Professional Documents
Culture Documents
Eğitim, pek çok tanımı yapılabilen bir kavramdır. Ama daha çok;
Bireyde kendi yaşantısı yoluyla istendik davranış değişikliği
meydana getirme süreci olarak tanımlanır.
Hedefi ve konusu insan olan eğitim, kısaca insan yetiştirme sanatı
olarak ifade edilebilir.
Bu ise ancak sistemli bir eğitim sayesinde gerçekleşir. Bu yüzdendir ki,
eğitim sistemlerinin değişen ve gelişen zamana ayak uydurması ve
sürekli kendini yenilemesi gerekir. Bu yapılmadığı takdirde
toplumun geri kalması kaçınılmaz hale gelir.
Öte yandan Türk devrimi, benzeri olan diğer devrimlerde olduğu gibi
Burjuvazi veya proletarya gibi bir sosyal sınıfa dayanarak değil
uyguladığı eğitim sistemi ile başarılı olmuştur.
Cumhuriyet Öncesi Eğitim Sistemi
2
Cumhuriyetten önce Türkiye’de üç çeşit eğitim kurumu vardı:
1. Halkın ve vakıfların yardımı ile faaliyetlerini yürüten ve din ağırlıklı öğretim yapan
medreseler.
2. Modern okullar, ordunun subay ihtiyacını karşılamak üzere askerî okullar kurulmuştu.
Askerî mühendislik okulları, (1773-1793) Askerî Tıbbiye (1826), Harbiye (1834) gibi;
sonra bunlara diğer meslek okulları da katılmıştır. Öğretmen Okulu (Darülmuallimin)
1848’de, kız öğretmen okulu (Darülmuallimat) 1870’de, Mülkiye 1859’da, Hukuk
mektebi 1880’de açılmışlardı. Ayrıca sübyan okulları yanında Rüştiye, İdadi ve
Sultani gibi ilk ve orta eğitim okulları oluşturulmuştu. Daha sonra bunlara Darülfünun
katılmıştı.
Ancak medreseler dışındaki okullarda bile dinî etkiler güçlüydü.
Bu iki tip okul eğitim, dünya görüşü ve ülkü bakımından birbirine ters düşen zihniyette iki
ayrı insan tipi yetiştirmekteydi.
3. Yabancı okullar: Bunlar kapitülâsyonların desteğinde, hükümet denetiminin dışında
kalan, modern eğitim yapan ve yabancılarca yönetilen okullardı.
Bu okullarda yabancı dilde eğitim yapılmakta, özellikle azınlık milliyetçiliğini hedef alan
bir öğretim yürütülmekte ve yabancı devletlerin siyasî nüfuz aracı olarak
kullanılmaktaydı. Bu okullarda genellikle ülkenin değer yargılarına ters düşen
değerlere sahip insanlar yetiştirilmekteydi.
1914-1915 Eğitim Öğretim Yılında Osmanlı
İmparatorluğunda Azınlık ve Yabancı Okullar
3
Aidiyet Okul Sayısı Öğrenci Sayısı
Ermeni Okulları 803 133.100
Rum Okulları 1830 184.568
Fransız Katolik Okulları 500 59.414
Buna göre ülkedeki bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığına bağlandı. Medreseler kapatıldı. Kanuna
10
dayanarak İstanbul Darülfünununa bağlı ‘İlahiyat Fakültesi’ ile ülkenin değişik bölgelerinde İmam-
Hatip okulları açıldı. Köklü değişiklikleri getiren bu kanun ile eğitim merkezileştirilerek devletin
kontrol ve denetimine geçti. Farklı programlarla eğitim yaparak ikiliğe yol açan mektep-medrese
ayrılığının önüne geçilmeye çalışıldı.
Aynı gün kabul edilen Halifelik ile Şer’iye ve Evkaf Vekaletini kaldıran kanunlarla öğretim birliğini
engelleyecek ve laikleşmeyi önleyecek faktörler ortadan kaldırıldı. Daha da önemlisi Eğitim
programları milli ve laik esaslar çerçevesinde yeniden düzenlendi. Aynı şekilde ders kitapları
dönemin politikasına uygun olarak yeniden hazırlandı. Yeni
çıkarılan ders kitaplarında eskiye ait bilgiler azaltıldı ve milli eğitim politikası çerçevesinde Cumhuriyet
ideolojisini yerleştirecek milli şuur uyandırıcı konulara ağırlık verildi.
Öğretimin Birleştirilmesi yasası uygulanırken ülkedeki yabancı okulların durumları da gözden geçirildi.
