You are on page 1of 67

IV.

EĞİTİM ALANINDAKİ İNKILÂPLAR


1

Eğitim, pek çok tanımı yapılabilen bir kavramdır. Ama daha çok;
Bireyde kendi yaşantısı yoluyla istendik davranış değişikliği
meydana getirme süreci olarak tanımlanır.
Hedefi ve konusu insan olan eğitim, kısaca insan yetiştirme sanatı
olarak ifade edilebilir.
Bu ise ancak sistemli bir eğitim sayesinde gerçekleşir. Bu yüzdendir ki,
eğitim sistemlerinin değişen ve gelişen zamana ayak uydurması ve
sürekli kendini yenilemesi gerekir. Bu yapılmadığı takdirde
toplumun geri kalması kaçınılmaz hale gelir.
Öte yandan Türk devrimi, benzeri olan diğer devrimlerde olduğu gibi
Burjuvazi veya proletarya gibi bir sosyal sınıfa dayanarak değil
uyguladığı eğitim sistemi ile başarılı olmuştur.
Cumhuriyet Öncesi Eğitim Sistemi

2
Cumhuriyetten önce Türkiye’de üç çeşit eğitim kurumu vardı:
1. Halkın ve vakıfların yardımı ile faaliyetlerini yürüten ve din ağırlıklı öğretim yapan
medreseler.
2. Modern okullar, ordunun subay ihtiyacını karşılamak üzere askerî okullar kurulmuştu.
Askerî mühendislik okulları, (1773-1793) Askerî Tıbbiye (1826), Harbiye (1834) gibi;
sonra bunlara diğer meslek okulları da katılmıştır. Öğretmen Okulu (Darülmuallimin)
1848’de, kız öğretmen okulu (Darülmuallimat) 1870’de, Mülkiye 1859’da, Hukuk
mektebi 1880’de açılmışlardı. Ayrıca sübyan okulları yanında Rüştiye, İdadi ve
Sultani gibi ilk ve orta eğitim okulları oluşturulmuştu. Daha sonra bunlara Darülfünun
katılmıştı.
Ancak medreseler dışındaki okullarda bile dinî etkiler güçlüydü.
Bu iki tip okul eğitim, dünya görüşü ve ülkü bakımından birbirine ters düşen zihniyette iki
ayrı insan tipi yetiştirmekteydi.
3. Yabancı okullar: Bunlar kapitülâsyonların desteğinde, hükümet denetiminin dışında
kalan, modern eğitim yapan ve yabancılarca yönetilen okullardı.
Bu okullarda yabancı dilde eğitim yapılmakta, özellikle azınlık milliyetçiliğini hedef alan
bir öğretim yürütülmekte ve yabancı devletlerin siyasî nüfuz aracı olarak
kullanılmaktaydı. Bu okullarda genellikle ülkenin değer yargılarına ters düşen
değerlere sahip insanlar yetiştirilmekteydi.
1914-1915 Eğitim Öğretim Yılında Osmanlı
İmparatorluğunda Azınlık ve Yabancı Okullar
3
Aidiyet Okul Sayısı Öğrenci Sayısı
Ermeni Okulları 803 133.100
Rum Okulları 1830 184.568
Fransız Katolik Okulları 500 59.414

İngiliz Okulları 178 12.800


Rus, İtalyan, Alman vd. 38 3.500
Amerikan Okulları 675 34.317
Toplam 4024 427.709

Bu okullar ayrı dünya görüşüne sahip insan yetiştiriyordu. Ülkenin


vatandaşları arasında ne bir kültür birliği ne de ülkü birliği vardı.
Bu durum, toplumda mevcut kültürel çelişkileri daha da artırıyor, millî
birlik ve bütünlüğün oluşumunu ciddî bir şekilde zedeliyordu.
Mustafa Kemal Millî Mücadele’nin en zor günlerinden başlayarak4eğitim
üzerinde kararlı bir şekilde durmuştur.
16 Temmuz 1921’de, Eskişehir-Kütahya savaşlarının en şiddetli olduğu bir
zamanda, Ankara’da Maarif Kongresi’ni açmıştır. Buradaki
konuşmasında, özellikle millî ve çağdaş bir eğitimin temelleri atılması
gereği üzerinde durmuştur.
Büyük zaferden sonra Bursa’da kendisini ziyaret eden İstanbul
öğretmenlerine seslenirken, bir milletin gerçek kurtuluşunun ancak
maarifle olacağını belirtir. Ayrıca ilave eder “bunun için maarifin toplum
hayatının ve çağın ihtiyaçlarına cevap vermesi ve ilim ve fennin
gerçeklerine göre yürütülmesi gerekir”.
31 Ocak 1923’te İzmir’de halk ile konuşurken “... Milletimizin,
memleketimizin irfan yuvaları bir olmalıdır. Bütün memleket evladı kadın
ve erkek aynı suretle oradan çıkmalıdır.” sözleri ile öğretimin
birleştirilmesine işaret etmiştir
Atatürk Dönemi Milli Eğitim Politikası

Milli Mücadele hareketinin başarıyla sonuçlanmasından sonra 5 Türk


toplumunu çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırmayı isteyen
Atatürk, bu amacını gerçekleştirmek için ülkede köklü inkılâp
hareketlerine girişti. Bu hareketleri engelleyecek her şeyin ortadan
kaldırıldığı bu dönemde, hedef alınan ana düşünce milli, çağdaş
ve laik bir toplum meydana getirmekti. Bütün bunlar ise ancak milli
bir eğitim sayesinde gerçekleşebilirdi.
Eğimin önemini 1924 yılında Samsun’da öğretmenlere hitaben yaptığı
bir konuşmasında : “Terbiyedir ki, bir milleti ya hür, müstakil, şanlı, ali
bir heyeti içtimaiye halinde yaşatır, ya bir milleti esaret ve sefalete
terk eder” sözleri ile belirten Atatürk, eğitimin temel amacını da
Türkiye’nin milli varlığının geleceğinin korunması olarak
değerlendirmiştir.
Bundan dolayıdır ki, 1920’lerden ölümüne kadar gerek TBMM’nde
gerekse çeşitli öğretmen topluluklarına hitaben yaptığı
konuşmalarında Atatürk, en fazla eğitimin milliliği üzerinde
durmuştur.
Atatürk Dönemi Milli Eğitim Politikası
6

Milli Mücadelenin kazanılmasında etkili olan milli birlik ve milli şuur


anlayışı yeni devletin eğitim politikasının da esasını oluşturdu. Zira,
Osmanlı’dan farklı olarak üniter milli bir devlet olarak kurulan
Cumhuriyet’in eğitim politikası da milli olmalıydı. Bu konu ile ilgili
olarak, daha milli mücadelenin devam ettiği yıllarda 1921’de
Ankara’da milli bir eğitim programının oluşturulması amacıyla
Maarif Kongresi toplandı.
Atatürk kongrenin açılışında yaptığı konuşmasında, önceki eğitim
sistemini eleştirerek, ülkenin geri kalmasında oynadığı role
dikkatleri çektikten sonra, yeni devletin eğitim politikasının
Osmanlı’daki gibi gayr-i milli olmayıp, doğu ve batı tesirlerinden
uzak milli bir politika olacağını vurgulamıştır. Cumhuriyet ile
beraber milli eğitimin amacı, milli egemenlik ve tam bağımsızlık
ilkelerini benimsemiş, milli birlik ve bütünlüğe önem veren
nesillerin yetiştirilmesi olarak belirlenmiştir.
Atatürk Dönemi Milli Eğitim Politikası
7
Bunu 1922’de Meclis’te yaptığı bir konuşmasında Atatürk şöyle ifade etmiştir:
“...yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri tahsilin hududu ne olursa
olsun en evvel ve her şeyden evvel Türkiye’nin istiklaline kendi benliğine, ananât-ı
milliyesine düşman olan bütün anasırla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir...”.
Bu dönemde milli eğitimin, aynı zamanda çağdaş ve laik özellikler taşıması için
çalışıldı. Zira gerçekleştirilen inkılâpların özünde ‘garplılaşmak’ bir başka ifadeyle
‘medenileşmek’ yani ‘asrîleşmek’ anlayışı vardır. Bunu sağlamak bir hayat
meselesidir ve yapılması şarttır. O dönemde batı medeniyeti en ileri çağdaş tek
medeniyettir ve temelinde akılcılık ve gerçekçiliğe dayalı bilimsel düşünce anlayışı
vardır. Türk toplumunun çağdaşlaşabilmesi için bu düşüncenin temel alınması
dolayısıyla eğitimin dinin tesirinden kurtarılarak laik esaslara göre yeniden
düzenlenmesi gerekiyordu ki, bu doğrultuda laikleşme hareketlerine ağırlık verildi.
Böylece, milli ve laik bir eğitim politikası ile ümmet toplumundan millet toplumuna
geçiş sağlanmaya çalışıldı.
Atatürk Dönemi Milli Eğitim Politikası

Cumhuriyetin ilk Maarif Vekili olan İsmail Safa döneminde eğitim


politikasının tespiti için oluşturulan ‘Misak-ı Maarif’te eğitim ve
öğretimin hedeflerini belirleyen şu ilkelere yer verilmiştir:
A-İlköğretimi fiilen umumi hale getirmek,
B-herkese okuma yazma öğretmek,
C- milliyetçi, halkçı ve cumhuriyetçi vatandaşlar yetiştirmek.

