You are on page 1of 38

TASAVVUFTA KELÂM VE METİN

Konuya, tasavvufa genel bir bakış ve sûfıleri tanımlamakla girmek istiyorum.

Tasavvuf, sistemi ve içeriği itibari ile Kur’ansal ve Muhammedî’dir. İbn


Teymiye’ye göre : Allah’a sülûk edene fakir veya sûfi denilmiştir. Sûfi,fakir
yaşamayı şeref bilendir.

Tasavvuf kelimesi Sûf (yün) tan türemiştir. Zira, sûf, peygamberler tarihinde,
zühd,takvâ ve tevazuun sembolü olarak yer almıştır.

Enes b. Malik : “ Resul, bir kölenin bile davetine gider, eşeğe biner, sûf (yün)
giyerdi.” Sühreverdi ekliyor: “ Bunun içindir ki bazıları Hakk yolcularını bu dış
Hakk giysileri yüzünden sûfi diye anarlar.”

Sûf elbise, gerek Cahilliye devrinde ve gerekse İslâm’dan sonra daima


gurur,bencillik, zenginlik ve şımarıklığın belirtisi olarak kullanılan ipek elbiseye
mukabil kullanılmış, dindarlık ve tevazuun sembolü olmuştur.

İslâm aleminin muhtelif yerlerinde görülen ve sûfi dediğimiz insanların meşrep


ve mesleklerine bir ad bulmak ihtiyacından hareketle, sûfi kelimesinden
Tasavvuf kelimesi türetilmiştir.

Sûfiler sadece Hz. Peygamber’e uymayı ve dünya nimetlerine ilgi göstermemeyi


kendilerine şiar edinmişlerdir. Tasavvuf tarihi boyunca, hiç bir sûfi, feylesof diye
adlandırılmadığı gibi, hiç bir feylesofa da sûfi denmemiştir. Tasavvufun
kaynağında Platonizm’in etkileri yoktur ve bu iki sistem arasında amaç ve yapı
bakımından farklılıklar vardır.

“Tasavvuf, nefsi Allah’ın isteği ile başbaşa bırakmaktır.” (Ruvaym bin Ahmed
ölm.303/915)

“Tasavvuf ahlâktan ibarettir.” ( Ebu Bekir Muahmmed el Kettâni,ölm. 322/933)

“Tasavvuf sevgilinin kapısında - isterse insan bu kapıdan kovulmuş olsun –


çökmektir.“ ( Ebu Ali Ahmed en-Ruzbâri ölm. 322/933)

“Tasavvuf Hakk’a boyun eğmektir.”(Ebu’l Hasan Ali el-Müzeyyen ölm. 328/939)

-1-
“Tasavvuf ıstıraptır. Bu yüzden rahat ve sükûnun bulunduğu yerde tasavvuf
olmaz.” ( Ebu Bekir Tamestani ölm. 343/954)

Kur’an’ın bir çok yerinde “ sonunda bize döndürüleceksiniz, dönüş mutlaka


bizedir, dönüşünüz yalnız Allah’a dır” buyruluyor. Hz. Peygamber ise “ İnsanlar
uyumaktalar,ölünce uyanacaklar “ buyuruyor.

Ancak ölümün kaldıracağı perdenin arkasını bu dünyada iken görmek arzusu


çok güçlüdür.

Tasavvuf buna “ölmeden önce ölün” diye bir cevap getiriyor. İşte bu yüzden
Tasavvuf “ bizi Yaratıc’ımız,esasımız, bütünümüzle daha bu dünyada temasa
getirmeyi” gaye edinmiştir.

Kur’an ve Sünnet tasavvufun iki kaynağı olagelmiştir. Tasavvuf İslam


toplumunda şu üç ana görevi yerine getirmiştir:

- Bidatlara,(değişiklik,türevler),yani yabancılaşmalara karşı çıkış;


- Ruhsal yükselişi sağlamak
- Dini yayma faaliyetlerinde bulunmak.

Tasavvuf amelî bir mistizmdir. Allah’a varış, sadece düşünceyle değil, aynı
zamanda eylemle mümkündür. Varlığa ait sırların çözülüp,insan olgunlaşmasına
yarar hale gelmesi amel sayesinde mümkün olabilir.

Amel sadece ibadet olmayıp kast ve niyete bağlı tüm fiiller amel adını alır. Bu
yüzden kelamî imanla, tasavvufun amelî imanı arasında farklılık vardır.

Mutlak, bilinmek için değil, yaklaşılmak içindir. Bu da soyutu tassavur etmekle


değil, somutu yaşamakla olur. Bir sûfi müridine söyle diyor; “ Dikkat et, bütün
sermayen şu üç şeyden ibarettir: Zamanın, gönlün, nefsin.”

“ Ârifin dört kanadı vardır: Korku, ümit, aşk ve şevk.”

Ebu Hayyan et.Tevhîdi insanı söyle tanımlar; “ Kalıbıyla kişi, benliğiyle zât,
ruhuyla cevher, aklıyla ilâh, tekliğiyle bütün, çokluğuyla fâni, ruhuyla bâki,
halden hale geçişiyle ölü, kemâl yönünden dinî, ihtiyaç bakımından noksan,
istek bakımından tam, varlığın özü, kendisinde her şeyden birşey bulunan ve
herşeyle ilgisi olan varlık”

-2-
Tîn suresi, 4.ve5. ayetlerinde şöyle buyurulur;
“ Yemin olsun, biz insanı en güzel, en mükemmel bir kıvamda yarattıktan sonra
onu düşüklerin en düşüğüne indirdik.

Mevlâna varoluşumuzu şöyle özetliyor;

“İnsanoğlu önce cansızlardan zuhûr etti, sonra bitkilere geçti.


Yıllarca o fidanlardan bir fidan gibi yaşadı,
Çok farklı olan cansız halinden habersiz;
Bitki halden, hayvani hale geçince,
Bitki halinden hiçbirşey hatırlamadı,
Bitkiler âlemine duyduğu eğilimden başka,
Bilhassa İlkbahar ve çiçeklerin açtığı zamanda,
Yavruların annelerine olan meyilleri gibi,
Ve anne göğsüne olan meyillerin sebebini anlamadan…
Yine biliyorsunuz ki, ulu Yaratıcı,
İnsanoğlunu hayvanlıktan insanlığa çıkardı.
Böylece insan, iklimden iklime geçti;
Şimdiki gibi akıl, bilgi ve güç sahibi oluncaya dek,
Evvelki akıllarından hiçbir hatırası yoktur,
Şu andaki akıl durumu da değişecektir.

(İkbal, Mevlânâ’da naklen, Reconstruction)

Bütün kâinat Yaratıcı’ya ibadet halindedir. Ancak insanın ibadeti, insan dışındaki
varlıkların aksine, seçim kullanan, iradî ibadettir.

Bu bakımdan günah işleme gücü, insanın özelliklerinden birisidir. Günah


yapmamak üzere şartlanmış bir benliğin tekâmülü de söz konusu olamaz.
Melekler bu türden varlıklar olup, Melekler âleminde ilerleme sözkonusu
değildir.
Bir hadiste şöyle buyruluyor;

“ Eğer günah işlemediyseniz, Allah sizi yok eder ve yerinize, günah işleyip,ondan
af dileyen bir başka toplum getirirdi.”

İnsanın tasavvuf disiplini altında yürüyüşünü ifade eden terim, sülûk kelimesi
ile ifade edilir. Yola koyulmak,yolu yürümek anlamına gelir ve varoluş noktasıyla
Kemâle eriş noktası arasında sürmektedir.

-3-
Nahl’Suresi 68-69. Ayetlerinde şöyle buyuruluyor;

“Rabb’in Balarısına şöyle vahyetti; “Dağlardan evler edin, ağaçlardan ve


insanların kurdukları çardaklardan da … Sonra meyvelerin her türünden ye de
boyun bükerek, Rabb’in yollarına koyul ( sülûk et)”

Sülûk nefs ile ruh arasında bir mücadeledir. Nefs ve ruh aynı bütünün (benliğin)
iki parçası, iki kutbudur. Benliğin pozitif kutbuna ruh,negatif kutbuna nefs
diyoruz. Tasavvuf düşüncesinde nefsi öldürme değil, ıslah esastır.

Ten ve ruh iç içedir. Mevlana şöyle diyor;

“Ten candan, can da tenden gizli değil,ama kimseye canı görme izni
verilmemiştir.”Sûfiler nefsin, huy, özellik ve sıfatlarına ve bir yerde
zaafiyetlerine, nefsin hükümleri veya nefsin askerleri demişlerdir.Bunlar:

Şehvet : şiddetli arzu,arzulanan şey için atılmak


Hera : boş ve zararlı arzular
Lağv : boş ve luzümsuz söz
Gıtzat-kasvet : kalp katılığı
Hıkd-Gıll : kin
Husûnet : sertlik
Şuhh-Buhl : Hırs, cimrilik, alaycılık
İkrah : Baskı-zorlama-tiksindirme
Vefasızlık : İhanet
Gazap : öfke
Gayz : Gazabın başlangıcı
Zulüm : küfür,şirk,kötülük
Kibir : kendini başkalarından büyük sanmak
Gıybet-Zen-Tecessüs : arkadan çekiştirmek,ayıp aramak,meraklılık

Nefsin bu zaafları Kûran’da tek tek ve çeşitli ayetlerde ele alınarak insanların
bunlardan ve özellikle aşırılıklardan sakınmaları öğütlenmiştir;

“ Kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe,salma güzel atlara,


hayvanlara, ekinlere yönelen şehvet tutkusu insanlar için süslenip bezenmiştir.
Bunlar geçici – iğreti hayatın nimetidir.”