Geçmişte âdeta bağımsızmış gibi hareket eden, yeterli denetimden mahrum, azınlıkları milliyetçiliğe
yönlendiren, öğrencilerine ülke değer yargılarına ters düşen telkinlerde bulunan bu okulların da
ciddî bir devlet denetimine alınması, buralarda Türklük aleyhine ve dinî nitelikte öğretim faaliyetinin,
engellenmesi gerekliydi. Türkiye kendi sınırları içinde, hiçbir dinin ve mezhebin propagandasının
yapılmasını istemiyordu. Türkiye kendi medreselerini kapatırken, Hristiyan okulları bu uygulamanın
dışında tutulamazdı.
M.Kemal, 29 Ekim 1923‟te şunu ifade etmişti: “ .... Bazen yabancı mekteplerin
vazife sınırlarını geçtiğini, rollerinden çıktıklarını, fenni olmayan propaganda
11
gayeleri takip ettiklerini ve bunun için halkımızın Türk olmayan unsurlarına
dayandıklarını gördük...... Fransız Mekteplerinin ekserisi rahipler ve hemşireler
tarafından idare edilmektedir. Şu halde mesleki bir mahiyeti vardır. Dolayısıyla
dinî bir propaganda da bulunduklarından endişe edebiliriz. Mamafih, istiyoruz
ki mektepleriniz kalsın, fakat Türkiye’de bizim mekteplerimizin bile haiz
olmadıkları imtiyazları yabancı mekteplerin malik olması kabul edilemez.
Müesseseleriniz aynı sınıfta Türk müesseselerine mevzu olan kanun ve nizamlara
riayet ettikçe baki kalabilir... Türkler bütün medeni milletlerin dostlarıdır.
Yabancılar memleketimize gelsinler, bize zarar vermemek, hürriyetlerimize
zorluklar çıkarmaya çalışmamak şartıyla, burada daima iyi muamele
göreceklerdir".
Bu görüşler ışığında Bakanlık 1924 yılının Ocak ve Şubat aylarında yabancı
okullar için öğretim programı ile uyulması gereken emir ve yasaları hatırlatan
genelgeler gönderdi. Bunlara göre, “yabancı okullarda mabetler dışında,
dershane ve salonlarda bulunan dinî semboller salip, heykel, dinî tasvirler
kaldırılacaktır. Müslüman ve başka mezhepten olan öğrenciler okullarındaki
dinî törenlere katılmayacaklardı. Öğretim açısından da bu okullarda kültür
derslerinin Türkçe verilmesi, müdür yardımcılarından birisinin Türk olması,
Türkçeden kalanların sınıfta kalmış sayılması, okullarda hiçbir devletin
propagandasının yapılmaması şart koşuluyordu.”
12
Öğretimin birleştirilmesi, yeni devletin millî bütünlüğü, çağdaşlaşması açısından
son derece önemli sonuçlar doğurmuştur. Bunları şu şekilde özetlemek
mümkündür.
1. Millî bütünlük açısından: Öğretimin birleştirilmesiyle, aynı fikir, aynı duygu,
aynı düşüncede insanlar yetiştirilmiş, böylece vatandaşlar arasında ülkü birliği,
kültür birliği yolunda güçlü adımlar atılmış, milletleşme süreci hızlanmış, ümmet
toplumundan millet toplumuna yönelinmiştir.
2. Laiklik açısından: Okulların Millî Eğitim Bakanlığı’nın denetimine girmesi ve
medreselerin tarihe karışmasıyla öğretim laik bir tabana oturmuştur.
3. Tam bağımsızlık açısından: Yabancı okulların disiplin ve denetim altına
alınmasıyla, bunların Türklük aleyhine kullanılmaları önlenmiş, kültürel
kapitülâsyon kapıları kapatılmıştır.
4. Çağdaşlaşma açısından: Öğretimin modernleşmesiyle rasyonel düşünceye,
bilime giden yollar açılmış, Türkiye için bir ölüm-kalım davası olan
çağdaşlaşmanın gerçekleşmesini sağlayacak alt yapı hazırlanmıştır.
5. Cumhuriyet’in geleceği açısından: Öğretimin birleştirilmesiyle Cumhuriyetin
geleceği güvence altına alınmış, rejim ve inkılâp karşıtı güç odaklarının
muhtemel dayanakları ortadan kaldırılmış, Cumhuriyeti ve Atatürk ilke ve
inkılâplarını benimsemiş kuşaklar yetişmesini sağlayacak sağlam yollar
açılmıştır.
13
Nüfusun 1/4'ünün yaşadığı köylerde okullaşma oranı son derece
yetersizdi. %90 oranında okul ve öğretmensiz olan köylerdeki ilkokullar
14
ancak 1939 yılında 5 yıla çıkarılabilmişse de genellikle okul ve öğretmen
sıkıntısı devam etmiştir. Nitekim 1970'li yıllara kadar köylerde ilk üç sınıf
tek sınıfta ve birlikte, 4. ve 5. sınıflar bir arada eğitim alabilmişlerdir.
