Professional Documents
Culture Documents
Azim Nural Turhan Uzun Versiyon
Azim Nural Turhan Uzun Versiyon
Tasavvuf kelimesi Sûf (yün) tan türemiştir. Zira, sûf, peygamberler tarihinde,
zühd,takvâ ve tevazuun sembolü olarak yer almıştır.
Enes b. Malik : “ Resul, bir kölenin bile davetine gider, eşeğe biner, sûf (yün)
giyerdi.” Sühreverdi ekliyor: “ Bunun içindir ki bazıları Hakk yolcularını bu dış
Hakk giysileri yüzünden sûfi diye anarlar.”
“Tasavvuf, nefsi Allah’ın isteği ile başbaşa bırakmaktır.” (Ruvaym bin Ahmed
ölm.303/915)
-1-
“Tasavvuf ıstıraptır. Bu yüzden rahat ve sükûnun bulunduğu yerde tasavvuf
olmaz.” ( Ebu Bekir Tamestani ölm. 343/954)
Tasavvuf buna “ölmeden önce ölün” diye bir cevap getiriyor. İşte bu yüzden
Tasavvuf “ bizi Yaratıc’ımız,esasımız, bütünümüzle daha bu dünyada temasa
getirmeyi” gaye edinmiştir.
Tasavvuf amelî bir mistizmdir. Allah’a varış, sadece düşünceyle değil, aynı
zamanda eylemle mümkündür. Varlığa ait sırların çözülüp,insan olgunlaşmasına
yarar hale gelmesi amel sayesinde mümkün olabilir.
Amel sadece ibadet olmayıp kast ve niyete bağlı tüm fiiller amel adını alır. Bu
yüzden kelamî imanla, tasavvufun amelî imanı arasında farklılık vardır.
Ebu Hayyan et.Tevhîdi insanı söyle tanımlar; “ Kalıbıyla kişi, benliğiyle zât,
ruhuyla cevher, aklıyla ilâh, tekliğiyle bütün, çokluğuyla fâni, ruhuyla bâki,
halden hale geçişiyle ölü, kemâl yönünden dinî, ihtiyaç bakımından noksan,
istek bakımından tam, varlığın özü, kendisinde her şeyden birşey bulunan ve
herşeyle ilgisi olan varlık”
-2-
Tîn suresi, 4.ve5. ayetlerinde şöyle buyurulur;
“ Yemin olsun, biz insanı en güzel, en mükemmel bir kıvamda yarattıktan sonra
onu düşüklerin en düşüğüne indirdik.
Bütün kâinat Yaratıcı’ya ibadet halindedir. Ancak insanın ibadeti, insan dışındaki
varlıkların aksine, seçim kullanan, iradî ibadettir.
“ Eğer günah işlemediyseniz, Allah sizi yok eder ve yerinize, günah işleyip,ondan
af dileyen bir başka toplum getirirdi.”
İnsanın tasavvuf disiplini altında yürüyüşünü ifade eden terim, sülûk kelimesi
ile ifade edilir. Yola koyulmak,yolu yürümek anlamına gelir ve varoluş noktasıyla
Kemâle eriş noktası arasında sürmektedir.
-3-
Nahl’Suresi 68-69. Ayetlerinde şöyle buyuruluyor;
Sülûk nefs ile ruh arasında bir mücadeledir. Nefs ve ruh aynı bütünün (benliğin)
iki parçası, iki kutbudur. Benliğin pozitif kutbuna ruh,negatif kutbuna nefs
diyoruz. Tasavvuf düşüncesinde nefsi öldürme değil, ıslah esastır.
“Ten candan, can da tenden gizli değil,ama kimseye canı görme izni
verilmemiştir.”Sûfiler nefsin, huy, özellik ve sıfatlarına ve bir yerde
zaafiyetlerine, nefsin hükümleri veya nefsin askerleri demişlerdir.Bunlar:
Nefsin bu zaafları Kûran’da tek tek ve çeşitli ayetlerde ele alınarak insanların
bunlardan ve özellikle aşırılıklardan sakınmaları öğütlenmiştir;
-4-
“Allah’a gelince en son dönülüp varılacak yerin güzelliği O’nun yanındadır”
(Ali İmran Suresi 14-15. Ayetler)
“ Hevasını tanrı edinmiş, Allah kendisini bir ilim üzerine şaşırtmış, kulağını,
kalbini mühürlemiş, gözüne de bir perde germiş adama Allah’tan başka kim
hidâyet verebilir? Hâlâ düşünmeyecek misiniz?” (Casiye Suresi 23. Ayet)
“ Affetmeyi esas al. İyiyi ve güzeli emret, cahillerden yüz çevir” (Araf Suresi 199.
Ayet)
Şems ise şöyle diyor: “ İnsan vardır ki hiçbir eksik yanı yoktur,ama kincidir. Bu
hal bütün hünerlerini örter, sonunda “ sana lanet olsun” hitabına müstahak
olur”
“ Dinde baskı, zorlama, tiksindirme yoktur. Gerçek şu ki, doğru bilgiye dayalı
eriş, bozuk bilgiye dayalı sapıştan, açık bir biçimde ayrılmıştır. Artık kim tağuta
(put) sırt dönüp, Allah’a iman ederse, o muhakkak ki en sağlam kulpa yapışmış
olur. Allah hakkıyla işitici,kemaliyle bilicidir.”(Bakara Suresi 256. Ayet)
“ Müminlerden sana uyanlara tevazu kanadını indir. Buna rağmen sana isyan
ederlerse, de ki: “ Ben sizin yapageldiklerinizden uzağım.” ( Şuara Suresi
215/216)
-5-
Tasavvufta sülûkün evreleri nefsin mertebeleri olarak gösterilmiştir. Bunlar:
1. Nefs-i Emmâre
Sûfiler’in bundan anladıkları şudur: Bedeni hazlara eğilimli,lezzet ve şehvette
emreden,kalbi süfli yöne çeken kuvvet.
