You are on page 1of 45

İSLAM DÜŞÜNCESİNDE SÜNNET eleştirel bir yaklaşım

Yazar M. Hayri Kırbaşoğlu


KİTAP ÖZETİ
Ders Hocası: Prof. Dr. Mehmet BİLEN
Öğrenci: Mehmet ÜLSEN

İÇİNDEKİLER

BİRİNCİ BÖLÜM

Klasik Sünnet Tanklarının Değerlendirilmesi ve Yeni Bir "Sünnet Tanımı" Denemesi

Giriş

A- Yeni Bir Sünnet Anlayışına ve Tanımına Gerek Var mıdır?

B- Niçin Bugüne Kadar Yeni Bir Sünnet Tanımı ve Anlayışı Geliştirilemedi?

C- Klasik Sünnet Tanımlarının Değerlendirilmesi

1-Sadece Akademik İhtiyaçlara Göre Yapılmış Olmaları

2-Sünnet'in Toplumsal Boyutundan Ziyade, Bireysel Boyutuna Ağırlık Vermeleri

3-Bağlayıcılık Yönünden Sünnet'i Sınıflandırmamış Olmaları

4-Kur'an'ı Tanımların Dışında Bırakmaları

D- Yeni Bir Sünnet Tanımına Doğru

E- Sünnet'in Yeni Tanımının Yorumu

1-Sünnet Koymak, Hz. Peygamber'in Dönemiyle Sınırlı ve O'na Mahsus Bir Olgudur.

2-Sünnet'in Bireysel, Toplumsal ve Evrensel Olmak Üzere Üç Boyutu Söz konusudur

3-Sünnet'in Temel Kaynağı Kur'an'dır

4-Sünnet Sadece “Şekil-Lafız” Değil, “Şekil-Lafız”ın Altında Yatan Mana, Ruh, İlke, Hikmet ve Amaçtır

5-Sünnet, Bu İlke-Prensiplerin Oluşturduğu Bir "Zihniyet" ya da "Dünya Görüşü ”dür

1
İKİNCİ BÖLÜM

Sünnet'in Konumu Giriş

A- Sünnet'in Reddi veya Sadece Kur'an ile Yetinme Düşüncesi

1-Sünnet'in Reddi -veya Sadece Kur'an'la Yetinme Düşüncesinin Tarihi

2-Hadisleri/Sünnet'i Redd/lnkar Eden ve Sadece Kur'an'ın Yeterli Olduğunu Savunanların Dayanakları

B- Sünnet'in Bir Delil ve Kaynak Olduğunu Savunanların Dayanakları

1-Hz. Peygamber'e İtaat Etmeyi, O'na Karşı Çıkmamayı, O'nun Hükümlerine Boyun Eğmeyi Emreden a.

2-Hz. Peygamber'in Kur'an'ı Açıklamakla Yükümlü Olduğuna Dair Ayetler

3-Hz. Peygamber'in Helal ve Haram Kılma Yetkisine Sahip Olduğuna Dair Ayetler

4-Hz. Peygamber'in, Müslümanların Uyması Gereken Güzel Örnek (Usvetun Hasene) Olduğuna Dair

C- Sünnet'i Temellendirmede İzlenen Bazı Tartışmalı Yaklaşımlar

D- Kur'an ile Sünnet'in Getirdikleri Öğretiler Açısından Karşılaştırılması ve Sonuç

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Süünet'in Mahiyeti ile İlgili Tartışmalar

A- Sünnet'in de -Kur'an gibi- Vahiy Mahsulü Olduğu Görüşü

B- Kudsi Hadisler

C- Hz. Peygamber Hakkında Bazı Hatalı Yaklaşımlar Abd+Rasul= Hz. Muhammed

Tartışmalar

SUNUŞ

Son çeyrek yüzyılda beklenmedik bir değişikliğe uğrayan din-politika ilişkileri 1970'lerde özellikle
yoğunlaştı. II. Dünya Savaşı'nın sonundan itibaren, politika dine karşı kesin özerkliğini elde etmiş
görünüyordu. Bu, genellikle en önemli öncüleri olarak Aydınlanma Çağı filozoflarının kabul edildiği bir
gelişmenin sonucudur. Dinin etkisi özel ya da ailesel alanla sınırlanmaya; toplum düzeninde ise
sadece dolaylı yoldan, adeta geçmişin kırıntıları gibi görülmeye başlamıştı. (...) 1975'e doğru bu
gelişme tarzı çökmeye başladı. Toplum düzenini "gerekirse bu düzeni değiştirerek”, laik değerler
yerine kutsal bir temele oturtmaya yönelen yeni bir dinsel yapı oluştu. (. ..) Bu görüş tüm
başarısızlıkları ve açmazları Tanrı'dan uzaklaşılmasına bağlıyordu.(. ..) 15 yıldır evrensel bir boyut
kazanan bu olay kültür ve gelişme düzeyleri farklı olan pek çok toplumda ortaya çıktı. (. ..) Bu kitap,
Kahire'den 'ya da Cezayir'den Prag'a kadar, Amerikalı Evanjeliklerden, Gouş Emounim'in zelotlarına,
Müslüman militanlardan karizmatik Katoliklere, Lubaviçlere kadar, çözümlenememiş çeşitli
hareketleri belirleyen çizgileri araştırmak amacında ( Gilles Kepel, Tanrının İntikamı, (lst.,1992), s.7-9.)

Gilles Kepel'in Tanrının intikamı-Din Dünyayı Yeniden Fethediyor adlı eserinden iktibas ettiğimiz bu
sözler, aslında hepimizin farkında olduğu, çağın en önemli olgularından birini tasvir etmektedir. Bu
olgu "Dinin Yükselişi" olgusudur. Siyaset, kültür, ekonomi, sanat ve düşünce gibi çok çeşitli alanlarda

2
tezahürlerini hergün müşahede etmekte olduğumuz bu olgu sadece İslam için değil, Kepel'in de ifade
ettiği gibi, Hıristiyanlık ve Yahudilik için de geçerlidir.

Müslümanların mensubu bulunduğu "İslam" ise bu olgunun en önemli parçasını teşkil etmektedir. Bu
olgu, yani günümüzdeki İslami yükseliş ve güçleniş, Kemal A. Faruki'nin dediği gibi, anakronistik (tarih
hatası) ve başarısız bir yalancı şafak olabileceği gibi, aynı şekilde, günümüzdeki bu birbiriyle çok fazla
içiçe girmiş dünyada, insanlık tarihinin esin kaynağı olabilecek yeni bir kesitin başlangıcı da olabilir.

Ancak bu ihtimallerden hangisinin doğru olduğunu şimdiden kestirmek mümkün değildir. Fakat bu
İslamî yükselişin, tarihte yeni bir başlangıç olup olmadığının büyük ölçüde, onu oluşturan faktörler
tarafından belirleneceği kuşkusuzdur. Bu faktörlerin başında sosyal, entellektüel, siyasî ve ekonomik
olanlar gelmektedir. Dolayısıyla, İslamî yükselişin anakronistik bir vak'a olmaktan kurtulup, gerçek bir
hareket özelliğini kazanması, özellikle bu alanlarda -entellektüel-sosyal-siyasî- ekonomik- sağlıklı bir
yapının varlığına bağımlıdır. Bizi burada ilgilendiren, sözü edilen alanlarda sağlıklı bir yapılanmanın
gerçekleştirilmesi yolunda ne gibi bir yol izlenmesi gerektiği hususudur.

Aslında bu problem ilk bakışta sadece İslamî yükselişin, dolayısıyla İslam dünyasının geleceğini
ilgilendirir gibi görünmekteyse de, gerçekte konu çok daha önemlidir. Zira İslamî yükselişin başarıya
ulaşmasını, sadece bu dinin mensuplarının kendileri için gerçekleşmesini bezedikleri bir gelişme
olarak yorumlamak doğru değildir. Tam aksine böylesi bir gelişme bütün insanlık için, dahası
"gezegenimizin geleceği" için son derece önem arzetmektedir. Zira gezegenimizde bugün yaşanmakta
olan global problemlerin, geniş çaplı huzursuzluk, mutsuzluk ve buhranların çözümünde "din" en
önemli alternatif çözüm kaynağı olarak önümüzde durmaktadır.

Burada "din" ile Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm, vb. tek tek dinleri, veya Guenoniyen din anlayışında
olduğu gibi, bütün dinleri aynı düzeyde görme eğiliminde olan ve bu dinlerin karışımından oluşan yeni
bir din anlayışını kastetmiyoruz. Bu dinlerin olumlu yönleri bulunmakla birlikte, bugüne kadarki
tecrübelerimiz, onların insanlığın kurtuluşunu sağlamada etkili ve başarılı olamadıklarını ortaya
koymaktadır. Hıristiyanlığın bugüne kadar sömürgeci Batı'nın ileri karakolu ve öncü kuvveti rolünü
üstlenmiş olması; Yahudilik temeli üzerine kurulu İsrail'in bölgede oluşturduğu zulüm, haksızlık ve
terör; bundan da önemlisi Siyonizm'in "Dünya Yahudi Hakimiyeti" hedefine ulaşmak için hiçbir sınır ve
kural tanımayan eylemleri, bu iki dinin insanlığa verecek pek fazla bir şeyi olmadığını gösteren bazı
hususlardır.

Temelinde bu iki dinin bulunduğu Batı medeniyeti insanlığa adalet, eşitlik, hukuk, kardeşlik, barış gibi
temel değerleri sunmak ve bu değerleri hakim kılmak yerine; kendi kültür ve medeniyetini diğer
bütün uluslara kabul ettirme niyetinde olduğunu bile artık saklamamaktadır. Bunun en son göstergesi
ise Fukuyama'nın Tarihin Sonu mu? adlı eserinde fütursuzca ifade etmekten çekinmediği
düşüncelerdir. Bu eserde o, Batı'nın siyasi, askeri, ekonomik, kültürel alanlarda bir dünya
hegemonyasına doğru ilerlediğini ve bu gelişmenin tamamlanmasıyla da tarihin gelişmesinin sona
ereceğini, yani Tarih'in "biteceğini" iddia etmektedir. Oysa Batı insanlığı sömürme derdindedir.
Batı’nın insanlığa vereceği bir şey yok!

Geriye insanlığın kurtuluş ümidi olarak sadece "İslam” kalmaktadır. Bu tespit, Müslüman olan Batılı
birçok düşünürün tarafsız ve gerçekçi bir tespitidir. Bu tespitin doğruluğunu görmek için Roger
Garaudy'nin İslam'ın Vadettikleri İslam ve İnsanlığın Geleceği; Entegrizm: Kültürel İntihar adlı eserleri
ile, Aliya Ali İzzetbegoviç'in Doğu ve Batı Arasında İslam adlı eserini okumak bile yeterli olacaktır.
Bizce çağın en önde gelen İslam mütefekkiri olan her iki düşünüre göre de, sadece İslam dünyasının
değil, bütün insanlığın, hatta "gezegenimizin” kurtuluşu İslam'a bağlıdır; bu kurtuluşu sağlayabilecek
yegane din "İslam”dır.

3
Burada önemli husus, kastettiğimiz İslam'ın günümüz şartlarında, teorisi ve pratiğiyle çerçevesi
çizilmiş, belirlenmiş, ortaya konmuş bir İslam olmayıp; teorisinin yeniden ortaya konması ve pratiğe
dökülmesi gereken bir İslam olduğudur. Bu düşünceden hareketle bazı İslam düşünürleri, Tarihi
(Historical) İslam ve Kuralsal (Normative) İslam şeklinde bir ayrımın yapılması gerektiğini
vurgulamaktadırlar.

İşte bizim burada kastettiğimiz, tarih boyunca Müslümanlar tarafından anlaşılmış ve uygulanmış
şekliyle değil; Kur'an ve onun pratiğe geçirilmiş şekli olan Sünnet'te yer alan ilke ve değerler olarak
İslam'dır. Bu İslam potansiyel olarak içinde yaşadığımız çağın problemlerinin üstesinden gelebilecek
güçte olmakla beraber, henüz hayatın her alanını kuşatan kapsamlı bir proje, bir dünya görüşü olarak
geliştirilmiş değildir.

Kısacası hayatın her alanıyla ilgili İslami öğretilerin tutarlı ve kapsamlı bir bütün olarak ortaya
konulmasını amaçlayan bir projenin gerçekleştirilmesi, gerek İslam dünyası, gerek bütün insanlık için
hayati bir önemi haizdir.

Hayati önemi haiz bu projenin gerçekleştirilmesi için başvurulacak temel kaynakların Kur'an ve
Sünnet olduğu kuşkusuzdur. Ne var ki, bu iki kaynak ile ilgili olarak bugüne kadar uygulanmış olan
klasik yöntemler, günümüzde tam anlamıyla yeterli ve etkili olamamakta, birçok noktada da
tıkanmalarla karşılaşmaktadır. Bu bakımdan sözü edilen projenin gerçekleştirilmesi yolunda atılması
gereken ilk adım, yöntem ile ilgili problemlerin çözümü olmalıdır. Bunu gerçekleştirmek ise, ancak
klasik yöntemleri gözden geçirip onlardan da yararlanarak yeni bir metodoloji tesisi ile mümkün
olabilir.

Oluşturulacak bu yeni yöntem, çeşitli İslami disiplinler -Tefsir- Hadis-Fıkıh-Kelam vb.- arasındaki
yöntemle ilgili farklılıkları asgariye indirmeyi ve mümkünse kaldırmayı amaçlamalıdır. Diğer bir
ifadeyle, bütün İslami disiplinler için geçerli tek bir metodoloji geliştirmek hedef alınmalıdır. Bize göre
böyle tutarlı ve kapsamlı bir yöntemin ortaya konulmasına girişilmeden önce, tek tek her İslami
disiplinin kendi yöntemlerini gözden geçirmesiyle işe başlamak yararlı olacaktır Sünnet/Hadis
alanında ise henüz ciddi bir adım atılmış değildir.

İşte Sünnet/Hadis’i anlama ve yorumlama yöntemi ile ilgili olarak yapılması gereken çalışmalara
katkıda bulunmak üzere biz bir proje sunmak istiyoruz. Projenin ana hatları şunlardır:

1.SÜNNET KAVRAMI veya TANIMI


2. SÜNNET’lN KONUMU
3.SÜNNET'İN MAHlYETİ (Bilgi Kaynaklan Açısından)
4. SÜNNET'İ ORTAYA KOYMADA KULLANILACAK MALZEME
5.SÜNNET’lN ANLAŞILMASI
6.SÜNNET’lN YORUMLANMASI
7.SÜNNET'İN BlR SİSTEM HALİNE KONULMASI
8.SÜNNET'İN EĞİTİM ve ÖĞRETİMİ

Kısaca, kavram, konum, mahiyet, malzeme, anlama yorumlama, sistemleştirme ve eğitim-öğretim


şeklinde belirleyebileceğimiz bu ana konularla ilgili olarak yapılması gereken, önce bugüne kadar bize
gelen birikimi değerlendirmek, eksik ve hatalı hususları belirlemek, bilahare alternatifler üretmek
olmalıdır.

1-Sünnet Kavramı veya Tanımı

4
Bugüne kadar yapılmış olan sünnet tanımları ve bu tanımların zihinlerde oluşturduğu sünnet kavramı,
günümüzde sağlıklı bir sünnet anlayışını oluşturamamakta, aksine birçok yanlış anlamalara ve hatalı
uygulamalara yol açmaktadır.

Aynca İslam düşüncesinde Sünnet ile ilgili tartışmaların temelinde de bu kavram ile ilgili anlayış
farklılıkları yatmaktadır.

II- Sünnet'in Konumu

Sünnet kavramı etrafında iki aşırı uç görüş var. Biri Sünnet/Hadis'e olumsuz yaklaşan ve hatta -
marjinal da kalsa- onu toptan redde kadar varan; diğeri ise doğru-yanlış Sünnet/Hadis adına bize ne
intikal etmişse onu savunmaya çalışan iki eğilim var. Sünnet'in İslam'daki konumunun objektif bir
biçimde ele alınması son derece yararlı olacaktır.

III- Sünnet'in Maahiyeti

Burada Sünnet'in mahiyeti ile, Sünnet kavramının teşekkülü, bir şeyin Sünnet olabilmesi için gerekli
şartlar gibi hususları kastetmiyoruz. Biz, Hz. Peygamber'in bilgi kaynakları açısından Sünnet'in
mahiyetini ele almayı kastediyoruz. Bu başlık altında, Sünnet'in vahiy ürünü olup olmadığı, Kudsi
Hadisler ve Hz. Peygamber'in konumu gibi konular incelenecektir.

IV- Sünnet'i Ortaya Koymada Kullanılacakcak Malzeme

Yaygın kanaatin aksine Sünnet'i ortaya koymada başvurulacak temel kaynak hadisler değil, Kur'an'dır.
Kur'an, Hz. Peygamber'in düşüncesi, amaçları ve metodu konusunda bize bilgi verecek en güvenilir
dini-tarihi bir dokümandır. Kur'an'ın Sünnet hakkında bize bilgi veren temel kaynak olarak
değerlendirilmesi, Hz. Peygamber'in Sünneti'nin Kur'an'ın hayata geçirilmiş pratiği ve hayata açılımı
olduğu ve bu sebeple Kur'an'a ters düşmesinin söz konusu olamayacağı varsayımına dayanmaktadır.

Bu itibarla hadisler, Sünnet hakkında bilgi veren kaynaklar arasında, Kur'an'dan sonra ikinci sırada yer
alabilir. Hatta bize tevatüren ulaşan ve "Yaşayan Sünnetler (Fazlurrahman)", "Sünen-i Mütevarise”
veya "Ameli Tevatür” adları verilen Sünnetleri nazar-ı itibara alarak bunları ikinci sırada
değerlendirecek olursak; bugün elimizdeki hadislerin üçüncü sırada yer alması gerektiğini bile
söylemek mümkündür.

Sünnet hakkında bilgi veren kaynaklar olarak Kur'an'ın ve "Yaşayan Sünnet”lerin kesinlik ve
doğruluğunda şüphe yoktur. Hadisler ise böyle değildir. Nesilden nesile Kitlesel Rivayet yoluyla
nakledilen Yaşayan Sünnetler hariç, Mütevatir hadis yoktur veya yok denecek kadar azdır.

Böyle olunca Hadis ilminin konusu, Mütevatirlerin dışında kalan ahad hadislere münhasır
kalmaktadır. Bugün elimizde mevcut hadisler işte bu ahad kategorisine dahildir. Bu tür hadisler ise
Sahih, Hasen, Zayıf ve Uydurma (Mevzu) olmak üzere dört kısımda ele alınmaktadır.

Ancak sahih hadisi belirlemede esas alınacak şartlar ve bu şartların uygulanması, ekolden ekole ve
hadisçiden hadisçiye farklılık gösterdiği, diğer bir ifade ile hadislerin sahihini uydurmasından
ayırdetme içtihada dayalı olduğu, bunun da bu alanda bir izafiliğe yol açtığı kuşkusuzdur. Böyle olunca
birine göre sahih olan bir hadis, bir başkasına göre hasen, zayıf, hatta uydurma olabilmektedir.

Bu durumun ortaya çıkmasında, sahih hadisleri belirlemede esas alınan kriterlerin ekolden ekole,
kişiden kişiye değişmesi yanında; hadisleri değerlendirmede isnada ağırlık verip, metin tenkidini ikinci
plana itmek de rol oynamıştır

5
Nitekim geçmiş ulemanın sahih kabul ettiği pek çok hadisin, günümüz İslam alimlerince tartışma ve
eleştiri konusu yapılmış olması da bunu göstermektedir. Bunun anlamı ise, sahih hadisleri
belirlemede başvurulan klasik yöntemin yeterli derecede etkili olamadığıdır.

Bu durum karşısında, klasik Hadis Usulünden de yararlanmak, buna ilave olarak metin tenkidine
ağırlık vermek, hatta sosyal bilimler alanında geliştirilen modem tarih tenkidi yöntemlerinden de
yararlanmak suretiyle yeni bir Hadis Tenkidi Metodolojisi geliştirmenin zorunlu olduğu ortaya
çıkmaktadır.

V- Sünnet' in Anlaşılması

Eski dönemde Hz. Peygamber'in öğretilerini aynen benimsemekle, Sünnet'i hayata geçirmek büyük
ölçüde mümkün oluyordu. Karşılaşılan yeni problemler ise, Fıkıh Usulünde başvurulan "Kıyas","
İstihsan" veya "Maslahat" (kamu yarar) gibi yöntemlerle çözülebiliyordu. Ancak asırlar ilerledikçe
klasik yöntemlerin artık giderek yetersiz bir hale gelmeye başladığı -bugünkü boyutlarda olmasa bile-
bazı İslam alimleri tarafından yavaş yavaş fark ediliyordu.

Bu durumu farkeden İslam alimlerinden eş-Şatıbî (Ö.790/1388) klasik içtihad yöntemlerinin artık
bütün imkanlarını kullandığını ve bu yüzden içtihad alanında görülen durgunluğun aşılmasının ancak
Fıkıh Usulü'nün yeni bir yaklaşımla yeniden tesisiyle mümkün olacağını düşünüyordu. Ona göre bu
yeni usul anlayışı, nassların lafızlarının analizi ve bu lafızlardan hüküm çıkarma veya nass olmayan
konularda kıyas yapma yerine, şeriatın genel ilkelerine, maksad ve amaçlarına dayanmalıydı.

Bu klasik yöntemlerin (şekilci-lafızcı ve parçacı karakter) günümüz şartlarında etkin olamayışı ve


yeterli sonuçlar üretemeyişi, birtakım temel eksiklik ve kusurlardan kaynaklanmaktadır.

Bu yöntemlerin şekilci-lafızcı karakteri, Sünnet'i adeta aynen taklid edilmesi gereken bir davranışlar
manzumesi haline sokmuş, sonuçta bugün İslam dünyasında hakim olan şekilci bir sünnet anlayışı
ortaya çıkmıştır. Yöntemlerin parçacı karakteri ise İslam düşüncesindeki çeşitli ihtilafların, fırka ve
mezheplerin ortaya çıkmasına, bu ise çoğunlukla İslam toplumunun bölünmüşlüğüne yol açmıştır.

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de her eğilim, her görüş, birbirine tamamen zıt bile olsa, kendisini
destekleyecek bir hadis bulabilmektedir. Bunun da sebebi hadislerin tek tek ele alınması; bir konudaki
bütün hadislerin bir bütünlük içerisinde değerlendirilmemesidir. Parçacı yaklaşım bununla da
kalmamış, Kur'an ile Hadis/Sünnet bütünlüğünü sağlamayı da genelde ihmal etmiştir.

Bunlara ilaveten, Sünnetin oluştuğu toplumsal şartların göz ardı edilmesi, hadislerin sebeb-i vürudu
ile siyak-sibak'ının gözden uzak tutulması da Sünnet'in sağlıklı bir şekilde anlaşılmasını engelleyen
kusurlar arasında yer almaktadır.

Kuşkusuz, ' Sünnet'in anlaşılması önündeki bu engellerin kaldırılabilmesi ancak şekil-lafız'a takılıp
kalmayarak, bunların altında yatan ilke, amaç ve değerleri, yani özü yakalamayı esas alan, hadislerin
kendi içindeki bütünlüğü ile Kur'an ve Sünnet/ Hadis bütünlüğünü göz önünde bulunduran, Sünnet'in
oluştuğu tarihi çerçeveyi dikkate alan yeni bir yöntem geliştirmekle mümkün olabilir.

VI- Sünnet'in Yorumlanması

Sünnet'in anlaşılması ile ilgili problemlerin, onun yorumlanmasına da yansıması tabiidir. Bu sebeple
yanlış anlamalar yanlış yorumları da beraberinde getirmiştir. Günümüzde Sünnet'in sağlıklı bir
yorumunun yapılabilmesi, sağlıklı bir "anlama yönteminin” geliştirilmesine bağlıdır. Sünnet'in -Kur'an
gibi- günümüzde yeniden yorumlanması, bu amaçla, yorum esaslarının belirlenmesi elzemdir.

6
Değişen şart ve ihtiyaçlara uygun olarak nasıl her asırda Kur'an yeniden yorumlanmış, yeni yeni
tefsirler yazılmışsa, aynı şekilde Sünnet'in de daima yeniden yorumlanması gerekir.

Bu alanda klasik yorumlardan da yararlanmak suretiyle, yeni yorumlar geliştirilmeli, çağdaş bir hadis
şerhçiliği anlayışı ve yöntemi tesis edilmelidir.

Sünnet'in çağdaş bir yorumu sadece hadislerle sınırlı kalmamalıdır. Bunun yanında Hz. Peygamber'in
(s.a.v.) hayatı-siret'i de çağdaş bir yorum anlayışıyla yeniden ele alınmalıdır. Kronolojik tarihle yazılmış
eserler ise Hz. Peygamber'i Müslümanlara bir model olarak benimsetmede etkili olamamaktadır.

VII- Sünnet'in Bir Sistem Haline Konması

Sünnet'in birey ve toplum boyutunda bir "model", hatta bir "dünya görüşü" olarak
sistemleştirilmesine yönelik çalışmalar yapılması gerekir. Ve bu amaçla da sadece itikadî veya fıkhî ya
da ahlakî hadisleri değil, hayatın her alanıyla ilgili konuları içeren ve bu sebeple de "el-Cami" adı
verilen eserler yazılmıştır. Ancak bu tür eserler genelde, çeşitli konulardaki hadisleri artlarda
sıralayan, bu hadislerin lafzi anlamlarını esas alan ve bu lafzi anlamlardan yola çıkarak birtakım
istidlallerde bulunan ve tabii olarak kendi dönemlerinin ihtiyaç ve problemlerini göz önünde
bulunduran eserlerdir.

