You are on page 1of 4

ARKA PENCERE

LALRENGİ BİR GEZEGENE AÇILIR

Gülseli inal

"Gömütün kapağı hep açık, ölünceye dek yaşadıkca uçuşan anları, düşünceyi
ve duyumları bir bir atıyoruz içeriye. Sonra hiç bir şey biriktirilemez,
üretilemez duruma geldiğinde kendimiz giriyoruz ve örtüyoruz kapağı."
Nilgün Marmara da dediği gibi sessizce gömüte girip kapağını usulca üzerine
çekti, yalnız geride bir şey unutmuştu, Daktiloya Çekilmiş Şiirleri'ini. El
yazmalarını, takılan, fularlanm yanında götürmüştü, bir de anılarım.

Şiirini kurarken ve yaşarken; insan yapısında gördüğü bozulma, çürüme,


tükenmeyen bir tekrarlanma, boş kavramların bizi kuşatması, körlük, varo­
luşun yapısındaki sürekli kıvamsızlık ve her an yeniden kurmak zorunda
olduğumuz dünya, kavramları, kurmaca ve gerçeklik alaşımının aşılamazlığı
ve 'Denizin İçini Oluşturan Büyük Ceset Kim' sorusunun acısı,
çözülemezliğin büyük yapı taşlarıydı onun için. Mektuplarının birinde şöyle
yazıyordu Nilgün "Bizi kuşatan nesneler dünyasının bir ucu sürekli açıktır."
Oysa yanılıyordu, bizi kuşatan varlık ve suje dünyasının uçları hep kapalıydı,
sınırlar belliydi. Evet yaşam kesinlik taşımıyordu, kaypaktı, aceleciydi, iblis
zamandı, her şey bir hiç uğruna değişiyordu ve intikam günden güne
büyüyordu, insan zekası basit bir kurnazlığın eline düşmüştü, pusuya yatanlar
vardı, gerçeklik dediğimiz şeyin üstü beyaz bir kefenle örtülüyordu, efsaneler
tükeniyordu, düşlem neredeydi, hayalgücü güçlerin en alt skalasında yer
alıyordu ama yine de sınırlar vardı. Sınırlardan biri de ölümdü. İşte bu nedenle
tam da bu nedenle gömütünün kapağını kendi elleriyle kapadı. Yaşamında ke­
sinlikler ve sınırlar aradığını kaç kez yinelemişti. Çocuk ruhuyla baktığı
dünyayı bir anlam arayışı olarak taradı, şair olmanın bile çok özgün bir etiket
olduğunu sezdiğinden anlamları yitirdi. Anlamların sürekli kaybolmaları, in­
sanın onu yeniden yeniden kurması Nilgün'ün yapabileceği bir şey değildi.
Öyle bir an geldi ki anlamın da anlamını yitirdi, ama bilmiyordu ki asıl
özgürlük istenilenin tersini yapmaktı, yapıyı sarsmaktı. Kaypak bilincin ken­
disiyle çatışarak, denetleyerek özgürlUğe yaklaşabiliriz sanki, bir tür ruhsal ve
bedensel cezadan sonra gelebilir özgürHik. Kendini hiçe indirme, inançlarını
ve isteklerini bir süre dinledikten sonra onlarla başbaşa kaldıktan sonm hiçlik
noktasına iniş, yani ters yönde yol alma, büyük kırmızı bir yolda düşlere
110 Defter

doğru yürüme. Varlıktan uzaklaşma ve onu istememe, tuzaklara düşmemenin


yolu, nesnelerin hükmünden kurtulma ve silkinme, ama o başka bir düşü,
ölümü seçti başka bir kesinliği, ölümü seçti.

Nilgün Marmara'nın şiirleri yaşamın ve ölümün çeşitliliğini taşır, hep ola­


mayanın şiiridir, yapay özgürlük karşısında insan yüreğinde beliren tedirgin­
liğin, özgürlüğün (gibi gözüken şeyin) insana yaklaştıkça tüylerini diken di­
ken yapan yanını ve bu yanı yaratanları, buna neden olanları (olanaklı gibi
gözüken olanaksızı) yazdı şiirlerinde. İnsanlar arasındaki birlik ve anlaşmanın
kirli olan yanlarını da gördü, ölümün karanlığını, ışığın karanlığına yeğ tut­
tu. Nilgün'e göre insanoğlu şiir yazarak da ruhunu kaybedemezdi, tam aksine
yeni bir ruh kazanırdı. Acaba insan ruhunu nasıl kaybetmeliydi, ruhta sacra'yı
görüyordu. Sorduğu soru yanıtsızdı, "Katil kimdir ve türevi Katledilen kim,
ceset belli mi!" Onun gözünde yaşamsal bütün değerler insanın
gerçekleştiremeyeceği bir akın dünyasındaydı, evet Ay uygarlığının duvarı
örülüyordu, Nilgün aydan düşen eldiveni parmaklarına takıyordu, ama...