Aynı Misak’ta eğitimin genel hedefi ise, “Türk milletini medeniyet


safında en ileriye götürmek ve yeni nesilleri Türk olmak haysiyetinin
gerektirdiği bu amaca en kısa zamanda varmayı mümkün kılacak
aşk, irade ve kudretle yetiştirmek” olarak belirlenmiştir.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve Uygulamaları
Cumhuriyetin ilanı sonrasında gerçekleştirilen inkılâplar arasında eğitimdeki gelişmeler
önemli bir yere sahiptir. Bu alandaki en önemli adım 3 Mart 1924’de kabul edilen
9
Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretimin Birleştirilmesi) ile atıldı. Bu konuda 1923 yılı
başında İzmir’de yaptığı bir konuşmasında medreseleri eleştirerek, Arapça
öğrenmenin güçlüğünden bahseden Atatürk “...Milletimizin darülirfanları bir olmalıdır.
Bütün memleket evladı kadın ve erkek aynı surette oradan çıkmalıdır...” diyerek
konuya dikkatleri çekmiştir.
3 Mart 1924’te Saruhan Mebusu Vasıf Bey ve arkadaşları tarafından T.B.M.M.’ne verilen
“Tevhid-i Tedrisat Kanunu”na dair verilen kanun teklifi yapılan görüşmeler sonunda
kabul edildi.
Yasanın gerekçesinde şöyle denilmekteydi:
“Bir milletin kültür ve millî eğitim siyasetinde, milletin fikir ve duygu bakımından birliğini
sağlamak için öğretim birliği en doğru, en bilimsel, en çağdaş ve her yerde yararları
görülmüş bir ilkedir..... Bir milletin fertleri ancak bir türlü eğitim görebilir, iki türlü eğitim
bir memlekette iki türlü insan yetiştirir. Bu ise, his ve fikir birliğine ve dayanışma
amaçlarına aykırıdır.”
Bu yasaya göre Türkiye dâhilindeki bütün bilim ve öğretim kurumları, Millî Eğitim
Bakanlığına bağlanıyordu. Şer’iye ve Evkaf Vekâleti veyahut özel vakıflarca idare
olunan bütün mektep ve medreseler Millî Savunma Bakanlığına bağlı askerî ortaokul
ve liselerle Sağlık Bakanlığına bağlı darüleytamlar bütçeleri ve öğretim kadroları ile
Millî Eğitim Bakanlığına devrediliyordu.
Bakanlık yüksek din uzmanı yetiştirmek için darülfünunda (üniversitede) bir ilâhiyat
fakültesi açacak, imamlık ve hitabet gibi dinî görevlerin yerine getirilmesinden sorumlu
memurlar yetiştirmek için ayrı mektepler açacaktı.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve Uygulamaları

Buna göre ülkedeki bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığına bağlandı. Medreseler kapatıldı. Kanuna
10
dayanarak İstanbul Darülfünununa bağlı ‘İlahiyat Fakültesi’ ile ülkenin değişik bölgelerinde İmam-
Hatip okulları açıldı. Köklü değişiklikleri getiren bu kanun ile eğitim merkezileştirilerek devletin
kontrol ve denetimine geçti. Farklı programlarla eğitim yaparak ikiliğe yol açan mektep-medrese
ayrılığının önüne geçilmeye çalışıldı.

Aynı gün kabul edilen Halifelik ile Şer’iye ve Evkaf Vekaletini kaldıran kanunlarla öğretim birliğini
engelleyecek ve laikleşmeyi önleyecek faktörler ortadan kaldırıldı. Daha da önemlisi Eğitim
programları milli ve laik esaslar çerçevesinde yeniden düzenlendi. Aynı şekilde ders kitapları
dönemin politikasına uygun olarak yeniden hazırlandı. Yeni

çıkarılan ders kitaplarında eskiye ait bilgiler azaltıldı ve milli eğitim politikası çerçevesinde Cumhuriyet
ideolojisini yerleştirecek milli şuur uyandırıcı konulara ağırlık verildi.