Öğretmen eksikliğini gidermek için Mustafa Necati Bey'in bakanlığı
sırasında girişilen faaliyetler onun ölümü ve 1929 dünya iktisadi buhranı
ile kesintiye uğramıştır. Saffet Arıkan'ın bakanlığı sırasındaki tespit ve
önerileriyle Atatürk'ün direktifleriyle 1936'da başlatılan eğitmen kursları
Askerliğini erbaş olarak yapan ve okuma yazma öğrenen köy
çocuklarının sekiz aylık bir eğitimden sonra az nüfuslu köylere
öğretmen olarak atanması esasına dayanıyordu. Bu yöntemle on yılda
8543 öğretmen yetiştirilerek 6598 okul açılmıştır. Köylerde eğitimin
geliştirilmesi için başlatılan bu projenin başarısı üzerine açılmaya
başlanan köy öğretmen okulları 1940'da açılacak olan Köy Enstitülerinin
de ilham kaynağı ve ilk örneği olacaktır.
Herkese okuma yazma öğretme
konusunda en önemli engel; Alfabe 15
Arap alfabesinin iyileştirilmesi konusunda ilk ciddi girişim, Münif Paşa
tarafından başlatılmıştır. Münif Paşa, üyesi olduğu Cemiyet-i İlmiye-i
Osmaniye'de 1862'de verdiği konferansta; hareke kullanılmadığı için bir
kelimenin çeşitli biçimlerde okunabildiğini, anlamları bilinmeyen bazı kelime
ve özel isimlerin okunmasının mümkün olmadığını, dilimizdeki Arapça-Farsça
kelimelerin terkiplerinin çokluğunun, okuma-yazmayı büsbütün zorlaştırdığını,
büyük harf olmadığı için özel isimlerin diğerlerinden ayırt edilmediğini,
Avrupalıların ise yazılarında böyle zorluklar olmadığı için, 6-7 yaşından
başlayarak her insanın okuyup yazabildiğini, bizde ise yazımızı öğrenmenin
zorluğu yüzünden halkın fikren terbiyesinin mümkün olmadığını belirtmiştir.
Ayrıca, Arap harflerinin kitap basımı için de uygun olmadığını, diğer milletlerin
30-40 harfle istedikleri kitabı basabildiklerini, bizde düzyazı ile kitap basabilmek
için bile, yüzlerce işarete ihtiyaç bulunduğunu savunmuş ve yazı sistemindeki
zorlukları gidermek için şu önerilerde bulunmuştur:
Alfabenin kolay okunabilmesi için harflere işaretler konulmalı, yeni sesli harfler
bulunmalı, harfler ayrık yazılmalı. Bu şekilde birkaç basit kitap yazılır ve bunların
faydaları görülürse, yaygınlaştırılabilir.
Daha sonra Azerbaycanlı şair Ahunzade Feth Ali, Cemiyet-i İlmiye-i
Osmaniye'ye bir tasarı sunmuştur.
Bu tasarıda; Arap harflerinin zorluğu, Arap harflerinin kullanılması için dini bir
zorunluluk olmadığı ve yeni bir yazı sisteminin alınabileceği belirtilmiş, ancak
Cemiyet bir rapor hazırlayarak, yüzyıllardır kullanılan bir yazının değiştirilmesinin
zor bir iş olduğu sonucuna varmıştır.
Bu konu üzerinde Namık Kemal ile İran elçisi Melkum Han, Hürriyet gazetesinde
tartışmışlardır. Melkum Han, ülkede eğitimin çok geri bir düzeyde olduğundan
söz ederek, Arap harflerinin sakıncalarını belirtmiş ve düzeltilmesi gerektiğini
savunmuştur. Namık Kemal ise verdiği cevapta; alfabedeki değişikliğin zor
olacağını, birçok kötülüklerin alfabeden değil, bilgi eksikliğinden
kaynaklandığını, İngiliz, Amerikalı gibi milletlerin alfabeleri zor olmasına rağmen
eğitimlerinin yüksek olduğunu belirtmiştir. Bununla birlikte, harflerin biçimlerini
bütünüyle bozmadan, iyileştirmeye karşı olmadığını, ama devletin, böyle bir
şeye yanaşmak istemediğini kaydetmiştir.
Harflerin sadeleştirilmesi ve kolaylaştırılmasını savunanların arasına, Terakki
gazetesi yazarı Hayrettin Bey, Ebüzziya Tevfik ve Ali Suavi de katılır. İbrahim
Şinasi 1869'da Avrupa'dan döndükten sonra bu konuyu ele almış, Arap
harfleriyle nesih ve kûfi denilen yazı çeşitleri karması bir tür geliştirerek,
matbaada kullanılan 500'den çok harf kasasını 112'ye indirmiş ve kendi
matbaasında eserlerini bu şekilde bastırmıştır.