neyin ne olduğunu kavramakta gecikmemişti, insan şimdiki ruhunu kaybet­


meliydi ki bir ruh kurtulabilsin, öyle söylemişti, daha sonraları ise dünyayı
ve bütün varlığı çok fazla ciddiye almaya başlayacaktı. Sonlu varoluşumuzun
kavranılmazlığı onu mutsuzluğa sürüklüyordu, doğumla yaşadığımız yaşamın
içine doğru bırakılma bir an aldatıcı bir duyguyla bizi ölüm duygusundan
uzaklaştırıp süreklilik izlenimiyle aldatıyordu, ve yaşam böylece sürecek
sanılıyordu ve yanılmıyordu. Oysa birinin birden ölümü saf elmasın bir an
yanıp sönmesi ve hiçlik, yalpalanan ışığın kayıp gitmesi.

Onda, ölüme olan tutkunluk bütün şiirlerinde tuhaf renklerle belirir, kitaptaki
ilk şiir 77 tarihini taşıyor, yani yirmi yaşlarındayken.

Bir hiç iyilik için gözlerim


evetliyor bir mavi, bir gri
bir kırlangıç, bir buz pembeyi
bir hoş esinti omuzlarını serinletiyor
iki göreli güç dövüşürken yerellik çıkmazında

Bu an; bu baskıcı bu tiksinç bu anlamsız


bu hoşgörülü bu eşsiz bu gülyüzlü
zaman parçası
karanlık bir kutu belleğimde
(Yaşamamışlığımdan)

Yaşamın gülyüzü ve ölümün kara kutusu ikisi hep birlikte deviniyor,


Arka Pencere 111

büyüyor ruhunda. Bir keresinde şöyle dediğini anımsıyorum, "Gittikçe


soğuduğumu farkediyorum ve bu bana hiç de sevinç vermiyor çünkü özün
soğuması çok tehlikeli."

Nilgün Marmara'nın şiirinde hiç bir zaman nostaljik ögeler, garip yakınmalar,
yalvarıya yakın dizeler, iniltiler, tekrarlar, hikaye edişler, lirik oluş, acı
çekmenin belli dizeleri ve işaretleri, duyguların tekrarı (Yazarken; ki bu bir
tuzaktır) methiye ya da yüzeltme, bilinen imajların kullanımı, doğa hiç yok­
tur. Var gibi gözüken günışığı, ay ya da benzerleri hep onun zihninden
geçtikten sonra vardırlar, bir bakıma yok edilmiş doğanın işaretleri olarak.
Bütün dış dünya renkli, ışıklı varlıklar zihninin yargı süzgecinden geçtikten
sonra çocuk ruhuyla sorduğu soru gibidir, sanki hfılfı varlığı pek kavraya­
mamıştır. Herkesce bilinen varlığın klfısik tanımı, ona hiç bir şey ifade et­
mez, çünkü o sıradan zihnin savunduğu 'Doğal olma' durumunu bile reddeder.
İşle şiirinin parçalarını oluşturan bu'bakış ve şiir dilini oluşturan ruhsal du­
rumları ve değişimleri. Kanımca şiir önce dildir diyenlere ben, şiir önce ruhtur
demek istiyorum. Bir bakıma, dili oluşturan şeyin ruhsal ritm ve değişimlerle
sağlandığına, en yakın ve somut örnek olarak da Nilgün Marmara'nın şiirini
gösteriyorum. Şiirin asıl malzemesi şairin ruhsal geçişlcridir, şiirin asıl özü
burada yatar. Ruhun ritmi dili oluştururken, dil burada ikincil bir araçtıı:. Ruh
nereye giderse dil de orada oluşur.