Günümüzde, çağın şart ve ihtiyaçlarına uygun yeni bir plan içerisinde sadece hadislere dayanarak
değil, Kur'an-Hadis birlikteliği içerisinde, Sünnet'in ilke, amaç ve hedeflerini tespite önem vererek,
çağdaş bir terminoloji ile yorumlar geliştirmek suretiyle, hayatın her alanını kuşatan kapsamlı bir
çalışmanın yapılması son derece zaruridir. Bu tür bir çalışmanın temel amacı, inanç, ibadet, ahlak,
siyaset, ekonomi, hukuk, eğitim vb. bireysel ve toplumsal bütün alanları kuşatan bir eser olmalıdır.

VIII- Sünnet 'in Eğitim ve Öğretimi

Yapılacak bütün bu çalışmalar teorik düzeyde kalıp da hayata aktarılamadığı sürece, amaca ulaşılmış
olmayacaktır. Bu durumun ortaya çıkmasına engel olmanın ve Sünnet'i teoriden pratiğe aktarmanın
yolu ise "eğitim”dir. Bu sebeple Sünnet ile ilgili olarak yapılacak teorik çalışmaların eğitim yoluyla
topluma kazandırılması hususu da önemli bir problemdir. Günümüz İslam dünyasındaki eğitim-
öğretim kurumları- "modern" olarak nitelendirilebilirse de verdikleri’ eğitim büyük ölçüde "klasik"tir.

Geçmişte yapılan çalışmaların ve ortaya konan eserlerin günümüzün ihtiyaçlarına cevap


veremeyeceğini ifade etmiştik. Nitekim "Hadis/Sünnet" eğitimi günümüz İslam dünyasında genelde
klasik Hadis Usulü bilgilerinin ve birtakım hadislerin öğretilmesinden öteye geçmemektedir. Hadis
Usulüyle ilgili olarak verilen bilgilerin pek çoğu öğrenciler açısından günlük hayatta uygulanma imkanı
bulunmayan bilgilerdir. Özellikle geçmiş bilgilerin aynen ezberletilmesi sebebiyle öğrenci, tenkid
zihniyetinden uzak olarak yetiştirilmekte, nakilci ve ezberci bir kafa yapısı oluşturulmaktadır. Üstelik
Hadis Usulü'ne dair verilen bilgiler içerisinde doğruluğu tartışmalı veya yanlış bilgiler de
bulunmaktadır.

Halbuki Hadis Usulü'nü hadisçilerin yazdıkları eserlere hasretmek, bu konuda hadisçiler tekeli
oluşturmak anlamına gelir. Hadislerin sağlamını çürüğünden ayırma konusunda sadece hadisçilerin
görüşlerine itibar edip Usulü-i Fıkıhçıların görüşlerini ikinci plana atmanın ilmî zihniyetle bağdaşması
mümkün değildir.

Hadis metinlerinin öğretiminde de durum bundan farksızdır. Öğrenciye öğretilmesi amaçlanan


hadisler şart ve ihtiyaçlara göre seçilmemekte, genelde "birey"i ilgilendiren konular, o da gelişi güzel
belirlenmektedir. Hadislerle toplumsal konular, hele evrensel/global problemler arasında ilgi

7
kurulmasına ise hemen hiç çalışılmamaktadır. Hadislerin anlaşılması ve yorumu da lafızcılıktan öteye
pek gidememektedir.

Hz. Peygamber'in hayatı (Siret) ise, bir tarihî olaylar dizisi olarak ve kuru bir uslüp içerisinde
anlatılmaktadır.

Kısacası Sünnet-Siret, "yaşanması gereken" bir olgu olarak değil de "bilinmesi gereken" bir malumat
olarak algılanmakta, bu ise, verilen eğitimden istenen sonucun elde edilememesine yol açmaktadır.

Tabiatıyla bu tür bir Hadis/Sünnet-Siret eğitiminin etkili olması beklenemez. Böyle olunca Sünnet'in
İslam toplumlarına her alanda yön veren bir "rehber" olması da tahakkuk etmemektedir.

İşte bütün bu olumsuzlukları bertaraf etmek için, Hadis/ Sünnet-Siret eğitim-öğretim'inin köklü bir
şekilde gözden geçirilmesi, eksiklik ve hataların giderilerek, çağdaş bir Hadis/ Sünnet-Siret eğitiminin
oluşturulmasına ciddî olarak ağırlık verilmesi gerekmektedir.

O halde Hadis problemini tenkidci bir gözle tarihî açıdan ve yapıcı bir şekilde ele almadan, öz olanı,
sadece tarihî olandan ayırma imkanı çok zayıftır. Fakat ulemanın, üstlenmeyi reddettiği şey işte bu
görevidir. Ulema şundan korkmaktadır:

Eğer Hadis'i ilmî bir incelemeye tabi tutarsak, Kur'an'ın yanında İslam'ın ikinci ana sütununu oluşturan
Sünnet kavramı yıkılır ve o zaman Kur'an'a sarılmak bile imkansız hale gelir. Çünkü Kur'an'ı sabit bir
noktada tutan, bizzat Sünnet'in kendisidir. Muhtevası ne kadar şümullü olursa olsun, Hadis'in gerçek
bir tenkide tabi tutulması, konuya açıklık getirir.

Şu nazik dönemde îslamı yeniden düşünme ve ifade etme görevi, III./IX. yüzyıldan bu yana
Müslümanların karşı karşıya kaldıkları mes'elelerin en ciddîsi ve köklüsüdür. Bu görevin gerekli şekilde
yerine getirilmesi, ilk ikibuçuk yüzyıldaki icraata denktir. İşte toplumda güç kaynaklarını geniş ölçüde
elinde tutan muhafazakarın, yalnız reddetmekle kalmadığı, çözmek gereğini bile idrak edemediği asıl
mesele budur. Hadis'i kökten reddederek aşırı bir duruma itilmiş bulunan ve serbest bir kalkınmayı
savunan tek tek kişiler ve küçük gruplar, muhafazakara karşı koymaktadırlar. Aslına bakılırsa, bu
konuda dengeli bir görüşe varmak ve dolayısıyla şu nazik zamanda neyin yapılması gerektiğini
anlamak için bu iki taraftan hiçbiri, Hadis'in gerçek tarihî gelişimini bilmemektedir. Hakikatte İslam
hakkında sağlıklı tarihî bir düşüncenin geliştirilmesine duyulan ihtiyaç, onu başarılı bir şekilde yeni bir
ifadeye kavuşturmanın başta gelen arzusu ve şartı olmaktadır. '

İşte Sünnet, sizlere sunduğumuz bu projede de anlatmaya çalıştığımız gibi, kökü geçmişlere uzanan,
geniş kapsamlı ve hayati denebilecek ölçüde ciddi problemlerle karşı karşıyadır. Bu problemler İslam
ümmetinde bireysel ve toplumsal planda Sünnet “model”inin istenen düzeyde etkili olamamasının
başlıca amilleridir.

İslamî ilimler yanında, çeşitli sosyal disiplinlerde uzman olan bir ekip veya ekiplerin planlı ve
koordineli çalışması ile bu problemlerin çözümü en kısa zamanda mümkün olabilir.

İşte biz, hem bu alanda böylesine kapsamlı bir çalışma yapılması gerektiği düşüncesini
yaygınlaştırmak için bir çalışmaya girişmiş bulunuyoruz.

Eserin birinci bölümünde, bizlere Sünnet konusunda genel bir bakış açısı verecek olan "Sünnet
kavramı veya tanımı" üzerinde durulmuştur. Bu konuda bugüne kadar yapılan tanımlar tespit edilmiş,
bunların eksik yönleri belirtilmiş ve çağın şart ve ihtiyaçlarına uygun bir şekilde Sünnet'in yeni bir
tanımı yapılmaya çalışılmıştır.

8
İkinci bölümde, geliştirilen bu yeni tanımın gerekçeleri verilmiş, geniş bir şekilde açıklaması
yapılmıştır.

Üçüncü bölümde Sünnet'in İslam'daki konumu ve değeri üzerinde durulmuştur. Sünnet'in İslam'daki
konumu ile ilgili tartışmalarda genelde iki eğilimin varlığı görülmektedir: Bunlardan biri, Sünnet'e
olumsuz yaklaşan, onun değerini asgariye indirmeye çalışan -hatta marjinal bir grubun benimsediği-
onu tamamen reddeden eğilimdir. Diğeri ise, ilkinin aksine Sünnet'i ne pahasına olursa olsun
savunmayı amaçlayan eğilimdir. Her iki eğilimin de önyargılı olması, ilmî bakımdan tam anlamıyla
objektif olamaması, görüşlerinin birçok tutarsızlıklar, ayetlerle ilgili zorlamalar, hatta saptırmalar
içermesi, bu ikisi arasındaki tartışmaların sonuçsuz bir şekilde sürüp gitmesine yol açmaktadır.

Biz bu konuyu ele almakla, bu kısır tartışmalara bir yenisini eklemek istemiyoruz. Aksine amacımız bu
husustaki tartışmaları asgariye indirmek, mümkün olduğu takdirde bir sonuca bağlamaktır. Bu amaca
ulaşmak ise bize göre, önyargısız, objektif ve ilmî bir yol izlemekle ve zorlama yorumlardan
kaçınmakla mümkün olabilecektir.

Ancak bu çerçevenin dışında kalan farklı yaklaşımlar da bulunduğu halde, bu tür farklı yaklaşımlar -
mesela ileride görülecek olan eş-Şatıbî'nin yaklaşımı gibi Sünnet'in konumu ile ilgili tartışmalarda
gereken ilgiyi görmemiştir. Konuyla ilgili tartışmaların her iki eğilimi tatmin edecek bir sonuca
bağlanmasında etkili olacağına inandığımız bu gibi yaklaşımları gün yüzüne çıkarmak da bu bölümün
yazılmasının amaçlan arasında yer almaktadır.

Bu eserde ele alınan konular, sadece klasik literatürde yer alan tartışmalarla sınırlı tutulmamış, bu
alanda günümüzde klasik çerçevede en son yazılmış olan eserlere kadar inilmiş; buna ilaveten çağdaş
İslam düşüncesine ait konuyla ilgili çeşitli eserler de araştırma kapsamına alınmıştır. Böylelikle bu
eserin, sahasında bugüne kadar ortaya atılmış bütün görüş ve eğilimlerin eksiksiz olarak
değerlendirildiği bir çalışma olması amaçlanmıştır.

KLASİK SÜNNET TANIMININ DEĞERLENDİRİLMESİ ve YENİ BİR SÜNNET TANIMI DENEMESİ

Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa hem budala hem de
alçaktır. Bir adamın "benden başka herkes aldanıyor" demesi güç şüphesiz; ama sahiden herkes
aldanıyorsa o ne yapsın? Daniel de Foe (Cemil Meriç, Bu Ülke)

İslam'ın yeniden yorumlanması ve İslam düşüncesinin çağın ihtiyaç ve gereklerine uygun bir şekilde
yeniden oluşturulması yolunda yapılacak çalışmalarda öncelikle temel alınması gereken kaynağın
Kur'an olduğu, çağdaş İslam düşünürleri tarafından, ortaya koyduktan pek çok eserde, hararetle
savunulmuştur. Onların bu isabetli teşhisleri ve gösterdikleri takdire şayan çabalan sonucundadır ki
günümüzde Müslümanlar -gelenekçi olsun modemist/çağdaşçı olsun- tekrar Kur'an'a dönmek
gerektiği konusunda hemen hemen fikir birliği etmiş durumdadırlar. Kur'an'a dönüş düşüncesinin
genel bir kabul görmüş olması yanında, atılan diğer müsbet bir adım da, Kur'an'ın çağdaş bir yorumu
için sağlıklı bir yaklaşım ve metod geliştirme yolunda önemli mesafelerin katedilmiş olmasıdır.

Ancak her iki tefsir de (Seyyid Kutup ve İzzet Derveze), Kur'an'ın ayetlerini tek tek tefsir etme
prensibine bağlı kalmışlardır. Bu arada tefsirde yeni bir yaklaşım olan "Bütünlük ilkesi” ortaya atılmış
ve bu prensip özellikle Fazlur Rahman tarafından birçok eserinde ısrarla vurgulanmıştır. Fazlur
Rahman sadece bununla da yetinmemiş ve savunduğu bu metodun örnek bir uygulamasını Ana
Konularıyla Kur’an adlı eserinde ortaya koymuştur.

9
Bilindiği gibi Kur'an'ın inanç, ibadet, toplum, devlet, ekonomi, hukuk vb. alanlarda insanlığa sunduğu
prensipleri, diğer bir deyimle beşeriyete sunduğu "sistem”i ortaya koyan müstakil bir eser mevcut
değildir.

Öte yandan Kur'an'ın i'cazı konusunda bile çağdaş yaklaşımların ortaya atıldığı görülmektedir. Her ne
kadar Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Mustafa Sadık er-Rafiî, Emin elHulî, Dr. Binti'ş- Şatı', Dr. Seyyid
Ahmed Halil bu tür yaklaşımla Kur'an'ın i'cazı konusunda başarılı tesbitlerde bulunmuşlarsa da, bu
tespitlerini Kur'an'ın tamamına uyguladıkları bir tefsir meydana getirememişlerdir. Dr. Subhi es-
Salih'in "Kur'an'ın i'cazı konusunda çağdaş anlayışımızın en mükemmel bir ifadesi olduğu dahi
söylenebilir" diyerek methettiği metodunu Seyyid Kutub önce “Kur'an'da Edebi Tasvir ve Kur'an'da
Kıyamet Sahneleri” adlı eserlerinde ortaya koyduktan sonra, bunu Kur'an'ın tamamına en güzel
şekilde uygulamayı Fi Zılali'l-Kur’an adlı tefsirinde başarmıştır.

İslam'ın temel kaynağı olan Kur'an konusunda bu olumlu gelişmeler vuku bulurken, "Sünnet"
konusunda da benzer çalışmaların yapılmış olması beklenirdi. Ne var ki, Kur'an konusundaki
çalışmaların daha henüz gelişme safhasında olmasından, Sünnet alanında Kur'an alanında yapılan
çalışmalar seviyesinde ilerleme kaydedilememiştir

Asıl önemli olan, Sünnet konusundaki on dört asırlık birikimimizi gözden geçirmek, değerlendirmek ve
bu değerlendirmenin ışığında, çağın ihtiyaç ve şartlarına uygun bir sünnet anlayışı geliştirmektir.

A-YENI BİR SÜNNET ANIAYIŞINA ve TANIMINA GEREK VAR MiDiR?

İslamın temel kaynağı olan Kur'an-ı Kerim'in, değişen şartlara bağlı olarak çeşitli zamanlarda yeniden
yorumlanması gerektiği konusunda Müslümanlar hemfikirdir. Sünnet'in de asırlar boyunca çeşitli
yorumlara tabi tutulduğunu görmekteyiz. Çeşitli asırlarda yazılmış olan pek çok hadis şerhleri ve
ulemanın zaman zaman hadisleri farklı şekillerde anlamış olmaları da bu hususu doğrulamaktadır.

Gerek Kur'an, gerek Sünnet konusunda yeni yorumlara gidilmesini gerektiren husus, hiç şüphesiz,
değişen şartlar ve ihtiyaçlardır. Bu açıdan bakıldığında, "Sünnet Tanımı" ve "Sünnet Anlayışının” da,
değişen şartlara bağlı olarak zaman zaman yeniden yorumlanmış olması beklenirdi.

İslam toplumlarında hakim olan "Sünnet" anlayışlarına bakmamız gerekir. Şayet günümüzde
Müslümanların sağlıklı bir sünnet anlayışına sahip oldukları bir gerçek ise, bu durumda yeni bir tanım
yapmaya çalışmak yersiz olacaktır. lslam toplumlarında hakim olan sünnet anlayışının sağlıklı olup
olmadığını tesbit etmenin en kestirme yolu ise, bu toplumların mevcut durumlarını gözden
geçirmektir. O halde günümüz İslam toplumlarına -özellikle de kendi toplumumuza- bir göz atalım:

Müslüman halk kitlesinin büyük bir kısmı, genellikle dini bilgilerini ve tabiatıyla "sünnet kültürü"nü,
aileden ve çevreden aldığı bilgiler yanında, camilerde verilen vaaz ve hutbelerden sağlamaktadır.

Okumuş kitleler ise, din dersleri, dinî okul ve yüksekokullarda verilen Hadis/Sünnet konusundaki
dersler ve bunlara ilave olarak okudukları çeşitli eserler aracılığıyla "sünnet kültürü "nü elde
etmektedirler. Hepsinin de Sünnet/Hadis konusunda verdikleri eğitim- öğretimde, dayanakları ve
kaynaklan genellikle klasik eserlerdir.

Burada sorulması gereken diğer bir soru şudur: Gerek halk kitlelerinin gerek İslami ilimler alanında
eğitim-öğretim görenlerin sünnet anlayışlarını şekillendiren, bu tanımlar ve bunların ortaya koyduğu
bakış açılan olduğuna göre; bu tanımların günümüz İslam toplumlarında sağlıklı bir sünnet anlayışının
oluşmasını sağladıkları ileri sürülebilir mi?

Gerek halk düzeyinde, gerek öğrencilerim üzerinde yaptığım şahsi gözlemler, incelemeler ve
soruşturmalar sonucunda edindiğim izlenim şudur: Sünnet denilince ilk akla gelenler genelde;

10
namazların sünnetleri, sünnet olmak, misvak kullanmak, gümüş-akik yüzük takmak, sarık sarmak,
yemeğe tuzla başlamak, Ramazan'da teravih namazı kılmak, sakal bırakmak gibi hususlardır.

Nitekim bazı İslami dergilerde, bu dediklerimizi doğrulayan örneklere rastlanmaktadır. Mesela Hakses
dergisinde "Unutulan Sünnetlerimiz ve Namazda Sarık Sarmak" başlığı altında yayınlanmış olan bir
makale, toplumumuzda mevcut sünnet anlayışının tipik bir örneği olması bakımından dikkat çekicidir.

Yine İslam Def8isıhin (Kasım 1983 -Ağustos 1985) tarihlerini kapsayan döneminde “Unutulan
Sünnetlerimiz" köşesinde 24 sayı boyunca ele alınan konular burada zikredilebilir. Adı geçen derginin
sünnet anlayışını gayet güzel yansıtan bu köşedeki yazıların konuları şunlardan oluşmaktadır:

Vasıtaya binme adabı (sayı: 3); çocuk doğunca kulağına ezan okuma, güzel isim koyma, akika 'kurbanı
kesme (s: 4); uyurken nasıl yatılacağı (s: 5); yemek adabı, yemeğe tuzla başlamak (s: 6); bir meclise
katılınca selam vermek, giriş ve çıkışta dua okumak (s: 7); misvak kullanmak, misvak'ın boyu, kalınlığı,
nasıl tutulacağı (s: 8); okunan ezanı tekrar etmek ve bazı dualar okumak (s: 9); oruç adabı, oruçla ilgili
dualar (s: 10); bayram adabı (s: 11); selamlaşmak (s: 12); (toplumsal değil (!) bireysel planda] istişare
(s: 13); Muharrem ayının fazileti ve orucu (s: 14); sürekli olarak abdestli bulunmak, abdest üzerine
abdest almak, abdest duaları (s: 15); aksırana dua etmek (s: 16); taziyede bulunmak (s: 17);
hediyeleşmek (s: 18); hasta ziyareti (s: 19); Hz. Peygamber'e salat ü selam okumak (s: 20); evvabin
namazı (s: 21); itikaf (s: 22); sakal bırakmak (s: 23) ve Allah için sevmek, Allah için buğuz etmek (s: 24)

Ahmet Şahin'in Sünnet Işığında Hayat adlı eserinde ele alınan bazı konular da yukarıdakilerin bir
tekrarı niteliğindedir:

Yemekte El Yıkama ve Besmele Çekme Sünneti (s. 15); Sofrada Dua Sünneti (s. 28); Elbise Rengi ve
Mest Sünnetleri (s. 49); Tedbir ve Sarık Sünneti (s. 52); Yüzük ve Altın Eşyada Sünnet (s. 55); Selam ve
Musafaha Sünneti (s. 57); Hediyeleşme Sünnetinde Bazı Ölçüler (s. 72); Temizlik Sünneti (s. 76); Sakal-
Bıyık Sünneti (s. 80); Nefis İçin Sabır, Din İçin Karşılık Verme Sünneti (s. 180); Komşu Hakkına Riayet
Sünneti (s. 180); İstişare Sünneti Üzerine (s. 112); Sünnet Nazarında Cömert ile Cimri (s. 121); Taziye
Sünneti Üzerine (s. 135); Hasta Ziyareti (s. 141); Kabir Ziyareti (s. 143); Doğum Kurbanı ve Sünnet
Cemiyeti (s. 166); Emanete Riayet Sünneti (s. 186)14.

Aynı anlayışı Ali Rıza Demircan'ın İslam'da Batıla Benzemenin Hükmü adlı eserinde de görmek
mümkündür. Kitabın “İslam’da Kılık Kıyafet Düsturları” adlı ikinci kısmında ele aldığı konular,
yukarıdakilerle yakın benzerlik arz etmektedir. Onun ele aldığı konulardan bir kısmı şunlardır: ■

Kılık-kıyafet, aksesuar, başlık, saç tıraşı ve temizliği, sakal-bıyık ve bunların boyanması, sünnet (hıtan),
kızların sünnet olması, .selamlaşma, cenaze adabı, oturma- kalkma adabı, evlerde çöp biriktirmeme,
burun kıllarını kısaltmak, kına-oje kullanmak

Bu sayılanlardan farklı olarak diğer bazı İslam toplumlarında "Sünnet" olarak ele alınıp, üzerinde
durulan konulara dair şu örnekleri verebiliriz: Mesela, (Ayakkabılarla Namaz Kılmanın Meşruiyeti) adlı
eserde sergilenen sünnet anlayışını özellikle zikretmemiz gerekir. İnsanların pek çok sünnetten
habersiz olduğunu, dolayısıyla bunları terk ettiklerini, sonra da bu sünnetleri ihya etmek isteyenleri
dalaletle suçladıklarını belirten yazar, ayakkabılarla namaz kılmanın da, bu unutulan sünnetlerden
olduğunu söylemekte ve konuyla ilgili hadisleri zikrederek, bir sünneti ihyaya çalışmaktadır.

Yazar bununla da yetinmemekte, mescid ve camilerdeki halı, kilim vb. yaygıların da kaldırılması
gerektiğini, zira Rasulullah'ın (a.s) toprak zeminde namaz kıldığını, dolayısıyla ona uymak gerektiğini
ima etmektedir.

11
Benzer bir anlayışa giyim-kuşam alanında da sıkça rastlanmaktadır. Birçok İslam ülkesindeki dindar
insanlar, elbiselerin eteklerinin uzatılmasının aleyhindeki bazı hadislere dayanarak, elbiselerini
topuklarının yukarısında olacak şekilde kısaltmayanlara şiddetle karşı çıkmakta, onları
eleştirmektedirler. Bu konuda bazdan o kadar aşın gitmiştir ki, neredeyse elbisesinin eteğinin
kısalığını İslam'ın şiarından ve büyük farzlardan sayacak duruma gelmişlerdir. Hatta elbisesini onların
yaptığı gibi kısaltmayan bir alim veya bir davetçi gördüklerinde, bazen içlerinden, bazen de açıkça onu
fazla dindar olmamakla suçlamaktadırlar.

İslam toplumlarında mevcut bu sağlıksız sünnet anlayışından kendisinin de bizar olduğu anlaşılan el-
Kardavi konuyla ilgili olarak başka bir ilginç duruma işaret ederek şöyle demektedir:

Bazı alimlerden duyduğum acaip şeylerden birisi de şudur: O alimlerden birisi, Müslüman Asya
ülkelerinden bazılarını ziyaret etmiş ve onların tuvaletlerinde, kenarlara yığılmış küçük taşları görmüş
ve onlara bunun sebebini sorduğunda, ona şu cevabı vermişler:' "Biz sünneti ihya etmek için onlarla
taharetleniyoruz.”

Şu halde onların sünnet'e uyarak mescidlerine çakıl taşları yaymaları, sünnet'e uyarak, mescitleri,
köpeklerin bile girip çıkabileceği şekilde kapısız yapmaları, tavanlarına hurma dallarıyla gölgelik
yapmaları ve yine sünnet'e uyarak mescidleri kandillerle aydınlatmaları gerekir!

Mısır'daki Islamî akımlar üzerine yazmış olduğu eserinde Salih el-Verdanî, konumuza ışık tutacak
başka bir ilginç örnek vermekte ve sünnet'e aykırı gördüğü için resmi görevleri ve kadınlarla birarada
bulunmayı gerektiren işleri terkeden gelenekçi eğilim sahiplerinin bu davranışlarını şöyle
değerlendirmektedir:

İşte bu yöneliş, cami kapılarında ve caddelerde beyaz cübbelerle dolaşarak fikri kitaplar, koku, bal,
misvak vs. satan gençlerin sayısındaki büyük artışın nedenini açıklamaktadır. Bu gençlerin ticaretini
yaptıkları mallar hadis-i şeriflerde belirtilenlerle sınırlıdır. Bu, toplumdan uzak yaşamaları, vicdani
ayrılık(?) durumunda olduklarını göstermektedir. Bu ayrılık anlayışı sahiplerini, Rasulullah'ın
kullanmadığı veya işaret etmediği, naslarda belirtilmeyen maddelerin ticaretinin yapılmaması
gerektiğini savunmaya kadar götürmüştür

Aslında, genel olarak din konusunda, özel olarak da Sünnet'in anlaşılmasında izlenen şekilci-lafızcı
yaklaşıma dair verilebilecek örnekler, başlı başına bir inceleme konusu olacak kadar çok ve yaygındır.

