Uluslararası Çevre Hassasiyeti Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), İnsani Gelişme Raporu’nda “İnsanı çevreleyen canlı ve cansız varlıklar bütünü” çevre; hava, toprak ve suda meydana gelen, canlıların sağlığını, çevresel değerleri ve ekolojik dengeyi bozabilecek her türlü olumsuzlar çevre kirliliği; çevre sorunlarına karşı olumlu girişimlerde bulunmaya istekli olma ise çevre duyarlılığı olarak tanımlanmıştır. Dünya nüfusu ve refah seviyesindeki artış, hızla artan sanayileşme, plansız kentleşme, artan enerji talebi, madencilik, tarım arazileri üzerinde oluşan yoğun baskı, orman alanlarının tarım arazisi ve otlaklara dönüştürülmesi, sulak alanların kurutulması, birim alandan daha fazla verim elde etmek için yoğun gübre ve pestisit kullanımı beraberinde su, toprak ve hava kirliliği, küresel ısınma, buzullarda erime, iklim değişikliği, doğal yaşam alanlarının, biyolojik çeşitliliğin giderek azalması, asit yağmurları, çölleşme, erozyon, arazi bozulumu, ormansızlaşma gibi sorunların tüm ekosistemi etkilediğinin fark edilmesi üzerine 1970’li yıllardan sonra çevre sorunlarının çözümüne yönelik uluslararası işbirliği ve çok sayıda anlaşmalanın yapılmasının önünü açmıştır. Anlaşma ve sözleşmelerde sera gazı, karbondioksit ve eşdeğer gazların salınımının azaltılması; yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelinmesi, çevre dostu teknolojilerin yaygınlaştırılması, su kaynaklarının korunması, toprak kirliliğinin önüne geçilmesi, toprak, su ve hava kirliliğinin azaltılması, sürdürülebilir orman ve tarım yönetimleri gibi çeşitli hususlarda tedbirler alınması gerektiği öne çıkarılmış ve anlaşmaların bağlayıcılığı kabul edilmiştir. Küresel bir nitelik taşıyan çevre sorunlarının çözümü devletlerin bireysel çabalarının yanı sıra küresel işbirliğini gerektirmektedir. Küresel işbirliğinin somut sonucu ise küresel nitelikte işbirliğine zemin hazırlamaları, sorunlarının çözümüne hukuki açıdan bağlayıcı yasal dayanak sağlamaları ve ulusal çevre politikalarına rehber oluşturmaları bakımından önemli bir yere sahip olan çok taraflı çevre anlaşmaları olmakla birlikte, bu anlaşmaların uygulanmasında karşılaşılan problemler anlaşmaların başarısını önemli ölçüde etkilemekte ve sorunlarının çözümüne olan katkısını tartışılır hale getirmektedir. Bunun en önemli nedeni ise anlaşmalara uyumun ve uygulanmalardaki sorumluluğun taraf devletlerin iyi niyetine bırakılmış olması, doğal kaynaklara yönelik artan talep, çevresel yükümlülüklerin ekonomik çıkarlarla bağlantılı olması, bazı ülkelerin bu anlaşmaları egemenlik hakkına müdahale olarak algılanması, uygulamaların getirdiği ekonomik maliyetler, hukuki eksiklikler, kurumsal örgütlenme, uygulamaların izlenmesi ve denetlenmesi için gerekli teknik alt yapı ile etkin bir veri toplama ağı yetersizliği, ülkelerin fiziki şartları, coğrafi özellikleri ve uzman yetersizliği uluslararası hukuk sisteminin çevresel alandaki sorunlarla mücadelede yetersiz kalmasının başlıca nedenleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye çevre ile ilişkili çok sayıda uluslararası anlaşmayı imzalamış, çevre politikalarının oluşturulmasına yönelik 9.8.1983 tarihinde 2872 Sayılı Çevre Kanunu çıkarmış, ancak Çevre Kanunu’nun sorunlara yeterli cevap veremediği görülünce 2006 yılında 2872 sayılı Çevre Kanununda değişiklikler yapılmıştır. Kanun ve mevzuatlar incelendiğinde Türkiye’de çevre yönetimine ilişkin örgütlenme ulusal bir çevre politikasının uygulanmasına elverişli olmayan dağınık bir yapı arz ettiği anlaşılmaktadır. Tarımsal Üretim-Çevre İlişkisinin Analizi Ekonomik faaliyet alanı olarak bitkisel ve hayvansal