اﻻ َْر
Fi’l-vâki {ض َّ َ semâvâtta her ne var ve
arzda her ne varsa bütün bunlar halkan ve mülken, evvelen ve âhiren
Allah’ındır. Bütün bunlarda bi-hükmi’l-ulûhiye îcad ve i dam, ihyâ ve
460 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
imâte, taltîf ü tekdîr, sevâb ü ikāb vesâire ile keyfemâyeşâ tasarruf eden
ancak O’dur. Ve bu tasarruf ancak O’nun hakkıdır. Allah bunların bizzat
ِ ّٰ ِ }وﻛَ ٰ ﺑhepsinin umûrunu ve umûrun hepsini
sâhibi olduğu gibi {ﻴﻼ ً ﺎﻪﻠﻟ َو ۪ﻛ َ
tedbir ve idare etmekte ve her birini kendi hesabına görüp gözetmekte
vekil olarak dahi Allah kâfîdir. Binâen aleyh herkes O’na tevekkül ve
itimad etmeli ve kendi umûrunda muvaffak olmak için O’na müracaat
ِ ِ
edip teslim olmalıdır. Zira {ﺎس ُ َّ }ا ْن َ َ ْﺄ ﻳُ ْﺬﻫ ْﺒﻜُ ْﻢ اَ ُّ َﺎ اﻟﻨeyyühe’n-nâs! Bilmiş
olunuz ki Allah [1490] dilerse sizi ortadan kaldırır, def eder {ت ﺑِﺎٰ َﺧ ۪ﺮ َﻦ ِ }و َ ْﺄ
َ
ve yerinize diğerlerini getirir. {ﻳﺮﺍ ۪
ﺪ ﻗ ﻚ ِ ﻟذ ٰ ﻋ اﻪﻠﻟ ﺎن َ ﻛ}و
ً َ َ ٰ َ ُ ّٰ َ َ Allah buna da kādirdir,
ِ
hem pek kādirdir. ﻜ ْﻢ ﻟﺎ ﺜ ﻣ ا ﻮﺍ ٓ
ُ َ َ ْ َ ُ ُ َ ﻣﺎ ﻏَ ْ َ ُﻛ ْﻢ ﺛُﻢَّ َﻻ
ﻮﻧ ﻜ ﻳ ً [ َوﺍ ْن ﺗَﺘَ َﻮﻟ َّْﻮﺍ َ ْ ﺘَ ْﺒ ِﺪ ْل ﻗَ ْﻮMuhammed
47/38]1 Rivayet olunuyor ki bu âyet nâzil olduğu zaman Resûlullah yed-i
saâdetini Selmân-ı Fârisî’nin arkasına vurmuş, “onlar bunun kavmi”
buyurmuştur.2
{ﺍب اﻟ ُّﺪ ْﻧﻴَﺎ ِ ّٰ ﻓَﻌِﻨ َﺪ
َ ﺎن ﻳُ ۪ﺮ ُﺪ ﺛ َ َﻮ
َ َ}ﻣ ْﻦ ﻛ
َ Her kim dünya sevâbı isterse bilmeli ki {اﻪﻠﻟ ْ
ِ ﺍﻻ ِٰﺧﺮ ْ و ﺎ ﻴ ﻧﺪُّ اﻟ ﺍب ﻮ ﺛ
َ َ َ ْ ُ ََ } dünyanın da âhiretin de sevâbı ancak Allah’ın indindedir.
Dünya sevâbını da verecek olan başkası değil yine Allah’tır. Bunun için
de Allah’a ve Allah’ın kanunlarına müracaat etmek lâzımdır. Fakat bunun
karşısında bir de âhiret sevâbı vardır. Şu hâlde Allah’a müracaat edip de
yalnız dünya sevâbına göz dikmek ne kadar himmetsizlik ve3 ne kadar
budalalıktır. Âkil olan hiç olmazsa ً اﻻ ِٰﺧ َﺮ ِ َﺣ َﺴﻨَﺔ ْ ِ َرﺑَّﻨَ ٓﺎ ٰاﺗِﻨَﺎ ِ اﻟ ُّﺪ ْﻧﻴَﺎ َﺣ َﺴﻨَﺔ ً َو
[el-Bakara 2/201]4 diye ikisini de istemeli veya eşref ü a lâsına nasb-ı nazar
edip dünyayı kāle almayarak âhireti istemelidir. Çünkü ث َ ﺎن ﻳُ ۪ﺮ ُﺪ َﺣ ْﺮ َ ََﻣ ْﻦ ﻛ
ِاﻻ ِٰﺧ َﺮ ِ ﻧَﺰِ ْد ﻟ َُﻪ ۪ َﺣﺮﺛ ۪ﻪ ْ [eş-Şûrâ 42/20] medlûlünce âhireti isteyen fazla olarak
ْ
5
mü’minler aleyhine bir yol verecek değil (141). Her hâlde münafıklar
Allah’a hudʿa yapmaya çalışırlar, Allah da hudʿalarını başlarına geçi-
rir, namaza kalktıkları vakit de üşene üşene kalkarlar, halka gösteriş
yaparlar, yoksa Allah’ı pek az hatıra getirirler (142). Arada müzebzeb
bir hâldedirler: Ne onlara, ne onlara. Her kimi de Allah şaşırtırsa artık
ona sen yol bulamazsın (143). Ey o bütün iman edenler! Mü’minleri
bırakıp da kâfirleri başlarınıza geçirmeyin, ister misiniz ki Allah için
aleyhinizde açık bir saltanat husûle getiresiniz (144). Her hâlde mü-
nafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar, ihtimâli yok onlara bir
kurtaracak da bulamazsın (145). Ancak tevbe edip hâllerini düzelten
ve Allah’a sarılıp dinlerini Allah için hâlis kılan kimseler müstesnâ,
çünkü bunlar mü’minlerle beraberdir, mü’minlere ise Allah azîm bir
ecir verecektir (146). Siz şükreder, iman ederseniz Allah size azâbı ni-
decek? Hâlbuki Allah şükrü bilir bir Alîm bulunuyor (147).1
1 H: “Ey o bütün iman edenler! Hakkāniyetle durup adaleti yerine getirmeye uğraşır hâkimler, Allah için
şâhidler olunuz, velevse kendinizin veya ebeveyninizin veya en yakın akrabanızın aleyhine olsun, gerek
zengin ve gerek fakir bulunsun. Çünkü Allah ikisinden de akdemdir, onun için haktan udûl edip de
nefsin arzusuna tâbi olmayın ve eğer dilinizi büker veya çekinirseniz şüphe yok ki Allah ne yapıyorsa-
nız Habîr bulunuyor (135). Ey o bütün iman edenler! İman getirin Allah’a ve Resûlüne ve Resûlüne
tenzil buyurduğu kitaba ve daha evvel inzal buyurduğu kitaba. Ve her kim Allah’a ve melâikesine ve
kitaplarına ve resullerine ve âhiret gününe kâfirlik ederse uzak, pek uzak bir dalâle düşmüş gitmiştir
(136). Şunlar ki iman ettiler, sonra küfr ettiler, sonra iman ettiler, sonra küfr ettiler, sonra da küfürlerini
artırdılar. Elbette Allah onları artık mağfiret de etmez, doğru yola da çıkarmaz (137). Müjde et o mü-
nafıklara, elîm bir azab var onlara (138). Onlar ki mü’minleri bırakarak kâfirleri velî ittihaz ediyorlar,
izzeti onların nezdinde mi arıyorlar? Fakat izzet tamamıyla Allah’ındır (139). O size kitâbında şunu
indirmişti de: İşittiniz mi Allah’ın âyetlerini hakları inkâr ediliyor veya eğlence yerine konuluyor, artık o
heriflerin yanlarında oturmayın tâ ki başka lakırdıya dalsınlar, çünkü o zaman siz de onlar gibisinizdir.
Şüphesiz ki Allah münafıklarla kâfirleri cemî an cehennemde cem edecek (140). Onlar ki sizi gözetirler;
eğer Allah’tan size bir fetih müyesser olursa ‘beraber değil miydik verin payımızı’ derler ve eğer kâfirlere
bir nasip düşerse ‘ya biz sizden üstün gelmedik mi? Tepenize binmişlerken türlü desise ile sizi mü’min-
lerin elinden kurtarmadık mı? Getirin bakalım hissemizi’ derler. Artık kıyamet günü Allah beyninizde
hükmünü verir, ve elbette Allah kâfirler için mü’minler aleyhine bir yol verecek değil (141). Doğrusu
münafıklar Allah’a hud a yapmaya çalışırlar, Allah da hud alarını başlarına geçirir, namaza kalktıkları
vakit de üşene üşene kalkarlar, halka gösteriş yaparlar, yoksa Allah’ı pek az hatıra getirirler (142). Arada
müzebzebdirler: Ne ötekilere, ne berikilere. Her kimi de Allah şaşırtırsa artık ona bir yol bulamazsın
(143). Ey o bütün iman ederler!* Mü’minleri bırakıp da kâfirleri başlarınıza geçirmeyin, ister misiniz
Allah için aleyhinizde açık bir saltanat husûle getiresiniz (144). Şüphesiz ki münafıklar cehennemin en
alt tabakasındadırlar, ihtimâli yok onlara bir kurtaracak bulamazsın (145). Ancak tevbe edip hâllerini
düzelten ve Allah’a sarılıp dinlerini Allah için hâlis kılan kimseler müstesnâ, çünkü bunlar mü’minlerle
beraberdir, mü’minlere ise Allah yarın azîm bir ecir verecektir (146)”**.
{ﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍَ }ﻳَٓﺎ اَ ُّ َﺎ اﻟ َّ۪ﺬEy iman edenler, yalnız kadınlar üzerinde kavvâm
olmakla kalmayınız, her hususta {ﺍﻣ َ ﺑِﺎ ْﻟ ِﻘ ْﺴ ِﻂ ۪ َّ }ﻛُﻮﻧُﻮﺍ ﻗَﻮkavvâmîn bi’l-kıst
olunuz. Adaletle kāim ve müstakīm hâkimler olup adl ü hakkāniyeti
ikāme ediniz {ِ } ُﺷﻬَ َﺪٓاءَ ِ ّٰﻪﻠﻟAllah için numûne-i imtisal olacak [1495] şâhidler
olunuz, hakka dosdoğru şehadet ediniz. {َ ﺍﻻ َ ْﻗ َﺮ ۪ﺑ ْ }وﻟ َْﻮ َﻋ ٰ ٓ اَ ْﻧ ُﻔ ِﺴﻜُ ْﻢ اَوِ ا ْﻟ َﻮﺍﻟ ِ َﺪ ْﻳ ِﻦ َو
َ
Velev1 kendinizin veya ebeveyn ve akrabanızın aleyhinde dahi olsa böyle
olunuz. A Ki bunda iki mâna vardır. Birisi; başkasının sizde bir hakkı
varsa kendiniz ikrar ve itiraf ediniz ve ananız, babanız ve akrabanız
aleyhine de olsa hükümden şehadetten kaçınmayınız demektir. Birisi de
şahs-ı sâlis aleyhine şehadet kendinizin ve ta allukātınızın bir zararını da
intac edecek olsa yine dosdoğru şehadet ediniz demektir. {ﻴﺎ اَ ْو ًّ ﻜ ْﻦ ﻏَ ِﻨ ُ َ اِ ْن ﻳ
}ﻓَ ۪ﻘ ًﺍAleyhine veya lehine şehadet ettiğiniz kimseler2 zengin olsa da böyle
yapınız, fakir olsa da. Ne zengine müdahene etmek ne de fakiri gözetmek
için şehadetten imtinâ etmeyiniz, istikāmetten ayrılmayınız. Çünkü
{ﺎﻪﻠﻟُ اَ ْو ٰ ِ ِ َﻤﺎ
ّٰ َ }ﻓganîye de fakire de Allah daha evlâdır. O onları daha iyi gözetir.
Binâen aleyh { }ﻓَ َﻼ ﺗَﺘ َّ ِﺒ ُﻌﻮﺍ ا ْﻟﻬَ ٰﻮٓى اَ ْن ﺗ َ ْﻌ ِﺪﻟُﻮﺍhaktan udûl ile hevâya uymayınız,
keyf ü arzuya tâbi olmayınız, yahut adalet ediyoruz zu muyla3 hevâya
uyup fakiri ganîye, akrabayı yabancıya tercih ederek hakkı ketm veya
tahrif etmeyiniz {ـﻮ۫ﺍ ِ ve şayet ikāme-i hakta veya şehadette dillerinizi
ُ }وﺍ ْن ﺗ َ ْﻠ
َ
eğer bükerseniz {ﺿﻮﺍ ُ }اَ ْو ﺗُ ْﻌﺮveya büsbütün i râz ederseniz {ﺎن ﺑِﻤَﺎ
ِ َ َاﻪﻠﻟ َ ﻛ ّٰ ﻓَﺎِ َّن
ﻮن َﺧﺒ۪ ًﺍَ ُ }ﺗ َ ْﻌ َﻤﻠAllah her hâlde hepinizin yaptıklarınıza habîrdir. Hiçbiriniz
yakanızı kurtaramazsınız. A ـﻮ۫ﺍ ِ
ُ َوﺍ ْن ﺗ َ ْﻠHamza ve İbn Âmir kıraatlerinde
lâm’ın zammı4 ve vâv’ın sükûnuyla ﺗَﻠُـﻮﺍokunur ki evvelkisi ’ﻟََﻮى ﻳـَْﻠ ِﻮي ﻟَﻴًّﺎden,
bu da ً’ َوَﱃ ﻳَﻠِﻲ َوﻟْﻴًﺎ َوَوَﻻﻳَﺔdendir. Bu surette mâna: “Ve eğer şehadete me’mur
olur da bihakkın edâ eylemez veya edâdan i râz ve imtinâ ederseniz her
iki hâlde Allah yaptıklarınıza habîrdir. [1496] Birinde ecrini birinde de
cezâsını verir” demek olur. İşte Müslümanlar böyle hevâya uymaz, âdil
ve müstakīm ﺍﻣ َ ﺑِﺎ ْﻟ ِﻘ ْﺴ ِﻂ ۪ َّ ﻗَﻮhakgû, hakperest ِ ُﺷﻬَ َﺪٓاءَ ِ ّٰﻪﻠﻟolmalıdır. O hâlde:
1 H: “Velevse”.
2 H: “kimse”.
3 B -“yahut adalet ediyoruz zu muyla”.
4 M ve B: “zammile”.
Hak Dini Kur’an Dili 465
olamazlar, Allah ise mü’minleri i zâz etmiş1 َ َو ِ ّٰﻪﻠﻟِ ا ْﻟﻌِﺰَّ ُة َوﻟ ِ َﺮ ُﺳﻮﻟ ِ ۪ﻪ َوﻟ ِ ْﻠ ُﻤ ْﺆ ِﻣ ۪ﻨ
[el-Münâfikûn 63/8]2 buyurmuştur3. Binâen aleyh kâfirlerin dost-
luğundan izzet beklemek ne kadar ma kustur.
{}وﻗَ ْﺪ ﻧَﺰَّ َل
َ Âsım ve Ya kūb kıraatlerinden mâ adâsında mechul sîgasıyla
ﺎب{ َوﻗَ ْﺪ ﻧُ ّﺰِ َل ِ َﻜ ْﻢ ِ ا ْﻟ ِﻜﺘُ }ﻋﻠ َ ْﻴ
َ hâlbuki mukaddemâ size Kitap’ta Allah şöyle
4
tenzil buyurmuş, şöyle indirilmiş idi: {اﻪﻠﻟِ ﻳُ ْﻜ َﻔ ُﺮ ِ َﺎ َو ُ ْﺴﺘَ ْﻬ َﺰ ُا ِ َ اَ ْن اِذَا ﺳ ِﻤﻌ ُﺘ ْﻢ ٰاﻳ
ّٰ ﺎت ْ َ
ِ } َﺎKi Allah’ın âyâtını5 küfr edilirken ve istihzâ olunurken işittiğiniz vakit
{ }ﻓَ َﻼ ﺗ َ ْﻘ ُﻌ ُﺪوﺍ َﻣﻌَ ُﻬ ْﻢo kâfirler ve müstehzîlerle beraber oturmayınız {ﻮﺿﻮﺍ ُ َﺣ ّٰ ﻳ َ ُﺨ
۪ﻳﺚ ﻏَ ِه ٍ } ۪ َﺣ ۪ﺪtâ ki başka lakırdıya dalsınlar. O hâlde onlarla beraber
ْ
oturmaktan bile sakınmak ve izzet-i imanı muhafaza etmek lâzım gelirken
onlarla6 müvâlât etmek ve onlardan izzet beklemek nasıl olur?
ِ
Mekke’de müşriklerin ahvâline karşı Peygamber’e hitâben ﻳﻦ َ ﺖ اﻟ َّ ۪ﺬ َ َوﺍذَا َرﺍ َ ْﻳ
ﻳﺚ ﻏَ ْ ِ ۪ه ٍ ﻮﺿﻮﺍ ۪ َﺣ ۪ﺪ ِ
ْ ِﻮن ۪ ٓ ٰاﻳَﺎﺗﻨَﺎ ﻓَﺎ َْﻋﺮ
ُ ض َﻋ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َﺣ ّٰ ﻳ َ ُﺨ َ ﻮﺿ
ُ [ ﻳ َ ُﺨel-En âm 6/68] [1500]
7
1 M ve B: “etmiştir”.
2 “…Hâlbuki izzet Allah’ın ve Resûlünün ve mü’minlerindir…”
3 M ve B -“buyurmuştur”.
4 M +“size”.
5 H: “âyetlerini”.
6 B: “onlara”.
7 “Âyetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün vakit de kendilerinden yüz çevir, tâ ki başka
bir söze dalsınlar…”
Hak Dini Kur’an Dili 469
itiraz demektir. Meğer ki ﻳﻤﺎ ِن ٌّ ِ [ اِ َّﻻ َﻣ ْﻦ اُכْﺮِهَ َوﻗَ ْﻠ ُﺒ ُﻪ ُﻣ ْﻄ َﻤen-Nahl 16/106]1
۪ ْ ِ ﻦﺌ ﺑ
َ ﺎﻻ
olsun. A Oturur onlar gibi olursa ne mi olur? {ـﻊ ا ْﻟ ُﻤﻨَﺎﻓِ ۪ﻘ َ َوﺍ ْﻟﻜَﺎﻓِ ۪ﺮ َﻦ ِ ّٰ اِ َّن
ُ اﻪﻠﻟ َ َﺟﺎﻣ
ً } ۪ َﺟﻬَﻨ َّ َﻢ َﺟ ۪ﻤŞüphesiz ki Allah münafıklarla kâfirlerin mecmû unu
ﻴﻌﺎ
cehennemde cem edecektir. Dünyada âyâtullahı istihzâ etmekte ictimâ
ettikleri gibi âhirette de azâb-ı cehennemde öylece ictimâ ederler.
{ﻜ ْﻢ ُ ِ ﻮن ﺑ َ }اَﻟ َّ ۪ﺬO münafıklar ki sizi gözetir beklerler {ﻜ ْﻢ ﻓَ ْﺘ ٌﺢ
َ ﻳﻦ ﻳ َ َ َﺑ َّ ُﺼ َ َﻓَﺎِ ْن ﻛ
ُ َ ﺎن ﻟ
ِاﻪﻠﻟّٰ }ﻣ َﻦ ِ derken Allah tarafından size bir fütûhât oluverirse {ﻗَﺎﻟُٓﻮﺍ اَ َ ﻧَﻜُﻦ
ْ ْ
}ﻣﻌَﻜُ ْﻢ
َ “biz sizinle beraber değil mi idik?” derler, hemen ganimete konmak
isterler {ﻴﺐ ۪ ِ ِ َ َ }و ِﺍن ﻛve şayet nasip kâfirlerin olur, zafer kâfirlere
ٌ ﺎن ﻟ ْﻠﻜَﺎﻓ ۪ﺮ َﻦ ﻧَﺼ ْ َ
nasip oluverirse o zaman da onlara [1501] {ﻜ ْﻢ ُ ﻗَﺎﻟُٓﻮﺍ اَ َ ْ َ ْ ﺘَ ْﺤﻮِ ْذ َﻋﻠ َ ْﻴ
ُ ﻜ ْﻢ َوﻧ َ ْﻤﻨَ ْﻌ
َ }ﻣ َﻦ ا ْﻟ ُﻤ ْﺆ ِﻣ ۪ﻨ
ِ biz size üstün gelmedik mi?2 Ve sizi mü’minlerden sıyânet
etmedik mi?3 derler. Onlara minnet edip bir hisse kapmak isterler. A Bu
kelâm başlıca iki mânaya müsâiddir. Birisi “fırsat elimizde değil mi idi?
Biz de mü’minlerle beraber olup size harb etse idik sizi mağlup ve perişan
etmez mi idik? Hâlbuki siz dışarıdan uğraşırken biz kaleyi içinden feth
ettik, mü’minlere yardım etmedik. Sizin hesabınıza onlara propaganda
yaptık, aldattık, kalblerine zaaf düşürdük ve nihâyet bu sayede siz
muzaffer oldunuz. Binâen aleyh bu galebede4 bizim mevki imiz sizden
yüksektir” demek olur ki ekser müfessirîn bunu tercih etmişlerdir. Diğeri
de “siz Müslümanları kuvvetli zannedip Müslüman olacak iken biz sizi
men etmedik mi? Muhammed’in işi zayıflayacak siz kuvvetleneceksiniz
diye sizi imandan vazgeçirmedik mi? Bakınız işte dediğimiz oldu, bizim
re’yimiz size gālip çıktı, binâen aleyh galebe asıl bizimdir. Bu zaferin
ganimetine sizden ziyade biz lâyıkız” demektir ki bazı müfessirîn de bu
mânayı ihtiyar etmişlerdir.
{ِﺎﻪﻠﻟُ ﻳ َ ْﺤﻜُ ُﻢ ﺑ َ ْﻴﻨَﻜُ ْﻢ ﻳ َ ْﻮمَ ا ْﻟ ِﻘ ٰﻴ َﻤﺔ
ّٰ َ }ﻓBinâen aleyh bu böyle kalmayacak, yevm-i
kıyâmette Allah beyninizde hükmedecek, o zaman mü’min ile münafık
tamamen seçilecektir. Dünyada zâhir ile hükm olunur, zâhirde kelime-i
1 B: “bilmeli”.
Hak Dini Kur’an Dili 471
1 M ve B -“ise”.
2 M ve B: “Çünkü”.
472 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
﴾ اِ ْن١٤٨﴿ ﻴﻤﺎ
ً ﻴﻌﺎ َﻋ ۪ﻠ
ً اﻪﻠﻟُ َﺳ ۪ﻤ َ َﻮء ِﻣ َﻦ ا ْﻟ َﻘ ْﻮ ِل اِ َّﻻ َﻣ ْﻦ ﻇُﻠِ َﻢ ۜ َوﻛ
ّٰ ﺎن ِ ٓاﻪﻠﻟ ا ْﻟ َﺠﻬ َﺮ ﺑِﺎﻟﺴ
ُّ ْ ُ ّٰ ﺐ
ِ
ُّ َﻻ ﻳُﺤ
ً ﻮﺍ ﻗَ ۪ﺪ
﴾١٤٩﴿ ﻳﺮﺍ ًّ ﺎن َﻋ ُﻔ ّٰ ﻮه اَ ْو ﺗ َ ْﻌ ُﻔﻮﺍ َﻋ ْﻦ ُ ٓﺳﻮ ٍء ﻓَﺎِ َّن
َ َاﻪﻠﻟ َ ﻛ ُ ﺮﺍ اَ ْو ﺗُ ْﺨ ُﻔ
ً ﺗُ ْﺒ ُﺪوﺍ َﺧ ْﻴ
1 H +“Hitâm-ı Cüz’-i Hâmis
6. Cüz
Âkif Bey
Forma Sahîfe
13:71 ilâ 83 1401 ilâ 1660”.
Hak Dini Kur’an Dili 473
Meâl-i Şerîfi
Allah fena sözün açıklanmasını sevmez, mazlum olan başka. Allah
Semîʿ, Basîr bulunuyor (148). Bir hayrı açıklar veya gizlerseniz yahut
bir kötülüğü affederseniz şüphe yok ki Allah affı çok bir Kadîr bulu-
nuyor (149).
Bu âyetin sebeb-i nüzûlünde deniliyor ki; bir gün huzûr-ı risâlette bir
adam Hazret-i Ebû Bekir’in yüzüne karşı şetm etmiş, o da birkaç kere
sükut ettikten sonra nihâyet reddeylemiş idi, reddedince Aleyhissalâtü
vesselâm meclisten kıyam buyuruverdi. Hazret-i Ebû Bekir “o bana
şetm ederken oturuyordunuz, ben reddedince kıyam buyurdunuz” dedi.
Resûlullah da “bir melek senin tarafından cevap veriyordu, sen reddedince
o melek gitti şeytan geldi. Şeytan gelince ben de oturmadım” buyurdu ve
bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.3 Bir rivayete göre de bir kavme bir
müsâfir gelmiş, yemek vermemişler, şikayet etmiş, şikayetinden dolayı
ۚﻘﺎ
ًّ ون َﺣَ ﻚ ُﻫ ُﻢ ا ْﻟﻜَﺎﻓِ ُﺮ َ ﴾ ُاو۬ﻟٰ ٓ ِﺌ١٥٠﴿ ۙ ﻴﻼ ً ۪ﻚ َﺳﺒ َ ِ ون اَ ْن ﻳَﺘ َّ ِﺨ ُﺬوﺍ ﺑ َ ْﻴ َﻦ ٰذﻟ
َ ﺾ َو ُ ۪ﺮ ُﺪ ۙ ٍ َوﻧ َ ْﻜ ُﻔ ُﺮ ﺑِﺒَ ْﻌ
ﺎﻪﻠﻟِ َو ُر ُﺳﻠِ ۪ﻪ َوﻟ َْﻢ ﻳُﻔَﺮِ ُﻗﻮﺍ ﺑ َ ْﻴ َﻦ اَ َﺣ ٍﺪ
ّٰ ِ ﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ ﺑ
َ ﴾ َوﺍﻟ َّ ۪ﺬ١٥١﴿ ۪ﻴﻨﺎ ً اﺑﺎ ُﻣﻬ
ِ ِ
ً َوﺍ َ ْﻋﺘَ ْﺪﻧَﺎ ﻟ ْﻠﻜَﺎﻓ ۪ﺮ َﻦ َﻋ َﺬ
ّ
﴾١٥٢﴿ ﻴﻤﺎ ۟ ً ﻮرﺍ َر ۪ﺣ ً اﻪﻠﻟُ ﻏَ ُﻔ
ّٰ ﺎن َ ف ﻳُ ْﺆﺗ۪ﻴﻬِ ْﻢ ُا ُﺟ
َ َﻮر ُﻫ ْﻢ ۜ َوﻛ َ ﻚ َﺳ ْﻮ َ ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ ُاو۬ﻟٰ ٓ ِﺌ
Meâl-i Şerîfi
O kimseler ki ne Allah’ı tanırlar ne peygamberlerini, ve o kimseler ki
Allah’ı tanımak lâkin peygamberlerini tanımayıp ayırmak isterler. Ve
o kimseler ki “peygamberlerin bazısına inanırız, bazısını tanımayız”
derler ve böyle küfür ile iman arasında bir yol tutmak isterler (150).
İşte bunlar hakkā kâfirdirler, biz de kâfirler için mühîn bir azab ha-
zırlamışızdır (151). Allah’a ve peygamberlerine iman eden2 ve pey-
1 Abdürrezzâk, Tefsîr, thk. Mahmud Muhammed Abduh, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1419, I, 484.
Krş. Taberî, Câmiu’l-beyân, IX, 345-346; Ebû Hayyân, el-Bahru’l-muhît, IV, 115:
َ َ َّ א، ِ ِ َ ٌ َر ُ ً َ َ ُ َ ِ ّد ِإ َ ِ َ َّ ِ א
َ ْ ْ ُ אف َرَ َ َ أ: َ َאل، َ َ ْ ا ّٰ ُ ا ْ َ ْ َ ِא ُّ ِء ِ َ ا ْ َ ْ ِل« ا ُّ
ِ ِِ
ُ َ » َ َ ْ َ َא
ِ ٍِא
َ ُ ْ َ
. ِ ِ َ ِ َ َ ُ َ ِ ّد ِإ َ ِ ا ْ َ ِ ْ ِ א ُِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ َ
َ ُ ْ ْ َ ْ َ َّ ُ َ ّد ِإ َ َّ َ َّ َ א َ « َ َ َכ َ ْ ٌ ِא ُّ ء ِإ َْ َ אس َ َ َאل » ْ ُ ُ َ ًאَ َ َ َج أ ْ َ َ ا
َّ
2 H -“eden”.
Hak Dini Kur’an Dili 475
1 H -“ve”.
2 H +“ve”.
3 B: “derler”.
476 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ﻮر ُﻫ ْﻢ{ hiçbirinin arasını ayırmayanlar yok mu2 ف ﻳُ ْﺆﺗ۪ﻴﻬِ ْﻢ اُ ُﺟ َ ﻚ َﺳ ْﻮ َ } işteاُو۬ﻟٰ ٓ ِﺌ َ
ﻴﻤﺎ{ bunlara da3 muhakkak ecirlerini vereceğiz ﻮرﺍ َر ۪ﺣ ً اﻪﻠﻟُ ﻏَ ُﻔ ً
ﺎن ّٰ }وﻛَ َ
َ geçmiş
olan günahlarına da Allah Gafûr, Rahîm’dir. O va d-i mağfiret ve rahmet
işte bunlaradır.
Bu temhidden sonra ehl-i kitâbın küfürlerini bi’t-tafsîl tahkik ve
ta annüdlerini beyan ve ibtal için buyuruluyor ki:
ِ ِ
ﻮﺳٓﻰ اَכْﺒَ َﺮ اﻟﺴ َﻤٓﺎء ﻓَ َﻘ ْﺪ َﺳﺎَﻟُﻮﺍ ُﻣ ٰ ﺎﺑﺎ ﻣ َﻦ َّ ﺎب اَ ْن ﺗُﻨَ ّﺰِ َل َﻋﻠ َ ْﻴ ِﻬ ْﻢ ﻛِﺘَ ً ﻚ اَ ْﻫ ُﻞ ا ْﻟ ِﻜﺘَ ِ ﻳ َ ْﺴٔـَﻠ ُ َ
ﺎﻋﻘَﺔُ ﺑِﻈ ُ ْﻠ ِﻤﻬِ ْﻢ ۚ ﺛُﻢَّ اﺗ َّ َﺨ ُﺬوﺍ ا ْﻟﻌِ ْﺠ َﻞ ِﻣ ْﻦ ﺑ َ ْﻌ ِﺪ َﻣﺎ اﻪﻠﻟ َﺟﻬﺮَ ً ﻓَﺎ َ َﺧ َﺬ ْﺗﻬ ُﻢ اﻟﺼ ِ
َّ ُ ﻚ ﻓَﻘَﺎﻟُﻮﺍ اَرِﻧَﺎ ّٰ َ ْ
ٓ ِﻣ ْﻦ ٰذﻟ ِ َ
ﻴﻨﺎ ﴿َ ﴾١٥٣و َرﻓَ ْﻌﻨَﺎ ﻓَ ْﻮﻗَ ُﻬ ُﻢ َﺎﻧﺎ ُﻣﺒ۪ ً ﻮﺳﻰ ُﺳ ْﻠﻄ ً ﻚ َوﺍٰﺗ َ ْﻴﻨَﺎ ُﻣ ٰ ﺎت ﻓَﻌَ َﻔ ْﻮﻧَﺎ َﻋ ْﻦ ٰذﻟ ِ َ ۚ َﺟٓﺎءَ ْﺗ ُﻬ ُﻢ ا ْﻟﺒَ ّ ِﻴﻨَ ُ
ﺖ َوﺍ َ َﺧ ْﺬﻧَﺎﺪا َوﻗُ ْﻠﻨَﺎ ﻟ َﻬ ْﻢ َﻻ ﺗَﻌ ُﺪوﺍ ﻓِﻲ اﻟﺴﺒ ِ ﺎب ُﺳ َّﺠ ً
ِ
اﻟﻄ ُّﻮرَ ﺑ ِ ۪ﻤﻴﺜَﺎﻗﻬِ ْﻢ َوﻗُ ْﻠﻨَﺎ ﻟ َُﻬ ُﻢ ْ
َّ ْ ْ ُ اد ُﺧﻠُﻮﺍ ا ْﻟﺒَ َ
اﻻ َْﻧ ِﺒﻴَٓﺎءَ اﻪﻠﻟِ َوﻗَ ْﺘﻠِ ِﻬ ُﻢ ْ ﻴﻈﺎ ﴿ ﴾١٥٤ﻓَ ِﺒﻤﺎ ﻧ َ ْﻘ ِﻀ ِﻬ ْﻢ ۪ﻣﻴﺜَﺎﻗَﻬ ْﻢ َوﻛُ ْﻔﺮِﻫِ ْﻢ ﺑِﺎٰﻳ َ ِ
ﺎت ّٰ ُ َ ﺎﻗﺎ ﻏَ ۪ﻠ ً ﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ ۪ﻣﻴﺜَ ً
ِ
اﻪﻠﻟ ﻋﻠَﻴﻬﺎ ﺑِﻜُ ْﻔﺮِﻫِﻢ ﻓَ َﻼ ﻳ ْﺆ ِﻣﻨ َ ِ ﺑِﻐَ ْﻴﺮِ َﺣ ٍّﻖ َوﻗَ ْﻮﻟِﻬِ ْﻢ ﻗُﻠُﻮﺑُﻨَﺎ ﻏُ ْﻠ ٌ ۜ
ﻮن ا َّﻻ ﻗَ ۪ﻠ ً
ﻴﻼ ۖ ﴿﴾١٥٥ ُ ُ ْ ﻒ ﺑ َ ْﻞ ﻃ َﺒَﻊَ ّٰ ُ َ ْ َ
ِ ِ ِ ِ
ﻴﺴﻰ ﻴﺢ ۪ﻋ َ ﻴﻤﺎ ۙ ﴿َ ﴾١٥٦وﻗَ ْﻮﻟ ِﻬ ْﻢ اﻧَّﺎ ﻗَﺘَ ْﻠﻨَﺎ ا ْﻟ َﻤ ۪ﺴ َ ﺎﻧﺎ َﻋ ۪ﻈ ً َوﺑِﻜُ ْﻔﺮِﻫ ْﻢ َوﻗَ ْﻮﻟ ِﻬ ْﻢ َﻋﻠٰﻰ َﻣ ْﺮ َ َﻢ ﺑُ ْﻬﺘَ ً
ﻳﻦ ا ْﺧﺘَﻠ َ ُﻔﻮﺍ ۪ﻓﻴﻪِ ﻟ َ۪ﻔﻲ ِ ﻮل ّٰ ِ
ﻮه َو ٰﻟ ِﻜ ْﻦ ُﺷ ّ ِﺒﻪَ ﻟ َُﻬ ْﻢ ۜ َوﺍ َّن اﻟ َّ ۪ﺬ َ
ﺻﻠ َ ُﺒ ُﻮه َو َﻣﺎ َ
اﻪﻠﻟ ۚ َو َﻣﺎ ﻗَﺘَﻠُ ُ اﺑ َﻦ َﻣ ْﺮ َﻢَ رَ ُﺳ َ ْ
ﺎع اﻟﻈ َِّﻦ وﻣﺎ ﻗَﺘَﻠُﻮه ﻳ ۪ﻘﻴﻨﺎ ۙ ﴿ ﴾١٥٧ﺑ ْﻞ رﻓَﻌﻪ ّٰ ِ ِ ﻚ ِﻣ ْﻨ ُﻪ ۜ َﻣﺎ ﻟ َُﻬ ْﻢ ﺑ ِ ۪ﻪ ِﻣ ْﻦ ِﻋ ْﻠ ٍﻢ اِ َّﻻ اﺗِّﺒَ َ َﺷ ٍّ
اﻪﻠﻟُ اﻟ َْﻴﻪ ۜ َ َ َُ ُ َ ً ّۚ َ َ
ِ اﻪﻠﻟ ﻋﺰ۪ﻳﺰا ﺣ ۪ﻜﻴﻤﺎ ﴿ ﴾١٥٨و ِﺍن ِﻣﻦ اَﻫ ِﻞ ا ْﻟ ِﻜﺘَ ِ ِ
ﺎب ا َّﻻ ﻟ َُﻴ ْﺆﻣﻨَ َّﻦ ﺑ ِ ۪ﻪ ﻗَ ْﺒ َﻞ َﻣ ْﻮﺗ ِ ۪ﻪۚ َو َ ْﻮمَ َ ْ ْ ْ ً ﺎن ّٰ ُ َ ً َ َوﻛَ َ
ﺎت ُا ِﺣﻠ َّْﺖ ٍ َﻳﻦ َﻫﺎدُوﺍ َﺣﺮَّ ْﻣﻨَﺎ َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ ﻃ َِﻴﺒ ِ ُ َ ا ْﻟ ِﻘ ٰﻴ َﻤﺔِ ﻳ
ّ َ ﴾ ﻓَ ِﺒﻈ ُ ْﻠ ٍﻢ ﻣ َﻦ اﻟ َّ ۪ﺬ١٥٩﴿ ۪ﻴﺪا ۚ ً ﻮن َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ َﺷﻬ ُ ﻜ
﴾ َوﺍ َ ْﺧ ِﺬﻫِ ُﻢ اﻟﺮِ ٰﺑﻮﺍ َوﻗَ ْﺪ ﻧُ ُﻬﻮﺍ َﻋ ْﻨ ُﻪ َوﺍَכْﻠِﻬِ ْﻢ١٦٠﴿ ۙ ﻴﺮﺍ ً اﻪﻠﻟ ﻛَ ۪ﺜ
ِ ّٰ ﻴﻞ ِ ۪ﻟ َُﻬ ْﻢ َوﺑ ِ َﺼ ّ ِﺪﻫِ ْﻢ َﻋ ْﻦ َﺳﺒ
ّ
ﻮن ﻓِﻲ َ ﺍﺳ ُﺨِ َّ﴾ ٰﻟ ِﻜ ِﻦ اﻟﺮ١٦١﴿ ﻴﻤﺎ ً اﺑﺎ اَ ۪ﻟ
ِ ِ ِ
ً ﺎس ﺑِﺎ ْﻟﺒَﺎﻃِ ِ ۜﻞ َوﺍ َ ْﻋﺘَ ْﺪﻧَﺎ ﻟ ْﻠﻜَﺎﻓ ۪ﺮ َﻦ ﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َﻋ َﺬ ِ َّ ﺍل اﻟﻨ َ اَ ْﻣ َﻮ
َ اﻟﺼﻠٰﻮ َّ ﻴﻦ َ ﻴﻤ ۪ ﻚ َوﺍ ْﻟ ُﻤ ۪ﻘ َ ِﻚ َو َﻣٓﺎ اُ ْﻧﺰِ َل ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒﻠ َ ﻮن ﺑ ِ َﻤٓﺎ اُ ْﻧﺰِ َل اِﻟ َْﻴ
َ ﻮن ﻳُ ْﺆ ِﻣ ُﻨ
َ ا ْﻟﻌِ ْﻠ ِﻢ ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َوﺍ ْﻟ ُﻤ ْﺆ ِﻣ ُﻨ
﴾١٦٢﴿ ﻴﻤﺎ ۟ ً ﺮﺍ َﻋ ۪ﻈ ً ﻚ َﺳ ُﻨ ْﺆﺗ۪ﻴﻬِ ْﻢ اَ ْﺟ َ اﻻ ِٰﺧﺮِۜ ُاو۬ﻟٰ ٓ ِﺌ ْ ﺎﻪﻠﻟِ َوﺍ ْﻟﻴَ ْﻮ ِم َ ﻮن اﻟﺰَّ ٰﻛﻮ َ َوﺍ ْﻟ ُﻤ ْﺆ ِﻣ ُﻨ
ّٰ ِ ﻮن ﺑ َ َُوﺍ ْﻟ ُﻤ ْﺆﺗ
1 B: “ettikleri”.
2 B: “şikāk”.
478 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “sebebiyledir”.
2 H: “Ehl-i kitab senden üzerlerine semâdan bir kitap indirivermeni istiyor. Çok görme, Mûsâ’ya bundan
daha büyüğünü teklif ettiler, ‘Allah’ı bize açıktan göster’ dediler, zulümleriyle de kendilerini yıldırım
çarptı. Sonra kendilerine o kadar açık mucizeler gelmişken tuttular danaya taptılar, derken biz bun-
lardan affettik de Mûsâ’ya kāhir bir saltanat verdik (153). Ve mîsâka bağlanmaları için Tûr’u üstlerine
kaldırdık ve onlara ‘secdelere kapanarak girin o kapıya’ dedik. Hem onlara ‘sebt günü tecavüz etmeyin’
dedik ve kendilerinden ağır bir misak aldık (154). İşte o misaklarını nakz etmeleri ve Allah’ın âyâtına
küfürleri ve enbiyâyı nâhak yere katlleri, ‘kalblerimiz gulf ’ demeleri sebebiyle, doğrusu Allah o kalblerin
üzerini küfürleriyle tab etmiştir de imana gelmezler meğer ki pek az (155). Yine küfürleri ve Meryem’e
karşı söyledikleri azîm bühtan (156) ve ‘biz Allah’ın resûlü Mesih Îsâ b. Meryem’i katlettik’ demeleri
sebebiyle; hâlbuki onu ne katlettiler ne salb ettiler, velâkin onlara bir teşbih yapıldı, fi’l-hakīka onda
ihtilâf edenler de bundan dolayı şek içindeler, zanna uymaktan başka ona dair bir ilimleri yok. Onu
yakīnen katletmediler (157), doğrusu Allah onu kendine doğru ref eyledi. Allah bir Azîz, Hakîm bu-
lunuyor (158). Hem ehl-i kitabdan herbiri celâlim hakkı için ona ölümünden evvel mutlak iman ede-
cektir, kıyamet günü o aleyhlerine şâhid olacaktır (159). İşte Yahudî olanların zâlimlikleri yüzünden ve
birçoklarını Allah yolundan çevirmeleri (160) ve nehy edildikleri hâlde ribâ almaları ve halkın emvâlini
haksızlıkla yemeleri sebepleriyledir ki evvelce onlara helâl kılınmış birçok pâk ve hoş nimetleri kendi-
lerine haram ettik ve kâfir kalanlarına elîm bir azab hazırladık (161). Lâkin içlerinden ilimde rüsûhu
olanlarla mü’minler senden evvel indirilenle beraber sana indirilene de iman ediyorlar, hele o namaza
devam eden kullarıma bak, onlar ve zekât verenler, Allah’a ve âhiret gününe inanan bütün mü’minler
işte hep bunlara yarın azîm bir ecir vereceğiz (162)”.
Hak Dini Kur’an Dili 479
anlatmış oluyorlar. Sâlisen kitâbın mâna veya nazm ve mâna olarak vahyen
kalbe nâzil olmasına ve ba dehû onun kullar tarafından yazılmasına kāni
olmayıp semâdan bir hat ile yazılmış elvâh veya sahâif hâlinde bir cism-i
mahsus olarak şu maddî gökten düşüvermesini arzu ediyorlar. Kitabın
ulviyet ve semâviyeti ancak böyle bir şekl-i [1513] maddî ve cismânîde
müşahedeleri tahtında tasdik olunabileceğini iddia eyliyorlar. Hâlbuki
bu şerâit altında her cisim cânib-i kudretten bir kitap olduğunu ve
fakat okumasını bilmediklerini düşünmüyorlar. Âyetin zâhirinden de
anlaşılacağı üzere ekser müfessirînin beyânına göre bu ehl-i kitabdan
murad Yahudîlerdir. Rivayet olunuyor ki Ka b b. Eşref ve Finhas b. Âzurâ
gibi ahbâr-ı yehûd mahza tahakküm ve ta annüd için huzûr-ı risâlete
gelmişler, “eğer sen peygamber isen bize Hazret-i Mûsâ gibi semâdan ve
topu birden bir kitap indir” demişler, bazıları bu kitâbın Tevrat gibi levh
üzerine ve bir hatt-ı semâvî ile muharrer olmasını, diğer bazıları nâzil
olurken kendilerinin de mu âyene ve müşahede etmelerini, diğer bazıları
da fülân ve fülân diye bizzat kendilerine indirilmesini ve bunun içinde
“Muhammed Resûlullah” diye muharrer bulunmasını söylemişler, bu
âyetler de bunun üzerine nâzil olmuştur.1
Buyuruluyor ki:2
Yâ Muhammed! Sen bunların bu suallerini i zâm etme, bunu bunlara
çok görme {ﻚ َ ِ }ﻓَ َﻘ ْﺪ َﺳﺎَﻟُﻮﺍ ُﻣﻮ ٰ ٓ اَכْ َ َ ِﻣ ْﻦ ٰذﻟçünkü bunlar Mûsâ’dan bundan
daha büyüğünü istediler, {ً اﻪﻠﻟ َ َﺟ ْﻬ َﺮ ّٰ “ }ﻓَﻘَﺎﻟُٓﻮﺍ اَرِﻧَﺎbize Allah’ı açıktan göster”
dediler, dediler de {ﺎﻋ َﻘﺔُ ﺑِﻈ ُ ْﻠ ِﻤﻬِ ْﻢ
ِ }ﻓَﺎ َ َﺧ َﺬ ْ ُ ُﻢ اﻟﺼbu zulümleri sebebiyle kendilerini
َّ
ِ
yıldırım çarptı (Sûre-i Bakara’ya bak). {ﺎت ُ َ}ﺛُﻢَّ اﺗ َّ َﺨ ُﺬوﺍ ا ْﻟﻌِ ْﺠ َﻞ ﻣ ْﻦ ﺑ َ ْﻌ ِﺪ َﻣﺎ َﺟٓﺎءَ ْ ُ ُﻢ ا ْﻟﺒَ ّ ِﻴﻨ
1 M ve B: “bundan”.
2 “…Verdiğimiz kitâbı kuvvetle tutun…”
Hak Dini Kur’an Dili 481
uğradılar. Bunu beyan için buyuruluyor ki: { إﱁ... }ﻓَ ِﺒ َﻤﺎ ﻧ َ ْﻘ ِﻀﻬِ ْﻢ ۪ﻣﻴﺜَﺎﻗَ ُﻬ ْﻢBa dehû
misaklarını nakz etmeleri ve ber vech-i âtî ta dâd olunan cinayetleri
irtikab eylemeleri sebebiyle… A Bu nazımda “bâ”nın müte allakı olan
kelâm hazf edilmiştir ki “biz de belâlarını verdik, şu şu sebeplerden dolayı
kendilerine lânet ve gazab ettik” demektir. Nitekim Sûre-i Mâide’de
ِ
ُ َّ [ ﻓَ ِﺒﻤَﺎ ﻧ َ ْﻘﻀﻬِ ْﻢ ۪ﻣﻴﺜَﺎﻗَﻬُ ْﻢ ﻟ َﻌَﻨ5/13] diye musarrahtır. Bu gibi hazifler sükût
ﺎﻫ ْﻢ 1
içinde zihn-i sâmi e mümkin olan her hatırayı ilkā ederek gayet beliğ bir
tehvil ifade eder.
Yani misaklarını nakz etmeleri {ِاﻪﻠﻟ ّٰ ﺎت ِ َ }وﻛُ ْﻔﺮِﻫِ ْﻢ ﺑِﺎٰﻳ
َ Allah’ın âyetlerine,
ahkâm ve evâmirini gösteren delâil-i zâhire ve mu cizât-ı bâhiresine küfr
ْ }وﻗَ ْﺘﻠِﻬِ ُﻢ
etmeleri {ٍاﻻ َْﻧ ِﺒﻴَٓﺎءَ ﺑِﻐَ ْ ِ َﺣ ّﻖ َ ve birtakım enbiyâyı bigayr-i hakkın katl
ِ
eylemeleri {ﻒ ٌ }وﻗَ ْﻮﻟﻬِ ْﻢ ﻗُﻠُﻮﺑُﻨَﺎ ﻏُ ْﻠ
َ ve “bizim kalblerimiz gulf ’tür” demeleri
sebebiyle A ki bunda iki mâna vardır. Birisi “bizim kalblerimiz ilim
mahfazalarıdır. Binâen aleyh ilmimiz sayesinde biz artık enbiyâdan
filandan müstağnîyiz” demek; diğeri de “bizim kalblerimiz kabuklu,
kaşerlidir, ne söylense müteessir olmaz. Binâen aleyh yapılan davet ve
telkīnâtın hiçbiri kulağımıza girmez” demektir. Burada bu söze karşı bir
cümle-i mu teriza hâlinde şöyle buyuruluyor: { }ﺑ َ ْﻞHayır bunların kalbleri
ilim mahfazası ve fıtraten kabuklu olduğundan değil, belki {اﻪﻠﻟُ َﻋﻠ َ ْﻴﻬَﺎ ّٰ َﻃ َﺒَﻊ
}ﺑِﻜُ ْﻔﺮِﻫِ ْﻢAllah o kalblerin üzerine küfürlerini tab etmiş, küfrü ısrar ve
ِ َ }ﻓَ َﻼ ﻳ ْﺆ ِﻣﻨondan
itiyadları hasebiyle artık onlara tabiat yapmış da {ﻴﻼ ً ﻮن ا َّﻻ ﻗَ ۪ﻠ ُ ُ
dolayı iman [1516] etmezler, ancak pek azı müstesnâ. Yoksa ne ilim
insanı dinden, imandan, Allah’tan, peygamberden müstağnî kılar, ne de
asl-ı fıtratta kalb-i beşer bu kadar katı ve bu kadar zâlim olur. Bir bu
ِ ِ
sebeplerle {ﻴﻤﺎ ً َ}وﺑِﻜُ ْﻔﺮِﻫ ْﻢ َوﻗَ ْﻮﻟﻬِ ْﻢ َﻋ ٰ َﻣ ْﺮ َﻢَ ُ ْﺘ
ً ﺎﻧﺎ َﻋ ۪ﻈ َ bir de böyle tabiat edindikleri
küfürleri ve Meryem aleyhinde pek büyük bir bühtan söylemeleri. A
Bunlar Hazret-i Meryem’e zina isnad etmek suretiyle büyük bir bühtanda
bulunmuşlar, bu da Allah teâlâ’nın mess-i beşerî olmaksızın bir çocuk
halk etmeye kudretini inkâr etmelerinden dolayı olmuştur. Bunu inkâr
ise kıdem-i tabîat davasıyla Allah’a küfürdür َوﺑِﻜُ ْﻔﺮِﻫِ ْﻢbuna işarettir. Bu
ِ ِ
küfürleriyle o büyük bühtâna kāil olmaları {اﺑ َﻦ َ َوﻗَ ْﻮﻟﻬِ ْﻢ اﻧَّﺎ ﻗَﺘَ ْﻠﻨَﺎ ا ْﻟ َﻤ ۪ﺴ
ْ َ ﻴﺢ ۪ﻋﻴ
ِاﻪﻠﻟ
ّٰ ﻮل
َ }ﻣ ْﺮ َﻢَ رَ ُﺳ
َ ve “Allah’ın resûlü olan Mesih Îsâ b. Meryem’i biz katlettik”
demeleri, yani vasf-ı risâletle istihzâ ve böyle bir zâtı katlettik1 diye
iftihar etmeleri sebebiyledir ki Allah bunları gazab u zillete dûçar etmiş,
belâlarını vermiştir. {ﻮه ُ ﺻﻠ َ ُﺒ
َ ﻮه َو َﻣﺎ
ُ ُ}و َﻣﺎ ﻗَﺘَﻠ
َ Hâlbuki bunlar onu hakikatte ne
katlettiler ne salb. A Çünkü hakīkat-i Îsâ bir kelime, bir rûh idi; bunu ise
ne katledebildiler ne de salb {}و ٰﻟ ِﻜ ْﻦ ُﺷ ّ ِﺒﻪَ ﻟ َﻬُ ْﻢ َ velâkin şüpheye düşürüldüler,
onlara öyle gibi gösterildi.
Bu teşbih meselesinde muhtelif rivayetler vardır ki başlıca iki vecih
zikretmişlerdir2:
1. Mütekellimînin birçoğu demiştir ki Yahudîler Hazreti Îsâ’yı katletmek
istedikleri zaman Allah onu semâya ref etti. Rüesâ-yı Yehûd da avâmın
fitneye düşmesinden korktular, bir insan tuttular, katl ü salb ettiler ve
nâsa “Mesih işte bu” diye telbis ederek ilan eylediler. Çünkü ekser halk
onu şahsen değil, ancak ismen tanıyorlardı.
[1517] 2. ُﺷ ّ ِﺒﻪَ ﻟ َُﻬ ْﻢdemek Îsâ’nın şebehi birine ilkā olundu, başka bir insan
ona benzetildi, ona benzer bir surete konuldu demektir demişler ve
bunda dört vecih nakleylemişlerdir:
1) Yahudîler Hazret-i Îsâ’nın ashâbıyla beraber fülân hânede
bulunduklarını öğrendikleri zaman başlarında bulunan Yehuza kendi
adamlarından Taytayus nâmında birine hâneye girip Îsâ’yı katledilmek
üzere çıkarmasını emretmiş, o da girmiş, Allah teâlâ da Hazreti Îsâ’yı
evin tavanından çıkarıp o adamı ona benzettirmiş, binâen aleyh o
zannetmişler, tutup salb ü katl eylemişler.
2) Îsâ’yı gözetmek için bir adam tâyin etmişler, Îsâ aleyhisselâm dağa çıkmış
ve ref olunmuş ve Allah o gözcüyü ona benzettirmiş, onu yakalamışlar
katletmişler, “ben Îsâ değilim” diyegörmüşse de dinlememişler.
1 B: “ashabdan”.
2 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 260:
ّٰ ُ ا ِِ ِ ِ ِ ِ אء ِ َ ْ َا ِ ا
َ َ إ َِّن ا ْ َ ُ َد َ َّ א َ َ ُ وا َ ْ َ ُ َر: َ ّ َ َאل َכ ٌ َ ا ْ ُ َ َכ: ا ْ ََّو ُل:َ َ ا ا ْ َ ْ ِ َو َذ َכ ُ وا ُو ُ ً א َ ُ ُ َ ْ َََ ْ ا
،ُ ِ ْ אس أَ َّ ا ِ َ َ َ ُ وا ِإ ْ א ًא و َ ُ ه و َ ه و َ ا َ ا، ِ ِ ا ِ ِ َ ِ ْ אف ر َؤ אء ا ْ ِد ِ و ُ ِع ا َ ِ
َ َ َ َّ َ َ א َ ِإ َ ا
אء
َ ُ َّ َ ُ َّ َ ُ ُ َ َ ُ َ َ َ ْ ّ ََ ْ ْ ُ ْ َُ ُ َ ُ
אرى َ ْ ُ ُ َن ا ِنإ :אل .ال ا ال ز ِ ا ا ِ و ،אس ِ ِ ِ א ا ِ אن כ َ ِ ِ ِ ِא إِ ِ
َ َ َّ َّ ُ َُ َ ُ َ ُّ َ َ ِ َّ َ َ َ َّ َ َ َ ُ ْ َ َ َ َ ُ َّ ْ َّ َ َ َ ُ ِ ْ َ אس َ א َכא ُ ا
ْ ا ن ُ َّ َوا
: ِ َوا َّ ِ ُ ا َّא.אرى َ ْ َ ِ ِإ َ أَ ْ َ ٍام َ ِ ِ َ َ َ ُ ُ ا ِّ َ א ُ ُ َ َ ا ْ َכ ِ ِب ا ا ِن إ : ل א َ ِ ، وه א َ أ ِ ِ َ
ْ ْ َ َ َّ َ ُ َ َ َّ ُ ُ َ َّ ً ُ ْ َ ُ ُ َ َ ْ ُ َّ ْ َ َْ ْأ
أَ َّن ا ْ ُ َد َ َّ א َ ِ ُ ا أَ َّ ُ َ א ِ ِ ا ْ ِ ا ْ ُ َ ِ ِ َ َ أَ ْ َ א ِ ِ أَ َ َ ُ َذا: ا ْ ََّو ُل:אن آ َ ُ ِ ِ ُو ُ ٌه ٍ ْ َ ِإ
َ َ ََُ َ َ ْ َ أ َ א َ َ ُ َّ أ
َ
َ ّ َْ ٌ َ َّ َ
ِ ّٰ َ َ א د َ َ َ ِ أَ ْ ج ا، َ ْ ِ ِ ْ َ ِ ا َ م و ِ َ َ ُ ْ אل َ َ َא س أَ ْن ُ َُ َ ْ ْ ِ ِ א َ أ ِ ً ر د ِ ْ ا س ْ
أ ر
َ َ َ ْ َ َ َّ ُ ُ َ ُ َ ُ َ ُ َّ ْ َ َ َ َ ُ ُ ْ ُ ُ َ َُ ُ َ
َ ِ َ َو َّכ ُ ا ِ ِ َ َر ُ ً َ ْ ُ ُ ُ َو: ِ ا َّא.َ َ ْ ِ ا َّ َ ُم ِ ْ َ ْ ِ ا ْ َ ْ ِ َوأَ ْ َ َ َ َذ ِ َכ ا َّ ُ ِ َ َ َ ِ َ َ َ ُّ ُه ُ َ َ َ َ ُ ُه َو َ َ ُ ُه
أَ َّن ا ْ ُ َد: ُ ِ ا َّא. َ ِ ِ ُ ْ َ َوأَ ْ َ ا ّٰ َ َ ُ َ َ َذ ِ َכ ا ِ ِ َ َ َ ُ ُه َو ُ َ َ ُ ُل،אء ِ ِ ِ ِ ِ
َ َّ َ َ َّ َ َ َ ْ ا َّ َ ُم ا ْ َ َ ِ َو ُر َ ِإ َ ا
َْ َ َ ، َ ْ َ ْ َ ِ ي ا ْ َ َّ َ ِ َ ْن ُ ْ َ َ َ ْ ِ َ َ ِ ؟ َ َ َאل َوا ِ ٌ ِ ْ ُ ْ أَ َא: ْ ُ َ אن َ َ ِ َ َ َ َ ٌة ِ ْ أَ ْ َ א ِ ِ َ َ َאل כ
َ َ َ ْ و هِ ِ َ ِ ا א
ُّ َ َّ َ
אن כ و ، م ا ِ ِ אب َ أ ِ َ أ ِ ر אن כ : ِ ا ا . م ا ِ ِ ا ر و ، ِ و ُ ِ ِ
َ َ َ ُ َّ ْ َ َ َ َ ِ َ ْ ْ ُ َّ ٌ
َّ َ ُ َ َ َ ُ َّ ُ َّ ْ َ َ َ َ ّٰ َََ َ َ ُ َ َ ْ َ ْ َ َ َ َ َ ّٰ ا
ج ِ َ
ٌ َ ِ َو َ ِ ِه ا ْ ُ ُ ُه ُ َ َ אر. َ ِ ُ َ َ َّ א َد َ َ َ َ ا ْ َ ُ ِد ِ َ ْ ِ ِه أَ ْ َ ا ّٰ َ َ א َ َ َ َ ُ َ َ ْ ِ َ ُ ِ َ َو، ِ ْ َ َ ْ ُ َّ ُ َא ِ ً א َ َ َ َ ِإ َ ا ْ َ ُ ِد َو َد
. ُِ َ َ ا ِ َ ٌ وا ّٰ أَ ْ َ ِ َ َ ِאئ ِ ا ْ ُ ُ ر
ُ
3 Pontius Pilatus, M. 26-36 yılları arasında Roma İmparatorluğu’nun Yahudiye eyaleti valisiydi. Hz. Îsâ’yı
yargılayan mahkemenin de başkanıydı.
484 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “tahribi”.
2 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 261:
אر ًة َ ْ َ َ ا ا ْ َ َכ ِ َ ْ ُ َ ِإ َّ א ِ َ َ ْ ِ ْ ِ َ َّ ُ َ َ َ أَ َّن ا: َ א ُ ا،אء َ َ ْو َن َ א َ ْ ُ ُب ِ ْ َ َ ا ا ْ َ ْ ِل ِ وأَ ْכ َ ا ْ َכ
ْ َ َ َ ْ َ אن َ ُ ُ َ
ا א َ أو ، כ ا ا د ر و א ِ
إ א ،نِ ا ا ِ ِ و ِ ِ ا ذ ِ د ِ ِ ِ ِ
ْ
ُ َّ َّ َ َ ْ َ ِ ْ َ َ َ َ َ َ َ َ َّ ْ َ َ َ َُ ْ ْ َ َ ٌّ َ ُ َُ َ َ ٌ َّ َ ُ ٌّ َ ُ ٌ َ ْ َ َّ َ َ َ ْ َ َ ا ا
א و ر א إ و ، ن א
إ َِّن:אن َכ َ ِ َכ َ َ א ا ْ َ ْ ُ ِ َ َ ا ا َّ ْ ِ ِ ؟ ِ َ َّא َ ُ ُل ٍ ْ َ ُכ ُّ ِإ:אل ُ َ ، ِ َ د ر و א ُ ْ א م َ ا ِ َ ِ ِ ِ ْ ا ِ ِ ِ َّ ا
َ َُ ْ َ َ َ َ َ ْ َ َ ُ َّ ْ َ َ َ َ َ
َْ َوا َّ ْ ُ َ َ َכא َ ْ َכ َ ِ َכ، ِ اح ا ْ َ َ ِئ َכ و
ِ َ ْ ْر َ أ ِ ب ِ ْ ا
ْ ُ َ َ ََّ ِ ِ ِ َ ِ ْ ا ِار َْ
َ ْ ِא اقِ ِ ْ ا ة ِ
َ ْ َ َ َ َّ َ َ َّ ُ َّ ً ِ
אو ً ِ ْ ً ِ ُ א כ
ْ َ َ ُ َ َْ
ات َوأَ ْ َ ارِ َ א َ ِ ا ْ َ َ ِل ا إ אل َ ْ ُ ْ َ ِ ا ْ َ ِن ِ ِ ْ ِ ُ ِإ َّ א َ ا،ُ َ َ ُّ א ِ ِ ا ْ َ ْ ِ و َ ْ ِ ِ ا ْ َ ِن
َ َ ْ َ َ َّ َ َ َ َ َ ُ ْ َْ
آد َم َ َ ِ ا َّ َ ُم ِ ِ ِ ِ ٍ ِ ِ ِ ِ ٍ ِ ِِ
ْ َ َ ْ َو َ ْ ُ ٌم أَ َّن َ ه ا ْ َ ْ َ َال َ ْ ُ َ א َ ُכ ّ ِ ا َّאس َ ْ َ َ ْ ُ َ א َ ْ َ ْ َ أ،אد ُ َ א ُ َא َك َ َ َ َ َ ْ ُ ُ َ ْ َ ُ َ א َو
. ِ َ َ َ َ ا ُ َ ا ْ َ ِאئ َ ُة ِ َ ْ ِ ِ ِ َ َ َ ِ ا َّ َ ُم ِ َ ِ ِه ا ْ َ א، َ ِ ِ َ אص ٍ َ ْ َ ِ َّ ِإ َ ِ ِאم ا ْ ِ א ِ ِإ
ْ َ َ َ
Hak Dini Kur’an Dili 485
ﻮح َوﺍﻟﻨ َّ ِﺒﻴ۪ ّ َﻦ ِﻣ ْﻦ ﺑ َ ْﻌ ِﺪ ۪هۚ َوﺍ َ ْو َﺣ ْﻴﻨَ ٓﺎ اِﻟٰٓﻰ اِ ْﺑ ٰﺮ ۪ﻫﻴﻢَ َو ِﺍ ْﺳ ٰﻤ ۪ﻌﻴ َﻞ
ٍ ُﻚ ﻛَ َﻤٓﺎ اَ ْو َﺣ ْﻴﻨَ ٓﺎ اِﻟٰﻰ ﻧَ اِﻧَّٓﺎ اَ ْو َﺣ ْﻴﻨَ ٓﺎ اِﻟ َْﻴ
ِ ِ
ۚ ً ُاو۫د َ َزﺑ
ﻮرﺍ ُ َ ون َو ُﺳﻠ َ ْﻴ ٰﻤ َﻦ ۚ َوﺍٰﺗ َ ْﻴﻨَﺎ د َ ﻮب َو ُﻮﻧُ َﺲ َو ٰﻫ ُﺮ َ ُّﻴﺴﻰ َوﺍَﻳ ٰ ﺍﻻ َْﺳﺒَﺎط َو ۪ﻋ ْ ﻮب َوَ َوﺍ ْﺳ ٰﺤ َﻖ َو َ ْﻌ ُﻘ
ﻮﺳﻰ ٰ اﻪﻠﻟُ ُﻣ
ّٰ َﻚۜ َوﻛَﻠ َّﻢ َ ﻚ ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒ ُﻞ َو ُر ُﺳ ًﻼ ﻟ َْﻢ ﻧ َ ْﻘ ُﺼ ْﺼ ُﻬ ْﻢ َﻋﻠ َ ْﻴ َ ﺎﻫ ْﻢ َﻋﻠ َ ْﻴُ َ﴾ َو ُر ُﺳ ًﻼ ﻗَ ْﺪ ﻗَ َﺼ ْﺼﻨ١٦٣﴿
ُّ اﻪﻠﻟِ ُﺣ َّﺠﺔٌ ﺑ َ ْﻌ َﺪ
اﻟﺮ ُﺳ ِ ۜﻞ ّٰ ﺎس َﻋﻠَﻰ ِ َّ ﻮن ﻟِﻠﻨ َ ﻜ ُ َ ﴾ ُر ُﺳ ًﻼ ُﻣﺒَ ِّﺸ ۪ﺮ َﻦ َو ُﻣ ْﻨ ِﺬ ۪ر َﻦ ﻟِﺌَ َّﻼ ﻳ١٦٤﴿ ۚﻴﻤﺎ ً ﺗ َ ْﻜ ۪ﻠ
َ اﻪﻠﻟُ ﻳ َ ْﺸﻬَ ُﺪ ﺑ ِ َﻤٓﺎ اَ ْﻧ َﺰ َل اِﻟ َْﻴ
ُﻚ اَ ْﻧ َﺰﻟ َُﻪ ﺑِﻌِ ْﻠ ِﻤ ۪ﻪۚ َوﺍ ْﻟ َﻤﻠٰ ٓ ِﺌﻜَﺔ ّٰ ﴾ ٰﻟ ِﻜ ِﻦ١٦٥﴿ ﻴﻤﺎ ً ۪ﻳﺰا َﺣ ۪ﻜ ً اﻪﻠﻟُ َﻋﺰ ّٰ ﺎن َ ََوﻛ
1 B -“Yûnus’a”.
2 H +“gibi”.
Hak Dini Kur’an Dili 489
1 B: “i tirâz”.
2 B: “olmasın”.
3 B -“ki”.
4 B: “fark”.
5 H: “hep öyle”.
490 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ile indirilen bir kitâbı nübüvvet ve risâlet için kâfi görmeyip de üzerlerine
semâdan bir kitap indirmeni talep etmeleri yalnız sana inanmamak değil,
hiçbir peygambere inanmamaktır, bu da Allah’a inanmamaktır.
“Îhâ” vahiy göndermektir1. İbn Esîr’in Nihâye’de ve Süyûtî’nin Dürr-i
Nesîr’de zikrettikleri vechile vahiy lügatta risâlet, kitâbet, işaret, ilham,
kelâm-ı hafî mânalarına gelir. Ve asl-ı madde, sür at mânasınadır.2 Râgıb’ın
Müfredât’ta, Fîrûzâbâdî’nin Besâir’de tavzihlerine göre vahiy asl-ı lügatta
işâret-i serî a demektir. Bu mâna kâh remiz ve târiz tarîkiyle kelâm ve kâh
terkibden mücerred savt ve kâh cevârihten biriyle işaret ve kâh kitâbet ile
olur. Nitekim ﻴﺎ ًّ [ ﻓَﺎ َْو ٰ ٓ اِﻟ َْﻴﻬِ ْﻢ اَ ْن َﺳ ّ ِﺒ ُﺤﻮﺍ ﺑُ ْﻜ َﺮ ً َو َﻋ ِﺸMeryem 19/11] kavl-i ilâhîsi
3
ِ ٓ َﻮن اِ ٰ ٓ اَ ْوﻟِﻴ
ﺎﻬﺋ ِ ْﻢ َ ﻮﺣُ ُ[ ﻟ َﻴel-En âm 6/121] âyetlerinde de vahiy bu vücûh
5
üzerinedir ki ﺎس ِ َّ ﺍس ا ْﻟ َﺨﻨ ِ [ ِﻣ ْﻦ َﺷﺮِ ا ْﻟ َﻮﺳ َﻮen-Nâs 114/4]6 nazm-ı mecîdinde
ْ ّ
işaret olunan vesvese ile olur. Bir de vahiy Allah teâlâ’nın enbiyâ ve
evliyâsına ilkā olunan kelime-i ilâhiyeye ıtlak olunur. Bu da ٍﺎن ﻟِﺒَ َﺸﺮ َ ََو َﻣﺎ ﻛ
ِ۪ ِ ِ ً ﺎب اَ ْو ﻳُ ْﺮ ِﺳ َﻞ رَ ُﺳ ٍ ئ ِﺣ َﺠ ِ۬ ﻴﺎ اَ ْو ِﻣ ْﻦ َورَٓﺍ ِ ّٰ [ اَن ﻳﻜَﻠِّﻤﻪeş-Şûrâ
ُ َ َ ﻮﻻ ﻓَﻴُﻮ َ ﺑِـﺎ ْذﻧﻪ َﻣﺎ
ٓﺎء ً اﻪﻠﻟُ ا َّﻻ َو ْﺣ َُ ُ ْ
7
42/51] kavl-i ilâhîsinin delâlet ettiği üzere birkaç nevi dir ki ya Cibrîl
aleyhisselâm’ın Hazret-i Peygamber’e sûret-i muayyenede teblîği gibi
zâtı görülür ve kelâmı işitilir bir resûl-i meşhûd vâsıtasıyla veya Hazret-i
Mûsâ’nın kelâmullahı işitmesi gibi min gayri mu âyenetin semâ -i kelâm
ِ ﺚ ِﰲ ر ِ
ile veya وﻋﻲ ُ َ وح اﻟْ ُﻘ ُﺪ ِس ﻧـََﻔ َ إ ﱠن ُرhadîs-i nebevîsinde beyan olunduğu üzere
8
1 H: “etmektir”.
2 İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fî garîbi’l-hadîs, V, 163:
ِ ُ َ ُ . ُ و ُ َ ّ و، َ َ ْ ُّ ِ َ ِ ِ أَ ِ َ ْכ ٍ »ا َ َ א ا ْ َ َ א« أَ ِي ا ُّ ْ َ َ ا
ََ بٌ ُ ْ َ َ ُ َو، َ ْ َ ِإ َذا أ،ًّ א
َ َ ُ ْ َّ َ َ :אل
ِ ِ ِ ِ ِ ِ ْ و َ ْ َ َכ ر ِذ ْכ ا ْ ِ ِ ا... ْ ٍ
:אل ُ . ِّ َوا ْ َכ َ م ا، وا ْ אم، א
ّ َ َ ِ ْ َوا، و َ َ َ َ ا כ א
ِ وا،אرة َ ْ َ ُ َ َّ َ َ ُ ا ْ اء
. ُ َ َو َ ُ ِإ َ ِ ا כ َم وأَ ْو
ْ ْ ْ
3 “…‘Sabah ve akşam tesbih edin’ diye onlara işaret verdi.”
4 “…bunlar aldatmak için birbirlerine lâfın yaldızlısını telkin eder dururlar…”
5 “…bununla beraber şeytanlar kendi yârânına (…) mutlaka telkīnâtta bulunacaklardır…”
6 “Şerrinden o sinsi vesvâsın.”
7 “Bununla beraber hiçbir beşer için kābil değildir ki Allah ona başka suretle kelâm söylesin, ancak vahy
ile veya bir hicab arkasından veyâhud bir resul gönderip de izniyle ona dilediğini vahyettirmesi müstes-
nâ…”
8 Ma mer b. Râşid, el-Câmi, thk. Habîburrahman el-A zamî, Pakistan: el-Meclisü’l-İlmî, 1403 (Abdür-
rezzâk, el-Musannef’in sonunda), XI, 125; Abdürrezzâk, el-Musannef, X, 191.
Hak Dini Kur’an Dili 491
rû a, yani samîm-i kalbe nefs ile veya ِ[ َوﺍ َ ْو َﺣ ْﻴﻨَ ٓﺎ اِ ٰ ٓ اُ ِّم ُﻣﻮ ٰ ٓ اَ ْن اَ ْر ِﺿ ۪ﻌﻴﻪel-Kasas
28/7]1 gibi ilham ile veya ﻚ اِ َ اﻟﻨ َّ ْﺤ ِﻞ َ ُّ[ َوﺍ َ ْو ٰ َرﺑen-Nahl 16/68]2 gibi teshîr
ile veya rü’yâ-yı sâliha ile olur. Nitekim Aleyhissalâtü vesselâm [1526]
ُرْؤﻳَﺎ اﻟْ ُﻤ ْﺆِﻣ ِﻦ:ات ِ اِﻧـ َﻘﻄَﻊ اﻟْﻮﺣﻲ وﺑ ِﻘﻴﺖ اﻟْﻤﺒﺸﱢﺮbuyurmuştur3. Âyet-i mezkûrede
َ َُ َ ََ ُ ْ َ َ ْ
ِ ٍ ئ ِﺣ َﺠِ۬ اَ ْو ِﻣ ْﻦ َو َرٓﺍile, teblîğ-i
ilham teshîr, rüya ﻴﺎ ً ْ َ ا َّﻻile, semâ -ı kelâm ﺎب
ﺣ و
Cibrîl de ﻮﻻ ً اَ ْو ﻳُ ْﺮ ِﺳ َﻞ َر ُﺳile ifade olunmuştur. اﻪﻠﻟِ ﻛَ ِﺬ ًﺑﺎ اَ ْو ّٰ َ َو َﻣ ْﻦ اَﻇْﻠ َ ُﻢ ِﻣﻤَّ ِﻦ ا ْﻓ َ ٰى َﻋ
ﻮح اِﻟ َْﻴﻪِ َ ْ ٌء ِ ِ َ َ[ ﻗel-En âm 6/93]4 zikr olunan envâ -ı vahiyden
َ ُﺎل ُاو۫ َ ا َ َّ َو َ ْ ﻳ
hiçbiri olmadığı hâlde oldu diye iddia edenler hakkındadır.5 Hâsılı birçok
âyetlerde vahiy bu muhtelif mânalarda isti mâl olunmuştur ki bunların
hepsinde işâret-i serî a mânası vardır. Zeccâc vahyin lügaten ma nâ-yı
ِ اﳋ َﻔ
umûmîsini “ﺎء َْ اَِْﻹ ْﻋ َﻼ ُم َﻋﻠَﻰ َﺳﺒِ ِﻴﻞ: gizli bir surette bildirmek” diye târif
6
etmiştir. Zira sür at bir hafâyı da istilzam eder. Şu hâlde kim olursa olsun
diğerine gizli bir surette ma lûmât verir, bir ilim ilkā ederse ona umûmî
mânasıyla bir vahiy yapmış olur. “İ lâm”, “ilim”den me’huz olduğuna ve
ilim ise muhtelif merâtibe mütehammil olmakla beraber hatâya şâmil
olamayacağına nazaran vahyin tarîki hafî olmakla beraber behemehâl
bi’n-netîce musîb bir telkin ve iş âr olması iktizâ eder. Ve gayr-i musîb
olanlarda isti mâli mecaz olur. Ancak7 gayesinin hayr olması şart değildir.
Bunun için bir müfsidin gizliden gizli bir fesad belletmesine ve şeytanların
tesvîlâtına dahi umûmî mânasıyla vahiy denilebilir. Binâen aleyh hakīkī
mânasıyla vahiy denildiği zaman sür at, gizlilik mefhumlarıyla beraber
behemehâl8 bir kıymet-i ilmiye dahi matlubdur ki bu kıymet-i ilmiye, o
i lâm ve işareti yapanın hâl ü şânına ve alanın kābiliyyet-i irfânına göre
merâtib-i muhtelifede tasavvur olunabilir.
Şimdi bunu daha ziyade tavzih ve ehl-i kitâbı ilzam edecek noktaları
ِ ِ ٓ
tasrih ile buyuruluyor ki: {ﺎط ِ َﺍﻻ َﺳﺒ َ َوﺍ َ ْو َﺣ ْﻴﻨَ ٓﺎ اِ ٰ اِ ْﺑ ٰﺮ ۪ﻫ
َ ﻴﻢ َوﺍ ْﺳ ٰﻤ ۪ﻌﻴ َﻞ َوﺍ ْﺳ ٰﺤ َﻖ َو َ ْﻌ ُﻘ
ْ ْ ﻮب َو
َ ﻮب َو ُﻮ ُ َ َو ٰﻫ ُﺮ
ون َو ُﺳﻠ َ ْﻴ ٰﻤ َﻦ َ ُّ}و ۪ﻋﻴ ٰ َوﺍَﻳ
َ Ve Biz Nûh’tan sonraki o enbiyâ meyânında
ale’l-husûs -ehl-i kitabca dahi mâruf ve meşhur olan- İbrâhim’e, İsmâil’e,
İshâk’a, Ya kūb’a, esbâta, yani evlâd-ı [1528] Ya kūb’a, Îsâ’ya, Eyyûb’e,
Yûnus’a, Hârûn’a, Süleyman’a vahyettik {ﻮرﺍ ً ُاو۫د َ َزﺑ
ُ َ }و ٰﺍﺗ َ ْﻴﻨَﺎ د
َ ve bunlar
meyânında Dâvûd’a bir Zebur da verdik. A Vâhiyden mâ adâ bir kitap
ile de ikram ettik, hâlbuki ehl-i kitab umûmiyetle itiraf ederler ki bu
ta dâd olunan enbiyânın hiçbiri onların talep ettikleri vechile semâdan
bir defada bir kitap indirmediler. Gerçi Davud’a Zebur verildi, lâkin
bu da def aten elvâh ile nâzil olmadı. Bununla beraber bunların hepsi
meşâhîr-i enbiyâdırlar. “Zebur”, Hamza kıraatinde zâ’nın zammıyla
okunur ki “zübür”ün cem idir. “Zübür”, kezâlik feth ile “zebur”, mezbur
mânasına kitap demektir. Tefsîr-i Kurtubî’de der ki: Zebur yüz elli suredir
ve içinde hiç ahkâm yoktur. Hepsi hikmetler, mev izalar ve Allah teâlâ’ya
tahmid, temcid, senâdan ibarettir.1
Müfessirîn diyorlar ki Hazret-i Nûh min tarafillah lisânından ahkâm-ı
şer iyye-i ilâhiye2 teşrî kılınan peygamberlerin evvelidir. Ve ilk evvel ümmeti
ta zîb olunan peygamber de odur. Bunun için evvelâ o3 zikrolunmuş,
sonra cemî -i enbiyâ icmal edildikten sonra bazıları tasrih olunarak tafsil
edilmiş ve bunda ulü’l- azm peygamberlerin evveli bulunan Hazret-i
İbrâhim’den bed’ olunup Hazret-i Nûh ile beraber on iki peygamber
zikredilmiş ve Hazret-i Mûsâ bunlar meyânında ta dâd olunmayıp en
nihâyete bırakılmıştır. Zira bunların ta dâdından asıl maksad inzâl-i
kitapta4 Hazret-i Mûsâ gibi olmayan ve ehl-i kitabca müsellem bulunan
meşâhîr-i enbiyâyı bir arada göstermektir. Ma amâfîh enbiyânın bunlara
münhasır olmadığını beyan ve َوﺍﻟﻨ َّ ِﺒ ۪ ّ َ ِﻣ ْﻦ ﺑ َ ْﻌ ِﺪ ۪هicmâlinin tafsîlini itmam ve
aynı mânanın nâsı min tarafillah davete me’mur olmak demek olan risâlet
mefhûmuyla da cereyânını tefhim için buyuruluyor ki:
Bunlardan başka {ﻚ ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒ ُﻞ
َ ﺎﻫ ْﻢ َﻋﻠ َ ْﻴ
ُ َ}و ُر ُﺳ ًﻼ ﻗَ ْﺪ ﻗَ َﺼ ْﺼﻨ
َ sana [1529] bundan
evvel haber verdiğimiz birtakım resuller {ﻚ َ }و ُر ُﺳ ًﻼ َ ْ ﻧ َ ْﻘ ُﺼ ْﺼ ُﻬ ْﻢ َﻋﻠ َ ْﻴ
َ ve sana
haber vermediğimiz daha nice resuller de gönderdik. A Binâen aleyh
Allah’ın vahyettiği enbiyâ, gönderdiği resuller gerek burada ve gerek
bundan evvel isimleri, kıssaları bildirilmiş olan mâlum ve meşhur zevâta
münhasır zannedilmemelidir. İnsanlara daha birçok peygamberler
gönderilmiştir ki bunların adetlerini, isimlerini, mahallerini, kavimlerini,
kıssalarını ancak Allah bilir. Cenâb-ı Allah bu îzah ile de kâfirlerin
tâkip ettikleri bazı teşkîlâtı kat etmiştir. Zamanımızda bazı kimselere
tesadüf olunuyor ki bunlar güya enbiyâ hakkında bir şek uyandırmak
için mütemâdiyen şu suâli dermeyân ediyorlar: “Allah Rabbü’l-âlemîn
değil mi? Acaba peygamberlerini niçin mahdud yerlerden ve mahdud
akvâmdan intihab etmiş? Neden hep peygamberler Arz-ı Mukaddes’ten
ve civarından zuhur eylemiş? Arzın diğer kıta âtındaki1 insanlar Allah’ın
mahlukları değil midirler? Çin’den, Japon’dan, Avrupa’dan, Amerika’dan
peygamber niçin gönderilmemiş?” diyorlar ve bununla felsefe nâmına
edyâna bir itiraz ettikleri fikrinde bulunuyorlar. Hâlbuki böyle bir
sual esas itibariyle hilkatte ıstıfâ-yı mahsûsu bilmemekten neş’et eden
ve hiçbir kıymet-i fikriye ve ilmiyesi olmayan vâhî bir sözden ibarettir.
Böyle olduğunu göstermek için buna mukabil şunları sormak kâfidir:
Bütün dünyadaki insanlar Allah’ın mahlukları değil midir? Niçin
hepsini ale’s-seviyye yaratmamış, niçin hepsini peygamber yapmamış?
Haydi yapmamış, ya niçin akl ü dehâda, kudret ü kiyâsette müsâvî
kılmamış, niçin tarihte mazbut olan büyük hukemâ birkaç kavme
mahsus eşhâs-ı kalîle olmuştur? Niçin her kavimde e âzım mahdud
ve ma dud kimselerden ibaret bulunuyor? Niçin her kıtada, her
memlekette, her kavimde kâşifler, fâtihler mebzul olmuyor? Niçin her
zamanda dünyanın zimâm-ı [1530] siyâsetini bir kıta, bir millet tutuyor?
1 B: “kıtalarındaki”.
Hak Dini Kur’an Dili 495
kanununu göstererek hal ve def eylemiş idi. Bundan başka burada َو ُر ُﺳ ًﻼ
ﻚَ َ ْ ﻧ َ ْﻘ ُﺼ ْﺼﻬُ ْﻢ َﻋﻠ َ ْﻴfıkrasıyla peygamberlerin mâlum olan zevâta münhasır
olmadığını anlatarak enbiyânın Arz-ı Mukaddes ve civarına mahsus
zevât-ı kalîleden ibaret olması hakkındaki faraziyenin de kizb-i mahz
olduğunu anlatmış ve bununla meseleyi kökünden kal etmiştir. Cemî
enbiyânın adedi yüz yirmi dört bin3 veya bir milyon dört yüz yirmi dört
bin olduğu hakkında bazı rivayetler varsa da doğrusu enbiyâ ve rusülün
adedi gayr-i mâlumdur. Zira ﻚ َ َو ُر ُﺳ ًﻼ َ ْ ﻧ َ ْﻘ ُﺼ ْﺼ ُﻬ ْﻢ َﻋﻠ َ ْﻴbuyurulmuştur. Şüphe
yok ki dîn-i İslâm’da cemî -i enbiyâya iman erkân-ı imandan bulunduğu
cihetle bütün enbiyâ bildirilmiş olsa idi Müslümanlar bunlara ber tafsil
iman ile mükellef olmak lâzım gelecek, bu da dinde bir harac-ı azîm
olacaktı. Binâen aleyh ıstıfâ-yı ilâhînin en yüksek merâtibinde bulunan
e âzım-ı enbiyânın beyânıyla iktifâ edilmesinde îmân-ı icmâlînin kifayeti
gibi büyük bir lutf-i mahsus vardır.
Hâsılı isimleri, kıssaları bildirilen veya bildirilmeyen daha birçok
peygamberler gönderildi {}و َ bütün bunlar arasında {ﻴﻤﺎ ً اﻪﻠﻟُ ُﻣﻮ ٰ ﺗ َ ْﻜ ۪ﻠ
ّٰ }ﻛَﻠ ََّﻢ
Allah teâlâ Mûsâ’ya -verâ-i hicâbdan, yani ۪ [ ﻟ َْﻦ ﺗ َ ٰﺮel-A râf 7/143]4
müeddâsı üzere kendini göstermeden- hakikaten kelâm ile söyledi
A ki böyle bilâ vasıta tekellüm-i ilâhî merâtib-i vahyin müntehâsıdır.
Mûsâ’ya [1531] verilen kitapta da bundan daha yüksek bir sûret-i vahiy
olmamıştır.
1 B -“Niçin ve niçin…”.
2 “Gerçek Allah, Âdem’i ve Nûh’u ve Âl-i İbrâhim’i ve Âl-i İmrân’ı süzdü, âlemîn üzerine ıstıfâ buyurdu.”
3 Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 265.
4 “…Beni kat iyyen göremezsin…”
496 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “istilzam”.
2 “…Ne olurdu bize bir resul gönderseydin de biz zelil ve rüsvay olmadan evvel âyetlerine ittibâ etsey-
dik.”
3 B +“teâlâ”.
4 H: “göndermişmesi”.
Hak Dini Kur’an Dili 497
tebcîlâtı içinde vâki olmuştur. Ve onlar ’ﻻ َ ْ ِﺒ ُﻘﻮﻧ َ ُﻪ ﺑِﺎ ْﻟﻘَ ْﻮ ِلdırlar َ [el-Enbiyâ
21/27] . Ma ahâzâ başka şâhide ihtiyaç da yoktur {۪ﻴﺪا ِ ّٰ ِ }وﻛَ ٰ ﺑ
ً ﺎﻪﻠﻟ َﺷﻬ َ şâhid
1 2
olmak üzere Allah yeter. Allah senin sıdk-ı nübüvvetine öyle beyyinât-ı
bâhire ve hücec-i zâhire nasb u ikāme etmiştir ki bunlar diğer şâhidlerle
istişhaddan muğnîdir. Muhammed ve Kur’an: Bunlarda zuhur eden
tecelliyât-ı hak diğer şâhidlerden müstağnîdir. Hakk’ın kendine kendi
tecelliyâtıyla şehadetinden daha beliğ hangi şehadet olabilir? ي َ ْ ٍء ُّ َُﻗ ْﻞ ا
ِ
ُاﻪﻠﻟّٰ [ اَכْ َ ُ َﺷﻬَﺎدَةً ۜ ﻗُ ِﻞel-En âm 6/19] Buna karşı {ﻳﻦ ﻛَﻔَ ُﺮوﺍ َ }ا َّن اﻟ َّ ۪ﺬAllah’ın
3
şehadet ettiği herhangi bir hakikate küfredenler {ِاﻪﻠﻟ ّٰ ﻴﻞ ِ ۪ﺻ ُّﺪوﺍ َﻋ ْﻦ َﺳﺒ َ }و َ ve
Allah yolundan, yani tarîk-ı hak olan dîn-i İslâm’dan men eyleyenler
ِ
{ﻴﺪا ً ﺿ َﻼ ًﻻ ﺑ َ ۪ﻌَ ﺿﻠ ُّﻮﺍ َ }ا َّن اﻟ َّ ۪ﺬBöyle küfredip {}وﻇَﻠ َ ُﻤﻮﺍ
َ }ﻗَ ْﺪdırlar. {ﻳﻦ ﻛَﻔَ ُﺮوﺍ َ zulm
eyleyenler, yani nübüvvet ve risâlet-i Muhammediyeyi inkâr etmek gibi
haksızlıkta bulunanlar muhakkak ki {اﻪﻠﻟُ ﻟِﻴَ ْﻐ ِﻔ َﺮ ﻟ َُﻬ ْﻢ ّٰ ﻜ ِﻦ ُ َ } َ ْ ﻳAllah’ın bunları
ne bir vechile mağfiret {َ اِ َّﻻ ﻃ َ ۪ﺮ َﻖ َﺟﻬَﻨَّﻢ.ﻘﺎ ِ
ً }و َﻻ ﻟﻴَ ْﻬ ِﺪ َ ُ ْﻢ ﻃ َ ۪ﺮ َ ne de cehennem
yolundan başka bir tarîka hidâyet etmesi ihtimâli yoktur. Yani bunlar
ّٰ [ اِ َّنen-Nisâ 4/48, 116] hükmüne tâbi dirler. {ﻳﻦ
اﻪﻠﻟ َ َﻻ ﻳ َ ْﻐ ِﻔ ُﺮ اَ ْن ُ ْ ﺮَ َك ﺑ ِ ۪ﻪ ِ
َ َﺧﺎﻟ ۪ﺪ
ﺪاً َ [ } ۪ﻓﻴﻬَٓﺎ اَﺑ1534] Cehennemde müebbeden kalacaklardır. “Bu kadar azgın
kâfirler nasıl mağlup edilirler de cehenneme tıkılırlar?” diye istib âda da
mahal yoktur. Çünkü {اﻪﻠﻟِ َ ۪ ًﺍ ّٰ َ ﻚ َﻋ َ ِ ﺎن ٰذﻟَ َ}وﻛ
َ bunu yapmak Allah’a pek
kolaydır. Zaten kurmuş olduğu nizâmın hükmü budur. Onlar4 ona kendi
ayaklarıyle koşa koşa gideceklerdir.
Duydunuz ya:
Meâl-i Şerîfi
Ey insanlar! Hakikat size Rabbinizden hak ile Resul geldi.1 Hakkınızda
hayr olmak için hemen ona iman edin ve eğer küfr edecek olursanız
şüphe yok ki göklerde ve yerde ne varsa Allah’ın ve Allah Alîm, Hakîm
bulunuyor (170).
ًّ ِ اﻪﻠﻟِ َوﻟ
ﻴﺎ ّٰ ون ﻟ َُﻬ ْﻢ ِﻣ ْﻦ دُو ِن
َ ﻴﻤﺎ ۙ َو َﻻ ﻳ َ ِﺠ ُﺪ ً ﺍﺳﺘَ ْﻜﺒَ ُﺮوﺍ ﻓَ ُﻴﻌَ ّ ِﺬﺑُ ُﻬ ْﻢ َﻋ َﺬ
ً اﺑﺎ اَ ۪ﻟ ْ اﺳﺘَ ْﻨﻜَ ُﻔﻮﺍ َو َ اﻟ َّ۪ﺬ
ْ ﻳﻦ
ً َو َﻻ ﻧ َ ۪ﺼ
﴾١٧٣﴿ ﻴﺮﺍ
mukarrebîn de. Ve her kim O’na ibadetten çekinir ve1 kibirlenirse bilsin
ki O yarın hepsini [1536] toplayıp huzuruna haşredecek (172). İşte o
zaman o iman edip salâh işlemiş olanlara ecirlerini tamamıyla ödeye-
cek, hem de fazlından onlara ziyadesini verecek. Amma o kibirlerine
yediremeyip çekinenleri elîm bir azab ile taʿzîb edecek, ve Allah’a karşı
kendilerine ne bir hâmi ne de bir yardımcı bulamayacaklar (173).
ِ َ }ﻳَٓﺎ اَ ْﻫ َﻞ ا ْﻟ ِﻜﺘMefhûm-ı2 âm olmakla beraber yukarıda daha ziyade
{ﺎب
Yehûd istihdaf edildiği gibi burada da bilhassa Nasârâ istihdaf olunmuştur.
Yani ey umûm insanlardan ve insanlar içinde ehl-i kitabdan bir kısım olan
Nasârâ! {ﻳﻨﻜُ ْﻢ ِ }ﻻ ﺗ َ ْﻐﻠُﻮﺍ ۪ ۪د
َ Dininizde gulüvv etmeyiniz, Îsâ aleyhisselâm’ın
şân-ı rif atini bâlâda beyan olunduğu üzere inkâr ve tenzil etmeye,
veled-i gayr-i meşrû meçhul “inconnu”3 diye kazf eylemeye kalkışan
Yahudîlerin tefritlerine mukabil siz de onun hakkında ulûhiyet iddiası
ile ifrâta gitmeyiniz {اﻪﻠﻟِ اِ َّﻻ ا ْﻟ َﺤ َّﻖ ّٰ َ }و َﻻ ﺗ َ ُﻘﻮﻟُﻮﺍ َﻋ
َ ve Allah’a karşı haktan başka
hiçbir şey söylemeyiniz. Allah teâlâ’yı hulûl, inkılâb ü ittihad, arkadaş
ve veled ittihâzı vesâire gibi muhâl ve bâtıl olan evsâf ile tavsif etmeyiniz
de böyle şâibelerden tenzih eyleyiniz ve her hususta hakkı tâkip ediniz,
ِ
hak söyleyiniz. Çünkü {َاﺑ ُﻦ َﻣ ْﺮ َﻢ ْ َ ﻴﺢ ۪ﻋﻴ ُ }اﻧ َّ َﻤﺎ ا ْﻟ َﻤ ۪ﺴMesih Îsâ b. Meryem
başka bir şey değil ancak {ِاﻪﻠﻟ ّٰ ﻮل ُ }ر ُﺳَ Allah’ın bir resûlüdür {}وﻛَﻠِ َﻤ ُﺘ ُﻪ َ ve bir
ِ
kelime-i tekvîniye veya teblîğiyesidir ki { }اَ ْﻟ ٰﻘﻴﻬَٓﺎ ا ٰ َﻣ ْﺮ َ َﻢonu Meryem’e ilkā
ِ ِ ِ ِ ِ ّٰ [ اِ َّنÂl-i İmrân 3/45]
etmiş َاﺑ ُﻦ َﻣ ْﺮ َﻢْ َ ﻴﺢ ۪ﻋﻴ ُ اﻪﻠﻟ َ ﻳُﺒَ ّﺸ ُﺮك ﺑِﻜَﻠﻤَﺔٍ ﻣ ْﻨﻪُ ۗ ا ْﺳ ُﻤﻪُ ا ْﻟﻤَ ۪ﺴ
4
hakikatten başka bir şey anlamamalıdır. Binâen aleyh {ﺎﻪﻠﻟِ َو ُر ُﺳﻠِ ۪ﻪ ّٰ ِ }ﻓَﺎ ِٰﻣ ُﻨﻮﺍ ﺑ
Allah’a ve bütün resullerine iman ediniz; Allah’ı Allah, resullerini resul
tanıyınız {ٌ}و َﻻ ﺗ َ ُﻘﻮﻟُﻮﺍ ﺛَﻠٰﺜَﺔ
َ ve üç demeyiniz; ne “ilahlar üçtür: Allah, Mesih,
Meryem’dir” diye şirk-i sarih ile, ne de “Allah üçtür: Eb, İbn, Rûhu’l-
kudüs; Ekānîm-i selâse, eşhâs-ı selâse olarak cevher-i vâhiddir” gibi bir
şirk-i müevvel ile teslîse kāil olmayınız { }اِ ْﻧﺘَ ُﻬﻮﺍteslisten vazgeçiniz ki
{ } َﺧ ْ ًﺍ ﻟَﻜُ ْﻢsizin için hayırlı olur. Zira {ﺍﺣ ٌﺪ ِ اﻪﻠﻟ اِﻟٰﻪٌ َو ِ
ُ ّٰ }اﻧَّﻤَﺎAllah ancak bir
ilâhtır, hiçbir vechile şirki kabul etmez, zâtında her türlü ta addüdden
münezzeh ve ulûhiyette münferiddir {ﻮن ﻟ َُﻪ َوﻟ ٌَﺪ َ ُ}ﺳ ْﺒ َﺤﺎﻧ َ ُﻪ ٓ اَ ْن ﻳَﻜ
ُ hâşâ O’nun
için bir veled olmak ihtimâli yoktur. O’nu böyle bir şâibeden tesbih
ve tenzih ederim, çünkü {ض ْ ِ ﺍت َو َﻣﺎ
ِ اﻻ َْر ِ َ }ﻟ َﻪُ َﻣﺎ ِ اﻟﺴ ٰﻤﻮsemâvâtta ve
َّ
arzda, yukarılarda ve aşağıda her ne varsa hepsi O’nundur. Halk
O’nun, mülk O’nun, hükm ü tasarruf O’nundur. Îsâ da dâhil olduğu
hâlde eşyâdan hiçbir şey O’nun mülk ü melekûtundan hâriç değildir.
ِ ّٰ ِ }وﻛَ ٰ ﺑAllah vekîl olarak da kâfîdir. Yani bütün bunları halk
{ﻴﻼً ﺎﻪﻠﻟ َو ۪ﻛ َ
u tedbîr ve kendi nâmına zabt u idârede Allah’ın hiçbir kimseyi vekil
tutmaya ihtiyâcı yoktur. O bizzat ve bi’l-asâle hükm ü tasarrufa kādir,
ganî ani’l- âlemîndir. [1538] Bununla beraber mahlûkātının umûrunu
onların hesap ve menfaati nâmına en güzel tedbir ve idare eden ve edecek
olan da O’dur. Onlar vazifelerini yapıp kendisine tevekkül ve itimad
ederek tefvîz-i umûr ettikleri takdirde işlerini tesviye ve arzu ve emellerini
tatmin etmek için kendilerini başka bir vekîle muhtaç da etmez. Hâsılı O
bütün mahlûkātın tedbîr-i umûruna ve kendine istinad etmesine kâfîdir
ve işinde bir vekîle muhtaç değildir. O her şeyin yerini tutar, hiçbir şey
O’nun yerini tutamaz ve O’na istinad etmeden duramaz. Binâen aleyh
Allah’ın milki hâricinde bir şey, Allah’ın yerini tutacak bir veled,
makamına kāim olacak bir vekil, Allah’tan başka tefvîz-i umûr edilecek
bir merci , bir mâbud tasavvuru tasavvur-ı muhâldir. Bu gibi şeyler ancak
fânîler ve âcizler hakkında tasavvur olunur. Resul denildiği zaman da bir
vekil değil, ancak nâkil-i kelam bir emir kulu anlamalıdır. Buna karşı
ey Nasârâ, “Mesih nasıl kul olur?” demeyiniz {ﻮن َ ُﻴﺢ اَ ْن ﻳَﻜ ُ ﻒ ا ْﻟﻤَ ۪ﺴ َ ﻟ َْﻦ َ ْ ﺘَ ْﻨ ِﻜ
502 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
﴾ ﻓَﺎ َﻣَّﺎ١٧٤﴿ ﻴﻨﺎ ً ۪ﻮرﺍ ُﻣﺒ ً ُﻜ ْﻢ ﻧُ ﻜ ْﻢ َوﺍ َ ْﻧ َﺰ ْﻟـﻨَ ٓﺎ اِﻟ َْﻴ
ُ ِ ّﺎن ِﻣ ْﻦ َرﺑ
ٌ ﺎس ﻗَ ْﺪ َﺟٓﺎءَ ُﻛ ْﻢ ﺑُ ْﺮ َﻫ ُ َّ ﻳَٓﺎ اَﻳُّﻬَﺎ اﻟﻨ
ِ ِ ِ ِ ّٰ ِ اﻟ َّ۪ﺬﻳﻦ ٰاﻣﻨﻮﺍ ﺑ
ً ﺍﻋﺘَ َﺼ ُﻤﻮﺍ ﺑ ِ ۪ﻪ ﻓَ َﺴ ُﻴ ْﺪ ِﺧﻠ ُ ُﻬ ْﻢ ۪ﻓﻲ َر ْﺣ َﻤﺔٍ ﻣ ْﻨ ُﻪ َوﻓَ ْﻀ ٍ ۙﻞ َو َ ْﻬ ۪ﺪﻳﻬِ ْﻢ اﻟ َْﻴﻪ ِﺻ َﺮ
ﺍﻃﺎ ْ ﺎﻪﻠﻟ َو ُ َ َ
ِ ِ ِ ِ
ﻒ ُ ﺖ ﻓَﻠَﻬَﺎ ﻧ ْﺼ ٌ ﻚ ﻟ َْﻴ َﺲ ﻟ َُﻪ َوﻟ ٌَﺪ َوﻟ َُﻪ ٓ اُ ْﺧَ َ اﻣ ُﺮ ٌؤا َﻫﻠ ْ اﻪﻠﻟُ ﻳُ ْﻔ ۪ﺘﻴﻜُ ْﻢ ﻓﻲ ا ْﻟﻜَ َﻼﻟ َﺔ ۜ ا ِن
ّٰ ﻚۜ ُﻗ ِﻞَ َ ﻳ َ ْﺴﺘَ ْﻔ ُﺘﻮﻧ
َﻣﺎ ﺗَﺮَ َكۚ َو ُﻫﻮَ ﻳَﺮِﺛُـﻬَٓﺎ اِ ْن ﻟ َْﻢ ﻳَﻜُ ْﻦ ﻟ َﻬَﺎ َوﻟ ٌَﺪ ۜ ﻓَﺎِ ْن ﻛَﺎﻧَﺘَﺎ ا ْﺛﻨَﺘَ ْﻴ ِﻦ ﻓَﻠ َ ُﻬﻤَﺎ اﻟﺜُّﻠُﺜَﺎ ِن ِﻣﻤَّﺎ ﺗَﺮَ َك ۜ َو ِﺍ ْن
א آ » َ ْ َ ْ ُ َ َכ ُ ِ ا ّٰ ُ ُ ْ ِ ُכ ِ ا ْ َכ َ ِ « إ
ا ّ ا داع و ّ إ ّٰ א ج ر ل ا ّٰ ّ ا
ْ
. ّ آ ا
5 Ebû Avâne, Müstahrec, thk. Abdülkerim b. İbrâhim, el-Medînetü’l-Münevvere: el-Câmi atü’l-İslâmiye,
1435/2014, XII, 515:
آ وآ،اءة כא رة أ آ:ا اء ،אق إ أ ، א إ ائ : אل، ّٰ ا א : אل، א أ أ
« ِ َ َ ا ْ َכ رة ا אء » َ ْ َ ْ ُ َ َכ ُ ِ ا ّٰ ُ ُ ْ ِ ُכ א أ
ْ
504 NİSÂ SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, Kahire: Matbaatü Mustafa el-Bâbî, 1386/1966, VI, 782.
ًُﺳ َﻮرةُ اﻟْ َﻤﺎﺋِ َﺪ ِة َﻣ َﺪﻧِﻴﱠﺔٌ َوِﻫ َﻲ ِﻣﺎﺋَﺔٌ َو ِﻋ ْﺸ ُﺮو َن آﻳَﺔ
MÂİDE SÛRESİ
[1543] Bu Sûre-i Mâide dahi Medenîdir. Yani hicret-i seniyyeden
sonra nâzil olmuştur. Hem de son zamanlarda nâzil olan sûrelerdendir.
ِ ِ ِ ِِِ
Nitekim: “1ﺣَﺮ َاﻣ َﻬﺎ َ ﻓَﺄَﺣﻠﱡﻮا َﺣ َﻼ َﳍَﺎ َو َﺣﱢﺮُﻣﻮا، ُﺳ َﻮرةُ اﻟْ َﻤﺎﺋ َﺪة ﻣ ْﻦ آﺧ ِﺮ اﻟْ ُﻘ ْﺮآن ﻧـُُﺰ ًوﻻ: Sûre-i
Mâide Kur’ân’ın nüzûlce muahhar olanlarındandır. Binâen aleyh helâlini
helâl, haramını haram tutunuz”2 diye de Aleyhissalâtü vesselâm’dan
mervîdir. Hudeybiye senesinden itibaren nüzûle başlamış, bir kısmı
feth-i Mekke senesi, bir kısmı da Haccetü’l-vedâ’da nâzil olmuştur.
Bazıları bu sûrenin hepsi birden Haccetü’l-vedâ’da arefe günü, bazıları da
bu sefer esnasında nâzil olduğunu söylemişlerdir. Esma binti Yezid’den
menkuldür ki, “Sûre-i Mâide’nin cemî si nâzil oldu, ben Resûlullah’ın
nâkası Adbâ’nın zimâmını tutuyordum. Ağırlığından devenin kolları
kırılayazdı” demiştir.3 Lâkin cumhûrun tercîhine ve Hazret-i Ömer’den
dahi sahih rivayete göre bu bütün sûre hakkında değil, bazı âyetler;
ُ َﻜ ْﻢ ۪دﻳﻨ
ezcümle ﻜ ْﻢ ُ َﺖ ﻟ
ُ اَ ْﻟﻴَ ْﻮمَ اَכ َْﻤ ْﻠhakkındadır. Ve mâlumdur ki hicretten
4
sonra gerek nefs-i Medine ve gerek bir seferde ve gerek Mekke’de nâzil
olanlara “Medenî” denilir.
Âyetleri: Yüz yirmidir.
Kelimâtı: Bin sekiz yüz dört.
Harfleri: On bir bin dokuz yüz otuz üç.5
1 H, M ve B: “ ا... ”.
2 Kâsım b. Sellâm, Fedâilü’l-Kur’ân, s. 239. Krş. Tirmizî, Tefsîr, 5/3063:
ِ ُ ْ ا ْ ِאئ َ ُة ِ آ ِ ِ ا: َّ َ َאل ر ُل ا ّٰ ِ َّ ا ّٰ َ ِ و
. َ َ ِ ُّ ا َ َ َ َ א َو َ ِ ُ ا َ ا َ َ א، ً ِ ْ َ آن
َ ّ ْ ْ َ َ َ َ ْ َ ُ َ ُ َ
Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, VI, 188
َ ِ َّ َ א آ ِ ُ َر ٍة َ َ َ ْ َ َ א: ْ َ َ א. َ َ : ُ ْ ُ ُ َر َة ا ْ َ ِאئ َ ِة؟ َ َאل ُ َ ْ َ ْ أ: ْ َ َ َאل َد َ ْ ُ َ َ َ ِאئ َ َ َ َ א، ٍ َ ُ ِ ْ ِ ُ ْ َ
ُ ْ َ ْ َْ
.ُه ٍ ِ ِ ِ ٍ ِ ِ
ُ ِّ َ َ َو َ א َو َ ْ ُ ْ َ א ْ َ َ ام،َو َ ْ ُ ْ َ א ْ َ َ ل َ א ْ َ ُّ ُه
3 Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, VI, 455, 458:
ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ
َ ِإ ْذ أُ ْ ِ َ ْ َ َ ْ ا ْ َ אئ َ ُة ُכ ُّ َ א َ َכ- َ َّ َ َא َ َر ُ ِل ا ّٰ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو- ِإ ّ َ َ ٌة ِ ِ َ אم ا ْ َ ْ َ אء: ْ َ َ א، َ ِ َ ْ ِ َ ْ أَ ْ َ َאء
אد ْت
. ِ َ ِ ْ ِ َ ِ َ א َ ُ ُّق ِ َ ُ ِ ا َّא
4 H +“âyetleri”.
5 H -“Bin sekiz yüz dört. Harfleri: On bir bin dokuz yüz otuz üç”.
Hak Dini Kur’an Dili 507
ﻮر َر ۪ﺣ ٌ
ﻴﻢ ﴿﴾٣ ﻏَ ُﻔ ٌ
1 = ر ,ل ,ن ,م ,ب ,د “H - ”.
508 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
olur ki “ ukūdda asl olan sıhhattir, meğer ki fesadına bir delil kāim olsun”.
Bunun için herhangi bir akidde kavil sıhhat müdde îsinin, beyyine fesad
müdde îsinindir. Meğer ki o akidde fesad butlandan başka bir mâna ifade
etmemiş olsun. Çünkü butlan iddiası akdin ademini iddia ve vücûdunu
inkâr demektir. Bunda ise beyyine vücud ve sıhhat müdde îsine teveccüh
eder. Zira emr-i îfâ sahîhan mevcud olan akde müteveccihtir. Akid, sâbit
ve mün akid değil ise îfâ edilecek şey yoktur. Ebû Bekr Râzî bu ma nâ-yı
fıkhî ile Ahkâm-ı Kur’an’da der ki: “ﻮد ِ اَوﻓُﻮﺍ ﺑِﺎ ْﻟﻌ ُﻘUkūd isminin mütenâvil
ُ ْ
olduğu cemî -i ukūdun îfâsını iktizâ eder. Binâen aleyh herhangi bir
akdin cevaz ve fesâdında veya herhangi bir nezrin sıhhat ve lüzûmunda
ihtilâf ettiğimiz zaman ﻮدِ اَو ُﻓﻮﺍ ﺑِﺎ ْﻟﻌ ُﻘkavl-i ilâhîsi ile ihticac sahih olur.”1
ُ ْ
Lâkin ukūd her nevi tekâlîf-i şer iyeden e am olduğu ve hâlbuki tekâlîf-i
[1548] şer iye içinde mendûbât ve müstehabbâtın dahi vücûdu mâlum
bulunduğu cihetle işbu اَ ْو ُﻓﻮﺍemrinin de vücub ve nedbden e am bir
mânaya mahmul olması lâzım geleceği de unutulmamak iktizâ eyler.
Nitekim bunu Ebussuud tasrih etmiştir. Velhâsıl dinin hulâsası Allah
ve kullarla sağlam birtakım uhûd ve mukāvelât akdetmek ve sahîhan
akdedilen uhûd ve ukūdu îfâ ile hükmünü yerine getirmek demek olduğu
bu sûrenin başında bir asl-ı küllî olarak icmâl olunup buyurulmuştur ki:
ِ ﻳﻦ ٰا َﻣﻨُٓﻮﺍ اَوﻓُﻮﺍ ﺑِﺎ ْﻟﻌ ُﻘ
{ﻮد ُ ْ َ }ﻳَٓﺎ اَ ُّ َﺎ اﻟ َّ۪ﺬEy iman etmiş olan mü’minler!
Bağlandığınız bütün akidleri îfâ ediniz. A Yani evvelemirde iman bir
akiddir. Ve siz bu akid ile Allah’a karşı birtakım uhûd ve ukūd yaptınız,
bağlandınız, sonra kendiliğinizden veya kendi aranızda veya ale’l- umûm
insanlar beyninde birtakım akidler daha yapar bağlanırsınız. İşte bütün
bu akidleri îfâ ediniz. Dinin kökü, imanın hükmü, Allah’ın emri icmâlen
budur. Şimdi sûrenin ismiyle mütenâsib olmak üzere evvelâ vesâit-i
maîşetten başlayarak bunun biraz tafsîline gelelim:
{ِاﻻ َْﻧﻌَﺎم
ْ ُ۪ﻴﻤﺔ َ َ }اُ ِﺣﻠ َّْﺖ ﻟَﻜُ ْﻢSize behîme-i en âm helâl kılındı. A Bunlarla
intifâ eder ve helâl helâl yiyebilirsiniz {ﻜ ْﻢ ُ }اِ َّﻻ َﻣﺎ ﻳُ ْﺘ ٰ َﻋﻠ َ ْﻴancak hurmeti
okunan veya ber vech-i âtî okunacak olanlar müstesnâ -ki ezcümle
ُﺖ َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ُﻢ ا ْﻟ َﻤ ْﻴﺘَﺔ ْ ُﺣ ّﺮِ َﻣgelecektir.- Daha evvel bilhassa şu câlib-i dikkattir
ki {اﻟﺼ ْﻴ ِﺪ َوﺍ َ ْﻧ ُﺘ ْﻢ ُﺣ ُﺮ ٌم
َّ ِّ }ﻏَ ْ َ ُﻣ ِﺤsiz ihramda iken saydı helâl kılamayacağınız,
ihram hâlinde avlanmayı ve av eti yemeyi tecviz edemeyeceğiniz hâlde
behîme-i en âm bazı müstesnâ ile helâl kılındı. A Yani ey mü’minler, siz
hayvan öldürmek câiz olmayan ihram hâlinde avdan ve av eti yemekten
memnû sunuz, fakat bu hâlde bile bir akdin semeresi olmak üzere et
yemekten mahrum kılınmadınız. [1549] Siz ihramda iken av olmamak
şartıyla ihramda bulunmayanların kestikleri en âmdan yiyebilirsiniz ki
bu hıll u hurmet birer akd-i ilâhîdir. Ve böyle başkasının kestiği hayvanın
etini yiyebilmeniz her hâlde kendi aranızda yapacağınız bey veya hibe gibi
bir akdin semeresidir. Binâen aleyh bununla ukūdun fâidelerini ve dîn-i
İslâm’da maîşetinizin nasıl tevsî edildiğini takdir ve bu hıll u hurmeti îfâ
eyleyiniz de helâli haram, haramı helâl yapmayınız. A İleride ﺻ ْﻴ ُﺪ ِ
َ اُﺣ َّﻞ ﻟَﻜُ ْﻢ
ً ﺻ ْﻴ ُﺪ ا ْﻟ َ ّ ِ َﻣﺎ دُ ْﻣﺘُ ْﻢ ُﺣ ُﺮ
ﻣﺎ َ ﻜ ْﻢ ُ َو ُﺣ ّﺮِمَ َﻋﻠ َ ْﻴ...ِ[ ا ْﻟﺒَ ْﺤﺮel-Mâide 5/96] âyetinde sarâhaten
görülecektir ki ihram hâlinde haram olan sayd deniz avı değil, kara
avıdır. Buradaki sayd da kara hayvânâtı demek olan behîme-i en âmdan
istisnâ mevkiinde bulunmak itibariyle buna bir îmâyı mutazammındır.
“Behîme” esasen aklı olmayan herhangi bir hayvan demektir ki ibhâm
mânasından me’huzdur. Sonra bu isim berrî veya bahrî dört ayaklı
hayvânâtta daha ziyade isti mâl olunarak onlara kesb-i ihtisas etmiştir.
Burada helâl kılınan ise mutlak behâim değil, behîme-i en âmdır.
“Enâm” da “ne am”ın cem i olup Sûre-i En âm’da ً اﻻ َْﻧﻌَﺎ ِم َﺣ ُﻤﻮﻟ َﺔ ْ َو ِﻣ َﻦ
ْ ِﻣ َﻦ... ِ ْ َﻀ ْﺄ ِن ا ْﺛﻨَ ْ ِ َو ِﻣ َﻦ ا ْﻟﻤَ ْﻌﺰِ ا ْﺛﻨ
اﻻِﺑ ِ ِﻞ َّ ﺍج ِﻣ َﻦ اﻟ
ٍۚ ﺛَﻤَﺎﻧِﻴَﺔ َ اَ ْز َو...ُاﻪﻠﻟ
ّٰ ﺷﺎۜ ﻛُﻠُﻮﺍ ِﻣﻤَّﺎ رَزَﻗَﻜُ ُﻢ
ً َوﻓَ ْﺮ
ِ
ِ ْ َ[ ا ْﺛﻨَ ْ ِ َوﻣ َﻦ ا ْﻟﺒَ َﻘﺮِ ا ْﺛﻨel-En âm 6/142-144] diye beyan olunduğu üzere 1
hayvânât-ı ehliyeden deve, sığır, davar yani koyun ve keçiye ıtlak olunur
1 “En âm içinden gerek yük götüreni ve gerek serileni vücûda getiren de O, Allah’ın size merzuk kıldığı
nimetlerden yeyin… Sekiz eş; koyundan iki, keçiden iki… Ve deveden iki, sığırdan iki…”
512 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
şey değildir.
Rivayet olunduğuna göre bu âyetin başlıca sebeb-i nüzûlü Benî
Dubey a b. Sa lebe’den Hutam b. Hind-i Bekrî hâdisesi olmuştur. Bu
Hutam Medine’ye gelmiş, atlarını Medine hâricinde bir yere bırakmış,
yalnızca huzûr-ı Resûlullah’a varmış. Bir kavmin dâ îsi olduğunu ve
arkadaşlarıyla beraber gelip Müslüman olacaklarını vaad eylemiş.
Çıktığı zaman Resûlullah “bu adam bir fâcir yüzüyle girdi ve bir gādir
kafasıyla çıktı” buyurmuş. Sonra Medine’den çıkmış, Medine ahâlisinin
yayılmakta olan develerine rast gelmiş, sürmüş götürmüş ve şu recezi
söyleyerek gitmiş:
َ َ ِ ا ِ إ ِ ٍ َو َ ْ َ َّ َ א ا َّ ُ ِ َ َّ ٍاق
ََ َ ْ َْ ُ ْ
َ ٍ ِ א ُ ا ِ א א وا ا ِ َ ٍَو ِ َ َّ ار
ْ ََ ْ ْ ُ ْ َ ً َ َ ْ َ َ ْ
1 Muhammed b. Hasan, el-Hucce alâ ehli’l-Medîne, II, 408; Buhârî, Megāzî, 53.
2 H, M ve B: “ا ان ”وا.
516 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
[1554]
َ َ َّ ُ ا َّ א َ ِ َ ْ ُ ُح ا َ َ ْم אت א ِ א م כא
ْ َ َّ َ ٌ ُ َ َ ُ َ َ
1
ْ
Haber alınınca tâkip edilmiş, yetişilememiş. Ertesi sene, yani Umre-i
Kazâ senesi Bekir b. Vâil huccâcı meyânında Yemâme’den çıkmış, hacca
gelmiş ve beraberinde hayli emvâl-i ticaret varmış ve sürdüğü develerden
birçoğunu kılâdeleyip hedy olarak sevk etmiş. Müslümanlar karşıdan
bunların geldiklerini işitince karşılayıp vurmak için Resûlullah’tan istîzân
etmişler, bu âyet nâzil olmuş, müsaade buyurulmamıştır (Taberî, Ebû
Hayyân, Ebussuud, Hâşiye-i Kāzî Şihâb).2
Umre-i Kazâ zilkadede vâki olduğundan şehr-i haram evvelen ve
bizzat buna işaret demektir. Diğer taraftan İbn Zeyd’in rivayetine göre
Feth-i Mekke senesi müşrikler dahi Kâbe’yi ziyarete geliyorlar ve umreye
giriyorlardı. Müslümanlar “ya Resûlallah bunlar müşrik, biz de bunları
bırakmayalım baskın edelim” demişler إﱁ...َﺖ ا ْﻟ َﺤ َﺮﺍم َ َو َ ٓﻻ ٰا ٓ ۪ ّﻣ َ ا ْﻟﺒَ ْﻴnâzil
َ َو َﻻ ﻳ َ ْﺠﺮِ َﻣﻨَّﻜُ ْﻢ َﺷﻨَﺎ ُٰن ﻗَ ْﻮ ٍم اَ ْنfıkrası
olmuş.3 Hudeybiye’yi ihtar eden إﱁ...ﺻ ُّﺪوﻛُ ْﻢ
da buna daha ziyade mülâyimdir.