-4-
“Allah’a gelince en son dönülüp varılacak yerin güzelliği O’nun yanındadır”
(Ali İmran Suresi 14-15. Ayetler)

“ Hevasını tanrı edinmiş, Allah kendisini bir ilim üzerine şaşırtmış, kulağını,
kalbini mühürlemiş, gözüne de bir perde germiş adama Allah’tan başka kim
hidâyet verebilir? Hâlâ düşünmeyecek misiniz?” (Casiye Suresi 23. Ayet)

“ Affetmeyi esas al. İyiyi ve güzeli emret, cahillerden yüz çevir” (Araf Suresi 199.
Ayet)
Şems ise şöyle diyor: “ İnsan vardır ki hiçbir eksik yanı yoktur,ama kincidir. Bu
hal bütün hünerlerini örter, sonunda “ sana lanet olsun” hitabına müstahak
olur”

“ Nefslerinin hırsından korunanlara gelince, onlar kurtuluşa erenlerin ta


kendileridir” ( Haşr Suresi 4. Ayet)

“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi, alay etmeyi, ayıplamayı adet


edinen bir kişinin vay haline! Malı biriktirip saydıkça sayandır o. Ve o malın
kendisine ebedi hayat verdiğini sanandır o. Hayır! İş onun sandığı gibi değil.
Yemin olsun, cehemnneme atılacaktır o…”(Hümeze Suresi 1.-4. Ayetler)

“ Dinde baskı, zorlama, tiksindirme yoktur. Gerçek şu ki, doğru bilgiye dayalı
eriş, bozuk bilgiye dayalı sapıştan, açık bir biçimde ayrılmıştır. Artık kim tağuta
(put) sırt dönüp, Allah’a iman ederse, o muhakkak ki en sağlam kulpa yapışmış
olur. Allah hakkıyla işitici,kemaliyle bilicidir.”(Bakara Suresi 256. Ayet)

“Takva (günahtan sakınma) sahipleri, bollukta ve darlıkta infak


(beslenme,geçindirme) edenler, kin ve öfkelerini yutanlardır” (Âli İmran Suresi
134. Ayet)

“ Müminlerden sana uyanlara tevazu kanadını indir. Buna rağmen sana isyan
ederlerse, de ki: “ Ben sizin yapageldiklerinizden uzağım.” ( Şuara Suresi
215/216)

Şihabuddin Süğhreverdi (ölm. 632/1254) tasavufi ahlakın esası olarak, tevazuu


saymakta ve bunu,- kibirle, zillet ve pısırıklık arasındaki denge noktasına uymak
– olarak tarif etmektedir.

-5-
Tasavvufta sülûkün evreleri nefsin mertebeleri olarak gösterilmiştir. Bunlar:
1. Nefs-i Emmâre
Sûfiler’in bundan anladıkları şudur: Bedeni hazlara eğilimli,lezzet ve şehvette
emreden,kalbi süfli yöne çeken kuvvet.

2. Nefs-i Levvâme:
Levvâme, azarlayan, kınayan demektir. Bu mertebede nefs, önceki hayatına
yön vermiş olan “değerlerin” mânâsızlığını görüp, korkunç bir şüpheye
düşer. İbrahim Edhem,Gazâli, Yunus Emre, Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi
bütün sûfiler ruhlarında bu çileyi çekmişler, yaptıkları günahların fenalığını
anlayıp kendilerini kınamış ve pişmanlık duymuşlardır.

3. Nefs-li Mülhime : (ilham eden) Nefsin daha ileri aşamasıdır.


Âlemi ruhlar âlemi, sıfatları, cömertlik, ilim, kanaat, tevazu, sabır, hüzün,
ağlayış vs. dir.

4. Nefs-i Mutmainne : Necmuddin Kübra’nın deyişiyle “ Nefs İlahi Nur’la


aydınlanıp “Rabb’in dön hitabına yetenek kazanınca mutmainne
( gönlü,içi rahat) olur.

5.Nefs-i Raziye: Bu mertebede nefs Allah’tan razı olma sırrına ermiştir.

6. Nefs-i Marziye : Bu mertebede nefs, arınmayı gerçekleştirerek tekrar eski


alemine, halk arasına dönmeye başlamıştır.

7. Nefs-i kâmile : Kemale erme mertebesi. Halvet (yalnızlık,bir odaya


çekilerek ibadet) ve uzletle (halk ile görüşmeyip, bir kenara çekilerek
yaşama) başlayan mistik eğitim, sülûkun çeşitli aşamalarından geçtikten
sonra karşılıksız hizmetin eşiğine getirmektedir insanı. Tasavvufta bu
devreye Celvet denir ve Sûfizm’in esası demek olan Celvet, halk içinde
olmak, halkla hizmet halinde bulunmak demektir.

Bu tekrar halka iniş, son makamda görev halini alır. Bahâeddin Nâkşibend
(ölm.1389) “ Bizim tarikatımızda başlangıç sonda saklıdır “;

Halveti tarikatından Kuşadalı İbrahim ise “ Nihayet bidayete rücudur ve bu,


işin esasıdır” derler.

-6-
İslam’ın çirkin bulduğu şey, saplantı ve aşırılıktır.Maide Suresinin 87.
ayetinde şöyle buyruluyor: “ Ey iman edenler, Allah’ın size heâl ettiği temiz
ve güzel rızkları kendinize haram kılmayın. Fakat haddi de aşmayın. Çünki
Allah haddi aşanları sevmez.”

Bütün dinler için geçerli şu temel ilkeyi Hz. İsa “ Yemek için yaşamayın,
yaşamak için yiyin” şeklinde özetlemiştir.

İnsan, ruh ve beden beraberliğinden oluşan bir benliğe sahiptir. Ve ruhun


bedene, bedenin de ruha etkileri vardır. Bu ikili etkileme ve etkilenme
insanın kişilk ve karakteri üzerinde önemli sonuçlar meydana getirmektedir.

Bunu içindir ki Sûfiler beslenme meselesine tıbbi, psikolojik, hatta sosyo


ekonomik açılardan eğilmişlerdir.

Mistikler, gıdaları değerlendirmede tıbbın verileriyle asla yetinmemişlerdir.


Tıbbın çok değer verdiği gıdalar insan bünyesinden daha başka şeyler
bekleyen mistizm için hiç değer taşımayabilir ve hatta zaralı sayılabilir. Bir
gıdanın çalıntı olmasıyla kişinin kendi kazancının ürünü olması, tıp için hiçbir
farklılık taşımaz. Halbuki dinsel,tasavvufû ölçülere göre çalıntı gıda mideye
indirilen bir kor parçasıdır. (Bkz. Nisa Suresi 10. Ayet)

Çağımızın önemli bilgin ve düşünürlerinden Nobel sahibi Alexis Carrel’e göre


: “Mevcut bilgilerimiz henüz gıdaların zihinsel ve fizyolojik yapımız üzerindeki
kimyasal etkilerini tam olarak açıklığa kavuşturmaktan uzaktır. Bilinen birşey
varsa, aldığımız gıdaların zihin yapımız ve karakterimiz üzerinde, tıbbın
tesbitlerinin ötesinde etkiler yaptığıdır.”

Onsekizinci yüzyılın ünlü bir müfessir –Sûfisi olan Bursevî’ye göre “ İnsanların
çoğunun, varlığın özünü görmelerini engelleyen perdeleri çoğunlukla
tabiattan gelir. Asrısaadet’te bu perde çok ince idi. Çünkü, o günkü
insanların gıdaları genellikle süt,hurma ve sebzelerden oluşmaktaydı. Et ve
yağ yenmesi çok nadirdi. Bu ince perdeyi gitgide kalınlaştıran çeşit çeşit
gıdalar sonraları ortaya çıktı.”

-7-
Bazı besinlerin, besleyici özelliklerine rağmen insan şahsiyetine canlılık ve
çekicilik veren manyetik gücü tahrip edebildikleri, bazı besinlerinse besleyici
güçleri az olduğu halde sözü geçen gücü kuvvetlendirdikleri bilinmektedir.

Toksinli besinler, baharatlar, ekşiler, yaşlı hayvanların etleri birinci


kategoriye; meyveler hafif tatlılar,körpe etler, süt vs. ikinci kategoriye
girmektedir.

Hemen bütün sûfîler özellikle etin yıkıcı tarafına dikkat çekerek: “ Kırk gün
üstüste et yiyenin kalbi kararır” demişlerdir.

Bu konularda genel ölçüler vermek gerekirse;


- Gıda helal olmalıdır
- İnsanı semirtmeyen, göbek saldırmayan yiyecekler yemelidir
- Doğal yiyecekler tercih edilmelidir
- Genellikle az yemek yemelidir

Açlığın kurumsal ve farz kısmına oruç diyoruz. Sûfilerin benimsediği açlığın


kitlelere hitap eden şekli asgari kısmıdır. Burhanettin Tirmizi’ye (ölm.638/1240 )
göre: “ Oruçtan üstün bir kulluk yoktur. Bir kimse bütün kullukları yerine
getirse, fakat midesine doldurup uyusa, hiçbir yere ulaşamaz. Fakat orucu
gereğince gözetse, başka kulluklarda kusurlu olsa da bir yere erişir.”

Beden su ile temizlenir, gönül gözyaşıyla, Ruhumuzu yıkayan “ su” tövbedir.


“Bina için toprak, yaşamak için gıda neyse, Allah’a yükselmek için tövbe odur.”
(Sühreverdi)

Hz. Peygamber: “ Ben her gün yetmiş defadan çok istiğfar ederim.” buyuruken;
Şems-ı Tebrizî (ölm. 645/1247) “ İşe her gün baştan başlamak lâzımdır” diyor.

Tövbe, zamana, özellikle geçmişe mahkum olmadığımızı gösterir. Mevlânâ:


“ Geçmiş ve gelecek perdelerdir “ buyuruyor. Bu perdelerin arkası ancak
tövbeye sarılarak görülebilir.

-8-
Affetmek yetkisi hak sahibinindir. Tövbe Allah haklarından doğan günahların
affına yarar.

Kulların, insanların üzerindeki hakları, ancak o hakları sahiplerine ödemek ve


onlardan helâllık almak suretiyle af olunabilir. Kul hakları içinde en korkuncu,
kamu haklarıdır. Vergi kaçakcılığı, zekât vermemek bu cümledendirler.

- Kötü davranışlar için şiddetli pişmanlık duymak;


- Esas günaha götüren küçük sürçmeleri terk etmek;
- Eski günlere kesinlikle dönmemek;
tövbenin ana şartlarıdır.

Kur’ân-ı Kerim hidayete eren (doğru yola giren) kâmil insanın ebedi kurtuluşa,
felâh’a ermiş olduğunu buyurur (Bakara Sure’si 5. Ayet)

Felâha ermek için, engelleri aşmak perdeleri yırtmak ve bunları yaparken


gösterdiğimiz gayret ve karşılaşacağımız güçlüklere tasavvuf diliyle “ ıstırap”
diyoruz. Büyük ruhlar, zorluğa, ıstıraba; yaratılışca seviyesiz insanlar, zevk ve
refah yönüne giderler.

“Yaratıcı’nın doğrudan temsilcisi olacaklar, daima küller içinden fışkırır “


(Schuon, Understanding İslam,90)

“Cennet (sonsuzluk) zorluklarla,çilelerle, cehennem ise şehvetle donatılıp


kuşatılmıştır.” ( Dârimi,)

İnsanlığa ışık tutanlar, en önde giderek insanı hep ileri çekenler aynı zamanda
en büyük ıstıraplara maruz ve uyanık kalanlardır. Önden giden yalnız gider.

“Uyanık insan dertli insandır.” ( Mevlana ölm. 1273)

Istırabı çeşitli yönleriyle tanıtan deyimlere gelince:

Belâ : “ Allah kuluna belâyı istemeyerek verir,zorlayarak çektirir. Tıpkı hasta


sahibinin hastaya, babanın çocuğuna bir ilacı zorlayarak içirdiği gibi”
(Avr.b. Abdullah).