Alfabe Değişikliği
17
Zafer sonra Lâtin alfabesini savunanlardan Hüseyin Cahit, “Lâtin yazısının niçin
alınmadığını” sorar. Mustafa Kemal “Daha zamanı gelmemiştir” cevabını verir.
Aslında onun kafasında Lâtin alfabesini almak fikri eskiden beri mevcuttu.
Nitekim daha Erzurum’da iken, Mazhar Müfit Kansu’ya ilerde yapılacak işleri
not ettirirken, Lâtin yazısının alınacağını not ettirir. Ancak bir zamanlama üstadı
olan Gazi müsait zamanı bekleyecektir.
Bu konu Şubat 1923’te İktisat Kongresinde gündeme gelir. Delegelerden üç kişi
Lâtin harflerinin kabulü için önerge verince kongre başkanı Kâzım Karabekir
Paşa önergeyi tepkiyle karşılamış ve toplantıda okutmamış ve 5 Mart 1923
günü Hâkimiyet-i Millîye gazetesinde, bunun İslam birliğini bozacağı, eski kültür
mirası ile ilginin kesilmesine, ülke içinde ayrılıklara yol açacağını ileri sürmüştür.
Kâzım Karabekir Paşa’nın bu demeci üzerine, alfabe ve imlâ konusu yeniden
gündeme geldi. Bu vesile ile Arap alfabesini savunanlar yeniden yayına
başladılar. Buna karşı da Lâtin harfleri taraftarları harekete geçtiler.
Alfabe Değişikliği 18
1924’de Şükrü Saraçoğlu Melis’te Arap alfabesinin Türk dilini yazmaya
müsait olmadığını vurgular.
1926’da aydınlar arasında, Lâtin harfleri konusunda yapılan bir
ankette tanınmış bilgin ve yazarların çoğunun Arap alfabesini savunur
oldukları görülmüştür.
Prof. Fuat Köprülü ile Prof. Zeki Velidî de Lâtin alfabesinin alınmasına
karşı çıkarlar. Bunlara karşılık olmak üzere, İçtihat dergisi sahibi Dr.
Abdullah Cevdet, Cumhuriyet sahip ve başyazarı Yunus Nadi, Milliyet
ve Hâkimiyeti Millîye Başyazarı Falih Rıfkı hararetle Lâtin alfabesini
savunurlar.
1926’da Lâtin alfabe taraftarlarını sevindiren bir olay, Bakü’de
toplanan uluslararası Türkoloji Kongresinde Latin alfabesinin
alınmasının uygun görülmesidir.
Alfabe Değişikliği 19
Mart 1926'da, Bakû'de toplanan I. Türkoloji Kongresi'nde yapılan görüşmeler
ve tartışmalar sonunda, Latin alfabesine geçiş prensibi benimsenmiş ve
sonuç olarak her Türk kolu için Latin kökenli ayrı ayrı alfabeler oluşturulmuş,
Kongre'yi izleyen yıllarda da uygulanmıştır. Aynı yıl Türkiye'de harfler sorunu
yeniden canlanmış, Akşam gazetesinin 28 Mart 1926 tarihli "Latin Harflerini
Kabul Etmeli mi, Etmemeli mi?" başlıklı anketi ülkede geniş yankılar
uyandırmıştır. Dönemin ünlü yazar ve bilim adamlarından Halit Ziya, Necip
Asım, Veled Çelebi, Ali Canip, İbrahim Alaaddin, Prof. Zeki Velidi Togan,
Avni Başman, Yusuf Semih, Ali Şeydi, Prof. Köpriilüzade Mehmet Fuat gibi
kişiler Arap harflerini savunurken, Refet Avni, Abdullah Cevdet, Mustafa
Hamit gibi aydınlar da Latin harflerini savunmuşlardır. Savunanların
gerekçeleri şunlardır:
1 . Halka okuma-yazmayı daha kolay öğretecek bir yazı sistemini almak.
2 . Türkçe'nin zenginliğini ve canlılığını daha iyi ortaya koyup gelişmesini
sağlamak.
3. Uygar milletlerle iletişim sağlamak.
Alfabe tartışmaları ile ilgili daha birçok yazılar yayınlanmıştır. Latin harflerinin
lehinde yazılan yazılardan birisi de Kılıçzade Hakkı'nın Hür Fikir dergisinde çıkan
"Arap Harflerini de Cebrail Getirmedi Ya!" başlıklı makalesidir.