ِﻳﻦ َﻋ ٰ ٓ اَ ْﻧ ُﻔ ِﺴﻬِ ْﻢ ﺑِﺎ ْﻟﻜُ ْﻔﺮ ِ ِ ّٰ [ ﻳﻌﻤﺮوﺍ ﻣﺴﺎ ِﺟ َﺪet-Tevbe 9/17]1 ve ﻮن ﻧَﺠﺲ
َ اﻪﻠﻟ َﺷﺎﻫ ۪ﺪ َ َ ُ ُ َْ
ِ
ٌ َ َ ُاﻧ َّ َﻤﺎ ا ْﻟ ُﻤ ْﺸﺮِﻛ
ِ [ ﻓَ َﻼ ﻳ ْﻘﺮﺑﻮﺍ ا ْﻟﻤﺴ ِﺠ َﺪ ا ْﻟﺤﺮﺍمَ ﺑﻌ َﺪ ﻋet-Tevbe 9/28]2 âyetleriyle dokuzuncu
ﺎﻣﻬِ ْﻢ ٰﻫ َﺬا َ َْ َ َ َْ َُ َ
sene-i hicriyeden sonra müşrikler Mescid-i Haram’a yaklaşmaktan men
edildikleri zaman bu umum nesh olunmuş, َ َو َ ٓﻻ ٰا ٓ ۪ ّﻣyalnız Müslüman
huccâca münhasır kalmıştır.
Kezâlik َ َو َﻻ اﻟ َّﺸ ْﻬ َﺮ ا ْﻟ َﺤ َﺮﺍمhükmü de Sûre-i Bakara’da beyan [1555]
olunduğu üzere ﻮﻫ ْﻢ ِ ُ [ َوﺍ ْﻗ ُﺘﻠُﻮﻫ ْﻢ َﺣﻴ2/191] gibi ta mîm âyetleriyle
ُ ﺚ ﺛَﻘ ْﻔ ُﺘ ُﻤ ْ ُ
mensuhtur. Cumhûr-ı ulemânın kavli de budur. Fakat bazı ulemâ şehr-i
haramda taarruzî harbin memnû iyeti bâkī olduğuna ve taarruzu nehy
eden َ َو َﻻ اﻟ َّﺸ ْﻬ َﺮ ا ْﻟ َﺤ َﺮﺍمhükmünün mensuh olmadığına zâhib oldukları gibi,
esasen َﺖ ا ْﻟ َﺤﺮَﺍم َ َو َ ٓﻻ ٰا ٓ ۪ ّﻣ َ ا ْﻟﺒَ ْﻴdahi Müslümanların gayrısına şâmil olmadığına
ِ
ve çünkü ﺍﻧﺎ ً َﺿﻮ ْ ِﻮن ﻓَ ْﻀ ًﻼ ﻣ ْﻦ رَ ّ ِ ِ ْﻢ َور
َ ُ ﻳ َ ْﺒﺘَﻐtaleb-i sevab ve rızâ-yı ilâhî mânasıyla
mü’minlerin şi ârında zâhir bulunduğuna ve şu hâlde müşriklerin
men ini emreden “Berâe” âyetlerinin buna ta alluku olamayacağına kāil
olmuşlardır. Bunun için Hasan radıyallahu anh “Sûre-i Mâide’de mensuh
yoktur” demiş, Ebû Meysere’nin “Bu sûrede on sekiz farîza vardır ve bunda
mensuh yoktur” dediği de nakledilmiş3 ve bu babda bâlâda zikredilen
َﺣﻠﱡﻮا َﺣ َﻼ َﳍَﺎ َو َﺣﱢﺮُﻣﻮا َﺣَﺮ َاﻣ َﻬﺎ ِ ﻓَﺄ،آن ﻧـﺰ ًوﻻ ِ ِ ِِِ
ُُ ُﺳ َﻮرةُ اﻟْ َﻤﺎﺋ َﺪة ﻣ ْﻦ آﺧ ِﺮ اﻟْ ُﻘ ْﺮhadîs-i şerifiyle dahi
4
1. {ُ“ }ا ْﻟﻤَ ْﻴﺘَﺔMeyte” yani zebihsiz ölen, daha doğrusu tezkiyesiz ölen.
“Meyte” canlı mukabili ölü demek değil, hiçbir te’sîr-i hâricî olmadan
ölen demek de değil, mezbuh mukabili ölü 4وح ِﻣ ْﻦ َﻏ ِْﲑ َذﺑْ ٍﺢ ُ َﻣﺎ ﻓَ َﺎرﻗَﻪُ اﻟﱡﺮtam
ma nâ-yı şer îsiyle söylenecek olursa ( ُﻣ َﺬ ﱠﻛﻰmüzekkâ) mukabili ölüdür5
ki aşağıda gelecek olan اِ َّﻻ َﻣﺎ ذَכ َّْﻴﺘُ ْﻢbu tekābülü gösterecektir.
1 H: “hakkında”.
2 H -“de”.
3 B: “kılındı”.
4 Ebussuud, İrşâdü’l-akli’s-selîm, III, 6.
5 Ebû Bekir el-Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, I, 132:
. ان ا ْ َ ِ ِ َ ِ ا ْ ُ َ َّכ ِ َ
ْ ّ ْ َ َאل أ ُ َ ْכ ٍ ا ْ َ ْ َ ُ ا َّ ْ ِع ا
Hak Dini Kur’an Dili 519
2. {}وﺍﻟﺪَّ ُم
َ “Dem”, yani kan ki murad dem-i mesfuh olduğu diğer bir
yerde, ezcümle Sûre-i En âm’da mübeyyendir. Meyte meyte, dem
de dem olduğu için li aynihâ pis ve haramdırlar. Fakat kanın böyle
hurmeti şunu ifham eder ki meytenin haram olmasında akabilecek
kanın tamamen içinde kalmış olmasının da az çok bir hissesi vardır.
Ve meytenin mânasında bu dâhildir. Bazı müşrikler meyteyi yerler ve
“kendi öldürdüğünüzü [1557] yiyorsunuz da Allah’ın öldürdüğünü
niçin yemiyorsunuz?” derlermiş. Kezâlik kanı bağırsaklara doldururlar
ve kızartır, misafirlerine yedirirlermiş.
3. {ِ}وﻟ َْﺤ ُﻢ ا ْﻟ ِﺨ ْ ۪ﻳﺮ
َ “Domuz eti”; ki Sûre-i En âm’da [ ﻓَﺎِﻧَّﻪُ رِ ْﺟ ٌﺲ6/145]
buyurulduğu üzere domuzun kendisi aynen necistir. Domuz eti de
domuz eti olduğu için li aynihâ haramdır. Domuz kendisi ale’l-ıtlâk
haram olduğu hâlde burada اﳋِْﻨ ِﺰﻳ ِﺮ ْ َوdenilmeyip de ِ َوﻟ َْﺤ ُﻢ ا ْﻟ ِﺨ ْ ۪ﻳﺮdenilmesi
aşağıdaki tezkiye istisnâsına bunun hiç ta alluku olamayacağını iyi1
anlatmak içindir.
4. {اﻪﻠﻟِ ﺑ ِ ۪ﻪ
ّٰ ِ ْ َ}و َﻣٓﺎ ُاﻫِ َّﻞ ﻟِﻐ
َ “Zebh edilirken üstüne Allah’tan başkasının ismi
çekilen ve meselâ “bismillâti ve’l-uzzâ” denilen” ki beraberinde
“bismillah” gerek denilsin gerek denilmesin. Bu da Allah’ın gayrısı
nâmına kesildiği için haramdır. Hayvanı yaratan, insana musahhar
eden ve buna onu kesmek hak ve kudretini veren Allah olduğu hâlde
o hayvanı Allah’tan başkasının nâmına kesmek bir zulm-i azîm, bir
şirktir. Böyle kesilen bir hayvan da mânevî ve hukūkī haysiyetle
murdar ve haramdır.
Bu dört esastır. Bundan sonrakiler şer an bunların şümûlünde dâhildir.
Onun için birçok âyetlerde yalnız bunların zikriyle iktifâ olunmuştur.
Fakat câhiliyede birtakım kimseler meyteyi yemedikleri hâlde meyteyi
bir te’sîr-i hâricî olmaksızın kendi kendine ölen diye telakkī ederler
ve hakikatte meyte kabîlinden olan ber vech-i âtî ölüleri yerlerdi2 ki
1 H -“iyi”.
2 Taberî, Câmiu’l-beyân, IX, 507:
520 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
َ }وﺍﻟﻨ َّ ۪ﻄ
8. {ُﻴﺤﺔ َ “Tosuşan”, yani süsülmüş ve süsmüş olan. At veya diğer
bir hayvan çiftesiyle ölen de bu mânada olmakla beraber daha evvel
mevkūzede dâhildir.
-« כ ا »: م و،ف א אب ا ا ذ כ إذا אت وإن כאن- و כ اره ذ כ
אح אق وا ِ ّدي وا ا אر إ א אت،ان ا « ُّ ون »ا ا ه ا כא ا أن ا
א ، ا ا אر وأن ا ا ا כ א אت،ا ّٰ أن כ ذ כ . و سا
ا ي...ا ي أ א כא ي א א أ ذ ذכأ א و כ ا،כ א ض أو أذى כאن א
ن א ً א ا ب כא ا כ، ا ام: ل،« إ א ذכ ا و א أכ ذة وا د وا وا »وا:
. وأدرכ ا ذכא و ا وح، ّٰ إ א ذכ وا ا ا، ّٰ ا . ا ي ت ا إ א ون ا،ًא ّو و
1 H +“canavar”.
Hak Dini Kur’an Dili 521
1 M ve B: “zikrolunan”.
2 M: “aslı”.
522 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
tekarrur ettiği mülâhaza edilirse اِ َّﻻ َﻣﺎ ذَכ َّْﻴﺘُ ْﻢmâkablindeki َو َﻣٓﺎ اَכَ َﻞ
’اﻟﺴ ُﺒ ُﻊden
َّ münhanikaya kadar beşinden bir istisnâ-yı muttasıl olduğu
anlaşılır. Meselâ “münhanika” mefhûmu lügaten ölmüş ve ölmemiş olana
şâmil [1560] bulunduğundan henüz ölmeden kesilebilenler hurmetten
ihrâc edilmiş, ölmüş olanlar da haram kısmında kalmış bulunur. Fi’l-
vâki Hazret-i Ali, İbn Abbas, Hasan, Katâde bunun münhanikadan
اﻟﺴ ُﺒ ُﻊَّ ’و َﻣٓﺎ اَכَ َﻞya
َ kadar mecmû undan istisnâ olduğunu söylemişler ve
cumhûr-ı müfessirîn de bunu ihtiyar etmişlerdir. Ve ma amâfîh bu üç
sûret-i rabtın hiçbirinde hükm-i şer îye nazaran bir ihtilâf yoktur. Daha
yukarıdaki dörde gelince: Bu istisnânın onlara hiç ittisâli ve onlardan bir
şeyi hurmetten ihrâc etmesi ihtimâli yoktur. Çünkü mezbûhun bir daha
zebhi muhal olduğundan bir kere ’اِ َّﻻ َﻣﺎ ذَכ َّْﻴﺘُ ْﻢün اﻪﻠﻟ
ّٰ ِ ْ َ’ﻣٓﺎ اُﻫِ َّﻞ ﻟِﻐa
َ ittisâli
bulunmadığı bi’z-zarûre mâlumdur. Bunu atlayıp da daha üstündekilere
merbut olamayacağı da kavâ id-i lisan ile mâlumdur. Bundan başka
bâlâda ihtar ettiğimiz vechile hınzırın kesilmesi mümkin ise de lahmın
zebh edilmesi mutasavver değildir. Kezâlik kan ve meyte de böyledir.
Bunun için hiç kimse bu istisnânın münhanikadan daha yukarısına ittisâli
ihtimâline kāil olmamıştır. Ancak mecmû undan munkatı olduğunu
söyleyenler bulunmuştur. Binâen aleyh, o dört içinden tezkiye ile tahlîl
edilebilmesi melhuz hiçbir şey tasavvur olunamaz. Gelelim tezkiyeye:
“Tezkiye”, ذﻛﻰ ﻳﺬﻛﻮ ذ ًﻛﺎ وذﻛﺎ ًةsülâsîsinden tef îl’dir ki zekât yapmak
demektir. Burada zekâtına yetişmek diye müfesserdir. “Asâ” vezninde
“zekâ” ve “necât” vezninde “zekât” lügatta zebh etmek, yani boğazlamak
mânasınadır. Bu maddenin aslı, lügatta bir tamamlanmak1 mânasıyla
alâkadar olduğu beyan olunuyor. Nitekim ateşin parlamasına ذُ ُﻛ ﱞﻮ ذَ َﻛﺎ
ٌ ذَ َﻛﺎءdenilir ki tamam işti âl demektir. Kezâlik fehme “zekâ” denilir ki
tamâm-ı fehm demektir. Sonra sinnin kemaline “zekâ” denilir ki, şebâbın
nihâyetine gelip tamam olması demektir. İşte hayvanı boğazlamak da
kanını akıtarak ve hararet-i garîziyesini teskin ederek hayatına tamamen
hitam vermek demek olduğundan “zekâ” ve “zekât” tesmiye olunmuştur.
1 B -“mânasınadır. Bu maddenin aslı, lügatta bir tamamlanmak”.
Hak Dini Kur’an Dili 523
dolayı pis ve haram olduğunu ve bunda maddî veya mânevî daha diğer
esbâb u hikmet bulunamayacağını iddia etmek ise re’sen bir tahakküm ve
bir haksızlıktır. Daha sonra etin içindeki mikropları bi’l-kimya itlâf edip
öldürmek etin kendisinde tasfiye denebilecek bir tahlîl-i kimyevî yapmak
da değildir. Binâen aleyh buna bir tathir demek de yanlıştır. Eğer maksad
tam mânasıyla bir tahlîl veya te’sîr-i kimyevî ise herhangi bir lahm, sınâ î
veya hılkī bir surette bi’l-kimya tam bir tahlîl ve tahvîle tâbi tutulduğu
zaman o artık lahm ismini kaybeder, diğer bir mahiyete inkılâb eyler ve
başka bir isim alır. Şer an onun hıll u [1564] hurmeti de yeni aldığı isim
ve mahiyete göre ayrıca mülâhaza ve takdir olunur. Nitekim pis olan bir
şey yanıp kül olduğu zaman tâhir olur, domuz kemiklerinden istihsâl
olunacak fahmın veya fosforun diğerlerinden farkı olmaz, lâkin bunlar
diğer meselelerdir.
Bu îzâhattan sonra sadedimize rücû edelim:
10. {ﺐ ِ }و َﻣﺎ ذُﺑ ِ َﺢ َﻋ َ اﻟﻨُّﺼ ِ
ُ َ Nusub üzerinde zebh olunanlar. A Bu fıkra َو َﻣٓﺎ ُاﻫ َّﻞ
اﻪﻠﻟِ ﺑ ِ ۪ﻪ
ّٰ ِ ْ َ ﻟِﻐüzerine ma tuftur, bu da haramdır. Demek ki her zebh zekât-ı
şer î değildir.
“Nusub”, mansub mânasına müfred veya “nisâb”ın veya “nusbe”nin
cem idir, bunun cem i de “ensâb” gelir, bazı müfessirîn bunu “esnâm”
diye tefsir etmişlerdir. Fakat diğerleri “esnâm” ile “ensâb”ın farkını
göstermişlerdir. Şöyle ki, “esnâm” musavver ve menkuş taşlar, putlardır.
“Nusub” ise hicâre-i mansûbe, yani dikili taşlardır ki musavver veya
menkuş olması şart değildir, “vesen” gibidir. Nitekim Adiyy b. Hâtim
boynunda salîb ile geldiği zaman Resûlullah “boynundan şu veseni at”
buyurmuş, salîbe “vesen” tesmiye etmiş idi.1 Demek ki “nusub” musavver
ve menkuş olması şart olmayarak evsân kabîlinden ihtiram için vaz u
nasb edilmiş taşlardır ki zamanımızda “âbide” tâbir ederler. Bunlar
yekpâre bir taştan ibaret olabileceği gibi, birçok taşların ictimâ ından da
olabilir ve sadece bir yığın hâlinde de bulunabilir. “Nusub”un müfred
1 “Vesen”, elsine-i garbiyede târîh-i edyân kitaplarında “fetiş” denilendir [Müellifin notu].
Hak Dini Kur’an Dili 527
İşte ﺐ ِ َو َﻣﺎ ذُﺑ ِ َﺢ َﻋ َ اﻟﻨُّﺼbütün bunları tahrim etmiştir. Çünkü bunlar ya
ُ
açıktan açığa اﻪﻠﻟ ّٰ ِ ْ َ’ﻣٓﺎ اُﻫِ َّﻞ ﻟِﻐdır
َ veya o kabildendir, o mânadadır. Bu vechile
ﺐِ ذُﺑ ِ َﺢ َﻋ َ اﻟﻨُّﺼiki mâna ile tefsir olunmuştur: Birisi َ “ َﻋlâm” mânasına
ُ
olarak nusub için zebh olunan” demektir. Fakat bunun ِاﻪﻠﻟ ّٰ ِ ْ ََو َﻣٓﺎ ُاﻫِ َّﻞ ﻟِﻐ
cümlesinden olduğu muhtâc-ı beyan değildir. Diğeri “nusuba karşı yani
ona bir hürmeti mutazammın olarak üzerinde veya dibinde ve yanında
1 B -“ziyade”.
2 B: “demişti”.
3 Taberî, Câmiu’l-beyân, IX, 508:
ل ،ا ئ و ن، و ه אرة، « َّ ر و »ا،אم « »ا: אل ا
ً
:ن אل ا.ا אرة ه و اا و ا אأ اا م ا כא ا إذا ذ، א ا ئ
َّ
ل ،כ ه ذ כ و ّٰ ا ! כنا أ ُّ أن ،א م نا כאن أ ا א، ّٰ א ر ل ا
(٣٧/٢٢ َ א )ا ُ َ َ ْ َ َ َאل ا ّٰ َ ُ ُ ُ َ א َو ِد: ّٰ ا
אؤ
528 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
her ne nâma olursa olsun kesilen” demektir ki, bu surette zebh olunurken
nusubun veya esnâmın veya diğer bir nâmın zikredilip edilmemesinden
e am olur. Ve hatta nusuba hürmet fikri beslemek üzere yalnız ismullah
zikrolunsa bile yine haram olur. Bu ise ِاﻪﻠﻟ ّٰ ِ ْ َ َو َﻣٓﺎ اُﻫِ َّﻞ ﻟِﻐmânasında
olmakla beraber vâzıh değildir ve binâen aleyh tansîsi, meyteye nazaran
münhanika vesâire gibi bir fâide-i mühimmeyi mutazammındır. Hulasa
ﺐِ َﻋ َ اﻟﻨُّﺼher hâlde nusubun üzerinde ve üstünde kesilene münhasır
ُ
değildir. Ve bununla yalnız mezbûhun [1566] hurmeti değil, bir tarz-ı
zebhin hurmeti de beyan kılınmıştır. İşte bütün bu mânalarla ِ ْ ََﻣٓﺎ اُﻫِ َّﻞ ﻟِﻐ
ِاﻪﻠﻟ
ّٰ haram olduğundan dolayıdır ki bir emîrin veya e âzımdan birinin
kudûmundan dolayı kurban kesmek haramdır. Fakat Allah için misafire
ikram veya fukaraya tasadduk olmak üzere kesmek câizdir.
ْ ِ }وﺍ َ ْن َ ْ ﺘَ ْﻘ ِﺴ ُﻤﻮﺍ ﺑ
11. {ِﺎﻻ َْز َﻻم َ “Ezlâm”, yani zarlarla kısmet istemeniz veya
almanız. A Câhiliye Arabları bir sefere, bir gazâya, bir ticarete, bir
nikâha, hâsılı mühim bir işe teşebbüs edecekleri zaman üç zar ile bir
kısmet çekerlermiş. Zarın birinde “Rabbim emretti” yahut “yap” diye
emir, diğerinde “Rabbim nehyetti” yahut “yapma” diye nehiy yazılı,
biri de boş olurmuş. Torbaya elini sokar birini çeker, emir çıkarsa
yaparlar, nehiy çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha çalkarlarmış.
İşte burada böyle falcılıktan nehy olunmuştur. Cumhûrun kavli
budur. Bu surette “istiksam”, rızık ve sâir havâice müte allik hayır ve
şer kısmeti bilmek sevdası demek olur. Tefsîr-i Kaffâl’de der ki: “Bu
istiksam câhiliyenin bir ibdâ ı idi ve mat ûmât hakkında yaptıklarına
da muvâfık idi. Çünkü zebh ale’n-nusub Kâbe’nin yanında yapıldığı
gibi orada bulundukları zaman bunu da orada yaparlardı.”1 Mücâhid,
burada “ezlâm”, Fürs ve Rûmun kumar oynadıkları ki âb, yani
müka ab surette olan tavla zarları ile Arabın ok gibi olan zarlarından
e am olduğunu söylemiştir.2 Ma amâfîh Arabda küçük çakıl taşlarından
1 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 285:
َو َذ ِ َכ، ِ ِ אن ُ َ ا ِ ً א ِ َ א َכא ُ ا َ َ ُ ُه ِ ا ْ َ َא
َ ِ َّ ِ َو َכ ِ َ ِ ا ْ َא ِ ِ ِ َ َّ ِ א أَ َ أَ ْ ُ ا ْ א ِ َ َا ذ ِכ: אل ا אل ر ِ ا
َ ُ َ ْ َّ ُ َ ْ ُ َ ُ ّٰ ُ َ َ ُ َّ َ ْ َ َ
.ِإ َذا َכא ُ ا ُ َא َك ِ ِ ا ِ ِ ِ ِ ِ ِ َ أَ َّن ا َّ ْ َ َ َ ا ُّ ُ ِ ِإ َّ َ א َכ
َْْ َ ْ ُ َ ُ ُ אم ِא ْ َْز َ م َכא ُ ا
ُ َ ْ ْ َو َכ َ ا ا، ْ َ ْ َ َ ُ ْ َ ا אن
2 Taberî, Câmiu’l-beyân, IX, 512:
Hak Dini Kur’an Dili 529
ﻚ
َ ﻚ ﻟَﺒـﱠْﻴ
َ َ ﻟdiye i lâ-yı kelimetullâh ve i lân-ı hamd eden alınları ak, gönülleri
pâk mümtaz ve mübeccel bir ümmet-i Muhammed kıldım da ۪ ََو ِﻻُﺗِﻢَّ ﻧ ِ ْﻌﻤ
ً اﻻِ ْﺳ َﻼمَ ۪د
[ َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢel-Bakara 2/150] vaadini incaz ettim {ﻳﻨﺎ ُ }ورَ ۪ﺿ
ْ ﻴﺖ ﻟَﻜُ ُﻢ َ ve size
din olmak üzere İslâm’ı beğendim, ona razı oldum -ki indallah dîn-i marzî
başkası1 değil ancak odur- ve işte ta dâd olunan tahrîmât bu dîn-i ekmel
ve bu ni met-i tâmme ve bu İslâm cümlesindendir. Binâen aleyh [1569]
Müslümanlar bundan böyle başka teblîgāta muntazır olmayarak ve bu
hurmetlerin nesh olunabileceğini hatıra getirmeyerek bu din mûcebince
akidlerini îfâya ihtimam ve ni am-ı ilâhiye ile mütena im olmakta devam
etmelidir.
Ashâb-ı âsâr demişlerdir ki bugünden sonra Hazret-i Peygamber nihâyet
seksen bir veya seksen iki gün kadar mu ammer oldu ve ba demâ ahkâm-ı
şerîatta ne bir ziyade, ne bir nesh, ne bir tebdil vâki olmadı. Bununla
Hazret-i Peygamber’e vazîfe-i risâletin hitâmı ve binâen aleyh vefatının
tekarrubu ihbar edilmiş bulunuyordu. Rivayet olunuyor ki Hazret-i
Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem bu âyeti kıraat ettiği zaman ashâb-ı
kiram cidden ferahlanmış ve pek büyük sürurlar izhar etmişler ve fakat
Hazret-i Ebû Bekir ağlamış idi,2 sual olundukda “bu âyet Resûlullah’ın
vefatı tekarrub ettiğine delâlet ediyor” demiş ve bundan vazîfe-i teblîğin
hitâma erdiğini anlamıştı.3 Ve yine rivayet olunduğuna göre aynı mânayı
Hazret-i Ömer de idrak etmiş idi.4 Sûre-i Bakara’da beyan olunduğu üzere
ercah-ı rivâyete göre ِاﻪﻠﻟ
ّٰ َ ِﻮن ۪ﻓﻴﻪِ ا
َ ُﻣﺎ ﺗُ ْﺮ َﺟﻌ
ً [ َوﺍﺗ َّ ُﻘﻮﺍ ﻳ َ ْﻮ2/281] âyeti de bundan
sonra ertesi gün yevm-i nahrda, yani kurban bayramının birinci günü
nâzil olmuş ve seksen bir gün sonra irtihâl-i nebevî vukū bulmuştu.5
1 H: “başka”.
2 H +“ve”.
3 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 288:
ُ َّ ِ َ ُ ْ َ ّٰ َ ا
ِ أَ َא َ ْכ ٍ َر َّ ور ا ْ َ ِ َ ِإ
َ ُ ُّ ْ َ ُ وا ا
َُ ا ِ ًّ ا وأ ِ َ ِ َ َא َّ َ ا
ِِ
َ َ َ ْ َ َّ א َ َ أَ َ ه ا ِو ّٰ َ َّ ا ُ َّ َُر ِو َي أ
َ َ َّ َ َ ْ َ َ
ًِ אن َذ ِ َכ د ِ َ ا ْ َכ ََّ َ َ َ ْ ِ َو ّٰ ِل ا ِ َ َ ُ ِب و ِ ِه ا ْ َ ُ َ ُ ُّل ِ
َ כ
َ َ َ ،ا َّ َو ُال אل ِ َّإ َ ْ َ َ ْ َ ُ َّ ِ َ ّٰ َ َّ ا ر אة
ُ َ َ ْ َ َ :َ َ َאل ُ ْ َ َ َ َכ َ ُ ئ
.َ ِ َ ُه
ُْ ْ َ ْ َ
ِ
َْ ّ
ٍ ِ َ َ ِ َ ْ ِ ْ َ ِ ِه ا َ َ َ ْ ُ َو ِ ّ ِ ِّ ا ِ ْ ِ אل ِ َ َ َכ
َ
4 Taberî, Câmiu’l-beyân, IX, 519:
אل ا، כ، ا כ وذ כ م ا،« כ د כ »ا م أכ: א:أ אل ،ة אرون
. :! אل ءإ כ ، א إذ כ،د א أ כא أ ّא כ א ز אدة: א כ כ؟ אل: و ّٰ ا
5 Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân, II, 290:
532 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ِ
ﻴﻦَ ۪ﺎت َو َﻣﺎ َﻋﻠ َّْﻤ ُﺘ ْﻢ ﻣ َﻦ ا ْﻟ َﺠ َﻮﺍرِ ِح ُﻣﻜَﻠِّﺒ ۙ ُ َﻚ َﻣﺎذَٓا اُ ِﺣ َّﻞ ﻟ َُﻬ ْﻢ ۜ ُﻗ ْﻞ اُ ِﺣ َّﻞ ﻟَﻜُ ُﻢ اﻟﻄ َّ ّ ِﻴﺒ َ َ ﻳ َ ْﺴٔـَﻠُﻮﻧ
اﻪﻠﻟِ َﻋﻠ َ ْﻴﻪِ ۖ َوﺍﺗ َّ ُﻘﻮﺍ
ّٰ اﺳ َﻢ ْ ﻜ ْﻢ َوﺍ ْذכ ُُﺮوﺍ ُ ﻜﻠُﻮﺍ ِﻣﻤَّ ٓﺎ اَ ْﻣ َﺴ ْﻜ َﻦ َﻋﻠ َ ْﻴُ َاﻪﻠﻟُ ۘ ﻓ
ّٰ ﻜ ُﻢ ُ ﺗُﻌَﻠِّ ُﻤﻮﻧ َ ُﻬ َّﻦ ِﻣﻤَّﺎ َﻋﻠ ََّﻤ
ﺎب ِ
َ َﻳﻦ اُو۫ﺗُﻮﺍ ا ْﻟﻜﺘ َ ﺎم اﻟ َّ۪ﺬ
ُ َﺎت َوﻃ َﻌۜ ُ َ﴾ اَ ْﻟﻴَ ْﻮمَ اُ ِﺣ َّﻞ ﻟَﻜُ ُﻢ اﻟﻄ ّ َِّﻴﺒ٤﴿ ﺎب ِ اﻪﻠﻟ َ َﺳ ۪ﺮ ُﻊ ا ْﻟ ِﺤ َﺴ ّٰ اﻪﻠﻟ َ ۜ اِ َّن
ّٰ
ِ ِ َﺎت ِﻣ َﻦ ا ْﻟﻤ ْﺆ ِﻣﻨ
ﻳﻦ ُاو۫ﺗُﻮﺍ َ ﺎت ﻣ َﻦ اﻟ َّ۪ﺬ ُ َﺎت َوﺍ ْﻟ ُﻤ ْﺤ َﺼﻨ ُ ُ َﻜ ْﻢ ِﺣ ٌّﻞ ﻟ َُﻬ ْﻢ ۘ َوﺍ ْﻟ ُﻤ ْﺤ َﺼﻨ ُ َﻜ ْﻢ ۖ َوﻃ َﻌ
ُ ﺎﻣ ُ َ ِﺣ ٌّﻞ ﻟ
ﻴﻦ َو َﻻ ُﻣﺘ َّ ِﺨ ۪ﺬ ٓي اَ ْﺧ َﺪا ٍ ۜن ِ ِ ِ ِ
َ ﻮر ُﻫ َّﻦ ُﻣ ْﺤ ِﺼ ۪ﻨ
ِ
َ ﻴﻦ ﻏَ ْﻴ َﺮ ُﻣ َﺴﺎﻓ ۪ﺤ ُ ﺎب ﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒﻠﻜُ ْﻢ اذَٓا ٰاﺗ َ ْﻴ ُﺘ ُﻤ
َ ﻮﻫ َّﻦ اُ ُﺟ َ َا ْﻟﻜﺘ
﴾٥﴿ ۟ ﺎﺳ ۪ﺮ َﻦ ِ اﻻ ِٰﺧ َﺮ ِ ِﻣ َﻦ ا ْﻟ َﺨْ ﻂ َﻋ َﻤﻠ ُ ُﻪ ۘ َو ُﻫ َﻮ ﻓِﻲ َ ﻳﻤﺎ ِن ﻓَ َﻘ ْﺪ َﺣ ِﺒ ۪ ْ ِ َو َﻣ ْﻦ ﻳ َ ْﻜ ُﻔ ْﺮ ﺑ
َ ﺎﻻ
Meâl-i Şerîfi
Sana soruyorlar: Kendileri için helâl kılınan ne? De ki sizin için bü-
tün pâk nimetler helâl kılındı, alıştırarak ve Allah’ın size öğrettiğinden
1 H -“bugün”.
2 H: “zıd”.
534 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
şâmil olarak daha umûmî bir sual tasavvur edilmek lâzım gelir. O1 hâlde
her türlü şüpheyi ref ü def için:
{}ﻗ ْﻞ
ُ Yâ Muhammed, şöyle söyle: {ﺎت ُ َ }اُ ِﺣ َّﻞ ﻟَﻜُ ُﻢ اﻟﻄ َّ ّ ِﻴﺒSize tayyibât helâl
kılındı. A Habâis2 değil, nitekim ﺚ َ ِ ﺎت َو ُ َﺤ ّﺮِ ُم َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ُﻢ ا ْﻟ َﺨﺒَٓﺎﺋِ َﻳ ِﺤ ُّﻞ ﻟ َﻬ ُﻢ اﻟﻄ َِّﻴﺒ
ّ ُ ُ
3
[el-A râf 7/157] buyurulmuştur. Binâen aleyh İslâm midesine, İslâm
sofrasına pis şeyler değil hoş şeyler konmalıdır. Mukaddemâ dahi iş âr
olunduğu üzere “tayyib” lügatta “müstelez”, yani hazzedilen temiz ve
hoş şey demektir. Şübhe-i hurmet bulunmayan me’zûnun fîh olan helâle
de buna teşbîhen tayyib denilir. Zira mazarratı olmamak mânasında
birleşirler. İbn Cerîr Taberî gibi bazı müfessirîn burada “tayyibât”ı
helâller diye tefsir etmişlerse4 de “helâller helâl kılındı” demek rekîk bir
ifade olacağından ekser müfessirîn ve müctehidîn bunun “lezzet ve iştihâ
hissedilen temiz ve hoş şeyler” mânasına hamli vâcib [1574] olduğunu
göstermişlerdir.5 Binâen aleyh mâna “hoşa giden ve iştihâ hissedilen her
temiz şey size helâl kılındı” demektir. Fakat bundan herkesin her6 hoşuna
giden şeyin helâl olduğunu da zannetmemelidir. Muhakkaktır ki sû’-i
i tiyâd ile fıtrat ve ahlâkı bozulmuş kimselerin zevk u takdîrine itibar
yoktur. İbret, tab -ı selîmedir. Ve tayyibât ancak tab -ı selîm erbâbının
tiksinmeyip hoşlandıkları şeylerdir. Yoksa bâdiye halkı ve ıztırar içinde
yaşayanlar her nevi hayvânâtı hoşlanıp yiyebilirler. Gerçi ض ْ ِ ﻜ ْﻢ َﻣﺎ
ِ اﻻ َْر ُ َ َﺧﻠ َ َﻖ ﻟ
ً [ َﺟ ۪ﻤel-Bakara 2/29] medlûlünce ibâha asıldır. Ve bu umûma nazaran
ﻴﻌﺎ
insandan başka her hayvandan, her nebattan ve her şeyden ekl ile dahi
1 B: “Şu”.
2 B: “Habis”.
3 “…temiz hoş şeyleri kendileri için helâl, murdar şeyleri üzerlerine haram kılar…
4 Taberî, Câmiu’l-beyân, IX, 543:
: ا א وا آכ ؟ أכ א ا ي أ: أ א כ، א،כ :אؤه כ : אل أ
ّ א ُ ،כ ذ א ً أ כ ا אئ وأ أכ و ا ل ا ي أذن כ ر כ،«א »ا אت כ ِأ
. אع ا אئ و ا َכ ا،«ارح »ا
5 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, III, 456-457:
و כ. اا و «ت כ ا »أ:כ אل ؛ כ،ت ُ َ ِّ َّ ا: ْ ُ ُ ْ َ َ َאل
ا:אت
כ כ א כه أ . و ه، وا، وا، ا: אأ כ אب כ أن أ:א أ:ا
و ًא و. وا ّٰ أ، א أ כ ا אول אب א כ و כ أ،ي و،ح و،خ ا אول
. وا ّٰ أ، ه א כ و א כ א כ כ א و أن أ: آ
6 H -“her”.
Hak Dini Kur’an Dili 537
intifâ mubah olmak lâzım gelirdi. Fakat ﺚ َ ِ ﺎت َو ُ َﺤ ّﺮِ ُم َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ُﻢ ا ْﻟ َﺨﺒَٓﺎﺋِ َﻳ ِﺤ ُّﻞ ﻟ َﻬ ُﻢ اﻟﻄ َِّﻴﺒ
ّ ُ ُ
[el-A râf 7/157] medlûlü üzere bu umumdan habâis ihrâc edilerek hıll
tayyibâta tahsis olunmuş ve binâen aleyh ibâha-i asliyeyi takyid için bu
bir büyük esas ve bir kānûn-ı küllî olmuştur ki helâl ve haramın tâyininde
delîl-i mahsus bulunmadıkça buna müracaat olunur. Ve habâisi tefrik
etmeyenlerin zevkine itibar olunmaz. Câhiliye Arapları, bâlâda beyan
olunduğu üzere meyteyi1 veya meyte kabîlinden bir hayli şeyleri yedikleri
hâlde tayyibâttan olan en âmdan bazılarını Sûre-i En âm’da beyan
olunacağı üzere “bahîre”, “sâibe”, “vasîle”, “hâm” nâmlarıyla kendilerine
tahrim ederler, yemezlerdi. Bunların tayyib olduğuna2 hükmettikleri
hâlde bazı tevehhümâttan dolayı yemezlerdi, buna karşı tayyib olan her
şeyin helâl olduğu beyan olunmuş ve bu hüküm اﻪﻠﻟِ اﻟ َّ ۪ ٓ اَ ْﺧﺮَ َج ّٰ َ ﻗُ ْﻞ َﻣ ْﻦ َﺣﺮَّمَ ز۪ﻳﻨَﺔ
ِﺎت ِﻣ َﻦ اﻟﺮِ ْزق
ِ َﺎد ۪ه وﺍﻟﻄ َِّﻴﺒ
ِ ِ ِ
ّ ّ َ َ[ ﻟﻌﺒel-A râf 7/32] âyetiyle de tekid buyurulmuştur
3
1 H: “meyte”.
2 B: “olduklarına”.
3 “De ki: Allah’ın kulları için çıkardığı zîneti ve temiz hoş rızıkları kim haram etmiş?...”
4 H: “hâdisenin”.
538 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 M ve B -“Muharremât”.
2 H -“ekmek”.
540 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Ahkâm-ı Kur’an’da Ebû Bekr-i Râzî der ki: “İbn Abbas’tan, Ebu’d-
Derdâ’dan, Hasan ve Mücâhid ve İbrâhim ve Katâde ve Süddî’den rivayet
edilmiştir ki ﺎب ِﺣ ٌّﻞ ﻟَﻜُ ْﻢ ِ
َ َﻳﻦ اُو۫ﺗُﻮﺍ ا ْﻟﻜﺘ َ ﺎم اﻟ َّ۪ﺬ
ُ َ’وﻃ َﻌden
َ murad zebâihtir. Fi’l-vâki
zâhir de bunu iktizâ eder. Gerçi “taâm” lafzını umûmu üzere isti mâl
etsek gerek zebîhalarına ve gerek sâir taâmlarına şâmil olur. Fakat azher
olan bilhassa zebâih murad olunmaktır. Çünkü ekmek, zeytinyağı ve sâir
taâmların hükmü imal edenlerin husûsiyetiyle ihtilâf etmez. Bunlarda
mecûsî veya kitâbînin farkı olmadığında kimsenin şüphesi yoktur.
Muharremâtta zikr olunduğu üzere tezkiyesiz ölenlerin de gerek müslim
ve gerek kitâbî ve gerek mecûsî vesâire1 her kim tarafından öldürülmüş
olursa olsun haram olduğunda Müslümanların ihtilâfı yoktur. Şu hâlde
ُ َ ﺎب ِﺣ ٌّﻞ ﻟ
ﻜ ْﻢ ِ َ ﺎم اﻟ َّ ۪ﺬ
َ َﻳﻦ ُاو۫ﺗُﻮﺍ ا ْﻟﻜﺘ ُ َ ﻃ َﻌdiye bi’t-tahsîs ehl-i kitâbın taâmı ibâha
edilmekten murad bilhassa ihtilâf-ı edyân ile hükmü ihtilâf eden zebâihe
haml edilmek vâcib olur.”2 Yani [1578] fâide-i beyan bilhassa3 zebâih
ِ
itibariyle zâhirdir. Belli ki ﺎب َ َ ُاو۫ﺗُﻮﺍ ا ْﻟﻜﺘkitâbı olmayanlardan ihtirazdır.
Hâlbuki taâm hususunda ehl-i kitab ile diğerlerinin farkı4 ancak zebâih
ve av meselelerindedir. Ehl-i kitâbın meytesine, domuz etine ve şarabına
varıncaya kadar her taâmı helâl olmadığı, muharremâttan bulunduğu
gibi kitâbı olmayanların her taâmı haram olmadığı da mâlumdur.
Binâen aleyh ehl-i kitâbı tahsis ederek diğerlerinden ihtiraz eden bu
ibâha-i mahsûsanın fâidesi ancak zebâihte zâhirdir. Demek ki taâm,
tayyibâttan olmak şartıyla umûmu üzre ibkā olunsa dahi nokta-i nazar ve
hedef-i beyan bihassa ehl-i kitâbın kestikleri ve avladıkları helâl olduğunu
göstermek ve bu suretle zekât için diyanet yani müslim veya ehl-i kitab
olmak şart bulunduğunu anlatmaktır. Ma amâfîh ﺎب ِ ِ َذﺑِ ﱠ
َ َﻳﻦ أُوﺗُﻮا اﻟْﻜﺘ
َ ﻴﺤﺔُ اﻟﺬ
َ
denilmiş olsa idi, o zaman sâir taâmlarının hurmeti şüphesi hâsıl olacak
ve mütekābilen it âm-ı ta âmın1 cevâzı anlaşılamayacaktı, bunun için
yine “taâm” lafzını tayyibâttan olmak şartıyla zebâih vesâireden e am
olmak üzere asl-ı mefhûmuyla mülâhaza etmek ve ancak ehl-i kitâbın
diğerlerinden farkı zebâih itibariyle olduğunu da mâ-sîka-leh olarak
anlamak, yani zebâihin hıllini dâl bi’l-ibâre, diğerlerinin hıllini dâl bi’l-
işâre olarak ahz etmek lâzım gelecektir. Ve bundan dolayıdır ki Ebû Bekir
Râzî zebâih hakkında “azher” tâbirini kullanmıştır. Şunu da unutmamak
lâzım gelir ki ِاﻪﻠﻟ
ّٰ ِ ْ َ َﻣٓﺎ اُﻫِ َّﻞ ﻟِﻐsûret-i mutlakada haram idi. Ehl-i kitab
ise zâhirde tevhid iddia ettiklerinden dolayı zâhir-i hâllerine nazaran
zebîhalarında Allah’tan başkasının nâmını ilan etmezler demektir.
Binâen aleyh bir Yahudî veya Nasrânînin kestiğini acaba ne nâm ile kesti
diye tedkike kalkışmayarak ve zâhir-i hâlleriyle iktifâ ederek yemek câizdir.
Fakat bir Nasrânînin meselâ bir koyunu2 keserken veya ava köpeğini
salarken “Mesih’in nâmına” dediğini bizzat duyan bir Müslümanın da o
koyundan veya avdan yemesi câiz olmaz. Çünkü [1579] bunun ِ ْ ََﻣٓﺎ اُﻫِ َّﻞ ﻟِﻐ
ِاﻪﻠﻟ
ّٰ olduğu şüphesiz bir surette mâlumu olmuştur. Ehl-i kitâbın zâhir-i
3
ِ
olan muhsaneler, yani hürre ve afîfe kadınlar ve kızlar dahi {ﻮﻫ َّﻦ ُ اذَٓا ٰاﺗ َ ْﻴﺘُ ُﻤ
ِ
َ ﻮر ُﻫ َّﻦ ُﻣ ْﺤ ِﺼ ۪ﻨ
َ } ُا ُﺟıhsan ederek, yani taht-ı nikâhınıza alarak {َ }ﻏَ ْ َ ُﻣ َﺴﺎﻓ ۪ﺤne
sifah ile açıktan {}و َﻻ ُﻣﺘ َّ ِﺨ ۪ﺬ ٓي اَ ْﺧ َﺪا ٍن
َ ne de dost tutmak suretiyle gizlice zina
etmeyerek ücretleri olan mehirlerini kendilerine verdiğiniz takdirde sizin
için helâldirler.
Görülüyor ki taâm hususunda iki taraftan müsaade gösterilmiş,
Müslümanlara hem ehl-i kitâbın taâmlarını yemek hem de ehl-i
kitâba Müslüman taâmını it âm etmek suretiyle mütekābilen alış
veriş helâl kılınmış, fakat nikâh husûsunda bu hıll bir tarafa kasr
edilmiş, yalnız Müslümanların ehl-i kitabdan iffet dairesinde nikâh ile
kadın almaları tahlîl ve bununla mukaddemâ Sûre-i Bakara’da geçen
ﺎت َﺣ ّٰ ﻳُ ْﺆ ِﻣ َّﻦ
ِ َ[ َو َﻻ ﺗ َ ْﻨ ِﻜﺤﻮﺍ ا ْﻟﻤ ْﺸﺮِﻛ2/221] nehyi1 ehl-i kitab kadınları hakkında
ُ ُ
nesh olunmuş ve mütekābilen Müslüman kadınlarının ehl-i kitâba
tezvîcine asla müsaade olunmamış, bu cihet hurmet-i asliye ve sâbıka
üzerine ibkā edilmiştir. [1580] Evvelemirde ض ْ ِ ُﻫﻮَ اﻟ َّ۪ﺬي َﺧﻠ َ َﻖ ﻟَﻜُ ْﻢ َﻣﺎ
ِ اﻻ َْر
ﻴﻌﺎ ً [ َﺟ ۪ﻤel-Bakara 2/29] âyetinde beyan olunduğu üzere nüfûs-ı insâniye
ve ırz mesâilinde ibâha değil hurmet asıldır. Sâniyen bu hurmet-i
asliye ve ezeliye [ َو َﻻ ﺗُ ْﻨ ِﻜ ُﺤﻮﺍ ا ْﻟ ُﻤ ْﺸﺮِ ۪ﻛ َ َﺣ ّٰ ﻳُ ْﺆ ِﻣﻨُﻮﺍel-Bakara 2/221] nehyi
ile tekid ve takrir olunmuştur (bak). Sâlisen Sûre-i Nisâ’da ُاﻪﻠﻟ ّٰ َوﻟ َْﻦ ﻳ َ ْﺠﻌَ َﻞ
ِ ِ ِ
ﻴﻼ ً ۪[ ﻟ ْﻠﻜَﺎﻓ ۪ﺮ َﻦ َﻋ َ ا ْﻟ ُﻤ ْﺆﻣ ۪ﻨ َ َﺳﺒ4/141] ile bu hurmet ve nehiy daha umûmî
surette tavzih de kılınmıştır. Râbi an bütün helâllerin telhis ve beyan
olunduğu bu âyette taâm her iki taraftan tahlîl edilerek nikâh için de
bu ma rız-ı beyan açılmış olduğu hâlde ehl-i kitabdan kadın almanın
Müslümanlara hılli beyan olunmuş ve aksinden sükut edilmiştir ki
bunda “beyân-ı zarûret” denilen bir kasr vardır. Ve bu suretle Müslüman
kadınlarının ehl-i kitâba tezvîci asla mevzû -i bahis olamayacağı ihtar
edilmiş ve hurmet-i asliye ve sâbıka üçüncü defa olarak takrir ve tevsik
olunmuştur. Pek vâzıh olan ve2 asr-ı saadetten beri icmâ -ı ümmet
1 B -“nehyi”.
2 B -“ve”.
Hak Dini Kur’an Dili 543
1 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, II, 396; Zeyla î, Nasbu’r-râye, III, 170. Krş. Muvatta’, Zekât, 42; Ebû Yûsuf,
el-Harâc, s. 79, 143, 225.
2 H: “kadın ve taâm”.
3 B: “ Ukūd ve uhûd-i”.
Hak Dini Kur’an Dili 545
Meâl-i Şerîfi
Ey o bütün iman edenler! Namaza kalkacağınız vakit yüzlerinizi ve
dirseklere kadar ellerinizi ve başlarınıza mesh [1583] edip her iki to-
puğa kadar ayaklarınızı yıkayın. Cünübseniz tastamam yıkanın. Eğer
hasta veya seferde olursunuz1 veya biriniz hâcet yerinden gelir veya
kadınlara dokunursunuz da suya gücünüz yetmezse o vakit de temiz
bir toprağa teyemmüm edin; niyetle ondan yüzlerinize ve ellerinize
mesh eyleyin, Allah’ın murâdı sizi sıkıntıya koşmak değil velâkin O sizi
pampâk etmek ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak istiyor ki şükre-
desiniz2 (6). Allah’ın üzerinizdeki nimetini ve sizi َﺳ ِﻤ ْﻌﻨَﺎ َوﺍَﻃ َْﻌﻨَﺎdediğiniz
vakit bağladığı mîsâkını unutmayın. Allah’tan korkun, çünkü Allah
bütün sînelerin künhünü3 bilir (7).
1 B: “teyemmüm”.
2 Buhârî, Teyemmüm, 1; Müslim, Hayz, 108:
َ َّ ِإ َذا ُכ َّא، َ ْ َא َ َ َر ُ ِل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو َ َّ ِ َ ْ ِ أَ ْ َ אرِ ِه: ْ َ َ א، َّ َ َ ْ َ ِאئ َ َ َز ْو ِج ا َّ ِ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو
َ ْ َ َ ْ ّ
ٍ
َ َ َ ،אء َ ِ ِ ِ ِ ِ َ ِ ِ ِ ِ َ ِ
َ َ َ אس َ َ ُ َو َ ْ ُ ا ُ َّ אم ا
َ َ َوأ، אم َر ُ ُل ا ّٰ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو َ َّ َ َ َ ا َ א َ َ َ ، ٌ ْ َ َ َ ْ ِא ْ َ ْ َ اء أ ْو ِ َ ات ا َ ْ ا
ٍ،אس و َ ا َ אء ِ ِل ا ّٰ ِ َّ ا ّٰ َ ِ و َّ وا َ ِ َ ِ ِ َ
َ َ ُْ َ َّ َ َ َ َ ْ َ ُ َ ُ َ ِ ْ َ أ َ َ َ ى َ א َ َ َ ْ َ אئ َ ُ؟ أ َ א: َ َ א ُ ا، ِ ّ ّ אس ِإ َ أ ِ َ ْכ ٍ ا ُ َّ ا
ُّٰ َ َ ْ ِ َر ُ َل ا ّٰ ِ َ َّ ا: َ َ َאل،אم َ َ ْ َ ي ِ ِ َ َ
َ ُ ْ َ َ َאء أَ ُ َ ْכ ٍ ور ُل ا ّٰ ِ َّ ا ّٰ َ َ ِ و َّ وا ِ ر،אء
أ
َ َ ٌ َ َ َ َ ْ ُ َ ُ َ َ ٌ َ ْ َ َ َ ْ َ َو
ُ
َ א َ َאء ا ّٰ ُ أَ ْن َ ُ َل َو َ َ َ َ ْ ُ ُ ِ ِ ِ ِه: َو َ َאل، ٍ َ َ א َ ِ أَ ُ َ ْכ:ُ َ َ َ א َ ْ َ ِאئ،אء و ، ٍ
אء ا ِ
َ َ ُ
ٌ َ ْ َ َ َ ْ َ َ َ َ َ ُ ْ َ َ َّ َ َ ْ َو َ َّ َ َوا
َ و ،אس
و ِ ا ِ ِ ِ ِ ِ ِ
אم ر ل ا،َ ا َّ َ ُّ ك ِإ َّ َ َכא ُن َر ُ ل ا ّٰ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ َو َ َّ َ َ َ ي ِ ِ ِ ِ ِ ِ
َ َّ َ َ ْ َ َ ُ ّٰ َّ َ ّٰ ُ ُ َ َ َ َ َ ْ ُ َ ْ َ َ َ ، َ َא
ِ َ ْ َא ا: َ َ א، ٍ آل أَ ِ ْכ ِ ِ
َ ِ َ َّول َ َ َכ ُכ ْ َא ِ א:ِ ا ُ َ َ َאل أ،ا ِ َ ٍ َ ِ
َ َ ََ ْ َ َ َ ْ َ ُ ُ ْ َُْ ُ َّ َ َ َ ُّ َ َّ َ ْ َ َل ا ّٰ ُ آ َ َ ا،َ أ ْ َ َ َ َ َ ْ ِ َ אء
. ُ َ ْ َ َ ْ ِ َ َ َ َא ا، ِ َ َ ُ ْ ا َّ ِ ي ُכ
ْ ْ
3 M ve B -“için”.
4 Taberî, Câmiu’l-beyân, X, 22. Krş. Buhârî, Teyemmüm, 3:
و،כ א إذا أراق ا ل כ و ّٰ ا ّٰ כאن ر ل ا:أ אل ،اء ا ّٰ ا
א؟ د כ و،כ א כ כ، ّٰ א ر ل ا: א.ة ئ כ ،א د
. ة« ا إ ا آ ا إذا »אأ אا: آ ا :אل
5 Ebû Hayyân, el-Bahru’l-muhît, IV, 186:
َ َو َ ُ َכ ِّ ُ أَ َ ً ا َو،ِإ َّ َ َ ُو ُ ٍء ً َ َ ُ َ ْ َ َ אنَ َ ً ِ َّ ُ ِل ِ َ َّ ُ َכ ْ ِإ َّ َ א َ َ َ ْ ُر: ِ َ ِ َ ا َّ َ א َ ُ َو َ َאل َ ْ َ َ ُ ْ ُ ا ْ َ ْ ِ َو
ِ ْ َ ْا ِِ ون אئ ِ ِ ِ ْ ِ َ ُ ُ ا ّٰ ُ أَ َّن ا ْ ُ ُ َء ِإ َّ َ א َ ِ
.אل َ َ َ َ ا ْ َ אم ِإ َ ا َّ َ ة َ َ ْ ُد َ َ ْ َ ،َ ُ ُّد َ َ ً א َ َ َ ْ ِ َذ َכ
6 H, M ve B: “bunun”.
Hak Dini Kur’an Dili 547
1 B -“Muhammed”.
2 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 305:
أَ َّن ا ْ َ ا ِ َ ِ ِ َ א: ِ ِ ِ َوأَ ِ َ ْ َ ٍ ُ َ َّ ِ ْ ِ َ ِ ٍ ا ْ א ِ ْ َّ אس َوأَ َ ِ ْ ِ َ א ِ ٍכ َو ِ ْכ ِ َ َ َوا ٍ ِ َْ ِ ا َ ْ ِ ِ ِه ِ אل ُ َّ َ ْ ا َ َََ
َ ّ ّ َّ َ
ِ ِ َ ُ ْر ا
ِ ِّ َ ُ ْ אء َوا ِ ِّ ِ َ ا ِ ِاْ ِ א
ُ ْ َ ْ َ ِ ُ ا: ُّ َو َ َאل َد ُاو ُد ا ْ َ ْ َ َ א، ُ ْ َ ْ َ ْ ُ ُ َ א ا :َ َ ُ ُ ْ ُ אل
َ َ وَ . َ َّ َ ُ َ ْ َ َُ َو، ُ ْ َ ْ ا
. ِ ْ َ ْ ا ْ ُ َכ َّ ُ ُ َ َ َ ا ْ َ ْ ِ َوا:ْ ُ َ ِ ٍ ا َّ ِ ُّي ُ َّ َ ُ َو َ َאل ا ْ َ َ ُ ا ْ َ ْ ِ ُّي َو. ِ َّ ِ ْ َّ ا ِ ِ أَ ِئ ِّ َ ْ ِ ِ ِ َ ْ ُل ا َّא
ْ ٌ َّ َ َّ ْ َ ُ َ ْ َ ُ َ א َو
548 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ﻳُ ۪ﺮ ُﺪ ﻟ ِ ُﻴﻄ َّﻬِ َﺮﻛُ ْﻢdiye beyan olunan hikmet-i tahârete kat iyyen münâfî
bulunduğu ve hele yıkanmamış kirli ayaklarla camilere girmenin taharet
şöyle dursun, alelâde nezâfet ile bile kābil-i tevfîk olmadığı âşikârdır.
Nitekim ayaklarını güzelce yıkamamış ve ökçelerinde biraz kuruluk
kalmış olanlar hakkında Resûlullah “ﺎب ِﻣ َﻦ اﻟﻨﱠﺎ ِر ِ وﻳْﻞ ﻟِ ْﻸ َْﻋ َﻘ: vay şu ökçelerin
ٌ َ
ateşten hâline!” buyurmuş ve tekrar yıkanmasını emretmiştir.1 Bir de
murad mesh olsa idi ﻜ ْﻢ ُ َوﺍ َ ْر ُﺟﻠdemek kâfi olur, ِ ْ َاِ َ ا ْﻟﻜَ ْﻌﺒ
ُ ﺑ ِ ُﺮ ُؤ۫ ِﺳgibi sadece2 ﻜ ْﻢ
kaydına hiç de lüzum kalmazdı. Bu da esâs-ı farzın yıkamak olduğunu
ve meshin buna ibtinâ etmesi lâzım geldiğini iş âr eder. Hâsılı ayaklar
hakkında yıkamak emri muhkem, mesh emri mücmeldir, ve sünnet-i
seniyye ile beyan olmuştur.
ِ
ِ اَو ﻟ َٰﻤﺴ ُﺘ ُﻢTıpkı Sûre-i Nisâ’daki gibi اﻟﻨﺴٓﺎء
َاﻟﻨ َﺴٓﺎء
ّ ْ ْ َ َ ّ ﻟ ََﻤ ْﺴ ُﺘ ُﻢdahi okunmuştur
(Oraya bak).
ibarettir: Üç gasl bir mesh. İmam Şâfiî bunların tertîbi de dâhil olmak
ve bir de niyetsiz ibadet olamayacağı mülâhazasıyla niyet de hesâba
katılmak üzere altı, Ahmed b. Hanbel hazretleri de yüzde ağız ve burun
içlerinin dahi dâhil olduğu mülâhazasıyla mazmaza ve istinşâkı da idhâl
edip sekiz saymıştır. Hanefiyyece ise, niyet, tertib, mazmaza, istinşak
sünnettir. Ve abdestin daha birtakım sünnetleri ve âdâbı vardır ki bunları
mükemmildir, hepsinin başında besmele vardır. Âyetin zâhirine bakınca
her namaza kalkarken ayrıca bir abdest almak lâzım gibi görünür.
Bunun için Zâhiriyye her namaz için ayrıca bir abdestin farz olduğuna
kāil olmuşlardır. Ale’l-ekser Resûlullah’ın ve Hulefâ-i Râşidîn’in böyle
yaptıkları da muhakkaktır. Fakat bunlar farz değil, sünnettirler. Çünkü
feth-i Mekke günü Resûlullah beş vakit namazı bir abdest ile kılmış,
Hazret-i Ömer de “yâ Resûlallah bundan evvel yapmadığın bir şey
yaptın” demiş, cevâbında “ amden yaptım yâ Ömer” buyurulmuş olduğu
da rivâyeten sâbittir1 ki bu amd ile cevaz gösterilmiştir. Sonra âyetin
tamamıyla zâhirine bakılacak olursa abdestin ancak namaza kalkıldığı
zaman alınabilmesi lâzım gelecek ve binâen aleyh otururken abdest alıp
da namaza kalkmak dahi kifayet etmeyecektir. Buna ise Zâhiriyye dahi
kāil olmamıştır. Demek olur ki bu noktada âyetin zâhiri murad olmadığı
müttefekun aleyh bulunduğundan gerek delâlet-i hâl ve gerek teyemmüm
fıkralarında hadesin tasrîhi karîneleriyle âyetin ıtlâkı ya hitâbı abdesti
ِ
olmayanlara tahsis veya ﲔ َ إِ َذا ﻗُ ْﻤﺘُ ْﻢ ُْﳏ َﺪﺛyani abdestiniz olmadığı hâlde
namaza kalktığınız vakit mânasıyla takyid olunarak tefsir edilmek lâzım
gelir. Ve o hâlde abdestin sebeb-i vücûbu mutlak irâde-i salât değil,
hades şartıyla irâde-i salât demek olur ki cumhûrun kavli de budur.
Sonra şâyân-ı dikkattir ki2 ﻜ ْﻢ ُ َو ْاﻣ َﺴ ُﺤﻮا ُرُؤ َﺳdeğil, “bâ” ile ﺍﻣ َﺴ ُﺤﻮﺍ ﺑ ِ ُﺮ ُؤ۫ ِﺳ ُﻜ ْﻢ
ْ َو
buyurulmuştur. Bu ise “başınızla mesh ediniz” demek gibidir. Nasıl ki
“mendili sildim” demekle “mendil ile [1587] sildim” demek arasında fark
1 Müslim, Tahâret, 86; Ebû Dâvûd, Tahâret, 66/172; Tirmizî, Tahâret, 45/61; Nesâî, Tahâret, 101:
ُ َّ ِ َ َ َאل
ْ َ َ َ َ َ َو، ٍ ِ ات َ ْ َم ا ْ َ ْ ِ ِ ُ ُ ٍء َوا
ِ َ َّ ا
َ َّ
ِ
َ َ َّ َ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو ِ أَن ا، ِ ِ َ َ ْ أ،אن ْ ِ ُ ْ َ َة
َّ َّ َّ َ َ َ َْ ُ ْ َ
. َ ُ َ ْ ً ا َ َ ْ ُ ُ َא: َ َאل، ُ َُ ْ َ ْ َ َ ْ َ َ ْ َ ا ْ َ ْ َم َ ْ ًئא َ ْ َ ُכ: ُ َ ُ ُ َ
ُ
2 H -“ki”.
550 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
yani rüyada veya yakazada dıfk ile inzâl-i meni veya inzal olmasa bile
iltikā-yı hitâneyn olmuş ise { }ﻓَﺎﻃ َّﻬ َّ ُﺮوﺍtetahhur ediniz; kendinizi baştan
tırnağa tamamen yıkayıp temizleyiniz, guslediniz A ki Sûre-i Nisâ’da
[ َﺣ ّٰ ﺗ َ ْﻐﺘَ ِﺴﻠُﻮﺍ4/43] diye iğtisal ile tâbir buyurulmuştu. Burada tekellüf
sîgasıyla “tetahhur” denilmiş ve iğtisalde mübalağa edilmesi lüzûmu
gösterilmiştir. Bunun için haraca varmamak üzere mümkin olan her taraf
yıkanmalı ve hatta ağız burun içleri bile yıkanmalıdır. Abdestte sünnet
olan mazmaza ve istinşak gusülde farzdır.
Lâkin bu gusül ve o abdest mazeret bulunmadığı takdirdedir {َو ِﺍ ْن ﻛُ ْﻨﺘُ ْﻢ
ٰ }ﻣ ْﺮَ ve eğer hasta olur {ٍ }اَ ْو َﻋ ٰ َﺳﻔَﺮveya sefer üzerinde bulunur {َاَ ْو َﺟٓﺎء
ِ }اَ َﺣ ٌﺪ ِﻣ ْﻨﻜُ ْﻢ ِﻣ َﻦ ا ْﻟﻐَ ٓﺎﺋِﻂveya herhangi biriniz helâdan gelir {اﻟﻨﺴٓﺎء ِ
َ َ ّ }اَ ْو ﻟ َٰﻤ ْﺴ ُﺘ ُﻢ
veya kadına dokunur1 da {ً }ﻓَﻠ َ ْﻢ ﺗ َ ِﺠ ُﺪوﺍ َﻣٓﺎءbir su bulamazsanız A yani ya
taharriyyât-ı lâzimeden sonra hakikaten bulamaz, veya hastalık veya
sefer mâni -i taharrî veya mâni -i isti mâl olduğundan dolayı taharrîye
veya isti mâle kudret ü çare bulamazsanız o zaman abdest veya gusül
yerine {ﺒﺎ ً ﺻ ۪ﻌ
ً ﻴﺪا ﻃ ّ َِﻴ َ }ﻓَﺘَﻴَﻤَّ ُﻤﻮﺍhoş ve temiz bir sa îde teyemmüm ediniz.
Niyet eyleyiniz de {ُﺎﻣ َﺴ ُﺤﻮﺍ ﺑ ِ ُﻮ ُﺟﻮﻫِﻜُ ْﻢ َوﺍ َ ْﻳ ۪ﺪﻳﻜُ ْﻢ ِﻣ ْﻨﻪ
ْ َ }ﻓo sa îdden yüzlerinize ve
kollarınıza mesh ediniz. A Maraz veya sefer kayıtları suyu bulmaya veya
kullanmaya mâni olan özürleri, helâdan gelmek veya kadına dokunmak
da abdesti veya guslü îcab eden sebepleri, suyu bulamamak da bunların
yerine teyemmümün [1589] şart-ı sıhhatini göstermektedir. Bedîhîdir
ki helâdan gelmek bedenden bir necasetin çıkmasından kinayedir ki
lisânımızda “abdest bozmak” tâbir olunur. İnde’l-Hanefiyye böyledir.
Fakat İmam Şâfiî sebîleynden çıkması demiş, İmam Mâlik de sebîleynden
çıkması mutad olan necesler demiştir.
Sûre-i Nisâ âyetinde teyemmümün, sa îdin mânaları ve daha bazı
îzâhât geçmiş olduğundan oraya bakınız. Burada fazla olarak ِﻣ ْﻨ ُﻪkaydı
zikredilmiş ve bu suretle teyemmümde mücerred kast ve niyet ile mesh
kifayet etmeyip sa îde temas etmek de lâzım olduğu iş âr olunmuştur. ِﻣ ْﻦ
İbtidâ veya teb îz olmak muhtemildir. İbtidâ olduğuna göre elin sa îde
1 M ve B: “dokunursunuz”.
552 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 M ve B: “ihtilâfın”.
2 “…Celâlim hakkı için, şükrederseniz elbette size artırırım…”
Hak Dini Kur’an Dili 553
ُاﻪﻠﻟ
ّٰ ﴾ َو َﻋ َﺪ٨﴿ ﻮن َ ُ ﻴﺮ ﺑ ِ َﻤﺎ ﺗ َ ْﻌ َﻤﻠ ّٰ اﻪﻠﻟ َ ۜ اِ َّن
ٌ ۪اﻪﻠﻟ َ َﺧﺒ ّٰ ى َوﺍﺗ َّ ُﻘﻮﺍ ِ ﺗَﻌ ِﺪﻟُﻮﺍ ۜ اِﻋ ِﺪﻟُﻮﺍ ۠ ﻫﻮ اَ ْﻗﺮ
ۘ ب ﻟﻠﺘ َّ ْﻘ ٰﻮ ُ َ َُ ْ ْ
ٌ ﺎت ﻟ َُﻬ ْﻢ َﻣ ْﻐ ِﻔ َﺮ ٌ َوﺍ َ ْﺟ ٌﺮ َﻋ ۪ﻈ ِ ِ ِ
َ ﴾ َوﺍﻟ َّ۪ﺬ٩﴿ ﻴﻢ
ﻳﻦ ﻛَﻔَ ُﺮوﺍ َوﻛَﺬَّﺑُﻮﺍ ۙ اﻟﺼﺎﻟ َﺤ َّ ﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ َو َﻋﻤﻠُﻮﺍَ اﻟ َّ ۪ﺬ
﴾١٠﴿ ﺎب ا ْﻟ َﺠ ۪ﺤﻴ ِﻢ ُ ﻚ اَ ْﺻ َﺤ َ ﺑِﺎٰﻳَﺎﺗِﻨَ ٓﺎ ُاو۬ﻟٰ ٓ ِﺌ
Meâl-i Şerîfi
Ey o bütün iman edenler! Allah için duran hâkimler, adalet numûne-
si şâhidler olunuz ve sakın bir kavme buğzunuz sizi adaletsizliğe sevk
etmesin. Adalet edin, takvâya en yakın olan odur. Allah’tan korkun,
Hak Dini Kur’an Dili 555
1 H -“Ve”.
2 M ve B: “ibarettir”.
3 B: “ettirmektir”.
4 B -“adâvet ve nefret mevâki inde adl ü hakkāniyeti gözetmek”.
556 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
hak şâhidi olunuz, icrâ-yı adalette numûne-i imtisal olunuz {َو َﻻ ﻳ َ ْﺠﺮِ َﻣﻨَّﻜُ ْﻢ
} َﺷﻨَﺎ ُٰن ﻗَ ْﻮ ٍم َﻋ ٰ ٓ اَ َّﻻ ﺗ َ ْﻌ ِﺪﻟُﻮﺍve bir kavme şiddetle buğzunuz veya onların size
buğz u adâveti sizi adaletsizliğe sevk etmesin. A Binâen aleyh haklarında
doğru [1594] şehâdet ve âdilâne hükmetmemeye veya müsle, kazf, gayr-i
muhâribleri katl, nakz-ı ahd vesâire gibi helâl olmayan şeyleri irtikâb ile
cevr ü ta addî yapmaya, günaha sokmaya sebep olmasın. {ب ِ ِ
ُ ا ْﻋﺪﻟُﻮﺍ ۠ ُﻫ َﻮ اَ ْﻗ َﺮ
}ﻟِﻠﺘ َّ ْﻘ ٰﻮىAdalet yapınız ki adl takvâya akrebdir. Allah’ın vikāyesine girmek
için en yakın vasıtadır. A Artık siyâset-i hâriciyede düşman olan kâfirler
hakkında adalet bu derece ehemmiyetle vâcib olunca siyâset-i dâhiliyede
ve müslimîn hakkında icrâ-yı adaletin ne büyük bir farîza olduğunu ve1
Sûre-i Nisâ âyetine ne kadar itina etmek lâzım geldiğini kıyas ediniz.
Evet, adalet böyle yüksek ve takvâya en yakın bir vazifedir. Lâkin ayn-ı
takvâ da değildir. Bunun için adalet yapınız {َ اﻪﻠﻟ ّٰ }وﺍﺗ َّ ُﻘﻮﺍ
َ ve Allah’a ittikā
ediniz; maksad-ı aksâ budur. Bütün felâh, bütün iş bundadır. Allah’tan
korkmayan adalet de yapamaz. Binâen aleyh Allah’ın evâmir u ahkâmına
muhalefetten sakınıp vikāyetullâha giriniz. Çünkü {ﻮن َ ُ اﻪﻠﻟ َ َﺧﺒ۪ ٌ ﺑ ِ َﻤﺎ ﺗ َ ْﻌ َﻤﻠ ّٰ }اِ َّن
dur; iyi veya kötü, hiçbir amelden gaflet etmez ve hiçbirini hükümsüz
bırakmaz.
ِ ﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ َو َﻋ ِﻤﻠُﻮﺍ اﻟﺼﺎﻟ ِ َﺤ
{ﺎت َ اﻪﻠﻟُ اﻟ َّ۪ﺬ
ّٰ }و َﻋ َﺪ
َ O her amele habîr olan Allah, iman
َّ
edip tahâret ü salât, adl ü takvâ gibi sâlih ameller yapan ve akidlerini îfâ
eden kimselere şöyle vaad etti:
1 H -“ve”.
2 B: “emirleri”.
3 M ve B: “ya”.
Hak Dini Kur’an Dili 557
Meâl-i Şerîfi
Ey o bütün iman edenler! Anın Allah’ın üzerinizdeki o nimetini ki bir
vakit size bir kavim el uzatmayı kurmuştu da O bunların ellerini size
dokunmaktan menʿ etmişti. Siz hep Allah’a korunun ve mü’minler yal-
nız1 Allah’a dayansınlar (11).
Bunun sebeb-i nüzûlünde biri umûmî, biri de hususî olmak üzere iki
vecih mervîdir:
1. İbtidâ-yı emirde müşrikler gālib ve kāhir, Müslümanlar ise mağlub
ve makhur idiler. Müşrikler mütemâdiyen Müslümanları2 belâya
sokmak, basmak, öldürmek, yağmalamak istiyorlar, Allah teâlâ da
onları maksadlarından men ediyor, Müslümanları vikāye eyliyordu.
Bu suretle az zaman içinde İslâm kuvvetlendi, Müslümanların şevketi
büyüdü ve müşriklerin elleri kırıldı. İşte burada bu ni met-i halâs
tezkir edilmiştir.3
[1596] 2. Bir vâkı a-i4 mahsûsayı tezkir etmiştir. İbn Abbas, Kelbî5 ve
Mukātil’in beyanlarına göre Hazret-i Peygamber Benî Âmir’e bir
seriyye göndermişti, Bi’r-i Ma ûne’de hepsi şehit olmuşlar, ancak bir
1 H: “artık”.
2 H +“el uzatmak”.
3 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 321:
ْ َ َ َو، َ ِ ُ ْ َ َ ِ َوا ْ ُ ْ ِ ِ َ َכא ُ ا َ ْ ُ ر، َ ِ ِ أَ َّن ا ْ ُ ْ ِ ِכ َ ِ أَ َّو ِل ا ْ َ ْ ِ َכא ُ ا َ א: ا ْ ََّو ُل:אن ِ ِ ِِ ِ ِ
َ ْ َ َ ِ ُ ُ ول َ ه ا ْ َ َو
אن َ ْ َ ُ ُ َ ْ َ ْ ُ ِ ِ ِإ َ أَ ْن َ ِ َي ا ْ ِ ْ َ ُم כ َ א وا ، ِ ِ ْ ِא ِ ا و ِ ْ ا و ِ
ء ا אع ِ
إ ون ِ ا َ أ ن כ ِ כאن ا
ْ ْ َ َ ََ ّٰ َ ُْ ْ َّ َ ْ َ َ َ َ َ َ َ ُ ُ ًَ َ ُ ْ ُْ َ َ
ْ
ِ ْ َ ْ »ا ْذ ُכ ُ وا ِ ْ َ َ ا ّٰ ِ َ َ ْ ُכ ْ ِإ ْذ َ َّ َ ْ ٌم« َو ُ َ ا ْ ُ ْ ِ ُכ َن »أَ ْن َ ْ ُ ُ ا ِإ َ ْ ُכ ْ أَ ْ ِ َ ُ ْ « ِא: אل א َو َ ُ َ ْ َ ْ َכ ُ ا
َو ِ ْ ُ َ َ ا ا ْ ِ ْ َ ِאم ا ْ َ ِ ِ ُ ِ ُ َ َ ُכ أَ ْن َ َّ ُ ا،َوا َّ ْ ِ َوا َّ ْ ِ » َ َכ َّ « ا ّٰ َ َ א َ ِ ُ ْ ِ ِ َو َر ْ َ ِ ِ أَ ْ ِ َي ا ْ ُכ َّ אرِ َ ْ ُכ أَ ُّ َ א ا ْ ُ ْ ِ ُ َن
ْ ْ ْ
َو َ َ َ א ُ ا أَ َ ً ا، َ »وا َّ ُ ا ا ّٰ َ َو َ َ ا ّٰ ِ َ ْ َ َ َّכ ِ ا ْ ُ ْ ِ ُ َن« أَ ْي ُכ ُ ا ُ َ ا ِ ِ َ َ َ َא َ ِ ا ّٰ َ َ א ِ
َ : َ ُ َّ َ َאل َ َ א. ُ َ َ َ َ َ א َ ُ َو ُ َ א
َ
. אت ا ّٰ א ِ ِ ِإ َ א ِ َא
َ َ
4 B: “vak a-i”.
5 M ve B -“Kelbî”.
558 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 M: “Selimden”; B: “Selime’den”.
2 M: “Selim”; B: “Selime”.
3 B: “güzîn”.
4 H ve M: “olmak”.
5 B: “dediler”.
6 H: “verdiler”.
7 B: “yuvarlayıp”.
8 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 322. Krş. Taberî, Câmiu’l-beyân, X, 101-104:
ّٰ אن ا َّ ِ ُّ َ َّ ا َ َכ: ٌ ِ َو ُ َ א אس وا כٍ אل ا: ا ْ َول: أَ َّن َ ِ ِه ا ْ َ َ َ َ َ ْ ِ َوا ِ َ ٍ َ א َّ ٍ ُ ِ ِ ُو ُ ٌه: ِ ا ْ َ ْ ُ ا َّא
ُّ ِ ْ َ ْ َ َّ َ ُ ْ َ َ ُ َّ َّ
ِِ َّ َ َف ُ َ َوآ َ َ َ ُ ِإ َ ا َو ْا، أَ َ ُ ُ َ ْ و ْ ُ أُ َ َ ا َّ ْ ِ ي: ٍ َ َ َ َ َ َ َّ َ َ ِ َو َ َّ َ َ َ َ ِ َّ ً ِإ َ َ ِ َ א ِ ٍ َ ُ ِ ُ ا ِ ِْئ ِ َ ُ َ َ ِإ
ّ ُ َ َّ ُ ْ َ ْ
Hak Dini Kur’an Dili 559
1 B -“içinizden”.
2 B: “tuttular”.
3 H: “Şânına kasem olsun ki Allah Benî İsrâil’den mîsak almıştı, içlerinden on iki nakīb göndermiştik
de buyurmuştu Allah: Haberiniz olsun Ben sizinle beraberim, celâlim hakkı için eğer namazı kılar,
zekâtı verir ve resullerime inanır, kendilerine kuvvetle yardım eder ve Allah’a karz-ı hasenle ikrâz
muâmelesi yaparsanız elbette tarafınızdan seyyiâtınızı keffâretlerim ve mutlak sizi altından nehirler
akar cennetlere korum. Bundan sonra da içinizden her kim nankörlük eder, küfre saparsa artık düz
yolun ortasında sapmış, kendini zâyi etmiş olur (12). Derken bu mîsaklarını nakz ettikleri içindir ki
Biz onları lânetledik ve kalblerini kaskatı ettik. Kelimeleri yerlerinden oynatarak tahrif ederler, ihtar
edildikleri hakikatlerden haz almayı unuttular, içlerinden pek azı müstesnâ olmak üzere onlardan dâima
bir hâinliğe muttali olur durursun. Yine sen onlardan affet ve aldırma, çünkü Allah ihsan edenleri sever
(13). Bir de ‘Biz Nasârâyız’ diyenlerden mîsaklarını almıştık, bunlar da ihtar edildikleri hakikatlerin
birçoğunu unuttular, Biz de aralarına kıyamet gününe kadar sürecek buğz u adâvet bıraktık, yarın Allah
onlara ne sanatlar yaptıklarını haber verecek (14)”.
Hak Dini Kur’an Dili 561
1 B: “kâfil”.
2 M ve B: “onları”.
3 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 322. Krş. Taberî, Câmiu’l-beyân, X, 111-113:
َ َ אل َ َ ُ ْ ِ َ ِ ُ ا
ِ َ ِ ْ َ َ ِ ا َ م ِא
ُ َّ ْ
ُِ ِ
َ ُ َ َ ا َّ َ أ ِ أَ َّن ا ُّ َ َאء ُ ِ ُ ا ِإ َ َ ِ َ ِ ا ْ َ אر:َ א ِ ٌ َوا ْ َכ ْ ِ َوا ُّ ِّ ُّي ُ َو َ َאل
َّ َ ُّ
ا ِ
َرأَ ْوا أَ ْ ا ً א َ َ ً َو ُ َّ ًة َو َ ْ َכ ً َ َ א ُ ا َو َر َ ُ ا ِ َ َ َ َّ א َذ َ ا ِإ،ِ ُ ا ِ َ ِ َכ ِإ َ َ ِ ِ ِ ُ َ َ َ ِ ا َّ َ ُم أَ ا ِ ِ و
َ ْ ْ ُ ْ ْ ّ َْ َ ْ َ ْ
ِ ِ ِ ُ ٍن ِ ِ ِ ِ َّ אق ِإ َ َ ِ ْ َ َ َכ ُ ا ا، ْ ُ ُ ِّ َ ُ َ َ א ُ ْ ُ َ َ َ ْ ِ ا َّ َ ُم أَ ْن
ْ ْ َ ْ َ َ ُ َو،َכא َ ْ َ ُ َא َ ْ ْ َ ُ َذا ْ َ َو، ْ ُ ُ ْ َ
ِ َّ ِن ِ ا ِ َ ان َ َאل ا ّٰ َ א ِ َ َّ و ُ א ا، َ ِ
.(٢٣/٥ « ا )ا אئ ة...َ َ א ُ َن َ ُ ِ َ א » َאل َر َ َ َ ُ ُ ِ ْ َ ِإ ْ َ ا
4 B: “kâfil”.
562 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Hazret-i Mûsâ nakībleri seçti ve Benî İsrâil üzerine mîsak aldı, nakībler
bunlara kefil oldular ve bu suretle umûmen hareket ettiler, arz-ı Ken an’a
yaklaştıkları zaman nakībleri zikr olunduğu vechile teftiş ve tecessüs için
gönderdi.1
{ُاﻪﻠﻟ
ّٰ }وﻗَﺎ َل ِ
َ Ve Allah Benî İsrâil’e demiş idi ki {“ }ا ۪ ّ َﻣﻌَﻜُ ْﻢBen sizinle
beraberim.” A Yani ilmimle, kudretimle yanınızda hazırım, emin olunuz
sizi muzaffer kılacağım, şöyle ki: {َ اﻟﺼﻠٰﻮ ْ ِ }ﻟeğer siz salâtı ikāme
َّ َﻦﺌ اَﻗَ ْﻤ ُﺘ ُﻢ
َ ve zekâtı verir { ۪ }و ٰﺍ َﻣ ْﻨ ُﺘ ْﻢ ﺑ ِ ُﺮ ُﺳ
eder, {َ }و ٰﺍﺗ َ ْﻴ ُﺘ ُﻢ اﻟﺰَّ ٰﻛﻮ َ ve bütün resullerime iman
{ﻮﻫ ْﻢ
ُ }و َﻋﺰَّ ْرﺗُ ُﻤ
َ ve onları müdafaa eyler A “ta zîr”in aslı fenalığı def edecek
bir iş yapmaktır. Kabahatli kimselere yapılan te’dib ve terbiyeye “ta zîr”
denilmesi de seyyiâtı men ve hasenâtı müdafaa olması itibariyledir.
[1601] Bunlardan başka {ﻨﺎ ً ﺿﺎ َﺣ َﺴ ً اﻪﻠﻟ َ ﻗَ ْﺮ
ّٰ ﺿﺘُ ُﻢ
ْ }وﺍ َ ْﻗ َﺮ
َ bir de Allah’a karz-ı
2
hasen ile ikraz da ederseniz, yani farz vergi olan zekattan başka mücerred
ihtiyârınızla Allah için sadakalar, i âneler verir, ve verdiklerinizin ecri ve
mukabili Allah tarafından muhakkak ödeneceğine itikad ile beraber onu
bugün dünyada almak ve görmek sevdasında bulunmaz da âhiret sevâbını
ve mahza Allah’ın rızâsını mülâhaza ederek verirseniz, işte salâtı ikāme,
zekâtı i tâ, cemî -i rusule iman, bunları düşmanlara karşı müdafaa, Allah’a
karz-ı hasen ile ikraz, bu beş şeyi yaptığınız takdirde {ﻜ ْﻢ ُ ِ ﻜ ْﻢ َﺳ ّ ِﻴٔـَﺎﺗ
ُ }ﻻُﻛَ ِّﻔ َﺮ َّن َﻋ ْﻨ
َ
muhakkak ve muhakkak tarafınızdan seyyiâtınızı örteceğim {َو َﻻ ُ ْد ِﺧﻠَﻨَّﻜُ ْﻢ
ﺎر ْ ﺎت ﺗ َ ْﺠﺮ۪ي ِﻣ ْﻦ ﺗ َ ْﺤ ِﺘﻬَﺎ
ُ َ ْ َ اﻻ ٍ َّ }ﺟﻨَ ve mutlaka sizi altlarından ırmaklar akan
cennetlere koyacağım {ﻚ ِ
َ }ﻓَ َﻤ ْﻦ ﻛَ َﻔ َﺮ ﺑ َ ْﻌ َﺪ ٰذﻟbundan sonra, yani bu mîsaktan
ve bu şart ve va d-i müekkedden sonra her kim de kâfirlik eder, resullerin
hepsine iman etmezse {ﻴﻞ ِ ۪اﻟﺴﺒَّ َﺿ َّﻞ َﺳ َﻮٓﺍء َ }ﻓَﻘَ ْﺪaçık yolun ortasında göz göre
sapmış; hiçbir mazeret kabul etmeyecek fâhiş bir hatâ yapmış, açıktan
açığa en büyük tehlikelere atılmış olur. A Binâen aleyh bundan evvel küfr
1 Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân, IV, 38; Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 324-325:
.ر א א أ:אء . א: و א ا. א א :אس » َ َ َّא ُ « אل ا
ْ
2 M ve B: “ale’l-ekser buna”.
564 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Yine kalblerinin kasvetinden veya bozukluğundan dolayı {ﻈﺎ ًّ َو َ ُﻮﺍ َﺣ
ِ tezkir ve ihtar olundukları şeylerden en mühim bir kısmını
}ﻣﻤَّﺎ ذُכّ ُِﺮوﺍ ﺑ ِ ۪ﻪ
da unuttular, -diğer bir mâna ile- tezkir edildikleri, belletildikleri şeylerin
[1603] bir kısmından haz almayı, intifâ etmeyi unuttular, hatırlarına
getirmez veya getiremez1 oldular ki Hâtemü’l-Enbiyâ’ya iman bu
cümledendir. {ال ﺗَﻄ َّﻠِ ُﻊ َﻋ ٰ َﺧٓﺎﺋِﻨَﺔٍ ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ
ُ }و َﻻ ﺗ َ َﺰ
َ Yâ Muhammed, sen de bunlardan
dâima bir hıyânete muttali olur durursun. A Yani bunların âdetleri
budur. Selefleri enbiyâya nakz-ı mîsak ve katl ile hıyanet edegeldikleri
gibi, halefleri de sana hıyanet eder dururlar, ahidlerini nakz ederler,
düşmanlarına müzâherette bulunurlar, seni katle ve tesmîme teşebbüs
etmek isterler. {ﻴﻼ ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ ِ
ً }ا َّﻻ ﻗَ ۪ﻠAncak birazı müstesnâ A ki cumhûrun
beyânına göre bunlar iman etmiş olanlardır. Ma amâfîh, denilmiş: Bu
kalîlin küfr üzere kalmış olmakla beraber siyâsî nokta-i nazarla yaptıkları
ahidde duran ve hıyanet etmeyenler olması dahi muhtemildir. Bu kadar
seyyiât ve hıyânâtın2 ta dâdından sonra “bunlara hiç eman vermeyiniz,
hemen mahv ü ifnâ ediniz” tarzında bir emir verilecek gibi gelirken
bakınız ne buyuruluyor:
{ﺍﺻﻔَ ْﺢ
ْ ﻒ َﻋ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َو
ُ ﺎﻋ
ْ َ }ﻓŞimdi yâ Muhammed, sen bunlardan geçmişteki
hıyanetlerini affet. A Onları kāle alma, mâzîyi Allah’a bırak ve istikbâle
bak, çünkü {َ ﺐ ا ْﻟ ُﻤ ْﺤ ِﺴ ۪ﻨ ِ ّٰ }اِ َّنdir. Afv ü safh da bir ihsandır, sen ise
ُّ اﻪﻠﻟ َ ﻳُﺤ
huluk-ı azîm ile, mekârim-i ahlâk ile meb ussun. Bu afv ü safh emrinin
müstesnâ olan kalîle mi, yoksa diğerlerine de mi ait olduğu cây-ı bahs
olmuştur. Bazı müfessirîn müstesnâya râci olduğuna, yani Hazret-i
Peygamber’e iman edenlerin mâzîdeki günahlarından veya iman
etmemekle beraber ahdinde duranların ufak tefek kusurlarından afv ü
safhı emrettiğine kāil olmuşlardır. Fakat bunun böyle hıyanetten istisnâ
edilmiş olanlara rabtı lafzen karîb olmakla beraber mâna cihetiyle
rekîk ve hilâf-ı zâhirdir. Doğrusu burada bu âyetin nüzûlünden [1604]
mukaddem vâki olan hıyanetlere ait olmak üzere hâinlere bi’l-ibâre ve
1 B: “getirmez”.
2 B: “hıyanetin”.
Hak Dini Kur’an Dili 565
ِ ِ o “biz Nasârâyız”
Benî İsrâil böyle olduğu gibi {ﺎرى ٰ ﻳﻦ ﻗَﺎﻟُٓﻮﺍ اﻧَّﺎ ﻧ َ َﺼ َ }وﻣ َﻦ اﻟ َّ۪ﺬ
َ
diyenlerden, kendilerine “Nasârâ” nâmı veren, Nasârâ oldukları
iddiasında bulunan Hıristiyanlardan dahi biz öylece mîsak almıştık. A
Bunlar da İncil mûcebince Allah’a ve resullerine1 iman edecekler, Tevrat
ve diğer kütüb-i münzele-i ilâhiye ile amel eyleyeceklerdi ki bu meyanda
rûh-ı Hak olan Hâtemü’l-Enbiyâ da bilhassa dâhil idi, fakat {ﻈﺎ ًّ ﻓَﻨَ ُﺴﻮﺍ َﺣ
ِ çok geçmeden bunlar da mîsaklarından, tezkir ve ihtar
}ﻣﻤَّﺎ ذُכّ ُِﺮوﺍ ﺑ ِ ۪ﻪ
olundukları şeylerden mühim bir kısmı, en ziyade hazz u nasîb alacakları
esaslı noktaları terk edip unuttular, mîsaklarını bozdular, ezcümle
tevhîde ve rûhu’l-Hak olan Hâtemü’l-Enbiyâ’ya iman bu meyandadır.
Unuttuklarından dolayı {ِﻀ ٓﺎءَ اِ ٰ ﻳ َ ْﻮ ِم ا ْﻟ ِﻘ ٰﻴ َﻤﺔ َ }ﻓَﺎ َ ْﻏ َﺮ ْﻨَﺎ ﺑ َ ْﻴﻨَ ُﻬ ُﻢ ا ْﻟﻌَ َﺪbiz de
َ او َ َوﺍ ْﻟﺒَ ْﻐ
aralarında kıyamete kadar buğz u adâveti kışkırttık. A Birbirlerini tekfir
edip buğz u nefret saçtılar, yekdiğerinin kanlarını döktüler, kıyamete
kadar da dökeceklerdir. {ﻮن َ اﻪﻠﻟُ ﺑ ِ َﻤﺎ ﻛَﺎﻧُﻮﺍ ﻳ َ ْﺼﻨَ ُﻌ ّٰ ف ﻳُﻨَ ّ ِﺒ ُﺌ ُﻬ ُﻢَ }و َﺳ ْﻮ
َ Ne yaptıkları,
ne sanat işlediklerini de Allah ileride kendilerine haber verecektir. O
zaman sanatlarının cezâsını görecekler, acısını tadacaklar2, ne yaptıklarını
anlayacaklardır. A Bu cümle şedîd bir azab ile va îd ve inzardır. Nitekim
lisânımızda da “ben sana bu yaptığını anlatırım” demek şiddetli bir tehdit
ifade eder. İsm-i Celâl’in tasrîhi de terbiye-i mehâbet içindir. Yaptıklarına
“sanat” tâbir olunması da iki nükteyi ihtivâ eder ki evvelâ bunların bu
fena amellerde rüsuhları olduğunu, nakz-ı mîsâkı, ihmâl-i kitâbı, buğz u
adâvet saçmayı ve [1606] daha birtakım seyyiâtı sanat ittihaz eylediklerini
iş âr eder. Sâniyen bunların sanâyi ile iftihar eylediklerini îmâ ederek
Yahudîlerin ticaret sevdasıyla dini, Allah’ı ve âhireti unutmaları ale’l-
ekser ticarette zarar u ziyan ile tasvir olunduğu gibi, bunların da sanat
sevdasıyla Allah’ı, Peygamber’i dîn ü diyâneti3 unutmaları muzır bir sanat
olarak tasvir edilmiştir. Ta zîb ü mücâzâttan ﻳُﻨَ ّ ِﺒ ُﺌ ُﻬ ُﻢdiye tenbi’e, yani ihbâr
u i lâm ile tâbir buyurulması da bunların yaptıkları a mâl-i seyyienin
netâic-i uhreviyesiyle hakikatinden ِ اﻻ ِٰﺧ َﺮ ْ ﺮﺍ ِﻣ َﻦ ا ْﻟ َﺤ ٰﻴﻮ ِ اﻟ ُّﺪ ْﻧﻴَﺎ ۚ َو ُﻫ ْﻢ َﻋ ِﻦ ِ َ ﻳﻌﻠَﻤ
ً ﻮن ﻇ َﺎﻫ ُ َْ
1 B: “Resûlüne”.
2 B -“acısını tadacaklar”.
3 B: “âhireti”.
Hak Dini Kur’an Dili 567
ِ َﻮن ِﻣ َﻦ ا ْﻟ ِﻜﺘ
ﺎب َ ﻴﺮﺍ ِﻣﻤَّﺎ ﻛُ ْﻨ ُﺘ ْﻢ ﺗُ ْﺨ ُﻔ ِ َﻳَٓﺎ اَ ْﻫ َﻞ ا ْﻟ ِﻜﺘ
ً ﺎب ﻗَ ْﺪ َﺟٓﺎءَﻛُ ْﻢ َر ُﺳﻮﻟُﻨَﺎ ﻳُﺒَ ّ ِﻴ ُﻦ ﻟَﻜُ ْﻢ ﻛَ ۪ﺜ
1 B: “oğlu”.
2 B: “bilinmez”.
3 H: “Ey ehl-i kitab, şimdi size resûlümüz geldi, kitâbınızın gizlemekte olduğunuz birçok yerlerini sizlere
beyan ediyor, birçoğundan da geçiyor. Şimdi size Allah’tan bir nûr, bir parlak kitap geldi (15). Allah
bununla rıdvânı ardınca gideni selâmet yollarına doğrultacak ve izniyle onları zulmetlerden nûra
çıkarıp dosdoğru bir yola koyacak (16). Billâhi kat iyyen küfr etti şunlar, ‘Allah o Meryem’in oğlu
Mesih’ diyenler. De ki: Allah’tan kim bir şeye mâlik olabilir eğer O Meryem’in oğlu Mesih’i ve anasını
ve arzda bulunanların hepsini helâk etmek murad ederse? Bütün göklerin ve yerin ve aralarında ne
varsa hepsinin mülkü Allah’ın, dilediğini yaratır ve Allah her şeye kādir (17). Bir de Yehûd ve Nasârâ
‘biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz’ dediler, de ki: ‘Öyle de niçin azâb ediyor günahlarınızla size?
Doğrusu siz onun yarattığından bir beşersiniz, dilediğine mağfiret ediyor dilediğine azâb, göklerin ve
yerin ve aralarındakilerin mülkü bütün Allah’ın, hem de nihâyet dönüş O’nadır’ (18). Ey ehl-i kitab!
Peygamberlerin arası kesildiği, bilinemez hâle geldiği bir fetret zamanında bakınız size Resûlümüz
geldi, tatlı ve acı hakikatleri size beyan ediyor, ‘bize ne beşâretle sevindirecek bir müjdeci, ne ihtar ile
gocunduracak bir inzarcı gelmedi’ demeyesiniz. İşte size hem beşîr, hem nezîr bir Peygamber geldi, ve
Allah her şeye kādîr (19)”.
4 M ve B -“olan”.
Hak Dini Kur’an Dili 569
1 B: “bazıları”.
2 “Elbette küfretti şunlar, ‘Allah üçün üçüncüsü’ diyenler…”
3 M ve B: “Kelkâniyye”.
4 H +“mülâhaza”.
5 H +“mülâhaza”.
6 M: “ibaret”.
Hak Dini Kur’an Dili 571
oğlu Mesih’tir” demek, Allah ile Mesih beyninde Mesih Îsâ’dır demek gibi
tam bir ittihâd-ı şahsî iddia etmektir. Ve böyle diyenler Mesih’i ancak
lâhuttan ibaret bir hüviyyet-i şahsiye farz etmiş olurlar. Ve İbn Meryem
olan bir şahs-ı insânîden insâniyeti nefy edip onu yalnız lâhut olarak ahz
eylemiş olurlar. Bu surette “Allah, Mesih’tir” demek “Mesih Allah’tır”
demenin aynıdır. Mantıkan birisi diğerine mün akis olur.
Sâniyen: Resmî Hıristiyanların iddia ettikleri gibi Mesih’in lâhuttan
başka bir de nâsûtu bulunduğu, Mesih’in hem tam bir ilâh, hem de
tam bir insan ve hatta bir insân-ı küllî olduğu tasavvur edildiğine göre
kavl-i mezkûr “Allah bir insandadır veya bir nevi insandır” demek gibi
bir ittihâd-ı cüz’î ve hulûl iddia etmek olur. Bu takdirde “Allah Mesih b.
Meryem’dir” sözü “Mesih aynen Allah’tır” demek olmazsa da, “Mesih’in
bazısı; bir cüz’ü veya cüz’îsi Allah’tır, Mesih’in hâricinde Allah yoktur,
fakat Mesih’te Allah’tan başka bir şey de bulunabilir” demek olur.
Mesih hakkında bütün Nasârânın akidesi üç mezhebe ayrılmıştır. Bir
kısmı Mesih’te ancak bir tabiat, diğer kısmı iki tabiat tasavvur ederler.
Bir tabiat tasavvur edenlerin bazısı yalnız nâsut demiş, diğer bazısı da
yalnız lâhut olduğunu iddia etmiştir. Birine göre Mesih ilâh değil ancak
bir insandır, öbürüne göre de insan değil, ancak bir ilâhtır. Diğerleri ise
Mesih’te biri lâhut biri nâsut iki tabiat var demişler ve bu nâsûtun küllî
veya cüz’î olup [1612] olmadığından da bahs eylemişlerdir. Mukaddemâ
İskenderiye kıssîslerinden olup Aryan mezhebinin sâhibi olan Arius
ve taraftarları cidden muvahhid idiler. Bunlar Îsâ aleyhisselâm’ın bir
kelimetullah olduğuna ve fakat Allah’ın mâdûnunda olup mahluk
bulunduğuna ve Hazret-i Îsâ’nın bir ilâh değil, mahluk bir insân-ı ekmel
1
olduğuna kāil idiler. Arius Nasrâniyeti ibtidâ kabul eden İstanbul bânîsi
Birinci Konstantin zamanında idi. Konstantin kendisi ve birkaç halefi bu
1 Arius (ö. 336) İskenderiye’de görev yapmış Libyalı din adamı. Hz. Îsâ’nın Allah ile aynı özden
olduğunu reddederek onun mahluk olduğunu savunmuş, Allah’ın bir dengi ve benzeri olmadığını
söylemiş, teslis inancına karşı çıkmış, bundan dolayı İskenderiye kilisesi bünyesinde başlayan tartışma
tüm Hıristiyanlık âlemini etkilemiş ve mezkur ihtilâfın halli için 325 yılında Birinci İznik Konsili’nin
toplanmasına sebebiyet vermiştir. Bu konsilde heretik ilan edilerek sürgüne gönderilmiş, daha sonra
sürgünden kurtulmuşsa da kısa süre sonra İstanbul’da vefat etmiştir.
572 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H, M ve B: “Şemşatlı Pols”.
Samosatalı Paulos (ö. 275) 260-268 arasında Antakya (Antiokheia) pispoposluğunda bulunmuş,
görüşlerinin ortodoksiden sapma olarak görülmesi sebebiyle bazı konsillerde aforoz edilip görevinden
uzaklaştırılmıştır. Tevhid ilkesini ve Hz. Îsâ’nın tanrı değil, beşer olduğunu savunuyordu (Zafer Duygu,
Hıristiyanlık ve İmparatorluk, s. 226-7).
Hak Dini Kur’an Dili 573
1 B: “Yesû iyeye”.
2 Yuhanna 16/7-13: “Lâkin ben size hakkı söylüyorum, benim gitmem size hayırlıdır zira ben gitmeyince
size Tesellî Edici [Parakletos] gelmez (…) Ama ol hakikat ruhu geldiği zaman sizi cümle hakikate irşad
edecektir, zira kendiliğinden söylemeyip işittiği şeylerin cümlesini söyleyecek ve vuku bulacak şeyleri
size haber verecektir.”
574 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
inkâr-ı hak hususunda daha ziyâde ifrâta gitmiş olmakla beraber bütün
bunların menşe’-i dalâletleri İznik Sinodu’nun bu mütenâkız muammâsı
olduğundan “Allah Meryem’in oğlu Mesih’ten ibarettir” diyen ittihad
veya hulûl küfründen yalnız Panteistler, Monofizitler, Ya kūbîler değil,
İznik Sinodu’ndan itibaren Melkânîler, yani Katolik ve Ortodokslar dahi
mes’uldürler.
Müfessirîn burada mezâhib-i Nasârâ’dan başlıca1 Melkâiyye,
Nestûriyye ve Ya kūbiyye mezheblerini mevzû -i bahis etmişlerdir.
Çünkü bunlara mezâhib-i muhtelifenin umdeleri nazarıyla bakılabilir.
Binâen aleyh hakikati anlamak için bu mezâhibe bir atf-ı nazar etmek
îcâb edecektir.
“Melkâiyye” yahut “Melikiyye” veya “Melkit” Mezhebi, esasen
İbrânîden “melk” kelimesinden me’huz olup hükümdar fırkası mânasıyla
Katolikliğe ve Ortodoksluğa ıtlak edilmiş bir isimdir. Ve elyevm Rum
Katoliklerine “melkit” denilmektedir. Frenklerin Larousse lügatında der
ki: “Melkit” Ötikenler2 tarafından Katoliklere verilmiş bir isimdir. Ve o
zamandan beri “Grek” Ortodokslarında kalmıştır. Bescherelle lügatında ise
“m. 451 tarihinde in ikād eden dördüncü konsilin kararına tâbi [1616]
olanların ismidir ve bu isim o zaman Ötikenler tarafından Ortodokslara
verilmiştir” der. Dördüncü asr-ı hicrîde yetişmiş olan Endülüslü İbn Hazm
Fasl nâm eserinde demiştir ki: “Bugün Nasârâ fırkalarının başlıcaları
Melkâiyye3, Nestûriyye, Ya kūbiyye olmak üzere üçtür. Ve en büyükleri
Melkâiyye4 fırkasıdır ki Habeş ve Nûbe’den mâ adâ mülûk-i Nasârâ’nın
hepsinin ve yine Habeş ve Nûbe’den mâ adâ Nasârâ memleketlerinden
her birinin âmme-i ahâlisinin ve memâlik-i İslâmiye’den İfrîkiyye ve
Sicilya ve Endülüs Nasârâsının cemîsinin ve Şam Nasârâsının ekserîsinin
mezhebidir.”5 Ebû Hayyân dahi Endülüs Nasârâsının Melkânî olduğunu
1 B -“başlıca”.
2 Yani Eutykhesçiler.
3 M ve B: “Melekâniyye”.
4 M ve B: “Melekâniyye”; B -“Ya kūbiyye olmak üzere üçtür. Ve en büyükleri Melkâiyye”.
5 İbn Hazm, el-Fasl, I, 273:
َو ا ْ َ َ وا َ ِ ُ ُ ك ا َّ َ َאرى َ ُ َכא ُ ا א َ ْ َ ِ ا כא َو א اْ ْم َ َ ث ق و
َ ْ َ
.َو ُ ْ ُ ر ا َّ אم وا و َ ِ َ َ َאرى أ َو כ ِ َّ َ َאرى َ ُ َכא ُ ا א ا ْ َ َ وا כ َ א َّ أ
َ ْ
576 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H, M ve B: “Makdunyos”.
2 H, M ve B: “Tedus”.
I. Theodosius, 379-395 yılları arasında Roma imparatoru idi. Doğu ve Batı Roma’nın ikisini birden
idare eden son imparatordur, kendisinden sonra imparatorluk kesin biçimde ikiye ayrılmıştır.
Konstantinopolis’te ekümenik bir kurul toplamış, Ariusçularla mücadele etmiş, İznik ortodoksluğunu
tesis etmiştir.
3 II. Theodosius, 408-450 yılları arasında Doğu Roma imparatoru idi. İkinci Efes Konsili onun
zamanında toplanmıştır.
4 Nestorius (386-450) Doğu Roma İmparatorluğu döneminde Konstantinopolis patrikliği yaptı (428-
431). 431 yılında ortodoks Hıristiyan inancından saptığı gerekçesiyle görevinden azledilip sürgüne
gönderildi.
5 M ve B: “Melekâniyye’nin”.
Hak Dini Kur’an Dili 577
1 Eutykhes (ö. 454’ten sonra), Hz. Îsâ’nın doğasında ilâhî tabiatın insânî tabiatı tamamen yuttuğunu
kabul eden monofizit din adamı. 451 tarihli Khalkedon (Kadıköy) Konsili tarafından aforoz edilip
sürgüne gönderilmiştir.
2 M ve B -“bu”.
3 I. Leo, 457-474 arasında Doğu Roma imparatorudur.
4 II. Leo, 474 yılının ocak ile kasım ayları arasında imparatorluk yapmıştır.
5 Zenon iki defa Doğu Roma İmparatoru olmuştur. İlk dönemi 474-475, ikinci dönemi ise 476-491
arasındadır.
6 H, M ve B: “Nestas”.
I. Anastasius, 491-518 arasında Doğu Roma imparatorudur.
7 H, M ve B: “Yustin”.
I. Justinus, 518-527 arasında Doğu Roma İmparatorudur.
8 H, M ve B: “Yustanos”.
I. Justinianus 527-565 arasında Doğu Roma imparatorudur.
578 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 M ve B: “fethi”.
2 Martin Luther (ö. 1546) Alman teolog, Protestanlık hareketinin kurucusu. Wittenberg Üniversitesi’nde
ahlâk felsefesi profesörü oldu. Dînî meselelerle alakalı olarak yaşadığı kişisel buhranlar, Kilise’nin
endüljans gibi bazı uygulamalarına karşı geliştirdiği düşünceler neticesinde rûhen Katolik kilisesinden
uzaklaştı. 1517’de Wittenberg Şato Kilisesi’nin kapısına, teolojik meselelere dair düşünce ve eleştirilerini
içeren 95 maddelik beyannamesini asarak ilan etti (Türkçesi: Doksan Beş Tez, çev. C. Cengiz Çevik, İş
Bankası yay.). Bu bildiri çok büyük bir ilgi gördü ve Katolik Kilisesi’nin reforme edilmesi talebine
yönelik bir akıma dönüştü. 1521 yılında Katolik kilisesinden aforoz edilen Luther, Ahd-i Cedîd’i
Yunanca’dan Almanca’ya çevirdi. Ebedî kurtuluş için Tanrı’nın rahmeti ile Kutsal Kitap’ı esas kabul
ederek kilisenin aracılığına karşı çıkan Luther’in başlattığı hareket, ilerleyen zamanda Hıristiyanlık
içerisinde önemli bir bölünme kaynağı haline gelmiştir.
3 M: “Latirant”.
580 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 Miguel Serveto (ö. 1553) İspanyol teolog, doktor, bilim insanı, Rönesans hümanisti. Avrupa’da kan
dolaşımını doğru tasvir eden ilk bilim insanı olduğu ifade edilir. Vienne bölgesinde hekimlik yaptı,
1553 yılında teslisi reddeden Christianismi Restitutio isimli kitabını yayımladı. Vienne’de Roma Katolik
yetkilileri tarafından yakalandı, hapisten kaçarak Calvin hakimiyetindeki Cenevre’ye kaçtı. Calvin’in
verdiği bir vaaza katılan Serveto tanınıp yakalandı. Hem Katoliklere hem de Protestanlara göre sapkın
olduğu kabul edilen Serveto, Calvin’in emriyle bir kazığa bağlanarak canlı canlı yakılmak suretiyle
öldürüldü.
Hak Dini Kur’an Dili 583
Elmalılı, Denys hakkında şu dipnotu düşmüştür: “Areopage, Atina’da otuz bir a zâdan mürekkeb
bir mahkeme-i cinâyet imiş ki işbu “Denys” bu mahkeme a zâsından bir hâkim imiş, ona nisbetle
Aréopagite diye telkīb edilmiş. Meşhur Pavlus eliyle ihtidâ etmiş Atina’da patriklik de yapmış ve
mîladın birinci asrında şehit edilmiş (Küçük Larousse).” (s. 232-233 / 247 [2019 baskısı])
584 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H: “kudret”.
2 B: “mevcûdâtın”.
586 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 M ve B +“karşı”.
2 B -“İlâh olmak başka, ilâhî olmak yine başkadır”.
3 H: “üzere”.
Hak Dini Kur’an Dili 587
binâen aleyh bütün âlemin1 veya eczâsından hiçbirinin dahi Allah ile
ayniyeti veya küllî cüz’î bir ittihâdı mümkin olmadığına ve böyle sözlerin
yalnız Mesih hakkında değil, diğerleri hakkında da söylenmesi Allah’a
küfr olduğuna işaret eylemiştir. Binâen aleyh Allah’ı âlemde ifnâ etmeye
uğraşan vahdet-i vücûd davaları da bâtıl ve küfürdür.
Velhâsıl ne Mesih ilâh olabilir, ne de âlem ve eczâ-i âlemden herhangi
bir şey. Çünkü ilâh haddizâtında zevalden münezzeh ve mâfevk bir
kudretin müdahalesinden âzâde olmalıdır. Bunların ise hepsi helâk
olabilir. Allah bunların ibkāsını murad etmeyip de ihlâklerini murad
edecek olursa hepsi derhâl mahvolur. Allah’ın ulûhiyetinde ve bütün
bunlar üzerinde2 dilediği gibi hakk-ı tasarruf ve kudret ü hâkimiyetinde3
ِ ﺍﻻ َْر
ise asla şüphe yoktur. Zira {ض َو َﻣﺎ ﺑ َ ْﻴﻨَ ُﻬ َﻤﺎ ْ ﺍت َو َّ ُ }و ِ ّٰﻪﻠﻟِ ُﻣ ْﻠ
ِ ﻚ اﻟﺴ ٰﻤ َﻮ َ bütün
semâvât ü arz ve aralarındaki kâffe-i mevcûdât mülk ü melekûtu
tamamen ve müstakillen Allah’ındır. A Yani bütün mevcûdât üzerinde
îcâd ü ifnâ, ihyâ vü imâte ve sâir herhangi bir suretle tasarruf-ı mutlak
ve hakk-ı hâkimiyet Allah’ındır. Binâen aleyh Allah dilediğini ibkā,
dilediğini ifnâ eder. Ve böyle yapmakla ne bir haksızlık etmiş olur ne de
bir mukāvemete mâruz kalır. Ve şüphe yok ki Mesih de bunların içinde
ve Allah’ın hükmü tahtındadır. Bunun böyle olduğunu Nasârânın da
bilmesi lâzım gelir. Zira itikadlarının başında her şeyin mâliki, görülen
ve görülmeyenin sâni ve hâlıkı bir ilâha itikad vardır. Böyle iken Mesih’i
hiçbir şey değilmiş gibi Allah’ın mülkü saymazlar, sonra dönüp Allah’a
müsâvî tutarlar, sonra dönüp Allah’a takdim ederek sağ tarafına geçirtir
oturturlar. Ve bu suretle riyâset ü hâkimiyeti ona verirler de artık “Allah,
dün Meryem’den doğan ve [1628] Allah’ın takdîrine karşı gelemeyip
asılan ve çıkıp üstüne oturan Mesih’ten ibarettir” diye hem Allah’a hem
Mesih’e küfr ederler. Ve sonra da Mesih’in nâsûtunu ta mîm ederek âbâ-i
Yesû iyeye bile hisse-i ulûhiyet vermek isterler. Bunlar Allah’ın mâlik-i
külli şey, Mesih’in de kābil-i helâk olduğunu itiraf ettikten sonra dönerler
1 B: “âlemîn”.
2 M: “üzerine”.
3 H: “kudret-i hâkimiyetinde”.
588 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Mesih’in kābil-i fenâ olmadığını iddia etmek için şöyle birtakım şüpheler
ve safsatalar da serd ederler: “Mesih’in indallah bir şeref-i mahsûsu
yok mudur? Baksanıza onun tevellüdü diğerlerine benziyor mu? O
mucizeleriyle birtakım ölüleri diriltirken, körlerin gözlerini açarken,
çamurdan kuş yapıp uçururken Allah’tan bazı şeyleri kurtarmış, Allah’ın
hâlıkıyetine iştirak etmiş olmuyor mu? Binâen aleyh Allah ona ve onun
vâsıtasıyla bu âleme kendi cevherinden bir şey vermemiş midir? O hâlde
Allah’ın cevheri kābil-i fenâ olur mu?” derler. İşte bu gibi şübühât ve
tevehhümâtı da redd ü izâle için buyuruluyor ki:
Allah {ٓﺎء
ُ َ َ }ﻳ َ ْﺨﻠ ُ ُﻖ َﻣﺎne dilerse halk eder ve dilediği gibi halk eder. A
Binâen aleyh ne Mesih’i bir anadan halk etmesinde ve ne ona bir şeref-i
mahsus verip onun eliyle de halk u ihyâ yapmasında hiçbir şüpheye
mahal yoktur. Allah Îsâ’yı böyle halk etmekle ona bir cevher-i ulûhiyet
vermiş olmaz ve hele bunlarla Mesih’in Allah’a müsâvâtı ve tekaddümü
hiç lâzım gelmez. Yani Allah teâlâ’nın îcâdı kendi Zâtından hârice1 bir şey
koparıp atmak suretiyle değildir. Mükevvenâttan hiçbiri O’ndan infisal,
tevellüd, sudûr, bürûz etmez; O hiçbir şeye kendini, kendinden bir cüz’ü
vermez, böyle bir tasavvur Zâtullâh’da teferruk ve inhilâl tasavvurudur
ki tasavvur-ı muhâldir. Allah doğurmaz, halk eder, hem de neyi diler
ve nasıl dilerse öyle halk eder. Dilerse bidâyeten sâha-i semâvât ü arzı
ve besâiti ibdâ ettiği gibi bir madde-i asliye olmadan halk eder, dilerse
bunların aralarındaki mahlûkātı halk [1629] ettiği gibi bir asıldan halk
eder. Bunu da ya ibtidâen topraktan nebâtât ve hayvânâtı ve Âdem’i halk
ettiği gibi, diler hilâf-ı cins bir asıldan inşâ eder veya diler mücânis bir
asıldan inşâ eder. Bunu da2 dilerse bir erkekten dişi halk etmek suretiyle
tenevvü ettirir, nitekim Âdem’den Havva’yı böyle halk etmiştir; dilerse bir
dişiden3 erkek halk etmek suretiyle tenevvü ettirir, nasıl ki Îsâ’yı da böyle
halk eylemiştir. Dilerse hem erkek hem dişiden halk eder ki sâir insanları
1 H: “hâriç”.
2 H -“da”.
3 H +“bir”.
Hak Dini Kur’an Dili 589
1 H +“bir”.
2 B -“Dilerse hiçbir mahlûku istihdam etmeden halk eder”.
3 H -“bir”.
4 H: “halkına”.
590 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B -“Yehûdun”.
2 M ve B -“Ve nitekim ânifen zikr olunduğu üzere müfessirîn de böyle göstermiştir. Lâkin”.
3 M ve B: “ettikleri”.
Hak Dini Kur’an Dili 593
iltizam ve tâkip etmelerinin sırrı, lâhût ile bir kısm-ı1 nâsûtu tevellüd
nazariyesiyle birleştirerek kendilerinden âbâ ve ebnâ silsilesi içinde bir
hânedân-ı ulûhiyet teşkil etmek sevdâsı ve bu suretle kendilerini2 her
nevi mes’ûliyetten âzâde addedip sâir halk ve aksâm-ı beşer üzerinde
bir hakk-ı temellük ve mutlak bir tasarruf ve hâkimiyet iddia eylemek
hülyâsıdır ki اﻪﻠﻟِ َوﺍ َ ِﺣﺒ َّ ُٓﺎؤ ۬ ُه
ّٰ ٓﺎء
ُ َ ﻧ َ ْﺤ ُﻦ اَ ْﺑﻨdedikleri zaman da “biz bir hânedân-ı
ulûhiyetiz” demek isterler ve kendilerinde böyle bir imtiyâz-ı mahsus farz
ederler. Her hâlde âyet bize gösteriyor ki gerek Yahudî ve gerek Nasârâ
nakz-ı mîsak ile dîn-i hakdan çıkmış, hakīkī veya mecâzî bir tevellüd-i
âlihe hülyâsı tutturarak kendilerini ﻳﺮ ٌ َﻋ ٰ ُﻛ ّ ِﻞ َ ْ ٍء ﻗَ ۪ﺪolan Allah’ın kulları
değil, evlâdı veya evlâdlığı ve münhasıran ahbâbı ve küfvü addeylemek
gururuna düşmüşler, hukūkullah ve hukūk-ı ibâd tanımaz ve Allah’tan
korkmaz olmuşlardır. Ve bu gurur kendilerinin sebeb-i felâketi olmuş ve
olacaktır.
ُ Yâ Muhammed sen onlara de ki: { }ﻓَﻠِ َﻢ ﻳُﻌَ ّ ِﺬﺑُﻜُ ْﻢ ﺑ ِ ُﺬﻧُﻮﺑِﻜُ ْﻢÖyle de Allah sizi
{}ﻗ ْﻞ
günahlarınızla niye ta zîb edip duruyor ya? Katllere mi mâruz olmadınız?
