You are on page 1of 65

T.

C
BURSA ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ
İKTİSADİ VE İDARİ BİLİMLER FAKÜLTESİ
İŞLETME BÖLÜMÜ

AVRUPA BİRLİĞİ BORÇ KRİZİ


LİSANS TEZİ

BARKIN OMAK
BERNA DEMİREL
FATMA ÖZDEMİR
KEMAL ERSAN
MERT TOPRAKHİSAR

BURSA – 2022
ÖZET

AVRUPA BİRLİĞİ BORÇ KRİZİ

Lisans tezi işletme


10 OCAK 2022, 67 Sayfa
Küresel ekonomide entegrasyonun hız kazandığı 1990’lı yıllardan itibaren ekonomik
krizler daha sık yaşanır olmuştur. Bunda gelişmekte olan ülkelerin gerekli finansal ve
kurumsal altyapılarını tamamlamadan ve rekabet güçlerini iyileştirmeden piyasalarını
serbestleştirmeleri büyük bir rol oynamıştır. Bu nedenle 1990’lı yıllarda ortaya çıkan
finansal krizler çoğunlukla söz konusu gelişmekte olan ekonomilerde yaşanmıştır.
Ancak dünya ekonomisinde 2000’li yılların ikinci yarısında yaşanan büyük finansal
krizlere bakıldığında ise, söz konusu finansal krizlerin hem ortaya çıkış noktaları,
hem de krizlerden en çok etkilenen ülkeler açısından 1990’lı yıllardaki krizlerden
ayrıldığı görülmektedir. 2000’li yılların ikinci döneminde yaşanan finansal krizler,
gelişmiş ülkelerde başlayıp yine çoğunlukla diğer gelişmiş ülke ekonomilerini etkisi
altına almıştır.Söz konusu ekonomik krizlerden en önemlisi 2007 yılında ABD’de,
öncelikle finansal sistemde ortaya çıkıp daha sonra reel sektörde likidite kriziyle
kendini gösteren mortgage krizidir. ABD’de ortaya çıkan mortgage krizi, 2009
yılından itibaren dış ticaret,döviz kurları ve faiz oranları kanalıyla AB ülkelerini de
etkisi altına almıştır. 2002 yılında bazı Avrupa ülkelerinin ortak para birimi olan
Euro’yu kullanmaya başlaması, söz konusu ülkelerde faiz oranlarının giderek
düşmesini sağlamıştır. Borçlanma maliyetindeki düşüş ve küreselleşmenin dış
finansman bulmada sağlamış olduğu kolaylık, ülkelerin borç stoklarını hızla
artırmıştır. Elde edilen kaynakların üretken olmayan alanlarda verimsiz bir şekilde
kullanılması ise, bazı ülkeleri borç içerisine sürüklemiştir. Diğer taraftan dünya
ekonomisinde ciddi bir daralmaya yol açan küresel kriz, Avrupa ekonomisinde ciddi
sorunlar meydana getirmiştir. Küresel krizle birlikte bir yandan faiz oranlarının
yükselmesi borçlanma maliyetini artırmış, diğer yandan kredi arzının daralması
açıkların finansmanında yeni kaynak bulunmasını zorlaştırmıştır. Nitekim
makroekonomik göstergelerin hızla bozulması, borç krizi süreci için elverişli ortamı
yaratmıştır. 2009 yılında Yunanistan Başbakanı Papandreu’nun eski hükümetin
açıklamış olduğu ekonomik göstergelerin gerçeği yansıtmadığını duyurması borç
krizinin başlangıcı olarak gösterilmektedir.
Çalışmada öncelikle ABD'de başlayan mortgage krizi ile AB ülkelerinde yaşanan
borç krizlerine yer veilecektir. Daha sonra krize yakalanan AB ülkelerindeki makro
ekonomik etkileri üzerinde durulacaktır.
İÇİNDEKİLER

1.BÖLÜM KRİZ KAVRAMI VE TÜRLERİ


1.1.KRİZ KAVRAMI

1.2.KRİZ TÜRLERİ

1.2.1.REEL SEKTÖR KRİZLERİ

1.2.1.1.ENFLASYON KRİZİ

1.2.1.2.DURGUNLUK KRİZİ

1.2.1.3.İŞSİZLİK KRİZİ

1.2.2.FİNANSAL KRİZLER

1.2.2.1.BANKACILIK KRİZİ

1.2.2.2.DÖVİZ KRİZİ

1.2.2.3.İKİZ KRİZLER

1.2.2.4.DIŞ BORÇ KRİZLERİ

1.2.2.5.SİSTEMATİK FİNANSAL KRİZLER

1.2.2.6.BORSA KRİZLERİ

1.2.3.FİNANSAL KRİZLERİN ÖNCÜ GÖSTERGELERİ

2.BÖLÜM AVRUPA BİRLİĞİ


2.1.AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TARİHSEL GELİŞİMİ
2.1.1.AVRUPA BİRLİĞİ OLUŞUM SÜRECİ
2.1.2.BENALUX TOPLULUĞU
2.1.3.AVRUPA EKONOMİK TOPLULUĞU (AET)
2.1.4.AVRUPA EKONOMİK TOPLULUĞUNDAN (AET) AVRUPA BİRLİĞİ’NE
GEÇİŞ
2.2.AVRUPA BİRLİĞİ EKONOMİ POLİTİKALARI
2.2.1.ORTAK POLİTİKALAR
2.2.2.EKONOMİ VE PARASAL POLİTİKALAR
2.2.3.VERGİ POLİTİKALARI
2.2.4 BÜTÇE POLİTİKALARI
2.2.5 SANAYİ VE TİCARET POLİTİKALARI
2.2.6 BÖLGESEL POLİTİKALAR
2.2.7.REKABET POLİTİKALARI

3.BÖLÜM AVRUPA BİRLİĞİ BORÇ KRİZİ


NEDENLERİ,ULUSLARASI YANSIMALARI VE KRİZE KARŞI
ALINAN ÖNLEMLER
3.1.AVRUPA BORÇ KRİZİNİN NEDENLERİ
3.2.AVRUPA BİRLİĞİ BORÇ KRİZİNİN ÜLKELERE ETKİLERİ
3.3.AVRUPA BİRLİĞİ BORÇ KRİZİNE KARŞI ALINAN ÖNLEMLER VE
GELİŞTİRİLEN MEKANİZMALAR

3.3.1.BORÇ KRİZİNE KARŞI ALINAN ÖNLEMLER


3.3.1.1.KAMU FİNANSMAN DENGESİNİN SAĞLANMASI
3.3.1.2.BORÇ YAPILANDIRMA PROGRAMLARI
3.3.1.3.REKABET GÜCÜNÜN ARTTIRILMASI VE YAPISAL REFORMLAR
3.3.1.4.PARASAL BİRLİK İÇİN DAHA İYİ BİR MİMARİ OLUŞTURMA

3.3.2.KRİZE KARŞI GELİŞTİRİLEN MEKANİZMALAR


3.3.2.1.ÖDEMELER DENGESİ FONU (BOP)
3.3.2.2.KREDİ HAVUZU (GLF)
3.3.2.3.AVRUPA FİNANSAL İSTİKRAR MEKANZİMASI (EFSM)
3.3.2.4.AVRUPA FİNANSAL İSTİKRAR FONU(EFSF)
3.3.2.5.AVRUPA İSTİKRAR MEKANİZMASI (ESM)
3.3.2.6.EURO REKABET PAKTI (Euro Plus Pack.)
3.3.2.7.AVRUPA DÖNEMİ (European Semester)
3.3.2.8.ALTILI PAKET (Six Pack)
3.3.2.9 İSTİKRAR BONOLARI (Eurobonds)
3.3.2.10 İKİLİ PAKET (Two Pack)
3.3.2.11 MALİ ANTLAŞMA (TSCG)
3.3.2.12 AVRUPA 2020 STRATEJİSİ
BÖLÜM 1

KRİZ KAVRAMI VE TÜRLERİ

1.1KRİZ KAVRAMI

Çoğunlukla ekonomi de kullanılan bu kavram Yunanca bir kelimedir.Zor durum ,


çelişki , farklılık , karar verme ,değişiklik gibi anlamlara gelmektedir(Aydın ,2003:1).
Kriz kavramında birçok araştırmacı farklı tanımlar ortaya koymuşlardır .Bazılarına
göre beklenmeyen durumlarda ortaya çıkan koşulların üstesinden gelme önceliği
bakımından tanımlanırken bazılarına göre ise tehtid eden koşullara müdahale de
yetersizlik olarak tanımlamıştır.Genel görülen tanımda ise örgütün yaşamını ,işlevini
tehtid eden bir durum olarak görülmektedir(Can ,1994: 3000).

Türk Dil Kurumu’na göre de kriz ; bir organda birden ortaya çıkan ani
bozukluk,buhran, göç dönemi,çöküntü ve bunalım olarak ele alınmıştır(Türk Dil
Kurumu,2016).

Yaklaşmakta olan kriz sinyalleri alınıp , yorumlanıp , değerlendirilmemişse ve doğru


tepkiler verilmemişse örgütün kriz dönemine girmesi kesinleşir(Can ,1994 : 303).

Yeniçeri (1993)’ye göre örgüt içinde panik ve çatışma oluşur.yöneticiler günü


kurtarmaya çalışırken ,amaç ve planlar göz ardı edilir. Böylece örgütün iklimi zarar
görmüş olur. Karar alma merkezileşerek denetimde merkezileşme eğilimi artıp karar
alma sürecinde aksaklıklar meydana gelir.

Eğer bu durumda krize karşı bir çözüm geliştirilebilirse kendisi için avantaja
dönüştürebilir aksi takdirde kaçınılmaz bir sona girilir.

Bu yaklaşım ve tanımlar çerçevesinde krizi şu şekilde tanımlanabilir.Kriz önceden


beklenmedik ve sezilmeyen ,çabuk ve hemen karar verilmesi gerekli olan ,örgütün
mekanizmalarını ve önlemlerini yetersiz duruma getirip amaçlarını
,değerlerini,varsayımlarını tehtid eden bir gerilim anıdır. Özellikle de stres , panik ,
endişe gibi kavramlar da bu dönemde yaşanan duyguların yansımasıdır olarak
tanımlamak doğru olacaktır(Tağraf ve Arslan ,2003).
İlk kez ciddi bir krizle karşılaşma 1600 yıllarında Avrupa Ekonomisi’nde aşırı rant ve
fiyat artışlarından oluşmasıyla yaşanmıştır(Şen ,2011:3).Bununla birlikte kriz kavramı
17.yüzyıldan sonra sosyal bilimlerde kullanılmasıyla beraber iktisat terimi olarak ifade
edilmeside aynı döneme denk gelmiştir(Güngör,2016:3).1970 yıllarından sonra dünya
ekonomisinde oluşan dönüşümler tüm ülkeleri ciddi şekilde etkilemiştir.Özellikle
küreselleşmenin etkisinden doğan krizlerin çıkması ve yaşanması,buna bağlı olarak
krizin bulaşıcılığıda artırmıştır.İktisat bilimi açısından ani ortaya çıkan durumlarda
mikro ve makronun bozulmasına sebep olan olumsuz gelişmeler diğer yandan iktisadi
davranışları büyük ölçüde iç ve dış etkenlerden kaynaklanarak değişim göstermesine
sebep olan konjonktürel dalgalanmalar da kriz olarak
görülebilmektedir(Güney,2016:11).

Bu sebeple ekonomik kriz aslında mal ve hizmet,üretim faktörleri , finans


piyasasındaki fiyat ve miktarda belli bir seviye dışına çıkıldığında ülke ekonomisini
kötü etkilenmesine sebep olan etkenleri belirtmektedir(Kibritçioğlu,2001:174).

Aynı zamanda sosyo-ekonomik açıdanda derinden etkilemiştir.

1.2KRİZ TÜRLERİ

Ekonomik krizler ortaya çıktıkları piyasaları ve temel etki alanı itibariyle ikiye
ayrılmaktadır.Mal ,hizmet ve iş gücü piyasalardaki aksamalar sonucu oluşan” Reel
Sektör Krizleri“ ve para piyasalarında ortaya çıkan “Finansal Krizler dir(Yücel ve
Kalyoncu ,2010:54).

1.2.1 REEL SEKTÖR KRİZLERİ

Bu tür krizler ekonominin istihdam ve üretim alanıyla ilgili şokları ifade eder (Turgan
,2013:220) .Reel sektör krizleri çoğunlukla talepte görülen düşüşe bağlı olup üretimin
azalmasıyla meydana gelirken ,ekonomide olan durgunluğun işgücü talebini olumsuz
yönde etkileyip talepleri azaltacağıve işsizliğin artacağı gözlenmektedir.
İlk reel sektör krizi 1970 yıllarında meydana gelip bu kriz türü literatüre “stagflasyon
krizi”olarak ta adlandırılmıştır.Bu tür kriz döneminde petrol fiyatlarının hızlı artış
göstermesi sonucunda petrol ithal eden ülkelerin üretim maaliyetlerinin artışına sebep
olarak mal piyasasındaki fiyatlarda bu duruma eşlik etmiştir.Diğer yandan maliyet
artışı sebebiyle bazı firmalar üretimlerini azaltarak işsizliğin yükselmesine sebep
olmuştur .Böylelikle durgunluk ve enflasyon aynı anda ve dönemde ortaya çıkmıştır
(Güney,2016:12-57).

Reel sektör krizleri “mal ve hizmet piyasalarındaki krizler”, ” işgücü piyasalarındaki


krizler “şeklinde ikiye ayrılırlar.Mal ve hizmet piyasasındaki krizler ise enflasyon
,durgunluk krizi olarakta ayrılmaktadırla.(Bilge ,2009:32).

1.2.1.1 ENFLASYON KRİZİ

Enflasyon TCMB(2016)’e göre fiyatlar genel seviyesindeki önemli ve sürekli artış


eğilimi olarak tanımlanmıştır.Krizin temel özelliklerine baktığımızda fiyatlarda ortaya
çıkacak her artış kriz olarak benimsenilmemekte ;belli bir sınırın üzerinde olan oranlar
krzi meydana getirmektedir( Yücel ve Kalyoncu ,2010:56) .Yüksek enflasyon krizi
,yıllık fiyat artışlarının %40 oranın üstünde olduğu dönemlerde ortaya çıkmaktadır.
Yıllık %40 enflasyon oranı ,kriz açısından bir eşik ,sınır olarak belirtilmiştir.Fakat
enflasyon ile kriz arasındaki bağlantı ülkeler arasında değişilkik
gösterebilmektedir(Bruno ve Easterly ,1995).

1.2.1.2 DURGUNLUK KRİZİ

Ekonomik büyümenin belirli bir süre sonrasında olumsuz veya yavaş oluşu durgunluk
/resesyon olarak ifade edilmektedir. (TCMB, 2016). NBER (National Bureau of
EconomicResearch) tarafından ;ekonomik faaliyetlerin çoğunluğunda kendini
kendisini gösteren ve birkaç aydan uzun süren olumsuzluklar şeklinde tanımlanmıştır.

Durgunluk /resesyon krizi ,fiyat artışların oluşumuyla yeni mal ve hizmet üretme
konusunda yatırımcıları teşvik etmemesi sonucu ortaya çıkmıştır(Yücel ve
Kalyoncu,2010:56).
Bu durgunluk dönemlerinde ; işsizliğin yükselmesi ,şirket karlarının düşüşü, finansal
piyasalar ve konut sektörün çöküşü gibi olumsuzlukların yaşanması
beklenilmektedir.Girdi fiyatların artışı , enflasyonla mücadele politikaları , varlık
fiyarlarındaki ciddi artışlar ,dış talep azalışı ve hızlı kredi genişlemeleri ülke
ekonomilerini durgunluğa götürebilecek nedenler arasındadır (Claessens ve Köse,
2009: 52-53). Örnek olarak 2007 yıllarında 21 OECD ülkesinde toplam 122 durgunluk
dönemi yaşanmış ve sebeplerin ortak özellikleri ise şunlardır;

 Genelde 1 yıl sürmüş ve çıktı maliyetlerinde ciddi artış olmuştur.


 GSYH’de %2 oranda düşüş olmuştur.
 Tüketimdeki düşüş yatırım ve üretime oranla daha azdır.
 Dış ticaret alanı daralmıştır.
 Mal ve hizmet taleplerindeki azalış işsizliği arttırırken enflasyon hafif bir
azalma yaşamıştır.

Bir diğer örnek ise 2008 yılında ABD’de ortaya çıkan finansal kriz diğer ülkelerle
yapılan güçlü ticari ve finansal ilişkilerden dolayı birçok ülkede durgunluğa yol
açmıştır.Bu kriz 1929 krizinden sonra yaşanan en büyük ve en derin kriz özelliğine
sahip olmuştur(Buluş ve Kabaklarlı,2010:2).

1.2.1.3 İŞSİZLİK KRİZİ

(TCMB,2016) ‘e göre çalışma yaşamında olmayan,iş arayan ve iş bulmak için çaba


gösteren kişiler geniş anlamda işsiz olarak tanımlanmaktadır.Ülkelerin ekonomik
gelişmişlik seviyeleri farketmeksizin tüm ülkelerin hemen hemen ortak
sorunudur.Yapılan çalışmalarda işsizliğin çok olması ve kronikleşmesiyle ülkelerin ;
sosyal , ekonomik ve siyasal açıdan ciddi olumsuzluklarla karşılaşılması
kaçınılmazıdır(Özsağır,2000:281-282).Gelecek yıllarda küresel ekonominin
karşılaşacağı en büyük sorunlardan birisinin işsizlik olacağı “Küresel Riskler 2012”
adlı raporda belirtilmiştir(Özsöz, 2012: 1).
Ekonominin içinde bulunan konjonktür işsizlik oranındaki değişimlerin temel
belirleyicileri arasındadır.Daralma dönemlerinde işsizlik oranları hızla artarken
,canlanma dönemlerinde bu oran daha yavaş düşüş göstermiştir(Petrosky -Nadeau ve
Zhang ,2014: 33).

Başka bir çalışmada kriz,ekonomilerde oluşan durgunluk dönemlerinden sonra


yaşanabilecek bir durum söz konusu olup 2008 finansal krizin işsizlik krizine
dönüşülebilmesi bahsedilmiştir(CRI English,2016).

Günümüzde genç nüfuslardaki işsizlik oranı küresel olarak çok yüksek


seviyededir.Gençlerin üçte birinin eğitim ve istihdam durumunda olmadığı Dünya
Bankası tarafından hazırlanan “Toward Solutions fot Youth Employment :A 2015
Baseline Report”adlı raporda öne sürülmüştür.

(World Bank,2016) ‘a göre gelecek yıllarda ekonomik faaliyetlerde söz sahibi


olabilmesi gereken gençlerin ,içinde bulundukları işsizlik krizinden sıyrılabilmeleri
için konusu olan problemin küresel öncelikler arasında yer alması gerektiği ifade
edilmektedir.

Genç işsizlik oranlarının uzun dönemde %7-9 seviyenin üzerinde olması ülke
ekonomileri açısından açıkça bir tehtid unsuru olarak görülmektedir(Miliband,2012).

Gençlerin işsizlik sorunlarıyla ilgili iki temel unsur vardır.Bunlardan ilki gençlerin
işsizlik oranlarında kriz seviyesine yakın artış yaşanmasıdır.Bununla beraber birçok
sayıda gencin işsizlikle uzun sürece mücadele ettiği ve buda yaşamlarına olumsuz
problemler çıkarttığı ifade edilmiştir.Diğer ikinci temel unsur iseproblemin uzun
vadeli soruna dönüşmesidir.Ekonomide pozitif yönde büyüme olması halinde bile
genç nüfus işsizliğinde önemli bir azalışın olmadığı görülmektedir.

1.2.2 FİNANSAL KRİZLER

Ülke ekonomisinde ortaya çıkıp ,önemli ölçüde ve aniden parasal sistemin işleyişini
bozmasına “Finansal Krizler “denir.En önemli işlevlerinden biri ise reel sektöre
kaynak sağlamak olduğu için söz konusu daha çok işlevin etkin bir biçimde yerine
getirirlmemesine vurgu yapılmaktadır(Oktar ve Dalyancı , 2010: 3).
Özellikle finans kesimindeki fonların verimli ve etkin şekilde piyasalara
aktarılamaması hem finansal sektörde hem de reel sektörde ciddişoklara yol
açabilmektedirler(Afşar, 2011: 143).

Başka bir deyişle,finansal piyasalardaki istikrarsızlığın kontrol edilememesi ve


etkilerinin geniş alana yayılmas ve sonuç olarak piyasaların işlevlerini yerine tam
anlamıyla yerine getirememesi olarakta ifade edilebilir.Bu tanımla birlikte finansal
sistemde istikrarsızlık göz önünde tutulurken ;varlık fiyatlarında ciddi ve beklenmedik
dalgalanmalar,finansal kurumlardaki işlevlerin yerine getirilirken çıkan
aksaklıklar,kredi işleyişinde oluşan bozulmalar istikrarsızlığa sebep olarak
gösterilebilir.Böylece düzenli ödemelerin yapılması ve ekonomik şoklara karşı
dayanıklı para piyasaların oluşufinansal istikrara yönelmektedir(TCMB,2015: 6)

Güney (2016 : 13) ‘e göre ulusal paranın önemli derecede değer kaybetmesiyle birlikte
uluslararası rezervlerin hızlı ve büyük miktarda tüketilimi finansal kriz olarakta
tanımlanmıştır.Bu özelliklere göre de finansal krizlerin başlangıçları genelde
spekülatif ataklar halinde ortaya çıkıp döviz taleplerin artışıyla derinleşmektedir.

Finansal krizlerin nedenleri şu şekilde değerlendirilebilmektedir;

Bunlardan ilki ;monetaristler tarafından sunulmuştur.bu görüşe göre finansal krizler


,bankacılık krizlerin bir yansımasıdır.Çünkğ bankacılık krizleri yaşanırken piyasaya
müdahale edilmezse mali istikrar risk altına girer.Bununla birlikte bankaların
başarısızlığı,para arzın daralması halinde panik durumu bağlanır.Ayrıca kamuoyu
güveni azalacağından sonucakriz durumunun ortaya çıkışıyla varılmış
olacaktır(Witowschi,2010 : 33-34 ).

Minsky ve Kindleberger öncülüğünde çıkan görüşe göre ise ,varlık fiyatlarındaki


keskin düşüşlerle döviz kurumlarındaki dalgalanmalar bununla birlikte finansal ve
finansal olmayan kurumların başarısızlıkları ,şiddetli deflasyon süreci finansal
krizlerin temel belirleyicileri olabilir(Mishkin ,1991: 70).

Bu tanımlamalardan yola çıkarak finansal krizler temelde bankacılık krizleri ,para


krizleri , ikiz krizler , dış borç krizleri,sistematik finansal krizler ve borsa krizleri
olarak karşımıza çıkmaktadır(Kibritçioğlu ,2001 : 9 ) ve (Yücel ve Kalyoncu ,
2010:55).
1.2.2.1 BANKACILIK KRİZLERİ

Bankacılık krizleri ,ticari bankaların borçlarının vadelerini uzatamamasıya da


mevduat sahiplerin ani para çekme taleplerini yerine getirememesi sonucunda
likitide sıkıntısına girmesi ve iflas etme haline gelmesini ifade
etmektedir(Güney,2016 : 13).

Claessens ve Köse(2013) e göre bankacılık krizleri oldukça yaygındır.Bir bakada


ortaya çıkan aksaklıkların hızlı şekilde bütün sisteme yayılmasıdır.

Bankacıllık krizine yol açan temel nedenler şu şekildedir;

 Zayıf piyasa disiplini,


 Sınırlı açıklamalar,
 Zayıf kurumsal yönetimi,
 Yetersiz denetim,
 Sınırlı rekabet ve büyük devlet mülkiyetleri,
 Çeşitlendirilmiş finansal sistemler,
 Politika çarpıklıklarıdır.

Altıntaş(2004) ‘e göre 1970’li yıllardan sonra liberalleşmenin etkisiyle birlikte


dünyada bankacılık krizin sıklığı artmıştır.

Örneğin ; Hutchinson ve McDill (1999) ‘ e göre , 1975-1997 yıllarda küresel


ekonomide yaklaşık 4 yılda bir bankacılık krizi yaşanıldığı ortaya çıkmıştır.Bu sebeple
ekonomik durgunluk ortalama 3,3 yıl sürerken ,krizlerin ekonomik kaybı %6,4 -
%10,6 arasında değişim göstermiştir.

Bir başka örnekte ise ; 1970-2000 arası yıllarda 93 ülkede toplam 112 bankacılık kriz
ortaya çıkarken ,46 ülkenin ise 51 kez kriz kriz eşiğine gelmiştir(Honohan ve
Kindgebiel, 2000: 3).

Laeven veValencia (2013) tarafından yapılan çalışmada ise bankacılık krizlerine


yönelik veriler güncellendiğinde ,1970-2011 yıllarında dünyada toplam olarak 147
bankacılık krizi yaşanmış ve krizlerin 13’ü eşiğinden gerçekleşmiştir.
1.2.2.2 PARA KRİZLERİ

Bir ulusal para biriminin değişim değerine göre spekülatif saldırılara bağlı olup
,ulusal paranın devalüe edilmesive ulusal rezervlerin kullanılması ya da faiz
oranlarının önemli oranda yükseltilmesi ile sonuçlanan bir kriz türüdür( IMF,1998 :
286).