Elinizdeki eserin ilk baskısında buraya kadar zikretmiş olduğumuz örneklerle yetinilmişti. Ancak o
zamandan bu yana yaptığımız araştırmalar "Dinde şekilcilik- lafızcılık” probleminin, tahminimizden
daha derin, köklü ve yaygın olduğunu göstermiştir. Problemin ciddiyeti sebebiyle tespit edebildiğimiz
diğer şekilcilik-lafızcılık örneklerini de burada sizlere sunmakta yarar görmekteyiz.

Bu cümleden olmak üzere mesela ilk olarak, bir Yahudi mühtediye'si olan Meryem Cemile'nin,
Sünnet'in her hususta Rasulullah'ı taklid' etmek anlamına geldiği yolundaki iddiası burada
zikredilebilir. Halbuki taklid delilini, kaynağını, dayanağını araştırıp öğrenmeksizin bir görüşü veya
davranışı aynen tekrarlamaktır ki, İslam'da bunun istenmeyen bir şey olduğu malumdur. Zira yanlış
olan taklid, doğru olan ise ittiba'dır. Ittiba ise delilini bilerek bir görüş veya davranışı izlemektir.

Bu yanlış taklid anlayışının tezahürlerini ne yazık ki oldukça entellektüel kabul edilen bir takım lslami
yayın organlarında neşredilen yazılarda bugün dahi görmek mümkündür.

Yine basından: Özürlü bir bayan Kur'an kursu hocasının ne yapacağı sorusuna şöyle bir cevap
verilmiştir:

12
"CEVAP: Özürlü halinde iken Kur’an okuyamaz. Ancak Kur’an'ı hece ile okuyabilir, uzatma kısaltma
tarifleri yapabilir. Mahreci çıkartıp örnek verebilir. Yeter ki kelimeyi birden okumasın, hece halinde,
yahut da ortadan bölerek (kafi) desin, sonra da (run)u söylesin. Böylece Kur'an'dan bir kelime
söylemiş olmaz, manası olmayan lafızları telaffuz etmiş sayılır. Kelimeleri ortadan bölerek telaffuz
etmesinde kerahet dahi yoktur.”

Bir başka örnek de Ramazan hilali ile ilgilidir: "Şaban ayının 29 çektiği hesap ile kesin olarak bilinse ve
gerçekten de 29 çekse, Ramazanın girişini tespit gayesiyle hilal gözetlense, hilal doğduğu halde hava
bulutlu olduğu için görülemese, Şaban 30 gün olarak kabul edilir. Yine bunun gibi, Ramazan ayının 29
çektiği hesap ile kesin olarak bilinse, gerçekten de 29 çekse, hava bulutlu olduğu için Ramazan'ın
29'unda hilal görülmese, Ramazanı otuza tamamlamak dinimizin emridir. Çünkü hadis-i şerifte (Hilal
görünce oruç tutun, tekrar görünce orucu bırakın.) buyuruldu.

Bunlara Hind halkı İngiliz idaresi altında inlerken bazı alimlerin sabah namazının iki rekat nafilesi
hakkındaki tartışmaları, savaşlar, tabiî afetler vb. olaylarda Buharî tilaveti ve hatmi, hac, umre ve
Allah yolunda cihada gitme dışında deniz yolculuğunun yasaklanması gibi hususlar da ilave edilebilir.

Bu şekilci-lafızcı din anlayışı öyle boyutlara ulaşmış olmalıdır ki, Şah Veliyullah ed-Dehlevî'nin bile
Kur'an'ı Keriın'i ancak "canını tehlikeye atarak" Farsça'ya çevirebildiği söylenmekte; yine Şah
Veliyullah zamanında, Şah Muhammed Fahir Za’ir İlahabadî'nin imamın arkasında sesli olarak "amin"
dediği için halk tarafından dövülmek istendiği kaydedilmektedir. Hind- Pakistan bölgesinde mevcut bu
şekilcilik-lafızcılık, bugün bile etkisini sürdürmektedir. Nitekim Hind yarımadasındaki Ehl-i Hadis'in -ki
sünnete uyma konusundaki iddialı tutumlarıyla bilinirler- Rafu'l-yedeyn [rukudan kalkarken elleri
kaldırmak], sesli olarak amin demek ve kılık-kıyafet konularında sünnete hassasiyetle bağlı oldukları;
ancak Allah'tan başka, putlara ibadeti ortadan kaldırma, tağutu yoketme, i'lay-ı kelimetullah için
cihad etme, gruplaşmamak [hizipçilik etmemek], tebliğde gayret ve yumuşaklık gibi sünnetlerde ise
bu bağlılıklarının nispeten daha az olduğu ifade edilmektedir ki, söz konusu etkinin buralarda devam
ettiği kolaylıkla görülmektedir.

Elbette problem sadece o bölgeyle sınırlı değildir. Ortaasya Türk Cumhuriyetleri'nde de durumun pek
farklı olmadığını gösteren bazı yazılara son zamanlarda basında rastlanmaktadır. Örnek vermek
gerekirse, bir yazıda Kazakistan'da "Allah şarabı içmeyin demiş, rakı içmeyin dememiş" denilerek
misafirlerin içki içmeye zorlandıkları; yıkandıktan sonra ıslakken elleri silkelemenin haram telakki
edildiği; takkesini evde unuttuğu için Cuma namazını kılmaktan vazgeçenlere rastlandığı anlatılmakta,
bir de konuyla ilgili şu canlı örnek verilmektedir:

"Topluca öğle yemeğindeyken, hem de takdir ettiğim, Islamî bilgisine güvendiğim bir din görevlisi,
çatal istememi yadırgadı ve "Peygamber sünnetinde çatal yoktu, bunlar bid'attir", dedi. Ben de
"buraya kadar otomobille geldik, Peygamberimiz zamanında böyle taşıtlar yoktu, o zaman bunlara da
binmemek lazım mı diyorsunuz?", diye sordum. "Evet" dedi, "bunlara da aslında binmemek lazım."

Bu tür bir anlayışın ortaya çıkmasında bid’at’in "Dinde olmayan şey" olarak tanımlanması da rol
oynamış olmalıdır. Halbuki Hz. Peygamber döneminden sonra ortaya çıkan her şeyi bid’at olarak
nitelendirmek mümkün değildir.

Aynı yazıda, arabayla Cuma namazına gelen şoföre yaşlı bir zatın "camiye geliyorsun, yaya gelmek
yerine arabayla gelmekle Allah'ın rızasını kaybettiğini bilmiyor musun?" diyerek çıkıştığı da
nakledilmektedir.

13
Yine ülkemizdeki bazı muhafazakar çevrelerde "günah" olarak nitelendirilen- bazı hususlara
baktığımızda da, aynı şekilcilik-lafızcılık anlayışının geçerli olduğu görülmektedir; "günah" olarak
nitelendirilen hususlara örnek olarak şunları zikretmek mümkündür:

"Çekirge mahlukatını her nerede olursa olsun öldürmek (Bunların yok edilmesi için meşhur olan
dualar vardır. Bunları okuyarak defetmek daha efdaldir.) Yatsı namazından sonra az da olsa
konuşmak, Beş arşından yüksek binalar yapmak, Sokaklara çok çıkmak (Çünkü sokaklar şerli yerlerdir.)
Sultanlara sövmek (günah-ı sağairdir, zalim ve fasık olsa dahi [sövülmez]), Caddelerden ücret almak
[Otobanlar?], İnsanlardan uzak yerlere ambar yapmak, Edep yerlerindeki ve koltuk altlarındaki tüyleri
kırk güne kadar durdurmak, Mevki sahibi ve müftü olabilmek için şefaatçi aramak [Sadece mevki
sahibi ve müftü olmak için mi şefaatçi aranır?], Mescidlerde hadd (ceza) sopası vurmak, Kılıcı kınsız
kullanmak, Yatsı namazından evvel uyumak, Karışık dinar ve dirhem bastırmak".

Açıkça görüldüğü üzere bu liste, geçmişte yazılmış eserlerden derlenmiş ve birçoğu bugünle ilgisi
olmayan hususlardan ibarettir. İlginç olan bu listenin Orta Çağ’da değil, XX. yy'da yaşayan
Müslümanlar tarafından oluşturulmuş olmasıdır. Bu gibi Müslümanların zihninden tarih ve değişim
bilincinin kaybolmasının sebebi kuşkusuz konumuz olan, geçmişi aynen taklide dayalı “şekilci-lafızcı”
din anlayışının hakimiyetidir.

Yine bu tür bir şekilci-lafızcı anlayış sebebiyle mesela bir kadının -kadın sesi mahrem diye- çocuğunu
seslenerek değil, bir taş atarak çağırmak isterken, onun başını yarabildiği de, olayı yaşayanlarca
nakledilmektedir. Bir annenin çocuğuna seslenmesi gibi son derece tabiî bir olayı lafızcılık-şekilcilik
sebebiyle dinî bir mesele haline getirilebilmiştir.

Elbette bu zihniyet İslam dünyasının belli bir bölgesine has değildir. Nitekim daha önce Mısır'dan da
örnek vermiştik. Yine Mısırlı bir alim olan rahmetli Muhammed el-Gazalî bu yanlış anlayıştan şikayetçi
olup, onunla mücadele edenlerdendir. O mesela abdestten bahisle, abdestin iki dakikada
öğretilebilecek bir mesele olduğunu, bu konuda ciltlerle kitap yazmanın anlaşılır bir şey olmadığını;
abdest üç ayda öğretileceğine, Ad kavminin, Semud kavminin neden helak olduğunun anlatılmasının
daha doğru bir davranış olacağını belirtmekte; bir başka yerde, Hz. Ömer'in yönetim, mal, ibadet ve
genel olarak hayattaki konularda izlediği anlayışı görmezlikten gelerek, onun sadece elbisesinin
şekline dikkat çekilmesinin anlamsızlığını işaret etmektedir.

Bütün bunlar, şekilci-lafızcı sünnet anlayışının İslam dünyasının hemen her döneminde, her
coğrafyada; -alim-cahil, kadın-erkek- hemen her kesimde son derece yaygın ve etkili olduğunu
gösteren örneklerdir.

Verdiğimiz bu örnekler şunu göstermektedir: Kendilerinden nakilde bulunduğumuz bu yazarların


sünnet anlayışları kapsamlı, sistemli ve çağdaş bir anlayışın ürünü olmayıp, parçacı ve gelişigüzel bir
yaklaşım tarzından kaynaklanmaktadır. Diğer bir husus ise, bu yazarların önemle üzerinde durdukları
konuların öze, esasa değil, teferruata taalluk eden konular olduğudur. Bazı sünnetlerin artık
terkedildiğinden yakınan yazarların, Sünnet’in ana konuları ve özellikle Müslümanların toplumsal
problemleriyle ilgili konular üzerinde durmaları beklenirken, kendilerince önemli gördükleri
"ayakkabılarla namaz kılmak” camilerden halıları kaldırmak, burun kıllarını kısaltmak, namazı sarıkla
kılmak ve hadislerde işaret edilmeyen malların ticaretinden kaçınmak vb. konuları, Sünnet'i ihya
etmek adına gündeme getirmeleri, Sünnet'in toplumsal boyutunun hemen hiç göz önüne
alınmadığını, tamamen bireysel ve üstelik yanlış bir sünnet anlayışının hayli yaygın olduğunu gözler
önüne sermektedir.

14
Gerek toplumumuz gerek diğer İslam toplumları için aynı derecede geçerli olan bu tespitler
karşısında, Müslümanların sağlıklı bir sünnet anlayışına sahip olduklarından sözedebilmek sanırız çok
zordur.

Zira Hz. Peygamber (s.a.v.) Müslümanlardan kendisinin sünnet'ine uymalarını istediğinde bundan
kasdının, bugün Müslümanların sergiledikleri türden bir sünnet anlayışı olduğunu düşünmek büyük
bir hata olur. İslam toplumlarının büyük bir kesiminde, İslam'ın "Tevhid" ilkesine aykırı ve şirk olduğu
dahi söylenebilecek pek çok inanç, düşünce ve davranış ile sayısız hurafeler hüküm sürmeye devam
ederken, İslam toplumlarının kültürel, fikrî, ekonomik, siyasî vb. alanlarda aslî kimliğine kavuşması,
içinde bulunduğu acınacak durumdan kurtulabilmesi için "Sünnet"in bize nasıl yol gösterebileceği
üzerinde durulacağı yerde, sadece birtakım teferruat meselelerde Hz. Peygamber'e uymaya, daha
doğrusu onu taklid etmeye çalışmak; açıkça özü, temel ve asıl olanı bırakmak anlamına gelir.

Başka bir ifadeyle bugün Sünnet'i uygulamaya çalıştığını savunan, insanları Hz. Peygamber'in
Sünneti'ne uymaya çağıran ve kendilerinin Hz. Peygamber’in yolunun takipçileri olduğunu göstermek
için "Sünnet Taraftarı (Ehl-i Sünnet)" adını kendisine şiar edinen, ama aslında kısır bir sünnet
anlayışından öte geçmeyen bir zihniyet söz konusudur. Bu tür bir sünnet anlayışının yeterli ve sağlıklı
olduğunu savunmak ve Sünnet'i daha önce zikrettiğimiz örnekler düzeyine indirgemek, fakat sayısız
problemler yığını altında ezilen İslam ümmetinin bu durumdan kurtulması için "Sünnet"ten nasıl
ilham alınabileceği üzerinde durmamak, aslında kelimenin tam anlamıyla "ölünün yüzün
pudralamak"tır.

Oysa namazın sarıkla kılınması, sarığın fazileti, akik veya yakut yüzük takmak; yemeğe tuzla başlamak,
üç aylarda aralıksız oruç tutmak gibi, özellikle bizim toplumumuzda sünnet olarak bilinen hususların
dayandığı hadisler genellikle uydurma veya son derece zayıf rivayetlerdir4. Bu durum aynı zamanda
toplumumuzdaki sünnet anlayışının, dayandığı deliller bakımından da pek iç açıcı bir manzara arz
etmediğini gösterir.

Görülen odur ki, mevcut sünnet anlayışımız, geçmişin sırf bir tekrarı olmaktan öteye gidememekte ve
çağdaş İslam toplumlarının karşılaştığı meselelerde ona yol gösterme fonksiyonunu yerine
getirememektedir. Kanaatimiz odur ki, ister hadisçilerin, ister fıkıhçıların, ister usul-i fıkıhçıların,
isterse kelamcıların sünnet tanımları ve sünnete bakış açıları söz konusu olsun, bunların her birinin
bugün sünnet anlayışımızın içinde bulunduğu durumun ortaya çıkmasında belli oranda payları vardır.

Hiç şüphe yok ki, Sünnet'i çağdaş bir yaklaşımla değerlendirme ve yorumlama konusunda atılacak ilk
adım, "Sünnet" kavramını yeniden yorumlamak, yani yeni bir Sünnet tanımı yapmak olmalıdır.

Sünnet’e çağdaş bir yorum getirmenin, çağdaş bir sünnet tanımı ve anlayışı geliştirmenin İslam
ümmetinin geleceği açısından haiz olduğu önemin idrak edilmeye başlandığını gösteren bir teşebbüse
burada işaret etmek gerekir.

Sözünü ettiğimiz bu sevindirici gelişme şudur: 19-22 Haziran 1989 tarihleri arasında Amman’da İslam
Medeniyeti Araştırmaları, Ürdün Kraliyet) VII. Genel Kurulunda, Uluslararası İslam Düşüncesi
Enstitüsü ile ortaklaşa "Sünnet ve Bilgi- Medeniyet Kurmada Sünnet’in Metodu” konulu uluslararası
bir seminer düzenlenmiştir. İslam aliminin katıldığı bu seminerin ana konusunun "Sünnet’in Yorumu,
Sünnet’in Değerlendirilmesi Konusundaki Metodlar" olması ve sunulan tebliğlerde Sünnet'in İslam
hukuku ve eğitim alanında kaynak teşkil etmesi yanında, onun uluslararası hukuk alanındaki rolü ve
Ummet'in kültürel- fikrî yapısının ve medeniyetinin kurulmasındaki fonksiyonu üzerinde' 'durulması,
Müslümanların sünnet konusunu çağın şart ve ihtiyaçları karşısında yeniden yorumlama ve
değerlendirmeye ihtiyaç duyduklarının bir işareti sayılabilir.

15
Özellikle bu seminerin “Çağdaş İslam Düşüncesinde bir dönüm noktası oluşturduğu, çünkü Müslüman
düşünürlerin ilk defa, sünnet'in sadece bir delil olarak kullanıldığı modası geçmiş sofıstik çerçeveyi
kırıp, onun dışına çıkmaya başladıkları, ve Sünnet ile Siret'i, üzerine Beşeri ve Sosyal ilimlerin
temelinin atılacağı bir bilgi kaynağı olarak sunma yolunda açık alanlara doğru ilerledikleri’ şeklinde
değerlendirilmesi de, Ümmet'in çağdaş bir sünnet anlayışı geliştirme azminde olduğunu
göstermektedir.

Yine bu değerlendirmenin ardından, ‘Sünnet'in bu şekilde algılanması amacıyla girişilmesi gereken bu


şerefli görevin yerine getirilebilmesi için izlenmesi gereken yol ve metod konusunu gündeme
getirmekle bu seminer, Müslüman düşünürleri bu son derece önemli, fakat uzun süreden beri ihmal
edilmiş boyutu, -yani Sünneti- zenginleştirmek için katkıda bulunmaya çağırmaktadır. Denilmektedir
ki, yapılan bütün bu tespit ve değerlendirmeler, bugün Sünnet kavramının ve anlayışının yeniden ele
alınmasının bir zaruret -hatta hayati önemi haiz nitelikte bir zaruret- olduğuna dair kanaatimizi teyid
eder mahiyettedir.

Özetle, yapılan bu açıklamaların, Sünnet'in yeni bir tanımının yapılması ve çağdaş bir Sünnet
anlayışının geliştirilmesi için yeterli bir gerekçe oluşturduğu kanaatindeyiz.

B-NİÇİN BUGÜNE KADDAR YENİ BİR SÜNNET TANIMI ve ANANLAYIŞI GELİŞTİRİLEMEDİ?

Kanaatimizce bunun sebebi genel olarak yine bugüne kadar devam etmiş olan Sünnet anlayışımızdır.
Bu temel sebebi ayrıntılarıyla inceleyecek olursak, aşağıda zikredeceğimiz sebeplerin buna yol açtığı
ileri sürülebilir:

a) Bu sebeplerin en önemli ve başta geleni, Sünnet'i bir model, bir yaşayış tarzı ve dünya görüşü
olarak değil de, mücerred bir "delil" olarak algılama alışkanlığıdır. İslamî ilimlerin çeşitli branşlarının
Sünnet'i kendi ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmak suretiyle mücerred bir "delil" olarak algılama
anlayışının asırlar boyunca hakimiyetini sürdürmesi bir oranda normal bir gelişme olarak kabul
edilebilir. Zira son birkaç asır öncesine kadar İslam dünyası, iyi veya kötü, İslam'ı bir hayat nizamı
olarak benimsemiş, dolayısıyla Sünnet'i sadece bir "delil" olarak algılamak yeterli görülmüş ve
hakikaten de yeterli olmuş olabilir.

Ancak son asırlarda İslam dünyası, geçmişte benzeri çok az görülen bir duruma düşmüş, İslam
devletleri teker teker çökmüş ve birçoğu İslam'a düşman olan güçlerin hakimiyetine boyun eğmek
durumunda bırakılmışlardır. Bu durum Müslümanları tekrar düşünmeye, bağımsızlıklarını tekrar elde
etmenin çarelerini araştırmaya sevketmiş ve bunun da tabiî bir sonucu olarak son asırlarda görülen
Islamî uyanış başlamıştır. Bu uyanış sürecinin bir gereği olarak da İslam düşünürleri, geçmişte maruz
kaldıkları durumun sebeplerini araştırmaya başlamışlar ve neticede Islamı bir hayat tarzı ve dünya
görüşü olarak algılamadıkça, Müslümanların içinde bulundukları durumdan kurtulmalarının mümkün
olamayacağını idrak etmişlerdir.

Diğer bir ifade ile Sünnet'in yeni bir tanımının yapılması ve yeni bir Sünnet anlayışının geliştirilmesi,
şartların getirdiği bir zorunluluktur. Bu şartlar geçmişte olduğundan çok daha zorlayıcı bir şekilde
günümüzde gerçekleştiğindendir ki, Sünnetin yeniden değerlendirilmesi bugün artık kaçınılmaz
olmuştur.

b) Geçmişten günümüze kadar uzanan ve hala İslam toplumlarını etkilemeye devam eden
geleneksel Sünnet anlayışının tesiriyle, geçmişte yaşamış büyük İslam alimlerinin geliştirmiş oldukları
Sünnet tanımlarının ve bunlara bağlı olarak oluşmuş olan Sünnet anlayışlarının, en iyi tanım ve en
sağlıklı anlayış olduğunu kabul etmek de önemli sebepler arasında sayılabilir. Bu tür bir anlayışın
İslam'ı dondurmak ve hatta tabir caizse geleneği kutsallaştırmak anlamına geldiği aşikardır. Elbette

16
geçmiş İslam alimlerinin geliştirdikleri Sünnet tanımının kendi zamanları için yeterli olduğu
söylenebilir. Ancak şartlar gerektirdiğinde yeni tanım ve anlayışlar geliştirmek, asla geçmiş
alimlerimizi küçümsemek anlamına gelmez.

İslam'ın her zaman ve mekanda geçerli olabilmesi, onun değişen şartlarda değişik yorumlara açık
olmasıyla mümkündür. "İçtihad" adını verebileceğimiz bu önemli prensip ne yazık ki, sadece Fıkh'a
hasredilmiş, Tefsir, Kelam vb. branşlar yanında Sünnet tanım ve anlayışlarımızda da bir içtihadtan söz
edilebileceği düşünülememiştir. Halbuki içtihad sadece Fıkh'a mahsus olmayıp, geniş anlamda
İslam'ın -yani Kur'an ve Sünnet'in- değişen şartlara göre yeniden yorumlanması şeklinde
anlaşılmalıdır.

Dolayısıyla Fıkıh alanında yeni ortaya çıkan meselelere çözüm bulmak içtihad olduğu gibi, Kur'an'ın
yeni bir yorumunu yapmak, yeni bir Kelam anlayışı geliştirmek de bir içtihattır. Bu açıdan bakıldığında
nasıl Fıkıh alanında içtihad zorunlu ise, Tefsir ve Kelam ve tabiatıyla Sünnet alanında yeni anlayışlar ve
yorumlar getirmek -yani bu alanlarda içtihad yapmak-de zorunludur, kaçınılmazdır. Bu bakımdan Fıkıh
alanında içtihattan sözetmek nasıl yadırganmıyorsa, Sünnet konusunda da yeni bir içtihad'tan, yani
yeni bir anlayıştan sözetmek yadırganmamalıdır.

c) Yeni bir sünnet anlayışının bugüne kadar geliştirilemeyişinin diğer bir sebebi de, bu iş için
uygun zeminin bulunamayışıdır.

Bu durum ise en fazla, İslam dünyasında düşüncenin durgunlaşıp donuklaşmak suretiyle gerilediği
dönemlerde varlığını hissettirmiştir. Bu dönemler esnasında, İslam düşüncesi için leke sayılabilecek
müsamahasızlık örneklerine rastlandığını da üzülerek ifade etmek gerekir. Bu şartlar altında yeni bir
Sünnet anlayışı geliştirmenin birtakım tepkileri de beraberinde getireceği aşikardır ki, bu tepkilerin yol
açacağı endişe ve korku, toplumda kökleşmiş bulunan Sünnet anlayışında bir değişikliğe teşebbüs
edecek olan ilim ve düşünce adamlarını bundan alıkoymuştur.

Her ne kadar İslam konusundaki yeni olan düşünce ve anlayışları reddetme eğilimi hala birçok İslam
toplumunda hakimiyetini sürdürmekte ve bu durum "yeni anlayış ve görüşler" geliştirme çabasında
olan ilim ve fikir adamları üzerinde manevî bir baskı oluşturmakta ise de, bugün yönetimlerin -
kendileri için zarar ve tehlike arzetmediği sürece- onlara açıkça baskı yapmaları pek söz konusu
değildir.

İşte bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, bugüne kadar "Sünnet" anlayışında köklü bir değişikliğe
gidilememiştir.

Bu değerlendirmeler ışığında diyebiliriz ki, geçmişte -şartlar müsait olmadığı için- geliştirilememiş olan
ve günümüze kadar aynen tekrar edilmekle yetinilen "sünnet anlayışımızın çağın düşünce seviyesine
uygun ve onun ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde yeniden değerlendirilmesi, yeni bir Sünnet tanımı
yapılması ve bu tanımın ışığında Sünnet'in bir sistem haline getirilmesi bir zorunluluktur.

C-KLASİK SÜNNET TANIMLARININ DEGERLENDİRİIMESİ

İslamın dini terminolojisinin en önemli kavramlarından biri olan "Sünnet" Arapça “S-N-N" kökünden
gelmektedir. "Bir şeyi sivriltmek, parlatmak, aşırı yemek, otlamak, yüz, suret (form), dökmek, gidişat,
adet, tabiat, yöntem, işlek ve bu sebeble çiğnenmiş, belirginleşmiş yol, düz, dosdoğru yol” bu
kullanımlardan bazılarıdır.