Alfabe Değişikliği
Bir zamanlama üstadı olan M.Kemal, 1928’e gelindiğinde 20alfabe
konusunda harekete geçer. 1928 Ocak ayında kurulan bir komisyon
konuyu incelemeye başlar.
20 Mayıs 1928’de Milletlerarası rakamların kullanılması kanunlaşır. Bu
vesile ile Lâtin alfabesiyle ilgili bir soruya, Maarif Vekili Mustafa Necati
uzman kişilerin bu konuda hazırlık yaptıklarını, yakın bir zamanda
sonucun Meclise sunulacağını bildirir.
Nitekim 1928 Haziranında Milletvekili ve uzmanlardan “Dil Encümeni”
oluşturulur. Atatürk. Encümen üyesi Falih Rıfkı’ya “Hemen Ankara’ya
git, komisyona katıl ve bu işi çabuk bitiriniz” talimatını verir. Komisyon
yazının değiştirilmesi doğrudur, değil midir, tartışmasını bir kenara
bırakıp, yeni alfabe harflerini seçmekle işe başlar.
Türkçenin ses özelliklerine göre tesbit edilen harfler, Falih Rıfkı
tarafından M.Kemal’e sunulur; Bir on beş yıllık uzun, bir beş yıllık kısa
müddetli iki teklif olduğu söylenince “Bu ya üç ay içinde olur, ya hiç
olmaz’’ der.
SON DENEMELER
1927 yılının sonları ve 1928 yılının ilk yarısı, Latin harflerinin
Türkçe'ye uygulanması yolunda, çok hareketli bir dönem
olmuştur. Hakimiyet-i Milliye'de Falih Rıfkı, Cumhuriyet'te
Yunus Nadi, İkdam'da Celal Nuri, Tanin'de Hüseyin Cahit,
Latin harflerini savunarak bu fikri yaymaya çalışmışlar, bu
konu ile uğraşanlar, fikir ve önerilerini açıkça ortaya
koymuşlardır. Ahmet Cevat'ın Vakit gazetesinde, 1927
sonundan 1928 başına dek yazdığı yazılar ve İbrahim Necmi
(Dilmen)'nin Milliyet gazetesinde Mayıs-Ağustos 1928'de
yazdığı "Latin Harfleriyle Türk Alfabesi" başlıklı yazıları, harf
inkılâbından önceki son denemelerdir.
Gazi Mustafa Kemal Paşa Harf Trakya'da nasıl uygulandığını görmek amacıyla 23 Ağustos
1928'de Ertuğrul Yatı ile Tekirdağ'a gitti.
28 Ağustos'ta, Dolmabahçe Sarayı'nda profesörler, milletvekilleri, gazeteciler,
yazarlar toplanarak yeni harfler üzerinde konuşmuşlardı. Bu konuşmada, İsmet
Paşa, "Kabul edilen harfler Fransız harfleri değildir. Türk harfleri, Türk alfabesidir.
Yeni alfabe bilimseldir ve Türk milletinin alfabesidir. Türklerin ihtiyaçlarına yeter"
demiş ve İbrahim Necmi'ye şu kararı yazdırmıştı: "Milleti bilgisizlikten kurtarmak
için, kendi diline uymayan Arap harflerini bırakıp, Latin esasından Türk harflerini
kabul etmekten başka çare yoktur." Daha sonra bu karar oybirliği ile kabul
edilmişti.
HALK DERSANELERİNDE DERSLER BAŞLIYOR
Eylül ayında ülkenin her tarafında kurslar devam
etmiş, İstanbul'da çıkan gazeteler başlıklarını,
işyerleri levhalarını değiştirmişler, milletvekilleri seçim
bölgelerine dağılarak yeni harflerle ilgili
konferanslar vermeye girişmişlerdi.
9 Eylül'de Halk Dersanelerinde derslere başlanmıştı.
İsmet Paşa, "Bir öğretmen olarak gidiyorum" diyerek
gittiği Malatya'da, halka hitaben yaptığı uzun
konuşmada, yeni harflerin kolay bir okumayazma
aracı olduğuna değinerek sözlerini şöyle
sürdürmüştür: " Bu kadar hayırlı ve kudretli bir
tedbirin, niçin bugüne kadar geri bırakıldığını,
istikbal münekkitlerine anlatmak kolay
olmayacaktır. Fakat ben onlara diyeceğim ki;
insanlar geleneğe o kadar bağlıdır ki, görenekten
ayrılıp ve kat'i bir karara varabilmek için, Türk
Devleti'nin Büyük Gazi gibi, türlü tecrübeler ve
badireler içinde milletinin hayatiyet ve kudretinin
özü gibi yetişmek ve devlet reisi olduğu halde, köy
köy dolaşıp alfabe hocalığı edecek kadar çalışkan,
azimli ve fedakâr bir reisi gelmek lâzımdı.’’