2. Nefs-i Levvâme:
Levvâme, azarlayan, kınayan demektir. Bu mertebede nefs, önceki hayatına
yön vermiş olan “değerlerin” mânâsızlığını görüp, korkunç bir şüpheye
düşer. İbrahim Edhem,Gazâli, Yunus Emre, Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi
bütün sûfiler ruhlarında bu çileyi çekmişler, yaptıkları günahların fenalığını
anlayıp kendilerini kınamış ve pişmanlık duymuşlardır.
Bu tekrar halka iniş, son makamda görev halini alır. Bahâeddin Nâkşibend
(ölm.1389) “ Bizim tarikatımızda başlangıç sonda saklıdır “;
-6-
İslam’ın çirkin bulduğu şey, saplantı ve aşırılıktır.Maide Suresinin 87.
ayetinde şöyle buyruluyor: “ Ey iman edenler, Allah’ın size heâl ettiği temiz
ve güzel rızkları kendinize haram kılmayın. Fakat haddi de aşmayın. Çünki
Allah haddi aşanları sevmez.”
Bütün dinler için geçerli şu temel ilkeyi Hz. İsa “ Yemek için yaşamayın,
yaşamak için yiyin” şeklinde özetlemiştir.
Onsekizinci yüzyılın ünlü bir müfessir –Sûfisi olan Bursevî’ye göre “ İnsanların
çoğunun, varlığın özünü görmelerini engelleyen perdeleri çoğunlukla
tabiattan gelir. Asrısaadet’te bu perde çok ince idi. Çünkü, o günkü
insanların gıdaları genellikle süt,hurma ve sebzelerden oluşmaktaydı. Et ve
yağ yenmesi çok nadirdi. Bu ince perdeyi gitgide kalınlaştıran çeşit çeşit
gıdalar sonraları ortaya çıktı.”
-7-
Bazı besinlerin, besleyici özelliklerine rağmen insan şahsiyetine canlılık ve
çekicilik veren manyetik gücü tahrip edebildikleri, bazı besinlerinse besleyici
güçleri az olduğu halde sözü geçen gücü kuvvetlendirdikleri bilinmektedir.
Hemen bütün sûfîler özellikle etin yıkıcı tarafına dikkat çekerek: “ Kırk gün
üstüste et yiyenin kalbi kararır” demişlerdir.
Hz. Peygamber: “ Ben her gün yetmiş defadan çok istiğfar ederim.” buyuruken;
Şems-ı Tebrizî (ölm. 645/1247) “ İşe her gün baştan başlamak lâzımdır” diyor.
-8-
Affetmek yetkisi hak sahibinindir. Tövbe Allah haklarından doğan günahların
affına yarar.
Kur’ân-ı Kerim hidayete eren (doğru yola giren) kâmil insanın ebedi kurtuluşa,
felâh’a ermiş olduğunu buyurur (Bakara Sure’si 5. Ayet)
İnsanlığa ışık tutanlar, en önde giderek insanı hep ileri çekenler aynı zamanda
en büyük ıstıraplara maruz ve uyanık kalanlardır. Önden giden yalnız gider.
İmtihan : Kuran-ı Kerim hayatı bir imtihan, dünyayı bir imtihan alanı, sahip
olduğumuz imkanları da birer imtihan araçı olarak değerlendirir.
-9-
Fitne : ıstırabın belirlenişlerinden biridir. Fitne fetn’den gelir ve saf altını elde
etmek için madenin ateşe konulması anlamını taşır.
Benliğin zorluklara tahammülü diye tanımlanan sabırı “Şems “ şöyle tarif ediyor
ve yorumluyor:
Her şeyin Allah’tan geldiğini, her şeyin Allah’a gideceğine inanan, Allah’ın
iradesi dışında birşeyin gelmiyeceğini de bilir. Dert ve gamın da nihayet “hayır”
olan bir manası var demektir. Mümin bu yüzden dert ve gamı sabır ve
tevekkülle karşılar.
Tevekkül, Allah’ı vekil etmektir. Ancak Allah’ın bize hizmet etmesini istercesine,
tevekkülün tam tersi bir mânâya bağlanmak, imanı zedeler.
Ali İmran Suresi 159. ayetinde buyurulduğu üzere, tevekküle imkan doğması
için, kulun da gayret etmesi ve işe girişmesi gerekir.
“ Bir kere işe giriştin mi, Allah’a dayan, güven. Çünkü Allah kendine dayanıp,
güvenenleri sever.”
Tevekkül bir şuur hali doğurur, fiilin yerini tutmaz. Fiilde kararlı ve gayretli
olmak gerekir.
-10-
Bu erişe tasavvufta rıza denmiştir.
“ Âmeller içinde, sabrı geride bırakacak olan, yalnız rızadır. Rıza aynı zamanda
Allah sevgisinin de zirvesidir. “
- Elindekini paylaşmak,
- Başkalarınkini istememek, onlara heves etmemek,
- Şöhret ve itibar hevesini terk etmek.
Allah’a giden yolda adım atmayı zorlaştıran en büyük engel, ağır yük, mal ve
servettir. Onları insanların yararına sunmak ise Allah yolcusu için kanat olur.
-11-
Fakirlik bütün nebilerin ortak yanıdır. Bununla birlikte, bütün nebîler, fakirleri
hor gören zihniyet ve insanlarla mücadele etmişlerdir.