17
Sünnet kavramının İslam sonrası kullanılışında ise onun davranışlar ile ilgili yönünün ön plana çıktığı
görülmektedir. Bu bakımdan Sünnet'in -Fazlur Rahman ve Guraya'nın ifadeleriyle- davranışla ilgili bir
kavram olarak nitelendirilmesi son derece yerindedir.

Bu bakımdan biraz daha açık bir şekilde -ister fiziki ister zihnî olsun- "model davranış veya örnek
tavır" olarak tanımlanabilir.

Davranışla ilgili bir kavram olarak Sünnet'in temel özellikleri ise, orjinallik, süreklilik, belli bir
standarda sahip olmak, doğru ve iyi olmak ve kuralsa! (normative) olmaktır. Ancak Sünnet'in olumsuz
(yalnış-kötü) anlamda kullanıldığına dair örnekler bizi şaşırtmamalıdır. Zira Fazlur Rahman'ın da
belirttiği gibi, kötü bir sünnet (adet-örnek) ihdas edenler de, aslında yaptıklarının kötü değil iyi bir
davranış olduğunu düşünerek böyle yapmaktadır lar.

Sünnet kavramı Kur'anda Allah (c.c.) için kullanıldığı gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.), onun Ashabı ve diğer
Müslümanlar için de kullanılmıştır. Hatta Fazlur Rahman'a göre, Hz. Peygamber'in kendi Sünnetlerinin
ileriki yıllarda toplum tarafından yorumlanmasını da Sünnet kavramı içerisinde değerlendirmek
mümkündür.

Sünnet'in yukarıda belirtilen çeşitli kullanımları bulunmakla beraber, bizim burada Sünnet'ten
kastımız, sadece Hz. Peygamber'in Sünneti'dir. Nitekim Islamî terminolojide de Sünnet dendiğinde ilk
akla gelen O’nun (s.a.v.) Sünneti'dir.

Kaynaklarımıza bakıldığında, satır aralarında, amacı Sünneti tanımlamak olmasa da, sağlıklı bir bakış
açısını yansıtan birtakım ifadelere rastlanmaktadır. Mesela Bişr b. el-Haris el-Hafi'nin (ö. 227/841),
"Sünnet İslam'dır, İslam da Sünnettir” sözü, oldukça genel de olsa, temelde sağlıklı bir bakış açısını
veciz bir şekilde dile getirmiştir. Kıyıda köşede kalmış bu ifadeler, Hadis/ Sünnet literatüründe
herhangi bir etkiye de sahip olmadığından, bizim inceleme konumuz olan sünnet tanımlarının da
dışında kalmaktadır.

On dört asırlık İslami geleneğimize baktığımızda, İslam alimlerince geliştirilmiş döıt tanım şunlardır:

l. Hadisçilerin Tanımı: Hadisçilere göre, "Şer'i bir hüküm ifade etsin ya da etmesin, Hz.
Peygamber'in bütün sözleri, fiilleri, takrirleri, onun hayatına dair bilgiler" Sünnet'i oluşturur.

II. Fıkıhçıların Tanımı: Farz ve vacipler dışında Hz. Peygamber'den gelen hükümler Sünnet'i meydana
getirir.

III. Usul-i Fıkıhçıların Tanımı: Kur'an dışında, Hz. Peygamber'in şer'i bir hüküm teşkil eden söz, fiil
ve takrirlerine Sünnet denilir.

IV. Kelamcılarla Bazı Fıkıhçılar: İse Sünnet'i bid'at karşıtı olarak tanımlamışlardır ki, aslında bu bir
tanım olmaktan ziya de, bir şeyin ne olmadığını tarif etmektir.

Bizce bütün bu tanımların eksik yönlerini topluca şöyle sıralamak mümkündür:

1) Sadece akademik ihtiyaçlara göre yapılmış olmaları,


2) Sün net' in toplumsal boyutundan ziyade, bireysel boyutuna ağırlık vermeleri,
3) Bağlayıcılık yönünden Sünnet'i sınıflandırmamış olmaları,
4) Kur'an'ı tanımların dışında bırakmaları.

İbn Hıbban (ö.354/ 965) et-Takasîm ve’l-Enva adını verdiği ve Sahihu lbn Hıbban diye bilinen eserinin
girişinde, hadisleri hem ezberlenmesini hem de anlaşılmasını kolaylaştırmak amacıyla beş kısma
ayırdığını söylemektedir. Bu beş kısım şunlardır.

18
1) Hz. Peygamber'in emirleri
2) Hz. Peygamber'in yasakları
3) Hz. Peygamber'in verdiği haberler
4) Hz. Peygamber'in mubah kıldıkları
5) Hz. Peygamber'in fiilleri
Daha sonra İbri Hıbba’n, bu beş kısımdan herbirini çeşitli alt bölümlere ayırmakta ve bunlara da
"nev"' adını vermektedir. Bu bölümlerden sonra o, emirler kısmını 110 alt bölüme; yasaklar kısmını
110 alt bölüme, haberleri 80 alt bölüme; mübahları 50 alt bölüme; fiilleri de 50 alt bölüme
ayırmaktadır.

Hadisleri toplam 400 bölüme ayıran ve istese bu ayırımı daha da genişletebileceğim söyleyen İbni
Hıbban'ın bu tasnifi, orijinal ve üzerinde ayrıca çalışılmayı gerektirecek bir niteliktedir.

Bütün bunlar da göstermektedir ki, Sünnet ortaya konurken, anlatılırken veya uygulanırken, onun
bağlayıcı olan ve olmayan türleri bulunduğunu göz önünde bulundurmak ve bunları birbirinden
ayırdetmek büyük bir önem arzetmektedir.

Bu nokta gerçekten önemlidir, zira özellikle günümüzde birçok Müslüman, bağlayıcılık açısından
farklılıklar arzeden Sünnet'i hiçbir ayırım yapmaksızın bir bütün olarak bağlayıcı kabul etmekte ve bu
anlayıştan hareketle, Hz. Peygamber neyi nasıl yapmışsa onu aynen taklid etmenin Sünnet olduğuna
inanmaktadır. Tabiatıyla bu tür bir sünnet anlayışı özellikle günlük hayatın çeşitli alanlarında tezahür
etmekte ve "sakal bırakmak, sarık sarmak, şalvar -veya arapların giydiği elbise "sevb"- giymek,
masada yemek yemeyip yerde yemek, çatal bıçak kullanmayıp elle yemek, evlerde koltuk yerine yer
minderleri kullanmak, ayakkabıyla namaz kılmak, camilerdeki halıları kaldırıp toprak zeminde namaz
kılmayı teklif etmek vb." hususlar "Sünnet" olarak kabul edilip, bu hususlar üzerinde - bilhassa halk
kesimlerinde- ısrarla durulmaktadır.

Kanaatimize göre bu tür bir sünnet anlayışının, -ki bu anlayışın doğru ve sağlıklı olduğunu kabul etmek
mümkün değildir- ortaya çıkmasına yol açan sebeplerin başında, Sünnet tanımlarının bağlayıcılık
konusuna herhangi bir açıklama getirmemesi gelmektedir.

Buraya kadar yaptığımız değerlendirmeler hadisçilerin, usul-i fıkıhçıların ve kelamcıların Sünnet


tanımları için geçerlidir.

Fıkıhçılann Sünnet tanımına gelince, bağlayıcılık konusuna nispeten açıklık getirmekle birlikte, onun
da tartışılabilecek yönleri bulunmaktadır.

Fıkıhçılar, Sünnet'i "Farz ve Vacipler dışında Hz. Peygamberden gelen hükümler" şeklinde
tanımlarken, Sünnet'in farz ve vacip dışında kalan ve mutlaka yerine getirilmesi zorunlu olmayan
hususlardan ibaret olduğunu kabul etmişlerdir.

Bu durumda fıkıhçılara göre Hz. Peygamber'in farz ve vacib niteliğindeki emirleri ve haram kılıcı
nitelikteki yasakları Sünnet'in kapsamına girmemektedir. Diğer bir ifade ile fıkıhçılar_Sünnet'i "ef'al-i
mükellefin" de denilen teklifi hüküm kategorilerinden birinin karşılığı olarak kullanmış olmaktadırlar’
ki bu kategoriye Fıkıh Usulünde "Mendub" adı verilmektedir.

Bilindiği gibi teklifi hükümler a) Farz (vacib) b) Mendub c) Haram d) Mekruh e) Mübah kategorilerine
ayrılır.

Fıkıhçılar da Sünnet'i farz-vacip dışındaki hükümlere hasrettiklerine göre, bu durumda Sünnet


"Mendub"un karşılığı olmaktadır. Bizce fıkıhçıların hatası işte bu noktadan kaynaklanmaktadır. Çünkü
gayet aşikardır ki, Sünnet'i Hz. Peygamber'in sadece "Mendub" türünden davranış ve hükümlerine

19
hasretmek son derece vahim bir hatadır. Bunun hata olduğunu anlamak için Sünnet'in lügat manasına
bir göz atmak bile yeterlidir. Arapçada Sünnet “yol, adet, gidişat veya siret” anlamına gelmektedir.

Söz konusu olan Sünnet "Hz. Peygamber'in Sünneti" olunca, onun yolunun, gidişatının ve siretinin
veya daha çağdaş bir tabirle "Hz. Peygamber'in ortaya koyduğu modelin" sadece mendubları içermesi
doğru olamaz. Zira malumdur ki, Hz. Peygamber'in bazı söz, hüküm ve davranışları -mesela namazın
kılınış şeklini bize öğretmesi, haccın menasiki gibi- "Farz" kategorisine dahil olup; bazı hükümleri ve
davranışları da -çoğu haram eden içkilerin azının da haram olması; süt hala ve süt teyze ile
evlenmenin haram olması gibi- "Haram" kategorisine dahildir. Kur'an'da açıkça zikredilmeyen pek çok
“Farz” veya “Haram” türünden hükümler vardır ki, bunlar Hz. Peygamber'in “Sünnet”i tarafından
vazedilmiştir

Diğer yandan Usul-i Fıkıh'da, fıkıhçıların "Sünnet” dediği hususların karşılığı olarak Mendub, Nafile,
Tatavvu gibi terimler kullanılmış iken, fıkıhçıların bunlara niçin "Sünnet” dediklerini anlamak da hayli
zordur. Zira Sünnet'i bu anlamda kullanmaları için herhangi bir zaruret söz konusu değildir, çünkü
“Mendub, Nafile, Tatavvu” terimleri de aynı kategoriye karşılık olarak Usul-i Fıkıh ve Fıkıh'da
kullanılagelmiştir. Dolayısıyla herhangi bir karışıklığa veya yanlış anlamaya yol açmaması için,
“Sünnet” yerine “Nafile, Mendub veya Tatavvu” terimlerinin kullanılmasına özen göstermek daha
doğru olacaktır.

Bu açıklamalar ışığında, öngördüğümüz sünnet anlayışını bağlayıcılık açısından aşağıdaki şekilde


şematize etmek mümkündür:

Farz

(Vacip)

Menduh-Nafile-Tatavvu SÜNNET

Mübah

Mekruh

Haram

Şemada da görüldüğü gibi "Sünnet" aslında, Hz. Peygamber'in "Farz, Mendub, Mübah, Mekruh ve
Haram " türünden davranış ve hükümlerini içeren bir "şemsiye kavram"dır.' Dolayısıyla Sünnet'in,
yani Peygamber'in modelinin kesinlikle uyulması gereken Farz ve Haram kısımları yanında, uyulması
ve kaçınılması arzu edilen, ancak yapılması zorunlu olmayan "Mendub ve Mekruh" kısımları ile bir de
Mübah olan kısmı bulunmaktadır.

Görüldüğü gibi, gerek hadisçilerin ve UsUl-i Fıkıhçıların gerekse fıkıhçıların Sünnet tanımlarının
bağlayıcılık açısından yetersiz ya da hatalı oldukları anlaşılmaktadır. Yukarıdaki şemada görülen
sünnet anlayışı ise, hem Sünnet'in lügat ve ıstılah manasına daha uygun, hem de yanlış anlamaya yol
açmayacak kadar açıktır.

Tabiatıyla böylesine geniş bir konunun bir tanım içerisinde ele alınması mümkün değildir. Nitekim
bizim geliştirmeye çalışacağımız "Sünnet" tanımı içerisinde de, bu konuya bir iki cümle ile açıklık
getirmemiz söz konusu olamayacaktır. Ancak en azından -bizim burada yaptığımız gibi- bir Sünnet
tanımı ortaya konduğunda, bunun akabinde Sünnet'in bağlayıcılığı konusunun da ele alınması

20
gerekirdi. Fıkıhçılar yaptıkları Sünnet tanımında bağlayıcılık konusuna açıklık getirmeye çalışmışlarsa
da, getirilen açıklamanın sağlıklı olduğunu söylemek mümkün değildir.

Netice olarak yeni bir Sünnet tanımı geliştirilmeye çalışılırken, Sünnet'in bağlayıcılığı konusunun da bu
tanımın hemen ardından ele alınmasının gerekli ve önemli bir husus olduğunu söyleyebiliriz.

Kur'an'ı Tanımların Dışında Bırakmaları

Klasik Sünnet tanımlarının belki de en önemli eksikliği, - özellikle Usul-i Fıkıhçıların bilinçli olarak
yaptıkları gibi- Kur'an'ın tanım dışı bırakılmış olmasıdır. Bu tür bir yaklaşıma yol açan en önemli amil,
muhtemelen, Sünnet'in Kur'an'dan tamamen bağımsız müstakil bir kaynak olarak görülmesidir.
Sünnet'i Kur'an'dan bağımsız olarak ele alma eğilimini, şer'i delillerin Kur'an-Sünnet-İcma-Kıyas
şeklinde sıralanmasında da açıkça görmek mümkündür. Bu yaklaşımın mahzurları vardır. Bizce bu
mahzurların en önemlisi, Hz. Peygamber'in Sünneti'nin Kur'an'dan bağımsız olarak ele alınabileceği,
dolayısıyla Sünnet'i anlamak ve ortaya koymak için birinci planda Kur'an'a başvurmak gerekmediği
düşüncesidir.

Nitekim İslam tarihi boyunca Sünnet'i ortaya koymak amacıyla yapılan çalışmalarda, İslam alimlerinin
genellikle Sünnet'in kaynakları arasında Kur'an'a atıfta dahi bulunmamaları ve Sünnet'i genelde
rivayet edilen hadislere dayanarak ortaya koymaya ağırlık vermeleri dediklerimizi doğrular
niteliktedir. Halbuki Hz. Peygamher'i Kur’an'dan ayrı mütalaa etmenin imkanı yoktur.

KURAN Önerilen Sünnet Anlayışı


KURAN
Klasik Sünnet Anlayışı
SÜNNET
SÜNNET

Muhakkak olan şu ki, klasik tanımlarda Kur'an ve Sünnet bir birinden ayrıdır ve hatta bu ayrılık yine
klasik görüş tarafından sık sık kullanılan "Sünnet teşrî'de müstakil bir delildir" formülünde daha açık
bir şekilde ifade edilmektedir. Halbuki bizce doğru olan, Kur'an ile Sünnet'in içiçe olduğu, daha
doğrusu Sünnet'in merkezinde/çekirdeğinde Kur'an'ın yer aldığı ve Kur'an tarafından yönlendirilen bir
davranış biçimi, hayat tarzı, dünya görüşü olduğudur. Diğer bir deyişle Sünnet, kendisinin çekirdiğini
oluşturan Kur'an'ın -teorik ve pratik açıklama suretiyle- yaşanan hayata bir açılımıdır.

Bizce doğru, tutarlı, mantıki ve bu çağın şartlarına da uygun olan, Hz. Aişe'nin veciz bir şekilde dile
getirdiği ve eş-Şatıbî'nin geliştirdiği anlayıştır.

Binaenaleyh Kur'an ile Sünnet birbirinden ayrılmaz bir bütündür ve Sünnet tanımı ve kavramı
içerisinde Kur'an'ın yer alması zorunludur. Bu sebepledir ki, yapılacak yeni bir Sünnet tanımında
Kur'an'a mutlaka yer verilmelidir. Aksi takdirde klasik Sünnet tanımlarında olduğu gibi, Hz.
Peygamber'in ortaya koyduğu model, onun sadece Kur'an dışındaki söz, fiil ve takrirlerine
indirgenecek olursa, birtakım hataların ve istenmeyen durumların ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır.
Nitekim gerek tarihte gerek günümüzde ortaya çıkmış bu tür pek çok hatanın bulunduğunu görmek
mümkündür.

Mesela kadının sosyal statüsü, siyasi hakları, boşanma, devlet başkanının Kureyş kabilesinden olma
zorunluluğu, recm cezası, daru'l-harp'de faiz'in caiz olup olmaması, mürtedin öldürülmesi gibi
günümüzde tartışılan, üzerinde yazılıp çizilen birçok konudaki sıkıntılar, Kur'an ile Sünnet'in bir bütün
olarak ele alınmamasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca son zamanlarda İslam'a yöneltilen karalama ve

21
tahkir faaliyetleri de -maalesef ard niyetle ve peşin fikirle yola çıkıldığı aşikar olduğundan dolayı
bunlara ilmi manada bir “tenkid” dememiz mümkün değildir- büyük ölçüde Sünnet'in Kur'an ile bir
bütün olarak ele alınmamış olması sonucunda, aslında Kur'an'ın nassı veya ruhu ile çeliştiği ve İslam'ın
ilkelerine ters düştüğü halde Hadis kitaplarımıza girebilen birtakım hadislerden kaynaklanmaktadır.

Nitekim bu sebepledir ki, son zamanlarda bazı İslam alimleri Kur'an'ın -ki bunların sayısı çok azdır-
problemlere yol açtığı görülen bazı hadislere karşı tenkitçi bir tavır takınmaya başlamışlar ve bu
hadislere yönelttikleri tenkitleri de -isabetli bir şekilde- Kur'an'ı esas alarak geliştirmeye itina
göstermişlerdir. Yapılan bu tenkitlerin dayandığı temel varsayım ise, Hz. Peygaınber'in Sünneti'nin
Kur'an'a ters düşmesinin mümkün olmadığıdır.

Bütün bunlar da göstermektedir ki, Sünnet'in ortaya konulmasında, onun Kur'an ve İslam'ın temel
ilkeleri ile birlikte ele alınması zorunludur. Bu zorunluluk “Sünnet’in tanımı için de aynı şekilde
geçerlidir. Sonuç olarak yapılacak yeni bir Sünnet tanımında Kur'an'a yer verilmesinin şart olduğu
anlaşılmaktadır.

D- YENİ BİR SÜNNET TANIMINA DOĞRU

Çağın şart ve ihtiyaçlarına uygun, Hz. Peygamber'in Sünneti'nin ruhuna daha sadık, yeni bir "Sünnet
Tanımı" ve bu tanım çerçevesinde yeni bir "Sünnet Anlayışı" geliştirmek, bizce hayati önemi haiz bir
konudur. Geliştirilecek olan yeni Sünnet tanımı klasik tanımların eksikliklerinden uzak olmak
zorundadır. Bu sebeple yapılacak tanımın;

a) Bütün İslami disiplinler için geçerli tek bir tanım olması,

b) Sünnet'in sadece bireysel değil, toplumsal ve evrensel boyutunu da göz önünde bulundurması,

c) Yapılacak Sünnet tanımında Kur'an'a mutlaka yer verilmesi gerekmektedir. Ayrıca bir tanım
içerisinde yer alması mümkün olmadığı göz önünde bulundurularak, Sünnet'in bağlayıcılığı
konusunun, Sünnet tanımının akabinde ele alınması uygun olacaktır.

Bu çerçevede Sünnet'in tanımı, bağlayıcılığı, konusu ve amacına dair teklif ettiğimiz denemeyi
sunuyoruz:

Sünnet'in Tanımı: Hz. Peygamber’in kendi döneminde İslam Toplumunu,' akide, ibadet, tebliğ, eğitim,
ahlak, hukuk siyaset, ekonomi gibi çeşitli alanlarda; kısacası bireysel, toplumsal ve evrensel olmak
üzere hayatın her alanında, yönlendirip yönetmede, Kur'an başta olmak üzere, esas aldığı ilke ve
prensipler bütününün oluşturduğu bir "zihniyet ”ya da "dünya görüşüdür.

Sünnet'in Bağlayıcılığı: Hz. Peygamber'in Sünneti bir bütün olarak bağlayıcılık bakımından aynı
derecede olmayıp, kesin bağlayıcı (Farz-Haram) ihtiyari (Mekruh, Müstehap, Tatavvu, Nafile) ve nötr
(Mübah) olmak üzere çeşitli kategorilere ayrılır. Sünnet ortaya konurken bu hususun göz önünde
bulundurulması gerekir.

Bir Disiplin Olarak Sünnet'in Konusu: Hz. Peygamber'e (a.s.) rehberlik eden bu ilke ve prensipleri,
Kur'an'dan ve elimizde mevcut Siret-Hadis kaynaklarında mevcut güvenilir rivayetlerden çıkarmak,
sonra bu prensipleri çağın şart ve ihtiyaçları ışığında yorumlayıp bir sistem haline getirmek.

Bir Disiplin Olarak Sünnet'in Amacı: Beşeriyete karşı yerine getirmekle yükümlü olduğu evrensel
misyonu gerçekleştirmesi için, beşeri hayatın her alanında Sünnet'in koyduğu ilkeleri esas alan yeni
bir İslam toplumu ve medeniyeti modeli oluşturmak.

Bir başlangıç olmak üzere giriştiğimiz bu mütevazi denemenin ilim ve fikir adamlarımızın yapıcı tenkit
ve katkılarıyla olgunlaştırılacağına inanıyoruz.

22
E- SÜNNETİN YENİ TANIMININ YORUMU

İslam dünyası, karşı karşıya bulunduğu ciddi problemleri çözmede bilinçli ve kararlı adımlar atmak
arzusundadır. Ancak çözümlere ulaşma konusundaki arzu ve istek, tek başına yeterli olmadığından ve
özellikle sorunları çözmede izlenecek sağlıklı bir metod bulunmadığından lslam dünyası şaşkınlık ve
çaresizlik içerisinde bocalamaktan kendini hala kurtarabilmiş değildir. Bu şaşkınlık ve çaresizliğin en
temel sebeplerinden birisi hiç şüphesiz, çağın sorunlarının klasik metodlarla çözülmeye çalışılmasıdır
ki, bugüne kadar bunun pek başarılı olmadığı, bundan sonra da başarılı olma ihtimalinin bulunmadığı
artık ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu durum karşısında, Kur'an, Sünnet/ Hadis, Fıkıh, Kelam, vb.
temel disiplinlerin metodlarının yeniden gözden geçirilmesinden ve metodoloji konusunda yeni
yaklaşım ve denemelere girişilmesinden başka bir yol kalmamaktadır.

Ancak bu tek ve ortak metodolojiye ulaşabilmek için, daha önce, adı geçen disiplinlerin kendi klasik
metodolojilerini gözden geçirip, yeni bir metodoloji geliştirmeleri ve varılan sonuçları ortaya
koymaları gerekmektedir. Daha sonra her bir disiplindeki metodolojik çalışmaların sonuçlarının
birbirleriyle kesişen noktaları, işte sözünü ettiğimiz ortak metodolojinin ana hatlarını oluşturacaktır.
Ancak bu ortak veya genel metodolojinin ortaya konabilmesi için vakit henüz erkendir. Gerçi Kur'an-
Tefsir alanında bu tür çalışmalar yapılmakta olup, bazı sonuçlara da ulaşılmıştır. Yakın bir gelecekte
yeni bir Kur'an-Tefsir metodolojisinin ortaya konması kuvvetle muhtemeldir. Ne var ki Sünnet/Hadis
konusundaki metodolojik çalışmaların aynı düzeyde olduğunu söylemek mümkün değildir. Hatta
denebilir ki Sünnet/Hadis Usulü konusunda yapılmış çağdaş çalışmalar dahi, klasik metodolojinin
tekrarından ibaret olup, katkı sayılabilecek ciddi herhangi bir yenilik getirilememiştir. İşte bu alandaki
büyük boşluğun doldurulmasına bir katkıda bulunmak amacıyla işe, klasik Sünnet tanımlarını
değerlendirmek ve yeni bir Sünnet tanımı denemesi yapmakla başlamış ve Sünnet'in yeniden, şu
şekilde tanımlanmasını teklif etmiştik:

Sünnet Hz. Peygamberin (s.a.v.) kendi döneminde İslam toplumunu, akide, ibadet, tebliğ, eğitim,
ahlak, hukuk, siyaset, ekonomi gibi çeşitli alanlardda; kısacası bireysel, toplumsal ve evrensel olmak
üzere hayatın her alanınde, yönlendirip yönetmede, Kur’an başta olmak üzere, esas aldığı il e ve
prensipler bütününün oluşturduğu bir "zihniyet"ya da "dünya görüşü"dür.

Yapılan bu tanımın temel unsurlarını maddeler halinde şu şe kilde sıralayabiliriz:

1. Nebevi Sünnet koymak, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) dönemiyle sınırlı ve ona mahsus bir olgudur.