KANUN MECLİSTE KABUL GÖRÜYOR
Harf Devrimi Türk kadınlarına birçok iş imkanları yarattı. Kadınlarımızı evlerine kapalı
kalmaktan kurtarıp, iktisadi hayatta ve modern yaşamda yer almasını sağladı.
"Kadınlarımıza yeni iş"
Atatürk 25 Ağustos 1928 tarihinde yeni harfler hakkında Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan
konferansa katıldı. Cumhuriyet gazetesi haberi birinci sayfadan duyurdu.
52
1932’de kurulan ‘Halk Evleri’ ile eğitim, kültür ve sanat faaliyetlerine
ağırlık verildi. Gerek Atatürk’ün halkçılık anlayışını hayata geçirmek
gerekse, CHF’nın 1931 tarihli programında yer alan altı ok ilkelerini
halka yaymak amacıyla kurulan Halkevleri, başta Ankara olmak
üzere Samsun, Diyarbakır, Eskişehir, İzmir, Konya, Denizli, Van, Aydın,
Çanakkale, Bursa ve İstanbul’da açıldı.
1937’de sayıları 167’ye ulaşan Halkevleri’nin dokuz ayrı çalışma kolu
vardı.
Halkevleri ve Halk Eğitimi
Bu kollar;
53
Dil, Tarih ve Edebiyat
Güzel Sanatlar
Temsil Sanatları
Spor
Sosyal Yardım
Halk Dershaneleri ve Kursları
Kütüphane ve Yayın
Köycülük
Müze ve Sergiler
Bu kolların yanı sıra çeşitli çevrelerden -bilim
adamı, öğretmen, politikacı- insanların da
katıldığı konferanslar, tiyatro gösterileri ve çok
sesli müzik konserlerinin tertip edildiği
Halkevlerinde, ayrıca yayın, toplantı ve kurslar
düzenlenmiştir.
Genel yayın organı olan ÜLKÜ Dergisinin
yanında ellinin üzerinde dergi çıkarıldığı da
bilinmektedir.
Harf Devrimi’nden önce Arap harfleri ile okuma
yazma oranının erkeklerde yüzde 12.99 kadınlarda
ise yüzde 3.67 olduğu, toplamda da okuryazar
oranının yüzde 8.61 olduğu bilinmektedir.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yapılan bu
çabalarla okur yazar oranı artmıştır:
Cumhuriyetin 1935’te 1940’da
İlk yıllarında %19 %22
%10
Kadınların okur-yazar oranı düşüktü.
1935'de erkekler %23
kadınlar %8
1950‘ de erkekler %55
kadınlar %25
Bu verilerin kırsal kesimdeki kadınlarda daha da
düşük olduğu tahmin edilmelidir.
55
Köy Enstitüleri 56
57
Cumhuriyet döneminden önce rüşdiye, idadi ve sultani gibi değişik
adlardaki okullarda yapılan ortaöğretim, bu dönemde üçer yıllık
ortaokul ve lise olarak iki devreye ayrıldı Ortaokulların liseye liselerin
de yüksek okullara öğrenci hazırlayan kurumlar olarak ele alındığı bu
dönemde ortaöğretim, mesleki bilgilerin de verilmesi gereken yerler
olarak görüldü. Bu doğrultuda hazırlanan yeni programlarda
Cumhuriyet ideolojisinin yanı sıra bazı mesleki bilgilere de yer verildi
Türkçe ve edebiyat gibi derslere ağırlık verilerek, liselere ilk kez
“Sosyoloji” dersi konuldu.
Bu dönemde önem verilen bir diğer alan mesleki ve teknik eğitimdir. Bu
konuda yabancı uzmanlar davet edilerek onların bilgi ve
tecrübelerinden yararlanıldı. Bu uzmanlardan biri 1924’te Ankara’ya
davet edilen John Dewey’dir. Dewey görüşlerini hazırladığı bir rapor
ile ortaya koyar. Raporunda özetle, eğitim konusunda kararlar
alacak kadronun yetiştirilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Dewey’i
1925’te Kuhne ve 1927’de Buyse takip eder. Bu kişiler de Türk eğitimi
üzerinde incelemeler yaparak mesleki ve teknik eğitime ağırlık
verilmesi yolundaki tavsiyelerini birer raporla bildirmişlerdir.
