You are on page 1of 333

Kuşağının

En Parlak
Tarihçisi
Niall
Fiyatı: 9 TL (KKTC 11 TL)

Ferguson
ile Ufuk Turu
Sayı 43 Ekim 2015 Tüm Bildikleriniz Tarih Olacak!

Sultan Vahdettin
SeVr’i Onaylamadı SEVR’İ GÖSTERİP LOZAN’A RAZI ETTİLER
Mehmet Çelik
Şükrü Hanioğlu
Mustafa Budak
Mustafa Armağan

İslamın Kayıp
Medeniyeti

Cİzre
43
DerinTarih @derintarih derintarih DerinTarih derintarih derintarih.com
9 772147 055007
içindekiler

58
Sevr’i Gösterip Lozan’a Razı Ettiler
KAPAK
DOSYASI Sultan Vahdettin SeVr’i Onaylamadı
Mehmet Çelik, Şükrü Hanioğlu, Mustafa Budak, Mustafa Armağan

42 46 94

EKİM DEVRİMİ ANKARA’YI NASIL RESULULLAH(SAV) ONU


TIBB-I NEBEVÎ ‘YOLDAŞ’ YAPTI? “BABASININ ANNESİ” DİYE SEVERDİ
Ahmet Ağırakça
Norman Stone Adnan Demircan

100
GAZNELİ MAHMUD’UN
BAŞARI KILAVUZU
“PENDNÂME”
Muharrem Kesik

110 114 126

GALATA’DAN NAZİ KAMPLARINA GENÇ OSMAN’IN KADERİNİ ÇİZEN SEFER KANADA’DAKİ İŞÇİ TÜRKLER
EN MEŞHUR BANKER AİLESİ HOTİN KENDİ HAPİSHANELERİNİ KENDİLERİ YAPTILAR
Semavi Eyice Abdülkadir Özcan Işıl Acehan

02 Bizden Haberler 14 Bunu da Gördük 30 Ayın Kelimesi Simit 132 Derin Kitap
04 Bizden Size 16 Aktüel 36 1 Kitap 1 Yazar 138 Vitrindekiler
06 Okur Hattı 20 Miras Metinler 50 Niall Ferguson Söyleşi 142 Bulmaca
08 Gündem 22 Ayın Tarihi 106 İsmail Kara 144 Çizgisel Tarih
12 Soru Cevap 26 Eşyanın Kalbi Gömlek 120 Şehir Tarihi
BİZDEN HABERLER EKİM 2015
Okur Hattı: 0212 467 52 52 okurhatti@derintarih.com

Tüm Bildikleriniz Tarih Olacak!


Sayı 43, Ekim 2015
“Derin Tarih” ISSN 2147-0553
Diyalog Dergi Yayıncılığı A.Ş. Adına İmtiyaz Sahibi
Yeniden MUSTAFA ALBAYRAK

İzleyicisiyle Genel Yayın Yönetmeni


MUSTAFA ARMAĞAN

Buluştu Yazı İşleri Şefi


ÖZLEM KOCUKELİ ÖZBAY

Editörler
HALİL SOLAK, MUNİSE şİMşEK

Editör Yardımcıları

M
RABİA ALBAYRAK, OLCAY CAN KApLAN
ustafa Armağan ve Yavuz Baha- BüşRA SEZgİN, SAMET TINAS

dıroğlu’nun birlikte hazırlayıp Sorumlu Yazı İşleri Müdürü


BURHAN İSTENCİ
sunduğu, cumartesi akşam-
Yayın Kurulu
ları TVNET’te yayınlanan ve MAHMUT AKYüREKLİ, SALİM AYDüZ
dergimizin adaşı “Derin Tarih” programı yeni yayın MUSTAFA BUDAK, M. FATİH CAN
YUSUF ZİYA CÖMERT, şİNASİ güNDüZ
döneminde izleyicisiyle buluştu. 12 Eylül’deki MUSTAFA KAÇAR, MUHARREM KESİK
ABDüLKADİR ÖZCAN
programın konuğu dergimizin yazarlarından MEHMED NİYAZİ ÖZDEMİR, MüFİD YüKSEL
Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü Öğretim Danışma Kurulu
Üyesi Prof. Dr. Tufan Gündüz’dü. AHMET AĞIRAKÇA, ALİ BİRİNCİ
AHMET DEMİREL, UĞUR DERMAN C

Araştırmalarını İran tarihi ve Osmanlı-Safevî EKREM BUĞRA EKİNCİ, SEMAVİ EYİCE


MEHMET gENÇ, HüSREV HATEMİ, İSMAİL KARA M
ilişkileri üzerine teksif eden Gündüz ile geçen ayki İzleyicilerin sorularıyla katıldığı “Derin Tarih” her
KEMAL KARpAT, AYKUT KAZANCIgİL
kapak konumuz “Sünni İran Nasıl Şii Yapıldı?” soru- Cumartesi saat 22.00’de TVNET ekranlarında yeni MAHMUD EROL KILIÇ, HEATH W. LOWRY Y

üMİT MERİÇ, EMİNE güRSOY NASKALİ


su etrafında Anadolu’daki Sünni-Şii nüfus hareket- konu ve konuklarıyla dergimizin yanı sıra rehberlik ORHAN OKAY, NORMAN STONE CM

liliğinden isyanlara, Türkmen beyliklerinden Yavuz etmeye devam edecek size. Çeviri MY

Sultan Selim’in Anadolu’da 40 bin Aleviyi katlettiği Velhasıl Derin Tarih’i hem okuyun, hem izleyin Z-ALp ÇEVİRİ (İNgİLİZCE)
OSMANLICA DERgİ (OSMANLICA) CY
iddiasına kadar pek çok konu masaya yatırıldı. diyoruz.
Grafik-Tasarım
CMY
SEDA ERTüRKOĞLU, FERHAT ACAR
K
Sosyal Medya

SON SULTAN ABDÜLHAMİD ÖZEL SAYISI RAFLARDA SUAT ÖZDEMİR

Fotoğraf
MUSTAFA CAMBAZ, SEDAT ÖZKÖMEÇ
Okurlarımızın teveccühüne mazhar olan ilk iki özel sayımızın ardından üçüncü özel
sayımız da Temmuz ayında raflardaki yerini aldı: Son Sultan Abdülhamid. Abdülhamid Han’ın Reklam
Genel Müdür: ABDULLAH HANÖNü
açtığı kurum ve kuruluşlar, dönemin sembolü haline gelen Yıldız Sarayı, emperyalist devletle- Genel Müdür Yrd.: ZİYA KADAM, güLAY BAYRAK
Reklam Müdürü: AYşEgüL DAg
re karşı tatbik edilen İslam birliği politikası, Sultan’ın bilinmeyen tasavvufî kimliği, jurnallerin Rezervasyon Müdürü: ABDULLAH BİLgİÇ
altında yatan gerçekler, dönemin karikatürlerindeki Abdülhamid, Sultan’ı Batı’ya karşı savunan 0212 612 29 30 (1727)
Mail: abdullah.bilgic@reklampiri.com
İngiliz prenses ve daha pek çok çarpıcı başlık konunun uzmanları tarafından Sultan’ı daha iyi
Baskı
anlamak isteyenlere ışık tutuyor. ÖZCAN URAL (Satın Alma ve Baskı Müdürü)
François Georgeon ses getirecek bir Abone - Satış - Dağıtım
BİRLİKTE DAĞITIM A.ş.
tartışmanın fitilini ateşlerken, Kemal Karpat,
Abone ve Okur Hattı
Franco Cardini ve Engin Akarlı gibi isimler 0212 467 52 52
de görüşleriyle sayımıza önemli katkılarda abone@derintarih.com.tr
okurhatti@derintarih.com.tr
bulundular. Bediüzzaman Said Nursi’nin
Basım
Sultan hakkında yazdığı mektubun Osman- Turkuvaz Matbaacılık Yayıncılık A.ş.
lıca aslı ile ilk kez yayınlandığını ekleyelim. Sancaktepe, İstanbul 0212 354 30 00

Abdülhamid Han’ın harem ahalisine yazdığı Kurumsal Dağıtım


Turkuvaz Dağıtım pazarlama A.ş.
tenbihnâmenin aslı ve Latinize edilmiş metni Samandıra, İstanbul 0216 585 91 00
www.turkuvazmatbaacilik.com
de bütün okurlarımıza hediye!
İletişim - Yönetim Yeri
Abdülhamid literatürüne ciddi bir katkı Maltepe Mah. Çayhane Sok. No:1
yapan Sultan Abdülhamid özel sayısı Kasım 34010 Zeytinburnu, İstanbul 0212 467 65 05
www.derintarih.com - iletisim@derintarih.com
ayı ortasına kadar raflarda kalacak. Tükenme- Her hakkı mahfuzdur. Dergideki yazı, fotoğraf ve diğer
görsellerin izin alınmadan veya kaynak gösterilmeden
den edinin. her türlü ortamda çoğaltılması yasaktır.

2 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Sevr proje,
Lozan antLaşmadır
B
undan 95 yıl önce İsviçre’nin çinileriyle ünlü
Sevr fabrikasında antlaşmayı imzalayan Rıza
Tevfik atılan imzanın bir iki yıl içinde unutula-
cağını söylüyordu ama yanıldı. Geçen Ağus-
tos’ta Foreign Policy’de çıkan yazıda Sevr’in hâlâ yaşadığı
yazıldı; şaşırmadık, zira Sevr’i o kadar az tanıyorduk ki!
Gerçekten de “Sevr öcüsü” Millî Mücadelecilerce o kadar
abartılarak kamuoyuna pompalanmıştı ki, sahiden de
böyle bir “antlaşma” varmış zannettirildi. Perde arkasın-
dakiler Sevr’in nasıl ölümü gösterip sıtmaya razı etme
siyasetinin silahı olarak kullanıldığını biliyorlardı. İlginçtir
Sevr, Gazi’nin Nutuk’unda tam 9 kere “antlaşma” değil
“proje” diye geçmektedir ki, doğrusu da budur.
Bizi okullarda bir haritayla aldattılar. Yunanlar Anado-
lu’yu işgal etmek istemiş de biz onları ve arkasındaki yedi
düveli yenmiş, Sevr’i de yırtıp atmışız!
Bu kadar eblehçe bir anlatı ancak tuluat tiyatrolarında
geçerli olabilir ama ‘inkılap tarihlerimiz’in tuluatlardan
kalır yanı yoktur. Tek bir kişiyi haklı çıkarmak saplantı-
sıyla bir tarih yazılamayacağını bilmek için âlim olmaya
gerek yok. Ayrıca Sevr, 433 maddelik son derece şümûllü
bir projedir ve Osmanlı’dan sonra Yakın ve Orta Doğu’da
doğan boşluğu yeniden dizayn etmeyi hedefler ki, Türki-
ye’nin kurulması da aynı dizaynın bir parçasıdır.
Bir başka deyişle Sevr, İngiliz Yeni Dünya Düzeni
Projesi’dir ve bu proje içinde Türkiye diye bir devlete de
bu antlaşmayı imzalaması karşılığında yaşama hakkı
lutfedilmektedir.
İşte Lozan müzakereleri, bu Sevr temelinde yürütüle-
cek ve İngiliz Yeni Dünya Düzeni’ne zinhar itiraz etme-
yecek bir Türkiye’nin kurulmasına İsviçre’nin bir başka
şehrinde cevaz verilecektir.
Eğer Mondros’tan Lozan’a uzanan süreci “Atatürk
yoktu, düşmanlar çoktu/Atatürk geldi, düşmanı yendi” saf-
tirikliğiyle ele almaya devam edersek
daha çok havanda su döveriz. Cum-
huriyet efsanelerinden sıkılanlar ise
Sevr sorgulamamıza buyursunlar.
Eminiz ki okudukları karşısında
çok şaşıracaklar.
Yakın tarihi sorgulama yolundan
bizi kimse çeviremez.
Hayırla kalınız.

Mustafa Armağan
Genel Yayın
Yönetmeni

bizden size
OKUr HATTI twitter.com/derintarih
Okur Hattı: 0212 467 52 52 okurhatti@derintarih.com