Para krizlerine yol açabilecek spekülatif saldırılar şunlardır;

 Konut ve hisse senetleri olmak üzere yurtiçi varlık fiyatlarının düşmesi,


 Döviz cinsinde kısa vadeli borçların çoğalması,
 Cari işlemler açığının artması,
 Sabit döviz kuru politikasının bırakılması yönünde beklentilerin
oluşmasıdır(Milesi-Ferretti ve Razin ,2000: 286).

Frankel ve Rose (1996)’ye göre ,ulusal paranın en az %25 kadar değer kaybetmesi kriz
olarak ifade edilirken ; altında yatan temel beş neden ise şunlardır;

 Doğrudan yabancı yatırımların kesilimi,


 Rezervlerin azalışı,
 Yurt içi kredi kullanımın hızlanışı,
 Yurt dışı faiz oranların artması,
 Reel döviz kurunun çok değerlenmesidir.

Böylece yurt dışı faiz oranının, paranın değer kaybetmesinden önceki süreçte
yüksek seviyede oluşu belirtilmektedir.

Bu çalışmadan yola çıkarak yurt dışı faiz oranındaki artışlayüksek borçluluk


seviyesi ile aynı yönlü ilişki olup ; yurt içi ve yurt dışı faizlerin ülke ekonomisi
açısından önemi belirtilmiştir. Bu sayede ülkedeki faiz oranın diğer ülkelere
kıyasla yükselmiş olması, sermaye akımını hızlandırır ve ülkelerin parasına
yönelik taleplerde de artş göstermektedir( Patel vd., 2014 : 53).
1.2.2.3 İKİZ KRİZLER

İkiz krizler,para krizlerin ve bankacılık kavramlarının aynı anda ortaya çıkması


durumunu ifade etmektedir.

1970’ li yıllardan itibaren finansal liberalleşmeyle ülkeler, uluslararası sermaye


akımlarına daha serbest politikalar uygulamaya koymuştur.Bu sayede özellikle
gelişmekte olan ülkeleri etkisinde bırakarak, ikiz krizlere karşı daha duyarlı hale
gelmişlerdir.

Örneğin ; Asya ‘ da meydana gelen finansal karmaşa , bazı ülkeleri hem bankacılık
hem de para krizlerinin birlikte oluşmasına ve yaşanmasına sebep olmuştur.1997-
1998 yıllarda Tayland ,Endonezya , Kore ve Malezya ‘da da görülmüştür( Glick ve
Hustchison , 1999 : 1 ).

Ancak bu iki krizin bir arada ortaya çıkışı sadece Güney Doğu Asya ile sınırlı
değildir.Şili , Arjantin , Venezuela ve Meksika gibi Latin Amerika ülkeleri yanında
Türkiye ‘ de 2001 yılında ikiz kriz yaşanmıştır. Bu nedenle son dönemlerde
bankacılık ve para krizlerine yani ikiz krizler için modeller geliştirmeye başlanmıştır.

1.2.2.4 DIŞ BORÇ KRİZLERİ

Dış borç krizini tanımlarken iki açıdan bakılmaktadır.Birincisi devlet borcunu


ödeyememe halinde ortaya çıkan iktisadi sorunlarıdırAncak özel kesimde oluşan
genel krizlerde buna dahildir.(Sy, 2004 : 2853).Fakat bu krizlerin ortaya çıkma
nedenlerinden biri de kamunun vadesi dolan dış borçlarını çevirememesi halinde yeni
dış kredi bulma arayışında olunmasıyla oluşan sorunlar dış borçların ödemesi
ertelenmesi ya da yeni ödeme planlarına bakılmasıdır(Güney ,2016: 14 ).

Bu sayede Cole ve Kehoe (2000) borç krizlerinin sebeplerine inmek için model
geliştirmiş olup iki farklı şekilde meydana gelebileceklerini belirtmişlerdir.İlk
yaklaşıma göre ; hükümetlerinin sorumluluklarını yerine getirememeye yönelik
gelecek korkusu , yurt içi reel yatırımlarının düşüşüne ve çıktı miktarların düşüş
yaşanacağına yöneliktir.
Diğer yaklaşıma göre ise ; özel sektördeki aksaklıklara hitap etmektedir.Bankaların
işleyişi burada önemli bir noktadır.Özellikle bu konuda kriz yaşayan ülkelerin
tekraradan ekonomide gelişme sağlaması , devlet borçlarına olan faizlerin düşürülüşü
borçlarını azaltmaya ve krizden kurtuluşa motive edici bir durumdur.Diğer yandan
bakılıcak olursa borç vadelerinin uzatılışı krizin oluşumunda zayıflatıcı etki
yaratırken ; uygulanacak politikalara karşı güvenin zedelenmesine sebep olacaktır.

Özel sektördeki veya kamu sektörlerindeki gelişmelerin borç krizlerine nasıl sebep
olacağı anlatılırken ; Endonezya ve Arjantin ülkeleri daha açıklayıcı bilgiler
sunmaktadır.Bu konumdaki ülkelerin krize sürüklenmesinin temel nedenleri şu
şekilde gösterilebilir ;

 Arjantin’de ki 2001yılında olan krizin temel sebebi,kamu harcamalarının


aşırı artıp gelirlerinin azalmasıyla birlikte devlete olan güvenin
sarsılmasıdır.Buna yönelik çözüm arayışına girilmiştir.Devlet çalışanlarının
maaşlarının kesilmesi, bankadan para çekilime sınır konulması , IMF’den
yardım talebi bulunması uygulanan uygulamalardan bazılarıdır.Fakat bu
dönemde ülkenin sermaye çıkışı yaklaşık 18 milyara ulaşması ekonomik
durgunluğa yaklaştırmıştır.
 Endonezya’ da ki k1990 yılında çıkan krizin temel sebebi ise ; tamamıyle özel
sektörden kaynaklanmıştır.Yüksek büyümeye sahip olan ülke güvenilir ülke
olarak belirtilmiştir.Ancak Asya krizinden sonra birçok açıdan derinden
etkilenerek uygulanan yanlış politikalar sonucunda özel sektörün borç
seviyesini arttırmıştır. 1997 yılında ise özel sektöre ait olan toplam borç
80milyar dolara yükselerek sürdürülemez bir duruma gelmiştir.Ülkenin
parasının değer düşüşüne uğraması ,Tayland’ dakidevaülasyonla birlikte
gelen dış şok etkisiyle beraber ülkedeki kriz sürecini hızlandırıp ilerletmiştir(
Briscoe ,2006 : 19-21)
 Yakın geçmişe baktımızda ise ; Avrupa Birliğinden olan ülkeler de yaşanan
gelişmeler sonucu borç krizi kavramı daha fazla araştırılmıştır.Özellikle 2008
yılında Küresel Krizden önce de ekonomik bakımdan güçlü olamayan bazı
ülkeler krizle beraber daha karmaşık hale gelmişlerdir.Yabancı yatırımların
isteksiz oluşu ve AB içinde bir borç krize neden olmuştur.Yaşanan bu
gelişmeler sonucunda da borç krizin oluşumundan kaçınılamamıştır (
Baldwin ve Gros ,2015: 2).

1.2.2.5 SİSTEMATİK FİNANSAL KRİZLER

Bu tür krizler ,finansal sistemde ortaya çıkmış olup ,finansal sistemin ve varlık
değerlemesi ,kredi tahsisleri ve ödemeler gibi önemli işlevleri kesintiye sürürkleyen
bir şok biçiminde tanımlanmıştır( Marshall, 1998: 3).

Potansiyel olarakta finansal piyasaların önemli ölçüde bozulmasını ifade ederek


sosyal-politik yaşamın yapısından ve değişiminden kaynaklanmaktadır (Delice,
2003:62).

Sistematik finansal krizlerde mutlaka yayılma gösterir.Bir ülke ,kurum ,firmadaki


sorunlar ,diğer bir ülke ,kurum ve firmalara da etki ederek çözümsüzlüğe neden
olabilir.Örnek olarak Asya krizizinde başta şirketlerin iflaslarından Kore ve Tayland’
da gözlenirken ; bu durum kısa sürede diğer ülkelerin finansal piyalarınada etki edeek
yayılmıştır( Özer, 1999: 35 ).

Bu krizlerde meyadana gelen kayıpardan birkaçı şunlardır; üretim kayıpları ,milli


gelirde düşüş, ekonomik kayıpların büyümesi , ekonomiden uzaklaşmak yer
almaktadı.Turgut (2007) ‘ a göre böyle belirtilmiştir.

Ek olarakta ,finansal krizler birbirinden ayrı olmayıp birbirleriyle bağlantı


içerisindedir.Birçok alanda farklı şekilde başlayan krizler, diğer bir krizide
beraberinde getirmektedir.
Laeven ve Valencia (2012) ‘ göre,Sistematik finansal krizlerin öncü göstergeleri ise
şunlardır ;

 Geniş biçimde yapılan likidite yatırımlar,


 Bankacılık sisteminde yeniden yapılandırılan yüksek maliyetler,
 Bankaların kamulaştırılması,
 Varlık alışları,
 Banka tatilleri,
 Mevduat dondurulmaları,
 Büyük ölçüde teminat verilimledir.

1.2.2.6 BORSA KRİZLERİ

Borsada işlem gören menkul kıymetlerin beklenmedik ,ani olan ve yüksek miktarda
değer kaybetmedi şeklinde tanımlanmaktadır(Eren ,2010:7).

İlk olarak 1929 yılında ABD’de ortaya çıkıp yaşanan krizin küresel ekonomi açıdan
ciddi şekilde daralmasına sebep olmuştur(Akın ve Ece, 2009 :156).

Duman (2011) ‘ e göre uygulanan yanlış politikalar,imalatta oluşan


problemler,krediyle satın alımlarda yüksek oranlı artışlar borsanın keskşn biçimde
değer kaybedişine neden olmuştur.Amerikan borsalarında olan geliişmeler Büyük
Buhran’ın ortaya çıkmasında önemli etki yaratmıştır. Bu sebeple ABD ekonomisi
önemli resesyon sürecine girip ülkenin ekonomisi %40 kadar küçülmüştür.

1929 yılında olan ABD borsa krizinin gelişim sürecini şu şekilde özetlenebilir;

1920 yılların yeni buluş ve teknolojik gelişmelerle ABD ekonomisi güçlenmiştir.Bu


sayede bütün karlar yeni teknoloji keşiflerinde kullanılıp ücret ,tüketim ve hisse
senetleri kullanımı artmıştır( Buluş ve Kabaklarlı ,2010: 3).

Özellikle bu dönemde marj kredi sisteminin uygulanmasıyla borsa işlem hacmi artıp
; bireylen borçlanma ve satın alma isteğindeki yükseliş, hisse senetleri fiyatlarınıda
arttırmıştır.Hatta şirketlerin yatırım ortaklarıda yatırımcıların satın alma isteklerinide
desteklemişlerdir.Böylece yatırımcıların güvenini arttırmıştır.
Söz konusu bu dönemde örnek verilirse ; kredi taleplerini karşılamakta zorlanan
bankalar Federel Rezerv Bankası’ndan aldıkları fonları daha yüksez faizle piyasya
sunması tercih edilmiştir.Bu tercihte bankanın gevşek politika uygulamaları
sonucunda borsa krizine sürüklemiştir.

1929 yılında Eylül ayında yatırımcılar bğyük kazançlar elde etmelerine rağmen ;
1929’ da Ekim ayında hisse senedi fiyatlandırma uygulaması sonucu birçok
şirketlerin inceleme altına alınmasıyla borsa krizi nedenlerinden biri olarak
değerlendirlir( Korgun ,1999:21).

2Eylül 1929 yılında hisse senetleri fiyatları en yükseğe dayanmışken ;


fiyatlardaki artıştan sonra Roger Babson yapmış olduğu konuşmada borsanın
zamanla çöküşe gireceği ,fabrikaların kapanığ birçok insanın işsiz kalacağını
belirttikten sonra ise sanayida kısa süreli düşüş yaşanmıştır.Bu durum “Babson
Break “ olarak nitelendirilmiştir.Borsada ki çöküşü önceden öngeren kişilerden
biridir.Bununla beraber 19 Ekim 1929 ‘ da borsadaki hisse senetleri üç milyonu
aşıp sanayi tekrar düşüşe geçerek 24 Ekim günü seviye gerilemiştir.
Böylece hisse senet sahiplerinin karlarıda ortadan kalkmıştır.Borsada ki
gelişmeleri takip etmek ve anlamak zorlaşmıştır.Belirsizlik karmaşa ortamı
oluşmuş olup kesin bve güncel bilgilere ulaşmak zorlaşmıştır.
Tüm bu yaşanan gelişmeler ardından NYSE başkan yardımcısı satın alma emrini
açıklamıştır.Ardından Federal Rezerv Kurulu ‘ dafaiz oranlarını yükseltip
yatırımları dengede tutmaya çalışmıştır.Ancak herhangi bir girişim olmayıp
hükümet müdahale etmemiştir.
Ülkenin en büyük bankası olan National City Bank faiz oranları düşüreceğine ve
borç vermeye devama yönelik açıklamaları sonucunda piyasada olan dengesizliği
arttırıp,yatırımcılar hisse senetlerini satıp borç kapatmaya yönelmiştir.
Tüm bu alınan tedbirlerden sonra piyasa kısmen rahatlamış olsa da borsa her gün
bir önceki günden 12 puan aşağıda kapatmıştır.
Ekim ayının 24 ‘ ünde borsadaki işlem hacmi 12 yi geçmişken ,25-26 Ekim
günlerinde ticaret yoğunluğu devam ederek ama fiyatlar sabit kalmıştır.

27 Ekim’ de ofisler borsayı kurtarmak için insanlarla dolmuşken 28 Ekim günü


borsanın tekrar açılışıyla satışlar yeniden aşırı artmış sanayi 38 e düşerek en
büyük fiyat düşüşü yaşanmıştır.
Konusu olan bu gelişmelerin ardından herşeyini kaybeden küçük yatırımcılar gibi
büyük yatırımcılar paniğe kapılıp satış yaparak herkes büyük zarara
uğramıştır.Çöküşün yaşandığı ilk gün %12 değer kaybı olmasına rağmen iki ay
sonra % 40 ‘ a çıkmıştır.

Buna benzer birçok kayıpların olmasına rağmen paniğin giderek artması ve hisse
senetlerin satışında hızın artması , borsadaki işlemleri daha da karmaşık hale
getirmiştir.Böylece borsa 2.Dünya Savaşı’ndan sonra iki günlüğüne
kapatılmıştır.Bu sayede karmaşıklığın giderilmesine rağmen ; borsanın açılımıyla
satışların başlamasıyla birlikte borsadaki işlemler üç saat ile sınırlndırılmıştır.
Giderek borsadaki faaliyetler Kasım ayında yavaşlamıştır.Fakat iki ay boyunca
borsa değer kaybetmeye devam etmiş olup,toplam kayıp 30 milyar dolara
ulaşmıştır.Tüm bu yaşanan durumlar Wall Street’in güvenirliğini azaltmış,ABD
kredi sistemini olumsuz yönde etkilemiştir.Ek olarak ülkedeki işsizlik oranı
yükselmeye başlamış olup ,sanayi ortalaması 1929 yılındaki yüksek seviyesine
göre %89’dan daha düşüş göstererek Temmuz 1932 ‘ dedip noktasını görmesine
sebep olmuştur.Sonuç olarak ülkenin milli geliri yarı yarıya düşerek,borsa
değerinin%75 ‘ini kaybetmiştir.1993 yılında ise çalışanların yüzde 25’i işsiz
kalmıştır(Lange ,2007:22-38).
Amerika’nın en ağır ikinci borsa krizi de 19 Ekim 1987 ‘de olmuştur.sebebi ise
ülkedeki dış ticaret ve bütçe açıklarının Eylül ‘de ciddi duruma gelmesiyle
,uluslararası yatırımcıları tedirgin ederek doların değer kaybedeceğini
beklemekte olan yatırımcılar paralarını geri almışlardır.

Böylelikle hisse senet fiyatları hem ABD borsasında hem de diğer ülkelerde hızla
düşüşe girmiştir.Özellikle borsada en yüksek düşüşü yaşayan ülke %43,4 değer
kaybıyla Avustralya olmuşken,fiyatlar en az %18,7 ile İtalya2 ya
kalmıştır(Şiişman,2005:150-151).

Dünyada ki borsa krizleri şu şekilde dir;


 1973-1974 Krizi ( Almanya,İsviçre,Kanada,Fransa,İngiltere,İtalya Ve
ABD)
 1980-1981 Krizi (Kanada,Japonya,Fransa,İtalyave İngiltere) / ( Arjantin,
Şili ,Meksika)
 1987 Krizi (Almanya,İsviçre,Kanada,Fransa,İngiltere,ABD)
 1986-1987 Krizi (Brezilya Ve Meksika )
 1994-1995 Krizi ( Arjantin,Brezilya Ve Meksika)
 1979-1980 Krizi ( Güney Kore Ve Tayland
 1990 Krizi ( Endonezya, Filipinler,Güney Kore,Tayvan Ve Tayland )
 1996 Krizi ( Endonezya ,Güney Kore,Malezya,Filipinler Ve Tayland)
( Patel ve Sarkar,1998: 275-277).

1.2.3 FİNANSAL KRİZLERİN ÖNCÜ GÖSTERGELERİ

Finansal krizlerin öncü göstergelerine yönelik ortaya atılmış ilk çalışma Kr

ugman (1979) tarafından yapılmıştır.


Bu çalışmada bütçe açıklarının finansmanı için merkez bankasının para arzını
artmasınınödemeler dengesine sebep olabilir.Bu koşullar altında,kur üzerine olacak
baskıları hafifletmek adına merkez bankasının döviz rezervlerini kullanıp döviz
piyasasına müdahale etmesi krize yol açmıştır.Krugman tarafından gerçekleşen
modelle; bütçe açığının boyutu,para arzının artışı,rezerv seviyeleri krizlerin en
önemli göstergeleri olarak değerlendirilmektedir.(Yılmaz vd,2005: 88-91).

Finansal alandaki liberalleşmenin hızlanışı ,finansal piyasaların kırılganlığını


arttırarak gelişmiş ülkelerde sık sık kriz yaşanmasına sebep olmuştur.Finansal
piyasaların birbirlerine bağlanması krizi olan ülkeler ve etrafındaki ülkelerede
yayılamasına sebep olmuştur.Bu bağlamda finansal krizlerin yaşanılmasını
öngörmek amacıyla farklı analiz teknikleri geliştirilmiştir.( Sevim ,2012: 1-2) ve (
(Karaçor ve Alptekin , 2006: 254).

 Doğrusal Regresyon veya sınırlı bağımlı değişken Probit-Logit modeli,


 Sinyal yaklaşımı modeli,
 Yapay sinir ağları modeli,
 Markov Rejim değişimi modeli,
 Sınıflama ve Regresyon ağaçları modeli,
 Fisher diskriminant analizi modeli.

(Avcı ve Altay,2014: 194).

Bu modellerden doğrusal regresyon ,sinyal yaklaşımı,yapay sinir ağları modeli


finansal krizlerin tahmininde sık kullanılan tekniklerdir.Bu modelleri kısaca
tanımlamak gerekirse;

Doğrusal Regresyon veya Sınırlı Bağımlı Değişken Probit -Logit Modeller

bu modelde hangi bağımsız değişkenlerin finansal krizin ortaya çıkma olasılığını


üzerinde etkili olduğunu ortaya koymaktadır.Bu alandaki öncü çalışmalar ise ;
Frankel ve Rose (1996), Sachs vd ( 1996 ), Kruger vd( 1998), Esquivel ve Larrain
(1998), Kamin vd( 2001), Karabulut (2005) tarafından oluşmaktadır. ( Tarkun ,2012:
52 ; Cebeci ,2012: 136).
Frankel ve Rose 105 gelişmekte olan ülkeler de 1971 -1992 yılları arasında yapmış
olduğu analiz sonuçlarında çıktı düzeyine,doğrudan yabancı sermaye
girişine,rezervlere yurtiççi kredi hacmi ve yurtdışı faiz oranlarına reel döviz kurların
krizler üzerinde etkili olmadığını öne sürmüştür.

Sachs vd. 20 gelişmekte olan ülkede 1994 yılında yapmış olduğu analiz sonuçlarında
döviz kuru,zayıf bankacılık sistemi , ulusararası rezervlerin finansal kırılgablığınnı
arttırarak krize sürükleyebileceğini öne sürmüştür.

Kruger vd.16 gelişmekte olan ülkelerde 1977-1993 yılları arasında yapmış olduğu
analız sonuçlarında bulaşıcılık etkisi,reel döviz kuru,spekülatif davranışlar gibi
olguların krizlerin habercisi olabileceğine dokunmuştur.

Esquivel ve Larrain 30 ülke üzerinde 1975-1996 yılları arasında incelemiş olduğu


analiz sonuçlarında yüksek senyoraj oranı,cari işlemlerdeki dengesizlikler,reel döviz
kurunun yanlış ayarlanışı olumsuz dış ticaret şokları gibi olguların krizleri
açıklamada güçlü etkiye sahip olduklerını belirtmiştir.

Kamin vd. 26 gelişen ülkede 1981-1999 yılları arasında analizleri sonucunda yurt içi
faktörlere kıyasla dış şok ,dış denge değişiklerininde krizler üzerinde düşük etkiye
sahip olduğunu açıklamıştır.

Karabulut (2005) Türkiye özelinde yapmış olduğu çalışmada,imalat sanayi kullanım


oranın ve döviz rezervlerinde azalma ile ekonomik konjonktürün resesyona girme
ihtimalini ifade etmiştir.

Cebeci (2012)1988-2009 yılları arası Türkiye ‘ deyapmış olduğu analiz sonuçlarına


yönelik enflasyon,döviz kuru,işsizlik orani,GSMH,sanayi üretim endeksi gibi
konularda krizleri açıklamada ve göstermede daha başarılı olduğuna saptanmıştır.

Sinyal Yaklaşımı Modeli

Bu modelde ele alınan temel ilke ,krizden önceki dönemde alışılmadık bir davranış
göstermkte olan çeşitli göstergeleri izlemek amacıyla Kaminsky vd.(1997) tarafından
literatüre kazandırılmıştır.bu modelde şu adımlar takip edilerekkrizler tahmin
edilmeye çalışılmıştır.( Avcı ve Altay, 2013: 51 ; Doğanalp ,2014: 52 ).

 Krizin tanımlanması ve dönemlerin tespit edilişi,


 Krizden hareketle endeksin hesaplanışı,
 Kriz tahminlerinde kullanılacak olguların belirlenmesi,
 Her bir olgu için eşik değer oluşturulumu,
 Krizlerin tahmin edilişidir.

En önemli konu ,her bir olgu için en uygun eşik değer belirlenmesidir.Doğru
belirlenebilmesi için,yüzdelik dilik seçimiline dikkat edilmesidir.Bu modele göre
,kriz göstergesi olarak kabul edilen değişkenin belli bir eşik değerinin üstüne
çıkması ve ya altına düşmesi kriz sinyali olarak kabul edilir.

Bir göstergenin,olgunun eşik değeri aşması ,24 ay içinde bir para krizi oluşumuna
işaret eder.Bu yüzden sinyal alındıktan sonra 24 ay içerisinde krizin olması iyi
sinyal , belirlenen süredekrizin oluşmaması ise kötü sinyaldir.( Kaya ve Yılmaz
,2014:133)

Bu modele dair çok geniş bir literatür vardır.Kaminsky vd.(1997) yönetimin


öncüsü olduğu çalışmalarda , 5 gelişmiş ,15 gelişmekte olan toplam 20 ülkeyiele
almıştır. 1970-1995 yılları arasında yaşanmış olan 6 para krizinin incelendiğinde
;uluslararası rezerv düşüşleri,ulusal paradaki değer kayıplar para krizi olarak
adlandırılmış veher ülke için bir kriz endeksi oluşturulmuştur.En önemli kriz
göstergeleri döviz kuru,hisse fiyatı,ihracat,çıktı oranı olduğunu vurgulamıştır

Berg ve Pattillo .(1997) üç modeli karşılaştırarark Asya Krizi’nin öngörülüp


görülemememe ihtimalini karşılaştırmışlardır.Böylelikle bu modelin diğer
modellere göre daha güvenilir olduğunu görüp,Kaminsky vd.(1997)’den farklı
olarakM2 ve GSYH deki değişkenlerini analizlerine koymuşlardır.

Kibritçioğlu (2004) ,1986-2004 yıllarında dönemiçi aylık verileri kullanıp


Türkiye’deki para krizlerinin en etkin göstergelerini belirlemek adına 46
değişkeni incelemiştir.Böylece döviz kuru ve dış ticaretindaha anlamlı olduğunu
görmüştür.
Öz ve Taban (2007) .Türkiye genelinde 1990-2005 yıllarına dair verileri kullanıp
krizlerin öngörülmesinde reel ekonominin kullanılıp kullanılmadığını
incelenmiştir.13 değişkenin olduğu incelemede açılan ve kapanan şirket sayısı en
küçük sinyale sahip olurken ,en anlamlı değişkenler olduğunu vurgulamıştır.