Esaretlere mi düşmediniz? Nimetler, devletler mi zâyi etmediniz, [1634]
meshlere mi uğramadınız? { }ﺑ َ ْﻞ اَ ْﻧﺘُ ْﻢ َ َ ٌﺮ ِﻣﻤَّ ْﻦ َﺧﻠ َ َﻖhayır, siz Allah’ın oğulları
veya ahbâbı değil, zevi’l- ukūl olarak halk ettiği mahluklar cinsinden bir
beşer, derisi çıplak, âciz, fakat kābil-i idrak bir mahluksunuz. Haddiniz
bu, mahiyetiniz budur. Allah’ın mahlûku ve O’nun kudret ü iradesine
mahkum bulunmak haysiyetiyle diğerlerinden hiçbir farkınız yoktur. Ne
olsanız bir mahluk olmaktan kurtulamazsınız. Allah’ı sevenler hiç Allah’a
muhalefet eder, günaha girer mi? Sonra Allah sevdiklerine azab eder mi?
Allah ise mahluklarına karşı hiçbir hususta mecbur değildir. Ale’l-ıtlâk
fâ il-i muhtârdır. {ٓﺎء ِ ِ
ُ َ َ }ﻳ َ ْﻐﻔ ُﺮ ﻟ َﻤ ْﻦDilediğine mağfiret eder, seyyiâtını hasenât
ile örter, rahmet ü mahabbetine3 mazhar eder. A Ki bunlar Allah’a ve
peygamberlerine iman eden ve imanlarında sebat eyleyenler meyânında
bulunurlar. {ٓﺎء ِ َ Dilediğine de azab eder, seyyiâtının cezâsını
ُ َ َ ب َﻣ ْﻦُ }و ُﻌَ ّﺬ
1 B: “kısmı”.
2 H: “kendini”.
3 H: “mahabbete”.
594 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
çektirir. A Allah’a şirk koşan, mahlûku hâlık yerine koyanlar için de1 bu
ِ َ ِ ون ٰذﻟ ّٰ [ اِ َّنen-Nisâ
azab muhakkaktır. ٓﺎء ُ َ َ ﻚ ﻟ َﻤ ْﻦ َ ُاﻪﻠﻟ َ َﻻ ﻳ َ ْﻐ ِﻔ ُﺮ اَ ْن ُ ْ َﺮ َك ﺑ ِ ۪ﻪ َو َ ْﻐ ِﻔ ُﺮ َﻣﺎ د
4/48, 116] İşte mahlûkun2 hâlık karşısında mevki i bu iki meşiyyetin ale’s-
seviyye ihtimâl-i mutlakıdır. Ve böyle olmakta sizin cins-i beşer içindeki
sâir halktan hiçbir imtiyazınız yoktur. Dün çırçıplak bulduğunuz, yalın
ayak başı kabak zarûretler içinde kıvrandığına güldüğünüz, insan yerine
koymayıp her türlü hakarete3 lâyık gördüğünüz bir ferd veya bir kavim
yarın bakarsınız ki Allah’ın lutf u mağfiretine ermiş tepenize çıkmıştır.
Bugün saadetlere gömülmüş, cihana hâkim olmuş, istikbâlini temin
etmiş zannettiğiniz bir ferd veya kavim öbür gün bakarsınız ki Allah’ın
bir belâsına çatmış, hâk-i helâke serilmiş, ateşler içinde yanmakta,
ıztıraplar içinde kıvranmaktadır. Allah’a karşı bütün cins-i beşer şu
iki takdîrin ihtimâl-i tenâvübüne ale’s-seviyye mahkumdur. Çünkü
ِ ﺍﻻ َْر
{ض َو َﻣﺎ ﺑ َ ْﻴﻨَ ُﻬ َﻤﺎ ِ ﻚ اﻟﺴ ٰﻤ َﻮ
ْ ﺍت َو َّ ُ }و ِ ّٰﻪﻠﻟِ ُﻣ ْﻠ
َ [1635] bütün semâvât ü arz ve
bunların aralarındaki kâffe-i mevcûdât hepsi4 bir mülk, bir hükûmet, bir
saltanattır. Bu memleketin, bu hükûmetin, bu saltanatın hepsi tamamen
ve müstakillen Allah’ın milkidir. Ve hepsi Allah’a milkiyetle mensubdur.
Mevcûdâttan hiçbirinin Allah’a mahlûkiyet ve memlûkiyet, ubûdiyet
ve mahkûmiyetten başka bir suretle intisab iddia etmeye hakkı yoktur.
Hepsi O’nun mülk ü melekûtu tahtında zebûn ve mahkumdur. Allah
bütün bunlar üzerinde halk ve zabt u idare, îcâd ü ifnâ, ihyâ ve imâte,
taltif ü tecziye ile dilediği gibi tasarruf eder. Ve bu hak ancak O’nundur.
Binâen aleyh bunlar içinde bir zerre mesabesinde olan şu arz üzerinde
çırçıplak olarak halk edilen ve mahlûkāt-ı arziyenin bir kısm-ı kalîlinden
ibaret bulunan cins-i beşer ve beşer içinden bir kısım halk nasıl olur da
öyle bir iddiada bulunabilir? Hâlbuki {ُ }و ِﺍﻟ َْﻴﻪِ ا ْﻟ َﻤ ۪ﺼ َ en nihâyet varılacak,
baş vurulacak olan yegâne merci de ancak O’dur. A Bugün bu iddiada
bulunanlar da diğerleri gibi O’nun taht-ı hükmünde bu dünyadan
1 H -“de”.
2 H: “mahlûkātın”.
3 H: “ihtikāra”; B: “harekete”.
4 B -“hepsi”.
Hak Dini Kur’an Dili 595
beşerden resul göndermeye, hem bunu bir zaman bir sünnet-i câriye
yaparak mütevâliyen göndermeye hem de bunları inkıtâ a uğratıp
fetretler halk etmeye ve sonra bu fetretler içinde unutulan hakikatleri
tezkir ve her şeyi tâlim ü beyan edecek ve beşeriyetin bütün özr ü
dalâlini kesecek bir peygamber halk edip göndermeye dahi kādirdir.
Velhâsıl kahra da kādir lutfa da kādirdir. O hâlde en ziyade muhtâc-ı
irşad bulunduğunuz bir fetret zamanında gönderilmiş olan bu Resûl-i5
zîşân’ın, bu ni met-i ilâhiyenin kadrini takdir ediniz, beyânâtına kulak
verip itaat ediniz. Eskisi gibi küfr ü küfrandan, nakz-ı mîsaktan sakınınız
1 B: “tanınmaz”.
2 H +“ve”.
3 M ve B -“bir”.
4 M ve B: “biz”.
5 B: “rusül-i”.
596 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “perişan”.
2 H +“hem”.
3 M: “giremeyiz”.
4 H: “o”.
5 B: “vakit”.
598 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
gittikleri yetmiş zat ve daha sonra nice enbiyâ-yı Benî İsrâil gelmiştir.
Ancak âyetin ilerisinden sûret-i kat iyyede anlaşılıyor ki Hazret-i Mûsâ
bu ihtârı yaptığı zaman Benî İsrâil henüz Arz-ı Mukaddes’e girmemiş
ve daha bir vatan tutmamış ve henüz mülûk devrine ermemişti. O
sırada da Mûsâ, Hârûn ve yetmiş zat1 ile2 َ ۪ﻓﻴﻜُ ْﻢ اَ ْﻧ ِﺒﻴَٓﺎء3 َﺟﻌَ َﻞmütehakkık4
ise de “sizi mülûk kıldı” demek nasıl mümkin olabilir? Gerçi bunun
tahakkuk-ı vukū una binâen istikbalden mâzi ile tâbir olarak “kılacaktır,
kılacağı muhakkaktır veya ezelde böyle takdir etmiştir” mânasına olması5
ve binâen aleyh enbiyâdan bütün enbiyâ-yı Benî İsrâil, mülûktan da
bütün mülûk-i Benî İsrâil kasdedilmesi muhtemildir. Bu surette hâsıl-ı
meâl: “Ey benim kavmim! Muhakkak ki Allah sizin içinizde daha birçok
peygamberler yapacak ve sizi mülûk kılacak, saltanatlara nâil [1640]
edecek ve size diğerlerine vermediği şeyler verecek, şimdi Allah’ın bunları
yaptığı veya takdir ettiği vakit size olan nimetimi yâd ve tefekkür ediniz
de ona göre hareket eyleyiniz” demek olur. Ve Hazret-i Mûsâ’nın bu
tezkîri o günkü zamân-ı hâle değil, sırf istikbâle ait bir nimeti, bir takdîr-i
ezelîyi gaybdan6 tebşir ve ihbar telakkī edilmek lâzım gelir. Fi’l-vâki Benî
İsrâil’in Mısır’dan hurûcundan Hazret-i Yahyâ’yı katl ve Hazret-i Îsâ’yı
katle teşebbüs ettikleri zamana kadar içlerinden büyük küçük pek çok
enbiyâ ve mülûk gelmiş ve bu meyanda Hazret-i Dâvûd ve Süleyman
saltanatı gibi nübüvvet ve mülkü7 cem eden emsalsiz saltanatlar da
geçmiş bulunduğunda şüphe yoktur. Ve burada Benî İsrâil’in o zamana
kadar başka milletlere nasip olmayan en mes ud devirlerine işaret de yok
ِ 8 ِ
değildir. Fakat asıl maksad bu olsa idi ﻮﻛﺎ ُ َ ا ْذ َﺟﻌَ َﻞ ﻓﻴﻜُ ْﻢ اَ ْﻧ ِﺒﻴَٓﺎءdenilmek
ً ُوﻣﻠ
lâzım gelir ve bu daha veciz ve daha vâzıh olurdu. Hâlbuki َﺟﻌَ َﻞ ۪ﻓﻴﻜُ ْﻢ9اِ ْذ
ﻮﻛﺎ ُ َ اَ ْﻧ ِﺒﻴَٓﺎءَ َو َﺟﻌَﻠbuyurulmakla bazısını peygamber ve hepsini mülûk
ً ُ ﻜ ْﻢ ُﻣﻠ
1 H -“zat”.
2 H +“beraber”.
3 H, M ve B: “ ”و.
4 H: “muhakkak”.
5 H: “olmak”.
6 B: “kayd eden”.
7 B: “mülûkü”.
8 H: “”و.
9 H: “”و.
Hak Dini Kur’an Dili 599
1 B: “mevâ id”.
Hak Dini Kur’an Dili 601
girmeyiz. Binâen aleyh {ﻮن َ ُاﺧﻠ ِ َ }ﻓَﺎِ ْن ﻳ َ ْﺨﺮﺟﻮﺍ ِﻣ ْﻨﻬَﺎ ﻓَﺎِﻧَّﺎ دOnlar şayet oradan
ُ ُ
çıkarlarsa biz de muhakkak gireriz” dediler. A Allah’a ve Peygamber’e
karşı geldiler, duhûl emrine icâbeti “deve iğnenin deliğinden geçerse”
kabîlinden muhâle ta lîk etmek istediler ve sanki “balık kavağa çıkarsa
biz de oraya gireriz” demiş oldular. Yukarıda geçtiği vechile on iki nakīb
tecessüs için gönderildiklerinde iri iri korkunç birtakım ecsâm ve menâzır
ve bir kuvvet ü şevket görmüşler, tutulmuş tehlikelere mâruz olmuşlar,
korkmuşlar ve döndükleri zaman ikisinden mâ adâsı kavimlerine neşr ü
işâ a etmişler ve korkutmuşlar.
Müfessirîn temsîlî bir ifade ile naklederler ki Mûsâ aleyhisselâm
nakībleri tecessüs için gönderdiği zaman bu cebbarlardan biri bunları
görmüş ve hepsini tutmuş, bahçesinden getirmekte olduğu bir meyve ile
beraber torbasına koyup melikin önüne götürmüş, saçıvermiş ve “garip
değil mi, bunlar bizimle harb etmek istiyorlar” demiş, melik de “haydi
Bu, bir devletin sûret-i inkırâzını temsildir. Ûc b. Unuk bir şahs-ı hükmî
fakat târihî bir masaldır. O zaman Arz-ı Mukaddes’te sâkin olup icrâ-yı
hükûmet eden bir kavmin timsâlidir. Âhâd, aşerât, miât, ülûf merâtib-i
a dâddan her birinin ilk adedi ferd olan “üç” adedine darbının hâsılı bulunan
üç bin üç yüz otuz üç adedi, Pisagorîlerin aded ta miyesine me’haz olan sırrî
bir usûl ile bu devletin dâire-i hükmünü, arâzisini, kuvvet-i maddiyesini
gösterir. Bununla üç bin1 üç yüz otuz üç arşın, Hazret-i Mûsâ’nın on
arşın boyu tarafeynin maddeten mukayeselerine bir mi yâr teşkil eder. Üç
bin sene2 bu kavmin eskiliğini, başındaki odun kābil-i işti âl bir fitneyi
temsildir ki bu casusların gelişi ve tutuluşları da bu fitneye bir zamîme
olmuş demektir. Kadın, hükümdarın şehveti ve maiyyeti, üzüm servet ve
ziraatin feyz ü bereketi, taş o devrin mancınık vesâire ile vesâit-i harbiyesi,
bakış ve dönüş Benî İsrâil’in vürûdundan sonraki tedâbîr ve istihzârât,
hüdhüd [1646] tasarruf-ı ilâhî; taşın delinmesi merkez-i hükûmetin
fesad ve inhilâli, boğazına geçmesi tedâbîr-i harbiyenin aksülameli ve
ihtilâl-i dâhilî, sendeleyip yıkılmak devletin izmihlâli, bu sırada Hazret-i
Mûsâ’nın yürümesi Benî İsrâil’in ahîren hücûmu, üç bin küsüre nisbetle
Mûsâ’nın on arşın boyu Benî İsrâil’in ve bulundukları arazinin miktarı,
asâ Hazret-i Mûsâ’nın kuvve-i i câzı, bunun on arşın boyu harben kat
edilen mesafe, on arşın sıçrama bilâ harbin işgal edilen mesafe, otuzar
arşın irtifâ üç bin üç yüz küsüre nisbetle ifnâ edilen kuvvet ve işgal edilen
arazi, topuktan vurulup ölmek koca bir devlet ve memleketin kenarından
ve güzergâhından cüz’î bir yerin işgāliyle muzmahil oluvermesi ve nihâyet
etraftan üşüşüp başını koparmak hükûmetin ifnâsı ve memleketin akvâm-ı
mücâvire tarafından taksim ve istîlâsıdır.
Yeknazarda bundan Benî İsrâil’in Arz-ı Mukaddes’e duhûlü Hazret-i
Mûsâ’nın hayatında olmuş gibi zannedilirse de bunun yanlış olduğu
söyleniyor. Binâen aleyh burada Hazret-i Mûsâ’nın da şahsı değil
mâneviyeti ve dini mülâhaza edilmiş demek olur.
1 H +“sene”.
2 H -“sene”.
Hak Dini Kur’an Dili 605
1 H, M ve B: “ ”.
2 H: “giremeyiz”.
3 H: “eyledi”.
4 H: “gālibsinizdir”.
606 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Rabbinle beraber1 git de ikiniz harb ediniz {ون ِ َ }اِﻧَّﺎ ٰﻫﻬﻨَﺎ ﻗbiz behemehâl
َ ﺎﻋ ُﺪ ُ
burada oturacağız, yani bir adım ileri gitmeyiz”.
Hazret-i Mûsâ bunların fısk u temerrüdünü ve bu küfr ü inâdını
görünce kemâl-i hüzn ü teessürle ve2 câlib-i rahmet ü icâbet olan bir
rikkat-i kalb ile Allah’a arz-ı şekvâ ederek { }ﻗَﺎ َلşöyle dedi: {ﻚ اِ َّﻻ ُ ِب اِ ۪ ّ َ ٓﻻ اَ ْﻣﻠ
ِ َر
ّ
۪ َ “ }ﻧ َ ْﻔ ۪ َوﺍYâ Rab! Ben kendimden başkasına mâlik değilim, bir canım var
ki kudretim, iradem, hükmüm ancak ona geçer, bir de kardeşime, yahut
kardeşim de benim gibi. Binâen aleyh {َ ﺎﺳ ۪ﻘ ِ }ﻓَﺎ ْﻓﺮ ْق ﺑَﻴﻨَﻨَﺎ َوﺑ َ ْ َ ا ْﻟ َﻘﻮ ِم ا ْﻟ َﻔbizimle
ْ ْ ُ
şu itaatten çıkan, [1649] isyanda ısrar eden fâsık kavmin arasını ayır, yani
bize bizim istihkākımız, onlara da kendi istihkaklarına göre hükmedip
beynimizi fasl eyle.” A Demek ki Hazret-i Mûsâ ya o iki zâta bile tamamen
emin olamayarak veya din kardeşi mânasını kasd edip onları da hesâba
alarak böyle dua etti. Allah teâlâ da { }ﻗَﺎ َلbuyurdu ki {َ ﻓَﺎِ َّ َﺎ ُﻣ َﺤﺮَّ َﻣﺔٌ َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ اَ ْرﺑ َ ۪ﻌ
ً }ﺳﻨَﺔ َ “o isyan ve bu dua sebebiyle bunlara o mev ud olan Arz-ı Mukaddes
kırk sene tahrim edilmiştir.” A Yani oraya girmeleri tahrîm-i şer î ile dînen
haram olmak mânasına değil, men mânasına tahrîm-i tekvînî ile kırk sene
mahrum kılınmışlardır. Bu müddet zarfında hiçbiri oraya giremeyecek
{ض ِ ﻮن ِ ْاﻻ َْر َ ُ }ﻳ َ ۪ﺘﻴﻬşu kara yerde Tîh içinde nereye gittiklerini bilemeyecek ;
3
1 M ve B -“beraber”.
2 H -“ve”.
3 B: “bilmeyecek”.
608 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ً ﺗﺎﻩ ﻳﺘﻴﻪ وﻳﺘﻮﻩ ﺗﻴﻬﺎً وﺗﻴﻬﺎً وﺗﻮﻫﺎşaşırıp son derece hayrette kalmak, isim olarak
ﺗﻴﻪve ﺗﻴﻬﺎءiçinden çıkılmaz, yol bulunmaz beriyye, çöl demektir. Bunun
için Benî İsrâil’in mahkum oldukları bu çöle “Sahrâ-yı Tîh” denilmiştir.
Acaba bu müddet zarfında Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâm1 ne
oldular? Nakledildiğine göre bu meselede [1650] rivayet muhteliftir:
Bazıları Tîh’te kalmadılar demiştir ki âyetin zâhiri de bunu gösteriyor.
Diğer bazıları ise kavimleriyle beraber Tîh’te kaldıklarını, fakat bunun
kendileri hakkında bir azab olmayıp İbrâhim’e ateşin berd ü selâm
olması gibi revh u selâmet olduğunu söylemişlerdir. Buna kāil olanlar
da şu noktada ihtilâf etmişlerdir: Acaba Hârûn ile Mûsâ Tîh’te mi vefat
ettiler, yoksa çıktılar mı? Bir kısmı Tîh’te evvelâ Hârûn’un,2 bir sene sonra
da Mûsâ’nın vefat ettiğine, ba dehû vasîsi ve hemşîrezâdesi Yûşa b. Nûn
nübüvvetle makāmına kāim olarak Kâleb de ber-hayat olduğu hâlde
nesl-i cedîd ile çok geçmeden ve hatta bir rivayette vefât-ı Mûsâ’dan üç
ay sonra Arz-ı Mukaddes’i feth eylediğine kāil olmuşlardır ki şâyi olan
da budur. Diğer bir kısmı ise Hazret-i Mûsâ’nın vefatından evvel Tîh’ten
çıkıp cebbârîn ile harb ettiğini ve galebe edip Arz-ı Mukaddes’ten bir
kısma dâhil olduğunu nakleylemişlerdir.
“Tîh” hem masdar hem isim olduğundan dolayı “tîhte kalmak” tâbiri
iki mâna ile mülâhaza olunmalıdır. Birisi, tehayyür içinde sergerdân
kalmak, diğeri de çölde kalmak. Şüphe yok ki birinci mâna enbiyâ
hakkında tasavvur edilemez. Âyette vârid olan ve azâb u cezâ ifade eden
ﻮنُ ﻳ َ ۪ﺘise bu mânayadır. Bu mâna ile Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâm
َ ﻴﻬ
tîhte kalmamışlardır. Fakat çölde kalmak ale’l-ıtlâk böyle değildir.
Bir çölde icrâ edilen vazifenin müşkil de olsa bir cezâ ve azab olması
lâzım gelmez. Nitekim enbiyânın âlemde en büyük mezâhime mâruz
oldukları ve bu ibtilânın onlar hakkında bir azab değil, mansıb-ı
nübüvvet muktezayâtından bulunduğu da mâlumdur. Binâen aleyh
Mûsâ ve Hârûn Tîh’te “yetîhûn” değil idiler, fakat çölde yine Benî
1 H: “aleyhisselâm”.
2 H +“ve”.
Hak Dini Kur’an Dili 609
ِ ِ
ﺖ ﻟ َُﻪ ﻧ َ ْﻔ ُﺴ ُﻪ
ْ ﴾ ﻓَﻄ َﻮَّ َﻋ٢٩﴿ ۚ ﻴﻦ َ ِ ﺎب اﻟﻨَّﺎرِۚ َو ٰذﻟ
َ ﻚ َﺟ ٰﺰ ٓ ُؤا اﻟﻈ َّﺎﻟ ۪ﻤ ِ ﻮن ِﻣ ْﻦ اَﺻ َﺤ
ْ َ ﺑِﺎِ ْﺛ ۪ﻤﻲ َوﺍ ْﺛ ِﻤ
َ ُﻚ ﻓَﺘَﻜ
ض ﻟ ِ ُﻴﺮِ َ ُﻪ ْ ﺚ ﻓِﻲ
ِ اﻻ َْر ُ ﺍﺑﺎ ﻳ َ ْﺒ َﺤ
ً اﻪﻠﻟُ ﻏُ َﺮ
ّٰ ﺚ ِ ﻗَ ْﺘ َﻞ اَ ۪ﺧﻴﻪِ ﻓَﻘَﺘَﻠ َ ُﻪ ﻓَﺎ َﺻﺒَ َﺢ ِﻣ َﻦ ا ْﻟ َﺨ
َ َ﴾ ﻓَﺒَﻌ٣٠﴿ ﺎﺳ ۪ﺮ َﻦ ْ
ِ ُﻮن ِﻣ ْﺜ َﻞ ٰﻫ َﺬا ا ْﻟﻐُ َﺮ
َ ِﺍب ﻓَﺎ ُ َوﺍر
ي َ ت اَ ْن اَכ َ َﻒ ﻳُ َﻮﺍر۪ي َﺳ ْﻮﺍَةَ اَ ۪ﺧﻴﻪِۜ ﻗ
ُ ﺎل ﻳَﺎ َو ْﻠ َ ٰﺘٓﻰ اَ َﻋ َﺠ ْﺰ َ ﻛَ ْﻴ
﴾٣١﴿ ۛ ۚ ﻴﻦ ِ َّ ﺳﻮﺍَةَ اَ ۪ﺧﻲ ﻓَﺎ َﺻﺒَ َﺢ ِﻣ َﻦ اﻟﻨ
َ ﺎد ۪ﻣ ْ ۚ َْ
Benî İsrâil’in ahvâli bunun hakīkī bir mâsadakını teşkil eder, bu onlara
bihakkın okunur. Binâen aleyh hatâ olmak ihtimâlinden kurtulmayacak
olan türlü türlü rivayetlerden ve tafsîlâttan kat -ı nazarla yalnız nass-ı
Kur’ân’ı tâkip etmelidir. Bir hadîs-i şerifte vârid olmuştur ki: “Allah teâlâ
size iki Âdemoğlu ile bir mesel darb etti, bunun hayrını tutun, şerrini
bırakın.”1 Şöyle ki:
{ﺎﻧﺎ ِ
ً َ }ا ْذ ﻗَﺮَّﺑَﺎ ُﻗ ْﺮﺑBir vakit iki Âdemoğlu birer kurban takdim etmişlerdi
de {ِاﻻٰ َﺧﺮ ْ }ﻓَ ُﺘ ُﻘ ّ ِﺒ َﻞ ِﻣ ْﻦ اَ َﺣ ِﺪﻫِ َﻤﺎ َو َ ْ ﻳُﺘَ َﻘﺒ َّ ْﻞ ِﻣ َﻦher nedense birininki kabul edilmiş
diğerininki2 edilmemiş idi. A “Kurban” örfümüzde tekarrub için
kesilen zebîhaya3 ıtlak olunursa da asıl mânası Allah’a tekarrub için arz
u takdim edilen herhangi bir şey demektir ki gerek zebîha ve gerek diğer
sadakalardan e amdır. Herhangi bir delil ile birinin kurbanının kabûlü,
diğerinin ise adem-i kabûlü anlaşılınca { }ﻗَﺎ َلkurbanı kabul edilmeyen
öbürüne hased ederek {ﻚ َ “ahdim olsun seni katledeceğim” dedi.
َ َّ }ﻻ َ ْﻗﺘُﻠَﻨ
ِ
{َ اﻪﻠﻟُ ﻣ َﻦ ا ْﻟ ُﻤﺘ َّ ۪ﻘ ِ
ّٰ ﺎل اﻧ َّ َﻤﺎ ﻳَﺘَ َﻘﺒ َّ ُﻞ َ َ }ﻗÖbürü de dedi ki: “Allah ancak müttakīlerden
kabul eder. A Binâen aleyh Allah’tan kork, niyetini tashih et {ﺖ َ َﻦﺌ َ َ ْﻄ ِْﻟ
۪ َ }اِ َ َّ ﻳ َ َﺪ َك ﻟِﺘَ ْﻘﺘُﻠeğer sen beni öldürmek için elini uzatırsan {ﺎﺳ ٍﻂ ِ ََﻣٓﺎ اَﻧَﺎ ۬ ﺑِﺒ
َ َ ﻚ ِﻻ َ ْﻗﺘُﻠ
ﻚ َ ي اِﻟ َْﻴَ }ﻳ َ ِﺪben [1654] seni öldürmek için elimi uzatıcı değilim.
{َ ب ا ْﻟﻌَﺎﻟ َ۪ﻤ ِ
َّ اﻪﻠﻟ َ َر
ّٰ ﺎف ُ }ا ۪ ّ ٓ اَ َﺧÇünkü ben, Rabbü’l-âlemîn olan Allah’tan her
ِ
hâlde korkarım {ﻚ َ }اِ ۪ ّ ٓ ُا ۪ر ُﺪ اَ ْن ﺗ َ ُﺒ ٓﻮأ َ ﺑِﺎِ ْﺛ ۪ َوﺍ ْﺛ ِﻤben bu suretle şunu isterim
ki beni günaha sokmayasın da hem benim günahım hem de kendi
günahınla dönüp gidesin, bu iki günahı yüklenerek can verip huzûr-ı
Hakk’a varasın da {ِﺎب اﻟﻨَّﺎر ِ ﻮن ِﻣ ْﻦ اَﺻ َﺤ َ ُ }ﻓَﺘَﻜashâb-ı nârdan olasın, zira {ﻚ َ ِ َو ٰذﻟ
ْ
َ }ﺟ ٰﺰ ٓ ُؤا اﻟﻈ َّﺎﻟ ِ ۪ﻤ َ zâlimlerin cezâsı budur.”
4
ّٰ ا ّٰ כ أن َّ ا أ א، ّٰ ا כ ،أ אل ،אن אا ،אل ا א
. :א«؟ אل א ود ا وا آدم ب כ ا
و و ّٰ »إن ا:אل
َّ َ
2 H +“kabul”.
3 B: “zebâihe”.
4 B +“zira”.
5 “…Vizr çekecek bir nefis başkasının vizrini çekmez…” / “…ve hiçbir vizr çeken diğerinin vizrini
612 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
çekmez…” / “Hem günah çeken bir nefs, başkasının günahını çekmeyecek…” / “…Bir vizr çeken de
diğerinin vizrini çekecek değildir…”
1 Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 235; Müslim, Birr, 68.
2 B -“ezcümle kurbanının kabul edilmemesine sebep olan günahın”.
3 Taberî, Câmiu’l-beyân, X, 215:
أر »إ: و ّٰ ا ّٰ אب ر ل ا أ و אس-د ا،ة و-אس ا، א و أ
ء »إ أر أن: אدة אب ا אر«؛ أ כ» כ ن إ إ כا ي، إ: ل،«وإ כ ء أن
.ذ כ وإ כ، כ إ אي: ل،«وإ כ
Hak Dini Kur’an Dili 613
İşte:
1 B +“ona”.
2 H -“bu”.
614 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Meâl-i Şerîfi
Bu ecilden Benî İsrâil’e kitapta bildirmiştik ki her kim bir nefsi bir nefis
mukabili veya yeryüzünde bir fesâdı olmaksızın öldürürse sanki bütün
insanları öldürmüş gibi olur, kim de bir adamın hayatını kurtarırsa
bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur. Celâlim hakkı için resul-
lerimiz [1657] onlara beyyinelerle geldiler de sonra içlerinden birçoğu
bütün bunların arkasından hâlâ yeryüzünde fesad ve cinayette israf
etmekte bulunuyorlar (32).
eder, yani affetmek veya katline mâni olmak veya herhangi [1658]
bir sebeb-i helâkten kurtarmak suretiyle bekā-yı hayâtına sebep olursa
ً ﺎس َﺟ ۪ﻤ
{ﻴﻌﺎ َ َّ }ﻓَﻜَﺎَﻧ َّ َﻤٓﺎ اَ ْﺣﻴَﺎ اﻟﻨsanki insanların cemî sini ihyâ etmiş, birine
yaptığını -kendisi de dâhil olduğu hâlde- hepsine yapmış gibi olur.
Mâlumdur ki herhangi bir teşbih, müşebbeh ile müşebbehün
bihin her cihette ve cemî -i ahkâmda müsâvî olmalarını iktizâ etmez.
Binâen aleyh bundan umûma müte allik olan katl veya ihyânın bir
kişiye müte allik katl ü ihyâdan hiçbir vechile farkı yoktur demek
anlaşılmamalıdır. Her iki fıkradaki teşbihlerden maksad katl-i nefsin
zararı, ihyâ-yı nefsin de menfa ati âm olduğunu vâzıhan anlatmak ve
binâen aleyh katle karşı kısâsen ve yeryüzünde fesad cürmüne karşı
cezâen katl ü idamın meşrûiyetini tesbit ile katl ü taarruzdan terhib ve
muhâfaza-i hayâta tergībdir.
Fakat burada iki sual vardır: Evvelâ Benî İsrâil’e bu ahkâmın yazılıp
vâcib olması niçin ﻚ َ ِ ِﻣ ْﻦ اَ ْﺟ ِﻞ ٰذﻟolsun? Vaktiyle Kābil’in Hâbil’i o suretle
öldürmüş olması Benî İsrâil’e bu ahkâmın vücûbu için ne münasebetle
sebeb ü illet olabiliyor? Bunu Benî İsrâil’e tahsîsin vechi nedir? َﺟ ِﻞ ِ
ْ ﻣ ْﻦ أ
ِ ﻚ َﻛﺘَﺒـْﻨَﺎ َﻋﻠَﻰ اﻟﻨ ِ
ﱠﺎس َ ذﻟveya آدم َ َﻋﻠَﻰ ﺑَِﲏbuyurulmak lâzım gelmez mi idi?
İşte bundan dolayı Hasan ve Dahhâk mezkur kıssadaki katlin bizzat
Hazret-i Âdem’in iki sulbî oğulları arasında değil Benî İsrâil’de vukū
bulduğuna ve iki Âdemoğlundan murad Benî İsrâil’den iki kişi demek
olduğuna ve Benî İsrâil’de böyle bir katl vak asının vukū u bu ahkâmın
nüzûlü için bir sebeb-i mahsus teşkil ettiğine zâhib olmuştu. Fakat
cumhûrun beyânına göre kıssa böyle değildir. O hâlde bunu şöyle
anlamak lâzım gelir: ﻚ َ ِ ِﻣ ْﻦ اَ ْﺟ ِﻞ ٰذﻟkıssaya değil, kıssanın mazmûnundaki
me ânî-i müessireye râci dir. Şöyle ki: İnsan öldürmek haddizâtında
büyük bir zulüm ve netâici hüsran ü nedâmetten başka bir şey
olmayan büyük bir cinayettir. İnsan olanların bundan son derece
sakınmaları îcab eder. [1659] Hâlbuki beşeriyette bu zulüm emr-i
vâki dir. Hatta iki Âdemoğlunun biri iyi bir kardeşine bu zulmü pek
616 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
َّـﺒ ٓﻮﺍ ٓ
ُ ﺎدا اَ ْن ﻳُ َﻘﺘَّﻠ ُﻮﺍ اَ ْو ﻳُ َﺼﻠ
ً ض ﻓَ َﺴ ْ اﻪﻠﻟ َ َو َر ُﺳﻮﻟ َُﻪ َو َ ْﺴﻌَ ْﻮ َن ﻓِﻲ
ِ اﻻ َْر َ ُﻳﻦ ﻳُ َﺤﺎرِﺑ
ّٰ ﻮن ِ
َ اﻧ َّ َﻤﺎ َﺟ ٰﺰ ٓ ُؤا اﻟ َّ۪ﺬ
ي ﻓِﻲ اﻟ ُّﺪ ْﻧﻴَﺎ َوﻟ َُﻬ ْﻢ ِ َ ِ ض ٰذﻟ
ٌ ﻚ ﻟ َُﻬ ْﻢ ﺧ ْﺰ ْ اَ ْو ﺗُ َﻘﻄ َّﻊَ اَ ْﻳ ۪ﺪﻳﻬِ ْﻢ َوﺍ َ ْر ُﺟﻠُ ُﻬ ْﻢ ِﻣ ْﻦ ِﺧ َﻼ ٍف اَ ْو ﻳُ ْﻨ َﻔ ْﻮﺍ ِﻣ َﻦ
ۜ ِ اﻻ َْر
ِ ِ ِ ِ ِ ْ ﻓِﻲ
ْ َﻳﻦ ﺗَﺎﺑُﻮﺍ ﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒ ِﻞ اَ ْن ﺗ َ ْﻘﺪ ُروﺍ َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ ۚ ﻓ
ﺎﻋﻠ َ ُﻤ ٓﻮﺍ اَ َّن َ ﴾ ا َّﻻ اﻟ َّ ۪ﺬ٣٣﴿ ۙ ﻴﻢ ٌ اب َﻋ ۪ﻈ ٌ اﻻٰﺧ َﺮ َﻋ َﺬ
ٌ ﻮر رَ ۪ﺣ
﴾٣٤﴿ ۟ ﻴﻢ ٌ اﻪﻠﻟ َ ﻏَ ُﻔ
ّٰ
1 H: “zillet”.
2 H: “var”.
618 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B -“veya ırzlarına”.
2 B: “kat ”.
Hak Dini Kur’an Dili 621
1 B -“Hasan’dan”.
2 Taberî, Câmiu’l-beyân, X, 262-263:
،אل ب :אل ذ כ ذכ. כ א ّٰ أي ه ا אء ا ذכ َ א ا َّ أن:א אر ا אم:و אل آ ون
. أي ذ כ َאء
َّ ، אم ا أن :אرب ا א ،ة أ ا א אء و ، أ א،אل א
ا »أو: إ،« אر ن ا ّٰ ور »إ א اء ا: ا ، א ، א ،אل אا
، أ א אدة،ل אل أ א أ،א أ أ א אل ،א אد אل . ا אم ِّ א أ : אل،«ا رض
.א אء إذا أ ه،אم ذ כ إ ا: أ אل ا אرب: ا
3 H: “için”.
4 M ve B: “tahyîre”.
5 M ve B: “edilmeyince”.
6 Bkz. Ebû Yûsuf, el-Harâc, s. 166-167; Serahsî, el-Mebsût, VII, 209.
622 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
olabilecektir. Bu mâna bir lafzı aynı zamanda hem tahyir hem de tenvî e
haml ederek iki mânayı bir delâlette cem etmek değil, muhtelif ahvâl ve
muhtelif zamanlara göre iki mânayı bi’l-münâvebe mülâhaza ederek bir
nevi tahyîre muhtemil taksim ile ﺎﻹ ْﺣﺘِ َﻤﺎﻟﲔ
ِْ ِ َﻋ َﻤ ًﻼ ﺑher şüpheden ârî bir mâna
ahz etmektir ki, hem haddin mânasına hem de kavâ id-i umûmiyeden
olan tahfif ahkâmına pek muvâfıktır.
Mâlumdur ki “salb”in asıl mânası kollarından bir yere germektir.
Nitekim “salîb” bundan me’huzdur. İmam Şâfiî hazretleri1 salbin meyten
yapılmasını, yani evvelâ katledilip Müslüman ise namazı da kılındıktan
sonra salb ü teşhir olunmasını tercih eylemiştir ki erfak olduğunda şüphe
yoktur. Arzdan nefye gelince: Esasen “nefy” idam etmek, yok etmek
demektir. Hâlbuki burada katl ü salbe mukabil zikredilmiş olduğu için
idam mânasına olmadığı zâhirdir. O hâlde ber-hayat olan bir kimsenin
bütün arzdan nefyi ancak hapis demek olabilir ki lisân-ı Arabda “nefy” bu
mânaya da müsta mel olduğunda2 ihtilâf yoktur. İmâm-ı A zam Ebû Hanîfe
hazretleri ve ekser ehl-i lügat bu mânayı ihtiyar etmişlerdir. Gerçi [1666]
bulunduğu beldeden diğer bir beldeye çıkarmaya veya dâr-ı İslâm’dan
çıkarmaya dahi nefy denilebilirse de bunun ikisi de mahzurdan sâlim
olmadığı için tecviz olunmamıştır. Çünkü maksad def -i şerdir. Hâlbuki bir
şakīyi diğer bir beldeye sevk etmek orada bulunan ibâdullahı ızrardan hâlî
olmaz. Büsbütün dâr-ı İslâm’dan dâr-ı harbe çıkarmak ise harbîlere bir şahsın
iltihâkını3 tervic eylemek demek olduğundan hiç câiz olmaz demişlerdir.
Ma amâfîh eşhâs ve mevâki in ihtilâfına göre mahzûr-ı mezkûrun vârid
olmayacağı anlaşılırsa diğer bir beldeye nefyin câiz olduğuna kāil olanlar
da vardır. Ezcümle Ömer b. Abdülaziz hazretlerinden bu mâna mervîdir.
Mukaddemâ, Tihâme’nin arkasında “Dehlek”, Habeş’te “Nâsı “ birer menfâ
idi denilmiştir. Lisânımızda da “nefy” bu mânaya müsta meldir. İmam Şâfiî
de demiştir ki burada “nefy” iki mânaya muhtemildir. Birisi eğer bunlar
katl yapmış ve mal almış ve tutulmuş iseler hadleri ikāme olunur ve eğer
1 M ve B: “Hazretlerinin”.
2 B: “isti mâl olunduğunda”.
3 M: “ilhâkını”.
Hak Dini Kur’an Dili 623
َ ﺍﺑﺘَ ُﻐٓﻮﺍ اِﻟ َْﻴﻪِ ا ْﻟ َﻮ ۪ﺳﻴﻠَﺔ َ َو َﺟﺎﻫِ ُﺪوﺍ ۪ﻓﻲ َﺳﺒ۪ ﻴﻠِ ۪ﻪ ﻟ َﻌَﻠَّﻜُ ْﻢ ﺗُ ْﻔﻠِ ُﺤ
ﻮن ْ اﻪﻠﻟ َ َو
ّٰ ﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ اﺗ َّ ُﻘﻮﺍ َ ﻳَٓﺎ اَﻳُّﻬَﺎ اﻟ َّ۪ﺬ
اب ِ ﻴﻌﺎ َو ِﻣ ْﺜﻠ َ ُﻪ َﻣﻌَ ُﻪ ﻟِﻴَ ْﻔﺘَ ُﺪوﺍ ﺑ ِ ۪ﻪ ِﻣ ْﻦ َﻋ َﺬ
ً ض َﺟ ۪ﻤ ِ اﻻ َْرْ ﻳﻦ ﻛَ َﻔ ُﺮوﺍ ﻟ َْﻮ اَ َّن ﻟ َُﻬ ْﻢ َﻣﺎ ﻓِﻲ ِ
َ ﴾ ا َّن اﻟ َّ۪ﺬ٣٥﴿
ون اَ ْن ﻳ َ ْﺨ ُﺮ ُﺟﻮﺍ ِﻣ َﻦ اﻟﻨَّﺎرِ َو َﻣﺎ ُﻫ ْﻢ َ ﴾ ﻳُ ۪ﺮ ُﺪ٣٦﴿ ﻴﻢ ٌ اب اَ ۪ﻟ
ِ ِ ِ ِ
ٌ ﻳ َ ْﻮ ِم ا ْﻟﻘ ٰﻴ َﻤﺔ َﻣﺎ ﺗُ ُﻘ ّﺒ َﻞ ﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ ۚ َوﻟ َُﻬ ْﻢ َﻋ َﺬ
ِ
﴾٣٧﴿ ﻴﻢ ٌ اب ُﻣ ۪ﻘ َ ۪ﺑ ِ َﺨﺎرِﺟ
ٌ ﻴﻦ ﻣ ْﻨﻬَﺎۘ َوﻟ َُﻬ ْﻢ َﻋ َﺬ
[1668] Meâl-i Şerîfi
Ey o bütün iman edenler! Allah’tan korkun ve O’na yaklaşmaya vesi-
le arayın ve O’nun yolunda mücahede edin ki felâha erebilesiniz (35).
Şüphesiz o küfr edenler bütün arzdaki ve daha bir o kadarı onların
olsa da kıyamet gününün azâbından kurtulmak için fidye verecek olsa-
1 H: “Zira”.
2 H -“Kezâlik mal almışlar ise mal sahipleri mallarının istirdad veya tazmînini talep ve davada
muhtardırlar. Sonra”.
Hak Dini Kur’an Dili 625
lar kendilerinden kabul edilmez, onlara elîm bir azab vardır (36). Ateş-
ten çıkmak isteyecekler, fakat ondan çıkacak değillerdir, onlara boyuna
gidecek bir azab vardır (37).1
1 H: “Ey o bütün iman edenler! Allah’tan korkun ve O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda
mücahede edin ki felâha erebilesiniz (35). Şüphesiz o küfr edenler bütün arzdaki ile daha bir o kadarı
kendilerinin olsa da kıyamet gününün azâbından kurtulmak için fidye verecek olsalar kabul edilmez,
onlara elîm bir azab var (36). Ateşten çıkmak isteyecekler, fakat çıkacak değiller, onlara boyuna gidecek
bir azab var (37)”.
626 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
münderic olduğu zâhirdir. “Vesile cennette bir menziledir: اَﻟْ َﻮ ِﺳﻴﻠَﺔُ َﻣْﻨ ِﺰﻟَﺔٌ ِﰲ
اﳉَﻨ ِﱠﺔ
ْ ”4 hadîs-i şerîfi de vesilenin ehemmiyet-i uhreviyesini nâtıktır. Hâsılı
vesile lâzımdır. Ve onu bulmak için isteyip aramak ve tevessül etmek de
lâzımdır. Çünkü vesilenin vesilesi de iman ve ittikā ile taleb ü iradedir.
Ve şu hâlde asıl vesile Allah’a kasd-ı tekarrub ve arzû-yı tehabbubdur.
Ve işte َ ﺍﺑﺘَ ُﻐٓﻮﺍ اِﻟ َْﻴﻪِ ا ْﻟ َﻮ ۪ﺳﻴﻠَﺔ ْ َوbu kasd ü niyet ile taharrî-i esbâbı ve ahlâk-ı
hamîde ve a mâl-i sâliha gibi rızâullâha muvâfık vesâil-i hasene istihzârıyla
ubûdiyet için sa yi âmirdir. Ve bunun içindir ki buna mücahede emri
1 “Onların yalvarıp durdukları, Rablerine (…) vesîle ararlar…”
2 Taberî, Câmiu’l-beyân, X, 291:
. ا: אل،« »وا ا إ ا:אء
. وا ا : אل،« آ ا ا ا ا ّٰ وا ا إ ا » א أ א ا:ا ي
. א وا ِ א اإ : أي،« »وا ا إ ا: אدة
.ّ و ّٰ إ ا ا،« »وا ا إ ا: א
. ا: אل،« »وا ا إ ا: ا
. ا: אل،« »وا ا إ ا: ا ّٰ כ
ِ ِ ن ِإ ر ن ِ »أُو ِئכ ا: و أ. ّٰ ا إ ا ، ا: אل،« »وا ا إ ا: אل ا ز
ُ ّ َ َ َ ُ َ ْ َ َ ُ ْ َ َ َّ َ َ ّ ّ
(٥٧/١٧ اء ا ْ َ ِ َ َ « )ا
3 Buhârî, Rikāk, 38:
... ُ ِ َُو َ א َ َ ُال َ ِ ي َ َ َ ُب ِإ َ ِא َّ َ ا ِ ِ َ َّ أ
َّ َّ َّ ْ
4 İbn Hibbân, Sahîh, IV, 589. Krş. Müslim, Salât, 11.
Hak Dini Kur’an Dili 627
terfik edilmiştir. İman ittikā ile, ittikā ibtiğā-yı vesîle ile, ibtiğā-yı vesîle
mücahede ile tekemmül eder.
İmdi imandan sonra bu üç emri îfâ ediniz ve bunlara da inanıp icrâ
eyleyiniz ki {ﻮن َ }ﻟ َﻌَﻠَّﻜُ ْﻢ ﺗُ ْﻔﻠِ ُﺤfelah bulmayı ümit edesiniz. Zira:
ِ ْ ِ ﻟ َْﻮ اَ َّن ﻟ َﻬُ ْﻢ َﻣﺎ
ِ اﻻ َْر
{ﻳﻦ ﻛَﻔَ ُﺮوﺍ َ }ا َّن اﻟ َّ ۪ﺬHiç şüphe yok ki o küfr edenler {ﻴﻌﺎ ً ض َﺟ ۪ﻤ
ِاب ﻳَﻮ ِم ا ْﻟ ِﻘ ٰﻴ َﻤﺔ ِ ِ ِ kıyamet gününün azâbından fidye
ْ ِ }وﻣ ْﺜﻠ َ ُﻪ َﻣﻌَ ُﻪ ﻟﻴَ ْﻔﺘَ ُﺪوﺍ ﺑ ِ ۪ﻪ ﻣ ْﻦ َﻋ َﺬ
َ
verip nefislerini kurtarmak için bi’l-farz bütün arzdaki şeylerin mecmû u
ve1 daha bir misliyle beraber kendilerinin olsa hepsini feda etmek isterler
ama {}ﻣﺎ ﺗُ ُﻘ ّ ِﺒ َﻞ ِﻣ ْﻨﻬُ ْﻢ َ kendilerinden kabul olunmaz {ﻴﻢ
2
ٌ اب اَ ۪ﻟ
ٌ }وﻟ َﻬُ ْﻢ َﻋ َﺬ
َ ve onlara
mahsus elîm bir azab vardır. {ون اَ ْن ﻳ َ ْﺨ ُﺮ ُﺟﻮﺍ ﻣ َﻦ اﻟﻨَّﺎرِ ِ َ }ﻳُ ۪ﺮ ُﺪAteşten çıkmak
ِ
isterler [1671] {}و َﻣﺎ ُﻫ ْﻢ ﺑ ِ َﺨﺎرِﺟ۪ َ ﻣ ْﻨﻬَﺎ َ hâlbuki onlar ondan çıkamazlar. A
Çıkmak istedikçe küfrün muktezâsı olarak yine içine atılırlar. {اب ٌ َوﻟ َُﻬ ْﻢ َﻋ َﺬ
ٌ }ﻣ ۪ﻘ
ﻴﻢ ُ Ve bunların hakkı köklü ve ebedî bir azabdır. A Binâen aleyh siz
bunlara asla benzemeyin ve bunlardan korkup çekinmeyin de ancak
Allah’tan korkun ve Allah’a tekarrub için vesile isteyin, esbâbı3 istihzar
edin de bunlarla mücahede eyleyin ve yeryüzünde fesad için çalışanların
da dünyadaki cezâsını verin. Ve bu cümleden olmak üzere:
ٌ ۪ﻳﺰ َﺣ ۪ﻜ
ﻴﻢ ّٰ اﻪﻠﻟِ ۜ َو
ٌ ﺍﻪﻠﻟُ َﻋﺰ ّٰ ﺎﻻ ِﻣ َﻦ ً َﺍﻟﺴﺎرِﻗَﺔُ ﻓَﺎ ْﻗﻄ َُﻌ ٓﻮﺍ اَ ْﻳ ِﺪﻳ َ ُﻬ َﻤﺎ َﺟ َﺰٓاءً ﺑ ِ َﻤﺎ ﻛَ َﺴﺒَﺎ ﻧَﻜ َّ ﺍﻟﺴﺎرِ ُق َو
َّ َو
﴾٣٩﴿ ﻴﻢ ٌ ﻮر َر ۪ﺣ ّٰ ﻮب َﻋﻠ َ ْﻴﻪِۜ اِ َّن
ٌ اﻪﻠﻟ َ ﻏَ ُﻔ ّٰ ﺎب ِﻣ ْﻦ ﺑ َ ْﻌ ِﺪ ﻇ ُ ْﻠ ِﻤ ۪ﻪ َوﺍ َ ْﺻﻠ َ َﺢ ﻓَﺎِ َّن
ُ اﻪﻠﻟ َ ﻳ َ ُﺘ َ َ ﴾ ﻓَ َﻤ ْﻦ ﺗ٣٨﴿
Meâl-i Şerîfi
Hırsızlık eden erkek ve hırsızlık eden kadın sâbit oldu mu ellerini ke-
sin, kazandıklarına cezâen Allah’tan kelepçek4, çünkü Allah Azîz’dir5,
Hakîm’dir (38). Böyle iken her kim de işlediği zulmün arkasından tevbe
edip salâha dönerse Allah elbette tevbesini kabul buyurur. Çünkü Al-
lah Gafûr’dur6, Rahîm’dir (39).
1 M ve B -“ve”.
2 H: “onlardan”.
3 H: “esbâb”.
4 B: “kelepçe”.
5 H: “Azîz”.
6 H: “Gafûr”.
628 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H: “edilemeyeceğini”.
Hak Dini Kur’an Dili 629
dahi hâlî olmasını iktizâ eder. Hâlbuki bir malın hıfz edilmemesi bir
müsamaha ve binâen aleyh bir şübhe-i ibâha teşkil edeceği gibi, bir
şahsın cüz’î miktarda bir malı sirkate tenezzül etmesi de her hâlde bir
şübhe-i ıztırardan hâlî değildir. Evvelemirde zekat, sadakāt gibi infak
ahkâmıyla def -i ıztırar esbâbı temin olunduktan ﻠﺴٓﺎﺋ ِ ِﻞ ِ 1 ِ
َّ َو ۪ ٓ اَ ْﻣ َﻮﺍﻟﻬِ ْﻢ َﺣ ٌّﻖ ﻟ
[ َوﺍ ْﻟ َﻤ ْﺤ ُﺮو ِمez-Zâriyât 51/19. Krş. el-Me âric 70/24-25]2 buyurulduktan
ve muharremâttan ahvâl-i ıztırâr istisnâ edildikten sonradır ki Hak teâlâ
cezâ-yı sirkati emretmiştir. Bu şerâit-i umûmiye altında ise sirkate ictisar
eden bir elin hey’et-i ictimâ iyye-i İslâmiye içinde kangren olmuş bir uzuv
gibi kat ı lâbüd olur. Fakat fukarânın hakkını vermeyen, erbâb-ı ıztırârın
ıztırârını düşünmeyen ve bilakis o ıztırârı günden güne teşdid eyleyen
bir hey’et-i ictimâ iyenin sâriklere karşı vaziyeti sirkat-i kübrâ erbâbının
vaziyetine şebîh olmaktan kurtulamaz. Binâen aleyh ıztırar veya şübhe-i
ıztırar ile kat î bir cezâ ve nekâle istihkak sâbit olamaz. Nitekim Hazret-i
Ömer bir kaht senesinde hadd-i sirkati tatbik etmemiştir. Çünkü
umûmun zarûret ve ihtiyâca mâruz bulunduğu böyle bir zamanda
vazîfe-i infâkın gereği gibi yapılamayacağı zâhir bulunduğundan her ferd
haddizâtında muztar olmasa bile şübhe-i ıztırar içindedir. Şu hâlde malın
açıkta bırakılması bir şübhe-i ibâha olacağı gibi, alelâde ahvâlde çalınan
malın bir muztarrın el uzatabileceği mikdâr-ı kalîlden fazla bir nisabda
bulunmaması da şübhe-i ıztırardan sâlim olamayacağından fi l-i sirkatin
bihakkın cezâ ve nekâl olan haddi mûcib bir cürm olması için hem
nisâbın hem hırzın şart olması lâzım gelir. Ve bu şartlar “sirkat” mefhûm-ı
lügavîsinden olmasa bile bihakkın “cezâ” ve “nekâl” mefhumlarından
bi’l-işâre sâbit, bundan başka hem kitâbın kavâ id-i umûmiyesi hem de
sünnet-i seniyye ile müeyyeddir ki tafsîlâtı fıkha aittir.
Velhâsıl, sârika bir şübhe-i özür bırakmamak için her [1674] hâlde
bir nisâbın da şart olduğu kat îdir. Ancak bu nisâbın miktarı müctehedün
fîhtir. Ve fukahâ sünen-i nebeviyeye nazaran bunun rub dinar ile bir dinar
1 H, M ve B +“” م.
2 “Ve mallarında sâil ve mahrum için bir hak vardı” / “Ve onlar ki mallarında vardır bir hakk-ı ma lûm,
hem sâil için hem mahrum.”
630 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “Demek o zaman”.
Hak Dini Kur’an Dili 631
Ey mü’minler {ُﺍﻟﺴﺎرِﻗَﺔ
َّ ﺍﻟﺴﺎرِ ُق َو
َّ }وَ sârik ve sârikanın da A yani şüphe ve
1
her mazeretten âzâde olarak sirkati tahakkuk eden gerek erkek ve gerek
dişi hırsızların da {ِاﻪﻠﻟ
ّٰ ﺎﻻ ِﻣ َﻦً َ }ﻓَﺎ ْﻗﻄ َُﻌ ٓﻮﺍ اَ ْﻳ ِﺪ َ ُ َﻤﺎ َﺟ َﺰٓاءً ﺑ ِ َﻤﺎ ﻛَ َﺴﺒَﺎ ﻧَﻜkesbettikleri
amele bir cezâ, Allah’tan bir nekâl -yani bir daha yapamamaları2 için
bihakkın bir bağ, bir tuşak, bir3 kelepçe- olmak üzere ellerini kesiniz.
İbn Mes ud mushafında ﻓَﺎﻗْﻄَﻌُﻮا ْأﳝَﺎﻧـَُﻬ َﻤﺎolduğundan dolayı ibtidâ sağını,
tekrar ederse solunu da kesiniz. Çünkü {ﻴﻢ ٌ ۪ﻳﺰ َﺣ ۪ﻜ ٌ ﺍﻪﻠﻟُ َﻋﺰ ّٰ }و َ Allah hem Azîz
4
1 M ve B -“her”.
2 B: “yapmamaları”.
3 H +“pranga”.
4 H, M ve B: “ ّٰ ”إن ا.
5 H +“prangadır”.
632 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ٌ ﻮر َر ۪ﺣ
{ﻴﻢ ّٰ ﻮب َﻋﻠ َ ْﻴﻪِۜ اِ َّن
ٌ اﻪﻠﻟ َ ﻏَ ُﻔ ّٰ ﺎب ِﻣ ْﻦ ﺑ َ ْﻌ ِﺪ ﻇ ُ ْﻠ ِﻤ ۪ﻪ َوﺍ َ ْﺻﻠ َ َﺢ ﻓَﺎِ َّن
ُ اﻪﻠﻟ َ ﻳ َ ُﺘ َ َ }ﻓَ َﻤ ْﻦ ﺗYani sirkat
yapıp kendi elinin kesilmesine sebebiyet vererek kendine zulmetmiş olan
sârik veya sârikadan herhangi birisi eli kesildikten sonra tevbe edip ıslâh-ı
hâl ederse Allah Gafûr-ı Rahîm olduğu için tevbesini her hâlde kabul eder.
Ve âhirette ona başka azab yapmaz, rahmet ü mağfiret eyler. Binâen aleyh
eli kesilmiş ve tevbekâr olmuş olanlara mukaddemâ hırsızlık etmiş diye
fena nazarla bakmamalı, merhamet edip mu âvenette bulunmalıdır.
Bu tevbe haddin icrâsından evvel olursa had sâkıt [1677] olur mu
olmaz mı? Cumhur ve Hanefiyye mal sâhibi affetmedikçe olmaz; İmam
Şâfiî ise bir kavlinde olur demiştir. Fi’l-vâki zulümden murad nefsine
değil, âhara olan sirkat olduğu takdirde bu âyet bunu ifade etmiş olacağı
ve bâlâdaki sirkat-i kübrâ erbâbının tevbeleri meselesi de bir itibar ile
bunu teyid edeceği cihetle biz de bu mânayı tercih eyleyeceğiz. Ancak
bu surette َوﺍ َ ْﺻﻠ َ َﺢkaydı mûcebince salâh-ı hâlinin tebeyyünü için ta zîren
bir müddet-i münâsibe habsi3 ve çalınan mal istihlâk edilmiş ise tazmîni
lâzım geleceğinden zühul olunmamalıdır. Haddi icrâ edildiği takdirde
ise; َﺟ َﺰٓاءً ﺑ ِ َﻤﺎ ﻛَ َﺴﺒَﺎmedlûlünce fiilin tam cezâsı verilmiş ve istihlâk dahi
“kesb” mefhûmunda dâhil bulunmuş olacağından damân lâzım gelmez.
Fakat aynen mevcud ise istirdad olunur. Çünkü meksub değildir.
1 H +“prangaya”.
2 H: “edilsin”.
3 M ve B: “hapis/habs”.
Hak Dini Kur’an Dili 633
ِ ِ ِ ﻚ اﻟﺴ ٰﻤ َﻮ ِ
ﺍت َو ْ ِ
ﺍﻪﻠﻟُ َﻋﻠٰﻰ ﺎء َو َ ْﻐﻔ ُﺮ ﻟ َﻤ ْﻦ ﻳ َ َﺸٓ ُ
ﺎء ۜ َو ّٰ ب َﻣ ْﻦ ﻳ َ َﺸٓ ُ
ﺍﻻ َْرض ﻳُﻌَ ّﺬ ُ اﻪﻠﻟ َ ﻟ َُﻪ ُﻣ ْﻠ ُ َّ
اَﻟ َْﻢ ﺗ َ ْﻌﻠ َ ْﻢ اَ َّن ّٰ
ﻳﻦ ﻗَﺎﻟُٓﻮﺍ ِ ﻚ اﻟ َّ ۪ﺬﻳﻦ ﻳﺴﺎرِﻋ َ ِ
ﻮن ﻓﻲ ا ْﻟﻜُ ْﻔﺮِ ﻣ َﻦ اﻟ َّ۪ﺬ َ َ ُ َ ُ ﻮل َﻻ ﻳ َ ْﺤ ُﺰ ْﻧ َ ﻛُ ّ ِﻞ َﺷ ْﻲ ٍء ﻗَ ۪ﺪ ٌ
ﻳﺮ ﴿ ﴾٤٠ﻳَٓﺎ اَﻳُّﻬَﺎ اﻟﺮَّ ُﺳ ُ
ﻮن ﻟِﻘَ ْﻮ ٍم ٰا َﺧ ۪ﺮ َﻦ ۙﻟ َْﻢ
ﺎﻋ َ ب َﺳﻤَّ ُ ﻮن ﻟ ِ ْﻠﻜَ ِﺬ ِ
ﺎﻋ َ ِ ِ ِ
ٰا َﻣﻨَّﺎ ﺑِﺎ َ ْﻓ َﻮﺍﻫﻬِ ْﻢ َوﻟ َْﻢ ﺗُ ْﺆﻣ ْﻦ ُﻗﻠُﻮﺑُ ُﻬ ْﻢ ۚ َوﻣ َﻦ اﻟ َّ۪ﺬ َ
ﻳﻦ َﻫﺎدُوﺍ َﺳﻤَّ ُ
ﺍﺿﻌِ ۪ﻪ ﻳﻘﻮﻟُﻮن اِن اُو۫ﺗ۪ﻴﺘﻢ ﻫ َﺬا ﻓﺨ ُﺬ ِ ِ
ﺎﺣ َﺬ ُروﺍ ۜوه َوﺍ ْن ﻟ َْﻢ ﺗُ ْﺆﺗ َ ْﻮ ُه ﻓَ ْ
ُْ ٰ َ ُ ُ ﻮن ا ْﻟﻜَﻠِﻢَ ﻣ ْﻦ ﺑ َ ْﻌ ِﺪ َﻣ َﻮ ِ ۚ َ ُ َ ْ ﻳ َ ْﺄﺗُﻮ َك ۜ ﻳُ َﺤ ّﺮِﻓُ َ
ﻚ َو ِﻋ ْﻨ َﺪ ُﻫ ُﻢ اﻟﺘ َّ ْﻮ ٰر ﺔُ
ﻒ ﻳُ َﺤ ِﻜ ّ ُﻤﻮﻧ َ َ ﻂ اِ َّن ّٰ ِ
ﺐ ا ْﻟ ُﻤ ْﻘ ِﺴ ۪ﻄ َ
ﻴﻦ ﴿َ ﴾٤٢وﻛَ ْﻴ َ اﻪﻠﻟ َ ﻳُﺤ ُّ ﻜ ْﻢ ﺑ َ ْﻴﻨَ ُﻬ ْﻢ ﺑِﺎ ْﻟ ِﻘ ْﺴ ِ ۜ
ﺎﺣ ُ
ﻓَ ْ
ﻴﻦ ۟ ﴿ ﴾٤٣اِﻧَّٓﺎ اَ ْﻧ َﺰ ْﻟﻨَﺎ اﻟﺘ َّ ْﻮ ٰر ﺔ َ ِ اﻪﻠﻟِ ﺛُﻢَّ ﻳَﺘَ َﻮﻟ َّْﻮ َن ِﻣ ْﻦ ﺑ َ ْﻌ ِﺪ ٰذﻟ ِ َ
ﻚۜ َو َﻣٓﺎ اُو۬ﻟٰ ٓ ِﺌ َ
ﻚ ﺑِﺎ ْﻟ ُﻤ ْﺆﻣ ۪ﻨ َ ۪ﻓﻴﻬَﺎ ُﺣ ْﻜ ُﻢ ّٰ
ِ ِ ِ ِ ِ
َ ﻮر ۙ َو ُﻣ َﺼ ِّﺪ ًﻗﺎ ﻟ َﻤﺎ ﺑ َ ْﻴ َﻦ ﻳ َ َﺪ ْﻳﻪ ﻣ َﻦ اﻟﺘ َّ ْﻮ ٰر ﺔِ َو ُﻫ ًﺪى َو َﻣ ْﻮ ِﻋﻈ َﺔ ً ﻟ ْﻠ ُﻤﺘ َّ ۪ﻘ ِ ََوﺍٰﺗَﻴﻨ
ﻴﻦ ٌ ُﺎه ْاﻻ ْﻧﺠ۪ ﻴ َﻞ ۪ﻓﻴﻪ ُﻫ ًﺪى َوﻧ
ُ ْ
ﻚ ُﻫ ُﻢ ّٰ اﻪﻠﻟُ ۪ﻓﻴﻪِۜ َو َﻣ ْﻦ ﻟ َْﻢ ﻳ َ ْﺤﻜُ ْﻢ ﺑ ِ َﻤٓﺎ اَ ْﻧ َﺰ َل
َ اﻪﻠﻟُ ﻓَﺎُو۬ﻟٰ ٓ ِﺌ ِ ۪﴾ َو ْﻟﻴَ ْﺤﻜُ ْﻢ اَ ْﻫ ُﻞ ْاﻻِ ْﻧﺠ٤٦﴿
ّٰ ﻴﻞ ﺑ ِ َﻤٓﺎ اَ ْﻧ َﺰ َل
ﻨﺎ ِ َﺎب ﺑِﺎ ْﻟ َﺤ ِّﻖ ُﻣ َﺼ ّ ِﺪ ًﻗﺎ ﻟ ِ َﻤﺎ ﺑ َ ْﻴ َﻦ ﻳ َ َﺪ ْﻳﻪِ ِﻣ َﻦ ا ْﻟ ِﻜﺘ
ً ﺎب َو ُﻣﻬَ ْﻴ ِﻤ ِ َ ﴾ َوﺍ َ ْﻧ َﺰ ْﻟـﻨَ ٓﺎ اِﻟ َﻴ٤٧﴿ ﻮن
َ َﻚ ا ْﻟﻜﺘ ْ
ِ َا ْﻟﻔ
َ ﺎﺳ ُﻘ
اﻪﻠﻟُ َو َﻻ ﺗَﺘ َّ ِﺒ ْﻊ اَ ْﻫ َﻮٓﺍءَ ُﻫ ْﻢ َﻋﻤَّﺎ َﺟٓﺎءَ َك ِﻣ َﻦ ا ْﻟ َﺤ ِّﻖ ۜ ﻟِﻜُ ّ ٍﻞ َﺟﻌَ ْﻠﻨَﺎ ِﻣ ْﻨﻜُ ْﻢ
ّٰ ﺎﺣﻜُ ْﻢ ﺑ َ ْﻴﻨَ ُﻬ ْﻢ ﺑ ِ َﻤٓﺎ اَ ْﻧ َﺰ َل ِ
ْ ََﻋﻠ َ ْﻴﻪ ﻓ
ِ ِ ِ ِ
ﺎﺳﺘَ ِﺒ ُﻘﻮﺍ ۪ ً َِﺷ ْﺮ َﻋﺔ ً َوﻣ ْﻨﻬ
ّٰ َﺎﺟﺎۜ َوﻟ َْﻮ َﺷٓﺎء
ْ َاﻪﻠﻟُ ﻟ ََﺠﻌَﻠَﻜُ ْﻢ اُﻣَّﺔ ً َوﺍﺣ َﺪةً َو ٰﻟﻜ ْﻦ ﻟﻴَ ْﺒﻠ ُ َﻮﻛُ ْﻢ ﻓﻲ َﻣٓﺎ ٰا ٰﺗﻴﻜُ ْﻢ ﻓ
ِ ِ ّٰ ﺍت اِﻟ َﻰ
اﺣﻜُ ْﻢ َ ﻴﻌﺎ ﻓَ ُﻴﻨَ ّ ِﺒﺌُﻜُ ْﻢ ﺑِﻤَﺎ ﻛُ ْﻨﺘُ ْﻢ ۪ﻓﻴﻪ ﺗ َ ْﺨﺘَﻠِ ُﻔ
ْ ﴾ َوﺍ َ ِن٤٨﴿ ۙ ﻮن ً اﻪﻠﻟ َﻣ ْﺮ ِﺟ ُﻌﻜُ ْﻢ َﺟ ۪ﻤ ِ
ۜ َا ْﻟ َﺨ ْﻴﺮ
1 B: “Bilmezsin”.
Hak Dini Kur’an Dili 635
1 B: “şaşırmasınlar”.
2 H: “Bilmez misin ki Allah, bütün semâvât ü arz mülkü O’nun; dilediğini azâba çeker, dilediğinin
günahını örter olduğunu? Allah her şeye kadîrdir (40). Ey şanlı Resûl, mahzun etmesin seni o küfürde
yarış edenler; gerek o ağızlarıyla ‘âmennâ’ deyip de kalbleri mü’min olmayanlardan ve gerek Yahudî
olanlardan. Onlar yalancılık etmek için dinlerler, sana gelmeyen diğer bir kavim için dinlerler, yerli
yerinde söylenen kelimeleri sonradan tahrif ederler. ‘Size böyle fetvâ verilirse tutun, verilmezse sakının’
derler. Kim ki Allah onun fitneye düşmesini murad etmiştir, sen, ihtimâli yok, onun lehine Allah’tan
zerrece bir şeye mâlik olamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki Allah kablerini tathir etmek murad
etmemiştir. Onlar, kendilerine dünyada bir zillet, âhirette de azîm bir azab var (41). Boyuna yalancılık
için dinlerler, boyuna haram yerler. Artık sana gelirlerse ister aralarında hükmet, ister kendilerinden
yüz çevir. Eğer yüz çevirirsen sana hiçbir zarar edemezler. Şayet hükmedersen aralarında adaletle
hükmet, çünkü Allah adalet edenleri sever (42). Yanlarında Tevrat, onda hükmullah dururken seni nasıl
hakem yapıyorlar? Sonra arkasından ne diye dönüyorlar? Öylelerin mü’minlerle alâkası yok (43). Fi’l-
vâki biz Tevrat’ı indirdik; onda bir hidâyet, bir nur vardı. Müslim olan nebiyyûn, Yahudîlere onunla
hükmederlerdi, rabbâniyyûn ve ahbâr da. Kitâbullahın muhafazasına me’mur edilmiş olmaları ve
üzerine nâzır ve murâkıb bulunmaları hasebiyle hükmederlerdi. Artık insanlardan korkmayın, Benden
korkun, Benim âyetlerimi birkaç paraya değişmeyin, ey hâkimler! Her kim Allah’ın indirdiği ahkâm ile
hükmetmezse işte onlar kâfirler (44). Hem onda üzerlerine şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna
burun, dişe diş, cerhler birbirine kısastır. Kim de bu hakkını sadakasına sayarsa o, ona keffaret olur ve
her kim Allah’ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar zâlimler (45). O peygamberlerin izleri
üzerinde Meryem’in oğlu Îsâ’yı da önündeki Tevrat’ın bir tasdikçisi olmak üzere arkadan gönderdik ve
ona İncil’i verdik; bir hidâyet ve nûru hâvî ve önündeki Tevrat’ı musaddık olarak ve Allah’tan korkanlara
bir irşad ve mev iza hâlinde (46). Ehl-i İncil de onun içinde Allah’ın indirdiğiyle hükmetsin ve kim
Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar -dinden çıkmış- fâsıklar (47). Sana da bu hak kitâbı
indirdik, kitap cinsinden önünde olanı musaddık ve üzerine nigehbân hâkim olmak üzere. Onun için
sen de aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet, bu sana gelen haktan ayrılıp onların arzuları arkasından
gitme. Her biriniz için bir şir a yaptık, ve bir minhâc. Allah dilese idi hepinizi bir tek ümmet kılardı,
lâkin sizi her birinize verdiği şeyde imtihan edecek. O hâlde durmayın, hayırlı gayelere yarış edin,
nihâyet hepinizin dönümü Allah’adır, o vakit O sizlere nelerde ihtilâf ediyor idiğinizi haber verir (48).
Ve şu emri indirdik: Aralarında sırf Allah’ın indirdiği ahkâmın birinden seni şaşırtmasınlar. Eğer yüz
çevirirlerse bil ki mücerred bazı günahları sebebiyle Allah onların başlarına bir musibet getirmek istiyor,
ve şüphesiz insanlardan birçoğu mutlak fâsıklardır (49). Durmuşlar da câhiliyet devrinin hükmünü mü
istiyorlar? Kimmiş Allah’tan daha güzel hüküm verecek; fakat bunu yakīn şânından olan bir kavim anlar
(50)”.
Hak Dini Kur’an Dili 637
ًئא َ َ ْ ُ ْ َوإ ِْن ُ ْ ِ ْض َ ْ ُ ْ َ َ ْ َ ُ ُّ و َك » َ ِْن َ ُאءو َك َ א ْ ُכ َ َ ُ أَ ْو أَ ْ ِ ْض: َّ َ אس ِ َ ْ ِ ِ َ َّ َو ٍ ِ ْ َ ِ ا، َ َ ِ َ ْ ِ ْכ
ْ ْ ْ ْ َّ َ
،ِ َ ِّ أَ َّد ْوا ِإ َ ْ ِ ْ ِ ْ َ ا، َ َ ْ َ ُ ِ َ ْ ِ ً ِ َ אن ُ ا ِ ِ ِإ َذا َ ُ ا כ : אل ،« ِ ِ ا ِ ا ِن
إ ِ ِ
َ َّ َ َ َ َ َ َ ْ
ْ ُ ُّ ُ َ َّ ّٰ ْ ْ ِא א כ وإِن כ
ْ ُ َ َْ ْ ُ ْ َ َ ْ َ َ ْ َ
. َ َ ِّ َ َ ِ َو َ َّ َ ُ ا ِ ِ ِ َ ِ ِ ِ ِ َ َ ُ ُ َ َ و ِإ َذا
ُ ْ َ ْ ُ ّٰ َ َ َّ ى َر ُ ُل ا ّٰ َ َّ ا، ً َ ا َّ ِ َ ً أ َّد ْوا ِإ َ ْ ِ ُ ا ّ َ َ َכא َ ْ َْ َ َ َ
Hak Dini Kur’an Dili 639
ikinci rivayet vechile bir katl vak ası olmak daha muvâfık görünüyor.
Binâen aleyh evvelki vak a sebeb-i nüzul olmaktan ziyade âyetin bi’l-
istitrât işaret ettiği vekâyi -i mütekaddime cümlesinden olabilir. Bir de
İbn Atıyye rivâyet-i sahîhaya göre recm meselesini asıl meydana koyup
ulemâ-yı Yehûdu rüsvay eden Abdullah b. Selâm olduğunu söylemiştir.1
{ﻮل
ُ }ﻳَٓﺎ اَ ُّ َﺎ اﻟﺮَّ ُﺳUnvân-ı risâletle2 nidâ, tefhıym-i şan ve takviye-i kalb
ile îfâ-yı vazifeye sevk ve {ِﻮن ِ ا ْﻟﻜُ ْﻔﺮ َ ﻳﻦ ُ َﺎرِ ُﻋ َ ﻚ اﻟ َّ ۪ﺬَ }ﻻ ﻳ َ ْﺤ ُﺰ ْﻧَ [1685] tesellisine
hüsn-i ihzar içindir. Zira “küfre müsâra at edenler seni mahzun etmesin”
demek, zâhiren kâfirleri Peygamber’e hüzün verecek harekâttan nehy
olmakla beraber hakikatte “sen bunlardan mahzun olma” diye Peygamber’i
nehydir. Hüzün ise ef âl-i ihtiyâriyeden olmadığı için bundan murad nehy
değil, tesliye ve izâle-i hüzündür. Ve bunda adl ü hakkı tanımayanlara karşı
tefhıym-i hak ve icrâ-yı hükm etmenin âdeten bâ is-i hüzün olduğuna da
ِ ِ ِ ٓ ِ
işaret vardır. {ﻳﻦ َﻫﺎدُوﺍ َ ﻳﻦ ﻗَﺎﻟُﻮﺍ ٰا َﻣﻨَّﺎ ﺑِﺎ َ ْﻓ َﻮﺍﻫﻬِ ْﻢ َو َ ْ ﺗُ ْﺆﻣ ْﻦ ﻗُﻠُﻮ ُ ُ ْﻢ ۚ َوﻣ َﻦ اﻟ َّ ۪ﺬ
َ }ﻣ َﻦ اﻟ َّ۪ﺬKüfre
müsâra at edenleri beyandır. Yani bunlar ağızlarıyla “âmennâ” diyen ve
fakat kalblerinde iman olmayan münafıklarla Yahudîlerden imiş, hüküm
sebeb-i nüzûle ve eşhâs-ı ma dûdeye münhasır olmayıp âm olmak için
evsâf-ı mümeyyizeleriyle târif olunarak buyuruluyor ki; bunlar:
ِ ﻮن ﻟ ِ ْﻠﻜَ ِﺬ
1. {ب َ ﺎﻋ
ُ َّ}ﺳﻤdirler,
َ yani pek ziyade yalan dinleyicidirler. A Doğru
söz bunların zevkine gitmez, onu dinlemekten içleri sıkılır, fakat
yalana gelince seve seve dinlerler, memnun olurlar. Yalanlar, romanlar,
masallar, propagandalar, erâcîf, iftira, tezvîrât, meddahlık bunların
pek mahzuz olarak dinledikleri şeylerdir. Ve bu hâl onlarda bir meleke
olmuştur. Bunun için dâima yalancılara mahkum olurlar. Bundan
dolayı:
2. {ﻮن ﻟِﻘَ ْﻮ ٍم ٰا َﺧ ۪ﺮ َﻦ ۙ َ ْ ﻳ َ ْﺄﺗُﻮك
َ ﺎﻋ
ُ َّ}ﺳﻤdürler.
َ Yani sana gelmeyen ve geriden geriye
iğfâlât yapan diğer bir kavmi dinlerler ki asıl küfrün, yalanın menba ı
1 İbn Atıyye, el-Muharraru’l-vecîz, II, 196-197. Bk. Buhârî, Menâkıb, 26:
ّٰ ا و ا وا أ رאو أن ا وا وا ا، ا و: أ אل ا א
و و ّٰ ا ة وأ א،ا אن א אم כ وإ א ا،م
.ا و ر א א
2 H +“hitab”.
640 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî, el-Kesb, thk. Süheyl Zekkâr, Dımeşk, 1400, s. 105; Taberî, Câmiu’l-
beyân, X, 323; Taberânî, el-Mucemü’l-kebîr, I, 73.
2 H +“istihsal”.
3 Taberî, Câmiu’l-beyân, X, 319-324.
4 H -“diler i râz ederler”.
642 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ِ
ﻳﻦ َﻫﺎدُوﺍ َ }ﻟﻠ َّ ۪ﺬbütün Müslim olan, dinleri Allah’a islâm ve inkıyaddan ibaret
bulunan enbiyâ bununla Yahudîler hakkında hükmederler. Enbiyânın
islâm ile tavsifleri şeref-i İslâmı ibraz için bir sıfat-ı külliye-i mâdihadır
ki enbiyâ içinde ُاﻻِ ْﺳ َﻼم ْ ِاﻪﻠﻟ
ّٰ ﻳﻦ ِﻋ ْﻨ َﺪ ِ
ّ ۪ [ ا َّنÂl-i İmrân 3/19] olan İslâm ile
َ اﻟﺪ
mütedeyyin olmadık hiçbir ferd bulunmadığını iş âr ile Yahudîlere târiz
ifade eder. Nazmın zâhiri bütün enbiyâya şâmildir ki hangisi olsa Yahudîler
hakkında bununla hükmeder, binâen aleyh Muhammed de… demek olur.
Ma amâfîh bu hükmün Yahudîler hakkında olması karînesiyle murad,
Mûsâ’dan Îsâ’ya kadar olan peygamberlerdir denilmiş. Bazıları da ﻳﻦ َ اﻟ َّ۪ﺬ
’اَ ْﺳﻠ َ ُﻤﻮﺍdan murad, dîn-i İbrâhim üzere olan enbiyâdır demişler. İkrime
“Muhammed ve ondan evvelki enbiyâ” diye tasrih etmiş, Hasan ve Süddî
de “Yahudîlere hükmü haysiyetiyle bilhassa Muhammed aleyhisselâm
muraddır” demişler.1 Zira asl-ı mâ-sîka-leh hükm-i Muhammedîyi
isbattır. Şu hâlde hâsıl-ı mâna; Yahudîlere hakem mevkiinde bulunan
her peygamber bununla onlara hükmeder. Binâen aleyh Muhammed
aleyhisselâm da… Bunlardan mâ adâ {ﺎر ُ َﺍﻻ َْﺣﺒ َ ُّ}وﺍﻟﺮَّﺑَّﺎﻧِﻴ
ْ ﻮن َو َ bütün
rabbâniyyûn ve ahbâr da. A “Rabbânî” ve “rabbî” kelimelerinin mânası
Sûre-i Âl-i İmrân’da ٌ ﻮن ﻛَ ۪ﺜ َ ُّ[ َوﻛَﺎ َّﻳ ِ ْﻦ ِﻣ ْﻦ ﻧ َ ِ ٍّ ﻗَﺎﺗ َ َﻞ َﻣﻌَ ُﻪ رِﺑّ ِﻴ3/146] âyetinde geçmiş
idi ki İbn Abbas’tan rivayete göre “rabbânî”, nâs üzerinde ilim ile icrâ-yı
siyâset eden ve büyük ilimden evvel küçük ma lûmât ile terbiye eyleyen
erbâb-ı ilim ve velâyet demek oluyordu.2 “Ahbâr” da hâ’nın kesri veya
fethiyle ’ﺣﱪin cem idir ki tahbir ve tahsin mânasına “habr”dan3 me’huz
ve mürekkeb demek olan “hibr” ile de münasebetdâr olarak [1690] ilmi
“tahbîr”, yani tahrîren veya takrîren tahsin ve tezyîn ü te’lîf ederek tesbit
ve idâmeye çalışan yahut güzel kalem sâhibi olan yüksek âlimler demektir.
Esasında bu mâna ile ulemâ-yı Yehûda “ahbâr” denilmiştir. Fakat burada
murad müstakīm ve tam mânasıyla ahbâr olan fukahâ-yı Yehûddur.
Zemahşerî der ki: “Rabbâniyyûn ve ahbâr, Hârûn aleyhisselam’ın
evlâdlarından tarîkat-i enbiyâyı iltizam eden zühhâd ve ulemâdırlar.”1
Hulâsa yalnız enbiyâ değil, vârisleri olan hakīkī rabbâniyyûn ve ahbâr,
eimme ve fukahâ dahi bununla hükmederler. {اﻪﻠﻟِ َوﻛَﺎﻧُﻮﺍ ِ َﺑ ِ َﻤﺎ اﺳ ُﺘ ْﺤ ِﻔﻈُﻮﺍ ِﻣ ْﻦ ﻛِﺘ
ّٰ ﺎب ْ
اءٓ ﺪ ﻬ ﺷ ِ ﻪ ﻴ ﻠ }ﻋ
َ ََ ُ ََْ Çünkü bütün bu enbiyâ ve rabbâniyyûn ve ahbâr kitâbullâhı,
hakikaten kitâbullahtan olanı muhafazaya me’mur edilmiş ve bunun
üzerine şâhid olmuş bulunduklarından bu sebep ve bu haysiyetle öyle
hükmederler. A Ki bu muhafaza iki vechiledir: Birisi kalblerinde hıfz ve
dilleriyle ta lîm ü tedrîs ve beyan etmek, birisi de ahkâmına ittibâ edip
mûcebince amel ederek hıfz eylemektir. Binâen aleyh {ﺎس َوﺍ ْﺧ َﺸ ْﻮ ِن َ َّ ﻓَ َﻼ ﺗ َ ْﺨ َﺸ ُﻮﺍ اﻟﻨ
۪ ِ ِ ِ ٓ
َ اﻪﻠﻟُ ﻓَﺎُو۬ﻟٰﺌ ِ
ً ﻨﺎ ﻗَﻠ
ﻴﻼ ً }و َﻻ َ ْ َ ُوﺍ ﺑﺎٰﻳَﺎ ۪ ﺛ َ َﻤ
َ çünkü {ون
َ ﻚ ُﻫ ُﻢ ا ْﻟﻜَﺎﻓ ُﺮ ّٰ }و َﻣ ْﻦ َ ْ ﻳ َ ْﺤﻜُ ْﻢ ﺑ َﻤٓﺎ اَ ْﻧ َﺰ َلَ
her kim Allah’ın indirdiği kitap ile hükmetmez, O’nun hâkimiyetini
tanımazsa, işte bunlar o kâfirlerdir. A Ki bunlar için azâb-ı elîm, azâb-ı
mukīm vardır. Bunlar ateşten çıkmak isterler de çıkamazlar.
Biz Tevrat’ı indirdik {}وﻛَﺘَ ْﺒﻨَﺎ َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ ۪ﻓﻴﻬَﺎ َ ve onda bu Yahudîlerin üzerine
şöyle yazdık, şöyle farz kıldık ki {ﺎﻻ َْﻧ ِﻒ ْ ِﻒ ﺑ ْ ﺲ َوﺍ ْﻟﻌَ ْ َ ﺑِﺎ ْﻟﻌَ ْ ِ َو
َ ﺍﻻ َْﻧ ِ ِ
ۙ اَ َّن اﻟﻨ َّ ْﻔ َﺲ ﺑﺎﻟﻨ َّ ْﻔ
ِ ﺎﻟﺴ ِﻦ وﺍ ْﻟﺠﺮ
َ ُ ُ َ ۙ ّ ِّ ِ ﺍﻟﺴ َّﻦ ﺑ
ﺎص ِ ﺎﻻُذُ ِن َو ْ ِ ﺍﻻُذُ َن ﺑ
ٌ وح ﻗ َﺼ ّ
ْ }و
َ elbette cana can, göze göz, buruna
burun, kulağa kulak, dişe diş ve ale’s-seviyye cerhler [1691] birbirine
kısastırlar. A Yahut can cana mukabildir, göz göze mukabildir, burun
buruna mukabildir, kulak kulağa mukabildir, diş dişe mukabildir ve ilâ
âhirihi bunlar gibi mümâselet mümkin olan cerhler birbirine kısastır.
Kisâî kıraatinde وح ِ ﺍﻻُذُ ُن َو
ُ ﺍﻟﺴ ُّﻦ َوﺍ ْﻟ ُﺠ ُﺮ
ّ
ْ ﻒ َوُ ﺍﻻ َْﻧ ْ َوﺍ ْﻟﻌَ ْ ُ َوhepsi ref ile okunmuştur
ki her biri birer cümle olarak اَ َّن اﻟﻨ َّ ْﻔ َﺲ ﺑِﺎﻟﻨ َّ ْﻔ ِﺲcümlesine bi-hasebi’l-ma nâ
atf ile “şunu da yazdık şunu da, şunu da ilâ âhirihi” diye “ketb”in mef ûlü
olur. İbn Kesir, Ebû Amr, İbn2 Âmir kıraatlerinde وح ُ َوﺍ ْﻟ ُﺠ ُﺮref ile okunur
1 B: “hakīkī”.
2 M ve B -“Meselâ”.
3 Halil b. Ahmed, Kitâbu’l-ayn, VIII, 244; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab:
ِ ِ
،אن ْ ُ ا:وا ُ אن
4 H +“gibi”.
646 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
demektir. Hakk-ı hayâtı ifnâ eden bir cânînin hakk-ı hayâtı olmadığını
re’ye’l- ayn görmesi ne büyük bir manzara-i adalettir. Sonra hakk u
adlin bu manzara-i hâkimiyeti altında hakk-ı hayâtın kendi kesbiyle
insilâbını gören bir kimseyi affedip de kendisine yeniden bir hakk-ı hayat
bahşetmekte de1 öyle yüksek, öyle kudsî bir manzara-i ihsan vardır ki âlem-i
beşeriyette bundan daha güzel, daha yüksek bir ihsan misâli gösterilemez.
ً ﺎس َﺟ ۪ﻤ
ﻴﻌﺎ َ َّ َو َﻣ ْﻦ اَ ْﺣﻴَﺎﻫَﺎ ﻓَﻜَﺎَﻧَّﻤَٓﺎ اَ ْﺣﻴَﺎ اﻟﻨİşte bu hükm-i ilâhî bir tarafında böyle bir
manzara-i adalet, bir tarafında da böyle bir manzara-i ihsan tecellî eden bir
hidâyet ve nûrdur. Yahudîler ise kitaplarında yazılan bu ahkâm-ı ilâhiye
ile de hükmetmez oldular {ﻮن َ ﻚ ُﻫ ُﻢ اﻟﻈ َّﺎﻟ ِ ُﻤ
َ اﻪﻠﻟُ ﻓَﺎُو۬ﻟٰ ٓ ِﺌ
ّٰ ﻜ ْﻢ ﺑ ِ َﻤٓﺎ اَ ْﻧ َﺰ َل
ُ }و َﻣ ْﻦ َ ْ ﻳ َ ْﺤ
َ ve her
kim ki Allah’ın inzal buyurduğu ahkâm ile hükmetmezse işte bunlar da
o zâlimlerdir, o haksızlar gürûhundan başka bir şey değillerdir. A Çünkü
zulüm her hangi bir şeyin hakkını vermemek, onu Allah’ın tâyin ettiği
mevzi -i lâyıkının gayrıya koymaktır. Allah’ın hükmedilmek için indirdiği,
bildirdiği, yazdırdığı ahkâm ile hükmetmemek de evvelâ [1694] kānûn-ı
hakkın hakkını vermemektir. Bu da hiçbir şeyin hakkını vermemek, ya
ifrat veya tefrit etmektir. Zulmün zulüm, zâlimin zâlim olmasını tâyin
eden hüküm ve bu hükme mi yâr ittihaz edilen delil de Allah teâlâ’nın
inzal buyurduğu ahkâm ve kavâ id-i haktır. Binâen aleyh bununla
hükmetmemek zulüm ile adli, zâlim ile mazlûmu ve bunlar beynindeki
nisbet-i hakkı tefrik ve temyiz etmemektir. Zulüm ve zâlimi tefrik etmeyen,
tefrik etmek istemeyen, nisbet-i hakkı görmeyen ve görmek istemeyenler
ise zâlimlerin başlarıdırlar ve asıl zâlim bunlardır. Ve bunlar Benî Nadîr
ve Benî Kureyza hâdisâtında olduğu gibi Yahudîlere Yahudîlik vecîbesini
tatbik etmeyen zâlimler gürûhundandırlar. Fakat şunu da bilmek lâzım
gelir ki Allah’ın indirdiği hüküm Tevrat’tan ve Tevrat’takilerden ibaret
değildir. Tevrat’ı indirdikten başka {َوﻗَﻔَّ ْﻴﻨَﺎ َﻋ ٰ ٓ ٰاﺛَﺎرِﻫِ ْﻢ ﺑ ِ ۪ﻌﻴ َ ْاﺑ ِﻦ َﻣ ْﺮ َﻢَ ُﻣ َﺼ ّ ِﺪ ًﻗﺎ ﻟِﻤَﺎ
ِ }ﺑ َ ْ َ ﻳ َ َﺪﻳﻪِ ِﻣ َﻦ اﻟﺘَّﻮ ٰر ﺔbir de Biz o peygamberlerin izleri üzere arkalarından
ْ ْ
Îsâ b. Meryem’i önündeki Tevrat’ı musaddık olarak gönderdik. A
Binâen aleyh Tevrat’ın hükmüyle amel onun tasdîki ile meşrut olmak
1 B -“de”.
648 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
üzere bir daha teeyyüd etti, bu vechile Îsâ’yı gönderdik {اﻻِ ْﻧﺠ۪ ﻴ َﻞ ْ ﺎه ُ َ}وﺍٰﺗ َ ْﻴﻨَ
ona da İncil’i {ﻮر ﻧ و ى ﺪ ﻫ ِ ﻴﻪ ﻓ۪ ﻤ ِ ِ
ٌ َُ ً ُ } bir hidâyet ve nûru mutazammın {ﺎ َ ً ّ َ ُ َو
ﻟ ﻗﺎ ﺪ ﺼ ﻣ
ِ }ﺑ َ ْ َ ﻳ َ َﺪﻳﻪِ ِﻣ َﻦ اﻟﺘَّﻮ ٰر ﺔve önündeki Tevrat’ı musaddık ve müeyyid {ً َوﻫ ًﺪى َو َﻣﻮ ِﻋﻈَﺔ
ْ ْ ْ ُ
۪ ِ
َ }ﻟ ْﻠ ُﻤﺘَّﻘve müttakīlere bir hidâyet ve mev iza olarak verdik. {َو ْﻟﻴَ ْﺤﻜُ ْﻢ اَ ْﻫ ُﻞ
ِاﻪﻠﻟ ۪ﻓﻴﻪ ِ ۪}اﻻِ ْﻧﺠ
ُ ّٰ ﻴﻞ ﺑ ِ َﻤٓﺎ اَ ْﻧ َﺰ َل ْ Ehl-i İncil de Allah’ın bunda inzal buyurduğu tasdik,
hidâyet ve mev iza ile hükmetsin. A Hamza kıraatinde َو ْﻟﻴَ ْﺤﻜُ ْﻢlâm’ın kesri
mîm’in fethiyle okunur ve mef ûlün leh olmak üzere َ ’ﻫ ًﺪى َو َﻣ ْﻮ ِﻋﻈَﺔ ً ﻟ ِ ْﻠ ُﻤﺘ َّ ۪ﻘe ُ
atf olur ki “Müttakīlere hidâyet ve mev iza olmak üzere ve ehl-i İncil’in
bundaki tasdik, hidâyet ve mev iza-i ilâhiye ile [1695] hükmetmeleri
için verdik” demektir. Demek ki Îsâ enbiyâ-yı sâlifenin izinde olmakla
beraber müstakillen bir şer ile ba s buyurulmuş bir resuldür. Ve Yahudîlik
bununla hitam bulmuş, yani neshedilmiştir. Bundan böyle Îsâ ve İncil’in
tasdîkini nazar-ı mülâhazaya almadan Tevrat ile doğrudan doğru ve ale’l-
ıtlâk amel câiz değildir. Îsâ ve İncil’i tanımayıp Yahudîlik iddia edenler
haddizâtında kâfir ve zâlimdirler. Fakat bunlar kendi dava ve itikadlarına
nazaran İncil ahkâmı ile sûret-i mutlakada ilzam olunamazlarsa da Tevrat
ahkâmıyla ale’l-ıtlâk ilzam olunurlar. Hâlâ ıtlâkı üzere vâcibü’l-amel
kitâbullah olduğuna imanın lüzûmunu iddia eden Yahudîler Tevrat ile
hükmetmedikleri veya Tevrat mûcebince aleyhlerine verilen hükme itiraz
eyledikleri takdirde kendi davalarını nakz ve küfür ve zulümlerini itiraf ve
kendilerinin kendi nazarlarında da kâfir ve zâlim olduklarını isbat eylemiş
olurlar. Binâen aleyh Tevrat ile Yahudîler aleyhine hüküm ve ilzam böyle
olduğu gibi, Nasârâ hakkında da İncil böyledir. O hâlde ehl-i İncil, yani
Nasârâ’nın hakkı da İncil ile mutlak, Tevrat ile de İncil’in tasdîki dairesinde
mukayyed olarak hükmetmek ve bu suretle verilen hükümleri bilâ kayd
ِ ﻚ ﻫ ُﻢ ا ْﻟ َﻔ ِٓ ّٰ }و َﻣ ْﻦ َ ْ ﻳ َ ْﺤﻜُ ْﻢ ﺑ ِ َﻤٓﺎ اَ ْﻧ َﺰ َل
u şart kabul eylemektir. {ﻮن َ ﺎﺳ ُﻘ ُ َ اﻪﻠﻟُ ﻓَﺎُو۬ﻟٰﺌ َ Ve her
kim Allah’ın inzal buyurduğu ahkâm ile hükmetmezse işte bunlar da o
fâsıklardır. Yani Allah’ın hükmünden veya imandan çıkmış kimselerdir.
Meselâ Tevrat’taki ahkâm-ı kısastan sonra İncil’de mukābele bi’l-misl
yapmayıp her hâlde affetmeyi emreden bir hüküm nâzil olmuş ise ehl-i İncil
Hak Dini Kur’an Dili 649
1 B: “etmemeli”.
2 M ve B: “sıfatlardandır”.
650 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H ve M: “ ”.
2 B -“menba ından su”.
3 H +“su”.
4 M ve B: “Bunda”.
Hak Dini Kur’an Dili 651
“şir a” ile “minhac”ın bir mânadan ibaret olup tekid için tekrar edildiğine
ve her ikisinden de murad “din” demek olduğuna kāil olmuşlardır.
Diğerleri ise tefrik etmişler ve demişler ki: “Şir a” mutlak şeriattan,
“tarikat” da mekârim-i şeriattan ibarettir. “Minhac”dan murad budur.
Binâen aleyh “şeriat evvel ve tarikat âhirdir” demişler. Müberred; “şir a”
tarîkin ibtidâsı, minhac da tarîk-i müstemirdir demiş. İbn Enbârî de
“şir a” o tarîktir ki bazen vâzıh ve bazen gayr-i vâzıh olabilir. “Minhac” ise
her hâlde vâzıh olur demiştir. Tahkīki budur ki, âyette “şir a” ve “minhac”
bir mânadan ibaret değildir. “Şir a”, ezmân u emkine ve ahvâlin ihtilâfıyla
ihtilâf edebilen fürû -i din, “minhac” da dâima sâbit ve vâzıh ve müstemir
olan usûl-i dindir ki “şir a” bunun teşa ubât ve tenevvü âtı demektir. Her
milletin mensup olduğu peygambere indirilen ahkâm-ı mahsûsa birer şir a;
Allah’a, peygamberlere, âhirete iman gibi bunların hepsinin müşterek ve
müttefik oldukları usûl de minhacdır. Bu iki haysiyetledir ki bazı enbiyâ
ِ
ve şerâyi in nokta-i ihtilâfını bazen de ﻮﺣﺎ َوﺍﻟ َّـ ۪ﺬ ٓي ً ُاﻟﺪﻳ ِﻦ َﻣﺎ َو ّٰ ﺑ ِ ۪ﻪ ﻧ ّ ۪ َﺷﺮَعَ ﻟَﻜُ ْﻢ ﻣ َﻦ
ِاﻟﺪﻳﻦ و َﻻ ﺗَﺘَﻔَﺮَّ ُﻗﻮﺍ ۪ﻓﻴﻪ َ ﺻ ْﻴﻨَﺎ ﺑ ِ ۪ﻪ ٓاِ ْﺑ ٰﺮ ۪ﻫ َ [ اَ ْو َﺣ ْﻴﻨَ ٓﺎ اِﻟ َْﻴeş-Şûrâ
َ َ ّ ۪ ﻴﻤﻮﺍ ُ ﻴﻢ َو ُﻣﻮ ٰ َو ۪ﻋﻴ ٰ ٓ اَ ْن اَ ۪ﻗ َّ ﻚ َو َﻣﺎ َو
42/13]1 gibi nokta-i ittifâkını gösteren âyetler görürüz. Nitekim burada
da evvelâ birbirlerinin izlerinden gönderilen enbiyânın ve kitapların
sonrakileri öndekilerini tasdik ettikleri, sâniyen bu tevâlî ve tasdik içinde
şerâyi ve ümemin muhtelif oldukları beyan olunmuştur. Bunun birisi
[ َﻻ ﻧُ َﻔﺮِ ُق ﺑ َ ْ َ اَ َﺣ ٍﺪ ِﻣ ْﻦ ُر ُﺳﻠِ ۪ﻪel-Bakara 2/285] birisi de ٰ ﻀ ُﻬ ْﻢ َﻋ َ ﻀ ْﻠﻨَﺎ ﺑ َ ْﻌ َّ َاﻟﺮ ُﺳ ُﻞ ﻓ
ُّ ﻚَ ﺗ ِ ْﻠ
ّ
[ ﺑ َ ْﻌ ٍﺾel-Bakara 2/253] haysiyetidir. İncil’in önündeki Tevrat’ı, Kur’ân’ın
önündeki Tevrat ve İncil bütün cins-i kitâbı musaddık ve yekdiğerinden
ale’d-derecât mütemâyiz olarak nâzil olduklarını beyandan sonra bu âyet
bize gösteriyor ki, ümem-i mâziye ve hâzıradan muhtelif ümmetlere
hevâya uymamaları için evvelâ hâllerine münasib birer şir a ve bir minhac
verilmiştir. Meselâ Hazret-i Mûsâ’dan ba s-i Îsâ’ya kadar olan ümmetin
şir ası Tevrat’ta ve bi set-i [1699] Îsâ’dan bi set-i Muhammediyeye kadar
olan ümmetin şir ası İncil’de, bi set-i Muhammediyeden itibaren mevcud
olan ümmetin şir ası da Kur’an’dadır. Ve bütün bu şir aların müttefik ve
1 “Sizin için dinden Nûh’a tavsiye ettiğini ve sana vahy eylediğimizi ve İbrâhim’e ve Mûsâ’ya ve Îsâ’ya
tavsiye kıldığımızı teşri buyurdu; şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda tefrikaya düşmeyin…”
652 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
hüküm herkesin keyf ü hevâsına tebe iyetle değil, Allah’ın indirdiği şir a
ve minhac ile olmak vâcibdir. Mâdem ki Allah muhtelif zamanlarda
muhtelif ümmetlere bir silsile-i ıstıfâ ve tekâmül ile birer şir a ve minhac
göndermiş ve muahharı mukaddeme musaddık ve hâkim kılmıştır, o
hâlde muahhar olan şeriatın vürûdundan itibaren mukaddem olan şeriat
ümmetinin de şeriatı olduğunda, yani Yahudîlerin Nasrâniyeti ve her
ikisinin İslâm’ı tanımaları lâzım geldiğinde şüphe yok ise de mukaddem
olan şeriat, muahhar olan ümmetin de şeriatı mıdır değil midir? Ulemâ,
ilm-i usûlde ve bu âyetin tefsîrinde bunu mevzû -i bahis etmişlerdir. Bir
kısmı mâdem ki bu minval üzere her ümmete bir şir a tahsis olunmuştur,
o hâlde mukaddem olan şeriat, muahhar olan ümmetin şeriatı değildir.
Ve binâen aleyh ﻳﻌﺔٌ ﻟَﻨَﺎ َ َﺷ ِﺮ َﻳﻌﺔُ َﻣ ْﻦ ﻗـَﺒـْﻠَﻨَﺎ َﺷ ِﺮdeğildir demişler. Diğer bir kısmı ise
َﺷ ِﺮ َﻳﻌﺔُ َﻣ ْﻦ ﻗـَﺒـْﻠَﻨَﺎ َﺷ ِﺮ َﻳﻌﺔٌ ﻟَﻨَﺎ َﻣﺎ َﱂْ ﺗـُْﻨ َﺴ ْﺦyani bizden evvelki ümmetin şeriatı bizim de
şeriatımızdır. Fakat mutlaka değil, mensuh olmamak şartıyla demişlerdir.
Buna göre İncil veya sünnet-i Îsâ ile neshedilmemiş olan ahkâm-ı Tevrat
Nasârâ’nın da şeriatı olduğu gibi, Kur’an veya sünnet-i Muhammediye ile
neshedilmememiş olan Tevrat ve İncil ahkâmı Müslümanların da şeriatı
demektir. Ve binâen aleyh mensuh olmayan, yani nusûs-ı İslâmiyeye
muhalif bulunmayan ahkâm-ı Yehûd ve Nasârâ ile Müslümanların amel
etmesi câiz olacaktır. Lâkin [1700] tahkīki şudur ki ﻳﻌﺔٌ ﻟَﻨَﺎ إ َذا َ َﺷ ِﺮ َﻳﻌﺔُ َﻣ ْﻦ ﻗـَﺒـْﻠَﻨَﺎ َﺷ ِﺮ
ُﺼ َﻬﺎ اﷲُ َوَر ُﺳﻮﻟُﻪ ﻗَ ﱠyani bizden evvelki ümmetlerin şeriatı bizim de şeriatımızdır,
lâkin ale’l-ıtlâk değil, Allah kitâbında ve Resûlü sünnetinde3 nakletmiş
olmak şartıyla. Binâen aleyh neshedilmemiş olmak, muhalif bulunmamak
kâfi değil, Kur’ân’ın veya Peygamber’in tasdîkinden geçmiş olması da
1 H, M ve B: “ ”.
2 “…ve bazınızı bazınızın derecelerle fevkine çıkardı…”
3 M ve B: “sünnette”.
Hak Dini Kur’an Dili 653
1 H, M ve B -“ا כ אب ”.
2 M -“ü”.
654 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
affeyler, fakat hak olduğu kat iyyen mâlum bulunan bir hükmü kabul
etmemek günahı vâki oldu mu, bunun her hâlde muâhaze olunacağı1 ve
bunların haksızlıkla behemehâl bir musibete mâruz olacakları bilinmek
lâzım gelir. Böyle olmakla beraber {ﻮن
َ ﺎﺳ ُﻘ ِ َّ }و ِﺍ َّن ﻛَ ۪ﺜ ًﺍ ِﻣ َﻦ اﻟﻨ
ِ َﺎس ﻟَﻔ َ insanların
birçoğu fâsıktırlar, mâlum ve muayyen bulunan hudûd-ı haktan çıkmakta
musırdırlar. A Ve işte bundan dolayıdır ki ahkâm-ı hakkı tebliğden sonra
hükm ü hükûmete lüzum vardır. Ve hâkimlerin hak ile hükmetmeleri
ve bu fâsıklar gürûhundan olmamaları vâcibdir. Yoksa haksız hükm ü
hükûmet musibeti ta cilden başka bir şey yapmaz.
ِ ِ
ﺾ َو َﻣ ْﻦ ﻳَﺘَ َﻮﻟ َُّﻬ ْﻢ ۜ ٍ ﺎء ﺑ َ ْﻌ
ُ ٓ َﻀ ُﻬ ْﻢ اَ ْوﻟﻴ ُ ﺎرٓى اَ ْوﻟﻴَٓﺎءَ ۢﺑ َ ْﻌ ٰ ﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ َﻻ ﺗَﺘ َّ ِﺨ ُﺬوﺍ ا ْﻟﻴَ ُﻬﻮدَ َوﺍﻟﻨ َّ َﺼ َ ﻳَٓﺎ اَﻳُّﻬَﺎ اﻟ َّ۪ﺬ
ِ ّٰ ﻜ ْﻢ ﻓَﺎِﻧ َّ ُﻪ ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ ۜ اِ َّن
ُ ِﻣ ْﻨ
ض ٌ ﻳﻦ ۪ﻓﻲ ُﻗﻠُﻮﺑِﻬِ ْﻢ َﻣ َﺮ َ ﴾ ﻓَﺘَ َﺮى اﻟ َّ۪ﺬ٥١﴿ ﻴﻦ َ اﻪﻠﻟ َ َﻻ ﻳ َ ْﻬ ِﺪي ا ْﻟ َﻘ ْﻮمَ اﻟﻈ َّﺎﻟ ۪ﻤ
اﻪﻠﻟُ اَ ْن ﻳ َ ْﺄﺗ ِ َﻲ ﺑِﺎ ْﻟﻔَ ْﺘ ِﺢ اَ ْو اَ ْﻣﺮٍ ِﻣ ْﻦ ّٰ ﻮن ﻧ َ ْﺨ ٰﺸٓﻰ اَ ْن ﺗُ ۪ﺼﻴﺒَﻨَﺎ دَ ٓاﺋ ِ َﺮ ٌ ۜ ﻓَﻌَ َﺴﻰ َ ُﻮن ۪ﻓﻴﻬِ ْﻢ ﻳ َ ُﻘﻮﻟ َ ﻳُ َﺴﺎرِ ُﻋ
ﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨٓﻮﺍ اَ ٰﻫ ٓ ُﺆ َ ٓ۬ﻻ ِء َ ﻮل اﻟ َّ۪ﺬ ُ ﴾ َو َ ُﻘ٥٢﴿ ۜ ﻴﻦ َ ﺎد ۪ﻣ ِ َ ِﻋ ْﻨ ِﺪ ۪ه ﻓَﻴﺼ ِﺒﺤﻮﺍ َﻋ ٰﻠﻰ َﻣٓﺎ اَﺳ ُّﺮوﺍ ۪ﻓ ٓﻲ اَ ْﻧ ُﻔ ِﺴﻬِ ْﻢ ﻧ
َ ُ ْ ُ
﴾٥٣﴿ ﺎﺳ ۪ﺮ َﻦ ِ ﻜ ْﻢ ۜ َﺣ ِﺒﻄ َْﺖ اَﻋ َﻤﺎﻟُﻬ ْﻢ ﻓَﺎ َﺻﺒَﺤﻮﺍ َﺧ
ُ ْ ُ ْ ُ َﺎﻪﻠﻟِ َﺟ ْﻬ َﺪ اَ ْﻳ َﻤﺎﻧِﻬِ ْﻢ ۙ اِﻧ َّ ُﻬ ْﻢ ﻟ ََﻤﻌ
ّٰ ِ ﻳﻦ اَ ْﻗ َﺴ ُﻤﻮﺍ ﺑ َ اﻟ َّ۪ﺬ
ٍاﻪﻠﻟُ ﺑ ِ َﻘ ْﻮ ٍم ﻳُ ِﺤﺒُّ ُﻬ ْﻢ َو ُ ِﺤﺒُّﻮﻧ َ ُﻪ ٓ اَ ِذﻟَّﺔ
ّٰ ف ﻳ َ ْﺄﺗِﻲ ِ ﻜ ْﻢ َﻋﻦ ۪د ِ
َ ﻳﻨ ۪ﻪ ﻓَ َﺴ ْﻮ ْ ُ ﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ َﻣ ْﻦ ﻳ َ ْﺮﺗَﺪَّ ﻣ ْﻨ َ ﻳَٓﺎ اَﻳُّﻬَﺎ اﻟ َّ۪ﺬ
َ ِ ﻮن ﻟ َْﻮ َﻣﺔ َ َ ٓﻻﺋ ِ ٍﻢۜ ٰذﻟ
ﻚ ُ اﻪﻠﻟِ َو َﻻ ﻳ َ َﺨ
َ ﺎﻓ َ ﻴﻦ اَ ِﻋﺰَّةٍ َﻋﻠَﻰ ا ْﻟﻜَﺎﻓِ ۪ﺮ َﻦ ۘ ﻳُ َﺠﺎﻫِ ُﺪ
ِ ۪ون ۪ﻓﻲ َﺳﺒ
ّٰ ﻴﻞ ِ
َ َﻋﻠَﻰ ا ْﻟ ُﻤ ْﺆﻣ ۪ﻨ
1 B: “küllî”.
Hak Dini Kur’an Dili 657
ﻴﺢ ﻳَﺎ ﺑ َ ۪ﻨٓﻲ ُ اﺑ ُﻦ َﻣ ْﺮ َ َﻢ ۜ َوﻗَﺎ َل ا ْﻟ َﻤ ۪ﺴ ْ ﻴﺢ ُ اﻪﻠﻟ َ ُﻫ َﻮ ا ْﻟ َﻤ ۪ﺴ ّٰ ﻳﻦ ﻗَﺎﻟُٓﻮﺍ اِ َّن َ ﴾ ﻟ َ َﻘ ْﺪ ﻛَ َﻔ َﺮ اﻟ َّ۪ﺬ٧١﴿ ﻮن َ ُ ﻳ َ ْﻌ َﻤﻠ
اﻪﻠﻟُ َﻋﻠ َ ْﻴﻪِ ا ْﻟ َﺠﻨَّﺔ َ َو َﻣ ْﺄ ٰو ُﻪّٰ َﺎﻪﻠﻟِ ﻓَﻘَ ْﺪ َﺣﺮَّم ّٰ ِ اﻪﻠﻟ َ َرﺑّ۪ﻲ َو َرﺑَّﻜُ ْﻢ ۜ اِﻧ َّ ُﻪ َﻣ ْﻦ ﻳُ ْﺸﺮِ ْك ﺑ ّٰ اﻋ ُﺒ ُﺪوﺍ ْ ا ْﺳ َﺮٓﺍٔﻳ۪ َﻞ
ِ
1 B: “koyanlar”.
660 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 M ve B: “onlara”.
Hak Dini Kur’an Dili 661
{َﺎرٓى اَ ْوﻟِﻴَٓﺎءٰ }ﻻ ﺗَﺘ َّ ِﺨ ُﺬوﺍ ا ْﻟﻴَ ُﻬﻮد َ َوﺍﻟﻨ َّ َﺼ َ Yehûd ve Nasârâ’yı evliyâ ittihaz
etmeyiniz. A Onlara velî olmayınız değil; onları velî tutmayınız, itimad
edip de yâr tanımayınız, yardaklık etmeyiniz; velâyetlerine, hükümlerine,
mu âvenetlerine müracaat etmek, evliyâ-yı umûr yapmak şöyle dursun
onlara hakīkī bir ahbab gibi kemâl-i safvetle itimad edip de kendinizi
kaptırmayınız.1 Velhâsıl onları yâr olur zannedip de yârânınız gibi sıkı
fıkı mu âşeretlerine dalmayınız, tuzaklarına düşmeyiniz, hevâlarına
iştirak etmeyiniz (Sûre-i Âl-i İmrân sahife 2[’ye] bak). Görülüyor ki َﻻ
ِ ِ ِ ِ
ﱠﺼ َﺎرى َ ﺗَ ُﻜﻮﻧُﻮا أ َْوﻟﻴَﺎءَ ﻟ ْﻠﻴـَُﻬﻮد َواﻟﻨbuyurulmamış [1712] َﻻ ﺗَﺘَّﺨ ُﺬوﺍ ا ْﻟﻴَ ُﻬﻮدَ َوﺍﻟﻨ َّ َﺼ ٰﺎرى
ِ
buyurulmuştur. Çünkü اﻟﺪﻳ ِﻦ َو َ ْ ﻳُ ْﺨﺮِ ُﺟﻮﻛُ ْﻢ ّ ۪ ِ ﻳﻦ َ ْ ﻳُ َﻘﺎﺗﻠُﻮﻛُ ْﻢ َ اﻪﻠﻟُ َﻋ ِﻦ اﻟ َّ۪ﺬ
ّٰ َﻻ ﻳ َ ْﻨ ٰﻬﻴﻜُ ُﻢ
وﻫ ْﻢ َوﺗُ ْﻘ ِﺴﻄُٓﻮﺍ اِﻟ َْﻴﻬِ ْﻢ ِ ِ
ُ ُّ َ ’ﻣ ْﻦ دﻳَﺎرِ ُﻛ ْﻢ اَ ْن ﺗَـdir [el-Mümtehine 60/8] . Binâen aleyh
2
elîm dokunacağında şüpheleri olmasın (73). Daha Allah’a tevbe edip istiğfar etmeyecekler mi? Allah
Gafûr, Rahîm iken (74). Meryem’in oğlu Mesih başka bir şey değil, bir resuldür. Kendisinden evvel de
birçok resuller geçti, anası da gayet doğru bir kadın, ikisi de yemek yerlerdi. Bak biz âyetlerimizi onlara
nasıl açık anlatıyoruz? Sonra da bak onlar nasıl çevriliyorlar? (75)”.
1 H +“Hulâsa”.
2 “Allah sizi din hakkında size kıtal yapmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselerden, onlara iyilik
etmeniz ve kendilerine adalet yapmanızdan nehyetmez…”
3 H: “ondandır”.
4 M: “güruhunun”; sonraki baskılarda “güruhunu” şeklinde düzeltilmiştir.
Hak Dini Kur’an Dili 663
1 M: “ı’tiraz”.
2 M ve B: “reîs-i münafıkīn”.
3 H +“hazretleri demiştir ki”.
4 İbn Hişâm, es-Sîre, II, 49:
ِ ِ ِ ِ ُ َ ْ َو َ َّ َ ِ أَ ِ إ:אق
אع َر ُ َل َ َ ُ ْ َ ُ َ ْ َ אر َ َ َ َّ א: َ َאل، אد َة ا ْ ا َّ א َ َ ُ ِ ْ َ ْ אد َة ْ ِ ا َ َ ُ ْ َ ، ٍאق ْ ُ َ َ אر َ َ ْ َ َאل ا ْ ُ إ
َّ َ ِ ّٰ אد ُة ْ ُ ا َّ א ِ ِ إ َ َر ُ ِل ا َ َُ َ َ َ و : אل
َ َ .
ْ
و د
َُ ُ َ َ אم َ و ، ل
َ ُ َ ّ
ُ أ
ٍَ ُ ْ ِ ّٰ ا ُ ْ َ ْ ِ ِ ْ َ ِ َ َّ َ َ ، َ َّ َ ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ ِ َو
، َّ َ َ َ َ َ ُ إ َ َر ُ ِل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو، ٍ َ ُ َ ُ ِ ْ ِ ْ ِ ِ ِ ْ ُ ا َّ ِ ي َ ُ ِ ْ َ ِ ا ّٰ ِ ْ ِ أ،אن أَ َ َ َ ِ َ ْ ٍف َ َو َכ، َ َّ َ ا ّٰ ُ َ َ ْ ِ َو
َ ْ ْ ّ ْ ْ ْ
ََّ َ أَ َ َ َّ ا ّٰ َ َو َر ُ َ ُ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ ِ َو،ِ ّٰ َא َر ُ َل ا: َو َ َאل، ْ ِ ِ ْ ِ ْ ِ َ َّ َ َو ِإ َ َر ُ ِ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ ِ َو، َّ َ َو َ َ َّ أَ إ َ ا ّٰ ِ َ َّ َو
َ ِ ِ َو ِ َ ِ ا ّٰ ِ ْ ِ أُ َ ٍ َ َ َ ْ َ ِ ِه ا ْ ِ َّ ُ ِ ْ ا ْ َ ِאئ َ ِة » َא أَ ُّ َ א ا َّ ِ َ آ َ ُ ا: َ َאل. ِ ِ َ َ َوأَ ْ أُ ِ ْ ِ ْ ِ َ ُ َ ِء ا ْ ُכ َّ אرِ َو ِو، َ ِ ِ ْ ُ ْ َوا
ّ ْ ْ َ
«...َ َ َّ ِ ُ وا ا ْ ُ َد َوا َّ אرى أَ ْو ِ َאء
َ
664 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H, M ve B: “ ” ئ.