1914-1915 Eğitim yılında;
Ermeni Okulu 803 133.100 58
1923-24 4.894 72 23
Öğrenci Sayısı
Öğretmen Sayısı
62
Yükseköğretimdeki Gelişmeler
63
Meclis’ten bu yetkiyi alan hükümet objektif ve isabetli bir karar verebilmek için tarafsız ve
yabancı bir bilim adamını, Cenevre Üniversitesi Pedagoji Profesörü Albert Malche’i,
Türkiye’ye davet etti. Prof. Malche, siyasî şahsiyetler, Darülfünun hocaları ve öğrencileri ile
görüştü, derslere girdi, seminer, laboratuvar çalışmalarını ve kütüphaneleri inceledi,
öğrenciler arasında yazılı bir anket tertipledi. Ayrıca öğrencilerin hayat tarzları ve mali
durumlarını inceledi. Dört aylık bir çalışmadan sonra, görüşlerini bir rapor halinde Milli Eğitim
Bakanlığı’na sundu. Prof. Malche’ın önerileri şöyle özetlenebilir:
1. Darülfünunun hukukî vaziyeti netleştirilmeli, bilimsel özerklik korunmakla birlikte, idarî ve
akademik personelin seçiminde hükümet sorumluluğu üzerine almalıdır.
2. Darülfünun kendisini bilinçli bir şekilde muayyen bir noktaya sevk eden ilmi ve fikrî bir hızdan
mahrum görünmektedir. Yeni bir teşkilatlanmayı gerektiren sebeplerden biri de budur.
3. Profesörlerin atanması, Darülfünunun geleceği için her şeyden önemlidir. İlgililer gelecekteki
arkadaşlarını seçiyorlar. İlgililer fena hâkimlerdir. Onların oylarına başvurulmalı, fakat karar
dışardan verilmelidir. Darülfünun hocaları tercihen yurt dışında yetiştirilmelidir.
4. Darülfünunda öğretim metodu ders notlarına dayalıdır. Öğrencilere genelde ansiklopedik
bilgi verilmekte ve bunlar her sene değişmeden tekrarlanmaktadır. Öğretim yaratıcı
değildir. Öğrenci uygulamalı dersler ve seminerlerle araştırmaya yönlendirilmelidir. İmtihan
usulleri değiştirilmeli, hafızaya dayalı bilgi yerine, uygulamaya yönelik bilgiye öncelik
tanınmalıdır. Darülfünunun öncelikli ödevi, düşünen dimağlar yaratmaktır.
5. Türkçe bilimsel yayınlar yetersizdir. Öğrenci yabancı dil bilmediğinden yabancı
yayından yararlanamamaktadır. Dolayısıyla öğrenciye okuduğunu anlayacak ölçüde bir
yabancı dil öğreniminin ilk yıllarında mutlaka öğretilmelidir. 64
6. Kütüphaneler fakir, hizmet saatleri ve çalışma şekilleri yetersizdir. Kütüphaneler
merkezîleştirilmeli ve öğrenciye ödünç kitap verilmelidir.
7. Darülfünun ilmî zihniyeti yaşatmakla görevlidir. Bu ise, öğrencileri bizzat kişisel
araştırmalara yöneltmekle mümkündür. Dolayısıyla öğretim elemanlarının ders saatleri
dışında, öğrencilerine zaman ayırmaları, öğrenci ve araştırma ile daha fazla meşgul
olmaları gereklidir.
8. Darülfünun, öğretimin yanı sıra, öğrencileri manen geliştirecek temiz ve seçkin bir sosyal
ortam yaratmakla da görevlidir. Kurum öğrencilerin sosyal ihtiyaçlarını karşılamak için
pansiyonlar, yurtlar, kantinler temin etmeli, spor hayatını geliştirecek çözümler
pekiştirmelidir. Ayrıca mezunlarla ilişkiyi devam ettirecek kuruluşlar oluşturulmalı,
öğrencinin Darülfünunu kendi evi ve fikrî vatanı gibi sevmesi sağlanmalıdır.
9. Türkiye gibi, baştanbaşa yeniden teşekkül eden bir memleketin meseleleri
Darülfünunun çalışmalarında öncelikli konu teşkil etmelidir. Türkiye’nin jeolojisi, tarihi,
coğrafyası, sağlık meseleleri, sanayisi, kültürü, güzel sanatları Darülfünunun ilk araştıracağı
konular olmalıdır.
10. Darülfünunun yenileşmesi yeterli değildir. Kurumun dışarıya açılması, geniş bir çevreye
faydalı olması lâzımdır. Bunun için Darülfünun halka açık konferanslar düzenlemeli, tatil
aylarında kongreler, seminerler tertiplenmeli, halka hitap eden bir dergi yayımlamalıdır.