Kur’an-ı Kerim’e göre infak, insanın sahip olduğu maddi ve manevî şeylerden
ve imkânlardan vermesi, elinde olmayan şeylerden ve imkanlardan da vermeyi
gönlünden geçirmesidir.
“ Bir kimse, başka birini gerçekten sevdiğini iddia ederse, ondan delil istenir. O
delil ise bağışta bulunmaktır.”
İnfak, başkalarını düşünmek, onlara yardım etmektir. Îsar ise, kendinden önce
başkalarını düşünmek olarak tanımlanabilir. Muhammedî merhamet,
Muhammedi şefkat, yalnız başkalarını düşünmektir.
Goethe ( ölm. 1832) şefkatin en büyük temsilcisi Hz. Peygamber’i bir şiirinde
durmadan akan ve çevresine hayat ve bereket veren büyük nehire benzetir.
Goethe’nin bu ölümsüz şiiri Sadı Irmak’ın çevirisi ile şöyledir:
-12-
Sevinç sevinç berrak
Ve yıldız yıldızdır parlak
Bir dağ pınarı
Üstünde beyaz bulutların
Ve kuytusunda bir yeşil yamacın
Aziz ruhlar sallamış beşiğinde
Veda edip çocuk tazeliği ile bulutlara,
Rakseder gibi iner mermer kayalara
Haykırır sevincini semalara
Dağ geçitlerinde
Önüne katar renk renk çakılları
Ve bağrına basar kardeş pınarları
Çiçeklenir ayak bastığı yerler
Ve nefesiyle yeşerir çimenler
Yoldaşı olur şimdi ırmaklar
Ovaları doldurur gümüş ışıklar
Bir ses yükselir pınarlardan
“Kardeş ,ayırma bizi koynundan
Kollarını açmış bekliyor Yaratan
Yoksa bizi çölün kumları yutacak
Güneş kanımızı kurutacak
Kardeş !
Dağın Irmaklarını
Ovanın Irmaklarını
Hepimizi alıp koynuna
Eriştir bizi yüce Tanrı’na”
“Peki” der dağ pınarı
Kendinde toplar bütün pınarları
Ve haşmetle kabarır göğsü ve kolları
Ülkeler aşılır uğradığı yerlerde
Yeni şehirler doğar enginlerde
Kulenin alev zirvelerini
Ve haşmetli mermer saraylarını
Bırakıp arkasında
Yürür mukadder yolunda
Dalgalanır başının üstünde binlerce bayrak
Evlatlarını Tanrı’sına ulaştırarak
Karışır ilâhi ummana çoşarak.
-13-
Tarih boyunca insanlığa kan kusturmuş olan ırk, renk, bölge, sınıf üstünlüklerini
toptan reddeden İslamiyet, insanlar arası ilişkilerde tek üstünlük ölçüsü
tanımıştır : Değer üretmek, yani amel.
Gayret, dışta ve sosyal planda ise buna cihat, psikolojik ve mistik planda ise
buna mücahede, bilimsel planda ise ictihat diyoruz.
Kur’an ise başka terimlerle olmakla beraber bindörtyüz yıl önce bunu açıkca
söylemekteydi.
Varlığın ibadet faaliyetinden söz eden ayetler, bu faaliyet için daha çok tespih
tabirini kullanıyorlar. Tespih sözünün kökü olan “sebh”, su veya havada hızlıca
seyretmek demektir.
Yasin Suresi 40. Ayeti “ Yıldızların hepsi bir felekte yüzer, seyreder” buyuruyor.
Güneş sistemi ve onun küçültülmüş bir şekli olan atomdaki seyir ve faaliyet,
tespih kadar güzel hiçbir kelime ile ifade edilemezdi.
-14-
Zümer Suresi 75. Ayet “ Meleklerin, Rabb’lerine hamt ile tespih ederken, Arş’ın
çevresini kuşatmış halde olduklarını görürsün” buyuruluyor.
Bu yüzden kalbin ruhsal kirlerden arı tutulması kâinatın en çetin işidir ve bütün
dinler bunu sağlamak için uğraşmışlardır. Bu ayette çizilen tablo, bir merkez
nokta ile onun çevrsini dolanan bir çemberi düşündürüyor. Nitekim tasavvufta
bunun yankılarını görmek mümkündür. Zikir halkaları, ortada mürşit, çevrede
müridler, bu dairesel ontolojik düzenin - ki varlığın ibadet pozisyonudur
yeryüzünde temsilidir. -
“ Kutludur o er ki, “Hu” der demez dokuz felek, çevresinde tavâf etmeye
başlar.”
“ İnsan ruhsal boyutuyla yaratıcı realitenin bir parçası, fizik boyutuyla ise
gözlemlediğimiz fizik evreninin bir parçasıdır.”
İnsanın, yaratıcı ile ilişkisi, dua ve ibadetle oluyor. İbadetin özü duadır.
Bütün hayatı bir dua haline getirmek, kâinatın özüyle iç içe olmak demektir ki,
tasavvufun esas gayesi bunu sağlamaktan ibarettir.
-15-
Bunun içindir ki Sûfiler, sesleri kokuları, renkleri, oluş ve ölüşleriyle topyekün
kâinatı dua halinde seyredebilmişlerdir.
-16-
“Allah’ın Resulüne ilk vahiy uykuda, mutlaka gerçekleşen rüyalar şeklinde
olmuştur. Gördüğü her rüya sabah aydınlığı gibi apaçık ve apaşikar çıkar,
gerçekleşirdi. Daha sonra kalbine halvet sevgisi düştü.