2 “…ve şayet size kıtal yapılırsa muhakkak size yardım ederiz…”
3 B: “mıdırlar”.
4 M ve B: “suali mukaddere cevab”.
Hak Dini Kur’an Dili 665
Fakat gösterdiğimiz vechile bunun âkıbet-i hâli telhis eden re’sen bir
kelâm-ı ilâhî, bir cümle-i müste’nefe olması daha zâhirdir. İşte Yehûd
ve Nasârâ’yı evliyâ ittihaz etmek böyle nifak gibi bir maraz-ı kalbîden
neş’et eder ve irtidâda dâ î olur. Bunun da âkıbeti habt-ı amel ile hüsrân-ı
küllîden başka bir şey olmaz. Çünkü irtidâdın cezâsı budur. Görülüyor
ki ﺖَ ْ[ ﻓـََﺮأَﻳ1715] buyurulmamış, ﻓَ َ َىbuyurulmuştur. Bu ise istikbal ve
istimrar fiilidir. Demek ki bunlar mâzîye ait değil müstakbele ait ve
emsâli birçok defalar görülecek vukū âttır. Bunun için şimdi de ale’l-ıtlâk
َ }ﻳَٓﺎ اَ ُّ َﺎ اﻟ َّ ۪ﺬNâfi, İbn Âmir,
mürtedlerin hâllerine geçilerek {َّﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ َﻣ ْﻦ ﻳ َ ْﺮﺗَﺪ -
Ebû Ca fer kıraatlerinde ﻳﻨ ۪ﻪ{ َﻣ ْﻦ ﻳ َ ْﺮﺗ َ ِﺪ ْد
- ِ ﻜ ْﻢ َﻋﻦ ۪د
ُ }ﻣ ْﻨ ِ buyuruluyor ki bütün
ْ
bunlar Kur’ân’ın kable’l-vukū haber verdiği vâkı ât cümlesindendir. İbn
Ka b, Dahhâk, Hasan, Katâde, İbn Cüreyc vesâire demişlerdir ki bu âyet
kıyâmete kadar bütün mü’minlere hitâben nâzil olmuştur. Yani bu âyet
sebebi hâs hükmü âm olan diğer bazıları gibi bir sebeb-i mahsus ve bir
vâkı a-i mahsûsa üzerine değil, doğrudan doğruya umum mü’minlere
ale’l-ıtlâk irtidâdın bir hükmünü tefhim için nâzil olmuştur. Müfessirîn
burada bu âyetin ihbârına muntabık olmak üzere bilâhare muhtelif
zamanlarda vukū a gelen on bir irtidad vak asından bahsetmişlerdir ki
üçü Resûlullah’ın irtihâlinden evvel vâki olmuştur.
1. Benî Müdlic irtidâdıdır ki reisleri Zülhımâr1 denilen Esved-i Ansî’dir.
Bu bir kâhin idi, Yemen’de nübüvvet iddia ve bazı beldeleri istîlâ edip
Resûlullah’ın me’murlarını çıkarmış idi. Aleyhissalâtü vesselâm da
Yemen vâlisi Muaz b. Cebel’e ve sâdât-ı Yemen’e yazdı, Allah teâlâ da
onu Feyrûz-i Deylemî’nin eliyle helâk etti, geceleyin basılıp katledildi.
O gece Resûlullah bunu haber verdi, Müslümanlar mesrur oldular ve
ertesi gün idi ki vefât-ı Peygamberî vukū buldu. Sonra rebiülevvelin
âhirinde de Yemen’den haber geldi.
2. Müseylimetü’l-kezzâb’ın kavmi olan Benî Hanife irtidâdıdır. Bu
kezzâb da nübüvvet iddia etmiş, Resûlullah’a şöyle yazmıştı: “ﺴْﻴﻠِ َﻤ ِﺔ ِ
َ ﻣ ْﻦ ُﻣ
ِ ِ أَﱠﻣﺎ ﺑـﻌ ُﺪ ﻓَِﺈ ﱠن ْاﻷر،اﷲ ِ اﷲ إِ َﱃ ُﳏَ ﱠﻤ ٍﺪ رﺳ
ِ ﻮل ِ ﻮل
ِ رﺳ: Arzın
ﻚ ْ ﺼ ُﻔ َﻬﺎ ِﱄ َوﻧ
َ َﺼ ُﻔ َﻬﺎ ﻟ ْضﻧ
َ ْ َْ َُ َُ
1 M ve B: “Zuhımar”.
666 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 Ebû Hayyân, el-Bahru’l-muhît, IV, 296-297. Krş. Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân, IV, 77-78; Zemahşerî, el-
Keşşâf, I, 644-646:
ٌ َّ ِ ْ َ ٌ َ ْ ُ َّ َ ْ َ ْ َ َو. ِ َ َ َ َ ْ ِ َא ًא ِ ْ ُ ْ ِ ِ َ َ א َّ ً ِإ َ َ ْ ِم ا ْ ِ َ א: ْ ُ ُ ْ َ אد ُة َوا ْ ُ ُ َ ْ ٍ َو ِ
َ َ َ َوا ْ ُ َכ ْ ٍ َوا َّ َّ אك َوا ْ َ َ ِ َو
َّ َ אن ا َّ ُ ِل ِ ار َ َّ ِ َز: َ َ ُ ُل،ون ُ َא ِ ِ ار َ َّ ِ ِ ٍ َ ِ َ ٍ َ ْ َ ِ َ א ِ َ ْ و َ َض ا. ِ َ ْ و ِ ِإ ْ אر ِ ا،ٌ َّ ِ
ُ ّٰ ا َ ْ ُ َّ ْ َ َ ُ ّ ُ َّ َ َ ْ َ ٌ َ َ َ َ ُْ
ِ َ
ْ َ
َ ِ ِ ِ
ُ ّٰ َوأ ْ َ َ ا َّ ُ ُل َ َّ ا، وز َ َ َ ا ٌ ُ ْ َ ُ َ َ َ ُّ ِ ْ َ ْ َو ُ َ ا ْ َ ْ َ ُد ا، َِ َ ْ ِ َو َ َّ َ َ ْ ِ ٌ َو َر ِئ ُ ُ ْ َ ْ َ َ ُ ْ ُ َכ ْ ٍ ُذو ا ْ ِ َ אر
ََ ِ ِ
َ ُ َ آ ِ َر ِ ٍ ا ْ ََّول َو
ِ ِ ِ ِ َ َ َ َ وأ، ِ َ ْ ا ّٰ َ ِ و َّ ِ ا
ْ َُ َ َ َ َ َ ْ َ ّٰ אت ر ل ا َ َ َو. َ ِ ُ َ َ ْ َ ُ َ ِ َو َ َّ َ א، ِ ِ ْ َ ِ َ َّ َ َو
ث ُ َ َ َ ِ ِه. ُ ُ َ ْ َوأَ ْ َ َ ُ َّ أَ ْ َ َ َو َ ُ َ ِإ، ِ ِ َ ْ َو َ ُ أَ َ ٍ َر ِئ ُ ُ ْ ُ َ ْ َ ُ ْ ُ ُ َ ْ ِ ٍ َ َ َ ُ َ א ِ ُ ْ ُ ا، ٌّ ِ ْ َر ِئ ُ ُ ْ ُ َ ْ ِ َ ُ َ َ َ ُ َو
َ َ َار ُة َ ْ ُم. َو ْار َ َّ ِ ِ َ َ ِ أَ ِ َ ْכ ٍ َر ِ ا ّٰ ُ َ ْ ُ َ ُ ِ ٍق. ُ אؤ و َ رؤ، و ّٰ ِ َ ٍق ْار َ َّ ْت ِ َ َ ِאة ا َّ ُ ِل َ َّ ا
َ ْ َ ْ ُ َ َ ُ َّ َ َ َ
َو َ ْ ُ َ ِ ٍ َ ْ ُم، َو َ ُ ٌع َ ْ ُم َ א ِ ِכ ْ ِ ُ َ ْ َة، א م ا אه و ، ي ا ِ
َ ْ َ
ٌ ْ ُ َ ّ ْ ِ ِ َ ُ ْ َ َ َ ِ ْ َو َ َ َ א ُن َ ْ ُم ُ َّ َة، ٍ ْ ِ ْ َ َ ْ َ ُ
َ
: ِ אح ِ ْ ِ ا ْ ُ ْ ِ رِ َو َ ْ َ َ َ ْت َو َ َ َّو َ َ א ُ َ ِ َ ُ َو َ َאل ا َّ א ِ َ َ
ُ ْ َّ
َوأَ ْ َ ْ أَ ْ ِ ُאء ا ّٰ ِ ُذ ْכ ا َא أ َ ْ َ ْ َ ِ ُ َא أ ُ ْ َ َ ِ ُ ِ َ א
َ َ َ َّ
:َو َ َאل أَ ُ ا ْ َ َ ِء ا ْ َ َ ِ ُّي
ّ
اب َّ כ و א ا ِ ِ ٌ ا َّ כ ُ ِ א َ او و אح َ أ
ُ َ َ َ ْ ُّ َ َ َ َ ْ َ ُ َ َ َ ِ َ َ ْ َّ
ِ ٌ َ ِ و. ْ ّٰ َ َ ي أَ ِ ْכ ٍ ر ِ ا
ْ َ َ ُْ َْ ُ َ أ ّٰ ا َ כ و .
َ َ َ َ ْ ِ ِ َو َ ْכ ْ ُ َو ِائ ٍ ِא ْ ْ ْ ِ م ا، ِ َ ْ َ ْ َو ِכ ْ َ ُة َ ْ ُم ا
ْ َ ُ َ ُ َ َ َ ِ َ א ُن َ م َ َ ِ اُ ْ َ ِ َ ْ ا ََّ ْ ُ و ْ ِإ َ َ ِ ا:
َ
ِ
. ِ ِ َ ْ وم َ ْ َ ِإ َ ُ ُ َ َّ َ ْ ْ ََ ُ ْ َّ َ َ ُ ْ َ
ُّ َ َّ َ َ َ
2 B -“dünya ve âhiret hayırlarını murad eder”.
668 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
edecek yeni bir kavm-i müslime terk-i mevki etmeye mecbur olacaklardır.
Târîh-i beşer, târîh-i İslâm bunun büyük küçük misâlleriyle mâlâmâldir.
Ferdleri, akvâm-ı sağīreyi bırakalım da en büyük misâllerini alalım. Evvela
Araplar, kavimden kavme bu hizmeti yapmışlar, ba dehu Emeviyye’nin
son zamanlarında olduğu gibi bu hizmet Arab’dan Acem’e doğru geçmiş,
hadîs-i şerîfin de delâlet ettiği üzere kavm-i Fürs mânen ve maddeten
İslâm’a pek büyük hizmetler eylemiş, [1720] sonra bunlar da aynı hâle
gelmiş, bu defa da Allah Türkleri göndermiş, Arabların, Fürslerin kadrini
bilemeyip zâyi ettikleri devlet-i İslâm’ı ele alarak İstanbul’a ve oradan
kıta ât-ı arzın her tarafına yaymışlar binâen aleyh ebnâ-i Fâris hadîsinin
delâleti ve feth-i Kostantıniyye hadîsinin1 sarâhati ve اﻪﻠﻟُ اَ ْن ﻳ َ ْﺄ ِ َ ﺑِﺎ ْﻟﻔَ ْﺘ ِﺢ اَ ْو ّٰ َ َﻓَﻌ
ِ اَﻣﺮٍ ِﻣﻦ ِﻋ ْﻨﺪ ۪هva d-i ilâhîsinin ıtlak ve işareti ile Türkler de ٍﺑ ِ َﻘﻮ ٍم ﻳ ِﺤﺒُّﻬ ْﻢ َو ِﺤﺒُّﻮﻧ َ ُﻪ ٓ اَ ِذﻟَّﺔ
ْ ْ ُ ُ ُ ْ
ﻮن ﻟ َْﻮ َﻣﺔ َ َ ٓﻻﺋ ِ ٍﻢ ﻓﺎﺨ ﻳ َ
ﻻ و
َ ُ َ َ َ ّٰ ِ اﻪﻠﻟ ِ
ﻴﻞ ۪ﺒ ﺳ ۪ ونﺪ ِ ﺎﻫ
َ َ ُ َ ُ َۘ ﺠﻳ ﻦ ﺮ
۪ ِ ﺎﻓَ ﻜ ﻟا َ ﻋ ٍ
ْ َ َّ َ ةﺰ ِ
ﻋ َ ا ۪
ﻨ ِ
ﻣ ﺆ
ُْﻤ ﻟ
ْ ا َ ﻋ
َ tebşîrine dâhil
olmuşlardır. Demek ki onlar da bu nimetin kadrini bilmez, küfr ü küfrâna
doğru giderlerse, mevkilerini Allah’ın göndereceği diğer bir kavme terk
etmeye mecbur olacaklardır. Ve kim bilir Vâsi ve Alîm olan Allah kıyamete
kadar daha ne kavimler gönderecektir. İşte ta yukarıdan ِاﻪﻠﻟ ّٰ َ ا ْذכ ُُﺮوﺍ ﻧ ِ ْﻌ َﻤﺔ
ﻜ ْﻢ ُ [ َﻋﻠ َ ْﻴ5/20] tezkîrinden beri gelen ve daha devam edecek olan beyânâtın
siyâk u sibâkına nazaran hâsıl-ı meâl bu noktada toplanmaktadır.
Binâen aleyh ey mü’minler, dininizin kadrini biliniz, hiçbir kavme
inhisar kabul etmeyen bu vâsi feyz-i Hakk’ı, bu fazl-ı ilâhîyi, bu yüksek
hürriyeti bırakıp da başkalarının muvâlâtı arkasına düşmeyiniz {اِﻧ َّ َﻤﺎ
ﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ ّٰ }وﻟِﻴُّﻜُ ُﻢ
َ اﻪﻠﻟُ َو َر ُﺳﻮﻟُ ُﻪ َوﺍﻟ َّ۪ﺬ َ sizin her mânasıyla velîniz, veliyyü’l-emriniz,
muhibbiniz, nâsırınız başkası değil ancak Allah ve Allah’a tebe an Resûlü
ve Allah’a ve Resûlüne tebe an mü’minlerdir. {َ ﻮن اﻟﺰَّ ٰﻛﻮ َ ُاﻟﺼﻠٰﻮ َ َو ُ ْﺆﺗ
َّ ﻮن ُ ﻳﻦ ﻳُ ۪ﻘ
َ ﻴﻤ َ اﻟ َّ۪ﺬ
َ }و ُﻫ ْﻢ َرﺍﻛِ ُﻌ
ﻮن َ Öyle mü’minler ki Allah’a ve Allah’ın emirlerine boyun eğerek
rekatlarıyla güzelce namaz kılarlar ve Allah’ın emrine inkıyad ederek hüsn-i
rızâlarıyla zekâtlarını verirler, yahut rükûda oldukları hâlde zekât verirler.
1 Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335; Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr, II, 441/1754; Hâkim, el-Müstedrek, IV,
468/8300; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, VI, 218:
،أ א ا ، ا » :ل و ّٰ ا ا أ أ، ا ّٰ ا
اا، ، ا כ א: אل.« ذכا ا و
Hak Dini Kur’an Dili 671
1 B -“dilendim”.
2 “…biraderinle bâzûna kuvvet vereceğiz ve sizin için bir saltanat kuracağız…”
3 B -“Allahım”.
4 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XII, 382-386. Krş. Taberî, Câmiu’l-beyân, X, 424-426; Sa lebî, el-
Keşf ve’l-beyân, IV, 80-81:
אد َة ْ َ ا َّ א ِ ِ َ َّ א َ أَ ِ َ ا ْ ُ ِد ِ ِ ِِ ِ ِِ ِ : َ ا ْ َ َ ُ ا ْ ُو
َ َّ َ َ َ ُ َو َذ َכ ََّن، َ ْ ُ ْ أَ َّن ا ْ ُ َ َاد َ א َّ ُ ا: ا ْ ََّو ُل:َ ْ َوا َّ َ آ َ ُ ا َ ْ َ ِن ْ َ
ِ أَ َّن ا ْ اد: ِ ا ْ َ ُل ا َّא.... ِ ِ َ ِ ْ وأَ َ َّ ا ّٰ ور َ َ َ ْ َ ِ ِه ا ْ ُ َ و، ِ ِ أَ َא ِ يء ِإ َ ا ّٰ ِ ِ ْ ِ ُ َ َ وا:و َ َאل
ْ َ َُ ْ ْ َ َ َ َ ُ ُ َ َ َ َ َّ َ ْ َ ْ ٌ َ َ
َر َوى: ِ َوا َّא. ُ ْ َ ّٰ َر َوى ِ ْכ ِ َ ُ أن ه ا ْ َ َ َ َ َ ْ ِ أَ ِ َ ْכ ٍ َر ِ ا: ا ْ ََّو ُل: َو َ َ َ َ ا َ ِ ِ أَ ْ َ ٌال، ٌ َ ُ ٌ ْ َ ِ َ ْ َ ِ ِه ا
َ َّ
َ َّ א َ َ َ ْ َ ِ ِه ا ْ َ ُ ُ ْ ُ َא: وروي أَ َّن َ َ ا ّٰ ْ َ َ َ ٍم َ َאل.ا م ٍ ِ אس أَ َّ َ א َ َ َ ْ ِ َ ِ ِ ْ ِ أَ ِ َא ٍ ا אء
ْ ّ َّ َ ِ ْ ِ َ ٌ َ َ
: אل َ أ ا ِ ر ٍرذ ِ َ أ ي و ِ ر و . ه ، ِ
اכ ر و אج ِ ِ א ِ ق א ِ َ أر א َ أ ا ل
َ َ ُ ْ َ َّ َ َ ُ َّ ُ ْ َ ّٰ َ َ ّ َ َّ
ْ َ َ ُ َ ُ َ ََ ُ ْ ََ ٌ َ َ ُ َ ٍ َ ْ ُ َ َ َ َ َ َّ َ َ ًّ َ ُ ْ َ َ ّٰ َ ُ َر
ُّٰ ا:אء َو َ َאل ِ ا ِ
إ ه ِ
אئ ا ، َ أ ِ ِ ِ ِ ا ِ ِ
אئ ل َ ، ا ة א و ِ ا ا ِ
ل
َّ َ َّ َ ََُ ُ َّ َ َ َ َ ٌ َ ُْ ْ َ َ ْ َ ْ ٌ َ َ ِ ُّ
َ َ ْ َ َ ً َْ َ َ َ ْ َ َ َّ َ ّٰ َّ َ ّٰ ُ َر
َ َ ْو َ َ ِإ َ ِ ِ ِ ْ َ ِ ِه،اכ ً א ِ אن ر כ م َ
َ َ َ ُ َّ ْ َ ٌّ َ َ ً ْ َ ٌ َ ا ِ َ ِ و ،א ئ َ أ ِ א َ َ أ א
ْ ََ َ َ َ ْ َ َّ و ِ َ ّٰ ا َّ َ
ِ
ل ُ َّ ا ِ ِ
َْ
ِ
ُ َ ّ َْ ْا
ْ َ ِ َ أ
ْ
: ا َّ ُ إ َِّن أَ ِ ُ َ َ َ َ َכ َ َ َאل: َ َ َאل، َّ َ َ َ ْ َ ا َّ ِאئ ُ َ َّ أَ َ َ ا ْ َ א َ ِ َ أَى ا َّ ِ ِ َ َّ ا ّٰ َ َ ِ َو، َ אن ِ َ א َ א َ ا ْ ُ ْ َ َو َכ
َّ َ ْ ّ ْ َ َ ٌ
( َ َ ْ َ ْ َ ُ آ ًא َא ِ ً א » َ َ ُ ُّ َ ُ َ َك ِ َ ِ َכ َو َ ْ َ ُ َ ُכ א٣٢-٢٥/٢٠ ) «»وأَ ْ ِ ْכ ُ ِ أَ ْ ِ ي َ
ِ ِ َ َ ْ رِ ي« ِإ
ْ َ
ِ »ر ِب ا ْ ح
ْ َ ّ َ
ْ
( ا َّ ُ َوأَ َא ُ َ َّ ٌ َ ِ ُّ َכ َو َ ِ ُّ َכ َ א ْ ْح ِ َ ْ رِ ي َو َ ِّ ِ أَ ْ ِ ي َوا ْ َ ْ ِ َوزِ ا ِ ْ أَ ْ ِ َ ِ ًّא ا ْ ُ ْد٣٥/٢٨ ِ َ َ ْ ُ ْ א אً« )ا
ً ْ َ َّ
، َא ُ َ َّ ُ ا ْ ْأ » ِإ َّ א َو ِ ُّ ُכ ا ّٰ ُ َو َر ُ ُ ُ « ِإ َ آ ِ ِ َ א: ا ّٰ َ א أَ َ َر ُ ُل ا ّٰ َ ِ ِه ا ْ َכ ِ َ َ َ َّ َ َ َل ِ ِ ُ َ َ َאل: אل أ ذر.ي ِِ
ُ َ ْ َّ
َّ َ ّٰ אم َ ْ َ َر ُ ِل ا ِ ْ ا ََّ َ ِ ِه ا ْ ُ َدا َّ ٌ َ َ أ:ُ ّ ِ َ א َ ِ ا:ُ ِ ا ْ َ َ ُ ا َّא. ِ َ َ ْ אت ِ َ ِ ِه ا
ن ِ ع א َّ ُ ِא ِ وا ا َ
َ َ َ َ َ ْ َ ْ َ َ َّ َ ََ َ ُ ُ ْ َ َ َ
... ٍ ِ ا ّٰ َ َ ِ َو َ َّ ُ َ َ ِ ْ ُ أَ ِ َא
ُّ َ ْ
672 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ِ
َ }و َﺟﻌَ َﻞ ﻣ ْﻨ ُﻬ ُﻢ ا ْﻟ ِﻘ َﺮدَةَ َوﺍ ْﻟ َﺨﻨَﺎز
üzerine gazab ettiği {۪ﻳﺮ َ ve kendilerinden maymunlar
ve hınzırlar yaptığı {ﻮتَ }و َﻋﺒَ َﺪ اﻟﻄ َّﺎ ُﻏ َ ve bir de tâgūta tapan A tâgūta kulluk
eden kimseler {ﻴﻞِ ۪اﻟﺴﺒ ِ
َّ ﺿ ُّﻞ َﻋ ْﻦ َﺳ َﻮٓﺍء َ َ ﺎﻧﺎ َوﺍ َ } ُاو۬ﻟٰ ٓ ِﺌişte bunlar mevkice
ً َﻚ َﺷ ٌّﺮ َﻣﻜ
daha fena ve tarîk-i müstakīmden daha ziyade sapmış kimselerdir.
[1725] Kırade ve hanâzîr yapılanların yani sûreten ve mânen “mesh”
denilen bu hâle getirilenlerin ashâb-ı sebt olduğu, bunların gençleri
maymun, ihtiyarları da hınzır kılığına konulmuş bulunduğu zikrediliyor
ki ümem-i sâlifede ve ezcümle Benî İsrâîl’de böyle meshler mâruftur.
Nasârâ’da da mâide-i Îsâ ashâbı hakkında mesh mervîdir. Bunun için bazı
müfessirîn kırade ashâb-ı sebt, hanâzîr mâide-i Îsâ ashâbıdır demişlerdir1
ki Sûre-i Bakara’da ashâb-ı sebt hakkında yalnız َ ﺎﺳ ۪ٔـ ِ [ ﻛُﻮﻧُﻮﺍ ﻗ ِ َﺮدَةً َﺧ2/65]
buyurulduğuna nazaran bu daha muvâfık olsa gerektir. İnsanların böyle
hayvan hâline konulmasına “mesh” tâbir olunur ki ya yalnız mânevî
veyahut hem sûrî ve hem mânevî olmak üzere iki türlüdür. Mesh-i
mânevî; sefâlet-i ahlâkiye intac eden tehavvül, mesh-i sûrî ve mânevî de
sefâlet-i ahlâkiye ile beraber sefâlet-i hayâtiyeyi intac eden tehavvüldür ki
buna “mesh-i hakīkī” dahi tâbir olunur. Memsuh olanlarda tenasül olmaz,
binâen aleyh maymun ve hınzır oldular demek, envâ -ı hayvânâttan
maymun ve hınzır tenasülü yapar bir nevi oldular demek değil, sefâlet-i
külliye içinde inkıraz ve akamete mahkum oldular demektir. Ma amâfîh
insanın maymundan jenerasyon tarîkiyle tekâmül ettiğini iddia edenlerin
yine insanın da jenerasyon tarîkiyle maymuna inkılab edeceğini bir kanun
gibi mülâhaza etmeleri iktizâ eder. Ve bu âyet bunlara da bir cevap ve
inzârı tazammun eyler. Âyette lânetten gazaba, gazabdan meshe, meshten
ubûdiyyet-i tâgūta doğru giden silsile-i beyan gösteriyor ki bunların
hey’et-i mecmû ası değil her biri bir şerdir. Ve bunlar içinde ednâsı lânet,
aksâsı tâgūta ubûdiyettir. Demek ki tâgūta ubûdiyet bunların cümlesini
istilzam eden bir mebde’-i şerdir. Bunlar evvela mel un olur, rahmet-i
ilâhiyeden teb îd edilir, sâniyen teb îd ile kalmaz gazab-ı ilâhî başlarına
çöker, âlâm u mesâib içinde kıvranırlar. Sâlisen maymun gibi bir insan
1 H: “demişler”.
676 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
אر ُ ٍء َو ُر ْ א ُ َ א َ
ُ َ ْ ُك َوأ ُ ُ ْ َو َ ْ أَ ْ َ َ ا ِّ َ ِإ َّ ا
َ
ِ }وﻗَﺎﻟ
{َُﺖ ا ْﻟﻴَ ُﻬﻮد ِ ّٰ “ }ﻳ ُﺪAllah’ın eli bağlıdır, sıkıdır”
َ Yahudîler {ٌاﻪﻠﻟ َﻣ ْﻐﻠُﻮﻟَﺔ َ
dediler. A Bu söz mahcurdur, mukayyeddir, dilediği gibi tasarrufa
kādir değildir, her istediğini yapamaz ve binâen aleyh istediği gibi
infak ve ihsan da edemez. Dardır, bol rızık veremez demek olduğu gibi
eli sıkıdır, tabiatında buhl ve imsak vardır. Vermek istemez, isteyemez
demek de olabilir. Yani ya doğrudan doğru nefy-i cûddan veya nefy-i
kudret ile beraber nefy-i cûddan kinayedir. Lisân-ı Arab’da “gull-i yed”
tâbiri buhl ve imsaktan, “bast-ı yed” de el açıklığı gibi cûd ve keremden
kinaye olur. Ve onun için hakikaten el bulunmayan mevkide de isti mâl
olunur. Lisânımızda “eli bağlı” demekle “eli sıkı” demek arasında fark
vardır. Eli bağlılık el darlığı gibi bir müzâyaka, fakr veya acz ve mâni a
ifade eder. El sıkılığı ise esasen yine darlıktan me’huz olmakla beraber
bu mâna mülâhaza olunmaksızın servet ve kudreti de varken doğrudan
doğru buhl ve imsâk-i cibillî ifade eder. Zira kinayeler ya bi-mertebetin
veya bi-merâtib levâzımda isti mâl demektir. Arapça “gull-i yed” ise her
iki mânaya müsâiddir. Nitekim ﻚ َ ’و َﻻ ﺗ َ ْﺠﻌَ ْﻞ ﻳ َ َﺪ َك َﻣ ْﻐﻠُﻮﻟَﺔ ً اِ ٰ ُﻋ ُﻨ ِﻘde
َ [el-İsrâ
17/29] el sıkılığı ’ ُﻏﻠ َّْﺖ اَ ْﻳ ۪ﺪ ِ ْﻢde de el [1728] bağlılığı zarûret ve müzâyaka
2
mânasınadır. Yehûd ٌاﻪﻠﻟِ َﻣ ْﻐﻠُﻮﻟَﺔ ّٰ ﻳ َ ُﺪderken eli hem bağlı hem sıkı mânasını
kasdetmişler ki cevapta ٓﺎء ُ ََ ﻒ َ اه َﻣ ْﺒ ُﺴﻮﻃَﺘَﺎ ِنۙ ﻳُ ْﻨ ِﻔ ُﻖ ﻛَ ْﻴ
ُ ﺑ َ ْﻞ ﻳ َ َﺪbuyurulmuş, hem
kudret ve hem meşiyyet-i tâmme ile cûd isbat olunmuştur. Binâen aleyh
1 Taberî, Câmiu’l-beyân, X, 449:
ا אك ا ...א و أ َف، ه ا אء ًא َّ א ا آن آ أ:ن وכאن ا אء
אس ا... أَ َّא:א ي
أ ف، א ا آن آ:ا « אل א ا א ن وا אر »:
א כא ا ئ وأכ ا ا
א ا א ن وا אر »: ها ًא َّ א ا آن آ أ:אل
. כ ا أ:ن« אل
2 “Hem elini bağlayıp boynuna asma…”
678 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 M: “ediyordu”.
2 Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân, IV, 87:
א א כא ا أכ ا אس א وأ د ا إن ا ّٰ כאن:אس و כ وا ّ אك و אدة אل ا
ٌ َ ُ ْ َ ِ ّٰ َ ُ ا:אزورا ذ כ אل אص ا א ّٰ ا م وכ ا כ ا ّٰ ا ا
. هإ ا ا زق כ و כ أرادوا إ א دوا إ
3 Mukātil b. Süleyman, Tefsîr, I, 490:
א ه א
ّٰ כ أ כ ا ٌ َ ُ ْ َ ِ ّٰ و אزر أَ ِ אزر َ ُ ا د ر א و אص ا ْا َو א َ ِ ا ْ ُ ُد
َ
א ا،أ כ َ ْ ُ ا زق م ا א ا وا ِ ا زق َ َ َّ א ّ َ اد وذ כ أن ا ّٰ َ َّ َو و א
. ا ّٰ ِ ْ َذ ِ َכ ا
İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, I, 565:
أن ا ّٰ א כאن: أ א:أ ال ا و.ر א و אزر أ אزر אص وا: و אل א
ّٰ ا :ا א ، כאن א َّ כ وا وכ ّ و ا
ّٰ ّ ّ أ א ّٰ ا ا א،ا زق
إِن: א ا، ه ا כ אا ض أن ا ّٰ א ا ض: وا א. و אل כ،אس ا א رواه أ،
،ا س ا أن ا אرى א أ א ا: وا א. א אدة،א و ه، ّٰ ا
. ذכ ه אدة أ ًא، ه، א ًא ّٰ ا כאن :د ا א
4 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XII, 393-394:
:َ ِ ِ ا ُّ ْ ِ َ ِ َوا ِ ْ ِ ْ َ ِاء َ َ אب ا َّ ُ ِل َ َّ ا ّٰ َ َ ْ ِ َو َ َّ َ ِ َ א َ ِ ا ِ ّ َّ ِة َوا ْ َ ْ ِ َوا ْ َ א َ ِ َ א ُ ا َ َ َ َ
ْ َ َّ א َرأ ْوا أ ا ْ َ ْ َم َّ َ َ
. َ َ َّ א َ א ُ ا َذ ِ َכ َ َכ ا ّٰ َ ْ ُ َ َ ا ا ْ َכ َ َم، ِ َِ ٍ
ْ َْ ٌ َ ْ ُ ُل ا َّ َ ُ َ َ إ َِّن ِإ
5 M ve B: “san’atlerini”.
Hak Dini Kur’an Dili 679
kerîm, hem kādir-i mutlak, hem fâ il-i muhtâr, hem rezzâk ale’l-ıtlâktır.
Ne vermeye mecburdur ne vermemeye, ne vermekle gınâsı tükenir ne
vermemekle buhlü lâzım gelir. Ne kudretini tahdid edecek bir kuvvet1
vardır, ne de iradesini men edecek bir kanun. Kudretleri takyid eden
kayıtlar, iradeleri tazyik eyleyen [1730] kanunlar Allah üzerinde değil,
ancak ve ancak mahlûkāt üzerinde hâkimdir. Onların hudûdundan
çıkmaya yol bulamayacak olanlar hâlık değil, mahluk olanlardır. ﻳ َ ْﺮ ُز ُق
ﺎب ٍ ٓﺎء ﺑِﻐَ ْ ِ ِﺣ َﺴ ُ َ َ [ َﻣ ْﻦel-Bakara 2/212; Âl-i İmrân 3/37; en-Nur 24/38] ,
2
ٓﺎء َو َ ْﻘ ِﺪ ُر ِ
ُ َ َ اﻟﺮِ ْز َق ﻟ َﻤ ْﻦ ّ ُ ُ َْ
[ ﻳﺒﺴﻂer-Ra d 13/26; el-İsrâ 17/30; er-Rûm 30/37;
Sebe’ 34/36; ez-Zümer 39/52; eş-Şûrâ 42/12]3, ﺎد ۪ه ِ َاﻪﻠﻟ اﻟﺮِز َق ﻟِﻌِﺒ
ْ ّ ُ ّٰ ﻂ َ َ َ َوﻟ َْﻮ
ِ ْ ِ [ ﻟ َﺒَﻐَ ْﻮﺍeş-Şûrâ 42/27]4, ِ ﻚ ﺗُ ْﺆ ِ ﻚ ا ْﻟﻤ ْﻠ ِ
ُ َ َ ض َو ٰﻟﻜ ْﻦ ﻳُ َ ّ ِ ُل ﺑِﻘَ َﺪرٍ َﻣﺎ
ٓﺎء ِ اﻻ َْر ُ َ ﻗُ ِﻞ اﻟﻠ ُّٰﻬﻢَّ َﻣﺎﻟ
ٰ ﻚ َﻋ َ َّ ﺎء ۜ ﺑِﻴَ ِﺪ َك ا ْﻟ َﺨ ْ ُ ۜ اِﻧ ِ
ُ ٓ َ َ ﺎء َوﺗُﺬ ُّل َﻣ ْﻦ
ِ
ُ ٓ َ َ ﺎء ۘ َوﺗُﻌ ُّﺰ َﻣ ْﻦ
ِ َ ﻚ ﻣﻦ َ َ ٓﺎء وﺗ َ ِع ا ْﻟﻤ ْﻠ
ُ ٓ َ َ ﻚ ﻣﻤَّ ْﻦ ُ ُ ْ َ ُ ْ َ َ ا ْﻟ ُﻤ ْﻠ
ﺖ َوﺗُ ْﺨﺮِ ُج ِ ﺗُﻮﻟِﺞ اﻟ َّﻴ َﻞ ِ اﻟﻨَّﻬﺎرِ وﺗُﻮﻟِﺞ اﻟﻨَّﻬﺎر ِ اﻟ َّﻴ ِۘﻞ وﺗُ ْﺨﺮِج ا ْﻟ َّ ِﻣ َﻦ ا ْﻟ َﻤ ِﻴ.ُﻛ ّ ِﻞ َ ٍء ﻗَ ۪ﺪﻳﺮ
ّ َ ُ َ ْ َ َ ُ َ َ ْ ُ ٌ ْ
ِ
ٍ ﺎء ﺑِﻐَ ْ ِ ﺣ َﺴ ِ
ﺎب ُ ٓ َ َ ﺖ ﻣ َﻦ ا ْﻟ َ ِ ّ ۘ َوﺗ َ ْﺮ ُز ُق َﻣ ْﻦ َ [ ا ْﻟ َﻤ ّ ِﻴÂl-i İmrân 3/26-27] , َ اﻪﻠﻟ ّٰ َو َﻣ ْﻦ ﻳَﺘ َّ ِﻖ
5
ﺐ ِ
ُ ﺚ َﻻ ﻳ َ ْﺤﺘَﺴ ُ َو َ ْﺮ ُز ْﻗﻪُ ِﻣ ْﻦ َﺣ ْﻴ.ﺟﺎ ً [ ﻳ َ ْﺠﻌَ ْﻞ ﻟ َﻪُ َﻣ ْﺨ َﺮet-Talâk 65/2-3] , اﻪﻠﻟ َ ُﻫ َﻮ اﻟﺮَّزَّا ُق ّٰ اِ َّن
6
ِ
ُ [ ذُوﺍ ْﻟ ُﻘﻮَّ ا ْﻟ َﻤ ۪ﺘez-Zâriyât 51/58]
7
ِ َّ ْ ِ ِ ا
אل زِ َ א ُ َ א َ َ َ ْ َإذ أ َو ٍة2ت ْ َ ٍ َِو َ َ ِاة ر
َ َّ
[1731] diye soğuğun yularını poyrazın elinde gördüğü rüzgâr sabahı
mücerred bir isti âre-i temsîliye ile poyrazın tesirini ve soğuğun şiddetini
anlatmıştır. Demek ki rüzgâr gibi el tasavvuru mümkin olmayan şeylere
bile lisanda el isnadı ve hatta bir ma nâ-yı müfred kasdedilmeyerek isnadı
pek çoktur. İşte اه َﻣ ْﺒ ُﺴﻮﻃَﺘَﺎ ِن
ُ ﺑ َ ْﻞ ﻳ َ َﺪnazm-ı celîlinde de ٓﺎء
ُ ََ ﻒ َ ﻳُ ْﻨ ِﻔ ُﻖ ﻛَ ْﻴma nâsıyla
cûd-i müekked kudret-i bâliğa ve irâde-i kâmile maksud olduğundan
“yed”in ne hakīkī, ne gayr-i hakīkī hiçbir mânası melhuz olmayarak
terkîbin mecmû undan bir ma nâ-yı kinâî murad edildiğinde tereddüde
mahal yoktur. Ancak bundan “yed”in ma nâ-yı ma rûfu mülâhaza
olunmaksızın ﻳَ ُﺪ اﷲıtlâkının memnû olmayıp câiz ve meşru olduğu
anlaşılır. Fi’l-vâki Allah’a yed nisbet eden birçok âyât ve ehâdîs vardır ki
bunların bazısı aded beyan olunmaksızın اﻪﻠﻟِ ﻓَ ْﻮ َق اَ ْﻳ ۪ﺪ ِﻢ ّٰ [ ﻳ َ ُﺪel-Feth 48/10]
1 H, M ve B: “” اء.
2 Kaynaklarda ت kelimesi yerine وز
ّ veya כkelimeleri geçmektedir.
682 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
âyeti ve ﺎﻋ ِﺔ َ اﳉَ َﻤْ اﷲ َﻣ َﻊ ِ ﻳ ُﺪhadîsi1 gibi mutlaktır. Bu âyet, kezâlik َﻣﺎ َﻣﻨَﻌَ َﻚ اَ ْن
َ
ي ﺪ ﻴ ِ ﺑ ﺖ ﻘَ ﻠﺧ ﺎ ﻤِ ﻟ ﺪ ﺠ َ 38/75]2 âyeti ve ﻛِ ْﻠﺘَﺎ ﻳَ َﺪﻳْ ِﻪ َﳝِﲔhadîsi3 gibi bazısında
َّ َ َ ُ ْ َ َ َ ُ ْ [Sâd
iki yed zikredilmiştir. Bazısında da cem vârid olmuştur اَﻧَّﺎ َﺧﻠ َ ْﻘﻨَﺎ ﻟ َُﻬ ْﻢ ِﻣﻤَّﺎ
ً َﺖ اَ ْﻳ ۪ﺪﻳﻨَ ٓﺎ اَ ْﻧﻌ
ﺎﻣﺎ ْ َ [ َﻋ ِﻤﻠYâsîn 36/71] gibi. Bunlardan ise bir akāid meselesi hâsıl
4
tuğyânından endişeye de mahal yoktur. Çünkü {َﻀ ٓﺎء َ او َ َوﺍ ْﻟﺒَ ْﻐ
َ َوﺍ َ ْﻟ َﻘ ْﻴﻨَﺎ ﺑ َ ْﻴﻨَ ُﻬ ُﻢ ا ْﻟﻌَ َﺪ
ِ
}ا ٰ ﻳ َ ْﻮ ِم ا ْﻟ ِﻘ ٰﻴ َﻤﺔdir. Bunun için [1734] {اﻪﻠﻟ ّٰ ب اَﻃْ َﻔﺎ ََﻫﺎ ِ
ِ ﺎرﺍ ﻟ ْﻠ َﺤ ْﺮ
ً َ } ُﻛﻠ ََّﻤٓﺎ اَ ْوﻗَ ُﺪوﺍ ﻧdır. A
Binâen aleyh bunlar hiçbir zaman hakīkī bir kuvvet ve izzet bulamazlar.
ِ اﻻ َْرْ ِ }و َ ْﺴﻌَ ْﻮ َن ِ
{ﺎداً ض ﻓَ َﺴ َ Yeryüzünde dâima fesada çalışır dururlar. {ﺐ ُّ ﺍﻪﻠﻟُ َﻻ ﻳُﺤ ّٰ َو
ِ
َ }ا ْﻟ ُﻤ ْﻔﺴ ۪ﺪAllah ise müfsidleri sevmez, sâ î bi’l-fesad olanların cezâsını verir.
ﻳﻦ
Ve vermek için yed-i kudreti bağlı değildir. Onları tel in, tazyik, ta zib
eder de eder. Bununla beraber yed-i rahmeti de bağlı değildir. Bunun
için { إﱁ...ﺎب ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ َوﺍﺗَّﻘَ ْﻮﺍ ِ َ}وﻟ َْﻮ اَ َّن اَ ْﻫ َﻞ ا ْﻟ ِﻜﺘ َ ehl-i kitab fesada sa y etmekten
tevbekâr olup iman ve ittikā etseler, fesaddan sakınıp yed-i rahmete tâlib
olsalardı A bütün kötülüklerini istedikleri gibi taraflarından muhakkak
1 B: “âyet-i”.
2 “… ayn-ı hidâyet, korunacaklar için.”
3 “…Evet Allah onunla birçoklarını şaşırtır, yine onunla birçoklarını yola getirir…”
4 “Biz de Kur’an’dan peyderpey öylesini indiririz ki mü’minler için o bir şifâ ve bir rahmettir, zâlimlerin
ise ancak hasârını artırır.”
Hak Dini Kur’an Dili 685
1 H: “kadar”.
686 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “rüknü evvelâ”.
690 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
göre sevab ve ikāba, bir gün gelip iman ve amel edenlerle etmeyenlerin
hesabı görülüp mükâfat ve mücâzatları verileceğine cidden inanmaktır.
Nitekim Sûre-i Bakara’nın başında ﻚ َو َﻣٓﺎ اُ ْﻧﺰِ َل ِﻣ ْﻦ َ ﻮن ﺑِﻤَٓﺎ اُ ْﻧﺰِ َل اِﻟ َْﻴَ ُﻳﻦ ﻳُ ْﺆ ِﻣﻨ َ َوﺍﻟ َّ۪ﺬ
ِ
َ ﺎﻻ ِٰﺧ َﺮ ُﻫ ْﻢ ﻳُﻮﻗ ِ ُﻨ
ﻮن ْ ِ ﻚ َوﺑۚ َ ِ ﻗَ ْﺒﻠve Sûre-i Nisâ’da ﺎﻪﻠﻟِ َو َﻣﻠٰ ٓ ِﺌﻜَ ِﺘ ۪ﻪ َوﻛُ ُﺘ ِﺒ ۪ﻪ َو ُر ُﺳﻠِ ۪ﻪ ّٰ ِ َو َﻣ ْﻦ ﻳ َ ْﻜ ُﻔ ْﺮ ﺑ
ﻴﺪاً ﺿ َﻼ ًﻻ ﺑ َ ۪ﻌ َ ﺿ َّﻞَ اﻻ ِٰﺧﺮِ ﻓَ َﻘ ْﺪ ْ [ َوﺍ ْﻟﻴَ ْﻮ ِم4/136] buyurulmuştur. Amel-i sâlihe gelince:
Bu da Allah’a ve âhirete imanın muktezâsına göre ve Allah’ın inzal ve irsal
buyurduğu delâil ve ahkâma ve ihbar ve inşâya tevfîkan kemâl-i ihlâs ve
hüsn-i niyetle Allah’ın râzı olacağı güzel ameller yapmaktır. Bunun içindir
ki bundan evvelki âyette ﺍﻻِ ْﻧﺠ۪ ﻴ َﻞ ُ ﺎب ﻟ َْﺴ ُﺘ ْﻢ َﻋ ٰ َ ْ ٍء َﺣ ّٰ ﺗُ ۪ﻘ
ْ ﻴﻤﻮﺍ اﻟﺘ َّ ْﻮ ٰر ﺔ َ َو ِ َﻳَٓﺎ اَ ْﻫ َﻞ ا ْﻟ ِﻜﺘ
ﻜ ْﻢ ُ َو َﻣٓﺎ ُا ْﻧﺰِ َل اِﻟ َْﻴbuyurulmuş ve yalnız Tevrat ve İncil’in ikāmesi bile
ُ ِ ّﻜ ْﻢ ِﻣ ْﻦ َرﺑ
bu babda kâfi olmadığı ve bütün münzelâtın ikāmesi matlub bulunduğu
anlatılmıştı. Binâen aleyh ف َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ ِ اﻻ ِٰﺧﺮِ وﻋ ِﻤ َﻞ ْ ﺎﻪﻠﻟِ َوﺍ ْﻟﻴَ ْﻮ ِمّٰ ِ َﻣ ْﻦ ٰا َﻣ َﻦ ﺑ
ٌ ﺤﺎ ﻓَ َﻼ َﺧ ْﻮ ً ﺻﺎﻟ َ َ َ
َ ُ َو َﻻ ُﻫ ْﻢ ﻳ َ ْﺤ َﺰﻧmazmûnunun hâsılı ﺑ َ ٰ َﻣ ْﻦ اَ ْﺳﻠ َ َﻢ َو ْﺟﻬَ ُﻪ ِ ّٰﻪﻠﻟِ َو ُﻫ َﻮ ُﻣ ْﺤ ِﺴ ٌﻦ ﻓَﻠ َ ُﻪ ٓ اَ ْﺟ ُﺮ ُه ِﻋ ْﻨ َﺪ
ﻮن
ﻮنَ ُف َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ َو َﻻ ُﻫ ْﻢ ﻳ َ ْﺤ َﺰﻧ ٌ [ َرﺑّ ِ ۪ﻪ ۖ َو َﻻ َﺧ ْﻮel-Bakara 2/112] mazmûnunun aynıdır. Ve
nitekim Sûre-i Bakara âyeti bu mâna ile fezleke edilmiştir.
Sâniyen; gösteriliyor ki ahkâm-ı ilâhiyede dünyevî [1741] ve uhrevî iki
haysiyet ve bunlarda biri zâhirî ve siyasî, biri de hakīkī ve tam mânasıyla
ِ ِ ّٰ ِ ﻣﻦ ٰاﻣﻦ ﺑile
dînî iki manzara vardır ki birisi ﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ َ ا َّن اﻟ َّ ۪ﺬdiğeri de ﺎﻪﻠﻟ َ َ ْ َ
ifade kılınmıştır. Zâhirî ve siyasî nokta-i nazardan hükm-i İslâm altında
müslim ve gayr-i müslim ictimâ ederler. Bu cihetle zâhirî mü’minlerin
Yehud, Nasârâ, Sâbiînden büyük bir farkları yoktur. Siyâset-i İslâmiyede
her biri mensub oldukları1 diyanetleriyle tanınır, hürriyet-i dîniyelerine
riayet edilir, o dairede mevcûdiyet-i mahsûsaları gözetilir, İslâm’a cebr
olunmaz, akidelerine karışılmaz, kendi diyanetleriyle ilzam olunurlar.
Diyanet nokta-i nazarından her biri ahidlerine2 göre ehl-i Tevrat
Tevrat’a, ehl-i İncil İncil’e, öbürleri de itikadlarına bırakılır, Müslüman
da Müslümanlığına sevk edilir. Ahkâm ve mu âmelât-ı dünyeviye nokta-i
nazarından ise hepsi 3 َﳍُ ْﻢ َﻣﺎ ﻟَﻨَﺎ َو َﻋﻠَْﻴ ِﻬ ْﻢ َﻣﺎ َﻋﻠَﻴـْﻨَﺎmedlûlü üzere hukūk ve
1 H: “olduğu”.
2 M: “akidlerine”; B: “akidelerine”.
3 İbn Nüceym, en-Nehru’l-fâik şerhu Kenzi’d-dekāik, thk. Ahmed Azv İnâye, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-
İlmiyye, 1422/2002, III, 202; Hâşiyetü’ş-Şihâb, VIII, 181.
Hak Dini Kur’an Dili 691
1 B +“bir”.
2 “…ahdime vefa edin ki ahdinize vefa edeyim…”
692 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
iki sınıf yine bir hükümde birleşmiş olmak itibariyle iki âyeti birbirine
te âruz ettirecek fâhiş bir hatâ da değildir. Nihâyet her âyetten müstakillen
ve birbirini te’kîd ü takrîr olmak üzere anlaşılacak olan bir mânayı iki âyet
mecmû undan müştereken ve bilâ-te’kîd anlatmak istemiştir. “Zeyd okursa
mes ud olur, Amr okursa mes ud olur” demekle “Zeyd ve Amr okurlarsa
mes ud olurlar, evet Zeyd ve Amr okurlarsa mes ud olurlar” demek arasında
bir te âruz bulunmadığı gibi, hükümde bir fark da yoktur. Fakat Frenkler
bakınız bunu nasıl sû’-i isti mâl etmişlerdir.
Fransızca “Koran Analysé” (Tahlil edilmiş Kur’an)1 nâmında bir eser
vardır ki bunda Fransızlar tarafından Kur’ân’ın Kazimirski tercemesi esas
ittihaz edilerek sûreler, âyetler muhtelif ve müte addid mevzûlara göre
tahlil ve taksim olunup parçalanmış ve altlarına ara sıra [1744] müsteşrikler
tarafından birtakım notlar da konulmuş ve mukaddimesinde bu kitâbı
tertibden maksad Müslümanlar üzerine me’mur olacak Fransızlara
Müslümanları kitaplarıyla kandırabilmeleri için Kur’ân’ın münderecâtını
öğretmek ve bilhassa Cezâyir Müslümanları üzerinde Fransız siyasetine
bir hizmet etmek olduğu da tasrih kılınmıştır. Bu eserde bu iki âyet
“tolérance” yani müsamaha mevzûu altında cem edilmiş ve zîrine şöyle
bir tahşiye ilâve olunarak denilmiştir ki:
“Eski Müslüman müctehidleri bu Sûre-i Bakara âyetinin beşinci
sûre olan Mâide âyeti ile neshedilmiş olmasını istiyorlar. Bu ise mezheb
taassubunu her mikyasın hâricine çıkarmaktır. Öbürüsü -yani Sûre-i
1 Bahsi geçen Le Koran Analysé isimli eser (Paris, 1878), konularına göre açıklamalı bir Kur’an fihristi
olup Jules la Beaume tarafından hazırlanmıştır. Kitabın alt başlığı şöyledir: “D’Après la Traduction de
M. Kasimirski Et les Observations de Plusieurs Autres Savants Orientalistes”.
Eser, Muhammed Fuad Abdülbâkî tarafından Tafsîlü âyâti’l-Kur’âni’l-hakîm ismiyle tercüme edilmiş
(Kahire 1342), Abdülbâkî’nin bu çalışması da Bekir Karlığa tarafından Mevzûlarına göre âyet-i kerîmeler
ve mealleri başlığı altında Türkçe’ye çevrilmiştir (İstanbul, 1980).
Müellif, Metâlib ve Mezâhib tercümesinin başına yazdığı Dibace’de mezkur esere şu sözleriyle atıf yapıyor:
“Koran Analysé nâmıyla âyât-ı Kur’âniyeyi Fransızca tercümelerine göre mevzulara tahlil ve tasnîf eden
eser-i mühimmin hâşiyelerindeki notlara dikkat edilirse görülür ki Avrupa bizim teceddüdât-ı ahîremizi,
ya Protestanlığa veya diğer bir Avrupa mezhebinin tesirine atfetmekte ve hep bunları kendilerine bende
olmak gibi bir gaye ile mütâlaa eylemektedir. Fakat Avrupa korkmasa idi, bir ilim ve felsefesine bakar,
bir de dinine bakardı da o ilim ve felsefe ile taban tabana mütenâkız olan dinini, rüsûmunu bize telkīh
etmeye çalışmadan vazgeçer, o ilim ile kucaklaşacak olan İslâmiyeti tervîce uğraşır ve hayât-ı İslâm’a
ızdırab vermekten zevk almazdı” (s. 37).
694 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 “Les anciens docteurs musulmans veulent que ce verset ait été abrogé par le verset 73 du ch. v
(Tolérance); c’est pousser hors de toute mesure la fanatisme sectaire. D’autres versets d’un esprit encore
plus élevé prouvent qu’en matière de tolérance, comme un tout autre, Mahomet, homme politique
autant au moins que religieux, obéit aux indications des circonstances. Les docteurs qui, les premiers,
prétendirent à développer sa parole, exaltés par les succés militaires des croyants, oubliérent les données
humanitaires du Koran. Mais la supériorité en toutes choses acquise depuis longtemps par l’Occident
a sensiblement calmé les vanités dans les grands cercles politiques de l’Islamisme. D’autres Imams, ou
péres de la loi, viendront sans doute qui achèveront l’œuvre.” (Le Koran Analysé, s. 425).
2 “A la France donc à provoquer la formation d’une nouvelle secte qui ne sera pas moins orthodoxe que
les trois capitales encore existantes.” (Le Koran Analysé, s. 425)
Hak Dini Kur’an Dili 695
1 B -“olur”.
696 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
iman eder sonuna kadar münkād olursa hiç şüphesiz mü’min-i hakīkī1
olur. Mâzîdeki bütün seyyiâtı silinir, o mes udlar zümresine lâhık olur.
Binâen aleyh en yüksek usûl-i imandan bulunan böyle hakikatler nesih
mevzû undan ale’l-ıtlâk hâriçtir. Ve bunlarda mensûhiyete kāil olan
veya arzu eden Müslüman tasavvur olunamaz. Eski yeni bütün ulemâ-
yı İslâm bu noktada müttefik bulundukları hâlde Frenklerin “eski
Müslüman müctehidleri evvelki âyetin bu âyet ile neshedilmiş olmasını
istiyorlar” sözü sarih bir yalan ve açıktan açığa bir iftiradır. Ve bütün
esası böyle bir iftiradan ibaret olan diğer sözlerin mahiyeti de bundan
bellidir. Hem bu iftira, an kasdin değilse pek câhilânedir. Çünkü nesih
nefy ü isbat ile müte ârız iki kanunun mukaddemine muahharıyla hitam
veren bir beyân-ı tebdîldir. Bu âyetler ise ta dâd olunan sınıflar, ezcümle
sâbiîn ve sâbiûn gerek birbirinin aynı olsun ve gerek Kazimirski’nin
zannettiği gibi farklı bulunsun hükme gelince ikisinde de birbirinin
ِ ِ ِ ْ ﺎﻪﻠﻟِ َوﺍ ْﻟﻴَﻮ ِم
aynı olan ﻮن َ ُف َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ َو َﻻ ُﻫ ْﻢ ﻳ َ ْﺤﺰَﻧ
ٌ ﺤﺎ ﻓَ َﻼ َﺧ ْﻮ َ اﻻٰﺧﺮِ َو َﻋﻤ َﻞ
ً ﺻﺎﻟ ْ ّٰ ِ َﻣ ْﻦ ٰا َﻣ َﻦ ﺑ
kaziyyesinden ibarettir. Burada nesih mümkin farz edilse bile ortada iki
hüküm yoktur ki nesihten bahsedilsin. Ne, neyi neshedecek? ِﺎﻪﻠﻟ ّٰ ِ َﻣ ْﻦ ٰا َﻣ َﻦ ﺑ
yine [1747] ِﺎﻪﻠﻟ ّٰ ِ َﻣ ْﻦ ٰا َﻣ َﻦ ﺑile mi neshedilmiş olacak? Binâen aleyh bu suretle
bir nesih iftirasına kalkışmak aynı zamanda bir cehalet ilan eylemektir.
Fakat bunu yapan Müslüman müctehidleri değil, onlara hücum etmek
için iftiradan başka bir çare bulamayan ve yeni Fransız mezhebine
davete çalışan o Frenk doktorlarının kendileri olmuştur. Bu ise siyaset
taassubunu her mikyâsın hâricine çıkarmaktır. Garb’ın son zamanlardaki
galebe-i ihtilâliyle müteheyyic olarak i lân-ı gurur edenlerin ِﺎﻪﻠﻟ ّٰ ِ َﻣ ْﻦ ٰا َﻣ َﻦ ﺑ
ﺤﺎِ اﻻ ِٰﺧﺮِ وﻋ ِﻤ َﻞ ْ َوﺍ ْﻟﻴَ ْﻮ ِمgibi ilâhî mebâdîye sarılan ve haktan başka bir şey
ً ﺻﺎﻟَ َ َ
düşünmeyen ilk Müslüman müctehidlerini “mü’minlerin zaferleriyle
müteheyyic olarak insânî mebâdîyi unuttular” diye kıyâs-ı nefs eyleyerek
gayr-i insânî bir his ile tasavvur etmeleri de garip bir itiraftır. Mü’minlerin
zaferleriyle müteheyyic olmak insanlığı unutmak ise, gayr-i mü’minlerin
tefevvuklarıyla mağrur olmak da insânî bir şey olmayacaktır.
1 B: “kâmil”.
Hak Dini Kur’an Dili 697
insâniyetiyle emr-i Hakk’a nasb-ı nazar etmiş dînî bir zât, bir Resûlullah
idi. Zurûfun muktezayâtına mutâbık ahkâm ile hareket ettiği zaman da1
o, zurûf u muhîte değil, onları ona emreden Allah teâlâ’nın evâmir ve
ahkâm-ı sâbitesine ittibâ ediyordu ki mevzû -i bahsimiz olan iki âyette
işte bu ahkâm-ı sâbiteden ve bu usûlden umûma karşı Allah’a iman ve
inkıyad lüzûmunu haber veren إﱁ...ِﺎﻪﻠﻟ ّٰ ِ َﻣ ْﻦ ٰا َﻣ َﻦ ﺑhükmünde zurûf u ahvâlin
muktezayâtına ittibâ cihetini isbat edecek hiçbir delâlet yoktur. Bilakis
yalnız hakka ittibâ ile ta dâd olunan sunûfa muhalefet vardır. Koran
Analysé mürettibleri bu âyetleri parçalamayıp da Kur’an’daki tertiblerine
göre alt ve üstleriyle göstermiş olsalardı belki bu kadar mugālataya cür’et
edemezlerdi. Ezcümle bu âyetin üstündeki ْ َ ﻚۜ َو ِﺍ ْن َ ِ ّﻚ ِﻣ ْﻦ َرﺑ َ ﺑَﻠِّـ ْﻎ َﻣٓﺎ اُ ْﻧﺰِ َل اِﻟ َْﻴ
ُﻗ ْﻞ ﻳَٓﺎ اَ ْﻫ َﻞ.اﻪﻠﻟ َ َﻻ َ ْ ِﺪي ا ْﻟﻘَ ْﻮمَ ا ْﻟﻜَﺎﻓِ ۪ﺮ َﻦ ّٰ ﺎس اِ َّن ِ
ۜ َّ ﻚ ﻣ َﻦ اﻟﻨ
ِ َ ﺍﻪﻠﻟ ﻳﻌ ِﺼﻤ
ُ ْ َ ُ ّٰ ﺖ رِ َﺳﺎﻟَﺘَ ُﻪ ۜ َو َ ﺗ َ ْﻔﻌَ ْﻞ ﻓَ َﻤﺎ ﺑَﻠ َّْﻐ
ﺍﻻِ ْﻧﺠ۪ ﻴ َﻞ َو َﻣٓﺎ اُ ْﻧﺰِ َل اِﻟ َْﻴﻜُ ْﻢ ِﻣ ْﻦ رَﺑِّﻜُ ْﻢ ۜ َوﻟ َﻴَﺰ۪ﻳ َﺪ َّن ْ ﻴﻤﻮﺍ اﻟﺘ َّ ْﻮ ٰر ﺔ َ َو ُ ﺎب ﻟ َْﺴﺘُ ْﻢ َﻋ ٰ َ ْ ٍء َﺣ ّٰ ﺗُ ۪ﻘ ِ َا ْﻟ ِﻜﺘ
ﺮﺍ ﻓَ َﻼ ﺗ َ ْﺄ َس َﻋ َ ا ْﻟ َﻘ ْﻮ ِم ا ْﻟﻜَﺎﻓِ ۪ﺮ َﻦ ۚ ً ﺎﻧﺎ َو ُﻛ ْﻔ
ً َﻚ ﻃ ُ ْﻐﻴ َ ِ ّﻚ ِﻣ ْﻦ َرﺑ َ [ ﻛَ ۪ﺜ ًﺍ ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َﻣٓﺎ ُا ْﻧﺰِ َل اِﻟ َْﻴ1749]
âyetleri2 o kadar açık bedâhetle isbat eder ki Peygamber bu âyetleri
muhîtindeki insanların kesret-i muhalefet ve tuğyanlarına rağmen yalnız
Allah’ın emrine ittibâ ve mahza Allah’ın ismetine istinad ederek tebliğ
etmiştir. Gerek Sûre-i Bakara âyetinin üst tarafı okunur ve gerek ﻳَٓﺎ اَ ُّ َﺎ
ﺎب ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒﻠِﻜُ ْﻢ ِ
َ َﻳﻦ اُو۫ﺗُﻮﺍ ا ْﻟﻜﺘ َ ﺒﺎ ﻣ َﻦ اﻟ َّ۪ﺬ
ِ ِاﻟ َّ ۪ﺬﻳﻦ ٰاﻣﻨﻮﺍ َﻻ ﺗَﺘ َّ ِﺨ ُﺬوﺍ اﻟ َّ۪ﺬﻳﻦ اﺗ َّ َﺨ ُﺬوﺍ ۪دﻳﻨَﻜُﻢ ﻫﺰوﺍ وﻟ َﻌ
ً َ ً ُُ ْ َ ُ َ َ
ِ
َﺎر اَ ْوﻟﻴَٓﺎء َ َّ[ َوﺍ ْﻟﻜُﻔ5/57] âyetinden buraya kadar gelen ve daha gelecek olan
âyetlere dikkat olunursa Kur’ân’ın bunlara ne güzel cevaplar vermiş ve
ne vâzıh irşadlarda bulunmuş olduğu görülür: َﻻ ﺗ َ ْﻠ ِﺒ ُﺴﻮﺍ ا ْﻟ َﺤ َّﻖ ﺑِﺎ ْﻟﺒَﺎﻃِ ِﻞ َوﺗ َ ْﻜ ُﺘ ُﻤﻮﺍ
َ [ ا ْﻟ َﺤ َّﻖ َوﺍ َ ْﻧﺘُ ْﻢ ﺗ َ ْﻌﻠ َ ُﻤel-Bakara 2/42], ﺍﺿﻌِ ۪ﻪ
ﻮن ِ َﻮن ا ْﻟﻜَﻠِﻢَ َﻋﻦ َﻣﻮ
ْ َ ُ[ ﻳُ َﺤ ّﺮِﻓen-Nisâ 4/46; el-
Mâide 5/13], ِﺎﻪﻠﻟ ّٰ ِ ﻮن ِﻣﻨَّٓﺎ اِ َّ ٓﻻ اَ ْن ٰا َﻣﻨَّﺎ ﺑَ [ َﻫ ْﻞ ﺗ َ ْﻨ ِﻘ ُﻤel-Mâide 5/59], اﻻِ ْﺛ ِﻢ ْ ِ ﻮن َ ُ َﺎرِ ُﻋ
[ َوﺍ ْﻟ ُﻌ ْﺪ َوﺍ ِنel-Mâide 5/62], اﻻِ ْﺛ َﻢ ْ ﺎر َﻋ ْﻦ ﻗَ ْﻮﻟِﻬِ ُﻢُ َﺍﻻ َْﺣﺒ َ ُّﻴﻬ ُﻢ اﻟﺮَّﺑَّﺎﻧِﻴ
ْ ﻮن َو ُ [ ﻟ َْﻮ َﻻ ﻳ َ ْﻨ ٰﻬel-Mâide
5/63], ﺮﺍ ً ﺎﻧﺎ َوﻛُ ْﻔ ً َﻚ ﻃ ُ ْﻐﻴ َ ِ ّﻚ ِﻣ ْﻦ َرﺑ َ [ َوﻟ َﻴَﺰ۪ﻳ َﺪ َّن ﻛَ ۪ﺜ ًﺍ ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َﻣٓﺎ اُ ْﻧﺰِ َل اِﻟ َْﻴel-Mâide 5/68],
َ ﺐ ا ْﻟ ُﻤ ْﻔ ِﺴ ۪ﺪ
ﻳﻦ ِ
ُّ ﺍﻪﻠﻟُ َﻻ ﻳُﺤ ّٰ ﺎداۜ َوً ض ﻓَ َﺴ ْ ِ [ َو َ ْﺴﻌَ ْﻮ َنel-Mâide 5/64], َﻣﺎ ﻛَﺎﻧُﻮﺍ3ﻟ َ ِﺒ ْﺌ َﺲ
ِ اﻻ َْر
1 H -“da”.
2 M ve B: “âyetler”.
3 H, M ve B: “ ”و ئ.
Hak Dini Kur’an Dili 699
Nihâye’sinde3 der ki: “Bir kimse dininden başka bir dine çıktığı zaman
ﺻﺒَﺄَ ﻓَُﻼن
َ denilir. Kureyş dîn-i İslâm’a dâhil olanlara ﺼﺒُﻮء
ْ َﻣmakamında
ﺼﺒُﻮ
ْ َﻣve Müslümanlara “subât” derlerdi ki “kādî / kudât” gibi “sâbî”nin
cem idir.”4 Sâbî ise gençlik cehalet sevdasıyla bir şeye meyl ü mahabbet
1 B: “burada”.
2 Âsım Efendi, Kāmus Tercemesi, I, 61.
3 H, M ve B: “Minhâc’ında”.
4 İbn Esîr, en-Nihâye, III, 3:
700 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
وכ ا،ا ل כ ا، و، אم ةا ا، ا ا ا و، ا כ ا
اذا إ כ ا » כ ئא« ا אت و و א » א أ:آزر אل ا
אآ א אإ ا »و כ: غ ذ כ כ א אل ا ّٰ א. ا כ وإ אم، ا « وذ כ إ ام
»وכ כ ي: ا ا כ א אل א ة ا כ اכ وا أ אل ا.« אء إن ر כ כ در אت
אق ا ا أ אب ا אכ אق ا ام، ا כ כ כ ت ا אوات وا رض« أي כ א آ אه ا إ ا
« » ار: ا م כ ا ا وإ، وا אم أ ى، כ ن ا ام أ، ا א وا א،ا أ
א أ.ا ام ،ا ام و ق ا כ م.ا« כאذ א כ »: כ א כ،כא
. ا وذ כ ا، ا وا،ا כ ى ا ا را، و ا ا
א כאن، ّٰ ات ا א ص א وא، رون ا وכאن ا אء أو ده כ
ا ك כ و ا ن، أرכאن ا أ أن ا و ا. وأ وأ אب ا،ى ا א ا
« כ ّٰ כ « » אء א و א כאن ا » א: ذכ ا
1 B: “Tabî iyyûn’durlar”.
706 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 M ve B: “arasında”.
2 H: “hadsizdir”.
3 H: “kalkmış”.
708 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 “…Allah kendilerine ne emrettiyse O’na isyan etmezler ve her neye me’mur iseler yaparlar.”
Hak Dini Kur’an Dili 709
1 B: “tancim”.
2 B: “bunların”.
Hak Dini Kur’an Dili 713
1 “Ben her dinden geçip sade hakka eğilerek yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış olan Fâtır’a döndüm ve
ben müşriklerden değilim.”
2 “O hâlde yüzünü dine bir hanîf olarak tut; o Allah fıtratına ki insanları onun üzerine yaratmıştır, Allah
yaratışına bedel bulunmaz, doğru sâbit din odur velâkin nâsın ekserisi bilmezler. Başkasından geçerek
hep O’na gönül verin ve O’na korunun ve namaza devam edin de müşriklerden olmayın. Onlardan ki
dinlerini ayırıp öbek öbek olmuşlardır, her hizib kendilerindekine güvenmektedir.”
714 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 M: “anâsırı”.
2 M: “mürekkebâtı”.
3 B: “tevellüdü”.
4 M ve B: “giden”.
5 “‘Siz öldüğünüz ve bir toprak, bir yığın kemik olduğunuz vakit muhakkak çıkarılacaksınız’ diye mi vaad
ediyor? Heyhât! O vaad olunduğunuz şey ne kadar uzak!”
6 H: “cüz’ünün”.
7 B: “oldukları”.
Hak Dini Kur’an Dili 715
1 H: “dede”.
2 Şehristânî, el-Milel ve’n-nihal, II, 107-115.
3 M ve B: “mârifetine”.
716 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 M ve B -“gerek”.
2 M ve B: “hükûmeti”.
3 B -“açıktan”.
4 İsmâiliyye Karâmita’nın en bâtınîsi ve gizli ihtilâl teşkilâtı yapan cem iyyât-ı sırriyenin en ketûmudur
[Müellifin notu].
5 Ebû Bekir el-Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, III, 328:
Ebû Bekr Râzî Sûre-i Mâide’de bu îzâhâtı verdikten ve ikisi arasında bir
asl-ı müşterek gösterdikten sonra Sûre-i Berâe’de de demiştir ki: “Sâbiîn
iki kısımdır. Birisi Kesker ve Betâih nevâhîsinde bulunanlardır. Bize bâliğ
olduğuna göre bunlar diyanetlerinin pek çoğunda Nasârâ’ya muhalif
olmakla beraber Nasârâ’dan bir sınıftırlar. Zira Nasârâ’nın Merkûniyye,
Aryûsiyye, Mârûniyye gibi böyle birçok fırkaları vardır ki Nestûriyye,
Melkiyye, Ya kūbiyye nâmındaki üç fırkanın üçü de onlardan teberrî
ederler ve onları tahrim eylerler. Bu fırka da Yahyâ b. Zekeriyyâ’ya ve Şît’e
intisab eyliyorlar. Allah teâlâ’nın Şît b. Âdem’e ve Yahyâ b. Zekeriyyâ’ya
inzal eylediği kitaplardır diye bazı kitaplara da intihal ediyorlar. Ve Nasârâ
bunlara Yuhannasiyye -St. Jean1 Hıristiyanları, yani Yahyeviyye- nâmını
veriyorlar. İşte İmâm-ı A zam’ın ehl-i kitabdan saydığı, zebîhalarının
eklini ve kadınlarının münakâhasını mubah gördüğü Sâbiîn bu fırkadır.
Kendilerine Sâbiîn tesmiye eden bir fırka daha vardır ki enbiyâdan
hiçbirine intisab etmezler ve kütüb-i ilâhiyeden hiçbiriyle intihalleri
yoktur. Bunlar ehl-i kitab değildirler. Ve böyle bir nıhlenin zebîhaları
yenmeyeceğinde ve kadınları nikâh edilmeyeceğinde ise ihtilâf2 yoktur.”3
[1769] Her iki âyette Kur’ân Sâbîleri Yehûd ve Nasârâ gibi
mü’minlere mukabil zikretmekle bunların da gayr-i mü’min olduklarına
işaret etmiştir. Fakat ehl-i kitab olup olmadıklarına gelince, ehl-i kitab
siyâkında zikredilmiş olmalarına ve Yehûd ve Nasârâ beyninde deveran
ettirilmelerine göre ehl-i kitab değilse de Mecus gibi ve hatta onlara
da şâmil olabilecek bir vechile beyne beyne1 bir ehl-i kitab şüphesinde
ِ ِ
bulunduklarına bir îmâ yapmış olmakla beraber ٰ ﺎب َﻋ ُ َـﻤٓﺎ ُا ْﻧﺰِ َل ا ْﻟﻜﺘ
َ َّ اﻧ
[ ﻃَٓﺎﺋ ِ َﻔﺘَ ْ ِ ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒﻠِﻨَﺎel-En âm 6/156]2 âyetinin delâlet ettiği vechile Kur’an’da
Müslümanlardan evvel ehl-i kitab ıtlâkı Yehûd ve Nasârâ’ya münhasır
olduğundan ve her iki âyette “Sâbiîn” ve “Sâbiûn” Yehûd ve Nasârâdan
ayrı olarak zikredilmiş bulunduğundan âyetlerin zâhiri bunların ehl-i
kitab olmadığını göstermektedir. Ulemânın zikr olunan ihtilâfı da vâki de
bu nâmı taşıyanlar içinde Yehûd ve Nasârâ’dan ma dud olanlar bulunup
bulunmadığını tâyin ve tedkik meselesinden münba istir.
Şunu ihtâra hâcet yoktur ki, “Nasârâ” ismi bütün firak-ı Nasârâ’ya
şâmil olduğundan Nasârâ’nın Yuhannesiyye, St. Jean3 Hıristiyanları
dedikleri fırka-i4 Sâbiîn, Nasârâ’dan ma dud bir fırka olunca elbet bunlar
da “Nasârâ” ismi altında dâhildirler. Ve şu hâlde Yehûd ve Nasârâ’dan
başkaca zikr olunan Sâbiîn de5 bunlardan mâ adâ olan Sâbiûn’a masruf
olmak lâzım gelir. Binâen aleyh Kazimirski mâdem bunların mutaassıb
Hıristiyanlar olduğunu kabul ve ihtar etmiştir, o hâlde bu ihtârı yaparken
bunları her iki âyette “Nasârâ” ismi altında mülâhaza etmek ve “Nasârâ”
denildikten sonra “Sabeit” denilmesinin mânası kalmayacağını düşünmek
ve Nasârâ’dan sonra zikredilen Sâbiîn’i de Sâbiûn gibi “Sabeen” diye
terceme etmek ve Frenkleri teşvîşe düşürmemek iktizâ ederdi. Frenkler
de bu bâriz hatâyı anlamak ve bundan dolayı müctehidîn-i İslâm’a gayr-i
insânî bir his ile zebandırazlıkta bulunmamak lâzım [1770] gelirdi. Ve
îzah olunduğu üzere Sâbie’ye mukabil rûhâniyet ve cismâniyetin nokta-i
ictimâ ında yürüyen ve bu suretle insânî kıymeti, insânî fıtratı Allah’tan
sonra her şeyin fevkinde kābil-i terakki ve kemâl gören Hanîfiyyet’in
en yüksek, en mütekâmil tezahürü olan dîn-i İslâm’ı hak ve insâniyet
nâmına bütün beşeriyete tavsiye edecek yerde ağrâz-ı siyâsiye ile onun
aleyhinde idâre-i kelâm etmemek îcab eylerdi.
Ve bu tekzib veya katlde bir fitne, yani kendileri için bir belâ ve musibet
olmayacağını zannettiler. Yahut -Ebû Amr, Hamza, Kisâî, Ya kūb, Halef-i
Âşir kıraatlerinde ref ile ﻮن ُ ُ اَ َّﻻ ﺗَﻜokunduğuna göre- ve zannettiler ki
1
kat iyyen bir fitne olmaz A eğer bunların âhirete, mes’ûliyete imanları
olsa idi böyle zannetmeyeceklerdi. Hâlbuki böyle zannettiler de
{ﺻ ُّﻤﻮﺍ َ }ﻓَﻌَ ُﻤﻮﺍ َوkör ve sağır oldular: delâil-i hakkı görmez, hak sözü
işitmez oldular. {اﻪﻠﻟُ َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ ّٰ ﺎب َ َ }ﺛُﻢَّ ﺗSonra Allah kendilerine tevbe nasib
etti, tevbe ettiler. Allah da kabul eyledi. {ﺻ ُّﻤﻮﺍ َ }ﺛُﻢَّ َﻋ ُﻤﻮﺍ َوSonra yine kör
sağır oldular. Fakat hepsi değil { }ﻛَ ۪ﺜ ٌ ﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢiçlerinden birçoğu böyle ِ
oldular ve öyle yaptılar. A Binâen aleyh mâzîde bunların çoğunun
ِ ِ ِ ْ ﺎﻪﻠﻟِ َوﺍ ْﻟﻴَﻮ ِم
ّٰ ِ [ َﻣ ْﻦ ٰا َﻣ َﻦ ﺑ1772] olmadıkları muhakkak
ﺤﺎً ﺻﺎﻟ َ اﻻٰﺧﺮِ َو َﻋﻤ َﻞ ْ
{ﻮنَ ُﺍﻪﻠﻟُ ﺑ َ ۪ﺼ ٌ ﺑ ِ َﻤﺎ ﻳ َ ْﻌ َﻤﻠ
ّٰ }و
َ Allah ise sade mâzîdeki amellerine değil, bundan
böyle ne yapacaklarına da âgâhtır. Ve amellerine göre cezâlarını
verecektir. Bunun için ﺮﺍ ﻓَ َﻼ ۚ ً ﺎﻧﺎ َو ُﻛ ْﻔ َ ِ ّﻚ ِﻣ ْﻦ َرﺑ
ً َﻚ ﻃ ُ ْﻐﻴ َ َوﻟ َﻴَﺰ۪ﻳ َﺪ َّن ﻛَ ۪ﺜ ًﺍ ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َﻣٓﺎ ُا ْﻧﺰِ َل اِﻟ َْﻴ
ﺗ َ ْﺄ َس َﻋ َ ا ْﻟﻘَ ْﻮ ِم ا ْﻟﻜَﺎﻓِ ۪ﺮ َﻦbuyurmuştur.
Nasârâ’ya gelince: Bâlâda dahi sebk ettiği vechile {ﻳﻦ ﻗَﺎﻟُٓﻮﺍ اِ َّن َ ﻟ َ َﻘ ْﺪ ﻛَ َﻔ َﺮ اﻟ َّ ۪ﺬ
اﻪﻠﻟ َ رَ ۪ ّ َورَﺑَّﻜُ ْﻢ ۜ اِﻧَّﻪُ َﻣ ْﻦ ُ ْ ﺮِ ْك
ّٰ اﻋﺒُ ُﺪوﺍ ِ
ْ ﻴﺢ ﻳَﺎ ﺑ َ ۪ ٓ ا ْﺳﺮَٓﺍٔﻳ۪ َﻞ ُ اﺑ ُﻦ َﻣ ْﺮ َﻢَ ۜ َوﻗَﺎ َل ا ْﻟﻤَ ۪ﺴ ُ اﻪﻠﻟ َ ُﻫﻮَ ا ْﻟﻤَ ۪ﺴ
ْ ﻴﺢ ّٰ
ِ ۪ ِ ِ ِ ِ ِ
ٍﺎر ۜ َو َﻣﺎ ﻟﻠﻈ َّﺎﻟﻤ َ ﻣ ْﻦ اَ ْﻧ َﺼﺎر ُ َّ اﻪﻠﻟُ َﻋﻠ َ ْﻴﻪ ا ْﻟ َﺠﻨَّﺔ َ َو َﻣ ْﺄ ٰو ُﻪ اﻟﻨ
ّٰ َﺎﻪﻠﻟ ﻓَﻘَ ْﺪ َﺣﺮَّم
ّٰ }ﺑMesih kendisi “Ey
Benî İsrâil! Rabbim ve rabbiniz olan Allah’a ibadet ediniz, ancak O’nu
mâbud tanıyınız. Zira her kim Allah’a şirk ederse Allah onu cennetinden
mahrum eder, me’vâsı ateş olur, zâlimlere yardımcı da yoktur” demiş
olduğu hâlde “Allah Mesîh b. Meryem’den ibarettir” diyenler kasem
olsun ki muhakkak küfr ettiler. A Yukarıda bu iddianın haddizâtında
küfr olduğu gösterilmiş idi. Burada ise bilhassa Hazret-i Îsâ’ya iman ve
tâzim nâmına söylenmiş olan bu sözün onu tekzib ve davetine muhalefet
olduğu da anlatılmıştır. Nasârâ’nın ellerindeki İncil’lerde bile Hazret-i
Mesih’in bu sözü mezkurdur. “Ey ma şer-i Beni’l-Ma mûdiye yahut ey
ma şer-i şu ûb2! Bizimle kalkınız, babama ve babanıza, ilâhım ve ilâhınıza,
halâskârım ve halâskârınıza.” (Sûre-i Âl-i İmrân’da kelime-i Îsâ’ya bak.)
1 H, M ve B: “ ”ان.
2 B: “şa b”.
Hak Dini Kur’an Dili 723
1 B: “kābil-i”.
2 B: “Binâen aleyh”.
3 M: “ma’asına”.
4 B: “adede”.
724 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “etmeyeceğiz”.
2 B -“ta dâda”.
3 H -“bir”.
4 M ve B: “birleştiğini”.
Hak Dini Kur’an Dili 725
birinci, iki ikinci, üç üçüncüdür ve aynı zamanda bir adettir ki birle1 iki
bunda birleşmiştir. Bu üçüncü adet ikiyi üçleyen bir değildir. Birinci olan
bir, ikinci olan ve bir adet teşkil [1775] eden iki de değildir, hepsidir. Ve
aynı zamanda üçüncüdür. Yoksa bir iki üçün yekûnu olan altı adedi gibi
dördüncü bir adet değildir. İşte teslîs-i Nasârâ da hem üç hem birdir. Ve
bu bir râbi u selâse değil, sâlisü selâsedir. Üç ilâhı üçüncüsü olan birinde
birleştirirler. Bu sâlisten murad İbn olduğu da ifadelerinden zâhirdir.
Fakat umûmiyetle bunu tasrih etmiyor görünürler de “râbi u selâse”
demezler, “sâlisü selâse” derler, fakat üçü sayıp birleştirmeden kelimenin
İbn’de tecessüdünü itibar etmeden evvel Allah demiş olmazlar.
Binâen aleyh bunların nazarında “Eb” bazı tâbire göre “Vücud”,
haddizâtında bir ilâhtır. Lâkin Allah değil Allah’ın babasıdır. Kezâlik
“Rûhu’l-kudüs” ve bazı tâbire göre “Hayat”, haddizâtında bir ilâhtır.
Lâkin Allah değil Allah’ın kelimesi veya rûhudur. Kezâlik “İbn” veya
“Kelime” ve bazı tâbire göre “İlim” de kendi zâtında bir ilâhtır. Ve
babasının cevherinden, rûhundan oğludur. Babadan ve rûhtan ayrı gibi
mülâhaza edildiği mertebede henüz Allah değil, İbnullah veya Kelime’dir.
Ancak Eb’in cevheriyle, rûhuyla, kelimesiyle olan İbn’de tecessüdü
mülâhaza edildiği andadır ki üçü bir mesih olmuş ve Allah mülâhaza
edilmiş olur. Nitekim İznik Konsili “bir vakit var idi ki Allah’ın oğlu
yoktu” diyenleri tekfir etmiş idi. Çünkü nazarlarında oğuldan evvel ilâh
varsa bile henüz Allah yok idi. Demek ki teslîs-i Nasârâ açıktan açığa
اﷲ ﺛََﻼﺛَﺔdemek olmadığı gibi, ale’l-ıtlâk “ehadü selâse” demek de değildir.
“İlâhlar üçtür, Allah ise bunların içinde sâlisü selâsedir” demektir. Bu da
Allah Mesih demektir. Bunun içindir ki Nasârâ “ilâh üçtür” dedikleri
hâlde َﻻ اِﻟﻪَ اِﱠﻻ اﷲda derler ve bunu َﻻ اِﻟﻪَ اِﱠﻻ اﻟْ َﻤ ِﺴﻴﺢdemeye müsâvî tutarlar.
“İlâh üçtür” demekle beraber Mesih’in hâricinde hiçbir ilâh tanımazlar.
Binâen aleyh ٍﺚ ﺛَﻠٰﺜَﺔ ُ ِ ﺛَﺎﻟbi-hasebi’l-mefhûm Mesîh b. Meryem’den e am
gibi görünürse de Nasârâ itikadında bi-hasebi’t-tahakkuk müsâvîdirler.
ُ ِ اﻪﻠﻟ َ ﺛَﺎﻟ
ٍﺚ ﺛ َ ٰﻠﺜَﺔ ّٰ اِ َّنdemek اﺑ ُﻦ َﻣ ْﺮ َ َﻢ ّٰ اِ َّنdemenin diğer bir ifadesidir.
ُ اﻪﻠﻟ َ ُﻫ َﻮ ا ْﻟ َﻤ ۪ﺴ
ْ ﻴﺢ
1 B: “biriyle”.
726 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
olan Yesû Mesih’tir, sâlisü selâse’dir. Binâen aleyh bunların nazarında bir
olan Allah ale’l-ıtlâk ehad-i selâse değil, sâlis-i selâsedir, kelimenin
tecessüd ettiği Mesih’tir.
ُ ِ اﻪﻠﻟ َ ﺛَﺎﻟ
ٍﺚ ﺛ َ ٰﻠﺜَﺔ ّٰ اِ َّنdemek hem “selâse” kelimesi, hem de “sâlis” kelimesi
itibariyle olmak üzere iki vechile küfürdür. Birisi hakikatte bir ilâhtan
başka ilâh olmadığı hâlde üç ilâh farz etmek ve bunların her birine ilâh-ı
hak demektir ki şirk-i mahzdır. Birin hakkı olan ulûhiyeti onunla beraber
ikiye daha vermektir; yalandır, zulümdür. Allah’ın hakkını inkârdır.
“Allah üç” demek gibi bir tenakuzdur. Birisi de bu şirk u ta addüd içinde
yalan bir tevhid davasıyla Allah’ı bu selâsenin sâlisi farz etmek, Allah’tan
başkasına Allah demektir ki bu da Allah’ı ve Allah’ın evveliyetini inkâr
eylemektir. Hâlbuki Allah teâlâ yok demekle yok olmayacağı ve yalan
itikad ile hak ve hakikat değişmeyeceği için bu da haddizâtında diğer bir
şirktir. Ve fi’l-hakīka teslîs-i Nasârânın böyle biri şirk, biri tevhid görünen
iki yüzü vardır ki hakikatte ikisi de şirktir. Ve bu şirk haddizâtında
Allah’ın evveliyetini inkâr etmeyen ve ma amâfîh açıktan şirk iddia eden
sarih müşriklerin şirkinden daha ileri gitmiş olmakla beraber onlarınki
kadar sarih değil, kaçamaklıdır. Hakikati ise her şüpheden âzâde olarak
yakīn-i kat î ile söylemek lâzım olduğundan bu Nasârâ’nın müşrikliği
şüpheli olursa da bu teslis davasıyla kâfir olduklarında asla şüphe
yoktur. Ve işte Allah teâlâ işbu ٍﺚ ﺛَﻠٰﺜَﺔٍ ۢ َو َﻣﺎ ِﻣ ْﻦ اِﻟٰﻪ
ُ ِ اﻪﻠﻟ َ ﺛَﺎﻟ
ّٰ ﻳﻦ ﻗَﺎﻟُٓﻮﺍ اِ َّن
َ ﻟَﻘَ ْﺪ ﻛَﻔَ َﺮ اﻟ َّ ۪ﺬ
ِ اِ َّ ٓﻻ اِﻟ ٌٰﻪ َوâyetiyle teslîse kāil olan ale’l-umûm Nasârâ’nın iddia ettikleri
ﺍﺣ ٌﺪ
teslîsin bütün künhünü “sâlisü selâse” diye iki kelimede telhis ile her iki
cihetten küfürlerini kasem ve tekid ile beyan eylemiştir. Gerçi Allah teâlâ
bunların Hazret-i Îsâ’ya ensar olmadıklarını tamamen [1778] anlatmak
üzere böyle diyenlerin Nasârâ olduklarını zikretmemiştir. Lâkin “sâlisü
selâse diyenler” tâbirinin de ekānîm-i selâseye kāil olan firak-ı Nasârâ’nın
hepsine şâmil olduğu zâhirdir. Bunda yalnız Melkânî denilen Katolik ve
Ortodokslarla Nestûrîler değil, Ya kūbîler, ta bîr-i âharla Monofizitler
dahi dâhildirler. Hatta bir vakitler mevcut olup sonradan tamamen
728 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
münkariz olan ve ekānîm-i selâseyi Eb, Üm, İbn diye sayan Berberânîler
dahi dâhildirler. Bâlâda dahi tafsil olunduğu üzere َاﺑ ُﻦ َﻣ ْﺮ َﻢ ْ ﻴﺢ ّٰ اِ َّن
ُ اﻪﻠﻟ َ ُﻫﻮَ ا ْﻟﻤَ ۪ﺴ
diyenler de Ya kūbiyyeye münhasır değildir. Hâsılı hakikatte ٍﺚ ﺛَﻠٰﺜَﺔ ُ ِ ﺛَﺎﻟ
demek de اﺑ ُﻦ َﻣ ْﺮ َ َﻢ ْ ﻴﺢ ُ ُﻫ َﻮ ا ْﻟ َﻤ ۪ﺴdemenin diğer bir tâbiridir. Bu iki tâbir, biri
tevhid suretinde şirk, biri de şirk için tevhid iddia eden teslîs-i Nasârâ’nın
her iki vechile künhünü ve küfr olduğunu nâtıktır. Binâen aleyh bunlar
da dîn-i hakkın birinci rüknü olan ِﺎﻪﻠﻟ ّٰ ِ َﻣ ْﻦ ٰا َﻣ َﻦ ﺑşartını hâiz değildir.
{ﻮن ِ Ve eğer bu söyledikleri sözlerden vazgeçmezler,
َ ُ}وﺍ ْن َ ْ ﻳ َ ْﻨﺘَ ُﻬﻮﺍ َﻋﻤَّﺎ ﻳ َ ُﻘﻮﻟَ
vazgeçip şâibe-i şirkten ârî bir tevhid ile Allah’a iman etmezlerse {ﻟ َﻴَ َﻤ َّﺴ َّﻦ
ِ
ٌ اب اَ ۪ﻟ
ﻴﻢ ٌ ﻳﻦ ﻛَﻔَ ُﺮوﺍ ﻣ ْﻨﻬُ ْﻢ َﻋ َﺬ َ }اﻟ َّ ۪ﺬiçlerinden böyle kâfir kalanlara elbette ve elbette
elîm bir azab dokunacaktır. {اﻪﻠﻟِ َو َ ْﺴﺘَ ْﻐ ِﻔ ُﺮوﻧ َ ُﻪ ّٰ َ ِﻮن اَ ُ }اَﻓَ َﻼ ﻳَﺘُﻮﺑBinâen aleyh
bunlar bundan böyle bu küfürlerden vazgeçip Allah’a tevbe ve istiğfar
etmezler mi? {ﻴﻢ ٌ ﻮر َر ۪ﺣ ٌ ﺍﻪﻠﻟُ ﻏَ ُﻔ
ّٰ }و
َ Hâlbuki Allah Gafûr, Rahîm’dir; tevbe ve
istiğfar ederlerse mağfiret eder ve kendilerini fazl u rahmetiyle mes ud
eyler. A Anlaşılıyor ki Nasârâ Yehûd kadar cehûd değildir. İçlerinde tevbe
ve istiğfar ile imana gelmek kābiliyetinde bulunanlar onlardan ziyadedir.
Fi’l-vâki bir sahife sonra bu cüz’ün nihâyetiyle yedinci cüz’ün başında
bu mâna tasrih edilecektir. Bunun için bunlar [1779] tevbe ve istiğfâra
teşvikten sonra tarîk-i burhânîde tahkīk-i hak ile tenvirleri zımnında
buyuruluyor ki:
1 H: “gelip geçmiş”.
Hak Dini Kur’an Dili 729
yapmıştı ki bu daha acîbdir. Allah Mesih’i babasız halk etmiş ise daha
evvel Âdem’i babasız ve anasız halk etti, bu daha garibdir.
İşte Mesîh b. Meryem mâzîde kendisinin kemâlâtına iştirak etmiş bu
kadar emsâl ve nazîri geçen ve onlar gibi gelip geçeceği derkâr bulunan bir
resul, {ٌ}وﺍ ُ ُّﻣﻪُ ِﺻ ۪ ّﺪﻳﻘَﺔ
َ anası da bir sıddîka, yani sıdk u sadâkatten ayrılmayan,
Allah’ı ve resullerini tasdik eden sâir kadınlar gibi özünde, sözünde,
işinde gayet sâdıka bir kadındır. Bundan başka {َ }ﻛَﺎﻧَﺎ ﻳ َ ْﺄﻛُ َﻼ ِن اﻟﻄ َّﻌَﺎمana oğul
ikisi de yemek yerlerdi. A Kendi nefislerinde yokluk, eksiklik içinde kalır,
hâriçten gıda almaya muhtaç olurlar. Teneffüs etmek, dolup boşalmak
ıztırârından kurtulamazlardı ki hayvânâtın mahkum olduğu bir ihtiyaç
ve ıztırardır. Herhangi bir ihtiyaç ile muhtaç olanlara ilâh demek ise
muhtaç değil demektir, yalandır, tenakuzdur. Binâen aleyh sade yemek
yediklerinden belli ki ne Mesih ilâhtır ne de anası. Görülüyor ki burada
ilâhiyetin bir muktezîsi bir de [1780] münâfîsi itibariyle gayet vâzıh iki
burhan gösterilmiştir ki hem istintâcî hem istikrâî haysiyetleri hâizdir.
Evvelâ, ulûhiyeti muktezî olan kemâl nokta-i nazarından bakıldığı
zaman Mesih’in ve anasının aksâ-yı kemâlleri kābil-i iştirak olan ve hatta
bilfiil emsâl ve nazîrleri sebk etmiş bulunan bir kemâldir. Böyle bir kemâl
ise kemâl-i bî-nazîri iktizâ eden hakk-ı ulûhiyeti îcab etmez, ancak emsâl
ve nazîrlerinin hükmünü bahşeder ki o da Mesih hakkında risâlet, anası
hakkında sahâbîliktir. Diğer taraftan ulûhiyete münâfî olan noksan
nokta-i nazarından bakıldığı zaman Mesih’in ve anasının kemâlleri
imkân-ı fenâ ve zevâli selb değil, emsâl-i sâbıkalarıyla onu teyid ve isbat
eden ve binâen aleyh bir noksan ile müterâfık bulunan bir kemâldir. Bu
ise vücûd-ı vücûba ve bekāya mütevakkıf olan hakk-ı ulûhiyete münâfîdir.
Sâniyen, mâzîdeki resuller geçmemiş, Mesih ilk1 resul ve anası
ilk sıddîka olmuş olsa idi bihakkın ilâh mefhûmunu idrak eden her
sâhib-i akıl Mesih’i ve anasını kendi şahıslarıyla mülâhaza eder ve ilâh
olamayacaklarını yakīnen anlardı. Zira anası da oğlu da yiyorlar içiyorlar,
1 M: “ile”.
730 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Meâl-i Şerîfi
De ki: Ya daha siz Allah’ı bırakıyorsunuz da size kendiliklerinden ne
bir zarara ne bir fâideye mâlik olmayan şeylere mi tapıyorsunuz? Hâl-
buki Allah işiten, bilen ancak O (76).
1 H: “dolaştırılıyor?”.
Hak Dini Kur’an Dili 731
1 H: “olan”.
2 H: “olamaz”.
3 B: “hasîsasını”.
732 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ﺿﻠ ُّﻮﺍ َ ﻳﻨﻜُ ْﻢ ﻏَ ْﻴﺮَ ا ْﻟ َﺤ ِّﻖ َو َﻻ ﺗَﺘ َّ ِﺒ ُﻌ ٓﻮﺍ اَ ْﻫﻮَٓﺍءَ ﻗَ ْﻮ ٍم ﻗَ ْﺪ ِ ﺎب َﻻ ﺗ َ ْﻐﻠُﻮﺍ ۪ﻓﻲ ۪د ِ َﻗُ ْﻞ ﻳَٓﺎ اَ ْﻫ َﻞ ا ْﻟ ِﻜﺘ
ﻴﺮﺍ ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ
ً ﴾ ﺗ َ ٰﺮى ﻛَ ۪ﺜ٧٩﴿ ﻮن َ ُ ﻮه ۜ ﻟ َ ِﺒ ْﺌ َﺲ َﻣﺎ ﻛَﺎﻧُﻮﺍ ﻳ َ ْﻔﻌَﻠ ُ ُﺎﻫ ْﻮ َن َﻋ ْﻦ ُﻣ ْﻨﻜَﺮٍ ﻓَﻌَﻠَ َﻛَﺎﻧُﻮﺍ َﻻ ﻳَﺘَﻨ
ِ اﻪﻠﻟُ َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ َوﻓِﻲ ا ْﻟﻌَ َﺬ
اب ّٰ ﻂَ ﺖ ﻟ َُﻬ ْﻢ اَ ْﻧ ُﻔ ُﺴ ُﻬ ْﻢ اَ ْن َﺳ ِﺨ
ْ ﻳﻦ ﻛَﻔَ ُﺮوﺍ ۜ ﻟ َ ِﺒ ْﺌ َﺲ َﻣﺎ ﻗَﺪَّ َﻣ
َ ﻳَﺘَﻮَﻟ َّْﻮ َن اﻟ َّ۪ﺬ
ِ ِ ِ ِ ّٰ ِ ﻮن ﺑ
ُ ﺎﻪﻠﻟ َوﺍﻟﻨ َّ ِﺒ ّ ِﻲ َو َﻣٓﺎ ُا ْﻧﺰِ َل اﻟ َْﻴﻪ َﻣﺎ اﺗ َّ َﺨ ُﺬ
َوﻫ ْﻢ اَ ْوﻟﻴَٓﺎء َ ﴾ َوﻟ َْﻮ ﻛَﺎﻧُﻮﺍ ﻳُ ْﺆ ِﻣ ُﻨ٨٠﴿ ون
َ ُﻫ ْﻢ َﺧﺎﻟ ِ ُﺪ
ِ َﻴﺮﺍ ِﻣ ْﻨﻬ ْﻢ ﻓ ِ
﴾٨١﴿ ﻮن َ ﺎﺳ ُﻘ ُ ً َو ٰﻟﻜ َّﻦ ﻛَ ۪ﺜ
1 H: “‘Ey ehl-i kitâb!’ de, ‘dininizde haksız ifrata dalmayın, bundan evvel şaşmış, birçoklarını da şaşırtmış
ve yolun doğrusundan sapmış bir kavmin hevâları ardından gitmeyin’ (77). Tel în edildi onlar, o Benî
İsrâîl’den küfr edenler hem Dâvûd’un lisânıyla, hem Meryem’in oğlu Îsâ’nın. Sebebi, çünkü isyan
etmişlerdi ve hakkın hudûdunu tecavüz ediyorlardı (78). İşledikleri bir münkerden vazgeçmezlerdi,
fi’l-hakīka ne fena yapıyorlardı (79). Onlardan birçoğunu da görürsün Allah’ı tanımayanlara yardaklık
ederler, nefislerinin kendileri için takdim ettiği hediye ne çirkin. Allah onlara gazab etti ve azabda
muhalled onlar (80). Eğer Allah’a ve Peygamber’e ve ona indirilene imanları olsa idi, o kâfirleri yâr
tutmazlardı, lâkin onların çoğu imandan uzak fâsıklardır (81)”.
2 M: “eylemelidir”.
734 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “tâbi olmaları”.
2 M ve B: “hissiyâtına”.
3 H: “diyenlerin”; M ve B: “diyenlerin”.
4 B -“Buna mukabil Mesih’e tecavüz edenler de yine kendi hevâlarına ta abbüd edenlerdir”.
Hak Dini Kur’an Dili 735
da imanları yok o Peygamber’e de {ِﺎﻪﻠﻟِ َوﺍﻟﻨ َّ ِ ِ َو َﻣٓﺎ اُ ْﻧﺰِ َل اِﻟ َْﻴﻪ َ ُ}وﻟ َْﻮ ﻛَﺎﻧُﻮﺍ ﻳُ ْﺆ ِﻣﻨ
ّٰ ِ ﻮن ﺑ َ eğer
ّ
bunlar Allah’a ve o Peygamber’e ve ona inzal olunana iman eder olsalardı
{َوﻫ ْﻢ اَ ْوﻟِﻴَٓﺎء
ُ }ﻣﺎ اﺗ َّ َﺨ ُﺬ
َ Allah’ın ve Peygamber’in düşmanı olan o kâfirleri dost
tutmazlar, evliyâ tanımazlardı. {ﻮن َ ﺎﺳ ُﻘِ َ}و ٰﻟ ِﻜ َّﻦ ﻛَ ۪ﺜ ًﺍ ِﻣ ْﻨﻬ ْﻢ ﻓ
ُ َ Velâkin bunların
ِ ﺎﻪﻠﻟِ وﺍ ْﻟﻴﻮ ِم ْاﻻ ِٰﺧﺮِ وﻋ ِﻤ َﻞ
çoğu dinden çıkmış fâsıklardır. A Mâzîde ﺤﺎ ً ﺻﺎﻟ َ َ َ ْ َ َ ّٰ ِ َﻣ ْﻦ ٰا َﻣ َﻦ ﺑ
olmadıkları gibi bugün de değildirler, ba demâ olmaları da müsteb addır.
1 B: “olmuştur”.
2 M ve B: “kendilerine”.
736 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “olmakla”.
2 B: “mîsâkı”.
738 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ِ ِ ﺎس ﻋ َﺪ
َ ﻳﻦ اَ ْﺷ َﺮﻛُﻮﺍ ۚ َوﻟَﺘَ ِﺠ َﺪ َّن اَ ْﻗ َﺮﺑ َ ُﻬ ْﻢ َﻣ َﻮدَّةً ﻟﻠ َّ ۪ﺬ
ﻳﻦ َ ﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ ا ْﻟﻴَ ُﻬﻮد َ َوﺍﻟ َّ ۪ﺬ َ َ ِ َّ ﻟَﺘَ ِﺠ َﺪ َّن اَ َﺷﺪَّ اﻟﻨ
َ او ً ﻟﻠ َّ۪ﺬ
ونَ ﺎﻧﺎ َوﺍَﻧ َّ ُﻬ ْﻢ َﻻ ﻳ َ ْﺴﺘَ ْﻜ ِﺒ ُﺮ
ً َﻴﻦ َو ُر ْﻫﺒ
َ ﻴﺴ ۪ ﻚ ﺑِﺎ َ َّن ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ ﻗ ِ ۪ﺴ
َ ِ ى ٰذﻟ
ۜ ﺎر
ِ
ٰ ﻳﻦ ﻗَﺎﻟُٓﻮﺍ اﻧَّﺎ ﻧ َ َﺼَ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ اﻟ َّ ۪ﺬ
ّ
ﻴﺾ ِﻣ َﻦ اﻟﺪَّ ْﻣ ِﻊ ِﻣﻤَّﺎ َﻋ َﺮ ُﻓﻮﺍ ِﻣ َﻦ ِ ِ ِ
ُ ﴾ َوﺍذَا َﺳﻤ ُﻌﻮﺍ َﻣٓﺎ ُا ْﻧﺰِ َل اﻟ َﻰ اﻟﺮَّ ُﺳﻮ ِل ﺗ َ ٰﺮٓى اَ ْﻋ ُﻴﻨَ ُﻬ ْﻢ ﺗ َ ۪ﻔ٨٢﴿
ﺎﻪﻠﻟِ َو َﻣﺎ َﺟٓﺎءَﻧَﺎّٰ ِ ﴾ َو َﻣﺎ ﻟ َﻨَﺎ َﻻ ﻧُ ْﺆ ِﻣ ُﻦ ﺑ٨٣﴿ ﻳﻦ ِ
َ ﻮن َرﺑَّﻨَ ٓﺎ ٰا َﻣﻨَّﺎ ﻓَﺎ ْﻛ ُﺘ ْﺒﻨَﺎ َﻣﻊَ اﻟ َّﺸﺎﻫ ۪ﺪ
َ ُا ْﻟ َﺤ ِّﻖۚ ﻳ َ ُﻘﻮﻟ
ٍ َّ اﻪﻠﻟُ ﺑ ِ َﻤﺎ ﻗَﺎﻟُﻮﺍ َﺟﻨ ِ ِ ِ
ﺎت َ اﻟﺼﺎﻟ ۪ﺤ
ّٰ ﴾ ﻓَﺎَﺛَﺎﺑ َ ُﻬ ُﻢ٨٤﴿ ﻴﻦ َّ ﻣ َﻦ ا ْﻟ َﺤ ِّﻖ ۙ َوﻧ َ ْﻄ َﻤ ُﻊ اَ ْن ﻳُ ْﺪﺧﻠَﻨَﺎ َرﺑُّﻨَﺎ َﻣﻊَ ا ْﻟﻘَ ْﻮ ِم
َ اء ا ْﻟ ُﻤ ْﺤ ِﺴ ۪ﻨ
َ ﴾ َوﺍﻟ َّ۪ﺬ٨٥﴿ ﻴﻦ
ﻳﻦ ﻛَ َﻔ ُﺮوﺍ َ ِ ﻳﻦ ۪ﻓﻴﻬَﺎ ۜ َو ٰذﻟ
ُ ٓ ﻚ َﺟ َﺰ
ِ
َ ﺎر َﺧﺎﻟ ۪ﺪ ْ ﺗ َ ْﺠﺮ۪ي ِﻣ ْﻦ ﺗ َ ْﺤ ِﺘﻬَﺎ
ُ َاﻻ َْﻧﻬ
﴾٨٦﴿ ﺎب ا ْﻟ َﺠ ۪ﺤﻴ ِ ۟ﻢ
ُ ﻚ اَ ْﺻ َﺤ َ َوﻛَﺬَّﺑُﻮﺍ ﺑِﺎٰﻳَﺎﺗِﻨَ ٓﺎ ُاو۬ﻟٰ ٓ ِﺌ
ki1 âşinâ çıktıkları haktan yaşlar dolup boşanarak “Yâ rabbenâ” derler,
“inandık, iman getirdik, şimdi Sen bizi şehadet getirenlerle beraber yaz
(83). Hem biz neye iman etmeyelim Allah’a ve bu bize gelen hakka;
bütün emelimiz, Rabbimizin bizi sâlihîn zümresinin maiyyetine koy-
ması iken” (84). Böyle demelerine mukabil Allah da kendilerine sevab
olarak altından ırmaklar akan cennetleri verdi, içlerinde muhalled
kalmak üzere onlar ki işte muhsinlere mükâfat odur (85). Küfr edip
âyetlerimizi tekzib eyleyenler ise onlar hep ashâb-ı cahîmdirler2 (86).3
ِ ﺎس ﻋ َﺪ
َ ﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ ا ْﻟﻴَ ُﻬﻮدَ َوﺍﻟ َّ۪ﺬ
{ﻳﻦ اَ ْﺷ َﺮ ُﻛﻮﺍ َ َ ِ َّ }ﻟَﺘَ ِﺠ َﺪ َّن اَ َﺷﺪَّ اﻟﻨGerek Yehûd [1792]
َ او ً ﻟﻠ َّ۪ﺬ
ve Nasârâ ehl-i kitab, gerekse bunların gayrı ale’l-umûm kâfir olan nâs
içinde mü’minlere adâvetçe en şiddetlisini kasem olsun ki Yahudîler ve
müşrikler bulacaksın. -Ehl-i imana şiddet-i adâvet nokta-i nazarından
Yahudîleri müşriklerin de önünde göreceksin.- Demek ki bunlar
imandan uzaktırlar, kesîr-i fâsikūn bunlarda daha ziyadedir. Çünkü
bunların dünyaya hırsı hepsinden çoktur. ﺎس َﻋ ٰ َﺣ ٰﻴﻮ ٍۚ َو ِﻣ َﻦ ِ َّ َوﻟَﺘَ ِﺠ َﺪ َّ ُ ْﻢ اَ ْﺣﺮَص اﻟﻨ
َ
إﱁ...ﻳﻦ اَ ْﺷ َﺮﻛُﻮﺍَ ۪
َّﺬ ﻟا [el-Bakara 2/96] Ve çünkü bunların kalbleri 4
kasvetlidir.
ِ َ[ َو َﺟﻌَ ْﻠﻨَﺎ ُﻗﻠُﻮ ْﻢ ﻗel-Mâide 5/13] Hevâya inhimakleri, fesâda meyilleri,
ً ﺎﺳﻴَﺔ َُ
hakka karşı kibr u inadları pek kuvvetlidir. Enbiyâyı tekzib ve katlde,
isyân u ihtilâlde mümâreseleri pek ziyadedir.
ِ ِ
ٰ ﻳﻦ ﻗَﺎﻟُٓﻮﺍ اﻧَّﺎ ﻧ َ َﺼ
{ﺎرى َ }وﻟَﺘَ ِﺠ َﺪ َّن اَ ْﻗ َﺮ َ ُ ْﻢ َﻣ َﻮدَّةً ﻟﻠ َّ ۪ﺬ
َ ﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ اﻟ َّ ۪ﺬ َ Ve yine kasem olsun
ki bütün bu nâsın mü’minlere meveddetçe en yakınını “Biz Nasârâyız”
diyenler bulacaksın. A Gerçi bunlar da umûmiyetle mü’min değildir. Ve
mü’minlere adavet bunlarda da vardır. Fakat cins cinse mülâhaza edildiği
1 B -“ki”.
2 B: “cehennemdirler”.
3 H: “Her hâlde nâsın mü’minlere adâvetçe en şiddetlisini Yahudîler ve müşrikler bulacaksın. Meveddetçe
en yakınlarını da her hâlde “Biz Nasârâyız” diyenler bulacaksın. Bu şu sebeple oluyor ki bunların içinde
âlim keşişler ve târik-i dünya râhibler var ve bunlar kibr etmezler (82). Ve Peygamber’e indirileni
dinledikleri zaman görürsün gözlerini ki âşinâ çıktıkları haktan coşar, yaş dolar boşanır ‘Yâ rabbenâ,
inandık, iman getirdik, şimdi Sen bizi şehadet getirenlerle beraber yaz (83). Biz neye iman etmeyelim
Allah’a ve bu bize gelen hakka ki zâten bütün emelimiz, Rabbimizin bizi sâlihîn zümresinin maiyyetine
koymasıdır’ derler (84). Böyle demelerine mukabil Allah da kendilerine sevab olarak altından ırmaklar
akan cennetleri verdi, içlerinde muhalled kalmak üzere ki işte muhsinlere mükâfat odur (85). Hâlbuki
küfr eden, bu âyetlerimizi tekzib eyleyenler hep ashâb-ı cahîmdirler (86)”.
4 H +“pek”.
740 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 “…bir de Meryem’in oğlu Îsâ ile tâkip ettik ve ona İncil’i verdik ve ona tâbi olanların kalblerinde
bir rikkat bir merhamet yarattık, bir de rehbâniyet ki onu onlar ibdâ ettiler, Biz onu üzerlerine
yazmamıştık, ancak Allah rızâsını aramak için yaptılar, sonra da ona hakkıyla riayet etmediler…”
2 İbn Kuteybe, Garîbu’l-Hadîs, I, 444-445; Herevî, el-Garîbeyn fi’l-Kur’ân ve’l-hadîs, thk. Ahmed Ferîd
el-Mezîdî, Mektebetü Nizâr Mustafa el-Bâz, 1419/1999, III, 797.
3 B: “dünyâdan”.
742 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 “…biz de içlerinden iman etmiş olanlara ecirlerini verdik, çokları ise yoldan çıkmış fâsıklardır.”
Hak Dini Kur’an Dili 743
Biz Allah’a ve bize hak olarak her ne gelmişse ona niçin, ne sebep, ne
hak, ne mazeretle iman etmeyeceğiz {َ اﻟﺼﺎﻟ ِ ۪ﺤ ِ
َّ }وﻧ َ ْﻄﻤَ ُﻊ اَ ْن ﻳُ ْﺪﺧﻠَﻨَﺎ رَﺑُّﻨَﺎ َﻣﻊَ ا ْﻟﻘَ ْﻮ ِم
َ
hâlbuki Rabbimizin bizi de sulehâ zümresiyle beraber aynı medhale idhal
etmesini arzu eder ve buna tama u iştiyak besleriz. A Binâen aleyh iman
etmemeye [1796] hiçbir sebep olmadıktan başka, sulehâ zümresinin
âkıbet ve mukadderâtına iştirak etmek tama ve arzusu gibi imanı muktezî
olan yüksek bir sebep ve dâ î de var.
İşte onlar Kur’ân’ı dinledikleri zaman hakkı tanıyıp böyle derler ve
derken gözleri yaşlarla dolar taşar. Binâen aleyh {ﺎت ٍ َّ اﻪﻠﻟُ ﺑ ِ َﻤﺎ ﻗَﺎﻟُﻮﺍ َﺟﻨ
ّٰ ﻓَﺎَﺛَﺎ َ ُ ُﻢ
ﻳﻦ ۪ﻓﻴﻬَﺎ ِ ِ ِ
َ ﺎر َﺧﺎﻟ ۪ﺪ
ُ َ ْ َ اﻻ
ْ }ﺗ َ ْﺠﺮ۪ي ﻣ ْﻦ ﺗ َ ْﺤﺘﻬَﺎAllah da onlara itikad ve ihlâs ile söyledikleri
bu sözleri sebebiyle altlarından ırmaklar akan cennetleri sevab ve mükâfat
olarak bahşetmiştir, orada muhalled kalacaklardır. {َ اء ا ْﻟ ُﻤ ْﺤ ِﺴ ۪ﻨ ُ ٓ َﻚ َﺟﺰ َ ِ }و ٰذﻟ
َ
Muhsinlerin yani hüsn-i nazar, hüsn-i niyet ve hüsn-i amel sâhiplerinin2,
ta bîr-i âharla yaptıkları işi en güzel suretle yapmayı itiyad edenlerin
cezâsı da budur.
Rivayet olunuyor ki bu dört âyet Necâşî ve ashâbı hakkında nâzil
olmuştur. Muhâcirîn-i evvelîn3 Habeşistan’a hicret ettikleri zaman Mekke
müşrikleri arkalarından bir heyet göndermiş ve Necâşî’yi aleyhlerinde
tahrîk ü teşvîk ederek onları tazyik ve perişan ettirmek istemişlerdi. Bunun
üzerine Necâşî ileri gelen kıssîsîn ve ruhban ile bir meclis akdetmiş ve
Müslümanlarla müşrikleri de oraya davet eylemiş idi. Bu mecliste ictimâ
ettikleri zaman Necâşî Müslümanlara hitâben “Kitabınızda Hazret-i
Meryem’in zikri var mıdır?” diye sormuş, Ca fer b. Ebû Tâlib hazretleri
de “evet, onun nâmına mensub bir sûre vardır” demiş, اﺑ ُﻦ َﻣ ْﺮ َ َﻢْ َ ﻚ ۪ﻋﻴ َ ِ ٰذﻟ
[19/34] âyetine kadar Sûre-i Meryem’i, arkasından ٰ ﻳﺚ ُﻣﻮ ُ ﻴﻚ َﺣ ۪ﺪ
َ ’و َﻫ ْﻞ اَ ٰﺗya
َ
[20/9] kadar Sûre-i Tâhâ’yı kıraat etmiş ve binâen aleyh Necâşî ağlamış
idi. Bilâhare Necâşî Medine’de Resûlullah’a yetmiş kişilik bir heyet
1 B +“Ve”.
2 M ve B: “sahiblerini”.
3 M ve B: “evvelînin”.
744 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ﺐ ِ
ُّ اﻪﻠﻟ َ َﻻ ﻳُﺤ ّٰ اﻪﻠﻟُ ﻟَﻜُ ْﻢ َو َﻻ ﺗ َ ْﻌﺘَ ُﺪوﺍ ۜ اِ َّنّٰ ﺎت َﻣٓﺎ اَ َﺣ َّﻞ ِ َﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ َﻻ ﺗُ َﺤﺮِﻣﻮﺍ ﻃ َِﻴﺒ
ّ ُ ّ َ ﻳَٓﺎ اَﻳُّﻬَﺎ اﻟ َّ۪ﺬ
َ ُاﻪﻠﻟ َ اﻟ َّـ ۪ﺬ ٓي اَ ْﻧﺘُ ْﻢ ﺑ ِ ۪ﻪ ُﻣ ْﺆ ِﻣﻨ
ﻮن ّٰ ﴾ َوﻛُﻠُﻮﺍ ِﻣﻤَّﺎ رَزَﻗَﻜُ ُﻢ٨٧﴿ ﻳﻦ
ً اﻪﻠﻟُ َﺣ َﻼ ًﻻ ﻃ ّ َِﻴ
ّٰ ﺒﺎ ۖ َوﺍﺗ َّ ُﻘﻮﺍ َ ا ْﻟ ُﻤ ْﻌﺘَ ۪ﺪ
ْ اﺧ ُﺬכ ُْﻢ ﺑ ِ َﻤﺎ َﻋﻘَّ ْﺪﺗُ ُﻢ ِ اﻪﻠﻟ ﺑِﺎﻟﻠ َّْﻐﻮِ ۪ﻓ ٓﻲ اَﻳ َﻤﺎﻧِﻜُ ْﻢ َو ٰﻟ ِﻜﻦ ﻳ َﺆ ِ
ۚ ﺎن
َ اﻻ َْﻳ َﻤ ُ ْ ْ ُ ّٰ ﴾ َﻻ ﻳُ َﺆاﺧ ُﺬכ ُُﻢ٨٨﴿
ِ
ۜ ٍﻜ ْﻢ اَ ْو ﻛِ ْﺴ َﻮﺗُ ُﻬ ْﻢ اَ ْو ﺗ َ ْﺤ ۪ﺮ ُﺮ َرﻗَﺒَﺔ َ ﻴﻦ ِﻣ ْﻦ اَ ْو َﺳ ِﻂ َﻣﺎ ﺗُ ْﻄﻌِ ُﻤ
ُ ﻮن اَ ْﻫ ۪ﻠﻴ َ ﺎم َﻋ َﺸ َﺮ َﻣ َﺴﺎ ۪ﻛ
ِ
ُ َﺎرﺗُ ُﻪ ٓ اﻃْﻌ َ َّﻓَﻜَﻔ
َ ِ ﺍﺣﻔَﻈُٓﻮﺍ اَ ْﻳ َﻤﺎﻧَﻜُ ْﻢ ۜ ﻛَ ٰﺬﻟ
ﻚ ِ ِ
ْ ﺎر ُ اَ ْﻳ َﻤﺎﻧﻜُ ْﻢ اذَا َﺣﻠ َ ْﻔﺘُ ْﻢ ۜ َو َ َّﻚ ﻛَﻔ َ ِ ﺎم ﺛَﻠٰﺜَﺔِ اَﻳَّﺎ ٍم ۜ ٰذﻟ
ُ َﻓَ َﻤ ْﻦ ﻟ َْﻢ ﻳ َ ِﺠ ْﺪ ﻓَ ِﺼﻴ
﴾٨٩﴿ ون َ ﻜ ُﺮ ُ َّ ﻜ ْﻢ ٰاﻳَﺎﺗ ِ ۪ﻪ ﻟ َﻌَﻠ
ُ ﻜ ْﻢ ﺗ َ ْﺸ ّٰ ﻳُﺒَ ّ ِﻴ ُﻦ
ُ َ اﻪﻠﻟُ ﻟ
helâl ü hoş ve temiz olarak yiyiniz {ﻮن َ ُاﻪﻠﻟ َ اﻟ َّـ ۪ﺬ ٓي اَ ْﻧﺘُ ْﻢ ﺑ ِ ۪ﻪ ُﻣ ْﺆ ِﻣﻨ
ّٰ }وﺍﺗ َّ ُﻘﻮﺍ
َ ve iman
etmiş olduğunuz Allah’a ittikā ediniz, muâhazesinden korkunuz da ifrat
ve tefritten hazer eyleyiniz. A Ne Allah’ın nimetlerini beğenmemek,
onlardan kaçınmak gibi nankörlük, ne de bu dünya nimetlerini gāye-i
emel zannedip Allah’tan ve âhiretten gaflet ederek esîr-i hırs ve şehvet
olunuz.