@eyupturedi / eyüp türedi


Abdülhamid Han’ı anlamak dünü,
HErKES SUSSA DA SİZ BİZ DE YAZABİLİYOr ABONELErE MOBİL bugünü ve yarını anlamaktır.
KONUŞUN! MUYUZ? Arşivlik muhteşem bir sayı
İMKÂNI SAĞLANSIN
Öncelikle çok bilgilendirici Derginizi yeni gördüm ve görür Günümüzde mobil imkânlar
bir dergi çıkarıyorsunuz. Eylül görmez hoşuma gitti. Eylül kâğıt ortamlardan daha çok @_giritli / Giritli
sayınızda Sünni İran’ın nasıl Şii sayısını alarak inceledim. Gayet En güzeli de okunan @derintarih
kullanılıyor ve daha dergisinin bulmacalarını yaza
olduğundan bahsetmişsiniz. güzel bir çalışma. Ekibinizi kolay ulaşılabiliyor. saklayıp bilgileri tazelemek.
Tarihçilerin hâlâ bu konuda kutlarım. “Eylül’ün Dün- Dergiye sahip
araştırma yapması çok dikkat yası” bölümüne ya da olmamıza rağmen @selmanbuyukK / Selman BüyükK
çekici. Ve kapakta yazdığınız herhangi bir bölüme bu imkândan fayda- 3-5 gündür Şia meselesine fena
gibi İran sadece İran değildir. yazı gönderdiğim lanamıyoruz. Abone kafam takıldı. Ama bu ayki sayı
İran’ı anlamak Türkiye’yi, takdirde beğenilirse olan okurlarınızı (bir derdime derman olacak.
Osmanlı’yı, Sünni-Şii olaylarını yayınlanma ihtimali var kod veya şifreyle) bu
anlamak için önemli. Pek dile mı? uygulamaları kullanabilir @mesut_bostan / mesut bostan
getirilmeyen konular üzerinde Selman Demir / Erzurum İsmail Kara @derintarih’te bu ay İran
hale getirmeniz güzel olurdu. devriminin Türkiye’den ne kadar ve
durmanız biz okuyucuları Burak Fatih Demirtaş nasıl göründüğünü yazmış.
gerçekten heyecanlandırıyor. Bir DT: İstisnalar hariç dışarıdan ge-
tarihçi olarak tarihi len yazılara maalesef yer ve- @ozanmustafa / mustafa ozan
bu kadar güzel remiyoruz ama Genç İNDEKS KİTAPÇIĞI Serdar-ı Hakan Abdülhamid Han.
anlattığınız için çok Kalemler köşesine HAZIrLAYIN Müthiş bir özel sayı çıkarmış.
mutlu oluyorum. gelen yazıları değer- Bir tarih öğretmeni olarak
Ellerinize ve lendiriyor ve uygun çalışmalarınızdan dolayı tebrik @Ma_denizhan / Denizhan Ali
emeklerinize sağlık. bulduklarımızı ediyorum. Âcizane bir iki önerim Soykırım planlayan ekmek
Ahsen Gökçe / İstanbul zaman zaman olacak: Dergiler 40 sayıyı aştığı dagıtır mı? Ellerinize saglık.
yayınlıyoruz. için hangi konuyu hangi sayıda
bulabileceğimizi bilemiyoruz. @cosank / Coşan Kılınçarslan
Bu vesileyle
@derintarih Uşak/Banaz’a 1 tane
bir kez daha Bunun için içindekiler bölümleri- Derin Tarih gelmiş. Onu da ben
YENİ ENgDAHL’LAr duyuralım: Genç Ka- ni ayrı bir kitapçıkta yayınlamanız aldım. Bulamayacak kişi için de
İSTİYOrUZ lemler köşemiz yeni yazarlarını faydalı olur. Ayrıca özellikle genç- hüzünlendim.
Ağustos sayınızda William Eng- bekliyor! ler tarafından kullanılmayan eski
dahl’ın petrol yazısını okudum Türkçe kelimelerle ilgili her sayıda @edebya / Mustafa Uysal
ve çok beğendim. Bir tarih 60 kadar örnek cümle verseniz @derintarih Bu sayıyı, İran cehaletim
öğrencisi olarak farklı milletten HEr AY Bİr İSLAM ÂLİMİ harika olur. İlki benden olsun: ‘’O yüzünden bir solukta okudum.
ünlü bir tarihçinin yazısına yer Tavsiye etmem işinizi engeller
TANITIN şarkı kulaklarında ihtizaz ediyor- bitirirken :)
vermeniz çok hoş olmuş. Tebrik Derginizin içeriği çok güzel. du” (titriyordu). Avrupa’nın etnik
ediyor ve diğer sayılarda da Belgelerle iddiaları kanıtla- ve mezhep yapısı, dünyayı Ayın tweeti olmak için orijinal
ünlü tarihçilerin yazılarına yer manız da bu güzelliği iki yöneten gizli örgütler tweetlerinizi bekliyoruz.
vermenizi istirham ediyorum. katına çıkarıyor. hakkında da yazılar
Tunahan İnce / İstanbul Dergi mutfağın- görebilir miyiz?
daki herkesin Altun Kadem / HATASIZ KUL OLMAZ
ellerine sağlık. Erzurum
VEFAKÂr DErgİYE Sizden ricam, • 41. sayıda hediye ettiğimiz
TEŞEKKÜrLEr bu güzelliklere II. Abdülhamid’in Osmanlı’ya
Eylül sayınızda, Temmuz bir yenisini Hizmetleri adlı kitabın 69. say-
fasında verilen tarihin doğrusu
ayında müessif bir kaza sonu- ekleyerek her ay SAYENİZDE UYANDIK 23 Aralık 1893 olacaktır. Düzeltir,
cu vefat eden İbrahim Halil İslam dünyasının Size iki sebepten ötürü te- özür dileriz.
Kutluay kardeşimizin yazısını kendisine çok şey şekkürü borç bilirim. Önce-
neşretmişsiniz. Kendisine ve borçlu olduğu alim- likle insanımızın uyanmasına • Son Sultan Abdülhamid özel
ailesine karşı bu vefakâr dav- lerden birine yer vermeniz. Biz yardımcı oldunuz. İkincisi de sayımızda hediye ettiğimiz mek-
tup metni ilk kez Cengiz Göncü
ranışınızdan ötürü meslektaşı tarihseverlerin her ay bir İslam bilgi birikimimize büyük katkı tarafından “Sultan II. Abdülha-
bir tarih öğretmeni olarak âlimini tanıma isteği eminim ki sağladınız. Allah razı olsun. mid’den Harem-i Hümâyûn’a
teşekkür ederim. karşılıksız kalmayacak. Enes Fatih Şöhretli / Yozgat Tenbihler” adlı makalede (Milli
Mustafa Ünlü / Karabük Muhammet Çetiner / İstanbul Saraylar, 2010) yayınlanmıştır.

6 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Gündem

İSTANBUL’DA SELÇUKLU RÜZGÂRI


SAMET TINAS
samet.tınas@derintarih.com

T
ürk ve İslam Eserleri han Cuma Camii, Karatay Medre-
Müzesi’ndeki Selçuklu- sesi, Alaaddin Camii gibi müstes-
lar Sergisi’ni duymuş na eserler animasyonlar eşliğinde
olmalısınız. Bin yıllık renklenip ışıklanarak sırlarını ziya-
bu görkemli mirasa ait kıymetli retçisinin irfanına açıyor.
parçaları görmediyseniz çok şey Anadolu topraklarını Ortaçağ’ın
kaçırdınız demektir. en önemli merkezi haline getiren
Selçukluların 3 asırlık renkli kervansaray ve yollar haritalarla
tarihine bir el uzanışı kadar ya- teşhir ediliyor. Kaynaklardan ilham
kın olmak ilginç bir tecrübeydi. alınarak yapılan çadır, ev hayatı,
Konya Selçuklu Belediyesi’nin sultan, asker, kadın, aktar ve hiz-
organizasyonu ve Kültür Bakan- metkâr tasvirleri Selçuklularla bağ
lığı’nın katkılarıyla düzenlenen kurmak üzere hazırlanmış. Diğer
sergi hanedan-iktidar alametleri, taraftan Tuğrul Bey ve Alparslan’ın
mimari-kentler ve yapılar, sembo- sikkelerinden büyülenmemek ne
lizm-mimari, sembolizm-düğüm- mümkün!
ler ve desenler, inanç-tasavvuf, 13. yüzyıl Akşehir’ine ait işle-
ticaret-kervansaraylar ve yollar, meli sanduka ve tabut gibi ahşap
saray-av ve savaş gibi kısımlardan oyma eserler, atalarımızın sanat ve
oluşuyor. estetik seviyesinin bizden fersah
Müzenin giriş katında Selçuk- fersah ötede olduğunu ispat eder-
luların siyasî tarihi, idarî yapısı ve cesine yükseliyor.
sultanların alametleri yer alıyor. Osmanlılarla zirveye çıkacak
Üst katta savaş, sosyal hayat, eğ- olan halı sanatının 13. yüzyıl Kon-
lence ve saray kültürünü anlatan ya’sına ait numûneleri de, vaktiyle
animasyon gösterisi izlenebilir. kendilerine uzanan ellerle aramız-
Girişte Selçukluların Siriderya (Sey- da görünmez ama hakikati su gö-
hun)’dan çıkışları ve Anadolu’ya gi- türmez derin bir rabıta tesis ediyor.
rişlerini anlatan kısa bir tarihçeyle Selçuklu ve Anadolu deyince
buluşuyoruz ki insanı bir mıknatıs ilk akla gelen tasavvuf kurumları
gibi içine çekiyor. ile medreseler de unutulmamış
Gündelik hayata dair eşya ve tabii ki. 17. yüzyıla ait Mesnevi ve
semboller sergiye damga vurmuş: Füsusü’l-Hikem yazmaları bölümün
12. ve 13. yüzyıllara ait yıldız çinile- gözdeleri. 1288 yılına ait Caca Bey
ri, kâse, kandil, küp ve testiler bun- vakfiyesi olan Selçuknâme’nin kop-
lardan bazıları. Hayatın hemen her yasını vitrinden çekip almamak
alanında kendini gösteren Selçuklu için kendinizi zor tutuyorsunuz.
sanatında sonsuzluğu temsil eden 17 Kasım’a kadar açık kalacak
geometrik ve bitkisel bezemeler İs- olan sergiyi mutlaka gezin. Defter
lam sanatının zarif örnekleri olarak ve kaleminiz de yanınızda bulun-
mutlaka görülmeli. sun. Zira bu fırsat bir daha ayağı-
Duvara yansıtılan ekranda Isfa- nıza gelir mi bilinmez.

8 DERİN TARİH / 2015 EKİM


siz sorun tarihçiler cevaplandırsın!
Tarihle ilgili merak ettiğiniz soruları e-maille okurhatti@derintarih.com hesabına veya postayla Maltepe Mah. Çayhane Sok.
No: 1 Zeytinburnu - İstanbul adresine gönderebilirsiniz.

Prof. Dr. Adnan Demircan


‘at sisteMi’ selçuKlu
sultanlarını
niçin Kuruldu? KiM KoruYordu?
Hz. Ömer (ra) döneminde cizye miktarının artması ve fethedilen bölgelerden ha-
raç vergisi alınması sebebiyle devletin gelirleri epeyce arttı. Hz. Ömer elde edilen Selçuklularda Osmanlılardaki gibi
gelirleri, Müslümanlara dağıtmak amacıyla Atâ divanını oluşturdu. Atâ veya atıyye kapıkulu askeri var mıydı?
yılda bir defa ödeniyordu. Divanın düzenlenmesinde iki önemli kriter belirlendi. Şule Kılıç / İstanbul
Birincisi, atıyye alacakların isimleri Hz. Peygamber’in (sav) mensup olduğu
Haşimoğullarından başlanarak kabilelerine göre yazıldı. Bütün Selçuklularda sultanın yanında,
Kuzey kabileleri (Adnanîler) yazıldıktan sonra Güney Arapları yani merkezde bulunan askerlere
Atâ sistemi nedir? (Kahtanîler) ise Sad b. Muâz’ın mensup olduğu Evs kabilesinin “Hassa ordusu” denilirdi ki, bunlar
Abdüleşhel boyundan başlanarak yazıldı. İkinci kriter ise Osmanlı’daki Kapıkulu askerine
Atâ kimlere atıyyenin miktarıyla ilgiliydi. Hz. Ömer, İslama yaptıkları
veriliyordu? benzer bir görev icra ediyordu. Sel-
hizmetleri dikkate alarak maaşları belirledi, herkese eşit çuklu ordusunun temelini başkent ve
Elif Çakır dağıtmadı. Hz. Peygamber’in amcası Hz. Abbas ile Hz. sarayda bulunan bu hassa kuvvetleri
Kayseri Peygamber’in hanımlarına en yüksek miktarı ödedi. Onlardan ile topraklı süvariler (İktâ‘ askeri/timarlı
sonra Bedir’e katılanlar geliyordu. Diğerleri ise katıldıkları sefer- sipahi) oluşturmaktaydı. Selçuklu’daki
lere ve hizmetlerine göre tasnif edildi. Kapıkulu askeri hükümdarın şahsına
mahsustu. Çeşitli milletlerden ya
esir edilmek veya köle olarak satın
Kavalalı osManlı’Yı alınmak suretiyle oluşturulurdu.
Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak Bunlar küçük yaşlarda saraya alınır ve
nasıl YeneBildi? eğitilirlerdi. Bunların içinde atlı olanlar
da vardı. Kapıkulu askerlerinden bir
Mehmed Ali Paşa sıradan bir valiyken teknikler sebebiyle verim grup “Halka-i Hâs” denilen birliği mey-
Osmanlı İmparatorluğu’nu yenmeyi arttı. Yapılan fetihler yoluyla dana getirirdi ki, bunların en önemli
nasıl başardı? Sema Gürbüz / Ankara genişleyen sınırlar sayesinde nüfus hızla görevi sultanın emniyetini sağlamaktı.
çoğaldı. Bundan istifade eden Mehmed Bir diğer sınıf da “Mülâziman-ı yatak”
1805’te Mısır valisi olan Kavalalı Meh- Ali Paşa 1830’ların başında modernleş- idi. Bunlar sefer sırasında hükümdarın
med Ali Paşa öncelikle Mısır’ın coğrafi tirdiği ordusunu 100 bin kişilik bir güç çadırını beklerlerdi (Osmanlılardaki
ve idari bütünlüğünü sağladı. Yerel güç haline getirdi. Yeniçeri solaklarına benzetilebilir).
sahibi Memlûk beylerini ya öldürttü ya Mehmed Ali Paşa’nın yaptığı reformlar Kapıkulu askerlerinin tamamı yılda
da tarafına çekti. Böylece geleneksel güç sonucunda askerî, idari ve ekonomik dört defa maaş alırdı.
odaklarını ortadan kaldırdı. Öte yandan açıdan elde ettiği başarılar, Osmanlı
ulema ve eşraf ile iyi ilişkiler kurdu. O Padişahı II. Mahmud tarafından kaygıyla
dönemde Bağdat ve Şam valilerinin izleniyordu. Valinin merkezî otoriteyi Doç. Dr. Muharrem Kesik
üstesinden gelemediği Vehhabi isyanını hiçe sayan hareketlerine tepkili olan II.
bastırarak gücünü ispatladı. Bu başa- Mahmud ona ders vermek için fırsat
rısının karşılığında valiliğinin sınırlarını kolluyordu. Ancak Mısır valisi ondan
genişletti. Mısır’daki eski sisteme yönelik önce davranarak oğlunu Osmanlı
operasyonlarına devam etti. Memlûk üzerine gönderdi. Kuvvetleri iki Osmanlı
beylerinin yönetimindeki askerî yapıyı ordusunu da yenmeyi başardı. Kısaca
değiştirerek modern bir ordu kurdu. Mehmed Ali Paşa yaptığı idarî,
Güçlü bir idare kuran Paşa çev- tarımsal, ekonomik ve askerî
resine meydan okuyarak reformlar sonucunda Mı-
1815’ten itibaren Suriye sır’ı Osmanlı’ya meydan
ve Afrika’nın güneyine okuyabilecek güçlü
doğru yayılma faaliyet- bir devlet konumuna
lerine hız verdi. Tarım- getirmiştir.
da kullanılan modern

12 DERİN TARİH / 2015 EKİM



GÖRÜNEN
PROJE,
KILAVUZ
İSTEMEZ.


İstanbul’da yıllardır beklenen gayrimenkul fırsatı, Başakşehir’de ortaya çıktı.
Avrupa yakasının en fazla yatırım yapılan bölgelerinden Başakşehir, hem değerini
her geçen gün artırıyor hem de ideal şehir hayatının nasıl olması gerektiğinin örneğini veriyor.
Başakşehir’de bölgenin değer ve standartlarını daha da yukarı taşıyan Nidapark Başakşehir,
tüm dikkati üstünde topluyor, sunduğu ayrıcalıklarla herkesin beğenisini kazanıyor.

Yaşamak için, yatırım için doğru projeye ne denir?


Nidapark Başakşehir.
Bunu da gördük


Mescid-i Aksa
İşgal Altında İken
D Ü S’Ü
I KU
OSM ANL

Gülemem!
Fotoğraflarla Dünden Bugüne Kudüs, IRCICA, İstanbul, 2015.

Gün geçmiyor ki Kudüs’ten yürek dağlayan
haberler gelmesin. İşgalci İsrail’in yine Mescid-i Aksa’ya
-kim bilir kaçıncı defadır- saldırısı, mukaddes mabedin için-
de cemaate ateş açması ve yıllar önce yakılmasına benzer bir şe-
kilde tahrip etmesi, eşi menendi olmayan bir uygulamayla mabede
girişlere ‘yaş sınırlaması’ getirmesi gibi haberler artık vaka-i adiyeden
sayılmaya başlandı. Buna mukabil altın yürekli Filistinli kardeşlerimiz ÜS
KUD
bütün müslümanlara ve dünyaya inat, çıplak elle bu zulme dur demeye MAH ZUN

çalışırken karşılarındaki korkunç teknolojik gücü imanlarıyla durdurabi-


leceklerine inanmaktan bir an olsun fütur getirmeyerek hepimize okkalı
bir ders veriyorlar. Direniyorlar çoluk çocuk demeden. Peygamber Efen-
dimiz’in (sav) mucizelerinden birine tanık olan bu pek kutsal yapının
kurşundan ağır sorumluluğunu yükleniyorlar nahif omuzlarına.
Buna Osmanlı’nın bıraktığı sorumluluk demek de mümkün.
Osmanlı’nın, yani bizim...
Biz nerede miyiz? Onu da tarih yazacak bir gün.
İyi mi yazacak, kötü mü?
Asıl mesele bu.