ürünlerin üretildiği, ürünlerin yarı veya tam mamul hale getirildiği işletmelerden oluşan, küresel düzeyde 1,3 milyar aktif nüfus ile 3,3 trilyon dolarlık üretim değeri oluşturan, 884 milyon kişiye istihdam yaratan multidisipliner bir sektör olan tarım insanların beslenme ihtiyacını karşılaması, tarıma dayalı sanayiye hammadde temin etmesi ve ucuz istihdam sağlaması nedeniyle bütün ülkeler için stratejik bir sektördür. Zira, Davos’da 2018 yılında Dünya Ekonomik Forumunda (WEF), yayınlanan “Küresel Riskler Raporunda” dünyanın geleceğini ciddi şekilde tehdit eden küresel risklerden birisinin gıda güvenliği olduğu, küresel düzeyde 690 milyon insan açlık çektiği, 746 milyon insan yetersiz beslendiği, 2,1 milyar insanın güvenli içme suyundan yoksun yaşadığı belirtilmiştir. Üstelik, nüfus artışı, sanayileşme, artan enerji talebi, madencilik, yangınlar, tarımsal faaliyetler, arazi ve su talebi nedeniyle ekosistem ve tarım arazilerinde bozulumdaki artışının yanı sıra kişi başına düşen tarım arazisi ve kullanılabilir su miktarı da azalmaktadır. FAO 2020 yılı verilerine göre, dünyada kişi başına düşen tarım arazi 2000-2018 yılları arasında 0,24’den 0,21’e, AB’de 0,42’den 0,39’a, Türkiye’de ise 0,42 hektardan 0,28 hektara düşmüştür. Canlıların en temel ihtiyaçlarından olan suyun kaynakları kıt, döngüsü sabit olup tatlı su ekonomik gelişmenin ve gıda güvenliğinin en önemli belirleyicisidir. Nitekim, Dünya Ekonomik Forumu (World Economic Forum-WEF) 2014 Risk Raporunda su kıtlığı dünyadaki en önemli üç risk arasında gösterilmiştir. Dünya genelinde su stresi artmaktadır. Su stresi yıllık içme suyunun kişi başına 1 700 3 m ’ün altına düştüğü durumlarda kullanılan bir tanım olup, Avrupa ve Türkiye’de 2000 yılında su stresi %31,2 iken 2017 yılında bu oran Avrupa ve Türkiye’de %44,6’ya yükselmiştir. Dünyada kişi başına düşen içilebilir tatlı su miktarı ortalaması 7 600, Ortadoğu ülkelerinde 900, Türkiye’de 1 100 m3/yıldır. Üstelik, su kaynaklarının dağılımı kıtalar ve ülkelere göre değişim göstermektedir. Başta Asya ve Afrika olmak üzere gelecekte su sorunu yaşayacak kıtalar olarak görülmekle birlikte su stresinin ve baskısının en yoğun hissedileceği bölge Türkiye’nin de içerisinde bulunduğu Ortadoğu bölgesi olarak görülmektedir. Verilerden anlaşılacağı üzere, algının aksine Türkiye su zengini değil su fakiri ülkeler sınırında ve su stresine maruzdur. Üstelik, Türkiye’de kanalizasyon şebekeleri ile toplanan yaklaşık 3-4 milyar m3 atık su artıma tabi tutulmadan doğrudan akarsulara, barajlara, göl ve göletlere, tarım arazilerine ve diğer alıcı ortamlara verilmektedir. Bu nedenle dere ve göllerin çoğu temiz yüzey suyu özelliğini yitirmiş, tehlikeli sanayi ve evsel atık taşıyıcısı durumuna dönüşmüştür. Tarım sektörü iklim değişikliğinden en fazla etkilenen ve iklim değişikliğine de en fazla katkıda bulunan sektördür. Küresel ölçekte nitrojen salınımının %90’ı, metan salınımının %70’i ve karbondioksit salınımının ise %20’si tarımsal faaliyetlerden kaynaklanmaktadır. Diğer taraftan, iklim değişikliği nedeniyle küresel düzeyde sıcaklı artmakta, Türkiye’de sıcaklık artışı ise dünya ortalamasının üzerinde gerçekleşmektedir. FAO 2021 verilerine göre, son 20 yılda küresel düzeyde sıcaklık 0,99 oC artarken Türkiye’de 1,39 o C artmıştır. Bu nedenle Kyoto Protokolü Gereğince ormanların korunması ve orman alanlarının genişletilmesi; tarım sisteminin modernize edilmesi, su kaynaklarının verimli kullanılması, sulanabilir arazilerin acilen sulu tarıma açılması, çevreye duyarlı ve verimli yeni teknoloji kullanılması, kimyasal gübre ve pestisitlerin kullanımının düzenlenmesi