İmtihan : Kuran-ı Kerim hayatı bir imtihan, dünyayı bir imtihan alanı, sahip
olduğumuz imkanları da birer imtihan araçı olarak değerlendirir.

-9-
Fitne : ıstırabın belirlenişlerinden biridir. Fitne fetn’den gelir ve saf altını elde
etmek için madenin ateşe konulması anlamını taşır.

Ruhsal tekâmülünü gerçekleştirmemiş olanların “ateş” le eğitilmesini ifade


eden cehennem kavramı, gerek Kur’an-ı Kerim’de ve gerekse tasavvufî
literatürde büyük yer tutar.

Musibet sonsuzluk yolcusunun attığı bazı yalnış adımlardan doğan noksanları


gidermeye yarar.

Benliğin zorluklara tahammülü diye tanımlanan sabırı “Şems “ şöyle tarif ediyor
ve yorumluyor:

“ Sabrın mânâsı, işin sonunu gözlemek, sabırsızlığın mânâsı da işin sonunu


göremeyecek kadar kısa görüşlü olmaktır. İlk saf, daima işlerin sonunu iyi
görenlere kalır.”

Her şeyin Allah’tan geldiğini, her şeyin Allah’a gideceğine inanan, Allah’ın
iradesi dışında birşeyin gelmiyeceğini de bilir. Dert ve gamın da nihayet “hayır”
olan bir manası var demektir. Mümin bu yüzden dert ve gamı sabır ve
tevekkülle karşılar.

Tevekkül, Allah’ı vekil etmektir. Ancak Allah’ın bize hizmet etmesini istercesine,
tevekkülün tam tersi bir mânâya bağlanmak, imanı zedeler.

Ali İmran Suresi 159. ayetinde buyurulduğu üzere, tevekküle imkan doğması
için, kulun da gayret etmesi ve işe girişmesi gerekir.

“ Bir kere işe giriştin mi, Allah’a dayan, güven. Çünkü Allah kendine dayanıp,
güvenenleri sever.”

Tevekkül bir şuur hali doğurur, fiilin yerini tutmaz. Fiilde kararlı ve gayretli
olmak gerekir.

Sabır ve tevekkülü gerçekleştiren, feryat ve şikayetten kurtulup sükûnet ve


hoşnut olma devresine girecek ve sürekli huzura kavuşacaktır.

-10-
Bu erişe tasavvufta rıza denmiştir.

Abdulhavid b. Zeyd ( ölm. 177/793) rızanın değerini : şu ifadelerle ortaya


koyuyor:

“ Âmeller içinde, sabrı geride bırakacak olan, yalnız rızadır. Rıza aynı zamanda
Allah sevgisinin de zirvesidir. “

İnsan nedir, nereden gelmiş, nereye gitmektedir? Bu soruları cevaplamak


zühdün tanım ve çercevesini ortaya çıkarır.

Sonsuzluk yolcuları düşünüp taşınmışlar ve bu, oyalanmadan ibaret dünyaya


fazla yüz vermemeyi kararlaştırmışlar. Demişler ki, bunun nimetlerinden
sadece “ yaşayacak kadarı’nı alalım, fazlası musibettir.” Bu az şeye zehîd
dendiği için, bu yolu tutanlara zâhid ve bu yolun adına zühd demişler.

Zühdün unsurları şunlardır:

- Elindekini paylaşmak,
- Başkalarınkini istememek, onlara heves etmemek,
- Şöhret ve itibar hevesini terk etmek.

Allah’a giden yolda adım atmayı zorlaştıran en büyük engel, ağır yük, mal ve
servettir. Onları insanların yararına sunmak ise Allah yolcusu için kanat olur.

Şems-i Tebrîzî bunu şöyle ifade ediyor:

“ Nasıl ki Aksaray’a giderken bir köprüden geçilecektir; Hakk’a giden yolun


köprüsü de önce malını saçmaktır.”

Kur’an, tek başına fakirlik veya zenginliği ne kutsar ne de yerer. Fakirlik,


zenginlik ölçüsü asla kullanılmamıştır. Esas olan, insanın kendi sonsuzluğuna ve
insanlığa hizmetidir. Bu yüzden tasavvufta fakr, “ Sen her şeye sahip olduğun
halde, hiçbir şeyin sana sahip olmaması” diye tanımlanmıştır.

-11-
Fakirlik bütün nebilerin ortak yanıdır. Bununla birlikte, bütün nebîler, fakirleri
hor gören zihniyet ve insanlarla mücadele etmişlerdir.

Allah’a imanın en güçlü belirtilerinden biri de nimet ve imkânları, başkalarının


yararına seferber etmektir. Buna cömertlik diyoruz. Hırsların, kinlerin ve
merhametsizliklerin paslatamadığı gönüller, berraklıklarını cömertlik şeklinde
dışa vururlar.

Cömertlik, tasavvufun kullandığı eğitici ve erdirici araçların en mükemmelidir.


Çünkü insandaki, iğretiye tapmayı besleyen hırsı, o kırmaktadır. Hırsı kırmak
için vermek lazımdır. Az veya çok; zengin veya fakirken. Miktar madde
meselesidir. Asıl olan verebilme gücüne ulaşmaktır.

Kur’an-ı Kerim’e göre infak, insanın sahip olduğu maddi ve manevî şeylerden
ve imkânlardan vermesi, elinde olmayan şeylerden ve imkanlardan da vermeyi
gönlünden geçirmesidir.

Şemsi Tebrîzî bu hususu şöyle dile getiriyor:

“ Bir kimse, başka birini gerçekten sevdiğini iddia ederse, ondan delil istenir. O
delil ise bağışta bulunmaktır.”

İnfakın varlığı, fert ve toplumlar için kurtuluş, mutluluk ve huzur belirtisidir.


İnfak, kâmil insanı tanımada ölçüdür.

İnfak kavramının yanısıra, Îsar ve Muhammedî şefkat kavramları da vardır. Bu


kavramlar arasındaki esas farkı şöyle özetleyebiliriz;

İnfak, başkalarını düşünmek, onlara yardım etmektir. Îsar ise, kendinden önce
başkalarını düşünmek olarak tanımlanabilir. Muhammedî merhamet,
Muhammedi şefkat, yalnız başkalarını düşünmektir.

Goethe ( ölm. 1832) şefkatin en büyük temsilcisi Hz. Peygamber’i bir şiirinde
durmadan akan ve çevresine hayat ve bereket veren büyük nehire benzetir.
Goethe’nin bu ölümsüz şiiri Sadı Irmak’ın çevirisi ile şöyledir:

-12-
Sevinç sevinç berrak
Ve yıldız yıldızdır parlak
Bir dağ pınarı
Üstünde beyaz bulutların
Ve kuytusunda bir yeşil yamacın
Aziz ruhlar sallamış beşiğinde
Veda edip çocuk tazeliği ile bulutlara,
Rakseder gibi iner mermer kayalara
Haykırır sevincini semalara
Dağ geçitlerinde
Önüne katar renk renk çakılları
Ve bağrına basar kardeş pınarları
Çiçeklenir ayak bastığı yerler
Ve nefesiyle yeşerir çimenler
Yoldaşı olur şimdi ırmaklar
Ovaları doldurur gümüş ışıklar
Bir ses yükselir pınarlardan
“Kardeş ,ayırma bizi koynundan
Kollarını açmış bekliyor Yaratan
Yoksa bizi çölün kumları yutacak
Güneş kanımızı kurutacak
Kardeş !
Dağın Irmaklarını
Ovanın Irmaklarını
Hepimizi alıp koynuna
Eriştir bizi yüce Tanrı’na”
“Peki” der dağ pınarı
Kendinde toplar bütün pınarları
Ve haşmetle kabarır göğsü ve kolları
Ülkeler aşılır uğradığı yerlerde
Yeni şehirler doğar enginlerde
Kulenin alev zirvelerini
Ve haşmetli mermer saraylarını
Bırakıp arkasında
Yürür mukadder yolunda
Dalgalanır başının üstünde binlerce bayrak
Evlatlarını Tanrı’sına ulaştırarak
Karışır ilâhi ummana çoşarak.

-13-
Tarih boyunca insanlığa kan kusturmuş olan ırk, renk, bölge, sınıf üstünlüklerini
toptan reddeden İslamiyet, insanlar arası ilişkilerde tek üstünlük ölçüsü
tanımıştır : Değer üretmek, yani amel.

Tanrı – insan arası ilişkilerde ise üstünlük ölçüsü takvadır.


( günahtan kaçınma, kendini gözetme)

“ Allah katında en seçkininiz, kötülüklerden en çok korunanızdır.”


(Hucurât Suresi 13. Ayet)

Kur’an-I Kerim, insanın zorluklar ve zahmetler içinde yaratıldığını söylüyor.


(Beled Suresi 4. Ayet)

Bu güçlük ve çileleri yenerek hedefe varmaya azmetmiş insan, büyük cihat


içindedir.

Gayret, dışta ve sosyal planda ise buna cihat, psikolojik ve mistik planda ise
buna mücahede, bilimsel planda ise ictihat diyoruz.

Kur’an ve hadis, nefsle mücâhedenin zirve, yani Kemal noktası olduğunu


gösteriyor.

Ruhsal tekâmül bu cihadın ürünüdür. İlim, bu günün modern atom anlayışıyla


herşeyin hareket halinde olduğunu fark ve tesbit etti.

Kur’an ise başka terimlerle olmakla beraber bindörtyüz yıl önce bunu açıkca
söylemekteydi.

Fakat o günün insanına “ Bir toplu iğnenin ucunda milyonlarca küçültülmüş


güneş sistemi seyretmektedir” denilseydi, acaba nasıl karşılanırdı ?

Varlığın ibadet faaliyetinden söz eden ayetler, bu faaliyet için daha çok tespih
tabirini kullanıyorlar. Tespih sözünün kökü olan “sebh”, su veya havada hızlıca
seyretmek demektir.

Yasin Suresi 40. Ayeti “ Yıldızların hepsi bir felekte yüzer, seyreder” buyuruyor.
Güneş sistemi ve onun küçültülmüş bir şekli olan atomdaki seyir ve faaliyet,
tespih kadar güzel hiçbir kelime ile ifade edilemezdi.

-14-
Zümer Suresi 75. Ayet “ Meleklerin, Rabb’lerine hamt ile tespih ederken, Arş’ın
çevresini kuşatmış halde olduklarını görürsün” buyuruluyor.

Arş’ın mikrokozmozdaki karşılığı kalptir.