Öğretimin Birleştirilmesi yasası uygulanırken ülkedeki yabancı okulların durumları da gözden geçirildi.
Geçmişte âdeta bağımsızmış gibi hareket eden, yeterli denetimden mahrum, azınlıkları milliyetçiliğe
yönlendiren, öğrencilerine ülke değer yargılarına ters düşen telkinlerde bulunan bu okulların da
ciddî bir devlet denetimine alınması, buralarda Türklük aleyhine ve dinî nitelikte öğretim faaliyetinin,
engellenmesi gerekliydi. Türkiye kendi sınırları içinde, hiçbir dinin ve mezhebin propagandasının
yapılmasını istemiyordu. Türkiye kendi medreselerini kapatırken, Hristiyan okulları bu uygulamanın
dışında tutulamazdı.
M.Kemal, 29 Ekim 1923‟te şunu ifade etmişti: “ .... Bazen yabancı mekteplerin
vazife sınırlarını geçtiğini, rollerinden çıktıklarını, fenni olmayan propaganda
11
gayeleri takip ettiklerini ve bunun için halkımızın Türk olmayan unsurlarına
dayandıklarını gördük...... Fransız Mekteplerinin ekserisi rahipler ve hemşireler
tarafından idare edilmektedir. Şu halde mesleki bir mahiyeti vardır. Dolayısıyla
dinî bir propaganda da bulunduklarından endişe edebiliriz. Mamafih, istiyoruz
ki mektepleriniz kalsın, fakat Türkiye’de bizim mekteplerimizin bile haiz
olmadıkları imtiyazları yabancı mekteplerin malik olması kabul edilemez.
Müesseseleriniz aynı sınıfta Türk müesseselerine mevzu olan kanun ve nizamlara
riayet ettikçe baki kalabilir... Türkler bütün medeni milletlerin dostlarıdır.
Yabancılar memleketimize gelsinler, bize zarar vermemek, hürriyetlerimize
zorluklar çıkarmaya çalışmamak şartıyla, burada daima iyi muamele
göreceklerdir".
Bu görüşler ışığında Bakanlık 1924 yılının Ocak ve Şubat aylarında yabancı
okullar için öğretim programı ile uyulması gereken emir ve yasaları hatırlatan
genelgeler gönderdi. Bunlara göre, “yabancı okullarda mabetler dışında,
dershane ve salonlarda bulunan dinî semboller salip, heykel, dinî tasvirler
kaldırılacaktır. Müslüman ve başka mezhepten olan öğrenciler okullarındaki
dinî törenlere katılmayacaklardı. Öğretim açısından da bu okullarda kültür
derslerinin Türkçe verilmesi, müdür yardımcılarından birisinin Türk olması,
Türkçeden kalanların sınıfta kalmış sayılması, okullarda hiçbir devletin
propagandasının yapılmaması şart koşuluyordu.”
12
Öğretimin birleştirilmesi, yeni devletin millî bütünlüğü, çağdaşlaşması açısından
son derece önemli sonuçlar doğurmuştur. Bunları şu şekilde özetlemek
mümkündür.
1. Millî bütünlük açısından: Öğretimin birleştirilmesiyle, aynı fikir, aynı duygu,
aynı düşüncede insanlar yetiştirilmiş, böylece vatandaşlar arasında ülkü birliği,
kültür birliği yolunda güçlü adımlar atılmış, milletleşme süreci hızlanmış, ümmet
toplumundan millet toplumuna yönelinmiştir.
2. Laiklik açısından: Okulların Millî Eğitim Bakanlığı’nın denetimine girmesi ve
medreselerin tarihe karışmasıyla öğretim laik bir tabana oturmuştur.
3. Tam bağımsızlık açısından: Yabancı okulların disiplin ve denetim altına
alınmasıyla, bunların Türklük aleyhine kullanılmaları önlenmiş, kültürel
kapitülâsyon kapıları kapatılmıştır.
4. Çağdaşlaşma açısından: Öğretimin modernleşmesiyle rasyonel düşünceye,
bilime giden yollar açılmış, Türkiye için bir ölüm-kalım davası olan
çağdaşlaşmanın gerçekleşmesini sağlayacak alt yapı hazırlanmıştır.
5. Cumhuriyet’in geleceği açısından: Öğretimin birleştirilmesiyle Cumhuriyetin
geleceği güvence altına alınmış, rejim ve inkılâp karşıtı güç odaklarının
muhtemel dayanakları ortadan kaldırılmış, Cumhuriyeti ve Atatürk ilke ve
inkılâplarını benimsemiş kuşaklar yetişmesini sağlayacak sağlam yollar
açılmıştır.
13
Nüfusun 1/4'ünün yaşadığı köylerde okullaşma oranı son derece
yetersizdi. %90 oranında okul ve öğretmensiz olan köylerdeki ilkokullar
14
ancak 1939 yılında 5 yıla çıkarılabilmişse de genellikle okul ve öğretmen
sıkıntısı devam etmiştir. Nitekim 1970'li yıllara kadar köylerde ilk üç sınıf
tek sınıfta ve birlikte, 4. ve 5. sınıflar bir arada eğitim alabilmişlerdir.
Öğretmen eksikliğini gidermek için Mustafa Necati Bey'in bakanlığı
sırasında girişilen faaliyetler onun ölümü ve 1929 dünya iktisadi buhranı
ile kesintiye uğramıştır. Saffet Arıkan'ın bakanlığı sırasındaki tespit ve
önerileriyle Atatürk'ün direktifleriyle 1936'da başlatılan eğitmen kursları
Askerliğini erbaş olarak yapan ve okuma yazma öğrenen köy
çocuklarının sekiz aylık bir eğitimden sonra az nüfuslu köylere
öğretmen olarak atanması esasına dayanıyordu. Bu yöntemle on yılda
8543 öğretmen yetiştirilerek 6598 okul açılmıştır. Köylerde eğitimin
geliştirilmesi için başlatılan bu projenin başarısı üzerine açılmaya
başlanan köy öğretmen okulları 1940'da açılacak olan Köy Enstitülerinin
de ilham kaynağı ve ilk örneği olacaktır.
Herkese okuma yazma öğretme
konusunda en önemli engel; Alfabe 15
Arap alfabesinin iyileştirilmesi konusunda ilk ciddi girişim, Münif Paşa
tarafından başlatılmıştır. Münif Paşa, üyesi olduğu Cemiyet-i İlmiye-i
Osmaniye'de 1862'de verdiği konferansta; hareke kullanılmadığı için bir
kelimenin çeşitli biçimlerde okunabildiğini, anlamları bilinmeyen bazı kelime
ve özel isimlerin okunmasının mümkün olmadığını, dilimizdeki Arapça-Farsça
kelimelerin terkiplerinin çokluğunun, okuma-yazmayı büsbütün zorlaştırdığını,
büyük harf olmadığı için özel isimlerin diğerlerinden ayırt edilmediğini,
Avrupalıların ise yazılarında böyle zorluklar olmadığı için, 6-7 yaşından
başlayarak her insanın okuyup yazabildiğini, bizde ise yazımızı öğrenmenin
zorluğu yüzünden halkın fikren terbiyesinin mümkün olmadığını belirtmiştir.
Ayrıca, Arap harflerinin kitap basımı için de uygun olmadığını, diğer milletlerin
30-40 harfle istedikleri kitabı basabildiklerini, bizde düzyazı ile kitap basabilmek
için bile, yüzlerce işarete ihtiyaç bulunduğunu savunmuş ve yazı sistemindeki
zorlukları gidermek için şu önerilerde bulunmuştur:
Alfabenin kolay okunabilmesi için harflere işaretler konulmalı, yeni sesli harfler
bulunmalı, harfler ayrık yazılmalı. Bu şekilde birkaç basit kitap yazılır ve bunların
faydaları görülürse, yaygınlaştırılabilir.
Daha sonra Azerbaycanlı şair Ahunzade Feth Ali, Cemiyet-i İlmiye-i
Osmaniye'ye bir tasarı sunmuştur.
Bu tasarıda; Arap harflerinin zorluğu, Arap harflerinin kullanılması için dini bir
zorunluluk olmadığı ve yeni bir yazı sisteminin alınabileceği belirtilmiş, ancak
Cemiyet bir rapor hazırlayarak, yüzyıllardır kullanılan bir yazının değiştirilmesinin
zor bir iş olduğu sonucuna varmıştır.
Bu konu üzerinde Namık Kemal ile İran elçisi Melkum Han, Hürriyet gazetesinde
tartışmışlardır. Melkum Han, ülkede eğitimin çok geri bir düzeyde olduğundan
söz ederek, Arap harflerinin sakıncalarını belirtmiş ve düzeltilmesi gerektiğini
savunmuştur. Namık Kemal ise verdiği cevapta; alfabedeki değişikliğin zor
olacağını, birçok kötülüklerin alfabeden değil, bilgi eksikliğinden
kaynaklandığını, İngiliz, Amerikalı gibi milletlerin alfabeleri zor olmasına rağmen
eğitimlerinin yüksek olduğunu belirtmiştir. Bununla birlikte, harflerin biçimlerini
bütünüyle bozmadan, iyileştirmeye karşı olmadığını, ama devletin, böyle bir
şeye yanaşmak istemediğini kaydetmiştir.
Harflerin sadeleştirilmesi ve kolaylaştırılmasını savunanların arasına, Terakki
gazetesi yazarı Hayrettin Bey, Ebüzziya Tevfik ve Ali Suavi de katılır. İbrahim
Şinasi 1869'da Avrupa'dan döndükten sonra bu konuyu ele almış, Arap
harfleriyle nesih ve kûfi denilen yazı çeşitleri karması bir tür geliştirerek,
matbaada kullanılan 500'den çok harf kasasını 112'ye indirmiş ve kendi
matbaasında eserlerini bu şekilde bastırmıştır.
Alfabe Değişikliği
17
Zafer sonra Lâtin alfabesini savunanlardan Hüseyin Cahit, “Lâtin yazısının niçin
alınmadığını” sorar. Mustafa Kemal “Daha zamanı gelmemiştir” cevabını verir.
Aslında onun kafasında Lâtin alfabesini almak fikri eskiden beri mevcuttu.
Nitekim daha Erzurum’da iken, Mazhar Müfit Kansu’ya ilerde yapılacak işleri
not ettirirken, Lâtin yazısının alınacağını not ettirir. Ancak bir zamanlama üstadı
olan Gazi müsait zamanı bekleyecektir.
Bu konu Şubat 1923’te İktisat Kongresinde gündeme gelir. Delegelerden üç kişi
Lâtin harflerinin kabulü için önerge verince kongre başkanı Kâzım Karabekir
Paşa önergeyi tepkiyle karşılamış ve toplantıda okutmamış ve 5 Mart 1923
günü Hâkimiyet-i Millîye gazetesinde, bunun İslam birliğini bozacağı, eski kültür
mirası ile ilginin kesilmesine, ülke içinde ayrılıklara yol açacağını ileri sürmüştür.
Kâzım Karabekir Paşa’nın bu demeci üzerine, alfabe ve imlâ konusu yeniden
gündeme geldi. Bu vesile ile Arap alfabesini savunanlar yeniden yayına
başladılar. Buna karşı da Lâtin harfleri taraftarları harekete geçtiler.
Alfabe Değişikliği 18
1924’de Şükrü Saraçoğlu Melis’te Arap alfabesinin Türk dilini yazmaya
müsait olmadığını vurgular.
1926’da aydınlar arasında, Lâtin harfleri konusunda yapılan bir
ankette tanınmış bilgin ve yazarların çoğunun Arap alfabesini savunur
oldukları görülmüştür.
Prof. Fuat Köprülü ile Prof. Zeki Velidî de Lâtin alfabesinin alınmasına
karşı çıkarlar. Bunlara karşılık olmak üzere, İçtihat dergisi sahibi Dr.
Abdullah Cevdet, Cumhuriyet sahip ve başyazarı Yunus Nadi, Milliyet
ve Hâkimiyeti Millîye Başyazarı Falih Rıfkı hararetle Lâtin alfabesini
savunurlar.
1926’da Lâtin alfabe taraftarlarını sevindiren bir olay, Bakü’de
toplanan uluslararası Türkoloji Kongresinde Latin alfabesinin
alınmasının uygun görülmesidir.
Alfabe Değişikliği 19
 Mart 1926'da, Bakû'de toplanan I. Türkoloji Kongresi'nde yapılan görüşmeler
ve tartışmalar sonunda, Latin alfabesine geçiş prensibi benimsenmiş ve
sonuç olarak her Türk kolu için Latin kökenli ayrı ayrı alfabeler oluşturulmuş,
Kongre'yi izleyen yıllarda da uygulanmıştır. Aynı yıl Türkiye'de harfler sorunu
yeniden canlanmış, Akşam gazetesinin 28 Mart 1926 tarihli "Latin Harflerini
Kabul Etmeli mi, Etmemeli mi?" başlıklı anketi ülkede geniş yankılar
uyandırmıştır. Dönemin ünlü yazar ve bilim adamlarından Halit Ziya, Necip
Asım, Veled Çelebi, Ali Canip, İbrahim Alaaddin, Prof. Zeki Velidi Togan,
Avni Başman, Yusuf Semih, Ali Şeydi, Prof. Köpriilüzade Mehmet Fuat gibi
kişiler Arap harflerini savunurken, Refet Avni, Abdullah Cevdet, Mustafa
Hamit gibi aydınlar da Latin harflerini savunmuşlardır. Savunanların
gerekçeleri şunlardır:
1 . Halka okuma-yazmayı daha kolay öğretecek bir yazı sistemini almak.
2 . Türkçe'nin zenginliğini ve canlılığını daha iyi ortaya koyup gelişmesini
sağlamak.
3. Uygar milletlerle iletişim sağlamak.
Alfabe tartışmaları ile ilgili daha birçok yazılar yayınlanmıştır. Latin harflerinin
lehinde yazılan yazılardan birisi de Kılıçzade Hakkı'nın Hür Fikir dergisinde çıkan
"Arap Harflerini de Cebrail Getirmedi Ya!" başlıklı makalesidir.
Alfabe Değişikliği
Bir zamanlama üstadı olan M.Kemal, 1928’e gelindiğinde 20alfabe
konusunda harekete geçer. 1928 Ocak ayında kurulan bir komisyon
konuyu incelemeye başlar.
20 Mayıs 1928’de Milletlerarası rakamların kullanılması kanunlaşır. Bu
vesile ile Lâtin alfabesiyle ilgili bir soruya, Maarif Vekili Mustafa Necati
uzman kişilerin bu konuda hazırlık yaptıklarını, yakın bir zamanda
sonucun Meclise sunulacağını bildirir.
Nitekim 1928 Haziranında Milletvekili ve uzmanlardan “Dil Encümeni”
oluşturulur. Atatürk. Encümen üyesi Falih Rıfkı’ya “Hemen Ankara’ya
git, komisyona katıl ve bu işi çabuk bitiriniz” talimatını verir. Komisyon
yazının değiştirilmesi doğrudur, değil midir, tartışmasını bir kenara
bırakıp, yeni alfabe harflerini seçmekle işe başlar.
Türkçenin ses özelliklerine göre tesbit edilen harfler, Falih Rıfkı
tarafından M.Kemal’e sunulur; Bir on beş yıllık uzun, bir beş yıllık kısa
müddetli iki teklif olduğu söylenince “Bu ya üç ay içinde olur, ya hiç
olmaz’’ der.
SON DENEMELER
1927 yılının sonları ve 1928 yılının ilk yarısı, Latin harflerinin
Türkçe'ye uygulanması yolunda, çok hareketli bir dönem
olmuştur. Hakimiyet-i Milliye'de Falih Rıfkı, Cumhuriyet'te
Yunus Nadi, İkdam'da Celal Nuri, Tanin'de Hüseyin Cahit,
Latin harflerini savunarak bu fikri yaymaya çalışmışlar, bu
konu ile uğraşanlar, fikir ve önerilerini açıkça ortaya
koymuşlardır. Ahmet Cevat'ın Vakit gazetesinde, 1927
sonundan 1928 başına dek yazdığı yazılar ve İbrahim Necmi
(Dilmen)'nin Milliyet gazetesinde Mayıs-Ağustos 1928'de
yazdığı "Latin Harfleriyle Türk Alfabesi" başlıklı yazıları, harf
inkılâbından önceki son denemelerdir.