2. Sünnet'in, bireysel, toplumsal ve evrensel olmak üzere üç boyutu söz konusudur.

3. Sünnet'in temel kaynağı Kur'an'dır.

4. Sünnet sadece şekil-lafız değil, şekil-lafz'ın altında yatan mana, ruh, ilke, hikmet ve amaçtır.

5. Sünnet nihai olarak, bu ilke-prensiplerin oluşturduğu bir zihniyet ya da dünya görüşüdür.

İKİNCİ BÖLÜM

İSLAM'DA SÜNNETİN KONUMU

İslam Peygamberini eski dünya ile modern dünyanın ortasında durmuş görmekteyiz. Hz. Peygamber
(s.a.v.) bildirmiş olduğu vahyin kaynağı bakımından eski dünyaya, fakat bildirmiş olduğu vahyin ruhu
bakımından modern dünyaya bağlıdır. Onun gelişi ile hayat, aldığı yeni istikamete uygun yeni
kaynaklar keşfetmiştir. (Muhammed İkbal)

23
GİRİŞ

Hayatta iken Hz. Peygamber hem vahiy vasıtasıyla, hem de vahiy dışında kendi sözleri ve
davranışlarıyla Müslümanların tek dini ve siyasi rehberi idi. Ölümüyle geriye Kur'an kaldı ve onun dini
bakımdan otorite olan şahsi rehberliği kesilmiş oldu. İlk dört halife, sürekli olarak ortaya çıkan yeni
durumları, Kur'an'ın ve Hz. Peygamber'in kendilerine öğrettiği şeylerin ışığı altında kendi hükümlerini
uygulamak suretiyle karşıladılar. Sahabe, olayları Hz. Peygamber ile birlikte yaşadıkları için, O'nun
neyi, niçin, hangi amaçla ve hangi şartlar altında yaptığını veya söylediğini anlamada büyük bir
sorunla karşılaşmadılar.

Özellikle Hz. Peygamber'in yakın arkadaşlarının -ve tabiatıyla eşlerinin- dönemlerinde Hz.
Peygamber'in Sünneti'ne ait olmayan unsurların belirlenmesinde kayda değer bir güçlükle
karşılaşılmadı. Ancak sahabe neslini takibeden -Sünnet'in canlı şahidlerinin kalmadığı- dönemlerde
Sünnet'in rivayet yoluyla nakledilmeye başlanması, yavaş yavaş birtakım problemlerin ortaya
çıkmasına yol açtı. Bilhassa siyasi ihtilaflar ve olaylar ile bunları takibeden siyasi ve itikadî
gruplaşmalar, beraberinde "hadis uydurma" olgusunu getirdi. Buna ilave olarak İslam'ın muarızları da,
Islamı içten dejenere etmek amacıyla hadis uydurma faaliyetlerine katıldılar.

Bu gelişmelerle birlikte "hadis uydurma" meselesi giderek ciddi boyutlara ulaştı ve İslam düşüncesi
için gözardı edilemeyecek bir tehlike haline geldi. Bütün bu gelişmeler kaçınılmaz olarak, Hz.
Peygamber'e ait olanla olmayanı ayırdetmek için birtakım prensipler konulmasını gerekli kıldı. Bu
amaçla İslam 'alimleri "isnad" tekniğini ve buna dayalı olarak Hadis ilmini geliştirdiler.

Sonraları Hadis Usulü (Usulu'l-Hadis) adını alacak olan disiplin içerisinde, Hz. Peygamber'e (s.a.v.) ait
olabilmesi için bir hadiste bulunması gereken şartlan belirlediler. Bu şartlara uygun olan hadisleri
tespit amacıyla uzun ve yorucu çalışmalara girdiler. Çalışmalar sonucu tespit edilen hadisleri, çeşitli
esaslara göre tasnif edip, eserler meydana getirdiler. Bununla da yetinmeyerek "Hadis" ile ilgili birçok
yan disiplinler geliştirdiler. Bütün bu çalışmalar günümüze kadar kesintisiz devam etti ve sonuçta
muazzam bir "Hadis Edebiyatı" ortaya çıktı.

Yaklaşık on dört asır sürdürülmüş olan bu çabalar sonucunda, artık "Hadis" ve dolayısıyla "Sünnet" ile
ilgili hiçbir problemin kalmadığı, her şeyin halledilip sonuca bağlandığı söylenebilir mi? Şüphesiz böyle
bir iddiada bulunmak mümkün değildir. Hatta tam aksine, günümüzde varılan noktanın, adeta tekrar
başa dönmek olduğu söylenebilir. Zira, bugün Hadis/ Sünnet etrafında cereyan eden tartışmaların,
Islamın ilk dönemlerindeki, konuyla ilgili tartışmalardan pek farklı olduğu söylenemez. Bunu görmek
için İbn Kuteybe'nin (Ö.276/889) Te’vîlu Muhtelifi'l-Hadîs adlı eserine bakmak dahi yeterlidir. Adeta,
onun kendi dönemine kadar Hadis/Sünnet etrafında yapılan tartışmaların bir özeti niteliğini taşıyan
bu eser tetkik edildiğinde, tartışma konularının; Sünnet'in bağlayıcılığı, Kur'an karşısındaki konumu,
Hz. Peygamber'e ait olan hadisleri belirlemede göz önünde bulundurulması gereken prensipler, bazı
hadislerin Kur'an'la, diğer hadislerle, tarihi olaylarla, ilmi gerçeklerle, akıl ve mantığın açık
gerçekleriyle çelişmesi, uydurma rivayetler, Israiliyyat gibi konular olduğu, görülür.

Bugün de Hadis/Sünnet ile ilgili araştırmalara ve tartışmalara baktığımızda; Sünnet'in İslam'daki yeri
ve buna bağlı olarak Sünnet'in inkarı/reddi ve sadece Kur'an ile yetinmenin mümkün olup
olamayacağı ile ilgili tartışmalar yanında, geçmiş ulemanın "sahih" kabul ettiği hadislerin gerçekten
sahih olup olmadığı, onların sahih hadisi belirlemede esas aldıkları kriterlerin yeterli ve etkili olup
olmadığı, diğer bir ifade ile isnad'ın sahih oluşunun metnin de sahih olmasını gerektirip
gerektirmeyeceği ve Sünnet'in bağlayıcılığı gibi konuların tartışılmakta olduğunu görürüz. Bu sebeple,
geçen on dört asra rağmen Hadis/Sünnet ile ilgili tartışmalı konuların pek değişmediğini söyleyebiliriz.

24
Kısaca ifade etmek gerekirse, günümüzde Hadis/Sünnet ile ilgili tartışmaların iki temel konuda
yoğunlaştığını söyleyebiliriz: Bu iki temel konunun ilki İslam'da Sünnet'in yeri ve özellikle Kur'an
karşısındaki konumudur.

Diğer temel tartışma konusu da Sünnet'i bize aktaran bir araç olarak hadislerin güvenilir olanlarının
tesbiti meselesidir. Hatta diyebiliriz ki, Sünnet'in İslam'daki yerinin ve bilhassa Kur'an karşısındaki
konumunun tartışılmasının da sebebi bir bakıma, gerçekten Hz. Peygamber'e ait olan hadislerin
tespitinde karşılaşılan birtakım zorluklardır. İşte birtakım Müslümanların klasik dönem İslam uleması
tarafından sahih kabul edilen pek çok hadisi reddetme cihetine gitmeleri, bazılarının da daha ileriye
giderek toptan hadisleri ve dolayısıyla Sünnet'i reddetmeleri, hadisler sebebiyle karşı karşıya
bulundukları güç durumdan kurtulabilmek için yegâne çareyi bunda görmelerindendir.

Günümüze gelince, -bildiğimiz kadarıyla- Sünnet'i toptan reddettiklerini söylenen yegâne grup
Pakistan'daki "Ehl-i Kur'an"dan ibarettir. Ancak Ehl-i Kur'an'ın bile bu konuda ittifak halinde
olmadıkları, onlardan bazılarının sahihler dışında, bazılarının da mütevatirler dışında kalan hadisleri
reddettikleri; ancak marjinal bir grubun hadislerin tamamını reddettikleri ifade edilmektedir.

Ehl-i Kur'an dışında -haksız olarak- hadisleri toptan reddettiği söylenen Muhammed Abduh, Reşid
Rıza, Taha Hüseyn, Seyyid Ahmed Han, Çerağ Ali, Ubeydullah Sindî, Dr. Halife Abdulhakim gibi
modernistler hakkında verilen bu hüküm, araştırılmadan verilmiş bir hükümdür. Adı geçenlerin,
hadislerin kabulü konusunda birbirinden farklı şartlar ileri sürdükleri ve klasik şartlarla yetinmedikleri,
Mehdi, kader, fiten, melahim gibi belli konulardaki hadisleri reddettikleri bir gerçektir. Ancak onların
hadislerin tamamını reddetmelerinin söz konusu olmadığı da bir gerçektir.

Yine yazdıkları eserlerle, en muteber hadis kitaplarında yer almış olan birtakım hadisleri reddetme

Sunnetu'n-Nebeviyye beyne Ehli'l-Fıkhi ve Ehli'l-Hadis1 adlı eserin müellifi Muhammed el-Gazalî ve


Adva ale's-Sunneti'l- Muhammediyyd adlı eserin müellifi Ebu Rayye de, haksız yere hadisleri toptan
reddetme ithamına maruz kalanlara örnek verilebilir.

Bu ithamlar hala bir kör döğüşü şeklinde sürüp gitmektedir. Bizce bu konuda izlenmesi gereken yol,
zannı ve dedikoduları bir tarafa bırakmak ve araştırmaktır. Bir de birtakım hadislerin reddi ile,
hadislerin tamamını veya Sünnet'i reddetmeyi birbirinden ayırdetmek lazımdır. Zira sayısı ne olursa
olsun birtakım hadisleri, uydurma görerek reddetmek bir şey, hadisleri toptan reddetmek ise başka
bir şeydir. Birtakım hadislerin reddi meselesine gelince, on dört asırlık geçmişimizde bütün İslam
alimleri, makbul olabilecek bir hadiste aradıkları şartların farklı olması sebebiyle, birinin kabul ettiği
hadisi diğeri reddetmiş, diğerinin reddettiğini de öbürü kabul etmiştir. Bugün de - vardıkları sonuçlar
ne kadar tartışmaya açık olursa olsun- bir İslam alimi, yaptığı araştırma sonucunda samimi olarak bir
rivayetin hadis olamayacağı kanaatine varmışsa, ona ancak saygı duymak gerekir. Kaldı ki, birtakım
hadisleri reddettiği için hadis inkarcısı gibi haksız bir ithama maruz kalanların reddettiği hadislerin
sayısına bakılınca, bunların yüzü biraz geçtiği görülür (es-Seyyid Salih Ebu Bekir, adı geçen eserinde
120 hadisi reddetmekte, İbn Kuteybe'nin eserinde tartışma konusu yapılan hadisler de 109 konu
etrafında yoğunlaşmaktadır.)

Kör döğüşü şeklindeki bu ithamların önünü almak isteyenlerin dikkat etmeleri gereken diğer önemli
bir nokta da şudur:

Herhangi bir İslam alimi, herhangi bir hadisi veya bir konudaki hadislerin tamamını reddettiği için onu
"Hadis inkarcısı" veya "Sünnet münkiri" gibi yakıştırmalarla karalamak doğru değildir. Hatta doğruyu
söylemek gerekirse bu, muğalata yapmak anlamına da gelir. Çünkü bir İslam alimi bir hadisi
reddettiğinde bunun anlamı, Hz. Peygamber'in hadisi olduğunu bile bile onu reddediyor demek

25
değildir. Bilakis bu, o alimin, o hadisin Hz. Peygamber'e ait olduğunu reddettiği anlamına gelir. O
alimin Hz. Peygamber'e ait olduğunu reddettiği, daha açık bir ifadeyle, aslında hadis olmadığını ileri
sürdüğü rivayet, isterse geçmiş İslam alimleri tarafından hadis olarak kabul edilmiş olsun, farketmez.
O alimin önceki İslam alimlerinin kabul ettikleri bir hadisi reddedemeyeceği şeklinde bir itirazda
bulunmak da doğru değildir. Çünkü Hz. Peygamber'e ait olan hadislerle, ait olmayanı ayırdetmede
aslolan İslam alimlerinin -delillerinin ne olduğuna bakmaksızın- verdikleri şahsî hükümler değildir.

Aslolan geçmiş İslam alimlerinin de, günümüz İslam alimlerinin de göz önünde bulundurmak
durumunda oldukları, sahih bir hadiste bulunması gereken şartlardır. Bu şartlar ise yaygın kanaatın
aksine sadece isnad ile sınırlı değildir. Bir hadisin güvenilir olabilmesi için metinde de aranması
gereken birtakım şartlar vardır. Ancak Hadis Usulüne dair eserlerde sahih hadisin tanımının sadece
isnad açısından yapılmış olması, bu yaygın, fakat yanlış kanaatın oluşmasına yol açmıştır. Halbuki bir
hadisin isnadının sağlam olmasının metninin de sağlam olmasını gerektirmeyeceği, bazı Hadis
alimlerince malum olan bir husustur.

Binaenaleyh geçmişte veya günümüzde bir İslam alimi bir hadisi veya belli bir konudaki bütün
hadisleri reddettiğinde, yapılacak iş, onun bu konuda haklı gerekçelere dayanıp dayanmadığına, ikna
edici delillere sahip olup olmadığına bakmaktır. Onun bir hadisi niçin reddettiğine bakmaksızın, sırf
hadisi reddetti diye onu hadis inkarcılığı ile itham etmek büyük bir haksızlık olur.

Şimdi, bir fakih, muhaddis, müfessir, mütekellim veya muta-savvıfın eserine aldığı ve eserine almakla
da onu makbul addettiği anlaşılan bir hadisi, başka bir fakih, muhaddis, mutekellim veya mutasavvıf
reddettiği zaman -ki reddetmişlerdir- bu hadisi reddeden o İslam aliminin "Hadis inkarcısı veya
Sünnet münkiri" olduğu söylenebilir mi? Bunu söylemek elbette mümkün değildir.

Öyleyse günümüzde de, bir İslam 'alimi bir veya daha fazla hadisi, -delillerini ortaya koymak şartıyla-
reddetme, daha doğrusu o sözün hadis olamayacağını ileri sürme hakkına sahip demektir. Bir
kimsenin geçmiş alimlerin hadisler hakkında verdikleri hükümlere itiraz edemeyeceğini, onların
hükümlerini eleştiremeyeceğini iddia ederek, böyle davrananları "Hadis inkarcılığı" ile itham etmek,
yukarıda izah edilen tarihi gerçekleri de inkar etmek anlamına gelir. O takdirde birbirlerinin delil
olarak kullandıkları birtakım hadisleri reddetmiş olan İmam-ı Azam, İmam Malik, İbn Ebi Şeybe, el-
Buharî, el-Gazalî, el-Irakî, es-Subkî gibi yüzlerce İslam alimini de -sırf başkasının kabul ettiği bir hadisi
reddettiği için- "Hadis inkarcısı" olmakla itham etmek gerekir. Bunu kabul etmek, böyle bir iddiada
bulunmak elbette mümkün değildir. Aksine bir tutum izlemek, ancak önyargılı ve bağnaz kişilerin karı
olabilir.

Kısacası, bugün İslam dünyasında geçmiş İslam ulemasının kabul ettikleri birtakım hadislerin tekrar
gözden geçirilmesi, hadislerin yeniden tasfiyeye tabi tutulması yönünde giderek artan bir eğilim söz
konusudur. Bu eğilimi görmezlikten gelerek, taraftarlarını "Hadis münkirleri" veya "Sünnet inkarcıları"
şeklinde itham etmek ne meseleye çözüm getirir ne de zihinlerde oluşan soruları ve şüpheleri
bertaraf eder. Bu durum karşısında yapılması gereken, vakıayı inkardan ziyade, güvenilir hadisleri
belirlemede uyulacak ilmî esasları gözden geçirip yeniden değerlendirmek ve hadislerin ayıklanmasını
sağlıklı bir zemine oturtmak olmalıdır. Bu yapılmadığı takdirde hadislere ve dolayısıyla Sünnet'e karşı
takınılan olumsuz tavırlar giderek artacak ve kaçınılmaz olarak içine düşülecek olan ifrat, hadislerin
tamamını, yani bir bakıma Sünnet'i inkar olgusunu artarak ortaya çıkaracaktır.

Görülmektedir ki, Sünnet ve onun hakkında bize bilgi veren bir araç olarak hadis konusunda İslam
dünyasında hala birtakım tartışmalar, farklı yaklaşımlar ve yorumlar yapılmaktadır. Bir süre daha
devam edeceğe benzeyen bu tartışmaların dışında kalmak mümkün olmadığı gibi, doğru da değildir.
İslam dünyasının, düşünce planında içinde bulunduğu bunalım ve sıkıntılardan kurtulmak için zorunlu
olarak giriştiği, geleneği yani on dört asırlık İslam kültürünü yeniden gözden geçirme, sorgulama

26
ameliyesinin bir parçası olarak, Hadis/Sünnet ile ilgili birikimimizin de sorgulanması kaçınılmazdır.
Aslında bu sorgulamadan korkmamak, kaçmamak da lazımdır. Zira ortada bir problemin bulunduğu
bir gerçektir24 ve bu husus artık gelenekçi-muha fazakar çizgide yer alanlarca bile kabul edilmektedir.

Burada, Sünnet'in İslamdaki yeri konusunda günümüzde birçok eser yazılmış olduğu halde, niçin
üzerinde bu kadar yazılıp çizilmiş olan bir konuda yeni bir araştırmaya ihtiyaç duyduğumuzu da izah
etmemiz gerekmektedir. Bunun başlıca sebebi, şu ana kadar İslam'da Sünnet'in yeri konusunda
yazılanlarda şu üç eksikliğin bulunduğunu görmüş olmamızdır:

1) Şimdiye kadar yapılmış olan çalışmalarda, özellikle Hadis/Sünnet'i inkar edenlere cevap
vermek amacıyla yazılmış olanlarda, Kur'an yanında birtakım hadislere ve rivayetlere dayanılarak bu
iddianın çürütülmeye çalışıldığı görülmektedir. Halbuki bunun hiçbir yararı olmadığı gibi, oıtada bir
çelişki de söz konusudur. Zira Hadis/Sünnet'i inkar edenleri, zaten kabul etmedikleri hadisler ile
iknaya çalışmak boşuna bir gayrettir. Bu bakımdan konunun özellikle Kur'an açısından ele alınması
gerektiği açıktır.

2) Gerçi İslam'da Sünnet'in yerini belirlemek, daha doğrusu Hadis/Sünnet'i müdafaa etmek için
yazılmış olan eserlerde, bolca Kur'an ayetleri delil olarak kullanılmıştır. Ancak bu konudaki ayetlerin
belli başlıklar altında toplanılmasına ve bu suretle sistemli bir hale getirilmesine ilgi duyulmadığı gibi,
konuyla ilgili bütün ayetlerin mümkün olduğunca eksiksiz olarak biraraya getirilmesine de özen
gösterilmemiştir.

3) Bu konuda yapılan çalışmalar, İslam'da Sünnet'in yerini araştırmaktan ziyade,


Hadisleri/Sünnet'i savunmak amacıyla ve savunmacı bir zihniyetle yazılmış olduğundan, her ne
pahasına olursa olsun hadisleri savunma gayretinin de etkisiyle, konuyla gerçekten ilgisi olmayan
birtakım ayetler de delil olarak kullanılmış ve hatta bazı ayetler siyak sibakına dahi dikkat edilmeksizin
iktibas edilebilmiştir.

Amacımız bu suretle Hadis/Sünnet konusunda yaşanan ifrat-tefrit'in doğurduğu sonuçsuz


tartışmalara son vermek; dikkatleri ve çabaları, İslam dünyasının gerek teorik, gerek pratik alanda
çözüm bekleyen temel meselelerine yöneltmektir.

A- SÜNNET'İN- REDDİ veya SADECE KUR'AN İLE YETİNME DÜŞÜNCESİ

Bu başlık altında, İslam'ın temel kaynağı olan Kur'an'a göre, Hz. Peygamber'in Sünneti'nin yerini ve
değerini belirlemeye çalışacağız. Bunu yaparken de, özellikle İslam'da Sünnet'e gerek olmadığını ileri
süren ve geleneksel görüşün tamamen aksi olan eğilim üzerinde durmaya ağırlık vereceğiz.

1-Sünnet'in Reddi -veya Sadece Kur'an'la Yetinme- Düşüncesinin Tarihi

Sadece Kur'an'la yetinme ve dolayısıyla Hadisleri, bir bakıma da Sünnet'i reddetme eğiliminin tarihi
geçmişini araştırdığımızda, bunun günümüzde ilk defa ortaya çıkmış bir eğilim olmadığını
görmekteyiz. Şimdi bu görüşün dayanaklarını görelim:

Problemin köklerinin ne kadar gerilere gittiğini görebilmek için işe Hz. Peygamber ve ashabı
döneminden başlamak gerekir. Bu dönemi aydınlatmak amacıyla, konumuzla ilgili rivayetlerin mevcut
olup olmadığını araştırdığımızda, Hz. Peygamber'den rivayet edilen ve konuyla doğrudan ilgili
birtakım hadislerin bulunduğunu görürüz. Hadis şudur:

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bilin ki bana Kur'an ile birlikte onun bir benzeri de verilmiştir.
Karnı tok bir şekilde koltuğuna kurulmuş olan bazı kimselerin "(Sadece) bu Kur'an'a sarılın; Kur'an'ın

27
helal dediğini helal, haram dediğini haram kabul edin." diyeceği zamanlar yakındır. Bilin ki, Allah'ın
Rasulünün haram kıldıkları da Allah'ın haram kıldıkları gibidir."

Bu ve araştırıldığında ortaya çıkabilecek benzeri hadislerin değeriyle ilgili olarak iki ihtimal söz
konusudur: Birincisi, bu ve benzeri hadislerin sahih olmasıdır. Nitekim yukarıda zikrettiğimiz hadisleri
nakleden meşhur muhaddislerin bu hadislere -en azından isnad açısından- uydurma nazarıyla
bakmadıkları ve bu sebeple onları eserlerine aldıkları söylenebilir. Bu hadislerin sahih olduğu
varsayımına göre, Hz. Peygamber'in haber verdiği bu hususun, hemen kısa süre sonra gerçekleştiği,
sahabi Imran b. Husayn'ın şu sözlerinden anlaşılmaktadır:

O muhtemelen sadece Kur'an'la yetinmek isteyen birine şu cevabı vermiştir: "Sen ahmak adamın
birisin. Kur'an'da öğle namazının dört rekat olduğunu ve kıraatın alçak sesle yapılacağını bulabilir
misin?" "'Daha sonra namaz, zekat ve benzeri hususları zikretmiş ve o şahsa- "Sen bunların tafsilatını
Kur'an'da bulabilir misin? Bulamazsın, çünkü Allah'ın Kitabı (bu konularda) mücmeldir, bunların
tafsilatını ise Sünnet vermiştir?" demiştir.

Bu rivayette -Imran b. Husayn (Ö.52/672) zamanında- Sünnet'e gerek olmadığı ve sadece Kur'an ile
yetinilebileceği düşüncesinin ilk izlerini görmek mümkündür.

İkinci ihtimal ise, yukarıda zikredilen hadislerin uydurma olmasıdır. Bu ihtimalin doğruluğu kabul
edilecek olduğu takdirde, mantıken bu hadislerin, onları eserlerine alan meşhur hadis imamlarından
(H III. asırdan) hayli önce uydurulmuş olması gerekir. Bu hadislerin H. III. asırdan önce uydurulmuş
olması varsayımı ise, bu dönemde sadece Kur'an'la yetinme eğiliminde olanların varlığını ve bu
hadislerin, söz konusu eğilimi etkisiz hale getirmek için uydurulduğunu kabul etmemizi gerekli kılar.

Her iki ihtimalde de, sadece Kur'an'la yetinme ve Sünnet'e önem vermeme eğiliminin izlerinin İslamın
ilk yüzyıllarına kadar uzandığı ortaya çıkmış olmaktadır.

O halde, hadislerin ya da Sünnet'in inkarı olgusuna İslam'ın ilk dönemlerinden itibaren rastlandığı,
dolayısıyla meselenin günümüzde ilk defa ortaya çıkan bir şey olmadığı sonucuna kolaylıkla varılabilir.

2-Hadisleri/Sünneti Red/İnkar Eden ve Sadece Kur'an'ın Yeterli Olduğunu Savunanların Dayanakları

Hadisleri/Sünneti reddetme eğiliminde olanların dayandıkları delillerin, genel olarak geçmişte aynı
eğilimi paylaşanların ileri sürdükleri delillerden alındığı ve onların tekrarı niteliğinde

olduğu görülmektedir. Bunlar genelde şu ayetlerden ibarettir:

1-"Biz Kitapta hiçbir şeyi eksik bıraknmadtk.” (6, En'am, 38)

2-“Sana, herşeyi açıklayan .... Kuran'ı indirdik.” (16.Nahl, 89) ayetine gelince, yukarıdaki (6, En'am, 38)
ayetiyle ilgili olarak yapılan yorumların aynen bu ayet hakkında da geçerli olduğunu belirtmekle iktifa
ediyoruz.

3-"Bugün sizin için dininizi tamamladım." (5. el-Maide, 3) ayeti de Sünnet'e ihtiyaç bulunmadığını
ispat sadedinde delil olarak ileri sürülen ayetlerdendir.

Kısaca Sünnet'i red için gerekçe gösterilen, Kur'an'ın eksiksiz oluşuna dair ayetlerin, genel ilkeler ve
temel esaslar açısından Kur'an'ın eksiksiz olduğu şeklinde anlaşılması gerektiği ortaya çıktığına göre,
bu ayetlerin delil olarak kullanılmasının da doğru olmadığı sonucu kendiliğinden anlaşılmış
olmaktadır.

28
4-Hadislerin/Sünnet'in İslam'da delil olamayacağı görüşünün dayanaklarından biri de, “Zikr'i biz
indirdik, onu koruyacak olan da biziz.” (15, Hicr, 9) ayetidir. Bu görüş sahipleri, "Allah bu ayette
Sünnet'i değil Kur'an'ı koruyacağını garanti etmiştir; şayet Sünnet de Kur'an gibi delil olsaydı, Allah
onu da korurdu." şeklinde bir mantık yürütmede bulunmaktadırlar.