Yükseköğretimdeki Gelişmeler
1932 yılı başlarında Türkiye’ye gelen Malche raporunu 1 Haziran 1932’de Türk
65
Hükümetine sundu. Üç bölümden oluşan raporun birinci bölümü; raporun içeriğini,
ikinci bölümü; Darülfünunun var olan yapısının incelenişini, üçüncü bölüm ise
yapılması gereken reform önerilerini kapsamaktaydı. Malche Darülfünunla ilgili
Raporda, özetle Darülfünun’un bilimsel yetersizliği ifade edilerek, bu durumun
ortadan kaldırılması için araştırmaya ve yabancı dil derslerine ağırlık verilmesi
önerilmekteydi.
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Milli Eğitim Bakanlığı, üniversite reformu konusunda
sadece Malche’dan değil, Darülfünun Divanı, fakülte meclisleri ve fakülte
reislerinden de reform tasarıları istemiştir. Bakan Dr. Reşit Galip, Darülfünun yetkilileri
ile yaptığı bir toplantıda, üniversite reformunun inkılap şeklinde olmasındaki
zorunluluğu anlatmıştır. Darülfünun divanınca hazırlanan raporda, özellikle bilimsel
özerkliğin gerekliliği konusu üzerinde durulmuştur.
Atatürk, Malche’ın raporuna sadece bir üniversite meselesi olarak bakmamıştır. O, bu
rapordan çıkartılacak derslerle, uygulamayı düşündüğü geniş çaplı kültür değişiminin
sadece bir parçasını düzenleyeceğinin farkındadır. Üniversitelerin toplumu çağdaş
uygarlık seviyesine çıkarma konusunda öncü bir rol oynayacağının bilincindedir.
Darülfünunun ortadan kaldırılarak yerine İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşu 31 Mayıs 1933
tarih ve 2252 sayılı kanun ile gerçekleştirilmiştir.
Atatürk’ün gerçekleştirdiği üniversite reformu neticesinde oluşan İstanbul Üniversitesi
Türkiye’de üniversite öğretiminin kaynağı olmuştur. Buradan yetişenler, başta Ankara
Üniversitesi olmak üzere daha sonra kurulan üniversitelerin öncüleri olmuşlardır.
Azınlık ve Yabancı Okulları
66
Cumhuriyetin Osmanlı’dan devraldığı okullar arasında azınlık ve yabancı okulları önemli
bir yere sahiptir. Bu kurumlar değişik etnik köken ve dini inanca sahip unsurların bir
arada yaşadığı Osmanlı topraklarında açılan ve serbestçe faaliyetlerini sürdüren bir
konumdaydılar. Zira, Osmanlı topraklarında yaşayan çeşitli dini ve etnik topluluklara
kendi dil, din ve kültürlerinde eğitim yapmalarına fırsat tanıyan bir sistem vardı.
Dolayısıyla her tebaa kendi eğitim kurumunu kendi değerleri doğrultusunda
açabiliyordu. Böyle bir ortamda azınlıklara tanınan bu serbestiyet ve haklardan
yabancı devletler de yararlandılar.
Böylece hem kendi dil, din ve kültürlerinde nesiller yetiştiriyor hem de ülkedeki azınlıkları
kışkırtarak Osmanlı’yı içten parçalamakta bu eğitim ve öğretim kurumlarını 67
kullanıyorlardı.
Bütün bu gelişmelerin farkında olan M.Kemal Atatürk ve dönemin ileri gelenleri azınlık ve
yabancı okullarının zararlı faaliyetlerine engel olmak maksadıyla onları denetim altına
almak için çalıştılar. Bu okulların Türkiye’deki varlıkları 24 Temmuz 1923’te imzalanan
Lozan Antlaşması ile sağlandı. Dini propaganda yapmamaları ve devletin
kanunlarına uymaları şartlarıyla Rum, Ermeni ve Yahudilere ait azınlık okulları
antlaşmanın 40. ve 41.maddeleri gereğince, yabancı okulları ise Lozan’a ekli
mektuplarla Türkiye’deki faaliyetlerini sürdürebileceklerdi.
3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereğince kabul edilen milli ve laik eğitim
anlayışı söz konusu azınlık ve yabancı okulları üzerinde de uygulandı. Buna göre;
-Yabancı okullarda mabetler dışındaki mekanlarda bulunan dini semboller kaldırılacaktır.
-Türk mezhebinden olan öğrencilerin bu okullardaki dini ayinlere katılmaları yasaktır.
-Milli kültürü korumak için Türkçe, Türk öğretmenler tarafından okutulması zorunluluğu
getirildi.
-Bu okullarda yabancı müdür yanında MEB tarafından atanan bir Türk Müdür yardımcısı
bulunduracaklardı.
-Türk çocuklarının -küçük yaşlarda yabancı kültürlerin tesirlerinden koruyabilmek için
1931’de çıkarılan bir kanunla yabancı ilkokullara gitmeleri yasaklandı.