Sevim (2012),finansal krizlerin en başarılı göstergelerin ne olduğunu ve 1992-


2011 yıllarında Türkiye için belirlemeye başlanılmıştır.Buna göre de, ihracat ve
ithalat oranları,İMKB 100 endeksinin değimi,reel iç borç stoku,dış ticaret
haddi,m2 ve m2 çarpanı,kısa vadeli dış borçların döviz rezervlerine oranı gibi
buna benzer birçok konuda krizleri açıklamada en başarılı göstergeler olduğunu
tanımlamıştır.

Tüm bunlara ek olarak gösterge öncülerinde ; Edison (2000) .Reinhart


vd.(2000),Kaya ve Yılmaz (2006), Karaçor ve Alptekin (20006) ‘de dahild olup
birçok çalışma alanında sonuçlar elde etmişlerdir.

Yapay Sinir Ağları Modeli

Bu model geliştirilirken insan beyninin çalışma yapısını ve işlevini taklit edilerek


yapılmıştır.Geçmişe ait verilen girdiği giriş katmanı, çıktıların elde edildiği çıkış
katmanı ve giriş-çıkış katmanları arasında bulunan gizli katman olmak üzere üçe
ayrılmıştır.(Tetik vd.,2015: 40)

Bu modele dair öncüler ise ; Nag ve Mitra ( 1999) ,Franck ve Schmied(2003) ,Oh
vd.,(2005) , Fioramanti (2006), Peltonen ( 2006), Aydın ve Cavdar(2015),Çelik
ve Karatepe(2007)’dir.

Yapmış oldukları çalışmalardan birkaçını örnek göstericek olursak şöyle


sıralayabilirz;

Frank ve Schimed (2003),spekülatif saldırıları önceden belirlemek için bu modeli


kullanmışlardır.Para krizleri konusunda daha başarılı tahminlere ulaşılmıştır.

Fioramanti (2006), 46 gelişmekte olan ülkelerin 1980-2004 yıllarına ait verileri


göz önünde bulundurarak kriz tahminlerinde doğrusal regresyon ve yapay sinyal
ağı modelini karşılaştırmışlardır.36 göstergenin olduğu araştırmada,yapay sinyal
ağı modelinin krizlerinin%95,79 civarı başarılı olduğu belirlenmiştir.
Aydın ve Cavdar (2015), 1990-2014 yılları için Türkiye’nin 7 temel finansal
göstergeleri kullanıp finansal krizleri tahmin etmişlerdir.Enflasyon,altın
fiyatlarında artış,doların değerleşmesi,siyasi belirsizlik gibi etkenler 2001

krizinin temel nedenleridir.Böylece modelin tahmin gücü oldukça kuvvetli


olduğu vurgulanmıştır.

Özetle; doğrusal regresyon modelinde Frankel ve Rose (1996),

Sinyal yaklaşımı modelinde Sachs vd (1996) öncüsünde krizlerin yayılmasına


yönelik yapılan incelemeler,finansal krizleri tahmin etme konusunda ,literatürde
en çok kullanılan teknikler ve modeller olmuştur.( Berg ve Pattillo ,1999: 561).

İKİNCİ BÖLÜM
AVRUPA BİRLİĞİ’NİN OLUŞUM SÜRECİ VE
EKONOMİK POLİTİKALAR

2.1 AVRUPA BİRLİĞİ TARİHSEL GELİŞİMİ


Avrupa ülkeleri arasında yüzyıllardır çözüm bulunamayan siyasi, iktisadi ve
toplumsal konular birçok sorunun yaşanmasına yol açmıştır. Özellikle 1870 – 1945
yılları arasında Fransa ve Almanya arasındaki savaş ortamı sayısız insanın hayatını
kaybetmesine sebep olmuştur. Savaş süresi boyunca demokratik hak ve özgürlükleri
elinden alınan Avrupa halkı, devletler arasındaki düşmanlığa son vermek ve kalıcı
bir barış oluşturmakta kararlıydı. Bu bağlamda Avrupa’da yaşanan gerginliklerin
bitirilmesi için, ülkelerin birlikte hareket etmesi gerektiği fikri bazı Avrupalı liderler
ve düşünürler tarafından ortaya atılmış böylece Avrupa’da bir birlik hareketinin ilk
sinyalleri verilmiştir. Aralarında Konrad Adenauer, Winston Churchill, Alcide de
Gasperi ve Robert Schuman, Joseph Bech, Jean Monnet, Paul Henri Spaak’ın
aralarında olduğu bir grup devlet adamı, ulusları yeni bir döneme adım atmaya ikna
etmek için girişimlerde bulundu. Fransız dışişleri bakanı Robert Schuman
başlangıçta Jean Monnet tarafından tasarlanan bir fikri ele aldı ve 9 Mayıs 1950 de
Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğunun kurulmasını önerdi. 2. Dünya savaşından
sonra 6 Avrupa Devleti (Belçika,Fransa,Almanya,İtalya,Lüksemburg,Hollanda)
enerji güvenliğinin ülkeler açısından taşıdığı önemden hareketle ilk olarak 1952
yılında Avrupa Kömür Çelik Topluluğunu kurmuşlardır Böylece bir taraftan kömür
ve çelik gibi malzemelerin üretiminde ortak adımlar atılmak istenmiş ve yapılacak
yeni işbirlikleri için önemli bir başlangıç noktası oluşturulmuştur fakat belirli
sektörlerde bütünleşmenin yetersiz kalacağı düşünülerek imzalanan Roma
Antlaşması(1957) ile Avrupa Ekonomik Topluluğu hayata geçirilmiş ve bu
toplulukla daha geniş kapsamlı bir ortak pazar kurulması amaçlanmıştır (Kıral ve
Esen, 2013: 174).

Avrupa’nın siyasi durumu 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ile çarpıcı bir şekilde
değişti. Bu,3 Ekim 1990’da Almanya’nın yeniden birleşmesine Orta ve Doğu Avrupa
ülkelerinin Sovyetler Birliği kontrolünden çıkarak demokratikleşmelerine yol açtı.
Sovyetler Birliği’nin kendisi de Aralık 1991’de dağıldı. Bu gelişmeler Avrupa
Ekonomik Topluluğu üye devletleri arasında yarım yüzyıldan fazla sürecek bir
işbirliğinin başlangıcıydı. 1992 Maastricht Antlaşması ile topluluk kurumları
güçlendirildi ve daha geniş yetkilere sahip oldu böylece Avrupa Birliği (AB) doğdu.

2.1.1 AVRUPA KÖMÜR VE ÇELİK TOPLULUĞU


Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun (AKÇT) kurulması fikri ilk olarak Robert
Schuman tarafından SSCB’nin Çekoslovakya ve Doğu Almanya’yı saflarına çekerek
Avrupa ülkeleri için bir tehdit oluşturması, Fransa ve Batı Almanya arasında dönemin
en önemli hammaddelerinden olan kömür ve çelik endüstrilerinin yönetimini bir araya
getirilmesi üzerine ve bu gelişmeler ışığında doğabilecek uyuşmazlıkların önüne
geçilmesi amacıyla ortaya atılmıştır.(Önen, 1989:122).
Schuman planının bir sonucu olarak, 1951 yılında, Belçika, Federal Almanya,
Lüksemburg, Fransa, İtalya ve Hollanda'dan oluşan 6 üye ile Avrupa Kömür ve Çelik
Topluluğu (AKÇT) kuruldu. Söz konusu Topluluğun Yüksek Otoritesi'nin ilk başkanı
ise, Schuman'a ilham veren bu fikrin sahibi Jean Monnet oldu. Böylece, savaşın ham
maddeleri olan kömür ve çelik, barışın araçları oluyor; dünya tarihinde ilk defa
devletler kendi iradeleri ile egemenliklerinin bir kısmını ulus üstü bir kuruma
devrediyordu.
1957 yılında topluluğun üye ülkeleri işgücü ile mal ve hizmetlerin serbest dolaşımına
dayanan bir ekonomik topluluk kurmaya karar verdiler. Böylece kömür ve çeliğin
yanında diğer sektörlerde de ekonomik birliği kurmak amacıyla yine 1957’de Roma
Antlaşması imzalandı ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) kuruldu.

2.1.2 AVRUPA BİRLİĞİ EKONOMİ TOPLULUĞU (AET)


AET'nin hedefi; malların, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaştığı bir ortak
pazarın kurulması idi. Nihai hedef ise, AET'nin siyasi bütünlüğe ulaşmasıydı. Roma
Antlaşması'nın 2. maddesi AET'nin hedefini şu şekilde açıklar: 'Topluluğun görevi,
ortak pazarın kurulması ve üye ülkelerin ekonomik politikalarının giderek
yakınlaştırılması suretiyle Topluluğun bütünü içerisindeki ekonomik etkinliklerin
uyumlu olarak gelişmesini, sürekli ve dengeli bir yayılmayı, yaşam düzeyinin hızla
yükseltilmesini ve birleştirdiği devletler arasında daha sıkı ilişkileri
gerçekleştirmektir.40 AET’nin amacı, özetle; ulaşım, enerji, ticaretin önündeki
engellerin kaldırılıp ortak pazarın kurulmasını, ekonomik politikaların
harmonizasyonunu, Avrupa yatırım fonunun kurulmasını, bazı sosyal politikaların
(çalışma saatleri, fazla mesai, ücretli tatiller) bir araya getirilmesini
gerçekleştirmekti. AET Antlaşması, Paris Antlaşması'na oldukça benzer bir yaklaşım
üzerine inşa edilmiştir. Antlaşma'nın Dibacesi'nde; tüm taraflar "Avrupa halkları
arasında her zamankinden daha yakın bir birlik oluşturmanın temellerini inşa etmek"
kararlığını kabul etmişlerdir.
Topluluğun hedef ve görevleri ise şunlardır:
- Ortak bir Avrupa pazarı kurmak
-Üyelerin ekonomi politikalarını yaklaştırmak,
- Üyeler arasındaki ilişkilerin ve yaşam düzeylerinin dengeli ve devamlı gelişmesini
sağlamak,
- Ekonomik ve parasal birlik oluşturmak,
- Birlik vatandaşlığı kavramını oluşturmak,
- Hukuk ve iç işleri alanında daha sıkı işbirliğini gerçekleştirmek,
- İnsan haklarını topluluk hukukunun genel ilkesi olarak kabul etmek.
Topluluğun Faaliyetleri:
Hedeflere ulaşabilmek üzere;
- Üye ülkeler arasındaki ticarette vergi ve resimlerden arınmak;
- Miktar kısıtlamalarını kaldırmak;
- Bir ortak gümrük tarifesi (OGT) tesis etmek;
- Üretim faktörlerinin serbest dolaşımını sağlamak.
- Tarım, balıkçılık, ulaştırma, çevre alanlarında ortak politika belirlemek,
- Ortak pazarda rekabet ortamı yaratmak,
- Ulusal mevzuatların uyumunu sağlamak,
- Bir Avrupa Yatırım Bankası kurmak,
- Üye ülkelerin ekonomi politikalarında sıkı koordinasyonu sağlamak amaçlanmıştır.
2.2 AVRUPA BİRLİĞİ EKONOMİK POLİTİKALARI
Avrupa birliğinde ekonomik birliğin sağlanması amacıyla belirli politikalar ortaya
çıkmıştır. Bu politikalar doğrultusunda ekonomik ve sosyal anlamda oluşabilecek
her türlü olumsuzluğun engellenmesi ve refah ortamının sağlanması amaçlanmıştır.
Bu politikalar Avrupa Birliğinin ekonomik temellerini oluşturmaktadır.

2.2.1 AVRUPA BİRLİĞİ ORTAK POLİTİKALARI


Maastricht Antlaşması’nın 1993 yılında yürürlüğe girmesiyle birlikte Roma
Antlaşmasının 2. maddesindeki amaçlar da değiştirilmiş ve bu amaçlara ulaşmak için
yerine getirilmesi gereken ortak politikalar belirlenmiştir. Buna göre, üye ülkeler
arasında malların, hizmetlerin, sermayenin ve kişilerin serbest dolaşımının sağlandığı
ortak bir pazarın, ekonomik ve parasal bir birliğin kurulması, ortak ticaret ve rekabet
politikalarının yürürlüğe konulması yoluyla, topluluğun ekonomik faaliyetlerinin
uyumlu ve dengeli olarak kalkınacağı, yüksek seviyeli bir istihdamın ve devamlı bir
sosyo-ekonomik bütünleşmenin olacağı, bu bütünleşmenin temelinde dış politika,
güvenlik politikasının da dahil olduğu tüm alanlarda tam bir entegrasyona ulaşmak
mümkündür (Yıldız, 2002: 31-32).

2.2.2 EKONOMİ VE PARASAL POLİTİKALAR


Bilindiği üzere yakın tarih boyunca oluşturulmaya çalışılan ekonomik ve parasal
birlik kurma çabaları, bazı dirençlerle karşılaşmış ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Bu başarısızlığın nedenleri üye ülkelerin sosyal ve ekonomik koşullarındaki
farklılıklar olabileceği gibi, ülkelerin parasal konuları ulusal bağımsızlıklarıyla aynı
seviyede değerlendirmeleridir. Ayrıca dünya ekonomisinde yaşanan olumsuz
gelişmeler, hukuksal altyapının ve krizlere karşı gösterilen ortak direncin zayıf
olması da bu başarısızlığın nedenleri arasındadır (Wachtel, 2003).
Ekonomik ve parasal bütünleşmeye geçerken uygulanacak aşamalar, üye ülkeler
arasında döviz birliğinin sağlanması, sermaye hareketlerinin serbestleşmesi, ortak bir
rezerv fonunun kurulması, para yaratma ve yok etme yetkisine sahip ortak bir merkez
bankasının kurulması ve ortak bir paranın kabul edilerek uygulamaya geçilmesidir.
2002 yılı itibariyle ortak paraya geçen (euro) AB’ ye üye ülkeler, ulusal egemenliğini
temsil eden para ile ilgili yetkilerini birliğin kurumlarına devretmiştir (Yıldız,
2002:33-34; Bilici, 2005:61).
Tek para birimi kullanımı, kişilerin, malların, hizmetlerin ve sermayenin AB içerisinde
serbest dolaşımını temel alan tek pazar anlayışını tamamlar niteliktedir. Tek para
biriminin kullanılmaya başlanması, hem ekonomi ve işletmeler hem de vatandaşlar
için oldukça önemlidir. Bu sayede AB vatandaşlarının alım güçleri daha iyi
korunmakta, sınırlar arasındaki para bozdurma işlemlerinin maliyeti de kalkmaktadır.
AB için de küresel ticareti kolaylaştırıp küresel krizlere karşı daha güçlü bir Avrupa
yaratmaktadır. Her ne kadar tüm üye ülkeler ekonomik ve parasal birliğin bir parçası
olsalar da hepsi avro para birimini kullanmamaktadır. Danimarka ve İngiltere avroyu
kullanmamayı tercih ederken, bazı ülkeler de bu para birimine geçmek için gerekli
kriterleri tamamlayamamaları nedeniyle kullanamamaktadır.
Düzgün işleyen ekonomik ve parasal bir birlik ile güçlü ve istikrarlı para birimi avro,
AB’nin büyüme odaklı bir ekonomi yaratması için temel kabul edilmektedir. Avronun
ekonomik büyüme, yatırım, sürdürülebilirlik ve işletmeler üstündeki doğrudan etkisi
sebebiyle AB, avronun güçlü ve istikrarlı bir para birimi olmasına büyük önem
göstermektedir
AB’nin ortak para sistemini en uygun şekilde yürütebilmesi, üye ülkelerin ekonomi ve
maliye politikalarını Maastricht Antlaşmasında belirlenen “yakınlaşma kriterlerine”
uygun olarak uyumlaştırmasına bağlıdır. Bu kriterler, ekonomilerin homojenleşme
derecesini göstermek üzere kullanılan değişkenlerdir (Diputación de Badajoz, 2006).
Bu kriterlere göre; üye ülke devlet borçlarının GSYİH’ sına oranı % 60’ı, bütçe
açığının GSYİH’ sına oranı % 3’ü geçmemeli, herhangi bir üye ülkede uygulanan uzun
vadeli faiz oranları yıllık olarak, fiyat istikrarı alanında en iyi performans gösteren 3
ülkenin faiz oranını 2 puandan fazla aşmamalı, üye ülkeler içindeki en düşük
enflasyona sahip olan üç ülkenin yıllık enflasyon oranları ortalaması ile ilgili üye ülke
enflasyon oranı arasındaki fark 1,5 puanı geçmemeli ve üye devletler Avrupa Para
Sisteminin döviz kurları mekanizmasında öngörülen normal dalgalanma hareketlerine
devalüasyon yapmadan uymalıdır (Aktan, 2000; Euro Treaties, 2004).

2.2.3 VERGİ POLİTİKALARI


Avrupa Birliği vergi politikaları, topluluğun en önemli ortak politikalarından biridir.
Bu politikalar belirlenirken, AB’nin amacı ve hedef aldığı bütünleşme modeli önemli
rol oynamaktadır. Roma Antlaşmasının vergilendirmeyle ilgili maddelerine genel
olarak bakıldığında vergiyle ilgili düzenlemelerin en önemli amacı, üçüncü ülkelere
karşı ortak bir gümrük tarifesinin uygulanıp haksız vergi rekabetinin önlenerek üye
ülkeler arasında ortak bir vergi alt yapısının kurulmasının sağlanmasıdır. Bunun
içinde üye ülkelerin vergi sistemlerinin birbirine yakınlaştırılarak özellikle dolaylı
vergilerin süratle uyumlaştırılması sağlanmaya çalışılmıştır (DPT, 2001; Saraçoğlu,
2006:5)

2.2.4 BÜTÇE POLİTİKALARI


Avrupa Topluluğunu kuran antlaşmanın 269. maddesi, topluluğun bütçesinin
tamamının birliğin kendi kaynaklarından finanse edilmesiyle ilgilidir. AB’nin yıllık
bütçesinin büyük bir kısmı Avrupa toplumlarının yararına kullanılmaktadır.
Topluluğun bütçe kaynakları, tarım, iç ve dış politika, idari harcamalar, uyum fonları
ve birliğe katılım öncesi yardımlardan oluşan harcamaları finanse eder. Ayrıca AB
bütçesi çevre temizliği, gıda güvenliği ve kanser araştırmaları gibi alanlara da
aktarılmaktadır (European Commission, 2005b). AB bütçesi, üye ülkelerin belirlediği
ortak politikaları gerçekleştirmek ve siyasi, sosyal, ekonomik bütünleşmeyi sağlamak
için kullanılan en etkili araçtır. Avrupa Birliği’nin bütçe gelirlerini, gümrük vergisi,
tarımsal vergiler, KDV payı (% 1), gayri safi milli hasıla payı (% 1,27), şeker ve
glikoz vergileri olmak üzere beş özkaynak oluşturmaktadır (Yıldız ve Yardımcıoğlu,
2005:78-79

2.2.5 İŞLETME VE SANAYİ POLİTİKALARI


AB’nin sürdürülebilir kalkınma stratejisinin temel taşını, imalat sanayinin rekabet
gücü oluşturmaktadır. AB’ de, sürdürülebilirliğin temin edilmesi için ekonomik,
sosyal ve çevresel olmak üzere üç alanda ilerleme sağlanması gerekmektedir. AB’
nin sanayi politikasının öncelikli hedefi olan rekabet edebilir bir imalat sanayi
oluşturmak için ise bilgiye, yenilikçiliğe ve girişimciliğe önem verilmesi
gerekmektedir (European Commission, 2002).
AB işletme ve sanayi politikası iş ortamının iyileştirilmesi, girişimciliğin
desteklenmesi, istihdam yaratılması ve küçük işletmelerin finansmana erişiminin
kolaylaştırılması hedefleri doğrultusunda şekillenmektedir. Bugün AB ekonomisinin
%99’unu temsil eden KOBİ’ler toplam özel sektör istihdamının da 2/3’ünü
oluşturmaktadır. AB politikaları temelde yeni işlerin yaratılmasını ve yenilikçi
girişimlerin büyümesini teşvik etmektedir. Bu kapsamda AB’nin temel hedeflerini şu
şekilde sıralamak mümkündür:
·Büyümenin yeni kaynağı olarak inovasyonun desteklenmesi,
·Küçük işletmelerin ve girişimcilik kültürünün desteklenmesi,
·AB çapında mallar için pazarın garanti altına alınması

2.2.6 TİCARET POLİTİKASI


Avrupa Birliği’nin ortak ticaret politikası, malların, kişilerin, hizmetlerin ve
sermayenin serbest dolaşımını güvence altına almak için oluşturulan bir iç pazarı ve
gümrük birliğini içermektedir. Ortak ticaret politikasını oluşturan Roma
Antlaşmasının 23. maddesi, topluluğun tüm mallarının serbestçe dolaştığı bir gümrük
birliğine dayandığı, ayrıca üye ülkeler arasında ithalat ve ihracat gümrük vergileri ile
eş etkili diğer resim, harç ve vergileri kapsayan üçüncü ülkelere karşı Ortak Gümrük
Tarifesi (OGT) uygulamasını da içermekedir (Bilici, 2005:149). ·
Gümrük birliği ile ortak sınırları içinde malların serbest dolaşımını engelleyen iç
unsurları (gümrük vergileri, kotalar gibi) birer birer ortadan kaldıran AB, üçüncü
ülkelere karşı koruma oluşturan (gümrük vergileri, haksız rekabete karşı uygulamalar,
teknik engeller gibi) duvarları da aynı seviyeye getirerek ortak bir ticaret politikası
oluşturma ihtiyacı duymuştur. Ortak Ticaret Politikasının uygulanma amacı üye
devletlerin birbirinden bağımsız hareket etmelerini önlemektir ve bunun için bu alanı
düzenleme yetkisi AB’ye verilerek, Kurucu Antlaşmalarda gerekli yetki ve araçlarla
donatılmıştır. KAYNAKÇA İKV ORTAK TİCARET POLİTİKASIOrtak Ticaret Politikasının en
önemli ayağını gümrük birliğinin kaçınılmaz bir sonucu olarak üçüncü ülkelere karşı
uygulanan Ortak Gümrük Tarifesi oluşturmaktadır. Böylece ithalatta üye ülkelerin
aynı tarifeyi uygulamaları suretiyle ticaret sapması engellenmektedir. Ortak Ticaret
Politikasının diğer başlıca unsurları ise, mal ve hizmetlere ilişkin ikili veya bölgesel
anlaşmalar yapılması; fikri mülkiyet, yatırımlar ve serbestleşme önlemlerinde uyum
sağlanması; damping ve sübvansiyona karşı ticaretin korunması; ihracata ilişkin ortak
kurallar oluşturulması ve ticarete etkisi olabilecek standartlar, menşe kuralları ve taklit
ve korsan üretim gibi alanlardaki uygulamaların düzenlenmesidir.

2.2.7 BÖLGESEL POLİTİKALAR


Avrupa Birliği’nin bölgesel politikası, üye ülkeler arasındaki sosyal ve ekonomik
farklılıkları gidermek, bölgeler arasında gelir dağılımı farklılıklarından doğan istihdam
ve gelişme sorunlarıyla mücadele etmek amacıyla oluşturulmuştur. Birliğin bütçesinin
yaklaşık üçte biri, bölgeler arasındaki farklılıkları ortadan kaldırmak için
kullanılmaktadır (Çelik, 2005).
Bu farklılıklar ekonomik gelişmeyi destekleyecek doğal kaynaklar ile yerleşim ve
coğrafi koşulların iyi olmadığı bölgelerde özellikle görülmektedir. Örneğin, üretimin
merkezlere kaydığı büyük şehirler, kenar semtlere göre daha gelişmiş olduğundan bu
bölgelerin iş ve nüfus kaybı yaşaması farklılıkların oluşmasına sebep olan diğer bir
önemli unsurdur (Brasche, 2001:14–15).
Bölgesel Politika, her bölgenin tüm potansiyelini ortaya çıkarması; bölgesel düzeyde
yüksek büyüme potansiyeline sahip ve AB için katma değer yaratabilecek bölgelere
yatırım yapılması ile rekabet gücünün ve istihdamın artırılması ve AB’ye 2004
itibarıyla üye olan ülkelerdeki yaşam standartlarının bir an önce AB ortalamasına
çıkartılması amaçlanmaktadır.
Üye Devletlerin istatistiksel birimlere ayrılmasıyla elde edilen bölgelerin temel
birimini oluşturduğu Bölgesel Politikaya yıllar içerisinde yaşanan genişlemeler
sonucunda daha fazla ihtiyaç duyuldu. Diğer adı Uyum Politikası olan Bölgesel
Politika, hem bir AB ülkesinin sınırlarındaki bölgeler arasında hem de farklı AB
ülkeleri arasında var olan sosyoekonomik eşitsizlikleri en aza indirerek
“uyumu”sağlamayı amaçlıyor.