Nilgün'ün şiirinde müzik bulmak da güçtür, şiirle müziği çok benzeştirenler,


onun şiirinde duraksayacaklardır. Bu şiirdeki müzik, müziğin ilk doğduğu,
melodinin ilk doğduğu, dış dünyadan insan zihnine gelen işaretlerin efsanevi
zamanında durur, yani; dış dünyadaki rüzgfırın, bitkilerin, sazların, yıldızların,
kuşların, denizin, gözükmeyen varlıkların ilk birleştikleri anın müziğidir.
İnsan toplumlarının müziksiz yaşadığı ilk çağların ve asırların müziği, duru
seslerin tek tük belirdiği ırmaktaki akan suyla uçan bir kuşun kanat seslerinin
ilk birleştiği, bir kısa ezginin doğadan kulaklara akın etmeye başladığı
asırlardaki gibi... işte kulağın ilk duyuşunun, yabansı anın melodisi, ilk
duyuşun ve bileşimin efsanevi oluşumunun şiiri. Çünkü müzik bir arzudur,
rakip güç, karanlık güç Nemesis ise arzuyu sorgular, sorgulamalar ise onun
şiirinde asla ve asla yoktur. işte tam bu nedenle Nemesis'e olan
kızgınlığından, biraz da yapısından müzik duvarının yosunlu taşlarına dokun­
maz ve bir müzik parçası kulağına çalındığı zaman şöyle der, "Dalgalar mı,
atomların dizilişlerindeki düzenin benim atomlarımın dizilişiyle çakışması
mı! Halelerin eş düşmesi mi! Olanaksızlığın paylaşılması mı! Bir şey işte ... "

Müzik konusunda böyle düşünür ve ·sırtını döner gider. Çünkü şiirlerini


Etrüsk kırmızısında yazacaktır.

Dünya karşısında saflık ve şaşkınlık bence yetkinliğe götüren yollardan biri


112 Defter

dir (ancak insanın yapısında varsa).

Yetkin olabilmek için bazı şeyleri bilmemek gerekir, herşeyi bilmenin


ağırlığı kişiyi çökertir.

Bu iki etken, saflık ve şaşkınlık onun mayasında doğal olarak vardır zaten, ve
Nilgün Marmara düşlemin şiirini yazmıştır. Düşün değil, düşlenen şeyin
şiiri, istenen şeyin şiiri, rakipsiz, Nemesis'in olmadığı bir dünya düşleyerek.
Nilgün hiç bir zaman Samotrake'yi de sevmemiştir ama kendi gizli melekleri­
ni yanında istemiş ve onlarla zeytin dalları arasında uyumuştur. Mor kanatlı
melekler... ancak çelişki hem dünyada hem de şairde pcr'se olarak vardır.

Nilgün Marmara insanı nasıl görüyordu, onu büyülü, değişmez kutsal bir tin
olarak mı, yoksa pek yoğunluğu bulunmayan durumların ve şartların varlığı
mı. Ve eğer öyle görüyorsa ondan korkuyor muydu, zaman zaman
küçümsüyor muydu. Hem ortamların zayıf gölgesi hem bir çekirdek, hem
sürüklenişlerin kölesi hem de hükmedenin yine kendisi. Mavi kürede kinin
yaygınlaşmasıydı onu en çok korkutan, sevgide ise hep bir eksiklik ve
karışıklık bulmuştu, doğuştan aşıktı, aşkının nesnesi ise hep değişiyordu.
Ancak sorduğu soru hala yanıtsızdı, katil kimdir, ceset nerededir, kurban
mıdır, kurbansa akıtılan kan kimin solan ellerine sürülmüştür, soru açıktır ve
türevi katleden kim! insan, onun ilgi odaklarından biriydi, rüzgarın soğuk
yüzü, toprağın hazırlığı, güneşin arzuyu sunması. değil, yalnızca insandı ilgi
alanı, kayışları acılarıyla hep insan. insan da onu lmmanıs Lacuna'nın
kucağına atıyordu.

Yaşamın içindeyken oluş yerine eksikliği ve azalmayı, benzeşmeler yerine


farklılığı, alış veriş yerine reddedişi gözlüyordu, yazdığı şiirler ise bu bakış
açısıyla eş değersiz metinlerdir. Onun şiirsel metinlerinin bu dünyada pek nes­
ne olarak karşılığı yoktur, çok özgün, yüksek karlı bir dağdan kopup gelen
tuhaf bir rüzgar gibi, çok özel şiirlerdir bunlar. Şöyle söylüyor bir notunda
"Bir yaşamın bir düşe eklenmesiyle, bir düşün yaşamdan çıkarılmasının hiç
bir ayrımı yok, çocuğun ilk tek hecesi acı! sonra ki çift hece doyum" ve yine
ekliyor "Gerçekliğin benim düşlerimden bir ayrımı yok, öylesine ince delikli
bir ağ ki bu üzerimize kapanan, kapanan"

XIII Ekim MCML XXXVII günü bir akşamüzeri onu ağzının kenarında hafif
bir kan sızıntısıyla bulduklarında artık kendi düzenine çoktan geçmişti. Onun­
la aramızda cenneti sezdiren bir dostluk ve arkadaşlık vardı. Nilgün şu
sıralarda inci rengi cennetinde uçuyordur, ya ben!

Anımsıyorum bir keresinde "Her insan güneş ile kendi arasına bir kitap koy­
malıdır" diyordu. Şimdi yanan güneşle arasında DAKTİLOYA ÇEKiLMİŞ
ŞURLERI duruyor.

You might also like