Falih Yunus Celal Hüseyin


Rıfkı Nadi Nuri Cahit
PEKİ NEDEN?
Yeni Türk harflerinin kabulünün 1928 yılında
gerçekleşmesi rastlantı değildir. Bunun
önemli nedenleri vardır.
Cumhuriyet, köklü bir düzen ve siyasal yapı
değişikliğine gidebilmek adına Osmanlı
Devleti'nin zamanın dışında kalmış
kurumlarını yıkmak, kültürel değerlerini,
millileşme ve çağdaşlaşma doğrultusunda
değiştirmek istemiştir.
Bu girişimlerin gerçekleşmesi, büyük ölçüde
Türk toplumunun, Cumhuriyet'in getirdiği
yeni değerleri benimsemesine, yaşantısını
bu değerlere göre düzenlemesine bağlıdır.
Yazı, çağdaş uygarlık değerlerini Türk
insanının yaşantısına geçirmede bir araçtır.
Başka bir deyişle, toplumun hem alt yapısını
hem de üst yapısını belirleyen çok boyutlu
bir araçtır. Bu anlamda, eski kültür Resimli Perşembe mecmuası, 7 Temmuz 1927,
değerlerini bırakıp yenilerini alabilmek için sayfa: 1
harf inkılâbı zorunlu olmuştur.
Atatürk'ün çağdaşlaşmak amacıyla
yaptığı girişimleri açıklayan "inkılâp"
kavramının temelinde önemli bir
bilimsel ilke bulunmaktadır. Bu, bir
toplumda kültürel yapının değişmesi
için yeni kabul edilecek kültür
değerlerinin, alıcı toplumun eski kültür
değerleri ile uyuşması gerektiğidir.
Nitekim Atatürk, bu uyuşmazlığı şöyle
açıklamıştır: "Türk toplumunun
üzerindeki dini baskının olumsuz
etkilerini kaldırmak suretiyle, Türkiye'de
radikal bir batılılaşma ve modernleşme
sağlanabilir. O halde Türk toplumunu
geleneksel kültür tipinden, modern
kültür tipine doğru dönüştürme
çabalarında her şeyden evvel, laiklik
ilkesine dayanmanın zorunlu olduğu
açıktır. Başka bir deyişle laiklik
gerçekleşmeden köklü yeniliklerin
yapılması mümkün değildir.
24
 1928 yılında, yeni Türk harflerinin kabul edilmesine kadar geçen süre içinde
konuyla ilgili olayların ilki, Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt)'ın, Türk
Ocakları Merkez ve Hars Heyetlerine verdiği bir şölende, Latin harfleri
lehindeki konuşmasıdır. Aynı yıl 8 Mart'ta Başbakan İsmet İnönü, Türk Ocağı
Hars Heyetinde Latin harfleri üzerinde bir danışma toplantısı yapmıştır.
 20 Mayıs 1928 günü, CHP Genel Sekreteri Saffet (Arıkan) Bey ile
arkadaşlarının hazırladıkları "Latin Rakamları Tasarısı" Meclis'te kabul edilmiş.
Aynı gün, konu Meclis'te görüşülürken, Hasan Fehmi Bey yeni harflerin ne
zaman kabul edileceğini sorduğunda, söz alan Maliye Bakanı Şükrü
(Saraçoğlu) Bey, şunları söylemiştir: " Harfler meselesine gelince; kezalik
TBMM'nin şimdiye kadar ittihaz ettiği büyük kararlarda kendine meslek
ittihat ettiği büyük bir şiarı vardır ki, herhangi bir mesele, muazzel bir mesele
bilhassa ilmi ve fenni bir mesele halledileceği zaman, bütün kuvvet ve
kudretin kendi elinde olduğunu bilmekle beraber TBMM, daima ilim ve fen
mebahisinde bilhassa mütehassısların, alimlerin ve mütefenninlerin
birarada toplanarak bir noktada ittihat ettikleri gün, onu bir gün dahi tehir
etmeksizin heyet-i celilenize takdim edeceğiz...
Dil Encümeni Kuruluyor 25
Mustafa Kemal'in talimatıyla; 23 Mayıs 1928 tarihinde, Milli Eğitim
Bakanlığı’na bağlı Dil Encümeni kuruldu. Encümenin amacı, yeni Türk
harflerine geçişi sağlama konusunda Latin harfleri üzerine çalışmalar
yapmak olarak belirlendi.
Dil Encümeni şu isimlerden oluşuyordu: Talim Terbiye Reisi Mehmet
Emin (Erişgil), Talim Terbiye Dairesi üyesi Mehmet İhsan (Sungu), Falih
Rıfkı Atay, Fazıl Ahmet (Aykaç), Ruşen Eşref (Ünaydın), uzman Ragıp
Hulusi (Özdem), uzman Ahmet Cevat Emre, Yakup Kadri
(Karaosmanoğlu), uzman İbrahim Osman (Karantay), Talim Terbiye
Dairesi üyesi Avni (Başman), İbrahim Necmi (Dilmen), Ahmet Rasim,
Celal Sahir (Erozan), İsmail Hikmet (Ertaylan).
Dil Encümeninin çalışmalarına paralel olarak kurulan yarı resmi Milliyet
gazetesi, 26 Haziran 1928 gününden itibaren Dil Encümeni üyelerinden
İbrahim Necmi Dilmen’in geliştirdiği yeni alfabe sistemiyle yayın
yapmaya başladı. 1928 yılı başlarında artık harf inkılâbının
gerçekleşeceği iyice belirginleşmeye başladığı için, Paris Panayırı
filminin Türkçe altyazıları Latin harfleriyle hazırlandı. Dr. Rıza Nur da
Oğuzname’yi İskenderiye’de Latin harfleriyle bastırdı.
TÜRK ALFABESİ

Komisyon, iki rapor hazırlamıştır: Birisi "Gramer


Hakkında Rapor", diğeri ise "Elifba Raporu"dur.
"Elifba Raporu", Ağustos 1928'de, Cumhurbaşkanı
Mustafa Kemal Paşa'ya sunulmuştur.
Bu rapor, Yeni Türk alfabesi konusunda ilk resmi
ve bilimsel rapor özelliğini taşımaktadır. Dil
Encümeni, bu çalışmaları yaparken, kendi
aralarında seçtikleri üç kişiden oluşan "Latin
Alfabesi Komisyonu"nu kurmuştu. Bu komisyon bir
yandan, Dil Encümeni'nin çalışmalarına yardımcı
olacak, diğer yandan, Latin yazısı, özellikle
Fransız alfabesi ile Türk yazı değişiklikleri
konusundaki inceleme ve araştırmaları yapacak
ve görüşleri belirleyecekti.
Komisyonun hazırlamış olduğu rapor, 12 Ağustos
1928 günü Cumhurbaşkanlığı'na verilmiştir.
Başbakan İsmet Paşa da, Alfabe Komisyonu'na
girmiş, 17 ve 19 Temmuz tarihli toplantılarda, yeni
alfabeye "Türk Alfabesi" adını o vermiştir.
YENİ HARFLERİN İLK TANITIMI

1925’te şapkayı kabul ettirmek için yurdun muhafazakâr bölgesini seçen


Mustafa Kemal, yeni harfleri tanıtmak için İstanbul’u seçti ve çıkışını
yapmak için 9 Ağustos 1928 gecesi Sarayburnu (Gülhane) Parkı’nda
verilen baloya gelen halk topluluğunu uygun gördü. Mustafa Kemal, şu
nutkuyla hem kamuoyunu aydınlattı, hem de harf inkılâbını başlattı.
“Şimdi sözden ziyade iş zamanıdır... Çok işler yapılmıştır, ama bugün
yapmaya mecbur olduğumuz son değil lâkin çok lüzumlu bir iş daha
vardır. Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmelidir. Her vatandaşa, kadına,
erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz.
Bunu vatanperverlik ve milliyetperverlik vazifesi biliniz. Bu vazifeyi
yaparken düşününüz ki, bir milletin, bir toplumun yüzde onu, yirmisi,
okuma-yazma bilir, yüzde sekseni, doksanı bilmezse bu ayıptır. Bundan
insan olanlar utanmak lâzımdır. Bu millet utanmak için yaratılmış bir millet
değildir; iftihar etmek için yaratılmış, tarihini iftiharla doldurmuş bir millettir!
Fakat milletin yüzde sekseni okuma-yazma bilmiyorsa bu hata bizde
değildir. Türk’ün seciyesini anlamayarak kafasını bir takım zincirlerle
saranlardır. Artık mazinin hatalarım kökünden temizlemek zamanındayız.
Hataları düzelteceğiz. Bu hataların düzeltilmesinde bütün vatandaşların
çalışmasını isterim. En nihayet bir sene, iki sene içinde bütün Türk toplumu
yeni harfleri öğreneceklerdir. Milletimiz yazısıyla, kafasıyla bütün
medeniyet âleminin yanında olduğunu gösterecektir.’’(1)
1) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c: II, Ankara, 1997, s: 272-274
DERSLER VERİLMEYE BAŞLANDI