2015 EKİM / DERİN TARİH 15


Aktüel
ozlem.ozbay@derintarih.com
özlem kocukelİ özBAY

SELÇUKLU CAMİİNDE
TEK PARTİ SKANDALI
Eskişehir’de Selçuklu dönemi
eseri 748 yıllık Alaaddin Camii’nin
restorasyonu sırasında sıvaların
sökülmesiyle ortaya çıkan yazılar,
Tek Parti zulmünü bir kez daha
gündeme getirdi. saraybosna’daki 13 YILDA 4 bİN ECDAD OSMANLICA NUTUK YOLDA
Camideki Allah (cc) lafzı ile
127yıllık müze YADİgÂrI YENİLENDİ Nutuk 88 yıl sonra orijinal alfabesiyle,
Peygamber Efendimiz (sav) ve
Dört Halifenin isimleri Arap yeniden açıldı Selçuklu ve Osmanlı eseri yüz- yani Osmanlıca yayınlanacakmış. Türk
Tarih Kurumu 1927’de Osmanlı elifbasıy-
harfleriyle değil, Latin harfleriyle lerce han, hamam, cami, mescit,
saraybosna’da, avusturya- çeşme, köprü ve kemer son 13 la basılan Nutuk’un Latin harflerine akta-
yazılmış. Yetmemiş, Hz. Muham- macaristan imparatorluğu yılda gerçekleştirilen restorasyon rımında bazı kelimelerin hatalı yazıldığı
med ismi de adeta kasıtlı olarak döneminde kurulan ve savaş
çalışmalarıyla yeniden hayat bul- iddiaları üzerine harekete geçmiş. TTK
“Muhamet” şeklinde yazılmış. Yeni zamanında dahi açık kaldıktan
du. Başta Türkiye olmak üzere Bal- Başkanı Refik Turan, Nutuk’un 1927’den
Şafak’ın haberine göre camiye sonra ödenek yokluğundan
2012 yılında kapatılan Ulusal kanlar ve Ortadoğu’daki kültürel sonra bir daha Osmanlıca olarak yayım-
çocukluğundan beri geldiğini an-
müze (zemaljski muzej) varlıklar, Vakıflar Genel Müdürlü- lanmadığını, Harf İnkılabı’ndan sonra
latan 82 yaşındaki Hüseyin Küçük- bütün basımların Latin alfabesiyle yapıl-
yeniden açıldı. bosna Hersek ğü’nün çalışmalarıyla ihya ediliyor.
çiftçi 1940’lardan sonra caminin başbakanı denis zvizdiç’in dığını söylemiş. Kimse kusura bakmasın
Vakıflar Genel Müdürü Adnan
restore edildiğini, bunun ezanın yanı sıra bakanlar, diplomatlar Ertem yaptığı açıklamada, hem ama anlayamadık: www.tbmm.gov.tr da-
Türkçe okutulduğu dönemlere ve çok sayıda vatandaşın sayısal, hem de proje bazlı önemli hil pek çok internet sitesinde pdf olarak
denk geldiğini ve bu yazıların o katıldığı törende müzenin rahatça bulunabilecek olan 1927 tarihli
işlere imza attıklarını ifade etti:
zamanlar yazıldığını aktardı. giriş kapısındaki “kapalı”
“Türkiye’de 2002-2015 arasında 4 Nutuk’u onca para harcayarak yeniden
Durumun 1940’lara kadar ibaresinin bulunduğu tahtalar
öğrenciler tarafından indirildi. bin civarında kültürel varlığımızın “özel” olarak basmanın mantığı nedir?
her camide aynı olduğunu ifade restorasyonunu gerçekleştirdik. Kim okuyacak ve okuyan ne anlayacak-
1888 yılında hizmete giren
eden Küçükçiftçi, “O dönemlerde ve 1992-95 arasındaki bosna Her yıl 250 şantiyeyi ayakta tutu- tır? Araştırmacılar için basılıyorsa kü-
Kur’an öğrenmek yasaktı. Biz bi- savaşı’nda dahi kapanmayan yoruz. Bu, çok önemli bir rakam. tüphanelerde mezbul miktarda mevcut.
raz kaçak maçak, köşelerde orada müzenin yeniden açılması Daha da artırmaya gücümüz yeter Halk için basılıyorsa Latin harfli baskısı
burada öğrendik. Ancak bizden için birçok protesto gösterisi ancak ‘Hem kontrollü, hem de okunuyor mu ki Osmanlıcası okunsun?
3-5 yaş büyük olanlar hiç öğrene- düzenlenmiş, çok sayıda daha kaliteli restorasyon olsun’ Paranızı harcayacak yer bulamıyorsanız
diplomat, din adamı ve sivil
medi, çünkü çok sıkı yasaktı. Kim diye sayıyı 250 ile sınırladık”. Ecdad o başka!
toplum kuruluşu yetkilisi
nerede Kur’an okuyorsa orayı ba- kampanyalara destek vermişti. yadigârı emanetler bir dönem
sıyor, cezalandırıyorlardı” ifadele- nice osmanlı mirasının tahrip öylesine hor görülmüştü ki, bugün
rini kullandı. Küçükçiftçi Tek Parti edildiği ülkemizde de böyle Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün işi
döneminde babasıyla birlikte bu bir birlik ruhunun yeşermesini zor. Böylesi mukaddes bir mirası
camiye geldiğinde önce imamın temenni ediyoruz. ihya yolunda ha gayret diyoruz!
‘Çocukları çıkarın, çıkarmazsanız
kendi imamınızı bulun’ uyarısıyla
karşılaşmış. Babası engel olunca
VAN KALESİ DE UNESCO YOLUNDA Merdivenler ile ana kayaya oyulmuş sur yatakları ve
da jandarma onbaşısı zorla çıkar- Van Kalesi ve eski Van şehrinin UNESCO Dünya surlar bulunuyor.
mış küçük çocuğu. Mirası Geçici Listesi’ne alınması için başvuruldu. Van Gölü’ndeki Akdamar Kilisesi geçtiğimiz Nisan
Biz bu kadarını aktaralım, Tek Urartu Krallığı tarafından yaptırılan ve başkent ayında geçici listeye alınmıştı. Van Kalesi’nin UNESCO
Parti zulmünün nereye kadar Tuşba’yı kuş bakışı gören 3 bin yaşındaki Van Kalesi, yolu açık olsun diyoruz.
gidebileceğini varın siz tahmin Kral I. Sarduri tarafından MÖ 840-825 tarihlerinde
edin. yaptırılmış. Kalede Urartulardan kalma Madır
(Sardur) Burcu, Analı-Kız açık hava tapınağı, 1. Argişti,
Kurucular, Menua ve II. Sarduri’nin kaya mezarları, Bin
16 DERİN TARİH / 2015 EKİM
aktüel

TÜrKLÜK MErKEZİNE
festival ANLAMLI MÜZE
beyoğlu sahaf festivali Moğolistan’ın başkenti Ulanba-
tor yakınlarında, Bilge Tonyukuk
bu yıl 9. düzenlenecek olan Külliyesi’nin bulunduğu alanda ikinci
beyoğlu sahaf festivali 11 Türk müzesinin açılması planlanı-
ekim’e kadar tepebaşı’nda
‘PANOrAMA 1326 bUrSA’NIN ziyaret edilebilir.
kapılarını 17 eylül’de açan
yor. Moğolistan’daki Türk anıtları
projesinin yeniden canlanması için
TİKA ve Moğolistan Eğitim Kültür ve
TEMELİ ATILDI festivalde asırlık kitaplar,
tarihe tanıklık eden dergiler,
Bilim Bakanlığı arasında imzalanan
iyi niyet anlaşması kapsamında Bilge
Bursa Osmangazi Belediyesi nan süreci resmeden 16 tabloda eski metinler ve fotoğraflar,
Tonyukuk Külliyesi bölgesindeki kazı
film, tiyatro afişleri, nadide
tarafından yaptırılacak olan dün- Bursa’da kabri bulunan padişahla- çalışmalarının bütün hızıyla devam
levhalar, mektuplar,
yanın en büyük ikinci panoramik rın dönemlerine ait eser ve bilgiler kartpostallar ve özel ettiğini söyleyelim. Müzede kazılar-
müzesi “Panorama 1326 Bursa”nın de yansıtılacakmış. koleksiyonlar uygun fiyatlarla da bulunan eserler sergilenecekmiş.
temeli geçtiğimiz ay atıldı. Zengin sergi alanı yanında bizi sizleri bekliyor. Göktürk tarihi uzmanlarından
Bursa’nın fethini anlatan her ay- çevre dostu bir müze bekliyor, Türk kazı heyeti başkanı Prof. Dr.
rıntı titizlikle incelenerek yapımına söyleyelim. ABD’deki Çevre Yer: tepebaşı, trt binası yanı Ahmet Taşağıl âbidenin gelecek
başlanan müzede fetihte önemli Dostu Binalar Konseyi tarafından beyoğlu - istanbul nesillere ders niteliğinde öğütler
bir rol oynayan Balabancık ve Akti- geliştirilmiş kriterler çerçevesinde Tarih: 11 ekim’e kadar. verdiğini söyledi. Göktürklerin ünlü
mur Hisarları, günlük hayatı temsil tabiata saygılı bir bina olarak ta- veziri Tonyukuk’un Türk tarihinin
eden figürlerle fethi gerçekleştiren sarlanmış ve sivil mimari örneği bir bilgeliğiyle tanınmış önemli kişilerin- C

Orhan Bey’in fetih anındaki duru- yapı olarak tescillenecekmiş. den biri olduğunu belirten Taşağıl
M

mu da tasvir edilecekmiş. Yayın yönetmenimiz Mustafa şunları ekledi:


Müzenin 3 boyutlu tasarımlar Armağan’ın deyişiyle “Osmanlı’yı “Özellikle İslam öncesi, kayıtların Y

ve balmumu heykellerle de bir ilki kuran şehir Bursa”ya yakışan bir son derece az olduğu bir dönemde CM

Çin kaynaklarının onun hakkında


oluşturacağını ekleyelim. müze olacağına şüphemiz yok; MY
verdiği bilgiler son derece ilginçtir.
Beylikten Cihan Devleti’ne uza- açılışını sabırsızlıkla bekliyoruz.
Türk kültür tarihinin önemli abideleri CY

olan Orhun kitabeleri bunları söyler CMY

bize. Tonyukuk’un başarılarını anlatır.

HELEN’DEN OSMANLI’YA konferans Orta Asya coğrafyası, Kuzey Çin ve K

Avrasya coğrafyasına genel olarak

5 KATMANDA 5 MEDENİYET “doğu akdeniz’de osmanlı


Geçmişini Hatırlamak” başlıklı
baktığımızda eski Türklerden kalma
ve İslam öncesi döneme ait çok sa-
ücretsiz konuşmalar dizisi yıda âbide alanları gördük. Bu anıtın
Kırşehir’deki Kalehöyük büyük bir yapı olduğunu düşün-
26 ekim-24 mayıs arasında önemi, ilk olmasıdır”.
bölgesinde 3 yıldır süren kazılar düklerini belirten Adıbelli şunları
gerçekleştirilecek. bu ayki Tonyukuk’tan 14 asır sonrasına
sonucunda Osmanlı, Selçuklu, söyledi:
program şöyle: neler kalmış acaba?
Roma, Bizans ve Helenistik döne- “Bu yapı inşa edilirken Roma
TİKA Başkan Yardımcısı Ali Mas-
me ait tarihî kalıntılara ulaşıldı. 5 dönemine ait tabakayı tahrip Konuşmacı: sinan kuneralp kan projenin uzun soluklu olduğunu
ayrı tabakada 5 medeniyete ait etmiş. Ancak Helenistik dönem Konu: tanzimat ve tanzimat ve tamamlanmasının belki de 10 yılı
izleri ortaya çıkaran kazı ekibi, MÖ tabakasına yaklaşık 2,5 metreden sonrası dönemlerde rum bulacağını söylese de biz şimdiden
5. yüzyıla tarihlenen demir çağına itibaren rastlıyoruz. Temeller asıllı osmanlı diplomatlarının sabırsızlanmaya başladık.
kadar indi. buralara kadar inmediği için nis- Günce, anı ve yazışmaları
İtinalı bir iş çıkartılacağına inanı-
Kazıların bilimsel danışmanlığı- peten korunmuş. Kerpiç duvarlar, yoruz.
nı yapan Ahi Evran Üniversitesi Ar- moloz taşlarla örülmüş duvarlar Konuşmacı: maria-Christina
Chatziioannou
keoloji Bölümü Başkanı Yrd. Doç. ortaya çıkıyor. Osmanlı dönemi-
Konu: osmanlı
Dr. Işık Adak Adıbelli 11 metreye ne ait seramik parçaları, sikkeler imparatorluğu’na tanıklıklar;
kadar indiklerini, mimari yapıların görüyoruz”. 19. yüzyılda yunan ticaret
yanı sıra dolgu tabakalarına da MÖ 2. veya 3. yüzyıla ait bulun- ağları Örneği
rastladıklarını belirtti. tulara bakılırsa Roma İmparator-
Roma dönemine ait buluntu- luğu döneminde burası canlı bir Yer: yunanistan istanbul
lar daha çok çöp çukurları imiş. ticaret merkeziymiş. başkonsolosluğu
Tarih: 26 ekim 2015
Bunun sebebi, Selçuklu dönemi Tabii ki 5 ayrı katmanın konuş-
Saat: 19:00
yapılarının Roma dönemine ait tuğu 5 ayrı dili çözmek pek kolay
tabakayı tahrip etmeleriymiş. olmasa gerek. Kazı ekibine ha gay-
Selçuklu döneminde bölgede ret diyoruz. Kazmanıza bereket!

18 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Miras
Metinler
Sâmiha Ayverdi’nin, “Bir devrin, gerçek ve yaşanmış
hayat tablosu” olarak takdim ettiği İbrâhim Efendi Konağı
adlı kitabından iktibas ettiğimiz aşağıdaki bölüm Sultan
II. Abdülhamid muhaliflerinin psikoloji ve zihniyetini
daha iyi anlamamıza yardımcı olacak nitelikte. Bir devri
içeriden idrak etmek için 20. asrın önemli yazarlarından
Samiha Ayverdi’nin samimi sesine kulak verelim.