Ancak bu mantık yürütmenin doğruluğu hayli tartışma götürür bir husustur. Çünkü ayetin siyak ve
sibakı ve içinde yer aldığı ayetler grubu incelendiğinde görülecektir ki, burada söz konusu olan,
Sünnet'in statüsü veya korunup korunmadığı meselesi değildir. Bilakis ayet Kur'an'ın gerçekliği
tartışmasıyla ilgili olarak indirilmiştir. Öte yandan ayette "Biz sadece Kur'an'ı koruyacağız."
denmediğinden, "Kur'an dışındakiler -yani Sünnet-korunmamıştır." sonucu çıkarılamaz.

Aynı şekilde tevatüren -veya Fazlur Rahman'ın deyimiyle "Yaşayan Sünnet" şeklinde- bize ulaşmış
olan Sünnetler söz konusu olduğuna göre, bize ulaşması bakımından Kur'an metni ile birtakım
mütevatir -veya "Yaşayan"- Sünnetler'in arasında fazlaca bir fark olduğu söylenemez. Ancak
mütevatir olmayan ve ahad hadisler aracılığıyla bize gelen Sünnet'e ait unsurların kesinlik ifade
etmediği ileri sürülebilir.

5- Sünnet'i delil olmaktan çıkarma amacıyla başvurulan ayetlerden bir diğeri de “Hüküm ancak
Allah'ındir” mealindeki ayettir. Geçmişte Haricilerin de sloganı olan bu ayet Kur'an'da üç yerde
geçmektedir.

B- SÜNNETİN BİR DELİL VE KAYNAK OLDUĞUNU SAVUNANLARIN DAYANAKLARI

Geleneksel görüşü temellendirip savunmak amacıyla, eş- Şafiî'nin eserinden tutun, (bu konuda en son
yazılmış olan günümüzdeki birçok alimin eserlerine gelinceye kadar pek çok eser yazılmıştır. Bu
eserlerin hemen hepsinde, Sünnet'in İslam'daki yeri konusunda, başta Kur'an olmak üzere pek çok
delil ileri sürülmüştür. Bunları tekrar ele almamız, birtakım eksiklikler görmüş olmamızdandır.
Bunlardan birincisi; konuyla ilgili eserlerde delil olarak kullanılan ayetlerin belli bir sınıflandırmaya
gidilmeksizin gelişigüzel iktibas edilmesi ve ilgili ayetlerin tamamının tespitine ve yorumlanmasına
önem verilmemesidir. İkinci eksiklik ise, bu eserlerin hemen tamamının savunmacı bir bakış açısıyla
yazılmış olmasıdır. Bu bakış açısı, zoıunlu olarak birtakım yanlış istidlalleri ve tutarsızlıkları da
beraberinde getirmiş bulunmaktadır.

Bu girişten sonra, Sünnet'in lslam'da bir delil ve kaynak olduğunu ispat etmek için başvurulan delillere
geçebiliriz.

Sünnet'in lslam'da bir kaynak olduğunu göstermek için başvurulan ayetlerin tasnifine yönelik olarak
daha önce tarafımızdan yapılmış bir çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmamızda konuyla ilgili ayetleri
aşağıdaki şekilde altı gruba ayırmanın mümkün olduğunu ifade etmiştik:

1)Hz. Peygamber'e (s.a.v) itaati emreden ayetler.


2)Hz. Peygamber'in hükümlerine boyun eğmeyi emreden ayetler.
3)Hz. Peygamber'e isyan etmemeyi, ona karşı çıkmamayı emreden ayetler.
4)Hz. Peygamber'in Kur'an'ı açıklama görevinden bahseden ayetler.
5)Hz. Peygamber'in helal-haram kılma yetkisi olduğunu ifade eden ayetler.
6)Hz. Peygamber'in, Müslümanların uyması gereken güzel örnek, yani nümune-i imtisal olduğuna dair
ayetler.

Sünnet'in İslam'daki yerini belirtmek için delil olarak kullanılan ayetler Mevdudî tarafından da bir
tasnife tabi tutulmuştur. Onun tasnifi ise şu başlıklardan oluşmaktadır:
1)Muallim ve mürebbi olmak bakımından Rasulün vasfı
2)Rasulün, Kitabı şerhedici vasfı

29
3)Rasulün ö n derlik vasfı ve örnek olma hususiyeti
4)Rasulün teşriî vasfı
5)Allah Rasulünün hakimlik (yargıçlık) vasfı
6)Allah Rasulünün hükümdarlık, idarecilik ve amirlik vasfı.

Özellikle Abdulgani Abdulhalık'ın tasnifinin bizim tasnifimizle birçok noktada çakıştığı görülmektedir.
Hem bu açıdan, hem de konuyla ilgili en geniş eser olması açısından, Hucciyyetu's-Sunne adlı eserin,
müteakip tartışmalar için uygun bir çerçeve oluşturabileceği söylenebilir. Bu sebeple gerek ayetler,
gerekse diğer deliller ile ilgili tartışmalar, genelde bu eserdeki yorumlar ve istidlaller üzerine bina
edilecektir. Bu eserde yer almayan hususlarda ise, diğer kaynaklarca zikredilen delillere yer verme
cihetine gidilecektir.

1-Hz. Peygamber'e İtaat Etmeyi, Ona Karşı Çıkmamayı, Onun Hükümlerine Boyun Eğmeyi Emreden
Ayetler

De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Zira Allah
Bağışlayandır, Esirgeyendir. De ki: Allah'a ve Peygamber'e itaat edin. Eğer dönerlerse, bilsinler ki Allah
kafirleri asIa sevmez. (3, Al-i İmran, 31-32)

Kim Allah'a ve Rasulüne itaat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar, orada ebedî
kalırlar. İşte büyük kazanç da budur. Kim de Allah'a, O'nun Rasulüne karşı gelir, O'nun sınırlarına
tecavüz ederse, Allah onu ebedî kalacağı bir ateşe sokar. (4, en-Nisa, 13, 14)

Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra, peygambere karşı gelir ve müminlerin yolundan
başka bir yola giderse, onu gittiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. (4, en-Nisa, 115) Ey İman
edenler, (kendi aranızda) gizli konuştuğunuz zaman, günah işleme, düşmanlık ve peygambere karşı
gelme üzerinde konuşmayın; iyilik ve takva üzerinde konuşun ve huzurunda toplanacağınız Allah'tan
korkun. (58, el-Mucadile, 9)

Kim Allah'a ve Rasulüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'nun azabından sakınırsa, işte sonunda
kazanacak olanlar onlardır. (24, en-Nur, 52)

De ki: Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin... Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulursunuz.
Peygambere düşen sadece açıkça tebliğde bulunmaktır. (24, en-Nur, 54)

Kim RasCıle itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur. (4, en-Nisa, 80)

Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir maksatla göndermedik.
(4, en-Nisa, 64)

Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasulüne çağrıldıklarında müminlerin cevabı, "işittik ve itaat
ettik" sözünden başka bir şey olamaz. (24, en-Nur, 51)

Bu ayetlerin içeriğini şu şekilde özetlemek mümkündür:

1) Müminler Allah'a, O'nun Rasulüne ve yetki sahiplerine itaate davet edilmektedir.


2) Müminler Hz. Peygamber'e karşı gelmekten sakındırıl- maktadır.
3) Mü'minler Hz. Peygamber'e tabi olmaya çağrılmaktadır.
4) Mü'minler Hz. Peygamber'in hükümlerine, ihtilaflı konu? larda verdiği kararlara boyun eğmek
zorundadırlar.
Bugüne kadar İslam'da Sünnet'in bir delil ve kaynak olduğunu göstermek amacıyla yazılmış olan,
gerek klasik gerek çağdaş eserlerde görülen temellendirme hemen hemen aynı olup, şu şekildedir: Bu
ayetlerdeki Alah'a itaatten kasdedilen, bizzat Allah'ın kendisine itaat olmayıp, onun gönderdiği
Kitab'a, yani Kur'an'a, Kur'an'ın emir ve yasaklarına itaattir. Rasulüne itaat ise, sağlığında bizzat

30
kendisine, O'nun emir, yasak ve talimatlarına; vefatından sonra da Sünnetine itaat anlamındadır. Yine
Hz. Peygamber'in hüküm ve kararlarına boyun eğmek, sağlığında kendisinin çeşitli konularda verdiği
hüküm ve kararlara itaat etmek; vefatından sonra ise benzer konular karşısında Hz. Peygamber'in
ortaya koyduğu çözümleri esas almak anlamına gelir. Sünnet'e uymak sağlığında bizzat kendisine itaat
ve boyun eğmekle olduğu halde, bugün için Sünnet'e uymak, ancak Sünnet'i bize aktaran bir araç
olarak hadislere tabi olmakla mümkündür62.

Gerek Allah'a itaat ile Rasulüne itaatin yanyana zikredildiği ayetler, gerekse sadece Rasule itaatten,
onun hüküm ve kararlarına boyun eğmenin gerekliliğinden bahseden ayetler bugüne kadar birçok
İslam alimi tarafından bu şekilde yorumlanmış ve Sünnet'in İslam'da delil oluşu bu tür bir yaklaşımla
temellendirilmeye çalışılmıştır.

Bu Görüşe Yapılan Eleştirilerden Çıkan Sonuçlar şunlardır:

1) Ayetlerde geçen “Allah'ın elçisine itaaat ediniz.” emrinden Sünnet/Hadis'e uyma anlamı
çıkarılamaz.
2) Rasul bir vekil değil, ancak nakil-i kelam bir emir kuludur.
3) Rasule itaatin anlamı, Allah'a, daha doğrusu Allah'ın peygamberi aracılığıyla gönderdiği emirlere
itaattir.
4) Sünnet'in de Kur'an ayetleri gibi farz olduğu iddiası yanlıştır.
5) Peygamber'e itaat kavramının içerisine, onun içtihadını dahil etmeye imkân yoktur.

Özetleyecek olursak, Allah'a itaat ile birlikte veya ayrı olarak zikredilen “Rasul'e itaat"tan kasdın,
sadece Kur'an'a itaat olduğu iddiası birtakım önyargıların etkisi ile ortaya atılmış ve zorlamalara
dayanan bir iddia olmaktan öteye geçmemektedir. Bu sebeple Allah'a itaat yanında zikredilen Rasul'e
itaat ile -Kur'an'ı da tabiî olarak içeren- Sünnet'in kastedildiğini ileri sürmek ve bu suretle bir
müessese ve model olarak “Sünnet”i temellendirmek oldukça tutarlı görünmektedir. Bu, aynı
zamanda Sünnet'i temellendirmek için bu ayetleri delil olarak kullanan klasik yaklaşımın bugün için de
geçerliliğini koruduğunu gösterir.

2-Hz. Peygamber'in Kur'an'ı Açıklamakla Yükümlü Olduğuna Dair Ayetler

Hz. Peygamber'in (s.a.v.) bu fonksiyonunu delillendirmek için ençok başvurulan başlıca ayetler
şunlardır:

Biz her peygamberi mutlaka kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (kendilerine indirileni)
açıklasın. (14, İbrahim, 4)

Sana da zikri (Kur'an'ı) indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın, ta ki düşünüp öğüt
alsınlar. (16, en-Nahl, 44)

3-Hz. Peygamber'in Helal ve Haram Yetkisine Sahip Olduğuna Dair Ayetler

Hz. Peygamber'in bu yetkiye sahip olduğu görüşünün dayanağını oluşturan ayetler şunlardır:

Kendilerine kitap verilenlerden, Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve Rasulünün haram
kıldığını haram saymayan ve hak dîni din edinmeyenlerle, ezilip büzülerek kendi elleriyle cizye
verinceye kadar savaşın. (9, et-Tevbe, 29)

Onlar ki, ellerindeki Tevrat ve Incil'de yazılı bulunan o elçiye, o ümmî Peygamber'e uyarlar. O
(Peygamber) ki, kendilerine iyiliği emreder, onları kötülükten meneder; onlara temiz ve hoş şeyleri
helal, pis ve çirkin şeyleri haram kılar; üzerlerindeki ağır yükleri ve kendilerini bağlayan bağları

31
kaldırır. O Peygamber'e iman edip, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura
tabi olanlar, işte kurtuluşa erenler onlardır. (7, el- A'raf, 157).

İktibas ettiğimiz bu pasajlar, birtakım iddiaları içermektedir. Bu iddiaları önce maddeler halinde
sıralayıp, bilahare incele-mesine, bilhassa mantıkî açıdan analizine geçmek yerinde olacaktır. İleri
sürülen konuyla ilgili iddialar şunlardır:

a) Ayetlerde sözü edilen Hz. Peygamber'in "haram kılma" yetkisi, sadece Kur'an'daki haramları
tebliğden ibarettir.
b) Hz. Peygamber Allah'ın helal kıldığını haram kılmaması için uyarılmıştır.
c) Allah'ın Kur'an'daki nehiylerine "haram", Hz. Peygamber'in nehiylerine ise "yasak" demek daha
doğrudur.
d) Hz. Peygamber'in de Allah'ın çizdiği sınırlar dahilinde yasak koyma yetkisi vardır.
e) Ancak bu yasaklar, Kur'an'ın helal kıldığından insanları menedemez.0 Haramların değişmesi
düşünülemez. Fakat yasaklar değişebilir.
g) Bütün uygulayıcılara örnek olması hasebiyle, ona da ya-saklama yetkisi verilmiştir.
h) Peygamber Kur'an'a uymak zorundadır.

Hz. Peygamber'in "haram kılma" yetkisinin olup olmadığını tartıştığımız bu bölümde ulaştığımız
sonuçları şöyle özetleyebiliriz:

1) Hz. Peygamber'in Allah'ın kendisine verdiği yetkiye dayanarak, Kur'an'da temas edilmeyen
konularda "haram kılma" yetkisi vardır

2) Hz. Peygamber'in bu yetkisi sınırsız ve kayıtsız bir yetki olmayıp, Kur'an'a dayalı ve onunla uyum
halinde olma şartı ile bağımlıdır.

3) Bu bakımdan Hz. Peygamber'in "haram" hükmü vermesini, onun hiçbir kurala dayanmayan
mücerred şahsî kanaatinin bir ürünü olarak görmek yanlıştır.

4) Hz. Peygamber'in "haram kılma" yetkisini kullanırken hata ettiğini ve mesela Kur'an'ın lafzına ve
ruhuna aykırı "haram" hükümleri verdiğini gösteren rivayetlere -şayet varsa- bakılarak Hz.
Peygamber'in bu yetkisini kullanmada başarılı olamadığını, dolayısıyla bu hükümlerin tamamının
değişe-bileceğini gündeme getirmeden önce, bu rivayetlerin doğru olup olamayacağı hususu üzerinde
düşünmek ve bu rivayetleri gerektiğinde reddetmek daha sağlıklı bir yaklaşım olur.

4-Hz. Peygamber'in, Müslümanların Uyması Gereken Güzel Örnek (Usvetun Hasene) Olduğuna Dair
Ayet

Sünnet'i temellendirmek için başvurulan ayetlerden, bu gruba giren (33, el-Ahzab, 21) ayetidir. Diğer
grup ayetlere nazaran üzerinde daha az durulduğu görülen bu ayetin meali şudur:

“Andolsun ki, Allah'ın peygamberinde sizin için, Allah 'ı ve ahiretiarzu eden ve Allah 'ı çok anan
kimseler için güzel bir örnek vardır.”

Buraya kadar, Sünnet'i temellendirmek için başvurulan ayetlerin bir kısmını ve bu konuda yapılan
yorumlar ile bunlara getirilen eleştirileri görmüş bulunuyoruz. Yapılan eleştirilerin, bu ayetlerin
Sünnet'e delaletini ortadan kaldıracak nitelikte olmadığı, bu eleştirilerde bulunanların da aslında ilke
olarak Sünnet'i kabul ettikleri, sadece Sünnet'in mahiyeti hakkında birtakım farklı görüşlere sahip
oldukları da bu inceleme sonucunda ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Ancak hemen belirtelim ki, buraya kadar ele aldığımız ayetlerin Sünnet'e delaleti konusunda ciddi bir
problem olmadığı halde, bunların dışında Sünnet'i temellendirmede başvurulan başka bir takım
ayetler de vardır ki, bunların Sünnet'e delaleti oldukça tartışmalıdır. Diğer bir ifade ile Sünnet'i

32
temellendirmeye çalışanlar yukarıda ele aldığımız ayetlere dayanmakta doğruyu bulmuş, ancak başka
birçok ayetle istidlalde bulunurken hata etmişlerdir. Kanaatimizce bu hataya yol açan amil de,
meseleye "savunmacı" bir zihniyetle yaklaşılmış olmasıdır. Her ne pahasına olursa olsun Sünnet'i
savunma gayreti, ister istemez bazı ayetlerin yorumunda birtakım zorlamalara gidilmesine sebep
olmuştur.

C- SÜNNETİ TEMELLENDİRMEDE İZZLENEN BAZI TARTIŞMALI YAKLAŞIMLAR

1- Sünnet'i temellendirmek için başvurulması doğru olmayan birçok ayetin delil olarak kullanıldığını
görüyoruz. Ancak bu ayetler içerisinde özellikle (53, en-Necm, 3-4) ayeti üzerinde durmak gerekir.

Bize göre, Kur'an'ın anlaşılmasında vazgeçilmez ilkeler olan "Bütünlük-Siyak-Sibak ve Gramer


Kaideleri"ne riayet etmemekten kaynaklanan bu yanlış ve zorlama yorumun günümüzde hala devam
ettirilmesi son derece yanlıştır. Zira Sünnet'in temellendirilmesi için bu gibi zorlama yorumlara hiç
gerek yoktur. Bilakis Sünnet'i temellendirmede delil olarak kullanılması konusunda ihtilaf
bulunmayan birçok ayet varken, bu gibi zayıf ve temelsiz yorumlara tevessül etmek, Sünnet'i
savunalım derken Kur'an'a zarar vermeye yol açabilecek bir yaklaşımdır. Ne yazık ki en-Necm, 3-4
ayetleri, tahkik ve tedkik zihniyetinden uzak kimselerce, Sünnet'in de vahiy olduğunu ispatlamak ve
güya bu şekilde Sünnet'i temellendirmek için gelişigüzel kullanılmaktadır. Ancak unutmamak gerekir
ki, bu ayetlerin Sünnet'le ilgisi olduğunu göstermek için -hiçbir delil göstermeksizin- geçmişte hatalı
olarak ileri sürülen bir görüşü savunmanın ilmî bir tavır olarak kabulü mümkün değildir.

2- Sünnet'i temellendirmek için, Hz. Peygamber'e iman etmenin zorunlu olduğunu bildiren ayetlerin
de kullanıldığı görülmektedir.

(4, en-Nisa, 61, 136; 64, et-Teğabun, 8; 48, el-Feth, 8, 9, 158; 49, el-Hucurat, 15;24, en-Nur, 62; 9, et-
Tevbe, 9) ayetlerini delil olarak gösterilmektedir. Bu ayetler Allah ve Rasulüne iman edilmesi, Rasulün
bütün insanlığa, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmesi, önemli konularda ondan izin almadan
hareket edilmemesi gibi hususlardan bahsetmektedir. Böyle olunca, bu ayetlerin onun iddiasını nasıl
desteklediği sorusunu sormak kaçınılmaz olmaktadır.

3- Üzerinde durulması gereken diğer bir ayet grubu da Kitap ile Hikmet'in yanyana zikredildiği
ayetlerdir. Bu ayetlere dayanarak Sünnet'i temellendirmeyi yaygın bir hale getiren eş- Şafiî olmuştur.

Sünnet’i temellendirmek ve savunmak amacıyla yazılmış eski-yeni hemen birçok eserde


rastlanabilecek olan bu yorumla ilgili olarak, üzerinde durmak istediğimiz husus şudur:

Kur'an’da zikri geçen "Hikmet" kelimesi ile "Sünnet"in kastedildiği görüşü aslında tamamen yanlış
değildir. Yanlış olan "Hikmet"in "Sünnet" ile sınırlandırılmasıdır.

4- Sünnet'i temellendirmek amacıyla delil olarak kullanılan başka bir ayet ise (59, el-Haşr, 7) ayetidir.
"Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da uzak durun.” şeklinde
tercüme edilebilecek olan ve Sünnet'i temellendirmek için yaygın bir şekilde başvurulan bu ayetin ne
şekilde kullanıldığını görmek için, çağımız düşünürlerinden Mevdudî'nin yorumuna bakmak yeterli
olur:

Bu ifade “Benu Nadir'in malları ile ilgili olarak varılan kararı ve yapılan taksimi hiç sorgu sual
etmeksizin kabul edin. Şayet Rasul sizlere bir şeyler vermişse alın, yasakladığından da kaçının."
anlamına gelir. Buradaki hüküm umumîdir ve sadece fey'in taksimatı ile sınırlı değildir. Asıl maksat,
tüm ilişkilerde Hz. Peygamber'in (s.a.) emirlerine teslim olunmasıdır. Nitekim burada "Rasul size ne
verdiyse onu alın" denirken, cümlenin devamında “size neyi vermediyse", değil “neyi yasakladıysa

33
ondan kaçının" şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Bu hüküm sadece fey'e ait malların paylaşımını ihtiva
etseydi, o zaman "neyi vermediyse’’ denilirdi. Fakat aksine "neyi yasakladıysa" denilmesinden
anlaşıldığına göre, kastolunan Hz. Peygamber'in emir ve yasaklarına uyulmasıdır.

Öncelikle belirtelim ki, sadece Mevdudî değil, ondan önceki birçok müfessir, bu ayetin Benu Nadir'in
malları ile ilgili olduğunu açıkça belirtmişlerdir130. Bu noktada Mevdudî sadece kendinden önceki
görüşü devam ettirmiş olmaktadır. Ancak onun, bu ayetin hükmünün umumî olduğuna dair ileri
sürdüğü gerekçelerin doğruluğu tartışılmaz değildir.

O halde, bu ayete dayanarak Sünnet'i temellendirmek, ancak Mevdudİ'nin tercih ettiği yorumun
benimsenmesi durumunda doğru olabilir. Bu yorum benimsenmez, aksine, mesela el-Hasen el-Basrİ
ve es-Suddİ'nin yorumu esas alınırsa, Mevdudİ'nin gerekçelerinin doğruluğunu savunmak hayli
güçleşir.

Mamafih, bu ayetin, Hz. Peygamber'in bütün emir ve yasaklarını kapsadığını gösterebilmek için başka
yorumlar da yapılmıştır. Bu görüşte olanların hemen müştereken söyledikleri şudur:

Her ne kadar bu ayet Nadir oğullarının malları (fey) hakkında ise de, sebebin hususiliği, hükmün
umumiliğine mani olmadığı için, bu ayet genel anlamda alınabilir. Ayetin hükmünün, inişine sebep
olan olay ile sınırlandırılması şart değildir.

Ancak bu görüşün dayandığı "sebebin hususiliği hükmün umumiliğini engellemez." kuralının tartışma
konusu yapılmadığını ileri sürenler de var ise de neticede bu kuralın ulema tarafından konmuş
bulunan bir kural olması hasebiyle tartışmaya açık olması ihtimali de her zaman mevcut
bulunmaktadır.

Bu durumda sonuç olarak (59, el-Haşr, 7) ayetine dayanılarak Sünnet'i temellendirme hakkında
şunları söyleyebiliriz: Bu ayete dayanılarak Sünnet'i temellendirmek tamamen yanlış değilse de, bu
temellendirmenin doğruluğu, ayetle ilgili yorumlardan sadece birinin kabulüne bağlı bulunmaktadır.
Ayetle ilgili diğer yorumlar göz önüne alınacak olursa, Sünnet'i bu ayet ile temellendirmek hayli zor,
en azından tartışmalı görünmektedir.

5- “(Ey Muhammed) sana biat edenler, aslında Allah 'a biat etmişlerdir. Allah'ın eli onların eli
üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Her kim de Allah 'a verdiği sözünü
tutarsa, Allah ona en büyük bir mükafat verecektir. "(48, el-Feth, 10) ayeti de Sünnet'i
temellendirmek amacıyla delil olarak kullanılan ayetlerdendir136.

Bu ayetin yorumuyla ilgili olarak eş-Şafiî'den (Ö.204/819) şu açıklama da nakledilmektedir137:

(Bu ayette Allah) onlara, Peygambere yaptıkları biatin Allah'a yapılmış sayıldığını; yine onların
Peygamber'e itaatlerinin de Allah'a itaat sayıldığını bildirmiştir.

Ancak bu ayetin durumunun da, (59, el-Haşr, 7) ayeti gibi olduğunu burada belirtmemiz gerekir. Zira
üzerinde durduğumuz ayet de, Hz. Peygamber'in Sünneti'nin statüsünün ele alındığı bir ayet değildir.
Bu ayet Hudeybiye'de yapılan biattan bahsetmektedir.

Netice olarak bu ayetin de Sünnet'e delaletinin tartışmasız denebilecek ölçüde açık ve kesin olmadığı
söylenebilir.

6- Sünnet'i temellendirmek amacıyla "Hz. Peygamber'in İsmeti" kavramına da -pek yaygın olmamakla
birlikte- başvurulduğu görülmektedir. "İsmet" konusunu önemle vurgulayan ve , onu Sünnet'i ispat
için dayandığı delillerin başında zikreden Abdulgani Abdulhalık'tır.