Gülhane Parkı’ndaki bu nutkun ardından, 11


Ağustos 1928 tarihinde, Dolmabahçe Sarayı’nda
yeni Türk harfleri üzerine dersler verilmeye başlandı.
11 Ağustos’taki ilk derse Cumhurbaşkanlığı maiyet
memurları, milletvekilleri ve bazı ileri gelenler katıldı.
25 Ağustos’ta verilen ikinci derse de genellikle
milletvekilleri katıldılar ve okuma alıştırmaları
yaptılar. 29 Ağustos’taki üçüncü derse ise, şair ve
yazarlarla bazı ileri gelenler katıldı.
Mustafa Kemal, Sarayburnu nutkundan sonra, il il
dolaşarak, okullarda, kahvelerde, meydanlarda
kara tahtanın başına geçerek vatandaşlara alfabe
dersi vermeye başladı. Devlet dairelerinde,
orduda, Türk Ocaklarında, hapishanelerde kurslar
açıldı. İlk dört ayda 5.000 öğretmen, yeni alfabeyi
öğrenerek, yeni kursların yönetimini üstlerine aldılar.
Bütün ülke büyük bir okula döndü. Okul kitapları
yeni yazı ile basılarak, okullara dağıtıldı.
9 Ağustos 1928 gününden itibaren yurdun her
yerinde, halk ve aydınlar arasında, yeni harfleri
öğrenmek için yarış başladı. Yeni Türk harfleri için,
Harfler Marşı bile yapıldı. Marş olarak yapılan ve
piyanoda çalınmak üzere tanzim edilen bu marş, Gazi'nin imza ve yazısıyla Harf
Cumhurbaşkanlığı Orkestrası Şefi Osman Zeki Üngör Marşı
tarafından bestelendi.
9 Ağustos 1928 gününden sonra, ülkenin her tarafında
aydınlarla halk, yeni harfleri öğrenmek, öğretmek için
yarışa girmiş, alfabeler basılmış, gazeteler dersler
yayınlamış, 8-10 satırdan başlayarak uzun yazılara, bütün
bir sayfaya kadar yeni Türk harfleri ile yayın yapmak,
başlıklarını değiştirmek gazeteler için eğlenceli bir iş
olmuştu. Bir taraftan da halka, yeni harflerin tablosunu
veriyorlardı.
16 Ağustos’ta yeni harflerin yayılması için her semtte bir
dersane açılması kararlaştırılmıştı. Bu dersaneler için aynı yıl
"Halk Dersanelerine Mahsus Türk Alfabesi" basıldı. Bu arada
İstanbul Belediyesi, telefon rehberinin, gelecek yıl yeni
harflerle basılması için emir vermişti. Ticaret Odası'nda 15
Ağustos'tan sonra imzalar yeni harflerle atılmaya başlandı.
Yazışmalarda da bu harfler kullanılacaktı. İstanbul'da ve
Ankara'da bazı devlet dairelerinde yeni kurslar açılmıştı.
Bu arada eğitim müfettişleri için kurslar açılmış ve yeni
harfleri öğrendikten sonra, öğretmenlere öğretmekle
sorumlu tutulmuşlardı.
21 Ağustos'ta, Darülfünun, yeni harfler üzerine konferanslar
düzenlemeye başladı. Devlet basımevi, gerekli harfleri
İstanbul'da döktürüp kitap basmaya hazırlanmış, Milli Eğitim
Bakanlığı'na ilk yeni harfle dilekçe, 21 Ağustos'ta verilmişti.

Resimli Perşembe mecmuası, 7


Temmuz 1927, sayfa: 1
Mustafa Kemal Paşa, 23 Ağustos - 20 Eylül tarihleri arasında,
çeşitli illere geziler düzenlemiş, "Başöğretmen" olarak bu illerde
halka okumayazma dersleri vermiştir. Bu geziler sırasında, yeni
alfabede gereksiz gördüğü işaretleri kaldırmış, bunları bir
tezkere ile Başbakanlığa bildirmiştir.

Gazi Mustafa Kemal Paşa Harf Trakya'da nasıl uygulandığını görmek amacıyla 23 Ağustos
1928'de Ertuğrul Yatı ile Tekirdağ'a gitti.
28 Ağustos'ta, Dolmabahçe Sarayı'nda profesörler, milletvekilleri, gazeteciler,
yazarlar toplanarak yeni harfler üzerinde konuşmuşlardı. Bu konuşmada, İsmet
Paşa, "Kabul edilen harfler Fransız harfleri değildir. Türk harfleri, Türk alfabesidir.
Yeni alfabe bilimseldir ve Türk milletinin alfabesidir. Türklerin ihtiyaçlarına yeter"
demiş ve İbrahim Necmi'ye şu kararı yazdırmıştı: "Milleti bilgisizlikten kurtarmak
için, kendi diline uymayan Arap harflerini bırakıp, Latin esasından Türk harflerini
kabul etmekten başka çare yoktur." Daha sonra bu karar oybirliği ile kabul
edilmişti.
HALK DERSANELERİNDE DERSLER BAŞLIYOR
Eylül ayında ülkenin her tarafında kurslar devam
etmiş, İstanbul'da çıkan gazeteler başlıklarını,
işyerleri levhalarını değiştirmişler, milletvekilleri seçim
bölgelerine dağılarak yeni harflerle ilgili
konferanslar vermeye girişmişlerdi.
9 Eylül'de Halk Dersanelerinde derslere başlanmıştı.
İsmet Paşa, "Bir öğretmen olarak gidiyorum" diyerek
gittiği Malatya'da, halka hitaben yaptığı uzun
konuşmada, yeni harflerin kolay bir okumayazma
aracı olduğuna değinerek sözlerini şöyle
sürdürmüştür: " Bu kadar hayırlı ve kudretli bir
tedbirin, niçin bugüne kadar geri bırakıldığını,
istikbal münekkitlerine anlatmak kolay
olmayacaktır. Fakat ben onlara diyeceğim ki;
insanlar geleneğe o kadar bağlıdır ki, görenekten
ayrılıp ve kat'i bir karara varabilmek için, Türk
Devleti'nin Büyük Gazi gibi, türlü tecrübeler ve
badireler içinde milletinin hayatiyet ve kudretinin
özü gibi yetişmek ve devlet reisi olduğu halde, köy
köy dolaşıp alfabe hocalığı edecek kadar çalışkan,
azimli ve fedakâr bir reisi gelmek lâzımdı.’’
KANUN MECLİSTE KABUL GÖRÜYOR

31 Ekim’de Cumhuriyet Halk Fırkası toplanarak, yeni harfler üzerinde vardı ve


Mustafa Kemal, 1 Kasım 1928’de, Meclisin yıllık toplantısının açış nutkunda, “Büyük
Türk Milletine, onun bütün emeklerini kısır yapan çorak yol dışında, kolay bir okuma
yazma anahtarı vermek lâzımdır. Bu okuma yazma anahtarı ancak Latin
esasından alınan Türk Alfabesidir” konuyu özetledi. Açılış törenini takiben toplanan
komisyonun hazırladığı tasarı, 1353 Sayılı Kanun olarak oy birliği ile kabul edildi.
“Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkındaki Kanun” 3 Kasım tarih ve 1030 sayılı
Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdi. Ayrıca TBMM, aynı gün, milletin
şükran hatırası olarak Mustafa Kemal’e altın levha üzerine kabartma bir alfabe
takdim edilmesini kararlaştırdı.
11 maddeden oluşan “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkındaki Kanun”a göre;
Kanun yayımlandıktan sonra bütün devlet dairelerinde, özel kurumlarda Türk
harfleriyle yazılı yazılar kabul edilecek, uygulama tarihi devlet işlerinde 1929 yılının
Ocak ayını geçmeyecek, ancak basılı evrakın ve defterlerin yazılması 1929 yılı
Haziran ayına kadar sürebilecekti (madde:3). Halktan gelecek dilekçelerin Arap
harfleriyle olanlarının kabulü 1929 Haziran’ının birinci gününe kadar devam
edecek (madde 4) ve her türlü levha, gazete, duyuru ve yayımlar ise 1928 Aralık
ayının başından itibaren Yeni Türk harfleriyle çıkarılacaktı (madde:5). Ayrıca 1929
Ocak ayından itibaren artık bütün kitaplar yeni harflerle basılacak (madde:5),
diğer taraftan resmi ve hususi zabıtlarda, 1930 Haziran başına kadar Arap harfleri
kullanılabilecekti. (madde:6)
OKUMA YAZMA SEFERBERLİĞİ İLGİ GÖRÜYOR
Gazete, dergi, levha, ilân, reklâm gibi basmalar, 1 Aralık 1928'den
başlayarak yeni harflerle çıkarılacaktı. 1929 Ocak ayından sonra ise, artık
bütün kitaplar yeni harflerle basılacaktı. Tutanaklarda eski harfler, Haziran
1929'a kadar steno gibi kullanılabilecek, devlet dairelerinde faydalanılan
kitap, yönetmelik, defter, cetvel gibi şeyler ise, Haziran 1930'a kadar
kalabilecekti. Para, pul, bono gibi değerli kâğıtlar değiştirilinceye kadar
geçerli olacaktı. Okullarda dersler yeni harflerle yapılacaktı.
Kanun'da devlet daireleri için konulan hükümler, bankalar, şirketler,
dernekler için de uygulanacaktı. Bu arada, bütün memurların sınavdan
geçirileceği günler de saptanmıştı. Başarılı olanlara, yeni Türkçe yazıyla
hazırlanan "Ehliyetnâme" verilecekti.
Ülkenin her yanında görülen okuma-yazma seferberliğine, devletin yoğun
desteği sayesinde rağbet büyük olmuştur. Fakat başlangıçta bu faaliyetler
örgütlenememiş, disiplinsiz bir durumda idi. Mustafa Kemal Paşa’nın, isteği
ile konu, hükümet programına girmiş oldu ve Millet Mektepleri'nin kurulması
kararı da bu fikirlerin ve çabaların sonunda alındı.
MİLLET MEKTEPLERİ AÇILIYOR
Kanunun kabul edilmesinin ardından, ilk iş olarak,
yeni yazı ile okuyup yazma bilenlerin sayısının,
süratle eski yazı ile okuyup yazma bilenlerin
sayısının üstüne çıkarılmasına çalışıldı. 1 Ocak
1929’da açılan “Millet Mektepleri” fikri de
buradan doğdu.. Millet mekteplerine, açıldığı ilk
günden itibaren 16–40 yaş arasındaki kadın, erkek
pek çok Türk vatandaşı kaydoldu. Millet
mektepleri, düşünce, örgüt ve uygulama olarak, o
güne kadar dünyanın bir eşine rastlamadığı, bir
zorunlu yaygın eğitim hareketi oldu.
Türk harfleri kabul edildikten sonra 1928–1929
öğretim yılının güz döneminde öğrencileri yeni
harflere alıştırmak amacıyla bütün öğretmenlerin
iki ay ders konularını yazdırmaları istedi. Yeni
harflerin kabulü ile ilgili çalışmaların yapılmasında
Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati'nin büyük
emeği vardı. Kendisi uygulamanın yaygınlaşmasını
göremeden 1 Ocak 1929'da genç yaşta vefat
etti. Onun vefat ettiği gün açılan Millet Mektepleri
ile halkın yeni yazıyı öğrenmesi sağladı. 1928–1933
arasında 54.050 dershane açıldı. 2.305.924 kişi
derslere kaydoldu. 1.124.916 kişi başarı ile mezun
oldu.
UYGULANIŞI