“Bizdik Utanmadan İftira Atan” *

İ
kinci Sultan Abdülhamid, hemen veze ilim adamlarının diyârı olan garp,
her teşebbüsünü baltalayan ya da kendi hâliyle halleşip kalsa gene bir şey
çürüğe çıkaran gizli düşmanları- değildi. Ne çâre ki aynı zihniyet hayran-
na rağmen, bir memleketin kal- lığı, hudutlarımızı geçip İmparatorluğa
kınmasında insan gücünü değerlendir- da atlamış bulunuyordu. Garp, sanâyi-
menin ve cehâletle güreşmenin hemen de, ticârette, iktisatta, ilim ve fendeki
tek selâmet çâresi olduğuna inanmış inkâr götürmez üstünlüğüne rağmen
büyük devlet adamıydı. İbrâhim Efendi hesapsızca halka kayan politikasının
bunu belki herkesten iyi biliyor fakat cezâsını çekeceğe benzerken tutar ta-
kendisinin de nîmetlendiği o mevcut rafı kalmamış Osmanlı İmparatorluğu,
fakat sun’î refâhı zedeleyecek bir hare- eni enine boyu boyuna uymayan bir
kete iştirakten duyduğu ürküntü, onu mâcerâ, bir heves uğruna, yerleşmiş
pâdişâhın kültür ve iktisat politikasına » Samiha Ayverdi ve oturmuş devlet mefhûmunu yıkarsa
fiilen yanaşmaktan uzak tutuyordu. (1905-1993) hâli ne olurdu?
Gene biliyordu ki İmparatorluk, dün- ***
yâya parmak ısırtan haşmetli devirleri- İşte gizli cemiyetlerin ve yabancı
ne, askerlik, siyâset, idâre ve cemiyet sahâlarına lâzım menfaatlerin ağına düşmüş bir alay mâsum fakat gâ-
olan ehliyetli zümreleri, bilgi ve ihtisas zümreleri ye- fil vatan evlâdı, hep bu mevhum hürriyet heyecânıyla
tiştiren bir kapalı sınıf disiplini içinde hazırlayıp, her arkalarından itilerek, tutmuş evvelâ Sultan Abdülme-
birini yerli yerine oturtmak sûretiyle erişmişti. Şimdi cid’i öldürmek istemiş; onu beceremeyince, gelmiş
ise, değişen dünyâya karşı değişmeyen usûllere demir Sultan Abdülaziz’in tahtını başına yıkmış; şimdi de Os-
atıp kalmış bir mantalite [anlayış], irfan [kültür], siyâ- manlı İmparatorluğu kadar Avrupa siyâsî çevrelerini
set ve cemiyet hâyatımıza pençesini geçirmiş bulunu- de parmağında oynatan İkinci Sultan Abdülhamid gibi
yordu. Bir vakitler kıl kadar aksaklık göstermeyen o bir politika canbazıyla uğraşmaya başlamıştı. Halbuki
nizamlı âhenkli devlet, şimdi ilimden de, ihlâstan da, zamânın pâdişâhı, devlete ve hükümdâra kafa tutan
teşebbüs ve gayretten de mahrum kütlelerin elinde bu câhil kalabalığa: Size bugün istediğinizi vermek,
idi. Bu uykulu ve korkulu gidişin tek çâresi, cehâletle süt çocuğuna baklava, börek yedirmek gibidir. Daya-
güreşmek ve onu yenmekti. Lâkin Avrupa, Osmanlı namazsınız, kaldıramazsınız, etmeyin eylemeyin…
İmparatorluğu’nun ölüm fermânını yazmıştı. Onun hürriyetten evvel hür olmanın yollarını arayalım,
için de pâdişâhın her iyi işine kötü diyen, her isâbet- mektepler açalım, cehâletle boğuşalım, o bizi yenme-
li hareketini yanlışlıkla damgalayan ve her adımını den biz onu yenelim… yollu sözler ediyordu.
köstekleyen bir yaygaracı sınıf hazırlanıp piyasaya sü- Ne yazık ki pâdişâhın, derdini kimselere anlatması
rülmüştü. Altın keseleriyle gaflet birleşince, elbette ki mümkün değildi. O, İmparatorluğun mîrâsını bölüş-
bu kampanyayı yürütecek zümreler de eksik olmazdı, mek gününü bekleyenlerin alttan alta kışkırtmaları,
nitekim olmuyordu da. siyâsî teşebbüsleri, iftirâ ve isnatları [haksız yere yakış-
*** tırmaları] altında her gün biraz daha milletin gözün-
Garp, millî hâkimiyet esâsına körü körüne bağlı- den düşürülüyor, sevimsiz, korkunç bir zebânî hâline
lık ve esâretten hürriyete geçiş parolasının peşindeki getiriliyordu.
çocukça çabalayışı ile başına daha neler getirecekti, *Rıza Tevfik’in “Sultan Abdülhamid Han’ın Ruhaniyetinden İs-
bilinmez. Ama bu düşük çeneli politikacıların, bu ge- timdat” şiirinden.

20 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Ekim’in Dünyası rabia.albayrak@derintarih.com RABİA ALBAYRAK

Dost gibi
göründüler
20 Ekim 1827 - Yunanistan
Mora isyanı sırasında Navarin Limanı’nda bulunan Osmanlı ve
Mısır donanmaları, savaşmayacaklarını beyan etmeleri üzerine
birlikte hareket eden İngiliz, Fransız ve Rus donanmalarının limana
girişlerine izin verdiler. Müttefik gemileri kısa süre sonra savaş çı-
karmak için bahane aramaya başladılar ve Mısır gemilerinden ateş
açıldığını ileri sürerek saldırıya geçtiler. Navarin faciası diye anılan
bu ateş üç saat sürdü ve Osmanlı donanması ağır bir darbe aldı.

Elveda Girit!
6 Ekim 1908 - Yunanistan
1898’den beri özerk bir şekilde idare edilen Osmanlı vilayeti Girit’in
Türkiye’den ayrılıp Yunanistan’la birleşmesi kararlaştırıldı. Girit soru-
nuyla ilgili başlarda çekimser davranan Yunan yönetimi, bu kararın
ardından şenlikler yapılmasına izin verdi. Kısa süre sonra da Fransa,

Ayasofya’da ilk restorasyon


Büyük Britanya, İtalya ve Rusya adada düzenin bozulmaması ve Müs-
lüman halkın güvenliğinin sağlanması şartıyla Girit’in Yunanistan ile
birleşmesini kabul edeceklerdi.
10 Ekim 415 - Türkiye
Bizans devrinde İstanbul’un en büyük kilisesi unvanına sahip Ayasofya
404 yılında çıkan bir ayaklanmadan sonra yanarak harap olmuştu. II. The-
dosius binayı beş nefli olarak yeniden inşa ettirerek hizmete açtı. Cons-
Gazze’de bağımsızlık
mücadelesi
tantinus tarafından 15 Şubat 360’da yapımı bitirilerek açılan kilise pek
çok kez yenilenmiş, Sultan Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra da camiye
çevrilmiştir. Fethin simgesi sayılan Ayasofya ne yazık ki 1934 Ekim’inde
müzeye çevrildi. Bugün Fatih’in vasiyetine rağmen boynu bükük, müze
olarak hizmet vermekte.
1 Ekim 1948 - Filistin
Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseynî başkanlığında Şam’da bir toplantı
yapılarak Gazze’de bütün Filistin topraklarını içine almak üzere Filistin
GS’li futbolcu boksör oldu Devleti’nin kurulduğu ilan edildi ve Ahmed Hilmi Abdülbaki cumhur-
başkanlığı makamına getirildi. İsrail’in kurulmasının ardından Arap
Birliği İsrail’e savaş ilan etmiş fakat istenilen sonuç alınamamıştı.
Ekim 1910 - Fransa
Paris’e giderek Avrupa’nın önemli takımlarından Racing Club’da
futbol oynayan Sabri Mahir bir süre sonra boksa başladı. Fransa
Mübtediler Boks şampiyonasına katılan Sabri, ringlerdeki ilk
maçlarında önemli galibiyetler kazanıp ikinci olunca yeşil
sahalardan uzaklaştı. Boksu tercih etti ve ilk maçında Fransa orta
sıklet şampiyonu Bernard ile berabere kaldı.

22 DERİN TARİH / 2015 EKİM


INSIGNIA
BİRİNCİ SINIF 1.6 DİZEL OTOMATİK
Yeni 1.6 Dizel Otomatik seçeneğiyle Insignia, sizi birinci sınıf
bir yolculuğa davet ediyor. Lansmana özel fırsatları kaçırmamak
için bu davete kulak verin.

opel.com.tr
* Ortalama yakıt tüketimi 3.9 - 4.3 lt / 100 km, ortalama CO2 emisyonu 104 - 114 g/km
rabia.albayrak@derintarih.com RABİA ALBAYRAK

İlk yapay uydu


yörüngede
Türklerin hâkimiyeti 4 Ekim 1957 - Rusya

sürmeli! Sputnik serisinin ilk uzay aracı Sovyetler Birliği tarafından uzaya fır-
latıldı. İnsanoğlunun yörüngeye yerleştirdiği ilk uydu olma özelliğini
taşıyan Sputnik ile bilim insanları başta ay olmak üzere çeşitli gök
3 Ekim 1903 – Avusturya cisimlerini inceleme fırsatını buldular.

İngiliz mandası
Çar II. Nikola ile Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz Joseph,
Steiermark eyaletindeki Mürzsteg av köşkünde anlaşmaya vararak
Osmanlı’nın Makedonya’daki egemenliğinin mümkün olduğunca
sürmesine karar verdiler. Amaçları arasında kendi denetimlerinde

sona erdi
Sultan II. Abdülhamid’i bölgede reformlar yapmaya zorlamak da
vardı. Avusturya İçişleri Bakanı Kont Goluhovski’nin çabalarıyla
imzalanan antlaşma, Rusya’nın Japonya ile bir çatışmaya
girmekten korkmasından dolayı kolayca uygulanmıştı.

3 Ekim 1932 - Irak


Lizbon’da
cumhuriyete doğru
1. Dünya Savaşı’nın ardından galip devletler
Osmanlı’nın Arap vilayetlerini paylaşmaya
başlamışlardı. Bu çerçevede Irak İngiliz
mandasına girdi. Üstelik 1926 Temmuz’un-
4 Ekim 1910 – Portekiz da Musul da Irak topraklarına katılmış ve İn-
gilizlerin petrol sömürüsü burada faaliyete
Sabaha karşı 2’de, halkı korkuyla uyandıran
geçmişti. 1932’ye gelindiğinde milliyetçilerin
20 top atışıyla Portekiz Cumhuriyeti’ni kuran
yoğun baskılarından dolayı manda yönetimi
darbe girişimi başladı. Bu, ordu ve donan-
sona erdi ve Irak bağımsız bir devlet olarak
manın isyanı için verilen bir sinyaldi. Krala
Milletler Cemiyeti’ne kabul edildi.
bağlı birlikler birkaç saat içinde etkisiz hale
getirildi. Telgraf ve telefon bağlantılarıyla
demiryolu ulaşımı ihtilalcilerce engellendi.
Öğle vakitlerinde başkent Lizbon artık
asilerin elindeydi. Neyse ki Kral II. Manuel
darbeciler krallık sarayını zapt etmeden
kısa süre önce ailesiyle birlikte Cebelitarık’a
kaçmayı başarmıştı.

İlk İslam bankacılığı İngiliz tarlalarında


teşebbüsü mekanik atlar
25 Ekim 1985 - Birleşik Arap Emirlikleri

3. İslam Bankası Kongresi’nde ulema meclisi İslam 10 Ekim 1902


bankaları kurulmasının şer’i bir zaruret olduğunu dile
getirdi. Ayrıca faiz yoluyla elde edilen her kazancın şer’an Londra’da üretilen Ivel-traktörü tarla-
lardaki yerini aldı. Mekanik at olarak
İNGİLTERE
haram kılındığı belirtildi. Günümüzde sistemin içinde
önemli bir yer tutan İslam bankacılığı pek çok akademik tanıtılan traktörün iki silindirli motoru
çalışmaya konu olmakta. ham petrolle çalışıyordu ve ileri-geri
sürüş için sadece tek bir vitese sahipti.
Köylüler traktördeki üç saban de-
mirinin yardımıyla bahçelerini ekip
biçebiliyorlardı.

24 DERİN TARİH / 2015 EKİM


3 BÜYÜKLER AVRUPA’DA,
TÜM MAÇLARI TİVİBU’DA.
Eşyanın Kalbi

ŞEYMA AYDIN
seyma.aydin@izu.edu.tr

F
âş itmez idi râz-ı dili Yûsuf-ı Ken’ân / Çâk olma- lü, kahramanın gerçek ölüm kalım kriziyle yüzleştiği ev-
sa dâmânı Züleyhânuñ elinden” der Fuzûlî. Yu- redir. Halide Edip Adıvar’ın Ateşten Gömlek romanında ise
suf’un gömleği Züleyha’nın eliyle yırtılmasaydı, İzmir’in işgali sırasında yaşanan müşkil bir aşk hikâyesi
gönlünün sırrını açığa vurmazdı. Tarihin müstes- anlatılır.
na aşklarından Yusuf ile Züleyha’nın muhabbeti Yusuf’un Osmanlı’da Mevlevî olmak isteyenler Kazancı Dede’ye
gömleğiyle sembolleştirilir malum. Hz. Yakub’un, oğlunun müracaat eder; dede de, “Dervişlik âteşten gömlek, de-
kanlı gömleğini görünce ağlamaktan ışığı sönen gözleri, mirden leblebidir. Aç kalmak, döğülmek, haksız yere söz
yine oğlunun gömleğine kavuşunca nura kanat çırpar. işitmek vardır. Dervişlik, ölmezden evvel ölmek demektir.
Kadim zamanlardan beri kimlik sembolü olarak kulla- Bunlara dayanabilirsen gir” derdi. Bektaşiler ise “bir göm- C

nılagelmiş gömlek. Bu yüzden kıssalardaki gömlek ibare- lekten baş göstermek” tabirini tarikata beraber giren iki M

lerinin alt metnini dikkatli okumak gerek. Dönüşümlerin derviş için kullanırlarmış. Tabirin ümmet birliğine de gön- Y

“gömlek değiştirmek” tabiriyle adlandırılması hiç de tesa- derme yaptığını belirtelim.


CM

düf değil. Öyle ki Joseph Campbell’in Kahramanın Sonsuz İnsanoğlunun sırtındaki hikâyesinden evvel lügatteki
MY
Yolculuğu kitabında da değindiği “ateşten gömlek” sembo- gömlekle tanışalım. Arapça disâr, gömlek demek olup seyr
ü sülûkten sonra varılan kâmil kulluk mertebe- CY

si anlamına da gelir. Aba diye bildiğimiz Arapça CMY

abâe veya abâye de geniş fakat kısa bir nevi göm- K

lektir. Dizden biraz aşağı iner; üst tarafında, baş


ve yanlarında kollar için birer delik bulunur.
Keçi kılından dokunan kalın ve kaba kumaştan
olup kökeni Hz. Muhammed’e (sav) kadar uza-
nır.
Halk dilinde köynek, Orta Türkçe devrinden
beri bilinen bir kelimedir ve gönlek/könlek’den
gelir. Gön, “ten üstüne giyilen” anlamında-
dır. Eskiden erkekler dizden yukarı, kadınlar
ayak bileğine kadar uzanan gömlekler giyer-
miş zira.
Latincesi camisia olan gömleğin en eski hikâye-
sinin antik Mısır’da başladığı rivayet edilir. Başlarda giysi
ile ten arasında atlet rolünde kullanıldığı kayıtlarda geçer.
Kalasiris denilen, baş için ortasına delik açılmış dikdörtgen
bir keten parçası olan bu giysi insanoğlunun ilk gömleği
kabul edilir. Chiton ise Yunanlara has drapeli bir başka
gömlek çeşidi. Antik Roma’da düğmesiz gömlekler ke-
merle birlikte tunica interior adıyla kullanılırmış. Ba-
bil’deki seçkinlerin uzun, kölelerin ise kısa gömlek
giydiğini de belirtelim.