Bu yüzden kalbin ruhsal kirlerden arı tutulması kâinatın en çetin işidir ve bütün
dinler bunu sağlamak için uğraşmışlardır. Bu ayette çizilen tablo, bir merkez
nokta ile onun çevrsini dolanan bir çemberi düşündürüyor. Nitekim tasavvufta
bunun yankılarını görmek mümkündür. Zikir halkaları, ortada mürşit, çevrede
müridler, bu dairesel ontolojik düzenin - ki varlığın ibadet pozisyonudur
yeryüzünde temsilidir. -

Zikir aynı zamanda bu düzeni, iç dünyamızda da kurmayı hedef almıştır. Zikri


tam gerçekleştiren sûfi, bütün varlığın ses,renk,koku,ışık halinde Allah’ı tespih
ettiğini duyar. Merkez sûfinin gönlüdür. İkbal, Câvidnâme’de şöyle diyor:

“ Kutludur o er ki, “Hu” der demez dokuz felek, çevresinde tavâf etmeye
başlar.”

Toynbee’nin şu sözleri de dikkat çekicidir:

“ İnsan ruhsal boyutuyla yaratıcı realitenin bir parçası, fizik boyutuyla ise
gözlemlediğimiz fizik evreninin bir parçasıdır.”

İnsanın, yaratıcı ile ilişkisi, dua ve ibadetle oluyor. İbadetin özü duadır.

Yaratıcı’yla münasebet, hal, gönül ve yaşama işidir. O duyulur anlatılmadan,


müşahede edilir, gösterilmeden. Saf gönül, temiz benlik O’nu bahar çiceklerinin
kokularını duyduğu gibi duyar ve sezer.

Kur’an, istisnasız bütün varlıkların hareket ve davranışlarına dua diyor. Hayat,


cansız varlıklardan, bitkilere; bitkilerden hayvanlara; hayvanlardan insana ve
oradan da Allah’a uzanan muhteşem bir dua sergiler.

Bilimsel ve düşünsel faaliyetler, duanın en gelişmiş, en kutsal şeklidir.

Bütün hayatı bir dua haline getirmek, kâinatın özüyle iç içe olmak demektir ki,
tasavvufun esas gayesi bunu sağlamaktan ibarettir.

-15-
Bunun içindir ki Sûfiler, sesleri kokuları, renkleri, oluş ve ölüşleriyle topyekün
kâinatı dua halinde seyredebilmişlerdir.

Refah ve mutluluğumuzu ve imkânlarımızı başkalarıyla paylaşmak en


mükemmel dua olarak Kur’an-ı Kerim’de yer almış bulunuyor.

“Rabb’inin sana lütfettiği nimetlere gelince; onlara şükret”


(Duhan Suresi 11. Ayet)

“ Hakikaten insan hırslı ve sabırsız yaratılmıştır. Kendisine hoşlanmadığı bir hal


musallat olunca feryat eder; bir hayır ve bolluk elde edince de cimrileşir”
(Meâric Suresi 19-21. Ayetler)

Duayla birlikte kader kavramına da değinmek gerekir. Kur’an-ı Kerim’e göre,


kader geniş bir dairedir ve tabiat kanunları anlamındadır.

Kaderin değişmediği bu geniş anlamda, dairenin sınırlarını zorlayamıyacağımız


anlamını taşır. İlahî ve kesin hüküm bu sınırlara ilişkindir. Dairenin içinde kalmak
şartıyla - ki zaten dışına çıkamayız - bir kaç yön ve birkaç fiil içinden birinin
doğuşuna yol açabiliriz.

Dua, bu çerceve içinde bazı değişimleri imkan dahiline sokabilir. Bu noktayla


kaderin değişmezliğini birbiriyle karıştırmamak gerekir.

Dua ve tefekkür tür ve şekillerinden en önemlisi halvet olup; yalnızlık,


dervişlerin ibadet için tek başlarına bir odaya çekilip tefekküre dalmaları ve dua
etmeleri anlamındadır.

İnsanlığın en büyük yaratıcı hamleleri bireyin ruhunda ve yalnızlıkta


mayalanmış, en büyük eserler yine birey tarafından ve yine inzivada vücuda
getirilmişlerdir.

Gazalî’nin İhya’sı, Mevlâ’nın Mesnevi’si, Dante’nin İlâhi Komedya’sı böyle


doğmuştur. Nitzsche, ölümsüz eseri, “ Zerdüşt böyle Dedi” yi İsviçre dağlarında
Sils Maria tepelerinde “zümrüt inziva” dediği yalnızlığında yarattı.

“ Nasıl ki Yaratıcı en mükemmel tecellisini insan kalbinde buluyor, insan da en


mükemmel tecellisini halvette bulur” (İbn Arabi)

-16-
“Allah’ın Resulüne ilk vahiy uykuda, mutlaka gerçekleşen rüyalar şeklinde
olmuştur. Gördüğü her rüya sabah aydınlığı gibi apaçık ve apaşikar çıkar,
gerçekleşirdi. Daha sonra kalbine halvet sevgisi düştü.

Artık Hira dağındaki mağarada halvete çekiliyor; belirli bir süre orada ibadetle
meşgul oluyordu. Azığı bitince ev halkının yanına geliyor, sonra azık alıp tekrar
aynı yere dönüyordu. Nihayet birgün Hira’da bulunduğu sırada kendisine vahiy
geldi” ( İbr Hişam)

Kur’an-ın ilk cümlesi olan Besmele, Allah’ın iki sıfatından (Rahman ve Rahim)
yani sevgi ve sefkat kavramlarından oluşmaktadır.

İslam’da ümitsizliğe, korkuya yer yoktur. Bunula beraber hiç kimse için
ebediyyen kurtulmuş veya tamamen kaybetmiş diyemeyiz. Kur’an, ruh ve
madde planında tekâmülü bu incelikte gizlenmiştir.

Sûfilerin sözünü ettikleri korku konusunda Avn b. Abdullah şöyle diyor:

“Bütün günahlardan beri olan bile korkar. Ama onun korkusu ilâhi gerçeklere
nüfuzdan kaynaklanır.”

Seyl b. Abdullah Tüsteri’ye göre (ölm. 283/896):

“ Korku erkek,ümit dişi. İmanın sırrı bu ikisinden döllenmiş.” Hiçbirini atamayız.


Yoksa hayatımız kısır kalır. İlke mükemmel konulmuştur: Kul, korkuyla ümidin
tam ortasında olmalıdır.

Sûfîlere göre tüm yüceliğine rağmen, akıl Allah’a götürmez. Çekici belirilişlerine
bakarak aklı tek rehber kabul eden filozoflar ya Allah’a varamamışlar, veya
sonunda aşka teslim olmuşlardır. Bu noktada aşktan maksat, en geniş anlamıyla
hayat çoşkusu ve sevgidir.

Dinin esası ihlas (içtenlik) değil mi? Yani karşılık beklemeden sevmek. Mevlânâ
bu bağlamda şu sözleri ifade ediyor: “ Şu cihanda aşıkların beden ve
gönüllerinden başka hiç bir şey karşılıksız hareket etmez.”

Yaratıcı’ya duyulan sevgi ve aşkın yanısıra gerek Kur’an-ı Kerim ve gerekse


hadisler, Ana- babaya sevgi saygı ile Ehlibeyt’e ( Hz. Muhammed’in yakınları)
sevgi ve saygı üzerinde de önemle dururlar.

-17-
Kutsal Kelâm “ Tanrı’dan gelen,O’nu ve O’nun iradesini açıklayan sözdür.

İlâhi Kelâm, insan kelâmından önce gelir:

İlâhi : “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim” hitabına, müstakbel insanlar


“Rabb’imizsin, buna tanıklık ederiz” diye cevap vermişlerdi. (Arat Suresi 7/172)

Kutsal Kel’am, kutsal özelliğini vurgulayan özel bir okuma tarzı sayesinde beyni
ve kalbi eşit ölçüde harekete geçirir.

Mevlevi semâı gibi derviş törenleri sonrasında uzun bir sedayla söylenen Hû
(sözcük anlamı O) “Yaratıcı Güç’e” O’nun sesine ve bereketine yaklaştırır.

Dinsel metinlerde belirli müzik ve retorik kuralları uygulanarak çok özel bir hava
yaratılır; örneğin: Türkçe ilâhi ve nefeslerde dördüncü mısraı tümüyle veya
vezin kalıbıyla tekrar eden dörtlükler ve nakaratları gösterebiliriz.

Nasır-ı Hüsrev’in büyük ilâhisinde “ Muhammed” ismi tam kırküç defa kafiye
olarak geçer. Özellikle Mevlânâ duygu dolu şiirlerinde “ Ruhum”, “Nerede ah
nerede”, “Gel gel” ve “Buraya buraya” yakarışlarını sık sık tekrarlar.

Kelâm ve bizatihi dil, özel bir şeydir.”Kelâm Tanrı’nın elçisidir.” (Nâsır-ı Hüsrev,
Divan)

Nasıl Musa, Mısırlılar büyüye itimat ettikleri için buna uygun olarak “ büyü”
mucizeleri göstermiş, İsa ise iyileştirmenin çok takdir topladığı bir kültürde
“Şifacı” olarak ortaya çıkmış ise, kudretli dillerine çok düşkün olan Arapların
arasından çıkan Muhammed Peygamber’in mucizesi dille ilgili olmuştur.

Nasıl Alman rahibe ve mistikleri halka dinsel konuları anlatırken kilisenin


latincesi yerine kendi ana dillerini kullanmışlarsa, sûfi vaizler de ortaçağ ve
ortaçağ sonrasında İslâm dünyasında çeşitli yerel dillerin gelişmesine büyük
katkılarda bulunmuşlardır.

Ahmet Yesevi dinsel hikmet hakkındaki şiirlerini Türkistan’da, Yunus Emre ise
dokunaklı dinsel şarkılarını Anadolu’da kendi dillerinde terennüm etmişlerdir.

Aynı şekilde ve hatta daha güçlü olarak Hint - Pakistan altkıtası üzerindeki sûfi
etkisi görülür.

-18-
Peştucada Pir-i Ravşan : “dil kalbin dili olduktan sonra Tanrı her dili anlar”
inancını ifade eder. Mevlânâ’ya göre ise: “ Allah, âşık çobanın görünüşte
anlamsız ve saçma gelebilecek konuşmalarını yüksek ilâhiyat tartışmalarına
tercih eder.”

İslâm ve islâmi temalar aynı şekilde gezgin ve vaizler ve sûfiler kanalı ile
Keşmir,Gucerst Malezya, Endonezya bölge ve ülkeleri ile Tamil,Telugu ve
Malaya dillerinde de yaygınlaşmıştır.

Aynı durum Afrika’da yaygın bir ortak dil olan Svahili ve Hauso dilleri için de
geçerlidir.

Müslüman vaizler ve sûfiler ve dini ozanlar, İslâm’ın temel kavramlarını yerel


dillere çevirerek onları bu kavramlara aşina etmişlerdir.

Müslüman inanışa göre, Peygamber, Allah’tan gelen bir kelâmdır ve Allah


kelâmını bütün peygamberlerin ruhuna yerleştirip İsâ’da bedenleştirmiş ve son
olarak da Kur’an’da görünür hale getirmiştir; onun tebliğ edilmesini
Muhammed’e emanet etmiştir.