önerilmiştir. Kişi başına düşen tarım arazisi ve içilebilir su varlığı azalırken, artan nüfusun gıda talebini karşılamak amacıyla yürütülen tarımsal faaliyetlerin de ekosistem üzerindeki baskısı artmaktadır. Canlılığın devamı için gerekli olan yaşam destek sistemlerinin temeli biyolojik çeşitlilik; bir coğrafik lokasyondaki canlıların birbirileriyle ve cansız öğelerle etkileşim içerisinde oldukları bütün ekosistem; belirli bir coğrafyadaki tüm canlılar biyoçeşitlilik; bir tür içerisinde yer alan farklı alt türler ise genetik çeşitlilik olarak tanımlanmıştır. Yaşamın kendisi ve çeşitliliği dünyanın en çarpıcı özelliği olup insanların başta gıda olmak üzere temel ihtiyaçlarını karşılamasında üretimi yapılan tüm bitki ve hayvan türlerinin kaynağını doğada bulunan yabani türler oluşturmaktadır. Bu nedenle canlılar bulunduğu ekosistemdeki diğer canlılarla bütünlük içinde birbirlerine bağımlı olup bir fauna yada florada bir türün yok olması ya da popülasyonunun azalması doğal dengenin bozulmasına neden olabilmektedir. Özellikle sanayi devriminin ardından toplumların refah seviyelerinin artması, 19. yüzyıldan itibaren hızla artan sanayileşme, aşırı nüfus artışı, artan enerji talebi, madencilik, yangınlar, tarımsal faaliyetler, arazi ve su talebi, iklim değişikliği, insanların çevresel gereksinimlerinin artması sonucu insanlar yaşadığı çevreyi aşırı şekilde tüketerek ekosistemde tahribatlara neden olmuştur. Nitekim, Küresel Ayak İzi Ağı 2018 raporuna göre, aşırı tüketim ve sürekli büyüyen tarımsal üretim nedeniyle son 50 yılda doğal kaynakların tüketiminde %190 oranında artış meydana geldiği rapor edilmiştir. Küresel ölçekte insanların doğadan sağladığı yıllık ekonomik değer 125 trilyon $ civarındadır. Zirai ürünlerin %75’inden fazlası tozlaşmayla sağlanmakta ve her yıl küresel zirai ürün üretimine tozlaşmanın ekonomik katkı 235-577 milyar $ civarındadır. Türkiye’nin yükselti ve iklim çeşitliliği, Asya ve Avrupa arasındaki konumu fauna ve flora zenginliğini beraberinde getirmiştir. Nitekim Avrupa kıtasında 12 500 açık ve kapalı tohumlu bitki türü varken, Anadolu’da 11 707 tür bulunmakta, bu türlerin yaklaşık üçte birini Türkiye’ye özgü (endemik) türler oluşturmaktadır. Bununla birlikte, Türkiye’de hızlı nüfus artışı, sanayileşme, madencilik, ekosistem hassasiyeti gözetilmeden yürütülen hatalı tarımsal faaliyetler, orman alanları ve sulak alanların tahrip edilmesi, akarsu kaynaklarının kirletilmesi, mera alanlarının aşırı otlatılması, tarım ilaçları ve kimyasal gübrelerin bilinçsiz kullanılması biyoçeşitliliği üzerinde geri dönüşümü olmayan tahribata neden olmaktadır. Tarımsal üretim pek çok açıdan topoğrafya, iklim, su ve toprak gibi doğal koşullara bağlı olarak gerçekleştirilmekle birlikte toprak erozyonu, iklim değişikliği, hava ve su kirliliği gibi farklı çevre faktörlerinden etkilenmekte aynı zamanda çevre dinamiklerini de etkilemektedir. Bu nedenle ekosistemle uyumlu sürdürülebilir gelişme modelinin benimsenmesi ve tarımsal faaliyetlerin de ekosistem hassasiyeti gözetilerek gerçekleştirilmesi gerektirmektedir. Nitekim, 7-8 Nisan 2016 tarihlerinde, Türkiye’nin de içinde bulunduğu 46 ülke ile Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin katılımıyla gerçekleştirilen OECD (Organisation for Economic Co-operation and Development: Ekonomik Kalkınma ve İş Birliği Örgütü) Tarım Bakanları Toplantısında, çok uluslu ticaret sisteminin desteklemesi, tarımsal faaliyetlerin biyoçeşitlilik kaynaklarının sürdürülebilirliğine katkı sağlayacak ve iklim değişikliğinin etkilerini en aza indirgeyecek şekilde yürütülmesi prensip olarak kabul edilmiştir. Diğer