26 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Eşyanın Kalbi

15. yüzyılda gömleğin kollarına manşet,


16. yüzyılda boynuna yaka eklenmiş.
Şef’in gömleği Bu yakalar dantel ve fırfırlarla
ABD-Oregon’daki
süslenip soylu bir görünüme
kabile topraklarına
beyazlar yerleşince, bürünmüş. Öyle ki, İngilte-
Kızılderili Şef Joseph re’de belli bir toplumsal statüde
kabilesiyle beraber olmayanların bu tarz gömlek giy-
Kanada’ya göçer. Gömleği
de “Şef’in gömleği” diye ünlenir.
meleri yasakmış.
18. ve 19. yüzyılların Avrupa’sında çok katlı ve kolalı
yakalar moda olmuş. Zamanla külfetli yakaların boyunda
oluşturduğu basıncın göz sağlığına olumsuz etkisi anlaşı-
lınca yakalar daha mütevazı boyutlara inmiş. 1920’lerde
rengârenk ve takılıp çıkarılabilen yakalar moda olurken
1950’lerin başlarında kadınlar için ilk kez “erkek kesimli”
gömlekler üretilir. Hippi akımının dünyayı kasıp kavur-
Tabiat kumaşa dokundu duğu 1960’larda erkekler vücudu sımsıkı saran gömlekler
1893 yılına ait tabii giymişler.
kumaşlardan üretilen gömlek Fransa’da yeni doğan erkekler, babalarının gömleği-
Amerika yerlileri tarafından
ne sarılırdı. İtalya’da ise erkek, sevgisinin nişanesi olarak
giyilirdi.
gömleğini sevdiceğinin kapı eşiğine bırakırdı gizlice. Ban-
niére denen, arkası bol gömlek de savaş ya da turnuvala- C

ra katılan süvarilerin eşlerince dikilir ve kocalarına uğur M

getirsin diye hediye edilirdi. Müsabaka ya da çarpışmadan Y

dönen erkek de kanla lekelenmiş gömleğini cesaret


CM

ve aşklarının simgesi olarak eşlerine armağan


MY
ederdi.
CY

İmanlı yüreklerin muhafızları CMY

“Aşk ile meydana bîperva girer miy- K

dim eğer / Halka-i dağ-ı melametten zırih-pûş


Hükümlü nişanesi olmasam” (melametin dağladığı halkalar ile zırhla örtülü
Avustralya-Sidney’deki Hyde Park olmasam, aşk ile pervasızca meydana girer miydim?) der
Barracks Cezaevi hükümlüleri
1840’ta bu pamuklu ve mavi çizgili Nâbî. Zırhlar muharebelerde ok, kılıç, süngü gibi silah dar-
gömleği giyerlerdi. belerinden korunmak için giyilen demir tel ve levhalardan
gömleklerdi; ama asıl mahfuz, onu taşıyanın yüreğindeki
Allah aşkıydı. Zırhlı gömlek halka örmeli olup bazen göğse
gelen kısımları levhalarla takviye olunurdu.
Zırhların teni zedelememesi için altına pamuklu ve di-
kişli kalınca hırkalar giyilirdi. Keten ve ipekten olanları da
Macar hanımların eline sağlık vardı ki bunlara silah geçmesin diye ayet ve dualar yazılır
Üzerindeki stilize desenler ve zarif ve tılsımlı gömlek diye anılırdı. Aynı şekilde padişahların
el işçiliği 19. yüzyıl Macaristan ev zırhları gümüş ve altın kakmalarla tezyin olunur, üzeri-
hanımlarının zevkini yansıtıyor.
ne Kur’an-ı Kerim’den ayetlerin yanında padişahların
isimleri yazılırdı. Yavuz Sultan Selim’e ait böyle
bir gömlek Türk İslam Eserleri Müzesi’nde teş-
hir edilir. Gömlek üstünde arkadan tokalarla
bağlanan bir göğüslük takılıdır, bunun karna
gelen kısmı daire şeklinde oyuktur.
Kumaşın pek, gönlün hafif olsun, ey göm-
Gönüllerin muhafızı
Savaşlarda silah darbelerinden koruyan lek.
demir tel ve levhalarla bezeli zırh, asıl
marifetini üzerine işlenen duaların
tılsımıyla gösterirdi.

28 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Heyecanlanmakta haklı!
Çünkü tüm dünyada iş dünyasının en prestijli ödüllerinden
Stevie Awards; VEPLUS'ı aynı kategoride 2 ödüle birden layık gördü...
Lifestyle ve Experimental & Innovation dallarında aldığı Silver ödüllerle, VEPLUS yenilikte ve
teknolojide, şimdi dünyada en önlerde.
im eSi
kel
Ay ı n

Simit

B Saraylı Simit
undan 80 sene ci planda kalıyor, ama
önce “simit dük- dostlukları da samimî bir
kânlarda satıla- dostluktur. Hiç bir kah-

Kaçlık Simittir?
cak, simit ismi valtı simitle çayın yerini
etrafında hızlı yemek tutamaz.”
mekânları, hatta lokanta- Eğer bu ayrılmaz iki-
lar açılacak” denilse, kim liye bir üçüncü arkadaş
inanırdı? Hele “simit”in gerekiyorsa, o muhak-
“saraylı” olacağına hiç ih- kak peynirdir. Sait Faik
timal verilir miydi? millî hikâyecimiz, simit
Daha geçenlerde um- de “millî yiyeceğimiz” de-
reden dönen bir dostum, Mescid-i bir Levanten’i dinleyelim: “İşçiler, sek, asla yalancı çıkmayız. Daha 17.
Haram’ın çok yakınında böyle bir hatta alt derecede memurlar açlıkları- yüzyılın sözlüğü Meninsky’de “çörek,
“saray”da kifaf-ı nefs ettiğini keyif- nı simitle giderirler. Bir bardak çayla gevrek” olarak geçiyor. Karşısında
le anlattı. Londra’da, Berlin’de veya iki simit bir kahvaltı veya bir yemek Batı dillerinden bir açıklama da yok.
Newyork’da Türk usulü yeme içme yerine pekâlâ geçebilir”. Willy Sper- Yani Avrupalının benzer bir yiyeceği
mekânları... co, Yüzyılın Başında İstanbul kitabında mevcut değil.
Simit, düne kadar sokaklarda, sadece İstanbul’da okul zamanı 250 Redhouse Efendi’nin Müntehabat-ı
sadece seyyarların sattığı daha çok bin adet simit satıldığını belirtiyor. Lügat-ı Osmaniye’sinde, yani 1850’ler-
çocuklara ve ucuza karın doyurmak de “semid”in karşılığı olarak yazdığı-
isteyenlere, daha doğrusu midesini Simit ve çay na ne demeli: “Malûm bir nevi beyaz
susturanlara mahsus bir yiyecekti. Simit ve çay: İşte vazgeçilmez ikili. ekmek halkası”. “Malûm” olduğuna
Hatta bir aralar öylesine rağbetten Bir de peynir olursa değmeyin keyfi- göre herkesçe bilinen demek. Bir şe-
düşmüş ki, Cumhuriyet’in 29 Ağustos ne! Simit ve çay muhabbeti bize mut- yin herkesçe bilinmesi, bilhassa o za-
1934 günkü nüshasında, “Simit göz- laka Sait Faik’i hatırlatır. 1950’lerin manlar, hayli vakit alır.
den düştü. Halk galetaya rağbet edi- başında yayınlanan Havuz Başı kita- Ahmed Vefik Paşa kelimenin -ne-
yor” başlıklı bir haber yer alıyor. Simi- bında bir hikâyenin adıdır “Simitle dense- Hindce olduğunu kaydettikten
de rağbetin azalmasının sebebi olarak çay”: sonra “beyaz un, beyaz ekmek hal-
galetanın simitten 20 para ucuz olma- “Yalnız simitten, sabahın o leziz, kası” diyor. Bize kalırsa simit halis
sı gösteriliyor. insan icadı yemişinden söz açma- muhlis Türkçe bir kelime; tadıyla ve
Halkın simit muhabbeti için kay- lıydım. Ama ne yaparsın, çaya kıya- kültürüyle bize aidiyetinden şüphe
nağımız Evliya Çelebi. Türkçenin madım. Simidin yanında, o da ikin- yok. Sadece Arapça ve Farsça kelime-
Evliya’sı İstanbul esnafı meyanında lere yer verilen Latin harfli Osman-
“esnaf-ı simitçiyan”ı da sayar, yani si- lıca sözlüklerimizde Mustafa Nihat
mitçiler esnafı. “Dükkân 70, neferat Özön’de Ferit Devellioğlu’nda ve hat-
300, pirleri Reyyan-ı Hindî’dir, Sel- ta Mehmet Kanar’ın lügatlerinde böy-
man belin bağlayıp İmam Hasan’a ve le bir kelimeye rastlanmaz.
Hüseyin’e simit halka hedaya getirüp Raif Necdet (Kestelli) Resimli Türkçe
ol şehzadelerin hidmetinde olurdu. Kamus’unda (1927) simid veya simit
Kabri Mısır diyarında Kına şehrinde şeklinde yazdığı kelimenin Türkçe ol-
Abdürrahim Kınavî cenbinde med- duğunu belirtiyor. “Halka” ve “halka
fundur. Kuddise sırrıhül-aziz” (cilt.1, şeklindeki ekmek” açıklamasından
sf. 266). sonra “cankurtaran simidi”ni de açık-
Yüzyılları atlayıp, 20. yüzyılın başı- D. mehmet DoğAn lıyor. “Tahlisiye simidi, gemilerde si-
dmdogan@gmail.com
na gelelim. İzmir doğumlu Venedikli mit şeklinde mantar”.

30 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Kamus-ı Türkî’ye atf-ı nazar eyler- yor o zamanlar. Tabiî “simitci” sadece Sin-mim-tı ile yazılırsa “simit”
sek neyle karşılaşırız? Şemseddin imalatçı değil. ”Simit gezdirip satan kolye ve kolye dizilişi anlamına ge-
Sami de “simid yahud simit” diyor. adam” açıklaması da var. Kamus’da liyor. Ki bu kelimenin şeklini ifade
Gayri dil belirtmediğine göre, Türkçe “simidci ekmeği”nin tarifine de yer ediyor. Sin-mim-dal şeklinde yazılırsa
olarak kabul ediyor ve “Küçük halka veriliyor: “Simid için hası alındıktan “simid” gafil olmak ve sehiv anlamı
şeklinde has ekmek” açıklamasını sonra kalan kabaca undan yapılan yanında yükselmek mânasına geli-
veriyor. Sonra “simid unu”nu tarif ekmek ki ikinci nev’i olub daha ucuz- yormuş. Çiftçinin toprağı sürerek,
ediyor: “Simid imalinde kullanılan dur” deniliyor. kazarak ekime uygun hale getirmek
has un”. Ardından “tahlisiye simidi”- Yeni Türkçe Lügat’te M. Bahaed- için kabartmasına benzetilerek bir
nin açıklaması: “Denize düşenlerin din (M. Baha Toven) daha muhtasar şeyi kökünden sökmek, düzeltmek
tutunması için gemilerde bulunan bir açıklamaya yer veriyor: “Halka ve halka şeklinde yapmak anlamında
simid şeklinde mantar”. şeklinde has undan yapılan lezzetli kullanılmış. A Dictionary of Egyptian
Kamus-ı Türkî’de “simidci” de var. ekmek”; “tahlisiye simidi”ni de şöyle Arabic’e göre de Kıptî dilinden Arap-
Açıklama ilgi çekici: “Simid yapan açıklıyor: ”Denizde batmayan simit ça’ya geçmiş.
ekmekçi.” Simidin açıklamasında da şeklinde mantar”. Urfa ve Antep’te “simit kebabı”
ekmek kelimesi geçiyor, demek ki Şemseddin Sami Türkçe sözlüğü bile var! Halil Soran/Munise Soran Ur-
simit börek, çörek nev’inden sayılmı- yazmaya başlıyor. Sonra gelenler fa’da Pişer Bize de Düşer isimli yemek
benzer ifadeler kullanıyor veya ben- kitabında, “Köfte bulgurundan daha
zerlikten kaçmak için ufak tefek ufak ve undan daha iri bulgura simit”
değişiklikler yapıyor. Raif Necdet’in denildiğini yazıyorlar. Simit kebabı
benzerlikleri yanında kelimenin şe- da tahmin edilebileceği gibi bu ince
kil yönünden adlandırılması farklılık bulgurdan yapılan kebap.
taşıyor. Simit “halka” anlamına da Simidin Türkçeliğine fazla delil ge-
geliyor. En bilinen halka can simi- rekmez: Eğer Yunancaysa, Yunanlar-
di. Raif Necdet’te geçen can simidi, da kendilerine mahsus simit var mı?
Şemseddin Sami’de olduğu gibi M. Ve eğer Arapçaysa, Araplar simidi bilir
Bahaeddin’de de yok. Onlar “tahli- mi? Tabiî biz biraz önce bahsi geçen o
siye simidi”yle yetiniyorlar. M. Baha güzelim lezzetli çıtır “simit”ten bah-
kısa ifadeyi tercih ediyor. “Tahlisiye sediyoruz. Nitekim, Günay Karaağaç
simidi”ni kullanımına göre değil, Türkçe Verintiler Sözlüğü’nde bu an-
batmama özelliğine göre tarif ederek lamıyla simit kelimesinin Arapçaya,
ifadesini farklılaştırıyor. Velhasıl söz- Ermeniceye, Rumenceye, Bulgarcaya,
lükçülük zor zenaat! Sırpçaya, Arnavutçaya, Makedoncaya
ve Yunancaya geçtiğini kaydediyor.
Simit yoksa Yunanistan’da “simitçi” karşılığında
Arapça mı? “simitçis” kullanılıyormuş.
Emrullah İş- Hadi bir tahminde bulunalım: Bu
ler Türkçe-Arapça sözlüğün yeni baskısında simidin
Kapsamlı Sözlük’te Fransızcaya, Almancaya, İngilizceye
“simit”in Arapça de geçtiği kaydedilecek… Çünkü si-
olduğunu belirtiyor. Ni- mit dünya markası oldu, tıpkı “dö-
şanyan, Sözlerin Soyağacı’n- ner” gibi…
da Arapçada ince bulgur veya Hani şu sıralar boşuna değil simi-
irmik anlamına geldiğini kay- din beşlik simit gibi kurulması! Si-
dediyor. Aramicede de “un” de- mit sınıf atlayınca ne oldu? Bu halis
mekmiş. Akadcada ise “samidu” gıdanın, susamdan başka aksesuarı
öğütmekmiş. Kubbealtı’nda reddeden simitin artık peynirlisi, ka-
“simigdali irmik, Arapçaya şarlısı, haşhaşlısı, mahleplisi hatta
Yunancadan, Arapçadan da ay çekirdeklisi bile var! Ne dersiniz,
Türkçeye geçmiş olabilir” simit “beşlik simit” gibi kurulmakta,
deniliyor. kasım kasım kasılmakta haklı mı?