2.2.8 REKABET POLİTİKALARI


Avrupa Birliği’nin rekabet politikasının temel amacı, ekonomik entegrasyon sürecinin
daha sağlıklı bir şekilde gerçekleşmesi için, üye ülkelere ait ticari firmaların, eşit
koşullar altında rekabet edebileceği ortak bir iç pazar oluşturmaktır (Çelik, 2005).
AB, rekabete aykırı davranışlarla mücadele etmekte ve şirketlerin birleşmelerini
kontrol etmektedir. Küreselleşme ve uluslararası pazarın büyümesi sonucunda
şirketlerin kartel veya tekel oluşturması, gruplaşarak pazarı bölüşmeleri veya diğer
şirketlerin rekabetini engellemeleri gibi yasal olmayan davranışlar, sadece işletmeleri
değil, tüketiciler gibi daha geniş bir kesimi de etkilemektedir. Avrupa Komisyonu, üye
ülkeler arası ticareti etkileyecek boyutta olan bu tür davranışları araştırmakta ve
gerektiğinde yüksek para cezaları vermektedir. Komisyon bu konudaki faaliyetlerini,
üye ülkelerin ulusal rekabet kurumları ile işbirliği içinde yürütmektedir. Ulusal
mahkemeler de, şirketlerin AB’nin politikalarına uyup uymadığını kontrol etme
yetkisine sahiptir. Tüketiciler ve işletmeler de rekabet kurallarına uyulmadığı için
zarar görmeleri halinde, üye ülke mahkemelerinde zararlarının giderilmesini
isteyebilirler.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
AVRUPA BİRLİĞİ BOÇR KRİZİ NEDENLERİ ULUSLARARASI
YANSIMALARI VE KRİZE KARŞI ALINAN ÖNLEMLER

3.1.2008 KRİZİNİN NEDENLERİ


Avrupa Bölgesindeki Borç Krizi'nin nedenlerini, iki kategoride incelemek
çalışmanın açıklayıcılığı açısından büyük bir önem taşımaktadır.İlk kategoride, Borç
Krizi'ni en şiddetli şekilde yaşayan PIIGS ülkelerinin kendilerine has yapısal
sorunlarını ortaya koymak gerekmektedir. İkinci kategoride ise Avrupa entegrasyonu
sürecinin en önemli adımlarından biri olan Avro Parasal Birliği aşamasının neden
olduğu kırılganlıkları ortaya koymak gerekmektedir.

3.2.PIIGS ÜLKELERİNE AİT SORUNLAR


Avro Bölgesi'nde kısaca PIIGS (Portekiz, İtalya, İrlanda, Yunanistan,
İspanya) olarak adlandırılan ülkeler, Borç Krizi'nin ortaya çıkması ve gelişimi
çerçevesinde güncel tartışmalarda en önde gelen ülkeler olmuşlardır. PIIGS
ülkelerinde Borç Krizi'nin gelişimi ayrı ayrı analiz edilecek olursa mevcut krizin bu
ülkeler arasında bazı farklı nedenlerden kaynaklandığı görülmektedir(Kibritçioğlu,
2011).

3.2.1.İrlanda’nın Sorunları
İrlanda'nın 2007 yılındaki ekonomik konumu bir çok yatırımcıya ve
ekonomiste göre güvenilir görülmekteydi. İrlanda özellikle 2000 – 2007 yılları
arasındaki dönemde ekonomik performansa yönelik göstergeler açısından Avrupa
Birliği ortalamasının üstünde bir seviyeye sahipti. Ancak İrlanda 2008 Krizi'nden
sonra Avrupa Birliği ortalamalarının çok altında bir performans sergilemiş ve
böylece İrlanda'nın ekonomik açıdan kırılgan bir yapıya sahip olduğu ortaya
çıkmıştır. Aykut Kibritçioğlu, İrlanda'daki krizi geçmişteki gevşek para politikası
uygulamalarına ve şişirilen konut fiyatlarına bağlamaktadır. '' İrlanda’da 1990’larda
son derece düşük faiz hadleri, vergi kolaylıkları ve gevşek bankacılık
düzenlemeleriyle şişirilen 104 “konut fiyatı balonu”, 2000’lerin başlarında sönmeye
başlayınca, gerek konut gerekse bankacılık kesiminde ciddi sorunlar yaşanmaya
başlandı ve 2008’den itibaren dünyanın geri kısmına yayılmaya başlayan ABD’deki
krizin de etkisiyle İrlanda’daki borç krizi 2008-2010 arasında iyice derinleşti. ''
(Kibritçioğlu, 2011: 6). İrlanda'da konut fiyatlarının aşırı şekilde yükselmesi durumu,
2000 – 2007 yılları arasındaki ekonomik performansın canlılığını açıklayan en
önemli faktörlerden biri olarak kabul edilmektedir. Ancak, konut fiyatlarının aşırı
şekilde yükselmesinin finansal ve reel sektörde bazı dengesizlikleri beslediği kabul
edilmektedir. 2008 Krizi sürecinde konut fiyatlarının şiddetli şekilde çökmesi
durumu, önceki dönemde konut fiyatlarının aşırı şekilde artışıyla gelişen finansal ve
reel sektördeki dengesizlikler aracılığıyla ekonomik performansa ait göstergelerin
olumsuz şekillerde dalgalanmalarına neden olmuştur. İrlanda Merkez İstatistik Ofisi
(Central Statistics Office Ireland) verilerine göre İrlanda'da konut fiyat endeksi 2005
baz yılına göre, 2007 yılı Eylül ayında zirve seviyesine ulaşarak 130,5 olmuştur.
Ancak bu dönemden sonra düşmeye başlayan konut fiyat endeksi %50 oranında
daralarak 2012 haziran ayında 64,8 olarak gerçekleşmiştir. Konut fiyatlarındaki bu
şiddetli çöküş istihdamın önemli bir kısmını barındıran inşaat sektöründeki üretimin
çökmesine neden olmuştur. İrlanda'daki inşaat sektörüne ait toplam üretim endeksleri
2006 – 2011 dönemleri arasında şiddetli şekilde daralma yaşamıştır. İrlanda Merkez
İstatistik Ofisi verilerine göre inşaat sektöründe bu dönemde özellikle konut inşaatı
üretim endeksi 2005 yılında 100 iken, 2006 yılında zirve seviyesi olan 107,6'ya
ulaşmıştır. Ancak kötüleşen konut fiyatları nedeniyle konut inşaatı üretim endeksi
2006 yılından 2011 yılına kadar yaklaşık %90 oranında daralma yaşayarak 10,2'ye
düşmüştür. İrlanda'da ekonomik aktivitenin önemli bir kısmını karşılayan inşaat
sektörünün çökmesi işsizlikte büyük bir patlamaya ve kamu maliyesi açısından çok
önemli olan 105 vergi gelirlerinde büyük bir azalmaya neden olmuştur. ABD'de
ipotekli konut kredileri piyasasında yaşanan kriz süreci, hemen hemen İrlanda içinde
benzer şekilde gelişim göstermiştir. Konut fiyatlarının çökmesiyle İrlanda'da
hanehalklarının servetlerinde daralmalar yaşanmış ve bu durum ipotekli konut
kredilerine ait ödemelerin daha da şiddetli şekilde gecikmesine neden olmuştur.
İpotekli konut kredilerinin geri ödemelerinde yaşanan gecikmelerin meydana
getirdiği finansal sorunlar, İrlanda'daki bankaların yüksek seviyelerde zararlara
uğramalarına neden olmuştur. İrlanda hükümeti kötüleşen finansal sistem ve olumsuz
veriler neticesinde 2009 yılı Ocak ayında ülkedeki en büyük üçüncü banka olan
Anglo-Ireland Bank'ı 34 milyar Avro'ya kamulaştırmış ve diğer en büyük iki banka
olan AIB ve Bank of Ireland'ı sermayelendirme kararı aldığını duyurmuştur.
Bankalara ait zararların bu şekilde toplumsallaştırılması ile birlikte kamu harcamaları
aşırı derecede artış göstermiştir( McCarthy, 2009: 53). Ancak olumsuz kriz koşulları
nedeniyle İrlanda'daki kamu harcamaları kamu gelirleriyle desteklenemediği için
kamu borçları ve kamu açıkları yüksek seviyelere ulaşmıştır. Eurostat'ın verilerine
göre İrlanda'da GSYİH'nın bir yüzdesi olarak kamu borcu 2007 yılında %24,8 , 2008
yılında %44,2 , 2009 yılında %65,3 , 2010 yılında %92,5 olarak gerçekleşmiştir.
Aynı dönemler itibariyle GSYİH'nın bir yüzdesi olarak kamu açığı /fazlası 2007
yılında %0,1 , 2008 yılında -% 7,3 , 2009 yılında -%14 , 2010 yılında -%31 olarak
gerçekleşmiştir . Bir yandan artan kamu borç seviyesi ve artan bütçe açığı, diğer
yandan yetersiz büyüme oranları, İrlanda'nın kamu borcu çevrilebilirliği 106
açısından yeterliliğini azaltmakta ve aynı zamanda yatırımcıların İrlanda üzerindeki
beklentilerini oldukça olumsuz biçimde etkilemektedir. Yatırımcıların olumsuz
beklentileri neticesinde risk primlerindeki artışlar İrlanda'daki Borç Krizi'ni daha da
şiddetli hale getirmiş ve süreç kendi kendini besleyen bir krize dönüşmüştür. Özetle,
İrlanda'daki Borç Krizi'nin gelişiminin ardındaki en önemli faktör, konut
fiyatlarındaki aşırı dalgalanmalardır. 2000 – 2007 yılları arasında İrlanda'daki
ekonomik canlanma, önemli ölçüde bu dönemde aşırı şekilde yükselen konut
fiyatlarıyla sağlanmıştır. Ancak 2007 yılından itibaren şiddetli şekilde düşmeye
başlayan konut fiyatları inşaat ve bankacılık sektörlerinde ciddi sorunların ve
daralmaların yaşanmasına neden olmuştur. 2007 yılında ipotekli konut piyasasında
ortaya çıkan ve 2008 yılından itibaren küresel bir boyut kazanan kriz, etki
mekanizmaları ile birlikte İrlanda'da kamu maliyesine ait dengesizliklerin 2008 –
2010 yılları arasında iyice derinleşmesine ve sonraki dönemde borç krizi
beklentilerinin şiddetli şekilde ortaya çıkmasına neden olmuştur(McCarthy, 2012: 5).
İrlanda'daki kurtarma programları nedeniyle artan kamu borçlarının ödenebilirliğine
yönelik olumsuz beklentiler ve bu beklentiler nedeniyle kredi derecelendirme
kuruluşları tarafından düşürülen ülke kredi notları, uzun vadeli devlet tahvili
faizlerinin aşırı şekilde yükselmesine neden olmuştur. Uzun vadeli faiz oranlarındaki
yükseliş nedeniyle sürdürülemez hale gelen kamu borçları, İrlanda'nın uluslararası
kuruluşlardan (AB, IMF) finansal yardım istemek zorunda kalmasına neden
olmuştur.

3.2.2.Yunanistan’ın Sorunları
Yunanistan'da 2009 yılı sonlarına doğru GSYİH'ya oran olarak kamu
borçlarının yüksek seviyelere ulaşması, yatırımcıların borç çevrilebilirliğine 107
yönelik beklentilerini olumsuz şekilde etkilemiştir (Higgins, Klitgaard, 2011). Bu
durum bir güven krizine yol açarak, uzun vadeli devlet tahvili faizlerinin ve kredi
temerrüt takaslarının (CDS) diğer Avro bölgesi ülkelerine ve özellikle Almanya'ya
göre aşırı şekilde artmasına neden olmuştur (Oakley, Hope, 2010; Amisano, Tristani,
2011: 2). Yunanistan'da Borç Krizi'nin gelişimine neden olan kamu borçlarının
çevrilebilirliğine yönelik olumsuz beklentilerin artmasında, çeşitli faktörler ön plana
çıkmaktadır. 2008 Krizi'nden sonra GSYİH büyüme oranlarının şiddetli şekilde
daralma eğilimine girerek negatifleşmesi, bütçe açıklarının şiddetli şekilde
yükselmesi, GSYİH cinsinden kamu borç seviyesinin aşırı şekilde yükselmesi, siyasi
seçimler nedeniyle bütçe politikalarının gevşek bırakılması ve istatistiksel
güvenirliliğin sağlanamaması gibi durumlar, Yunanistan'da kamu borçlarının
çevrilebilirliğine yönelik olumsuz beklentilerin artmasına neden olan en önemli
faktörlerdir (Greek Ministry of Finance, 2010). Yunanistan, 2000 – 2007 döneminde
Avro Bölgesi ortalamasına göre daha yüksek büyüme oranları gerçekleştirmiş ve
2009 – 2011 dönemine kıyasla düşük faiz oranlarıyla yüksek seviyede borçlanabilme
imkanı yaşamıştır. Ancak 2008 Krizi'nin Eylül ayında tüm ülkeleri vuran olumsuz
etkileri, bir anda Yunanistan ekonomisinin yapısal açıdan kırılgan olduğunu gözler
önüne sermiştir. 2008 Krizi nedeniyle faiz oranları yükselmiş ve GSYİH büyüme
oranları şiddetli şekilde daralarak negatife dönmüştür. 2000 – 2007 döneminde düşük
faiz oranlarıyla yüksek seviyelerde borçlanma yaşayan Yunanistan, bu olumsuz
gelişmeler nedeniyle borçlarını çevirememe riskiyle karşılaşmıştır. 2008 Krizi
gelişim süreciyle büyüme oranlarının şiddetli şekilde daralarak negatife dönmesi,
kamu borcunun ve bütçe açığının GSYİH'ya oranlarının artmasına neden olmuştur.
Aynı zamanda GSYİH büyüme oranlarının düşmesi kamu borçlarının çevrilebilirliği
için gerekli fon ihtiyacını daha da arttırmış ve Borç Krizi beklentilerinin
derinleşmesine neden olmuştur. 108 Yunanistan'ın en büyük iki sektörü olan
turizmin ve taşımacılığın 2009 yılındaki gelirleri %15 oranında düşmüştür.
Eurostat'ın verilerine göre bu iki sektörde yaşanan daralma neticesinde Yunanistan'da
işsizlik oranları Eylül 2008'de %7,5 iken ; Aralık 2009'da %10,1 , Aralık 2010'da
%14,3 , Aralık 2011'de %21 olarak gerçekleşmiştir. Artan işsizlik, yaşanan
ekonomik daralma ve yükselen vergi kaçakçılığı neticesinde hükümet gelirleri
azalmış, aynı zamanda bu sorunları gidermeye çalışmakla beraber hükümet
harcamaları artmıştır. Gelirlerin azalması ve harcamaların artması ile birlikte
Yunanistan'ın bütçe açığı yüksek seviyelere ulaşmıştır. Bütçe açığının artması uzun
vadeli devlet tahvili faizlerinin artmasına neden olmuştur. Yunanistan'a ait diğer bir
sorun da, kamu harcamalarının etkinsiz yapısından kaynaklanmaktadır. Diğer bir
ifadeyle Yunanistan'da kamu harcamalarının dağılımının etkin bir şekilde
gerçekleştirilememesi kamu kaynaklarının israfına neden olmaktadır (OECD, 2009b:
1). Yunanistan hükümeti genellikle verimli alanlara yatırım yapmak ve ekonomisini
yapısal açıdan güçlendirmek yerine, daha çok popülist alanlara harcama yapmıştır.
Yunanistan bir çok verimsiz alanda kamu harcaması gerçekleştirmektedir (Afonso
vd, 2003). Özellikle yüksek askeri harcamalar neticesinde uzun yıllar boyunca
GSYİH'sının büyük bir bölümünü verimsiz bir alana aktarmıştır. Yunanistan
hükümeti yaptığı verimsiz harcamalar neticesinde reel sektörü geliştirememiş, sadece
turizm ve taşımacılık sektörleriyle ekonomisini idame ettirmeye çalışmıştır. Yeterli
vergi gelirlerinin toplanmamasının en önemli nedenlerinden biri cılız bir reel
sektörün varlığı olarak görülmektedir. 2001 yılında Maastricht ölçütlerini yerine
getirdiği gerekçesiyle Avro Bölgesi’ne kabul edilen Yunanistan, aslında bunu, 1997-
2003 dönemi makroekonomik verilerini olduğundan farklı beyan etmiş olmasına
borçluydu 109 (Kibritçioğlu, 2011: 7). Maastricht kriterlerine göre Avro Bölgesi
ülkeleri için GSYİH'ya oran olarak kamu borçları ve bütçe açıklarının üst sınırları
sırasıyla %60 ve %3 olarak belirlenmiştir. Ancak Yunanistan'ın verilerine ait gerçek
2004’te ortaya çıktıktan sonra düzeltilen verilere göre, Yunanistan’ın gerçek kamu
açıklarının ve kamu borçlarının GSYİH’ya oranlarının Maastricht ölçütlerini
fazlasıyla aştığı anlaşılmıştır (Eurostat, 2004:4). Düzeltilmiş verilerine göre 2001
yılında Yunanistan'ın GSYİH'ya oran olarak kamu borcu ve bütçe açığı sırasıyla
%103,7 ve -%4,5 olarak gerçekleşmiştir. Avro bölgesine girmek için yaptığı veri
sahtekarlığının ortaya çıkması Yunanistan'ın pazar güvenirliliğini önemli ölçüde
zedelemiştir (Rothenhöfer, 2011: 2). Yunanistan hükümeti Borç Krizinin gittikçe
derinleşmesi nedeniyle AB/IMF kredi paketini almak için harcama kesintileri ve
vergi artışlarını barındıran sert tasarruf tedbirleri uygulanması şartını kabul etmiştir.
Ancak kemer sıkma tedbirleri Yunan halkı tarafından büyük bir öfke ve tepki ile
karşılanmıştır. Kitlesel protestolar ve ayaklanmalar neticesinde sosyal huzursuzluk
en üst seviyeye tırmanmıştır. Yunan hükümetinin kredi paketlerine ulaşmak için
kabul etmek zorunda kaldığı kemer sıkma paketlerinin ilki Şubat 2010'da hayata
geçirilmiştir. 9 Şubat 2010'da uygulamaya konulan bu paketle kamu çalışanlarının
ikramiyelerinde %10'luk bir kesinti, fazla mesai kesintileri gibi uygulamalar
getirilmiştir. Mart 2010'da getirilen ikinci kemer sıkma paketiyle birlikte KDV
oranlarında artışlar, benzin üzerinden alınan vergilerde artışlar ve ithal araçlarda
vergi artışı gibi uygulamalar getirilmiştir. Mayıs 2010'da üçüncü bir kemer sıkma
paketiyle birlikte alınan tasarruf tedbirleri daha da şiddetli hale getirilerek
uygulamaya konulmuştur. Haziran 2011'de dördüncü kemer sıkma paketiyle birlikte
vergi oranları ve ücretlerdeki kesintiler daha da yükseltilmiştir. Tüm bu kemer sıkma
paketlerine rağmen düzelme yönünde 110 işaret göstermeyen Yunanistan ekonomisi
için beşinci bir kemer sıkma paketi daha gündeme getirilmiştir. Papandreu son kemer
sıkma paketinin kararını almaktan kaygılanarak referandum yapılmasını gündeme
getirmiş ancak daha fazla iç ve dış baskılara dayanamayarak başbakanlıktan istifa
etmek zorunda kalkıştır. Son olarak beşinci kemer sıkma paketi Şubat 2012'de kabul
edilerek uygulamaya konulmuştur. Beşinci kemer sıkma paketi ile asgari ücrette %25
oranında indirim, ikramiyelerin kalıcı olarak iptali ve emeklilik maaşlarında
kesintiler kabul edilmiştir.

3.2.3.Portekiz’in Sorunları
Eurostat'ın verilerine göre Portekiz'de 2008 Krizi'nin etkisiyle 2007 yılında
bütçe açıklarının GSYİH'ya oranı -%3,1 ve kamu borçlarının GSYİH'ya oranı %68
iken 2009 yılında sırasıyla bütçe açıklarının GSYİH'ya oranı -%10 ve kamu
borçlarının GSYİH'ya oranı %83 olarak gerçekleşmiştir. Portekiz'de 2009 yılındaki
GSYİH daralması hemen hemen diğer Avro bölgesi ülkelerindeki daralmadan daha
yumuşak gerçekleşmiştir. 2009 yılında Portekiz'in GSYİH daralması dünya bankası
verilerine göre sadece -%2,91 olarak gerçekleşmiştir. Aynı zamanda kamu borcu ve
bütçe açığı gibi göstergeler diğer çevre ülkelerinkinden daha iyi gerçekleşmiştir.
Ancak, Portekiz'in Borç Krizine daha yakın bir ülke olarak kabul edilmesi bazı
yapısal sorunlarının varlığından kaynaklanmıştır. Bu bağlamda Portekiz'in ekonomik
performansı, yükselme ve daralma dönemlerinde diğer çevre ülkelerin gösterdikleri
performansa tam anlamıyla benzememekte ve farklı durumlar arz etmektedir
(Kibritçioğlu, 2011: 7). Portekiz Avro Bölgesinde İrlanda ve Yunanistan'ın ardından
mali yardım isteyen üçüncü ekonomidir. Portekiz'in mali yardım isteyecek kadar
ekonomik sıkıntılar içine düşmesine temelde üç önemli sorunun neden 111 olduğu
kabul edilmektedir(Andrade, Duarte, 2011: 196 – 197). Düşük seviyedeki GSYİH
büyüme oranı beklentileri, Avro Bölgesine katıldıktan sonra enflasyon sürecindeki
belirsizlik ve faiz oranlarındaki aşırı oynaklık ve son olarak siyasi hesap verebilirlik
ve yönetişimde yaşanan sıkıntılar, Portekiz'in en önemli sorunları olarak kabul
edilmektedir. İlk sorun Portekiz'in ekonomik büyüme performansının 1999 yılından
itibaren durgunluğa girmiş olmasıdır. Bu sorun; başta işgücü piyasasında olmak
üzere yapısal reformların gerçekleştirilmemesi nedeniyle, Portekiz'deki işgücü beşeri
sermayesinin düşük seviyelerde kalmasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca, 2001
yılında AB'nin yeni üyelerle genişlemesi ve Çin'in Dünya Ticaret Örgütüne
katılması, Portekiz açısından küresel piyasalarda rekabetin zorlaşmasına ve
ekonomik performansın zayıflamasına neden olmuştur. Bu gelişmeler Portekiz'in
rekabet gücünü düşürerek GSYİH'sının daralmasına neden olmuştur. Portekiz, 1999
yılında Avro Bölgesine katılmadan önce hızlı bir ekonomik büyüme performansı
göstermiştir. Ancak, Avro Bölgesine katıldıktan sonra Portekiz'de özellikle işgücü
maliyetlerinin (ücretlerin) artması diğer bir ifadeyle emek verimliliğinin düşmesi,
rekabet gücünü diğer ülkeler karşısında azaltarak büyüme hızında ciddi bir düşüş
yaşanmasına neden olmuştur (Minescu, 2011: 99 – 100). Portekiz'in 2001 – 2008
yılları arasındaki ortalama büyüme oranı Dünya Bankası verilerine göre sadece
%1,56 olarak gerçekleşmiştir. Portekiz, daha kötü mali dengeye sahip bazı
ülkelerden, Borç Krizi'ne daha yakın kabul edilmektedir. Portekiz'deki kamu
borçlarının çevrilebilirliğine yönelik olumsuz beklentilerin diğer ülkelerdeki olumsuz
beklentilerden daha şiddetli şekilde gerçekleşmesinin en önemli nedeni; Avro
Bölgesi'ndeki en düşük büyüme performansına sahip olması ve bu nedenle piyasa
katılımcıları 112 tarafından daha riskli görülmesidir. Portekiz'deki büyüme ortamının
iyileştirilmesi orta ve uzun vadede aciliyet taşıyan en önemli sorun olarak
görülmektedir. Çünkü büyüme performansındaki ciddi problemler Portekiz'deki
borç-faiz sorunun en önemli nedeni olarak kabul edilmektedir (H. Bryson, 2011).
Portekiz ekonomisinin sahip olduğu en kötü zaaflardan biri de merkezi bir zayıflık
olan düşük verimlilik düzeyidir. Avrupa'nın diğer çevre ülkeleriyle bile
karşılaştırıldığında Portekiz'in üretkenliğinin umut vermeyen bir şekilde zayıf olduğu
kabul edilmektedir (Blanchard, 2006: 6). 1980 – 2010 döneminde genel olarak
firmaların üretim ölçeklerinin küçültülmesi durumu, Portekiz'deki verimlilik
düzeyinin zayıf kalmasının en önemli nedenleri arasında kabul edilmektedir
(Braguinsky vd, 2011: 8). Aynı zamanda verimlilik için kritik olan bazı sosyal
göstergelerde de (eğitim düzeyi, sağlık düzeyi v.b.) Portekiz diğer Avro Bölgesi
ülkelerine göre düşük sıralarda yer almaktadır (Lenz, 2011: 3). Portekiz sosyal
göstergelerindeki zayıflık nedeniyle, diğer çevre ülkelerinden farklı olarak yapısal bir
büyüme sorunu yaşamaktadır. İkinci sorun parasal entegrasyon sonucu meydana
gelen olumsuz koşullardır. Portekiz Avro Bölgesine girdikten sonra diğer gelişmiş
ülkeler gibi 2008 Krizi'ne kadar düşük faiz oranlarıyla borçlanabilmiştir. Ancak uzun
vadeli devlet tahvili faiz oranlarının 2008 Krizi'ne karşı aşırı dirençsizliği ve
yükselişi kamu maliyesi üzerinde olumsuz etkilere neden olmuştur. Portekiz'de, 2008
Krizi'nden önceki 2001 – 2007 döneminde düşük faiz oranları ve kolay finansman
koşulları nedeniyle, özel sektör ve kamu sektörü harcamaları artmış ve genel
itibariyle borçluluk seviyeleri yükselmiştir. Bu süreçte Portekiz'de, özel sektör
borçlarının GSYİH'ya oranı %260'a çıkarak Avro Bölgesi'nin en yüksek düzeyine
ulaşmıştır (M. 113 Thomsen, Roaf, 2011: 33). Portekiz'de tasarruf oranları, AB
entegrasyonu öncesi dönemlerde normal seviyelerde kabul edilmiştir. Ancak daha
sonra tasarruf oranlarının düşmesi ciddi bir dış dengesizlik sorununu ortaya
çıkarmıştır (Blanchard, 2006: 2). Portekiz'de özel sektör borçlanmalarıyla beslenen
dış borç seviyesi ve yüksek cari açık ekonominin kırılganlığını arttırmaktadır(Anand
vd, 2012: 12). Üçüncü sorun siyasi hesap verebilirlik ve yönetişimde şeffaflık
açısında eksikliklerin bulunmasıdır. Bu sorunlar Portekiz'in piyasanın güvenini
zedelemekte ve risk pirimi beklentilerinin artmasına neden olmaktadır. Bu sorunlar,
Kredi derecelendirme kuruluşlarının Portekiz'in kredi notunu düşürmelerinin en
önemli nedenleri arasında yer almaktadır.