Harf inkılâbı yapıldıktan hemen sonra Halk Eğitim Kurumları'nın "Millet


Mektepleri" adı altında örgütlenmesi çabalan başlatıldı. İsmet Paşa, 8
Kasım 1928'de bu konuda açıklama yapmıştır: "Türk harflerinin bütün
vatandaşlara kapılarının önünde ve işlerinin başında öğretilebilmesi için
daha bu yıl içinde Millet Mektepleri'nin teşkilâtını kuracağız." demiş ve
düşündükleri esasları şöyle açıklamıştır: "Bu teşkilât şehir ve köy bütün
yurdu kaplayacak, vatandaşların işlerinin, maişetlerinin en uygun
zamanlarında ve yanlarında ya iki aylık veya dört aylık kurslar açılacak,
şehirde ve köyde mektepler, belirli toplanma yerlerinde de, gelmeye
zamanları olmayan vatandaşlar için seyyar öğretmen teşkilâtı yapılacak,
devletin en büyüğünden en küçüğüne kadar bütün memurları, Millet
Mektepleri teşkilâtının ihtiyacına göre çalışacaklardır. Cumhurbaşkanımız
Hazretleri, Millet Mektepleri teşkilâtının genel başkanlığını ve
başöğretmenliğini kabul buyurmuşlardır.’’
Hükümet tarafından hazırlanan Millet Mektepleri ile ilgili kararname,
Kasım 1928'de, Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe konuldu. Bu
Talimatname'ye göre; Millet Mektepleri, yeni Türk harflerinin kolay bir
şekilde okunup yazılmasından bütün milleti yararlandırabilmek ve büyük
halk kitlelerini hızla okur-yazar durumuna getirebilmek için kuruluyordu.
Millet Mektepleri'nde 1 Ocak 1929'dan itibaren derslere
başlanacağını, bunun için o zamana kadar, her öğretmene bir millet
mektebi dersanesi kurulacağını, bir kurs döneminde başarılı
olmayanların, öbür kursa katılacaklarını, tek öğretmenli köylerde hem
A, hem de B dersanesi açılacağını ve diğer bilgileri verdikten sonra, 10
Ocak 1929'da bu işlerle ilgili sayısal bilgilerin ve karşılaşılan zorlukların
bildirilmesini istenmişti.
24 Kasım 1928'de yürürlüğe giren "Millet Mektepleri Talimatnamesi ile,
"Türkiye halkını okuyup yazmaya muktedir bir hale getirmek, ana
bilgileri kazandırmak" ifadesi ile Millet Mektepleri'nin amacı belirtilmiştir.
Yönetmeliğe göre; Millet Mektepleri örgütü, A ve B dersaneleri ile halk
okuma odaları ve köy yatı dersanelerinden oluşmaktadır. Millet
Mektepleri'nin Genel Başkanı, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal
Paşa'dır.
16-45 arasındaki tüm vatandaşlar, bu okullara devam etmeye veya
dışarıdan sınava girerek belge almaya zorunlu tutulmuşlardır.
Öğretmeni veya okulu olmayan köylerde, gidip onlara yeni yazıyı
öğretecek "Seyyar Talim Heyetleri" kurulmuştur.
BAŞARI YOLUNDA

Millet Mektepleri, başlangıçta inkılâbın


coşkusuyla, halka yalnızca okuma-yazma
öğretmeyi amaçlayan bir örgüt olarak
ortaya çıkmış, daha sonra zorunlu ve
genel halk eğitimini amaçlamıştır. Eski
harfleri bilenlere de yeni harfleri öğretmek
ve halka temel bilgiler kazandırmak, bu
mekteplerin başlıca amaçları olmuştur.
16-45 yaş arasındaki vatandaşların
devam ettiği ve varlıklarını 1936 yılına
kadar sürdüren bu kurumlarda 1928-1935
yılları arasında ülkede, yeni harflerle
yaklaşık 2,5 milyon insana okuma-yazma
öğretilmiştir.
Aslında Harf İnkılâbı ile, daha önce
okuma-yazma bilenler de, bilmeyen
durumuna düştükleri için bu rakam 3,5
milyona yaklaşmaktadır. Yani nüfusun
dörtte biri okur-yazar duruma getirilmiştir.
O dönemin koşullarındaki zorluk
düşünüldüğünde bunun, önemli bir
ilerleme olduğu anlaşılmaktadır.
Atatürk, Türk milletinin, uygar milletler arasına girmesini
kolaylaştırmak ve bunu sağlamak için yeni Türk alfabesinin
kabulünü zorunlu görmüştür. Çağdaş uygarlığa giden yolu Türk
milletine açmak, onun çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne
çıkmasını sağlamak amacının yanısıra, alfabe değişikliğinin
diğer büyük amacı da millileşmek, milli kültürümüzü
oluşturmaktır. Türk Harf İnkılâbı ile, Türk kültür hayatını yepyeni
ufuklara, evrenselliğe götürecek adımların ilki ve en büyüğü
atılmıştır.
1 Kanunusani (1 Ocak 1929) bütün yurtta Millet Mektepleri kurslarının açıldığı tarihtir. 16 yaşından
40 yaşına kadar yeni harfleri bilmeyen herkes bu kurslara katılmaya mecbur tutuldu. Fotoğrafta
Millet Mektepleri kurslarına ait afiş ve pankartları taşıyan öğrenciler. Taksim meydanı, İstanbul,
1928
“Gazi Hazretleri yeni Türk harflerini nezdi devletlerinde bulunan zevata
mütemadiyen öğretmeyi kendilerine esaslı bir meşgale addetmekle Türk
münevverlerine bu yeni ve mühim vazifede numune-i emsal oluyorlar.’’
Harf Devrimi daktilo satışlarını da arttırmıştı.
Mercedes marka daktilo reklamı,
İkdam gazetesi, 15 Kasım 1928, sayfa. 7

Harf Devrimi Türk kadınlarına birçok iş imkanları yarattı. Kadınlarımızı evlerine kapalı
kalmaktan kurtarıp, iktisadi hayatta ve modern yaşamda yer almasını sağladı.
"Kadınlarımıza yeni iş"
Atatürk 25 Ağustos 1928 tarihinde yeni harfler hakkında Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan
konferansa katıldı. Cumhuriyet gazetesi haberi birinci sayfadan duyurdu.

26 Ağustos 1928 tarihli Cumhuriyet’in Arap harfli Türkçe haber manşeti:


“Gazi Hazretleri, mütemadiyen, yeni harflerimizin tashihiyle meşgul oluyorlar”
“Dün Dolmabahçe Sarayı’nda, şehrimizde bulunan mebuslara, Gazimizin huzurlarıyla, yeni
harflerimiz hakkında izahat verildi.” Cumhuriyet gazetesi, 26 Ağustos 1928, sayfa: 1
Yeni harfleri öğretirken Kayseri, 20 Eylül 1928. Yeni harfleri öğretirken Kayseri, 20 Eylül
L'Illustration dergisinin kapağında, 13 Ekim 1928.
1928 Servet-i Fünun dergisi kapağında, 25 Ekim
9/10 Ağustos 1928 gecesinde Mustafa Kemal
alfabe konusundaki düşüncesini halka şu 48
sözlerle açıkladı:
“... Arkadaşlar bizim ahenktar, zengin
lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini
gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı
demir çerçeve içinde bulundurarak,
anlaşılmayan ve anlayamadığımız
işaretlerden kendimizi kurtarmak
mecburiyetindesiniz... Yeni Türk harflerini
çabuk öğreniniz. Vatandaşa kadına, erkeğe,
hamala sandalcıya öğretiniz. Bu vazifeyi
yaparken düşününüz ki, bir milletin bir heyeti
içtimaiyenin yüzde onu, okuma yazma bilir,
yüzde sekseni bilmez nev’indendir. Bundan
insan olanlar utanmak lâzımdır. Bu millet
utanmak için yaratılmış bir millet değildir,
iftihar için yaratılmış, tarihini iftiharla
doldurmuş bir millettir. Artık mazinin hatalarını
kökünden temizlemek zamanındayız... En
nihayet bir sene, iki sene içinde, bütün Türk
heyeti içtimayesi yeni harfleri
öğreneceklerdir. Milletimiz, yazısıyla, kafasıyla
bütün âlemi medeniyetin yanında olduğunu
gösterecektir”
49
İl ve ilçelerde, ileri gelen bürokratlar, parti temsilcisi ve İl Genel Kurul
temsilcilerinden oluşan birer yönetim kurulu oluşturulmuştu. Bu kurullar Millet
Mektepleri için ödenek, dershane, araç gereç, kitap ve halkın50 okullara
devamlarını sağlamak gibi işleri yürütmekte idiler.
Bu amaçla, okullar, camiler, hükümet salonları, kulüpler, kahvelerden
yararlanabileceklerdi. Hapishane müdürleri, en az yirmi işçi çalıştıran özel
kuruluşlar, çalıştırdıkları kimselere yeni harfleri öğretmekle yükümlü tutulmuşlardı.
1929-1933 yılları arasında bu okullarda 54,050 dershane açılmıştır. Bunların %
65,60 köylerdedir. Bu iş için 46.690 öğretmen görev almıştır. Beş yıl içinde bu
okullara 2.305.924 kişi kaydolmuştur. Bunların % 66‟sı köylüdür. Bunlardan
1.124.926’sı diploma almıştır.
Bu sayılara dışarda özel eğilim görenleri de katmak gerekir. Ayrıca devlet
memurları, ordu mensupları, okul öğrencileri hesaba eklenmelidir. Böylece
kaba bir hesapla 1933’de okuryazar miktarını üç milyon civarında tahmin
etmek mümkündür. Demek ki mevcut nüfusun yaklaşık dörtte biri okuma
yazmayı, beş yıl gibi kısa bir zamanda öğrenmiştir.
Alfabe ve basım tekniğindeki kolaylık, matbaaların ve basılan kitap adedinin
artmasına yol açmıştır.
51
Harf inkılâbı dış dünyada da geniş yankılar uyandırdı, özellikle sınır
dışındaki Türkler arasında etkili oldu.
Türkiye sınırları dışında kalan Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya,
Onikiada, Kıbrıs, Hatay Türkleri anavatanı örnek alarak yeni Türk
harflerine geçmek için büyük gayret sarf ettiler, Engelleri ortadan
kaldırdılar.
Rusya’da ki Türklerin büyük kısmı da Lâtin harflerini birbiri arkasına
kullanmaya başlamışlardı. Böylece Türk kökenli topluluklar arasında bir
kültür birliği oluşturulabilme imkânı doğmuş gibiydi.
Ancak Sovyetler Birliği’nde bütün Cumhuriyetlerde 1939’da Lâtin
alfabesi terkedildi ve Kiril alfabesi kullanma mecburiyeti getirildi
Okur –Yazar sayısını artırma ve Halk eğitimi