2015 EKİM / DERİN TARİH 31


» Maximilian’ın hediyesi olarak
Sultan III. Murad’a sunulan
saatlerden biri.

a n ı n R uhu
m
a Kunan SuLTa ’n
O n
‘Z

a
D

A
vusturya İmparatoru Maximilian, Sultan III. Mu- Saraydaki üst düzey devlet adamları da Sultan’ın ilgisinin
rad’ın tahta geçtiği haberini alınca elçilik heyeti farkındaydılar. Zira 1582 Haziran’ında oğlu Şehzade Meh-
yeni hükümdarın cülûsunu kutlamak için İm- med’in sünnet düğünü için düzenlenen ve neredeyse iki ay
paratorluk payitahtına yolculuk hazırlıklarına süren şenlik esnasında Siyavuş Paşa ve Mahmud Paşa Sultan’la
başladı. Asıl mesele “Grand Turko”ya takdim edilecek “hediy- Şehzade’ye düğün hediyesi olarak çalar saatler sunmuşlardı.
ye-i mülûkâne”leri seçmekti. Osmanlı hükümdarının şanına 1583’deyse Kraliçe Elizabeth İngiliz tüccarların “memalik-i
yaraşır hediyeler… Elbette ziyaretin asıl hedefi ekonomikti. Osmaniye”de ticaret yapmalarını sağlayacak imtiyazı elde
Yeni Sultan’ın tahta çıkışı vesilesiyle eskiden yürürlükte olan edebilmek için elçisi vasıtasıyla Padişah’a dört kısımdan olu-
anlaşmalar yenilenecekti. şan devasa bir saat göndermişti.
Halı, kitap, altın ve gümüşten mamul eşyalar, ipekli ku- Padişah’ın tek merakı elbette saatler değildi. 16. asrın so-
maşlar vs. dışında Sultan’a sunulacak hediyeler arasında biri nunda İstanbul’da dört yıl geçiren Alman din adamı Salomon
vardı ki, İmparator onunla hedefi 12’den vuracağından emin- Schweigger, Sultan’ın özellikle tarih kitapları okumayı sev-
di: Saatler! diğini kaydetmiş. Yine İspanyolların Amerika’yı keşfini anla-
III. Murad’ın saatlere tutkusunu neredeyse duymayan kal- tan Tarih-i Hind-i Garbî ve Fransa tarihi üzerine Tevârîh-i Pâ-
mamıştı. Kayıtlardan anlaşıldığı kadarıyla çeşitli tarihlerde dişâhân-ı Françe gibi dünya tarihiyle alakalı kitapları tercüme
saraydaki saat ustalarına oldukça cömert davranan Padişah, ettirmesi Sultan’ın geçmişe duyduğu merakı yeterince açıklar.
yeni saat yaparak kendisine sunan ya da bozuk saatleri tamir Astronomiye ilgisini ise Rasathanenin kurulmasına verdiği
eden saatçilere “ihsan-ı şahaneler”de bulunmuştur. büyük destekte görüyoruz. Ayrıca rüyalarını bir deftere kay-
Maximilian’ın Bohemyalı Frederic başkanlığındaki elçilik dedip düzenli olarak tabir ettirmesi geleceğin kilidini kurcala-
heyeti, “dünyanın idare edildiği” Topkapı Sarayı’na geldiğin- dığını haber veriyor bize.
de evvela 30 bin dükalık vergiyi teslim ettiler. Ardından tak- İmdi, bir bütün halinde düşündüğümüzde III. Murad’ın
dim edilen hediyelerin ardından sırada üç adet saat de vardı. “Sultânü’l-Berreyn ve’l-Bahreyn/Karaların ve Denizlerin Sul-
O güne kadar saraydaki saatlerin en mükemmellerinden tanı” olarak mekâna hâkimiyetinin yanında, saat tutkusunu
olan bu saatlerden ilki, saat başı çaldığında Osmanlı atlıları sa- “zamana” da hükmetme gayreti olarak yorumlayabilir miyiz?
vaşıp ardından geri dönüyor, ikincisi saat başı çaldığında alet Padişahların zamanla -tabiatıyla zamanı gösteren alet olan
üzerindeki bölmelerde bulunan hokkabazlar sağa sola koştu- saatle- münasebetleri ortaya koyulduğunda sorumuza tam
ruyor, üçüncüsündeyse ağzında kaz olan bir kurdun bulundu- bir cevap bulmuş olacağız. Buyurun size Osmanlı dünyasının
ğu saat çalınca kaçmaya başlayan kurdun peşine düşen silahlı renkli atlasında keşfedilmeyi bekleyen bir ada daha!
bir Türk avcısının onu avlamasının izlendiği bir sahne yer alı-
Kaynak: Kemal Özdemir, Osmanlı’dan Günümüze Saatler, İst., 1993.
yordu. Saatlerin Sultanı çok mutlu ettiğini tahmin edebiliriz.
Tel: 0212 292 86 20 pbx
Web: www.gunsal.com
DİPLOMAT TARİHÇİ ALTAY CENGİZER
1. Dünya Savaşı’nDa
beka mücaDeleSİ
veren tek taraf
OSmanlılarDı
Konuşan: MunİSE ŞİMŞEK
munise.simsek@derintarih.com

D
ışişleri Bakanlığı’nda Siyaset Planlama Genel
Müdürü olarak görev yapan Büyükelçi Altay
Cengizer ile diplomatlık ve tarihçiliği sentezleye-
rek kaleme aldığı Adil Hafızanın Işığında kita-
bındaki tezlerini konuştuk.

Osmanlı Devleti’ni sona hazırlayan 1. Dünya Savaşı’nı,


kitabınızın isminden de anlaşılacağı gibi “adalet” tartı-
sında yorumluyorsunuz. Bu, Büyük Harb’e belli bir “ta-
raf ”tan bakanların göze alamadığı türden bir sorgula-
ma biçimi. Nasıl ve neden geliştirdiniz bu bakış açısını?
LSE’de (London School of Economics) Uluslararası Tarih
Bölümü’nde mastırımı tamamlarken, Türkiye’nin 1. Dünya
Savaşı’nda oynamış olduğu son derece önemli rolün, olağa-
nüstü fedakârlık ve cesaretin sadece Avrupa’da değil, ülke-
mizde de hafızalardan silinmiş olduğunu, daha da kötüsü,
son derece yanlış bilindiğini fark ettim. Hâlbuki Osmanlı
İmparatorluğu’nun şahsında Türkiye, gerçek anlamda bir
ölüm-kalım savaşı vermiş, modern dünyayı doğuran 1.
Dünya Savaşı’nın önde gelen beş muharip tarafından biri
olmuştu. En fazla sayıda cephede savaşmış tek ülke Türki-
ye’dir. Üzerinde artan tehditler yüzünden nispeten erken
bir safhada savaşa dâhil olmak zorunda kalmış, Alman-
ya’nın teslim olmasından sadece on gün öncesine kadar da
direnmişti.
© Tarık bakıcı

Her şeyden önce, bu savaşta gerçek anlamda beka mü-


cadelesi veren tek taraf Osmanlılardı. Diğerleri, Çarlık Rus-
yası, İngiltere, Almanya, Avusturya-Macaristan ya da Fransa
gibi ülkeler Osmanlıların kullandığı tabirle düvel-i muazza-
ma, Büyük Güçler hiyerarşisindeki yerlerini kaybetmemek

36 DERİN TARİH / 2015 EKİM


1 Kitap 1 Yazar

yahut daha ileri götürmek amacıyla 1. Dünya Savaşı’nda verdiğimiz müca- osmanlı savaşa girmek
ya da Balkan devletleri örneğinde ol- dele, sonraki nesilleri tarihin büyük zorundaydı
duğu gibi yeni toprak kazancı uğrun- ırmaklarına iade etmiştir. Geleceğin 20. yüzyıl başında iyice keskinleşen
da bu savaşa taraf olmuşlardı. nesilleri, dünyanın en güçlü devletle- Büyük Güçler arasındaki rekabet
Savaş Avrupa dengelerine ilişkin ri üzerimize çullanmışken çok büyük Osmanlı Devleti’ni nasıl etkiledi?
endişe ve mülahazalardan kaynak- fedakârlıklar neticesinde elde tutu- 1908 Devrimi’nden bir yıl kadar
lanan nedenlerle başlamış olsa da labilmiş bu mirası daha da güçlü bir önce uluslararası siyaset arenasında
derhal Osmanlı İmparatorluğu’nun şekilde sahiplenecek, gereğini yerine devrimsel nitelikte bir değişim ortaya
geleceği hakkında büyük bir müca- getirecektir. çıktı. İngiltere ve Rusya 1907 tarihli
deleye dönüşmüştür. Bunun da sebe- Bu geniş perspektiften bakıldığın- bir dizi sözleşmeyle aralarındaki an-
bi, Osmanlı topraklarının müttefik da, üçüncü hususun ne olduğu ken- laşmazlıkları asgariye çekme yoluna
kazanmak amacıyla teklif edilmesi, diliğinden ortaya çıkar: Osmanlıla- gittiler. Avrupa’daki siyasî değişimin
bilhassa İtilaf Bloğu’nun iç dengele- rın son saatinin ne anlama geldiği, de etkisiyle bu ilişki gittikçe bir it-
rini Osmanlılar üzerinden verilen bu 1914’den 1923’e verilen mücadelenin tifaka benzemeye başladı. İngiltere
sözlerle sağlayabiliyor olmasıdır. Bun- niteliği anlaşıldığında Türkiye’nin açısından mesele Almanya’nın denge-
ların arasında en öne çıkan da, İtilaf muhafaza ettiği büyük potansiyel ve lenmesi iken, Rus Çarlığı da 1905 yı-
Bloğu’nun galibiyeti halinde İngiltere açılımlar çok daha iyi görülecektir. lında Japonya karşısında aldığı müthiş
ve Fransa’nın İstanbul ve Boğazları yenilginin bir yan sonucu olarak Av-
Çarlığa söz vermiş olmalarıdır. Hangi kaynaklardan beslendiniz? rupa’ya yeniden geri dönmek çabasın-
İkinci husus, Osmanlıların gerek 1. Dünya Savaşı’na yaklaşımımızda daydı. Bu da öncelikle Habsburglarla
düşmanlarının, gerek müttefikle- çok büyük eksiklikler, olağanüstü sığ tarihî anlaşmazlık ve karşılıklı çeke-
rinin beklediğinin çok üstünde bir ve suçlayıcı yaklaşımlarla karşılaştı- memezliğin alevlenmesi, yani Balkan-
performans sergilemiş olmalarıdır. ğım için bu konuda mufassal bir eser lar ve netice itibariyle ezelî Boğazlar
Avrupa’da en ufak köylerde dahi meydana getirmek için çalıştım. Har- meselesinin yeniden gündeme gelme-
iki büyük savaşta ölenlerin isim- vard’dayken çok önemli fakat el atıl- si demekti.
leri anıtlara kazınmışken, o mamış bilimsel makalelere ulaştım, İşte, İngiltere birtakım üst denge
nesli tanımlamış büyük bazı Rus kaynaklarını ve makaleleri mülahazalarıyla aslında ne zamandır
fedakârlığın unutul- de tercüme ettirdim. pratiğe dökemediği o “muhteşem yal-
maması gerektiği- Esasen, Türkçe ve İngilizce lisa- nızlığı”nı artık sürdüremeyeceğinin
ne inanıyorum. nında Türkiye’deki en zengin kütüp- farkına vardığı andan itibaren Avru-
haneye sahip olduğumdan şüphe pa’daki ittifak sistemi de kesin bir ya-
duymuyorum. Bu sayede çok kuvvetli pıya kavuşmuştur. Artık her yerde ve
bir zeminden hareket etme imkânım her an için birbirine rakip iki blok söz
oldu. Fakat kitabıma gerçekten de öz- konusudur.
ALTAY CENGİZER gün bir nitelik kazandıran husus, 35 Bu da diplomasinin, hem de ol-
dukça süratli bir şekilde bütün esnek-
KİMDİR? yılı aşkın bir diplomasi tecrübesi için-
liklerini yitirmesi anlamına gelmiş,
den gelmemdir. Bu da zannederim
anlattıklarımın perde arkasını 1910’dan itibaren müthiş bir silahlan-
Boğaziçi Üniversitesi mezunu.
daha iyi görmemi sağlamıştır. ma yarışı başlamıştır. Avrupa’da iki it-
London School of Economics’te
uluslararası tarih alanında yüksek lisans tifak arasındaki rekabet süratle derin-
yaptı. Colombia Üniversitesi’nden ‘kriz leşmiş, nihayet 1914 Ağustos ayında
idaresi ve önleyici diplomasi’ diploması bulunan da savaş kopmuştur.
Cengizer, 2007-09 yılları arasında Harvard Üniver- İşte aslında beş-altı yıla yayılmış
sitesi Weatherhead Center for International Affairs bu kısa süreçte, Osmanlıların da
üyesi oldu ve bu süreçte 1908-18 dönemini çalıştı. devletlerarasında denge oyunlarına
Halen Dışişleri Bakanlığı’nda Siyaset Planlama Genel başvurma imkanları sona ermiş olu-
Müdürü. yordu. Bu yüzden uluslararası siyasî
tarih açısından bakıldığında, Jön
ADİL HAfıZANıN ışığıNDA, Türklerin tarih sahnesine geç çıkmış
Altay Cengizer, oldukları söylenebilir. Nitekim önce
Doğan Kitap, 2014, 732 sayfa, 32¨ Trablusgarp, bilahare Balkanlarda

2015 EKİM / DERİN TARİH 37


1 Kitap 1 Yazar

“1. Dünya Savaşı bütün kıtaya yayı-


lan 3. Balkan Savaşı’dır”. Bu sözü-
nüzü açabilir misiniz?
1. Dünya Savaşı’nın hemen önce-
sinde yaşanan bir dizi kriz ve çatış-
mayı, özellikle de Balkan Harplerini
hatırlatmak isterim. Osmanlılar Bal-
kanlardan ayrıldığı anda büyük Avru-
pa dengelerinin en kritik bir yerine
oturmuş Balkan dengeleri alt üst oldu.
Türk ve Müslüman unsurların Balkan-
lardan, oralarda hiç yaşamamışçasına
ayrılmaları, büyük acılar ve katliam-
lar eşliğinde gerçekleşti. Sırbistan’ın
nüfus ve yüzölçümünün iki misline
çıkması, Habsburgların ayrışma ve
ikincil bir güç konumuna itilmeleri
korkularını iyice depreştirerek daha
radikal bir siyasete iterken, Çarlık
Rusya’sıyla esasen 1908 İlhak Krizi sı-
rasında son derece bozulmuş ilişkile- C

rinin de iyice tahrip olmasına yol açtı.


görüldüğü üzere Osmanlılar diploma- Trablusgarp ve Balkan Harpleri dâhil M

Daha Mart 1909’da Rusya’yla Avustur-


si dünyasında yalnızlığa itilmiş, mü- hangi badirelerden geçerek geldikle- Y

ya-Macaristan arasında bir savaş çık-


cadelelerini hep tek başlarına yürüt- rini, topraklarının ne zamandır em- CM
ması son anda engellenebilmişti.
mek zorunda kalmışlardır. İngiltere ve peryalist paylaşımın nesnesi olmuş MY
Hal böyleyken, Osmanlı unsuru-
Fransa düşmanca bir siyaset izlemiş, olduğunu, 93 Harbi ve 1878 Berlin
nun ortadan çekilmesiyle saha her CY

Çarlık Rusya’sı da varoluşsal bir tehdit Kongresi kararlarını unutmamız ço-


biri birbirinin zıddına giden Megalo CMY
olmaya devam etmiştir. cukluk olur.
İdea’ya sahip, tatmin olamamış ve K

Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşı’n- baştan aşağı silahlanmış devletlere