3.2.4.İspanya’nın Sorunları
2008 Krizi ile birlikte İspanya'daki kamu borçlarının çevrilebilirliğine yönelik
olumsuz beklentilerin artışı durumu, konut fiyatlarındaki aşırı düşüşün finansal ve
reel sektörde bir çöküntüye neden olmasıyla tetiklenmiştir. Bu nedenle İspanya ve
İrlanda'daki Borç Krizi'ne yönelik süreçler bu açıdan önemli bir benzerlik
taşımaktadır (Kibritçioğlu, 2011: 7-8). İspanya 2001 – 2007 döneminde İrlanda ve
Yunanistan gibi yüksek GSYİH büyüme oranları performansına sahip olmuştur.
Ancak İspanya'nın GSYİH büyüme oranı performansı da 2008 Krizi'nin olumsuz
etkileri sonrasında İrlanda ve Yunanistan'daki gibi keskin bir düşüş yaşamıştır. Aynı
zamanda İspanya'nın GSYİH büyüme oranlarının 2008 yılından itibaren bir türlü eski
performansına kavuşturulamaması, Borç Krizi beklentilerinin tetiklenmesinde önemli
bir rol oynamaya devam etmektedir. 114 İspanya'da 2008 Krizi nedeniyle büyüme
oranlarının düşme eğilimine girmesi ve eski performansına kavuşturulamaması, faiz
oranlarının ciddi şekilde artmasına ve kamu maliyesinin ciddi şekilde
dengesizleşmesine neden olmuş ve bu durum Borç Krizi'nin daha da şiddetlenmesine
neden olan kamu borçlarının çevrilebilirliğine yönelik olumsuz piyasa beklentilerini
arttırmıştır. İspanya'da konut piyasasında yaşanan kriz İrlanda'daki gibi inşaat
sektörünün ciddi şekilde daralmasına neden olmuştur. Bu durum işsizlik oranlarının
aşırı şekilde artmasına ve işgücü piyasasında çöküşe neden olmuştur(Godino,
Molina, 2011: 6). Reel sektördeki bu çöküş, vergi gelirlerinin azalmasına neden
olarak borçların çevrilebilirliğine yönelik olumsuz beklentilerin artmasına katkı
sağlamıştır. Özetle, İspanya'daki Borç Krizi beklentilerinin artması temelde
İrlanda'daki gibi konut piyasası dalgalanmalarının finansal ve reel sektöre olumsuz
etkilerinden kaynaklanmıştı r(Carballo, Cruz, 2011: 326). Konut piyasasındaki kriz
nedeniyle aşırı boyutlarda zarara uğrayan bankalara İspanya kurtarma fonlarıyla
müdahale etmiştir. Ancak bu durum negatifleşen büyüme performansları nedeniyle
İspanya'nın aşırı borç yükü altına girmesine neden olmuştur. Aynı zamanda
negatifleşen büyüme performansları nedeniyle artan olumsuz yatırımcı beklentileri,
uzun vadeli devlet tahvili faizlerinin artmasına neden olmuştur. Böylece İspanya
borçlarının çevrilebilirliği için uygun faizli fon bulmakta zorlanmış ve bu durum
İspanya'nın borçlarının çevrilebilirliğine yönelik gecikme riskini daha da arttırmıştır.

3.2.5.İtalya’nın Sorunları
İtalya, Avro Bölgesi'ndeki en büyük üçüncü ekonomiye sahip ülkedir. İtalya,
2000 – 2007 döneminde Portekiz gibi düşük GSYİH büyüme oranı sergilemiştir.
Birçok ekonomiste göre düşük verimlilik ve bunun neticesinde gerçekleşen düşük
GSYİH büyüme oranları İtalya'nın en önemli sorunları arasındadır (Lambert, 2011;
Henningsen, 2012: 17). Düşük GSYİH büyüme oranı beklentilerini ve İtalyan
hükümetinin yetersiz müdahalelerini gerekçe gösteren kredi derecelendirme kuruluşu
Standart and Poor's, İtalya'nın kredi notunu 19 Eylül 2011 tarihinde bir basamak
düşürmeye karar vermiştir (Standart and Poor's, 2011: 3). Bu karardan sonra İtalya'ya
karşı olumsuz beklentiler daha da artmış ve bu durum Borç Krizi'nin Avro Bölgesi
için daha tehlikeli bir hal almasına neden olmuştur. İtalya'nın GSYİH'ya oran olarak
kamu borcunun yüksek seviyelerde olması, kamu borcunun çevrilebilirliğine yönelik
riskleri arttırarak İtalya için Borç Krizi'ne yönelik olumsuz beklentileri
şiddetlendirmiştir. Özetle İtalya'da kamu borçlarının çevrilebilirliğine yönelik
olumsuz beklentilerin artmasında etkin rol oynayan faktörler, düşük verimlilik
düzeyleri ve düşük GSYİH büyüme oranlarıdır. Aynı zamanda kamu borç
seviyesinin yüksekliği de bu olumsuz beklentileri şiddetlendirmiştir (Rushe, 2011).

3.3.Avrupa Birliği Borç Krizine Karşı Alınan Önlemler ve Geliştirilen


Mekanizmalar
3.3.1.Borç Krizine Karşı Alınan Önlemler
Avrupa Birliği’nde ortaya çıkan borç krizi, Birlik içerisinde yer alan üye
ülkeler arasında yeterli koordinasyon olmadığı ve üye ülkelerin çeşitli hukuki
metinlerde düzenlenmiş olan mali disiplin kurallarına uymadığı yönündeki yıllardır
süregelen tartışmaları güçlendirmiştir. Aynı zamanda herhangi bir üye ülkede ortaya
çıkarak Birlik’in tümünü tehdit edecek ve Birlik düzeyinde makroekonomik
istikrarın bozulmasına yol açacak krizin atlatılmasında ve istikrarın sağlanmasında
gerekli mekanizmaların olmadığı tespit edilmiştir. Bu bağlamda Birlik’te yaşanan
borç krizi sürecinde, üye ülkeler arasında ve Birlik genelinde ekonomik
koordinasyonu, mali disiplini ve makroekonomik istikrarı sağlamak adına çeşitli
önlemler alınmıştır.
3.3.1.1.Kamu Finansman Dengesinin Sağlanması
İlk etapta, kamu borçları çok yüksek seviyelerde olan Euro bölgesi
ülkelerinde kamu borçlarının azaltılması acil bir zorunluluk olarak görünmektedir.
Bu anlamda makroekonomik politikalarda ihtiyatlı olunmalı, malî disiplin sağlanmalı
ve bunun sürdürülmesi konusunda üye ülkelerce kararlı bir tutum izlenmelidir.
Özellikle Yunanistan, İrlanda ve Portekiz yoğun, İtalya ve İspanya ise nispeten
yumuşak bir malî disiplin politikasını uygulamaya geçirmelidir (Öztürk ve Aras,
2011: 150). Euro bölgesinde malî disiplinin sağlanabilmesi için Almanya gibi
gelişmiş kurucu üye ülkelerce sürekli olarak kriz içindeki üye ülkelere kemer sıkma
politikalarına titizlikle riayet etmesi telkininde bulunulmaktadır. Almanya gibi
düşünen ülkeler, kemer sıkma tedbirlerinin kısa vadede kriz içindeki üye ülkelerde
ekonomik aktiviteyi olumsuz etkileyebileceğini kabul etmemektedir. Ancak kabul
etmek gerekir ki küçülen ekonomilerde büyüme yeniden başlayamazsa, bütün bu
borç sorununun ortadan kaldırılması mümkün değildir. Çünkü neticede borcun yükü,
ülkenin milli gelirine oranıyla ölçülmektedir. Üye ülkelerde kemer sıkma
politikalarının bir sonucu olarak milli gelir düşmeye devam ederse, borç oranını
düşürmek de çok zor olacaktır.

3.3.1.2. Borç yapılandırma programları


Üye ülkelerde borç yapılandırmalarına gidilmeli ve borçlar makul bir vadeye
yayılmalıdır. Aksi takdirde borç krizinde en zayıf halkayı oluşturan ülkelerdeki kriz
yayılma etkisiyle AB’nin geri kalanını da tehdit edebilecektir. Bu konuda kısa
vadede daha hızlı hareket edebilen ve daha büyük kaynakları hızla ortaya koyabilen
Avrupa Merkez Bankası’nın desteğine ihtiyaç bulunmaktadır. Avrupa Merkez
Bankası ciddi bir şekilde devreye girmeli ve ikincil piyasada başta İspanya (faizlerin
% 7’i aşması nedeniyle) ve İtalya (faizlerin % 6’yı aşması nedeniyle) olmak üzere
yüksek borç oranlarına sahip üye ülkelerin tahvillerini, faizler daha makul bir düzeye
ininceye kadar almalıdır. Aynı zamanda bu müdahale, kriz içindeki borçlu ülkelerin
başlattığı yapısal reformların etkili olması için de gereken zamanı sağlamış olacaktır.
Teknik olarak bakıldığında bazı ülkeler iflas etmiş olabilir. Ancak krizin bulaştığı
diğer ülkelere yapılacak erken müdahalelerle, bu ülkelerin borçları azaltılabilir veya
belli bir seviyede kalması sağlanabilir. Dahası gelecekte patlak verecek ve diğer
ülkelere de sıçrayacak başka sorunların önüne geçilebilir. Bu anlamda başta Almanya
ve Fransa gibi çekirdek ülkelerin cömert şartlarla çevre ülkelere borç vermesi ve
onların tahvil kayıplarını garanti altına alması gerekebilir ki bu, sınırlı malî transfer
anlamına gelir.

3.3.1.3. Rekabet gücünün arttırılması ve yapısal reformlar


Kamu finansman dengesini sağlamak, finansman sorunları ortadan kaldırmak
ve piyasaların güvenini yeniden kazanmak için gerekli yapısal reformlar ile birlikte
tasarruf sağlanması esaslı tek yoldur (Dombret, 2013: 1). Bu anlamda farklı yapısal
reformlara ihtiyacı olan her ülkede, işletmelerin değişen koşullara hızlı uyum
sağlaması için bu ülkelerde işgücü piyasalarının esnek bir hale getirilmesi ve rekabet
gücünün geliştirilmesi gerekmektedir. Rekabet gücündeki azalmayı gidermek için
birim emek maliyetini düşürücü önlemler alınmalıdır. Kriz içindeki ülkelerde
özellikle kriz dönemi öncesinde emek maliyetleri, emek verimliliğinin üzerinde
seyretmiştir. Tabiki bu önlemler sadece üye ülkelerdeki krizler için değil, aynı
zamanda genel olarak tüm üye ülkelerin ekonomik büyüme hızlarının sağlanması
için de önem taşımaktadır. Diğer taraftan, cari fazla veren Almanya gibi Kuzey
Avrupa ülkelerinde ücretlerin artması beraberinde maliyetlerin artmasına ve kriz
içindeki Güney Avrupa ülkelerinde ücretlerin artmaması beraberinde maliyetlerin
azalmasına bağlı olarak bu ülkelerde rekabet artışı sağlayacaktır. Buna göre Euro
Bölgesi içinde bir fiili bir devalüasyon gerçekleşmiş olacak ve böyle bir ayarlama,
bütün yükü Güney ülkelerine veren ve bu ülkelerde sadece kemer sıkma
politikalarının bir sonucu olarak deflasyon gerektiren bir stratejiden çok daha uygun
olacaktır. Bunun için yapısal reformların hem kemer sıkma hem de devalüasyon
benzeri bir etki yaratacak maliyet avantajları ile birlikte uygulanması daha olumlu
sonuçlar doğurabilecektir

3.3.1.4 Parasal Birlik İçin Daha iyi Bir Mimari Oluşturma


AB içinde, üye devletlerden bazılarının tek para birimi “Euro”ya üye
olmasının getirdiği önemli faydalara (faizlerin düşmesi vs.) rağmen, son on yılda
yaşanan gelişmelerle paralel olarak ortaya çıkan borç krizleri, ekonomik ve parasal
birliğin geleceği ve ne onun kurumsal yapısı üzerine soru işaretlerini de beraberinde
getirmiştir. Ekonomik ve parasal birlik üyesi ülkeler arasındaki bağımlılık göz
önünde bulundurulduğunda, bu ülkeler arasında daha yüksek seviyede politika
koordinasyonuna her zamankinden daha fazla ihtiyaç bulunmaktadır. İstikrarlı bir
ekonomik ve parasal birlik için bu anlamda üye devletler parasal birliğin mimarisini
geliştirmek zorundadır. Buna göre ulusal düzeyde yürütülen malî politikalar ile AB
düzeyinde yürütülen para ve maliye politikaları arasındaki dengesizliğin ortadan
kaldırılması gerekmektedir. Bunun için ise öncelikle malî birliğin sağlanması önem
taşımaktadır. Ancak üye ülkelerin, maliye politikalarına ilişkin yetkilerini
devretmekte isteksiz olduklarını dikkate alırsak, şu aşamada en azından üye ülkelerde
borçlanmaya ilişkin kuralların sıkılaştırılarak belli bir disipline oturtulması ve tüm
üye ülkelerin buna riayet etmesi Euro bölgesinde finansal istikrarın sağlanması
açısından önem taşımaktadır. Bu anlamda, aslında bütçe açıkları için kararlaştırılan
hedefler ile üye devletlerin uyumunu izlemeye odaklanan ve 2011 yılında revize
edilen yeni SGP (mevcut SGP’yi güçlendiren Altılı Paket kapsamında) ile şimdi
benzer bir süreç kamu borç seviyeleri için de geçerli hale gelmiştir
(eurozone.europa.eu adresinden 28.08.2014 tarihinde alınmıştır). Diğer taraftan,
birbirine entegre finansal piyasalar ve kurumlar göz önüne alındığında ekonomik ve
parasal birlik süreci ayrıca bankacılık sektörünün ortak denetimi ve yeniden
yapılanması için de tüm politika araçlarına ihtiyaç duymaktadır. Özellikle devlet
tahvili piyasalarında ve bankalararası borçlanmada istikrar ve güven için “kurtarma
yok” kuralı, dışsallıkların makul maliyetlerle yönetilebilir olmasını gerektirmektedir
(Mattern, Windhagen, Habbel, Mußhoff, Kotz ve Rall, 2012: 19). Aksi halde, Euro
bölgesi finansal piyasalarındaki istikrarsızlık beraberinde üye ülkelerde sürekli
dalgalanmalara ve şoklara, entegrasyon sorunlarına ve dahası Euro para biriminin
zayıf olmasına neden olacaktır.

3.3.2 Krize Karşı Geliştirilen Mekanizmalar


Krize karşı bir önlem olarak kurulan AB mekanizmalarının ardındaki çıkış
noktası, uyguladıkları sürdürülemez maliye politikaları sonucunda ciddi borç yükü
altına giren Euro Bölgesi üye ülkelerinin borçlanma maliyetlerinin de önemli ölçüde
artmış olması ve nihayetinde bu ülkelerin daha derin mali problemlerle karşı karşıya
kalmış olmalarıdır. Kurulan mekanizmaların temel amacı özetle, malî sorunlarla
karşı karşıya kalan üye ülkelerin kısa vadede borçlanma maliyetlerini düşürebilmek
ve uzun vadede bu ülkelerde mali istikrarın korunmasına yönelik olarak gözetim ve
yaptırım mekanizmalarını oluşturmaktır. Borçlanma maliyetlerini kısa vadede
düşürebilmenin en etkili yollarından biri ise Euro Bölgesi bütününde mali
problemlerle karşı karşıya kalan üye devletlere daha uygun koşullarla kredi temin
edilmesidir. Bu kapsamda, AB üyesi üye ülkelerinin ortak garantisi altında kriz
içindeki üye ülkelerin borç sorunlarını çözmek ve borçlanma maliyetlerini azaltmak
amacıyla bu ülkelere kredi temin edilmesi planlanmış ve yine bu amaçla zor
durumdaki bu ülkelerin çıkarttığı tahvillerin AB üyesi ülke merkez bankalarınca
alınması kararlaştırılmıştır. Böylelikle AB içindeki derinleşen borç krizine karşı tüm
üye ülkeler, kurdukları fonlarla bir nebze olsun kriz içindeki üye ülkelerin ödeme
153 güçlüklerini gidermeye çalışmış, risklerini azaltmış ve borçlanma maliyetlerini
düşürmüştür. Bu anlamda;  İlk olarak kurulan fon “Ödemeler Dengesi Fonu”
olmuştur. Bu fon ile Euro bölgesi dışında kalan AB üyesi on ülkenin ödeme
güçlüklerine karşı finansman imkanı oluşturulması hedeflenmiştir.  İkinci olarak
“Kredi Havuzu” mekanizması oluşturulmuştur. Bu sistem bir kereye mahsus olmak
üzere kriz içindeki Yunanistan’ın kullanımı için oluşturulmuş bir borç havuzudur. 
Üçüncü olarak “Avrupa Finansal İstikrar Mekanizması (EFSM)” oluşturulmuştur. Bu
mekanizmanın amacı, malî sorunlarla karşılaşan ve çeşitli zorluklar yaşayan tüm AB
üye devletlerine finansal destek sağlamak olmuştur.  Dördüncü olarak 2010 yılında
“Avrupa Finansal İstikrar Fonu (EFSF)” kurulmuştur. Bu mekanizmanın amacı, Euro
bölgesi üye devletlerine geçici malî yardım sağlayarak Avrupa’nın parasal birliğinin
malî istikrarını korumaktır.  Beşinci olarak 2010 yılında “Avrupa İstikrar
Mekanizması (ESM)” kurulmuştur. Bu mekanizma 2013 yılında faaliyete geçecek
olup, Euro bölgesi üye devletlerinin yaşadığı finansal zorluklara karşı sürekli bir
mekanizma olarak düşünülmüştür.  Son olarak krize karşı üye ülkelerde rekabet
gücünü arttırmayı amaçlayan “Euro Rekabet Paktı”, AB içinde ekonomi
politikalarının koordinasyonunun iyileştirilmesi ve gözetiminin geliştirilmesi
amacıyla hazırlanan “Altılı Paket” ve “İkili Paket”, borçlu üye devletlerin daha iyi
şartlarda yeniden borçlanmasına ilişkin olarak çıkarılan “Eurobond”, AB içinde denk
bütçe kuralının getirilmesi ve daha etkin bir yaptırım mekanizması oluşturulması
amacıyla hazırlanan “Malî Antlaşma”, AB içindeki yıllık ekonomi ve malî politika
rehberliği ve gözetimi döngüsünün bir aşaması olan “Avrupa Dönemi” ve AB
ekonomisini gelecek on yıla hazırlamaya yönelik hazırlanan “Avrupa 2020 Stratejisi”
kriz sonrasında AB düzeyinde üye ülkelerin öncelikli sıkıntılarını ortadan kaldırmaya
yönelik getirilmiş mekanizmalar olmuştur. Yaşanan borç krizlerinin etkileri ile
mücadele etmeye çalışan AB’de, parasal birliğin oluşumundan itibaren üye devletler
için sağlanmaya çalışılan ulusal ekonomi politikalarının koordinasyonu ve bu
ülkelerde malî disiplinin güçlendirilmesi üzerine tartışmalar, her zaman AB’nin
gündeminde olmuştur. Bu anlamda krizlere karşı, AB üyesi devletlerin ekonomi
politikaları arasında koordinasyon oluşturulması ve üye devletlerde malî disiplinin
sağlanması amacına yönelik olarak bir kriz mekanizmasının oluşturulmasına ihtiyaç
olduğu da her zaman ekonomistlerce vurgulanan bir husus olmuştur. Bu çerçevede,
AB düzeyinde daha etkili ekonomi ve maliye politikaları sağlanmasına yönelik
olarak son yıllarda alınan önlemlere ve oluşturulan mekanizmalara ayrıntılı olarak
değinmek gerekecektir.

3.3.2.1 Ödemeler Dengesi Fonu (BoP)


Bu Fon, Euro Bölgesi dışında kalan AB üyesi on devletin ödemeler
dengesinde yaşayabilecekleri sorunlara karşı ve buna bağlı olarak gerçekleşebilecek
dış finansman güçlüklerinde devreye girmek üzere tesis edilmiştir. Fon, Roma
Antlaşması’nın ödemeler dengesinde sorun yaşayan üye devletlere yardım
sağlanabilmesini öngören 119(1). ve 119(2). maddeleri (Avrupa Birliği’nin İşleyişi
Hakkında Antlaşması ile birlikte 143. madde olarak değiştirilmiştir) dayanak
gösterilerek, 332/2002 sayı ve 18 Şubat 2002 Tarihli Konsey Tüzüğü aracılığı ile
oluşturulmuştur (ec.europa.eu, adresinden 28.08.2014 tarihinde alınmıştır). Bu fonun
çalışma şekli fon kullanacak ülkenin, üye ülkelerin teminatıyla tahvil ihraç etmesi
şeklindedir. Mekanizmanın finansmanı; borçlanacak ülke tarafından AB
Komisyonu’nun, AB bütçesinin ve üye devletlerin tümü tarafından garanti altına
alınan tahviller ihraç edilerek borçlanılması ve ödemeler dengesinde sorun yaşayan
devlete kredi sağlanması şeklinde gerçekleşecektir. Yardım talep eden üye devlete
kredi sağlanıp sağlanmayacağı, eğer sağlanacaksa kredinin miktarı ve temin biçimine
ilişkin karar ise AB Bakanlar Konseyi tarafından verilecektir. Toplam bütçesi 50
milyar Euro olan Ödemeler Dengesi Fonu’ndan Macaristan (6,5 milyar Euro),
Letonya (3,1 milyar Euro) ve Romanya (5 milyar Euro) faydalanmıştır.

3.3.2.2 Kredi Havuzu (GLF)


Bu mekanizma esas itibarıyla Yunanistan’a kredi sağlamak için tasarlanmış
olup, Euro bölgesi ülkelerinin Avrupa Komisyonu aracılığıyla sağladığı 80 milyar
Euro ve IMF’nin temin ettiği 30 milyar Euro’dan oluşan 110 milyar Euro tutarında
bir borç havuzudur. Bu mekanizmanın amacı, malî sürdürülebilirliğini tekrar sağlama
amacına yönelen Yunan hükümetinin çabalarını desteklemek ve böylece
sürdürülebilir bir ekonomik büyümenin temellerine odaklanarak bu ülkede
ekonominin rekabet gücünü arttırmak amacıyla yapısal reformları uygulamaktır. Bu
kapsamda Yunanistan’a sağlanacak malî yardım karşılığında, bu ülkenin atması
gereken adımlar ve alması gereken önlemler karara bağlanmıştır. Bu mekanizma ile
Yunanistan’a yönelik yardım paketi kapsamında her bir harcamanın serbest
bırakılması, Eurogroup ve IMF Yönetim Kurulu tarafından onaylanması şartına
bağlanmıştır. Bu karar öncesinde yine Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası
ve IMF Yönetim Kurulu, program şartlarına Yunanistan tarafından uyulup
uyulmadığını izlemekle görevlidir. Kredi Havuzu mekanizması kapsamında
Yunanistan’a yönelik beşinci gözden geçirme görevi 9 Temmuz 2014 tarihinde
başlamıştır.