Peygamberler aracılığıyla yayılan İlâhi bilgiye vahiy denilir, buna karşılık


şairlerin, düşünürlerin ve insanların genel tecrübelerindeki esin ilham’dır.
Bu ayırım çok önemlidir.

Kelâm gerçekte İlâhi kökenli olduğu için, insanlar, onun içerdiği bütün olası
anlamları hakkıyla keşfedemeyeceklerdir. Bütünüyle anlaşılmış bir vahiy,
gerçek vahiy olamaz, zira İlâhi varlığın sırrına erişilemez.

Kur’an’ın çevirisinin imkansız görülmesinin nedeni ve Kur’an’ın dinsel


güzelliklerinin ve anlamlarının bütün nüanslarıyla başka bir dilde yeniden
üretilmesinin imkansızlığı bu düşünceden kaynaklanmaktadır.

Vahyin sırrını daha anlaşılır hale getirmenin bir yolu vahyin kaynağı olan
Tanrı’ya bir isim verme girişimidir. Bu isim İbranice deki YHVH gibi kutsal bir
şifre olabilir.

Mistikler ise İlâhi ismi gizleme eğilimindedirler Nasıl ki aşıklar, aşkın bir
gereğinin de maşukun ismini açıklamamak olduğunun farkındadırlar.

-19-
Sana bazen “Selvi” bazen Ay diyorum. Bazen de tuzağa düşmüş misk geyiği
diyorum… Şimdi söyle bana ey can! Hangisini tercih edersin? Kıskançlıktan
senin ismini gizleyeceğim! (Aynu’l – Kuzât Hemedâni)

Müslümanlar Tanrı’nın doksandokuz en güzel ismini esma-ı hüsna’yı bilirler.


Ancak Tanrı’nın en büyük ismi ism-i azam, sülûkunu tamamlamamış kimseye
bildirilmez.

Mevlâna’nın söylediği gibi:

O’nun ismini tellafuz edenin


Kemikleri mezarda çürümeyecektir.
Kimine göre ismi-azam “ekmek” tir,
Kimine göre ise”kemal-i insaniyet’tir.”

İlahi isimler aynı zamanda etik niteliklere işaret eder ve onları içerirler:

El-Bâsîr Gören
El-Hakîm Hikmet sahibi, Herşeyi kuşatan
Er-Rahman Merhametli
El-Kerim Cömert
El-Cabbar Çok güçlü olan
El-Baki Bâki olan
Ed-Daim Daim olan

Müslümalar çocuklarına abd = kul kelimesi ile esma-ı hüsnanın birini


birleştirerek isim vermişlerdir: Abdurrahman, Abdulbaki, Abdülcebbar,
Abdüddaim gibi…

Bunun yanısıra, çocuklara doğum günü veya saati gibi burç işaretlerine dayanan
astrolojik isimler de verilmiştir.

Bazen de isimler Kuran’ın rastgele açılıp, çok anlamlı gelmese de göze ilk çarpan
sözcüğün seçilmesiyle belirlenmiştir.

Kur’an kendisini gaipten haber vermenin şaşmaz kaynağı olarak sunar. Harfleri
sayan ve değiştiren cifir ve vefk gibi kabalacı sanatlar geleceği bilebilmek için
yaygın bir biçimde kullanılmıştır.

-20-
Harflerin rakkamsal değerleri ve üç temel kökteki harflerin sıralanışını
değiştirme imkânı, uzmanlara araştırdıkları şeyleri bulmanın sayısız yöntemini
sunmuştur.

Fars dünyasında geleceği tahmin edebilmek için Mevlânâ’nın Mesnevi’si ve


Hafız’ın Divan’ı ikincil kaynak olagelmiştir. Divan’dan fal bakmak Iran’da bugün
de yaygındır.

Gelecek hakkında bilgi edinmede kullanılan yöntemlerden birisi de İstihare’dir


Rüyaların bu derece önemli oluşlarının altındaki düşünce Kur’an’a
dayanmaktadır:

“Allah, canları ölümleri sırasında alır, ölmeyenleri de uykuları sırasında. Sonra


haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkoyar, ötekileri, belirlenen bir süreye
kadar salıverir” (Zümer Suresi 42. Ayet)

“O, odur ki, geceleyin sizi öldürür. Gün boyunca neler yapıp, neler kazandığınızı
bilir. Sonra, belirlenmiş süre işletilip tamamlansın diye, gün içinde sizi diriltir”
(En’am Suresi 60. Ayet)

“ Bir vakit Yusuf babasına şöyle demişti: “Babacığım ben rüyada onbir
yıldızla,güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ediyorlar gördüm” (Yusuf
Suresi 4. Ayet)

Bir insanın rüyasında gördüğü şey- Müslümanlara göre gerçektir; yeter ki rüya
doğru tabir edilsin.

Sıradışı bir sûfi olan Şiblî’nin (ölm. 945) Allah’ı rüyasında görme şerefine nail
olduğuna inanılır. Şiblî, Allah’a müfridi (sadece Allah’ı düşünen, taşkın, ölçüsüz)
olan Hallac’ın acımasızca öldürülmesine niçin izin verdiğini sormuş, “ Aşkımın
öldürdüğü kişinin diyeti ben olacağım” cevabı ile karşılaşmıştır.

Bir hadis, “ İnsanlar uykudadır, öldüklerinde uyanacaklardır” der. Aynı anlama


gelen bir başka deyiş de şudur: “ Âlem, uyuyanın gördüğü bir düş gibidir.” Bu iki
cümle, gerçeğin ortaya çıkacağı sonsuzluğun aydınlık sabahında, dünya
hayatlarıyla ilgili rüyaların tabirini sabırsızlıkla bekleyen sûfilerin pek hoşuna
gider.

-21-
İsra Suresinde (Sure 17:1) anlatılanlardan yola çıkarak geliştirilen semavî
yolculuk (isra,miraç) gibi Peygamber’le bağlantılı mitelojik motifler,sufîlerce
ruhun İlâhi huzura uçmasının bir işareti olarak anlaşılmıştır.

Pek çok dindar, ruh ve hayalgücü kuvvetli insan, yüzyıllar boyunca mitolojik
hikayeler dünyasını genişletmiş ve yaygınlaştırmıştır.

“Alemlere rahmet olarak gönderilen” (Enbiya Suresi 107. Ayet) Peygamber’in


doğumuyla kuşların ve hayvanların da bu övgüye katılımlarıyla birlikte, bütün
Doğa’nın nasıl hoşnut olduğunu anlatan mevlit şiiri dikkat çekicidir.

Mitler belirli bir zamanda bir olayı ele alırken, destanlar, efsaneler ve masallar
zamansal ilişkileri oldukça serbest kullanırlar ve umulan etkiyi meydana
getirmek için genellikle birbirleriyle ilişkileri olmayani fakat ustalıkla veya
dikkatsiz bir biçimde bir araya getirilmiş tarihsel şahsiyetleri birbirleriyle
bağlantılandırırlar.

Destan, Arap, Türk, Fars ve Hint-İslam edebiyatının bir bölümüdür, fakat


nadiren gerçek bir dinsel içeriği vardır.

İran şahlarının ve kahramanlarının kadim tarihlerini anlatan Firdevsi’nin


(ölm.1020) Şehname’si, Fars dünyasının Müslüman yazarlarına anlatım
malzemesi ve kaynak görevi sunmuştur.

Şark sözcüğü özellikle Avrupa’lılara 1001 gece masallarını hatırlatır. A.Golland


tarafından (ölm. 1715) Fransızcaya çevrildikten sonra sayısız şaire, müsizyene
ve ressama ilham kaynağı olmuştur.

Menkıbeler, Peygamber ve ashabının ilk savaşları veya mücadeleleri; fakat


daha çok İslam dünyasındaki dindarlar ve veliler hakkında söylenmiş ve yazılmış
metinlerdir.

Bunlar dinleyici veya okuyucunun, şunun farkına varmasını sağlar: Bütün


kozmos velilerin hayatlarına katılır; çünki veliler Tanrı’ya tam anlamıyla itaat
ettikleri için sonuçta herşey de onlara itaat etmiştir.

Aynı menkibe çeşitli ülkelerde farklı insanlar üzerinden değiştirilerek anlatılır.


Buna iyi bir örnek, bir bölgeye yerleşmek isteyen bir velinin hikayesidir.
Bölgenin ileri gelen alimleri Veliye hiçbir barınak olmadığını ifade etmek için
ağzına kadar sütle dolu bir kâse gönderirler.

-22-
Veli de bir gül yaprağını sütün üzerine koyarak cevap verir, ve elbette seveseve
kabul edilir.

Destanlar, masallar, menkıbeler ve şiir, İslâm’da hem eğitim görmüşlerin ve


hem de az eğitimlilerin dahil oldukları bir geleneğin parçalarıdır.

Özellikle şiir sevgisi geleneksel İslâm Kültürünün başat özelliklerinden birisi


olarak ortaya çıkmıştır.

İslâm’da din eğitiminde ana unsur ve yöntem bir bilimin veya sanatın
kurucusundan öğrencisine aktarılarak devam ettirilmesidir.

Kur’an incelemesinden sonra en şerefli bilim olan hadis incelemesi , öğretme


tekniğinin tipik ve güzel bir örneğidir. Hadis alimleri bir hadisin kaynağına kadar
adım adım geri götürebilecekleri isnat zincirini bilmek zorundadırlar.

Müzisyenler ve hattatlar gibi, özellikle sûfiler, kendilerini bu nakil zincirine


bağlamışlardır. Bu zincir, kuşaktan kuşağa aktarılan manevi bir akımla takdis
edilmiş olduğundan, icraatların doğruluğunun da garanti edilmiş olduğuna
inanılır.

Tasavvuf çevreleri bu şifahi öğretim yolunu, batın’î öğretime veya felsefenin


yorumuna bile uygulamışlardır.

İnsandan insana öğretim biçimi olan bu yol, şeyh ile müriti arasında “ sohbeti”
ve “birlikte olmayı” gerektirir. Çünki insan yalnızca doğru yoldaki şeyhe yakın
olmakla gerçek sırrı anlamayı umut edebilir.

Bundan dolayı sûfiler ve bilgeler genellikle klasik metinlerin şifahî aktarımında


israr etmişlerdir: çünki bir metindeki yazılı harfleri okumak kadar “ siyah satırlar
arasındaki beyaz satırları “ da okumak önemlidir.

Basit bir metin olarak gözüken bir metnin gittikçe derinleşen anlamlarını doğru
bir biçimde anlamak, yalnızca mürşidin konuşmalarını ve sessiz davranışlarını
gözleyerek, sözlerini dinleyerek başarılabilir.