34
Bugüne kadar yaygın biçimde benimsenmiş olan görüş ise, Mütevatir olanların dışında kalan, yani
Ahad olan hadislerin "yakîn" (kesinlik), değil, "zann-ı galib" ifade ettiği, yani doğru olma "ihtimalinin"
büyük olduğu, ancak bunların "uydurma" olma ihtimalinin de "sıfır" olmadığı şeklindedir.

Mütevatir hadisler ise hayli az, hatta bazı ulemaya göre nadir ve yok denecek kadar azdır.

7- "(Ey Müminler) Peygamberi, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın. İçinizden,
birbirini siper ederek sıvışıp gidenleri elbette Allah bilmektedir. Bu sebeple, onun emrine aykırı
davrananlar başlanna bir bela gelmesinden veya kendilerine çok feci bir azap isabet etmesinden
sakınsınlar." (24, en-Nur, 63) ayeti de Sünnet'i temellendirmek için delil olarak ileri sürülmektedir.

Bu ayetin Sünnet'in konumu meselesiyle ilgisi "Bu sebeple, onun emrine aykırı davrananlar..." ifadesi
ile Hz. Peygamber'in kastedildiği varsayımına dayandırılmaktadır.

Bu yüzden yukarıdaki ayetin Sünnet'e delaleti kesin olmayıp, belli bir yorumun tercihi esasına
dayanmaktadır. Sonuç olarak bu ayetin de Sünnet'i temellendirmek için kesin bir delil olabileceğini
söylemek mümkün değildir.

8- “İnkar edenler, Allah'ın yolundan alıkoyanlar ve kendilerine dağru yol belli olduktan sonra
Peygambere karşı gelenler Allah la hiçbir zarar veremezler. Allah ise onların yaptıklarını boşa
çıkaracaktır." (47, Muhammed, 32) ayeti de Sünnet'i temellendirme gayesiyle kullanılan
ayetlerdendir.

Ayette Peygamber'e karşı gelmek kötülendiği için, Hz. Peygamber'e, dolayısıyla Sünneti'ne itaat
etmek gerektiği düşünülerek bu ayetin delil getirildiği anlaşılmaktadır. Ancak açıkça görüldüğü üzere
ayet inanmayanlar hakkındadır.

Bu bakımdan, yukarıdaki ayetin Sünnet'i temellendirmek için kullanılması doğru değildir.

Sünnet'in İslam'da bir delil ve kaynak olduğunu savunanların görüşlerinin ele alındığı bu bölümle ilgili
olarak genel bir değerlendirme yapıldığında aşağıdaki hususların ortaya çıktığı görülür:

Hemen belirtelim ki, Sünnet'i temellendirmek için yeterince açık ve ikna edici pek çok ayet
bulunmaktadır. Bizim dört grup halinde tasnif ettiğimiz ayetler, işte bu tür ayetleri oluşturmaktadır.
Öte yandan yine Sünnet'i temellendirmek için başvurulan, ancak Sünnet'e delaleti tartışmalı veya
belli yorumların tercihine bağlı olan ayetler yanında; Sünnet konusu ile ilgisi olmadığı halde, delil
olarak kullanılan birtakım ayetler de SÖZ konusudur. Kanaatimize göre -çelişkiye düşmek ya da
zorlama yorumlara başvurmak dahil- her ne pahasına olursa olsun Sünnet'i temellendirme düşüncesi,
bu tür ayetlerin gündeme gelmesine yol açmış bulunmaktadır.

Yine bu savunmacı zihniyettir ki, bu tür ayetlerin parçacı ve lafızcı bir şekilde ve siyak- sibak'ından,
konu bütünlüğünden çıkarılarak ele alınması sonucunu doğurmuştur. Meselenin ele alınış tarzındaki
bu olumsuzluklar, Sünnet konusunun sağlıklı bir zeminde tartışılmasına ne yazık ki engel olmuş ve
asırlar boyunca sonuçsuz tartışmalar sürüp gitmiştir. Bu tür faydasız ve önyargılı tartışmalara son
vermenin zamanı artık gelmiştir. Sünnet konusundaki tartışmalara bir son verip neticeye bağlamak,
ancak önyargılardan uzak, tarafsız, Kur'an'ı bütünlüğü içerisinde ele alan, parçacılıktan uzak, lafızlara
takılı kalmayıp, ana fikri yakalamaya çalışan bir zihniyetin benimsenmesiyle mümkün olabilir. Bu
şekilde makul bir yol izlendiği takdirde biz inanıyoruz ki, Sünnet'in Kur'an'a dayanılarak
temellendirilmesi mümkündür ve hatta ifrat ve tefritten uzak bu tür dengeli bir yaklaşımın genel
kabul görme şansının fazlasıyla var olduğu dahi rahatlıkla söylenebilir.

35
D- KUR'AN İLE SÜNNETİN GETİRDİĞİ ÖĞRETİLER AÇISINDAN KARŞILAŞTIRILMASI

Bugüne kadar Sünnet'i red veya kabul yolunda yapılan tartışmaların genel karakteri, konunun,
Kur'an'ın ilgili olan veya ilgili olduğu düşünülen ayetleri çerçevesinde ele alınmış olmasıdır.

Sünnet'in konumunu Kur'an açısından ele alan farklı bir yaklaşım daha bulunmaktadır ki, bu bölümde
biz bu yaklaşım üzerinde durmak istiyoruz. Sözünü ettiğimiz bu yaklaşım Endülüslü Maliki hukukçusu
eş-Şatıbl'ye (Ö.790/1388) aittir. Günümüzde popülaritesi giderek artan eş-Şatıbi, klasik içtihad
yöntemlerinin artık bütün imkanlarını kullandığını ve bu yüzden içtihad alanında görülen durgunluğun
aşılmasının ancak Usul-i Fıkh'ın yeni bir yaklaşımla yeniden tesisiyle mümkün olacağını düşünüyordu.
Ona göre bu yeni usul anlayışı nasların lafızlarının analizi ve bu lafızlardan hüküm çıkarma veya nas
olmayan konularda kıyas yapma yerine, şeriat'ın genel ilkelerine, maksad ve amaçlarına
dayanmalıydı.

O bu yaklaşımını Sünnet konusunda da sürdürmüş ve klasik yaklaşımda görülmeyen "orijinal" bir


anlayışla meseleyi ele almıştır. Onun yaklaşımının orijinalliği, Sünnet ile Kur'an'ın öğretilerinin genel
bir mukayesesi esasına dayanmaktadır ki, biz meselenin bu şekilde ele alınmasının, günümüzdeki
gereksiz tartışmaların sona erdirilebilmesi için son derece etkili ve yararlı olacağı kanaatindeyiz.

Bu yaklaşımın bu derece etkili ve yararlı olabileceğini düşünmemizin sebebi şudur: Günümüze kadar
süregelen Sünnet/Hadislere gerek olup olmadığı veya sadece Kur'an ile yetinilip yetinilemeyeceği
konusundaki tartışmaların ve Sünnet'i reddetme eğiliminin temelinde,. Sünnet/Hadislerin Kur'an'a
aykırı olduğu varsayımının yattığı muhakkaktır. Nitekim gerek eş-Şafiî'nin (Ö.204/819), gerek lbn
Kuteybe'nin (Ö.276/889) bu konuda yazdıkları incelenecek olursa, Sünnet/ Hadisleri reddedenlerin
gerekçe olarak bunların Kur'an'a, akla, tecrübeye, tarihî gerçeklere, ilmi verilere aykırı ve birçoğunun
da kendi içerisinde çelişkili olduğunu ileri sürdükleri açıkça görülür. Hadisleri reddetmek için ileri
sürülen bu gerekçelerin özellikle lbn Kuteybe'nin Te'vilu Muhtelifi'l-Hadis adlı eserini yazmasının
temel sebebi olduğu da, eserin incelenmesinden kolayca anlaşılmaktadır.

Geçmişte durum bu olduğu gibi, günümüzde de aşağı yukarı aynıdır. Zira günümüzde de
Sünnet/Hadisler aleyhinde yazılmış olan eserler tedkik edildiğinde, bu olumsuz tavırların, Kur'an'a,
akla, ilmî verilere, tarihî gerçeklere vs. aykırı düştüğü öne sürülen birtakım hadislerden kaynaklandığı
görülmektedir. Bu durum karşısında yapılması gereken, Sünnet/Hadislerin özellikle Kur'an'a aykırı
olduğu iddiasını incelemektir. Genelde bugüne kadar, Sünnet/Hadisleri redde yönelik çalışmalarda,
Kur'an'a, akla-mantığa, ilmî verilere, tarihî gerçeklere vs. aykırı olduğu ileri sürülen hadislerden bol
bol örnekler verilmiş bulunmaktadır. Sünnet/Hadisleri savunma amacında olanların ise bu durum
karşısında, genelde tenkid edilen bu hadislerin doğruluğunu ispata yöneldikleri görülmektedir153.
Tartışmaların hep eleştiri konusu olan hadisler etrafında yoğunlaşması ise, farkında olunmadan, sanki

153 Bu konuda yazılmış en eski eserlerden olan lbn Kuteybe'nin Te'vilu Muhtelifi'l-Hadisinde görülen
bu özellik, yine bu konuda yazılnuş en son eserlerden olan Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe'nin
Difaun ani's-Sunne (Sünnet Müdafaası), (Ank., 1990) isimli eserinde de görülmektedir. Bu ise, geçen
on dört asra rağmen, klasik yaklaşımın bazı ilmî çevrelerde değişmeden devam ettiğini
göstermektedir.

Hadislerin/Sünnet'in tamamının bu şekilde tartışmalı olduğu şeklinde yanlış bir kanaatin oluşmasına
yol açmıştır. Halbuki Kur'an'a, akla, ilmî verilere, tarihî gerçeklere vs. uygun olan pek çok
Hadislerin/Sünnet'in bulunduğu gösterilmek suretiyle, bu tartışmalar daha dengeli bir düzeyde
sürdürülebilirdi. Şayet bu yapılsaydı, o zaman bir yandan Kur'an'a, akla, ilmî verilere, tarihî gerçeklere

36
vs. uygun -yani sahih- hadislerin, öte yanda ise bunlara uymayan -yani mevzu kabul edilen- hadislerin
bulunduğu ortaya çıkacak ve mesele Sünnet/Hadislerin toptan red veya kabulü noktasından, hangi
hadislerin Sahih, hangilerinin Mevzu (uydurma) olduğu noktasına kaymış olacaktı. Ama ne yazık ki
geçmişten günümüze kadar Sünnet'in kabul veya reddi ile ilgili çalışmalar, hep tartışmalı birtakım
hadisler üzerinde yoğunlaşmış; fakat Kur'an'a, tarihî gerçeklere, ilmî verilere vs. uygun ve reddini
gerektirecek herhangi bir sebep bulunmayan pek çok hadisin mevcudiyeti gündeme getirilerek
Sünnet/ Hadisler'in tamamının reddinin mümkün olamayacağı şeklinde bir yaklaşım nedense
dikkatlerden kaçmıştır.

Bu durumun belki de bilinen yegane istisnası eş-Şatıbî'dir. O, el-Muvafakat adlı eserinin "Sünnet" ile
ilgili bölümünde Sünnet'in getirdiği pek çok hükümlerin Kur'an'ın getirdiği hükümlere uygunluğunu
temel hareket noktası alarak bir mukayese yapmakta ve bu suretle Sünnet'i temellendirmeye
çalışmaktadır. Bize göre eş-Şatıbî'nin bu yaklaşımı, bugüne kadar hakim olan geleneksel yaklaşımdan
daha sağlıklı ve bugün dahi geçerliliğini koruyan, makul ve tatmin edici bir yaklaşımdır.

SONUÇ

Sünnet'in konumunu tartıştığımız bu bölümden de anlaşılmaktadır ki, İslamın ilk asırlarından beri
devam edegelen konuyla ilgili tartışmalar, hala bir sonuca bağlanmış değildir. Bunun da sebebi,
tartışmaların büyük ölçüde önyargılı ve savunmacı bir zihniyetin ağır baskısı altında yapılmış
olmasıdır. Bu hata, bu konuda en son yazılan eserlerde de hala devam ettirilmektedir. Sünnet'i
reddetme eğiliminde olanlar yalnızca Kur'an'ın yeterli olduğunu savunurken, Hz. Peygamber'in rolünü
sadece Kur'an'ın tebliğine indirgeyerek adeta onu bir "postacı" konumuna koymakla gerçekçilikten
uzaklaşmaktadırlar.

Diğer yandan önyargılı olmanın kaçınılmaz sonucu olarak birtakım ayetlerin anlamlarını zorlamak ve
siyak-sibakından çıkarmak suretiyle yetinmek istedikleri Kur'an'a olan sadakatlerine gölge
düşürmektedirler. Öte yandan, hem sadece Kur'an'ı delil olarak kabul ettiklerini söylemek, hem de bu
iddialarını ispat için bazı rivayetlere baş vurmakla da çelişkiye düşmektedirler. Aynı hataları Sünnet'i
savunanlar da işlemektedirler. Onlar da Sünnet'i temellendirmek için delil olarak kullandıkları bazı
ayetlerin anlamlarını zorlamakta, siyak-sibakından çıkarmaktadırlar. Onlar da diğerleri gibi, Kur'an'dan
başka delil tanımadığını söyleyenlere, birtakım rivayetleri öne sürerek cevap vermeye çalışarak
anlamsız ve faydasız bir tavır takınmaktadırlar.

İşte bu sonuçsuz tartışmalara son vermek amacıyla ve yukarıda işaret edilen hatalardan uzak bir
yaklaşımla Sünnet'in konumunu tartıştığımız bu bölümde ulaştığımız sonuçları şu şekilde
özetleyebiliriz:

1) Sünnet İslam'ın bir gerçeğidir.

2) Bu gerçeklik, bizatihi peygamberliğin tabiatı gereği olduğu gibi, Kur'an'ın birçok ayeti de buna
açıkça delalet etmektedir.

3) Sünnet Kur'an'ın Hz. Peygamber tarafından yorumlanış ve uygulanış biçimi olarak nitelendirilebilir.
Ancak Sünnet'i Sünnet yapan şeyin şekilden ziyade öz, lafızdan ziyade mana olduğu hiçbir zaman
unutulmamalıdır. Bu bakımdan Sünnet günümüzde bize, bazen hem lafzı hem de manası ile, bazen de
şekilden ziyade, o şeklin altında yatan ilkesi ile rehberlik edecek niteliktedir.

4) Günümüzde Sünnet'e karşı olumsuz bazı tavırların görülmesinin temel sebeplerinden biri de,
Sünnet'in ne olduğu konusunda sağlıklı bir bakış açısı ortaya konamamış olmasıdır. Ancak temelini
Kur'an'ın oluşturduğu ve bir anlamda Kur'an'ın pratik hayattaki açılımı olarak tanımlanan bir sünnet

37
anlayışı sayesinde, Sünnet'i tartışan her iki taraf için de tatminkâr bir çözüm, yani uzlaşma mümkün
görünmektedir.

5) Bize göre, bu incelememiz böyle bir uzlaşmayı sağlamaya en elverişli yaklaşımın nasıl olması
gerektiğine dair tarafsız, makul, gerçekçi ve dengeli bir teklif niteliğindedir. Kur'an'ı Sünnet'in temeli
ve Sünnet'i de Kur'an'ın bir açılımı olarak gören böyle bir yaklaşım; hem Sünnet'i kabul etmekle
Kur'an'ın ikinci plana düşeceğinden endişe eden eğilim sahiplerinin endişelerini giderecek; hem de
Sünnet'i kabul etmenin Kur'an'dan kaynaklanan bir zorunluluk olduğunu kabul ederek, Sünnet'in
reddedilmesinden endişe eden eğilim sahiplerinin endişelerini izale edecektir.

Bunun sonucu olarak, artık tartışılması gereken Sünnet'in İslam'daki yeri ve konumu olmayacak;
aksine Sünnet'in ne olduğu, yani tanımı, içeriği, bağlayıcılığı, kısaca neyin Sünnet olduğu, neyin de
olmadığı konusu tartışılacaktır. Biz tartışmaların bu alanlara kaydırılmasının son derece olumlu
sonuçlar doğuracağına inanıyoruz.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

SÜNNETİN MAHİYETİ ile İLGİLİ TARTIŞMALAR

-Kur'an Dışında Vahiy Var Mıdır?

“De ki: ‘Ben yalnızca sizin gibi birbeşer'im, (ancak) bana itabınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor."

Kur'an-ı Kerim 18, el-Kehf, 110; 41, Fussilet, 6

"(Ey Muhammed) elbette sen büyük bir ablak üzeresin." Kur'an-ı Kerim68, el-Kalem, 4

GİRİŞ

Günümüzde "Sünnet" konusunda yapılan tartışmaların ağırlıklı konusunun, onun İslam'daki


"konumu" olduğu söylenebilir. Ele alınması gereken bu konuların başında ise "Sünnet’in Mahiyeti" ile
ilgili tartışmalar gelmektedir.

İşe, Sünnet'in mahiyeti tabirinden ne kastettiğimizi açıklamakla başlamak yerinde olur. Burada
kasdedilen, Hz. Peygamber'in "Sünneti"ni ortaya koyarken başvurduğu "bilgi kaynaklarıdır.

Hz. Peygamber'in Sünneti’ni ortaya koymada başvurduğu kaynaklar konusunda şimdiye kadar ileri
sürülen görüşleri şöyle sıralayabiliriz:

a) Sünnet de Kur'an gibi vahiy mahsulüdür.

b) Sünnet vahiy yanında, Hz. Peygamber'in İçtihadı'nın da ürünüdür.

c) Sünnet Hz. Peygamber'in (s.a.v.) kendi çevresinden elde ettiği bilgi birikiminin, akıl ve tecrübesinin
ve bunlara dayanarak Kur'an'ı yorumlamasının bir ürünüdür.

Bu görüşler içersinde en fazla tartışılan ve bugüne kadar en fazla kabul gören birinci görüş olmuştur.
Hatta Sünnet'in bilgi kaynakları ile ilgili tartışmaların, neredeyse tamamen bu birinci görüş çevresinde
yoğunlaştığı söylenebilir. Bugün de en fazla tartışılan konu, Sünnet'in de vahiy ürünü olup olmadığı
meselesidir. Diyebiliriz ki Sünnet'in konumunun günümüzde yoğun bir şekilde tartışılması da, onun
vahiy mahsulü olup olmadığı tartışmalarıyla yakından ilgilidir.

38
Sünnet'in vahiy mahsulü olup olmadığı meselesini incelemeye geçmeden önce şunu belirtmek isteriz
ki, burada bizi ilgilendiren konuyla ilgili görüşlerdir. Bu görüşler bugüne kadar gelen İslam düşüncesi
geleneği içersinde çeşitli eserlere dağılmış bir durumdadır. Bu görüşlerin kaynaklardan taranmak
suretiyle biraraya getirilmesi ise ayrı bir çalışma konusu olabilecek niteliktedir. Bu genişlikte bir
çalışma ise, bizim etüdümüz için yararlı ise de, zorunlu değildir. Zira aslolan görüşler, eğilimler ve
yaklaşımlardır. Bu görüşlerin kimler tarafından benimsendiği ise tali bir konudur

A- SUNNET'İN DE -KURAN GİBİ- VAHİYİY MAHSULÜ OIDUĞU GÖRÜŞÜ

Bu görüşü kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür: Sünnet de Allah'ın Hz. Peygamber'e indirdiği bir
vahiy ürünüdür. Ancak bu vahiy bir yönden Kur'an vahyinden farklıdır. Zira Kur'an vahyi mu'ciz ve
ibadetlerde okunma gibi nitelikleri haiz olduğu halde, Sünnet böyle değildir. Ama bağlayıcılık
açısından Kur'an ile Sünnet arasında bir fark yoktur.

Bu görüşü formüle etmek için vahiy konusunda bir de ayrım yapılmış ve, 1) el-Vahyu'l-Metluvv
(okunan vahiy), 2) el-Vahyu Gayru'l-Metluvv (okunmayan vahiy) olmak üzere vahiy iki kısma
ayrılmıştır.

Sünnet'in vahiy mahsulü olup olmadığı konusundaki tartışmalarda başlıca üç eğilimin bulunduğuna da
işaret etmek gerekir ki bunları şu şekilde ifade edebiliriz:

a) Sünnet'in tamamı vahiy mahsulüdür.

b) Bir kısmı vahiy mahsulü, bir kısmı da Hz. Peygamber'in içtihadının ürünüdür.

c) Sünnet'te vahiy ürünü hiçbir şey yoktur.

Özetle söylemek gerekirse eş-Şafi, Sünnet'in mahiyetiyle ilgili çeşitli görüşlerin varlığından haberdar
olmakla ve bunları reddetmemekle birlikte, vahiy ürünü olduğu görüşünü benimsemiş
görünmektedir. Bununla beraber, onun Sünnet'in tamamının vahiy ürünü olduğunu kabul ettiğini
kesin olarak ileri sürmek de güçtür.

Burada, eş-Şafiî'nin Sünnet'in vahiy ürünü olduğuna dair görüşü temellendirmede başvurduğu -veya
başvuranlardan naklettiği- deliller üzerinde de durmak gerekir.

Genel olarak eş-Şafiî bu görüşü, Allah'ın Hz. Peygamber'e Kur'an yanında bir de "Hikmet"i indirmiş
olduğundan bahseden ayetlerle temellendirmektedir. Daha önce gördüğümüz gibi ona göre Hikmet,
Kur'an dışında başka bir şey olmalıdır, ki bu Sünnet'ten başka bir şey değildir. Hikmet'in "indirilmiş"
olması ise, onun Allah'tan ilham veya vahiy yoluyla Hz. Peygamber'e bildirildiğini gösterir.

eş-Şafiî'nin bu tür bir yorumunun tamamen yanlış olduğu söylenemezse de, Sünnet'in tamamının bu
şekilde oluştuğunu ileri sürmek mümkün değildir.

Bütün bunlar bir yana bizzat Kur'an bazı konularda Hz. Peygamber'i, yaptığı hatalardan dolayı
uyarmakta, hatasını düzeltmesini istemektedir:

Burada bir iki örnek vermek gerekirse, mesela (8, el-Enfal, 67) ayeti zikredilebilir:

“Hiçbir peygambere, (kafirlere karşı) yeryüzünde hakimiyeti sağlamadan esir almak yaraşmaz.”

Bu ayet Müslümanların Bedir savaşında, düşmanı tamamen mağlup edip etkisiz hale getirmeyip de,
onları esir almak ve karşılığında fidye talep etmek cihetine gitmeleri, Hz. Peygamber'in de buna karşı
çıkmaması dolayısıyla inmiştir. Ayetin iniş sebebi ile ilgili farklı rivayetler ve yorumlar bulunmakla
birlikte kesin olan ortada bir hatanın bulunduğu ve bu hata karşısında Hz. Peygamberin ciddî biçimde
uyarıldığıdır. Sünnet'i tamamen vahiy ürünü olan birinin, yine vahiy tarafından uyarılması açık bir

39
çelişki olacağından, bu çelişkiyi kabul etmek yerine, Sünnet'in tamamının vahiy ürünü olamayacağını
kabul etmek elbette daha doğru olacaktır.

Diğer bir örnek de (9, et-Tevbe, 43) ayetidir:

“Allah seni affetsin, doğrularla yalancılar sana belli olmadan' niçin onlara izin verdin?”

Bu ayet de harbe katılmamak için Hz. Peygamber'den izin isteyenlere, O'nun (s.a.v.) izin vermesi
üzerine nazil olmuştur. Bu ayette Hz. Peygamber'in aslında doğrularla yalancılar belli olmadan izin
vermesinin hata olduğunu açıkça belirtmektedir. Burada da şayet verilen izin vahiy ürünü olmuş
olsaydı, hatanın vahye izafe edilmesi gerekirdi ki, bunu kabul etmek yerine Hz. Peygamber'in bu
izninin vahiy ürünü değil, kendi görüşü olduğunu kabul etmek daha doğru olur. Bu ise, iddia edildiği
gibi O'nun (s.a.v.) her davranışının vahiy ürünü olmadığını gösterir.

eş-Şafii ayrıca Sünnet'in vahiy ürünü olduğu görüşünü desteklemek için rivayetlere de başvurmakta
ise de zann-ı galib ifade eden Ahad haberlerin, böyle önemli bir konuda delil olarak kullanılması
yeterince ikna edici olamayacağından, üzerinde durmaya gerek görmüyoruz.

Allah, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) bütün sözlerinin, kendi katından bir vahiy olduğunu; Kur'an'ın da
O'nun katından bir vahiy olduğunu açıkladığına göre, ve yine Kur'an hakkında “Şayet o Allah'tan
başkasından olsaydı, onda pek çok çelişki bulurlardı." (4, en-Nisa, 82) buyurduğuna göre; bu ayetten
hareketle Kur'an ve sahih hadislerin] uyum halinde olduklarını, ikisinin aynı şey olup aralarında çelişki
ve tutarsızlık (ihtilaf) olmadığını söylemek doğru olur.

İbn Hazm, (53, en-Necm, 4); (6, el-En'am, 50; 10, Yunus, 15) ve (16, en- Nahl, 44) ayetlerini delil
olarak zikrettikten sonra şöyle demektedir:

... Bu suretle Hz. Peygamber'in (s.a.v.) dinle ilgili bütun sözlerinin vahiy olup, Allah'tan geldiği
doğruluk kazanmaktadır, bu hususta hiçbir şüphe yoktur.