3.3.2.3 Avrupa Finansal İstikrar Mekanizması (EFSM)


 Bu mekanizma, dış faktörlerden kaynaklı olarak çeşitli malî sorunlarla
karşılaşan tüm AB devletlerine finansal destek sağlamak amacıyla 5 Ocak 2011
tarihinde kurulmuş bir yapıdır. Yaşanan krizler sonrasında birçok üye devletin bütçe
açığı ve borç sorunları yaşaması, borçlanma koşullarının ciddi biçimde ağırlaşması
ve dolayısıyla malî istikrarının bir bütün olarak AB ülkelerinde risk altına girmesi, bu
mekanizmanın kurulmasını gerekli kılmıştır. EFSM mekanizması, 407/2010 sayılı ve
11 Mayıs 2010 tarihli Konsey Tüzüğü ile kurulmuş olup, yasal dayanağını Avrupa
Birliği’nin İşleyişi Hakkında Antlaşma’nın 122(2). maddesinden almaktadır.
Antlaşma’nın ilgili maddesi herhangi bir üye ülkenin kendi kontrolü dışında
meydana gelen dış faktörler sebebiyle malî zorluklar yaşaması durumunda, Birliğin
bu ülkeye malî yardım sağlayabilmesini düzenlemiştir.
 EFSM mekanizması uyarınca Komisyon, AB adına piyasalardan tahvil
çıkarılması yoluyla kredi temin etmekte ve sonrasında bu krediyi faydalanıcı üye
ülkenin kullanımına sunmaktadır. Üye devletlere sağlanan krediler, AB bütçesi
tarafından garanti altına alınmakta olup, krediden faydalanan ülkelerin Komisyon
tarafından da kabul edilmiş sıkı bir makroekonomik uyum programı benimsemesi
gerekmektedir. EFSM mekanizması kapsamında kriz döneminde İrlanda için uygun
görülen 85 milyar Euro’luk kurtarma paketine 22,5 milyar Euro ve Portekiz için
uygun görülen 78 milyar Euro’luk kurtarma paketine ise 26 milyar Euro olmak üzere
toplamda 48,5 milyar Euro katkıda bulunulmuştur. Avrupa Finansal İstikrar
Mekanizması (EFSM) geçici bir mekanizma olup, fonun 2013 yılı Haziran ayından
itibaren yerini 500 milyar bütçeli kalıcı kurtarma programı Avrupa İstikrar
Mekanizması’na (European Stability Mechanism-ESM) bırakması düşünülmüştür.

3.3.2.4 Avrupa Finansal İstikrar Fonu (EFSF)


Bu mekanizma, malî sorunlarla karşılaşan tüm AB üyesi ülkelere malî destek
sağlayabilen EFSM’den farklı olarak, dış faktörlerden kaynaklı olarak malî sıkıntı
içindeki Euro bölgesi üye devletlerine geçici malî yardım sağlayarak Avrupa’nın
parasal birliğinin malî istikrarını koruma amacıyla oluşturulmuş bir sistemdir. Avrupa
Finansal İstikrar Fonu (EFSF), 9 Mayıs 2010 tarihinde Euro’yu kullanan ülkeler
tarafından kabul edilmiş ve 7 Haziran 2010 tarihinde Lüksemburg’da kurulmuş bir
şirkettir. Fon, yasal dayanağını Avrupa Birliği’nin İşleyişi Hakkında Antlaşma’nın
122(2). maddesinden almaktadır. EFSF, Euro bölgesi üyesi ülkelerin ortak garantisi
altında piyasaya sürülen tahviller vasıtasıyla üye ülkelere kredi temin edilmesi
şeklinde çalışmaktadır. Görevlerini yerine getirmesi için EFSF bu anlamda; finansal
zorluk içindeki ülkelere kredi sağlamak için gerekli fonları arttırmak amacıyla
piyasalarda tahvil veya diğer borçlanma araçlarını çıkarma, birincil ve ikincil borç
piyasalarına müdahale, ihtiyat programı temelinde hareket etme, program dışı
ülkeleri de kapsayacak şekilde hükümetlere krediler aracılığıyla finansal
sermayelendirmeyi finanse etme ve üye devletlere sağlanacak tüm malî yardımların
uygunluğunu kontrol etme konusunda yetkili kılınmıştır.

Çizelge 3.1. Üye ülkelerinin Avrupa Finansal İstikrar Fonu’na sağlayacakları katkı
miktarı
ÜLKE TAAHHÜT EDİLEN MİKTAR (MİLYON EURO)
ALMANYA 119.390,07
FRANSA 89.657,45
İTALYA 78.784,72
İSPANYA 52.352,51
HOLLANDA 25.143,58
BELÇİKA 15.292,18
YUNANİSTAN 12.387,70
AVUSTURYA 12.241,43
PORTEKİZ 11.035,38
FİNLANDİYA 7.905,20
İRLANDA 7.002,40
SLOVAKYA 4.371,54
SLOVENYA 2.072,92
LÜKSEMBURG 1.101,39
GKRY 863,09
MALTA 398,44
TOPLAM GARANTİ TAAHHÜTLERİ 440.000,00
Kaynak: http://www.efsf.europa.eu/attachments/faq_en.pdf adresinden 20.06.2014 tarihinde alınmıştır.

Euro bölgesi üye devletleri tarafından taahhüt edilen ve toplam büyüklüğü 440
milyar Euro düzeyinde olan EFSF mekanizması ile malî sıkıntı yaşayan Euro bölgesi
üye ülkelerine tahvil alım programı kapsamında kredi temin edilmesi öngörülmüştür.
2010 yılında 17 üyeli Euro bölgesi tarafından oluşturulan 440 milyar Euro garantili
EFSF mekanizması kapsamında; İrlanda için 18,4 milyar Euro, Yunanistan için
144,6 milyar Euro ve Portekiz için 26 milyar Euro olmak üzere toplamda 189 milyar
Euro katkıda bulunulmuştur. EFSF de EFSM gibi geçici bir mekanizma olup, fonun
2013 yılı Haziran ayından itibaren yerini 500 milyar bütçeli kalıcı kurtarma programı
olan Avrupa İstikrar Mekanizması’na (European Stability Mechanism-ESM)
bırakması düşünülmüştür. Hem EFSF’nin ve hem de EFSM’nin yasal dayanağına
yöneltilen temel eleştiriler, bu mekanizmalardan faydalanan üye ülkelerden
Yunanistan ve İrlanda’nın yaşadığı krizlerin ne kadar dış faktörlerle ilişkili
olduğudur. Bahse konu ülkelerde yaşanan borç krizlerinin esasında yapısal
sorunlardan kaynaklanması ve sözkonusu sorunların dış faktörlerle
gerekçelendirilmesi bu anlamda çok gerçekçi bir durum ortaya çıkarmadığı için her
iki mekanizma da tartışma konusu olmuştur.

3.3.2.5 Avrupa İstikrar Mekanizması (ESM)


Euro bölgesi üye devletleri için kalıcı bir kriz çözüm mekanizması olarak “Avrupa
İstikrar Mekanizması (ESM)”nin kurulması kararı 2010 yılı Aralık ayında Avrupa
Konseyi tarafından alınmıştır. Mart 2011 tarihinde gerçekleştirilen AB Konseyi
Zirvesinde ise Euro’nun istikrarını sağlamaya yönelik olarak 2013 yılı ortasında
devreye girmesi öngörülen ESM’nin, Euro bölgesine dahil üye devletler arasında
hükümetlerarası bir kuruluş olarak kurulması öngörülmüştür.65 Bu kapsamda ESM,
finansal güvenlik duvarı olarak Euro bölgesi üye ülkelerinin yaşadığı finansal
zorluklara karşı sürekli bir mekanizma olması ve bu mekanizma ile kredi ve malî
yardım finansmanında bulunmak üzere borçlanma araçları ihraç edilmesi
planlanmıştır (esm.europa.eu, adresinden 29.08.2014 tarihinde alınmıştır). Euro
bölgesi üye ülkelerinin, ESM’ye sağlayacakları katkı oranları da aynı tarihli Avrupa
Konseyi’nde karara bağlanmış ve aşağıdaki oranlar üzerinde mutabık kalınmıştır.
Çizelge 3.2. Üye ülkelerin Avrupa İstikrar Mekanizması’na sağlayacakları katkı
oranları1
ÜLKE ÜLKELERİN KATKI ORANLARI (%)
ALMANYA 27,146
FRANSA 20,386
İTALYA 17,914
İSPANYA 11,904
HOLLANDA 5,717
BELÇİKA 3,477
YUNANİSTAN 2,817
AVUSTURYA 2,783
PORTEKİZ 2,509
FİNLANDİYA 1,797
İRLANDA 1,592
SLOVAKYA 0,824
SLOVENYA 0,428
LÜKSEMBURG 0,250
GÜNEY KIBRIS 0,196

1
Conclusions of the Heads of State or Government of the Euro Area of 24-25 March 2011,
https://www.consilium.europa.eu adresinden 20.06.2014 tarihinde alınmıştır.
ESTONYA 0,186
MALTA 0,073
TOPLAM ORAN 100,000

Mekanizmadan faydalanabilme koşulları ise Komisyon, IMF ve talepte bulunan üye


devlet tarafından üzerinde mutabakata varılmış ekonomik uyum programlarının
uygulanması gibi sıkı koşullara tabi tutulmuştur. Dilimler halinde kredi kullandıracak
olan ESM’nin, gerekli görüldüğünde destek amacıyla zor durumdaki üye ülkelerin
tahvillerini de satın alabilmesi öngörülmüştür (Öztürk ve Aras, 2011: 151-152). ESM
mekanizması kapsamında; Kıbrıs için 9 milyar Euro ve İspanya için 41,3 milyar Euro
olmak üzere toplamda 50,3 milyar Euro malî yardımda bulunulmuştur.

3.3.2.6 Euro Rekabet Paktı (Euro Plus Pack.)


Almanya ve Fransa tarafından 4 Şubat 2011 tarihli Avrupa Konseyi’nde
önerilen “Rekabet Paktı” ile AB’nin rekabet gücünün arttırılması ve bu kapsamda
üye ülkelerin rekabet gücünü ölçmek amacıyla fiyat rekabeti, malî yapı, Ar-Ge ve
eğitim harcamaları için sıkı bir denetim getirilmesi öngörülmüştür. Bu anlamda, bu
mekanizma ile ulusal ekonomilerin rekabet gücünün ölçülebilmesi için aşağıda
belirtilen üç göstergenin tesis edilmeye çalışılacağı ifade edilmiştir:

 Fiyat rekabetçiliğine yönelik göstergeler (reel iş gücü maliyetlerinin


istikrarının ve işgücü maliyetlerinin ölçülmesinin üretkenlik ve verimlilikteki
gelişmeleri dikkate alınarak),

 Kamu maliyesinin istikrarının kapsamlı olarak değerlendirilmesini


sağlayacak göstergeler (kamu borçları da dikkate alınarak),

 Ar-Ge, eğitim ve altyapı yatırımlarına GSYİH’nin belirli bir oranında asgarî


yatırım yapılması zorunluluğu getirilmesi.
Rekabet Paktı, üye devletlerce uygulanmak üzere bir program önermekteydi.
Programa göre ücret ve maaş artışları fiyat artışlarına endekslenecek; diploma ve
meslekî yeterlilikler karşılıklı olarak tanınarak çalışan hareketliliği sağlanacak;
kurumlar vergisi uygulamalarında yakınlaşma ve emeklilik sistemlerinde uyumlaşma
sağlanacak; borç uyarı mekanizmaları anayasal çerçeveye oturtulacak ve bankalar
için ulusal kriz yönetimi sistemleri kurulacaktır. Bu anlamda, Rekabet Paktı ile
birlikte bütçe dengesine ilişkin anayasal hükümlerin getirilmesi sayesinde üye
ülkelerce, maliye politikalarının uygulanması konusundaki mevcut esnekliklerin
önemli ölçüde sınırlanması ve hükümetlerin büyüme, yakınsama ve sosyal gelişmeye
yönelik ulusal politikalarının tasarlanması ve uygulanması aşamasında hareket
alanının daraltılması amaçlanmıştır.
Bazı üye ülkelerce, Pakt ile getirilecek düzenlemeler ile kriz içindeki
Yunanistan, İrlanda ve Portekiz gibi küçük ülkelerin gelişmiş AB ekonomilerine
yakınsayabilmeleri, onlarla rekabet edebilmeleri ve yüksek büyüme oranlarını
yakalayabilmeleri için gerekli borçlanma imkanlarının ellerinden alınacağı
düşünülmüştür. Bunun sonucunda da uzun vadede Pakt’ın, Birlik içinde rekabeti
teşvik etmek bir yana, daha az gelişmiş üye ülkelerin gelişmiş üye ülkelere
yakınsamasının engellenmesi sonucunu yaratacağı endişesi Pakt’a muhalefeti
artırmıştır. Sonuç olarak Rekabet Paktı ile anılan konulara ilişkin olarak getirilmeye
çalışılan şartlar pek çok üye devlet tarafından farklı gerekçelerle endişeyle
karşılanmış ve Rekabet Paktı’nın oldukça katı bağlayıcı hükümler içermesi nedeniyle
sözkonusu Pakt’ın içeriğinin yumuşatılmasına karar verilmiştir. Bu kapsamda
oluşturulan Mart 2011 tarihli yeni belgeye “Euro Rekabet Paktı” (Euro Plus Pact) adı
verilmiştir. Euro Rekabet Paktı ile vergilerde uyumlaştırma ve ücretlerin fiyatlara
endekslenmesi hükümleri programdan çıkarılmış ve üye ülkelerde rekabet gücünü ve
istihdamı arttırmak, kamu maliyesinin sürdürülebilirliğini sağlamak ve malî istikrarı
güçlendirmek temel hedefler olarak belirlenmiştir (ec.europa.eu adresinden
02.09.2014 tarihinde alınmıştır).

3.3.2.7 Avrupa Dönemi (European Semester)


Ekonomik gözetime ilişkin yeni bir yaklaşım olan “Avrupa Dönemi”, AB
içindeki yıllık ekonomi ve malî politika rehberliği ve gözetimi döngüsünün bir
aşamasıdır. Üye devletlerin ekonomi politikaları arasında daha etkin koordinasyonun
sağlanması ve malî disiplinin güçlendirilmesi amacıyla revizyona tabi tutulan Avrupa
ekonomi yönetiminde, ulusal ekonomi ve maliye politikalarının kontrolü
niteliğindeki Avrupa Dönemi uygulamasına başlanılmasına ilişkin Komisyon önerisi
Ekonomik ve Mali İşler Konseyi (ECOFIN)’in 7 Eylül 2010 tarihinde
gerçekleştirilen toplantısında onaylanmıştır. Buna göre her Avrupa Dönemi’nde
(yarıyılında) Avrupa Komisyonu, üye devletlerin malî ve yapısal reform
politikalarını analiz etmekte, öneriler sunmakta ve bunların uygulanmasını
izlemektedir.
1 Ocak 2011 tarihinden itibaren başlayan bu mekanizma kapsamında her
yılbaşından itibaren altı aylık dönemler (Avrupa Dönemi) itibariyle üye devletler,
AB düzeyinde 161 tavsiyeler (rehberlik) almaktadır ve daha sonra kendi politika
planlarını (ulusal reform programları ve istikrar veya yakınsama programları) AB
düzeyinde değerlendirilmek üzere teslim etmektedir. Değerlendirmeden sonra, üye
devletlere kendi ulusal bütçe ve reform politikaları için bireysel öneriler (ülkeye özgü
öneriler) verilmektedir. Amaç, gelecek yılki bütçeyi belirlerken üye devletlerin
önerileri de dikkate almasıdır. Avrupa Dönemi ile üye devletler;

 Sağlam bir kamu maliyesi oluşturmayı,


 Hızlı bir ekonomik büyüme sağlamayı,

 AB içinde aşırı makroekonomik dengesizlikleri önlemeyi,


amaçlamaktadır (consilium.europa.eu adresinden 02.09.2014 tarihinde
alınmıştır). Bu mekanizmaya getirilen en önemli eleştiri ise Avrupa Dönemi
uygulaması ile ulusal parlamentoların ulusal bütçelerine ilişkin egemenlik haklarının
kısıtlanmaması gerektiği olmuştur. Son olarak Avrupa Komisyonu, AB ekonomik
yönetişimin güçlendirilmesi ve üye ülkeler arasında koordinasyonun arttırılmasının
amaçlandığı Avrupa Dönemi’nin bir parçası olan derinlemesine makroekonomik
gözden geçirme çalışmasını, 5 Mart 2014 tarihinde sonuçlandırmıştır. Komisyon,
Kasım 2013 tarihinde Euro bölgesi üye ülkelerinin istikrar programlarına ve Euro
bölgesi dışındaki AB ülkeleri için de yakınsama programlarına temel teşkil etmek
üzere detaylı değerlendirme raporları yayımlamıştır. Bu kapsamda, on yedi ülkeye
ilişkin çalışmaların sonuçları açıklanırken, on dört ülkenin (Belçika, Bulgaristan,
Almanya, İrlanda, İspanya, Fransa, Hırvatistan, İtalya, Macaristan, Hollanda,
Slovenya, Finlandiya, İsveç ve İngiltere) çeşitli makroekonomik dengesizlikler
yaşadığı belirtilmiştir. Kurtarma programı kapsamındaki ülkeler olan Yunanistan,
Güney Kıbrıs, Portekiz ve Romanya, malî destek programları kapsamında gözetime
tabi olduklarından makroekonomik dengesizlikler sürecine dâhil edilmemiştir.
Danimarka, Lüksemburg ve Malta’nın ise birtakım makroekonomik sorunları
olmasına karşın, bu ülkelerin Makroekonomik Dengesizlik Prosedürü (MIP)’e66
dâhil olacak kadar dengesizliklere sahip bulunmadığına karar verilmiştir.

3.3.2.8 Altılı Paket (Six Pack)


AB içinde ekonomi politikalarının koordinasyonunun iyileştirilmesi ve
gözetiminin geliştirilmesi amacıyla Komisyon tarafından Eylül 2010 tarihinde
önerilen ve “Altılı Paket” (Six-Pack) olarak anılan mevzuat önerisi paketi, İstikrar ve
Büyüme Paktı’na ilişkin reformları gerçekleştirme ve daha büyük makroekonomik
gözetimi tanıtan bir Avrupa yasal (beş düzenleme ve bir direktiften oluşan) önlemler
seti olarak tanıtılmıştır. Bu paket, AB Konseyi tarafından 4 Ekim 2011 tarihinde
onaylanmış ve 13 Aralık 2011 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Altılı Paket’in, özellikle
finansal yaptırımları da içine alarak Euro bölgesi üye ülkeleri için bazı özel kurallar
getirmek ile birlikte tüm Birlik ülkeleri için geçerli olması ve yeni “Makroekonomik
Dengesizlik Prosedürü” kapsamında sadece malî gözetimi değil, aynı zamanda
makroekonomik gözetimi de kapsaması öngörülmüştür.
Paket’in uygulamaya konulmasıyla daha güçlü bir ekonomik birlik yolunda
malî sıkılaştırma ve güçlü ekonomik politikalar konusunda koordinasyon yaratılmaya
çalışılmış; kısa vadeli sorunlar için de istikrar araçları geliştirilmiştir. Böylece, AB
içinde ekonomi politikası eş güdümüne ilişkin “European Semester (Avrupa
Dönemi)” uygulamasının önümüzdeki dönemde daha sağlam bir yasal çerçeveye
dayandırılmasının sağlanması amaçlanmıştır.
Altılı Pakette yer alan başlıca düzenlemeler:
 İstikrar ve Büyüme Paktı’nın Önleyici Kısmını Oluşturan Mevzuatta
Değişiklik Yapan Tüzük (Harcama Kuralı: Harcamalardaki genişleme, potansiyel
büyüme hızını geçmemelidir. Kuralı İhlal eden ülkeler ceza, faizli teminat ve/veya
Komisyon uyarılarına maruz kalabilecektir.)
 İstikrar ve Büyüme Paktı’nın Düzeltici Kısmını Oluşturan Mevzuatta
Değişiklik Yapan Tüzük (Aşırı Açık Prosedürü: Borçlarının GSYİH’ye oranı % 60’ı
aşan ülkeler, borç miktarını üç yıl boyunca ve her yıl GSYİH’sinin % 60’ı aşan
kısmının % 5’i oranında azaltmalıdır.)

 Euro Bölgesinde Bütçe Gözetiminin Etkin Bir Şekilde Uygulanmasına


İlişkin Düzenleme (Önleyici Tedbir: İhtiyati politikalardan ciddi sapmalar,
GSYİH’sinin % 0,2’si oranında faizli teminat uygulamasını devreye sokacaktır.
Düzenleyici Tedbir: Aşırı açık veren ülke, GSYİH’sinin % 0,2’si oranında faizsiz
teminat uygulamasına maruz kalacaktır. AB tavsiyelerini dikkate almayan ülkelerin
teminatları cezaya çevrilebilecektir.)
 Üye Devletlerin Bütçe Çerçeveleri Kapsamındaki Gereksinimlere İlişkin
Direktif (SGP’de yer alan amaçlar ulusal bütçe çerçevelerine yansıtılacak ve kamu
maliyesine ilişkin çok yıllı planlama yaklaşımı benimsenecektir. Muhasebe ve
istatistikî raporlarda bağımsız gözetim ve analiz süreçlerinde üye devletlerin uyması
gereken asgari koşulları tanımlanmaktadır.)
 Makroekonomik Dengesizliklerin Önlenmesi ve Düzeltilmesine İlişkin
Düzenleme (Aşırı Dengesizlik Prosedürü (EIP): Çeşitli ekonomik göstergelerden
oluşan bir puan tablosu baz alınarak dengesizlik riskleri düzenli olarak
değerlendirilecek ve ciddi dengesizliklerin tespit edildiği üye devletler için bu
prosedür devreye girecektir. Bu prosedüre tabi olan üye devlet belli bir takvim
dahilinde gerçekleştireceği eylemleri içeren düzeltici bir eylem planı hazırlayacak;
eylemlerin gerçekleştirilmesinde sürekli başarısız olunması durumunda yaptırımlar
devreye girecektir.)
 Euro Bölgesindeki Aşırı Makroekonomik Dengesizliklerin Düzeltilmesine
İlişkin Uygulama Tedbirleri Hakkında Düzenleme (EIP tavsiyelerini uygulamakta
tekrarlayarak başarısız olunması durumunda sözkonusu ülke, GSYİH’sinin % 0,1’ine
tekabül eden miktarda yıllık para cezası ödemek zorunda kalacaktır.)
Altılı Paket’te en fazla dikkat çeken husus, aşırı bütçe açığı prosedürüne
benzer şekilde, aşırı dengesizlik prosedürünün düzenlenmiş olmasıdır. Aşırı
Dengesizlik Prosedürü’nün amacı, üye devletlerin makroekonomik koşullarının
Avrupa Komisyonu tarafından izlenmesi suretiyle, riskli ekonomik gelişmelerin
tespit edilmesi ve gecikmeksizin düzeltilmesidir. Bu kapsamda başlatılan gözetim
sürecinde üye ülkelerin makroekonomik koşullarını değerlendiren Komisyon, 14
Şubat 2012 tarihinde ilk kez Uyarı Mekanizması Raporu’nu açıklamıştır. Komisyon
raporda, 12 üye devletin67 makroekonomik koşullarının daha ayrıntılı analiz
edilmesinin gerektiğini belirtmiş, bir bakıma riskli gördüğü ekonomileri listelemiştir
(Yiğit, 2012: 163). Aşırı Dengesizlik Prosedürü (EIP) kapsamında, herhangi bir üye
devlette oluşabilecek makroekonomik dengesizlik durumunda, Komisyon ilgili üye
devlete makroekonomik dengesizliği önlemesi için öneride bulunacaktır.
Makroekonomik dengesizlik ciddi bir şekilde üye devlet veya parasal birlik için risk
taşıyabilecek bir nitelikte ise o zaman Komisyon, ilgili devletin aşırı dengesizlik
prosedürüne konu olması için Konsey’e tavsiyede bulunabilecektir. Konsey,
Komisyon’un önerisini kabul ettiğinde, hakkında aşırı dengesizlik prosedürü
başlatılan üye devlet ekonomik dengesizliklerin giderilmesi amacıyla yeterli olarak
alacağı önlemleri içeren düzeltici eylem planını Konsey’e sunmakla yükümlüdür.
Yeterli düzeyde düzeltici önlemleri iki kez almakta başarısız olan üye devlet,
yaptırımlara maruz kalabilecektir. Üye devletler için Avrupa Komisyon’un yaptırım
önerisi Konsey tarafından nitelikli çoğunlukla alınan karar uyarınca reddedilmemiş
ise, Komisyon’un yaptırım önerisi kabul edilmiş sayılacaktır.