İddialı tezlerinizden biri de olum- kalmış oldu. Balkanlar artık her an
da tarafsız kalabilir miydi?
suz Jön Türk algısını çürütmek. Bu
Osmanlı İmparatorluğu’nun savaş patlamaya hazırdı. 1. Dünya Savaşı,
algıyı besleyen faktörler nelerdir?
dışı kalması hiçbir şekilde mümkün bu defa olduğu yerde tutulamamış
İttihat ve Terakki’yi tarihteki yerine
değildi. Bunun aksini iddia etmek, hakkıyla oturtabiliyor muyuz? “Üçüncü Balkan Harbi”dir.
ezelî Doğu Sorunu’nun varlığını red- Hafızanın siyasîleştirilmesi, diğer
detmekle eş anlamlıdır. Osmanlılar be- deyişle bir dönemin özel tarihsel şart-
Ermeni anlatısının hataları
kalarını sağlamak için savaşa girmek larının oluşturduğu zemin üzerinde Tehcir öncesinde Ermenilerin savaş
zorundaydılar. İtilaf Bloğu hiçbir şekil- ortaya çıkmış olgulardan bugünün ortamında oluşturdukları tehlike
de inandırıcı garantiler vermemişti. siyasî ihtiyaçları için faydalanılmaya neydi?
Zamanın Osmanlı hükümeti o içi kalkışılması tehlikeli bir yoldur. Bir Bugün galebe çalmış gözüken Er-
boş, yalan oldukları apaçık sözde top- dönem ya da bir nesil hakkında hü- meni anlatısı tamamen siyasî hedefle-
rak garantilerini kabul etmiş olsaydı, küm verirken, sonradan ne olduğunu re sahiptir. Böyle olduğu içindir ki me-
bütün mensuplarının Divan-ı Harp’te bilmenin kibrini üstlenemeyiz. selenin insanî özüne varmakla ilgisi
yargılanması gerekirdi. Osmanlıların Tarihten gerçekten de bir şey öğ- olmayan bu anlatımın büyük eksiklik-
anlamlı bir tarafsızlığı muhafaza etme renilecek ve ders alınacaksa, asıl far- leri gözlerden kaçırılmaya çalışılmak-
imkânları da hiçbir zaman olmadı. kında olunması gereken, belirli bir ta, sorgusuz-sualsiz kabule zorlanmak-
Tarafsız kalabilmiş İspanya ve Baltık aksiyonun sahiplerinin tercihlerini tadır. Bu anlatım, örneğin Osmanlı
ülkelerinin içinde bulundukları coğ- belirleyen çerçeve ve karşı karşıya İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı’na
rafya da, tarihten devraldıkları şartlar bulundukları açmazlardır. İttihat ve girişini tamamen Pan-Türkist emellere
da baştan aşağı farklıdır. Terakki’yi tarihteki yerine bihakkın bağlar ki, bu saçma bir iddiadır.
Osmanlıların bu mukadderat anına oturtabilmiş değiliz. Hâlbuki hiçbir büyük insanî ha-

38 DERİN TARİH / 2015 EKİM


1 Kitap 1 Yazar

Ermenilerin hiç
dise bize inandırılmak istendiği kadar
bahsetmediği, da olsa büyüklüğün tohumlarını her
basit ve tek taraflı izahata müsait de-
ğildir.
bahsetse de zaman bağrında taşımaya devam et-
miş, geleceğine sahip çıkacağını ümit
Ermeni anlatısının dışarıdaki ve geçiştirmeye ettikleri, kurtlar sofrasına yeniden
içerideki sahiplenicileri, kamuoyunu,
kumsalın hemen kenarında, annesi- çalıştığı Ermeni geri dönmesini sağlayacak gücü yaka-
layacağına inandıkları büyük bir ülke
nin yanında deniz gözlüklerini takmış
olarak küçük balıkları izlemekle yetin-
İsyanı olgusunun, idealinin peşinden koşarken gözlerini
kapattılar. Herhangi bir başka ülke
mesi gereken on yaşlarında bir çocuk Ermeni anlatısının için değil, bu ülke için!

başlıca eksiklikleri
mertebesinde görüyor. Bütün bu hususları daha fazla an-
Aslında meselenin insanî özüne latmak, toplumsal hafızanın önemi
varmak isteyen, basit şnorkelleri atıp
derinlere gitmek ve ne olduğunu anla- arasında üzerinde durmak isterdim. Hürriyet
içinde onurunuzla yaşamanız uğrun-
mak isteyenler, tamamen siyasî emel-
lere bağlı kılınmış Ermeni anlatısına
görülmesi gerekir. da yapılan fedakârlıkların farkında ol-
mazsanız, potansiyellerinizin gerisine
karşı çıkanlardır. düşüp ne kadar şaşaalı gözükse de as-
İşte Ermenilerin hiç bahsetmediği, lında elden düşme bir hayat yaşama-
bahsetse de geçiştirmeye çalıştığı Er- nız kaçınılmazdır. Benim ana fikrimin
meni İsyanı olgusunun, söz konusu de bu olduğunu zannediyorum.
anlatının başlıca eksiklikleri arasında
görülmesi gerekir. Hiç de etkisi azım- Söyleşiyi bize vereceğiniz yeni kitap
sanacak, ikinci plâna atılabilecek bir müjdesi ile kapatmak isteriz.
olgudan bahsetmiyoruz. Yeni kitaplara doğru yönelmek,
Ermeni İsyanı gayet güçlüydü. Şüp- yepyeni şeyler ortaya koymak yö-
hesiz Ermeni unsurunun büyük ço- nünde güçlü bir arzu duyuyorum. Şu
ğunluğu bu isyana 1915 bahar ayları sıralarda özellikle ilgimi çeken konu,
itibariyle karışmış da değildi ve trajedi o meşhur Şark Meselesi. Kırım Harbi
burada yatmaktadır. Lâkin Osmanlı or- sonrası dönem ilginç olmakla bera-
duları da düşmanla temas halinde, bü- ber, siyasî tarih açısından Berlin Kong-
yük lojistik sıkıntılar içinde ölüm-ka- resi ve hemen öncesi, yani 1876-78
lım savaşı vermekteydi. Bu şartlarda dönemi oldukça ilgi çekici.
cephelerden herhangi birinin yarılma- Tabii Şark Meselesi aynı zamanda
sı, diğerlerinin de düşmesi anlamına daha büyük, daha derin, daha tarihî
gelmekteydi. Doğu-Batı probleminin bir parçası
Sarıkamış’tan sonra şartlar daha Okurlarınızın kitabınızda en fazla veya siyasileşmiş veçhesi olarak da
da ağırlaşmışken, düzenli Ermeni çe- etkileneceği bölüm hangisi sizce? düşünülebilir.
telerinin çok kalabalık sayılarda cep- Kitaptan etkilenmelerin bir “toplu Bu siyasileşme süreci üzerinde dur-
heyle cephe gerisini bölmeye çalışan görüş”, bir nevi gestalt yaratmasını mak, Batı’nın galebe çalış yöntemleri-
bir kama işlevi görmeye kalkışması, diliyorum. Bugün hangi fedakârlıkla- ni irdelemek, edinimlerini ne şekilde
zaten zar zor işleyen lojistik ağlara rın sırtına basarak güvenle bu ülkede kalıcı siyasî kazançlara dönüştürebil-
vurdukları darbeler ve isyanın daha oturuyoruz, hangi açılımlarımızı nasıl diğini, devredebilme kapasitelerine
da genişleme temayülü içine girmesi, muhafaza etmeyi başardık, Balkanları nasıl ulaştığını, Doğu’nun da aslında
savaş halindeki bir ülkenin göz yuma- hangi acılar içinde bıraktık, hemen bir saldırı altında olduğunu tam an-
bileceği bir durum değildi. sonra da İstanbul nasıl gitti geldi ve lamıyla idrak edemeyip nasıl hare-
Ne olduğunu anlamanın yolu, hadi- Türkiye’nin aynı zamanda Avrupalı ketsiz kaldığını ortaya koyabilmek
selere doğru ağırlıkları verebilmekten niteliği ve bunun yeni bir yüzyılda ne isterdim.
geçer. Ermeni anlatısı ise ne Balkan anlama geldiği gibi. Kısaca yapacak Klasik anlamda sona ermiş olsa da,
Harplerinden sonra kendi radikal un- daha ne kadar çok işimiz olduğu anla- Şark Meselesi günümüzle de son de-
surlarının ne planlamaya başladığın- şılsın istiyorum. rece ilişkili, esas itibariyle de cevap-
dan, ne de isyan keyfiyetinden bah- Çanakkale ve daha 12 cephede son landırılmamış büyük bir sual olarak
setmeye yanaşıyor. nefeslerini veren şehitlerimiz, solmuş kalmaya devam ediyor.

40 DERİN TARİH / 2015 EKİM


AHMET AĞIRAKÇA
ahmetagirakca@gmail.com

B
ir doktor Hz. Peygamber’in yöntemlere denk gelmesi sebebiyle acıkmadıkça yememesini öğütlemiş,
(sav) huzurunda birini te- dikkat çekicidir. Zaman zaman yürü- az yemekle hayatını sürdürebileceği-
davi ederken iman ve tak- mek, koşmak ve az yemek bunlardan ni ifade etmiştir: “Sağlığı korumak üç
vasından dolayı O’na şöyle bazılarıdır. şeyle olur: Bal yemek, kan aldırmak
sorar: “Allah’ın Resulü, acaba şu tedavi Hastalandığında ziyaretine gelen ve dağlama. Ama dağlama yapmaktan
ve ilaç bir işe yarıyor mu?” Hz. Pey- birçok Arap ve Arap olmayan heyet- ümmetimi alıkoyuyorum.”
gamber hayret ederek, kesin bir ifade ler ona bazı ilaçlar tavsiye ederler, Hz. Ayrıca et ve tatlı gibi gıda madde-
ile “Subhanallah! Acaba Cenab-ı Allah Aişe (ra) de bu ilaçları ona hazırlayıp lerinin insana fayda verdiğini, yemek
yeryüzünde hiç ilacını ve tedavi usulü- verirdi. Bir kısmı gayrimüslim olduğu yerken düzgün oturup bir yere daya-
nü yaratmaksızın bir hastalık yaratmış halde Hz. Peygamber bunların tavsiye nılmaması gerektiğini, özellikle yüzü-
mıdır? Bu tedaviyi bilen bilir, bilmeyen ettiği ilaç ve tedavi usullerini kabul et- koyun veya sırt üstü yemenin tehlikeli
bilmez. Şayet sen hastalığa tam ve ke- miş ve uygulamıştır. olduğunu ifade buyurmuştur. Su içer-
sin fayda veren bir ilacı bulmuş isen Hz. Peygamber hastalıkları iki kıs- ken bir nefeste değil, en az üç defa ne-
Allah’ın takdir ve emriyle mutlaka bir ma ayırır: Kalbî hastalıklar, bedenî has- fes alarak ve suyu emerek kabın içine
iyileşme meydana gelir” buyurmuştur. talıklar. Kalbî hastalıklar septik duy- üflemeden içmek gerektiğini, bunun
Hz. Peygamber sıhhatli iken de gularla oluşan ve şehevî duygulardan daha yararlı olduğunu, artan yemekle-
hasta iken de tabiplere başvururdu. kaynaklanan hastalıklar şeklinde ikiye rin üstünün kapatılarak korunmasını
Hastayken tedavi olması gayet tabiî- ayrılır. Bedeni hastalıklar ise insan vü- tavsiye etmişti.
dir. Fakat sıhhatliyken başvurduğu ve cudunda görülen maddî eksikliklerdir. Önem verdiği hususlardan biri de
ashabına da tavsiye ettiği bazı yöntem- Hz. Peygamber çok yemenin za- hoşlanmadıkları yiyecek ve içeceklerin
ler bugün koruyucu hekimlik denilen rarlarından söz etmiş, insanoğlunun hastalara zorla verilmemesiydi. Bu-

42 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Doğudan Batıya

İlahi Bilgilendirme hakkında özellikle tavsiyeleri vardır.


Hummayı su ile tedavi etme, hastanın
Metodu

TIBB-I
ensesinden aşağıya su akıtma (ateşli
hastanın başına, koltuk altlarına suya
batırılmış bez koyarak ateşi düşürme),
hacamat (kan aldırma), kirli kanın vü-
cuttan atılması anlamında hacamat ile
tedavi, hangi günlerde ve nasıl haca-

NEBEVÎ
mat yapılacağı, yaranın sert ve kızgın
bir demirle dağlanması da tedavi yön-
temlerinden bazılarıdır.

İlk karantina Suriye’ye


“Herhangi bir bölgede bulaşıcı bir
hastalık varsa orada bulunanlar hasta-
lığın olmadığı bir başka bölgeye gitme-
sinler. Bu bölgeye dışarıdan başkaları
gitmesin” hadisi, bulaşıcı hastalıkların
önlenmesi için dünya tarihinde ilk
defa uygulanması istenen bir karan-
tina metodunu işaret eder. Bu da Hz.
Ömer’in (ra) hilafeti döneminde Suriye
bölgesinde çıkan veba salgınının ön-
lenmesi ve diğer bölgelere yayılmama-
hastalığı, efsunlanmış ve sihirlenmiş sı için Hz. Peygamber’in hadisine uyu-
kimse ile kalp hastalığı. larak alınan bir önlemdi.
Bu gibi hastalıkların tedavi usulle- Hz. Musa devrinde cüzamlılara uy-
ri ile tedavilerinde kullanılan ilaç ve gulanan karantina bölgesel değil, mev-
bitki isimlerine de sık sık rastlanmak- ziî karantinaydı. Hastalar bir araya top-
tadır. Deva ve edviye, perhiz, nekahat lanarak toplumdan tecrit edilmişlerdi.
nun yanında daha önce tıp öğrenimi dönemi, pazı, siyah çörek otu, çörek Ama Hz. Ömer devrinde Suriye tama-
görmemiş olanların insanları tedaviye otu, kimyon, mantar veya yer elması, men karantina bölgesi ilan edilmişti.
kalkışmamalarını, kimsenin sağlığı ile kudret helvası, sinameki, sennut (tere- Çörek otunun “her derde devadır”
oynamamalarını, yanlış tedavi sonucu yağı, bal ve dereotu karışımı olan bir diye nitelendirilmesi de bu bağlam-
hastaya zarar veren bir kimse olursa mürekkeb ilaç), udu’l-hindi, göz ilacı, da değerlendirilebilir. Bu bitkinin tek
onun bu zararı tazmin etmek zorunda göze sürme çekerek hastalıktan koru- başına yahut birlikte kullanıldığında
olduğunu söylemiştir. mak, kına, sarı sabır, kabızlığı giderici daha faydalı olacağı başka bitkiler-
ishal yapıcı yavşan otu, Yemen za’ferâ- le karıştırılarak kullanılması tavsiye
Hastalık ve ilaç isimleri nı bunlardan bazılarıdır. edildiği gibi, bazen yenilerek, bazen
Hz. Peygamber’in bizzat adını zik- Bunlarla ilgili olarak aynı dönemde suyu içilerek, bazen balla karıştırılarak
rettiği, bir kısmının da o günkü top- kullanılan tedavi isim ve usullerini de kullanılmasının fayda vereceği belirtil-
lumda bilinegeldiği birçok hastalık ve görmekteyiz. Perhiz, bulamaç yedir- miştir. Hadisteki “her derde devadır”
ilaç isminden haberdarız. Hadis mec- me, mantar suyu ile göz tedavisi, ilaç ibaresi genel bir ifade ve manâ içerir.
mualarında zikredilen hastalıklardan sıkmak, ilacı burna çekmek, hastanın Habbetü’s-sevdâ’ hakkında son de-
bir kısmı şunlardır: ağzının bir tarafına ilaç koymak, has- rece önemli bilgiler veren Ahmed Şem-
Cüzam, çiçek hastalığı, humma, tayı ziyaretinde ona güzel sözler söy- suddin, bugünkü tıbbın da kabul ettiği
uyuz, idrar yolları ve testislerde yan- lenmesi, hurmanın bazı zehirlenmeler şekilde bu bitkinin terkibinde birçok
ma, karın ve mide ağrıları, akciğer sonucunda görülen hastalıklara iyi hastalığa şifa verecek özelliklerin ol-
hastalıkları, kızamık, alaca, meşi veya gelmesi, zehirli bir gıda yiyen kimse- duğunu kaydeder. Hatta çörek otunun
ishal, baş ağrısı, yarım baş ağrısı, göz nin içeceği bir ilacı yoksa hemen mi- birçok deri hastalığına iyi geldiğini;
hastalığı, boğaz hastalığı, siyatik, akıl desindeki her şeyi tümüyle kusması uyuz, saçkıran, alaca ve egzama gibi