Artık Hira dağındaki mağarada halvete çekiliyor; belirli bir süre orada ibadetle
meşgul oluyordu. Azığı bitince ev halkının yanına geliyor, sonra azık alıp tekrar
aynı yere dönüyordu. Nihayet birgün Hira’da bulunduğu sırada kendisine vahiy
geldi” ( İbr Hişam)
Kur’an-ın ilk cümlesi olan Besmele, Allah’ın iki sıfatından (Rahman ve Rahim)
yani sevgi ve sefkat kavramlarından oluşmaktadır.
İslam’da ümitsizliğe, korkuya yer yoktur. Bunula beraber hiç kimse için
ebediyyen kurtulmuş veya tamamen kaybetmiş diyemeyiz. Kur’an, ruh ve
madde planında tekâmülü bu incelikte gizlenmiştir.
“Bütün günahlardan beri olan bile korkar. Ama onun korkusu ilâhi gerçeklere
nüfuzdan kaynaklanır.”
Sûfîlere göre tüm yüceliğine rağmen, akıl Allah’a götürmez. Çekici belirilişlerine
bakarak aklı tek rehber kabul eden filozoflar ya Allah’a varamamışlar, veya
sonunda aşka teslim olmuşlardır. Bu noktada aşktan maksat, en geniş anlamıyla
hayat çoşkusu ve sevgidir.
Dinin esası ihlas (içtenlik) değil mi? Yani karşılık beklemeden sevmek. Mevlânâ
bu bağlamda şu sözleri ifade ediyor: “ Şu cihanda aşıkların beden ve
gönüllerinden başka hiç bir şey karşılıksız hareket etmez.”
-17-
Kutsal Kelâm “ Tanrı’dan gelen,O’nu ve O’nun iradesini açıklayan sözdür.
Kutsal Kel’am, kutsal özelliğini vurgulayan özel bir okuma tarzı sayesinde beyni
ve kalbi eşit ölçüde harekete geçirir.
Mevlevi semâı gibi derviş törenleri sonrasında uzun bir sedayla söylenen Hû
(sözcük anlamı O) “Yaratıcı Güç’e” O’nun sesine ve bereketine yaklaştırır.
Dinsel metinlerde belirli müzik ve retorik kuralları uygulanarak çok özel bir hava
yaratılır; örneğin: Türkçe ilâhi ve nefeslerde dördüncü mısraı tümüyle veya
vezin kalıbıyla tekrar eden dörtlükler ve nakaratları gösterebiliriz.
Nasır-ı Hüsrev’in büyük ilâhisinde “ Muhammed” ismi tam kırküç defa kafiye
olarak geçer. Özellikle Mevlânâ duygu dolu şiirlerinde “ Ruhum”, “Nerede ah
nerede”, “Gel gel” ve “Buraya buraya” yakarışlarını sık sık tekrarlar.
Kelâm ve bizatihi dil, özel bir şeydir.”Kelâm Tanrı’nın elçisidir.” (Nâsır-ı Hüsrev,
Divan)
Nasıl Musa, Mısırlılar büyüye itimat ettikleri için buna uygun olarak “ büyü”
mucizeleri göstermiş, İsa ise iyileştirmenin çok takdir topladığı bir kültürde
“Şifacı” olarak ortaya çıkmış ise, kudretli dillerine çok düşkün olan Arapların
arasından çıkan Muhammed Peygamber’in mucizesi dille ilgili olmuştur.
Ahmet Yesevi dinsel hikmet hakkındaki şiirlerini Türkistan’da, Yunus Emre ise
dokunaklı dinsel şarkılarını Anadolu’da kendi dillerinde terennüm etmişlerdir.
Aynı şekilde ve hatta daha güçlü olarak Hint - Pakistan altkıtası üzerindeki sûfi
etkisi görülür.
-18-
Peştucada Pir-i Ravşan : “dil kalbin dili olduktan sonra Tanrı her dili anlar”
inancını ifade eder. Mevlânâ’ya göre ise: “ Allah, âşık çobanın görünüşte
anlamsız ve saçma gelebilecek konuşmalarını yüksek ilâhiyat tartışmalarına
tercih eder.”
İslâm ve islâmi temalar aynı şekilde gezgin ve vaizler ve sûfiler kanalı ile
Keşmir,Gucerst Malezya, Endonezya bölge ve ülkeleri ile Tamil,Telugu ve
Malaya dillerinde de yaygınlaşmıştır.
Aynı durum Afrika’da yaygın bir ortak dil olan Svahili ve Hauso dilleri için de
geçerlidir.
Kelâm gerçekte İlâhi kökenli olduğu için, insanlar, onun içerdiği bütün olası
anlamları hakkıyla keşfedemeyeceklerdir. Bütünüyle anlaşılmış bir vahiy,
gerçek vahiy olamaz, zira İlâhi varlığın sırrına erişilemez.
Vahyin sırrını daha anlaşılır hale getirmenin bir yolu vahyin kaynağı olan
Tanrı’ya bir isim verme girişimidir. Bu isim İbranice deki YHVH gibi kutsal bir
şifre olabilir.
Mistikler ise İlâhi ismi gizleme eğilimindedirler Nasıl ki aşıklar, aşkın bir
gereğinin de maşukun ismini açıklamamak olduğunun farkındadırlar.
-19-
Sana bazen “Selvi” bazen Ay diyorum. Bazen de tuzağa düşmüş misk geyiği
diyorum… Şimdi söyle bana ey can! Hangisini tercih edersin? Kıskançlıktan
senin ismini gizleyeceğim! (Aynu’l – Kuzât Hemedâni)
İlahi isimler aynı zamanda etik niteliklere işaret eder ve onları içerirler:
El-Bâsîr Gören
El-Hakîm Hikmet sahibi, Herşeyi kuşatan
Er-Rahman Merhametli
El-Kerim Cömert
El-Cabbar Çok güçlü olan
El-Baki Bâki olan
Ed-Daim Daim olan
Bunun yanısıra, çocuklara doğum günü veya saati gibi burç işaretlerine dayanan
astrolojik isimler de verilmiştir.