Rivayet olunuyor ki bir gün Resûlullah ashâbına kıyâmeti tavsif
etmiş ve son derece3 inzarda bulunmuş idi. Ashâb-ı kiram bundan
müteessir olup rikkate gelerek Osman b. Maz ûn’un hânesinde
toplanmışlar, dâima oruçlu olmaya, döşek üzerinde uyumamaya, et ve
yağlı [1800] yememeye, kadınlara yaklaşmamaya, koku sürünmemeye,
dünyayı terk etmeye, eski çul paçavra giyip yeryüzünde seyahat
etmeye ve erkekliklerini kesmeye müttefikan karar vermişler ve derhâl
bu haber Resûlullah’a vâsıl olmuş, binâen aleyh onlara “Ben böyle
emrolunmadım, muhakkak ki nefsinizin üzerinizde bir hakkı vardır.
Binâen aleyh sâim olunuz muftır da olunuz, kāim olunuz nâim de
olunuz. Ben namaz kılarım uyku da uyurum, oruç tutarum iftar da
1 B -“de”.
2 B: “size”.
3 M ve B +“de”.
Hak Dini Kur’an Dili 747
hadîs-i şerîfi1 medlûlünce yemînin nakzı tercih edilir ve keffâret verilir ki,
bu keffâret hem nakz-ı yemînin dünyada bir cezâsı ve muâhazesi, hem
de muâhaze-i uhreviyeden halâs için bir ibadettir. Ma amâfîh keffâretin
lüzûmu yalnız bu kısma mahsus değildir. Evvelkinde de vâcibdir, çünkü
nakzı câiz ve evlâ olan bir akd-i yemînin bozulmasından dolayı muâhaze
demek olan keffâret vâcib olunca nakzı asla câiz olmayan yemînin
bozulmasından dolayı bu muâhazenin [1802] evleviyetle farz olacağı
derkârdır. Bu suretle bütün2 keffâretlerde hem ukūbet hem de ibadet
mânası vardır. Ve herhangi bir yemîn-i mün akide bozulduğu zaman da
dünyada bir keffâret ile muâhaze edilir. Ve bu keffâret ile bâlâdaki müşkil
hallolunur.
{ }ﻓَﻜَﻔَّﺎرَﺗُ ُﻪİmdi yemîni bozmanın keffâreti {اِﻃْﻌَﺎمُ َﻋ َﺸﺮَ ِ َﻣ َﺴﺎ ۪ﻛ َ ِﻣ ْﻦ اَ ْو َﺳ ِﻂ
َ }ﻣﺎ ﺗُ ْﻄﻌِ ُﻤ
ﻮن اَ ْﻫ ۪ﻠﻴﻜُ ْﻢ َ ehl ü iyâlinize yedirdiğiniz ta âmın nev u mikdârında
3
1 Bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 185, 204, 361; Müslim, Eymân, 12.
2 B +“bu”.
3 H: “mikdarda”.
4 M ve B: “evsattan”.
750 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
{ﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ َ }ﻳَٓﺎ اَ ُّ َﺎ اﻟ َّ۪ﺬEy iman edenler A helâl olan tayyibâtı tahrim
etmediğiniz gibi haram olan habâisten de iyi sakınınız. Ezcümle
{ }اِﻧَّﻤَﺎ ا ْﻟ َﺨ ْﻤ ُﺮ َوﺍ ْﻟﻤَ ْﻴ ِﺴ ُﺮmuhakkak hamr, yani müskirât ve meysir, yani
piyango ve kumar (Sûre-i Bakara’da ِ ِ َ ْ َ ِ ا ْ َ ْ ِ َوا2[ َ ْ ـ َ ُ َ َכ2/219] bak)
ْ ٔ
{ﺎب ُ َ ْ َﺼ َﻧ ﺍﻻ
ْ }و ensâb, yani ta abbüd için dikilmiş taş vesâir evsân ü asnâm
{ﺍﻻ َْز َﻻ ُم
ْ }وَ kumar ve piyango kalemleri, okları, zarları (bu sûrenin başında
“nusub” ve “ezlâm” kelimelerine bak) bütün bunlar başka bir şey değil,
ancak { }رِ ْﺟ ٌﺲbirer ricstir; akılların3 tiksineceği, iğreneceği pis, murdar
bir şeydir. {}ﻣ ْﻦ َﻋ َﻤ ِﻞ اﻟ َّﺸ ْﻴﻄ َﺎ ِن ِ Şeytanın amelindendir4. Şeytan5 işi, [1805]
şeytan teşvîkidir. {ﻮه ِ
ُ ﺎﺟﺘَﻨ ُﺒ ْ َ }ﻓBinâen aleyh bu pislikten ictinab ediniz, uzak
kaçınız ki {ﻮن َ }ﻟ َﻌَﻠَّﻜُ ْﻢ ﺗُ ْﻔﻠِ ُﺤfelâh bulabilesiniz .
6
1 H: “Ey o bütün iman edenler! İçki, kumar, putlar, kısmet çekilen zarlar hep şeytan işi murdar bir şey,
onun için siz ondan ictinab edin ki yakayı kurtarasınız (90). İçki ile kumarda şeytan sırf aranıza adavet ve
kin düşürmeyi ve sizi Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan alıkoymayı ister. Artık vazgeçiyorsunuz değil
mi? (91). Allah’ı dinleyin, Peygamber’i dinleyin de hazer eyleyin, eğer kulak asmazsanız Resûlümüze
düşen açık bir tebliğden ibarettir (92). İman edip de salâhlı salâhlı işler yapan kimseler bundan
böyle sakındıkları ve imanlarında sebat ile sâlih sâlih işlerine devam eyledikleri, sonra takvâlarında ve
imanlarında rüsuh buldukları, sonra bu takvâ ile beraber her yaptığını güzel yapan ihsan mertebesine
erdikleri takdirde mukaddemâ tattıklarında kendilerine bir beis yoktur, Allah muhsinleri sever (93)”.
2 H, M ve B +“”و.
3 M ve B: “aklınızın”.
4 B: “amellerindendir”.
5 M ve B: “şeytanın”.
6 M ve B: “bulasınız”.
752 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
hurmetini vücûh ile tekid etmiştir. Evvelâ cümlenin başı اِﻧ َّ َﻤﺎile tasdir
kılınmış, sâniyen, ensâb ve ezlâm ile beraber zikr olunarak اﳋَ ْﻤ ِﺮ ْ بُ َﺷﺎ ِر
“ َﻛ َﻌﺎﺑِ ِﺪ اﻟْ َﻮﺛَ ِﻦşarab içen puta tapan gibidir”1 hadîs-i şerîfi medlûlünce
putperestlik kabîlinden gösterilmiş, sâlisen “rics” tesmiye olunmuş,
râbi an şerr-i mahz veya gālib olduğuna tenbîhen ِﻣ ْﻦ َﻋﻤَ ِﻞ اﻟ َّﺸ ْﻴﻄ َﺎ ِن
buyurulmuş, hâmisen bizzat aynlarından ictinab emredilmiş, sâdisen
bu ictinab felâh ümidine bir sebep yapılmıştır. Sâbi an da bu beyandan
asıl maksad hamr u meysirin tahrîmi olduğu ihtar ve bunların tahrîmini
iktizâ eden dînî, dünyevî mefsedet ve veballerini takrir ve amel-i şeytanı
tavzih ile buyurulmuştur ki:
{ﻀ ٓﺎءَ ِ ا ْﻟ َﺨ ْﻤﺮِ َوﺍ ْﻟ َﻤ ْﻴ ِﺴﺮِ َو َ ُﺼﺪَّ ُﻛ ْﻢ َﻋ ْﻦ َ او َ َوﺍ ْﻟﺒَ ْﻐ ُ ََﺎن اَ ْن ﻳُﻮﻗِﻊَ ﺑ َ ْﻴﻨ
َ ﻜ ُﻢ ا ْﻟﻌَ َﺪ
ِ
ُ اﻧ َّ َﻤﺎ ﻳُ ۪ﺮ ُﺪ اﻟ َّﺸ ْﻴﻄ
ِ }ذ ْﻛﺮِ اﻪﻠﻟِ وﻋ ِﻦ اﻟﺼﻠٰﻮ ِ Hamr u meysirde şeytanın muradı başka değil, ancak
َّ َ َ ّٰ
aranıza buğz u adâvet düşürmek ve sizi Allah’ı zikr ü yâd etmekten ve
namazdan men eylemektir. A Ki bir kere bunlar olduktan sonra artık
her günah, her cinayet işlenir; ne din kalır ne iman, ne dünya kalır ne
âhiret. Sâminen, bütün esbâb-ı hurmet tafsil edildikten sonra itaat takrîri
alınmak üzere istifhâm-ı takrîrî ile tevsîk-i mîsak için buyuruluyor ki:
{ﻮن
َ }ﻓَﻬَ ْﻞ اَ ْﻧ ُﺘ ْﻢ ُﻣ ْﻨﺘَ ُﻬArtık siz şimdi bu nehyi kabul ettiniz ve hamr u
meysirden tamamen vazgeçtiniz mi? Elbette geçtiniz değil mi? -Bunun
üzerine Hazret-i Ömer’in ne söylediği Sûre-i Bakara’da [1806] geçmiş
idi.- Tâsi an, sûret-i umûmiyede, tevsîk-ı itâat ve ekîden tahzîr-i
muhâlefetle buyuruluyor ki: Vazgeçiniz {ﻴﻌﻮﺍ اﻟﺮَّ ُﺳﻮ َل ُ اﻪﻠﻟ َ َوﺍ َ ۪ﻃ
ّٰ ﻴﻌﻮﺍ ُ }وﺍ َ ۪ﻃ
َ ve
Allah’a itaat ediniz, Peygamber’e itaat ediniz {ﺍﺣ َﺬ ُروﺍ ْ }وَ ve muhalefetten
hazer ediniz. {ﺎﻋﻠ َ ُﻤﻮﺍ ِ
ْ َ }ﻓَﺎ ْن ﺗ َ َﻮﻟ َّْﻴ ُﺘ ْﻢ ﻓŞayet itaatten yüz çevirecek olursanız
biliniz ki { ُ ۪ }اَﻧَّﻤَﺎ َﻋ ٰ رَ ُﺳﻮﻟِﻨَﺎ ا ْﻟﺒَ َﻼغُ ا ْﻟ ُﻤﺒbizim Resûlümüzün üzerine ait
olan vazife belâğ-ı mübînden, açık bir tebliğden ibarettir ki o da onu
işte yapmıştır. Ondan ötesinin mes’ûliyeti ve zararı ona değil, sırf sizin
kendinize aittir.
1 M ve B -“ve menfaatleri”.
2 B -“ve mahza Allah’a tekarrub için hâlis muhlis ibadet niyetiyle”.
3 B: “kabul”.
Hak Dini Kur’an Dili 757
اء ِﻣ ْﺜ ُﻞ
ٌ ٓ ﺪا ﻓَ َﺠ َﺰ ُ اﻟﺼ ْﻴ َﺪ َوﺍ َ ْﻧ ُﺘ ْﻢ ُﺣ ُﺮ ٌم ۜ َو َﻣ ْﻦ ﻗَﺘَﻠ َ ُﻪ ِﻣ ْﻨ
ً ﻜ ْﻢ ُﻣﺘَﻌَ ّ ِﻤ َ ﻳَٓﺎ اَﻳُّﻬَﺎ اﻟ َّ۪ﺬ
َّ ﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ َﻻ ﺗ َ ْﻘ ُﺘﻠُﻮﺍ
ِ ِ ِ
َ ﺎم َﻣ َﺴﺎ ۪ﻛ
ﻴﻦ اَ ْو ُ َﺎر ٌ ﻃ َﻌ َ ََّﻣﺎ ﻗَﺘَ َﻞ ﻣ َﻦ اﻟﻨَّﻌَ ِﻢ ﻳ َ ْﺤﻜُ ُﻢ ﺑ ِ ۪ﻪ ذ َ َوﺍ َﻋ ْﺪ ٍل ﻣ ْﻨﻜُ ْﻢ َﻫ ْﺪ ًﻳﺎ ﺑَﺎﻟﻎَ ا ْﻟﻜَ ْﻌﺒَﺔِ اَ ْو ﻛَﻔ
1 H, M ve B: “mebzûliyeti”.
Hak Dini Kur’an Dili 759
ﻮن
َ ون َو َﻣﺎ ﺗ َ ْﻜ ُﺘ ُﻤ ّٰ ﴾ َﻣﺎ َﻋﻠَﻰ اﻟﺮَّ ُﺳﻮ ِل اِ َّﻻ ا ْﻟﺒَ َﻼ ُغ ۜ َو٩٨﴿ۜ ﻴﻢ
َ ﺍﻪﻠﻟُ ﻳ َ ْﻌﻠ َ ُﻢ َﻣﺎ ﺗُ ْﺒ ُﺪ ٌ ﻮر َر ۪ﺣ
ٌ اﻪﻠﻟ َ ﻏَ ُﻔ
ّٰ َوﺍ َ َّن
اﻪﻠﻟ َ ﻳَٓﺎ اُو۬ﻟِﻲ ِۚ ۪ﻚ ﻛَـ ْﺜ َﺮ ُ ا ْﻟ َﺨﺒ
ّٰ ﻴﺚ ﻓَﺎﺗ َّ ُﻘﻮﺍ َ َﺐ َوﻟ َْﻮ اَ ْﻋ َﺠﺒ ُ ﻴﺚ َوﺍﻟﻄ ّ َِّﻴ ُ ۪﴾ ﻗُ ْﻞ َﻻ ﻳ َ ْﺴﺘَﻮِي ا ْﻟ َﺨﺒ٩٩﴿
﴾١٠٠﴿ ۟ ﻮن َ ﻜ ْﻢ ﺗُ ْﻔﻠِ ُﺤُ َّ ﺎب ﻟ َﻌَﻠ ِ َاﻻ َ ْﻟﺒ
ْ
1 M ve B: “ticaretle”.
2 Muvatta’, Tahâret, 12; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, I, 121; İbn Mâce, Tahâret, 38; Ebû Dâvûd, Tahâret,
39.
3 H: “olsa da”.
762 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H: “vecîbesi”.
2 H: “O her şeye alîm olan Allah sizin izhâr ettiğiniz şeyleri de bilir, ketm ettiklerinizi de”.
3 M ve B: “a’mâlinizde”.
4 H: “Muhammed”.
5 H +“Sen”.
764 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ِ ِ
َ ﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ َﻻ ﺗ َ ْﺴٔـَﻠُﻮﺍ َﻋ ْﻦ اَ ْﺷﻴَٓﺎءَ ا ْن ﺗُ ْﺒ َﺪ ﻟَﻜُ ْﻢ ﺗ َ ُﺴ ْﺆﻛُ ْﻢ ۚ َوﺍ ْن ﺗ َ ْﺴٔـَﻠُﻮﺍ َﻋ ْﻨﻬَﺎ ۪ﺣ
ﻴﻦ َ ﻳَٓﺎ اَﻳُّﻬَﺎ اﻟ َّ۪ﺬ
﴾ ﻗَ ْﺪ َﺳﺎَﻟ َﻬَﺎ ﻗَ ْﻮمٌ ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒﻠِﻜُ ْﻢ١٠١﴿ ﻴﻢ ٌ ﻮر َﺣ ۪ﻠ
ٌ ﺍﻪﻠﻟُ ﻏَ ُﻔ
ّٰ اﻪﻠﻟُ َﻋ ْﻨﻬَﺎ ۜ َوّٰ ﻳُﻨَﺰَّ ُل ا ْﻟ ُﻘ ْﺮﺍٰ ُن ﺗُ ْﺒ َﺪ ﻟَﻜُ ْﻢ ۜ َﻋﻔَﺎ
ِ ٍ اﻪﻠﻟ ِﻣﻦ ﺑ ۪ﺤ ِ
ۙ ﻴﺮ َو َﻻ َﺳٓﺎﺋﺒَﺔٍ َو َﻻ َو ۪ﺻﻴﻠَﺔٍ َو َﻻ َﺣﺎ ٍم َ َ ْ ُ ّٰ ﴾ َﻣﺎ َﺟﻌَ َﻞ١٠٢﴿ ﺛُﻢَّ اَ ْﺻﺒَ ُﺤﻮﺍ ﺑِﻬَﺎ ﻛَﺎﻓ ۪ﺮ َﻦ
﴾ َو ِﺍذَا ۪ﻗﻴ َﻞ١٠٣﴿ ﻮن َ ُ ب َوﺍَכْﺜَ ُﺮ ُﻫ ْﻢ َﻻ ﻳ َ ْﻌ ِﻘﻠ ِ ّٰ ون ﻋﻠَﻰ
ۜ َ اﻪﻠﻟ ا ْﻟﻜَ ِﺬ َ َ ﻳﻦ ﻛَﻔَ ُﺮوﺍ ﻳ َ ْﻔﺘَ ُﺮ َ َو ٰﻟ ِﻜ َّﻦ اﻟ َّ۪ﺬ
ِ
ﺎنَ َاﻪﻠﻟُ َوﺍﻟ َﻰ اﻟﺮَّ ُﺳﻮ ِل ﻗَﺎﻟُﻮﺍ َﺣ ْﺴ ُﺒﻨَﺎ َﻣﺎ َو َﺟ ْﺪﻧَﺎ َﻋﻠ َ ْﻴﻪِ ٰاﺑَٓﺎءَﻧَﺎ ۜ اَ َوﻟ َْﻮ ﻛ ّٰ ﻟ َُﻬ ْﻢ ﺗَﻌَﺎﻟ َْﻮﺍ اِﻟٰﻰ َﻣٓﺎ اَ ْﻧ َﺰ َل
﴾١٠٤﴿ ون َ ﺎؤ ۬ ُﻫ ْﻢ َﻻ ﻳ َ ْﻌﻠ َ ُﻤ
َ ﻮن َﺷ ْﻴ ًٔـﺎ َو َﻻ ﻳ َ ْﻬﺘَ ُﺪ ُ ٓ َ ٰاﺑ
1 H: “Ey o bütün iman edenler! Öyle şeylerden sual etmeyin ki açılırsa size canınızı sıkacaktır. Hâlbuki
Kur’an indirilmekte iken sorarsanız onlar size açılır. Allah onlardan şimdilik af buyurdu, Allah Gafûr,
Halîm’dir (101)”.
2 H: “gitmezlerse”.
766 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 M: “Ukâşe”.
2 Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân, IV, 114. Krş. Müslim, Hac, 412; İbn Mâce, Menâsik, 2:
אم،« כ ا »إن ا ّٰ כ: אل، و ّٰ ا ّٰ א ر ل ا : وأ أ א ا א، א أ و אل
אل ر ل، أو ًא، אد ، ض أ כ אم א ر ل ا ّٰ ؟: אل، כא: אل، أ ر
، כ כ و، אا و و، ّٰ وا، : و כ و א כ أن أ ل: و ّٰ ا ّٰ ا
، אا ء ا ذا أ כ، أ אئ א כ כאن כ כ ة ا وا، א כ כ א כ
.ه ء א وإذا כ
Hak Dini Kur’an Dili 767
Henüz biz câhiliyeden ve şirkten daha yeni kurtulduk, binâen aleyh bizi
affet yâ Resulallah!” dedi, Resûlullah’ın da gazabı sükûnet buldu.1 A Ki
bu âyetlerin sebeb-i nüzûlü bu vak alar olduğu mervîdir.
Ey mü’minler! {ﻜ ْﻢ ُ ِ }ﻗَ ْﺪ َﺳﺎَﻟ َﻬَﺎ ﻗَ ْﻮ ٌم ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒﻠSizden evvel bir kavim böyle
meseleler sordular da { }ﺛُﻢَّ اَ ْﺻﺒَ ُﺤﻮﺍ ِ َﺎ ﻛَﺎﻓِ ۪ﺮ َﻦsonra bu sebeple kâfir oldular.
A Benî İsrâîl, peygamberlerine birtakım şeyler sorarlar, sonra tutmazlar,
terk ederler, helâk olurlardı. Binâen aleyh mü’minler bu kâfirler gibi
olmamalı, onların meslekine sülûk etmemeli, kezâlik câhiliye [1823]
uydurması asılsız, abes şeylerden de vazgeçmelidirler. {اﻪﻠﻟُ ِﻣ ْﻦ ﺑ َ ۪ﺤ َ ٍ َو َﻻ ّٰ َﻣﺎ َﺟﻌَ َﻞ
}ﺳٓﺎﺋِﺒَﺔٍ َو َﻻ َو ۪ﺻﻴﻠَﺔٍ َو َﻻ َﺣﺎ ٍم
َ Allah ne bahîre ne sâibe ne vasîle ne hâm hiçbirini
meşrû kılmamıştır. Şer -i ilâhîde bunların aslı yoktur. A Câhiliye ahâlisi
bir dişi deve beş batın doğurur ve beşinci erkek olursa kulağını “bahr”
ederler, yani yararlar, salıverirlerdi ve artık ne sağarlar, ne binerler, ne
kullanırlardı ki “bahîre” budur. Sâniyen, bir adam başına bir dert geldiği
ve meselâ hasta olduğu zaman “şifa bulursam nâkam sâibe olsun” diye
nezr eder, bahîre gibi salıverir, intifâ ını tahrim eylerdi. Sâlisen, koyun dişi
doğurursa kendilerinin, erkek doğurursa ilâhlarının olurdu. Şayet ikisini
birden doğurursa ﺎﻫﺎ َ أﺧ
َ ﺖ ْ َﺻﻠ َ َوderler, bu dişiden dolayı erkeğini de kurban
etmezlerdi ki “vasîle” de budur. Râbi an, bir erkek devenin dölünden on
batın doğarsa onun sırtını haram addederler ve hiçbir sudan ve meradan
men etmezler, ُ ﻗَ ْﺪ َﲪَﻰ ﻇَ ْﻬَﺮﻩderlerdi ki “hâm”, “hâmî” de budur. Bunlar
ِ ِ ّٰ َ ون ﻋ
meşrû 2 hak değil {ب َ اﻪﻠﻟ ا ْﻟﻜَﺬ َ }و ٰﻟ ِﻜ َّﻦ اﻟ َّ۪ﺬ
َ َ ُ َ ﻳﻦ ﻛَ َﻔ ُﺮوﺍ ﻳ َ ْﻔ َ velâkin kâfir olanlar
3
Allah’a karşı din, şeriat nâmına böyle yalan uydurur, iftira ederler. A
Müfessirîn demişlerdir ki, Amr b. Luhay el-Huzâî Mekke’ye melik4
1 Taberî, Câmiu’l-beyân, XI, 99-103. Krş. Buhârî, Mevâkît, 11; Müslim, Fedâil, 136-137:
» : אل،ذات م ا ، أْ َ ه א و ّٰ ا ّٰ َل ا אس ر ُ ل ا:אل أ
إ ُ َ إذا כאن ر ، כ َ א ًّ אن إ כ رى א ًא و أ : ء إ ْ ُ כ !« אل أ
َّ
و،م د ًא و א، ر א א ّٰ ر ًّא:אل :«! אل »أ ك ا:؟ אل أ، ّٰ א ر ل ا: אل، أ
כא م ! إ ُ ِّ رت » َأر ا وا: و ّٰ ا ّٰ ل ا ء ا ! אل ر ّٰ وأ ذ א ر و ّٰ ا
َ ّ
” כ כ ا أ אء إن »: ها כ اا אئ !« وכאن אدة رأ א وراء ا وا אر ا
2 M: “meşruı”.
3 H: “yalanlar”.
4 B: “mâlik”.
768 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XII, 447. Krş. Abdürrezzâk, Tefsîr, II, 32; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, II, 275; Buhârî, Menâkıb, 9; Müslim, Küsûf, 9; Taberî, Câmiu’l-beyân, XI, 118:
ِ ِ َ َ אن َ ْ َ َכ َّכ َ و َכ َ َ ا ِ َّ َכ َ ُ ِّ َ ُ
َ َ ْ َ ْ َ א َّ َ َ ا، َ אن أ َّو َل َ ْ َ َّ َ د َ ِإ ْ َ א
َ َ َ َو،אم َ َ َ ُ ْ َ ْ َ و ْ َ ُ َ ٍّ ا إ َِّن:ون ْ َ َאل ا
« » َ َ َ ْ َرأَ ْ ُ ُ ِ ا َّאرِ ُ ْ ِذي أَ ْ َ ا אر: َّ َ َ َאل ا َّ ِ َ َّ ا ّٰ َ َ ِ َو.אم
َ َ ْ א ئ َوا ْ َ ِ َ َ َوا َع ا ْ ِ َة وا َ َو،אن
َ َ ا ْ َْو
َ ْ ُّ َ َ َ
.אب ُ َ َْ ْ א َو َ ْ ُ ُ ا ا وا
2 H: “eylerler”.
3 B -“âlim-i âmile olmalıdır. Daha doğrusu şahs-ı âlime değil, onun hak olan”.
Hak Dini Kur’an Dili 769
Meâl-i Şerîfi
Ey o bütün iman edenler! Sizler kendinizi1 düzeltmeye bakın, siz doğ-
ru gittikten sonra öte taraftan sapanlar size bir ziyan dokunduramaz.
Hepinizin varacağı nihâyet Allah, o vakit haber verecek O size neler
yapıyordunuz (105).
[1825] Burada َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢzarf değil اِﻟَْﺰُﻣﻮاmânasına ism-i fiildir. Mü’minler
kâfirlerin hâllerine bakarlar, emr ü nehy dinlemez, dalâl içinde
yüzdüklerini görürler, bunlara müteessif olarak imanlarını temenni
ederlerdi, bu sebeple bu âyet nâzil olmuş2 ve buyurulmuştur ki:
{ﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢ اَ ْﻧ ُﻔ َﺴﻜُ ْﻢ َ }ﻳَٓﺎ اَ ُّ َﺎ اﻟ َّ ۪ﺬEy iman edenler! Siz ancak kendinize
3
1 H: “kendilerinizi”.
2 Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 685. Krş. Semerkandî, Bahru’l-ulûm, I, 424:
» כ ،م ا ند ،ا כ ة وا אد أ ا ة أ ن כאن ا
...« כ أ
3 H: “kendilerinize”.
4 M ve B: “şahıslarınızı”.
5 H: “salâhınıza”.
6 Müslim, İman, 78; Tirmizî, Fiten, 11:
، ِ ِ َ ِْن َ َ ْ َ ِ ْ َ ِ ِ َ א، » َ ْ َرأَى ِ ْ ُכ ُ ْ َכ ا َ ْ َ ِ ُه ِ ِ ِه: َ ِ ْ ُ َر ُ َل ا ّٰ ِ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو َ َّ َ ُ ُل... : ٍ ِ َ ُ ََ َ َאل أ
ْ َ ّْ ُ ً ْ َ ْ
«... ِ ِ ْ َ ِ َ ْ ِ َ ْ َ َ َ ِْن
ْ
770 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Binâen aleyh bu âyeti sırf ferdî bir mânada telakkī etmemeli, ’اَ ْﻧ ُﻔ َﺴﻜُ ْﻢden
nefs-i ferdî ve hey’et-i umûmiyesiyle nefs-i ictimâ îye şâmil bir mâna
anlamalıdır. Yani her ferd kendi ferdiyetinde vazifesini bilir ve yapar.
Müslüman hey’et-i ictimâ iyesi de umûr-i âmmesi itibariyle an-cemâ atin
salâh üzere bulunur, bilfiil hidâyet üzere gider, nefs-i ferdî ferdiyetinde6,
nefs-i ictimâ î ictimâ iyetinde hidâyet ü salâhını muhafaza eylerse onlara
1 Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 5. Krş. Ebû Yûsuf, el-Harâc, s. 20; Ebû Dâvûd, Melâhim, 17:
ون َ ِ ِه َ אس ِإ َّ ُכ ْ َ ْ َ ُء َ ِ َ ِ ِ
ُ َّ َא أ ُّ َ א ا: َ َ َאل، ْ َ َ َ ْ َوأ، َّ َ َ َ َ ا ّٰ َ َ َّ َو، ُ ْ َ ُ ّٰ َر َ ا، ٍ אم أ ُ َ ْכ
َ َ : َ َאل، َ َ َّ َ َא:َ َאل
َ ٌ ْ
ِ ِ
ِ َ َ َ ( َو ِإ َّ ُכ َ َ ُ َ َ א١٠٥/٥ » َא أَ ُّ َ א ا َّ ِ َ آ َ ُ ا َ َ ُכ أَ ْ ُ َ ُכ َ َ ُ ُّ ُכ َ ْ َ َّ ِإ َذا ا ْ َ َ ْ ُ « ِإ َ آ ِ ا ْ َ )ا ْ َ אئ َ ة: َ َ ْ ا
ِ
ْ ْ ْ ْ ْ ْ ْ
« ِ ِ أَ ْو َ َכ ا ّٰ ُ أَ ْن َ ُ َّ ُ ِ ِ َ א،وه ِ ِ ِ ِ ِ ِ
ْ ُ ُ ِّ َ ُ ، َ אس ِإ َذا َرأَ ْوا ا ْ ُ ْ َכ
َ َّ »إ َِّن ا: َ ُ ُل، َ َّ َ َو ِإ ّ َ ْ ُ َر ُ َل ا ّٰ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو،َ א َْ
2 B: “yaparlar”.
3 İbn Ebi’d-Dünyâ, el-Emr bi’l-marûf ve’n-nehy ani’l-münker, thk. Salâh b. Âyiz eş-Şelâhî, Mektebetü’l-
Gurabâi’l-Eseriyye, 1418/1997, s. 67. Krş. İbn Mâce, Fiten, 20:
» َא: َ َ ُ َّ ُכ َ ِ ِه ا ْ َ ُ ا َّ ِ ِ ا ْ َ ِאئ َ ِة،אس َ ِ َ ِ ٍ َ
ْ َّ ُ َّ أ ُّ َ א ا: َ ُ ُل، ُ ْ َ ُ ّٰ َر َ ا، ٍ َ ْ ُ أ َא َ ْכ: َ َאل،َّ َ َא َ ْ ُ ْ ُ أ ِ َ אزِ م َ
أَ ْو َ َ ِّ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ُכ، ِ وف َو َ َ ْ َ ُ َّن َ ِ ا ْ ُ ْ َכِ ْ ِא ن
َّ ْ َ َ ، َ ْ َ آ ُ ا َ َ ُכ أَ ْ ُ ُכ َ ُ ُכ ْ َ َّ ِإ َذا ا ْ َ َ ُ « ا
َ ْ ُّ َ ْ َ ْ ْ َ
ِ َّ أَ א ا
َ ُّ
ْ ْ ُ ُْ َ ُُ َ ْ ْ
.אب ٍ َ ِ ِ َ أَ ْو َ َ א ِ َّ ُכ ا ّٰ ُ َ َ א، ِ وف َو َ َ ْ َ ُ َّن َ ِ ا ْ ُ ْ َכ ِ وا ِ ْ ن ِא، אب ن ِ אرכ ِ ارכ
ُ َ ُ ُ ْ َ ْ َّ ُ ُ َ َ ّٰ َ ْ ُ َ ُ َ َ ْ ُ َ َ ْ ُ ُ َ َّ َ ُ ْ َ َ َّ ُ ُْ َ َ
4 Bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 364, 390. Krş. Ebussuud, İrşâdü’l-akli’s-selîm, III, 88:
ِ َ أَ ُّ وأَ ْכ، ِ ُ ِ ِ ِא ْ א ٍ ِ ِ ِ َ ِ َ ِ ِ
ْ َُّ َ َ ُْ َ َ ْ َ ْ ُ َ א ْ َ ْ م: أ َّن َ ِ َّ ا ّٰ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو َ َّ َ َ َאل، ِ َ ْ أ، ٍ ِ َ ِ ْ ّٰ َ ْ ُ َ ْ ا
ٍ َ ِ ِ ُ ّٰ وه ِإ َّ َ َّ ُ ا
.אب ُ ُ ِّ َ ُ ْ َ ، ُ ُ َ ْ َ
ُ
5 “Ve öyle bir fitneden sakının ki hiç de içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz…”
6 B: “ferdâniyetinde”.
Hak Dini Kur’an Dili 771
1 B -“sırf ”.
772 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Ölüm ve âhireti ihtar eden bu noktada vâkı a-i mevt ile alâkadar
bir hükm-i dünyevîyi tebliğ ile hıfz-ı enfüsten sonra hıfz-ı hukūk ve
emvâlin dahi vücûbunu tefhim etmek ve bu suretle َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢ اَ ْﻧ ُﻔ َﺴﻜُ ْﻢemrinin
son nefeste bile ictimâ iyetten münfek olamayacağını anlatmak üzere
buyuruluyor ki:
ﻴﻦ ا ْﻟ َﻮ ِﺻﻴَّﺔِ ا ْﺛﻨَﺎ ِن ذ َ َوﺍ َ ت ۪ﺣ ُ ﻀ َﺮ اَ َﺣ َﺪﻛُ ُﻢ ا ْﻟ َﻤ ْﻮ َ ﻳﻦ ٰا َﻣ ُﻨﻮﺍ َﺷﻬَﺎد َ ُة ﺑ َ ْﻴ ِﻨﻜُ ْﻢ اِذَا َﺣ َ ﻳَٓﺎ اَﻳُّﻬَﺎ اﻟ َّ۪ﺬ
ت ِ
ۜ ض ﻓَﺎ ََﺻﺎﺑ َ ْﺘﻜُ ْﻢ ُﻣ ۪ﺼﻴﺒَﺔُ ا ْﻟﻤَ ْﻮ ِ اﻻ َْر ْ ﺿﺮَ ْﺑﺘُ ْﻢ ﻓِﻲ َ َﻋ ْﺪ ٍل ِﻣ ْﻨﻜُ ْﻢ اَ ْو ٰا َﺧﺮَﺍ ِن ِﻣ ْﻦ ﻏَ ْﻴﺮِﻛُ ْﻢ اِ ْن اَ ْﻧﺘُ ْﻢ
ِ ِ ّٰ ِ ﺗَﺤ ِﺒﺴﻮﻧَﻬﻤﺎ ِﻣﻦ ﺑﻌ ِﺪ اﻟﺼﻠٰﻮ ِ ﻓَﻴ ْﻘ ِﺴﻤﺎ ِن ﺑ
ﺎن ذَا َ َﻨﺎ َوﻟ َْﻮ ﻛ ً ارﺗ َ ْﺒ ُﺘ ْﻢ َﻻ ﻧ َ ْﺸﺘَﺮ۪ي ﺑ ِ ۪ﻪ ﺛ َ َﻤ ْ ﺎﻪﻠﻟ ا ِن َ ُ َّ َْ ْ َ ُ ُ ْ
ِ ٓ ِ ِ ْ اﻪﻠﻟِ اِﻧَّٓﺎ اِ ًذا ﻟ َِﻤ َﻦ
ً اﺳﺘَ َﺤﻘَّٓﺎ ا ْﺛ
ﻤﺎ ْ ﴾ ﻓَﺎ ْن ُﻋﺜﺮَ َﻋﻠٰﻰ اَﻧ َّ ُﻬﻤَﺎ١٠٦﴿ ﻴﻦ َ اﻻٰﺛ ِ ۪ﻤ ّٰ َﻗُ ْﺮ ٰﺑ ۙﻰ َو َﻻ ﻧ َ ْﻜﺘُ ُﻢ َﺷﻬَﺎدَة
ﺎﻪﻠﻟِ ﻟ َ َﺸﻬَﺎدَﺗُـﻨَ ٓﺎ
ّٰ ِ اﻻ َْوﻟ َﻴَﺎ ِن ﻓَ ُﻴ ْﻘ ِﺴ َﻤﺎ ِن ﺑ ْ اﺳﺘَ َﺤ َّﻖ َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ُﻢ ْ ﻳﻦ
ِ
َ ﺎﻣ ُﻬ َﻤﺎ ﻣ َﻦ اﻟ َّ ۪ﺬ َ ﻮﻣﺎ ِن َﻣ َﻘَ ﻓَﺎٰ َﺧ َﺮﺍ ِن ﻳ َ ُﻘ
ﻚ اَ ْد ٰﻧٓﻰ اَ ْن ﻳ َ ْﺄﺗُﻮﺍ َ ِ ﴾ ٰذﻟ١٠٧﴿ ﻴﻦ ِ ِ ِ
َ اﻋﺘَ َﺪ ْﻳﻨَﺎۘ اﻧَّٓﺎ ا ًذا ﻟ َِﻤ َﻦ اﻟﻈ َّﺎﻟ ۪ﻤ ِ ِ
ْ اَ َﺣ ُّﻖ ﻣ ْﻦ َﺷﻬَﺎدَﺗﻬِﻤَﺎ َو َﻣﺎ
ﺍﻪﻠﻟُ َﻻ ّٰ ﺍﺳ َﻤ ُﻌﻮﺍ ۜ َوْ اﻪﻠﻟ َ َو ّٰ ﺎن ﺑ َ ْﻌ َﺪ اَ ْﻳ َﻤﺎﻧِﻬِ ْﻢ ۜ َوﺍﺗ َّ ُﻘﻮﺍٌ ﺎﻓٓﻮﺍ اَ ْن ﺗُ َﺮد َّ اَ ْﻳ َﻤُ ﺑِﺎﻟ َّﺸﻬَﺎدَةِ َﻋﻠٰﻰ َو ْﺟﻬِﻬَٓﺎ اَ ْو ﻳ َ َﺨ
ِ َﻳﻬ ِﺪي ا ْﻟﻘَﻮمَ ا ْﻟﻔ
﴾١٠٨﴿ ۟ ﻴﻦ َ ﺎﺳ ۪ﻘ ْ َْ
1 B: “ve”.
Hak Dini Kur’an Dili 773
1 B: “şehadetlerinden”.
2 B: “Amr b. el-Âs Büdeyl”.
774 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “mensuh”.
2 Beyzâvî, Envârü’t-Tenzîl, II, 147:
bilâhare yani ba de’l-hükm muteber bir delil ile hıyânetlerine ıttılâ hâsıl
olunca bu defa söz ve yemin evvelce mahkûmun aleyh olan ve bu kere
münkir ve zâhir-i hâl müdde îsi1 bulunan vereseye teveccüh edecek ve
onların makamına bunlar kāim olacaktır. Binâen aleyh veresenin bu
kere de ma nâ-yı ma rûfuyla şâhid vaziyetinde bulunmadıkları bellidir.
O hâlde bunların iki olması şart olmayıp bir de olsa hüküm yine böyle
olmak lâzım [1836] gelir. Binâen aleyh ﻓَﺎٰ َﺧﺮَﺍ ِنbuyurulması şâhidde
olduğu gibi vâhidden ale’l-ıtlâk ihtiraz için değil, evvelâ sebeb-i nüzûle
nazaran vukū îdir. Sâniyen meselede evvelki şâhidlerin vasî bulunmaları
takdîri de âyetin müfâdı cümlesindendir. Vasîlerin hıyânetlerine ıttılâ
hâsıl olduğu takdirde ise azilleriyle yerlerine diğerlerinin nasbı lâzım
gelir. Binâen aleyh meyyit tarafından vasiyy-i muhtâr olarak nasb
edilmiş olan iki kişinin evvelâ emîn olmak üzere yeminleriyle kavilleri
tasdik olunduktan sonra hıyânetlerine ıttılâ hâsıl olunca azilleriyle
yerlerine aynı adedde vereseden iki kişinin nasbı husûsuna dahi işaret
َ َﻮﻣﺎ ِن َﻣﻘ
buyurulmak üzere ﺎﻣ ُﻬ َﻤﺎ َ ﻓَﺎٰ َﺧ َﺮﺍ ِن ﻳ َ ُﻘbuyurulmuştur. Bunun içindir
ki vasiyy-i muhtârın hıyâneti iddia edildiği zaman eğer deyn davası ise
muhakemenin hitâmıyla hıyânetin sübûtundan sonra ve fakat ayn davası
ise muhakemenin cereyan edebilmesi için evvelemirde vasînin azl ile işten
el çektirilmesi lüzûmu ve ba de’l-muhâkeme hıyânet sâbit olmayıp şüphe
zâil olduğu takdirde hâkim tarafından tekrar nasb edilebileceği kütüb-i
fıkhıyye-i Hanefiyyede mücma un aleyh olmak üzere musarrahtır.
Bunlardan başka bu âyet şunu da gösteriyor ki “ba de’l-hükm def
mesmû dur”, “kesb-i kat iyyet eden bir hükümden sonra delâil-i cedîde
zuhur ederse muhakeme iade olunur”. Hâsılı bu iki âyet şehadet, vasiyet,
yemin, tercîh-i beyyinât mesâili itibariyle birçok esâsât-ı hukūkiyeyi
muhtevî gayet beliğ ve veciz birer asıldır2.
Bu suretle tarafeynin vaziyeti tehavvül eder, evvelkilerin makamına
taraf-ı mukābilden ikisi kāim olur ve bu defa yemin bunlara teveccüh
1 B: “müeddâsı”.
2 H: “asıldırlar”.
Hak Dini Kur’an Dili 781
eder de onlar def lerini isbat edemedikleri surette bunlar {ِﺎﻪﻠﻟ ّٰ ِ ﻓَ ُﻴ ْﻘ ِﺴ َﻤﺎ ِن ﺑ
“ }ﻟ َ َﺸﻬَﺎدَﺗُـﻨَ ٓﺎ اَ َﺣ ُّﻖ ِﻣ ْﻦ َﺷﻬَﺎدَ ِ ِ َﻤﺎbillâhi bizim şehadetimiz onların şehadetinden
[1837] daha hak, daha doğrudur {اﻋﺘَ َﺪ ْﻳﻨَﺎ ْ }و َﻣﺎ َ ve biz bu şehadetimizde
ِ ِ ِ ِ
hakkı tecavüz etmedik {َ }اﻧَّٓﺎ ا ًذا ﻟ َﻤ َﻦ اﻟﻈ َّﺎﻟ ۪ﻤçünkü tecavüz ettiğimiz takdirde
muhakkak zâlimlerden olduğumuzda şüphe yoktur” diye kasem ederler,
yeminleriyle kavilleri tasdik olunur. A Buradaki ’ﻟ َ َﺸﻬَﺎدَﺗُـﻨَﺎdan murad ﻓَ َﺸﻬَﺎدَ ُة
ِﺎﻪﻠﻟ
ّٰ ِ ات ﺑٍ َ [ اَ َﺣ ِﺪﻫِ ْﻢ اَ ْرﺑ َ ُﻊ َﺷﻬَﺎدen-Nûr 24/6]1 âyetinde olduğu gibi yemin demek
olduğu beyan olunuyor. Zira esasen şehadet ilm-i şuhûdî ile yakīnen
ihbâr-ı hak demek olduğundan gayr aleyhinde şehadete hem اﻪﻠﻟُ اَﻧ َّ ُﻪ ّٰ َﺷﻬِ َﺪ
[ َ ٓﻻ اِﻟٰﻪَ اِ َّﻻ ُﻫ َﻮÂl-i İmrân 3/18], ﻜ ْﻢ ُ [ ُﺷﻬَ َﺪٓاءَ ِ ّٰﻪﻠﻟِ َوﻟ َْﻮ َﻋ ٰ ٓ اَ ْﻧ ُﻔ ِﺴen-Nisâ 4/135] gibi
ikrâra, hem de yemine, yani kasem ile tekid ve takviye edilen habere dahi
ıtlak olunur ve vasiyet mânasına da gelir. Binâen aleyh burada yemin ile
tefsir edilmesinden yemine yemin gibi iki kere kasem mânası tevehhüm
olunmamalıdır. Murad “bizim ilm-i yakīnimizi ifade eden haberimiz,
kavlimiz” demek olduğu zâhirdir.
{ﻚَ ِ } ٰذﻟBu zikr olunan hüküm veya bu tahlif { ٰ اَ ْد ٰ ٓ اَ ْن ﻳ َ ْﺄﺗُﻮﺍ ﺑِﺎﻟ َّﺸﻬَﺎدَةِ َﻋ
}و ْﺟﻬِﻬَﺎ
َ şâhidlerin vech-i lâyıkıyla, yani tahammül ettikleri vechile
olduğu gibi şehadet etmelerine {ﺎن ﺑ َ ْﻌ َﺪ اَ ْﻳ َﻤﺎ ِ ِ ْﻢ
ٌ }اَ ْو ﻳ َ َﺨﺎ ُﻓٓﻮﺍ اَ ْن ﺗُ َﺮد َّ اَ ْﻳ َﻤveyahut
yeminlerinden sonra yeminler müdde îlere reddolunmaktan, yani
bu suretle kendilerinin yalanları meydana çıkarak rüsvay olmaktan
korkmalarına akrebdir. A Tağlîz-i yemînde havf-ı âhiret, redd-i yeminde
de havf-ı dünya hikmet-i şer iyeleri vardır. Bu iki havfın ictimâ ı da
şehadeti bihakkın edâ etmeye en ziyade sâik olacak olan sebeptir. Bunu
böyle biliniz. {َ اﻪﻠﻟ ّٰ }وﺍﺗ َّ ُﻘﻮﺍ
َ Ve Allah’tan korkunuz {ﺍﺳ َﻤ ُﻌﻮﺍ ْ }و َ ve -Allah’ın
tavsiye ettiği ahkâmı- dinleyiniz, icâbet ediniz. A Eğer ittikā [1838]
etmez ve dinlemezseniz fâsık olursunuz {َ ﺎﺳ ۪ﻘ ِ ﺍﻪﻠﻟ َﻻ ِﺪي ا ْﻟ َﻘﻮمَ ا ْﻟ َﻔ
ْ ْ َ ُ ّٰ }و َ Allah
ise fâsıklar gürûhunu doğru yola çıkarmaz.2
ِ ﺖ َﻋ َّﻼ ُم ا ْﻟ ُﻐ ُﻴ
﴾١٠٩﴿ ﻮب َ َّ ﻮل َﻣﺎذَٓا ُا ِﺟ ْﺒ ُﺘ ْﻢ ۜ ﻗَﺎﻟُﻮﺍ َﻻ ِﻋ ْﻠ َﻢ ﻟ َﻨَﺎ ۜ اِﻧ
َ ﻚ اَ ْﻧ ُ اﻟﺮ ُﺳ َﻞ ﻓَﻴَ ُﻘ
ُّ ُاﻪﻠﻟ
ّٰ ﻳ َ ْﻮمَ ﻳ َ ْﺠ َﻤ ُﻊ
Meâl-i Şerîfi
O gün ki Allah bütün resulleri toplayacak da “size ne cevap verildi?”
buyuracak. “Bizde ilim yok, Sensin Allâmü’l-guyûb, Sen!” diyecekler
(109).1
{اﻟﺮ ُﺳ َﻞ
ُّ ُاﻪﻠﻟ
ّٰ }ﻳ َ ْﻮمَ ﻳ َ ْﺠ َﻤ ُﻊBu “yevm” اﻪﻠﻟ ّٰ ’اﺗ َّ ُﻘﻮﺍdaki lafza-i celâlden bedeldir.
2
1 H: “O gün ki Allah bütün resulleri toplayacak da buyuracak: ‘Ne cevap verildi size?’ diyecekler: ‘Bizde
ilim yok, Sensin Allâmü’l-guyûb, Sen!’ (109)”.
2 H: “celâleden”.
3 H +“korkunuz”.
4 H +“insanların”.
5 B -“zâhirde bize gösterdiklerini de Sen bizden daha iyi bilirsin”.
Hak Dini Kur’an Dili 783
1 H: “Allah buyurduğu vakit: ‘Ya Îsâ ibni Meryem, sana ve vâlidene olan nimetimi düşün. Hani seni
Rûhu’l-kudüs ile müeyyed kıldım, nâsa kelâm söylüyordun beşikte iken de yetişkin iken de. Ve hani sana
kitabet, hikmet, Tevrat ve İncil öğrettim ve hani Benim iznimle çamurdan kuş biçimi gibi taslıyordun,
derken içine üflüyordun da Benim iznimle bir kuş oluveriyordu. Ve sen anadan doğma a mâyı ve abraşı
Benim iznimle iyi ediyordun ve hani ölüleri Benim iznimle hayata çıkarıyordun ve hani senden Benî
İsrâîl’i def etmiştim, o vakit ki onlara o açık mucizeleri getirmiştin de içlerinden kâfirlik edenler şöyle
demişti: «Bu apaçık bir sihirden başka bir şey değil» (110). Ve hani «Bana ve resûlüme iman edin» diye
havâriyyûna ilham etmiştim, «iman ettik, bizim şüphesiz müslimler olduğumuza şâhid ol» demişlerdi’
(111)”.
784 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “kalem-i”.
Hak Dini Kur’an Dili 785
nimetimi ki hani sana kitabet, hikmet, Tevrat, İncil öğretmiştim {َو ِﺍ ْذ ﺗ َ ْﺨﻠ ُ ُﻖ
ِ َّ }ﻣ َﻦ اﻟ ۪ﻄّ ِ ﻛَـﻬَ ْﻴٔـَﺔِ اﻟﻄ ِ ve o zamanki nimetimi ki hani sen çamurdan kuş
ْ
sureti gibi bir şey halk ediyordun ve bunu kendi zâtî olan kudretinle
değil { ۪ }ﺑِﺎِ ْذBenim iznimle, irademle halk ediyordun, ediyordun da {ﻓَﺘَ ْﻨ ُﻔ ُﺦ
} ۪ﻓﻴﻬَﺎiçine üflüyordun { ۪ ﻮن ﻃ َ ْ ًﺍ ﺑِﺎِ ْذ ُ ُ }ﻓَﺘَﻜo suret de Benim iznimle bir kuş
oluyordu { ۪ ص ﺑِﺎ ْذ ِ ُ ِ ْ ُ}وﺗ
َ ﺍﻻ َْﺑ َﺮ
ْ اﻻ َ ْﻛ َﻤﻪَ َوْ ئ َ ve yine Benim iznimle körü ve abraşı
iyi ediyordun { ۪ }وﺍ ْذ ﺗُ ْﺨﺮِ ُج ا ْﻟ َﻤ ْﻮ ٰ ﺑِﺎِ ْذ ِ
َ ve o zamanki nimetimi ki hani ölüleri
yine Benim iznimle diriltip kabirlerinden çıkarıyordun {ﺖ ﺑ َ ۪ ٓ اِ ْﺳ َﺮٓﺍٔﻳ۪ َﻞ ِ
ُ َوﺍ ْذ ﻛَﻔَ ْﻔ
ﻚَ }ﻋ ْﻨ
َ ve o zamanki nimetimi ki hani senden Benî İsrâîl’i def etmiş, seni
katletmek isteyen Yahudîlerin elinden kurtarmış idim {ﺎت ِ َ}اِ ْذ ِﺟ ْﺌﺘَﻬ ْﻢ ﺑِﺎ ْﻟﺒَ ِﻴﻨ
ّ ُ
o vakit ki sen onlara ber vech-i bâlâ beyyinât ile gelmiş idin de {ﻳﻦ َ ﻓَﻘَﺎ َل اﻟ َّ ۪ﺬ
ِ ِ ِ
ٌ ۪ }ﻛَ َﻔ ُﺮوﺍ ﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ ا ْن ٰﻫ َﺬٓا ا َّﻻ ِﺳ ْﺤ ٌﺮ ُﻣﺒo Benî İsrâil’in kâfir olanları “bu açık bir
sihirden başka bir şey değil” demiş idiler. A Yâ Îsâ, sen bu nimetlere
mazhar oldun ve bu beyyinâta karşı böyle bir küfr [1843] ile karşılandın,
bundan başka { ۪ ﺖ اِ َ ا ْﻟ َﺤ َﻮﺍرِ ّ َ۪ﻦ اَ ْن ٰا ِﻣ ُﻨﻮﺍ ۪ َوﺑ ِ َﺮ ُﺳﻮ ِ o zamanki nimetimi
ُ }وﺍ ْذ اَ ْو َﺣ ْﻴ
َ
de hatırla ki hani Ben havâriyyûna ‘Bana ve Resûlüme iman ediniz’ diye
vahiy göndermiştim, yani sana ve sâir enbiyâya vahyettiğim kitaplar ile
emr eylemiştim A yahut kalblerine böyle ilham etmiş idim, onlar da
{ﻮن ْ ‘ }ﻗَﺎﻟُٓﻮﺍ ٰا َﻣﻨَّﺎ َوiman ettik ve şâhid ol biz hiç şüphesiz müslimiz,
َ ﺍﺷﻬَ ْﺪ ﺑِﺎَﻧَّـﻨَﺎ ُﻣ ْﺴﻠِ ُﻤ
yani imanımızda muhlisiz’ dediler.” A Evvelki kâfirlere mukabil bir kısım
da seni ve Allah’ın emrini böyle bir iman u islâm ve ihlâsa işhad sözüyle
karşıladılar. İşte ey mü’minler, Allah’ın Îsâ’ya böyle dediği ve böyle bir bir
nimetlerini ta dâd ederek kâfirleri tevbih ve mü’minleri tasdîk ü tehyîc
ettiği ve bütün peygamberlere ve ümmetlerine yaptıklarını böyle birer
birer haber vereceği günden korkun ve korunun.
Dikkat etmek lâzım gelir ki bu âyetler Hazret-i Îsâ’ya hitâben değil,
âhirette ona olacak hitâbı hikâyeten ümmet-i Muhammed’e hitabdır.
Çünkü َ اﻪﻠﻟّٰ اﺗ َّ ُﻘﻮﺍemrine merbuttur. Havâriyyûnun islâmlarına işhad
ettikleri bu noktada onların da hâllerini tasvir ve yâd için şâhid ale’l-kül
olan Resûlullah’a telvîn-i hitab ve hitâb-ı âmmı andırır bir lehce-i beyan
ve iltifat ile buyuruluyor ki:
Yâ Muhammed, sen burada şunu hatırla ve hatırlat:
ِ ِ ِ َ َاِ ْذ ﻗ
ۜ اﻟﺴ َﻤٓﺎء َّ ﻚ اَ ْن ﻳُﻨَ ّﺰِ َل َﻋﻠ َ ْﻴﻨَﺎ َﻣٓﺎﺋ َﺪةً ﻣ َﻦ ُ اﺑ َﻦ َﻣ ْﺮ َﻢَ َﻫ ْﻞ ﻳ َ ْﺴﺘَ ۪ﻄ
َ ُّﻴﻊ َرﺑ ْ ﻴﺴﻰ َ ﻮن ﻳَﺎ ۪ﻋ َ ُّ ِﺎل ا ْﻟ َﺤ َﻮﺍر
َ﴾ ﻗَﺎﻟُﻮﺍ ﻧُ ۪ﺮ ُﺪ اَ ْن ﻧ َ ْﺄﻛُ َﻞ ِﻣ ْﻨﻬَﺎ َوﺗ َ ْﻄﻤَ ِﺌ َّﻦ ﻗُﻠُﻮﺑُﻨَﺎ َوﻧ َ ْﻌﻠَﻢ١١٢﴿ ﻴﻦ ِ ِ ّٰ ﺎل اﺗ َّ ُﻘﻮﺍ
َ اﻪﻠﻟ َ ا ْن ﻛُ ْﻨﺘُ ْﻢ ُﻣ ْﺆﻣ ۪ﻨ َ َﻗ
ِ ِ
اﺑ ُﻦ َﻣ ْﺮ َ َﻢ اﻟﻠ ُّٰﻬﻢَّ َرﺑَّﻨَ ٓﺎ اَ ْﻧﺰِ ْل َ ﺎل ۪ﻋ
ْ ﻴﺴﻰ َ َ﴾ ﻗ١١٣﴿ ﻳﻦ َ ﻮن َﻋﻠ َ ْﻴﻬَﺎ ﻣ َﻦ اﻟ َّﺸﺎﻫ ۪ﺪ َ ﻜ ُ َ ﺻ َﺪ ْﻗﺘَﻨَﺎ َوﻧ َ اَ ْن ﻗَ ْﺪ
ﺖ َﺧ ْﻴ ُﺮ َ ﺍر ُز ْﻗﻨَﺎ َوﺍ َ ْﻧ
ْ ﻚ َو ۚ َ ﻴﺪا ِﻻ ََّوﻟِﻨَﺎ َوﺍٰ ِﺧﺮِﻧَﺎ َوﺍٰﻳَﺔ ً ِﻣ ْﻨ ً ﻮن ﻟ َﻨَﺎ ۪ﻋ ُ ُﺎء ﺗَﻜِ ٓ َﻋﻠَﻴﻨَﺎ َﻣٓﺎﺋ ِ َﺪةً ِﻣ َﻦ اﻟﺴ َﻤ
َّ ْ
ِ ِ ّٰ ﺎل
اﺑﺎ َ ٓﻻً اﻪﻠﻟُ ا ۪ﻧّﻲ ُﻣﻨَ ّﺰِﻟُﻬَﺎ َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢ ۚ ﻓَ َﻤ ْﻦ ﻳ َ ْﻜ ُﻔ ْﺮ ﺑ َ ْﻌ ُﺪ ﻣ ْﻨﻜُ ْﻢ ﻓَﺎِ ۪ﻧّ ٓﻲ اُ َﻋ ّ ِﺬﺑُ ُﻪ َﻋ َﺬ َ َ﴾ ﻗ١١٤﴿ ﻴﻦ َ اﻟﺮَّﺍزِ ۪ﻗ
ِ اُﻋ ّ ِﺬﺑﻪ ٓ اَﺣ
َ ﺪا ﻣ َﻦ ا ْﻟﻌَﺎﻟ َ۪ﻤ
﴾١١٥﴿ ۟ ﻴﻦ ً َ ُُ َ
1 B: “dolsun”.
Hak Dini Kur’an Dili 787
hem evvelimiz hem âhirimiz için bir bayram ve kudretinden bir nişa-
ne ola ve bizleri merzuk eyle ki sen hayru’r-râzikīnsin” (114). Allah
buyurdu ki “Ben onu sizlere elbette indiririm, fakat ondan sonra içi-
nizden her kim nankörlük ederse artık onu âlemînden hiçbirine yap-
mayacağım bir azab ile taʿzîb ederim” (115).1
bir tenakuzdur. Binâen aleyh mü’minin mucize talebinde ısrarı asla câiz
olamayacağı gibi, mucize talep ediyor gibi görünmesi bile imanında bir
şüpheyi îmâ edeceği cihetle sû’-i edebdir.
İşte bu gibi hikmetlere binâen { }ﻗَﺎ َلÎsâ dedi ki: {اﻪﻠﻟ َ اِ ْن ﻛُ ْﻨ ُﺘ ْﻢ
ّٰ اﺗ َّ ُﻘﻮﺍ
ِ
َ }ﻣ ْﺆﻣ ۪ﻨ
ُ “Eğer siz hakikaten mü’min iseniz Allah’tan korkunuz. Böyle
bir talepte bulunmayınız.” A Yani “Allah’ın kudretinde ve benim
sıhhat-i nübüvvetimde şüpheyi [1846] îmâ edecek ve sizi iman ve ihlâs
iddianızda şüpheli gösterecek söz sarf etmeyiniz” diye tahzir etti ki, bu
tahzir ve ihtarda ne büyük bir nezâhet ve ne büyük bir terbiye münderic
bulunduğunu iyi düşünmeli.
{ }ﻗَﺎﻟُﻮﺍHavâriyyûn makām-ı i tizarda maksadlarını ve ihlâslarını beyan
ِ ِ ِ ِ
ile {ﻳﻦ َ ﻮن َﻋﻠ َ ْﻴﻬَﺎ ﻣ َﻦ اﻟ َّﺸﺎﻫ ۪ﺪ
َ ﻜ َ }ﻧُ ۪ﺮ ُﺪ اَ ْن ﻧ َ ْﺄ ُﻛ َﻞ ﻣ ْﻨﻬَﺎ َوﺗ َ ْﻄ َﻤﻦﺌ َّ ُﻗﻠُﻮﺑُﻨَﺎ َوﻧ َ ْﻌﻠ َ َﻢ اَ ْن ﻗَ ْﺪ
ُ َ ﺻ َﺪ ْﻗﺘَﻨَﺎ َوﻧ
dediler, bu beyan üzerine {َاﺑ ُﻦ َﻣ ْﺮ َﻢ ْ َ }ﻗَﺎ َل ۪ﻋﻴÎsâ ibni Meryem -bunların
maksadlarındaki meşrûiyeti görerek bu arzudan vazgeçemeyeceklerini1
anlayıp kemâliyle ilzâm-ı hüccet murad ederek- Allah’a niyaz edip şöyle
dedi: {“ }اﻟﻠ ُّٰﻬﻢَّ َرﺑَّﻨَﺎEy Rabbimiz olan Allah celle celâluhu! {ًاَ ْﻧﺰِ ْل َﻋﻠ َ ْﻴﻨَﺎ َﻣٓﺎﺋ ِ َﺪة
ِ ٓ }ﻣ َﻦ اﻟﺴ َﻤ
ﺎء ِ Bize semâdan (yüksekten) bir mâide indir, öyle bir mâide ki
َّ
{ﻴﺪا ِﻻ ََّوﻟِﻨَﺎ َوﺍٰ ِﺧﺮِﻧَﺎ
ً ﻮن ﻟ َﻨَﺎ ۪ﻋُ ُ }ﺗَﻜo -yani onun indiği gün- bize, bizim evvelimize
âhirimize -mütekaddimînimize müteahhirînimize- bayram {ﻚ َ }وﺍٰﻳَﺔ ً ِﻣ ْﻨ َ ve
Senden bir âyet -Senin kemâl-i kudretine ve benim sıhhat-i nübüvvetime
delâlet eden bir alâmet- olsun. Bize böyle bir mâide indir. {ﺍر ُز ْﻗﻨَﺎ ْ }وَ Ve
ondan bizi merzuk et {َ ﺖ َﺧ ْ ُ اﻟﺮَّﺍزِﻗ ۪ َ }وﺍ َ ْﻧ
َ ki rızık verenlerin en hayırlısı
Sensin”. A Çünkü Allah rızkın hem hâlıkı hem de bilâ-garaz mu tîsidir.
Ne kadar şâyân-ı dikkattir ki havâriyyûn mâideyi talep ve maksadlarını
zikrederken ekli takdim ve diğer makāsıd-ı dîniyye-i rûhâniyeyi tehir
etmişlerdi. Hâlbuki Hazret-i Îsâ makāsıd-ı dîniyeyi [1847] takdim
ve maksad-ı ekli hem tehir hem de rızık olmakla ifade etmiş ve sonra
rızıkta kalmayıp Rezzâk’a intikal ve O’na tâzim ve senâ ile arz-ı şükran da
eylemiştir. Bunlar mülâhaza edilince rûhların derecâtındaki merâtib ne
büyük bir fark ile tezahür ediyor.
1 B: “vazgeçmeyeceklerini”.
Hak Dini Kur’an Dili 789
Bu dua ve niyaza karşı {ُاﻪﻠﻟ ّٰ }ﻗَﺎ َلAllah teâlâ {“ }اِ ۪ ّ ُﻣ َ ِّﻟُﻬَﺎ َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢmuhakkak
Ben onu size indiririm, birçok kereler indiririm, bu kolay, fakat {ﻓَ َﻤ ْﻦ ﻳ َ ْﻜ ُﻔ ْﺮ
}ﺑ َ ْﻌ ُﺪ ِﻣ ْﻨﻜُ ْﻢbundan sonra da sizden her kim küfr ederse {اﺑﺎ ً }ﻓَﺎِ ۪ ّ ٓ اُ َﻋ ّ ِﺬﺑُﻪُ َﻋ َﺬher
hâlde onu öyle bir azab ile ta zîb ederim ki {َ ﺪا ِﻣ َﻦ ا ْﻟﻌَﺎﻟ َ۪ﻤ ً }ﻻ اُ َﻋ ّ ِﺬﺑُ ُﻪ ٓ اَ َﺣ
ٓ َ öyle bir
azâbı âlemînden hiçbirine yapmam” buyurdu.
İmdi bu mâide indi mi, inmedi mi? Bu babda müfessirîn beyninde üç
rivayet vardır:
1. Cumhûrun rivayetine göre iki gamâme arasında kırmızı bir sofra
indi, inerken bakıyorlardı, geldi ta önlerine düştü. Bunun üzerine Îsâ
aleyhisselâm ağladı, “İlâhî, beni şâkirînden kıl, ilâhî, bunu bir rahmet
kıl, bir müsle ve ukūbet kılma!” diye dua etti. Kalktı, abdest alıp namaz
ِ ِ
kıldı, yine ağladı, sonra örtüsünü açtı ve ﲔ َ ﺑِ ْﺴ ِﻢ اﷲ َﺧ ِْﲑ اﻟﱠﺮا ِزﻗdedi. Ne
baksınlar, kızarmış, pulsuz ve kılçıksız yağ akıyor bir balık, baş tarafında
tuz, kuyruk tarafında sirke ve etrafında pırasadan mâ adâ envâ -ı sebze
ve beş yufka ki birinde zeytin, ikincisinde bal, üçüncüsünde tereyağı,
dördüncüsünde peynir, beşincisinde pastırma. Şem ûn, “yâ Rûhallah!”
dedi, “bu dünya ta âmından mı, âhiret ta âmından mı?” O da
“ikisinden de değil, velâkin Allah teâlâ’nın kudretiyle ihtirâ ettiği bir
şey, niyaz ettiğiniz1 şeyi yiyiniz ve şükr [1848] ediniz ki Allah size tevâlî
ettirir ve daha fazl u kereminden tezyid de eyler” dedi. “Yâ Rûhallah,
bu mucizeden bize bir mucize daha göstersen?” dediler, binâen aleyh
“Ey balık, bi-iznillah diril!” dedi, balık da teprendi. Sonra “dön evvelki
hâline” dedi, döndü yine kebab oldu. Ba dehu mâide uçtu, sonra da
isyan edenler oldu, maymun ve hınzıra mesh olundular. İndiği gün bir
pazar günü imiş, Nasârâ o günü bayram ittihaz etmişler.
2. Diğer bir rivayete göre mâide kırk gün, gün aşırı iniyordu. Fukarâ,
ağniyâ, zu afâ, sığār u kibâr toplanıp yiyorlardı. Fey’-i zevâl dönünce
uçar giderdi ve arkasından gölgesinde bakarlardı, bundan hangi bir
fakir yediyse müddet-i ömründe zengin olmuş ve hangi bir hasta
yediyse şifa bulmuş ve bir daha hastalanmamış idi. Sonra Allah teâlâ
1 B +“bir”.
790 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “mârifetten”.
2 M ve B -“da”.
3 Beyzâvî, Envârü’t-Tenzîl, II, 150:
:ة وا م و אل ا כ، أ ون إ א و א اء ة أ א:روي
:و אل ا כ، وכ و אم، و א و אر ا ا אכ ا ا ا
أ ان ا ل א و و ذ א د אً و رأ א ك سو ذا כ، ا از ّٰ ا
ا א و ا ا و ا א و ا א אز نو وا أر وإذا،ا כ اث א
ر כ ا א و א ّٰ ا אوכ ا :ة אل אم ا אم ا א أم א روح ا ّٰ أ:ن אل
ّٰ ذن ا א כ ا:ه ا آ أ ى אل א روح ا ّٰ أر א: א ا، وا כ وا دכ ا ّٰ و دכ א
أر و כא.ا א ا ،אرت ا אئ ة אدت אل א دي כ א כ א א
א و כ،א ون إذا אء ا ء אرت و א ا اء وا אء وا אر وا כ אر כ ن ًאً א
ا اء אئ ا م أن ا أو ا ّٰ א إ،ًض أ ا إ يء و و،ه ة إ
א و ا ّٰ إ ا א ه ا و.ً و א ن ر ب ا אس כ א،אء دون ا אء وا وا
ا אئ ة א א אرة: ا و.ات ا ّٰ ا א أن ا و.ل :ا و א ا ا
ف وا אئ ا אل أ ر ا ا اء ا ن و א اء ا وح כ א أن ا،אئ ا אرف
ا ،א ع ا כ ا اا ى ا ِ אن א إن:ة وا م ا אل،א
Hak Dini Kur’an Dili 791
Şihâb’ın dediği gibi Kadı Beyzâvî’nin bu tezyîlini âyetin bir tefsîri olmak
üzere değil, bir ma nâ-yı işârî olmak üzere kaydetmelidir.1 Bununla bu
kıssanın Resûlullah’a ve mü’minlere hikmet-i tezkîri de tavzih edilmiş
oluyor. Demek ki mâide-i Îsâ, mâide-i İslâm için bir misâl-i ibret
olmaktan ziyade bir mesel-i ibrettir. Küfrün ve küfrân-ı ni metin azâbı
yalnız âhirette değil, dünyada da büyüktür. Nimet ne kadar büyük, ne
kadar hârikulâde ise küfr ü küfrânın azâbı da o nisbette bî-misâl ve o
nimetin zevâli de o nisbette elîm olur. ﺖ َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢ ُ ﺖ ﻟَﻜُ ْﻢ ۪دﻳﻨَﻜُ ْﻢ َوﺍ َ ْﺗ َﻤ ْﻤ
ُ اَ ْﻟﻴَ ْﻮمَ اَכ َْﻤ ْﻠ
ِ ِ
ً اﻻ ْﺳ َﻼمَ ۪د
ﻳﻨﺎ ُ ﻧ ْﻌ َﻤ ۪ َو َر ۪ﺿbuyurulduğu gün ehl-i İslâm’a ihsan edilmiş
ْ ﻴﺖ ﻟَﻜُ ُﻢ
bulunan mâidenin gerek tayyibâtı ve gerek sûret-i ihsânı itibariyle mâide-i
Îsâ’dan ne kadar büyük bir devlet olduğunu düşünmeli de buna karşı küfr
ü küfrânın nasıl bir azâba müstehak olacağını anlamalıdır.
Bu suretle Sûre-i Mâide mazmûnunun bir lübbü demek olan bu
tezkir yapıldıktan sonra yine tezkîr-i âhirete devam ile yukarıdaki اِ ْذ ﻗَﺎ َل
ُاﻪﻠﻟ
ّٰ kıssasına atfen ve ﺍﺳ َﻤ ُﻌﻮﺍ
ْ اﻪﻠﻟ َ َو
ّٰ َوﺍﺗ َّ ُﻘﻮﺍemri tahtında mü’minlere hitâben
şöyle buyuruluyor:
[1851] {ِاﻪﻠﻟ
ّٰ ﺎس اﺗ َّ ِﺨ ُﺬو ۪ َوﺍ ُ َِّ اِﻟٰﻬَ ْ ِ ِﻣ ْﻦ دُو ِن
ِ َّ ﺖ ﻟِﻠﻨ
َ ﺖ ﻗُ ْﻠ
َ “ }ءَاَ ْﻧO nâsa ‘beni ve
anamı Allah’tan başka iki ilâh ittihaz edin’ diye sen mi söyledin?” A
Bunun ne müthiş bir hitâb-ı tevbih olduğunu düşünmeli ve Hazret-i
Îsâ’nın makām-ı ulûhiyete karşı nasıl bir mevki -i acz ü ubûdiyette
bulunduğunu anlamalıdır. Şüphe yok ki bu tevbîhin asıl hedefi şimdi
tebeyyün edeceği üzere bizzat Hazret-i Îsâ değil, onu mâbud ittihaz
eden erbâb-ı teslîstir. Fakat onların Hazret-i Îsâ’ya tâzim nâmına
gulüv ettikleri küfrün ona huzûr-ı ilâhîde nasıl bir mes’ûliyet tevcih
etmiş olduğunu ve binâen aleyh o kâfirlerin nezd-i Hak’ta nasıl bir
mevki -i tevbîh u ikābda bulunduklarını tasavvur etmelidir. Bu âyetten
anlaşılıyor ki Allah’tan başka Îsâ’yı ilâh ittihaz edenler bulunduğu
1 H: “Ve Allah’ın şöyle dediği günden korkunuz ki: Hem Allah buyurduğu vakit ki: ‘Ey Meryem’in oğlu Îsa!
Sen mi dedin o insanlara «beni ve anamı Allah’tan mâ adâ iki ilâh edinin» diye?’ ‘Hâşâ yâ Rab’ demiştir,
‘ben Zât-ı sübhânını her türlü şirkten tenzîh ederim. Benim için hak olmayan bir sözü söylemekliğim
bana yakışmaz, eğer söyledimse elbette mâlumundur. Sen benim nefsimdekini bilirsin, ben ise Senin
zâtındakini bilmem. Sensin şüphesiz Allâmu’l-guyûbsun Sen (116). Sen bana ne emrettinse ben onlara
ancak onu söyledim; «hep Rabbim ve Rabbiniz Allah’a kulluk edin» dedim ve içlerinde bulunduğum
müddetçe üzerlerinde şâhid idim, vaktâ ki beni içlerinden aldın, üzerlerinde murâkıb ancak Sen kaldın
ve zaten Sen her şeye şâhidsin (117). Eğer onlara azab edersen şüphe yok ki Senin kullarındırlar ve eğer
kendilerine mağfiret kılarsan yine şüphe yok ki Sen o Azîz, Hakîm’sin Sen’ (118)”.
Hak Dini Kur’an Dili 793
1 M: “Fisalinde”.
794 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H: “ilâhiyenin”.
2 H: “hükmünü”.
796 MÂİDE SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
[1855]
ِ ْ ﺎت ﺗ َ ْﺠﺮ۪ي ِﻣ ْﻦ ﺗ َ ْﺤ ِﺘﻬَﺎ
ﻳﻦ ۪ﻓﻴﻬَٓﺎَ ﺎر َﺧﺎﻟ ۪ﺪُ َاﻻ َْﻧﻬ ٌ َّ ﻴﻦ ِﺻ ْﺪﻗُ ُﻬ ْﻢ ۜ ﻟ َُﻬ ْﻢ َﺟﻨ ِ اﻪﻠﻟ ٰﻫ َﺬا ﻳَﻮمُ ﻳ َ ْﻨﻔَﻊ اﻟﺼ
َ ﺎد ۪ﻗ َّ ُ ْ ُ ّٰ ﺎل
َ َﻗ
ِ ﺍﻻ َْر ِ ﻚ اﻟﺴ ٰﻤ َﻮ ِ ِ َ ِ ﺿﻮﺍ َﻋ ْﻨ ُﻪ ۜ ٰذﻟ ّٰ ﺪاۜ َر ِﺿ َﻲ
ض ْ ﺍت َو َّ ُ ﴾ ّٰﻪﻠﻟ ُﻣ ْﻠ١١٩﴿ ﻴﻢ ُ ﻚ ا ْﻟ َﻔ ْﻮ ُز ا ْﻟﻌَ ۪ﻈ ُ اﻪﻠﻟُ َﻋ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َو َر ً َ اَﺑ
Meâl-i Şerîfi
Allah buyurur ki: Bu, işte sâdıklara sadâkatlerinin fâide vereceği gündür.
Onlara1 altından ırmaklar akar cennetler var, ebediyen içlerinde kalmak
üzere onlar. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan râzı. İşte o
fevz-i azîm bu (119). Allah’ındır bütün o göklerin ve yerin ve bunlarda
ne varsa hepsinin mülkü ve O her şeye kādir, dâima kādirdir (120).2
{ُاﻪﻠﻟ
ّٰ ﺎلَ َ }ﻗO Azîz ve Hakîm ve Hâkim-i mutlak olan Allah teâlâ
muhakkak buyuracak ki {}ﻫ َﺬا ٰ işte bu korkunç gün {ﺎد ۪ﻗ َ ِﺻ ْﺪ ُﻗ ُﻬ ْﻢ ِ }ﻳَﻮ ُم ﻳ َ ْﻨ َﻔﻊ اﻟﺼ
َّ ُ ْ
sâdıklara sadâkatlerinin menfaat vereceği gündür. -Nâfi kıraatinde nasb
ile َ ﻳ َ ْﻮمokunduğuna göre- Allah buyurdu ki bu sual ve cevab sâdıklara
sadâkatlerinin menfaat vereceği gündedir, o gün vâki olacaktır. Dünyada
ahidlerinde duran, akidlerini ihlâs ile îfâ eden sâdıklara Allah öyle va d ü
tebşîr eder ki onların sıdk u ihlâsları yevm-i dîn olan o korkunç yevm-i cem
ü sualde her hâlde kendilerine nâfi olacak, [1856] hem dünyadaki gibi
humûm ü gumûm ile karışık bir menfaat değil, her türlü havf u hüzünden
âzâde bir nef ile nâfi olacaktır. {ﺎر ْ ﺎت ﺗ َ ْﺠﺮ۪ي ِﻣ ْﻦ ﺗ َ ْﺤ ِﺘﻬَﺎ
ُ َ ْ َ اﻻ ٌ َّ }ﻟ َُﻬ ْﻢ َﺟﻨAltlarından
3
ِ
ırmaklar akan cennetler onlarındır, onlara mahsustur.4 {ﺪا ً َ ﻳﻦ ۪ﻓﻴﻬَٓﺎ اَﺑَ } َﺧﺎﻟ ۪ﺪ
O sâdıklar orada ebeden muhalled olarak kalacaklar {اﻪﻠﻟُ َﻋ ْﻨ ُﻬ ْﻢ ّٰ َ ِ }ر َ Allah
onlardan rızâ-yı ezelîsiyle râzı olup rıdvânına erdirmiş {ﺿﻮﺍ َﻋ ْﻨ ُﻪ ُ }و َر
َ onlar
da dünyada Allah’tan râzı olmuş, mahza rızâ-yı ilâhî uğrunda koşmuş
1 B: “Onları”.
2 H: “Allah buyurur ki: Bu, işte sâdıklara sadâkatlerinin fâide vereceği gün. Altından ırmaklar akar
cennetler onların, içlerinde kalmak üzere onlar ebediyen. Allah onlardan râzı olmuş, onlar Allah’tan
râzı. İşte o fevz-i azîm bu (119). Allah’ındır bütün o göklerin ve yerin ve bunlarda ne varsa hepsinin
mülkü ve O her şeye kādir, dâima kādir (120)”.
3 M: “Altlarında”.
4 M ve B -“onlara mahsustur”.
Hak Dini Kur’an Dili 797
1 H, M ve B: “ ّٰ ”و.
2 M ve B +“o”.
3 B: “kâmil”.
4 H: “kādir”.
ًﺲ َو ِﺳﺘﱡﻮ َن آﻳَﺔ ِ ِ 1 ِ ﱢ
ٌ َُْﺳ َﻮرةُ ْاﻷَﻧـَْﻌﺎم َﻣﻜﻴﱠﺔٌ َوﻫ َﻲ ﻣﺎﺋَﺔٌ َوﲬ
ENÂM SÛRESİ
[1861] Bu Sûre-i En âm Mekkîdir. Ancak altı veya üç âyeti müstesnâ.2
İbn Abbas radıyallâhu anh demiştir ki “bu sûre Mekkîdir, cümlesi birden
bir gecede nâzil olmuş ve yetmiş bin melek teşyî etmiştir. Resûl-i Ekrem
sallallahu aleyhi ve sellem kâtiblerin hepsini çağırdı ve cümlesini o gece
yazdılar. Ancak altı âyet müstesnâdır ki bunlar da 3ﻜ ْﻢ ُ ُُّﻗ ْﻞ ﺗَﻌَﺎﻟ َْﻮﺍ اَ ْﺗ ُﻞ َﻣﺎ َﺣﺮَّمَ َرﺑ
[ َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢ6/151], اﻪﻠﻟ َ َﺣ َّﻖ ﻗَ ْﺪرِ ۪ه ّٰ [ َو َﻣﺎ ﻗَ َﺪ ُروﺍ6/91], [ َو َﻣ ْﻦ اَﻇْﻠ َ ُﻢ ِﻣﻤَّ ِﻦ ا ْﻓ َ ٰى6/93], َوﻟ َْﻮ
َ [ ﺗ َ ٰﺮٓى اِ ِذ اﻟﻈ َّﺎﻟ ِ ُﻤ6/93], ﻮن
ﻮن َ ﺎب ﻳ َ ْﻌﻠ َ ُﻤ ِ
َ َﺎﻫ ُﻢ ا ْﻟﻜﺘ َ [ َوﺍﻟ َّ ۪ﺬ6/114], ﺎﻫ ُﻢ
ُ َﻳﻦ ٰاﺗ َ ْﻴﻨ َ اَﻟ َّ ۪ﺬ
ُ َﻳﻦ ٰاﺗ َ ْﻴﻨ
ﺎب ﻳ َ ْﻌﺮِﻓُﻮﻧ َ ُﻪ ِ
َ َ[ ا ْﻟﻜﺘ6/20] âyetleridir.” Müşârun ileyhten ve Mücâhid ve
4 5
Kelbî’den diğer bir rivayette ancak ُﻗ ْﻞ ﺗَﻌَﺎﻟ َْﻮﺍ اَ ْﺗ ُﻞilâ ﻮن َ ﻜ ْﻢ ﺗَﺘ َّ ُﻘ
ُ َّ [ ﻟ َﻌَﻠ6/153] üç
âyet Medine’de nâzil olmuştur. Katâde ancak اﻪﻠﻟ َ َﺣ َّﻖ ﻗَ ْﺪرِ ۪ه ّٰ [ َو َﻣﺎ ﻗَ َﺪ ُروﺍ6/91],
[ َو ُﻫ َﻮ اﻟ َّـ ۪ﺬ ٓي اَ ْ َ ﺎ َ ُﻛ ْﻢ6/98] âyetleri, Kisâî de ancak iki âyet ﺎب ِ
َ َُﻗ ْﻞ َﻣ ْﻦ اَ ْﻧ َﺰ َل ا ْﻟﻜﺘ
6
[6/91] ile mürtabıtı Medine’de nâzil oldu demişlerdir.7 Bir de ﻗُ ْﻞ َ ٓﻻ اَ ِﺟ ُﺪ
[6/145] âyetinin Mekke’de Arefe günü nâzil olduğu zikredilmiştir.8
Hazret-i Enes radıyallahu anh’tan rivayet olunduğuna göre Resûlullah
şöyle buyurmuştur ki: “Kur’an’da Sûre-i En âm’ın gayrı bir sûre bana
1 B -“olduklarının”.
2 M: “eğlenildikleri”; sonraki baskılarda “eğlendikleri” şeklinde düzeltilmiştir.
3 H: “Hamd O Allah’ın hakkıdır ki gökleri ve yeri yarattı ve zulmetleri ve nûru yaptı, sonra da Hakk’ı
tanımayanlar bunları kendilerini yaratana denk tutuyorlar (1). O, O hâlıktır ki sizi çamurdan yarattı,
sonra bir eceli bitirdi, bir ecel de nezdinde müsemmâ. Sonra da siz daha şüphe ediyorsunuz (2) Hâlbuki
O göklerde de Allah yerde de, sizin içinizi de bilir dışınızı da. Daha ne kesbedeceksiniz onu da bilir
802 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ِ ِ ِ
ise ﺻﺎﺑﻌَ ُﻬ ْﻢ ۪ ٓ ٰاذَا ْﻢ
َ َﻮن ا
َ ُ[ ﻳ َ ْﺠﻌَﻠel-Bakara 2/19], ﻨﺎ ً َ[ َو َﺟﻌَ َﻞ اﻟ َّْﻴ َﻞ َﺳﻜel-En âm 6/96]
gibi iki mef ûle ta alluk eder. Ve makamına göre bu ikinci şeyin bir kayd-ı
zımnî veya umde-i kelâm olup olmadığını tefrik etmek lâzım gelir ki bu
mânalar lisânımızda “yapmak” ve “kılmak” kelimeleriyle ifade olunabilir.
Nitekim “karanlık yaptı”, “aydınlık yaptı”, “geceyi gündüz, gündüzü gece
yaptı”, “karanlığı nahoş, aydınlığı hoş kıldı” denilebilir. Demek olur ki
zulumât u nûrun mec ûliyeti yekdiğeriyle te âkubu ve semâvât u arzdaki
eşyânın vücûd-i mahlukları zımnında birer [1867] hâdise-i mütekābile
olmaları itibariyledir. Ve bundan zât-ı zulmetin nûr gibi bir emr-i vücûdî
ve a dâm-ı asliyenin umûr-i mevcûde olması ve eşyâdan kat -ı nazarla
zamanın leyl ü nehârın haddizâtında mevcud bulunması lâzım gelmez.
Demek ki Manicilerin4 dediği gibi zulumât u nûrun biri hâlık-ı şer, biri
hâlık-ı hayr iki mebde’-i evvel olmaları şöyle dursun, bunlar semâvât u
arzın hilkati zımnında mec ûl-i tâlî ve zımnî, nisbî ve izâfî birer hâdiseden
başka bir şey değillerdir1. Zulumâtın nûra takdîmi eşyâ-yı mahlûkada
a dâm-ı asliyenin melekâta mukaddem olmasına işarettir. “Zulumât”ın
cemi 2, “nûr”un müfred olarak îrâdı da zulmetin kesret, şirk ü teşettüt
ile alâkadar3 bulunduğuna ve bunda vahdet ve ferdâniyetin kesrette
istiğrâkına, nûrun ise tevhid ile alâkadar olduğuna ve bunda kesretin
vahdette istiğrâkına bir tenbih gibidir. Ve bu cem u takdim ile ifrad ve
tehirde zulumât u nûrun semâvât u arz karînesine ayrıca bir hüsn-i tekābülü
de vardır. Sonra “zulumât” ve “nûr”dan murad leyl ü nehârın te âkubunda
görüldüğü üzere mahsüs olan iki hâdise-i mütekābile olduğu zâhirdir. Zira
lafızların hakīkat-i lügaviyeleri budur. Ma amâfîh nûr inşirâha, zulmet
gumûma sebep olmak itibariyle bunlar küfr ü iman, cehl ü ilim, keder
ü sürûr, şerr ü hayr gibi mâneviyata îmâdan da hâlî değildirler. Ve hatta
bu mânalarda4 mecâz-ı müte âref olmak üzere müsta meldirler. Bundan5
dolayı bazı müfessirîn bununla tefsir etmişler, Vâhidî de zulumât u nûrun
mahsüs ve ma kul her ikisine şâmil bulunduğunu göstermiştir6 ki umûm-i
mecaz demek olur. Fi’l-vâki delîl-i ma rifet ve tevhid olan nûrun yalnız
bir hâdise-i âfâkiye ve cismâniye olmasında ısrar doğru değildir. Bunda
enfüsiyet ile âfâkiyetin, maddiyet ile mâneviyetin bir intibâkı, bir lemha-i
visâli vardır ki biz ona “idrâk” ve “şuhûd” ve “şu ûr-i vicdân” tesmiye
ederiz. Binâen aleyh nûrda7 her hâlde bir mâna gözetilmeli ve mahsüs ve
[1868] ma kūlü câmi 8 bir ma nâ-yı âm mülâhaza olunmalıdır. Havâssin
tenevvü üne rağmen “nûr”un müfred olarak îrâdı da hepsinin nûr-i şuur
ve idrâkte toplandığını ifham eder.
1 B: “değildirler”.
2 B: “cemî ”.
3 B -“îrâdı da zulmetin kesret, şirk ü teşettüt ile alâkadar”.
4 B: “mânalardan”.
5 B -“mecâz-ı müte âref olmak üzere müsta meldirler. Bundan”.
6 Vâhidî, et-Tefsîru’l-basît, Riyad: Câmi atü’l-İmâm Muhammed b. Suûdi’l-İslâmiyye, 1430, VIII, 8:
،م را « »وا ر،אن ا و، اכ و،ا אق و،ا ك «ا אت »و:אس אل ا
، و ا אر ا אج.وا אر ا : و אل ا ي.ا כ وا אن : و אل ا. و ر ا، و ر ا ة،و ر ا אن
. ق ّٰ א ذכ و ر؛ ن وا و أن כ ن ا א א כ
7 B: “burada”.
8 H +“bulunan”.
Hak Dini Kur’an Dili 805
1 M ve B: “nebâtâta”.
2 B: “insana”.
3 H +“ve”.
4 H -“da”.
5 H nüshasında metinde “tamstan” yazılmış, kelime üzerine işaret konularak metnin kenarına “‘dem-i
tamstan’ olacak” şeklinde bir not düşülmüştür.
M ve B -“dem-i”.
806 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “veya”.
2 M: “milyonlar”.
3 M ve B: “huceyratı”.
4 M ve B: “menafi’i”.
5 H -“çıkan”.
Hak Dini Kur’an Dili 809
1 M ve B: “fakat”.
2 “…çamurdan bir sülâleden…”
Hak Dini Kur’an Dili 811
Yukarılarda dahi sebk ettiği üzere “ecel” bir vakit veya o vaktin nihâyeti
demektir. Meselâ “şu borç bir sene müecceldir” denildiği zaman bir sene
bir eceldir. Sonra “eceli geldi” denildiği zaman da senenin nihâyeti geldi
demek olur. Ve bu âyette her iki mâna câizdir. Ma amâfîh birincide vakit,
ikincide nihâyet mânası daha muvâfıktır. Binâen aleyh insanın dünyada
eceli demek mevtine kadar müddet-i ömrü veya onun nihâyeti ân-ı mevti
demektir. Öldüğü lahzada bu ecel gelmiş ve yetmiş olur. Herhangi mâna
tasavvur edilirse edilsin bu [1875] ömür, bu ecel birdir, bir kere tahakkuk
eder. Bir insan için bir mevte kadar iki ecel tasavvuruna imkân yoktur.
Ve ölüm her ne sebeple olursa olsun ecel yetmiş, ömür bitmiş olur. Ve
artık ona “ecelsiz öldü” demek tenakuzdan başka bir şey değildir. O gün
anlaşılır ki ezelde mukadder ve müsemmâ olan bu, bugün tahakkuk edip
fiilen kazâ edilen de budur. Fakat bunun kazâsıyla, bu ecel yetmekle
insanın, vücûdun her şeyi, her iş bitmiş olmaz. Bundan sonra da diğer
bir ecel, bir nihâyet gelecektir, bu ecel de bu müddetin nihâyetinde ve
huzûr-ı ilâhîde iyi ve kötü her mes’ûliyet hitam bulacak, suâl ü hesab
tamam olup hayât-ı dünyânın bütün defterleri kapanacak, ondan sonra
ya ebediyen sevab veya ebediyen ikāb devresi gelecektir. Ve işte burada
اَ َﺟ ٌﻞ ُﻣ َﺴ ًّ ِﻋ ْﻨ َﺪ ُهbu âkıbet, bu nihâyettir ki buna “kıyamet”, “sâ at”, “yevm-i
ba s”, “yevm-i cem ”, “yevm-i suâl”, “yevm-i hisâb”, “yevm-i cezâ”,
ِ
“yevm-i dîn”, “yevm-i fasl” denilir. ﺍن ُ اﻻ ِٰﺧ َﺮ َ ﻟَﻬِ َﻲ ا ْﻟ َﺤﻴَ َﻮ
ْ ار
َ َّ[ َوﺍ َّن اﻟﺪel-Ankebût
29/64]2 bu fasıldan itibaren tecellî ve tahakkuk eyleyecektir. Ve artık buna
nihâyet yoktur. Ecel-i mevtten başka bir ecel olan bu “ecel-i müsemmâ”,
ecelin nihâyet mânası itibariyle fasl-ı âhiretin mebde’i olan sâat ve vakit
Allah hem semâvâtta hem arzda mâbud bir Allah’tır. { }ﻳ َ ْﻌﻠ َ ُﻢ ِﺳﺮَّ ُﻛ ْﻢ َو َﺟ ْﻬ َﺮ ُﻛ ْﻢSizin
sırrınızı cehrinizi, gizlinizi açığınızı bilir. {ﻮن َ }و َ ْﻌﻠ َ ُﻢ َﻣﺎ ﺗ َ ْﻜ ِﺴ ُﺒ
َ [1878] İyi kötü,
gizli âşikâr her ne kazanıyor, her neye istihkak kesbediyorsanız onu da bilir.
O ecel-i müsemmâ gelince müstehakkınızı tamamen verir. Yâ Muhammed
{ﺎت َر ّ ِ ِ ْﻢ ِ َ }و َﻣﺎ ﺗ َ ْﺄﺗ۪ﻴﻬِ ْﻢ ِﻣﻦ ٰاﻳَﺔٍ ِﻣﻦ ٰاﻳ
َ bu kâfirlere Rablerinin âyetlerinden, yani Allah
ْ ْ
teâlâ’nın ulûhiyet ü vahdâniyetine ve kudret ü ahkâmına delâlet eden tenzîlî
veya tekvînî delâilinden hiçbir âyet de gelmez ki {َ }اِ َّﻻ ﻛَﺎﻧُﻮﺍ َﻋ ْﻨﻬَﺎ ُﻣ ْﻌﺮِ ۪ﺿillâ onlar,
ondan yüz çevirmiş bulunurlar. A İltifat etmezler. Bunun için {ﻓَ َﻘ ْﺪ ﻛَﺬَّﺑُﻮﺍ ﺑِﺎ ْﻟ َﺤ ِّﻖ
}ﻟ َﻤَّﺎ َﺟٓﺎءَ ُﻫ ْﻢhakkı, yani Kur’ân’ı2 kendilerine gelince tekzib ettiler. A Böyle
en büyük hakkı tekzib edenler diğerlerine nasıl iltifat ederler?3 Fakat {ف َ ﻓَ َﺴ ْﻮ
۪ ِ ِ
}ﻳ َ ْﺄﺗ۪ﻴﻬ ْﻢ اَ ْﻧ ٰﺒٓـ ُﺆ ۬ا َﻣﺎ ﻛَﺎﻧُﻮﺍ ﺑﻪ َ ْ ﺘَ ْﻬﺰِ ُؤ۫ َنonlara ne ile istihzâ etmekte bulunduklarının
müthiş haberleri lâcerem gelecek. A Hak ile istihzâ etmenin ne olduğunu
o zaman anlayacaklardır. { ﻳ َ َﺮ ْوﺍ ﻛَ ْﻢ اَ ْﻫﻠَ ْﻜﻨَﺎ ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒﻠِﻬِ ْﻢ ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺮ ٍن4ْ َ َ }اGörmediler mi
onlardan evvel Biz ne kadar karn helâk ettik?
“Karn” iki mânaya gelir. Birisi zamandan bir müddete5 mukterin
ِ ﺧﻴـﺮ اﻟْ ُﻘﺮ
olan ümmet, bir zaman ahâlisi olan hey’et-i ictimâ iye ki ون ﻗـَْﺮِﱐُ ُْ َ
hadîs-i şerîfi6 bu mânayadır. Bunda sivrilmek veya mukarenet etmek
1 H: “Ve”.
2 H: “hak, yani Kur’an”.
3 B -“Böyle en büyük hakkı tekzib edenler diğerlerine nasıl iltifat ederler?”.
4 H, M ve B: “ ”او.
5 H: “müddette”.
6 Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 378; Buhârî, Şehâdât, 9; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 212:
... ُ َ ُ َ َ ِ َّ ُ ا، ُ َ ُ َ َ ِ َّ ُ ا، ِ َ אس
ِ َ ا
َّ ُ ْ
ْ َّ ْ َّ ْ
Hak Dini Kur’an Dili 815
1 M ve B -“mekân ü”.
2 H: “kurtarmadı”.
3 B: “onlara”.
816 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ً [ َﻣﻌَ ُﻪ ﻧ َ ۪ﺬ25/7] dedikleri de Sûre-i Furkan’da gelecektir. Hâlbuki {َوﻟ َْﻮ اَ ْﻧ َﺰ ْﻟﻨَﺎ
ﻳﺮﺍ 3
ﻜﺎ
ً َ}ﻣﻠ َ dedikleri gibi bir melek indirse idik {اﻻ َْﻣ ُﺮ ْ َ ِ }ﻟ َ ُﻘher iş bitirilirdi4
A olacak olur, kıyametleri kopardı {ون َ }ﺛُﻢَّ َﻻ ﻳُ ْﻨﻈ َُﺮsonra kendilerine
göz açtırılmaz, biz lahza mühlet verilmezdi. A Derhâl mahvolurlar,
Peygamber’in haber vermek, inzar etmek için ba s olunduğu azab hemen
tatbik edilmiş bulunurdu ve artık peygamber irsâlinin hikmeti, mânası
kalmazdı. Çünkü meleği sûret-i hakîkiyesiyle görmeye tâkat getiremezler,
yıldırım çarpmaktan daha müthiş bir surette helâk olurlardı. Ale’l-
husûs ki o Kur’ân’ı getiren Cibrîl’dir. Ve onun bir sayhası bir memleketi
mahvetmeye kâfi gelmiştir. Peygamberler içinde bile pek nâdir zevât onu5
sûret-i hakīkiyesiyle nâdiren görebilmiştir. Vahiy esnâsında Peygamber’in
nasıl bir tazyik içinde kendisinden geçtiği de mâlumdur. Bunun için
{ﻜﺎ
ً َﺎه َﻣﻠ ُ َ}وﻟ َْﻮ َﺟﻌَ ْﻠﻨ
َ Biz onu -o gönderdiğimiz peygamberi beşer değil,
dedikleri gibi- melek yapsa idik {ﺎه َر ُﺟ ًﻼ ُ َ }ﻟ ََﺠﻌَ ْﻠﻨmutlak onu bir recül yapar,
bir erkek suretine koyar da gönderirdik. A Nasıl ki Resûlullah’a da Cibrîl
çok defa Dıhyetü’l-Kelbî suretinde temessül ederek inerdi.6 Bazen de
Peygamber’le beraber sahabeye de gayet beyaz elbiseli ve çok siyah saçlı
bir adam suretinde zuhur ederdi. Üzerinde hiçbir sefer alâimi görünmez
ve sahabeden hiçbiri de tanımazdı.7 Vahiy hadislerinde ﱄ ِ َﺣﻴَﺎﻧًﺎ ﻳـَﺘَ َﻤﺜ
َ ﱠﻞ ُ ْ َوأ
ﻚ َر ُﺟ ًﻼ ُ َ اﻟْ َﻤﻠbuyurulduğu mâlumdur. Cibrîl’in bir [1882] a râbî suretinde
8
1 Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân, IV, 135-136. Krş. Mukātil b. Süleyman, Tefsîr, I, 550:
،כ ، א ا»א، و، أ أ ّٰ و ا،ا אرث ا :( وا כ אل ) א
َْ » َو و ّٰ « ل ا وأ כ ر، ّٰ ا أ ون ا ئכ ؛ و أر، ّٰ ا א כ אب
«...אس ٍ َ ِ ِ َ ْ َא َ َכ ِכ א א
ْ ً َ ْ َ َّ
2 H, M ve B: “ ”.
3 “…ona bir melek indirilse de maiyyetinde yaver bir savulcu olsa ya!”
4 H: “biterdi”.
5 B -“onu”.
6 Bk. İbn İshâk, Sîre, s. 297; Vâkıdî, el-Megāzî, I, 78; Abdurrezzâk, el-Musannef, V, 370; İbn Hişâm,
es-Sîre, II, 234; Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Îmân, 271; Nesâî, Îmân, 6.
7 Müslim, Îmân, 1.
8 Muvatta’, Kur’ân, 7; Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 2; Tirmizî, Menâkıb, 7.
818 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
geldiği; imanı, islâmı, ihsânı sual ederek binâ-yı İslâm’ı tâlim ettiği de
meşhurdur.1 Ve nasıl ki Hazret-i Meryem’e “bir beşer-i sevî” suretinde
temessül etmiş idi,2 kezâlik Hazret-i İbrâhim’e ve Hazret-i Lût’a melâike
müsafir suretinde gelmişlerdi.3
Burada ﻟ ََﺠﻌَ ْﻠﻨَﺎهُ رَ ُﺟ ًﻼbuyurulması şâyân-ı dikkattir. Bununla meleğin
kadın suretinde gönderilmesi ihtimâli bulunmadığı bilhassa anlatılmıştır.
Zira bu kâfirler melâikeyi inâs tahayyül ediyorlardı. Bu gibi akāid-i
bâtıladan nehy ü tahzir için gönderileceği mevzû -i bahis olan meleğin
kadın suretinde gönderilmesi ise o zehâbı tervic demek olacağından
muhâlif-i hikmet bir tenâkuz-ı fi lî olurdu. Melekler hakikatte onların
hayalleri gibi dilber kızlar değildir. Hatta onlara karşı inâs suretinde
temessülleri bile muhtemil değildir. Buna işâreten buyurulmuştur ki:
Peygamberi melek gönderecek olsa idik, her hâlde bir erkek suretine
kor da gönderirdik {ﻮن َ }وﻟَﻠَﺒَ ْﺴﻨَﺎ َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ َﻣﺎ ﻳ َ ْﻠ ِﺒ ُﺴ
َ ve şimdi onların yaptıkları
telbîsi o zaman da Biz kendilerine yapmış olurduk; onları aynı işkâl ü
iltibâsa ziyadesiyle düşürmüş bulunurduk. A Şimdi Peygamber, beşer
olduğundan dolayı kendilerine mümâsil göstererek َﻣﺎ ٰﻫ َﺬٓا اِ َّﻻ َ َ ٌﺮ ِﻣ ْﺜﻠُﻜُ ْﻢ
[el-Mü’minûn 23/24, 33]4 diye telbîs ü inkâra kalkışan kâfirler, o zaman
da meleği insan suretinde görecekler ve ona “biz senin melek olduğunu
ne bilelim, sen de bizim gibi bir beşersin” diyeceklerdi. Melek olduğuna
inanmayacaklar, istidlâlâtını dinlemeyecekler, risâletini kabul ve tasdik
etmeyeceklerdi. Fazla olarak bu şüphe ve işkâl yalnız onların telbisleri
olmakla kalmayacak, Allah kendilerini böyle bir iltibas karşısında
bulundurmuş olacaktı.
Yâ Muhammed, {ﻚ َ ِئ ﺑ ِ ُﺮ ُﺳﻞٍ ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒﻠ
َ ِاﺳ ُﺘ ْﻬﺰ ِ َ kasem olsun ki senden evvel
ْ }وﻟَﻘَﺪ
birçok peygamberlerle istihzâ edildi de [1883] {ﻳﻦ َﺳ ِﺨ ُﺮوﺍ ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َ }ﻓَ َﺤﺎ َق ﺑِﺎﻟ َّ ۪ﺬ
onlarla eğlenenleri sebeb-i istihzâ addettikleri hakikat sarıp kuşatıverdi.
A İstihzâlarının tazyîk-i vebâli altında mahvoldular. Binâen aleyh sen o
1 Buhârî, Îmân, 37; Müslim, Îmân, 1.
2 Meryem 19/17.
3 Hûd 11/ 78; el-Hicr 15/51, 68; ez-Zâriyât 51/24; el-Kamer 54/37.
4 “…Bu başka değil ancak sizin gibi bir beşer…”
Hak Dini Kur’an Dili 819
1 B: “nazariye”.
2 H +“içinde”.
820 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
{ِض ﻗُ ْﻞ ِ ّٰﻪﻠﻟ
ۜ ِ ﺍﻻ َْر
ِ }ﻗُ ْﻞ ﻟ ِ َﻤﻦ َﻣﺎ ِ اﻟﺴ ٰﻤ َﻮA Burada evvelâ gösteriliyor ki
ْ ﺍت َو َّ ْ
hakīkat-i ilmin başı idrâk-i illet ve taharriyât-ı ilmiyenin başı da taharrî-i
illettir. Ve itmi’nân-ı kalb, illet ile ma lul beynindeki nisbet-i illiyetin
keyfiyetini idraktedir. Sâniyen gösteriliyor ki taharriyât-ı ilmiyenin iki
rükn-i mühimmi vardır: Biri sual diğeri cevap. Bilmek için evvelemirde ne
aradığını bilmek, sualini tâyin ve tasvir etmek lâzımdır. Fi’l-vâki tasvîr-i
suâl, yani vaz -ı mes’ele ilmin nısfıdır denilir. Demek ki ilk vazife semâvât
ve arzdaki eşyâya bakıp bunlardaki tehavvülâtı görmek ve binâen aleyh
umûmunun illetini taharrî edip “bunlar kimin?” suâlini sormak ve buna
nefsinde “Allah’ın” cevâbını almaktır. Sâlisen bu suâl ü cevâbın “kul,
kul” diye gayet sade bir surette emr-i ta lîmi de iki hakikati müş irdir.
Birincisi gösteriyor ki, bu sual ve o lahzada bu cevap dahi Allah teâlâ’nın
kalb-i beşere bir emr ü ilhâmıdır. O “bunu sor” ve arkasından da “şu
cevâbı ver” diye emrediyor; bu suretle bunlarda Allah’a delâlet eden âyât-ı
1 H: “‘Kimin şu semâvât ile arzdaki?’ de. ‘Allah’ın’ de, O kendi uhdesine rahmeti yazdı. Elbette sizi kıya-
met gününe toplayacak, bunda şüpheye mahal yok. Nefislerine yazık edenlerdir ki iman etmezler (12).
Hâlbuki gecede gündüzde barınan O’nun, ve işiten bilen ancak O (13). ‘Ya’ de, ‘o göklerin, yerin yara-
tanı Allah’tan başkasını mı velî ittihaz edeceğim? Hâlbuki O besliyor ve kendisi beslenmekten münezzeh
bulunuyor’, ‘ben’ de, ‘cidden ehl-i İslâm’ın birincisi olmakla emrolundum ve «sakın müşriklerden olma»
buyuruldu’ (14). ‘Ben’ de, ‘Rabbime isyan edecek olursam cidden büyük bir günün azâbından korka-
rım’ (15). Kim kendisinden o gün azab bertaraf edilirse işte onu rahmetiyle yarlığamıştır. Ve işte ayan
beyan kurtuluş odur (16). Eğer Allah sana bir keder dokundurursa onu O’ndan başka açacak yoktur ve
eğer sana bir hayır dokundurursa yine O her şeye kādirdir (17). Kullarının üstünde Kāhir O. Hakîm O,
Habîr O (18)”.
Hak Dini Kur’an Dili 821
1 M ve B: “rahmet”.
2 M ve B -“Allah”.
3 M ve B: “fazl”.
822 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ahlâk edindi. Bütün bu eşyâyı rahmetiyle halk etti ve bütün cereyân-ı şu’ûn
O’nun sutûr-i rahmeti oldu. Binâen aleyh Allah ile mahlûkātı beynindeki
nisbet-i halk ve rubûbiyette Allah tarafından evvelen ve bizzat gelen ve
muntazar olan hükm ü te’sîr rahmetten ibarettir. Ahkâm-ı gazab evvelen ve
bizzat1 ahlâk-ı ilâhînin muktezâsı değil, cihet-i halktan, halkın gerek kendi
aralarındaki nisbet-i ta addüdleri ve gerek ahlâk-ı ilâhiyeden tebâ üdleri
muktezâsı olarak derece-i sâniyede ve tâlî bir surette lâhik olur. Ve bu
lühûk da yine rahmet-i ilâhiyenin muktezâsıdır. Elemin halkı maksûdun
li-zâtihi değil, lezzete ta ayyün vermek, onun hükmünü muhafaza etmek ve
lezâiz-i fâniyeden lezâiz-i bâkıyeye geçmek içindir. Allah teâlâ’nın cümle-i
rahmetindendir ki [1887] insanları da ibtidâen fıtrat-ı selîme üzere halk
etmiş, akl ü ihtiyar ve hürriyet vermiş ve enfüs ü âfâkta nasb-ı âyât ve irsâl-i
rusül ve inzâl-i kütüb ile marifet ve tevhîdine hidâyet eylemiş, rahmet ü
rıdvânının muktezayâtına davet ve gazab u ikābına müeddî ahvâlden tahzir
etmiştir. Allah teâlâ’nın kendiye rahmeti yazmış olmasından dolayıdır ki
bu rahmeti ve ni met-i hürriyeti sû’-i isti mâl edip böyle Allah’tan udûl,
fıtratullâhı tebdîl ü tağyîre kıyam, âyât ve delâilden i râz, kitapları tekzib
ve peygamberlerle istihzâ, velhâsıl ahlâk-ı ilâhî hilâfına muktezayât-ı gazabı
iltizam edenler hakkında ukūbeti ta cil etmez, tevbe ve ilticâyı kabul eder,
yoksa sizi de çoktan o mahv u münkariz olanların yanına gönderirdi. Fakat
yine Allah’ın rahmeti kendine yazmış olmasından nâşîdir ki bu imhâl,
nâmütenâhî gidemez, elbette bunun bir ecel-i müsemmâsı vardır. Ve
elbette Allah hilâf-ı rızâsı olan bu cür’etleri ahkâm-ı gazabıyla karşılayacak,
nizâm-ı rahmetini ilelebed idâme edecektir.
Ey mükezzibîn, bunun için {ِ }ﻟ َﻴَ ْﺠﻤَﻌَﻨَّﻜُ ْﻢ اِ ٰ ﻳ َ ْﻮ ِم ا ْﻟ ِﻘ ٰﻴﻤَﺔkasem olsun ki o
Rahmân-ı Rahîm olan Allah yevm-i kıyâmete kadar sizi -o âkıbetlerini
göreceğiniz mükezzibîn-i mâziye ile beraber hepinizi kabirlerde ve mahşer
yerinde- toplayacak da rızâsına doğru gidenleri rahmet-i ebediyesiyle
bekâm ederken sizin de şirk ü mâsiyetlerinizin cezâsını verecektir.
{ِﺐ ۪ﻓﻴﻪ َ Bunda, bu cem de ve bu kıyamet gününün geleceğinde hiç
َ ْ َ}ﻻ ر
1 B -“gelen ve muntazar olan hükm ü te’sîr rahmetten ibarettir. Ahkâm-ı gazab evvelen ve bizzat”.
Hak Dini Kur’an Dili 823
1 B: “görünenler”.
2 M: “gadabı”.
3 B -“ve bu vechile rahmeti gazabını sebk etmiş”.
824 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
[1889] “Fâtır”, “fatr”dan ism-i fâ ildir ki, “fıtrat” bunun binâ’-i nev i
veya hâsıl-ı masdarıdır. Lisânımızda da pek çok müsta mel olan bu
kelimenin mânasını biraz îzah edelim. İbn Abbas’tan mervîdir ki “Ben”
demiş, “‘fâtır’ın mânasını iyice bilmiyordum, nihâyet bana iki a râbî bir
kuyu hakkında muhakemeye geldiler. Birisi اﺑـْﺘَ َﺪأْﺗـَُﻬﺎ: أي، أَﻧَﺎ ﻓَﻄَْﺮﺗـَُﻬﺎyani ‘ben
başladım, ibtidâ ben kazdım’ dedi.”1 İbn Enbârî de şöyle beyan etmiştir
ki: “Fatr”ın aslı bir şeyi ibtidâsında şakketmek, yarmaktır.”2 Bundan
anlaşılır ki lisânımızdaki “yaratmak” kelimesi daha ziyade bununla
alâkadardır. Ve bunun îzâhı şudur: Mevcûdât-ı hâdise vücûda gelmezden
evvel ma dumdurlar, gayr-i mütemâyizdirler. Semâvât ve arz da ecrâm
ve ecsâm-ı süfliyesiyle bütün kâinât-ı maddiyeden kat -ı nazarla fezâ-yı
mutlak mülâhaza edildiği zaman ve meselâ sâkin ve tenhâ bir yerde göz
yumulduğu veya gayet karanlık bir yerde veya bir gecede muhîte iltifat
olunduğu zaman hiçbir noktada bir yarık, bir delik görünmez; hepsi
zulmette, ademde, bitişik, kapanık, retk bir hâlde bulunur ki insanlara
adem-i mutlak ancak bu suretle tavazzuh edebilir. Nitekim ﺍت ِ اَ َّن اﻟﺴ ٰﻤ َﻮ
َّ
ﺎﻫ َﻤﺎ ﻨﻘ ﺘ ﻔ ﻓ ﻘﺎ ﺗر ﺎ ﺘ ﺎﻧَ
ُ َ َْ َ َ ً َْ َ َ َ ْ َ ﻛ ضَر ﺍﻻ
ْ و [el-Enbiyâ 21/30]3
gelecektir. Ve sonra bu hâl
içinde bir noktadan bir mevcûdiyetin belirdiği, meselâ bir ışığın, bir
yıldızın doğduğu lahza tasavvur edilirse, bunun o noktada fezâyı yarıp
orada bir bu d, bir delik, bir pencere gibi zuhur ettiği görülür. Ve işte
mevcûdât-ı hâdisenin ilk ân-ı vücûdu fezâ-yı ademin böyle bir yarılışıdır.
Bu şak, bu yarış “fatr”, ve bu ilk yarılıştaki hâl-i vücûd bir “fıtrat”tır.
Yaratmak ve yaratılış da budur. Binâen aleyh fıtrat, bir ilm-i mütekaddim4
ile takdir etmek mânasını da mutazammın olan “halk” mefhûmunun
cüz’-i sânîsi demektir. Ve bu itibar iledir ki “halk” u “hilkat”, “fatr” u
“fıtrat” müteradif olarak isti mâl olunur. Ademden yaratılış böyle olduğu
gibi, bir madde-i asliyeden yaratılış da böyledir. Bir maddeden diğer bir
cismin, bir mevcûdun zuhur etmesi evvelemirde [1890] böyle bir şak
ile başlar. Bir şak ki hem evvelki maddeyi hem de fezâyı yarmıştır. Bir
cirimden diğer bir cirmin kopması, bir tohumdan bir çemenin çıkması,
bir huceyreden bir huceyrenin doğması hep bir şaktır. Bu şak evvelki
maddeye nazaran bir harâb ü fesad, fakat ondan çıkan yeni mevcûda
nazaran da bir şakk-ı ıslah ve vücuddur. İlk ademi yarış, maddeyi çıkarışta
ise hiçbir ma nâ-yı fesad yoktur. O mahz-ı salâh olan bir şaktır. İşte
evvelemirde mekâniyyâtta bâriz olan bu mâna dolayısıyla herhangi bir
şeyin madde ile gerek mesbuk olsun ve gerek olmasın bilfiil olan ilk îcâd
u ibdâ ına “fatr” ve ilk hâlet-i vücûdiyesine “fıtrat” tesmiye olunmuştur
ki bu fıtratın tevâlîsi içindeki sûret-i ıttırâda da “tabiat” tesmiye olunur.
Bunun için fıtrat, tabiata mukaddemdir. Ma nâ-yı tabiat hâl-i fıtratın
tevâlî ve tekerrürü mertebesinden başlayan bir tâlîsidir.
İşte ضِ ﺍﻻ َْر ِ ﻓَﺎﻃِﺮِ اﻟﺴ ٰﻤ َﻮolan Allah hem bütün fıtratları yapar yaratır,
ْ ﺍت َو َّ
hem de onların mukadder olan devam ve tevâlîleri için muhtaç oldukları
havâic-i tabî iyeyi de bahş u ihsan eder. Ve kendisi her ihtiyaçtan
müberrâdır. Bu halk u ihsânına bedel kullarından, mahlûkātından hiçbir
intifâ maksadı gözetmez. Ancak hâlet-i sâniyede rahmet-i ebediyesine
îsâl ile onları gazabından vikāye için kendine, evâmir ü ahkâmına islâm
ve inkıyad ister.
ِ ِ
Yâ Muhammed { } ُﻗ ْﻞde ki {ُﻮن اَ َّو َل َﻣ ْﻦ اَ ْﺳﻠ َ َﻢ ُ “ }ا ۪ ّ ٓ ُاﻣ ْﺮbana
َ ت اَ ْن اَכ
Müslümanların; Allah’a teslîm-i nefs ile ihlâs üzere inkıyad edenlerin
evveli olmam emredildi {َ }و َﻻ ﺗَﻜُﻮﻧ َ َّﻦ ِﻣ َﻦ ا ْﻟ ُﻤ ْﺸﺮِ ۪ﻛ َ ve ‘sakın müşriklerden
olma’ buyuruldu, bana bu emr ü nehy son derece kat î ve muhakkaktır.
{اب ﻳ َ ْﻮ ٍم َﻋ ۪ﻈﻴ ٍﻢ ِ ِ
َ ﺖ َر ۪ ّ َﻋ َﺬ ُ }ا ۪ ّ ٓ اَ َﺧBen şayet Rabbime isyan [1891]
ُ ﺎف ا ْن َﻋ َﺼ ْﻴ
eder, bu emr ü nehye muhalefet eylersem her hâlde büyük bir günün
azâbından korkarım. {ف َﻋ ْﻨﻪُ ﻳ َ ْﻮ َﻣ ِﺌ ٍﺬ ْ }ﻣ ْﻦ ﻳُ ْﺼ َﺮ
َ Her kim ki o gün kendisinden
azab sarf u def edilir -Âsım’dan Ebû Bekir Şu be rivayeti, Hamza ve
Kisâî kıraati ma lum sîgasıyla ف ْ ِ ﻳ َ ْﺼﺮolduğuna göre- ondan Allah, azabı
1
1 B: “okunduğuna”.
826 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
onu idâme ve izâleye de kādirdir. {ﺎد ۪ه ِ َ}وﻫ َﻮ ا ْﻟﻘَﺎﻫِﺮ ﻓَﻮ َق ِﻋﺒ
ْ ُ ُ َ Velhâsıl O kādir,
kullarının fevkinde kāhirdir. A Mâ-tahttan icrâ-yı te’sîr etmeye çalışır
ve mağlub olması muhtemil bir müessir değil, her vechile üstün, dâima
gālib ve kāhir bir kādirdir. Ne durruna mu âraza edilebilir, ne hayrına
müzâhame. Durr O’nun durru, hayr O’nun hayrıdır. {ُ ۪ﻴﻢ ا ْﻟ َﺨﺒ ُ }و ُﻫ َﻮ ا ْﻟ َﺤ ۪ﻜ
َ
Ve O ef âlinde hakîm, ibâdının ahvâline Habîr ü Alîm’dir. Hem yegâne
Hakîm ve Habîr’dir ki O [1892] Hakîm ü Habîr olmasa idi hikmet ve
hayr nişâneleri nereden gelirdi? Binâen aleyh böyle kâşif-i durr, mu tî-i
hayr, Kādir ü Kāhir, Hakîm ü Habîr bir Allah’ın karşısına başkası nasıl
velî ittihaz edilir de istiklâlen veya iştirâken mâbud tanınabilir?