taraftan, uluslararası hukukun hakim kılındığı, Türkiye’nin de üyesi olduğu, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) Tarım Anlaşmasında (TA) küresel düzeyde tarım ürünlerinde fiyatların liberal ekonomi çerçevesinde şekillenmesi, ülkelerin koruyucu politikalardan vazgeçmesini hedeflemektedir. Üstelik, DTÖ Tarım Anlaşması incelendiğinde üreticiden ziyade tüketicilerin korunmasına yönelik kuralların öne çıktığı, tohum, gübre ve pestisit gibi üretim girdilerinde ve ürünlerin ticaretinde ise oligopol yapılar oluştuğu anlaşılmaktadır. Buraya kadar genel hatları ile özel olarak ele alınan bazı makro parametreler bir taraftan tarımsal üretimin çevre hassasiyeti gözetilerek gerçekleştirilmesi gerektiğini diğer taraftan da üretimde maliyet unsurunu öne çıkmaktadır. Tarımsal üretimde üretim maliyetlerinde avantaj sağlamanın yolu birim kaynak başına verimliliği arttırmaktan, verim ve kalite kaybına neden olan faktörleri minimize etmekten, üretimde bilgi, teknoloji ve doğal kaynakların verimli kullanımından geçmektedir. Bitki Koruma ve Çevre Kirliliği İlişkisi Dünya nüfusunun hızla artmasına karşın tarıma elverişli alanların giderek azalması gıda ihtiyacının karşılanabilmesi için birim kaynaktan elde edilecek verim miktarını arttırmaktan geçmektedir. Birim kaynaktan elde edilecek verim artışı için üretimin her aşamasında üretim girdilerinin etkin kullanımının yanında bitkisel üretimde verim ve kalite kaybına neden olan hastalık, zararlı ve yabancı otlarla mücadele edilmesi gerekmektedir. Zira, bitkisel üretimde hastalık, zararlı ve yabancı otlarla mücadele edilmemesi durumunda ürün miktarında ortalama %60-70 oranında kayıp olmaktadır. Hastalık, zararlı ve yabancı otlarla mücadelede en yoğun kullanılan yöntem %95 ile pestisitlerin kullanıldığı kimyasal mücadele olup oligopol yapının hakim olduğu pestisit sektörü küresel düzeyde yaklaşık 50 milyar dolarlık bir sektördür. FAO, 2021 yılı verilerine göre, pestisit kullanımı toplamda 2000-2020 yılları arasında yaklaşık %36 artarak 4,2 milyon tona ulaşmıştır. Hektara kullanılan pestisit miktarı 2000 yılında dünyada 2,06, AB’de 1,46; Türkiye’de 1,27 kg iken, 2020 yılında dünyada 2,69; AB’de 1,66; Türkiye’de ise 2,22 kg olarak gerçekleşmiştir. Bu veriler pestisit kullanımının her geçen yıl artış eğiliminde olduğunu göstermektedir.Türkiye’de pestisit tüketimi AB ülkelerinin üzerindedir. Üstelik, pestisit tüketiminin %42’si Akdeniz ve Ege Bölgesi’nde gerçekleştirilmektedir. Bütün dünyada kullanılmasından vazgeçilemeyecek maddeler olarak kabul edilen pestisitler doğrudan ya da dolaylı gıda zincirine girmekte kanser ve doğum anormallikleri yanı sıra insan ve hayvanlarda çok sayıda sağlık sorunlarına yol açmaktadır. Nitekim, Dünya Sağlık Örgütü tarafından, her yıl üç milyondan fazla kişinin pestisit zehirlenmesine maruz kaldığını rapor etmiştir. Pestisitler aynı zamanda su, toprak ve hava kirliliğine neden olması yanında biyolojik çeşitlilik kaybına ve tarım arazilerinde bozuluma neden olmaktadır. Sonuç olarak, Türkiye’de tarım işletmeleri küçük, araziler parçalı, mekanizasyonun kullanımı sınırlı, alt yapı yetersiz, yapısal sorunlar kronik, kurumsal organizasyonun işleyişi etkisiz, finansa ulaşım sınırlı, sermaye birikimi yetersiz, kooperatifler işlevsiz, üretici profili eğitimsiz ve üretici gelirleri düşüktür. Tüm bu sorunlar sarmalında tarımsal üretimde verimliliği arttırmak, verimliliği arttırırken çevre hassasiyeti gözetmek bir zorunluluktur. Bunun yolu ise üretimde bilgi ve teknolojinin etkin kullanımı, bilgi ve teknolojinin etkin kullanımının yolu ise siz ziraat mühendislerinden geçmektedir.