Bazen de isimler Kuran’ın rastgele açılıp, çok anlamlı gelmese de göze ilk çarpan
sözcüğün seçilmesiyle belirlenmiştir.
Kur’an kendisini gaipten haber vermenin şaşmaz kaynağı olarak sunar. Harfleri
sayan ve değiştiren cifir ve vefk gibi kabalacı sanatlar geleceği bilebilmek için
yaygın bir biçimde kullanılmıştır.
-20-
Harflerin rakkamsal değerleri ve üç temel kökteki harflerin sıralanışını
değiştirme imkânı, uzmanlara araştırdıkları şeyleri bulmanın sayısız yöntemini
sunmuştur.
“O, odur ki, geceleyin sizi öldürür. Gün boyunca neler yapıp, neler kazandığınızı
bilir. Sonra, belirlenmiş süre işletilip tamamlansın diye, gün içinde sizi diriltir”
(En’am Suresi 60. Ayet)
“ Bir vakit Yusuf babasına şöyle demişti: “Babacığım ben rüyada onbir
yıldızla,güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ediyorlar gördüm” (Yusuf
Suresi 4. Ayet)
Bir insanın rüyasında gördüğü şey- Müslümanlara göre gerçektir; yeter ki rüya
doğru tabir edilsin.
Sıradışı bir sûfi olan Şiblî’nin (ölm. 945) Allah’ı rüyasında görme şerefine nail
olduğuna inanılır. Şiblî, Allah’a müfridi (sadece Allah’ı düşünen, taşkın, ölçüsüz)
olan Hallac’ın acımasızca öldürülmesine niçin izin verdiğini sormuş, “ Aşkımın
öldürdüğü kişinin diyeti ben olacağım” cevabı ile karşılaşmıştır.
-21-
İsra Suresinde (Sure 17:1) anlatılanlardan yola çıkarak geliştirilen semavî
yolculuk (isra,miraç) gibi Peygamber’le bağlantılı mitelojik motifler,sufîlerce
ruhun İlâhi huzura uçmasının bir işareti olarak anlaşılmıştır.
Pek çok dindar, ruh ve hayalgücü kuvvetli insan, yüzyıllar boyunca mitolojik
hikayeler dünyasını genişletmiş ve yaygınlaştırmıştır.
Mitler belirli bir zamanda bir olayı ele alırken, destanlar, efsaneler ve masallar
zamansal ilişkileri oldukça serbest kullanırlar ve umulan etkiyi meydana
getirmek için genellikle birbirleriyle ilişkileri olmayani fakat ustalıkla veya
dikkatsiz bir biçimde bir araya getirilmiş tarihsel şahsiyetleri birbirleriyle
bağlantılandırırlar.
-22-
Veli de bir gül yaprağını sütün üzerine koyarak cevap verir, ve elbette seveseve
kabul edilir.
İslâm’da din eğitiminde ana unsur ve yöntem bir bilimin veya sanatın
kurucusundan öğrencisine aktarılarak devam ettirilmesidir.
İnsandan insana öğretim biçimi olan bu yol, şeyh ile müriti arasında “ sohbeti”
ve “birlikte olmayı” gerektirir. Çünki insan yalnızca doğru yoldaki şeyhe yakın
olmakla gerçek sırrı anlamayı umut edebilir.
Basit bir metin olarak gözüken bir metnin gittikçe derinleşen anlamlarını doğru
bir biçimde anlamak, yalnızca mürşidin konuşmalarını ve sessiz davranışlarını
gözleyerek, sözlerini dinleyerek başarılabilir.
-23-
Şeyh Veliyullah Dihlevî “ Sûfilerin kitapları havass (seçkinler) için iksir, sıradan
mümin için zehirdir” derken, sülûku olmayan ( belirli bir yolda eğitilmemiş) bir
okurun, büyük bir olasılıkla sözcük ve simgelerin (şarap,aşk ve ittisal=birleşme,
bütünleşme) zahiri anlamlarda kalarak, onları göründükleri gibi kabul ederek
yalnış yola gireceklerini belirtmek istemiştir.
Halbuki sülûku olan okur ise, kelimelerin ve satırların arasındaki gizli anlamları
biraz olsun anlayacaktır.
Mürşid, meselâ “ bir fili bir kılla yakalamaya” çalışır, çünkü mistik tecrübe
zaman ve mekânın ötesinde olduğu için, yalnız zamana bağlı mantığın sınırlarını
reddeden bir takım ifadelerle anlatılabilir.
Mutasavvıf, zihni, içine ansızın çok miktarda suyun dolduğu bir kanala benzetip,
zihnin normal durumuyla bağdaşmayan bir takım şeyler söyler. Bu gibi, bilinçli
bir şekilde söylenen paradokslarla dolu ifadeler, müridi daha ileri anlama
düzeyine götürmeyi amaçlar.
-24-
Bazı sufîlerin kullandığı aykırı ve paradoksal imgelerin bütün mistik tecrübelerin
altında yatan ortak bir kökten kaynaklandığı da ihtimal dahilindedir.
Mevlâna’nın : ister okyanus, isterse küçük bir havuz olsun her çeşit suda
yansıyan ay “ kıssası buna dikkat çekici bir örnektir.