52
1932’de kurulan ‘Halk Evleri’ ile eğitim, kültür ve sanat faaliyetlerine
ağırlık verildi. Gerek Atatürk’ün halkçılık anlayışını hayata geçirmek
gerekse, CHF’nın 1931 tarihli programında yer alan altı ok ilkelerini
halka yaymak amacıyla kurulan Halkevleri, başta Ankara olmak
üzere Samsun, Diyarbakır, Eskişehir, İzmir, Konya, Denizli, Van, Aydın,
Çanakkale, Bursa ve İstanbul’da açıldı.
1937’de sayıları 167’ye ulaşan Halkevleri’nin dokuz ayrı çalışma kolu
vardı.
Halkevleri ve Halk Eğitimi
Bu kollar;
53
 Dil, Tarih ve Edebiyat
 Güzel Sanatlar
 Temsil Sanatları
 Spor
 Sosyal Yardım
 Halk Dershaneleri ve Kursları
 Kütüphane ve Yayın
 Köycülük
 Müze ve Sergiler
Bu kolların yanı sıra çeşitli çevrelerden -bilim
adamı, öğretmen, politikacı- insanların da
katıldığı konferanslar, tiyatro gösterileri ve çok
sesli müzik konserlerinin tertip edildiği
Halkevlerinde, ayrıca yayın, toplantı ve kurslar
düzenlenmiştir.
Genel yayın organı olan ÜLKÜ Dergisinin
yanında ellinin üzerinde dergi çıkarıldığı da
bilinmektedir.
Harf Devrimi’nden önce Arap harfleri ile okuma
yazma oranının erkeklerde yüzde 12.99 kadınlarda
ise yüzde 3.67 olduğu, toplamda da okuryazar
oranının yüzde 8.61 olduğu bilinmektedir.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yapılan bu
çabalarla okur yazar oranı artmıştır:
Cumhuriyetin 1935’te 1940’da
İlk yıllarında %19 %22
%10
Kadınların okur-yazar oranı düşüktü.
1935'de erkekler %23
kadınlar %8
1950‘ de erkekler %55
kadınlar %25
Bu verilerin kırsal kesimdeki kadınlarda daha da
düşük olduğu tahmin edilmelidir.
55
Köy Enstitüleri 56

Atatürk ve arkadaşları çağdaş eğitimin Kurulması ve halkın rejimi


benimsemesi için bütün olanakları kullanırlar.
Bu anlayışa göre 17 Nisan 1940'ta çıkarılan 3083 sayılı yasayla “ Köy
Enstitüleri” kurulur.
1940'lı yıllarda İsmail Hakkı Tonguç, kurucusu olduğu Köy
Enstitülerinde öğrenciye katılımcılık sağlar; onlara sorumluluk ve
yönetimde yer verir.
İlk ve Ortaöğretimdeki Gelişmeler

57
Cumhuriyet döneminden önce rüşdiye, idadi ve sultani gibi değişik
adlardaki okullarda yapılan ortaöğretim, bu dönemde üçer yıllık
ortaokul ve lise olarak iki devreye ayrıldı Ortaokulların liseye liselerin
de yüksek okullara öğrenci hazırlayan kurumlar olarak ele alındığı bu
dönemde ortaöğretim, mesleki bilgilerin de verilmesi gereken yerler
olarak görüldü. Bu doğrultuda hazırlanan yeni programlarda
Cumhuriyet ideolojisinin yanı sıra bazı mesleki bilgilere de yer verildi
Türkçe ve edebiyat gibi derslere ağırlık verilerek, liselere ilk kez
“Sosyoloji” dersi konuldu.
Bu dönemde önem verilen bir diğer alan mesleki ve teknik eğitimdir. Bu
konuda yabancı uzmanlar davet edilerek onların bilgi ve
tecrübelerinden yararlanıldı. Bu uzmanlardan biri 1924’te Ankara’ya
davet edilen John Dewey’dir. Dewey görüşlerini hazırladığı bir rapor
ile ortaya koyar. Raporunda özetle, eğitim konusunda kararlar
alacak kadronun yetiştirilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Dewey’i
1925’te Kuhne ve 1927’de Buyse takip eder. Bu kişiler de Türk eğitimi
üzerinde incelemeler yaparak mesleki ve teknik eğitime ağırlık
verilmesi yolundaki tavsiyelerini birer raporla bildirmişlerdir.
 1914-1915 Eğitim yılında;
 Ermeni Okulu 803 133.100 58

 Rum, Yahudi, Süryani 1830 184.568


 Fransız Katolik Okulları 500 59.414
 İngiliz okulları 178 12.800
 Rus, İtalyan, Alman vd. 38 3.500
 Amerikan okulları 675 34.317
Kaynak; E.G.Mears. Modern Turkey ,NY; Mcmilan 1924,p.135
Atatürk Türkiye'sinde okul
59
sayıları Okul Sayısı

Yıllar İlkokul Ortaokul Lise

1923-24 4.894 72 23

1937-38 6.700 140 68

Öğrenci Sayısı

1923-24 341.541 5.905 1.241

1937-38 764.691 74.107 21.000

Öğretmen Sayısı

1923-24 10.238 796 513

1937-38 15.775 2.840 1.164


Okul programları Cumhuriyet rejiminin gerektirdiği şekilde yeniden
düzenlendi.
60 ilkesi
İlköğretimin devlet okullarında yapılması parasız ve zorunlu olması
benimsendi. Atatürk inkılâplarının köylere kadar yayılması için köy
okulları ve köye öğretmen yetiştirmeye, imkânlar ölçüsünde özen
gösterildi.
Ortaöğretim altı yıl olarak benimsendi ve üç yılı Ortaokul, üç yılı da lise
olmak üzere uygulamaya konuldu. Lise son sınıfta edebiyat ve fen
şubeleri açıldı.
Ortaöğretimde ders kitapları gözden geçirildi. Sosyal bilgilerle ilgili
dersler Tarih, Coğrafya, Türkçe, Medeni Bilgiler müfredatı Cumhuriyet
esaslarına ve rejimin özelliğine uygun bir yapıya kavuşturuldu.
Fen dersi kitapları çağdaş bilgilerle donatıldı. 1929’da Arapça ve
Farsça dersleri programlardan çıkarıldı.
Cumhuriyetin eğitim alanında getirdiği önemli yeniliklerden biri de okul
kapılarını ayırım yapmaksızın kadınlara açmasıdır. Cumhuriyet
öncesinde, İstanbul’da üç lise ve Anadolu’da bir kaç öğretmen
okulundan başka kızların öğrenim görecekleri orta eğitim kuruluşu
yoktu. Talim ve Terbiyenin olumsuz tavrına rağmen, 1927’de Mustafa
Necati sorumluluğu üzerine alarak, yetmiş kadar ortaokulda “karma
eğitim” başlatıldı.
Üniversite Reformu
1846’da Dar-ül Fünun (Fenler Evi) adı ile ilk üniversite kurulmuş, ancak buna
öğrenci bulunamaması nedeniyle okul hemen kapanmış, 1863’te bir deneme 61
daha yapılmıştır. Ancak Cemalettin Afgani’nin bir derste ‘nübüvvet san’attır’
(yani peygamberlik sanattır) demesi üzerine ayaklanan şeyhülislam ve
medrese öğrencilerinin yaygarası, bu okulu da kapattırmıştır. 1874’te yapılan
üçüncü deneme de başarısız olmuş, okul 1881’de tekrar kapanmıştır.
Nihayet 1900’de açılan Darülfünun sürekli olabilmiş, 1933 üniversite reformu
esnasında kapatılarak ertesi gün teşkilat ve personelinde yapılan bazı
değişiklikle İstanbul Üniversitesi olarak açılmıştır.
Cumhuriyet idaresi bir takım eksiklikler içinde devraldığı Darülfünun’a sempati
ile yaklaşmış, eski Harbiye Nezareti binası Darülfünun’a vermiş ve 7 Ekim 1925
talimatnamesiyle de idarî ve ilmî özerklik de verdi. Bu talimatnameye göre,
Darülfünun Emini (Rektörü) müderris ve muallimlerin seçecekleri en çok oy alan
iki aday arasından Milli Eğitim Bakanlığınca atanacaktı.
1922-1932 döneminde, hükümet kurumun öğretim ve programına karışmamış,
gelişmeleri Darülfünundan beklemiştir. alfabe değişikliği, dil ve tarih çalışmaları
konusunda Darülfünundan destek gelmediği gibi, üstelik eleştiriler yapılması
bardağı taşıran damlalar vazifesini görür. Atatürk’ün kültür politikasına ters
düşen bu hareketler, Ankara’da şiddetli tepki uyandırır.
Darülfünun’a Yapılan Eleştiriler
Darülfünun’a yöneltilen eleştiriler şu şekilde özetlenebilir.
1. Darülfünunda çalışmalar bilimsel nitelik taşımıyor. Derslerde,
yayınlarda bilimsel ciddiyet yoktur.
2. Öğretim elemanı atanmasında bilimsel yeterlilikten çok ilişkiler etken
olmaktadır. Öğretim elemanı yetiştirilmemekte olduğu gibi, onların
bilimsel derecelerini belirleyecek bir makam da yoktur.
3. Üniversite toplumla uyum içinde değildir. Yeni devlet anlayışına ve
Cumhuriyet’in yoğun inkılâpçı temposuna ayak uydurmaktan uzaktır.
4. Kendi kendini ıslah edemeyen Darülfünun tasfiye edilmeli, dışardan
uzman getirilerek yeniden oluşturulmalıdır.