Görüldüğü gibi İbn Hazm vahyi ikiye ayırmakta ve Kur'an'ı el-vahyu'l-metluvv (ibadetlerde tilavet
olunan vahiy) kategorisinde, Sünnet'i ise el-vahyu gayru'l-metluvv (ibadetlerde tilavet olunmayıp,
sadece okunan vahiy) kategorisinde değerlendirmektedir. Daha önce eş-Şafiî'de görülen ve lbn Hazın
tarafından açık ve net bir şekilde ifade edilerek sürdürülen bu ayrımın, Sünnî İslam düşüncesinde
giderek yaygınlık kazandığı ve günümüze kadar hakimiyetini sürdürdüğü görülmektedir.

Ancak bizi ilgilendiren, Sünnet'i de vahiy olarak algılayan görüşün ortaya çıkışı ve tarihi seyri değildir.
Bizi asıl ilgilendiren bu düşüncenin dayanaklarıdır. Her ne kadar lbn Hazm, Sünnet'in tamamının vahiy
ürünü olduğu görüşünü birtakım ayetlerin amacına uygun bir şekilde yorumlanmasına
dayandırmaktaysa da, kesin olan, ortada bu görüşü ispatlayacak açık bir ayetin bulunmadığıdır.

Hz. Peygamber'in Hadislerinin/Sünnetinin tamamının vahiy ürünü olduğunu ileri süren görüşün
dayandığı deliller sadece bunlardan ibaret değildir. Bunlara ilaveten son dönem İslam alimlerinden bu
görüşü savunanlar da birtakım deliller öne sürmüşlerdir. Burada bu deliller konusunda yapılmış en
son ve en kapsamlı iki incelemeye özellikle işaret etmek gerekir. Bunlardan birincisi Afzalurrahman
tarafından hazırlanmış olan Siret Ansiklopedisi adlı eserde yer alan "Sünnet'in Mahiyeti ve Çerçevesi"
başlıklı inceleme ile Muhammed Taqı Usmanî'nin eserinde yer alan "(Vahyin İki Türü)" başlıklı
incelemedir.

Şimdi Sünnet'in de vahiy ürünü olduğunu göstermek amacıyla -bu iki incelemede- ileri sürülen "Hz.
Peygamber'in Kur'an dışında da vahiy aldığı" iddiasının dayanaklarını inceleyelim:

40
1- Kıblenin değiştirilmesi: Hz. Peygamber (s.a.v.) Mekke'de namaz kılarken, Ka'be'yi kendisiyle Beytu'l-
Makdis arasına alıyordu. Müminler de on dört yıl boyunca bu kıbleye doğru namazlarını kıldılar. (2, el-
Bakara, 142-145) ayetleri, daha sonra kıblenin Beytu'l-Makdis'den Ka'be'ye çevrildiğini bildirmektedir.

İlk kıblenin tayini ise Hz. Peygamber'e (s.a.v.) ulaşan diğer bir vahiyle olmuştur.

Açıktır ki bu delilin geçerliliği, gerçekten ilk kıblenin vahiyle belirlendiğinin ispat edilmesine bağlıdır.
Her ne kadar bu hususun (2, el-Bakara, 143) ayetine dayanılarak ispat edilebileceği iddia edilmekte
ise de, ayet incelendiğinde bunun mücerret bir iddia olduğu açıkça görülmektedir. Zira ayette ilk
kıblenin vahiyle belirtildiğine dair herhangi bir açıklama yoktur. Öte yandan ilk kıblenin Ehl-i Kitab'a
uyulmak suretiyle belirlenmiş olması da mümkündür. Bu durumda kıblenin değiştirilmesi olayına
dayanarak, Kur'an dışında da Hz. Peygamber'e vahiy geldiğini ileri sürmenin mümkün olmadığı da
anlaşılmaktadır.

2- Zeyneb'in Zeyd'ten boşanması ve Hz. Peygamber ile evlenmesi konusunda inmiş olan "Artık Zeyd,
ondan ilişkisini kesince, biz onu sana zevce yaptık ki, evlatlıkların kendilerınden ilişkisini kestikleri
eşleriyle evlenmekte müminler üzerine bir güçlük olmasın." (33, el-Ahzab, 37) ayeti de şu şekilde ele
alınmaktadır:

Ayet, Rasulullah'ın (s.a.v.) Zeyd'in boşanmış, hanımı ile evleneceğinin Allah'ın hükmü olduğunu
belirtmektedir. Oysa Kur'an'da bu hükmü zikreden bir bölüm yoktur. Bu yüzden, bu hüküm Allah'ın
Rasulüne Kur'an'dan başka bir yolla verdiği bir hükümdür22.

Ancak dikkatle okunacak olursa, Rasulullah'ın Zeyneb ('r.a.) ile "evleneceğinden" değil, Allah'ın onu
Rasulullah ile "evlendirdiğinden” bahsettiği açık bir şekilde görülür. Bundan ötürü ayetten
Rasulullah'ın (s.a.v.) daha önce gelmiş olan Kur'an dışındaki bir vahiyle evlendirildiği sonucunu
çıkarmaya gerek yoktur. Aksine akla yatkın olan, bu ayet üzerine Zeyneb'in Rasulullah'a eş yapılmış
olmasıdır. Nitekim tefsirlerde bu ayetin inmesinden sonra Rasulullah'ın Zeyneb'in yanına eşinin
yanına girer gibi izinsiz girdiği, ayetin hükmü ile yetinilerek, ayrıca bir nikah kıyılmadığı ve bu
durumun Rasulullah'a mahsus olduğu da zikredilmektedir23.

Bu durumda Zeyneb'in Rasulullah ile evlendirilmesinin bu ayetle gerçekleştiği; bu evliliğin Kur'an


dışında başka bir vahiyle olduğu iddiasının gerçekleri yansıtmadığı anlaşılmış olmaktadır. Dolayısıyla
bu ayeti, Kur'an dışında da vahiy bulunduğunu ispat için delil olarak kullanmak doğru değildir.

3- Nadîroğullarıyla yapılan savaşta İslam ordusu, gerek düşmanı teslim olmaya zorlamak, gerekse
hücum esnasında kendilerine kolaylık sağlamak için, Rasulullah'ın emriyle çevredeki hurma ağaçlarını
tahrip etmişti. Bu hususa Kur'an'da (59, el-Haşr, 5) ayetinde işaret edilmiştir. Söz konusu ayette
“Herhangi bir hurma ağacını kestiniz yahut kökleri üstünde dikili bıraktınızsa (hep) Allah'ın izniyledir."
denmekte ve buradaki "Allah'ın izniyle (fe-bi-iznillah)" ifadesine bakılarak ortada, Kur'an'da
zikredilmeyen bir iznin bulunduğu Rasulullah'ın da bu izni içeren vahiy uyarınca ağaçların tahrip
edilmesini emrettiği ileri sürülmektedir.

İlk bakışta tamamen doğru gibi görünen bu mantık yürütmenin, ayet yakından incelendiğinde
tartışmalı bir hal aldığı görülmektedir. Zira ayetten, ileri sürülen mananın çıkarılması "izin" kelimesine,
"müsaade etmek" anlamı verilmesi esasına dayanmaktadır. Ancak bu kelime Arapça'da bu anlamda
da kullanılmakla beraber, onun asıl anlamı "bilmek, bilgisi dahilinde olmak"tır. Bu sebeple Kur'an'da
çok sık geçen "bi- iznillah" ifadesinin asıl anlamı "Allah'ın bilgisi dahilinde" demektir.

Yine çağdaş müfessirlerden Mevdudî, ağaçların kesilmesinin Hz. Peygamber'in kendi içtihadıyla
olduğunu açıkça ifade etmektedir.

41
Görüldüğü gibi konumuz olan ayette geçen "bi-iznillah" ifadesine İslam alimlerince farklı şekillerde
mana verilmekte, hatta bazıları bu ayeti Kur'an dışında vahiy olup olmadığı konusuyla ilgili dahi
görmemektedirler. Sonuç olarak denilebilir ki, bu ayete dayanarak Kur'an dışında vahiy olduğunu ileri
sürmek, ancak "bi-iznillah" kelimesine verilen manalardan birinin tercihi durumunda doğru olabilir.
Fakat diğer manalar tercih edilecek olduğu takdirde, bu ayetin bu konuda delil olarak kullanılması
doğru olamayacaktır. Bu bakımdan söz konusu ayetin, Kur'an dışında da vahiy olduğunu ispat eden
"kesin ve tartışılmaz bir delil" olduğunu ileri sürmek mümkün değildir.

4- Kur'an'ın dışında da vahiy bulunduğunu ispat sadedinde Hz. Peygamber'e Kitap dışında, "Mizan",
"Hikmet" ve "Nur" verildiğini gösteren ayetler de delil olarak zikredilmektedir.

Bu amaçla zikredilen ayetlerde (4, en-Nisa, 113; 2, el-Bakara, 231; 42, eş- Şura, 17; 57, el-Hadid, 25; 7,
el-A'raf, 157; 64, et-Tağabun, 8; 5, el-Maide, 1516) "Mizan", "Hikmet" ve "Nur"un "indirildiğinden"
bahsedilmesi, bunların Kur'an dışında gelen birer vahiy olduğu sonucuna sevketmiş olmalıdır.

5- “Oruç tuttuğunuz günlerde, geceleri hanımlarınıza yaklaşmanız size helal kılındı. Onlar sizin için,
sizler de onlar için birer elbise(gibi)siniz. Allah sizin kendinize zulmettiğinizi bildi de tevbenizi kabul
edip, sizi bağışladı. Artık onlara yaklaşabilir ve Allahın size takdir ettiklerini isteyebilirsiniz.... " (2, el-
Bakara, 187)

6- Şayet (herhangi bir şeyden) korkarsanız (namazlarınızı) yürüyerek yahut binek üzerinde (kılın).
Güvene kavuştuğunuz zaman, bilmediğinizi size öğrettiği için Allah'ı anın (ve ona şükredin)” (2, el-
Bakara, 239).

7- "Siz ganimetleri almak için gittiğinizde, geri kalanlar: “Bırakın biz de sizinle beraber gelelim."
diyeceklerdir. Onlar Allah ’ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: “Siz bizimle kesinlikle
gelmeyeceksiniz; bunu Allah daha önce söylemiştir." Onlar size: “Bizi kıskanıyorsunuz." diyeceklerdir.
Bilakis onlar anlayışı pek kıt kimselerdir." (48, el- Feth, 15)

8- "(Ey Rasulüm) vahiy geldiğinde (onu ezberlemek için) acele edip dilini kıpırdatma. Onu (senin
kalbinde) toplamak ve (sana) okutmak bize aittir. O halde sen, biz onu okuduğumuz zaman,
okunuşunu takip et. Şüphen olmasın onu açıklamak da bize aittir." (75, el-Kıyame, 1619).

9-"Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip,
izniyle (veya bilgisi dahilikle) ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hakimdir. "(42, eş-Şura, 51)

Buraya kadar konuyla ilgili yanlış veya tartışmalı istidlalleri görmüş bulunuyoruz. Ancak Kur'an dışında
da Hz. Peygamber'in Cenab-ı Hak ile iletişim kurduğunu göstermek için başvurulan ayetler sadece
bunlardan ibaret değildir. Yukarıda değerlendirdiğimiz ayetler dışında, bu iddiaya delil olabilecek
ayetler de yok değildir. Şimdi de bunları görelim:

1) RasuI (s.a.v.) Medine'de iken rüyasında kendisinin Mekke'ye girip tavaf ettiğini gördü. Ashabına
bunu haber verip umre yapmak amacıyla bin dörtyüz sahabesi ile birlikte Mekke'ye doğru hareket
etti. Ancak Hudeybiye mevkiinde Mekkelilerce durdurularak Umre'yi gelecek yıl yapacaklarını karara
bağlayan Hudeybiye andlaşmasını imzaladı. Ashaptan bazıları Kabe'nin ziyaretindeki bu gereksiz
gecikmeden açıkça kaygılı idiler. Andlaşmanın hükümleri hakkında pek de lehte düşünmüyorlardı. Bu
kişileri temsilen Ömer b. Hattab Rasulullah'a gelerek, "Ey Allah'ın Rasulü, bize Mekke'ye girip Kabe'yi
tavaf edeceğimizi söylememiş miydin?" dedi. Rasulullah (s.a.v.), "Ben bize bu yıl, bu yolculukta tavaf
edeceğimizi söyledim mi?" diyerek cevap verdi. Sonra vahiy geldi: "Andolsun ki Allah, Rasulü'nün
gördüğü rüyanın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah dilerse, mutlaka siz, Mescid-i Haram'a saçlarınızı
tıraş ettirmiş (kiminiz de) kısaltmış olarak güven içinde ve korkusuzca gireceksiniz. Fakat Allah, sizin
bilmediğiniz şeyleri bildi de bundan (Mekke'nin fethinden) önce size yakın bir fetih nasib kıldı." (48:

42
27). Ayet; Rasul (s.a.v.)'ın ashabıyla birlikte Mekke'ye gidip umre yapacağı şeklinde bir rüya
gördüğünü teyid etmektedir. Bu husus, Rasulullah (s.a.v.)'a Kur'an'ın yanısıra diğer direktif ve
talimlerin de ulaştığı gerçeğinin kesin bir delilidir.

2) Rasulullah (s.a.v.) hanımlarından birine gizli bir söz söylemiş, zevcesi bunu diğerlerine aktarmıştı.
Rasulullah (s.a.v.) bu konuyu araştırdığında zevcesi O'na, bu sırrı başkalarına aktardığını nasıl bildiğini
sordu. O vakit vahiy geldi: "Hani Rasul, zevcelerinden birine gizli bir söz söylemişti, derken o zevce de
diğerine bunu haber vermişti. Allah da O'na (Rasul'e) bunu bildirince Rasul de bir kısmını açıklamış,
bir kısmını (söylemekten) vazgeçmişti. Artık bunu kendisine haber verince o (zevci) demişti ki, 'Bunu
sana kim haber verdi?' O da, 'Bana her şeyi bilen ve herşeyden haberdar olan (Allah) haber verdi'
demişti." (66: 3). Allah'ın Rasul (s.a.v.)'ın söylediği gizli sözün zevcesince diğerlerine açıkladığını
Rasulü'ne haber verdiği bir ayet Kur'an'da yoktur. Böyle bir ayet yoksa, -ki yoktur- bu, Allah'ın,
Rasulü'ne Kur'an'ın yanısıra mesaj ve direktifler gönderdiğini ispatlar.

3) Bedir Savaşı'ndan sonra savaş ganimetlerinin dağıtılma anı geldiğinde savaşı yorumlayan Enfal
suresi nazil oldu. Rasulullah (s.a.v.) bu sefer için yurdundan ayrıldığında Kur'an Müslümanlara şu
şekilde hitap etmekteydi: "Hani Allah, iki topluluktan birinin muhakkak sizin olacağını size va'detmişti;
siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve
küfre sapanların arkasını kesmek (köklerini kesmek) istiyordu." (8: 7). Ancak Kur'an'da Allah'ın
müminlere düşmanlarından bir fırkayı vereceği va'dini zikreden başka bir ayet yoktur. Açıktır ki bu
vaa'd Rasülullah (s.a.v.)'a Kur'an'da bulunmayan doğrudan bir vahiyle verilmiştir.

4) Yine Bedir Savaşı'yla ilgili olarak Allah buyurur ki; "Siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da
"Şüphesiz ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim" diye cevap vermişti" (8: 9).
Düşmanlarına karşı bin melekle yardım edileceklerine dair Resul’üne Allah'ın bu cevabı Kur'an'da
başka bir yerde zikredilmemektedir.

Buraya kadar, Kur'an dışında vahiy olup olmadığı konusundaki tartışmalarda, böyle bir vahyin
bulunduğunu ve -bazılarına göre- Sünnet'in tamamının vahiy ürünü olduğunu savunan görüşün
dayanaklarını incelemiş bulunuyoruz.

Bu dayanaklar içerisinde Kur'an dışında da vahiy olduğunu kabul edenleri destekleyen ayetler
bulunduğu gibi, böyle bir görüş için delil olamayacak ayetlerin de bulunduğu görülmektedir.

Sünnet'in tamamının vahiy olduğu görüşüne gelince; bu görüşün doğru olamayacağını gösteren, Hz.
Peygamber'in, yaptığı bazı hatalar karşısında uyarılıp hatasının düzeltildiğini ifade eden, bizzat
Kur'an'ın kendisidir.

Hz. Peygamber'in Sünneti'nin tamamının vahiy olması Kur'an'ın birtakım ayetlerince reddedildiği gibi,
Hz. Peygamber'in bir beşer olduğunu vurgulayan ayetler de, bu görüşün doğru olamayacağını
göstermektedir. Zira her sözü, her kararı, hükmü ve davranışı vahiy ile belirlenen bir kimsenin, beşer
olarak hiçbir inisiyatifinden söz edilemez. Zira bu tür bir anlayış Hz. Peygamber'i, kendi iradesiyle
hareket edemeyen bir “robot” durumuna indirgemek ya da her adımını vahiyle atan beşer-üstü bir
varlık konumuna yükseltmek anlamına gelir.

Bu arada şunu da ilave edelim ki, Hz. Peygamber'in çeşitli konularda hata edebildiğini gösteren
birtakım rivayetler de bulunmaktadır.

VE tartışmalar ne olursa olsun, önemli olan pek çok İslam aliminin Hz. Peygamber'in içtihadlarda
bulunduğunu kabul etmiş olmasıdır. Bu husus dahi, Hz. Peygamber'in Sünneti'nin tamamının vahiy
ürünü olduğu görüşünün sadece görüşlerden bir görüş olduğunu ve herkesin kabul etmesi zorunlu
olan bir hakikat olmadığını göstermek için yeterli bir ipucudur.

43
Sünnet'in mahiyetiyle ilgili bu incelememiz sonucunda, bize göre şu hususlar ortaya çıkmış
bulunmaktadır:

a) Sünnet'in tamamının vahiy ürünü olduğunu söylemek çok zor, hatta imkansızdır.

b) Ancak bu Kur'an dışında, Hz. Peygamber'in Cenab-ı Hak ile herhangi bir iletişim veya diyalog kurma
imkanından mahrum olduğu anlamına alınmamalıdır. Adına ister vahiy, ister ilham, isterse başka bir
şey densin, O'nun (s.a.v.) birtakım konularda Allahu Taala ile temas kurmuş olması mümkündür.

B- KUDSÎ HADİSLER

Sünnet'in vahiy ürünü olup olmadığı konusundaki tartışmalarla yakından ilgili bir başka konu da
"Kudsî Hadisler" meselesidir.

İlahî Hadisler veya Rabbanî Hadisler de denilen bu hadis türü hakkında kapsamlı bir araştırma
yapılmış değildir. Bu bakımdan hadislerin Kudsî olan ve olmayan şeklinde tasnifi görüşünün ilk defa ne
zaman ve kimin tarafından ortaya atıldığı ve "Kudsî Hadis” kavramının ne gibi bir tarihi gelişim süreci
izlediği sorularına tatminkar cevaplar vermek zordur.

Bütün bu hususları aslında, "Kudsî Hadis" kavramı ortaya çıkmadan önce, Hz. Peygamber'in bazı
sözleri Allah’a izafe ettiğine dair rivayetler ile onun kendi sözleri arasında herhangi bir fark
görülmediği şeklinde yorumlamak mümkündür.

"Kudsî Hadis" kavramının özellikle Sünnet'in de vahiy ürünü olduğu görüşünü benimseyen ilim
çevrelerince ele alınıp geliştirildiği kuşkusuzdur. Bu görüşte olanlar "Kudsî Hadis" kavramını
temellendirmek ve onu vahiy olgusu içerisinde bir yere oturtmak amacıyla vahiy türleri konusunda
birtakım sınıflandırmalara da gitmişlerdir.

GELENEKSELCİLİK İLE YENİLİKÇİLİK ARASINDA SÜNNET

Gelenekselcilik: Geçmişte ortaya konan İslam düşüncesi alanındaki çalışmalara (yani geleneğe) birinci
planda önem veren, geçmiş düşünce ve yorumlara, yeni yorumlar karşısında üstünlük tanıyan bir
eğilimdir. Bu eğilim, bugünkü meselelere geçmişte çözüm arar ve geçmişi mutlak otorite kabul eder.
Zira gelenek serapa bir "Hikmet"in ürünüdür. Geçmiş otoriteleri eleştirmez, bilakis onları yüceltir,
hatta dokunulmaz addederek kutsallaştırır. İslam düşüncesinde köklü değişiklikler yapılmasına
karşıdır. Bu sebeple Kur’an ve Sünnet'e birtakım otoritelerin aracılığı olmadan doğrudan gidemez,
gitmekten korkar, böyle yapılmasını batalı bulur. Nihai amacı, ne olursa olsun geçmiş kültürü
(geleneği) savunmaktır. Kısaca geleneğe tabidir, onun tahakkümü altındadır. Bireyseldir, toplumsal
projeler üretme peşinde koşmaz. Geleneğin taklidini savunur, Batının taklidini reddeder.

Rasyonaliteyi, İslami-Kurani olan ve olmayan diye ayırmaksızın takbih eder. Sezginin önemini
vurgular. Tasavvufi eğilimi fazladır.

Yenilikçilik: Geçmiş kültüre (geleneğe) değer vermekle birlikte, onun yüceltilip kutsallaştırılmasına
karşıdır. Kendi düşüncesini ve anlayışını merkeze alır, geleneği bu anlayışın ışığında değerlendirir,
eleştirir, kabul eder veya reddeder. Kur’an ve Sünnet’in etrafındaki yorumları değil, bizzat kendilerini
esas alır; geleneksel yorumları ikinci plana koyar. Geleneğin kendi düşüncesinden daha değerli ya da
doğru olduğu görüşünü kabul etmez. Kısacası gelenek ona değil, o geleneğe hükmeder. Tenkitçi
düşünceyi temel alır. Dinde değil, dinin yorumlarında yenilik yapılmasını savunur. Sadece klasik
yöntemlerle yetinmez, yeni metodolojiler tesis etmeyi amaçlar. Nihai amacı İslam ’ı alternatif bir
toplumsal proje, hatta hayatın tamamını kuşatan bir proje olarak sunmaktır. Yöntemi, seçmeci ve
eleştireldir. Geleneğin ya da yeni düşüncelerin her ikisinin de toptan kabul ya da reddine, aynı ölçüde
karşıdır.

44
Gelenekselcilik nisbeten entellektüel bir tavır iken, "muhafazakarlık” onun biraz daha kaba bir
şeklidir. Ancak ülkemizdeki "gelenekselci/muhafazakar” eğilimin entellektüel derinliği; Guenon, Nasr
ve el-Attas örnekleriyle kıyaslanacak düzeyde değildir. Genelde mevcut olan geleneksel fikirleri
tüketirler, üretim azdır.

Yenilikçilik de entellektüel bir tutum olup, devamlı kendini yenileyen bir yapıya sahiptir. Modernizm
ile aynı değildir, Batı etkisindeki klasik dönem İslam modernizminden de ayrılır. Zira yenilikçi düşünce
Batıyı esas almaz, onu eleştirir, hatta onu inceleme konusu yapmaya çalışır. Kendisini Batı
düşüncesine alternatif olarak görür. Kısaca Batılılaşmaya karşıdır. Ancak gelenekselci düşünce onu,
klasik dönem İslam modernizmi ile karıştırır ve Batıcılıkla suçlar.

Gelenekselcilik ve Yenilikçilik zamana bağlı kavramlar olmayıp, tamamen birer zihinsel-düşünsel


tavırdır. Bir düşünce asırlar öncesine ait olduğu halde “'yenilikçi" olabileceği gibi; yeni bir düşünce de
“gelenekselci-muhafazakâr" olabilir.

Yenilikçilik düşüncesinin geleneksel ismi ise TECDİD’dir. Bu anlamda yenilikçilik, “tecdid" düşüncesinin
“müceddidler" geleneğinin bir devamıdır ve bu anlamda kendisi de geleneğe aittir. Bu yüzden
yenilikçilik gelenekselcilerin iddialarının aksine, gelenekten bir kopma değildir.

Gerek gelenekselcilik gerek yenilikçilik tekdüze ve homojen bir yapı değildir. Her iki eğilimin, belli
farklılıktaki düşüncelerinden oluşan birer spektrumu vardır.

* * *

Yaşayan Sünnet

Yaşayan Sünnet ya da Sünen-i Mütevarise ile ilgili soruya gelelim:

Biz yaşayan Sünnetlerin hadislerden önce geldiğini ve daha kesin olduğunu söylerken, sahabe ve ilk
dönem fukahasının ictihadlarıyla yorumlanmış olan kısmını da bu kavrama kattığımızı söylemediğimiz
(!) halde; eleştirmenin "Yaşayan Sünnet" kavramının muhtevasında sahabe ve tabiun'un ictihadları ile
İslam toplumunun örf ve adetleri de bulunmaktadır. Bu durumda da onları Kur'an ile aynı kefeye
koyup "kesinlik ve doğruluğunda şüphe yoktur" demek tutarsızlıktır (s. 129) diyerek bizi
söylemediğimiz bir şeyden dolayı sorgulamaya çalışmasını doğrusu garipsedik.

Mütevatir Haadisler

"Mütevatir hadislerin hiç olmadığı veya yok denecek kadar az olduğu şeklindeki görüşün, üç görüşten
sadece biri olduğu ve diğerlerinin zikredilmemesinin ilmî anlayışla bağdaşmayacağı ifade
edilmektedir.

Halbuki Mütevatir hadisin sayısı hakkında üç görüş vardır ki bunlar; a) Hiç yoktur b) Azdır c) Çoktur,
şeklinde özetlenebilir.

DEĞERLENDİRME

OKUYANIN NOTU: Her ilahiyatçı akademisyen ve öğrencinin ve de Müslüman kişinin okuması


gereken başucu kitaplardan biri. Vesile olandan Allah razı olsun. 20/11/2022 Bitti.

45

You might also like