İkrarın, yani gerçek imanın daha uzun bir kalıbı, özellikle Nisa suresinin 136.
ayetinden olmak üzere, Kuran ayetlerinde ortaya çıkmıştır:
-25-
Kelâmın gerçekleştirme gücü vardır. Eski insanlar ( ve bir derceye kadar da
modern insan) hayırdua ve bedduanın, selâm ve emrin yarattığı sonuçlarda
görülebilen kelâmın sihirli gücünün farkındadırlar. Söz, iyileştirebildiği kadar,
yaralar da…
Mevlâna belki de kendisinin en nefis, aynı zmanda Allah’a aşık insan ruhunun
ideal tasviri olan mısra’ında şöyle terennüm eder:
Çok dua ettim, çok niyazda bulundum, o kadar ki bütün vücudum dua kesildi.
Bu sebeple yüzümü gören benden dua istiyor.
İslâmi diller, iyiliği dileyen, kötülüğü defeden sözlerle doludur: “ Allah bereket
versin”, “ Allah razı olsun”, “Elinize sağlık” , “ elleriniz dert görmesin”, “(sizi bize
getiren) ayağınıza sağlık,” “Allah göstermesin”, “ Sizlere uzun ömür “ v.b.
Yemin, sorumluluğu konuşana geri dönen bir tür bedduadır: yeminini ya da
kutsal ahdini ihlal eden cezalandırılır.
-26-
Yasin süresinin kırk kere okunması, bir velinin yüzüsuyu hürmetine doğmuş
çocuğa, o velinin adının konulması, çocuğunu türbesine “ satmayı” adamak, (Bu
çocuklara “ Satılmış adı verilir), mevlit okutmak, bir veya çok sayıda insanı
doyurmak, bir velinin türbesini süpürmek, sandukaların üstüne yeni bir örtü
getirmeyi adamak, horoz kesmek gibi pek çeşitli adak şekilleri vardır. Veliyle
adakla yapılan akti hatırlatmak için, ağaçlara, pençerelere küçük bez parçaları
asmak yaygın bir gelenektir.
Sözlü bir kurban olan dauya başlamadan önce, herhangi bir çağrıyla Tanrı’yı
davet etmek gerekir. İslam’da namazın, Allahuekber “ Allah her şeyden uludur”
tekbiriyle başlamanın dışında herhangi bir çağrı yoktur.
Tasavvufta ve Mevlânâ şiiri ile mevlevi ayinlerinde ney önemli bir rol oynar.
Neyzen ise İlahı çağıran birisidir.
Mevlânâ’nın ifadesi ile dinin özü olan Namaz, sözün kurbanıdır ve Allahu ekber
tekbiri getirilerek başlanır ve manası, “Allah’ım biz senin huzurunda kurban
olduk” tur. Kutsal faaliyet, abdestte olduğu gibi suyla veya yalnızca tövbeyle
olsun, temizlikle başlar.
-27-
Namaz, Müslümana kutsal zaman âlemine girildiğini hatırlatan ezanla ilân edilir.
İslâm genellikle bireyi, toplumun, Ümmet’in bütünleyici bir parçası sayan bir
dindir ve bu yüzden cemaatle namaz kılmak daha fazla takdir edilir.
Cemaatle namaz kılmanın toplumsal işlevi ile ilgili Muhammet İkbal’in şu sözleri
özellikle dikkat çekicidir: “Bütün gerçek namazların ruhu, toplumsaldır.
Münzevi insan bile, ıssız bir yerde Allah’ın dostluğunu bulmak ümidiyle
toplumunu terk eder. Topluluk ile birliktelik, normal insanın kavrayış gücünü
artıran, heyecanını derinleştiren ve iradesini kendi özel dünyasında bilinmeyen
bir noktaya kadar etkinleştiren psikolojik bir gerçektir. İslâmi ibadette belirli bir
yönün seçilmesi, cemaatte duygu birliğini sağlama anlamına gelirken, namazın
biçimi genel anlamda ibadet edenler arasında konum ve ırk üstünlüğü fikrini
yok etmeye yarar, toplumsal eşitlik duygusunu yaratır ve teşvik eder. Şayet
Güney Hindistan’ın mağrur aristokrat Brahmanı dokunulmazlarla hergün omuz
omuza durmak zorunda bırakılsaydı, özellikle hiçbir devirde görülmemiş ne
muhteşem bir mannevî devrim gerçekleşirdi.”
Akşam namazı vakti gelince, herkes ışığını yakar sofrasını kurar, ben de
gönlümde sevgilinin hayalini bulur, feryâd û figana başlarım.
Gözyaşlarımla abdest aldığımdan ötürü, namazım böyle âteşin olur!
Ezan sesi, mescidimin kapısına gelince, onu yakar yandırır!
Kıblemin yönü ne taraftadır ki, benim namazım kazaya kaldı!
Sana da daima kazada bir imtihan gelmededir!
Acaba Allah aşkıyla mest olanların namazı doğru mudur, sen söyle!
Zira, mest olan, ne zamanı bilir ne de mekanı !
Acaba bu kıldığım ikinci rekat mıdır, yoksa dördüncü rekat mı ?
Acaba hangi sureyi okudum? Çünki heyecandan dilim tutulmuştur !
Hakk’ın kapısını nasıl çalayım? Zira ben de ne el kaldı, ne de gönül !
Ben ben de değilim; benim elimi sen aldın, gönlümü de!…
Allah’ım ; bende hiçbir şey kalmadı: Hiç olmazsa bana güven ver, bir eman ver !
(D.No.2831)
-28-
Fatiha suresi, Kur’an’ın ilk suresi olup, el Hamdulillahi “ Hamd Allah’a
mahsustur” sözleriyle başlar. Madenler, bitkiler ve hayvanlar, lisan-ı halleriyle
Allah’a hamdederler; bu onların bizzat varlıklarıyla yaptıkları hamddir.
“Allah’ım ; ancak sana ibadet ederiz” demekle, bir şey dilemeye, lütuf istemeye
geldik; bizi, soğuk kış günlerinde, hazanlar içinde daha fazla bekletme!