3.3.2.9 İstikrar Bonoları (Eurobonds)


23 Kasım 2011 tarihinde Avrupa Komisyonu, ortak ihraç ve ortak garantiler
için belirtilen farklı seçenekler ve düzeylerin olduğu “Eurobond” (İstikrar Bonoları
olarak anılan) tanıtımını gerçekleştirmiştir. Eurobond’lar, borçlu devletlerin daha iyi
şartlarda yeniden borçlanmasına ilişkin olarak Avrupa borç krizini çözmek için bir
yol olarak öne sürülmüştür. Eurobond’ların olası bir tanıtımı için nispeten uzun bir
yol haritası olmasına rağmen, şu anda fonlama baskısı ile karşı karşıya olan üye
devletler için, daha düşük devlet tahvil getirileri ile fonlama maliyetlerinin hemen
düşüşe yol açarak piyasa beklentileri üzerinde hızlı bir etkisinin olabileceğine
inanılmaktadır.

3.3.2.10 İkili Paket (Two Pack)


İki yönetmelikten oluştuğu için “İkili Paket” olarak adlandırılan bu
düzenleme, gözetim mekanizmasının güçlendirilmesi amacı kapsamında sadece Euro
bölgesi ülkelerine yönelik olarak 13 Haziran 2012 tarihinde çıkarılmıştır. İkili Paket
ile Euro bölgesi ülkelerinin bütçe yasa tasarılarının değerlendirilmesi, aşırı bütçe
açıklarının olması halinde bunların giderilmesinin sağlanması ve malî zorluklarla
karşılaşan Euro bölgesi ülkeleri için güçlendirilmiş gözetim mekanizmasının
uygulanması amaçlanmıştır. Bu amaçla, Euro bölgesi ülkeleri ortak bir bütçe zaman
çizelgesi uyarınca, bütçe yasa tasarılarını bağımsız makroekonomik tahminleri ile
birlikte her yıl 15 Ekim tarihinden önce Komisyon’a ve Eurogroup’a ileteceklerdir.
Komisyon ise Euro bölgesi ülkelerinin bütçe yasa tasarılarını, İstikrar ve Büyüme
Paktı kapsamında yapılan tavsiyelere uygun olarak değerlendirecektir.

3.3.2.11 Malî Antlaşma (TSCG )


İstikrar ve Büyüme Paktı’nda özetlenen bütçe kurallarına dayalı olarak
Birliğe üye devletlerde malî disiplinin güçlendirilmesi, denk bütçe kuralının
getirilmesi ve daha etkin bir yaptırım mekanizması oluşturulması amacıyla
hazırlanan “Malî Antlaşma” (Fiscal Compact), uluslararası antlaşma niteliğinde bir
mekanizmadır. Antlaşma, tüm Euro bölgesi üyesi ülkelerin ve diğer sekiz AB üyesi
ülkenin liderleri tarafından 2 Mart 2012 tarihinde imzalanmış ve Antlaşma, 1 Ocak
2013 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Antlaşma’ya göre:

 Üye ülkelerin yıllık yapısal bütçe açığı, ülke GSYİH’sinin % 0,5’ini geçmemelidir,
 Üye ülkelerin, bütçe açığını azaltması için bir düzeltme mekanizması uygulaması
gerekmektedir,
 Antlaşmayı imzalayan üye ülkeler, ayrıca yeni bir borçlanma planlarken önceden
AB Konseyi’ni, Avrupa Komisyonu’nu ve birbirlerini bilgilendirmeyi kabul ederler,
denilmektedir (eurozone.europa.eu adresinden 02.09.2014 tarihinde
alınmıştır). Malî Antlaşma; antlaşmaya taraf üye devletlerin denk bütçe kuralını, malî
antlaşmanın yürürlüğe girmesinden itibaren bir yıl içinde tercihen anayasal düzeyde
kalıcı ve bağlayıcı olarak ulusal hukuk sistemlerine aktarmasını gerektirmektedir.
Buna göre denk bütçe kuralını, öngörülen süre içinde (2013 yılı sonuna kadar) ulusal
hukuk sistemlerine aktarmayan devletler, Adalet Divanı’nın yargı yetkisine maruz
kalacaktır. Adalet Divanı’nın ilgili devlete yönelik bağlayıcı kararı uygulanmaz ise
üye devlete GSYİH’nin % 0,1’ine kadar para cezası verilebilecektir. Anılan para
cezası, ilgili üye devlet Euro bölgesinde ise Avrupa İstikrar Mekanizması (ESM)’ye,
Euro bölgesi dışında ise AB bütçesine aktarılacaktır.

3.3.2.12 Avrupa 2020 Stratejisi


AB ekonomisini gelecek on yıla hazırlamaya yönelik hazırlanan “Avrupa
2020 Stratejisi”, 3 Mart 2010 tarihinde Avrupa Komisyonu başkanı José Manuel
Barroso tarafından açıklanmıştır. Strateji, esas olarak gelecek on yıl için AB’nin
büyüme stratejisini ortaya koymaktadır. Bu kapsamda, bu yeni strateji ile AB’nin
yaşanan borç krizinden daha güçlü çıkması, AB içindeki yapısal sorunlara çözüm
bulması ve küresel bir güç olarak rekabetçi olabilmesi için yüksek seviyede istihdam
sağlayan, verimli ve sosyal uyumu yüksek bir akıllı, sürdürülebilir ve kapsayıcı bir
ekonomi haline gelmesi gerektiği önemle vurgulanmıştır. Bu itibarla, Avrupa 2020
Stratejisi hedefleri doğrultusunda büyüme ile ilgili olarak üç temel öncelik
belirlenmiş olup, sözkonusu öncelikler; “akıllı büyüme”, “sürdürülebilir büyüme” ve
“kapsayıcı büyüme”nin sağlanması olarak sıralanmıştır.
Avrupa 2020 Stratejisi, beş başlıkta (istihdam; araştırma ve geliştirme; iklim
değişikliği ve enerji; eğitim; sosyal içerim ve yoksulluğun azaltılması) hedeflerini
içermektedir. Bu hedeflere 2020 yılına kadar ulaşılması kapsamında üye devletler,
kendi ulusal reform programlarına ulusal hedefleri de dahil etmesi için teşvik
edilmiştir. Avrupa 2020 Stratejisi kapsamında 2020 yılına kadar gerçekleştirilmesi
gereken hedefler:
 Araştırma ve geliştirme koşullarının iyileştirilmesi için kamu ve özel yatırım
seviyelerinin AB gayrisafi hasılasının % 3’ü oranına yükseltilmesi,
 Sera gazı emisyonunun en az % 20 oranında azaltılması ve yenilenebilir enerji
kaynakları ile enerji verimliliğinin % 20 oranında arttırılması,
 20-64 yaş grubu kadın ve erkek nüfusun % 75’inin istihdam edilmesi,

 Okuldan ayrılanların oranının % 10’un altına düşürülmesi ve 30-34 yaş grubunun


en az % 40’ının yükseköğrenim diploması almasının sağlanması,
 AB sınırları içinde yoksulluk sınırı altında yaşayanların sayısının % 25 azaltılması,
olarak belirlenmiştir (Welfare, https://www.welfare.ie adresinden 02.09.2014
tarihinde alınmıştır). Avrupa 2020 Stratejisi’nin izlenmesi için bu uygulama, ilk
dönemi Ocak 2011 tarihinde başlayan Avrupa Dönemi’ne entegre edilmiştir. Avrupa
Komisyonu, 23 Kasım 2011 tarihinde Avrupa Dönemi kapsamında hazırladığı “2012
Yıllık Büyüme Değerlendirmesi” ile birlikte “Avrupa 2020 Stratejisi İlerleme
Raporu”nu açıklamıştır. Komisyon, Avrupa 2020 Stratejisi İlerleme Raporu’nda üye
devletlerin Avrupa 2020 Stratejisi hedeflerine yönelik ilerleyişini hayal kırıcı
bulduğunu belirterek üye devletlerin ulusal hedeflerinin, Avrupa 2020 Stratejisi’nin
hedeflerine ulaşması için yeterli olmadığının altını çizmiştir.
Sonuç olarak geçtiğimiz son birkaç yıl içinde AB üyesi ülkelerin ekonomisini
ciddi ölçüde olumsuz etkileyen ve etkileri halen devam eden borç krizi, sadece bu
ülkelerin mevcut sorunlarını gün yüzüne çıkarmamış, aynı zamanda dünyanın en
büyük ekonomik entegrasyonlarından biri olan AB ekonomi yönetiminin
zayıflıklarının da açıkça görülmesini sağlamıştır. Bu vesileyle yaşanan borç
krizlerine karşı geliştirilen AB politikaları, temelde AB’nin mevcut ekonomi
yönetiminin zayıflıklarının üstesinden nasıl gelineceğine ve Birlik içinde nasıl daha
iyi bir ekonomi yönetiminin oluşturulabileceği konusu üzerine mevcut olan
tartışmaları da yoğunlaştırmıştır. Özellikle borç krizi sonrası üye ülkelerde bir türlü
olumlu sinyal vermeyen ekonomik göstergeler, bu ülkelerde yaşanan krizlerin
nedenlerinin önlenmesi kadar sonuçlarının giderilmesine yönelik çabaların da
önemini göstermiştir. Bu anlamda, AB içinde krizlerin ortaya çıkmasını önleyecek
veya yayılmasını durduracak tüm politik bileşenlere ek olarak, krizin önlenememesi
durumunda Birlik içinde krizin etkileri ile mücadele kapasitesinin güçlendirilmesine
yönelik ihtiyaç duyulacak mekanizmaların da acilen devreye sokulması bu süreçte
tüm kesimlerin hemfikir oldukları bir görüş olmuştur. Ancak bu mekanizmaların
faaliyete geçmesi, tüm üye devletler için ayrıca bir kaynak tahsisi gerektirmektedir
ve kriz içindeki ülkeler için yapılacak malî desteklerin halen yapısal sorunları devam
eden bu ülkelerden taahhüt alınarak malî gözetimi de içermesi bu mekanizmaların
ilerleyen zamanlarda ne ölçüde bir başarı sağlayacağını da gösterecektir.
SONUÇ
Avrupa Birliği’nin tarihçesine bakıldığında, 1957 tarihli Roma Antlaşması ile
Avrupa bütünleşme hareketini başlatan Avrupa Birliği, 1987 yılında kabul edilen
“Tek Avrupa Senedi” ile de mal ve hizmetlerin, sermayenin ve işgücünün serbest
dolaşımı önündeki engelleri kaldırmış ve 1992 yılında yapılan Maastricht
Antlaşmasıyla ise Ekonomik ve Parasal Birlik sürecine geçişin gerçekleştirilebilmesi
için üye ülkelerin uymaları gereken makroekonomik kriterleri belirlemiştir. 1999
yılına gelindiğinde Avrupa Birliği, tek para sistemine geçmiş ve ekonomik
bütünleşme sürecinin son aşaması olan parasal birlik sürecini başlatmıştır. Tek para
sistemi kapsamında 2002 yılında, ilk olarak on bir AB üyesi ülkede ulusal paralar
tamamen tedavülden kaldırılmış ve bu paralar yerini yeni ortak para birimi “Euro”ya
bırakmıştır. Bu anlamda, ortak para birimi ve yasal ödeme aracı olarak Euro’yu
kullanan üye ülkelerin (2014 yılı itibariyle on sekiz AB üyesi) oluşturduğu ekonomik
ve parasal birlik içinde, para politikası alanında parasal bütünleşme sağlanmış ve
para politikasını belirleme ve uygulama yetkileri merkezî olarak Avrupa Merkez
Bankası’na devredilmiştir. Diğer taraftan parasal birlik aşamasında merkezileşmeyi
benimseyen Avrupa Birliği’nde, maliye politikalarında adem-i merkeziyetçi bir yapı
tercih edilmiş ve maliye politikalarının üye ülkelerce özerk şekilde belirlenmesi
öngörülmüştür. Maliye politikası alanında üye ülkelere özerklik tanınmasının en
önemli avantajı, para politikası ile ilgili yetkilerini kaybeden bütünleşme içindeki üye
ülkelerin kendilerine bırakılan maliye politikası yetkileri sayesinde aktif olarak
asimetrik şokları bertaraf edecek önlemleri alabilmeleri olmuştur. Bu kapsamda,
özerk maliye politikalarının bir sonucu olarak üye ülkelerin kamu borç stoklarının
yıllar itibariyle yükselmesi ve bu yükselişin Maastricht Antlaşması ile belirlenen
makroekonomik kriterleri (kamu borcu69 ve bütçe açığı70 kuralı) ihlal etmesi
karşısında, AB nezdindeki yaptırım sürecinin yetersizliği zaman içinde durumu daha
vahim noktalara taşımıştır. Öyle ki, bazı AB üyesi ülkelerde kamu borcunun
GSYİH’ye oranının zamanla % 100’ün üzerine çıkması, bu ülkelerde borç yükünün
giderek borç-faiz kısır döngüsüne doğru sürüklenmesine ve sonuçta malî disiplinin
bozularak ekonomik istikrarın olumsuz etkilenmesine neden olmuştur.
2007 yılı ortalarından itibaren türev ürünler aracılığıyla ABD’deki finans
sektörünü etkisi altına alan ve 2008 yılına gelindiğinde tüm dünyayı etkileyen bir
krize dönüşen küresel finans krizi ile AB içindeki malî sorunlar (kurumsal
koordinasyon sorunları ve malî kriterlere uyum sorunları) iyice gün yüzüne çıkmıştır.
Bu dönemde, yüksek kamu borçlarına sahip bazı AB üyesi ülkeler iflasın eşiğine
gelmiş ve uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının yüksek borç oranlarına
sahip bu ülkelere art arda verdiği düşük notlar, bu ülkelerin ekonomik ve siyasi
itibarını da sarsmıştır. AB borç krizinde özellikle bu anlamda GIIPS (Yunanistan,
İrlanda, İtalya, Portekiz ve İspanya) ülkeleri ön plana çıkmaktadır. 2009 yılında
Yunanistan ile başlayan borç krizi, önce Portekiz ve İrlanda’ya sirayet etmiş, 2011
yılı sonunda İtalya’nın yardım çağrısı ile genişlemiş, 2012 yılında kurtarma paketi
talep eden İspanya’nın da bu ülkelere katılması ile gündemde kalmayı sürdürmüştür.
En önemli sorun ise bu ülkelerin patlak veren borç kriziyle kendi kaynak ve
önlemlerini kullanarak baş edememesi ve zor durumda olan bu ülkelere ne tür
önlemler alınması gerektiği konusunda AB içinde kurtarma tartışmalarının da
alevlenmesi olmuştur. Bu dönemde, özellikle Avrupa’nın güneyini sarsan ekonomik
ve malî kriz, siyasal şoklar yaratarak bu ülkeleri yönetilemez duruma getirmiş ve
Birliğin geleceğine ilişkin olarak nasıl bir ekonomi yönetiminin oluşturulabileceği
önemli bir mesele olarak AB’nin gündemini işgal etmiştir. Yaşanan borç krizinin
yönetilmesi hususunda, gerek kriz içindeki AB üyesi ülkelerin krizi tek başına
atlatabilmeleri konusundaki yetersizliği ve gerekse AB yetkili makamlarınca politik
öncelikler nedeniyle krize karşı etkin ve hızlı hareket edilmemesi, üye ülkelerde
kamu maliyesinin sürdürülebilirliğinin tehlikeye girmesine neden olmuştur. AB
içinde, ilk zamanlar malî kuralları ihlal eden üye devletlerin kurtarılmaması ve kendi
hallerine bırakılması gerektiği konusundaki düşünceler, zaman içinde yerini borçlu
ülkelerin moratoryum ilan etmesi halinde bunun domino etkisi yaratması ve dahası
bu durumun, üye ülkelerin borçlandığı AB bankacılık sistemi için risk teşkil etmesi
fikrine bırakarak AB yetkili organlarını borç krizine karşı müdahale etme ve ortak
karar alma politikalarına sevketmiştir. Bu durum, borçlu ülkelere AB, ECB ve IMF
işbirliği (TROYKA) ile malî yardımların yapılmasını ve böylece AB piyasalarında
oluşan belirsizliklerin de ortadan kaldırılması zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır.
Ancak, tüm bu yaşanan istikrarsızlık ve yönetişimsizlik dizisi, bu dönem içinde
AB’nin istikrarlı ve güçlü bir ekonomik birlik olma ideolojisine de gölge
düşürmüştür. Bununla birlikte, üye ülkelerde yaşanan borç krizlerini AB yetkili
organlarının nasıl öngöremedikleri veya Birlik nezdinde ortak olarak önceden
belirlenen ekonomik ve malî prosedürlerin yaşanan borç krizlerine karşı neden tesir
etmediği üzerinde en çok kafa yorulan konular olmuştur. Ancak, konuya maliye
politikaları çerçevesinde AB borçlanma politikaları açısından bakıldığında
Maastricht Antlaşması temelinde belirlenen kamu borcu sınırlaması kuralı ve ulusal
düzeyde ülkelerin uyguladıkları özerk maliye politikalar dışında Birlik düzeyinde
maliye politikası aracı olarak herhangi borçlanma politikası bulunmamaktadır.
Haliyle, üye ülkelerin AB politikalarının dışında gerçekleşen ulusal borçlanma
politikalarında gösterdikleri performans farkları, bu ülkelerin borç yüklerinin
ağırlığını belirleyen en önemli gösterge olmuştur. Sonuç olarak merkezî
hükümetlerin aşırı borçlanmaya giderek malî istikrarsızlık oluşturmaları ve diğer
ülkeler üzerine ve dahası AB politikaları üzerine yük oluşturabilmeleri ihtimali her
zamankinden daha ciddi, ama daha tehlikeli sonuçlara yol açacak bir süreci de
beraberinde getirmiştir.
AB sınırları içinde yaşanan ve Euro bölgesi ülkelerinin ekonomilerini
derinden etkileyen borç krizi sorununun özünü, aynı zamanda Euro bölgesi içinde de
bulunan ve yapısal bakımdan zayıf birkaç AB üyesi ülkenin (GIIPS) hızla yükselen
kamu borç oranları nedeniyle iflasın eşiğine gelmiş olmaları oluşturmaktadır. Öyle
ki, bahsedilen ülkelerde kamu borcu oranlarının bu ülkelerin GSYİH’lerine
oranlarının yüzde yüzü seviyesi üzerine çıkması ve geçen zaman içinde borç
seviyesinin artmaya devam etmesi bu ülkelerin borçlarının sürdürülebilirliği
konusundaki endişeleri de arttırmıştır. Dünya gündemini ve özellikle AB gündemini
sürekli meşgul eden yüksek AB borç oranları darboğazı sürerken borç krizinin
kökenine, Euro Bölgesi’nde neler olduğuna ve krizin önemine yakından bakmak
gerekecektir. Bugün açısından bakıldığında, Euro bölgesi ülkelerinin içine düştüğü
yüksek kamu borcu ve bütçe açığı oranlarını elbette tek başına bu ülkelerin parasal
birlik kapsamında Euro’ya geçişi ile açıklanamaz. Bu anlamda, Yunanistan ile
başlayan ve diğer Euro bölgesi üye ülkeler ile devam eden kamu borç krizini, tüm
mevcut sorunlar ve bu sorunların nedenleri ile birlikte değerlendirildiğinde temel
olarak üye ülkeler arasındaki eşitsiz ve dengesiz farklı gelişim yapılarına bağlamak
doğru olacaktır. Ekonomik ve Parasal Birliğin aşamalarından biri olan ortak para
birimi Euro, bu dengesizlikleri giderme yerine sadece daha da büyütmüştür. Çünkü,
parasal birlik içinde döviz kuru değişimi yoluyla dış dengenin sağlanması mümkün
olmadığı gibi, yine para politikasını kullanma imkanı ortadan kalktığı için mevcut
problemler daha belirgin bir hale gelmiştir. Özellikle, AB içinde Euro para biriminin
maliyetler üzerindeki etkisi ile ihracat gücüne sahip üye ülkeler lehine yaratmış
olduğu ticaret fazlası avantajı ve diğer çevre ülkelerde yaratmış olduğu ticaret açığı
maliyeti üye ülkelerin rekabet güçleri arasında ciddi açıklara neden olmuştur.
Almanya gibi gelişmiş büyük AB ekonomilerine karşı rekabet gücü zayıflayan ve
rekabet edebilecek durumda olmayan üye ülkelerin vermiş olduğu büyük dış ticaret
açıkları sözkonusu olduğunda Euro para birimi, açık veren ülkelerin mevcut
sorunlara göre bir para politikası oluşturma olanağını (devalüasyon yapma) ortadan
kaldırdığı için halen bu ülkelerin malî yetkiler içinde kalan borçlanma aracı
kaçınılmaz seçenek olmuştur. Bu anlamda, rekabet gücü makasının daha da
açılmasına neden olan ve dış dengenin sağlanması açısından farklı bir yaklaşım
ortaya çıkaran ortak para birimi fikrine ek olarak kriz öncesi dönemde bu ülkelere
yönelen yüksek tempolu sermaye girişleri, İspanya ve İrlanda’da özel sektörün ve
yerli bankaların daha da borçlanmasına, gayrimenkul sektörünün abartılı
balonlaşmasına ve sonuçta patlayan gayrimenkul balonunun bütçe harcamaları ile
kurtarılmasına neden olmuştur.
Diğer taraftan yüksek sermaye girişleri Yunanistan, Portekiz ve İtalya’da ise
dış kaynak girişleri yoluyla kamu açıklarının kapatılmasına vesile olmuş ve
nihayetinde kamu borçlarının bu ülkelerde hızla artmasına neden bir faktör olmuştur
(Boratav, 2011: 1). Öyle ki, bu ülkelerde kamu gelir ve giderleri arasındaki
dengesizliği ortadan kaldırmak için sürekli borçlanmaya başvurulması bu ülkelerde
faiz yükünü arttırırken, borçların ödeneceği döneme tekrar kaynak bulma sorununu
da gündemde tutmuştur. Sonuç olarak aşırı borçlanma krizinin Euro bölgesinde
yaratmış olduğu buhran, maliye politikaları alanında ortak politikaların oluşturulması
ve daha merkezî bir koordinasyon sisteminin kurulması için yeni kurumların
temellerinin atılması gerektiği yönündeki görüşleri de sıkça gündeme getirmiştir.
Parasal birliğin oluşumundan itibaren sağlanmaya çalışılan üye devletlerin
ulusal ekonomi ve maliye politikalarının koordinasyonu ve üye devletlerde malî
disiplinin güçlendirilmesi üzerine çalışmalar, özellikle son yıllarda AB gündeminin
ön sıralarını almıştır. Zira, para politikası yetkilerini devreden Euro bölgesi
ülkelerinin maliye politikaları alanındaki egemenlik haklarını korumaya devam
etmeleri, bu ülkelerin maliye politikalarını Birlik gözetiminden bağımsız ve serbestçe
uygulayabileceği anlamına gelmemektedir. Haliyle mevcut durum, Ekonomik ve
Parasal Birlik aşamasında merkezileşmeyi benimseyen üye devletler için ulusal
maliye politikalarını şekillendirecek AB merkezli ortak kurallara ihtiyaç duyulmasını
gerektirmiştir. Bu kapsamda, 1 Ocak 1993 tarihinde yürürlüğe giren ve üye devlet
hükümetlerinin makroekonomi yönetimindeki keyfiyetine son vererek malî disiplini
sağlamayı amaçlayan Maastricht Antlaşması’nın Euro bölgesine giriş için belirlenen
ön koşul niteliğindeki kriterleri ve yine AB’nin tümünde ulusal maliye ve ekonomi
politikalarının koordine edilmesine, belirlenen kriterlere uyumun izlenmesine ve malî
disiplinin sağlanmasına yönelik olarak kabul edilen 1997 tarihli İstikrar ve Büyüme
Paktı (SGP), AB içinde maliye politikası ile ilgili kuralların temelini oluşturan
dönüm noktaları olmuştur. Bu düzenlemelerle, parasal birlik içindeki ülkelere
yakınlaşma kriterlerine uyum kapsamında çeşitli uyarı ve yaptırım mekanizmaları
getirilmiştir. Böylece, 1 Ocak 1999 tarihinden itibaren başlayacak olan Ekonomik ve
Parasal Birlik (EMU) sürecinin üçüncü aşamasına geçmeden önce üye ülkelerde
uygulanacak kurallar açıkça bu mekanizmalarla ortaya konulmuş ve bu kurallara
uyulmaması durumunda uygulanacak yaptırımlar belirlenmiştir. Ancak, geçen zaman
içinde üye devletlerin İstikrar ve Büyüme Paktı’na yeterli ölçüde uymadıkları ve malî
disiplinin sağlanmasında Pakt’ın yeterli ölçüde etkili olmadığı gerekçesiyle yapılan
eleştiriler, zaman içinde Pakt’ın revize edilerek kural ihlali yapan ülkelere
uygulanacak yaptırımların otomatik olarak yürürlüğe girmesini esas alan
düzenlemelerin kabulünü gerektirmiştir. Ne var ki, yaptırımlar konusunda ilk
zamanlar ciddi bir tutum sergileyen Almanya ile birlikte Fransa’nın 2003 yılında
kamu açığı limitlerini aşarak yaptırım ile yüz yüze kalması ve AB Ekonomik ve Mali
İşler Konseyi’nin (ECOFIN)71 bu ülkelere uygulanacak yaptırımları askıya alması,
İstikrar ve Büyüme Paktı’nın tekrar gözden geçirilmesine neden olmuştur.
2005 yılında yapılan AB Zirve toplantısında, ECOFIN tarafından hazırlanan
bir rapor paralelinde AB Komisyonu düzenlemesi ile Pakt yeniden düzenlenmiştir.
2005’deki Pakt reformu, hem kural ihlalinin ilanını, hem de kural ihlalinin
giderilmesi sürecini “esnekleştiren”, ekonomik durgunluk dönemlerini göz önünde
bulunduran ve ekonomide verimliliği artırıcı limit aşımlarına cevaz veren hükümler
getirmiştir (Türel, 2013: 414). Buna göre, revize edilmiş bu yeni Pakt hükümleri ile
malî konularda üye devletlerin hareket alanı genişlemiş ve ekonominin durgunluk
dönemlerinde hükümetlerin sıkı maliye politikaları uygulama zorunluluğu ortadan
kaldırılmıştır. Bu durum karşısında Euro bölgesi dışında kalan AB üyesi bazı
ülkelerde genellikle, Pakt’ın kurallarının esnekleştirilmesi Euro bölgesine dahil
olmama gerekçesi olarak ileri sürülürken, diğer taraftan Euro bölgesi dışında kalmayı
tercih eden kimi ülkeler ise ekonomilerinin yakınlaşma kriterlerinde kabul edilen
referans değerleri sağlayamamasından dolayı Euro bölgesine dahil olmayı
reddetmiştir. Yaşanan borç krizine gelinen noktada, AB içinde çeşitli
mekanizmalarla belirlenen malî tedbirlerin tam olarak yürürlüğe konulamaması ve
etkin ve hızlı hareket etmeyi sağlayacak enstrümanların kullanılamamış olması
dinamik olmayı amaçlayan bir ekonomik birlik için oldukça karmaşık bir tablo
ortaya çıkarmıştır. Bu anlamda, AB’nin iki büyük kurucu ülkesi olan Almanya ve
Fransa’nın 2002-2005 yılları arası dönemde bütçe kurallarını ihlal etmesinin siyasal
öncelikler dikkate alınarak Konsey tarafından kabul edilmesi ve aşırı bütçe açığını
düzeltmekte başarısız olan üye devletler için öngörülen para cezalarının
uygulanamamış olması, üye devletler üzerinde malî disiplini uygulamayı imkansız
hale getirerek krize doğru malî sorunları da üstesinden gelinemeyecek seviyelere
çıkarmıştır.
İstikrar ve Büyüme Paktı tekrar gözden geçirilirken, bir diğer gelişme Birlik
nezdindeki, ekonomik ve sosyal alanlarda verimliliği, inovasyonu ve rekabet gücünü
artıracak reformları gerçekleştirecek olan “büyüme” ve “istihdam” odaklı 2000
tarihli “Lizbon Stratejisi”nin kabul edilmesi olmuştur. Bu anlamda, Lizbon Stratejisi
ile on yıllık süre içinde AB’nin dünyanın bilgiye dayalı en rekabetçi ekonomisi
haline getirilmesi amaçlanmıştır. Yine Lizbon sonrası dönemde, AB borç krizinin
etkileri ile mücadele sürecinde üye devletlere destek olmaya ve Birliği gelecek on
yıla hazırlamaya yönelik olarak hazırlanan “Avrupa 2020 Stratejisi” kabul edilmiş, 1
Ocak 2011 tarihinden itibaren üye devletlerin ulusal bütçeleri onaylanmadan önce
Birlik düzeyinde yapılan değerlendirmeler ışığında üye devletlere tavsiyelerde
bulunulabilmesine imkan tanıyan “Avrupa Dönemi” uygulamasına başlanılmış ve
yine 13 Aralık 2011 tarihinde tüm AB üyesi ülkeler için sadece malî gözetimi değil,
aynı zamanda makroekonomik gözetimi de kapsayan “Altılı Paket” yürürlüğe
sokulmuştur. Diğer taraftan, üye devletlerde malî disiplinin güçlendirilmesi amacıyla
daha sıkı kurallar ve daha etkili yaptırım mekanizmaları öngören “Malî Antlaşma”,
2012 yılında Birleşik Krallık ve Çek Cumhuriyeti hariç AB üyesi 25 ülke tarafından
imzalanmıştır. Sonuç olarak yaşanan tüm bu gelişmeler, parasal birliğe geçiş ile
birlikte ilk on yıllık süreçte AB üyesi devletlerde malî disiplinin etkili bir şekilde
sağlanamadığını, ancak Euro bölgesinde yaşanan borç krizi ile birlikte zamanla AB
içinde malî disiplinin sağlanması amacıyla daha sıkı kurallar ile daha etkili yaptırım
mekanizmalarının benimsenmesi ve uygulanması gerektiğini göstermiştir.
Tüm bu gelişmeler ile birlikte AB içinde etkili bir malî ve makroekonomik
gözetim sistemi sağlansa da, krizin önlenemediği durumlarda Euro bölgesinde malî
istikrarın korunmasına yönelik olarak çeşitli kriz mekanizmalarının oluşturulmasına
da ihtiyaç duyulmuştur. Bu amaçla krizlere karşı AB içinde bütüncül bir finansal
kredi destek aracı olarak “Avrupa Finansal İstikrar Mekanizması (EFSM)” ve
“Avrupa Finansal İstikrar Fonu (EFSF)” kurulmuştur. AB’nin bu her iki kredi aracı
ile gözetilen hedef üye ülkelerde malî istikrarın korunması olup Avrupa Finansal
İstikrar Mekanizması (EFSM), çeşitli malî sorunlarla karşılaşan tüm AB devletlerine
Avrupa Komisyonu aracılığıyla kredi sağlanmasına ve Avrupa Finansal İstikrar Fonu
(EFSF) ise malî sıkıntı içindeki Euro bölgesi ülkelerine geçici malî yardım
sağlanmasına yönelik olmuştur. Yine zaman içinde 2013 yılında faaliyete geçecek bir
finans aracı olarak “Avrupa İstikrar Mekanizması”nın (ESM) oluşturulması için
Lizbon Antlaşması’nda değişiklik yapılmasına karar verilmiş ve 2010 yılı Aralık
ayında gerçekleştirilen Avrupa Konseyi toplantısında, Euro bölgesinde malî istikrarın
korunması amacıyla Avrupa İstikrar Mekanizması’nın (ESM) sürekli bir mekanizma
olarak Avrupa Finansal İstikrar Mekanizması’nın (EFSM) ve Avrupa Finansal
İstikrar Fonu’nun (EFSF) yerini almasına karar verilmiştir. Avrupa İstikrar
Mekanizması’nın (ESM), temel olarak likidite problemi yaşayan Euro bölgesi
ülkelerinin borçlarının sürdürülebilirliğine ilişkin sürekli bir istikrar mekanizması
olması düşünülmüştür. Bahsedilen bu mekanizmalar ile AB yetkili organlarının,
Birlik içinde oluşabilecek bir krizi önlemeye yönelik olarak çıkardığı malî ve
ekonomik düzenlemeler ile paralel olarak herhangi bir üye devlette ortaya
çıkabilecek bir krizin önlenememesi durumunda, geçmişte yaşanan problemlerden
ders alarak krizin etkileri ile mücadeleye yönelik çeşitli mekanizmaları oluşturmaya
çalıştığı gözlemlenmektedir. Diğer taraftan, Euro ekseninde yapılan tartışmalara ve
Euro bölgesinin dağılacağını öne süren fikirlere karşı bu mekanizmalar ile AB’nin
ekonomik ve siyasî geleceğinin halen bir siyasal birliğe doğru sağlam bir şekilde
ilerlediği mesajı verilerek, finansal olarak AB desteğini alan kriz içindeki ülkelerden
belirlenen tasarruf planlarına sıkı sıkıya bağlı kalınması istenmiştir.
Gelinen noktada borç krizinin pençesine düşmüş ülkeler, kalıcı olmamakla
birlikte nispeten de olsa iyimserlik havası içinde düşük büyüme oranları ile
toparlanma sinyalleri vermektedir. Ancak, halen Euro bölgesi ülkelerindeki krizin
etkilerini atlatacak, durgunluğu ortadan kaldıracak ve istihdamı arttıracak ekonomik
faaliyetlerin önünü açmak için gerekli olan reformlar yapılamamaktadır. Dolayısıyla,
böyle bir ortamda yatırımlar büyük ölçüde Avrupa’dan ABD’ye doğru kaymaya
devam etmektedir.
Diğer taraftan İrlanda ve Yunanistan’ın uygulamaya yöneldiği aman vermez
kemer sıkma politikaları fiyat ve ücretleri baskılayarak birim işgücü maliyetlerini
geriletmiş, kemeri daha “insaflı” sıkmaya çalışan İspanya ve Portekiz’de ise birim
işgücü maliyetleri daha istikrarlı bir görünüm kazanmıştır. Ancak bu eğilimlerin
rekabet gücü açıklarını kalıcı olarak kapatabilmesi, uzun yıllar sürecek kemer
sıkma/deflasyon süreçleriyle mümkündür; buna da çalışan sınıfların katlanması
güçtür (Oktar, Türel, 2013: 416). Çünkü rekabet gücü kayıplarını telafi etmenin bir
diğer boyutu da bu ülkelerdeki yüksek ücret ve fiyat enflasyonunu ortadan
kaldırmaktan geçmektedir. Bu durum ise rekabet gücünü yeniden tesis edecek
politikalar kapsamında bu ülke ekonomilerinin uzun yıllar boyunca düşük büyüme
hızlarına ve yüksek işsizlik oranlarına katlanmaları anlamına gelmektedir. Haliyle
kemer sıkma önlemleri ile harekete geçirilecek politikaların ekonomide uzun süre
neden olacağı durgunluğun rekabet gücünü nasıl tesis edeceği ve bu ülkelerin malî
disiplini sağlamaya çalışırken ödün verdiği ekonomik büyüme olgusu dikkate
alınmadan kamu borç yükünü (kamu borcu/GSYİH) nasıl düşüreceği tartışılmaya
değer bir konudur.