-23-
Şeyh Veliyullah Dihlevî “ Sûfilerin kitapları havass (seçkinler) için iksir, sıradan
mümin için zehirdir” derken, sülûku olmayan ( belirli bir yolda eğitilmemiş) bir
okurun, büyük bir olasılıkla sözcük ve simgelerin (şarap,aşk ve ittisal=birleşme,
bütünleşme) zahiri anlamlarda kalarak, onları göründükleri gibi kabul ederek
yalnış yola gireceklerini belirtmek istemiştir.

Halbuki sülûku olan okur ise, kelimelerin ve satırların arasındaki gizli anlamları
biraz olsun anlayacaktır.

Kur’an’dan, farsça tasavvufi şiirlere kadar kutsal metinlerin Batı’daki çevirilerine


göz atıldığında, anlamı çarpıtmamak için “ satır aralarını “ iyice bilmek gerektiği
anlaşılır. Yapılan ve yapılagelmekte olan yalnışlar dolayısıyla büyük düşünür
İkbal , tasavvufî şiire karşı büyük öfke ve nefret duyduğunu gizlemez.

Tarikat mürşidi, müritlerini eğitmek için, onları genellikle günün belirli


saatlerinde toplar. Mürşidin eğitim yöntemlerinden birisi de paradoksal ifadeler
kullanmaktır.

Mürşid, meselâ “ bir fili bir kılla yakalamaya” çalışır, çünkü mistik tecrübe
zaman ve mekânın ötesinde olduğu için, yalnız zamana bağlı mantığın sınırlarını
reddeden bir takım ifadelerle anlatılabilir.

Mutasavvıf, zihni, içine ansızın çok miktarda suyun dolduğu bir kanala benzetip,
zihnin normal durumuyla bağdaşmayan bir takım şeyler söyler. Bu gibi, bilinçli
bir şekilde söylenen paradokslarla dolu ifadeler, müridi daha ileri anlama
düzeyine götürmeyi amaçlar.

Tasavvufi eğitimin paradoksal ifadelerden faydalanmasına güzel bir örnmek


Yunus Emre’nin meşhur tekerlemesi olabilir:

Çıktım erik dalına


Anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyıp
Der ne yersin kozumu ?

Üstad Niyaz’ı Mısrî bu ifadeyi şöyle yorumlamıştır: Şeriat (erik ağacı),tarikat


(üzüm) ve hakikat (koz=ceviz) olarak algılanabilir. Gerçeği ya da hakikatı elde
etme girişimi, çoğunlukla tatlı ve yararlı içi yemeden önce cevizi kırmak için
gereken zahmetli işin yapılmasını gerektirir.

-24-
Bazı sufîlerin kullandığı aykırı ve paradoksal imgelerin bütün mistik tecrübelerin
altında yatan ortak bir kökten kaynaklandığı da ihtimal dahilindedir.

Yunus Emre’nin tekerlemesindeki “ balık kavağa çıkmış” mısraı bir Fars


hikayesinde, bir ineğin kibirli bir sufînin aslanını yediğinin anlatılması, Mısırlı bir
şairin, “ bir aslanın dişi bir eşek tarafından yutulduğunu” ifade eden mısra, diğer
müslüman ülke edebiyatlarında da aynen veya benzer şekilde tekrarlanır.

Bilimsel ya da tasavvufî öğretimin farklı türlerinin yanısıra İslâmi dinsel hayatta,


vaaz önemli bir yer işgal eder. Bunun yanısıra Cuma namazında ve iki bayramda
okunan hutbeleri de parlak bir üsluba bürünmüş edebi bir tür olarak görebiliriz.

Öğretmenler kadar vaizler de konuşmalarını daha etkili yapabilmek için bütün


edebi biçimlerden ve özellikle kıssalardan yararlanırlar.

Mevlâna’nın : ister okyanus, isterse küçük bir havuz olsun her çeşit suda
yansıyan ay “ kıssası buna dikkat çekici bir örnektir.

Müslümanların şu ya da bu biçimde İlahi sırra ve dünyaya yaklaşmaya


çalıştıkları bütün bu edebi biçimlerin üzerinde belirli bir doğma vardır.

Bunların ilki, imanın ikrarı olan kelime-i şahadettir. “ La ilahe illallah


Muhammedu’r- Resullallah “ Kelime-i şahadet, İslamın sözel kalbidir.

Müminlere göre iman cümlesindeki “ Allah’tan başka ilahi yoktur, Muhammed


O’nun elçisidir” yirmidört harf, günün yirmidört saatine işaret ederken,
şahadet’teki yedi sözcüğün de yedi organın işleyeceği günahları affettireceği ve
Cehennemin yedi kapısını kapatacağı düşünülür.

İkrarın, yani gerçek imanın daha uzun bir kalıbı, özellikle Nisa suresinin 136.
ayetinden olmak üzere, Kuran ayetlerinde ortaya çıkmıştır:

“ Amentü billahi…” “ Allah’a, O’nun kitaplarına, meleklerine, peygamberlerine,


ahiret gününe, başa gelen hiçbir zorluğun insanı yıldırmayacağına iman
ediyorum.”

-25-
Kelâmın gerçekleştirme gücü vardır. Eski insanlar ( ve bir derceye kadar da
modern insan) hayırdua ve bedduanın, selâm ve emrin yarattığı sonuçlarda
görülebilen kelâmın sihirli gücünün farkındadırlar. Söz, iyileştirebildiği kadar,
yaralar da…

Mevlâna belki de kendisinin en nefis, aynı zmanda Allah’a aşık insan ruhunun
ideal tasviri olan mısra’ında şöyle terennüm eder:

Çok dua ettim, çok niyazda bulundum, o kadar ki bütün vücudum dua kesildi.
Bu sebeple yüzümü gören benden dua istiyor.

Kur’an, müminlere birbirlerini barışcıl bir biçimde selâmlaşmalarını emreder;


Peygamber de selâmı verilenden daha güzel bir biçimde almayı tavsiye etmiştir:

“ Es-selâmü aleykûm” “ Tanrı’nın esenliği üzerinizde olsun” diye selâm


verildiğinde, selamı, “ es-selâmû aleyküm ve rahmettullahi ve berekatûhû” “
Tanrı’nın esenliği, rahmeti ve bereketi sizin üzerinize olsun” diye cevaplamak
gerekir.

İslâmi diller, iyiliği dileyen, kötülüğü defeden sözlerle doludur: “ Allah bereket
versin”, “ Allah razı olsun”, “Elinize sağlık” , “ elleriniz dert görmesin”, “(sizi bize
getiren) ayağınıza sağlık,” “Allah göstermesin”, “ Sizlere uzun ömür “ v.b.
Yemin, sorumluluğu konuşana geri dönen bir tür bedduadır: yeminini ya da
kutsal ahdini ihlal eden cezalandırılır.

Bu nedenle kalbe en sevgili gelen kişi ya da nesneye yemin edilir: Evladımın


başına, Kur’an üzerine….

Tarikatlarda, şeyhimin hırkasına gibi yemin sözleri vardır. En sık kullanılan ve -


bu nedenle de biraz aşındırılan - yemin kalıbı “Vallahi” dir, “ Allah’a yemin
olsun ki.” Vallahi yemini, zaman zaman üç kere tekrar edilerek pekiştirilir:
Vallahi, Billahi, Tallahi. Sorumsuzca yemin etmek, araplar arasında yaygın
olduğundan, bir hadisin anlamı şudur:

Kolayca yemin etmeyiniz. Çok yemin eden Cehenneme gider.


Yemin bir yanıyla adaktır. Adak gücüne güvenilen kimseyle yapılan bir akittir.

Bu nedenle genellikle adak yemini, bereketle donanmış önemli birisinin


huzurunda ya da bazen bir velinin türbesinin önünde ya da Muharrem ayı gibi
kutsal bir zamanda yapılır.

-26-
Yasin süresinin kırk kere okunması, bir velinin yüzüsuyu hürmetine doğmuş
çocuğa, o velinin adının konulması, çocuğunu türbesine “ satmayı” adamak, (Bu
çocuklara “ Satılmış adı verilir), mevlit okutmak, bir veya çok sayıda insanı
doyurmak, bir velinin türbesini süpürmek, sandukaların üstüne yeni bir örtü
getirmeyi adamak, horoz kesmek gibi pek çeşitli adak şekilleri vardır. Veliyle
adakla yapılan akti hatırlatmak için, ağaçlara, pençerelere küçük bez parçaları
asmak yaygın bir gelenektir.

Muhazafakâr çevreler bu batıl inançlara tepki gösterseler de, bu batıl inançlar


insanların Allah ile kul arasında vasıta olan bir güce duydukları şiddetli özlemi
gösterir ki, bu , bir diğer taraftan İslamın salt tevhit anlayışıyla çelişir.

Sözlü bir kurban olan dauya başlamadan önce, herhangi bir çağrıyla Tanrı’yı
davet etmek gerekir. İslam’da namazın, Allahuekber “ Allah her şeyden uludur”
tekbiriyle başlamanın dışında herhangi bir çağrı yoktur.

Tasavvufî yazılarda durum daha farklıdır:


Mevlânâ’nın : “Gel,gel; sevgilim, sevgilim” diye yinelenen davetler içeren
mısraları, ilahi Sevgili’ye yönelik niyaz ve davet işlevi görür.

Tasavvufta ve Mevlânâ şiiri ile mevlevi ayinlerinde ney önemli bir rol oynar.
Neyzen ise İlahı çağıran birisidir.

Mevlânâ’nın ifadesi ile dinin özü olan Namaz, sözün kurbanıdır ve Allahu ekber
tekbiri getirilerek başlanır ve manası, “Allah’ım biz senin huzurunda kurban
olduk” tur. Kutsal faaliyet, abdestte olduğu gibi suyla veya yalnızca tövbeyle
olsun, temizlikle başlar.

İnsanoğlu yakarırken kendisini, aşağılık, fakir ve günahkar birisi olarak görür.


Nitekim El-fakir, El-hakir, El-müznib (günah işleyen, suçlu) gibi lakaplar dinsel
şiirde yaygındır.

Tasavvufî yolun ilk aşamalarında, kişiye zikir olarak verilen Estağfurullah “


Allah’tan mağfiret diliyorum” şeklindeki sözlerle ruhun arındırıldığına inanılır.

-27-
Namaz, Müslümana kutsal zaman âlemine girildiğini hatırlatan ezanla ilân edilir.
İslâm genellikle bireyi, toplumun, Ümmet’in bütünleyici bir parçası sayan bir
dindir ve bu yüzden cemaatle namaz kılmak daha fazla takdir edilir.