62
Yükseköğretimdeki Gelişmeler

63
Meclis’ten bu yetkiyi alan hükümet objektif ve isabetli bir karar verebilmek için tarafsız ve
yabancı bir bilim adamını, Cenevre Üniversitesi Pedagoji Profesörü Albert Malche’i,
Türkiye’ye davet etti. Prof. Malche, siyasî şahsiyetler, Darülfünun hocaları ve öğrencileri ile
görüştü, derslere girdi, seminer, laboratuvar çalışmalarını ve kütüphaneleri inceledi,
öğrenciler arasında yazılı bir anket tertipledi. Ayrıca öğrencilerin hayat tarzları ve mali
durumlarını inceledi. Dört aylık bir çalışmadan sonra, görüşlerini bir rapor halinde Milli Eğitim
Bakanlığı’na sundu. Prof. Malche’ın önerileri şöyle özetlenebilir:
1. Darülfünunun hukukî vaziyeti netleştirilmeli, bilimsel özerklik korunmakla birlikte, idarî ve
akademik personelin seçiminde hükümet sorumluluğu üzerine almalıdır.
2. Darülfünun kendisini bilinçli bir şekilde muayyen bir noktaya sevk eden ilmi ve fikrî bir hızdan
mahrum görünmektedir. Yeni bir teşkilatlanmayı gerektiren sebeplerden biri de budur.
3. Profesörlerin atanması, Darülfünunun geleceği için her şeyden önemlidir. İlgililer gelecekteki
arkadaşlarını seçiyorlar. İlgililer fena hâkimlerdir. Onların oylarına başvurulmalı, fakat karar
dışardan verilmelidir. Darülfünun hocaları tercihen yurt dışında yetiştirilmelidir.
4. Darülfünunda öğretim metodu ders notlarına dayalıdır. Öğrencilere genelde ansiklopedik
bilgi verilmekte ve bunlar her sene değişmeden tekrarlanmaktadır. Öğretim yaratıcı
değildir. Öğrenci uygulamalı dersler ve seminerlerle araştırmaya yönlendirilmelidir. İmtihan
usulleri değiştirilmeli, hafızaya dayalı bilgi yerine, uygulamaya yönelik bilgiye öncelik
tanınmalıdır. Darülfünunun öncelikli ödevi, düşünen dimağlar yaratmaktır.
5. Türkçe bilimsel yayınlar yetersizdir. Öğrenci yabancı dil bilmediğinden yabancı
yayından yararlanamamaktadır. Dolayısıyla öğrenciye okuduğunu anlayacak ölçüde bir
yabancı dil öğreniminin ilk yıllarında mutlaka öğretilmelidir. 64
6. Kütüphaneler fakir, hizmet saatleri ve çalışma şekilleri yetersizdir. Kütüphaneler
merkezîleştirilmeli ve öğrenciye ödünç kitap verilmelidir.
7. Darülfünun ilmî zihniyeti yaşatmakla görevlidir. Bu ise, öğrencileri bizzat kişisel
araştırmalara yöneltmekle mümkündür. Dolayısıyla öğretim elemanlarının ders saatleri
dışında, öğrencilerine zaman ayırmaları, öğrenci ve araştırma ile daha fazla meşgul
olmaları gereklidir.
8. Darülfünun, öğretimin yanı sıra, öğrencileri manen geliştirecek temiz ve seçkin bir sosyal
ortam yaratmakla da görevlidir. Kurum öğrencilerin sosyal ihtiyaçlarını karşılamak için
pansiyonlar, yurtlar, kantinler temin etmeli, spor hayatını geliştirecek çözümler
pekiştirmelidir. Ayrıca mezunlarla ilişkiyi devam ettirecek kuruluşlar oluşturulmalı,
öğrencinin Darülfünunu kendi evi ve fikrî vatanı gibi sevmesi sağlanmalıdır.
9. Türkiye gibi, baştanbaşa yeniden teşekkül eden bir memleketin meseleleri
Darülfünunun çalışmalarında öncelikli konu teşkil etmelidir. Türkiye’nin jeolojisi, tarihi,
coğrafyası, sağlık meseleleri, sanayisi, kültürü, güzel sanatları Darülfünunun ilk araştıracağı
konular olmalıdır.
10. Darülfünunun yenileşmesi yeterli değildir. Kurumun dışarıya açılması, geniş bir çevreye
faydalı olması lâzımdır. Bunun için Darülfünun halka açık konferanslar düzenlemeli, tatil
aylarında kongreler, seminerler tertiplenmeli, halka hitap eden bir dergi yayımlamalıdır.
Yükseköğretimdeki Gelişmeler

1932 yılı başlarında Türkiye’ye gelen Malche raporunu 1 Haziran 1932’de Türk
65
Hükümetine sundu. Üç bölümden oluşan raporun birinci bölümü; raporun içeriğini,
ikinci bölümü; Darülfünunun var olan yapısının incelenişini, üçüncü bölüm ise
yapılması gereken reform önerilerini kapsamaktaydı. Malche Darülfünunla ilgili
Raporda, özetle Darülfünun’un bilimsel yetersizliği ifade edilerek, bu durumun
ortadan kaldırılması için araştırmaya ve yabancı dil derslerine ağırlık verilmesi
önerilmekteydi.
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Milli Eğitim Bakanlığı, üniversite reformu konusunda
sadece Malche’dan değil, Darülfünun Divanı, fakülte meclisleri ve fakülte
reislerinden de reform tasarıları istemiştir. Bakan Dr. Reşit Galip, Darülfünun yetkilileri
ile yaptığı bir toplantıda, üniversite reformunun inkılap şeklinde olmasındaki
zorunluluğu anlatmıştır. Darülfünun divanınca hazırlanan raporda, özellikle bilimsel
özerkliğin gerekliliği konusu üzerinde durulmuştur.
Atatürk, Malche’ın raporuna sadece bir üniversite meselesi olarak bakmamıştır. O, bu
rapordan çıkartılacak derslerle, uygulamayı düşündüğü geniş çaplı kültür değişiminin
sadece bir parçasını düzenleyeceğinin farkındadır. Üniversitelerin toplumu çağdaş
uygarlık seviyesine çıkarma konusunda öncü bir rol oynayacağının bilincindedir.
Darülfünunun ortadan kaldırılarak yerine İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşu 31 Mayıs 1933
tarih ve 2252 sayılı kanun ile gerçekleştirilmiştir.
Atatürk’ün gerçekleştirdiği üniversite reformu neticesinde oluşan İstanbul Üniversitesi
Türkiye’de üniversite öğretiminin kaynağı olmuştur. Buradan yetişenler, başta Ankara
Üniversitesi olmak üzere daha sonra kurulan üniversitelerin öncüleri olmuşlardır.
Azınlık ve Yabancı Okulları
66
Cumhuriyetin Osmanlı’dan devraldığı okullar arasında azınlık ve yabancı okulları önemli
bir yere sahiptir. Bu kurumlar değişik etnik köken ve dini inanca sahip unsurların bir
arada yaşadığı Osmanlı topraklarında açılan ve serbestçe faaliyetlerini sürdüren bir
konumdaydılar. Zira, Osmanlı topraklarında yaşayan çeşitli dini ve etnik topluluklara
kendi dil, din ve kültürlerinde eğitim yapmalarına fırsat tanıyan bir sistem vardı.
Dolayısıyla her tebaa kendi eğitim kurumunu kendi değerleri doğrultusunda
açabiliyordu. Böyle bir ortamda azınlıklara tanınan bu serbestiyet ve haklardan
yabancı devletler de yararlandılar.

Ayrıca yabancılara verilen kapitülasyonlar ve bu ülkelerin misyonerlik gayeleri 19.


Yüzyıla gelindiğinde Osmanlı topraklarında açılan yabancı okulların sayılarını gittikçe
arttırmalarına yol açtı. Başlangıçta Hıristiyan çocukları ile yabancıların eğitimi için
misyonerler tarafından açılan Katolik ve Protestan okulları, zamanla ait oldukları
ülkelerin özellikle Osmanlı’nın gerilemesine paralel olarak bölgedeki emperyalist
emellerini gerçekleştirmede araç olarak kullanıldılar.
Azınlık ve Yabancı Okulları

Böylece hem kendi dil, din ve kültürlerinde nesiller yetiştiriyor hem de ülkedeki azınlıkları
kışkırtarak Osmanlı’yı içten parçalamakta bu eğitim ve öğretim kurumlarını 67
kullanıyorlardı.
Bütün bu gelişmelerin farkında olan M.Kemal Atatürk ve dönemin ileri gelenleri azınlık ve
yabancı okullarının zararlı faaliyetlerine engel olmak maksadıyla onları denetim altına
almak için çalıştılar. Bu okulların Türkiye’deki varlıkları 24 Temmuz 1923’te imzalanan
Lozan Antlaşması ile sağlandı. Dini propaganda yapmamaları ve devletin
kanunlarına uymaları şartlarıyla Rum, Ermeni ve Yahudilere ait azınlık okulları
antlaşmanın 40. ve 41.maddeleri gereğince, yabancı okulları ise Lozan’a ekli
mektuplarla Türkiye’deki faaliyetlerini sürdürebileceklerdi.
3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereğince kabul edilen milli ve laik eğitim
anlayışı söz konusu azınlık ve yabancı okulları üzerinde de uygulandı. Buna göre;
-Yabancı okullarda mabetler dışındaki mekanlarda bulunan dini semboller kaldırılacaktır.
-Türk mezhebinden olan öğrencilerin bu okullardaki dini ayinlere katılmaları yasaktır.
-Milli kültürü korumak için Türkçe, Türk öğretmenler tarafından okutulması zorunluluğu
getirildi.
-Bu okullarda yabancı müdür yanında MEB tarafından atanan bir Türk Müdür yardımcısı
bulunduracaklardı.
-Türk çocuklarının -küçük yaşlarda yabancı kültürlerin tesirlerinden koruyabilmek için
1931’de çıkarılan bir kanunla yabancı ilkokullara gitmeleri yasaklandı.

You might also like