Uygulanan kemer sıkma politikalarının bir sonucu olarak bu ülkelerde işsizlik


oranları artarken ve ekonomik büyüme oranları düşerken kamu borcunun yerinde
sayması veya yükselmeye devam etmesi bu ülkeleri “malî tuzağa”72 düşürmektedir
(Göker ve Akyol, 2014: 194). Bu anlamda, kriz içindeki borçlu ülkelerin borç
oranlarını düşürebilmeleri için mevcut kurumsal reformlarla birlikte öncelikle düşük
faiz oranları ile borçlarını çevirebilmelerine, borç konsolidasyonuna ve likidite
sıkışıklığı yaşayan ülkelere ödeme kolaylıkları sağlanmasına imkan tanınmalıdır. Bu
imkanı tanırken, elbette üye ülkelerin bütçe ve borçlanma politikalarının daha sıkı bir
şekilde denetlenmesi ve ahlakî tehlike sorunu ortaya çıkaran ve kendi malî
sorunlarının maliyetlerini diğer üyelere aktarmaya çalışan ülkelere izin verilmemesi
gerekmektedir. Malî kuralların yerine getirilmemesi durumunda uygulanacak
müeyyidelerin siyasi birtakım önceliklerle ertelenmemesi ve daha sıkı borç izleme ve
kontrol mekanizmalarının geliştirilmesi, bu çerçevede gelecek nesillerin borç
yükünün önemli oranda artmasını da engellemiş olacaktır. Yine rekabet gücünün
olumlu etkilerinden kısa süre içerisinde faydalanmak için bu ülkelerin ihracatlarını
arttırmaları gerekmektedir. Bunun için izlenecek olan temel politika, Almanya gibi
güçlü ekonomilere sahip AB üyesi ülkelerin maliyetlerini çevre ülkeler ile rekabet
edebilecek bir şekilde ayarlaması ve bu ülkelerin dış ticaret fazlası vermesini
sağlayarak borçlarını ödeyebilme imkanı sunmasından geçmektedir. Tabi ki kriz
içindeki borçlu ülkelerin de ekonomik performanslarını arttırmak için istihdamı
yaratan yatırımlara odaklanması, dış talebin artması sonucu ülkenin fazla vermesi ile
birlikte borçlara kaynak yaratacak iç tasarruf oranlarını arttırması ve bu sayede
dışarıdan yapılan borçlanmaları azaltması bu aşamada hayati önem taşımaktadır.
Kriz içindeki ülkelerde, 2014 yılında mütevazi ölçülerde de olsa ekonomik
büyümenin artışa geçmesi ve ekonominin canlanma sinyalleri vermesi uzun bir
ekonomik durgunluk ve kemer sıkma döneminden sonra AB’ye rahat bir nefes
aldıracağa benzemektedir. Ancak borç krizine çözüm aşamasında elbette halen
önemli bazı sorunlar devam etmektedir. Bu sorunların başında gelen işsizlik
sorununa bakıldığında, oran hala bazı ülkelerde 2014 yılı içinde % 25’ler seviyesinde
(Yunanistan % 27 ve İspanya % 25) bulunmaktadır. İşsizlik oranını düşürmek için
atılacak adımların başında, elbette bu ülkelerin işgücü piyasalarına yönelik
reformların gerçekleştirilmesi ve yine bu ülkelerdeki yatırımcı güveninin yeniden
kazanılması için bazı sektörlerde yapısal düzenlemelerin hayata geçirilmesi
gerekecektir.
Şu aşamada düşük büyüme, yüksek işsizlik, yetersiz kamu ve özel yatırımları,
makroekonomik dengesizlikler, kamu borçları ve rekabet eksikliği gibi başlıkların
önemli güçlükler olarak AB’nin gündeminde yerini koruduğu hesaba katılırsa, AB
ülkelerinde yakınsama kriterleri dışında malî federalizm olarak ortaya çıkacak bir
bütünleşme hareketi yakın gelecekte mümkün görünmemektedir. Kaldı ki, üye
ülkelerin de bu konuda farklı düşüncelerde olması şimdilik böyle bir bütünleşmeyi
destekler bir çaba oluşturmamaktadır. Buna göre maliye alanındaki AB yetkisi malî
koordinasyona, yani AB’nin sadece ulusal maliye politikalarını baskı altına alan
nominal bütçesel yakınlaşma kriterlerine (bütçe açığı GSYİH’nin % 3’ünü aşmamalı
ve kamu borcu ise GSYİH’nin % 60’ını geçmemelidir) indirgenmiştir. Diğer taraftan
malî bütünleşmenin AB maliye politikaları alanında en fazla gelişme sağladığı alan
kuşkusuz ki vergi uyumlaştırılması konusudur. Özellikle dolaylı vergiler alanında,
katma değer vergisinin bir Topluluk vergisi olarak kabulü ve vergi alanında tam bir
uyumlaştırmanın sağlanmış olması özellikle AB açısından önemli bir başarıdır. Diğer
taraftan AB içinde sermaye hareketliliğini etkilemesi nedeniyle dolaysız vergilerde
uyumlaştırma çalışmaları, öncelikle kurumlar vergisinde birtakım düzenlemeleri
gerektirmiştir ve bu alanda fazla bir gelişme kaydedilememiştir.

26-27 Haziran 2014 tarihlerinde Brüksel’de toplanan AB liderler Zirvesi’nde


AB Konseyi, AB’nin önümüzdeki beş yılının stratejik önceliklerini saptamış ve
Avrupa Komisyonu Başkan adayını belirlemiştir. Bu çerçevede, AB Konseyi’nin
Birliğin geleceğine ilişkin olarak aldığı kararların en dikkat çekici olanı “daha yakın-
daha bütünleşmiş bir birlik (ever closer union)” kavramının “farklı ülkeler için farklı
bütünleşme modelleri” şeklinde değerlendirilmesi olmuştur. Buna göre, üye
ülkelerden bazıları derinleşmeyi tercih ederken, diğerleri tercihlerini aksi yönde
kullanabilecektir.
Üye ülkelerin AB karşısında ulusal yetkilerinin sınırlanmasına karşı çıkan ve
AB’nin gelecekteki kurumsal yapısı konusunda farklı tutum takınarak Birlik’ten
ayrılmayı gündeme getiren İngiltere gibi ülkelerin endişelerine yanıt niteliğini
taşıyan bu karar, AB’nin geleceğinin şekillenmesi açısından hayati bir karar niteliğini
taşımaktadır (İKV, 2014: 1). Ne var ki, halen AB içinde her üye ülkenin
sorumluluklarını kendi başına üstlenmesi gerektiğini ısrarla savunan tutumlar, AB
Borç Krizi’nin kökeninde yatan ve geçen birkaç sene içerisinde bazı üye ülkelerin
iflaslarıyla sonuçlanan sorunları ve çözüm yollarını da görmezden gelmektedir.
Sonuç olarak AB gündemini uzun bir süredir meşgul eden ve Euro krizine dönüşen
borç krizi, Euro bölgesi üyesi birkaç devletin kendi sorunu olmaktan çıkmış ve
kurtarma görevi bütüncül olarak AB’ye düşmüştür. Gelinen aşamada, gerek AB’nin
politikalarındaki aksaklıklardan ve gerekse üye devletlerin kötü ekonomi ve maliye
yönetimlerinden kaynaklanan borç krizi, AB’nin dağılacağı yönündeki yorumları
desteklemek bir tarafa, ekonomik bütünleşme yolunda AB’nin ekonomik ve malî
alanda yeni yetkiler elde etmesi için fırsat sağlayabilir ve üye devletlerin yetki ve
konumlarını zayıflatabilir. Yani kriz vesilesi ile dağılan değil, daha da bütünleşen ve
her alanda düzenleme yapmak için meşru ve haklı bir gerekçesi olan güçlü bir
Avrupa siyaseti ortaya çıkarabilir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında her alanda büyük yıkımlara uğrayan Avrupa Birliği,
“özgürlük, demokrasi, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı ile hukukun
üstünlüğü ilkeleri üzerine inşa edilmiş” bir yapı olarak bu değerleri benimseyen,
geliştirmek adına her geçen gün en iyisini yapmaya çalışan ve AB vatandaşlarının
ekonomik, siyasî, sosyal ve kültürel alanlarda birbirleriyle kaynaşmasını öngören
uluslarüstü bir yapıdır. Bu kapsamda, öncelikli amacı üye devletlerin ortak değerler
etrafında bir araya gelmesini sağlayarak ekonomik kalkınmalarını sağlamak olan AB,
temellerinin atıldığı yıllardan bugüne kadar ki süreçte üye devlet ekonomilerinin
gelişmesinin ve refahının sağlanması için çaba göstermiştir. Bu amaç ise AB içindeki
üye devletler arasında ekonomik işbirliğinin kuvvetlendirilmesi için Birlik içinde her
geçen gün daha fazla alanda koordinasyona ve uyuma ihtiyaç duyulmasını
gerektirmiştir. Son yıllarda AB gündemini epey meşgul eden borç krizinin olumsuz
etkilerine rağmen bugün dünyanın pek çok bölgesi ile kıyaslandığında AB, en üst
düzeyde yaşam ve kalite standartları, ekonomik refah düzeyi ve bu refahın paylaşımı
bakımından halen bir başarı örneği oluşturmaya devam etmektedir ve bunun için en
iyisini gerçekleştirme azmini ve dinamizmini halen tüm gerçekliği ile canlı
tutmaktadır.
Kaynakçalar
AKTAN, Coşkun Can (2000), “Türkiye Avrupa Birliği’nin Neresinde ?”,
http://www.canaktan.org/ekonomi/avrupa-birligi/maastricht.htm, (10.01.2009)
Avrupa Birliği Delegasyonu AB’nin Tarihçesi Avrupainfo.tr/tr/abnin-tarihcesi-82
Bocutoğlu, E. ve Ekinci, A., (2009, Ocak-Haziran). Genel Teori, Küresel Krizler ve
Yeniden Maliye Politikası, Maliye Dergisi,
BİLİCİ, Nurettin (2005), Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri, Seçkin Yayınları, Ankara.
BRASCHE, Ulrich (2001), Avrupa Birliği’nin Bölgesel Politikası ve Türkiye’nin
Uyumu, İktisadi Kalkınma Vakfı Yayınları, İstanbul
ÇETİN, Ali Cüneyt, AKYÜZ, Yılmaz, GENÇ, Erhan; ''Küresel Kriz Sürecinde
İmalat Sanayi İşletmelerinin Finansal Sorunlarının Değerlendirilmesi (Uşak İli
Örneği)'', Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl:
2011/1, Sayı:13, 2011,
(Erişim): http://sbedergi.sdu.edu.tr/assets/uploads/sites/343/files/ali-cuneyt-
cetin27022013.pd
ÇELİK, Kenan (2005),“Avrupa Birliği ve Türkiye-AB İlişkileri”,
http://www.kenancelik. ktu.edu.tr/yayin/ab.pdf, 11.12.2008
Demirel, B. ve Elmas Arslan, G., (2013). Euro Bölgesinde Borç Krizi Sorunu ve
Çözüm Önerileri. Ekonomik Yaklaşım Dergisi, 23(Özel Sayı),
Doğru, B., (Ağustos 2012), ABD ve AB Bölgesindeki Bir Finansal Krizin
Türkiye’ye Etkileri: Cari Açık Üzerine Bir Uygulama, Dumlupınar Üniversitesi
Sosyal Bilimler Dergisi,
DIPUTACİQN DE BADAJOZ (2006), “The European Monetary Union”,
http://www.dip-badajoz.es/eurolocal/en/download/emu.htm, (08.02.2009)
DPT (Devlet Planlama Teşkilatı), (2001), “Vergi Özel İhtisas Komisyonu Raporu”,
http://ekutup.dpt.gov.tr/vergi/oik608.pdf, (08.03.2009).
EMİN TATOĞLU AVRUPA BİRLİĞİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ (YÜKSEK
LİSANS TEZİ) ANKARA, ANKARA ÜNİVERSİTESİ TÜRK İNKILAP TARİHİ
ENSTİTÜSÜ 2006 S.27
EURO TREATİES (2004), “Maastricht Treat/ Title-VII (ex Title VI), Economic And
Monetary Policy, Chapter 4, Transitional Provisions Article:121”,
http://www.eurotreaties.com/ emutreaty4.html, (15.02.2009)
İktisadi Kalkınma Vakfı Temel Politika Alanları,
https://www.ikv.org.tr/ikv.asp?ust_id=3&id=31
''Küreselleşme, Gelişmekte Olan Ülkeler ve Türk İmalat Sanayii'', Planlama Dergisi,
DPT'nin Kuruluşunun 42.Yılı Özel Sayı , Ankara, 2002,
(Erişim): http://ekutup.dpt.gov.tr/planlama/42nciyil.pdf 11 Aralık 2012
Kıral, Gülsen ve Esen, Bihter (2013). Avrupa birliği’ne üye ülkeler ile Türkiye’nin
ekonomik özelliklerinin istatistiksel yöntemlerle incelenmesi. Ç.Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, 22 (1), 173-188.
Öztürk, M. - Aras, O. N., (2011), Euro ve Kriz Sonrası Dönemde Parasal İstikrar,
Ekonomi Bilimleri Dergisi, 3(2)
ÖNEN, Z. Sacit (1989), Uluslararası Mali Kuruluşlar, Savaş Yayınları, Ankara
Pusat, F. (2013). Optimum Para Alanı Teorisi ve Ekonomik Parasal Birlik “Türkiye
Analizi”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Ankara,
SARAÇOĞLU, Fatih (2006), Avrupa Birliğinde Vergi Uyumlaştırma Süreci ve
Türkiye, Maliye ve Hukuk Yayınları, Ankara.
Selda Kıraç, Buket İlhan AVRUPA BİRLİĞİ OLUŞUM SÜRECİ VE ORTAK
POLİTİKALAR (2010)
Şanlıoğlu, Ö. ve Bilginoğlu, M. A., (2010, Ocak-Temmuz). Euro Bölgesinde
Yaşanan Mali Sorunlar ve Maliye Politikalarında Uyum Arayışları, Erciyes
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi,
WACHTEL, M. Howard (2003), “Maastricht: A Bridge Too Far”,
http://www.tni.org/ archives/wachtel/bridge.pdf, (15.03.2009).
YILDIZ, Habib ve YARDIMCIOĞLU, Fatih (2005), “Türkiye’ye Yönelik Avrupa
Birliği Mali Yardımları ve Aday Ülkelerle Karşılaştırılması”, C.Ü. İktisadi ve İdari
Bilimler Dergisi,Cilt 6, Sayı 2, s. 75–106.
YILDIZ, Mircan (2002), “Avrupa’nın Ekonomik ve Parasal Bütünleşmesinde Maliye
Politikasının Rolü ve Türkiye Açısından Bir Değerlendirme”, Avrupa Birliğine Geçiş
Süreci ve Türk Kamu Maliyesinin Uyumu (17. Türkiye Maliye Sempozyumu),
TÜRMOB Yayınları – 185, Ankara, s. 28–70.

You might also like