Cemaatle namaz kılmanın toplumsal işlevi ile ilgili Muhammet İkbal’in şu sözleri
özellikle dikkat çekicidir: “Bütün gerçek namazların ruhu, toplumsaldır.
Münzevi insan bile, ıssız bir yerde Allah’ın dostluğunu bulmak ümidiyle
toplumunu terk eder. Topluluk ile birliktelik, normal insanın kavrayış gücünü
artıran, heyecanını derinleştiren ve iradesini kendi özel dünyasında bilinmeyen
bir noktaya kadar etkinleştiren psikolojik bir gerçektir. İslâmi ibadette belirli bir
yönün seçilmesi, cemaatte duygu birliğini sağlama anlamına gelirken, namazın
biçimi genel anlamda ibadet edenler arasında konum ve ırk üstünlüğü fikrini
yok etmeye yarar, toplumsal eşitlik duygusunu yaratır ve teşvik eder. Şayet
Güney Hindistan’ın mağrur aristokrat Brahmanı dokunulmazlarla hergün omuz
omuza durmak zorunda bırakılsaydı, özellikle hiçbir devirde görülmemiş ne
muhteşem bir mannevî devrim gerçekleşirdi.”

Mevlânâ secde ettiğinde kendisine ihsan edilen vecd (kendinden geçme)


tecrübesini şu mısralarla anlatıyor:

Akşam namazı vakti gelince, herkes ışığını yakar sofrasını kurar, ben de
gönlümde sevgilinin hayalini bulur, feryâd û figana başlarım.
Gözyaşlarımla abdest aldığımdan ötürü, namazım böyle âteşin olur!
Ezan sesi, mescidimin kapısına gelince, onu yakar yandırır!
Kıblemin yönü ne taraftadır ki, benim namazım kazaya kaldı!
Sana da daima kazada bir imtihan gelmededir!
Acaba Allah aşkıyla mest olanların namazı doğru mudur, sen söyle!
Zira, mest olan, ne zamanı bilir ne de mekanı !
Acaba bu kıldığım ikinci rekat mıdır, yoksa dördüncü rekat mı ?
Acaba hangi sureyi okudum? Çünki heyecandan dilim tutulmuştur !
Hakk’ın kapısını nasıl çalayım? Zira ben de ne el kaldı, ne de gönül !
Ben ben de değilim; benim elimi sen aldın, gönlümü de!…
Allah’ım ; bende hiçbir şey kalmadı: Hiç olmazsa bana güven ver, bir eman ver !

(D.No.2831)

-28-
Fatiha suresi, Kur’an’ın ilk suresi olup, el Hamdulillahi “ Hamd Allah’a
mahsustur” sözleriyle başlar. Madenler, bitkiler ve hayvanlar, lisan-ı halleriyle
Allah’a hamdederler; bu onların bizzat varlıklarıyla yaptıkları hamddir.

Mevlânâ bir meyve bahçesindeki ağaçların, deyim yerindeyse, insanların Fatiha


Suresi’nin ayetlerini okurken yaptıkları niyazı, yapraksız dalları, ardından da tatlı
meyveleri aracılığıyla terennüm edişlerini insan diline çevirmiştir:

Kış mevsiminde bağların bahçelerin duası: “ Allah’ım! Ancak sana ibadet


ederiz” sözüdür! İlkbaharda ise; “ Ancak senden yardım dileriz” niyazıdır!

“Allah’ım ; ancak sana ibadet ederiz” demekle, bir şey dilemeye, lütuf istemeye
geldik; bizi, soğuk kış günlerinde, hazanlar içinde daha fazla bekletme!
Artık, zevk ve neşe kapısını aç!

Onun: “Allah’ım , ancak senden yardım dileriz “ deyişi ise, meyvelerin


çokluğundan, ağırlığından dalları kırılacak !
Ey yardım istenen , yardım eden Allah’ım : Sen beni koru, demek isteyişidir.

(D. No.2046)

Bazı radikal sufîler, Allah’a mutlak teslimiyet ve tevekül kavramı üstünde ısrarla
durarak her şeyin ezelden takdir edilmiş olmasına inanarak, duanın hiçbir yararı
olmadığı görüşünü dile getirmişlerdir.

Onlara gör, sadece itaat eylemi olarak, namaz kılınabilir. Buna karşın, Kuran’ın
vaadinden kuşku duyan bu gibi sufîlere, pek çok Müslüman “ Bana dua edin,
Ben de duanızı kabul edeyim” (Mümin Suresi 60. Ayet) ve “ Ben kuşkusuz çok
yakınım, dua eden bana dua ettiği zaman duasına karşılık veririm.” (Bakara
Suresi, 186. Ayet) ayetlerini hatırlatmışlardır.

Serbest dua namazın sonunda yapılabileceği gibi, salat bittikten sonra oturup ya
Allah’ın herhangibir ismini ya da mürşidin verdiği bir virdi (Kur’an cüzü)
tekrarlayarak tespih çeken dindar insanlar sıklıkla görülebilir.

“Anma” veya “Yadetme” anlamına gelen ve özellikle sufîlerde adet olan “ Zikr”
etme adeti Peygamber zamanına gider ve Nisa Suresi’nin 103. Ayetin’deki “
Namaz dan sonra Allah’ı zikretmekten….” ve Ra’d Suresinin 28. Ayetindeki
“Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur” hükümleri ile bağlantılanır.

-29-
Zikir sesli ya da sessiz yapılabilir.
Zikir bütün bedene ve ruha nüfuz etmelidir. Sufîler, bedendeki manevi güç
merkezlerini yavaşça açmanın gelişmiş yöntemlerini öğrenmişlerdir.

Bu teknikler, oturuştaki uygun hareketleri veya tavır ve doğru nefes alıp


vermekle özetlenebilir.

Zikir, daima kalp aynasını terbiye etmenin bir aracı olarak kabul edilmiştir. Bu
kalp kolaylıkla dünyevi kaygıların ve düşüncelerin tozuyla örtülebilir; halbuki
sürekli zikir bu tozu ortadan kaldırır ve kalbi temizler. Böylece kalp, İlâhi ışığı
idrak edebilir ve İlâhi güzelliği yansıtabilir.

Mevlânâ İlâhi bir hediye olarak, duanın sırrın şu mısraı ile dile getirir:
Allah’ım ! yaptığım bu dua da senin ihsanın senin bağışındır. Bunu da bize sen
öğrettin, yoksa bu külhan gibi olan çöplükte, bu tende ne diye gül bahçesi
yeşersin. (M. II. 2450)

Mevlânâ duanın sözcüklerle sınırlı olmadığının farkındaydı. Namazın, serbest


dua ve zikrin yalnızca zahiri bir biçim olduğu ve ruhunun ise daha çok “ içe
yönelmek ve bilinci yitirmek” olduğu gerçeğine işaret eder.

Kutsal sessizlik namazın gerçek sonudur. “ Sessiz ol ve sessizlik yoluyla hiçliğe


doğru git. Ve bir hiç haline geldiğinde ise salt hamd ve şükür olacaksın.”

Mevlânâ’nın şiirlerinin birçoğu:

“Sessiz ol! Sakin ol! “ çağrısyla sona erer, çünkü o, İlâhi Sevgili ile olan sevgi dolu
deruni konuşmanın sırrını ifade edemezdi. Bunu yapabilmek için “ dilsizliğin
dilini” öğrenmek gerekir.

İslâm’ın merkezi Kur’an’dır. Kur’an’ın yazılı nüshalarına son derece saygı


gösterilir. Başka hiç bir dinde Kitap, İslâm’dakinden daha büyük bir önem
kazanmamıştır.

Müslümanlar için Kur’an, Hiristiyan inancındaki “ Tecessüt eden Kelâm’ın


karşılığı olan verbum visible, “Görünen Kelâm”dır.

-30-
Çok eskilerden beri yazma işi bizatihi kutsal kabul edilmiş, yazma sanatıyla
uğraşanlar kendi aralarında bir sınıf oluşturmuşlardı. Onlar gizli ve kutsal
hikmetin muhafızlarıydılar.

Harflerin esrarı pek çok Müslüman düşünüre ilham vermiştir. Hatta harf
biçimleri ile insan biçimleri arasında şaşırtıcı ilişkiler icat etmişlerdir. İbnûl
Arabî’ye göre insanalr ortaya çıkmayı bekleyen “Yüce harfler” dir. İnsan bir
kalem veya baş hattat tarafından yazılmış harfler olarak tasavvur edilir.

Mevlânâ bu hususta şöyle demektedir:

Gönlüm bir sevgilinin elindeki kaleme döndü; bu gece Z harfini yazıyor, yarınsa
R harfini yazacak. ( Z,R zer altın kelimesini oluştururlar)

O, kalemi, rik’a, nesih (yazı türleri) ve daha başka yazılar yazmak için yontar;
Kalem ise ben de kimim ki der, ancak sana teslim olmuşum. Gâh kalemin
yüzünü karartır, gâh onu saçına sürer, gâh başaşağı tutar onu, gâh onunla iş
görür.

(D. No. 2530)


Kuran’ın yazıldığı Arap alfabesi, ilkin a,b,c,d,h,v,z, şeklindeki eski Semitik alfabe
sıralamasını izlemiştir. Bu sıralama ebced denilen ve bir harfin sayısal değeriyle
bağlı olarak hala kullanılmaktadır.

Bu sistemde elif = 1 ile başlayıp tek rakamları (9 adet), y=10 ile başlayan 100 e
kadar onlu sayılar (9 adet), k = 100 ile başlayan 1000 e kadar yüzlü sayıları
(9 adet)ve ğ (gayn) = 1000 olmak üzere bütün ondalık sistem, alfabenin 28
harfi ile karşılanır ve harfler önemli olayların tarihlerini vermek kehanette
bulunmak veya tarih düşmek için kullanılabilir.

Pek çok surenin başında gelen ve anlamları açık olmayan harf-i mukatta’ya çok
önemli roller atfedilmiştir. Bazen de bu harfler TH,Tâhâ (Sure 20: 1) ya da YS,
Yasin ( Sure 36:1) gibi Peygamber’in özel isimlerine işaret eden harfler, ya da
daha başka gizli kısaltmalar olarak görülmüşlerdir. HM ( Hâ-Mim) habÎbî
Muhammed, Sevgilim Muhammed” olarak okunduğu gibi…

Dindar insanlar, güne, sabah namazından önce ya da sonra biraz Kur’an


dinleyerek başlayabilirler; çünkü Kur’an, adeta “ kişileşmiş” gibidir ve bazı
dualarda müminlerin gerçek şefaatçisi olarak belirir:

-31-
Ya Rab, bizi Kuran zinetiyle süsle,
Ve bize Kuran’ın rahmetiyle lûtfet,
Ve bizi Kuran’ın şerefiyle şereflendir
Ve bizi Kuran şefaatiyle Cennet’e al
Ve bizi Kuran’ın şerefli hatırı için bu dünyadaki
her çeşit kötülükten ve ahret azabından kurtar…
Ya Rab, Kur’an’ı bize dünyada yoldaş
Kabirde samimi bir dost,
Kıyamet gününde bir arkadaş,
Sırat köprüsünde bir ışık,
Cennette refik, ateşe karşı bir perde ve koruyucu
Bütün iyi işlerde rehber kıl.
Rahmetin, şefkatin ve inayetinle!