Bu Hakîm ü Habîr fâsılası ve bu hikmet ü hayr noktasında ilm-i
hikmetin en mühim esasını teşkil eden şâhid-i hak ve menât-ı yakīn
meselesi ile nübüvvet-i Muhammediyeyi takrir siyâkında buyuruluyor ki:
Yâ Muhammed:
1 M ve B: “ve”.
2 M ve B +“de”.
Hak Dini Kur’an Dili 827
ِ
َ ﺎب ﻳ َ ْﻌﺮِ ُﻓﻮﻧ َ ُﻪ ﻛَ َﻤﺎ ﻳ َ ْﻌﺮِ ُﻓ
ۢ ﻮن اَ ْﺑﻨَ ٓﺎءَ ُﻫ ْﻢ ِ
َ َﺎﻫ ُﻢ ا ْﻟﻜﺘ
ُ َﻳﻦ ٰاﺗ َ ْﻴﻨ َ ۪يء ِﻣﻤَّﺎ ﺗُ ْﺸﺮِ ُﻛ
َ ﴾ اَﻟ َّ۪ﺬ١٩﴿ ۢ ﻮن ٌ ٓ َوﺍﻧ َّ ۪ﻨﻲ ﺑَﺮ
اﻪﻠﻟِ ﻛَ ِﺬ ًﺑﺎ اَ ْو
ّٰ ﴾ َو َﻣ ْﻦ اَﻇْﻠ َ ُﻢ ِﻣﻤَّ ِﻦ ا ْﻓﺘَ ٰﺮى َﻋﻠَﻰ٢٠﴿ ۟ ﻮن َ ﻳﻦ َﺧ ِﺴ ُﺮ ٓوﺍ اَ ْﻧ ُﻔ َﺴ ُﻬ ْﻢ ﻓَ ُﻬ ْﻢ َﻻ ﻳُ ْﺆ ِﻣ ُﻨ َ اَﻟ َّ۪ﺬ
ِ ُ ﴾ و ﻮمَ ﻧَﺤ ُﺸﺮﻫﻢ ﺟ ۪ﻤﻴﻌﺎ ﺛُﻢَّ ﻧ َ ُﻘ٢١﴿ ﻮن
ﻳﻦ اَ ْﺷ َﺮ ُﻛٓﻮﺍ
َ ﻮل ﻟﻠ َّ۪ﺬ ً َ ْ ُ ُ ْ َْ َ َ َّب ﺑِﺎٰﻳَﺎﺗ ِ ۪ﻪ ۜ اِﻧ َّ ُﻪ َﻻ ﻳُ ْﻔﻠِ ُﺢ اﻟﻈ َّﺎﻟ ِ ُﻤ
َ ﻛَﺬ
ﺍﻪﻠﻟِ َرﺑِّﻨَﺎ َﻣﺎّٰ ﴾ ﺛُﻢَّ ﻟ َْﻢ ﺗَﻜُ ْﻦ ﻓِ ْﺘﻨَﺘُ ُﻬ ْﻢ اِ َّ ٓﻻ اَ ْن ﻗَﺎﻟُﻮﺍ َو٢٢﴿ ﻮن َ اَ ْﻳ َﻦ ُﺷ َﺮﻛَٓﺎ ُؤ۬ﻛُ ُﻢ اﻟ َّ۪ﺬ
َ ﻳﻦ ﻛُ ْﻨﺘُ ْﻢ ﺗ َ ْﺰ ُﻋ ُﻤ
﴾٢٤﴿ ون َ ﺿ َّﻞ َﻋ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َﻣﺎ ﻛَﺎﻧُﻮﺍ ﻳ َ ْﻔﺘَ ُﺮ َ ﻒ ﻛَ َﺬﺑُﻮﺍ َﻋﻠٰٓﻰ اَ ْﻧ ُﻔ ِﺴ ِﻬ ْﻢ َو َ ﴾ ُا ْﻧﻈ ُ ْﺮ ﻛَ ْﻴ٢٣﴿ ﻴﻦ َ ُﻛﻨَّﺎ ُﻣ ْﺸﺮِ ۪ﻛ
riniz?’ (22). Sonra başka fitnelik edemeyecekler, sade şöyle diyecekler: ‘Rabbimiz Allah’a yemin ederiz,
vallahi müşrik değil idik biz’ (23). Bak vicdanlarına karşı nasıl yalan söylediler, kendi kendilerine yalan
çıkardılar, gāib oluverdi de onlardan o uydurdukları mâbudlar (24)”.
1 Mukātil b. Süleyman, Tefsîr, I, 553-554; Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân, IV, 140:
א כ א َ ُ ُل و ك א ىأ ا أ א و ا ّٰ ر: َّ َ ا ّٰ ُ َ َ ِ َو א ا وذ כ أن כ אر
َ ْ
ََّ َ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ ِ َو ّٰ כ أن ا ّٰ ُ َ ا َّ ِ ي أر כ؟ َ َ َאل ا ْ َ ذכ כ َ
َ ْ ُ َّ
َ أ ا ،כ أَ ْ ا כ אب
« »ا ّٰ ُ َ ِ ٌ َ ِ َو َ َ ُכ: ٍ
...ر ل
ْ ْ ْ
א « ْ ُ » : ّٰ َ َ َאل ا.ه אدة َ َ ُ َ ْ ْ َ »أَ ُّي
ا ّٰ أכ:אد ًة« َ א ُ ا כَ أ ء «ُْ»
2 B: “şehadetlerine”.
3 B: “İlmin”.
Hak Dini Kur’an Dili 829
ayniyetinde bulunur. O var olduğu yerde var, yok olduğu yerde yoktur.
Onun kendi vücûdu, kendi ayniyeti ise ilm-i ilâhîdedir ve onun bir ifadesi,
bir âyetidir. Enfüsî, âfâkī hiçbir şey Allah’ın şehadetine istinad etmeden
ve bir şehâdet-i ilâhiye olmadan kendine şehadet edemez. Allah’ın şâhid
olmadığı şehadet bulunamaz ve Allah işhad edilmeden hiçbir şehadet
yapılamaz. Hâsılı Allah’tan büyük bir şey ve Allah’ın fevkinde hiçbir
Alîm ü Habîr mutasavver değildir. Ve Allah’tan büyük şâhid de tasavvur
olunamaz. Allah’ın şehadeti de her şeyden evvel bahşettiği ilm-i yakīn ile
zâhir olur. O da bahşettiği kalbde bulunur. Ve [1895] onun şâhidi evvelâ
Allah ile kendisi olur. Vahy-i nübüvvet işbu ُﻗﻞ... ُﻗ ْﻞemirlerinin gösterdiği
vechile cebrî bir ilkā-yı Hak1, bir fıtrat-ı hâssa olarak Allah teâlâ’nın ayne’l-
yakīn bir emr ü şehadetidir. Nübüvvet-i Muhammediye de her şeyden
evvel Allah teâlâ’nın kendi zâtındaki ilmi ve kalb-i Muhammedîdeki
şehadeti ile sâbittir. Muhammed’in Resûlullah olduğunu ve bu davada
sâdık bulunduğunu henüz hiç kimse bilmez, hiç kimse şehadet etmezse
ona Allah şâhiddir. Onu kalb-i Muhammedîdeki şehadetiyle isbat eden
Allah dilerse bütün enfüs ü âfâkta da kendine şehadet ettiği lâ-yü ad
velâ-yuhsâ şâhidler halk ederek isbat eyler ve nitekim etmiştir. İyi bilmek
lâzım gelir ki vahy-i nübüvvet sadece bir ilham almak değil, cebr-i ilâhî
ile bir şehâdet-i ilâhiye telâkkī etmek ve aldığı ıztırâr-ı kat î ile ayne’l-
yakīn bilmektir. Bunun için buyuruluyor ki:
Yâ Muhammed, en büyük şehadet Allah’ın şehadeti olduğunu
söyle ve Allah’ı işhad ederek de ki “sizinle benim aramda şâhid O’dur.
{}وﺍُو۫ ِ َ اِ َ َّ ٰﻫ َﺬا ا ْﻟ ُﻘ ْﺮﺍٰ ُن ِ
َ Ve bana bu Kur’an vahy olundu ki {َ}ﻻ ُ ْﻧ ِﺬ َرﻛُ ْﻢ ﺑ ِ ۪ﻪ َو َﻣ ْﻦ ﺑَﻠَﻎ
bununla karşımdaki sizleri ve gāibde bunun bâliğ ve vâsıl olduğu herkesi
inzar edeyim, o korkunç âkıbetten korunmak için tahzir eyleyeyim.” A
Demek ki Kur’ân’ın ahkâmı vakt-i nüzûlünde mevcud olanlara münhasır
değildir. Onlardan sonra kıyamete kadar gelecek olanlara dahi umûmen
şâmildir. Ancak Kur’ân’ın bâliğ olmadığı, kulaklarına2 erişmediği kimseler
muâheze olunmazlar.
1 H +“Hak’tır”.
2 B: “kulakların”.
830 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Böyle söyle ve o müşrikleri inzar için şunu da ilâve eyle: {ون َ اَﺋِﻨَّﻜُ ْﻢ ﻟَﺘَ ْﺸﻬَ ُﺪ
اﻪﻠﻟِ ٰاﻟِﻬَﺔ ً اُ ْﺧ ٰﺮى
ّٰ َ }اَ َّن َﻣﻊMuhakkak Allah’ın maiyyetinde başka ilâhlar var diye
hakikaten siz mi kat î şehadette bulunuyorsunuz? Sahihten siz mi buna
şâhidlik ediyorsunuz? {“ }ﻗُ ْﻞ َ ٓﻻ اَ ْﺷﻬَ ُﺪBen ona şehadet etmem”, de [1896]
ِ ِ
َ ُ۪يء ِﻣﻤَّﺎ ُ ْ ﺮِﻛ
{ﻮن ِ ِ
ٌ ٓ “ }ﻗُ ْﻞ اﻧ َّ َﻤﺎ ُﻫ َﻮ اﻟ ٌٰﻪ َوﺍﺣ ٌﺪ َوﺍﻧ َّ ۪ ﺑَﺮben ancak ‘Allah tek bir ilâhtır’
diye şehadet ederim, أَ ْﺷ َﻬ ُﺪ أَ ْن َﻻ إِٰﻟﻪَ إِﱠﻻ اﷲderim ve her hâlde ben sizin
Allah’a ortak tuttuğunuz şeylerden berîyim” de. A Bundan anlaşılıyor
ِ ِ
ki bir kimse İslâm’a girerken ُﺳﻮﻟُﻪ ُ أَ ْﺷ َﻬ ُﺪ أَ ْن َﻻ إٰﻟﻪَ إﱠﻻ اﷲ َوأَ ْﺷ َﻬ ُﺪ أَ ﱠن ُﳏَ ﱠﻤ ًﺪا َﻋْﺒ ُﺪﻩُ َوَر
ِ
şehadetinden sonra ﻮن َ ُ۪يء ِﻣﻤَّﺎ ُ ْ ﺮِﻛ
ٌ ٓ َوﺍﻧ َّ ۪ ﺑَﺮmazmûnu üzere sarâhaten dahi
edyân-ı sâireden teberrî etmelidir. Ma amâfîh َ َﻻ إِٰﻟﻪnefyi esasen bu teberrîyi
mutazammın bulunduğundan ulemâ, bu tasrîhe müstehab demişlerdir.
Yehûd ve Nasarânın nübüvvet-i Muhammediyeyi inkâr etmelerine
ِ
َ ﺎب ﻳ َ ْﻌﺮِ ُﻓﻮﻧ َ ُﻪ ﻛَ َﻤﺎ ﻳ َ ْﻌﺮِ ُﻓ
gelince, { إﱁ...ﻮن َ َﺎﻫ ُﻢ ا ْﻟﻜﺘ َ ( }اَﻟ َّ۪ﺬSûre-i Bakara’da ikinci
ُ َﻳﻦ ٰاﺗ َ ْﻴﻨ
cüz’ün ikinci sahifesine bak).
Son zamanlarda1 tertib ettirilmiş olan ve2 Târîh-i İslâm diye terceme
ve tab olunan eserin müellifi İtalyan Caetani3 demiş ki: “Muhammed
1 H +“papalık tarafından”.
2 H +“Hüseyin Câhid Bey tarafından”.
3 M: “Kaytano”.
İtalyan şarkiyatçısı Leone Caetani’nin (1869-1935) kaleme aldığı Annali dell’Islâm (İslâm Tarihi; 1905-1926)
isimli 10 ciltlik eser, Hz. Peygamber’in hayatından hicretin 40. yılına kadar gelen, zamanında İslâmî araş-
tırmalar sahasında etkili olmuş bir çalışmadır. Bu eserin özelliklerinden birisi geniş bir araştırıcı kadrosunun
desteğiyle ve zengin bir literatüre dayalı olarak kaleme alınmış olması ise, diğeri de İslâmiyete, Peygamberi-
mize ve bütün bir İslâm kültürüne karşı son derece önyargılı ve düşmanca bir tutum içermesidir. Bu kitabın
Resûlullah’ın hayatına ait bölümü Hüseyin Câhid Yalçın’ın çevirisiyle 1924-1927 yılları arasında Türkçe ola-
rak (on cilt halinde) neşredilmiştir. Caetani’nin kitabı, tıpkı daha önce Reinhart Dozy’nin Essai sur l’Histoire
de l’Islamisme (1863) isimli eserinin Abdullah Cevdet tarafından 1908 yılında Tarih-i İslâmiyet adıyla yapılan
çevirisi gibi, İslâmiyet hakkında birinci el kaynaklardan bilgilenme imkânı olmayan aydın kesimler ve öğren-
ciler arasında etkili olmuş, menfi ve çarpık bir din anlayışına yol açmıştır. Bazı hamiyet sâhibi ilim adamları
tarafından Caetani tarihine yönelik birkaç eleştiri yazısı yazılmışsa da, bunlar arasında hiçbiri sistematik ve
kapsamlı bir reddiye hüviyeti taşımıyordu. Caetani tarihi hakkında üç yazı yayımlayan (Elmalılı’nın da yakın
dostu olan) Babanzade Ahmed Naim şöyle diyordu: “Vatikan’ın propaganda teşkilatı ile irtibatından pek
ziyade şüphelendiğim bu eserin her hata ve tahrîfini redde vakit müsaid olamaz. Çünki bahis bahis, satır satır
kitabı tâkip edip yanlışlıklarını, tahriflerini, bazı yerlerdeki cehillerini meydana çıkarmak pek uzun sürer.”
(Babanzade Ahmed Naim, “İslâm Tarihi Hakkında: Hüseyin Cahid Beyefendi’ye Açık Mektup”, Sebilürre-
şad, sy. 638, 18 Recep 1343-12 Şubat 1341, s. 212-213.) Babanzade’nin bahsettiği anlamda bir gayreti son
dönem âlimlerinden Mustafa Âsım Köksal (ö. 1998) gösterecek, beş yılının tamamını bir vazife bilinci ile bu
işe ayıracaktır. Caetani’ye Reddiye’nin 1961’den itibaren muhtelif baskıları yapılmış, 2015 yılında Köksal’ın
İslâm Tarihi adlı eserinin Medine devri ciltlerindeki eleştirilerin bir araya getirildiği ikinci cildiyle birlikte iki
cilt olarak basılmıştır.
Hak Dini Kur’an Dili 831
üzere “ey semâvât u arzın rabbi olan Rabbim! Sana ahd ederim ki
beni nefsime havale etme, zira Sen beni nefsime havale [1897] eder,
kendime bırakırsan nefsim beni şerre yaklaştırır ve hayırdan uzaklaştırır.”
ْ ﺎﻋ ُﺪِﱐ ِﻣ َﻦ
اﳋَِْﲑ ِ َﻻ ﺗَ ِﻜ ْﻠ ِﲏ َإﱃ ﻧـ ْﻔ ِﺴﻲ ﻓَﺈﻧﱠﻚ إِ ْن ﺗَ ِﻜ ْﻠ َِﲏ َإﱃ ﻧـ ْﻔ ِﺴﻲ ﺗـ َﻘﱢﺮﺑ ِﲏ ِﻣﻦ اﻟ ﱠﺸﱢﺮ وﺗـﺒdiye4 dua
َُ َ َ ُ ُ َ َ
eden Resûlullah’a i timâd-ı nefs isnâdı bühtandan başka ne olur? Nefse
itimad kendini bilmemek, Allah’ı tanımamak, kendini ve kendi hevâsını
mebde’-i hak, ilâh ittihaz etmekten başka bir şey değildir. Kur’an baştan
başa bunun bir cehalet ve tuğyandan ibaret olduğunu isbat ve dâima
Allah’a tevekkül ve itimad emirleri ile doludur. Dâima Allah’a ubûdiyete
davet eden ve kendisi Allah’ın abdi ve resûlü olduğuna işhad edip duran
1 H, M ve B: “ ء כ ”.
2 “Her hâlde hem benim rabbim hem sizin rabbiniz olan Allah’a dayanmışım, hiç yerde bir debelenen
yoktur ki nâsiyesini O tutmuş olmasın, şüphe yok ki Rabbim doğru bir yol üzerindedir.”
3 “…Ben emrimi Allah’a tefviz ediyorum, her hâlde Allah kullarını görür gözetir.”
4 Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 412. Krş. İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, VI, 68/29526; Hâkim, el-Müsted-
rek, II, 409/3426; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, X, 174:
ِّ ِإ،אد ِة ِ ِ ِ ِ ِ ِ ٍ
َ َ َّ َ א َ ا ْ َ ْ ِ َوا، »اَ ّٰ ُ َّ َ א َ ا َّ َ َאوات َوا ْ َْرض: َ ْ َ َאل: َ َאل، َ َّ َ أَ َّن َر ُ َل ا ّٰ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو،َ ِ ا ْ ِ َ ْ ُ د
ِ ْ َ ِ َّ َכ إ ِْن َ ِכ،ً ا ُ َك ور ُ َכ ن َ أو ، כ َ כ ِ َ ك
َ و ، َ أ َّ ِ
إ ِ
إ َ نَ أ َ أ ِ
ْ ُ َ ْ ّ َ ْ ُّ َ أ ،א ا ِ
אة ْ ا أَ ْ َ ُ ِإ َ َכ ِ َ ِ ِه
ُ َ َ ْ َ َّ َ ُ َّ َ َ َ َ َ ْ َ َ ْ َ ََ ْ
ُ ِ ْ ُ َ ِإ َّ َכ، ِ َ ُ َ ِّ ِ ِ َ ْ َم ا ْ ِ َ א، َ א ْ َ ْ ِ ِ ْ َ َك َ ْ ً ا، َو ِإ ِّ َ أَ ِ ُ ِإ َّ ِ َ ْ َ ِ َכ، ِ ْ َ ْ ِإ َ َ ْ ِ ُ َ ِّ ْ ِ ِ َ ا َّ ِّ َو ُ َ א ِ ْ ِ ِ َ ا
. َ َّ َ ْ َ ْ ِ ُ ُ ا ّٰ ُ ا، َ َ ْو ُ ُه ِإ َّ ُאه، إ َِّن َ ِ ي َ ْ َ ِ َ ِإ َ َ ْ ً ا: ِ َ אد« ِإ َّ َ َאل ا ّٰ ُ ِ َ َ ِئ َכ ِ ِ َ ْ َم ا ْ ِ א ِ
َ َ ْا
ُ َّ ْ َ
832 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Fahr-ı risâlet’in nübüvvetini inkâr etmek için ona böyle bir da vâ-yı teellüh
isnâdı ne kadar açık bir iftira, sonra buna bir sır tasavvuruna kalkışılması
ne garib bir dalâlettir. Eğer i timâd-ı nefsten maksad sıdkına emniyeti,
nübüvvetine iman ve îkānındaki kuvvet-i yakīni ise sıdk u îkān da nefse
itimad değil, Hakk’a itimaddır. Doğru zann u itikad ederek vâki in
hilâfını söyleyen kimseye sâdık denemez, sâdık olan kimse de sıdkına
emin olabilmek için nefsine, itikadına değil, Hakk’a itimad etmiş olmak
ve hakkı temsil eylemiş bulunmak lâzım gelir. Bir insan için itimadsızlık,
itimad edememek ve edilememek büyük bir rezîle, reyb ü tereddüd
müthiş bir maraz-ı kalbî ve büyük bir felâkettir, fakat i timâd-ı nefs de bir
meziyet ü fazilet değil, ondan daha fena bir gurur ve hamâkattir. Bunu
bir meziyet gibi mülâhaza edenler Allah’ı bilmeyen ve kendilerini zât-ı
hak zu m eden mağrurlardır. Ne garib cehalettir ki ayağını bir yere itimad
ettirmeden dikilemediğini pek âlâ bilen ve dayanmak için bir mesnede göz
atıp duran bu mağrurlar i timâd-ı nefsten bahsederler ve bunu bir fazilet
gibi tavsiye eylerler. Hâlbuki nefse itimad çürük bir tahtaya dayanmaktır
ve hiçbir şeye itimad etmemektir ki böyleleri, kimse için şâyân-ı i timad
olamazlar. Kendi hâricinden teneffüse muhtaç olan bir [1898] fânînin
kendine itimadı davası kadar da gülünç ne tasavvur olunabilir. Evet insan
itimad etmeli ve şâyân-ı i timad olmalıdır. Bu hem bir ihtiyaç, hem bir
vazifedir. Ve bunun içindir ki insan ne olursa olsun kulluktan çıkamaz.
Fakat itimad olunan şey ne kadar kavî ve şâyân-ı i timad olursa itimadın
kıymeti de onunla mütenâsib olur. Nefis bugün olmazsa yarın yıkılır. O
kendi kendine dayandığı zaman birinde olmazsa ikincisinde aldanır ve
aldatır. Akıl1 da hiçbir mebde’e tutunmadan hiçbir şey bilemez. Âlemde
herhangi bir şeye itimad edilse neticesi yine itimatsızlıktır, çünkü fânîdir.
Hayy-i lâyemût ancak Allah teâlâ’dır. Ve binâen aleyh fazîlet-i i timad,
ancak Allah’a itimaddadır. Ve ancak Allah’a itimad edenlerdir ki ﻚ َ اﺳﺘَ ْﻤ َﺴ ِ
ْ ﻓَﻘَﺪ
ِ
ٰ [ ﺑِﺎ ْﻟ ُﻌ ْﺮ َو ا ْﻟ ُﻮ ْﺛel-Bakara 2/256]’dır. Ve bunlar nefislerini Hakk’a teslim eden
ve Hak uğrunda hiçbir fedâkârlıktan çekinmeyen sâdıklar, muhlislerdir.
1 B: “Âkil”.
Hak Dini Kur’an Dili 833
{ إﻟﺦ...اﻪﻠﻟِ ﻛَ ِﺬ ًﺑﺎ
ّٰ }و َﻣ ْﻦ اَﻇْﻠ َ ُﻢ ِﻣﻤَّ ِﻦ ا ْﻓﺘَ ٰﺮى َﻋﻠَﻰ
َ
ﺮﺍۜ َو ِﺍ ْن ِ
ً ﻮه َو ۪ﻓ ٓﻲ ٰاذَاﻧﻬِ ْﻢ َو ْﻗ ُ ﻚ َو َﺟﻌَ ْﻠﻨَﺎ َﻋﻠٰﻰ ﻗُﻠُﻮﺑِﻬِ ْﻢ اَכِﻨَّﺔ ً اَ ْن ﻳ َ ْﻔﻘَ ُﻬ ۚ َ َو ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َﻣ ْﻦ ﻳ َ ْﺴﺘَ ِﻤ ُﻊ اِﻟ َْﻴ
ﻳﻦ ﻛَ َﻔ ُﺮ ٓوﺍ اِ ْن ٰﻫ َﺬٓا اِ َّ ٓﻻَ ﻮل اﻟ َّ ۪ﺬ ُ ﻚ ﻳ َ ُﻘ ِ ﻳﺮوﺍ ﻛُ َّﻞ ٰاﻳﺔٍ َﻻ ﻳ ْﺆ ِﻣ ُﻨﻮﺍ ﺑِﻬﺎ ۜ َﺣ ّٰﺘٓﻰ اِذَا َﺟٓﺎ ُؤ۫ َك ﻳ َﺠ
َ َ ﺎدﻟُﻮﻧ ُ َ ُ َ ََْ
ﻮن اِ َّ ٓﻻ اَ ْﻧ ُﻔ َﺴ ُﻬ ْﻢ َو َﻣﺎ
َ ﻜ ُ ِ ﴾ َو ُﻫ ْﻢ ﻳ َ ْﻨﻬَ ْﻮ َن َﻋ ْﻨ ُﻪ َو َ ْﻨٔـَ ْﻮ َن َﻋ ْﻨ ُﻪ ۚ َو ِﺍ ْن ﻳُ ْﻬﻠ٢٥﴿ ﻴﻦ َ اﻻ ََّو ۪ﻟْ ﻴﺮُ اَ َﺳﺎ ۪ﻃ
ﺎت َرﺑِّﻨَﺎ ِ َ ﴾ وﻟ َﻮ ﺗ َ ٰﺮٓى اِ ْذ وﻗ ِ ُﻔﻮﺍ ﻋﻠَﻰ اﻟﻨَّﺎرِ ﻓَﻘَﺎﻟُﻮﺍ ﻳَﺎ ﻟ َﻴﺘَﻨَﺎ ﻧُ َﺮدُّ َو َﻻ ﻧُﻜَ ّ ِﺬب ﺑِﺎٰﻳ٢٦﴿ ون َ ﻳ َ ْﺸ ُﻌ ُﺮ
َ ْ َ ُ ْ َ
ﻮن ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒ ُﻞ ۜ َوﻟ َْﻮ ُردُّوﺍ ﻟ َﻌَﺎدُوﺍ ﻟ ِ َﻤﺎ ﻧُ ُﻬﻮﺍ َ ﴾ ﺑ َ ْﻞ ﺑ َ َﺪا ﻟ َُﻬ ْﻢ َﻣﺎ ﻛَﺎﻧُﻮﺍ ﻳُ ْﺨ ُﻔ٢٧﴿ ﻴﻦ ِ
َ ﻮن ﻣ َﻦ ا ْﻟ ُﻤ ْﺆﻣ ۪ﻨ
ِ َ ُوﻧَﻜ
َ
1 B: “mevâhib-i”.
834 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
{ إﱁ...}و ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َﻣ ْﻦ
َ A Ebû Süfyan, Velîd, Nadr, Utbe, Şeybe, Ümeyye, Ebû
Cehil ve akranları Resûlullah’ı Kur’an tilâvet ederken dinlemişler, Nadr’a
demişler ki: “Yâ Ebâ Kuteyle2 Muhammed ne diyor?” o da “Ka be’yi,
Beyt’i yapana kasem ederim ki ne diyor bilmem, ancak dilini oynatıyor.
Ve benim kurûn-ı mâziyeden size söylediğim gibi evvelkilerin esâtîrini
söylüyor” demiş. Nadr’ın şiirleri varmış, Acem diyarında Rüstem ve
İsfendiyar hikâyeleri gibi birtakım hikâyeler toplayıp nazm etmiş,
Kureyş’e okur, dinlerlermiş. Ebû Süfyan “ben onun söylediklerinin
bazısını hak buluyorum” demiş, Ebû Cehil de “sakın bunun hiçbir şeyini
ikrar etme” demiş, o da “ölüm bana ondan ehvendir” demiş ve bu âyet
bunlar hakkında nâzil olmuştur.3
1 H: “Bunlardan bazıları da vardır ki Kur’an okurken sana kulak verirler, Biz ise onların kalblerine dinle-
diklerinin zevkine varmalarına mani örtüler çekmiş ve kulaklarına ağırlık vermişizdir. Dinlemek şöyle
dursun her âyeti görseler ona da inanmazlar. Hatta sana mücadele ederek geldikleri vakit o kâfirler Bu
eskilerin esâtîrinden başka bir şey değil’ derler. İçlerinden kimi de vardır seni Kur’an okurken dinler,
fakat Biz ise onların kalblerine onu zevkiyle anlamalarına mâni kabuklar geçirmişizdir, kulaklarında da
bir ağırlık vardır. Her mucizeyi görseler de iman etmezler, hatta sana geldiklerinde sana cidal yapmaya
kalkışırlar, der o hak tanımaz kâfirler: ‘Bu, eskilerin esâtîrinden başka bir şey değil’ (25). Öbürleri ise
ona yaklaşmaktan nehy ederler ve kendileri uzaklaşırlar ve bu suretle mücerred nefislerini helâk ederler
de farkına varmazlar (26). Görürsün, ateşin başına durdurulup da âh!’ dedikleri vakit; ‘n’olurdu bir geri
çevrilsek de Rabbimizin âyetlerini inkâr etmesek, mü’minlerden olsaktı’ (27). Hayır, evvelce gizleyip
durdukları karşılarına çıktı da ondan, yoksa geri çevrilselerdi mutlak o nehy edildikleri fenalığa yine
döneceklerdi şüphesiz yine yalancılar (28). Yine dönüp ‘hayat, sırf dünya hayatımızdan ibaret, biz bir
daha dirilecek değiliz’ diyeceklerdi (29). Gördün onları, Rablerinin huzuruna durduruldukları vakit!
‘Nasıl’, diyecek; ‘şu gördüğünüz hak değil mi imiş?’ ‘Evet, Rabbimiz hakkı için’ diyecekler. ‘O hâlde’ bu-
yuracak, ‘tadın azâbı, küfrettiğinizin cezâsı’ (30). Hakikat hüsranda kaldı o kimseler ki Allah’ın karşısına
çıkacaklarını inkâr ettiler, nihâyet saat gelip ansızın kendilerini bastırıverince ‘eyvah!’ dediler, ‘Hayatta
yaptığımız taksirlerden dolayı hasretlerimize bak’. O dem ki onlar veballerini sırtlarına yüklenmiş götü-
rüyorlardır, bak ki ne fena yükler götürüyorlar! (31). Dünyâ hayat bir oyundan, bir oyalanmadan başka
nedir? Elbette dâr-ı âhiret korunan müttakīler için daha hayırlı, hâlâ akıllanmayacak mısınız? (32)”.
2 M: “Katiyle”.
3 Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân, IV, 141; Vâhidî, Esbâbu nüzûli’l-Kur’ân, s. 217; Begavî, Meâlimü’t-Tenzîl, III,
136; Ebû Hayyân, el-Bahru’l-muhît, IV, 468:
، وأ وأُ ا א، ا א ر و و،ا אرث وا،ة ا وا،ب אن أ ا: אل ا כ
א ؟ אل »وا ي ! א ل אأא: א ا، و ّٰ ا ّٰ ر ل ا ا ا، א وا אرث
ا ون ا א « وכאن אכ أ כ ، و لأ א ا و، ك א إ َ ّ أ، א أدري א ل- ا כ: -
: ل ا ّٰ א،ّ َ כ: و אل أ،א ل ًّ א رى إ:אن אل أ،ا ون وأ אر א כ ا ا
.ت أَ ْ َ ُن َ َ َא ِ ْ َ َ ا ْ َ : ٍ ِ ِإ َ َכ« و ِ رِ وا ِ »و
ْ ُ َْ َ َ َ ْ ُ َ َْ ْ َ ُْ ْ َ
836 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “fıkhî ile”.
2 H -“bir”.
3 B -“ve öyle bir tab u tabîat içinde örtülmüş kalmış”.
Hak Dini Kur’an Dili 837
kadar geçecek müddet zarfındaki ihtiyârından, sû’-i isti mâl veya hüsn-i
isti mâlinden mes’uldür. Ölümden sonra kimse bir şey kesbedemeyeceği
gibi, bir mevt-i rûhânî demek olan hitâm-ı kābiliyet ve istikrâr-ı tabîattan
sonra da böyledir. Gözler bakar, kulaklar dinler, fakat hiç yeni bir şey
[1903] duymaz, her ne alırsa tabiatı olan mukarrerât-ı sâbıkasına temsil
eder. O artık onun için bir hakīkat-i cedîde değil, “esâtîr-i evvelîn” olur
kalır. Ölüm Allah’ın emr ü irâdesiyle olduğu gibi mâni aların ikâmesi ve
kābiliyetin sönmesi de Allah’ın emr ü irâdesiyledir. Bunun için َو َﺟﻌَ ْﻠﻨَﺎ
buyurulmuştur. Bu da abdin müddet-i kābiliyet zarfındaki taleb ü
ihtiyârına mübtenî olacak olan mes’ûliyete münâfî değildir. “O mâni aları
koyan Allah olduğu hâlde mes’ûliyet neden?” suâli vârid değildir. Bâlâda
ﻳﻦ َﺧ ِﺴ ُﺮ ٓوﺍ اَ ْﻧ ُﻔ َﺴ ُﻬ ْﻢ
َ اَﻟ َّ ۪ﺬbeyânıyla bu şüpheye mahal olmadığı gösterilmiştir. Bu
nokta mezâlik-i akdâm olduğundan dikkat lâzımdır. Herkes bilmelidir
ki evvelemirde kendisine rahmet-i ilâhiye olarak az veya çok bir ecel ile
bir sermâye-i fıtrat verilmiştir. Bu bir gün olup tükenir, bu sû’-i isti mâl
edilir bitirilirse Allah bir daha vermeye mecbur değildir. Bir gün gelir
ki bütün mâni aları önüne yığar ve ondan sonra bu sû’-i isti mâlin
mes’ûliyeti devri gelir. Binâen aleyh fırsat elde iken ve onun azlığına
çokluğuna itiraz etmeyerek o rahmeti tenmiye etmeli, ebedî rahmete
ermelidir (Sûre-i Bakara’ya bak). Yoksa bu âyette gösterilen kâfirler gibi
kābiliyetleri kapanınca ter ü taze en güzel nimetler önlerine konur da
tadamaz, “bunlar eskimiş kokmuş şeylerdir” diye mücadele eder.
{َ اﻻ ََّو ۪ﻟ
ْ ُ }اَ َﺳﺎ ۪ﻃA “Esâtîr”; ’ﺳﻄﺮdan me’huz bir sîga-i cem dir ki müfredi
“üstûr” ve “üstûre” veya “üstîr”, “üstîre” veya “istâra”dır1. Yahut “satr”ın
cem i “sütûr”, “sütûr”un cem i “estâr”, “estâr”ın cem i de “esâtîr”dir.
Bunun kendi lafzından müfredi olmayan “abâdîd” ve “şemâtît” gibi bir
ism-i cem olduğu da söylenmiştir. Fahreddin Râzî der ki: “Cumhur
esâtîru’l-evvelîn َﻣﺎ َﺳﻄََﺮﻩُ ْاﻷَﱠوﻟُﻮ َنyani evvelkilerin yazdıkları şeyler diye tefsir
etmişlerdir. İbn Abbas ‘esâtîru’l-evvelîn’in mânası ﲔ اﻟﱠِﱵ َﻛﺎﻧُﻮا ِ ِ أ
َ ﻳﺚ ْاﻷَﱠوﻟ
ُ َﺣﺎد
َ
َي ﻳَﻜْﺘُﺒُﻮﻧـََﻬﺎ أ ﺎ ﻬ ـ
ْ ََ ُ ْ َﻧوﺮُﻄﺴﻳ demiştir ki evvelkilerin tastir eder, yani yazar oldukları
1 B -“her biri”.
2 M: “misus”.
3 B: “tasavvurât, tehavvülâta”.
4 B: “tehavvül”.
840 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “tehavvülâtını”.
Hak Dini Kur’an Dili 841
âyet bize gösteriyor ki “Kur’an َ اﻻ ََّو ۪ﻟ ْ ُ ”اِ ْن ٰﻫ َﺬٓا اِ َّ ٓﻻ اَ َﺳﺎ ۪ﻃdiyen kâfirler de
bunlardan ve bunların pîrlerindendir. “Esâtîru’l-evvelîn” demekle de
şöyle demiş oluyorlar: “Evvelâ” diyorlar, “Kur’an bir vahy-i ilâhî, bir
kitâb-ı hak değil. Bunun me’hazı, menba -ı ilhâmı eskiden yazılmış olan
mestûrât ve mektûbâttan ibaret. Muhammed bunu eski kitaplardan alıp
alıp yazdırıyor. Binâen aleyh bu bir mucize değil, hatta bunda yeni bir
hakikat olmadıktan başka hiçbir hakikat de1 yoktur. Zira bu sade esâtîr
değil esâtîr-i evvelînden, esâtîr-i evvelîn gibi hakikatte mânası olmayan
boş satırlardan, yalan hurâfelerden, masallardan ibarettir. O bunları
yazdırıp yazdırıp söylüyor diye bir târiz de yapıyorlar. Sûre-i Furkan’da2
ِ
ً اﻻ ََّو ۪ﻟ َ ا ْﻛﺘَﺘَﺒَﻬَﺎ ﻓَﻬِ َﻲ ﺗُ ْﻤ ٰ َﻋﻠ َ ْﻴﻪ ﺑُ ْﻜ َﺮ ً َوﺍ َ ۪ﺻ
geleceği üzere 3ﻴﻼ ْ ُ [ اَ َﺳﺎ ۪ﻃ25/5]4 diyorlar.
Kalblerinin bozukluğundan dolayı ahsenü’l-hadîs olan kelâm-ı hak
ile esâtîr-i evvelîni ve hurâfâtı tefrik ve temyiz edemeyecek bir hâlde
bulunuyorlar ki beşeriyeti tahrîf-i hakāyık eden hurâfâttan kurtarıp
haktan başka bir şeye perestiş edilmemesi lüzûmunu öğreterek sırât-ı
müstakīm olan cadde-i hakīkate hidâyet eden ve bir lisân-ı mu ciz-beyân
ile hidâyet eden Kur’an ile Muhammed aleyhissalâtü vesselâm beşeriyete
ne getirmiş diyenler de bunların tilmizleridir.
{}و ُﻫ ْﻢ ﻳ َ ْﻨﻬَ ْﻮ َن َﻋ ْﻨ ُﻪ
َ Öbürleri ise hem Kur’an’dan, Peygamber’den nehy, halkı
5
hakka imandan men ederler {}و َ ْﻨٔـَ ْﻮ َن َﻋ ْﻨ ُﻪ َ hem de kendileri uzak kaçarlar.
ِ
{ﻮن ا َّ ٓﻻ اَ ْﻧ ُﻔ َﺴ ُﻬ ْﻢ ِ
ُ ِ }وﺍ ْن ُ ْﻠ
َ ﻜ َ Böyle yapmakla ise ancak kendilerini helâk ederler
ِ ِ
de {ون َ }و َﻣﺎ َ ْ ﻌُ ُﺮ َ haberleri olmaz. {ِ}وﻟ َْﻮ ﺗ َ ٰﺮٓى ا ْذ ُوﻗ ُﻔﻮﺍ َﻋ َ اﻟﻨَّﺎر
َ Sen bunların, bu
kâfirlerin, mükezziblerin ateşe tutuldukları, [1908] tutulup da {ﻓَﻘَﺎﻟُﻮﺍ ﻳَﺎ ﻟ َْﻴﺘَﻨَﺎ
ﺎت َرﺑِّﻨَﺎ ِ َ “ }ﻧُ َﺮدُّ َو َﻻ ﻧُﻜَ ّ ِﺬب ﺑِﺎٰﻳâh geri döndürülse idik de Rabbimizin âyetlerini,
َ
vâkı âtı ve âkıbetleri vukū undan evvel ihbar eden delâil ve işârâtını tekzib
etmese idik {َ ﻮن ِﻣ َﻦ ا ْﻟ ُﻤ ْﺆ ِﻣ ۪ﻨ َ ُ}وﻧَﻜ
َ biz de o mü’minlerden olsa idik” dedikleri
vakit hâllerini bir görsen… O ne fecî, ne şenî bir âkıbet olacaktır. İbtidâ
1 H -“de”.
2 B: “Sebe’de”.
3 H, M ve B: “” א.
4 “O evvelkilerin esâtîri, onları yazdırtmış da sabah akşam kendisine onlar okunuyor…”
5 H: “Bunlar”.
842 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
hakkı inkâr ve tekzib edenler, yanlış yola gidenler, âkıbet böyle ateşe
düşer1, hatâlarının cezâlarını görürler ve gördükleri zaman yaptıklarına
çarnâçar peşiman olurlar da geri dönmek ve doğru gitmek temennisinde
bulunurlar. Fakat zanneder misiniz ki bu kâfirlerin o zamanki nedametleri
ve iman temennileri ciddi ve sâdıkāne bir iman eseridir? {ﺑ َ ْﻞ ﺑ َ َﺪا ﻟ َُﻬ ْﻢ َﻣﺎ ﻛَﺎﻧُﻮﺍ
ﻮن ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒ ُﻞ
َ }ﻳُ ْﺨ ُﻔHayır, bundan evvel gizledikleri fenalıklar, nifakları, a mâl-i
habîseleri karşılarına çıkar, yüzlerine vurulur da bu ondandır, ondan bîzâr
oldukları içindir. {}وﻟ َْﻮ ُردُّوﺍ ﻟ َﻌَﺎدُوﺍ ﻟ ِ َﻤﺎ ُ ُﻮﺍ َﻋ ْﻨ ُﻪ َ Yoksa geri çevrilmiş olsalardı
yine dönecek, her hâlde nehy olundukları menhiyyâtı yapacaklardı.
{ﻮنَ ُﺎذﺑِ َ}و ِﺍ َّ ُ ْﻢ ﻟَﻜ
َ Şüphe yok ki bunlar bu sözlerinde, bu vaadlerinde
yalancıdırlar. A Dünyada böyle kaç defalar başları sıkılmış, nedametler
göstermişlerdir de ilk fırsatta yine eski yaptıklarını yapmışlardır {}وﻗَﺎﻟُﻮﺍ َ ve
ِ ِ
demişlerdir ki {“ }ا ْن ِ َ ا َّﻻ َﺣﻴَﺎﺗُﻨَﺎ اﻟ ُّﺪ ْﻧﻴَﺎhayat, şu bizim içinde bulunduğumuz
alçak hayattan, hayât-ı dünyâdan ibarettir. {َ }و َﻣﺎ ﻧ َ ْﺤ ُﻦ ﺑ ِ َﻤ ْﺒ ُﻌﻮ ۪ﺛ َ Biz öldükten
sonra bir daha dirilecek, ba s olunup bir daha hayata gelecek değiliz
a…” Âhireti görseler de dönseler yine [1909] böyle diyecekler ve öyle
yapacaklardı. Küfr ü me âsî bunlara bu kadar müstakir bir huy olmuştur.
Bunun için ne dönebilirler ne döndürülürler2. {}وﻟ َْﻮ ﺗ َ ٰﺮٓى اِ ْذ ُوﻗ ِ ُﻔﻮﺍ َﻋ ٰ َر ّ ِ ِ ْﻢ َ Öyle
diyen yalancıların; rablerinin, yani Hak teâlâ’nın huzûruna sevk edilip
durduruldukları vakit hâllerini bir görsen! Neler olacak neler? { }ﻗَﺎ َلAllah
muhakkak hitâb-ı ezelîsiyle {“ }اَﻟ َْﻴ َﺲ ٰﻫ َﺬا ﺑِﺎ ْﻟ َﺤ ِّﻖnasıl bu ba s hak değil mi imiş?”
diyecek {“ }ﻗَﺎﻟُﻮﺍ ﺑ َ ٰ َو َرﺑِّﻨَﺎevet yâ Rabbi, hak imiş, Rabbimize kasem olsun ki
hak imiş” diyecekler. { }ﻗَﺎ َلAllah muhakkak buyuracak ki {اب ﺑِﻤَﺎ َ ﻓَ ُﺬوﻗُﻮﺍ ا ْﻟﻌَ َﺬ
ون
َ “ }ﻛُ ْﻨ ُﺘ ْﻢ ﺗ َ ْﻜ ُﻔ ُﺮöyle ise şimdi acı mı tatlı mı azâbı tadınız, çünkü siz buna
inanmıyor küfr ediyordunuz” {ِاﻪﻠﻟ ِ ٓ ﻳﻦ ﻛَﺬَّﺑﻮﺍ ﺑِﻠِ َﻘ
ّٰ ﺎء ِ
ُ َ }ﻗَ ْﺪ َﺧﺴ َﺮ اﻟ َّ ۪ﺬebedî hüsrana
daldılar o kimseler ki Allah’a mülâkātı, Allah’ın huzûruna varacaklarını
ِ
yalan saydılar. {ً ﺎﻋﺔُ ﺑ َ ْﻐﺘَﺔ َّ }ﺣ ّٰ ٓ اذَا َﺟٓﺎءَ ْ ُ ُﻢ
َ اﻟﺴ َ Tâ vakt ü sâat kendilerine ansızın
gelinceye kadar inkâr ettiler de o vakit {“ }ﻗَﺎﻟُﻮﺍ ﻳَﺎ َﺣ ْﺴ َﺮﺗَﻨَﺎ َﻋ ٰ َﻣﺎ ﻓَﺮَّﻃْﻨَﺎ ۪ﻓﻴﻬَﺎvay
başımıza gelenlere, eyvah bu babdaki taksîrâtımıza! Ey hasretlerimiz, gel,
gel tam sırasıdır!” dediler, o hâlde ki {ار ُﻫ ْﻢ َﻋ ٰ ﻇ ُ ُﻬﻮرِﻫِ ْﻢ َ ُ }و ُﻫ ْﻢ ﻳ َ ْﺤ ِﻤﻠ
َ ﻮن اَ ْو َز َ bütün
1 B: “düşerler”.
2 H: “döndürebilirler”.
Hak Dini Kur’an Dili 843
1 H, M ve B: “diyenlerin”.
Hak Dini Kur’an Dili 845
{ }ﻗَ ْﺪ ﻧ َ ْﻌﻠ َ ُﻢYâ Muhammed, biz pek iyi biliyoruz {ﻚ َ ُ }اِﻧ َّ ُﻪ ﻟ َﻴَ ْﺤ ُﺰﻧ-Nâfi
kıraatinde ﻚ َ ُﻟ َُﻴ ْﺤﺰِﻧ- {ﻮنَ ُ }اﻟ َّ ۪ﺬي ﻳ َ ُﻘﻮﻟonların söylemekte oldukları sözler her
hâlde seni mahzun ediyor A fakat etmesin {ﻚ َ َ }ﻓَﺎِ َّ ُ ْﻢ َﻻ ﻳُﻜَ ّ ِﺬﺑُﻮﻧçünkü onlar
hakikatte seni tekzib etmezler. -Nâfi ve Kisâî kıraatlerinde if âlden
ﻚَ َ َﻻ ﻳُ ْﻜ ِﺬﺑُﻮﻧokunduğuna göre- seni kizbe nisbet etmezler, sana yalancı
demezler {ون َ اﻪﻠﻟِ ﻳ َ ْﺠ َﺤ ُﺪ
ّٰ ﺎتِ َ }و ٰﻟ ِﻜ َّﻦ اﻟﻈ َّﺎﻟ ِ ۪ﻤ َ ﺑِﺎٰﻳ
َ velâkin zâlimler Allah’ın âyetlerini
inkâr ederler.
Rivayet olunuyor ki Ebû Cehil “Biz seni tekzib etmiyoruz, sen bizim
nazarımızda sâdıksındır. Biz ancak senin getirdiğini tekzib ediyoruz”
demiş.1 Kezâlik Kureyş’ten Hâris b. Âmir “Yâ Muhammed, vallahi sen
bize hiç yalan söylemedin velâkin biz sana uyarsak yerimizden olacağız,
[1914] bundan dolayı iman etmiyoruz” demiş ve bu âyet de bunlar
sebebiyle nâzil olmuştur.2 Hayât u ahlâk-ı Muhammedî’ye az çok vâkıf
olan kâfirlerin küfürlerinde kendi vicdanlarına karşı tutunabildikleri
şüphenin bütün mahiyeti şudur: “Hazret-i Muhammed kendi
vicdanında kâzib değildir. O bile bile kimseyi aldatmaya tenezzül etmez,
nübüvvet ve risalet iddiasını da uydurma ve iğfal tarîkiyle yapmamıştır.
Belki nübüvvet ve risaletin sıhhatini tahayyül etmiş ve kendi vicdanında
kendinin peygamber olduğuna inanmış ve bu iman ve itikad ile
bu iddiada bulunmuştur. Lâkin onun inandığı nübüvvet ve risalet,
haber verdiği ba s ü kıyamet gibi şeyler haddizâtında ve nefsü’l-emrde
olmayacak, inanılamayacak3 şeylerdir. Binâen aleyh davası yalan değil
1 Tirmizî, Tefsîr, 6/3064; Taberî, Câmiu’l-beyân, XI, 334; Vâhidî, Esbâbu nüzûli’l-Kur’ân, s. 219:
َ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ َ َ ِ ِ
ُ ّٰ َو َכ ْ ُ َכ ّ ُب ِ َ א ْئ َ ِ « َ ْ َ َل ا، أ َّن أ َא َ ْ ٍ َ َאل َّ ِ ِّ َ َّ ا ّٰ ُ َ َ ْ َو َ َّ َ » ِإ َّא َ ُ َכ ّ ُ َכ، ٍّ َ ْ َ ، ٍ ْ َ ْ َא َ َ ْ ِ َכ
«ون ِ
َ ُ َ ْ َ ّٰ » َ ِ َّ ُ ْ َ ُ َכ ِ ّ ُ َ َכ َو َ ِכ َّ ا َّא ِ ِ َ ِآ َאت ا
ِ
2 Mukātil b. Süleyman, Tefsîr, I, 558. Krş. İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, II, 22; Fahreddîn er-Râzî, Mefâtî-
hu’l-gayb, XII, 518:
ذا ا و ّٰ ا כאن ا אرث כ ب ا. אف א ا ا אرث
»إ א:אل و ّٰ ا ا אد ً א« وכאن إذا وإ،أ ا כ ب » א: אل، أ
א א أر א إن ا ب א ا אس א أن ى כإ ا א أن وإ ل أن ا ا ي
» َ ْ َ ْ َ ِإ َّ ُ َ ْ ُ ُ َכ: ّٰ ل ا «»و א ُ ا إ ِْن َ َّ ِ ِ ا ْ ُ ى َ َ َכ ُ َ َ َّ ْ ِ ْ أَ ْر ِ א
َ ا א « א א أכ رأس و
َ ُ
...ا َّ ِ ي َ ُ ُ َن
3 B: “inanılmayacak”.
Hak Dini Kur’an Dili 847
1 H -“fakat”.
2 B: “hakkāniyetine iman etmiş”.
3 B: “ilmin”.
4 M ve B: “tutmuşlar”.
5 M: “‘duğm’dan”; B: “düğümden”.
848 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
toplar, cümlesine iman nasib eder, cemâ at-i vâhide yapardı. A Mâdem
1 “Celâlim hakkı için risaletle gönderilen kullarımız hakkında şu kelimemiz sebkat etmiştir: Onlar elbette
onlar muhakkak muzaffer olacaklardır ve elbette bizim askerlerimiz mutlak onlar gālib geleceklerdir.”
2 “Allah yazdı: Celâlim hakkı için her hâlde Ben yenerim Ben ve resullerim…”
3 M ve B: “üzerinde”.
Hak Dini Kur’an Dili 849
Meâl-i Şerîfi
Durmuşlar da “ona bambaşka bir âyet indirilse ya” diyorlar, de ki:
Şüphesiz Allah öyle bir mucizeyi indirip durmaya kādirdir velâkin ek-
serisi bilmezler (37). Hem yerde debelenen hiçbir hayvan ve iki kana-
dıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz
kitapta hiçbir tefrit yapmamışızdır, sonra hepsi toplanır Rablerine haşr
olunurlar (38). [1918] Âyetlerimize yalan diyenler birtakım sağırlar ve
dilsizlerdir, zulmetler içindedirler. Kimi dilerse Allah şaşırtır, kimi de
dilerse bir tarîk-i müstakīm üzerinde bulundurur (39).2
1 M: “a”.
2 H: “Durmuşlar da ‘şuna bambaşka bir âyet indirilse dursa ya’ diyorlar, de ki: Şüphesiz Allah öyle bir
mucizeyi indirip durmaya kādirdir velâkin ekserisi bilmezler (37). Yerde debelenen hiçbir hayvan ve
iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz kitapta hiçbir şeyi ih-
850 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
mal etmedik, sonra hepsi Rablerine haşr olunuyorlar (38). Âyetlerimize yalan diyenler zulümât içinde
birtakım sağır ve dilsizlerdir. Kimi dilerse Allah şaşırtır, kimi de dilerse bir tarîk-i müstakīm üzerinde
bulundurur (39)”.
1 H -“Ve”.
2 H -“duymadılar”.
3 M ve B: “tahkirâmiz”.
4 B: “inceliği”.
5 H: “maksûdeyi”.
Hak Dini Kur’an Dili 851
hevâlarına uyup mahza inad u bağy için böyle diyenler de vardır. Lâkin1
ekserisi bilmezler. Peygamber ise câhillere, bâğīlere uymak için değil,
i lâm2 ve ihbar ile inzâr u irşad için gönderilmiştir. Eğer onlar duysalar
bilselerdi vâki de kudretullâha delâlet eden âyât-ı fi liye mi yoktur? Ey
münkirler {ض ْ ِ ٍ}و َﻣﺎ ِﻣ ْﻦ د َ ٓاﺑَّﺔ
ِ اﻻ َْر َ yerde debelenen hiçbir hayvan {ُ َو َﻻ ﻃَٓﺎﺋﺮٍ ﻳ َ ۪ﻄ
ِ
ِ }ﺑِﺠﻨَﺎﺣﻴﻪve iki kanadıyla uçar3 hiçbir kuş yoktur ki { }اِ َّ ٓﻻ اُﻣﻢ اَﻣﺜَﺎﻟُﻜُﻢsizin
َْ َ ْ ْ ٌَ
emsâliniz ümmetler olmasın. A Bu âyetin sevki iki vecih ile mülâhaza
olunur. Birisi ilmi ve âhirete imanı olmayıp hayatı bu dünyâ hayattan
ibaret farz edenlerin ale’l-umûm hayvanlardan fazla bir meziyeti hâiz
olmadıklarını anlatmaktır ki ﺿ ُّﻞ َ َﺎﻻ َْﻧﻌَﺎ ِم ﺑ َ ْﻞ ُﻫ ْﻢ ا َ [ اُو۬ﻟٰ ٓ ِﺌel-A râf 7/179]4
ْ َﻚ ﻛ
gibidir, nitekim ikinci âyet de bunu tavzih eyler. Diğer bir vecih de Allah
teâlâ’nın kudret-i delâilini anlamak için diğer hayvânâtın hilkatlerinde ve
tarz-ı hayatlarında insanların istifade edeceği pek çok esrar bulunduğunu
ihtardır. Ki ekseriyetle müfessirîn bu vechi ihtiyar etmişlerdir, yani5 hepsi
sizin gibi bidâyeten topraktan yaratılmış, bir nevi hayata mazhar edilmiş,
bir nizam altına alınmış, hepsi sizin gibi rızıkları, ecelleri takdir olunmuş,
vakt-i mukaddere kadar yer içer, tegaddî eder, hepsi sizin gibi yekdiğerine
suver-i muhtelife içinde bir teşâbüh ve mücaneset taşır, hepsi sizin gibi
bir ictimâ yapar, birbiriyle tanışır, yanaşır veya kaçar, koklaşır veya
dövüşür, hepsi sizin gibi yekdiğerinden doğar, tenasül eder, hepsi sizin
gibi bir asıldan çıkar,6 tekessür, tenevvü eder. Kudret-i7 fâtırenin hükm ü
te’sîriyle vahdetten çıkan bu tenevvü ve tehâlüf [1920] içinde hepsi sizin
gibi bir hayât-ı hayvânî yaşayan tavâif-i muhtelife ve sunûf-ı mü’telifedir.
1 B: “Velâkin”.
2 B: “ilim”.
3 H: “uçan”.
4 “…İşte bunlar behâim gibi, hatta daha şaşkındırlar…”
5 H -“Bu âyetin sevki iki vecih ile mülâhaza olunur. Birisi ilmi ve âhirete imanı olmayıp hayatı bu dünyâ
hayattan ibaret farz edenlerin ale’l-umûm hayvanlardan fazla bir meziyeti hâiz olmadıklarını anlatmak-
َ َﺎﻻ َْﻧﻌَﺎ ِم ﺑ َ ْﻞ ُﻫ ْﻢ ا
tır ki َُّﺿﻞ َ [ اُو۬ﻟٰ ٓ ِﺌel-A râf 7/179] gibidir, nitekim ikinci âyet de bunu tavzih eyler. Diğer bir
ْ ﻚﻛ
vecih de Allah teâlâ’nın kudret-i delâilini anlamak için diğer hayvânâtın hilkatlerinde ve tarz-ı hayatla-
rında insanların istifade edeceği pek çok esrar bulunduğunu ihtardır. Ki ekseriyetle müfessirîn bu vechi
ihtiyar etmişlerdir, yani”.
6 B -“koklaşır veya döğüşür, hepsi sizin gibi yekdiğerinden doğar, tenasül eder, hepsi sizin gibi bir asıldan
çıkar”.
7 B: “Fıtrat-ı”.
852 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Yerde sürünenleri, havada uçanları ile her nev i size, siz nev -i beşere1 bir
vech-i temâsülü hâiz olarak umûmu sizin emsâlinizdir. Siz de sunûf ve
havâss-ı muhtelifenizle onların bir mislisiniz, hepsi takdîr-i ilâhî ve
tedbîr-i rabbânî dairesinde nizâmât-ı mahsûsa ve kavânîn-i hâkime altına
konulmuş ahvâli mahfuz, umûru mukannen, mesâlihi mer î ve cârî sizin
gibi birer ümmet ve binâen aleyh size birer ders-i ibrettirler. Hepsi fıtrat-ı
asliyeleri ve nizâm-ı vücudlarıyla kudret-i ilâhiyenin birer manzûme-i
delâili ve kitâb-ı hikmetin âyetleridirler. {ﺎب ِﻣ ْﻦ َ ْ ٍء ِ َ}ﻣﺎ ﻓَﺮَّﻃْﻨَﺎ ِ ا ْﻟ ِﻜﺘ َ Biz
kitapta hiçbir tefrit ve taksir yapmadık, hiçbir şey eksik bırakmayıp,
hepsini nizâmına rabt ettik, kitaba yazdık.2 A Bütün hilkat bir kitab ve
bütün eşyâ o kitab mazmûnunun kelimât ve medlûlünü ifade eden nukūş
ve hutûttur. Âlemde cereyan edecek olan cemî -i mahlûkātın iri ufak, ulvî
ve süflî her şeyin ahvâli levh-i mahfuzda tamamen ve mufassalen yazılmış,
hiçbiri ihmal edilmemiştir. 3ﺧﻠَ َﻖ اﻟ ٰﻠّﻪُ اﻟْ َﻘﻠَ َﻢ ِ ِ
َ أَﱠول َﻣﺎve ﻒ اﻟْ َﻘﻠَ ُﻢ ﲟَﺎ ُﻫ َﻮ َﻛﺎﺋﻦ
’ﻗَ ْﺪ َﺟ ﱠdir.4
İlm-i Hak kalblere o kitaptan nâzil olur. Ve Kalem-i Evvel’in yazdığı bu
yazı, tesbit ettiği bu nizam sayesindedir ki eşyâyı tedkik ve tetebbu ile
marifetler, ilimler, fikirler edinilir, kitaplar telif ve tasnif olunur, mâzî ve
istikbal kanunları sezilir. Şu’ûn-ı hâdiseden ezel ve ebedin kelimât ü âyâtı
okunur. Ve hele yerde debelenen devâbbın, kanat denilen iki basit yelpaze
ile yerden kalkıp semâya doğru fırlayan uçan tuyûrun harekât ve
mukadderâtında âmil olan nizâm-ı kudretin, kānûn-ı hareket ve hayatın
ve bunların netâic-i hâsılasının tedkik ve tetebbu undan bütün bunları
temsil eden beşeriyetin ne gibi hayatlara namzed olduğunu ve bu babda
ne kadar ahkâm ve tekâlîf-i ilâhiyenin cereyânına ittibâ etmek
mecbûriyetinde bulunduğunu ve Allah’ın yazdığı yazıların kat iyyetini ve
mücerred hayât-ı hayvânî [1921] yaşamak isteyenlerin bunlardan ve
kendi hilkat ve fıtratlarından ne kadar tegāfül ettiğini az çok anlamak
1 M ve B -“siz nev -i beşere”.
2 H: “Biz kitapta hiçbir tefrit ve taksir yapmamış, hiçbir şey terk ve ihmal etmemişiz, hepsini nizâma rabt
etmiş, kitaba yazmışızdır”.
3 Tefsîru Mücâhid, s. 668; Tefsîru Yahyâ b. Sellâm, I, 388; Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, Müsned, I, 471; Ebû
Dâvûd, Sünnet, 17; Tirmizî, Kader, 16.
4 Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 307. Krş. Buhârî, Nikâh, 8; Tirmizî, İman, 17.
Hak Dini Kur’an Dili 853
1 B: “Nefsi”.
2 M: “korkmak”.
854 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
gelmez. İdlâl-i ilâhî abdin taleb-i dalâle müteveccih bir sû’-i ihtiyârı ile
alâkadardır. Fakat yerde sürünen devâb ile havada uçan kuşların tefâvütü
kabîlinden merâtib-i fıtratın tefâvütü mahza O’nun eser-i meşiyyeti
olduğu gibi, meşiyyet-i abdin infâzı ve onun tab u hatmi de mahza
O’nun eser-i meşiyetidir. Bazısında yüzlerce1 talepten sonra tab etmediği
dalâli, diğer bazısında birkaç talep ile tab eder. {ﺍط ٍ َو َﻣ ْﻦ َ َ ْﺄ ﻳ َ ْﺠﻌَ ْﻠ ُﻪ َﻋ ٰ ِﺻ َﺮ
}ﻣ ْﺴﺘَ ۪ﻘﻴ ٍﻢ
ُ Ve her kimi dilerse onu bir sırât-ı müstakīme kor A ki üzerinde
yürüyen doğruca gider, maksûduna erer.
Âyâtullahı tekzib eden, sırât-ı müstakīmden kaçınan ve Allah’tan
başka mâbudlara tapınan müşriklere fıtratta bi’z-zarûre merkuz bulunan
âyât-ı2 vahdâniyeti takrir ile kendi nefislerindeki kizb tenakuzlarını izhar
ve âkıbetlerini irâe için yâ Muhammed:
1 M: “yüzlerle”.
2 M: “âyeti”.
856 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
اَرَﺍ َ ْﻳﺘَﻜُ ْﻢBu tâbir lisân-ı Arabda nazîri bulunmayan bir kelime-i
istifham ve taaccübdür ki derin bir hayret ilkāsıyla َﺧِﱪُ ِوﱐ ْ أmânasını ifade
eder. Kāideye nazaran bunun tam mânası “sen kendinizi gördün mü
söyle” demek gibi görünürse de nahivde bu suretle fâil ve mef ul olmayıp
alâ gayr-i kıyas bir terkib olduğu beyan olunuyor3. Ve ﻚ َ َ“ أ ََرأَﻳـْﺘsen sen
gördün mü?” ﻜ ْﻢ ُ َ“ أ ََرأَﻳـْﺘsen siz gördünüz mü?” makamında bir tekid ve
tefsir mânasında bulunduğu ve hey’et-i umûmiyesi “acaib, haydi haber
ver veya haber veriniz” meâlinde kullanıldığı gösteriliyor. ﺖ َ ْ’أ ََرأَﻳde hemze
istifham içindir ki taaccüb ve ihbar bunun lâzımıdır. Bu fiil rü’yet-i
basariyeden veya re’ye isabet etmek, ciğere nüfuz etmek mânasına re’y
ve itikaddan veya iki mef ûlüne ta addî eden ef âl-i kulûbdan bâbında
bâkī rü’yet-i ilmiyeden veyahut bâbında bâkī olmayıp ihbar mânasına
1 B -“ve o lahza siz o şirk koştuklarınızın hepsini unutursunuz”.
2 H: “De ki: Gördün mü şunları? Eğer Allah’ın azâbı başınıza gelirse veya o saat başınıza gelirse Allah’tan
başkasına mı dua edersiniz? Eğer doğru söylerseniz söyleyin bakayım. (40) Doğrusu yalnız O’na dua
edersiniz de dilerse o feryada geldiğiniz belâyı üzerinizden kaldırır ve o lahza o şirk koştuklarınızın
hepsini unutursunuz (41). Celâlim hakkı için senden önce birtakım ümmetlere resuller gönderdik,
dinlemediler de onları şiddetler ve zarûretlerle sıktık, gerek ki yalvarsınlar diye (42). Hiç olmazsa böyle
tazyîkimiz geldiği vakit bari yalvarsaydılar, velâkin kalbleri katılaşmış, şeytan da kendilerine her ne ya-
pıyorlarsa süslemişti (43). Bu sebeple vaktâ ki edilen ihtarları unuttular, üzerlerine her şeyin kapılarını
açıverdik. Nihâyet kendilerine verilen bu genişlik ve serbestlik ile tam ferahlandıkları sırada ansızın
tuttuk kendilerini yakalayıverdik. Ne bakarsın, hepsi bir anda bütün ümidlerinden mahrum düştüler
(44). Artık o zulmedip duran kavmin kökü kesilmişti, hamdolsun Allah’a, o Rabbü’l-âlemîn’e (45)”.
3 M ve B: “olunur”.
Hak Dini Kur’an Dili 857
olan rü’yet-i ilmiyeden olmak üzere dört iştikak ile isti mâl edilir. Evvelki
üçünde asl-ı kelimeden olan ikinci hemze ya tahkik veya beyne beyne
teshil ile okunur, hazfi câiz olmaz. Ve muhâtabın ihtilâfına göre ﺖ َ ْأ ََرأَﻳ
أ ََرأَﻳـْﺘُ َﻤﺎ أ ََرأَﻳـْﺘُ ْﻢgibi “tâ” ihtilâf eder fâ ili gösterir ve buna ﻚ أ ََرأَﻳـْﺘَ ُﻜ ْﻢ َ َ أ ََرأَﻳـْﺘgibi
“kâf ” ilhâkı câiz olmaz. Fakat ihbar mânasına rü’yet-i ilmiyeden olduğu
vakit hemzenin tahkīki ve beyne beyne teshîli ve hazfi ve elife ibdal ile
meddi de câiz olur. Nitekim cumhur kıraatlerinde tahkik ile Nâfi ve
Ebû Ca fer’de teshil ile, Kisâî’de iskāt ile ve Verş’te ibdal ile okunmuştur
ki bu ibdal kā ide-i sarfa muhalif olmakla beraber kelâm-ı Arabda vardır.
[1926] Sonra işbu َﺧِﱪِﱐ ْ أmânasında muhâtabın ihtilâfına göre ﺖ َ ْأ ََرأَﻳ
أ ََرأَﻳـْﺘُ ْﻢ1ﺖ ِ أَرأَﻳgibi “tâ”nın ke’l-evvel ihtilâfı câiz olduğu gibi, “tâ” müfred-i
َْ
müzekkerdeki hâli üzere meftuh kalmakla beraber ihtilâf-ı muhâtabı iş âr
için âhirine ﻜ ْﻢ َ َ أ ََرأَﻳـْﺘgibi muhtelif surette kâf-ı muttasıla ilhâkı da câiz
ُ َﻚ أ ََرأَﻳـْﺘ
olur ki bu hâl bu fiile mahsustur. Binâen aleyh ﻜ ْﻢ ُ َأ ََرأَﻳـْﺘ, أ ََرأَﻳـْﺘُ ْﻢmakamında
olarak َﺧِﱪُ ِوﱐ ْ “ أbana haber veriniz” demektir. Yani ُﻛ ْﻢzamîri mef ul değil,
fâ ilin ihtilâfına delâlet eden bir harftir. Basriyyûnun îzâhı budur. Fakat
Kisâî bunun mef ûl-i evvel makamında olduğuna kāil olmuştur. Bu
surette mâna yine َﺧِﱪُ ِوﱐ ْ أolmakla beraber ﻚ َ َ أ ََرأَﻳـْﺘile ﺖ َ ْأ ََرأَﻳ, أ ََرأَﻳـْﺘَ ُﻜ ْﻢile أ ََرأَﻳـْﺘُ ْﻢ
arasında esas itibariyle ince bir zevk farkı vardır. ﻜ ْﻢ ُ َ أ ََرأَﻳـْﺘkalbin vâki de
2
kendine ve kendi enfüsiyyâtına müte allik vicdânından, yani bir şuura
şuurdan, أ ََرأَﻳـْﺘُ ْﻢise mutlak bir vicdân-ı şuurdan sual ve istihbar demek olur.
Nitekim bu âyette ﻜ ْﻢ ُ َ اَ َرﺍ َ ْﻳﺘistifhâmı bir fi l-i enfüsî olan duaya müte allik
vicdâna teveccüh etmiş ﻮن َ اﻪﻠﻟِ ﺗ َ ْﺪ ُﻋ
ّٰ َ ْ َ اَﻏbuyurulmuştur. Gelecek olan ﻗُ ْﻞ اَرَﺍ َ ْﻳﺘُ ْﻢ
âyetinde de اﻪﻠﻟ ﻳ َ ْﺄﺗ۪ﻴﻜُ ْﻢ ﺑﻪ ِ ِ ِ ِ
ّٰ ُ ْ َ َﻣ ْﻦ اﻟ ٌٰﻪ ﻏbuyurulmuş, enfüse hâriçlerinden vâki
olacak ityâna müte allik vicdâna tevcih edilmiştir ki Kisâî mezhebi hem
kıyâs-ı nahve muvâfık, hem de bu ince farkı ibraz etmiş olmak hasebiyle
bizce daha ziyade şâyân-ı dikkattir.
{}ﻗ ْﻞ
ُ Yâ Muhammed, müşriklere de ki {ﻜ ْﻢ
ُ َ }اَ َرﺍ َ ْﻳﺘumûmiyetle her biriniz
kendinizi gördünüz, anladınız mı? Kendinize, vicdânınıza hakikaten
1 B: “”أرأ א.
2 H: “nefsâniyetine”.
858 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
şuurunuz var mı? Varsa şunu bana söyleyiniz, haber veriniz bakayım:
{ِاﻪﻠﻟ
ّٰ اب ُ ﻜ ْﻢ َﻋ َﺬُ }اِ ْن اَ ٰﺗﻴEğer size Allah’ın -dünyada münkariz olan ümmetlere
gelen- azâbı gelirse {ُﺎﻋﺔ َ اﻟﺴَّ ﻜ ُﻢ ُ }اَ ْو اَﺗ َ ْﺘveya geleceği muhakkak olan saat gelir,
başınıza kıyamet koparsa {ﻮن َ اﻪﻠﻟِ ﺗ َ ْﺪ ُﻋ ّٰ َ ْ َ }اَﻏAllah’ın gayrısına mı dua ve ilticâ
edersiniz? [1927] A Yani vicdanlarınızın derinliklerine inerek kendinizi
iyice yoklayınız, tartınız bakayım; böyle mühlik derd1 ü felâket karşısında
bulunduğunuz veya içine düştüğünüz elîm ve müthiş bir zamanda
nasıl bir hâlet-i rûhiye içinde bulunursunuz? Bütün ümidleriniz silinir,
ölmüş gibi ye’s-i küllîye mi düşersiniz? Yoksa henüz canınız çıkmadıkça
yine bir ümîd-i halâs besler, derinden derine bir müncîye ilticâ hissiyle
inler misiniz? Eğer inlerseniz o zaman samîm-i kalbinizden kime ilticâ
eder, kime çağırır yalvarırsınız? Allah’a mı yoksa Allah’ın gayrı mâbud
tanıdığınız putlarınıza mı? {َ ﺎد ۪ﻗ ِ }اِ ْن ﻛُ ْﻨﺘُ ْﻢ ﺻEğer siz sâdık iseniz, hakikatte
َ
Allah’tan başka ilâhlar vardır iddiasında yalancı değil iseniz söyleyiniz,
öyle bir zamanda Allah’tan başkasından ümid bekler, Allah’tan2 başkasına
dua ve niyaz eder misiniz? { }ﺑ َ ْﻞHayır {ﻮن ِ
َ ﺎه ﺗ َ ْﺪ ُﻋ
ُ َّ }اﻳancak Allah’a dua eder,
her ne umarsanız O’ndan umar ve yalnız O’na niyaz edersiniz. {ﻒ َﻣﺎ ُ ﻓَﻴَ ْﻜ ِﺸ
ِ ِ ِ َ }ﺗ َ ْﺪﻋO da dilerse dua ettiğiniz azâbı, sıkıntıyı açar, başınızdan
َﻮن اﻟ َْﻴﻪ ا ْن َﺷٓﺎء ُ
def eder {ﻮن َ }وﺗ َ ْﻨ َﺴ ْﻮ َن َﻣﺎ ُ ْ ﺮِ ُﻛ
َ ve o vakit siz Allah’a şerîk tuttuğunuz şeyleri
unutur, evvelce tapındığınız diğer ilâhlarınızı o müddet zarfında terk
eder, hatırınıza bile getirmezsiniz. A Çünkü keşf-i durra kādir merci -i
yegâne ancak Allah olduğu fıtrat-ı ukūlde ve künh-i vicdanda merkuzdur.
İşin ciddiyeti ve korkunun dehşeti diğerlerini siler süpürür ve o zaman
Allah’tan başkasının hiç olduğunu vicdanlar açıktan açığa duyar, akıllar
idrak eder; elverir ki akıl kalmış, vicdan donmamış bulunsun.
Yâ Muhammed {ﻚ َ ِ}وﻟَﻘَ ْﺪ اَ ْر َﺳ ْﻠـﻨَ ٓﺎ اِ ٰ ٓ اُ َﻣ ٍﻢ ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒﻠ
َ sen emin ol [1928] ki
senden evvel birçok ümmetlere biz resuller gönderdik; böyle tanımadılar,
ِ َّﻀﺮ
küfr ettiler de {ٓﺍء ِ ٓ }ﻓَﺎ َ َﺧ ْﺬﻧَﺎﻫ ْﻢ ﺑِﺎ ْﻟﺒَ ْﺄﺳBiz de onları be’sâ’ yani şiddetli
َّ ﺎء َوﺍﻟ َ ُ
fakr, maişet darlığı ve darrâ, yani emrâz ve âfât ile sıktık, fakr u zarûretle
tuttuk tazyik eyledik {ﻮن َ ﻀﺮَّ ُﻋَ َ }ﻟ َﻌَﻠ َُّﻬ ْﻢ ﻳَﺘki tazarru etsinler, zilletlerini anlayıp
1 B -“derd”.
2 B -“başkasından ümid bekler, Allah’tan”.
Hak Dini Kur’an Dili 859
fesâdı ıslah, seyyiâtı tahdid, tevkif, ta kīm için tatbik eder. Menşe’i fakr
u zarûret olan seyyiâta karşı teşdîd-i tazyik ise o seyyiâtı teksir demek
olur. Bunun ihtimâl-i salâhı varsa teşdidde değil, teysirdedir. إ َذا1ُاَﻟﺸﱠﻲء
ِ’ﺿﺎق اdır. Tazyik ile katılmış olan kalbleri yumuşatırsa teysir ve tevsî ْ
ﱠﺴ َﻊﺗ
َ َ َ
yumuşatabilir. Ve artık bu tevsî ve ittisâ onlara ya kesb-i salâh ettirir
veya patlatır bitirir. Ve her iki takdirde seyyiât ta kīm edilmiş, kötülerin
arkası alınmış olur. Binâen aleyh { }ﻓَﻠَﻤَّﺎ َ ُ ﻮﺍ َﻣﺎ ذُכّ ُِﺮوﺍ ﺑ ِ ۪ﻪo katı kalbliler
vaktâ ki ihtar olundukları ibretleri unuttular: A Evvela, bir teysîr-i tedrîcî
ifade eden ihtârât-ı rusülü, sâniyen tevbe ve tazarru telkin eden be’sâ’
ve darrâ’ muhtıralarını düşünmek ve mütenebbih olmak ihtimalleri
kalmadı. O zaman {ﺍب ﻛُ ّ ِﻞ َ ْ ٍء َ َ }ﻓَﺘَ ْﺤﻨَﺎ َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ اَ ْﺑﻮüzerlerine her şeyin [1930]
kapısını açtık. A O şiddet ve müzâyakadan sonra onlara öyle bir hürriyet
ve refah verdik ki maddî mânevî bütün mâni aları kaldırdık, her taraftan
üzerlerine nimetler saldırdık,2 iyi kötü her şey kendilerine bol bol açık
bulunuyordu. Her türlü rahatlar, sıhhatler, zaferler, muvaffakiyetler,
zevkler, safâlar önlerinde âmâde idi. Ne arzu etseler bulacak, ne isteseler
yapabilecek bir hâle geldiler. Kendilerine kendi iradelerinden başka men
u takyid edecek hiçbir şey görünmüyordu. Öyle serbest bir imtihana
kondular ve öyle istidracları arttı ki {}ﺣ ّٰ ٓ اِذَا ﻓَﺮِ ُﺣﻮﺍ ﺑِﻤَٓﺎ اُو۫ﺗُﻮﺍ َ nihâyet bu
hürriyet ve refah ile ferahlandılar. Tuttukları yolun iyi olduğuna ve
bütün bunlar kendi istihkakları bulunduğuna ve her mes’ûliyetten âzâde
olduklarına hükmettiler. Hiçbir kayd, hiçbir kaygı duymaz oldular, her
şey kendilerininmiş, Allah ve âhiret yokmuş gibi zevk ü safâya daldılar,
keyiflerini çattılar. Tam böyle ferahlandıkları, gel keyfim gel dedikleri
sırada {ً ﺎﻫ ْﻢ ﺑ َ ْﻐﺘَﺔ ِ
ُ َ }اَ َﺧ ْﺬﻧkendilerini birdenbire bastırıp yakalayıverdik {ﻓَﺎذَا ُﻫ ْﻢ
َ }ﻣ ْﺒﻠِ ُﺴ
ﻮن ُ o saat iblis gibi bütün ümidleri kesildi, ye’s ve hirmân-ı mutlak
içinde donakaldılar. Bundan böyle onlar nihâyetsiz bir hasret içindedirler.
ِ
َ }ﻓَ ُﻘﻄـﻊَ دَاﺑ ِ ُﺮ ا ْﻟﻘَ ْﻮ ِم اﻟ َّ۪ﺬArtık o zulmeden -şükür yerine küfr eyleyen-
{ﻳﻦ ﻇَﻠ َ ُﻤﻮﺍ
kavmin ardı alındı, kökü kesildi.3 Arkalarından hiç kimse bırakılmadı,
1 B -“”ا ء.
2 B -“her taraftan üzerlerine nimetler saldırdık”.
3 B -“kökü kesildi”.
Hak Dini Kur’an Dili 861
1 H -“eylemek”.
2 H: “‘Gördün mü?’ de, ‘söyleyin bakayım: Eğer Allah sizin kulaklarınızı ve gözlerinizi alıverir ve kalble-
rinizi mühürleyiverirse, kimdir Allah’tan başka bir ilâh ki onu size getirip verecek?’ Bak biz âyetlerimizi
862 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
{ }ﻗُ ْﻞ اَ َرﺍ َ ْﻳﺘُ ْﻢDe ki şunu bana haber veriniz {ﺎرﻛُ ْﻢ ّٰ }اِ ْن اَ َﺧ َﺬ
َ اﻪﻠﻟُ َﺳ ْﻤﻌَﻜُ ْﻢ َوﺍ َ ْﺑ َﺼ
eğer Allah kulaklarınızdaki işitmek ve gözlerinizdeki görmek kuvvesini
alıverir, duyan kulaklarınızı sağır, gören gözlerinizi kör ediverir { ٰ َو َﺧﺘَﻢَ َﻋ
}ﻗﻠُﻮﺑِﻜُ ْﻢ
ُ ve kalblerinizi mühürleyiverirse A Yani tab eder, hayr u hidâyeti
anlamayacak bir hâle kor veya mecnunlar gibi akılları giderir veya hiçbir
şey duyamayacak vechile kalblerinizi öldürür, bütün şuurunuzu selb
ediverirse {ِاﻪﻠﻟِ ﻳ َ ْﺄﺗ۪ﻴﻜُ ْﻢ ﺑِﻪ ّٰ ُ ْ َ}ﻣ ْﻦ اِﻟ ٌٰﻪ ﻏ
َ Allah’tan başka onu size getirecek ilâh
1
nasıl evirip çevirip türlü suretlere koyuyoruz? Sonra da onlar nasıl geçiveriyorlar? (46) ‘Gördün mü ken-
dinizi’ de, ‘şayet Allah’ın azâbı ansızın yahut açıktan başınıza geliverirse zâlimler gürûhundan başkası mı
helâk olacak?’ (47) Biz o gönderdiklerimizi ancak rahmetimizin müjdecileri ve azâbımızın habercileri
olmak üzere göndeririz. Onun için kim iman edip salâh yolunu tutarsa onlara korku yoktur ve onlar
değildir mahzun olacaklar (48). Âyetlerimize yalan diyenlerdir ki fıskı âdet edindikleri için kendilerine
azab dokunacaktır (49)”.
1 H -“ilâh”.
Hak Dini Kur’an Dili 863
veriyoruz, bir kalbe hem kulaktan hem gözden hem de kendinden nişanlar
veriyor, delâletler telkin ediyoruz. Onlara hem varlıklarını duyuruyoruz
hem yokluklarını. Aynı bir medlûlü kâh kulaklara koyuyoruz, kâh gözlere
sokuyoruz, kâh doğrudan doğru kalbe bırakıyoruz. Bir mâna kâh bir ses
olup kulaklarda çınlıyor, kâh bir nakış olup gözlerde parıldıyor, kâh bir
elem ü lezzet veya bir akl-ı mahz olup kalbleri oynatıyor. Bir ses, bir
nakış, bir akıl1 kâh mâzîleri çekip getiriyor, kâh istikballere2 sürükleyip3
götürüyor, kâh bir câzibe-i ni met ile iradeleri cezb ü tergīb ediyor ve
kâh bir dâfi a-i nikmet ile nefretler, terhîbler saçıyor. Bir ses nağmeden
nağmeye, vakfeden vakfeye muhtelif keyfiyetler içinde diziliyor, kulaklara
dökülüyor, müstakīm ve münhanî, münkesir veya gayr-i münkesir
hareketler, sükunlar bir ziyâ ile muhtelif suretler iktisab edip gözlere
sokuluyor. Bütün bunlar aynı bir mâna ile bir şuur, bir idrak, bir nûr
olup kalblere iniyor, intibâ ediyor. Derken o şuur ve idrak o kalbden yine
aynı mâna ile harekete geliyor; mütenevvi , müteşâbih, mütemâsil suver
u keyfiyyât ile nefislerden, bedenlerden birer fiil olarak çıkıyor. Evvelki
gibi ağızlardan ses, ellerden yazı olarak peyderpey intişar ediyor ve bütün
[1934] bu tasarrufât ve tehavvülâtta o kulakları, gözleri, kalbleri, vücudları
birleştiren aynı mânalar sâbit ve aynı medlûller bâkī kalıp gidiyor. Eb âd-ı
fezâ, imtidâd-ı zaman içinde kalblerle duyulup hafızalarda tutulan, dillerle
söylenip kulaklarla işitilen, ellerle sahifelere yazılıp gözlerle görülen,
ağızlarla okunan ve bu suretle tekrar tekrar intişar edip yaşayan ve fakat
bunların hiçbirine hulûl etmiş olmayıp o eb âd ve imtidâdı tayyederek
bir noktada bir lemha-i vicdanda toplayan o me ânî-i bâkiye ve hakāik-i
sâbitedir ki vâhid olan Allah teâlâ’nın vücûduna ve kemâl-i kudret ü
tasarrufuna delâlet eden âyât-ı Hakk’ın aslı ve zât u sıfât-ı4 Hakk’ın ifadesi
olan ve Allah’ın teblîğ ü ifadeye kādir en beliğ bir mütekellim olduğunu
dahi isbat eden Kur’ân’ın, kelâmullahın kendisidirler. Bakınız Allah o
1 B -“mahz olup kalbleri oynatıyor. Bir ses, bir nakış, bir akıl”.
2 B: “istikballeri”.
3 M ve B: “çekip”.
4 B: “sıfatı”.
864 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “ikābına”.
Hak Dini Kur’an Dili 865
ﻚ اِ ْن اَﺗ َّ ِﺒ ُﻊ اِ َّﻻ
ۚ ٌ َ ﻮل ﻟَﻜُ ْﻢ اِ ۪ﻧّﻲ َﻣﻠ
ُ ُﺐ َو َ ٓﻻ اَﻗ ٓ ِ ّٰ ﻮل ﻟَﻜُ ْﻢ ِﻋ ْﻨ ۪ﺪي َﺧ َﺰٓاﺋِﻦ
َ اﻪﻠﻟ َو َﻻ اَ ْﻋﻠ َ ُﻢ ا ْﻟﻐَ ْﻴ ُ ُ ُﻗُ ْﻞ َ ٓﻻ اَﻗ
ِ ْ ﻮﺣٓﻰ اِﻟ ََّﻲ ۜ ُﻗ ْﻞ َﻫ ْﻞ ﻳ َ ْﺴﺘَﻮِي
َ ﴾ َوﺍ َ ْﻧ ِﺬ ْر ﺑِﻪ اﻟ َّ۪ﺬ٥٠﴿ ۟ ون
ﻳﻦ ُ اﻻ َْﻋ ٰﻤﻰ َوﺍ ْﻟﺒَ ۪ﺼ
َ ﻴﺮ ۜ اَﻓَ َﻼ ﺗَﺘَ َﻔﻜ َُّﺮ ٰ َُﻣﺎ ﻳ
ِ ِ ِ ِ
﴾ َو َﻻ٥١﴿ ﻮن ٌ ﻮن اَ ْن ﻳُ ْﺤ َﺸ ُﺮ ٓوﺍ اﻟٰﻰ َرﺑِّﻬِ ْﻢ ﻟ َْﻴ َﺲ ﻟ َُﻬ ْﻢ ﻣ ْﻦ دُوﻧ ۪ﻪ َوﻟ ٌّﻲ َو َﻻ َﺷ ۪ﻔ
َ ﻴﻊ ﻟ َﻌَﻠ َُّﻬ ْﻢ ﻳَﺘ َّ ُﻘ َ ﺎﻓ
ُ ﻳ َ َﺨ
ﻚ ِﻣ ْﻦ ِﺣ َﺴﺎﺑِﻬِ ْﻢ ِﻣ ْﻦ َﺷ ْﻲ ٍء ِ
َ ﻮن َرﺑ َّ ُﻬ ْﻢ ﺑِﺎ ْﻟﻐَ ٰﺪو َوﺍ ْﻟﻌَ ِﺸ ّ ِﻲ ﻳُ ۪ﺮ ُﺪ
َ ون َو ْﺟﻬَ ُﻪ ۜ َﻣﺎ َﻋﻠ َ ْﻴ َ ﺗ َ ْﻄ ُﺮ ِد اﻟ َّ۪ﺬ
َ ﻳﻦ ﻳ َ ْﺪ ُﻋ
ﻚ ﻓَﺘَﻨَّﺎ َ ِ ﴾ َوﻛَ ٰﺬﻟ٥٢﴿ ﻴﻦ ِ
َ ﻮن ﻣ َﻦ اﻟﻈ َّﺎﻟ ۪ﻤ
ِ َ ُﻚ ﻋﻠَﻴﻬِﻢ ِﻣﻦ َﺷﻲ ٍء ﻓَﺘَ ْﻄﺮدﻫﻢ ﻓَﺘَﻜ
َُُْ ْ ْ ْ ْ َ َ ِ َو َﻣﺎ ﻣ ْﻦ ﺣ َﺴﺎﺑ
ِ ِ
Kıraat: َ ۪ َوﻟِﺘَ ْﺴﺘَﺒÂsım’dan Şu be, Hamza, Kisâî, Halef-i Âşir “ye” ile
َ ۪ﻴﻞ ;ﻟِﻴَ ْﺴﺘَﺒ
ُ ۪ َﺳﺒNâfi ve Ebû Ca fer nasb ile ﺳﺒ۪ ﻴ َﻞ. َ
{ِاﻪﻠﻟ
ّٰ ﻜ ْﻢ ِﻋ ْﻨ ۪ﺪي َﺧ َﺰٓاﺋ ِ ُﻦ
ُ َ ﻮل ﻟ ٓ َ A “Hazâin”; lisânımızda “hazine” veya
ُ }ﻻ اَ ُﻗ
“hazne” tâbir olunan “hizâne”nin cem idir ki, ellerin erişemeyeceği bir
surette mal iddihar olunan muhrez mekânın ismidir. -Yani ben “Allah’ın
kudret hazineleri bendedir, bana tefviz olunmuştur, ben onlarda istiklâlen
veya isti’zânen dilediğim gibi tasarruf ederim” demem2, böyle bir iddiada
bulunmam.- Binâen aleyh âyetler indirmek veya azab inzal eylemek
[1938] veya dağları altın yapmak vesâire gibi şeyler bana ait değildir.
Bana “Sen, Allah tarafından resul isen Allah’tan iste de bize dünya
saadetlerini bol bol versin, yoksa risaletine inanmayız” demeye hakkınız
yoktur. Onlar benim elimde değil, Allah’ın elindedir. Dilediğine mülk
veren, dilediğinden mülkü nez eden, dilediğini i zâz ve dilediğini izlâl
ٓ َ Ben gaybı da bilmem:
eden “bi-yedihi’l-hayr” O’dur. {ﺐ َ }و َﻻ اَ ْﻋﻠ َ ُﻢ ا ْﻟﻐَ ْﻴ
1 H: “‘Ben’ de, ‘size «Allah’ın bütün hazineleri benim yanımdadır» demem, gaybı da bilmem; size «ben
meleğim» de demem. Ben ancak bana vahyolunana verilen vahye ittibâ ederim.’ ‘Hiç’ de, ‘kör ile
görenle müsâvî olur mu? Binâen aleyh siz Artık bir düşünmez misiniz?’ de (50) Bununla şunları inzar
eyle ki, Rablerinin huzûruna haşr olunacaklarından korkarlar, kendileri için O’ndan başka bir velî de
yoktur, bir nasîr de; gerektir ki onlar korunurlar (51) Hem öyle mahza Rablerinin cemâlini isteyerek
sabah akşam O’na dua edenleri yanından kovayım deme. Sana onların hesabından bir şey yok, senin
hesabından da onlara bir şey yok ki bîçareleri kovup da zâlimlerden olacaksın (52). Böyle bazılarını
bazısıyla fitneye de düşürdük ki şöyle desinler: ‘Â! Şunlar mı imiş Allah’ın aramızdan lütfuna lâyık
gördüğü kimseler?’ Allah şükreden kullarını daha iyi bilir değil mi imiş be! (53) Âyetlerimize iman
ediyor olanlar yanına geldikleri zaman da de ki: ‘Selâm sizlere, Rabbiniz kendine rahmeti yazdı.
Hakikat içinizden her kim bir câhillikle bir kabahat yapmış, sonra onun arkasından tevbe edip de
düzelmiş ise ona karşı Gafûr, Rahîm olmayı irade buyurdu’ (54). Daha böyle âyetlerimizi tafsil ede-
ceğiz, hem mücrimlerin yolu seçilsin diye (55)”.
2 M: “diyemem”.
Hak Dini Kur’an Dili 867
1 “…Eğer ben bütün gaybı bilir olsa idim daha çok hayır yapardım ve kötülük denilen şey yanıma uğra-
mazdı. Ben o değil, ancak iman edecek bir kavim için inzâr u bişârete me’mur bir peygamberim.”
2 “…yahut semâya çıkasın…”
3 “…Bu Peygamber’e ne oluyor? (…) Yemek yiyor ve çarşılarda yürüyor…”
4 B: “şey”.
5 H, M ve B: “ ”و.
6 “…fakat gaybına kimseyi apaçık âgâh etmez, ihtiyar buyurduğu bir resûlden başka, çünkü onun önün-
den ve ardından râsıdler dizer.”
7 M ve B: “mâlum”.
8 H: “gayr-i”.
868 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “görmedikleri”.
2 B -“ki”.
Hak Dini Kur’an Dili 869
1 “Nefsince de o kullarla beraber sabret ki sabah akşam (her vakit) Rab’lerine dua eder…”
2 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XII, 540. Krş. Taberî, Câmiu’l-beyân, XI, 376-381; Sa lebî, el-Keşf
ve’l-beyân, IV, 149:
אب َو ِ َ ٌل ِ ِ ِ ٍ ُ ِ ُ َ ْ ا:ٍد أَ َّ َ َאل ِ ِ
ٌ َّ َ َ َ َر ُ ل ا ّٰ َ َّ ا ّٰ َ َ ْ َو َ َّ َ َو ْ َ ُه ُ َ ْ ٌ َو َْ ْ َ َّ َ ُ ُ ْ َ ِ ْ ّٰ ُرو َي َ ْ َ ْ ا
ِ ِ ِ ِ ِ
، َא ُ َ َّ ُ أَ َر َ ِ َ ُ َ ء َ ْ َ ْ َכ؟ أَ َ َ ْ ُ َ ُכ ُن َ ً א َ ُ َ ء؟ ا ْ ْد ُ َ ْ َ ْ َכ: َ َ א ُ ا، َ ِ ِ ِ ْ ا ِ
אء َ ُ ِ َ و و אر
ْ ُ َ ُْ َ ْ ُ
ْ ُ ْ َ ٌ َّ َ َ
، َ َ ِ َذا أَ َ ْ َא َ َ ْ ِ ْ ُ َ َ َכ إ ِْن ِ ْئ، » َ א أَ َא ِ َאرِ ِد ا ْ ُ ْ ِ ِ َ « َ َ א ُ ا َ َ ِ ْ ُ َ َّא ِإ َذا ِ ْئ َא: َ َ َאل َ َ ِ ا َّ َ ُم،َ َ َ َّ َכ إ ِْن َ ْد َ ُ ا َّ ْ َא َك
ْ ْ ْ َ ُ َ
ُ أَ َ ُّ ا َو َ א ُ ا ِ ُ ِل َ َ ِ ا َّ َ ُم،«ون َ ُ ِ َ َو ُر ِو َي أَ َّن ُ َ َ َ َאل َ ُ » َ ْ َ َ ْ َ َ َّ َ ْ ُ َ ِإ َ َ א َذا. ْ ِ ِ َ َ َאل » َ َ ْ « َ َ ً א ِ ِإ َ א
ْ َّ َّ
:אب ِِ ِ ِِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ
ٌ َّ َ َ َ َאل َ ْ َ א ُن َو، َ َوا ْ َ َ َر ُ َ ُ َ ْ َ َ א، َ َ َّ َ َ َ ا،ُ َ ْ »اכ ُ ْ َ َא ِ َ َכ כ َא ًא« َ َ َ א ِא َّ َ َو ِ َ ٍّ َ ْכ ُ َ َ َ َ َ ْ َ ه ا ْ
َ َ َ َل،אم ِ ْ ا اد ر َאن ُ م َ َّא ِإ َذا أ َ כ
َ و ، כْ ر א َ כ
ْ ر َ ْ ِ ُ ْ َ و א َ ُ ْ َّ و ِ َ ّٰ ا َّ ّٰ ا ل
ُ ر אن
َ כ
َ َ ، ْ َ َ א َ ِ
َ َ َ َ ُ َ ُ َ
َ َ ُ َ ُ َّ َ ُ َّ َ ُ َ َ َ ُ َ َ َ َ ْ َ َ ُ َ َ
ِ ِ َ ا ْ ُ ّٰ ا َّ ِ ي:( َ َك ا ْ ِ אم א ِإ َ أَ ْن َ ُ م ْ و َ َאل٢٨/١٨ ِ ْ َن ر « )ا ْ َכ ِ َّ َ ُ »وا ِ َ ْ َכ ا
َّ َ ْ ُ ْ ْ َ َ ُ َ َ َّ َ َ َ ََ ْ ْ ُ َّ َ ُ َ َ َ َ َ ْ ْ َ ُ ْ
ٍ
.אتُ َ َ ْ َ َ ُכ ُ ا ْ َ ْ َ א َو َ َ ُכ ُ ا، ِ َّ ُأَ َ َ ِ أَ ِن أَ ْ ِ َ َ ْ ِ َ َ َ َ ْ م ِ ْ أ
3 B -“gururlarını kırar”.
4 B -“onlar”.
5 M ve B -“ve”.
Hak Dini Kur’an Dili 871
ﺖ اِ ًذا َو َﻣٓﺎ
ُ ﺿﻠ َ ْﻠ ٓ ِ ّٰ ﻮن ِﻣﻦ دو ِن
ُ اﻪﻠﻟ ۜ ﻗُ ْﻞ َﻻ اَﺗ َّ ِﺒ
َ ـﻊ اَ ْﻫ َﻮٓﺍءَﻛُ ْﻢ ۙ ﻗَ ْﺪ َ ۪ﻴﺖ اَ ْن اَ ْﻋ ُﺒ َﺪ اﻟ َّ۪ﺬ
ُ ْ َ ﻳﻦ ﺗ َ ْﺪ ُﻋ
ِ
ُ ﻗُ ْﻞ ا ۪ﻧّﻲ ﻧُﻬ
َ ُ ﴾ ُﻗ ْﻞ اِ ۪ﻧّﻲ َﻋﻠٰﻰ ﺑ َ ّ ِﻴﻨَﺔٍ ِﻣ ْﻦ َرﺑّ۪ﻲ َوﻛَﺬ َّْﺑ ُﺘ ْﻢ ﺑ ِ ۪ﻪ ۜ َﻣﺎ ِﻋ ْﻨ ۪ﺪي َﻣﺎ ﺗ َ ْﺴﺘَ ْﻌ ِﺠﻠ٥٦﴿ ﻳﻦ
ۜ ﻮن ﺑ ِ ۪ﻪ
ِ
َ اَﻧَﺎ ۬ ﻣ َﻦ ا ْﻟ ُﻤ ْﻬﺘَ ۪ﺪ
َ ُ﴾ ﻗُ ْﻞ ﻟ َْﻮ اَ َّن ِﻋ ْﻨ ۪ﺪي َﻣﺎ ﺗ َ ْﺴﺘَ ْﻌ ِﺠﻠ٥٧﴿ ﻴﻦ
ﻮن ﺑ ِ ۪ﻪ ِ اِ ِن ا ْﻟﺤ ْﻜ ُﻢ اِ َّﻻ ِ ّٰﻪﻠﻟِ ﻳ َ ُﻘﺺ ا ْﻟ َﺤ َّﻖ َوﻫ َﻮ َﺧﻴﺮ ا ْﻟ َﻔ
َ ﺎﺻ ۪ﻠ ُ ْ ُ ُّ ۜ ُ
ِ ـﺢ ا ْﻟﻐَ ْﻴِ ِ ِ ْ ﻟ َُﻘ ِﻀ َﻲ
ﺐ َﻻ ﻳ َ ْﻌﻠ َ ُﻤﻬَٓﺎ ُ ﴾ َوﻋ ْﻨ َﺪ ُه َﻣ َﻔﺎﺗ٥٨﴿ ﻴﻦ َ ﺍﻪﻠﻟُ اَ ْﻋﻠ َ ُﻢ ﺑِﺎﻟﻈ َّﺎﻟ ۪ﻤ ُ َاﻻ َْﻣ ُﺮ ﺑ َ ْﻴ ۪ﻨﻲ َوﺑ َ ْﻴﻨ
ّٰ ﻜ ْﻢ ۜ َو
ِ ﻂ ِﻣﻦ َو َرﻗَﺔٍ اِ َّﻻ ﻳَﻌﻠَﻤﻬَﺎ َو َﻻ َﺣﺒَّﺔٍ ۪ﻓﻲ ﻇُﻠ ُ َﻤ ِ ِ
ﺎت ُ ْ ْ ُ ا َّﻻ ُﻫ َﻮ ۜ َو َ ْﻌﻠ َ ُﻢ َﻣﺎ ﻓﻲ ا ْﻟﺒَ ّﺮِ َوﺍ ْﻟﺒَ ْﺤﺮِۜ َو َﻣﺎ ﺗ َ ْﺴ ُﻘ
1 H: “kullarını”.
872 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ﻜ ْﻢ ﺑِﺎﻟ َّْﻴ ِﻞ َو َ ْﻌﻠ َ ُﻢ ُ ﴾ َو ُﻫ َﻮ اﻟ َّ ۪ﺬي ﻳَﺘَ َﻮ ّٰﻓﻴ٥٩﴿ ﺎب ُﻣﺒ۪ ﻴ ٍﻦ ٍ َﺐ َو َﻻ ﻳَﺎﺑ ِ ٍﺲ اِ َّﻻ ۪ﻓﻲ ﻛِﺘ ٍ ْض َو َﻻ َرﻃ ِ اﻻ َْر ْ
َﻣﺎ َﺟ َﺮ ْﺣﺘُ ْﻢ ﺑِﺎﻟﻨَّﻬَﺎرِ ﺛُﻢَّ ﻳ َ ْﺒﻌَﺜُـﻜُ ْﻢ ۪ﻓﻴﻪِ ﻟ ِ ُﻴ ْﻘ ٰﻀٓﻰ اَ َﺟ ٌﻞ ُﻣ َﺴ ًّﻤ ۚﻰ ﺛُﻢَّ اِﻟ َْﻴﻪِ َﻣ ْﺮ ِﺟ ُﻌﻜُ ْﻢ ﺛُﻢَّ ﻳُﻨَ ّ ِﺒﺌُﻜُ ْﻢ ﺑ ِ َﻤﺎ
ﻜ ْﻢ َﺣ َﻔﻈ َﺔ ً ۜ َﺣ ّٰﺘٓﻰ اِذَا َﺟٓﺎءَ اَ َﺣ َﺪ ُﻛ ُﻢ ُ ﺎد ۪ه َو ُ ْﺮ ِﺳ ُﻞ َﻋﻠ َ ْﻴ ِ َ﴾ َوﻫ َﻮ ا ْﻟ َﻘﺎﻫِﺮ ﻓَﻮ َق ِﻋﺒ٦٠﴿ ۟ ﻮن
ْ ُ ُ َ ُ ُﻛ ْﻨ ُﺘ ْﻢ ﺗ َ ْﻌ َﻤﻠ
ٰﻴﻬ ُﻢ ا ْﻟ َﺤ ِّﻖ ۜ اَ َﻻ ﻟ َُﻪ ا ْﻟ ُﺤ ْﻜ ُﻢ ِ ّٰ ﴾ ﺛُﻢَّ ردُّٓوﺍ اِﻟ َﻰ٦١﴿ ا ْﻟﻤﻮت ﺗَﻮﻓ َّ ْﺘﻪ رﺳﻠُﻨﺎ وﻫﻢ َﻻ ﻳﻔَﺮِﻃُﻮن
ُ اﻪﻠﻟ َﻣ ْﻮﻟ ُ َ ّ ُ ُْ َ َ ُ ُ ُ َ ُ َْ
َ َ ﺎت ا ْﻟﺒَ ّﺮِ َوﺍ ْﻟﺒَ ْﺤﺮِ ﺗ َ ْﺪ ُﻋﻮﻧ َ ُﻪ ﺗ ِ ﻜ ْﻢ ِﻣﻦ ﻇُﻠُ َﻤ ِ َوﻫ َﻮ اَﺳ َﺮ ُع ا ْﻟ َﺤ
ﻋﺎً ﻀ ُّﺮ ْ ُ ﴾ ُﻗ ْﻞ َﻣ ْﻦ ﻳُﻨَ ۪ ّﺠﻴ٦٢﴿ ﻴﻦ َ ۪ﺎﺳﺒ ْ ُ
اﻪﻠﻟُ ﻳُﻨَﺠ۪ ّ ﻴﻜُ ْﻢ ِﻣ ْﻨﻬَﺎ َو ِﻣ ْﻦ ﻛُ ّ ِﻞ ّٰ ﴾ ُﻗ ِﻞ٦٣﴿ َو ُﺧ ْﻔﻴَﺔ ً ۚﻟ َِﺌ ْﻦ اَ ْﻧ ٰﺠﻴﻨَﺎ ِﻣ ْﻦ ٰﻫ ِﺬ ۪ه ﻟ َﻨَﻜُﻮﻧ َ َّﻦ ِﻣ َﻦ اﻟ َّﺸﺎﻛِ ۪ﺮ َﻦ
ﻜ ْﻢ اَ ْو ُ ِ اﺑﺎ ِﻣ ْﻦ ﻓَ ْﻮﻗً ﻜ ْﻢ َﻋ َﺬ ُ ﺚ َﻋﻠ َ ْﻴ َ َﺎد ُر َﻋﻠٰٓﻰ اَ ْن ﻳ َ ْﺒﻌ ِ ﴾ ُﻗ ْﻞ ﻫ َﻮ ا ْﻟ َﻘ٦٤﴿ ﻮن
ُ َ ب ﺛُﻢَّ اَ ْﻧ ُﺘ ْﻢ ﺗُ ْﺸﺮِ ُﻛ ٍ ﻛَ ْﺮ
ِ َ اﻻٰﻳ ِ ِﻣﻦ ﺗَﺤ
ﺎت ْ ف ُ ِﻒ ﻧُ َﺼ ّﺮ َ ﺾ اُ ْﻧﻈ ُ ْﺮ ﻛَ ْﻴ ۜ ٍ ﻀﻜُ ْﻢ ﺑ َ ْﺄ َس ﺑ َ ْﻌ َ ﺖ اَ ْر ُﺟﻠِﻜُ ْﻢ اَ ْو ﻳ َ ْﻠ ِﺒ َﺴﻜُ ْﻢ ِﺷﻴَ ًﻌﺎ َو ُ ۪ﺬ
َ ﻳﻖ ﺑ َ ْﻌ ْ ْ
ٍﻜ ّ ِﻞ ﻧَﺒَﺄ ُ ِ ﴾ ﻟ٦٦﴿ ﻴﻞ ۜ ٍ ﻜ ْﻢ ﺑ ِ َﻮ ۪ﻛ ُ ﺖ َﻋﻠ َ ْﻴ ُ ﻚ َو ُﻫ َﻮ ا ْﻟ َﺤ ُّﻖ ۜ ُﻗ ْﻞ ﻟ َْﺴ َ َّب ﺑ ِ ۪ﻪ ﻗَ ْﻮ ُﻣ
َ ﴾ َوﻛَﺬ٦٥﴿ ﻮن َ ﻟ َﻌَﻠ َُّﻬ ْﻢ ﻳ َ ْﻔ َﻘ ُﻬ
﴾٦٧﴿ ﻮن َ ُﻣ ْﺴﺘَﻘَ ٌّﺮ ۘ َو َﺳ ْﻮ
َ ف ﺗ َ ْﻌﻠ َ ُﻤ
1 B +“Eğer”.
Hak Dini Kur’an Dili 873
ra sizi onun içinde baʿs eder ki mukadder olan bir ecel tamamlansın.
Sonra O’nadır yine nihâyet dönümünüz, sonra size haber verecek neler
işliyordunuz (60). Kullarının fevkinde kāhir O, üzerinize harekâtınızı
zabt eden hafaza gönderir. Hatta birinize ölüm geldiği vakit onu gön-
derdiğimiz melekler kabz ederler ve onlar vazifelerinde kusur etmezler
(61). Sonra o kabz olunanlar hak mevlâları Allah’a redd ü teslim edi-
lirler. Âgâh olun, hüküm O’nun ve O hesab görenlerin en serîʿi (62).
De ki: “Kim kurtarır sizi o karanın, denizin zulmetlerinden, gizliden
gizliye yalvara yalvara dualar ederek dediğiniz demler: ‘Ahdimiz olsun
eğer bizi bundan kurtarırsan1 şeksiz şüphesiz şâkirînden oluruz’” (63).
De ki: “Allah kurtarır [1946] sizi ondan ve her sıkıntıdan, sonra da siz
müşriklik edersiniz” (64). De ki: “O size üstünüzden veya altınızdan
bir azab salıvermeye yahut birbirinize katıp bazınızın bazınızdan hın-
cını tattırmaya da kādirdir.” Bak âyetleri nasıl tasrif ediyoruz, gerek ki
fıkhıyla anlasınlar (65). Bu böyle hak iken kavmin buna yalan dedi, de
ki: “Üzerinize vekil değilim (66). Her haberin mukarrer bir zamanı var,
artık ileride bilirsiniz” (67).2
{ﺺ ا ْﻟ َﺤ َّﻖ
ُّ }ﻳ َ ُﻘA Nâfi , İbn Kesîr, Âsım, Ebû Ca fer kıraatlerinde “sad” ile,
mütebâkīsinde noktalı “dad” ile ﻳ َ ْﻘ ِﺾ ا ْﻟ َﺤ َّﻖokunur ki birisi “kass (”)ﻗﺺdan
birisi de “kazâ (”)ﻗﻀﺎءdandır. Kazâ’nın aslı bir işi tamamıyla fasl etmek,
ayırıp bitirmektir ki “kesip atmak” dahi tâbir olunur. “Hükm”ün aslı da
men etmektir. Bâtılı men etmesi itibariyledir ki “hüküm” denilmiştir.
“Kasas” ve “kıssa”dan “kass” bir haberi tebliğ ve tefhim etmektir ki Türkçe
“ayıtmak” tâbir olunur. Bunu “ayıltmak” masdarıyla karıştırmamalıdır.
“Kazâ”, kavlî veya fiilî veya her ikisi ile olur. “Kass” ise kavlî olur, ﺺ ﻗَ ﱠ
ْاﻷَﺛـََﺮiz gütmek mânasına da gelir ve o zaman fiilî olur. Hâsılı hüküm
1
ve hâkimiyette, kazâ ve kadılıkta biri ilmî, biri amelî iki haysiyet vardır.
“Kass” daha ziyade bunun ilmî haysiyetine, “kazâ” da daha ziyade amelî
ve icrâî haysiyetine nâzırdır. Ve hakk u bâtılı fasl, bunların hâsıllarıdır.
Binâen aleyh burada hem teşrî î ve ilmî, hem de icrâî ve amelî hüküm ve
hâkimiyetin ancak Allah’a mahsus ve hükm-i ilâhînin hem hak, hem hayr
olduğu tefhim buyurulmuştur.
ُ De ki {ﻮن ﺑ ِ ۪ﻪ
{}ﻗ ْﻞ َ ُ }ﻟ َْﻮ اَ َّن ِﻋ ْﻨ ۪ﺪي َﻣﺎ َ ْ ﺘَ ْﻌ ِﺠﻠivdiğiniz şey - ً ﺎر َ ﻓَﺎ َْﻣ ِﻄ ْﺮ َﻋﻠ َ ْﻴﻨَﺎ ِﺣ َﺠ
2
اب اَ ۪ﻟﻴ ٍﻢ ِ ٓ [ ِﻣ َﻦ اﻟﺴ َﻤel-Enfâl 8/32]3 “sen peygamber isen gökten
ٍ ﺎء اَوِ ا ْﺋ ِﺘﻨَﺎ ﺑِﻌَ َﺬ َّ
başımıza taş yağdır veya bize elîm bir azab getir” diye acele istediğiniz
azab- benim elimde olsa idi {اﻻ َْﻣ ُﺮ ﺑ َ ْﻴ ۪ َوﺑ َ ْﻴﻨَﻜُ ْﻢ ْ َ ِ [ }ﻟ َ ُﻘ1947] benim aramla
sizin aranızda iş kesilir biterdi, bana kalsa ben onu hemen yapardım.
Lâkin {َ ﺍﻪﻠﻟُ اَ ْﻋﻠ َ ُﻢ ﺑِﺎﻟﻈ َّﺎﻟ ِ ۪ﻤ ّٰ }وَ Allah zâlimleri ve onlara yapacağını daha iyi bilir.
Çünkü {ﺐ ِ ـﺢ ا ْﻟﻐَ ْﻴ ِ ِ َ bütün gayb miftahları O’nun nezdindedir.
ُ }وﻋ ْﻨ َﺪهُ َﻣﻔَﺎﺗ
“Mefteh”, “mim”in fethiyle ism-i mekân, açılacak yer demektir.
“Mim”in kesriyle de “miftah” gibi ism-i âlet olup anahtar demektir. Yani
daha açılmamış, vücûda gelmemiş, bizim ilmimiz ta alluk etmemiş o
kadar gayb hazineleri vardır ki, bütün bunların kapıları veya anahtarları
ancak Allah’ın nezdinde, Allah’ın elindedir. {}ﻻ ﻳ َ ْﻌﻠ َ ُﻤﻬَٓﺎ اِ َّﻻ ُﻫ َﻮ
َ Onları O’ndan
başka kimse bilmez. A O bütün bu gaybları bildiği gibi hazırdaki bütün
1 H: “bırakmak”.
2 M: “evdiğiniz”.
3 “…durma üzerimize gökten taşlar yağdır veya bize daha elîm bir azab ver.”
Hak Dini Kur’an Dili 875
“Cerh”, asl-ı lügatta mâlum ki bir şeye icrâ-yı te’sir edip zedelemektir.
Bunun lâzımı olarak ele geçirmek, kesbetmek mânasına da müte âreftir.
Nitekim bedenin el, ayak, diş, lisan gibi a zâ-yı müessire ve âmilesine
“câriha” ve “cevârih” tesmiye olunur ki “kâsibe” ve “kevâsib” demektir.
Ve burada “cerh” bu mânayadır. ﺎت ِ َ[ اﺟﺘـﺮﺣﻮا اﻟ ﱠﺴﻴﱢـel-Câsiye 45/21], ا ْﻛﺘﺴﺒﻮا
ٔ ُ ََ ْ َُ َ
ِ اﻟ ﱠﺴﻴﱢﺌdemek olduğu gibi. İbn Atıyye asıl mânasıyla cerhten olması da
ﺎت َ
muhtemil bulunduğunu söylemiştir.1 Fakat kesb ü [1949] amel mânası
hem buna şâmil hem makam karînesiyle zâhir olduğu gibi, umûmiyetle
tefsirlerin rivayeti de budur. Yani siz o gün uyumazdan evvel a zânızın
harekâtıyla birtakım tesirler icrâ etmiş, işler yapmış, maddî veya mânevî,
hayr veya şer birtakım şeyler kesbetmiş bulunursunuz ki bunlar sizin
amellerinizdir. Bedeninizin, uzviyetinizin yıpranması, cerîhadâr olması
da bu müktesebât cümlesindendir. Siz gündüzün uyanık iken iktisab
ettiğiniz ve hatta kendi elinizle yaptığınız bu amellerin bazısını bilmezseniz
de bazısını bilirsiniz. Fakat gece oldu mu Allah nefs-i nâtıkanızı kabz eder,
sizden alır, siz ölü gibi kendinizden geçersiniz ve şuûr u idrâkâtınıza sâhip
ve mâlik olamazsınız. O zaman gündüzün bildiklerinizi ve kendi eseriniz
olmak üzere en yakın bildiklerinizi2 bile bilemez olursunuz. Hâlbuki siz
böyle ölü bir hâlde iken Allah onların hepsini bilir {ِ }ﺛُﻢَّ ﻳ َ ْﺒﻌَﺜُـﻜُ ْﻢ ۪ﻓﻴﻪsonra
gündüzün yine sizi ba s eder. A Bedeninizde zedelenen, uzviyetinizden
ölen eczânızı uykuda haberiniz olmadan telâfi ederek yeniler ve sizden
aldığı şuur ve idrâkâtınızı yine sabahleyin size iade edip ke’l-evvel hayât-ı
maddiye ve mâneviyenizle sizi tekrar ihyâ eder, uyandırır ve o zaman siz
geceyi gündüzü fark eder, kendinizi ve müktesebât-ı sâbıkanızı hiç zâyi
etmemiş, arada hiçbir fâsıla-i inkıtâ geçmemiş gibi bilir tanırsınız. Bunun
düşünüp anlayanlar için hayât-ı mâneviye nokta-i nazarından nasıl bâhir
ve zâhir ba s ba de’l-mevt olduğu âşikâr olduktan başka, hayât-ı maddiye
א أن כ ن و، ا ارح ا ن א כ ا و، أي כ ا ارح ا و، אه כ و
ُْْ ََ ُْْ ََ
أ،אن כ ا د אر د أو ا وروي، وا ب ل ح ا אن כ ح ا، ح ا ا حכنا
. ّٰ أ وإن ا ك א، א ىو א إن ه ا ب ا אت:אل
2 B -“ve kendi eseriniz olmak üzere en yakın bildiklerinizi”.
Hak Dini Kur’an Dili 877
nokta-i nazarından da böyledir. Her iki hayat her gün her gece ve hatta
her lahza böyle rûhânî ve cismânî bir ba s ba de’l-mevt içindedir. Bunu
birçokları mecâzî bir mâna ile ba s telakkī ederlerse de cidden ilmî bir
nazarla bakıldığı zaman bunun tam mânasıyla bir ba s olduğu tezahür
eder. Bir yaprağın, bir dânenin, bir taşın sukūtuyla yıldızların [1950]
harekâtındaki sukūt ve câzibe-i umûmiye aynı mânada nasıl müttehid
ve ondan bunları istinbat nasıl ilmî ise, uyuyup uyanmaktan ba s ba de’l-
mevti anlamak ondan daha zâhir bir hakikattir. Gayet âdî bir mesele
gibi görünen uyuyup uyanmak meselesi gerek ilm-i vezâifi’l-a zâ ve
gerek ilmü’n-nefs nokta-i nazarından son derece şâyân-ı dikkat ve hâiz-i
ehemmiyettir. Her gün yıpranıp ölen eczâ-yı uzviyenin ve her gece inkıtâ
eden idrâkât-ı ilmiyenin tekerrür ve i âde-i emsâl içinde gidip gelerek
aynı bir hayâtı idâme ve aynı bir nefsin şahsiyet ve vahdetini ifade edip
durması, ilm-i hikmet-i ilâhiye nokta-i nazarından rûhun bizzat vahdet
ve bekāsına delâletten evvel Allah’ın vücûduna, bekāsına, vahdâniyetine,
tekrar ve iade edilen rûhânî ve cismânî tam mânasıyla ba s ba de’l-mevte
kudretine delâlet eden şevâhid ve edille-i kat iyyedendir ki bununla ba s
ba de’l-mevtin yalnız imkânı değil, bilfiil vukū u da görülüp durmaktadır.