Artık, zevk ve neşe kapısını aç!
(D. No.2046)
Bazı radikal sufîler, Allah’a mutlak teslimiyet ve tevekül kavramı üstünde ısrarla
durarak her şeyin ezelden takdir edilmiş olmasına inanarak, duanın hiçbir yararı
olmadığı görüşünü dile getirmişlerdir.
Onlara gör, sadece itaat eylemi olarak, namaz kılınabilir. Buna karşın, Kuran’ın
vaadinden kuşku duyan bu gibi sufîlere, pek çok Müslüman “ Bana dua edin,
Ben de duanızı kabul edeyim” (Mümin Suresi 60. Ayet) ve “ Ben kuşkusuz çok
yakınım, dua eden bana dua ettiği zaman duasına karşılık veririm.” (Bakara
Suresi, 186. Ayet) ayetlerini hatırlatmışlardır.
Serbest dua namazın sonunda yapılabileceği gibi, salat bittikten sonra oturup ya
Allah’ın herhangibir ismini ya da mürşidin verdiği bir virdi (Kur’an cüzü)
tekrarlayarak tespih çeken dindar insanlar sıklıkla görülebilir.
“Anma” veya “Yadetme” anlamına gelen ve özellikle sufîlerde adet olan “ Zikr”
etme adeti Peygamber zamanına gider ve Nisa Suresi’nin 103. Ayetin’deki “
Namaz dan sonra Allah’ı zikretmekten….” ve Ra’d Suresinin 28. Ayetindeki
“Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur” hükümleri ile bağlantılanır.
-29-
Zikir sesli ya da sessiz yapılabilir.
Zikir bütün bedene ve ruha nüfuz etmelidir. Sufîler, bedendeki manevi güç
merkezlerini yavaşça açmanın gelişmiş yöntemlerini öğrenmişlerdir.
Zikir, daima kalp aynasını terbiye etmenin bir aracı olarak kabul edilmiştir. Bu
kalp kolaylıkla dünyevi kaygıların ve düşüncelerin tozuyla örtülebilir; halbuki
sürekli zikir bu tozu ortadan kaldırır ve kalbi temizler. Böylece kalp, İlâhi ışığı
idrak edebilir ve İlâhi güzelliği yansıtabilir.
Mevlânâ İlâhi bir hediye olarak, duanın sırrın şu mısraı ile dile getirir:
Allah’ım ! yaptığım bu dua da senin ihsanın senin bağışındır. Bunu da bize sen
öğrettin, yoksa bu külhan gibi olan çöplükte, bu tende ne diye gül bahçesi
yeşersin. (M. II. 2450)
“Sessiz ol! Sakin ol! “ çağrısyla sona erer, çünkü o, İlâhi Sevgili ile olan sevgi dolu
deruni konuşmanın sırrını ifade edemezdi. Bunu yapabilmek için “ dilsizliğin
dilini” öğrenmek gerekir.
-30-
Çok eskilerden beri yazma işi bizatihi kutsal kabul edilmiş, yazma sanatıyla
uğraşanlar kendi aralarında bir sınıf oluşturmuşlardı. Onlar gizli ve kutsal
hikmetin muhafızlarıydılar.
Harflerin esrarı pek çok Müslüman düşünüre ilham vermiştir. Hatta harf
biçimleri ile insan biçimleri arasında şaşırtıcı ilişkiler icat etmişlerdir. İbnûl
Arabî’ye göre insanalr ortaya çıkmayı bekleyen “Yüce harfler” dir. İnsan bir
kalem veya baş hattat tarafından yazılmış harfler olarak tasavvur edilir.
Gönlüm bir sevgilinin elindeki kaleme döndü; bu gece Z harfini yazıyor, yarınsa
R harfini yazacak. ( Z,R zer altın kelimesini oluştururlar)
O, kalemi, rik’a, nesih (yazı türleri) ve daha başka yazılar yazmak için yontar;
Kalem ise ben de kimim ki der, ancak sana teslim olmuşum. Gâh kalemin
yüzünü karartır, gâh onu saçına sürer, gâh başaşağı tutar onu, gâh onunla iş
görür.
Bu sistemde elif = 1 ile başlayıp tek rakamları (9 adet), y=10 ile başlayan 100 e
kadar onlu sayılar (9 adet), k = 100 ile başlayan 1000 e kadar yüzlü sayıları
(9 adet)ve ğ (gayn) = 1000 olmak üzere bütün ondalık sistem, alfabenin 28
harfi ile karşılanır ve harfler önemli olayların tarihlerini vermek kehanette
bulunmak veya tarih düşmek için kullanılabilir.
Pek çok surenin başında gelen ve anlamları açık olmayan harf-i mukatta’ya çok
önemli roller atfedilmiştir. Bazen de bu harfler TH,Tâhâ (Sure 20: 1) ya da YS,
Yasin ( Sure 36:1) gibi Peygamber’in özel isimlerine işaret eden harfler, ya da
daha başka gizli kısaltmalar olarak görülmüşlerdir. HM ( Hâ-Mim) habÎbî
Muhammed, Sevgilim Muhammed” olarak okunduğu gibi…
-31-
Ya Rab, bizi Kuran zinetiyle süsle,
Ve bize Kuran’ın rahmetiyle lûtfet,
Ve bizi Kuran’ın şerefiyle şereflendir
Ve bizi Kuran şefaatiyle Cennet’e al
Ve bizi Kuran’ın şerefli hatırı için bu dünyadaki
her çeşit kötülükten ve ahret azabından kurtar…
Ya Rab, Kur’an’ı bize dünyada yoldaş
Kabirde samimi bir dost,
Kıyamet gününde bir arkadaş,
Sırat köprüsünde bir ışık,
Cennette refik, ateşe karşı bir perde ve koruyucu
Bütün iyi işlerde rehber kıl.