İslama göre: Allah iradesini vahyettiğine göre Kur’an hukukun da kaynağıdır.

İslâm hukuku, kutsal ve bu nedenle de kesinlikle değişmez ve nihai kabul edilen


metinlere dayanmaktadır.

Kutsal Kelâma olan saygıdan ötürü Mushaf, hâlâ güzelce sarılıp diğer herhangi
bir kitaptan daha yüksek bir yere konur. Okunduktan sonra öpülüp alna sürülür.

Ancak Kuran’a gösterilen büyük hürmet, zaman zaman abartılara da yol


açmıştır.

Kuran’ın derin manasını araştırmak, yorumlamak İslâm ilahiyatının “ Tefsir” adı


altında toplayabileceğimiz bir bilim dalına dönüşmüştür. Selefiler,
mutasavvıflar, akılcılar, Şii tefsirciler ve modernistler arasında yüzyıllar boyunca
geliştirilmiş farklı tefsir tarzları ve yöntemleri ortaya çıkmıştır.

İlk Sufîlerden birinin Kur’an’ın tek bir ayetinde 7000 anlam bulması (çünkü Allah
sonsuz olduğu için sözlerinin de sonsuz anlamı olmalıdır) büyük bir olasılıkla
abartılı bir ifadedir; fakat sufîlerin vahye yönelik derin sevgilerinin kanıtı olarak
gösterilebilir.

-32-
Sûfîler, gerçek anlamı anlamak için sabır gerektiğini biliyorlardı; çünkü Kur’an,
Mevlânâ’nın da vaktiyle söylediği gibi , aceleyle duvağı kaldırılmak istendiğinde,
kendisini gizleyen bir geline benzer.

Mevlânâ , ayrıca Kur’an’ın zahiri ve bâtıni anlamlarının nasıl bir arada


bulunduğuna da işaret etmiştir:

Kur’an çift yüzlü bir kumaştır. Bazı insanlar bir yüzünden hoşlanırken, bazıları
diğer yüzünden hoşlanır. Yüce Allah iki grubun da Kur’an’dan yaralanabilmesini
dilediğine göre, her iki yön de doğru ve gerçektir.

Nitekim bir kadının hem kocası hem de bebeği vardır; her birisi ondan farklı bir
biçimde zevk alır. Bebeğin zevki kadının göğsünden ve sütünden gelirken,
kocasının zevki öpmek, yatmak ve sarmakla gerçekleşir.

Bazı insanlar büyümekte olan çocuklara benzerler ve süt içerler; bunlar


Kur’an’ın zahiri anlamından zevk alan insanlardır. Fakat gerçek erler olanlar ise,
başka bir zevk bilirler ve Kur’an’ın içsel anlamlarının farklı bir anlayışını elde
ederler.

Sûfîler, özel bir takım ayetleri ve kısa sureleri Peygamber’le bağlantılı olarak
açıklamışlardır; bunu ise ya surelerin başında bulunan huruf-i mukattayı
Peygamber’in kutsal isimleri olarak anlayarak ya da Peygamber’in siyah saçına
(“Geceye yemin olsun”) veya aydınlık yüzüne (“ Sabah güneşine yemin olsun
ki”) işaret ettiği düşünülen Leyl ve Duhâ Surelerinin başındaki yemin sözlerinin
yorumlarında yapmışlardır.

Müteseffir Mukâtil’inki (ölm.765) gibi erken bir devirde bile Nur Ayetin’deki
“ Kandil “ Peygamber’in simgesi olarak görülmüştür. İlâhi Nur aleme onunla
yayılır.

Aynı Surenin farklı yorumlarına iyi bir örnek Şems Suresidir:

“Andolsun Güneş’e ve ışığının parladığı kuşluk vaktine,


Onun izlediği Ay’a
Onu iyice açtığı vakit gündüze
Ve sarıp sarmaladığı zaman geceye”

-33-
Şiiler : güneş ve güneşin parlaklığında Muhammed’in simgesini; güneş izleyen
Ali’nin ; güneşi açığa çıkaran gündüzde Ali’nin oğulları Hasan Hüseyin’in ; güneşi
sarıp sarmalayıp örten gecede ise Ali ve ailesini hilafetten uzaklaştıran
Emevi’lerin simgesini görmüşlerdir.

Diğer taraftan sûfî düşünür Aynu’ı Kuzât Hemadâni (ölm. 1131) ise, güneşte
ezeli doğudan ortaya çıkan Nur’- u Muhammedi’yi görürken, ay, ebedi batıdan
ortaya çıkan Şeytan’ın “ kara ışığı”dır.

İlk Müslümanlar ve özellikle Sûfî Hareketini başlatan Zahit’lerin aralarında


bulunduğu kimseler, daima Kur’an metni içinde yaşamışlardır.

Fakat dindar kişiler ve tasavvufî zihniyetindeki alimler vahyin derinliklerine


inmeye çalışırlarken, “ akılcı” yoruma dönük çabalar da daima olagelmiştir.

Bunula birlikte Kur’an’ı açıklamadaki akılcı yaklaşımlar hiç kuşkusuz modern Batı
İlminin gelişen etkisi altında, ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru daha önemli
hale gelmiştir.

Fazlur Rahman, Kur’an’ın bir fizik veya biyoloji ders kitabı olmadığını,tersine
temel konunun ahlak olduğunu akılda tutmak gerektiğine, bilimsel keşifler,
gittikçe artan bir hızla değişirken, ahlak yasasının değişmeden kaldığına işaret
etmiştir.

Sahih,hatasız Kutsal Kitab’ın yanısıra, İslâm Dünyasın’da hatırı sayılır ölçüde


ikincil eserlerde görülebilir. Özel bir gruba Hadis-i Kudsi, Kur’an’ın dışında
vahyedilmiş İlahi Kelâmlar denir.

Bu tür daha çok Sûfîler arasında yaygındır. Tasavvufî İslâm’ın en önemli


cümlelerinden bazıları öncelikle Hadis-i Kutsi olarak tezahür eder ve buna
örnek olarak da şu meşhur İlahi deyişi verebiliriz:

“ Bilinmez bir hazinedeyim, bilinmek istedim, bundan dolayı âlemi yarattım”

(AM No.70)

-34-
Camî , Mevlânâ’nın Mesnevi’sine “Farsça Kur’an” diyerek büyük önem
atfettiğini belirtir. Bu ifade belki de Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled’in “ Tanrı
dostlarının şiirleri. Kur’an sırlarının tefsirleri’dir” ifadesinden kaynaklanmış
olabilir. Gerçekten de Mevlânâ’nın lirik ve didaktik şiirinin büyük bölümü, eserin
ilham kaynaklı oluşunu yansıtır.

Peygamber’in doğum gününde okunan ve Kur’an’dan birtakım ayetlerin


serpiştirildiği şiirler olan mevlit metinleri, pek çok ülkede kutsal özellikte kabul
edilir.

Hadis, fıkıh, Arapça Dil Bilgisine ilişkin geleneksel eserlerin önemi ve bunların
incelenmesi bazı düşünürlerce gözardı edilir. Bazı sûfîlerin fiilen yaptıkları gibi,
bir insan bütün kitaplarını yok edemez mi veya hepsini bir nehre atamaz mı?

İlâhi Sevgili’nin müşahede edilmesinin mahiyeti nedir?


Yunus Emre de şunu bilmektedir ki:
“ Dört kitabın manası bir Elif’tedir” ; Elif alfabenin ilk harfidir ve sayısal değeri
1 dir ve Bir Tek Allah’a işaret etmektedir.

Büyük Sûfîlerin çoğunun tıpkı Peygamber gibi ümmi olduklarını dile getiren
sayısız menkıbe, o sufîlerin bilgilerini kitaplardan değil, bütün bilgilerin ana
kaynağından, Allah’tan aldıklarını kanıtlar.

Kadı Kazan bu bağlamda şöyle söyler:

“ Nahif ve Sarf ilmini halka bırak. Ben Sevgili’yi müşahede ediyorum.”


(Sarf ü Nahif: dilbilgisi, gramer)

Konuşmamı şu mısraları aktarark bitirmek istiyorum:

Ne zaman sonsuzlukta aynı dönence kendini sonsuz yineleyerek akar,


Ne zamanki bir açılımlı kubbe İçiçe geçerek kapanır tüm güçüyle,
O zaman her şeyden yaşama sevinci çağıldır,
En büyük ve en küçük yıldızlardan, ve ne varsa atılım ve boğuşma adına,
Sonsuz huzura dönüşür Tanrı katında.

(Zamanın iki düzeyi, ezeli ve ebedi anı. Goethe’den İkbal’in tercümesi,


Türkçeye : Ahmet Cemal)

-35-
Güneş büzüldüğü zaman
Yıldızlar kararıp döküldüğü zaman
On aylık gebe develer başı boş bırakıldığı zaman
Vahşi hayvanlar bir araya toplandığı zaman
Denizler kaynatıldığı zaman
Nefisler çiftleştiği zaman
Ve sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza
“ Hangi günah yüzünden öldürüldü” diye
Defterler açılıp yayıldığı zaman
Gök sıyrılıp açıldığı zaman
Cehennem alevlendiği zaman
Cennet yaklaştırıldığı zaman
Her can ne yapıp getirdiğini bilir

(Tekvir Sure’si Kıyamet günü tasviri Çev.: Av.Arberry)

Hak erenler, sarhoştur şarapsız,


Hak erenler, toktur kebapsız,
Hak erenler, şaşkındır, çılgındır,
Hak erenler, ne yemeğe ne uykuya muhtaçtır.
Hak erenler, deryadır kıyısız,
Hak erenler , inciler yağdırır bulutsuz.
Hak erenler , ne zındıktır ne mümin,
Hak erenler ne yalnış bilir ne doğru

(Her şeyin kaynağına ulaşmış ve ilâhi iradeyle birleşmiş velilerin tasviri. Mevlânâ)

-36-
Kaynaklar:

Kuran-I Kerim Meali, Prof. Yaşar Nuri Öztürk


Kur’an daki İslam, “ “ “ “
Kur’an’ın Temel Kavramları, “ “ “ “
Kur’an ve Sünnete göre Tasavvuf “ “ “
Konferanslarım, “ “ “ “
Tanrı’nın yeryüzündeki işaretleri Annemaria Schimmel
Sufî – Liebe zu dem Einem “ “ “
Die Sufis Idris Shah
Mevlânâ Abdülbaki Gölpınarlı
Mevlânâ’dan altın öyküler Hakan Büyükdere/Ali Dündar
“ “ “ Ziya Elitez
Hz. Mevlânâ Okyanusundan Dr. Celâleddin B. Çelebi
Osmanlı – Türkçe Sözlük Ferit Develioğlu

-37-

You might also like