İşte Allah insanları her gece böyle vefat ettiriyor ve onlar uyurken maddî
mânevî neleri varsa hepsini biliyor ve ertesi gün aynen iade edip ba s
ediyor ki { ًّ }ﻟ ِ ُﻴ ْﻘ ٰ ٓ اَ َﺟ ٌﻞ ُﻣ َﺴbir1 ecel-i müsemmâ kazâ olunsun, mukadder
olan vakit, ömür tamam olsun. Bu böyle olduğu gibi {ﻜ ْﻢ ُ }ﺛُﻢَّ اِﻟ َْﻴﻪِ َﻣ ْﺮ ِﺟ ُﻌsonra
o saat gelince rücû unuz yine O’nadır. Nihâyet yine yalnız O’na rücû
َ ُ }ﺛُﻢَّ ﻳُﻨَ ّ ِﺒ ُﺌﻜُ ْﻢ ﺑ ِ َﻤﺎ ﻛُ ْﻨ ُﺘ ْﻢ ﺗ َ ْﻌ َﻤﻠOndan sonra da O size bu hayatta
edersiniz. {ﻮن
bütün2 yaptıklarınızı haber verecektir. {ﺎد ۪ه ِ َ}وﻫ َﻮ ا ْﻟ َﻘﺎﻫِﺮ ﻓَﻮ َق ِﻋﺒ
ْ ُ ُ َ Ve o ibâdının
3
fevkinde yegâne kāhirdir. A O ademi vücud ile, vücûdu ifnâ ve ifsad ile ve
her şeyi zıddıyla, nûru zulmet, zulmeti nûr, geceyi gündüz, gündüzü gece,
harâreti bürûdet, bürûdeti harâret ile ilh.. kahr [1951] eder {َو ُ ْﺮ ِﺳ ُﻞ َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢ
ً }ﺣ َﻔﻈَﺔ
َ Ve üzerinize hafaza gönderir, onlar, sizi ve amellerinizi muhafaza
1 H -“bir”.
2 M ve B -“bütün”.
3 B: “ adem-i”.
878 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ve murâkabe ederler. A Ki bunlar ﺎت ِﻣ ْﻦ ﺑ َ ْ ِ ﻳ َ َﺪ ْﻳﻪِ َو ِﻣ ْﻦ َﺧ ْﻠ ِﻔ ۪ﻪ ﻳ َ ْﺤﻔَﻈُﻮﻧ َ ُﻪ ٌ َﻟ َُﻪ ُﻣﻌَ ِّﻘﺒ
ِاﻪﻠﻟ
ّٰ ِ[ ِﻣ ْﻦ اَ ْﻣﺮer-Ra d 13/11], ﻴﺐ َﻋ ۪ﺘﻴ ٌﺪ ۪ ِ ِ ِ ُ [ ﻣﺎ ﻳ ْﻠ ِﻔKâf 50/18],2
ٌ ﻆ ﻣ ْﻦ ﻗَ ْﻮ ٍل ا َّﻻ ﻟ َ َﺪ ْﻳﻪ َرﻗ َ َ
1
ﻮن ﻠ ﻌﻔ ﺗ ﺎﻣ ﻮن ﻤﻠ ﻌ ﻳ . ۪ﺒِ ﺎﺗ ﻛ ﺍﻣﺎﺮِ ﻛ . ۪
ﻈ ِ ﺎﻓ َﺤ ﻟ ﻢﻜ ﻴ ﻠﻋ ن ِ
ﺍ و
َ َُ َْ َ َ ُ َ َْ َ َ ً َ َ َ ْ ُ ْ َ َ َّ َ
3
[el-İnfitâr 82/10-12] âyetlerinde
beyan olunan melâikedir ki lisân-ı şer de “hafaza melâikesi” tâbir olunur.
Felâsife “ anâsır-ı muhtelife ve tabâyi -i mütezâddeyi mezc ü te’lif ederek
bunlara4 bir mizac ve havâss-ı mahsûsa vermesi ve bu mizac ve havâs ile
onları bir nefs-i müdebbire ve kuvâ-yı hissiye ve harekiye ve nutkıyeyi
kabûle müsta id kılması Allah teâlâ’nın kāhiriyeti, yani kudretinin her
kudret fevkinde kahr u galebesi cümlesindendir. Ve hafazadan murad o
nüfus ve ervâh-ı müdebbire ve o kuvâ ve melekât-ı rûhiyedir” demişler.
Fakat bu îzâhın nâkıs olduğunda şüphe yoktur.
ِ
{تُ }ﺣ ّٰ ٓ اذَا َﺟٓﺎءَ اَ َﺣ َﺪﻛُ ُﻢ ا ْﻟ َﻤ ْﻮ
َ Nihâyet herhangi birinize mevt geldiği, esbâb-ı
mevt eriştiği vakit { }ﺗ َ َﻮﻓ َّ ْﺘ ُﻪ ُر ُﺳﻠُﻨَﺎonu da tarafımızdan resullerimiz vefat
ettirir, emrimizle rûhunu kabz ederler. -Hamza kıraatinde imâle ile ُﺗَﻮَ ّٰﻓﻴﻪ
okunur.- Müfessirînden bazıları bu resullerin, işbu vefat melâikelerinin
dahi yine hafaza melâikesinden ibaret olduğuna kāil olmuşlar ve hafazayı
Melekü’l-Mevt’in a vânından saymışlardır. Lâkin ekseriyet vefat resulleri
olan Melekü’l-Mevt ve a vânının hıfz resullerinden başka olduğunu
söylemişlerdir. Hâsılı her vechile hükm-i ilâhî tahtındasınız; hayatınız,
mematınız, emr-i ilâhî ile ve Allah’ın hıfz u murâkabe ve vefat resulleri
me’murları yedinde cereyan eder. {ﻮن َ ُ }و ُﻫ ْﻢ َﻻ ﻳُ َﻔ ّﺮِﻃ
َ Ve bu resuller tefrit
etmezler. A Ne hıfzda ne mevtte zerrece5 kusur etmez, vazifelerini yapar,
Allah’ın emrini tehirsiz icrâ ederler. {ٰﻴﻬ ُﻢ ا ْﻟ َﺤ ِّﻖ ِ ّٰ َ ِ }ﺛُﻢَّ ردُّٓوﺍ اSonra o [1952]
ُ اﻪﻠﻟ َﻣ ْﻮﻟ ُ
vefat edenler hep hak mevlâları olan Allah’a reddolunurlar. Hiçbirinde ne
kendilerinin ne sâir mevâlî-i bâtılanın hükm ü tasarrufu kalmadı, hepsi
çarnâçâr Allah’ın hükmüne teslim edildiler6. { }اَ َﻻ ﻟ َﻪُ ا ْﻟ ُﺤ ْﻜ ُﻢGāfil olmayınız
1 “Her biri için önünden ve arkasından takip eden melâike vardır, onu Allah’ın emrinden dolayı gözetir-
ler…”
2 “Her ne söz atarsa mutlak yanında hâzır bir gözcü vardır.”
3 “Hâlbuki üzerinizde hâfızlar var, kirâm kâtibler var, her ne yaparsanız biliyorlar.”
4 B -“bunlara”.
5 M ve B +“bir”.
6 M ve B: “edilirler”.
Hak Dini Kur’an Dili 879
1 H: “Şöyle de:”.
2 M ve B: “cîm’in”.
3 H, M ve B: “ ”.
4 H, M ve B: “”اَ ْ َ َ َא.
ْ
5 H, M ve B: “Sen bizi bundan kurtarırsan”;
Müellif meal kısmında da, burada da اَ ْ َ َ َאkıraatine göre anlam takdir etmiş olmakla beraber Âsım
ْ
kıraatinde اَ ْ ٰ َאokunduğuna nazaran meal yukarıda verdiğimiz şekilde olmalıdır.
6 H, M ve B: “” َا ْ ٰ َא.
7 H, M ve B: “gāib sîgasıyla ‘kurtarırsa’”;
Burada ismi zikredilen imamların kıraati اَ ْ َ َ َאşeklinde olup اَ ْ ٰ َאkıraati diğer imamlara aittir. Metinde
ْ
sehven bir nisbet hatâsı olmuş, tercüme de ona göre yapılmıştır. Bu sebeple metinde tercümeyi mezkur
imamların kıraatine göre düzelttik.
8 Ebû Hayyân, el-Bahru’l-muhît, IV, 543. Krş. Taberî, Câmiu’l-beyân, XI, 418; Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-
880 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
müfessirîn de baştan veya alttan gelen emrâz u mesâib ile tefsir etmiştir.
Âyet hepsine muhtemildir. {ﻜ ْﻢ ِﺷﻴَ ًﻌﺎ
ُ }اَ ْو ﻳ َ ْﻠ ِﺒ َﺴ
“Şiya” “şî a”nın cem i, “şî a” birbirinin arkasından giderek bir emîre
veya reise tarafdar olan fırka demektir. A Veya sizi şî a şî a birbirinize
geçirmeye, yani her biri bir reise tarafdar olmuş ve muhtelif hevâlara
ayrılmış, muhtelif fırkalara parçalayıp birbirinizle çarpıştırmaya {ﻳﻖ َ َو ُ ۪ﺬ
ﻀﻜُ ْﻢ ﺑ َ ْﺄ َس ﺑ َ ْﻌ ٍﺾ َ }ﺑ َ ْﻌve bazınıza diğer bazınızın katl vesâire gibi be’s ü şiddetini
acı acı tattırmaya kādirdir. Ve bunlara kādir olan ancak O’dur. {ﻒ َ ُا ْﻧﻈ ُ ْﺮ ﻛَ ْﻴ
َ ُﺎت ﻟ َﻌَﻠ َّﻬُ ْﻢ ﻳ َ ْﻔﻘَﻬ
ﻮن ِ َ اﻻٰﻳْ فُ ِ }ﻧُ َﺼ ّﺮA Bu âyetlerin mazmûnunda bâlâda geçen bazı
âyetlerin mânaları tasrif olunmuş, diğer bir şekl ü surette ifade edilmiş
olduğundan burada bunun hikmeti beyan buyurulmuştur.
{ ٍﺖ َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢ ﺑ ِ َﻮ ۪ﻛﻴﻞ
ُ }ﻗُ ْﻞ ﻟ َْﺴDe ki ben üzerinize bir vekil değilim. A Allah’ın
kudreti bana tefvîz u havâle olunmuş değildir. Binâen aleyh ne O’nun
size yapacağı azâbı yapabilirim, ne de sizi ondan muhafaza edebilirim.
Ben ancak bir resûlüm, bir elçi, bir muhbirim. Allah’ın vahyettiği evâmir
ve ahbâr ve ahkâmı O’nun nâmına izafetle haber verir tebliğ ederim.
{ }ﻟِﻜُ ّ ِﻞ ﻧَﺒَﺄٍ ُﻣ ْﺴﺘَﻘَ ٌّﺮHer haberin, her haber verilen şeyin kararlaştığı bir zaman
vardır. A Sizin azâbınız da bu cümledendir. [1954] {ﻮن َ ف ﺗ َ ْﻌﻠ َ ُﻤ
َ }و َﺳ ْﻮ
َ Siz de
başınıza geleceği yakında bilirsiniz. A Böyle de.
Meâl-i Şerîfi
Âyetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün vakit de
kendilerinden yüz çevir, tâ ki başka bir söze dalsınlar, [1955] şayet şey-
tan bunu sana bir an unutturursa hatırına geldiği gibi hemen kalk, o
zâlimler gürûhu ile beraber oturma (68). Gerçi Allah’tan korkanlara
onların hesabından bir şey düşmez, velâkin bir ihtar olur, belki sakınır-
lar (69). Bırak o dinlerini oyun ve eğlence edinen ve dünyâ hayat ken-
dilerini aldatmış bulunan kimselere1 de bu vesile ile şunu ihtar et ki bir
nefis kendi kesbiyle besâlet kabzasına düşmeye görsün, o vakit Allah’ın
huzûr-ı celâlinde ona başka ne bir sahâbet eden bulunur ne bir şefaat.
Her türlü fidyeyi denkleştirse bile kabul edilmez, onlar azâbın kabza-i
besâletine teslim olunmuş2 kimselerdir. Nankörlük ettiklerinden dolayı
onlara sade hamîmden bir şarap ve elîm bir azab vardır (70).3
1 B: “kimseleri”; M ilk baskıda “kimseleri” olup sonraki baskılarda “kimselere” şeklinde düzeltilmiştir.
2 B: “olmuş”.
3 H: “Âyetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün vakit kendilerinden yüz çevir, tâ ki baş-
ka bir söze dalsınlar, şayet şeytan bunu sana bir an unutturursa hatırına geldiği gibi hemen kalk, o
zâlimler gürûhu ile beraber oturma (68). Gerçi Allah’tan korkanlara onların hesabından bir şey düşmez,
velâkin bir ihtar, belki sakınırlar (69). Bırak o dinlerini oyun ve eğlence edinen ve dünyâ hayat kendi-
lerini aldatmış bulunan kimselerie de bu vesile ile şunu ihtar et ki bir nefis kendi kesbiyle besâlet kab-
zasına düşmeye görsün, o vakit Allah’ın huzûr-ı celâlinde ona başka ne bir sahâbet eden bulunur ne bir
şefaat. Her türlü fidyeyi denkleştirse bile kabul edilmez, onlar azâbın kabza-i besâletine teslim olunmuş
kimselerdir. Onlara sade hamîmden bir şarap ve elîm bir azab vardır, çünkü küfr edegelmişlerdir (70)”.
882 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
kabîlinden onları bir tehdid ve inzar olduğuna ve yoksa “inzar etme, bir
şey söyleme” demek olmadığına işâreten buyuruluyor ki: {َوذَכّ ِْﺮ ﺑ ِ ۪ﻪ ٓ اَ ْن
ﺖْ َ}ﺗُ ْﺒ َﺴ َﻞ ﻧ َ ْﻔ ٌﺲ ﺑ ِ َﻤﺎ ﻛَ َﺴﺒ
3
1 H, M ve B +“ ”.
2 “Şimdi bırak onları dalsınlar, oynayadursunlar, tâ vaad olundukları günlerine çatasıya kadar.” / “O
hâlde bırak onları dalsınlar ve oynayadursunlar, tâ o vaad olundukları güne çatacakları deme kadar.”
3 H, M ve B: “” א.
Hak Dini Kur’an Dili 883
ۜ ﻮه
ُ اﻟﺼﻠٰﻮ َ َوﺍﺗ َّ ُﻘ َّ ﻴﻤﻮﺍ ُ ﴾ َوﺍ َ ْن اَ ۪ﻗ٧١﴿ ۙ ﻴﻦ ِ ى َوﺍُ ِﻣ ْﺮﻧَﺎ ﻟ ِ ُﻨﺴﻠِ َﻢ ﻟ ِ َﺮ
َ ب ا ْﻟﻌَﺎﻟ َ۪ﻤ
ِ ّٰ اِ َّن ﻫ َﺪى
ۜ اﻪﻠﻟ ُﻫ َﻮ ا ْﻟ ُﻬ ٰﺪ ُ
ّ ْ
ﻮل ﻛُ ْﻦ ُ ض ﺑِﺎ ْﻟ َﺤ ِّﻖ ۜ َو َ ْﻮمَ ﻳ َ ُﻘ
َ ﺍﻻ َْر ْ ﺍت َو ِ ﴾ َوﻫ َﻮ اﻟ َّ۪ﺬي َﺧﻠ َ َﻖ اﻟﺴ ٰﻤ َﻮ٧٢﴿ ون
َّ ُ َ َو ُﻫ َﻮ اﻟ َّـ ۪ﺬ ٓي اِﻟ َْﻴﻪِ ﺗُ ْﺤ َﺸ ُﺮ
ُ ۪ا ْﻟ َﺨﺒ
﴾٧٣﴿ ﻴﺮ
1 İbn Kuteybe, Garîbu’l-Kur’ân, thk. Ahmed Sakr, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1398/1978, s. 155:
. ّ أ ه وأ: وأ א. أ כ ا
Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân, IV, 159. Krş. Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XIII, 26:
«...ون ا ّٰ ِ א َ ْ َ ُ א
ِ ل ا ّٰ א » ُ ْ أَ َ ْ ا ِ ُد
ْ ُ د א أ אه إ ا כ أ כ ا
2 B -“hükm ü saltanat tamamen ve müstakillen O’nun, ancak”.
Hak Dini Kur’an Dili 885
(79). Kavmi de kendisine karşı ihticâca kalkıştı; o “siz” dedi, “bana Al-
lah hakkında ihticâca mı kalkışıyorsunuz? Hâlbuki O bana hakikati
doğrudan doğru gösterdi, sizin O’na şirk koştuğunuz şeylerden ise ben
hiçbir zaman korkmam, Rabbim dilemedikçe onlar bana hiçbir şey
yapamaz. Rabbim her şeyi ilmen ihâta buyurdu, artık bir düşünmez
misiniz? (80). Hem nasıl olur da ben sizin şirk koştuklarınızdan kor-
karım; baksanız a siz Allah’ın hiçbir burhan indirmediği şeyleri O’na
şerîk1 koşmaktan korkmuyorsunuz. Şu hâlde korkudan emin olmaya
iki taraftan hangisi ehak, eğer bilecekseniz?” (81). İman edip de iman-
larını bir haksızlıkla telbis etmeyen kimseler işte korkudan emin olmak
onların hakkıdır ve hidâyete erenler onlardır (82).2
1 Buhârî, Tefsîr, 33/10, Enbiyâ, 10, Deavât, 31-32; Müslim, Salât, 65-66, 69.
2 M ve B -“ ”.
3 “…A babacığım! O işitmez görmez ve sana hiç fâidesi olmaz şeylere niçin taparsın.”
4 “Derken onları parça parça etti, ancak bir büyüklerini bıraktı…”
5 “Siz bunu (…) yakın da ilâhlarınızın öcünü alın…”
888 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
sonra ﻚ َ [ اِ ۪ ّ ٓ اَ ٰرى ِ ا ْﻟ َﻤﻨَﺎ ِم اَ ۪ ّ ٓ اَ ْذﺑ َ ُﺤes-Sâffât 37/102]1 diye Allah’ın emrine
oğlunu bezl etmiş; hâsılı kalbini irfâna, lisânını burhâna, bedenini
nîrâna, çocuğunu kurbana, malını dayf u ihsâna teslim ve tahsis ederek
ubûdiyet ve mahabbette kahramanlığını isbat ve sonra ﺎن ِﺻ ْﺪ ٍق َ ﺍﺟﻌَ ْﻞ ۪ ﻟ ِ َﺴ ْ َو
إﱁ...ْاﻻٰﺧ ۪ﺮ َﻦ ِ ِ 2
[eş-Şuarâ 26/84] diye Rabbine tazarru ve niyaz eylemiş
ve binâen aleyh Allah teâlâ’nın kerem ve ihsânı da duasına icâbetle
matlûbunun is âf ve tahkīkini3 îcab etmiştir. Arap müşrikleri de müşârün
ileyhin fazlını mu terif bulunduklarından dolayı onlara karşı ﻗُ ْﻞ اَﻧ َ ْﺪ ُﻋﻮﺍ
ِ ّٰ [ ِﻣﻦ دو ِنel-En âm 6/71] davetini isbat ve tavzih
ُ َ اﻪﻠﻟ َﻣﺎ َﻻ ﻳ َ ْﻨﻔَ ُﻌﻨَﺎ َو َﻻ ﻳ
ﻀ ُّﺮﻧَﺎ ُ ْ
sadedinde Allah teâlâ Hazret-i İbrâhim’in kavmiyle olan münazarasını
ve melekût-i ilâhîye ıttılâ ını bir hüccet ve mâzîden numûne-i imtisal bir
ders-i ibret olmak üzere tezkir ve evvelemirde ashâb-ı asnâmın bedîhî
olan dalâlini ihtar ile buyurmuştur ki:
Öyle de ve şunu hatırlat: {ﻴﻢ ِﻻَﺑ۪ﻴﻪِ ٰا َز َر ِ َ َ }و ِﺍ ْذ ﻗHani İbrâhim babası
ُ ﺎل ا ْﺑ ٰﺮ ۪ﻫ َ
Âzer’e -veyahut Ya kūb kıraatinde râ’nın zammıyla ٰازَ ُرokunduğuna göre-
İbrâhim’in babasına “yâ Âzer {ٍ ۪ﺿ َﻼ ٍل ُﻣﺒ َ ۪ ﻚ َ ﺎﻣﺎ ٰاﻟِﻬَﺔ ً ۚ اِ ۪ ّ ٓ اَ ٰر
َ ﻚ َوﻗَ ْﻮ َﻣ ً َ}اَﺗَـﺘ َّ ِﺨ ُﺬ اَ ْﺻﻨ
asnâmı bir sürü ilâh mı tutuyorsun? Her hâlde ben seni ve kavmini açık
bir dalâl içinde görüyorum” demişti. A Zîrûh olan beşerin gerek beşer
timsâli olsun ve gerek kevâkib ve melâike timsâli farz edilsin cansız putlara
tezellül ve ta abbüdü ne açık bir dalâlettir. İbrâhim bunu babası veya
babası makamında amcası olan Âzer’den başlayarak kavminin yüzüne
vurmaktan ve onları irşad etmekten çekinmemişti.
[1964] Bu âyette Hazret-i İbrâhim’in pederinin ismi “Âzer” olduğu
anlaşılıyor. Kütüb-i tevârîhte ise Süryânice “Tarah” olduğu meşhurdur.
O hâlde4 “Ya kūb” ve “İsrâil” gibi biri isim, biri lakab olmak üzere “Âzer”
ve “Tarah” diye iki ismi var demektir. Râgıb, Müfredât’ında “Âzer”,
“Tarah”ın mu arrebi denilmiş olduğunu da nakletmiş5 ise de bunu
1 “…Ben menamda görüyorum ki ben seni boğazlıyorum…”
2 “Ve bana sonrakiler içinde bir ‘lisân-ı sıdk’ tahsis eyle.”
3 B: “tahakkukunu”.
4 H: “Demek ki”.
5 Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 74-75:
.آزر כאن ا أ אرخ ب:
ّ
Hak Dini Kur’an Dili 889
1 H: “Kûfe-i Sûdan’da”.
2 Taberî, Câmiu’l-beyân, XI, 466:
. اد ا כ،א اد ، َ ُכ أ ر، א ذכ א وا ّٰ أ ، وכאن. أ إ ا،««آزر:אق אل إ
3 H: “Sûdân-ı Kûfe’den”.
4 Ebû Hayyân, el-Bahru’l-muhît, IV, 562:
כ وا ا אכ أ: وכ ا اق כ אن... اد ا اق أرض א و כ : ا وכ
...ا אر و א ح إ ا، و א أرض א،ه و א،ا ّ م ، ا إ ا و א ر
6 M ve B: “ve”.
Hak Dini Kur’an Dili 891
şeylerden berîyim. {ﻴﻔﺎ ً ض َﺣ ۪ﻨ ِ ﺖ َوﺟﻬِﻲ ﻟِﻠ َّ۪ﺬي ﻓَﻄ ََﺮ اﻟﺴ ٰﻤ َﻮ َّ }اِ ۪ ّ َوBen Hanîf,
َ ﺍﻻ َْر
ْ ﺍت َو َّ َ ْ ُ ﺟ ْﻬ
tertemiz bir muvahhid olarak bütün mevcûdiyetimle yüzümü cemî -i
muhteveyâtıyla şu semâvât ve arzı yaratan Zât-ı ecell ü a lâ’ya tevcih
ettim {َ }و َﻣٓﺎ اَﻧَﺎ ۬ ِﻣ َﻦ ا ْﻟ ُﻤ ْﺸﺮِ ۪ﻛ
َ ve ben müşriklerden değilim” dedi. A Evvel
ü âhir müşriklere asla iştirak etmediğini tasrih ederek tevhîde îkānını
ilan ve hanîfiyeti isbat ve takrir eyledi. {ﺎﺟ ُﻪ ﻗَ ْﻮ ُﻣ ُﻪ َّ ٓ }و َﺣ
َ Kavmi de kendisine
1 H, M ve B -“” א م.
Hak Dini Kur’an Dili 893
َ }وﺗ ِ ْﻠ
{ﻚ َ Ve işte şu: Yani o rü’yet ü îkān ve bu hidâyet ü burhan {}ﺣ َّﺠ ُﺘﻨَﺎ
2
ُ
Bizim hüccet-i azametimizdir. {ﻴﻢ َﻋ ٰ ﻗَ ْﻮ ِﻣ ۪ﻪ ﻫ۪ ﺮ ﺑِ
َ ْٰ َ َ َْا ﺎٓ ﺎﻫ ﻨ ﻴﺗاٰ } Biz bunu kavmine
karşı İbrâhim’e verdik. A Kendilerini nücumdan ve hatta nücûmun suver
ü temâsîlinden daha mâdûn bir mevki de görerek, insanlığı [1971] tezlil
eden kavmine karşı İbrâhim’in kevâkibden, Kamer ü Şems’ten, semâvât
u arzdan daha yükseğe geçerek doğrudan doğru ﺍﻻ َْرض ْ ﺍت َو ِ ’ﻓَﺎﻃ َﺮ اﻟﺴ ٰﻤ َﻮa
َّ ُ
teveccüh edecek ve mâsivallâha tezellül etmeye tenezzül etmeyecek
derecelerde rif atini isbat ve galebesini temin eden bu hüccet nefs-i
ٍ }ﻧ َ ْﺮﻓَ ُﻊ د َ َر َﺟBiz azîmü’ş-
İbrâhim’in değil, Allah azîmü’ş-şân’ındır. {ﺎء ُ ٓ َ َ ﺎت َﻣ ْﻦ
şân kimi dilersek derecelerle3 yükseltiriz. Binâen aleyh bu İbrâhim’e
mahsus bir hâl değildir. Mazhar-ı ıstıfâ-yı ilâhî olan ekâbir-i4 ricâlullahta
1 H: “Bu işte bizim o hüccetimiz ki kavmine karşı İbrâhim’e vermiştik. Dilediğimizi derecelerle yüksel-
tiriz Biz, şüphesiz Rabbin Hakîm, Alîm’dir (83). Bundan mâ adâ ona İshak’ı, Ya kūb’u da ihsan ettik
ve her birini hidâyete erdirdik. Daha evvel Nûh’u erdirmiştik, zürriyetinden Dâvûd’u da Süleyman’ı da
Eyyûb’u da Yûsuf ’u da Mûsâ’yı da Hârûn’u da; işte muhsinlere böyle mükâfat ederiz (84). Zekeriyyâ’yı
da Yahyâ’yı da Îsâ’yı da İlyas’ı da; hep sâlihînden (85). İsmâil’i de Elyesa ’ı da Yûnus’u da Lût’u da, her
birini âlemînin üstüne geçirdik (86). Atalarından, zürriyetlerinden ve kardeşlerinden bir kısmını da
ve hep bunları seçtik ve hep bunları bir doğru yola hidâyetçi kıldık (87). İşte o yol Allah hüdâsıdır,
O bunu kullarından dilediğine hidâyet eyler ve eğer bunlar şirk etmiş olaydılar bütün mesâileri heder
olmuş gitmişti (88). İşte bunlar kendilerine kitab, hüküm, nübüvvet verdiğimiz kimseler. Şimdi şu
karşıdakiler buna körlük ediyorlarsa Biz ona körlük etmeyen bir ümmeti müvekkel kılmışız (89). İşte
o peygamberlerle Allah’ın hidâyetine eriştirdiği kimseler. Sen de onların gittiği yoldan yürü; ‘ben’ de,
‘buna karşı sizden bir ecir istemem, o mahza âlemîni irşad için ilâhî bir yâdigârdır’ (90)”.
2 H -“Ve”.
3 M ve B: “derecelerini”.
4 H: “ahyâr-ı”.
Hak Dini Kur’an Dili 895
ٌ ﻴﻢ َﻋ ۪ﻠ
bir sünnet-i câriyedir. Yâ Muhammed, hiç şüphe yok {ﻴﻢ َ َّ }اِ َّن َرﺑ
ٌ ﻚ َﺣ ۪ﻜ
senin Rabbin böyle bir Hakîm, böyle bir Alîm’dir.
ِ
Bak İbrâhim’e daha ne verdik {ﻮب َ }و َو َﻫ ْﺒﻨَﺎ ﻟ َُﻪ ٓ ا ْﺳ ٰﺤ َﻖ َو َ ْﻌ ُﻘ
َ ona İshak ile
Ya kūb’u da ihsan ettik { } ُﻛ ًّﻼ َﻫ َﺪ ْﻳﻨَﺎhepsini hidâyete erdirdik, tarîk-i hakta
muvaffak eyledik, emîn kıldık. {ﻮﺣﺎ ﻫَ َﺪ ْﻳﻨَﺎ ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒ ُﻞ ً ُ}وﻧ َ Daha evvel Nûh’a
da hidâyet ettik. A O da putperestlerle uğraştı ve onlara galebe etti.
Binâen aleyh İbrâhim, kendi hidâyetinden başka hem büyük dedesinin
hem de evlâdının mazhar-ı hidâyet olmasıyla dahi bahtiyar oldu {َو ِﻣ ْﻦ ذُ ّرِ َّ ِﺘ ۪ﻪ
او۫دَ َو ُﺳﻠ َ ْﻴ ٰﻤ َﻦ
ُ َ }دve zürriyetinden Dâvûd’a ve Süleyman’a ilh… da hidâyet
ettik. A Bu ذُ ّرِ َّ ِﺘ ۪ﻪzamîrinin mevzû -i bahis İbrâhim olmak itibariyle
ona râci olması, yani ber vech-i âtî on dört peygamberin İbrâhim
aleyhisselâm zürriyetinden olması tebadür ediyor. Fakat Lût aleyhisselâm
Hazret-i1 İbrâhim’in zürriyeti değil, biraderzâdesi olduğu ve kezâlik
Yûnus aleyhisselâm’ın da onun zürriyetinden olmadığı ve ibarede zamîrin
akrabe rücû u da asıl bulunduğu cihetle birçok müfessirîn bunu zikri2
karîb olan Nûh aleyhisselâm’a ircâ etmişlerdir. İbn Abbas, “gerçi bu
enbiyânın içinde Hazret-i İbrâhim’e [1972] ne ana ne baba tarafından
velâdeten mülhak olmayanlar vardır. Nitekim Lût biraderzâdesidir.
Bununla beraber hepsi zürriyet-i İbrâhim’e muzâftır. Çünkü amca da
babadan addedilir” demiştir ki bu mâna siyâka daha muvâfıktır. Nûh’a
ircâ ı takdîrinde bu tevile hâcet kalmazsa da o zaman siyâk-ı bahis
İbrâhim’den Nûh’a tahvil edilmiş olacaktır. Ma amâfîh ََو ِﺍ ْﺳ ٰﻤ ۪ﻌﻴ َﻞ َوﺍ ْﻟﻴَ َﺴﻊ
ِ
ﻮﻃﺎ
ً ُ َو ُﻮ ُ َ َوﻟâyeti ﻮب َ َو َو َﻫ ْﺒﻨَﺎ ﻟ َُﻪ ٓ ا ْﺳ ٰﺤ َﻖ َو َ ْﻌ ُﻘcümlesine rabt edilmek de câizdir. O
zaman bunlar َو ِﻣ ْﻦ ذُ ّرِ َّ ِﺘ ۪ﻪmefhûmunda dâhil olmaksızın Hazret-i İbrâhim’e
kuvvetü’z-zahr olarak bahşedilmiş olur. Ve fi’l-vâki insanın kendi sulbî
evlâdına da zürriyeti denilmez ve iki birader olan İsmâil ve İshak tekabülü
de bu rabtı iktizâ eder. Şâyân-ı dikkattir ki bu âyetlerde on sekiz enbiyâ
zikr olunmuş ve bunların zikri bir hüsn-i tasnîfe tâbi tutularak Hazret-i
İbrâhim etrafında cem edilmiştir. Hazret-i Nûh putperestlerle uğraşan
1 M ve B -“Hazret-i”.
2 B: “zikr-i”.
896 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ise de Elyesa bin Ahtub bin el-Acûz’dur diye tasrih ediliyor. Hamza, Kisâî
ve Halef-i Âşir kıraatlerinde lâm’ın teşdidiyle َ اﻟ َّْﻴ َﺴﻊokunur.
{َ َّﺎب َوﺍ ْﻟ ُﺤ ْﻜ َﻢ َوﺍﻟﻨُّ ُﺒﻮ ِ
َ َﺎﻫ ُﻢ ا ْﻟﻜﺘ
ُ َﻳﻦ ٰاﺗ َ ْﻴﻨ َ } ُاو۬ﻟٰ ٓ ِﺌBinâen aleyh {}ﻓَﺎِ ْن ﻳ َ ْﻜ ُﻔ ْﺮ ِ َﺎ ٰﻫ ٓ ُﺆ َ ٓ۬ﻻ ِء
َ ﻚ اﻟ َّ ۪ﺬ
buna şunlar küfr ederlerse, yani1 bu üçüne -veya kitab ve hükmü câmi
olmak itibariyle daha hulâsa olmak üzere- nübüvvete küffâr-ı Kureyş
hiç iman etmezler ise hiç ehemmiyetleri yoktur. {ﻣﺎ ﻟ َْﻴ ُﺴﻮﺍ ِ َﺎ ً ﻓَﻘَ ْﺪ َوﻛ َّ ْﻠﻨَﺎ ِ َﺎ ﻗَ ْﻮ
ِ
}ﺑِﻜَﺎﻓ ۪ﺮ َﻦMuhakkak ki biz o kitab ve hükm ü nübüvvete öyle bir kavmi 2
ﺎب ِ ٍ ِ اﻪﻠﻟ َ َﺣ َّﻖ ﻗَ ْﺪرِ ۪ه ٓ اِ ْذ ﻗَﺎﻟُﻮﺍ َﻣٓﺎ اَ ْﻧ َﺰ َل ّٰ
اﻪﻠﻟُ َﻋ ٰﻠﻰ ﺑ َ َﺸﺮٍ ﻣ ْﻦ َﺷ ْﻲء ۜ ُﻗ ْﻞ َﻣ ْﻦ اَ ْﻧ َﺰ َل ا ْﻟﻜﺘَ َ َو َﻣﺎ ﻗَ َﺪ ُروﺍ ّٰ
ﻴﺮﺍ َو ُﻋﻠِّ ْﻤ ُﺘ ْﻢ
ﻮن ﻛَ ۪ﺜ ً ۚ ﻮرﺍ َو ُﻫ ًﺪى ﻟِﻠﻨ َّ ِ ۪
اﻟ َّ ۪ﺬي َﺟٓﺎءَ ﺑِﻪ ُﻣ ٰ
ﺎس ﺗ َ ْﺠﻌَﻠُﻮﻧ َ ُﻪ ﻗَ َﺮﺍ ۪ﻃ َ
ﻴﺲ ﺗُ ْﺒ ُﺪوﻧَﻬَﺎ َوﺗُ ْﺨ ُﻔ َ ﻮﺳﻰ ﻧُ ً
ﺎب ِ اﻪﻠﻟُ ۙ ﺛُﻢَّ ذ َ ْر ُﻫ ْﻢ ۪ﻓﻲ َﺧ ْﻮ ِﺿﻬِ ْﻢ ﻳ َ ْﻠﻌَ ُﺒ َ َﻣﺎ ﻟ َْﻢ ﺗ َ ْﻌﻠ َ ُﻤ ٓﻮﺍ اَ ْﻧ ُﺘ ْﻢ َو َ ٓﻻ ٰاﺑ َ ٓ ُ
ﺎؤ ۬ ُﻛ ْﻢ ۜ ُﻗ ِﻞ ّٰ
ﻮن ﴿َ ﴾٩١و ٰﻫ َﺬا ﻛﺘَ ٌ
ﻳﻦ ﻳُ ْﺆ ِﻣ ُﻨ َ ِ ِ
ﻮن ﺎر ٌك ُﻣ َﺼ ِّﺪ ُق اﻟ َّ۪ﺬي ﺑ َ ْﻴ َﻦ ﻳ َ َﺪ ْﻳﻪ َوﻟ ُﺘ ْﻨ ِﺬ َر اُم َّ ا ْﻟ ُﻘ ٰﺮى َو َﻣ ْﻦ َﺣ ْﻮﻟ َﻬَﺎ ۜ َوﺍﻟ َّ ۪ﺬ َ ﺎه ُﻣﺒَ َ اَ ْﻧ َﺰ ْﻟﻨَ ُ
اﻪﻠﻟِ
ﻮن ﴿َ ﴾٩٢و َﻣ ْﻦ اَﻇْﻠ َ ُﻢ ِﻣﻤَّ ِﻦ ا ْﻓﺘَ ٰﺮى َﻋﻠَﻰ ّٰ ﺻ َﻼﺗِﻬِ ْﻢ ﻳُ َﺤﺎﻓِﻈ ُ َ ﺎﻻ ِٰﺧ َﺮ ِ ﻳُ ْﺆ ِﻣ ُﻨ َ ۪
ﻮن ﺑِﻪ َو ُﻫ ْﻢ َﻋ ٰﻠﻰ َ ﺑِ ْ
اﻪﻠﻟُ ۜ َوﻟ َْﻮ ﺗ َ ٰﺮٓى اِ ِذ
ﺎل َﺳﺎ ُ ْﻧﺰِ ُل ِﻣ ْﺜ َﻞ َﻣٓﺎ اَ ْﻧ َﺰ َل ّٰ ﻮح اِﻟ َْﻴﻪِ َﺷ ْﻲ ٌء َو َﻣ ْﻦ ﻗَ َ ِ
ﺎل اُو۫ ِﺣ َﻲ اﻟ ََّﻲ َوﻟ َْﻢ ﻳُ َ ﻛَ ِﺬ ًﺑﺎ اَ ْو ﻗَ َ
ﺎﺳﻄُٓﻮﺍ اَ ْﻳ ۪ﺪﻳﻬِ ْﻢ ۚ اَ ْﺧﺮِ ُﺟ ٓﻮﺍ اَ ْﻧ ُﻔ َﺴ ُ
ﻜ ْﻢ ۜ اَ ْﻟﻴَ ْﻮمَ ﺗُ ْﺠ َﺰ ْو َن ت َوﺍ ْﻟ َﻤ ٰﻠ ٓ ِﺌﻜَﺔُ ﺑ َ ِ ﺍت ا ْﻟ َﻤﻮ ِ
ْ
ﻮن ۪ﻓﻲ ﻏَ َﻤ َﺮ ِ اﻟﻈ َّﺎﻟ ِ ُﻤ َ
ون ﴿﴾٩٣ اﻪﻠﻟِ ﻏَ ْﻴ َﺮ ا ْﻟ َﺤ ِّﻖ َوﻛُ ْﻨ ُﺘ ْﻢ َﻋ ْﻦ ٰاﻳَﺎﺗ ِ ۪ﻪ ﺗ َ ْﺴﺘَ ْﻜ ِﺒ ُﺮ َ ﻮن َﻋﻠَﻰ ّٰ اب ا ْﻟ ُﻬﻮ ِن ﺑ ِ َﻤﺎ ﻛُ ْﻨ ُﺘ ْﻢ ﺗ َ ُﻘﻮﻟُ َ
َﻋ َﺬ َ
َوﻟ َ َﻘ ْﺪ ِﺟ ْﺌ ُﺘ ُﻤﻮﻧَﺎ ُﻓ َﺮﺍ ٰدى ﻛَ َﻤﺎ َﺧﻠ َ ْﻘﻨَﺎ ُﻛ ْﻢ اَ َّو َل َﻣﺮَّ ٍ َوﺗ َ َﺮ ْﻛ ُﺘ ْﻢ َﻣﺎ َﺧﻮَّ ْﻟﻨَﺎ ُﻛ ْﻢ َو َرٓﺍءَ ﻇ ُ ُﻬﻮرِ ُﻛ ْﻢ ۚ َو َﻣﺎ
1 B -“daldıkları”.
2 H: “Allah’ı gereği gibi tanıyamadılar, çünkü ‘Allah bir beşere bir şey indirmedi’ dediler; ‘ya kim indirdi’
de, Mûsâ’nın insanlar için bir nûr, bir hidâyet olarak getirdiği o kitabı ki siz onu parça parça kâğıtlar
yapıyorsunuz, bunları üzerine atıyorsunuz da birçoğunu gizliyorsunuz. Bununla beraber şimdi size ne
sizin ne atalarınızın bilmediğiniz hakikatler öğretilmekte. ‘Allah’ de, sonra bırak onları daldıkları batakta
oynayadursunlar (91). Bu da Bizim indirdiğimiz bir kitap; feyz ü bereketi dünyayı tutacak, evvelki kitablar
bu tasdik etmedikçe muteber olmayacak. Bir de Ümmü’l-kurâ’yı ve bütün çevresindekileri inzar edesin,
âhireti temin edecekler iman ederler buna ve onlar namazlarını gözetir dururlar (92). Uydurduğu yalanı
Allah’a isnad eden veya kendine bir şey vahy edilmemişken ‘bana vahy olunuyor’ diyen kimseden, bir
de ‘Allah’ın indirdiği âyetler gibi ben de indireceğim’ demekte olan kimseden daha zâlim kim olabilir?
Görsen, o zâlimler ölüm dalgaları içinde boğulurken melâike ellerini uzatmış, ‘çıkarın’ diye, ‘canlarınızı,
bugün zillet azâbıyla cezâlanacaksınız, çünkü Allah’a karşı hak olmayanı söylüyordunuz ve çünkü Allah’ın
âyetlerinden istikbar ediyordunuz’ (93). Celâlim hakkı için işte geldiniz bize ilk defa yarattığımız gibi
teker teker, o size bahşedip hayâline daldırdığımız servetleri bıraktınız da arkalarınızda. Hani o sizin mev-
cûdiyetinizde şürekâ olduklarını zu m ettiğiniz şefaatçilerinizi de görmüyoruz yanınızda? Gördünüz ya,
aranızdaki râbıtalar didik didik koptu ve o zu m ettiklerinizin hepsi sizden gāib olup gitti (94)”.
900 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
hiçbir şey inzal etmedi” dediler. A Böyle demekle yalnız beşeriyet hakkında
bir takdirsizlik değil, Allah hakkında takdirsizlik ettiler. Beşere Allah’ın
en büyük rahmet ve nimeti olan vahyi, irsâl-i rusülü ale’l-ıtlâk inkâr
etmek cür’etinde bulundular, sâbîliğe saptılar ve öyle bir surette saptılar
ki mahsüs ve ma kul tanımayan sofestâîlerin veya beşeriyeti te’lih etmek
isteyenlerin “Allah biz insanların işine karışmaz” dedikleri gibi, Allah’ın
beşere indirdiği hiçbir şey yokmuş veya beşerde her ne varsa Allah’tan
başkası tarafından veya beşerin kendisinden imiş gibi idâre-i kelâm ettiler.
Şüphe yok ki bu gibi tefevvühâta cür’et etmek bir nankörlük hasletinden,
bu da nankörlüğün şenâ atini ve Allah’ın azamet ü kudretini takdir
edememekten münba is fâhiş bir cehalet ve ahlâksızlıktır. Allah dediği
zaman ne dediğini bilmeyen, bu ism-i celâlin ne kadar nâmütenâhî bir
kudret ü kemâl ifade ettiğini gereği gibi teemmül etmeyenlerdir ki böyle
cür’etlerde bulunurlar. “Allah beşere bir şey indirmedi” sözü bir müşrik
sözü olduğu ve yukarıdan beri anlaşılageldiği üzere Mekke müşriklerinin
de bu fikirde bulunduğu zâhirdir. Fakat bunu Medine’de Yahudîlerin
hahambaşılarından Mâlik [1978] b. Sayf ’ın söylemiş olmasıdır ki bu
âyetin nüzûlüne sebep olmuştur. Şöyle ki:
Mâlik b. Sayf semiz, şişman bir adam imiş, Resûlullah’ın yanına
gelmiş, konuşurken Resûlullah kendisine “Mûsâ’ya Tevrat’ı indiren
Allah’a and vererek soruyorum, ‘Allah hibr-i semîne buğz eder’ diye
Tevrat’ta buluyorsun değil mi? Hâlbuki sen hibr-i semînsin2, Yahudîlerin
yedirdiği şeylerden semizlemişsin” buyurmuş, hâzirûn gülmüşler, Mâlik
b. Sayf kızmış, Hazret-i Ömer’e dönüp ﺸ ٍﺮ ِﻣ ْﻦ َﺷﻲ ٍء ٰ
َ َ َﻣﺎ اَﻧـَْﺰَل اﻟﻠّﻪُ َﻋ ٰﻠﻰ ﺑdemiş,
ْ
1 B -“Zira”.
2 H -“hibr-i semînsin”.
Hak Dini Kur’an Dili 901
iki kıraatin hey’et-i mecmû ası bize şunu ifade eder ki, âyetin nüzûlünde
hem Yehûdun hem müşriklerin tesebbübü vardır. Her ikisi de nübüvvet-i
Muhammediyeyi inkâr için ﺸ ٍﺮ ِﻣ ْﻦ َﺷﻲ ٍء ٰ
َ َ َﻣﺎ اَﻧـَْﺰَل اﻟﻠّﻪُ َﻋ ٰﻠﻰ ﺑdemişlerdir. Fakat
ْ
asıl sebeb-i nüzul Yehûd’un söylemesi olmuş ve sözlerinin madde-i nakzı
evvelâ Tevrat ve takdirsizliklerinin misâli de ona karşı aldıkları vaziyet ile
gösterilmiştir. Bundan başka daha umûmî olmak ve Kur’ân’a dahi temas
etmek üzere buyuruluyor ki:
{}و ُﻋﻠِّ ْﻤ ُﺘ ْﻢ َﻣﺎ َ ْ ﺗ َ ْﻌﻠ َ ُﻤ ٓﻮﺍ اَ ْﻧ ُﺘ ْﻢ َو َ ٓﻻ ٰاﺑَٓﺎ ُؤ ۬ ُﻛ ْﻢ
َ Bir de size ne kendinizin ne atalarınızın
bilmediğiniz ilimler tâlim olundu. A Binâen aleyh bunları size indiren,
tâlim eden mu allim-i hakikī kim? Yâ Muhammed, o takdirsizler buna
ne derlerse desinler sen {ُاﻪﻠﻟ ّٰ } ُﻗ ِﻞAllah’tır de {ﻮن َ }ﺛُﻢَّ ذ َ ْر ُﻫ ْﻢ ۪ َﺧ ْﻮ ِﺿﻬِ ْﻢ ﻳ َ ْﻠﻌَ ُﺒ
sonra onları bırak, daldıkları butlan içinde oynayadursunlar. {}و ٰﻫ َﺬا َ Bu
Kur’an da {ُﺎب اَ ْﻧﺰَ ْﻟﻨَﺎه ِ
ٌ َ }ﻛﺘbizim indirdiğimiz öyle bir kitaptır ki {}ﻣﺒَﺎرَ ٌك ُ
mübarektir. A Feyzi cihanı tutacaktır. {}ﻣ َﺼ ّﺪ ُق اﻟَّﺬي ﺑ َ ْ َ ﻳ َ َﺪ ْﻳﻪ ِ ۪ ِ
ُ [1980]
önündekini musaddık, müeyyid ve mümeyyizdir. Ondaki nûr u hüdâ
bunun tasdîkinden geçerek tezâ uf ve teeyyüd ü inkişaf edecektir. {َوﻟ ِ ُﺘ ْﻨ ِﺬ َر
}اُم َّ ا ْﻟ ُﻘ ٰﺮى َو َﻣ ْﻦ َﺣ ْﻮﻟ َﻬَﺎBiz onu bunun için, yani âlemîni tezkir ve berekât ve
tasdik için ve bir de Ümmü’l-kurâ’yı ve bütün çevresindeki kimseleri
inzar edesin diye inzal ettik. {ِ ﺎﻻ ِٰﺧ َﺮ َ ﻳﻦ ﻳُ ْﺆ ِﻣ ُﻨ
ْ ِ ﻮن ﺑ َ }وﺍﻟ َّ۪ﺬ
َ Ve âhirete iman eden,
âkıbetlerini kurtarmak isteyenlerdir ki {ﻮن ﺑ ِ ۪ﻪ َ }ﻳُ ْﺆ ِﻣ ُﻨbuna iman ederler.
َ ُ ﺻ َﻼ ِ ِ ْﻢ ﻳُ َﺤﺎﻓِﻈ
{ﻮن َ ٰ }و ُﻫ ْﻢ َﻋ َ Ve bunlar namazları üzerinde muhafız kesilirler. A
Bütün karyelerin anası, merkezi demek olan Ümmü’l-kurâ, Mekke’nin
bir ismidir ki merkez-i cihan, kıble-i1 enâm demek gibidir. İnzar
Mekke’nin kendisine değil, ahâlisine olacağı mâlum bulunduğundan
mâna, mecaz veya isnâd-ı mecâzî suretiyle أﻫﻞ أم اﻟﻘﺮىdemektir. َو َﻣ ْﻦ َﺣ ْﻮﻟ َﻬَﺎ
dahi buna karînedir. Şüphe yok ki “Mekke” denilmeyip de “Ümmü’l-
kurâ” denilmesi Mekke’yi âlemdeki bütün kurânın bir merkez-i mutlakı
gibi mülâhaza ettirmek içindir. Ve binâen aleyh َو َﻣ ْﻦ َﺣ ْﻮﻟ َﻬَﺎda merkez
ve muhît tekabülüyle bütün muhît-i arzda bulunanların hepsi demek
olur. Ma amâfîh Ümmü’l-kurâ merkeziyet mefhûmundan kat -ı nazarla
1 B: “kalb-i”.
Hak Dini Kur’an Dili 903
sadece Mekke demek gibi düşünülürse ’و َﻣ ْﻦ َﺣ ْﻮﻟ َﻬَﺎdan َ Mekke havâlisi,
Mekke civarı, bundan da nihâyet Cezîretü’l-Arab tasavvur olunur.
Bu ihtimâle nazaran Kur’ân’ın hikmet-i nüzûlü münhasıran Mekke
ve Cezîretü’l-Arab ahâlisinin inzârına mahsus imiş gibi bir tevehhüm
ِ ِ ِ ِ
hatıra gelebileceğinden ﺣ ْﻮَﳍَﺎ َ ﻟﺘُْﻨﺬ َر َﻣ َﻜﺔَ َوَﻣ ْﻦbuyurulmadığı gibi, ﻟﺘُْﻨﺬ َر أُﱠم
اﻟْ ُﻘَﺮى َوَﻣ ْﻦ َﺣ ْﻮَﳍَﺎdahi buyurulmayıp vâv-ı atf ile َوﻟ ِ ُﺘ ْﻨ ِﺬ َر اُم َّ ا ْﻟ ُﻘ ٰﺮى َو َﻣ ْﻦ َﺣ ْﻮﻟ َﻬَﺎ
buyurulmuş ve bununla nüzûl-i Kur’ân’ın, risâlet-i Muhammediyenin
yalnız Arab’ı inzar hikmetine münhasır olmadığı [1981] ve bir âyet
yukarısındaki َ اِ ْن ُﻫ َﻮ اِ َّﻻ ِذ ْﻛ ٰﺮى ﻟ ِ ْﻠﻌَﺎﻟ َ۪ﻤmânasıyla berekâtının şümûlünden
tegāfül edilmemek lâzım geldiği, velhâsıl ﺎس َ ۪ ًﺍ ِ َّ َو َﻣٓﺎ اَ ْر َﺳ ْﻠﻨَﺎ َك اِ َّﻻ ﻛَٓﺎﻓَّﺔ ً ﻟِﻠﻨ
ً [ َوﻧ َ ۪ﺬSebe’ 34/28] mazmûnu anlatılmıştır. Fakat gariptir ki bütün
ﻳﺮﺍ 1
bunlara karşı Yahudîlerden bir fırka işbu َوﻟِﺘُ ْﻨ ِﺬرَ اُم َّ ا ْﻟ ُﻘ ٰﺮى َو َﻣ ْﻦ َﺣ ْﻮﻟ َﻬَﺎnazm-ı
celîlinden Hazret-i Muhammed aleyhisselâm’ın yalnız Arab’a meb us2
bir peygamber olduğunu istidlâle kalkışmışlar, yani nübüvvetini itiraf
etmekle beraber umûma değil, Arab’a mahsus bir peygamber olduğu
iddiasında bulunmuşlardır. Bunlar Yehûddan Îseviyye fırkası nâmıyla
yâd olunurlar ki bugün münevver geçinen Avrupalılardan bir kısmının
Arap olmayan Müslümanlar arasında bu Yahudî fırkasının mezhebini ve
politikasını neşretmeye çalıştıklarını görüyoruz. Beşerde emr-i vâki olan
nübüvveti inkâr etmek Allah’ı hakkıyla takdir etmemekten münba is bir
cür’et ve bir nankörlük ve herhangi bir peygamberin nübüvvetini ve
herhangi bir kitâbın nüzûlünü kabul ettikten sonra bütün enbiyâ ve
kütübü tasdik ve teyid eden ve onlardan daha vâzıh ve daha feyyaz olarak
inzal edilmiş bulunan mübarek Kur’ân’ı ve nübüvvet-i Muhammediyeyi
inkâr etmek ise bundan başka açık bir tenakuz olduğunu tefhim ile
emr-i nübüvveti takrir ve teyid ve mes’ele-i nübüvvetin sıfât-ı ilâhiye
mesâiline teferru unu ve irfân u ahlâk, hiss-i mes’ûliyet ve endîşe-i âkıbet
ile alâkasını tesbit ettikten sonra Allah’a yalan isnad eden, yalan yere
peygamberlik iddia eyleyen veya Allah’a peygambere rekabet etmeye
1 “Seni de başka değil, ancak bütün insanlara şâmil bir risaletle rahmetimizin müjdecisi, azâbımızın ha-
bercisi gönderdik…”
2 H: “mahsus”.
904 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H: “sahtekâr”.
2 H -“Ve”.
3 “…Dilesek bunun gibisini biz de söyleriz…”
4 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XIII, 67:
. َ ْ َ ُאء َ ُ ْ א ِ ْ َ َ َ ا: ُ ُ ْ َ َ ُ ث َو ا اد א א ا َ ُ ِّ َ ُ ْ َ َאل ا
ا:ون
Ebû Hayyân, el-Bahru’l-muhît, IV, 584:
ِ ِ وا ار: ِ ِ َ ِ آن ِ ِ ِ ِ ِ ْ َذ َכ َ ا َّ ْ َ ِاو ُّي َوا ْ َ ْ َ ِو ُّي إ َِّن ا ْ َ َ َ َ َ ْ ِ ا َّ ْ ِ ْ ِ ا
אت َ َّ َ ْ َ ْ ُ ْ אر َض اَ َ ُ َّ َ ُ َ َ َ َو ا ْ ُ ْ َ ْ ِ ئ: َ َ אرِ ث
ِ ِ ِ
.אت َ ْ ً א ِإ َ َ ِ َذ َכ َ ا َّ َ א َ אت ِ ِ َّ א وا א אت َ ْ ًא َوا ات ا وا א אت ِ ِ َزر א وا ْ َ א
ْ َ َ َ ً ْ
5 M ve B -“ve”.
Hak Dini Kur’an Dili 905
ﺖ ِﻣ َﻦ ا ْﻟ َﺤ ِ ۜﻲ ٰذﻟِﻜُ ُﻢ ّ ُ ُ
ِ ﺐ َوﺍﻟﻨ َّ ٰﻮى ﻳ ْﺨﺮِج ا ْﻟ َﺤ َّﻲ ِﻣ َﻦ ا ْﻟﻤَ ِﻴ
ِ ﺖ َوﻣ ْﺨﺮِج ا ْﻟﻤَ ِﻴ
ّ ُ ُ ۜ ِ اﻪﻠﻟ َ ﻓَﺎﻟ ِ ُﻖ ا ْﻟ َﺤ
ّ ّٰ اِ َّن
ّ
ۜﺎﻧﺎ
ً َﻨﺎ َوﺍﻟ َّﺸ ْﻤ َﺲ َوﺍ ْﻟ َﻘ َﻤ َﺮ ُﺣ ْﺴﺒ ْ ﴾ ﻓَﺎﻟ ِ ُﻖ٩٥﴿ ﻮن
ً َاﻻِ ْﺻﺒَﺎ ِۚح َو َﺟﻌَ َﻞ اﻟ َّْﻴ َﻞ َﺳﻜ َ ﻜ ُ َاﻪﻠﻟُ ﻓَﺎ َ ّٰﻧﻰ ﺗُ ْﺆﻓ
ّٰ
ِ ﴾ َوﻫ َﻮ اﻟ َّ ۪ﺬي َﺟﻌَ َﻞ ﻟَﻜُ ُﻢ اﻟﻨُّﺠﻮمَ ﻟِﺘَﻬﺘَ ُﺪوﺍ ﺑِﻬَﺎ ۪ﻓﻲ ﻇُﻠ ُ َﻤ٩٦﴿ ﻚ ﺗ َ ْﻘ ۪ﺪﻳﺮ ا ْﻟﻌَﺰ۪ﻳﺰِ ا ْﻟﻌَ ۪ﻠﻴ ِﻢ
ﺎت َ ِ ٰذﻟ
ْ ُ ُ ُ
1 B: “zu m ediyordunuz”.
906 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ٍﺍﺣ َﺪة ِ ﴾ َوﻫ َﻮ اﻟ َّـ ۪ﺬ ٓي اَ ْﻧ َﺸﺎ َ ُﻛ ْﻢ ِﻣﻦ ﻧ َ ْﻔ ٍﺲ َو٩٧﴿ ﻮن َ ﺎت ﻟ ِ َﻘ ْﻮ ٍم ﻳ َ ْﻌﻠ َ ُﻤ
ِ َ اﻻٰﻳ
ْ ُ ْ ﺼ ْﻠﻨَﺎ َّ َا ْﻟﺒَ ّﺮِ َوﺍ ْﻟﺒَ ْﺤﺮِۜ ﻗَ ْﺪ ﻓ
ِ ٓ ﴾ َوﻫ َﻮ اﻟ َّـ ۪ﺬ ٓي اَ ْﻧ َﺰ َل ِﻣ َﻦ اﻟﺴ َﻤ٩٨﴿ ﻮن
ﺎء َ ﺎت ﻟِﻘَ ْﻮ ٍم ﻳ َ ْﻔﻘَ ُـﻬ
ِ َ اﻻٰﻳ ْ ﺼ ْﻠﻨَﺎ
َّ ُ َّ َﻓَ ُﻤ ْﺴﺘَﻘَ ٌّﺮ َو ُﻣ ْﺴﺘَ ْﻮدَ ٌع ۜ ﻗَ ْﺪ ﻓ
ﺒﺎۚ َو ِﻣ َﻦً ِﺒﺎ ُﻣﺘَ َﺮﺍﻛًّ ﺮﺍ ﻧُ ْﺨﺮِ ُج ِﻣ ْﻨ ُﻪ َﺣ ِ
ً ﺎت ﻛُ ّ ِﻞ َﺷ ْﻲ ٍء ﻓَﺎ َ ْﺧ َﺮ ْﺟﻨَﺎ ﻣ ْﻨ ُﻪ َﺧ ِﻀ َ ََﻣٓﺎءً ۚ ﻓَﺎ َ ْﺧ َﺮ ْﺟﻨَﺎ ﺑ ِ ۪ﻪ ﻧَﺒ
ﺎن ُﻣ ْﺸﺘَ ِﺒ ًﻬﺎ َوﻏَ ْﻴ َﺮ
َ َّﺍﻟﺮﻣ
ُّ ﻮن َو ٍ َﺎت ِﻣ ْﻦ اَ ْﻋﻨ
َ ﺎب َوﺍﻟﺰَّ ْﻳ ُﺘ ٍ َّ ﺍن دَاﻧِﻴَﺔٌ َو َﺟﻨ ِ ِ
ٌ اﻟﻨ َّ ْﺨ ِﻞ ﻣ ْﻦ ﻃ َ ْﻠﻌِﻬَﺎ ﻗ ْﻨ َﻮ
َ ﺎت ﻟ ِ َﻘ ْﻮ ٍم ﻳُ ْﺆ ِﻣ ُﻨ
﴾ َو َﺟﻌَﻠُﻮﺍ٩٩﴿ ﻮن ُ ِ ـﺮ ٓوﺍ اِﻟٰﻰ ﺛ َ َﻤﺮِ ۪ه ٓ اِذَٓا اَ ْﺛ َﻤ َﺮ َو َ ْﻨﻌِ ۪ﻪ ۜ اِ َّن ۪ﻓﻲ ٰذﻟ
ٍ َ ﻜ ْﻢ َﻻٰﻳ ُ ُ ُﻣﺘَ َﺸﺎﺑِﻪٍ ۜ ُا ْﻧﻈ
َ ﺎت ﺑِﻐَ ْﻴﺮِ ِﻋ ْﻠ ٍﻢۜ ُﺳ ْﺒ َﺤﺎﻧ َ ُﻪ َوﺗَﻌَﺎﻟٰﻰ َﻋﻤَّﺎ ﻳ َ ِﺼ ُﻔ ِ ِ
۟ ﻮن َ ّٰﻪﻠﻟ ُﺷ َﺮﻛَٓﺎءَ ا ْﻟ ِﺠ َّﻦ َو َﺧﻠَﻘَ ُﻬ ْﻢ َو َﺧ َﺮ ُﻗﻮﺍ ﻟ َُﻪ ﺑ َ ۪ﻨ
ٍ َﻴﻦ َوﺑَﻨ
ٌ ﻜ ّ ِﻞ َﺷ ْﻲ ٍء َﻋ ۪ﻠ
﴾١٠١﴿ ﻴﻢ ُ ِ َو ُﻫ َﻮ ﺑ
1 B: “attıran”.
2 B -“sabah çıkaran”.
Hak Dini Kur’an Dili 907
1 H: “Allah’tır o dâneleri, çekirdekleri pörtleten, ölüden diri çıkarır ve diriden ölü çıkaran, işte size söy-
lüyorum Allah O, şimdi söyleyin nereden çevriliyorsunuz? (95). O, tan attırıp sabah çıkaran, kılıp da
geceyi bir âramgâh ve Şems ü Kamer’i birer nişâne-i hisab, işte O Azîz, Alîm’in takdiri o (96). Hem
O’dur, O ki karada ve denizde yolu doğrultmanız için size yıldızları sebep kılmıştır. Hakikat ilim ehli
olanlar için âyetleri tafsil eyledik (97). O’dur, O ki sizi bir tek nefisten halk etti, demek bir müstekar bir
de müstevda var. Hakikat ince anlayışlı fıkıh ehli olanlar için âyetleri tafsil eyledik (98). Yine O’dur, O
ki semâdan bir su indirdi, derken onunla her şeyin nebatını çıkardık. Derken ondan bir yeşillik çıkar-
dık, ondan birbiri üzerine binmiş dâneler çıkarıyoruz. Hurma ağacından da tal ından sarkan salkımlar
ve üzümlerden bağlar, zeytini de narı da birbirine benzer benzemez. Bakın her birinin meyvesine; meyve
verdiği vakit, bir de kemâle erişine. Şüphesiz şu size gösterilende iman ehli olanlar için birçok âyetler var
(99). Bir de tuttular Allah’a cinleri (gizli mahlukları) şerîk koştular, hâlbuki O onları yarattı. Bundan
başka O’na oğullar ve kızlar saçmaladılar, ne dediklerini bildikleri yok. O’nun Zât-ı sübhânîsi onların
vasıflarından çok münezzeh ve müte âlîdir (100). Göklerin ve yerin mübdi i, O’na veled nasıl tasavvur
edilir ki bir eşi bulunmak mümkin değil. O her şeyi yaratmış ve her şeye Alîm (101)”.
2 M: “nuvoyya”.
908 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
geçince Allah o dâne, o çekirdek dâhilinden bir hareket, bir tazyik, bir
intac husûle getirir; onu altından üstünden falk eder, çatlatır, tabî at-ı
sükûnu tabî at-ı harekete, tabî at-ı ittisâli tabî at-ı infisâle tahvil eder.
Üstündeki1 çatlaktan vahîdü’l-felka veya zâtü’l-felkateyn olarak havaya
yükselen şecere, altındaki çatlaktan zemine geçen ve saçak tâbir olunan
şecere çıkar ve o habbe, o çekirdek evvelâ böyle biri sâ id, biri hâbit iki
muhtelif tabiatta bulunan iki şecerenin sebeb-i ittisâli olur. Parmakla
eziliverecek kadar ince ve latif olan o yumuşak saçaklar, sert çuvaldızların,
sivri bıçakların nüfuz edemeyeceği derecede sulb olan yerleri ve bazı
zaman kaskatı taşları bile çatlatır, aralarına girer ve sonra bir nebat,
bir ağaç üzerinde o kadar acîb ve bedî bir surette tabâyi -i muhtelife
tahassul eder ve bu muhtelif garâizin hepsi öyle bir âheng ü nizam ile
işler çalışır ki acâyib u dekāikinin şerh u îzâhı tükenmez. Bir tabiattan
yarılıp çıkan kışr, haşebe, öz [1987] urûk, cezr, sâk, ağsân, evrâk, ezhâr,
envâr bu muhtelif tabâyi in her biri, bütün kuvâ-yı tabî iye üzerinde icrâ-
yı hükm ü te’sîr ve ibrâz-ı sun u kudret eden kudret-i fâtıranın âyât-ı
i câzından olan birer âlemdirler. Bunları daha geniş bir zevk ile müşahede
etmek isteyenler nebâtâtın teşrîhini, ensâcını, garâiz-i uvziyesini tedkik
ve mütalaa etsinler. Sonra çatlaktan çatlağa, fıtrattan fıtrata geçen ve
sıfatları, hâssaları, levnleri, şekilleri, ta mları, tabiatları muhtelif olan
bu ecsâm-ı muhtelifenin mesâ î-i müşterekesinden maksûd-ı aslî olan
semere tevellüd eder. Bir habbe veya bir çekirdek yerine kat kat kutular,
mahfazalar içinde yüzlercesi meydana gelir. Ve her biri kemâlini bulunca
yeni bir âlem olmak için bittiği yerden kopar, topraklara katılmak üzere
zemine atılır. Menşe’ bir ve tabiatın, nücûmun, fusûlün, anâsırın tesirleri
şerâiti müsâvî olduğu hâlde bir habbeden, bir çekirdekten bu kadar
muhtelif ecsâm ve tabâyi in çatlayıp çıkması tabâyi ve anâsırın2 değil,
Hakîm, Rahîm, Kādir-i muhtâr olan Vâcibü’l-vücûd’un takdîr ü tedbîri
eseri olduğunda asla3 şüphe yoktur. Toprakta çekirdekten bunları bitirip
1 M: “Üstteki”.
2 H -“ve anâsırın”.
3 M ve B -“asla”.
Hak Dini Kur’an Dili 909
1 M ve B: “”وذ כ.
910 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
zulmet ve nûr, hareket ve sükûn gibi ikisi de bir yere gelmek ihtimâli
bulunmayan muhtelif ve mütenâkız tabiatların her birine birer mikdâr-ı
muayyen tahsis ederek birer had koyup nâmütenahî ihtilâflarına rağmen
hepsini bir nizâm-ı te’lîf [1989] ve terkib içinde hisâb-ı kat î ile yürütmek
elbette hiçbir tabiata mahkum olmayan nazîrsiz bir izzet ü kudretin ve
gāib ü şâhidi bilen nihâyetsiz bir ilm-i muhkemin sâhibi olan bir Azîz ve
Alîm’in eser-i belîği ve sun -ı bedî idir. Binâen aleyh O fâlik1 u fâtır olan
Allah yalnız kādir değil, şerîk ve nazîri yok bir Azîz ü Alîm’dir de. Bunu
hesâba almayıp da O’ndan sarf-ı nazar etmek ve O’nun taht-ı izzet ve
ilminde bulunan kuvâ-yı tabî iye veya hayâtiye veya felekiyeye bağlanıp
perestiş etmek ve sonra O’nun hesabından kurtulmak nasıl mümkin
olur? Hâlbuki:
{}و ُﻫﻮَ اﻟ َّ۪ﺬي
َ O hem öyle bir Allah’tır ki {َ}ﺟﻌَ َﻞ ﻟَﻜُ ُﻢ اﻟﻨُّ ُﺠﻮم
2
َ sizi nücum için
ِ
değil, nücûmu sizin için, sizin intifâ ınız yani {ِﺎت ا ْﻟ َ ّ َوﺍ ْﻟﺒَ ْﺤﺮ ِ }ﻟِﺘَﻬﺘَ ُﺪوﺍ ِ ﺎ ۪ ﻇُﻠ ُ َﻤ
َ ْ
3
1 M ve B: “hâlık”.
2 H ve B -“hem”.
3 M ve B -“sizin intifâ ınız”.
4 B: “anlar”.
Hak Dini Kur’an Dili 911
1 “De ki: Eğer Rabbimin kelimâtı için deniz mürekkeb olsa idi her hâlde Rabbimin kelimâtı tükenmeden
deniz tükenirdi, bir misli de meded getirsek bile.”
912 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B: “olmamak”.
2 M ve B: “şakk”.
3 B: “tehâlüf ”.
Hak Dini Kur’an Dili 913
1 B: “tegayyür”.
2 H -“emr-i”.
3 H: “fürû ”.
4 M ve B: “ıttırada”.
914 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ِ
nebâtiyesini, nümüvv ve inkişaf hasletini1 fiile çıkardık {ﺮﺍ ً }ﻓَﺎ َ ْﺧ َﺮ ْﺟﻨَﺎ ﻣ ْﻨ ُﻪ َﺧ ِﻀ
ve binâen aleyh ondan, o nebattan veya o şeyden taze bir yeşillik, bir
çim çıkardık. {ﺒﺎ ً ِﺒﺎ ُﻣ َ َﺍﻛ ًّ }ﻧُ ْﺨﺮِ ُج ِﻣ ْﻨﻪُ َﺣBir yeşillik ki ondan birbirine binmiş
dâneler çıkarırız. A Buğday, arpa, çavdar gibi hubûbat başakları havadan
hücum edecek düşmanlara karşı harb nizamı almış, mızraklarını uzatmış
süvari bölükleri gibi ne güzel müterâkibdirler {}و ِﻣ َﻦ اﻟﻨ َّ ْﺨ ِﻞ َ ve hurma
ağacından {}ﻣ ْﻦ ﻃ َ ْﻠﻌِﻬَﺎ ِ tal ından da [1996] yani tomurcuğundan da {ﻗِﻨﻮﺍن
ٌ َْ
ِ
ٌ }دَاﻧﻴَﺔyakınlara sarkmış salkımlar olur. {ﺎب ِ ٍ
ٍ َ}و َﺟﻨَّﺎت ﻣ ْﻦ اَ ْﻋﻨ
َ Ve daha türlü
üzümlerden bağlar {ﺎن َ َّﺍﻟﺮﻣ
ُّ ﻮن َو َ ve zeytin ve nar {ٍ}ﻣ ْﺸﺘَ ِﺒ ًﻬﺎ َوﻏَ ْ َ ُﻣﺘَ َﺸﺎﺑِﻪ
َ }وﺍﻟﺰَّ ْﻳ ُﺘ ُ
birbirine hem müteşâbih hem de gayr-i müteşâbih. A Bu müşabehet
ve adem-i müşabehet kaydı, yukarıda istikrar ve istîda ile ifade olunan
ıttırad ve tegāyür2 düstûrunun mantık nokta-i nazarından daha vâzıh bir
ifadesidir. {ـﺮ ٓوﺍ اِ ٰ ﺛ َ َﻤﺮِ ۪ه ٓ اِذَٓا اَ ْﺛ َﻤ َﺮ َو َ ْﻨﻌِ ۪ﻪ ُ ُ }اُ ْﻧﻈŞimdi bunun bir meyve verdiği
zamanki ham meyvesine bakın, bir de kemâle erişine. A Arada ne büyük
bir fark vardır, ve bu farkta ne mühim bir feyz-i terbiye, ne açık bir seyr-i3
terakki! {ﻮن ٍ َ َﻻٰﻳ4 }اِ َّن ۪ ٰذﻟِﻜُ ْﻢHer hâlde bunda iman edecek olanlar
َ ﺎت ﻟِﻘَ ْﻮ ٍم ﻳُ ْﺆ ِﻣ ُﻨ
için Allah’ın varlığına, birliğine, kudretine, hikmet-i rubûbiyetine delâlet
eden birçok âyetler vardır.
Suyun inzâli, nebâtın, çimin ihrâcı اَ ْﻧ َﺰ َل/ اَ ْﺧ َﺮ ْﺟﻨَﺎdiye mâzî sîgasıyla
ifade edilmiş olduğu hâlde, habb-i müterâkibi ihraç ﻧُ ْﺨﺮِ ُجdiye istikbal
sîgasıyla ve ’ َﺧ ِﻀﺮın sıfatı olarak kuvve hâlinde gösterilmesi ve tomurcuğun,
salkımların bu minval üzere bunlara atfedilmesi şâyân-ı dikkattir.
Bununla Mekke’de bu âyetin nâzil olduğu sırada dîn-i İslâm’ın henüz
o çim, o tomurcuk misâlinde olduğuna, Kur’ân’ın semâdan inen bir
rahmet bulunduğuna ve mü’minlerin istikbâli o cennetler ve kemâle
ermiş meyveler gibi olacağına bir işaret dahi edilmiştir.
Fahreddin Râzî der ki: “Burada evvelâ hubûbat, sonra nahl, ineb,
zeytin, rummân dört nevi ağaç zikredilmiş ve zer , eşcâra takdim
1 B: “hâsılâtını”.
2 M: “tegabür”.
3 M ve B: “feyz-i”.
4 H, M ve B: “”ذ כ.
Hak Dini Kur’an Dili 917
1 Ebû Ya lâ, el-Müsned, thk. Saîd b. Muhammed es-Senârî, Kahire: Dâru’l-Hadîs, 1434/2013, I, 435/455.
2 B: “leziz ve”.
3 H: “daha az veya daha çok”.
4 H: “cüvârişenât”;
“Cüvâriş: Mideye kuvvet vermek için tenavül olunan terkib ve devâ ve dârû” (Lügat-i Remzi).
5 H: “zeytinde”
918 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
iblis beynlerinde bir neseb alâkası iktizâ eden mütekabil iki birader gibi
addederek “hayırların hâlıkı Allah, şerrin hâlıkı iblistir” diyen zenâdıka
hakkında nâzil olmuştur6 ki bu surette de evvelâ Mecus itikadına ve
1 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XIII, 88-89:
ِ َ ِ َ َ ا ا َّ ْ ِو،אر ْت َכ َ َّ َ א ُ ْ َ ِ َ ةٌ ِ َ ا ْ ُ ُ ِن ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ
َ َ َ َوا ْ َ َ ئ َכ ُ َوا ُّ و َ א ُّ َن َ ُ َ ْو َن ِא ْ ُ ُ ن، ََِّن َ ْ َ ا ْ ِ ِّ ُ ْ َ ٌّ َ ا ْ َאر
...أُ ْ ِ َ َ ْ ُ ا ْ ِ ِّ َ َ َ א
ْ
2 M ve B: “ve”.
3 Mukātil b. Süleyman, Tefsîr, I, 581; Taberî, Câmiu’l-beyân, XI, 9:
. אت ا ا אل ُ َ ُ َ א ُ ا أن א ا ئכ، ْ ُ ُ ْ َ َ َ َ و ا َو و وذ כ أن
4 B: “tevhid”.
5 “Bir de O’nunla cinler beyninde bir neseb uydurdular…”
6 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XIII, 88. Krş. Vâhidî, Esbâbu nüzûli’l-Kur’ân, s. 224:
ِ ِ ِ ِ ِ ْ َ َ ِ ْ و ُ ا ِ َّ ِ ُ כאء ا: َ אس ر ِ ا ّٰ ْ א أَ َّ َ َאل َ ُ َ א ٍ ِوي ا
َ ْ ا َّ َאد َ ا َّ َ َ א ُ ا إ َِّن ا ّٰ َو ِإ َ َّ َ َ َ َ َ َ ُ ْ ُ َُ َ َ َ َّ َ ِ ْ ِ َ َ ُ َ
َوا ْ َ أَ َّن َ َ ا ا ْ َ ْ َل. ِאت َوا ْ َ َ אرِ ِب َوا ُّ ور ِ ا و ع א ِ ا ِ א ِ ِ
إ و ،اتِ ا و ِ
אم َ او اب و او ِ
אس ِ ِ َ َأ
ْ ُ ْ
َّ َ َ ِ َ ّ ُ َ ُ ْ َ ْ ْ
َ ْ َ َ َ ْ َ ّ َ َّ َ
ِ ا א
َّ ُ َ َ ان א ّٰ َ َ א َ
920 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ِ ِ ِ
َ َ َ َ ْ ُ ُ ِ َ ِ ِه ا ْ َ ِ َ ِ ُ َ ِאئ َ ٍة ُ َא ِ َ ٍة ِ َ א ِ ِِ ِ ِه ا ْ ْ ُכ ر ِة ٍ ِ
ْ َ ْ َ ه ا ْ َ َو َذ َכ ََّن ِ َ َ ا ا َ َ ُ ُ ْ ا َّ ي َذ َכ َ ُه ا ْ ُ َ َّ אس أَ ْ َ ُ ا
(١٥٨/٣٧ אت ِ َّ ُ ا َ و ا ْ ِ ِ َ אً )ا א
و : א ا ا ي ي ِ ا و : אسٍ ا אل ، ِ ِ ا ِ
אت ا ِ ه ِ
َّ َ َّ
َ َ َ ُ َ
ََ ُ ْ َ ْ َ
َ َْ َ ُ َْ َ ْ َ ِ
َ ّ َُ َّ َ َّ َ ُ ْ َ َ َ ّ ََُ ْ َ ْ ُُْذ כ
... ِّ ِ ْ َِכ ْ ِ ِ ِ َ ا َ ِ َو ِإ َّ َ א ُو
1 B -“Yezdan’dan, bütün şerler de zulmetten ve ta bîr-i âharla”.
2 M: “Sineviyye”.
3 H: “Zendastası”.
4 M ve B: “”وכאن.
5 “…Cin’den idi de Rabbinin emrinden çıktı…”
6 M ve B: “İçlerinden”.
Hak Dini Kur’an Dili 921
gibi, bu iki asla mu addil-i1 câmi olmak üzere bir asl-ı sâlis daha ilâve
ederek teslîse kāil olan Deysâniyye2 ve Merkūniyye gibi fırkalar da vardır.3
Ve ekser Mecus ve ale’l-husûs Kiyûmresiyye, Zervâniyye, Zerdüştiyye,
Meshiyye gibi asıl ve eski Mecûsîler bu iki asl-ı mütezâddı vücûb-ı vücud
ve kudret nokta-i nazarından aynı seviyede tutmadıkları ve çünkü
Ehrimen’in kadîm olmayıp tesadüf veya tevellüd veya halk veya mesh
suretiyle hâdis olduğuna kāil bulundukları cihetle Mecûsiyetle Nasrâniyet
beyninde bir dîn-i şirk tutan Maniviyye tarzında tam mânasıyla Seneviyye
değildirler. Fakat bütün bunlarla beraber yine hepsi ve hatta mebde’-i
hayr olan nûr ile mebde’-i şer olan zulmet veya Ehrimen’in ikisinin de
Bârî teâlâ’nın halk u ibdâ ıyla muhdes olduklarına kāil olan Zerdüştîler
de dâhil olduğu hâlde hepsi bu âlem-i tedbirde Allah’a Ehrimen’i teşrik
etmekte, yani hayr Allah’tan ve şer İblistendir davasında müttefiktirler ve
[2001] bu mâna ile umûmen Seneviyyedirler. Şehristânî der ki: “ Ale’l-
umûm Mecus hayr u şerri, nef u darrı, salâh ve fesâdı beynlerinde
tamamen inkısam etmiş, yani birisi yalnız mebde’-i hayr biri de yalnız
mebde’-i şer olan iki asla kāil oldular. Birine “Nûr” ve birine “Zulmet” ve
Fârisî olarak “Yezdan” ve “Ehrimen” tesmiye ettiler. Bu babda bunların
birçok mezhebleri varsa da Mecus mesâilinin hepsi iki kāide üzerinde
toplanır. Birincisi nûrun zulmet ile sebeb-i imtizâcı, ikincisi de nûrun
zulmetten halâsı meseleleridir. İmtizâcı mebde’, halâsı me âd addederler.
Bütün Mecus bu suretle iki asıl isbat ederler.4 Bununla beraber asıl
Mecusîler bu iki aslın ikisinin de kadîm-i ezelî olması câiz olamayacağına;
Nûr’un ezelî, Zulmet’in muhdes olduğuna kāildirler.5 Sonra da bunun
sebeb-i hudûsunda ihtilâf ederler. Asl-ı şer olan Zulmet veya Ehrimen’in
1 B: “mu addili”.
2 M: “Disaniyye”.
3 Şehristânî, el-Milel ve’n-nihal, II, 38-57.
4 B -“Bütün Mecus bu suretle iki asıl isbat ederler”.
5 Çünkü Maniviyyenin dediği gibi İblis de kadîm olacak olsa kadîmden zıd ve ezelden mütemâni olan iki
mebde’-i mütemâyizin imtizaclarına imkân kalmaz. Ne hayr u şerrin mahlut olduğu bu âlem-i mümte-
zic bulunur, ne de halâsa ihtimâli kalırdı ki bu nokta Seneviyyenin habtı noktasıdır. Bunların arasında
aynı Seneviyyede veya mâdûnlarında sebeb-i mizac olarak diğer bir asıl ilâvesiyle teslîse gitmek de bu
muhâli mümkin kılamaz ve bu habttan kurtaramaz. Her hâlde bu asl-ı câmi ve hâkim ikisinin fevkinde
olmak zarûrîdir ki bu da ancak mebde’-i kadîmin vâhid olmasıyla mümkin olur [Müellifin notu].
922 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
hudûsü Nûr ve Yezdan’dan mı oldu? Mebde’-i hayr olan Nûr veya Yezdan
cüz’î bir şer ihdas etmiyorsa nasıl olur da aslı şer olan Ehrimen’i ihdas
eder? Bunu o ihdas etmemiş ise kim ihdas edebilir? İhdas edilmiş değil ise
terkib ve imtizac nasıl mümkin olur? İşte bunlar Mecusun habtı
noktalarıdır.”1 Kiyumresîlere göre “Nûr, benim bir münâza acım olsa
nasıl olur?” diye bir fikr etmiş ve tabiatı2 nûra münasib olmayan bu
fikret-i redîeden3 Zulmet hâsıl olmuş ve buna “Ehrimen” denilmiş.
“Ehrimen” şerr ü fitne ve fesad ve ızrar tabiatında olduğundan Nûr’a
karşı huruc edip tabîaten ve kavlen ona muhalefet etmiş ve binâen aleyh
Nûr’un askeriyle Zulmet’in askeri beyninde muharebe olmuş, sonra
melâike [2002] tevassut etmiş, âlem-i süflî Ehrimen’in olmak üzere sulh
olmuşlar. Bu sulh, yedi bin sene sürecek, sonra Ehrimen âlemi tahliye
edip Nûr’a teslim eyleyecekmiş.4 Zervânîlere göre de Nûr evvelâ hepsi
nûrdan birtakım eşhâs-ı rûhâniyye-i nûrâniye ibdâ etmiş, lâkin Zervan
nâmındaki en büyük şahıs bir şeyde şek etmiş ve bu şekten Ehrimen,
Şeytan hudûsa gelmiş. Bazı Zervânîler de demişler ki Zervân-ı kebîr, bir
oğlu için 9999 sene zemzeme etmiş olmamış, sonra “galiba bu âlem
hiçbir şey değil” diye nefsinde bir fikir hâdis olmuş ve binâen aleyh o
merakından Ehrimen ve bu ilminden Hürmüz ikiz olarak tevellüd etmiş.
Hürmüz bâb-ı hurûca daha yakın iken Ehrimen Şeytan hile edip anasının
1 Şehristânî, el-Milel ve’n-nihal, II, 37-38:
ح وا، وا وا، وا אن ا ؛ ، ا أ اأ ،س א ا إن ا
سכ א و אئ ا. ذכ و. دان وأ: و א אر. ا ا ر وا:א نأ،وا אد
اج اا و، صا ر ا אن: وا א. ا اج ا ر א אن: إ ا א: ا א ور
. وا ص אدا،أ
وا، ا ر أز، أز ز أن כ א ا أن ا ز سا إ أن ا،כ א ذכ א أ اأ
ء ا ؟ أم ثأ כ،ث ا ئ א ؟ وا ر أ ا ر:و א ا ف .
.س ا و ا.اث وا م؟ ء كا ر ا آ ؟و
2 B: “tabî at-ı”.
3 B: “fikreti ref eden”.
4 Şehristânî, el-Milel ve’n-nihal, II, 38-39:
כ ن؟ و ه ا כ ة כא رد ئ אزع כ כאن أ: أن دان כ أ إن:و א ا
، وا ر، وا، وا אد، وا، ا א وכאن، أ: و،ه ا כ ة ثا م ،ا ر א
.ا إن ا ئכ. כ ا رو כ ا و ت אر، و و א،ا ر ج ،ار وا
...إ ا ر ا א و . آ ف א א أن כ ن ا א ا א ا
Hak Dini Kur’an Dili 923
ء زروان כ ا ا و כ ا، ر א، را، כ א رو א،ر א إن ا ر أ ع أ א:א ا
אئ آ فو م إن زروان ا כ אم، و אل.ذ כ ا כ إ ،אن ا ثأ ،ا אء
ذכا ثأ ء اا : و אل، و כ ث . כ כ ن ا، و אو
אن ا א אل أ ،אب ا وج أ ب وכאن. وا א כא א، ذכا و ث، ا ا
.א وأ ا ج أ
2 B: “diğeri”.
3 M ve B: “taraftan”.
4 M (sonraki baskılarda) ve B: “taraftan”.
5 B: “şirketi”.
924 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
demek tarzında sineviyyet ile kalmamış, hayr melekten şer iblisten olmak
üzere hayr u şer melek ve iblis şirketinden, bu şirket de Allah’tan demek
tarzında bir sineviyyete kāil olmuştur.1
Bu îzahtan anlaşılır ki İbn Abbas hazretlerinden nakledilen sebeb-i
nüzulde zenâdıka hâlık-ı hayr ve hâlık-ı şer iki kardeş sineviyyeti َو َﺟﻌَﻠُﻮﺍ
ً َ َ ِ[ ﺑ َ ْﻴﻨَ ُﻪ َوﺑ َ ْ َ ا ْﻟ ِﺠﻨَّﺔes-Saffât 37/158] âyeti mûcebince neseb tâbirleri
ﺒﺎ
bütün Mecus mezheblerinin2 esaslarına işareti muhtevîdir. Hem hepsinin
bir sinevîlikte toplandığını göstermiş hem de “mecus” yerine “zenâdika”
lakabını ihtiyar ederek bilhassa Zerdüştîlere nazar-ı dikkati celb eylemiştir.
Binâen aleyh âyetteki cin diğer mecusîlere nazaran yalnız şeytana masruf
olmak lâzım gelirse de bazı Zervânîlerle Zerdüştlere nazaran Ehrimen’e
ve Hürmüz’e, yani şeytana ve meleğe, cin ve periye şâmildir. Ve bu mâna
ile âyet nakledilen sebeb-i nüzûlün ikisine de muntabık olduktan başka
siyâk u sibaktan anlaşıldığına göre gerek sineviyye ve gerek teslis vesâir
suretle olsun mâba de’t-tabî î ve rûhânî şirklerin cümlesine tevzî an
şâmildir. Ve bu şümûlü tevzî an anlatmak içindir ki َﺷ ِﺮﻳ ًﻜﺎdeğil ُﺷﺮَﻛَٓﺎءَ ا ْﻟ ِﺠ َّﻦ
buyurulmuştur. Bundan başka ُﺷ َﺮﻛَٓﺎءَ ا ْﻟ ِﺠ َّﻦfizikî mahiyette fâil tasavvur
olunan kuvâ-yı tabî iye gibi gizli ve mestur avâmile merbut felsefî ve gayr-i
felsefî şirklerin dahi envâ ına şâmil olabilecektir. Zira cinnin mefhûm-ı
e ammında yalnız gayr-i mer’î olan ve ancak temessül hâlinde görülebilen
kuvâ ve rûhâniyyet-i mücerrede değil, gözle görülmek şânından olmakla
beraber mestur [2004] ve gizli bir hâlde bulunan büyük küçük ecsâm ve
eşhâs ve cem iyyât-ı hafiyye bile dâhil olacaktır.
1 H: “ilâhta”.
926 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ne dediklerini bilmez câhiller, müfteriler olduğu gibi, oğul veya kız veled
isnad edenler de aynı vechile ne dediğini bilmeden şerîk ve mücânis
isnad etmiş câhil1 ve müfterilerdir.
1 M ve B: “câhiller”.
Hak Dini Kur’an Dili 927
“bedî ” denilir ki, sarih bi-ma nâ musrih, semî bi-ma nâ müsmi gibi
fe îl bi-ma nâ müf il veya bi-ma nâ fâ ildir. Ve buna “bedî ” denilmesinde
“mübdi ” isminin ifade etmediği bir devam ve sübut mânası vardır. Ve her
iki mâna ile “bedî ” denildiği zaman bir misâlsizlik, nazîrsizlik, güzellik
ve fevkalâdelik mefhûmu vardır ki bütün semâvât u arz böyle bedâyi
ile meşhun bir bedî adır. Ma amâfîh her ne olursa olsun ibdâ edilmiş
olan şeylere “bedî ” ıtlâkı ancak misâl-i sâbıkı olmamak itibariyle izâfî ve
nisbîdir. Bir bedî ayı ibdâ eden emsâlini de edebilir. Ve birçok bedâyi
bulunabilir. Binâen aleyh bedî -i hakīkī bedî -i mef ûl değil, bedî -i
fâ ildir. Yani dâima ibdâ eden mübdi -i hakīkīdir. Bu nükteye mebnî ﻳﻊ ُ ﺑ َ ۪ﺪ
ضِ ﺍﻻ َْر ِ َ اﻟﺴ ٰﻤﻮterkîb-i izâfîsiyle semâvât u arzın dahi bedî iyetine îmâ
ْ ﺍت َو َّ
edilmiş olmakla beraber, evvel ü âhir misl ü misâli bulunmak ihtimâli
olmayan bedî -i yegâne semâvât u arz değil, onların mübdi i olan Allah
teâlâ olduğu tasrih edilmiş ve semâvât u arzın bedâyi -i izâfiyesi mübdi -i
bî-misâlin vücûdunu ve sıfat-ı ibdâ ını kendilerinde az çok temsil eden
bir misâl ve bir delâlet-i mutâbıkiye veya tazammuniye ifade [2007] eden
bir dâll olarak değil, ancak ma lûlün illet-i fâ iliyesine, hâdisin muhdisine,
san atın sâni ine delâleti gibi nisbî ve intikālî bir delâlet-i iltizâmiye ile delil
ve alâmet olarak ifade ettikleri ve Allah denildiği zaman bütün bedî aların
bedî i olan mübdi -i yegâne anlaşılmak lâzım geldiği gösterilmiştir.
Burada şunu iyi teemmül etmek lâzım gelir ki; ibdâ ın târifinden
anlaşıldığı üzere bedî bir eser demek bir misâl-i lâhiki değilse de bir misâl-i
sâbıkı olmayan nazîrsiz bir eser demektir. O bir kanun bir mukayese ile
vücûda gelmez. İlk misâl onunla başlar; mümaselet, nev iyet, kanun
ondan sonra husûle gelir. Bununla beraber, ma dûmun kendi kendine
husûle gelmesi, zâtı yok olanın bizâtihi var olması, yani tekevvün bizatihi
muhâldir. Bir tenâkuz-ı sarihtir. Yalnız illet-i maddiye, yani bilfiil ma dum
olan bir şeyin bilkuvve bulunduğu bir asl u menşe’den kendi kendine1 fiile
çıkması veya yalnız illet-i sûriye, yani ma dum olan bir şeyin mücerred
bir örnekten yine fâilsiz kendi kendine bir suret iktisab etmesi veya her
1 H -“de”.
2 M ve B: “Zira”.
3 M ve B +“ve”.
Hak Dini Kur’an Dili 929
1 B: “” א.
930 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H: “mahlûkudur”.
Hak Dini Kur’an Dili 933
Ey bunları işitenler1:
Meâl-i Şerîfi
İşte size bu evsâf ile işaret olunan Zât-ı aʿlâdır Allah, Rabbiniz. Başka
tanrı yok ancak O. Her şeyin hâlıkı O2, o hâlde [2014] O’na kulluk
edin, her şeye karşı dayanılacak vekil de O (102). O’nu gözler idrâk
etmez, gözleri O idrâk eder. Öyle Latîf, öyle Habîr O (103). Hakikat
Rabbinizden size birçok basiretler geldi; artık kim gözünü açar görürse
kendi lehine, kim de körlük ederse kendi aleyhinedir ve o hâlde ben
size karşı muhafız değilim (104). Yine âyetleri böyle şekilden şekle ko-
yuyoruz ki hem o körlük edenler sana ders almışsın desinler, hem onu
ilim şânından olanlar için tebyin edelim (105). Rabbinden sana ne
vahy olunuyorsa ona tâbiʿ ol, başka ilâh yok ancak O, müşriklere bak-
ma (106). Allah dilese idi müşrik olmazlardı, Biz seni onların üzerine
murâkıb göndermedik, sen onlara vekil de değilsin (107).
de ancak O’nu anlamalıdır. {}ﻻ اِﻟٰﻪَ اِ َّﻻ ُﻫ َﻮ ٓ َ Başka ilâh yok ancak O vardır. A
Başkasının mâbud olmaya, ibadet ve ubûdiyet edilmeye istihkākı yoktur.
Bu hak ancak O’nundur. Çünkü O { } َﺧﺎﻟ ِ ُﻖ ُﻛ ّ ِﻞ َ ْ ٍءher şeyin hâlıkıdır. A
Bunu tekrar zannetmemelidir. Zira evvelki “halk-ı külli şey” mâzîye ait,
bu ise istikbâle nâzırdır. Yani bundan evvel her şeyi halk etmiş olan O
olduğu gibi, bundan böyle istikbâlde de her şeyin hâlıkı O’dur. İlâhlık,
mâbudluk da mübdi in, hâlıkın hakkıdır. Binâen aleyh {وه ُ ﺎﻋ ُﺒ ُﺪ
ْ َ }ﻓsiz de
ancak O’nu mâbud tanıyınız, [2015] O’na ibadet ve kulluk ediniz A de
O’ndan başkasına ta abbüd ile kendinizi tezlil etmeyiniz. {}و ُﻫ َﻮ َ O bütün
bu sıfât ile beraber {ﻴﻞٌ }ﻋ ٰ ﻛُ ّ ِﻞ َ ْ ٍء َو ۪ﻛ
َ her şey üzerine ve her şeye karşı
vekildir de. A Her hususta ve her şeye karşı O’na itimad ve tevekkül
olunur ve her emr tefviz edilir. Yani ale’l-umûm mahlûkāttan her birinin
de halk-ı ilâhî ile asîl olduğu bir hakkı vardır. Ve bu suretle bir âlem-i
esbâb ve insanın o esbâb ile alâkası da vardır ki Allah onların hepsini
hak ve adl ile halk etmiştir. Ve insan hem hâlıkının hem kendinin ve
hem onların hakkını teslim etmek iktizâ eder. Bununla beraber insanın
hakkı bu sebeplerden hiçbirine sûret-i kat iyyede mahkum olmamaktır.
Esbâba hâkim olamayan1 ve onlara perestiş mevki inde bulunan insanlar
her şeyden ve o nisbette haktan ve Hâlık’tan uzaktır. Çünkü esbâb
birkaç şeyden ibaret değil, lâ-yu ad velâ-yuhsâdır. Bunların hepsine
tezellül ile ne onların hakkı verilir, ne insanın ne de Hâlık’ın. Zira hiçbir
şey, hatta ins ü melekten resuller dahi Hâlık’ın makamına kāim vekil
olamaz. Fakat Hâlık hepsinin üzerinde rab ve mâlik olduğu gibi her şeye
karşı vekildir de. O her şeye karşı her şeyin hakkını müdafaa ve ihkāk,
umûr ve mesâlihini tesviye ve tanzim eder. Hem kendi nâmına velâyet-i
asliye hem mahlûkātı nâmına velâyet-i niyâbiyeyi câmi , her hususta
emîn ü mu temed bir veliyyü’l-emrdir. Bunun için münhasıran O’na
ubûdiyet ve O’nun hukūkuna ve evâmirine riayetle her şeyin hakkı edâ
edilir. Ve O’na itimad ve inkıyad ve O’ndan isti âne ve telakkī-i emr ile
kendisinden mâ adâ herhangi bir şeyin, herhangi bir sebebin hükmüne
1 B: “olmayan”.
Hak Dini Kur’an Dili 935
galebe olunup her hâcet bitirilebilir. Binâen aleyh eğri ve çıkmaz yolları
bırakıp da tevhid ve ihlâs ile doğrudan doğru bir Allah’a ubûdiyet etmek
yalnız bir hak ve vazife değil, aynı zamanda mâsivâya karşı mağlub olması
ihtimâli olmayan bir nokta-i istinaddan nâmütenâhî [2016] bir kuvvet
ve mahlûku Hâlık’a yaklaştıran pek yüksek bir izzet ü hürriyet, ebedî
bir feyz-i saâdet iktisab etmektir. ﻮن َ اﻪﻠﻟِ ُﻫ ُﻢ ا ْﻟﻐَﺎﻟ ِ ُﺒ
ّٰ ب ِ 1 ِ
َ [ ﻓَﺎ َّن ﺣ ْﺰel-Mâide 5/56],
َ اﻪﻠﻟِ ُﻫ ُﻢ ا ْﻟ ُﻤ ْﻔﻠِ ُﺤ ِ ِ 2ٓ ِ
ﻮن ّٰ ب َ [ اَ َﻻ ا َّن ﺣ ْﺰel-Mücâdele 58/22] neticesine ermektir, اﻳَّﺎ َك
3
ِ
ُ ﻧ َ ْﻌ ُﺒ ُﺪ َوﺍﻳَّﺎ َك َ ْ ﺘَ ۪ﻌmîsâkı bu, sırât-ı müstakīm budur. Ve binâen aleyh hiçbir
şeye değil, ancak Allah’a dayanarak yalnız Allah’a ibadet ve kulluk ediniz;
bütün ümîd ü mahabbetinizi ve bütün havf u haşyetinizi O’na bağlayarak
ve her işinizi O’na tefviz ederek ve bütün talep ve ihtiyârınızı O’nun
evâmir ü irşâdâtına münkād kılarak hareket ediniz ve O’na hâlisâne
ibadetle dünyevî ve uhrevî hâcetlerinizin is âfına tevessül eyleyiniz.
O’nun halk u emri, imdad ve müsaadesi olmadan ne ins ne cin hiçbiri4
bir iş göremez. Gerçi {ﺎر ْ ُ}ﻻ ﺗُ ْﺪرِﻛُﻪ
ُ اﻻ َْﺑ َﺼ َ O’nu basarların hepsi idrak etmez
ve hatta kendinden başka hiçbir basar O’nu kavrayıp ihâta edemez.
{ﺎر
َ اﻻ َْﺑ َﺼْ }و ُﻫ َﻮ ﻳُ ْﺪرِ ُكَ Ve fakat O basarların hepsini idrak ve ihâta eder, görür,
bilir. Basarlar kendini idrak etmezken onları idrak eden, ettiren, gören,
gösteren, hakikati bilen ancak O’dur. A Burada idrâk-i hâric meselesine
de celb-i dikkat edilmiştir. Bir zîhayâtın kendi hâricindeki mubsarâtı
görebilmesi ve müdrekâtı idrak edebilmesi emri öyle bir emr-i acîb ve
öyle bir mâhiyet-i şerîfedir ki akıl bunun künhünü ihâta5 edemez. Bütün
hükemâ ve felâsife bunun îzâhından âcizdir.6 Meselâ gözümle karşımda
bir minare görüyorum; ne gözüm minareye kadar gitmiş ve ne minare
gelip gözüme girmiştir. Bununla beraber benim gördüğüm yalnız o
minareden akseden ziyânın ihtivâ ettiği ve küçücük gözüme tab eylediği
hurde minare resminden ibaret de değildir. Ben gözümdeki minare
1 H, M ve B: “”أ إن.
2 H, M ve B -“ ”أ.
3 “…Uyanık ol ki Allah’ın hizbi muhakkak hep felâha erenlerdir.”
4 B -“biri”.
5 M ve B: “idrak”.
6 B -“Bütün hükemâ ve felâsife bunun îzâhından âcizdir”.
936 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H: “yapmamıştır”.
Hak Dini Kur’an Dili 937
ُّ ِ [el-Hac 22/46] medlûlü üzere asıl körlük göz körlüğü değil, kalb
ِاﻟﺼ ُﺪور 1
Ben ancak bir resûlüm” meâlinde tefsir ediyorlar. Fakat biz bu tevili pek
de muvâfık bulmuyoruz.
{ﺎتِ َ اﻻٰﻳ
ْ فُ ِﻚ ﻧُ َﺼ ّﺮ َ ِ }وﻛَ ٰﺬﻟ
َ Ve işte biz böyle âyetleri tasrif ederiz. A Hakīkī
vücûh ve suver-i muhtelifesiyle ifade eder i câzkâr bir nizâm-ı bedî ile
hâlden hâle tevâlî ettirir, şekilden şekle koyarız. Bir taraftan nurlar saçar,
gözlerden geçirir, basiretler açarız; diğer taraftan bunları lâyık olmayan
gözlere göstermez, basiretleri bağlar, körlük ve zulmetler içinde bırakırız.
{}و ِ
َ Bu tasrif ve tasarrufu şu âkıbet ve hikmet için yaparız ki {ﻟﻴَ ُﻘﻮﻟُﻮﺍ
ﺖَ “ }دَرَ ْﺳsen ders görmüşsün, çok okumuşsun, yani bu âyetler ve Kur’an
tahsil ve tetebbu a mütevakkıf birçok ulûm ve me ârif ile alâkadardır.
Bir ümmî bunları bilemez ve bunlar vahiy ile de olmaz, demek ki sen
kimsenin haberi olmadan gizlice ders almışsın” desinler A İbn Kesîr ve
Ebû Amr kıraatlerine göre ﺖ َ “ دَارَ ْﺳmüdarese etmişsin; yani kitab ehli,
okumuş birtakım kimselerle müzakere etmişsin, bu ma lûmâtı o suretle
ediniyorsun ve söylediklerini vahiy ile değil, o müzakere ile söylüyorsun”
desinler -İbn Âmir kıraatine göre “dereset: ﺖ ْ “ ”د َ َر َﺳbunlar yani [2021]
senin okuduğun şeyler zamanı geçmiş, bugün için hükmü kalmamış
eski şeyler” desinler.- Hâsılı bunlardan birini söyleyerek hem Kur’ân’ın
ehemmiyetini ve senin bir ilm-i ledünnîye mazhariyetini zımnen itiraf,
hem de vahiy ve nübüvveti inkâr ile küfr ü şirkte ısrar etsinler. Buna
َ }وﻟﻨُﺒَ ّ ِﻴﻨَﻪُ ﻟِﻘَ ْﻮ ٍم ﻳ َ ْﻌﻠ َ ُﻤ
mukabil {ﻮن ِ biz de bu âyetlerin mazmûnunu bilecek
َ
olanlara, ilim şânından bulunanlara beyan ve tavzih edelim.
Yâ Muhammed! {ﻚ َ ِ ّﻚ ِﻣ ْﻦ َرﺑ َ }اِﺗ َّ ِﺒ ْﻊ َﻣٓﺎ ُاو۫ ِ َ اِﻟ َْﻴSen Rabbinden sana vahiy
olunana tâbi ol {}ﻻ اِﻟٰﻪَ اِ َّﻻ ُﻫ َﻮ ٓ َ O’ndan başka ilâh yok, O’na bak {َوﺍَﻋﺮِض
ْ ْ
َ ﻛ۪ ِ ﺮﺸ ﻤ
ْ ُ ﻟ
ْ ا ِ
ﻦ }ﻋ
َ ve müşriklerden sarf-ı nazar et, ne derlerse desinler bakma
ّٰ َ}وﻟ َْﻮ َﺷٓﺎء
{اﻪﻠﻟُ َﻣٓﺎ اَ ْﺷ َﺮ ُﻛﻮﺍ َ Allah dilese idi onlar da müşrik olmazlardı, imanı
ihtiyarlarına bırakmaz, şirkten muhafaza eder, cebren mü’min kılardı.
Mâdem ki müşriktirler, demek ki Allah imanlarını dilememiş ve onları
şirkten ve şirkin muktezeyâtından muhafaza etmemiştir. {َو َﻣﺎ َﺟﻌَ ْﻠﻨَﺎ َك َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ
ً }ﺣ ۪ﻔ
ﻴﻈﺎ َ Biz seni onların üzerine muhafız da tâyin etmedik. A Binâen aleyh
1
1 H -“da”.
940 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Meâl-i Şerîfi
Maʿamâfîh onların Allah’tan beride taptıklarına seb de etmeyin ki ce-
haletle tecavüz ederek Allah’a sebbetmesinler. Her ümmete böyle amel-
lerini tezyin etmişizdir, sonra ise hep dönüp Allah’a varacaklar. O vakit
kendilerine tamamen haber verecek ne yapıyorlardı (108).
ِ ّٰ ﻮن ِﻣﻦ دو ِن
{}و
َ Ey mü’minler {اﻪﻠﻟ َ }ﻻ َ ُ ﺒُّﻮﺍ اﻟ َّ۪ﺬ
ُ ْ َ ﻳﻦ ﻳ َ ْﺪ ُﻋ َ Allah’tan başkasına
yalvaranlara, tapanlara sebbedip de {وﺍ ﺑِﻐَ ْ ِ ِﻋ ْﻠ ٍﻢ ً اﻪﻠﻟ َ َﻋ ْﺪ
ّٰ }ﻓَﻴَ ُﺴﺒُّﻮﺍcâhillikle
atılarak Allah’a sebbetmelerine sebep olmayın. A Yani onlara taptıkları,
kendilerince hürmet ettikleri şeyleri karıştırarak, meselâ “kahrolsun
taptığınız” veya “dini şöyle böyle” gibi bir sebb ü şetmle hitab ederek
söverseniz, vicdanlarına, hissiyatlarına basmış olursunuz, onlar da
hiddetlenerek ve cehaletlerinden dolayı mukabele bi’l-misl yaptıkları
zu munda [2023] bulunarak “biz de sizinkine” diye sizin söylediklerinizi
iade eder ve bunun ona mümasil olmadığını bilmezler ve bu suretle
hakkı tecavüz ederek Allah’a sebbetmiş olurlar. Ve siz bu sebb ü küfre
sebebiyet vermiş olursunuz. Binâen aleyh siz onların küfürlerine,
Hak Dini Kur’an Dili 941
اﻪﻠﻟِ َو َﻣﺎ
ّٰ ﺎت ِﻋ ْﻨ َﺪ ْ ﺎﻪﻠﻟِ َﺟ ْﻬ َﺪ اَ ْﻳﻤَﺎﻧِﻬِ ْﻢ ﻟ َِﺌ ْﻦ َﺟٓﺎءَ ْﺗ ُﻬ ْﻢ ٰاﻳَﺔٌ ﻟ َُﻴ ْﺆ ِﻣﻨُ َّﻦ ﺑِﻬَﺎ ۜ ﻗُ ْﻞ اِﻧَّﻤَﺎ
ُ َ اﻻٰﻳ ّٰ ِ َوﺍ َ ْﻗ َﺴ ُﻤﻮﺍ ﺑ
Meâl-i Şerîfi
Bir de olanca yeminleriyle Allah’a kasem ettiler ki; eğer kendilerine
bambaşka bir âyet gelirse imiş her hâlde ona iman edeceklermiş. De
ki: “Âyetler ancak Allah’ın nezdinde” [2025], siz ne bileceksiniz ki, doğ-
rusu onlar o âyet geldiği vakit de iman etmeyecekler (109). Biz onların
kalblerini ve gözlerini ters döndürürüz. İlkin buna iman etmedikleri
gibi bırakıveririz kendilerini de tuğyanları içinde körkörüne bocalar
giderler1 (110).
{ﺎﻪﻠﻟِ َﺟ ْﻬ َﺪ اَ ْﻳﻤَﺎ ِ ِ ْﻢ
ّٰ ِ }وﺍ َ ْﻗ َﺴ ُﻤﻮﺍ ﺑ
َ Müşrikler güçlerinin yettiği en kuvvetli
yeminlerle Allah’a kasem de ettiler ki {َﻦﺌ َﺟٓﺎءَ ْ ُ ْﻢ ٰاﻳَﺔٌ ﻟ َُﻴ ْﺆ ِﻣ ُ َّ ِ َﺎ ْ ِ }ﻟher hâlde
kendilerine bir âyet, istedikleri bir mucize gelse -ezcümle Safâ tepesi altın
olsa- muhakkak ve muhakkak iman edeceklermiş. A Rivayet olunduğuna
göre bazı mü’minler de bunların bu yeminlerine bakarak istedikleri âyetin
nüzûlüyle imanları2 ümidine düştüler.3 Yâ Muhammed {ﺎت ِﻋ ْﻨ َﺪ ُ َ اﻻٰﻳْ ُﻗ ْﻞ اِﻧ َّ َﻤﺎ
ِ}اﻪﻠﻟ
ّٰ “âyetler ancak Allah’ın indindedir. A Yani onlara kādir olan ancak
O’dur. Dilediğini izhar eder, dilediğini etmez; hiçbiri benim kudret ü
َ ُت َﻻ ﻳُ ْﺆ ِﻣﻨ
irademle değildir” de. {}و َﻣﺎ ُ ْ ﻌِ ُﺮﻛُ ْﻢ ِ
َ Siz bilmezsiniz ki {ﻮن ْ َ}اَﻧَّـﻬَٓﺎ اذَا َﺟٓﺎء
o istedikleri âyet geldiği vakit de iman etmezler. {ﺎر ُﻫ ْﻢ َ ﺐ اَ ْﻓٔـِ َﺪ َ ُ ْﻢ َوﺍ َ ْﺑ َﺼ ِ َ Ve
ُ ّ}وﻧُﻘَﻠ
1 H: “İlkin buna iman etmedikleri gibi de bırakıveririz kendilerini tuğyanları içinde körkörüne bocalar
giderler”.
2 B: “imanlarını”.
3 Mâverdî, en-Nüket ve’l-uyûn, II, 156; Ebû Hayyân, el-Bahru’l-muhît, IV, 613:
ل،ا א ر ل ا ّٰ أ א:ن אل ا، ا אد א إن כ أ א א:כ ن אل ا
. ها ا ّٰ א
Hak Dini Kur’an Dili 943
َوﻟ َْﻮ اَﻧَّـﻨَﺎ ﻧَﺰَّ ْﻟـﻨَ ٓﺎ اِﻟ َْﻴﻬِ ُﻢ ا ْﻟ َﻤﻠٰ ٓ ِﺌﻜَﺔ َ َوﻛَﻠ ََّﻤ ُﻬ ُﻢ ا ْﻟ َﻤ ْﻮ ٰﺗﻰ َو َﺣ َﺸ ْﺮﻧَﺎ َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ ُﻛ َّﻞ َﺷ ْﻲ ٍء ُﻗ ُﺒ ًﻼ َﻣﺎ ﻛَﺎﻧُﻮﺍ
Meâl-i şerifi
Biz onlara dedikleri gibi melekler indirmiş olsak da, ölüler kendileriyle
konuşsa da ve bütün mevcûdâtı karşılarında fevc fevc haşr ederek kefil
göstersek de yine ihtimâli yok iman edecek değillerdi, meğer ki Allah
dilemiş olsun, lâkin çokları bu hakikatin câhili bulunuyorlar (111).
1 H: “Biz de onları”.
2 B: “sebebiyle”.
3 B -“mü’minlere verdiği hidâyeti ve tevfîk-i imanı vermeyecek”.
4 H +“Hitâm-ı Cüz’-i Sâbi
8. Cüz’
Forma Sahîfe”.
5 “…O melâike bizim üzerimize indirilse ya…”
6 H, M ve B -“” א.
944 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
[el-Hicr 15/7]1 diye istedikleri mucizeyi göndersek { ٰ }وﻛَﻠ ََّﻤ ُﻬ ُﻢ ا ْﻟ َﻤ ْﻮ َ ve ölüler
kendilerine söylese [ ﻓَ ْﺄﺗُﻮﺍ ﺑِﺎٰﺑَٓﺎﺋِﻨَﺎed-Duhân 44/36] “babalarımızı dirilt de
2
getir, şehadet etsinler” diye istedikleri mucize de yapılsa {َو َﺣ َﺸ ْﺮﻧَﺎ َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ ﻛُ َّﻞ
} َ ْ ٍء ُﻗ ُﺒ ًﻼve üzerlerine her şeyi kefil olarak toplayıp cem de etse idik [2027]
ِ ِٓ ِ ّٰ ِ [ اَو ﺗ َ ْﺄ ِ ﺑel-İsrâ 17/92] Allah’ı ve bütün melekleri kefil
ً ۪ﺎﻪﻠﻟ َوﺍ ْﻟ َﻤﻠٰﺌﻜَﺔ ﻗَﺒ
ﻴﻼ َ ْ
olarak getiresin diye istedikleri mucizeyi dahi göstersek {َﻣﺎ ﻛَﺎﻧُﻮﺍ ﻟ ِ ُﻴ ْﺆ ِﻣ ُﻨٓﻮﺍ اِ َّ ٓﻻ
ُاﻪﻠﻟ
ّٰ َ }اَ ْن َ َ ٓﺎءAllah dilemedikçe hiçbir zaman iman etmeleri ihtimâli yoktur.
A Ve binâen aleyh onlara âyet indirmek abestir. {ﻮن َ ُ }و ٰﻟ ِﻜ َّﻦ اَכْ َ َ ُﻫ ْﻢ ﻳ َ ْﺠﻬَﻠ
َ Ve
lâkin ekserîsi bilmezler. A Her türlü âyet gelse Allah dilemeyince hiçbir
şey yapamayacaklarını bilmezler de, sade kendilerine güvenir, tuğyan ve
temerrüdlerinde kalmak için öyle yalan yere yemin ederler. Bunun için
sen onlara bakma ve imanlarını ümid edip istedikleri âyeti talep etmeye
kalkma da ِاﻪﻠﻟ ّٰ ﺎت ِﻋ ْﻨ َﺪُ َ اﻻٰﻳ ْ اِﻧ َّ َﻤﺎde, Allah’a bırak.
lar. Eğer Rabbin dilese idi bunu yapmazlardı1, o hâlde bırak şunları
uydurdukları hurâfât ile haşr olsunlar (112). Bir de o yaldızlı lafa
âhirete inanmayanların gönülleri aksın ve onu hoşlansınlar ve bu ele
geçirmekte oldukları vâridâtı elde etsinler diye öyle yaparlar (113).
“Şimdi” de, “Allah size mufassalen kitab indirmiş iken ben Allah’tan
başkasını mı hakem isteyeceğim?” Kendilerine kitab verdiklerimiz de
bilirler ki o tamamıyla hak olarak senin Rabbinden indirilmiştir, sakın
şüphelenenlerden olma (114). Rabbinin kelimesi doğrulukça da, ada-
letçe de tam kemâlindedir, onun kelimelerini değiştirebilecek yok. Semîʿ
O, Alîm O (115). Yerdekilerin ekserîsine uyarsan seni Allah yolundan
saptırırlar2, onlar sırf zan ardında gider ve sade atarlar (116). Her hâl-
de Rabbindir en ziyade bilen kim yolundan sapıyor3, doğru gidenleri
en ziyade bilen de O (117).
binâen aleyh “sekaleyn” her hâlde zîrûh ve zevi’l- ukūl olan ve cismâniyyet-i
kesîfeyi hâiz bulunan biri dâire-i ünsiyette me’nus ve zâhir, biri de dâire-i
ünsiyetten gāib ve mestur iki sıklet-ı mütekabile demek olur. Ve ale’l-
husûs cem iyyet-i1 hafiyye hâlinde hareket eden kısm-ı beşerînin asl-ı lügat
itibariyle ma şer-i cin mefhûmunda duhûlüne şüphe yoktur. Ancak cin
mefhûmunu buna kasr etmek, me’nus ve gayr-i me’nus ale’l-umûm nev -i
beşerden başka gizli cin yoktur demek de doğru değildir. Zira ﺎه ُ ََوﺍ ْﻟ َﺠٓﺎ َّن َﺧﻠ َ ْﻘﻨ
اﻟﺴ ُﻤﻮ ِم ِ ِ ِ
َّ [ ﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒ ُﻞ ﻣ ْﻦ ﻧَﺎرel-Hicr 15/27] hilkat-i beşerden mukaddemdir. Ve bu
2
1 B: “cem iyyât-ı”.
2 “Cânn, onu da bundan evvel nâr-ı semûm’dan yaratmıştık.”