Rahmetin, şefkatin ve inayetinle!
Kutsal Kelâma olan saygıdan ötürü Mushaf, hâlâ güzelce sarılıp diğer herhangi
bir kitaptan daha yüksek bir yere konur. Okunduktan sonra öpülüp alna sürülür.
İlk Sufîlerden birinin Kur’an’ın tek bir ayetinde 7000 anlam bulması (çünkü Allah
sonsuz olduğu için sözlerinin de sonsuz anlamı olmalıdır) büyük bir olasılıkla
abartılı bir ifadedir; fakat sufîlerin vahye yönelik derin sevgilerinin kanıtı olarak
gösterilebilir.
-32-
Sûfîler, gerçek anlamı anlamak için sabır gerektiğini biliyorlardı; çünkü Kur’an,
Mevlânâ’nın da vaktiyle söylediği gibi , aceleyle duvağı kaldırılmak istendiğinde,
kendisini gizleyen bir geline benzer.
Kur’an çift yüzlü bir kumaştır. Bazı insanlar bir yüzünden hoşlanırken, bazıları
diğer yüzünden hoşlanır. Yüce Allah iki grubun da Kur’an’dan yaralanabilmesini
dilediğine göre, her iki yön de doğru ve gerçektir.
Nitekim bir kadının hem kocası hem de bebeği vardır; her birisi ondan farklı bir
biçimde zevk alır. Bebeğin zevki kadının göğsünden ve sütünden gelirken,
kocasının zevki öpmek, yatmak ve sarmakla gerçekleşir.
Sûfîler, özel bir takım ayetleri ve kısa sureleri Peygamber’le bağlantılı olarak
açıklamışlardır; bunu ise ya surelerin başında bulunan huruf-i mukattayı
Peygamber’in kutsal isimleri olarak anlayarak ya da Peygamber’in siyah saçına
(“Geceye yemin olsun”) veya aydınlık yüzüne (“ Sabah güneşine yemin olsun
ki”) işaret ettiği düşünülen Leyl ve Duhâ Surelerinin başındaki yemin sözlerinin
yorumlarında yapmışlardır.
Müteseffir Mukâtil’inki (ölm.765) gibi erken bir devirde bile Nur Ayetin’deki
“ Kandil “ Peygamber’in simgesi olarak görülmüştür. İlâhi Nur aleme onunla
yayılır.
-33-
Şiiler : güneş ve güneşin parlaklığında Muhammed’in simgesini; güneş izleyen
Ali’nin ; güneşi açığa çıkaran gündüzde Ali’nin oğulları Hasan Hüseyin’in ; güneşi
sarıp sarmalayıp örten gecede ise Ali ve ailesini hilafetten uzaklaştıran
Emevi’lerin simgesini görmüşlerdir.
Diğer taraftan sûfî düşünür Aynu’ı Kuzât Hemadâni (ölm. 1131) ise, güneşte
ezeli doğudan ortaya çıkan Nur’- u Muhammedi’yi görürken, ay, ebedi batıdan
ortaya çıkan Şeytan’ın “ kara ışığı”dır.
Bunula birlikte Kur’an’ı açıklamadaki akılcı yaklaşımlar hiç kuşkusuz modern Batı
İlminin gelişen etkisi altında, ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru daha önemli
hale gelmiştir.
Fazlur Rahman, Kur’an’ın bir fizik veya biyoloji ders kitabı olmadığını,tersine
temel konunun ahlak olduğunu akılda tutmak gerektiğine, bilimsel keşifler,
gittikçe artan bir hızla değişirken, ahlak yasasının değişmeden kaldığına işaret
etmiştir.
(AM No.70)
-34-
Camî , Mevlânâ’nın Mesnevi’sine “Farsça Kur’an” diyerek büyük önem
atfettiğini belirtir. Bu ifade belki de Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled’in “ Tanrı
dostlarının şiirleri. Kur’an sırlarının tefsirleri’dir” ifadesinden kaynaklanmış
olabilir. Gerçekten de Mevlânâ’nın lirik ve didaktik şiirinin büyük bölümü, eserin
ilham kaynaklı oluşunu yansıtır.
Hadis, fıkıh, Arapça Dil Bilgisine ilişkin geleneksel eserlerin önemi ve bunların
incelenmesi bazı düşünürlerce gözardı edilir. Bazı sûfîlerin fiilen yaptıkları gibi,
bir insan bütün kitaplarını yok edemez mi veya hepsini bir nehre atamaz mı?
Büyük Sûfîlerin çoğunun tıpkı Peygamber gibi ümmi olduklarını dile getiren
sayısız menkıbe, o sufîlerin bilgilerini kitaplardan değil, bütün bilgilerin ana
kaynağından, Allah’tan aldıklarını kanıtlar.
-35-
Güneş büzüldüğü zaman
Yıldızlar kararıp döküldüğü zaman
On aylık gebe develer başı boş bırakıldığı zaman
Vahşi hayvanlar bir araya toplandığı zaman
Denizler kaynatıldığı zaman
Nefisler çiftleştiği zaman
Ve sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza
“ Hangi günah yüzünden öldürüldü” diye
Defterler açılıp yayıldığı zaman
Gök sıyrılıp açıldığı zaman
Cehennem alevlendiği zaman
Cennet yaklaştırıldığı zaman
Her can ne yapıp getirdiğini bilir
(Her şeyin kaynağına ulaşmış ve ilâhi iradeyle birleşmiş velilerin tasviri. Mevlânâ)
-36-
Kaynaklar:
-37-