3 M ve B: “Şeytanetkâr olanlar da vahiy veya ilhâmı hep bu mecâzî mânada falan ve falandan kullanarak
icrâyı şeytanet ederler: ilham almış derler”.
Hak Dini Kur’an Dili 949
sıdkça da tam, adaletçe de tam, son derece [2035] tamdır. A Yani Kur’an
ihbârî inşâî iki ciheti câmi bir kelâmullahtır ki birinde matlub olan sıdk,
birinde matlub olan da adalettir. Kur’an haberleri ve mevâ îdi1 cihetiyle
tamamen sâdıktır, ayn-ı hakikattir, yalandan, şüpheden müberrâdır.
Teşrî ât ve ahkâmı cihetiyle de tamamen adalettir, ayn-ı hakkāniyettir,
zulümden, i vicacdan münezzehdir. {}ﻻ ُﻣﺒَ ّ ِﺪ َل ﻟِﻜَﻠِ َﻤﺎﺗ ِ ۪ﻪ َ Rabbinin kelimâtını
değiştirebilecek, ona karşı hâkimlik, mümeyyizlik, musahhihlik edecek
hiçbir şey, hiçbir kimse yoktur. Ne kimse O’nun kelimâtını kaldırıp
yerine daha doğru ve daha adaletlisini koyabilir, ne de mislini. Söz
O’nun sözü, kanun O’nun kanunu, kitap O’nun kitâbı, hüküm O’nun
hükmüdür. Binâen aleyh Allah’tan başka hakem talebi nasıl tasavvur ve
tecviz olunabilir ki {ﻴﻢ ُ ﻴﻊ ا ْﻟﻌَ ۪ﻠُ اﻟﺴ ۪ﻤ
َّ َ}و ُﻫﻮ
َ O dâima hem Semî hem Alîm’dir de.
Hafî celî her sözü işittiği, her şeyi bildiği gibi müdde îlerin de davalarını
işitir, niyetlerini ve maksadlarını bilir. Ve bütün muhakeme olunacakların
zâhirlerini bildikten başka bâtınlarını da bilir. Öyle muhakeme eder ve
öyle hüküm verir. Artık kim O’nun hükmünü nakz edebilir ve kim O’nun
hükmünden kurtulabilir? Allah’ın hükmü böyle. Diğerlerine gelince:
{ض ْ ِ }و ِﺍ ْن ﺗُ ِﻄ ْـﻊ اَכْ َ َ َﻣ ْﻦ
ِ اﻻ َْر َ Eğer sen yeryüzünde bulunanların ekserîsine
itaat edecek, uyacak, onlardan hakem yapacak olursan {ِاﻪﻠﻟ ِ ۪}ﻳُ ِﻀﻠ ُّﻮ َك َﻋ ْﻦ َﺳﺒ
ّٰ ﻴﻞ
seni Allah’ın yolundan, şeriatından saptırırlar2. Çünkü onlar {ﻮن اِ َّﻻ َ اِ ْن ﻳَﺘ َّ ِﺒ ُﻌ
}اﻟﻈ ََّّﻦhükümlerinde ilme, delîl-i hakka değil ancak zann ü tevehhüme tâbi
olurlar. Ne itikadlarında yakīn, ne kanunlarında ölçülerinde hakkāniyet ne
ِ ve [2036] onlar başka
de hükümlerinde isabet bulunur. {ﻮن َ }وﺍ ْن ُﻫ ْﻢ اِ َّﻻ ﻳ َ ْﺨ ُﺮ ُﺻ
َ
değil ancak kendi mızraklarıyla ölçer, indî, nefsânî takdir ve tahminleriyle
keyiflerine göre hüküm verir, yalan söylerler. Meselâ “Allah, beşere bir şey
indirmedi” derler, Allah’a şerîk ve veled isnad ederler, esnâm ve evsânı
vesîle-i tekarrub sayarlar. Haklıyı haksız, haksızı haklı çıkarırlar; helâle
haram, harama helâl derler, meyteyi helâl addederler, bahîre ve nezâirini
tahrim eylerler. {ﻚ ُﻫ َﻮ اَ ْﻋﻠ َ ُﻢ َﻣ ْﻦ ﻳ َ ِﻀ ُّﻞ َﻋ ْﻦ َﺳﺒ۪ ﻴﻠِ ۪ﻪَ َّ }اِ َّن َرﺑHakikatte yalnız Rabbindir
1 B: “mevâ id”.
2 H: “sapıtırlar”.
952 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H, M ve B: “ ّٰ ا ”.
954 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
iki mânayı tazammun eder. Birisi açıktan açığa alenen yapılan kötü fiil,
diğeri de velevse gizli yapılsın kötülüğü, kötü1 olduğu açık ve bedîhî olan
fiil demektir. Buna mukabil “ismin bâtını” da iki nevi demek olur ki birisi
gizli yapılan kötü fiil, birisi de velevse açıktan yapılsın kötülüğü hafî,
yani fenalığı ibtidâ açıktan açığa anlaşılmaz, sonradan meydana çıkar ve
binâen aleyh evvelemirde günah olduğunun anlaşılması bir delil ve habere
tevakkuf eden kötü fiildir. Bundan başka bir fiil ya zina ya hırsızlık vesâire
gibi cevârih ile yapılır veya itikadsızlık, hased, kibir gibi sırf kalb ile yapılır.
Ve “ismin zâhir ve bâtını” tâbiri bu farka da şâmil olursa da bu evvelkilerin
zımnında dâhildir. Hâsılı “ism” günah, masiyet, kötü fiil demektir.
Ve bunun bir zâhiri vardır bir de bâtını. Zâhiri ya kendisi ya kötülüğü
veya her ikisi açık ve belli olanı; bâtını da buna mukabil ya kendisi ya
kötülüğü veya her ikisi gizli, hafî olanıdır. Kendisinin gizli olması da ya
mücerred ef âl-i kalbiyeden olmasıyla olur, veya tenhâda yapılmasıyla olur.
Ve bunların hepsinden sakınmak lâzım gelir. Çünkü {ﻮن ْاﻻِ ْﺛ َﻢ ِ
َ ﻳﻦ ﻳ َ ْﻜ ِﺴ ُﺒ
َ }ا َّن اﻟ َّ ۪ﺬ
ne olursa olsun ism kazananlar {ﻮن َ }ﺳ ُﻴ ْﺠ َﺰ ْو َن ﺑ ِ َﻤﺎ ﻛَﺎﻧُﻮﺍ ﻳ َ ْﻘ َ ِ ُﻓ
َ kazanageldikleri
ismleriyle ileride cezâlanacaklardır. A Binâen aleyh zâhir olanın cezâsı var
da bâtın olanın cezâsı yok zannetmemeli, hepsinden sakınmalıdır.
Bu âyet, ale’l-umûm ahkâm-ı hurmet hakkında bir asl-ı küllî beyan
etmektedir. Yani Allah’ın nehyettiği, haram kıldığı şeyler açıktan açığa
herkesin anlayıvereceği zâhirî fiillerden, açık kötülüklerden ibaret değildir.
Öyle gizli ve bâtınî fenalıklar da vardır ki herkes için keşf ü takdîri, fehm
ü idrâki müte assir veya müte azzirdir. Ve işte Allah’ın tafsil ve beyan
ettiği haramların, günahların bir kısmı ve hatta ekserîsi böyle insanların
kendi akılları [2040] ve takdirleriyle fehm ü idrak edemeyecekleri bâtınî
kötülüklerdir ki bunlar ancak şer in vürûduyla ve ihbâr ve irşâd-ı ilâhî
ile bilinebilir. Ve bu suretle umûm için aklen zâhir ve mâlum bulunan
kötülüklerden başka aklen bâtın ve hafî olan birçok kötülükler dahi
şer an zâhir ve mâlum bulunur. Ve hepsinin zararından, cezâsından
ictinab ancak şer e temessük ile mümkin olur. Ve böyle beyân-ı şer iledir
1 H +“bir fiil”.
Hak Dini Kur’an Dili 955
bir beyân-ı şer î ve asl-ı ilmîye bi’l-ictihâd ircâ ve ilhak edilerek şüpheli
tarafın atılması ile mümkin olur ki hevâya istinad ile ilme istinad farkının
en ziyade dikkatle gözetildiği nokta da bu noktadır.
Kötülük ne olursa olsun kötü ve kesbedenler için âkıbet cezâyı
müstelzim bir muzır olduğundan Allah teâlâ ismin zâhirini de bâtınını da
terk etmeyi emreder. Ve bunun için ber vech-i âtî tafsil ve beyan olunan
haramların fenalığı ve hikmet-i hurmeti hepinizin nazarında zâhir
olmasa bile Allah’ın ilmine itimad ve emrine ittibâ ederek ismin zâhirini
de bâtınını da açıkta ve gizlide gözünüzle ve gönlünüzle terk ediniz.
{ِاﻪﻠﻟِ َﻋﻠ َ ْﻴﻪ ِ
ْ ِ}و َﻻ ﺗ َ ْﺄﻛُﻠُﻮﺍ ﻣﻤَّﺎ َ ْ ﻳُ ْﺬכَﺮ
ّٰ اﺳ ُﻢ َ Ve üzerine Allah’ın ismi zikredilmedik
şeyden yemeyiniz. A Bunun yenmesi, içilmesi melhuz her şeye âm olması
ihtimâli yok değildir. Nitekim bir kavlinde Atâ’nın bu umûma temessük
ederek “gerek mat ûmât ve gerek meşrûbâttan her ne olursa olsun
ismullah zikredilmemiş olan3 her şey haramdır” dediği de menkuldür.
Fakat sâir fukahânın cümlesi ve diğer kavlinde Atâ dahi bundan murad
zebh u tezkiye meselesi olduğunda müttefiktirler. Fi’l-vâki gelecek olan
ُﻗ ْﻞ َ ٓﻻ اَ ِﺟ ُﺪâyeti de bunu [2041] muktezîdir. Şu hâlde ﻣﺎmevsûl ve ahd-i şer î
ile zebhi mutasavver olan hayvânâttan ibaret olur. Ve ِاﻪﻠﻟ ْ َِﻣﺎ َ ْ ﻳُ ْﺬכَﺮ
ّٰ اﺳ ُﻢ
ِ ﻋﻠَﻴﻪzebh u ekli melhuz bulunan ve fakat üzerine Allah’ın ismi anılarak
ْ َ
zebh edilmemiş olan, yani “bismil” olmayan şeyler demektir. Bu da zâhiri
üzere şu üç şeye mütenavil olur:
1. Meyte ki zebihsiz ölmüştür, besmelesizdir.
2. Allah’tan başkasının ismi anılarak zebh edilmiş olandır ki ِ ْ ََﻣٓﺎ ُاﻫِ َّﻞ ﻟِﻐ
’اﻪﻠﻟdır.
ّٰ
1 “…Binâen aleyh ön ayaklarının biri bağlı olarak bir düziye üzerlerine Allah’ın ismini anın, yanları yere
yaslandığı vakit de onlardan yiyin…”
Hak Dini Kur’an Dili 957
1 H -“demek”.
2 M ve B: “Fârisî mecusları”.
3 Taberî, Câmiu’l-beyân, XII, 77-78:
وכא- ا ا أن א אرس إ أو אئ א أو: אل، ا ، ها א : כ
ّٰ ام! ! ل ا - אر ذ :אس אل ا- ّٰ و א ذ ا،ل أو א ذ: ا و- ا א أو אؤ
. وأو אؤ، אرس: ا א: אل،« ن إ أو אئ »وإن ا א: ه ا
ا »إن: כ אرس إ وכ،אرس ا وم وכא כא ا אرس כ إن: כ
«!כ ن وأ א א ذ ا- – وأ א כ ذ א ذ ا ّٰ כ، ّٰ ن أ ا نأ وأ א
وإن »وإ: ،ذ כ ء אس ا أ ،ا م ن إ أ אب כ כا وכ
(٢١١/٦ ز ف ا ل ورا« )ا אم إ »: و، ن« ا ا א
Hak Dini Kur’an Dili 959
yemek sade bir fısk olarak kalmaz. Şirk veya şirke müeddî de olur.
Hâlbuki mü’min, müşrike benzer mi?
Meâl-i Şerîfi
Hem bir adam ölü iken Biz onu diriltmişiz ve kendisine bir nûr vermi-
şiz, insanlar içinde onunla yürüyor; hiç o bi’t-temsîl zulmetler içinde
kalmış ve ondan bir türlü çıkamayacak bir hâlde bulunan kimse gibi
olur mu? Fakat kâfirlere amelleri öyle yaldızlı gösterilmektedir (122).
Meâl-i Şerîfi
1
Böyle her karyede de mücrimlerinin büyüklerini mevkiʿde bulundur-
maktayızdır ki orada mekir yapsınlar. Hâlbuki bunlar, mekri başkası-
na değil kendilerine yapıyorlar da farkına varmıyorlar (123). Bunlara
bir âyet geldiği zaman “Allah’ın peygamberlerine verilen risalet ayniyle
1 H -“de”.
960 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H: “azîm”.
2 “…Hâlbuki fena düzen ancak sâhibinin başına geçer…”
Hak Dini Kur’an Dili 961
1 B: “eden”.
2 H: “söylerler”.
3 Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân, IV, 187. Krş. Mukātil b. Süleyman, Tefsîr, I, 587; Ebû Hayyân, el-Bahru’l-
muhît, IV, 637:
ل،« أכ כ א وأכ כ א א כ؛ כ أو، »وا ّٰ כא ا ة א:ة אل ا وذ כ أن ا
. ها ا ّٰ א
: א ا،ر אن אכ إذا אف ا ف زا א: وذ כ أ אل،אم أ : و אل א
«... ل ا ّٰ א »وإذا אء آ، إ أن א و כ א،أ ا و ّٰ وا،« إ » א
4 “Yok, onlardan her kişi kendisine ayrı sahifelerle tezkireler dağıtılmasını istiyor.”
5 B: “etmemiz”.
962 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H: “Hâsılı Allah her kimi hidâyetine erdirmek isterse, İslâm’a sînesini açar. Ve her kimi dalâlete bırak-
mak isterse onun da kalbini öyle sıkıştırır ki sanırsın öfkesinden göğe çıkacak. İmansız kimseleri Allah
o murdarlık içinde hep böyle bırakır (125). Bu İslâm ise doğrudan doğru Rabbinin yolu; cidden aklını
Hak Dini Kur’an Dili 963
başına alacak bir kavim için âyetleri tafsil eyledik (126). Rablerinin indinde “dâru’s-selâm” onlarındır,
bütün yapacak oldukları işlerde kendilerinin velîsi de O’dur (127)”.
1 M: “göğüs”.
2 Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân, IV, 187. Krş. Abdürrezzâk, Tefsîr, II, 62; Saîd b. Mansûr, es-Sünen, V, 88; İbn
Ebî Şeybe, el-Musannef, VII, 76; Hâkim, el-Müstedrek, IV, 346; Ebussuud, İrşâdü’l-akli’s-selîm, III, 183:
، ا ّٰ ا » ر: א ؟ אل،ح ا ر و ّٰ ا ّٰ ئ ر ل ا ها و א
اد وا،دار ا ور وا א،د ا א إ دار ا: » :כ أ אرة ف א؟ אل : א ا،« ح و
964 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
İşte Allah, hidâyet murad ettiği kimsenin kalbine böyle bir nûr verir, o
kimse de iman ve islâm ile son derece münşerih ve münbasıt olur. Hakkı
kabul ve tekâlîf-i Hakk’ı icrâ etmekten canı sıkılmaz, zahmet ve ıztırap
duymaz, bilakis neş’e ve neşat duyar. {ُ}و َﻣ ْﻦ ﻳُﺮِ ْد اَ ْن ﻳُ ِﻀﻠ َّﻪ َ Allah her kimi de
yolundan şaşırmak ve sapıtmak murad ederse {ﺟﺎ ً َﻘﺎ َﺣﺮ ِ
ً ﺿ ّﻴَ ﺻ ْﺪرَ ُه
َ }ﻳ َ ْﺠﻌَ ْﻞgöğsünü
daraltır, sıkar, son derece tıkar bunaltır. Hem öyle alelâde ve kısaca bir
yokuşa değil {ﺎء ِ ٓ }ﻛَﺎَﻧ َّ َﻤﺎ ﻳَﺼﻌ َّ ُﺪ ِ اﻟﺴ َﻤsanki dik yukarı göğe tırmanıyormuş gibi
َّ َّ
olur. Göğe tırmanmak kendisince nasıl nâkābil-i icrâ bir külfet ve zahmet
ise, iman ve islâm, kabûl-i hak ve icrâ-yı itâat de ona o derece güç gelir.
İslâm ve istikāmet deyince canı sıkılır, daralır, bunalır. “Of” der dayanır,
tıkanır, yan büker, yoldan çıkar, içinden çıkılmaz bataklara batar gider.
O artık inşirâhı doğrulukta ve selâmette değil, eğrilikte ve felâkette arar.
َ ُﻳﻦ َﻻ ﻳُ ْﺆ ِﻣﻨ
{ﻮن َ اﻟﺮِ ْﺟ َﺲ َﻋ َ اﻟ َّ۪ﺬ }ﻛﺬﻟِﻚ ﻳﺠﻌﻞ اﻪﻠﻟİşte Allah, iman etmeyenlerin üzerine
ّ ُ ّٰ ُ َ ْ َ َ ٰ َ
pisliği, o son derece nefret ve istikrah ile karşılanması lâzım gelen küfür
azab ve ıstırabını böyle dıyk-ı [2051] sadr ve kalb tıkanmasıyla tahmil
ve tahsis eder. Böyle hizlân iledir ki Allah onları küfür pisliğinin, küfür
azâbının istîlâsı altında bırakır. {}و ٰﻫ َﺬا َ Ve bu, yani İslâm, inşirâh-ı sadr ile
Hakk’a ittibâ ve inkıyad {ﻴﻤﺎ ً ﻚ ُﻣ ْﺴﺘَ ۪ﻘ َ ِ ّط َرﺑ ِ Rabbinin dosdoğru, eğilmez
ُ }ﺻ َﺮﺍ
bükülmez caddesidir. {ون ِ ِ }ﻗَ ْﺪ ﻓَﺼ ْﻠﻨَﺎ ْاﻻٰﻳArtık tezekkür edecek,
َ ﺎت ﻟ َﻘ ْﻮ ٍم ﻳَﺬَّכ َُّﺮ َ َّ
düşünüp anlayacak olanlar için bu yolun bütün alâmetlerini, nişanlarını,
belliklerini Kur’an’da şüphesiz tafsil ve beyan ettik. {َاﻟﺴ َﻼ ِم ِﻋ ْﻨ َﺪ رَ ّ ِ ِ ْﻢ َو ُﻫﻮ َّ ار
ُ َﻟ َُﻬ ْﻢ د
ﻮن ِ ِ
َ ُ }وﻟﻴُّ ُﻬ ْﻢ ﺑ َﻤﺎ ﻛَﺎﻧُﻮﺍ ﻳ َ ْﻌ َﻤﻠ َ Bunları tezekkür eden, hatırda tutup hayatında tatbik
ederek giden kavim, zümre için hepsinin Rabbi olan Allah teâlâ indinde
bir dârü’s-selâm vardır. Ve Allah onların o hayatta yaptıkları amelleri
sebebiyle velîsi, veliyyü’l-emri, dostu, mu îni, nâsırıdır1.
“es-Selâm”, Allah’ın esmâ-i hüsnâsından bir isim veya selâmet
mânasına masdar veya “selâmün aleyküm / aleykümü’s-selâm” diye selâm
verip almanın ismidir ki “dârü’s-selâm” bu üç mânadan her biriyle her
korkudan sâlim selâmet evi, selâmet vatanı demek olur. O hâlde, şimdi
şunu tezekkür et:
ْ ﺎؤ ۬ ُﻫ ْﻢ ِﻣ َﻦ
اﻻِ ْﻧ ِﺲ ُ ٓ َﺎل اَ ْوﻟِﻴ ْ اﺳﺘَ ْﻜﺜَ ْﺮﺗُ ْﻢ ِﻣ َﻦ
َ َاﻻِ ْﻧ ِ ۚﺲ َوﻗ ِ ِ ً َو َ ْﻮمَ ﻳ َ ْﺤ ُﺸ ُﺮ ُﻫ ْﻢ َﺟ ۪ﻤ
ْ ﻴﻌﺎۚ ﻳَﺎ َﻣ ْﻌ َﺸ َﺮ ا ْﻟﺠ ِّﻦ ﻗَﺪ
ِ
َ ﺎر َﻣ ْﺜ ٰﻮ ﻜُ ْﻢ َﺧﺎﻟ ۪ﺪ
ﻳﻦ ُ َّ ﺖ ﻟ َﻨَﺎ ۜ ﻗَﺎ َل اﻟﻨ َّ َﻀﻨَﺎ ﺑِﺒَ ْﻌ ٍﺾ َوﺑَﻠ َ ْﻐﻨَ ٓﺎ اَ َﺟﻠَﻨَﺎ اﻟ َّـ ۪ﺬ ٓي ا
َ ﺟ ْﻠ ُ اﺳﺘَ ْﻤﺘَﻊَ ﺑ َ ْﻌ
ْ َرﺑَّـﻨَﺎ
ِ َ ِ ﴾ َوﻛَ ٰﺬﻟ١٢٨﴿ ﻴﻢ َ َّ اﻪﻠﻟُ ۜ اِ َّن َرﺑ
ّٰ َ۪ﻓﻴﻬَٓﺎ اِ َّﻻ َﻣﺎ َﺷٓﺎء
ﻀﺎً ﻴﻦ ﺑ َ ْﻌَ ﺾ اﻟﻈ َّﺎﻟ ۪ﻤ َ ﻚ ﻧُ َﻮ ۪ﻟّﻲ ﺑ َ ْﻌ ٌ ﻴﻢ َﻋ ۪ﻠٌ ﻚ َﺣ ۪ﻜ
َ ﺍﻻِ ْﻧ ِﺲ اَﻟ َْﻢ ﻳ َ ْﺄﺗِﻜُ ْﻢ ُر ُﺳ ٌﻞ ِﻣ ْﻨﻜُ ْﻢ ﻳ َ ُﻘ ُّﺼ
ﻮن َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢ ْ ﴾ ﻳَﺎ َﻣ ْﻌ َﺸ َﺮ ا ْﻟ ِﺠ ِّﻦ َو١٢٩﴿ ۟ ﻮن َ ﺑ ِ َﻤﺎ ﻛَﺎﻧُﻮﺍ ﻳ َ ْﻜ ِﺴ ُﺒ
ﻜ ْﻢ ٰﻫ َﺬا ۜ ﻗَﺎﻟُﻮﺍ َﺷﻬِ ْﺪﻧَﺎ َﻋﻠٰٓﻰ اَ ْﻧ ُﻔ ِﺴﻨَﺎ َوﻏَﺮَّ ْﺗ ُﻬ ُﻢ ا ْﻟ َﺤ ٰﻴﻮ ُ اﻟ ُّﺪ ْﻧﻴَﺎ ُ ﻜ ْﻢ ﻟ ِ َﻘٓﺎءَ ﻳ َ ْﻮ ِﻣ
ُ َ ٰاﻳَﺎﺗ۪ﻲ َو ُ ْﻨ ِﺬ ُروﻧ
﴾١٣٠﴿ َو َﺷﻬِ ُﺪوﺍ َﻋﻠٰٓﻰ اَ ْﻧ ُﻔ ِﺴﻬِ ْﻢ اَﻧ َّ ُﻬ ْﻢ ﻛَﺎﻧُﻮﺍ ﻛَﺎﻓِ ۪ﺮ َﻦ
1 B: “hakikaten”.
2 B: “Alîm’dir, Hakîm’dir”.
3 H: “Hem de hepsini toplayıp haşredeceği gün ki; ‘ey cin ma şeri! Hakīkaten şu inse çok ettiniz!’ buyu-
racak, bunların insten olan yardakları, ‘yâ Rabbenâ’, diyecekler, ‘yekdiğerimizden istifade ettik ve bizim
için takdir buyurmuş olduğun ecele yettik’. Buyuracak ki: ‘Ateş ikāmetgâhınız, Allah’ın dilediği za-
manlardan başka hepiniz ondasınız. Hakikat Rabbin Hakîm’dir, habîrdir’ (128). Ve işte Biz, zâlimlerin
bazısını bazısına kesbleri sebebiyle böyle dost ederiz (129). Ey ins ü cin ma şeri! İçinizden size âyetlerimi
anlatır ve bu gününüzün gelip çatacağını haber verir peygamberler gelmedi mi? ‘Yâ Rabbenâ!’, diyecek-
ler, ‘nefislerimizin aleyhine şâhitleriz’. Evet, dünyâ hayat onları aldattı da kendi aleyhlerinde olarak kâfir
idiklerine şâhid oldular (130)”.
966 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
cin, ey cin cemaati, ey gizli şeytan cemiyetleri; insten çoğuna göz diktiniz,
çok iğvâ ve idlâl ettiniz, pek çoklarını azıttınız, sapıttınız, insanlıktan
çıkardınız, cin sürüsüne kattınız da avanenizi, cemiyetinizi çoğalttınız
ha!” diyerek haşredecek. { ِ ْ ِاﻻ ْ ﺎل اَ ْوﻟِﻴَٓﺎ ُؤ ۬ ُﻫ ْﻢ ِﻣ َﻦ
َ َ}وﻗ َ O cin ma şerinin insten
olan dostları da o hâlde diyecek ki {ﻀﻨَﺎ ﺑِﺒَ ْﻌ ٍﺾ
1
ُ اﺳﺘَ ْﻤﺘَﻊَ ﺑ َ ْﻌ ْ }رﺑَّـﻨَﺎ َ “ey Rabbimiz,
biz birbirimizden intifâ ettik” A Cinler inse şehevât yollarını ve vesâitini
gösterdiler, mekr ü hud a, tezvir ve erâcif, sihr ü efsun usullerini,
eğri yollardan gidip yalan dolanla iş yapmak, fesad saçıp gizlenmek
çarelerini öğrettiler. Bu suretle ins, cinden intifâ etti, zevkler, safâlar
yaptı. İnsin bunları rızâlarıyla kabul etmesinden ve teshîlât göstererek
mu âvenette bulunmasından da cin intifâ etti, murad ve maksûduna
erdi. “Binâen aleyh bu babda mes’ûliyet yalnız cin dostlarımızın değildir.
Doğrusu biz yekdiğerimizden istifade ettik {ﺖ ﻟ َﻨَﺎ َ ﺟ ْﻠَّ َ}وﺑَﻠ َ ْﻐﻨَ ٓﺎ اَ َﺟﻠَﻨَﺎ اﻟ َّـ ۪ﺬ ٓي ا
َ ve
bizim için tâyin ve tesmiye ettiğin ecelimize yettik; bize verdiği mühletin
nihâyetine erdik.” A Yani sûrenin başında ون َ ُ َ [ َوﺍ َ َﺟ ٌﻞ ُﻣ َﺴ ًّ ِﻋ ْﻨ َﺪ ُه ﺛُﻢَّ اَ ْﻧﺘُ ْﻢ ﺗ َ ْﻤ6/2]
diye beyan olunan ecel-i müsemmâ, bu gāye-i müddet, bu yevm-i haşr
u kıyamet geldi çattı” diye i tirâf-ı zünûb ile cin2 dostlarına mu âvenet
ve mes’ûliyetlerine iştirak eyleyecekler. Allah da ne diyecek bilir misiniz?
ّٰ َﻳﻦ ۪ﻓﻴﻬَٓﺎ اِ َّﻻ َﻣﺎ َﺷٓﺎء
{ُاﻪﻠﻟ ِ
َ ﺎر َﻣ ْﺜ ٰﻮ ﻜُ ْﻢ َﺧﺎﻟ ۪ﺪ
ُ َّ ﺎل اﻟﻨَ َ }ﻗMuhakkak diyecek ki ve hatta
ezelde demiştir ki “o ateş, nâr-ı cehennem mesvânız, ikāmetgâhınız,
yatağınızdır. Orada ins ü cin hepiniz muhalleden kalacaksınız, ancak
[2054] Allah’ın dilediği müddet müstesnâ”. إِﱠﻻ َﻣ ْﻦ َﺷﺎءَ اﷲbuyurulmayıp
ّٰ َ اِ َّﻻ َﻣﺎ َﺷٓﺎءbuyurulmasından anlaşılır ki hulûd-ı nârdan bu istisnâ
da ُاﻪﻠﻟ 3
bazı eşhâsa değil, bazı ezmâna aittir. Ve beyan olunduğuna göre Allah’ın
dilediği bazı zamanlar küffâr ateşten çıkarılıp soğuğa, zemherîre atılacak,
sonra yine nâra iade olunacaktır. {ﻴﻢ ٌ ﻴﻢ َﻋ ۪ﻠ ٌ ﻚ َﺣ ۪ﻜ َ َّ }اِ َّن َرﺑŞüphe yok ki Rabbin
hem bir hakîm, hem bir alîmdir. Yaptığını hikmetle muhkem yapar ve
ins ü cin bütün sekaleynin de gizli açık bütün hâllerini ve lâyık oldukları
cezâları bilir. Hükmünü meşiyyetini bilerek verir. İşte Allah’ın hepsini öyle
1 H: “muhakkak”.
2 H: “aynı”.
3 H: “anlaşılıyor”.
Hak Dini Kur’an Dili 967
diyerek haşredeceği ve cin dostu insin öyle hakîm ve alîm olan Rabbinin
ِ َ ِ }وﻛَ ٰﺬﻟ
de böyle dediği günü düşün. {ﻮن َ ﻀﺎ ﺑ ِ َﻤﺎ ﻛَﺎﻧُﻮﺍ ﻳ َ ْﻜ ِﺴ ُﺒ
ً ﺾ اﻟﻈ َّﺎﻟ ۪ﻤ َ ﺑ َ ْﻌ
َ ﻚ ﻧُ َﻮ ۪ ّ ﺑ َ ْﻌ َ Ve
işte biz zâlimleri kesbedegeldikleri -kesbini itiyad ettikleri- müktesebatları
sebebiyle birbirlerine böyle1 dost yaparız. A Kesbleri, âdetleri birbirlerine
benzeyenler birbirlerini görmeseler bile uzaktan uzağa birbirlerine dost
olurlar, yekdiğerini müdafaa ve mes’ûliyetlerine iştirak ederler. İns ü
cinden zâlimler, haksızlar da kesbde müşareket ve mücânesetlerinden
dolayı yekdiğerini mâzur göstermek isterken haşir günü i tirâf-ı cürmde
ve mes’ûliyet ü cezâda birbirlerine iştirak ederek hem kendi cürümlerini
ikrar hem dostları aleyhinde şehadet eylerler ki ilm-i hikmet-i ilâhiyede
bu bir kāidedir. Bunun için yevm-i haşrde Allah اﺳﺘَ ْﻜ َ ْﺗُ ْﻢ ِﻣ َﻦ ِ ِ
ْ ﻳَﺎ َﻣ ْﻌ َﺸﺮَ ا ْﻟﺠ ِّﻦ ﻗَﺪ
ِ ْ ِاﻻ
ْ diye ma şer-i cinni ins hesâbına tevbih ettiği zaman cin hiçbir cevap
vermediği hâlde onların insten olan dostları, dostlukları muktezâsınca
ortaya atılarak mes’ûliyeti üzerlerine alarak cinni mâzur göstermeye
çalışırken yekdiğerinden istifade ederek müştereken mücrim olduklarını
itiraf edecekler ve bu suretle cinnin ayrı, insin ayrı bir ma şer değil,
hey’et-i mecmû asının bir ma şer; aynı vicdan, aynı kesb, aynı mes’ûliyet
taşıyan ve aynı [2055] cezâya mustahik bulunan bir hey’et-i ictimâ iye
olduklarını ikrar ve isbat eyleyeceklerdir. Ve hakîm ü alîm olan Rabbü’l-
âlemîn de ُاﻪﻠﻟّٰ َﻳﻦ ۪ﻓﻴﻬَٓﺎ اِ َّﻻ َﻣﺎ َﺷٓﺎء ِ
َ ﺎر َﻣ ْﺜ ٰﻮ ﻜُ ْﻢ َﺧﺎﻟ ۪ﺪ
ُ َّ اﻟﻨhükmünü verirken hepsine
birden şu hitâb-ı tevbîhi yapacaktır:
{ ِ ْ ِﺍﻻ
ْ }ﻳَﺎ َﻣ ْﻌ َﺸﺮَ ا ْﻟ ِﺠ ِّﻦ َوEy cinn ü ins ma şeri! Ey gizli ve açık şeytanlarla
teba alarından müteşekkil olan cemâ at-i sekaleyn! { }اَ َ ْ ﻳ َ ْﺄﺗِﻜُ ْﻢ ُر ُﺳ ٌﻞ ِﻣ ْﻨﻜُ ْﻢSize
sizden resuller gelmedi mi? { ۪ ﻮن َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢ ٰاﻳَﺎ َ }ﻳ َ ُﻘ ُّﺼOnlar size Benim âyetlerimi
ِ ِ ِ
nakl ü beyan ediyor. {}و ُ ْﻨﺬ ُروﻧَﻜُ ْﻢ ﻟ َﻘٓﺎءَ ﻳ َ ْﻮﻣﻜُ ْﻢ ٰﻫ َﺬا
َ ve bu gününüzün, bu korkunç
haşr gününün bu dehşetli telâkīsini haber vererek sizi inzar ve tahzir
eyliyorlar değil mi idi? -Bütün o ma şer-i cinn ü ins bu hitâb-ı tevbîhe
cevâben { }ﻗَﺎﻟُﻮﺍ َﺷﻬِ ْﺪﻧَﺎ َﻋ ٰ ٓ اَ ْﻧ ُﻔ ِﺴﻨَﺎbiz kendi nefislerimiz, vicdanlarımız, hakk-ı
şuurlarımız aleyhine şehadet ettik. Evet bizden resuller geldi, fakat biz
onlara ‘yalan, Allah öyle bir şey indirmedi, göndermedi2’ dedik, şeytanet
1 B -“böyle”.
2 B -“göndermedi”.
968 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ve zevk için hakka bâtıl, bâtıla hak dedik ُاﻪﻠﻟ ٌ ﻗَ ْﺪ َﺟٓﺎءَﻧَﺎ ﻧ َ ۪ﺬ
ّٰ ﻳﺮ ﻓَﻜَﺬ َّْﺑﻨَﺎ َوﻗُ ْﻠﻨَﺎ َﻣﺎ ﻧَﺰَّ َل
1
ِ ْ َ َ َّ ٌ َ ِّ ُ ا ْ َכ ْ َ ْ ِ َوا َّ َ ُ
ِ َ َ ِ َ ِ ِ ْ َ ٍب و ِ َ ْ َوا
َ َ ْ
1 H: “ ;” אءכ
H, M ve B +“و ”.
2 “…Doğrusu bize gocundurucu bir peygamber (bir nezîr) geldi, fakat biz ona inanmadık ve ‘Allah hiçbir
şey indirmedi (…)’ diye tekzib ettik…”
3 H -“de”.
Hak Dini Kur’an Dili 969
1 H: “Hakikat bu, çünkü Rabbin o memleketleri ahâlisi gāfil hâldeler iken zulm ile helâk etmiş değil
(131). Her biri için amellerinden dereceler var, ve Rabbin ne işlediklerinden gāfil değil (132). Rabbin
ganî, merhametli; yoksa dilese sizi ortadan kaldırır, arkanızdan yerinize dilediğini getirir, nasıl ki sizi
başka bir kavmin zürriyetinden inşâ buyurdu (133). Size edilen va d ü va îd muhakkak başınıza gele-
cektir. Siz onun önüne geçemezsiniz (134). ‘Ey kavmim’ de, ‘bütün kuvvetinizle yapın yapacağınızı,
ben vazifemi yapıyorum. Artık yakında bileceksiniz dünya evinin sonu kimin olacak? Şu muhakkak ki
zâlimler felah bulmazlar’ (135)”.
970 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
olur, onlar uğruna sarf edilir. [2060] Binâen aleyh bi’n-netîce hiçbirinin
hayrı olmaz, hepsi heba olur gider. {ﻮنَ ﻜ ُﻤ
ُ }ﺳٓﺎءَ َﻣﺎ ﻳ َ ْﺤ
َ Bunların hükümleri
ne fena hükümdür! A Allah’ın halkına başkalarını teşrîk etmek, Allah
için dediklerinde de Allah’ın şer ini değil, kendi zu mlarını esas ittihaz
eylemek ve sonra uydurup, uydukları şerîklerini Allah’a tercih edip bi’n-
netîce Allah için hiçbir şey yapmamış olmak ve Allah’ın yarattığı ve
kendilerine nasip ettiği mâl ü menâli1 bu suretle boş boşuna sarf ü istihlâk
edip hiçbir hayır kazanmamak ne câhilâne, ne zâlimâne, ne bedbahtâne
bir hükümdür, ne büyük hüsrandır!
Rivayet olunduğuna göre Arap müşrikleri ekip diktikleri harstan
ve yetiştirdikleri deve, sığır, koyun, keçi hayvânâttan bazı şeyleri kendi
fikirlerince Allah için, bazı şeyleri de diğer ilâhları nâmına tâyin eder,
ayırırlar ve bir şahsın vâridâtından böyle iki nevi masraf çıkardı. Allah
için dediklerini müsafire ve fukaraya, diğer ilâhları için ayırdıklarını da
onların mesârifine ve huzurlarında yapılacak âyine, kesilecek kurbanlara,
hademe ücreti vesâireye sarf ederlerdi. Sonra bakarlar Allah için diye
ayırdıkları iyi çıkar, neşv ü nemâ bulursa dönerler onu ilâhlarına tahsis
ederler. Fakat ilâhları için ayırdıkları iyi çıkarsa onu onlar nâmına
bırakırlar “Allah ganîdir, bunlar fakirdir” derler. Ve bu suretle ilâhlarını
Allah’a tercih ederler ve Allah için ayırdıklarını onlara sarf ederler, fakat
onlar için ayırdıklarını2 Allah için sarf etmezlerdi3 ki işte bu âyetlerde
Arap müşriklerinin akl ü fikir kabul etmez cehâlet ü dalâletlerine, hayât-ı
iktisâdiye ve ictimâ iyelerindeki perişanlıklara müte allik bazı fenalıkları
beyan olunurken evvelâ bu âyet ile bu âdet ve mezhebe işaret olunarak
bunun amelî nokta-i nazardan bütün seyyiâtın umdesi ve sebeb-i aslîsi
1 B: “menâl”.
2 B -“onlara sarf ederler, fakat onlar için ayırdıklarını”.
3 Mukātil b. Süleyman, Tefsîr, I, 591; Abdürrezzâk, Tefsîr, II, 66; Taberî, Câmiu’l-beyân, XII, 131-135:
«و ا כאئ א ّٰ א א ا ا » ا ث وا אم א «و ا ّٰ » א ذرأ « ّٰ ا »و
ا אכ ن ّٰ ا: א ا،ن ا אم و ر א ا ث ّٰ ذ כ א أ ج ا ، ا
، אء ا ّٰ زכ : و א ا، ا ّٰ כ ه ك و ا א ن زכא أ ه ا ّٰ و א أ ج ا
ّٰ ا وا א : و א ا، أر أ א وأ : ا ك ا ّٰ و وإن زכא
إ » א ج ا ث وا אم « » א כאن כאئ: כ، ه ا אכ وا
כאن: ل.«ئ » א כ ن « » אء: ّٰ ل ا آ « כאئ إ ّٰ إ ا אכ »و א כאن « ّٰ ا
. و وا أن ا ا ن א ככ א
972 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 B -“bu yalnız”.
2 M: “nazarından”.
3 H: “edeceğinden”.
Hak Dini Kur’an Dili 973
nokta-i nazardan şirk, Allah’tan başka gizli veya açık perestiş edecek
mâbud, hükmüne ittibâ edilecek hakem tanımak demek olduğu
için bir müşrik harekâtında bazen Allah’ı dahi hesâba katmak hiss ü
ihtiyâcından vâreste kalamamakla beraber, ekseriya kendisine daha
yakından müessir farz ettiği diğer mâbudları, şerîkleri nâmına yürür
ve bunun için kazancında hükm-i Hakk’a muhalif emeller tâkip
ettiği gibi sarfiyâtında da muzır, haksız ve bîhûde olarak o mâbûdları
nâmına birtakım vergilere ve masraflara mahkum olur. Ve artık onun
bütçesinde iki masraf vardır. Birisi vücûd-ı Hakk’ın vücûb-ı zâtîsine
binâen sırf kendi şahsî duygusuyla ihtiyaç hisseylediği cüz’î bir hak
ve hayr masrafı, birisi de hükm-i şirkin tahmil ettiği bîhûde, hevâî,
hayırsız istihlâk-i mahz olan masraftır ki memleketleri yıkan, milletleri
ezip harâb eden hayâtî ve ahlâkī buhranların, ictimâ î ıztırapların1 en
mühim sebeplerinden biri olan buhran ve sefâlet-i iktisâdiyenin sebebi
bilhassa bu masraftır. Bu, o masraftır ki hiçbiri Allah için olmaz; boşuna
istihlâkten, soyulmaktan başka hiçbir şey ifade etmez. Bilakis Allah
için ayrılan kazançları da kendine çeker, sarfına veya hüsn-i sarfına
mâni olur. Ve artık bu hâlde bulunanların hiçbir hayırları olmaz.
Bütün amelleri ve bütün kazançları şeytanlar uğruna hebâen mensûrâ
telef olur gider. Ve işte ٰ ِﺎن ِ ّٰﻪﻠﻟِ ﻓَ ُﻬ َﻮ ﻳ َ ِﺼ ُﻞ ا
َ َاﻪﻠﻟِۚ َو َﻣﺎ ﻛ
ّٰ َ ِﺎﻬﺋ ِ ْﻢ ﻓَ َﻼ ﻳ َ ِﺼ ُﻞ ا
ِ ٓ َﺎن ﻟ ِ ُﺸ َﺮﻛ
َ َﻓَ َﻤﺎ ﻛ
ِ ٓ َ ُﺷ َﺮﻛmazmûnu ale’l-umûm şirkin bu netîce-i seyyiesini iş âr ve ihtar
ﺎﻬﺋ ِ ْﻢ
etmektedir. Bunun için buyuruluyor ki:
{ﻚ َ ِ }وﻛَ ٰﺬﻟ
َ Ve böyle A iki nevi masrafa sevk edip Allah için ayrılanı da şirk
uğruna sarf ettirerek felâket-i iktisâdiyeyi artırmak ve buna sebep veren
o çirkin ahkâm-ı şirki süsleyip hoş göstermek suretiyledir ki {زَﻳ َّ َﻦ ﻟِﻜَ ۪ﺜ ٍ ِﻣ َﻦ
}ا ْﻟ ُﻤ ْﺸﺮِ ۪ﻛ َ ﻗَ ْﺘ َﻞ اَ ْو َﻻ ِدﻫِ ْﻢ ُﺷ َﺮﻛَٓﺎ ُؤ ۬ ُﻫ ْﻢo taptıkları ve nâmlarına masraflar yaptıkları
şerîkleri, o ins ü cin [2063] şeytanları müşriklerin çoğuna evlâdlarını
katletmeyi tezyin etti ve hoş gösterdi. A Kazandıklarını çektiler, zarûretlere
giriftar ettiler, akıllarını fikirlerini, hislerini tevehhümât ile ifsad eylediler.
Haşyet-i imlâk, yani züğürtlük korkusu ve birtakım ilcâât-ı bâtıle ile
1 B -“ictimâ î ıztırapların”.
974 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
ُﻔﺎ اُכُﻠُﻪ ً ِﺎت َوﺍﻟﻨ َّ ْﺨ َﻞ َوﺍﻟﺰَّ ْرعَ ُﻣ ْﺨﺘَﻠ ٍ ﺎت َوﻏَ ْﻴﺮَ َﻣ ْﻌ ُﺮو َﺷ ٍ ﺎت َﻣ ْﻌ ُﺮو َﺷ ٍ َّ َو ُﻫﻮَ اﻟ َّـ ۪ﺬ ٓي اَ ْﻧ َﺸﺎ َ َﺟﻨ
ِ ﺎن ﻣﺘَ َﺸﺎﺑ ِ ًﻬﺎ َوﻏَﻴ َﺮ ﻣﺘَ َﺸﺎﺑِﻪٍ ﻛُﻠُﻮﺍ ِﻣﻦ ﺛ َ َﻤﺮِ ۪ه ٓ اِذَٓا اَ ْﺛ َﻤ َﺮ َوﺍٰﺗُﻮﺍ َﺣﻘَّ ُﻪ ﻳَﻮمَ َﺣﺼ
ﺎد ۪ ۘه َ ْ ْ ۜ ُ ْ ُ َ َّﺍﻟﺮﻣ
ُّ ﻮن َوَ َوﺍﻟﺰَّ ْﻳ ُﺘ
ﺷﺎۜ ﻛُﻠُﻮﺍ ِﻣﻤَّﺎ رَزَﻗَﻜُ ُﻢ ْ ﴾ َو ِﻣ َﻦ١٤١﴿ ۙ ﻴﻦ
ً اﻻ َْﻧﻌَﺎ ِم َﺣ ُﻤﻮﻟ َﺔ ً َوﻓَ ْﺮ َ ﺐ ا ْﻟ ُﻤ ْﺴﺮِ ۪ﻓ ِ ِ
ُّ َو َﻻ ﺗُ ْﺴﺮِﻓُﻮﺍ ۜ اﻧَّﻪُ َﻻ ﻳُﺤ
َّ ﺍج ِﻣ َﻦ اﻟ
ﻀ ْﺄ ِن ٍۚ ﴾ ﺛ َ َﻤﺎﻧِﻴَﺔ َ اَ ْز َو١٤٢﴿ ۙ ﻴﻦ ِ ِ
ٌ ۪اﻪﻠﻟُ َو َﻻ ﺗَﺘ َّ ِﺒ ُﻌﻮﺍ ُﺧﻄ ُ َﻮﺍت اﻟ َّﺸ ْﻴﻄ َﺎ ِ ۜن اﻧ َّ ُﻪ ﻟَﻜُ ْﻢ َﻋ ُﺪ ٌّو ُﻣﺒ ّٰ
1 B: “zâhirleri”.
976 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
اﻪﻠﻟ َﺎس ﺑِﻐَ ْﻴﺮِ ِﻋ ْﻠ ٍﻢۜ اِ َّن ّٰ اﻪﻠﻟ ﺑ ِ ٰﻬ َﺬاۚ ﻓَ َﻤﻦ اَﻇْﻠ َ ُﻢ ِﻣﻤَّ ِﻦ ا ْﻓﺘَ ٰﺮى َﻋﻠَﻰ ّٰ ِ ِ ِ ِ
اﻪﻠﻟ ﻛَﺬ ًﺑﺎ ﻟ ُﻴﻀ َّﻞ اﻟﻨ َّ َ ْ َو ّٰﺻﻴﻜُ ُﻢ ّٰ ُ
ﻣﺎ َﻋﻠٰﻰ ﻃ ِ ِ ِ
َﺎﻋ ٍﻢ ﻳ َ ْﻄﻌَ ُﻤ ُﻪ ٓ ﻴﻦ ۟ ﴿ُ ﴾١٤٤ﻗ ْﻞ َ ٓﻻ اَ ِﺟ ُﺪ ۪ﻓﻲ َﻣٓﺎ ُاو۫ ِﺣ َﻲ اﻟ ََّﻲ ُﻣ َﺤﺮَّ ً َﻻ ﻳ َ ْﻬ ِﺪي ا ْﻟ َﻘ ْﻮمَ اﻟﻈ َّﺎﻟ ۪ﻤ َ
اِ َّ ٓﻻ اَن ﻳﻜُﻮن ﻣﻴﺘَﺔ ً اَو دﻣﺎ ﻣﺴ ُﻔﻮﺣﺎ اَو ﻟ َﺤﻢ ِﺧﻨﺰ۪ﻳﺮٍ ﻓَﺎِﻧَّﻪ رِﺟﺲ اَو ﻓِﺴﻘﺎ اُﻫِ َّﻞ ﻟِﻐَﻴﺮِ ّٰ ِ
اﻪﻠﻟ ﺑ ِ ۪ﻪۚ ْ ُ ْ ٌ ْ ْ ً ً ْ ْ َ ْ ْ َ ً َ ْ ْ َ َ َْ
ﻳﻦ َﻫﺎدُوﺍ َﺣﺮَّ ْﻣﻨَﺎ ُﻛ َّﻞ ﻴﻢ ﴿َ ﴾١٤٥و َﻋﻠَﻰ اﻟ َّ۪ﺬ َ ﻮر َر ۪ﺣ ٌ ﻚ ﻏَ ُﻔ ٌ ﺎغ َو َﻻ َﻋﺎ ٍد ﻓَﺎِ َّن َرﺑ َّ َ اﺿﻄُﺮَّ ﻏَ ْﻴ َﺮ ﺑ َ ٍ ﻓَ َﻤ ِﻦ ْ
ﻮر ُﻫ َﻤٓﺎ اَوِ ا ْﻟ َﺤ َﻮﺍﻳَٓﺎ ِ ِ
ﺖ ﻇ ُ ُﻬ ُ ﻮﻣ ُﻬ َﻤٓﺎ ا َّﻻ َﻣﺎ َﺣ َﻤﻠ َ ْ ۪ذي ﻇ ُ ُﻔﺮٍۚ َوﻣ َﻦ ا ْﻟﺒَﻘَﺮِ َوﺍ ْﻟﻐَﻨَ ِﻢ َﺣﺮَّ ْﻣﻨَﺎ َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ْﻢ ُﺷ ُﺤ َ
ﻜ ْﻢ ﻮن ﴿ ﴾١٤٦ﻓَﺎِ ْن ﻛَﺬَّﺑُﻮ َك ﻓَ ُﻘ ْﻞ َرﺑُّ ُ ﻚ َﺟ َﺰﻳﻨَﺎﻫ ْﻢ ﺑِﺒَ ْﻐ ِﻴﻬِ ْﻢ ۘ َو ِﺍﻧَّﺎ ﻟ َﺼ ِ
ﺎد ُﻗ َ ﻂ ﺑِﻌَ ْﻈ ٍﻢۜ ٰذﻟ ِ َ اَ ْو َﻣﺎ ا ْﺧﺘَﻠ َ َ
َ ْ ُ
ورﺣ َﻤﺔٍ َو ِ
ﻳﻦ اَ ْﺷ َﺮﻛُﻮﺍ ﻟ َْﻮ َﺷٓﺎءَ ﻮل اﻟ َّ۪ﺬ َ ﻴﻦ ﴿َ ﴾١٤٧ﺳﻴَ ُﻘ ُ ﺍﺳﻌَﺔٍ ۚ َو َﻻ ﻳُ َﺮدُّ ﺑ َ ْﺄ ُﺳ ُﻪ َﻋ ِﻦ ا ْﻟﻘَ ْﻮ ِم ا ْﻟ ُﻤ ْﺠﺮِ ۪ﻣ َ ذُ َ ْ
اﻗﻮﺍ ﻳﻦ ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒﻠِﻬِ ْﻢ َﺣ ّٰﺘﻰ ذ َ ُ َّب اﻟ َّ ۪ﺬ َ
ﻚ ﻛَﺬ َ ﺎؤ۬ﻧَﺎ َو َﻻ َﺣﺮَّ ْﻣﻨَﺎ ِﻣ ْﻦ َﺷ ْﻲ ٍء ۜ ﻛَ ٰﺬﻟ ِ َ اﻪﻠﻟُ َﻣٓﺎ اَ ْﺷ َﺮ ْﻛﻨَﺎ َو َ ٓﻻ ٰاﺑ َ ٓ ُ ّٰ
ِ
ﻮن اِ َّﻻ اﻟﻈ ََّّﻦ َوﺍ ْن اَ ْﻧﺘُ ْﻢ اِ َّﻻ ﺗ َ ْﺨ ُﺮ ُﺻ َ
ﻮن ﻮه ﻟ َﻨَﺎ ۜ اِ ْن ﺗَﺘ َّ ِﺒ ُﻌ َ ِ ِ ِ
ﺑ َ ْﺄ َﺳﻨَﺎ ۜ ﻗُ ْﻞ َﻫ ْﻞ ﻋ ْﻨ َﺪﻛُ ْﻢ ﻣ ْﻦ ﻋ ْﻠ ٍﻢ ﻓَﺘُ ْﺨﺮِ ُﺟ ُ
ﻴﻦ ﴿ُ ﴾١٤٩ﻗ ْﻞ َﻫﻠُﻢَّ ُﺷﻬَ َﺪٓاءَ ُﻛ ُﻢ اﻟ َّ ۪ﺬ َ
ﻳﻦ ﻜ ْﻢ اَ ْﺟ َﻤ ۪ﻌ َ ﻪﻠﻠﻓ ِ ا ْﻟ ُﺤ َّﺠﺔُ ا ْﻟﺒَﺎﻟِﻐَﺔُ ۚ ﻓَﻠ َ ْﻮ َﺷٓﺎءَ ﻟ َﻬَ ٰﺪﻳ ُ ِ
﴿ُ ﴾١٤٨ﻗ ْﻞ َ ّٰ
ﻳﻦ ﻛَﺬَّﺑُﻮﺍ ﺑِﺎٰﻳَﺎﺗِﻨَﺎ
اﻪﻠﻟ َ َﺣﺮَّمَ ٰﻫ َﺬاۚ ﻓَﺎِ ْن َﺷﻬِ ُﺪوﺍ ﻓَ َﻼ ﺗ َ ْﺸﻬَ ْﺪ َﻣﻌَ ُﻬ ْﻢ ۚ َو َﻻ ﺗَﺘ َّ ِﺒ ْﻊ اَ ْﻫ َﻮٓﺍءَ اﻟ َّ ۪ﺬ َ
ون اَ َّن ّٰ
ﻳ َ ْﺸﻬَ ُﺪ َ
ِ
ﻮن ۟ ﴿﴾١٥٠ ﺎﻻ ِٰﺧ َﺮ َو ُﻫ ْﻢ ﺑ ِ َﺮﺑِّﻬِ ْﻢ ﻳ َ ْﻌ ِﺪﻟ ُ َ ﻳﻦ َﻻ ﻳُ ْﺆ ِﻣ ُﻨ َ
ﻮن ﺑ ِ ْ َوﺍﻟ َّ۪ﺬ َ
yın, çünkü o sizin için açık bir düşmandır (142). Sekiz eş: Koyundan
iki, keçiden iki. De ki: İki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi?
Yoksa iki dişinin rahimlerinin müştemil olduklarını mı? Eğer sâdık-
sanız bana bir ilim ile haber verin (143). Ve deveden iki, sığırdan iki;
de ki: İki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi? Yoksa iki dişinin
rahimlerinin müştemil olduklarını mı? Yoksa Allah size bu tahrîmi
ferman buyururken şâhitler miydiniz? Öyle bi-gayri ilmin nâsı idlâl
için uydurduğu yalanı Allah’a isnad edenden daha zâlim kim olabi-
lir? Her hâlde Allah zâlimler gürûhunu doğru yola çıkarmaz (144).
De ki: Bana vahy olunanlar içinde bu haram dediklerinizi yiyecek bir
adama haram kılınmış bir şey bulmuyorum, meğer ki şunlar olsun:
Ölü yahut dökülen kan yahut hınzır eti ki o şüphesiz bir pistir yahut
Allah’tan başkasının ismi anılmış sarih bir fısk, ki bunlarda da her kim
muztar olursa [2069] diğer bir muztarra tecavüz etmediği ve zarûret
miktarını aşmadığı takdirde şüphe yok ki Allah Gafûr’dur1, Rahîm’dir
(145). Yahudîlere her tırnaklıyı haram kıldık, bir de bunlara sığır ve
enʿâmdan sırtlarında olan veya bağırsakları üzerinde bulunan veya
kemikle ihtilât eden kuyruk kısmından mâʿadâ yağlarını dahi haram
kıldık, fakat bunu onlara bağyleri yüzünden bir cezâ yaptık, şüphesiz
Biz her hususta sâdıkız (146). Bunun üzerine seni tekzîbe yeltenirlerse,
de ki Rabbiniz bitmez tükenmez bir rahmet sâhibi, fakat mücrimler
gürûhundan be’si2 de reddedilemez (147). Müşrik olanlar diyecekler ki:
“Allah dilese idi ne biz müşrik olurduk ne atalarımız, ne de bir şey
haram kılabilirdik”. Bunlardan evvelkiler de böyle tekzib etmişlerdi,
nihâyet azâbımızı tattılar. “Hiç” de, “ilim denecek bir şeyiniz var mı
ki bize çıkarasınız? Siz sırf bir zan ardından gidiyorsunuz ve siz ancak
atıyorsunuz” (148). “İşte” de, “hüccet-i bâliğa ancak Allah’ın; evet, O
dilese idi sizi hep birden hidâyete erdirirdi” (149). “Haydin” de, “Allah
bunu haram etti diye şehadet edecek şâhitlerinizi getirin.” Eğer gelir
şehadet ederlerse sen onlarla beraber şehadet etme, âyetlerimizi tekzib
1 B: “Gafûr”.
2 B: “be’s”.
978 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H: “O ma rûş ve gayr-i ma rûş cennet âsâ bağları; tatları, yemişleri muhtelif mezrû âtı, hurmaları, zey-
tinleri, narları; birbirlerine hem benzer hem benzemez bir hâlde vücûda getiren hep O’dur. Her biri
mahsûlünü verince mahsûlünden yiyin ve hasat günü hakkını verin, bununla beraber israf etmeyin,
çünkü O israf edenleri sevmez (141). En âm içinden yük götürecekleri ve serilecekleri dahi vücûda
getiren O’dur, Allah’ın size merzuk kıldığı nimetlerden yiyin fakat şeytanın adımlarına uymayın, çünkü
o sizin için apaçık bir düşmandır (142). En âm çiftleriyle sekiz; koyundan iki, keçiden iki. ‘Bu’ de, ‘iki
erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi? Yoksa iki dişinin rahimlerinin müştemil olduklarını mı? Eğer
sâdıksanız bana bir ilim ile haber verin’ (143). Ve deveden iki, sığırdan iki; ‘bu’ de, ‘iki erkeği mi haram
kıldı, yoksa iki dişiyi mi? Yoksa iki dişinin rahimlerinin müştemil olduklarını mı? Yoksa Allah size bu
tahrîmi ferman buyururken şâhitler miydiniz?’ Artık öyle bi-gayri ilmin nâsı idlâl için uydurduğu yalanı
Allah’a isnad edenden daha zâlim kim olabilir? Her hâlde Allah zâlimler gürûhunu doğru yola çıkarmaz
(144). ‘Ben’ de, ‘bana vahy olunanlar içinde bu haram dediklerinizi yiyecek bir adama haram kılınmış
bir şey bulmuyorum, meğer ki şunlar olsun: Ölü yahut dökülen kan yahut hınzır eti ki şüphesiz bir
murdar yahut Allah’tan başkasının ismi anılmış sarih bir fısk, bunlarda da her kim muztar olursa diğer
bir muztarra tecavüz etmediği ve zarûret miktarını aşmadığı takdirde şüphe yok ki Allah Gafûr’dur,
Rahîm’dir’ (145). Yahudîlere her tırnaklıyı haram kıldık, bir de bunlara sığır ve en âmdan sırtlarında
olan veya bağırsakları üzerinde bulunan veya kemikle ihtilât eden kuyruk kısmından mâ adâ yağlarını
dahi haram kıldık, fakat bunu onlara bağyler yüzünden bir cezâ yaptık, şüphesiz Biz her hususta sâdıkız
(146). Bunun üzerine seni tekzîbe yeltenirlerse, de ki Rabbiniz bitmez tükenmez bir rahmet sâhibi,
fakat mücrimler gürûhundan O’nun be’si de reddedilemez (147). Müşrik olanlar diyecekler ki: ‘Allah
dilese idi ne biz müşrik olurduk ne atalarımız, ne de bir şeyi haram kılabilirdik’. Bunlardan evvelkiler
de böyle tekzib etmişlerdi, nihâyet azâbımızı tattılar. ‘Hiç’ de, ‘ilim denecek bir şeyiniz var mı ki bize
çıkarasınız? Siz sırf bir zan ardından gidiyorsunuz ve siz ancak atıyorsunuz’ (148). ‘İşte’ de, ‘hüccet-i
bâliğa ancak Allah’ın; evet, O dilese idi sizi hep birden şüphesiz hidâyete erdirirdi’ (149). ‘Haydin’ de,
‘Allah bunu haram etti diye şehadet edecek şâhitlerinizi getirin.’ Eğer gelir şehadet ederlerse sen onlarla
beraber şehadet etme, o âyetlerimizi tekzib edenlerin, o âhirete inanmayanların hevâlarına tâbi olma.
Nasıl olursun ki bunlar Rablerine başkasını denk tutuyorlar (150)”.
2 H -“”و ا ي ا א.
3 H: “hurmalar”.
Hak Dini Kur’an Dili 979
[2071] âyeti bunun daha umûmî surette bir beyânı demektir ki sâil ve
mahrûma verilecek bir hak olduğunu gösterir. Ma amâfîh bu âyetteki
hak, mutlak olduğu cihetle zekat emirlerine riayetle bu hakkın dahi îfâ
edilmiş olacağı6, yani bu emrin öşre dahi şâmil bulunduğu zâhirdir.
{ﺷﺎ ْ }و ِﻣ َﻦ
ً اﻻ َْﻧﻌَﺎ ِم َﺣ ُﻤﻮﻟَﺔ ً َوﻓَ ْﺮ َ “Cennât” üzerine ma tuftur. Evvelki âyette
harsın, bundan sonra da en âmın ale’l-ıtlâk hılli beyan olunuyor.
1 “…hem de onu büsbütün açıp saçma ki pişman olur, açık kalırsın.”
2 B: “olunmayıp”.
3 “Ve mallarında sâil ve mahrum için bir hak vardı.”
4 H, M ve B -“ ”ا.
5 “Ve onlar ki mallarında vardır bir hakk-ı mâlum, hem sâil için hem mahrum.”
6 M ve B: “olacağını”.
980 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
“hayır, sen söyle ben dinleyeyim” demiş idi.1 İşte hamûle ve ferş olarak
yaratılan ve ekilleri helâl kılınan en âmı îzah ile buyuruluyor ki:
{ }ﺛ َ َﻤﺎﻧِﻴَﺔ َ اَ ْز َوﺍ ٍجYani ber vech-i âtî sekiz eş yarattı ki { إﱁ... ِ ْ َﻀ ْﺄ ِن ا ْﺛﻨ ِ
َّ }ﻣ َﻦ اﻟ
“Zevc”, cinsinden bir diğeriyle beraber bulunan demektir ki bunlardan
her biri diğerine nazaran “zevc”, kendi kendine “ferd” tesmiye olunur. Ve
binâen aleyh “zevc” ikisinin değil, ikiden birinin diğerine nazaran ismidir.
İkisine birden “zevcân, zevceyn” denilir. Şu hâlde “zevc” tam mânasıyla
bizim “çift” dediğimiz değil, “eş”, yani bir çiftin her bir tekidir. Meselâ
“sekiz çift” dediğimiz zaman “on altı eş” anlaşılır. “Semâniyete ezvâc”
ise, âyette beyan olunduğu üzere ikisi koyun, ikisi keçi, ikisi deve, ikisi
sığır cinsinden olmak üzere erkek ve dişi dört çift2 fakat sekiz zevcdir.
Bu âyetlerde görülüyor ki “en âm” denilen bu ezvâc-ı semâniyenin hıllini
isbat ve tefhim için burada pek güzel bir tahrîc ve tenkīh-i menât usûlü
gösterilmiştir. Evvelâ ezvâc-ı semâniye diye bir ihsâ, sâniyen koyun ve
[2073] keçi ve ibil ve bakar olmak üzere dört cins mertebe-i mümâselet ve
mücânesetlerine göre ikişer ikişer tasnif, sâlisen her sınıf ve çiftten illet-i
hurmet olması muhtemil bulunan evsâf-ı zâtiyelerini zükûret veya ünûset
veya iştimâl-i rahm olmak üzere hasr ü istikrâ, râbi an bunların hiçbiriyle
hurmetin3 münasebet ve mülâyemeti vücûden veya ademen telâzümü,
deverânı, ıttırad ve in ikāsı olmadığını bi’l-bedâhe irâe ederek hiçbirinde
hilkaten illet-i hurmet bulunmadığını ve binâen aleyh ne erkeğinin ne
1 Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân, IV, 200; Begavî, Meâlimü’t-Tenzîl, III, 197-198; Ebû Hayyân, el-Bahru’l-
muhît, IV, 671:
ص فأ ا ئ אכ وכאن، و ّٰ ا אد ا ا،ا כאم و،م א אم ا
أ אא » כ: و ّٰ ا ّٰ ؟ אل ر ل ا א أ כ م א כאن آ אؤ א، א: אل، ا
ذכ ان ه أ ،כ وا אع א ه ا زواج ا א ا ّٰ א وإ א،و אس أ ا
ا أن و، أ ا כ أن ن ز،ا אث ا כ ان أم אئכ دون ر א כ ؟ أ ا
أن وإن ز،א ا ا כ ؛ ن אث أن و، ا إن وإن ز،א ؛ ن כ ر ا
כ نو ، وا وا ا ا כ وا أن و، وا אل ا אع אء ا כ وا
א، א؟« כ א כ و ن אو ن ، ذכ أو أ إ ا و، ذכ وأ إ
«כ ؟ א כ: » א א כ:אل א כ و ّٰ ا و وى أن ا. ّٰ כ ا أ ا:ا ّٰ אل ا اء أ، ا
.כ כ وأ:אل א כ
2 B +“ve”.
3 B -“hurmetin”.
982 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
dişisinin haram olmadıklarını isbat eylemiştir ki, işte ilm-i usulde tafsil
olunduğu üzere bir müctehidin kıyâs-ı fıkhî ile bi’l-ictihâd isbât-ı ahkâm
edebilmesinin esası da böyle tahrîc ve tenkīh-i menâttır. Bu usûl-i ilmî
bu âyetlerde böyle en güzel bir surette gösterildikten sonra hıll ü hurmet
mesâilinde yalnız bu aklî usûlün, yani kıyâsın kâfi olmayacağını ve kıyâsın
ilmî ve fıkhî olmak için menâtın, yani illetin her hâlde bir asl-ı sâbite ircâ
ve istinâdı1 lâzım geldiğini bu asl-ı sâbitin de başka bir mi yâr ile değil
ancak vahiy ile sâbit olabileceğini anlatmak için fasl-ı hitâb olmak üzere
şöyle buyuruluyor:
ِ ﻣﺎ َﻋ ٰ ﻃ ِ ِ
Yâ Muhammed, {َﺎﻋ ٍﻢ ﻳ َ ْﻄﻌَ ُﻤ ُﻪ ً َّ }ﻗُ ْﻞ َ ٓﻻ اَ ِﺟ ُﺪ ۪ َﻣٓﺎ اُو۫ َ ا َ َّ ُﻣ َﺤﺮde ki:
“Bana vahy edilmiş olanda taâm edecek kimseye haram kılınmış bir taâm
bulmuyorum, {ً ﻮن َﻣ ْﻴﺘَﺔ ُ َ }اِ َّ ٓﻻ اَ ْن ﻳancak yahut lâkin meyte olması A yani
َ ﻜ
tezkiyesiz olarak, Türkçesi ‘bismil’ olmayarak ölmüş bulunması ki kendi
kendiye ölene, münhanikaya, mevkūzeye, mütereddiyeye, natîhaya,
canavar yiyene hepsine şâmildir (Sûre-i Mâide’ye bak). {ﻮﺣﺎ ً ﻣﺎ َﻣ ْﺴ ُﻔً َ }اَ ْو د
Yahut dem-i mesfûh, dökülmüş kan olması A ki ciğere, dalağa ve zebihten
sonra damarlarda kalmış olan bakiyeye şümûlü yoktur. {ٍ}اَ ْو ﻟ َْﺤﻢَ ِﺧ ْ ۪ﻳﺮ
Yahut [2074] domuz eti olması { }ﻓَﺎِﻧ َّ ُﻪ رِ ْﺟ ٌﺲçünkü lahm-ı hınzır ricstir. A
Yani ale’l-ıtlâk necistir, pistir. Bu ta lîlden anlaşılır ki ne kadar pis şeyler
varsa hepsi evleviyetle haramdır. Ve haram oldukları zâhirdir. Nitekim
ﺚ َ ِ [ َو ُ َﺤ ّﺮِمُ َﻋﻠ َ ْﻴﻬِ ُﻢ ا ْﻟ َﺨﺒَٓﺎﺋel-A râf 7/157] âyetiyle bu, sûret-i umûmiyede tansîs
de edilmiştir. Ve bu suretle ﻓَﺎِﻧ َّ ُﻪ رِ ْﺟ ٌﺲilleti meyte ve dem-i mesfûhun
hurmetlerine de bi’d-delâle illettir. Sûre-i Mâide’de geçtiği vechile hamr
da ‘rics’ olduğu için bu ta lîlde müskirât dahi dâhildir. Bâlâda geçen َوذ َ ُروﺍ
ُاﻻِ ْﺛ ِﻢ َوﺑَﺎﻃِﻨَﻪ ْ َ[ ﻇ َﺎﻫِﺮ6/120] âyetinin mazmûnu da gösterir ki rics dahi zâhir
ve bâtın olmaktan e amdır. Binâen aleyh yalnız zâhiren pis olanlar değil
bâtınen pis olanlar da haramdır. {اﻪﻠﻟِ ﺑ ِ ۪ﻪ ّٰ ِ ْ َﻘﺎ اُﻫِ َّﻞ ﻟِﻐ ِ
ً }اَ ْو ﻓ ْﺴYahut bir fısk olması,
onunla Allah’ın gayriye haykırılmış bulunması müstesnâdır ki bunlar
haramdırlar.” Allah’ın gayrisine haykırılmış olmanın zâhiri Allah’ın
gayrisinin ismi zikr olunarak kesilenler demektir. Bununla beraber ﻘﺎ ِ
ً ﻓ ْﺴ
1 B: “isnâdı”.
Hak Dini Kur’an Dili 983
1 B -“onda da”.
Hak Dini Kur’an Dili 985
1 H: “hulf ”.
2 Âsım Efendi, Kāmus Tercemesi, I, 230-231.
3 B: “Şu hâlde serçe bi’l-ittifak zî zufurda dâhildir”.
4 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XIII, 171:
ت ا ِّ א ِع ِ ا ِ ْ ِ ِאد ِ ِ
ُ َ ت ا ْ َ َ ارِ ِح ِ ا ْ َ ِאد َوا ْ َ َ ا ِ َ آ ُ َن ا א آ ا א وا ا ا َ َ َو
َ َ
.אس َ ْ ا ِ
ه ِ َ َ ِ ا ِ
ه ِ َن ِ אد َ ِ َّ ا ر ُّ ا ِ ِ ُ و ِ ِ א ا و ب
ِ َ ِ
כ ْ ا و ع א ِ ا اع َ أ ِ ِ ُ : ِ ِ ْ َّ َو َ َ َ َ ا
ا
َ َْ َ ُّ ُ َ ّ َ َّ ُ ْ َ ُ ُ ُ َْ َ َ َّ َ َ ِ َ ّ ُ َْ ُ َْ
986 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 Ebû Hayyân, el-Bahru’l-muhît, IV, 676-677. Krş. Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 75:
ات ا ِ ّ ْ ِ َכא ْ ِ ِ ِ َوا َّ َ ِאم َو َ א َ َ ِ ِ ي أَ َ א ِ َ ُ ْ َ ِ َ ٍ َכא ْ ِ ّ َوا ْ َِو ِّز ُ ِ َ َذ َو:אد ُة َوا ُّ ِّ ُّي ِ ٍ
َ َ َ َ َאل ا ْ ُ َ َّ אس َو ُ َ א ٌ َوا ْ ُ ُ َ ْ ٍ َو
َ ْ
ِ ْ ِ ا א ُ و ِ אر ا:و َ َאل ا َّ א ُك ِ ْ ِ ا ْ ِ ِ ُ َ א ً و ُ ِ َ َ َ ا ا: ٍ و َ َאل ا َز. وا ْ אره ا אج،و َ ِ ِ א
ْ َ ُ َ َ َ َ َّ َ َّ َ ُ َّ ّ َ َّ َ ْ ُ ْ َ ُ َّ َّ ُ َ َ َ َ ْ َ
ا ُّ ُ ُ َא: ِ َ ُ ْ َو َ َאل ا.אب ِ َ ا ِّ א ِع ٍ َ اب َو ِذيِ و َّ ا ِ ٍ ِ ُכ ُّ ِذي ِ ْ َ ٍ ِ ا َّ ِ و ِذي א: ِ ْ و َ َאل ا ْ َכ. ِ ِ ِ ْ ِ ٌ ِ َ و
ُ ُّ َ ّ َ َ َ َ ْ َ ُّ َ َ َُ َ
ِ ِ ِ اب ِ ا ْ א ِ ُ ْ ا ا ِ ٍ ِ ِ ْ ِ َ ِ ا ْ א ِ ِ ْ ُ ُ ِ ِ ُכ ُّ ِذي א
َُ َ ُ َ ُכ ُّ َ א َ َ ُ َ ُ َ ُذو ُ ْ ٍ َو َ א: ٌ َ ْ َ َو َ َאل.אر ًة َ َ ْ ً ُ َ َ ّ ُ ّ َ
ِ و َّ ا َ َ َ َ َ
. ٍ َ א َ ُ أُ ْ ٌ ِ ْ َدا َّ ٍ أَ ْو َ ِאئ: َو َ َאل ا َّ َ ْ َ ِ ُّي. ٍ ْ ُ َ َ ا َ ُ َّ ِ ٍد ِ ََّن ا ْ َ َ َ ُذو:אش ُ َّ َّ َ َאل ا. ٍ َ ْ ِ ُذو
ُ ُْ
2 H +“gibi çatal tırnaklı olanlar”.
Hak Dini Kur’an Dili 987
1 H: “tecavüzkârlıklardan”.
988 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H: “meşiyyetullah”.
2 M: “bunlar da”.
3 H +“ve”.
4 H -“Nitekim”.
Hak Dini Kur’an Dili 989
1 H -“ ّٰ ”ا.
2 M: “hayrın”.
3 “Bir de müşrikler dediler ki: Allah dileseydi ne biz, ne atalarımız O’ndan başka hiçbir şeye tapmazdık
ve O’nsuz hiçbir şey tahrim etmezdik…”
990 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H -“da”.
2 B: “netâic-i”.
3 B: “kādirin”.
4 B: “yakabileceğini”.
Hak Dini Kur’an Dili 991
1 M ve B -“ü zararı”.
992 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
size göz, kulak, akl ü idrak ve ihtiyar vermiş, Kitap ve Resûl göndermiş
ٍ ﻜ ْﻢ ﺑ ِ َﺤ ۪ﻔ
ﻴﻆ ُ ِ ّﻗَ ْﺪ َﺟٓﺎءَ ُﻛ ْﻢ ﺑ َ َﺼٓﺎﺋ ِ ُﺮ ِﻣ ْﻦ َرﺑ
ُ ﻜ ْﻢ ۚ ﻓَ َﻤ ْﻦ اَ ْﺑ َﺼ َﺮ ﻓَﻠِﻨَ ْﻔ ِﺴ ۪ﻪۚ َو َﻣ ْﻦ َﻋ َِ ﻓَﻌَﻠ َ ْﻴﻬَﺎ ۜ َو َﻣٓﺎ اَﻧَﺎ ۬ َﻋﻠ َ ْﻴ
[el-En âm 6/104] buyurmuş, fiillerinizin fenalığını ve onları rızâ veya irzâ
ile hoşlanarak zevkinizle, kesbinizle ve binâen aleyh mes’ûliyeti, lezzeti ve
elemi [2086] size ait olmak üzere halk ettiğini ve bunun nihâyetinde bir
haşr u cezâ gününün geleceğini ve zâlimlerin felâh bulmayacağını anlatıp
bu ahkâm-ı hıll ü hurmeti beyan ve nihâyet ﻓَﺎِ ْن ﻛَﺬَّﺑُﻮ َك ﻓَ ُﻘ ْﻞ رَﺑُّﻜُ ْﻢ.ﻮن َ ُﺎدﻗِ َو ِﺍﻧَّﺎ ﻟ َﺼ
َ
۪
ﻣ ِ ﺮ ﺠ ﻤ ﻟ
ْ ا ِ
م ﻮ ﻘ
َ ﻟ
ْ ا ِ
ﻦ ﻋ ﻪ ﺳ ْ
ﺄ ﺑ ُّ دﺮ ﻳ ﻻَ و ۚ ٍ ﺔ ﻌ ِ
ﺍﺳو ٍ ﺔ ﻤ ﺣور ذ
َ ْ ُ ْ َ ُ ُ َ َُ َ َ َ َ ْ َ ُ [el-En âm 6/146-147] hitâbını tebliğ
ve sizin bunlara karşı tutunmak isteyeceğiniz bu istidlâlinizin butlânını
tefhim eylemiştir. Bir de hüccet-i ilâhiyenin kuvvet-i belâgatini anlamalı
ki siz bunun karşısında tutunacak, söyleyecek bir şey bulamıyorsunuz da1
Allah’a karşı yalnız O’nun meşiyyetiyle lehinize istidlâl ve ihticac etmek
istiyorsunuz, bu ise tamamen sizin aleyhinizde bir hüccettir. Bu cihetle de
hüccet-i bâliğa Allah’ındır. Çünkü “Allah dilese idi biz bu şirk ü tahrîmi
yapamazdık” demek, Allah’ın meşiyyetine karşı gelebilecek hiçbir meşiyyet
olmadığını itiraf etmektir. Bu ise Allah’ın şerîki olmadığını ve Allah’tan
başka bir mâbud, bir hâlık, bir hâkim-i mutlak bulunamayacağını ve
bütün şirk davalarının butlânını itiraf eylemektir. O hâlde siz bu istidlâl
ile şirk ü tahrîmin hakkiyetini isbâta kalkışmakta mütenâkızsınız. Kendi
davanızı nakz u ibtal ve tevhîdi isbat etmiş bulunuyorsunuz, sonra da
dönüp bununla şirki isbat ve tevhîdi nakz ettiğinizi zannedip Peygamber’i
tekzîbe kalkıyorsunuz. Binâen aleyh bu meşiyyet-i ilâhiye hücceti sizin
lehinizde değil tamamen aleyhinizde bir hüccet-i bâliğa-i ilâhiyedir.
Kezâlik şunu unutmamak lâzım gelir ki siz Allah’ın meşiyyetinin
tafsîlâtını, mâzî ve istikbâldeki tecelliyâtını, ta allukātını tamamen
bilemezsiniz, onu ancak O bilir ﺐ ِ ا ْﻟﻐَ ْﻴ2ـﺢ ِ ِ
ُ [ َوﻋ ْﻨ َﺪ ُه َﻣ َﻔﺎﺗel-En âm 6/59], ve
siz O’nun meşiyyetinden değil, kendi meşiyyetinizden mes’ulsünüzdür.
Ve Allah’ın rahmet-i vâsi asıyla bazı ef âlinizde size meşiyyet verdiği ve
sizin hakkınızda kendi meşiyyetinin bir kısmını sizin meşiyyetinize,
taleb ü kesbinize rabt u ta lîk eylediği ve ِﺎغ َو َﻻ َﻋﺎ ٍد ﻓَ َ ٓﻼ اِ ْﺛ َﻢ َﻋﻠ َ ْﻴﻪ ٍ َ اﺿﻄُﺮَّ ﻏَ ْ َ ﺑ ْ ﻓَ َﻤ ِﻦ
1 B -“tutunacak, söyleyecek bir şey bulamıyorsunuz da”.
2 H, M ve B: “ ” א.
994 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H: “de”.
Hak Dini Kur’an Dili 995
ﺎﻧﺎۚ َو َﻻ ﺗ َ ْﻘ ُﺘﻠُٓﻮﺍ ِ ِ
ً ُﻗ ْﻞ ﺗَﻌَﺎﻟ َْﻮﺍ اَ ْﺗ ُﻞ َﻣﺎ َﺣﺮَّمَ َرﺑُّﻜُ ْﻢ َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢ اَ َّﻻ ﺗُ ْﺸﺮِﻛُﻮﺍ ﺑ ِ ۪ﻪ َﺷ ْﻴ ًٔـﺎۜ َوﺑِﺎ ْﻟ َﻮﺍﻟ َﺪ ْﻳ ِﻦ ا ْﺣ َﺴ
ِ َق ﻧَﺤﻦ ﻧَﺮزﻗُﻜُ ْﻢ َو ِﺍﻳَّﺎﻫ ْﻢ ۚ َو َﻻ ﺗ َ ْﻘﺮَﺑﻮﺍ ا ْﻟﻔَﻮ
ﺍﺣ َﺶ َﻣﺎ ﻇ َﻬَﺮَ ِﻣ ْﻨﻬَﺎ َو َﻣﺎ ﺑَﻄ ََﻦ ۚ َو َﻻ ِ ِ
ُ ُ ُ ْ ُ ْ ۜ ٍ اَ ْو َﻻدَﻛُ ْﻢ ﻣ ْﻦ ا ْﻣ َﻼ
﴾ َو َﻻ ﺗ َ ْﻘ َﺮﺑُﻮﺍ١٥١﴿ ﻮن َ ُاﻪﻠﻟُ اِ َّﻻ ﺑِﺎ ْﻟ َﺤ ِّﻖ ۜ ٰذﻟِﻜُ ْﻢ َو ّٰﺻﻴﻜُ ْﻢ ﺑ ِ ۪ﻪ ﻟ َﻌَﻠَّﻜُ ْﻢ ﺗ َ ْﻌ ِﻘﻠ
ّٰ َﺗ َ ْﻘ ُﺘﻠُﻮﺍ اﻟﻨ َّ ْﻔ َﺲ اﻟ َّ۪ﺘﻲ َﺣﺮَّم
ﻂ َﻻ َ ََﻣﺎ َل ا ْﻟﻴَ ۪ﺘﻴ ِﻢ اِ َّﻻ ﺑِﺎﻟ َّ۪ﺘﻲ ﻫِ َﻲ اَ ْﺣ َﺴ ُﻦ َﺣ ّٰﺘﻰ ﻳ َ ْﺒﻠُﻎَ اَ ُﺷﺪَّ ُه ۚ َوﺍ َ ْوﻓُﻮﺍ ا ْﻟﻜَ ْﻴ َﻞ َوﺍ ْﻟ ۪ﻤﻴﺰ
ۚ ِ ان ﺑِﺎ ْﻟ ِﻘ ْﺴ
اﻪﻠﻟِ اَ ْو ُﻓﻮﺍ ۜ ٰذﻟِﻜُ ْﻢ َو ّٰﺻﻴﻜُ ْﻢ ِ ِ ﻧﻜَﻠِّﻒ ﻧ َ ْﻔ
ّٰ ﺎن ذَا ُﻗ ْﺮ ٰﺑ ۚﻰ َوﺑِﻌَ ْﻬ ِﺪ َ َﺎﻋ ِﺪﻟُﻮﺍ َوﻟ َْﻮ ﻛ ْ َﺴﺎ ا َّﻻ ُو ْﺳﻌَﻬَﺎ َوﺍذَا ُﻗ ْﻠ ُﺘ ْﻢ ﻓ
ً ُ ُ
اﻟﺴ ُﺒ َﻞُّ ﻮه ۚ َو َﻻ ﺗَﺘ َّ ِﺒ ُﻌﻮﺍ
ُ ﻴﻤﺎ ﻓَﺎﺗ َّ ِﺒ ُﻌً ﴾ َوﺍ َ َّن ٰﻫ َﺬا ِﺻﺮَﺍ ۪ﻃﻲ ُﻣ ْﺴﺘَ ۪ﻘ١٥٢﴿ ۙ ون َ ﺑ ِ ۪ﻪ ﻟ َﻌَﻠَّﻜُ ْﻢ ﺗ َ َﺬכ َُّﺮ
﴾١٥٣﴿ ﻮن َ ﻓَﺘَ َﻔﺮَّ َق ﺑِﻜُ ْﻢ َﻋ ْﻦ َﺳﺒ۪ ﻴﻠِ ۪ﻪ ۜ ٰذﻟِﻜُ ْﻢ َو ّٰﺻﻴﻜُ ْﻢ ﺑ ِ ۪ﻪ ﻟ َﻌَﻠَّﻜُ ْﻢ ﺗَﺘ َّ ُﻘ
{“ }ﻗُ ْﻞ ﺗَﻌَﺎﻟ َْﻮﺍ اَ ْﺗ ُﻞ َﻣﺎ َﺣﺮَّمَ َرﺑُّﻜُ ْﻢ َﻋﻠ َ ْﻴﻜُ ْﻢGeliniz” de, “size Rabbinizin asıl haram
kıldıklarını okuyayım.” A İbn Abbas hazretleri demiştir ki: Bu âyetler
o âyât-ı muhkemâttır ki kitapların hiçbirinde neshedilmemiştir. Bunlar
Benî Âdem’in hepsine haramdır. Ve ﺎت ُﻫ َّﻦ اُمُّ ا ْﻟ ِﻜﺘَﺎب ٌ َ’ﻣ ْﺤﻜَﻤdır
ُ [Âl-i İmrân
3/7]. Bunlarla amel eden cennete girer, etmeyen cehenneme. Ka bu’l-
Ahbâr da demiştir ki bu âyetler Tevrat’ın başlangıcıdır: اﻪﻠﻟِ اﻟﺮَّ ْﺣ ٰﻤ ِﻦ ّٰ ِ ْ ـــــــــ ِﻢ
اﻟﺮَّ ۪ﺣﻴ ِﻢ ُﻗ ْﻞ ﺗَﻌَﺎﻟ َْﻮﺍel-âyât… Bu suretle bütün şerâyi -i halk bunlar üzerinde
2
“fâhişe”den mütebâdir olan zinadır. Fakat “fevâhiş” diye cem îrâd edilmesi
zina kabîlinden olan her nevi ef âl-i şenî aya, yani lisânımız tâbirince her
nevi “fuhşiyyât”a şümûlünü ifade eder. Bundan dolayı bazı müfessirîn
bunu ale’l-umûm “ism” ( )اﰒile tefsir edip اﻻِ ْﺛ ِﻢ َوﺑَﺎﻃِﻨَ ُﻪ ْ [ َوذ َ ُروﺍ ﻇ َﺎﻫِ َﺮel-En âm
6/120] medlûlüne ircâ eylemiş ise de gerek âyetin siyâkı ve gerek rivayet
nokta-i nazarından bu mâna burada pek zâhir değildir. Ezcümle bunun
katl-i evlâd ile mutlakan katl-i nefs nehiyleri arasında zikri gösteriyor ki
bunda da bir katl mânası vardır. Yani fuhşiyyât, nefsinde bir cinâyet-i
azîme olmakla beraber bir de katl-i evlâd hükmündedir. Çünkü veled-i
zina helâke mâruzdur, emvât hükmündedir. Nitekim Resûlullah azl
hakkında bile اﳋَِﻔ ﱡﻲ ْ ﻚ اﻟْ َﻮأْ ُد ِ
َ ذﻟbuyurmuştur. Binâen aleyh fuhşiyyâtın gizli
4
1 B: “kalkmayınız”.
2 H: “yanaşmayınız”.
3 “Zinaya da yaklaşmayın, çünkü o pek çirkin…”
4 Müslim, Nikâh, 141; İbn Mâce, Nikâh, 61.
5 Bk. Dârimî, Hudûd, 2; Buhârî, Tefsîr, 5, Diyât, 6; Müslim, Kasâme, 25-26; Ebû Dâvûd, Diyât, 3;
Tirmizî, Fiten, 1.
Hak Dini Kur’an Dili 1001
Allah’ın ahidlerini îfâ ediniz; gerek Allah’ın size teklif etmiş olduğu
ahidleri, emirleri, nehiyleri ve gerek sizin Allah’a veya Allah nâmına
diğerlerine verdiğiniz ahidleri, nezirleri, yeminleri, akidleri sahih olan her
nevi ta ahhüdâtı tamamen yerine getiriniz. A Nakz-ı ahd de haramdır.
Görülüyor ki bu emirden müstefâd olan vücub ve zıddının hurmeti iman
ve amel hudûdunun şâmil olduğu her nevi evâmir ü nevâhî ile bütün
uhûda mütenâvildir. Binâen aleyh ُاﻻِ ْﺛ ِﻢ َوﺑَﺎﻃِﻨَﻪ ْ َ[ َوذ َ ُروﺍ ﻇ َﺎﻫِﺮel-En âm 6/120]
emri ve buraya kadar sebk eden ibâdât, hıll u hurmet vesâire ahkâmı
hep burada dâhildir. { } ٰذﻟِﻜُ ْﻢİşte bunları, bu teklifleri {}و ّٰﺻﻴﻜُ ْﻢ ﺑ ِ ۪ﻪ َ Rabbiniz
size tavsiye -ve ekîden emr- etti ki {ون َ ﻜ ْﻢ ﺗ َ َﺬכ َُّﺮ ُ َّ }ﻟ َﻌَﻠtezekkür edesiniz. A
Bunları iyice hatırınızda tutasınız ve zımnındaki derin muhteveyâtını
düşünesiniz de mûcebiyle amel eyleyesiniz. {ﻴﻤﺎ ً }وﺍ َ َّن ٰﻫ َﺬا ِﺻ َﺮﺍ ۪ ُﻣ ْﺴﺘَ ۪ﻘَ ve
[2097] işte bu, yani yukarıdan beri îzah edilegelen îmân-ı tevhid ile şu
iki âyette Allah’ın tavsiye ettiği bu evâmir ü nevâhî, bu ahkâm-ı aşere
Benim müstakīm olarak sırâtımdır; doğrudan doğru tuttuğum yolum,
caddem, esâs-ı dinim ve minhâcımdır. Bunun için {ﻮه ُ }ﻓَﺎﺗ َّ ِﺒ ُﻌsiz de buna,
bu Benim yoluma ittibâ ediniz {اﻟﺴ ُﺒ َﻞ ُّ }و َﻻ ﺗَﺘ َّ ِﺒ ُﻌﻮﺍ
َ ve müte addid yollara
gitmeyiniz; muhtelif dinler, mezhebler, bid at ü dalâlet olan türlü türlü
yollar arkasında dolaşmayınız ki { }ﻓَﺘَﻔَﺮَّ َق ﺑِﻜُ ْﻢ َﻋ ْﻦ َﺳﺒ۪ ﻴﻠِ ۪ﻪsizi fırka fırka
yapıp Allah yolundan dağıtmasın. A Müsned-i Dârimî’de dahi tahric
edildiği üzere İbn Mes ud hazretleri demiştir ki: “Resûlullah bize bir
hatt-ı müstakīm çizdi, bu rüşd yoludur’ dedi, sonra bunun sağından ve
solundan birçok hutût, çizgiler1 daha çizdi, bunlar da birtakım yollardır
ki her birinde bir şeytan vardır ona çağırır’ dedi, sonra da bu âyetleri
okudu.”2 Hâsılı Allah’a gidilir zannedilen birçok yollar vardır. Nitekim
اﳋََﻼﺋِ ِﻖ ِ اﷲ ﺑِ َﻌ َﺪ ِد أَﻧـَْﻔ
ْ ﺎس ِ “ اَﻟﻄﱠ ِﺮﻳﻖ إِ َﱃAllah’a yol mahlukātın enfâsı kadardır”, yani
ُ
o kadar çoktur denilmiş. Fakat bütün bunların içinde hakikaten Allah
1 M: “çizgileri”.
2 Dârimî, Mukaddime, 23:
،« ّٰ ا » ا:א אل א و ّٰ ا ّٰ א ر ل ا :אل ّٰ ا در ّٰ ا
א א ه »وأن ا ا ،« إ אن א כ ، » ه:אل א و א
.« ق כ اا و
Hak Dini Kur’an Dili 1003
yolu, Allah’a îsâl eden ve vaz -ı ilâhî olan, Allah ve resulleri tarafından
davet olunan hak yol, doğru yol bir tanesidir ki sâliklerini toplayan,
birleştiren, dağıtmayan, aldatmayan tevhid yoludur. Herhangi bir hususta
hak birdir, bâtıl çoktur. Gerçi her bir olan hak olmak lâzım gelmezse de
hak her hâlde birdir. Muhtelif zamanlarda, muhtelif mekânlarda hükm-i
hak tehallüf1 edebilir. Dün hak olan her zaman için hak olmak lâzım
gelmez. Garbdaki bir kimse için hak olanın şarktaki için de hak olması
iktizâ etmez. Ve bu suretle hak ta addüd eder gibi zannedilebilirse de
her birinde hükm-i hak birdir, ta addüd etmez. Şirk kökünden bâtıldır.
Sonra hiçbir zaman tehallüf2 ve tehavvül etmeyen ve edyân-ı münzelenin,
[2098] kütüb-i semâviyenin hiçbirinde neshedilmiş olmayıp hepsinde
emr ü tavsiye kılınmış olan birtakım ahkâm-ı asliye vardır ki bütün dinler
bu noktada ittifak eder. Ve işte bâlâda beyan olunan ahkâm-ı aşere de bu
kabîldendir. Ve bu âyet ile beyan olunuyor ki bu evâmir ve nevâhînin
ta alluku yalnız muhatablara muhtas değil, Hazret-i Peygamber’e dahi
şâmildir. Ve Resûlullah bunlarla müstemirren âmildir. Allah teâlâ’nın
öteden beri emr ü tavsiye ettiği bu ahkâm, Peygamber’in doğrudan doğru
tuttuğu yoldur. Ve Peygamber’in tuttuğu yol Allah yoludur.3 Ve Allah
yolunu bulmak isteyenler Peygamber’e ittibâ edip bunları tutmalıdır. Ve
bunun esası َﺷ ْﻴ ًٔـﺎ4 َﻻ ُ ْ ﺮِﻛُﻮﺍ ﺑ ِ ۪ﻪmedlûlünce tevhîd-i ulûhiyette ittifaktır. Bu
ittifak da Peygamber’e ittibâ ile hâsıl olur. Zira اﻪﻠﻟِ اَ ْو ُﻓﻮﺍّٰ َوﺑِﻌَ ْﻬ ِﺪemri ancak o
suretle tatbik edilir. Bu ahkâmı icrâ ve bunlardaki muharremâttan ictinab
eylemeyen, yani Allah’a şirk koşan veya ebeveynine kötülük eden veya
evlâdını öldüren veya fuhşiyyât yapan veya bi-gayri hakkın insan öldüren
veya yetim malına el uzatan veya ölçüyü, teraziyi denk ve tam tutmayan,
hukūk-ı gayra tecavüz eyleyen veya söz söylediği zaman adl ü haktan
ayrılan veya Allah’ın ahidlerini îfâ etmeyen veya Peygamber yoluna ittibâ
etmeyip türlü türlü yollara saparak tevhidden ayrılan kimseler tefrikaya
1 B: “tehâlüf ”.
2 B: “tehâlüf ”.
3 B -“Ve Peygamber’in tuttuğu yol Allah yoludur”.
4 H, M ve B: “ ّٰ ” א.
1004 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
düşer, perişan olurlar. { } ٰذﻟِﻜُ ْﻢİşte bunu; Peygamber yoluna ittibâ etmek
ve diğer muhtelif yollara ittibâ etmemek husûsunu {}و ّٰﺻﻴﻜُ ْﻢ ﺑ ِ ۪ﻪ َ Allah size
tavsiye etti ki {ﻮن
َ ﻜ ْﻢ ﺗَﺘ َّ ُﻘ
ُ َّ }ﻟ َﻌَﻠkorunasınız; fenalıklardan sakınıp tefrika ve
ihtilâftan kurtularak dâire-i tevhidde vikāye-i ilâhiyede bulunasınız. A
Çünkü ittifak ilâhî bir kuvvettir. Müttefik olanlar muhtelif olanlara dâima
galebe ederler. Fakat bâtılda ve fenalıkta ittifakın hükmü de serî u’z-
zevâldir. [2099] Hakīkī kuvvet hakta ittifaktır. Bu da Peygamber’e ittibâ
etmek ve bu esaslara tutunup dâima cihet-i vahdet taharrî eylemekle olur.
Evet, bunları böyle öteden beri tavsiye ettik:
ُ ِ ﻴﻼ ﻟ
ً ﻜ ّ ِﻞ َﺷ ْﻲ ٍء َو ُﻫ ًﺪى َو َر ْﺣ َﻤﺔ ً ﺎﻣﺎ َﻋﻠَﻰ اﻟ َّـ ۪ﺬ ٓي اَ ْﺣ َﺴ َﻦ َوﺗ َ ْﻔ ۪ﺼ
ً ﺎب ﺗ َ َﻤ ِ
َ َﻮﺳﻰ ا ْﻟﻜﺘ
َ ﺛُﻢَّ ٰاﺗ َ ْﻴﻨَﺎ ُﻣ
َ ﺎء َرﺑِّﻬِ ْﻢ ﻳُ ْﺆ ِﻣ ُﻨ
﴾١٥٤﴿ ۟ ﻮن ِ ٓ َﻟ َﻌَﻠ َّﻬ ْﻢ ﺑِﻠِﻘ
ُ
Meâl-i Şerîfi
Sonra biz Mûsâ’ya o kitâbı verdik ki güzel tatbik edene tamamlamak
ve her şeyi tafsil etmek ve bir hidâyet,1 bir rahmet olmak için, gerektir
ki onlar Rablerinin likāsına iman etsinler (154).
1 B +“ve”.
2 H ve B: “ederler”.
Hak Dini Kur’an Dili 1005
ِ ٓ ِ
ـﻤٓﺎ اُ ْﻧﺰِ َل
َ َّ ﴾ اَ ْن ﺗ َ ُﻘﻮﻟ ُﻮﺍ اﻧ١٥٥﴿ ۙ ﻮن ُ ﺎر ٌك ﻓَﺎﺗ َّ ِﺒ ُﻌ
َ ﻮه َوﺍﺗ َّ ُﻘﻮﺍ ﻟ َﻌَﻠَّﻜُ ْﻢ ﺗُ ْﺮ َﺣ ُﻤ َ َﺎه ُﻣﺒ
ُ َﺎب اَ ْﻧ َﺰ ْﻟﻨ
ٌ ََو ٰﻫ َﺬا ﻛﺘ
ِ ِ ِ ِ ٓ
َ ﺍﺳ ِﺘﻬِ ْﻢ ﻟ َﻐَﺎﻓ ۪ﻠ ِ ِ ِ
﴾ اَ ْو ﺗ َ ُﻘﻮﻟُﻮﺍ ﻟ َْﻮ١٥٦﴿ ۙ ﻴﻦ َ َﺎب َﻋﻠٰﻰ ﻃ َﺎﺋﻔَﺘَ ْﻴ ِﻦ ﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒﻠﻨَﺎ ۖ َوﺍ ْن ﻛُﻨَّﺎ َﻋ ْﻦ در ُ َا ْﻟﻜﺘ
ۚ ٌﺎب ﻟَﻜُﻨَّٓﺎ اَ ْﻫ ٰﺪى ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ ۚ ﻓَ َﻘ ْﺪ َﺟٓﺎءَﻛُ ْﻢ ﺑ َ ِﻴﻨَﺔٌ ِﻣ ْﻦ َرﺑِﻜُ ْﻢ َو ُﻫ ًﺪى َو َر ْﺣ َﻤﺔ ِ
ُ َاَﻧَّٓﺎ اُ ْﻧﺰِ َل َﻋﻠ َ ْﻴﻨَﺎ ا ْﻟﻜﺘ
ّ ّ
ِ ِ ّٰ ﺎت ِ َ ﻓَﻤَﻦ اَﻇْﻠ َ ُﻢ ِﻣﻤَّﻦ ﻛَﺬَّب ﺑِﺎٰﻳ
َﻮن َﻋ ْﻦ ٰاﻳَﺎﺗﻨَﺎ ُ ٓﺳﻮء َ ُﻳﻦ ﻳ َ ْﺼ ِﺪﻓ
َ ف َﻋ ْﻨﻬَﺎ ۜ َﺳﻨَ ْﺠﺰِي اﻟ َّ۪ﺬ َ ﺻ َﺪ َ اﻪﻠﻟ َو َ ْ ْ
﴾١٥٧﴿ ﻮن َ اب ﺑ ِ َﻤﺎ ﻛَﺎﻧُﻮﺍ ﻳ َ ْﺼ ِﺪ ُﻓ ِ ا ْﻟﻌَ َﺬ
{}و ٰﻫ َﺬا ِ
َ İşte bu da, bu Kur’an da {ﺎب ٌ َ }ﻛﺘbüyük bir kitaptır {ﺎه ُ َ}اَ ْﻧ َﺰ ْﻟﻨ
bir kitap ki onu Biz indirdik {ﺎر ٌك َ َ}ﻣﺒ
ُ bir kitap ki mübarek, feyz ü
bereketine nihâyet yoktur. {ﻮه ُ }ﻓَﺎﺗ َّ ِﺒ ُﻌBinâen aleyh buna ittibâ edin {}وﺍﺗ َّ ُﻘﻮﺍ َ
ve muhalefetten sakının ki {ﻮن َ }ﻟ َﻌَﻠَّﻜُ ْﻢ ﺗُ ْﺮ َﺣ ُﻤrahmetimize erebilesiniz. Biz
ِ ِ ِ
bunu indirdik ki {ﺎب َﻋ ٰ ﻃَٓﺎﺋﻔَﺘَ ْ ﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒﻠﻨَﺎ
ِ ِ ِ ٓ
ُ َـﻤٓﺎ اُ ْﻧﺰِ َل ا ْﻟﻜﺘ
َ َّ “ }اَ ْن ﺗ َ ُﻘﻮﻟُﻮﺍ اﻧkitap ancak
bizden evvelki iki tâifeye -Yehûd ve Nasârâ’ya- indirildi {ﺍﺳ ِﺘﻬِ ْﻢ ِ ِ
َ َوﺍ ْن ﻛُﻨَّﺎ َﻋ ْﻦ د َر
َ }ﻟ َﻐَﺎﻓِ ۪ﻠve şüphesiz biz onların tedrîsâtından kat iyyen gāfil idik, o kitâbın
nâtık olduğu ahkâm u me âriften bîhaber bulunuyorduk” demeyesiniz,
kıyamette böyle i tizar etmeyesiniz. A Yani bâlâda tavsiye edilen ahkâm-ı
1 B: “ba s”.
Hak Dini Kur’an Dili 1007
1 M ve B: “i’tiraz”.
2 H: “‘Gözetin’ de”.
1008 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
olan mevt veya azab melâikesinin gelmesine {ﻚ َ ُّ }اَ ْو ﻳ َ ْﺄ ِ َ َرﺑyahut Rabbinin
gelmesine A kıyamet kopup َو ۪ ٓ ءَ ﻳ َ ْﻮ َﻣ ِﺌ ٍﺬ ﺑ ِ َﺠﻬَﻨ َّ َﻢ.ﻔﺎ ًّ ﺻَ ﻔﺎ ًّ ﺻ َ ﻚ ُ َ ﻚ َوﺍ ْﻟ َﻤﻠ َ َُّو َﺟٓﺎءَ َرﺑ
ﺎن َوﺍ َ ّٰ ﻟ َﻪُ اﻟ ّ ِﺬ ْﻛ ٰﺮىُ َ ْ ِاﻻْ ﻳ َ ْﻮ َﻣ ِﺌ ٍﺬ ﻳَﺘَ َﺬכ َُّﺮmedlûlünce haklarında en son hükm-i
Rabbânînin zuhur etmesine {ﻚ َ ِ ّﺎت َرﺑِ َ }اَو ﻳ َ ْﺄ ِ ﺑَﻌﺾ ٰاﻳveya Rabbinin bazı
ُ ْ َ ْ
âyetleri gelmesine -ﺎء ِ ٓ ﺎر ً ِﻣ َﻦ اﻟﺴ َﻤ ﺠ ِ
ﺣ ﺎ ﻨ ﻴ ﻠ ﻋ ﺮ ِ
ﻄ َﻣ ﺎ ﻓ 8/32]1, َاﻟﺴ َﻤٓﺎء َ اَ ْو ُ ْ ِﻘ
َّ َ َ َ ْ َ ْ ْ َ َ [el-Enfâl َّ ﻂ
ً ﺖ َﻋﻠ َ ْﻴﻨَﺎ ﻛِ َﺴ
ﻔﺎ َ [ ﻛَ َﻤﺎ َز َﻋ ْﻤel-İsrâ 17/92] dedikleri vechile başlarına taş yağmak
2
medlûlü üzere be’sin iyânen görüldüğü böyle yeis zamanında iman kabul
edilmez ve hiçbir fâide vermez. İmanın makbul olması hâzır ve meşhûde
değil gayb u istikbâle ta alluk etmesinde, iyânî değil burhânî olmasında
ve istikbal için bir hayr kesbine imkân bulunacak kadar mukaddem
bulunmasındadır. Olacak olmaya başladıktan sonra inanmakta fâide
yoktur. Olacağa olmadan evvel inanmalı ki zararından kurtulmak için
işe yarayacak tedârükâtta bulunulabilsin5. Meselâ “bir gün gelecek ki
münkirlerin, yalancıların, kötülerin, mücrimlerin cezâsı verilecek, bir
gün gelecek ki alım satım olmayacak; dostluk, şefaat yapılmayacak, kimse
kimseden bir hayır görmeyecek” denildiği zaman, “öyle şey mi olur, hele
bakalım o gün gelsin de çaresine bakarız” deyip de inanmayan, inanıp
da öyle bir güne yarar bir hayır kazanmayan kimseler, o günün geldiğini
1 B: “meâl”.
2 H +“anlaşılır”.
3 B: “imanında”.
1010 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
Nitekim Mutezile böyle anlamışlardır. Hâlbuki mâna bu olsa idi َﻻ ﻳـَﻨـَْﻔ ُﻊ
ًﺖ ِﰲ اِﳝَﺎ َِﺎ َﺧ ْﲑا ِ
ْ َ ﻧـَْﻔﺴﺎً اﳝَﺎﻧـَُﻬﺎ َﱂْ ﺗَ ُﻜ ْﻦ َﻛ َﺴﺒdenilmek kâfi gelirdi. Binâen aleyh biz
kesb fıkrasında ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒ ُﻞkaydını itibara karîne görmüyoruz ve zâhir vechile
ıtlâkı üzere mülâhaza etmek lüzûmuna kāil oluyoruz. Ve öyle anlıyoruz
ki bu bazı âyâtın gelmesi kesb-i hayrı ale’l-ıtlâk imkânsız kılmayacaktır.
Meselâ maraz-ı mevtte olduğu gibi vâkı a tamam olmadan iman edip
kesb-i hayrın mümkin olduğu lahzada bulunabilecektir. Ve o hâlde bir
kafir o [2108] gün âyâtın zuhûru üzerine iman eder ve o iman ile bir
hayr kesbine imkân da bulabilirse ye’s ü be’s tamamen tahakkuk etmemiş
olduğundan bu imanın dahi menfaat verebilmesi melhuzdur. Yani
imanın makbul ve nâfi olabilmesi için her hâlde o imandan sonra bir
hayr kesbine imkân bulunmalıdır. Kıyamet alâmetleri gibi âyât-ı ye’sin
zuhûrundan evvel hâl-i vüs atte kabûl-i iman için mücerred imanı kesb
kâfi olabilecek, fakat o âyetlerin zuhûrundan itibaren iman için bilfiil
kesb-i hayr etmiş olmak da şarttır. Çünkü vakit daralmıştır. Çünkü
vâkı a1 tamam olunca be’s ü ye’s tamam olacak, hayra imkân kalmayacak
ve artık imanın da bir nef i olmayacaktır. Velhâsıl âyetteki birinci ﺖ ِﻣ ْﻦ ْ َٰا َﻣﻨ
ﻗَ ْﺒ ُﻞfıkrasında iman o günden mukaddem olmakla mukayyeddir. Lâkin
kesb-i hayr etmiş olsun olmasın imanı2 sâbık demektir. İkinci ٓ ۪ ﺖ ْ َاَ ْو ﻛَ َﺴﺒ
ﻳﻤﺎ ِ َﺎ َﺧ ْ ًﺍ َ ۪اfıkrasında ise iman kesb-i hayr ile mukayyeddir. Lâkin gerek
iman ve gerek kesb ِﻣ ْﻦ ﻗَ ْﺒ ُﻞolmakla mukayyed değildir. Îmân-ı sabıkla
kesb-i hayra muhtemil olduğu gibi, o günkü iman ile mümkin olduğu
takdirde kesb-i hayra dahi muhtemildir. Ve terdid bu iki mütekābil fıkra
beynindedir. Ve işte o gün bunların hiçbirisiyle ittisaf etmemiş bulunan
kimsenin imanı asla menfaat vermeyecektir. Kesb-i hayra mukārin îmân-ı
sabık kat iyyen makbul ve nâfi , sâbık olan îmân-ı mücerred veya kesb-i
hayra mukārin îmân-ı lâhıktan her biri de menfaatten hâlî kalmayacaktır.
ﺎل ذَرَّ ٍ َﺧ ْ ًﺍ ﻳ َ َﺮ ُه
َ [ ﻓَ َﻤ ْﻦ ﻳ َ ْﻌ َﻤ ْﻞ ِﻣ ْﺜ َﻘez-Zilzâl 99/7]3 Binâen aleyh iman ve kesb-i
1 B: “vakit”.
2 H: “îmân-ı”.
3 “Ki her kim zerre miktarı bir hayır işlerse onu görecek.”
1012 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
hayr önceden olmalı, ma amâfîh herhangi bir vâkı a-i mü’limenin alâimi
başlamış da olsa tamam olmadan ye’s-i küllîye düşmemeli, o zaman olsun
derhâl iman ile kesb-i hayra şitâb etmelidir. Meselâ kıyamet alâmetleri
zuhur etmeye başlamış da olsa henüz kopup bitmemiş ise iman ile amel-i
sâlihten sarf-ı nazar etmemelidir. Lâkin mukaddemâ imanı olmayanların
ve kesb-i hayra alışmamış bulunanların o gün bu imkândan da istifade
edebilecekleri1 [2109] çok meşkûktür. Hele küfr ü tekzîbi, dalâl ü
idlâli itiyad etmiş olanlar vâkı a tamam olup hiçbir şey yapmak imkânı
kalmayıncaya kadar iman ve hayra yanaşmaz, bunu da atlatacağız sanırlar.
Ondan sonra iman edecek olsalar da imanlarının bir menfaati olmak
ihtimâli kalmaz. Şimdi onlar bugün gelmeyecek zanneder ve geleceğini
ihbar ve iş âr eden âyâtullahı tekzîb ederler de âyât-ı vukū dan2 başka
hiçbir şeyi nazar-ı i tibâra almazlar amma her hâlde o gün gelecek ve
o âyetler de zuhur edecektir. Ey Resûl {ون َ اﻧﺘَ ِﻈ ُﺮ ٓوﺍ اِﻧَّﺎ ُﻣ ْﻨﺘَ ِﻈ ُﺮ
ْ “ } ُﻗ ِﻞmuntazır
olunuz, biz hiç şüphesiz muntazırız” de. A Yani “siz müşrikler o üç şeyden
dilediğinizi gözleyiniz ki ne beklediğinizi göresiniz. Biz mü’minler sizin
o fena âkıbetinizi görmek için onlara kemâl-i îmân ile muntazırız” diye
onları inzar ve mü’minleri tebşîr eyle. Fi’l-hakīka “Bedir”den itibaren bu
inzâr u tebşîrin tahakkuku görülmeye başlamıştır.
Her hâlde:
Meâl-i Şerîfi
Dinlerini tefrikaya düşürüp de şîʿa şîʿa olanlar var â, senin onlarla hiç-
bir alâkan yoktur, onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra o kendilerine ne
1 H +“de”.
2 B: “âyâtın vukū undan”.
Hak Dini Kur’an Dili 1013
ettiklerini haber verir (159). Kim [2110] bir hasene ile gelirse ona on
misli verilir, kim de bir seyyie ile gelirse ona ancak misliyle cezâ edilir
ve hiçbirine haksızlık edilmez (160).
1 B: “tefrika”.
2 B: “buyurmuştur”.
3 Bk. Sa lebî, el-Keşf ve’l-beyân, IV, 210-211. Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 145; Tirmizî, İman,
17/2641; Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 184:
: אل. أ ا ّٰ ور: ا د؟ כ ا أ ري، א أא: ّٰ ا ر אل: و אل زاذان أ
. أ ا ّٰ ور: ا אرى؟ כ ا أ ري. ا א، כ א ا אو إ وا ة، إ ىو ا
ا ّٰ ور: ق ها ؟ כ أ ري. ا א כ א ا אو إ وا ة، و ا:אل
... ا א ة ا אو إ وا כ א، ثو ق : אل. أ
1014 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H -“ve”.
2 H, M ve B: “ ”وا.
Hak Dini Kur’an Dili 1015
﴾١٦٢﴿ ۙ ﻴﻦ َ ب ا ْﻟﻌَﺎﻟ َ۪ﻤ ِ ﺎي َو َﻣ َﻤﺎﺗ۪ﻲ ِ ّٰﻪﻠﻟِ َر َ َﺻ َﻼﺗ۪ﻲ َوﻧُ ُﺴ ۪ﻜﻲ َو َﻣ ْﺤﻴ
ِ
َ ا ْﻟ ُﻤ ْﺸﺮِ ۪ﻛ
ّ َ ﴾ ﻗُ ْﻞ ا َّن١٦١﴿ ﻴﻦ
ِ ّٰ ﴾ ُﻗ ْﻞ اَﻏَﻴﺮ١٦٣﴿ ﻚ ُا ِﻣﺮت وﺍَﻧَﺎ ۬ اَ َّو ُل ا ْﻟﻤﺴﻠِ ۪ﻤﻴﻦ ِ
ب ُّ اﻪﻠﻟ اَ ْﺑ ۪ﻐﻲ َر ًّﺑﺎ َو ُﻫ َﻮ َر َ ْ َ ْ ُ َ ُ ْ َ ﻚ ﻟ َُﻪ ۚ َوﺑ ِ ٰﺬﻟ َ َﻻ َﺷ ۪ﺮ
ى ﺛُﻢَّ اِﻟٰﻰ َرﺑِّﻜُ ْﻢ َﻣ ْﺮ ِﺟ ُﻌﻜُ ْﻢ ِ
ۚ ﺐ ﻛُ ُّﻞ ﻧ َ ْﻔ ٍﺲ ا َّﻻ َﻋﻠ َ ْﻴﻬَﺎ ۚ َو َﻻ ﺗَﺰِ ُر َوﺍزِ َر ٌ وِ ْز َر اُ ْﺧ ٰﺮ
ِ ٍ
ُ ﻛُ ّ ِﻞ َﺷ ْﻲء ۜ َو َﻻ ﺗ َ ْﻜﺴ
ﻜ ْﻢ ُ ﻀَ ض َو َرﻓَﻊَ ﺑ َ ْﻌِ اﻻ َْر
ْ ﻒ َ ِ ﻜ ْﻢ َﺧ َ ٓﻼﺋ ُ َ﴾ َو ُﻫ َﻮ اﻟ َّ۪ﺬي َﺟﻌَﻠ١٦٤﴿ ﻮن َ ﻜ ْﻢ ﺑ ِ َﻤﺎ ُﻛ ْﻨ ُﺘ ْﻢ ۪ﻓﻴﻪِ ﺗ َ ْﺨﺘَﻠِ ُﻔ ُ ﻓَ ُﻴﻨَ ّ ِﺒ ُﺌ
ِ ِ ﺎت ﻟِﻴﺒﻠُﻮﻛُﻢ ۪ﻓﻲ ﻣٓﺎ ٰاﺗﻴﻜُﻢ ۜ اِن رﺑﻚ ﺳ ۪ﺮ ﻊ ا ْﻟﻌِﻘ
﴾١٦٥﴿ ﻴﻢ ٌ ﻮر َر ۪ﺣ ٌ ﺎب َوﺍﻧ َّ ُﻪ ﻟ َﻐَ ُﻔ ۘ َ ُ َ َ َّ َ َّ ْ ٰ َ ْ َ ْ َ ٍ ﻓَ ْﻮ َق ﺑ َ ْﻌ ٍﺾ دَ َر َﺟ
1 B +“bu”.
Hak Dini Kur’an Dili 1017
1 İbn Atıyye, el-Muharraru’l-vecîz, II, 370; Ebû Hayyân, el-Bahru’l-muhît, IV, 704. Krş. Semerkandî,
Bahru’l-ulûm, I, 500; Mâverdî, en-Nüket ve’l-uyûn, II, 196:
إ د א وا آ א وا ك א أ א ار: و ّٰ ا כ ا אش أ روي أن ا כ אر א ا
. ها ،א د אك وآ כ כ כ כ א و
Ebussuud, İrşâdü’l-akli’s-selîm, III, 207:
כ وإ א ا אא א א כ א אכ « إ א אو »ا ا: ن כא ا
א و אل أن ا سإ ا ول أي כ ن א ا א א ا رد א כ ما א אכ
א »و ر وازرة وزر أ ى« رد א א ذכ و آ و ار א כ ن ور א
. כ أ ى א ئ ا א أي
2 M ve B: “işi”.
1018 EN ÂM SÛRESİ - Hak Dini Kur’an Dili
1 H: “diğerinin”.
2 B: “temyiz”.
3 M: “yükseklerdekiler”.
Hak Dini Kur’an Dili 1019
1 H +“muhakkak”.