2015 EKİM / DERİN TARİH 43


Doğudan Batıya

» Kan aldır, şifa bul


Kadim kültürlere ait tıbbî bilgilerin pek
çoğunda kan aldırmak yaygın bir tedavi
yöntemidir. Minyatürde muhtemelen böyle
bir kan verme sahnesi canlandırılmış.

türlü şifa vardır” buyurdular. Arapların


eski bir tedavi yöntemi ile parmak-
larına bez dolayıp boğazı ağrıyan ço-
cukların bademciklerini yukarı doğru
kaldırdıkları, bazen de bunları çıka-
rarak ameliyat ettikleri belirtilir. Hz.
Peygamber bu yöntemi çocuklara çok
ızdırap verdiğinden yasaklamış, yerine
ud-i hindî ile tedavîyi tavsiye etmiştir.
Ayrıca taze ve bekletilmiş hurma-
yı ayrı ayrı ve karıştırarak yemenin;
yumurta, balık, soğan, sarımsak, nar,
üzüm, kuru üzüm, incir, ayva, şeker
hastalıkları iyi ettiğini kaydetmiştir. likte Resulullah’a gittim. Hasta çocuğu kamışı, patlıcan, mercimek, haşlama,
Ayrıca damar sertliği, mide ağrıları, diş gören Resulullah: “Niçin bademcik peynir, sirke, zeytinyağı ve zencefil
eti iltihapları, çocuklardaki kemik eri- iltihapları için böyle tedaviler uygula- gibi gıda maddelerini düzenli olarak
mesi ve kadın hastalıklarına iyi geldiği, yıp çocuklarınızın boğazını ellerinizle kullanmanın faydalarını anlatmıştır.
kan dolaşımının rahatça gerçekleşme- sıkıp acıtıyorsunuz? Şu ud-i hindi ile Anber, misk, fesleğen gibi güzel ko-
sine yardımcı olduğu ve doktorlar ta- tedavi etsenize. Çünkü bu bitkide yedi kuların da insana yararlı olduğunu
rafından tavsiye edildiği bilinmektedir. açıklamıştır.
Bugün Almanya ve Hollanda’daki ilaç ÖLÜM HARİÇ HER ŞEYE DEVA Taun hastalığı ve bununla ilgili ka-
fabrikaları çörek otunun tablet, draje rantina uygulaması, sineğin bir kana-
ve şuruplarını imal edip piyasaya sür- Resulullah’ın (sav) tavsiye ettiği dında zehir, diğer kanadında panzehir
müşlerdir. çörek otuyla ilgili tedavi yöntemleri taşıdığını bildirmesi, cüzam (lepra)
önemlidir ve eski bir tıp usulü olarak hastalığına yakalanan kişinin zaman-
Boğaz ağrısına ‘Ud-i Hindi’ bilinmektedir. Çörek otu hadislerde la aslana benzemeye başladığını, as-
tedavisi “habbetu’s-sevda” diye geçer. Arap- landan kaçar gibi ondan kaçınılması
Hz. Peygamber’in hadislerinde bir çada buna “habbetu’l-bereke” veya ve uzak durulması gerektiğini ümme-
başka tedavi yöntemi ve ilaç da “ud-i “kemmunu’l-esved” adı verilir. Bugün tine anlatması Hz. Peygamber’in tıp
hindî” adı verilen bitkidir. Bununla faydaları bilinen, çağımız tabip ve konusunda ilahî bilgi aldığını göster-
ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Ud- farmakologlarının ittifakla belirttikleri mektedir.
i hindi’yi kullanmaya devam ediniz. gibi etkili ve önemli bir ilaç olarak Bugün bilinen bir gerçek olarak da
Zira bunda yedi çeşit şifa vardır. Uzre kabul edilmiştir. cüzam mikrobunun aslan şeklinde ol-
bademcik iltihabı için buruna damla- Hz. Aişe’den (ra) gelen bir rivayette ması Hz. Peygamber’in bu bilgisinin
tılır. Zatu’r-rie ve zâtu’l-cenb (akciğer Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ilahi menşeli olduğunu ispatlamakta-
hastalıkları) için ağızdan alınarak te- “Şu çörek otu Sam’dan başka her türlü dır.
dâvî yapılır. Bunu hastalarınıza içiri- hastalığa şifadır.” Hz. Aişe, “Sam nedir
niz.” Bu bitki adından da anlaşılacağı ey Allah’ın Resulü?” diye sorduğunda
gibi Hindistan menşeli olup ayrıca bu- “Sam, ölümdür” buyurdular. Aynı
hur olarak da kullanılır. hadisin diğer bir varyantı şöyledir:
Ashabtan Ümmü Kays bt. Mihsan “Şu çörek otunu devamlı kullanın.
şunları anlatır: Boğaz ve bademcikle- Zira onda her derdin devası vardır,
rinden hasta olan küçük oğlumla bir- yalnız Sam bunun dışındadır. Sam da
Ahmet Ağırakça
ölümdür.” Prof. Dr., Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörü.

44 DERİN TARİH / 2015 EKİM


EKİM DEVRİMİ
ANKARA’YI NASIL
‘YOLDAŞ’ YAPTI?
Sınıfsız toplum, ortak mülkiyet ve sermayenin tabana eşit dağılımı gibi
sloganlar eşliğinde Rusya’da 1917’de patlak veren Ekim Devrimi kadim bir
ütopyayı hayata geçirdi. Lenin ve Troçki’nin liderliğindeki hareket nasıl oldu
da 20. yüzyıla damgasını vuracak bir güce ulaştı? Lenin Batı’dan destekçi
bulamayınca önce Müslümanlarla, sonra da Mustafa Kemal’le nasıl işbirliği
yaptı? İşte Ekim Devrimi’nin farklı bir vechesi...

46 DERİN TARİH / 2015 EKİM


İzdüşüm

B
olşevikler 1917 Ekim Devrimi’nden sonra ikti-
darı ele geçirdiklerinde çok büyük bir yanılgı
içindeydiler. Alman orduları Rusya topraklarının
içlerine kadar girmiş, başkent St. Petersburg’u
tehdit ediyorlardı. Millî müdafaa en önemli öncelikti. Lenin Prof. dr. NorMAN SToNE
bu fikri reddetti, öyle ki Rus askerlerine savaş alanını terk DERİN TARİH İÇİN YAZDI
etmelerini, hatta komutanlarını öldürmelerini öğütledi.
Bunun sebebi Almanya’da da bir devrimin yaşanacağı bek-
lentisi taşımasıydı. Lenin’e göre orta sınıflar enflasyon ve vergi değirmeninde
1. Dünya Savaşı üç yıldır devam ediyordu ve muazzam acı- öğütülüp paramparça edilmişti; rehinelerin kitleler halinde
lara sebep olmuştu. Peki, ne için? Lenin meselenin tamamen öldürülmesi emrini verdi (Devrimin çıkarlarına hizmet eden
kapitalistlerin kârı ve emperyalizmle ilgili olduğunu söylü- her şey mubahtır).
yor, çok yakından tanıdığı Alman solunun da kendisiy- 1918 yılında karşı-devrimci generaller Batılı müttefikle-
le hemfikir olmasını umuyordu. Eğer Rus solu işareti rin de desteğiyle güney Rusya’da güçlerini toplayıp 1919’da
verirse Alman solu devrimi gerçekleştirecek; devasa saldırılara başladılar, böylece Rusya’da iç savaş başlamış
grevler ve kitlesel düzeyde askerden kaçmalar neti- oldu. Lenin bu noktada hayatının en önemli fakat beklen-
cesinde Batı’daki savaş da sona erecekti. meyen ittifakını yaptı.
Elbette böyle olmadı. Savaş bir heyecan Rusya geçmişte farklı milletten insanları bünyesinde
dalgası yaratmıştı ve çok az kişi Lenin gibi dü- barındıran devasa bir imparatorluktu. Ruslar yalnızca
şünüyordu. İngiltere ve Fransa’da sosyalistler Ukrayna’da yaşayan 40 milyon civarında insanın Rus
zaten hükümete girmişti; Almanya’da da sen- olarak kabul edilmesi halinde ülke içindeki çoğun-
dikalar ordu ile işbirliği yapıyordu. 1918 yılın- luğu teşkil ediyordu; öte yandan Ukrayna’da da ayrı-
da Almanya yıkıldığında bile Asker Konseyleri lıkçı birtakım milliyetçi gruplar mevcuttu. Ukrayna-
Bolşevik modeline göre örgütlenmiş ve Mareşal lıların kendilerine ait bir dilleri vardı. Ruslar bu dile
von Hindenburg’u liderleri olarak seçmişlerdi. Al- ‘jargon’ adını vermişti. Lenin ve milletlerden sorumlu
man çiftçilerse Rusya’daki köylülerin aksine karşı komiser Stalin, Ukraynalıları yüreklendirmeye başladı
devrimin tabanını meydana getirmişti. Lenin Bol- ve bunun sonucunda iç savaş sırasında Ukraynalı mil-
şevik Devrimi’nin bütün dünyada bir etki dalgası liyetçiler susturulmuş oldu. Bunun yanında Bolşevik-
yaratmasını umuyordu ama devrim gerçek- lerin pek çoğu Ukrayna asıllıydı. 1918’de Almanların
leştiğinde çok az insan bu durumdan himayesindeki Bağımsız Ukrayna yıkıldı. Ama Bolşe-
haberdar olmuştu. viklerin kullanabileceği çok daha güçlü bir silahları
Rusya bir süredir savaşta zayıf düş- daha vardı.
müştü ve Batı’da hiç kimse radikal Ruslar ‘halkların kardeşliği’ adı-
sosyalistlerin başarıya ulaşabileceğini na Müslümanlarla ittifak yapma-
düşünmüyordu. Bazı Almanlar süre- ya başladılar. Elbette Bolşevikler
ce müdahil olup -kendi ülkeleri dâhil bütün dinlerden nefret ediyor-
olmak üzere- bütün imparatorlukların du ve 1917 itibariyle Orta Asya
düşmanı olan Bolşevikleri devir- emirleri, Çarı destekleyen aşı-
mek istiyordu. Dışişleri Bakanı rı-gerici unsurlar olarak görü-
Amiral Hintze, Bolşeviklerin lüyordu.
Almanya’nın tam da Rusya’da
istediği kişiler olduklarını söy-
lüyordu, zira Bolşevikler ülkede
kaosa yol açmıştı.
Lenin’in hayatta kalmak için
başka yollar bulması gerekiyor-
du. Moskova’da kısa süre için- » Sosyalizmin
de bir terör rejimini hayata sembolleri
Çekici kaldıran figür
geçirdi ve Çarlardan çok
işçiyi, elinde orak olan
daha acımasız bir yol izledi. kadın ise köylüyü temsil
ediyor.

2015 EKİM / DERİN TARİH 47


» Taksim’e bakan Rus generallar
Taksim meydanındaki anıt aslında
Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra
Sovyetlerle yapılan işbirliğini de temsil
ediyor. Mustafa Kemal’in arkasında duran
iki Rus generali M. Vasilyeviç Frunze ve K.
Yefremoviç Voroşilov’dur.

Bolşeviklerden Togan’a vaad


Bununla birlikte hayranlık uyandı-
rıcı bir bilgin olan Başkırtlı Zeki Velidi
Togan gibi ilerici Müslümanlar da var-
dı. Togan ayrı bir Müslüman ve Tatar
kimliğinin tanınması için önce Rus
liberalleriyle, sonra da Bolşeviklerle
ittifak yapmıştı. Togan’ın anıları son
derece ilginçtir. 1918 yılında Gatchina
Sarayı’nı Beyaz general Yudenitch’ten
korumak için bir Başkırt köprüsü inşa
ettirmişti ve kendisine bağımsız Baş-
kırtistan’ın kurulacağı vaat edilmişti.
Aşağı yukarı aynı şey Kafkasya’da
Çeçenlerin de başına geldi. Bolşevik-
ler 1919’un sonunda TransKafkasya’ya
girdiklerinde hem Ermenistan’ı, hem
de Azerbaycan’ı kısa sürede kontrol
altına almışlardı (Gürcistan 1921’e ka-
dar bağımsız bir devlet olarak kaldı).
Eylül 1920’de Bolşevikler Bakü’de an-
ti-emperyalizm gündemiyle ‘Doğu İş-
çileri Kongresi’ni örgütlemeyi başardı.
1919’da Lenin, batı Avrupalı sol
partilerin temsilcilerini bünyesinde
barındıran Komünist Enternasyonali rini istiyordu (Enver diğer bütün dele- ra’da Enver’in büyük rakibi Mustafa
(Komintern) kurdu; Komintern’in bir geler gibi beş dakika konuşma hakkı Kemal’le ilgilenme kararı almışlardı.
dünya devrimine katkıda bulunması olması karşısında çok öfkelendi ve ka- Enver Orta Asya’ya tek başına gitti ve
umuluyordu. Bakü Kongresi’nde 40 tılımcılara yazılı bir konuşma metni pan-Türkçü bir ayaklanma başlatmak
yaşında bir Ukraynalı Yahudi olan Ko- dağıtıp salonu terk etti). üzere çalışmalar yürütürken orada
mintern sekreteri Grigory Zinoviev, Zeki Velidi Togan da toplantıya ka- öldürüldü (bu olay 1922 yılında, mo-
kulakları tırmalayan Yahudi aksanıyla tılmıştı; ancak Stalin ve Troçki Togan’a dern Türkiye Cumhuriyeti’nin bağım-
Almanca konuşarak ve özellikle de İn- Başkırtların bağımsızlığı hak eden bir sızlığını kazandığı Sakarya Muharebe-
gilizleri kötüleyerek bir dünya devri- ulus olmadığını, sadece aşiret ve mol- si ile aynı zamanda gerçekleşmişti).
mi çağrısı yaptı. Diğer pek çok kişiye lalardan müteşekkil olduğunu söy-
ek olarak zamanında Trablusgarp’ta lediler. Togan kısa süre sonra canını Ankara’nın Moskova ile
İtalyanlara karşı savaştığı için Libya kurtarmak için İran’a kaçtı (sonra da kârlı ittifakı
proletaryasının temsilcisi ilan edilen İstanbul Üniversitesi’nde son derece Bolşeviklerin bu dönemde kurmuş
Enver Paşa da Zinoviev’le hemfikirdi. saygın bir Türkoloji profesörü oldu). olduğu en dikkat çekici ilişki Türk mil-
Enver Moskova’ya Alman General von Ne var ki Enver kısa süre sonra liyetçileri ile bağlantılarıydı. 1919’da
Seeckt’in yoğun ısrarları neticesinde hayal kırıklığına uğradı; çünkü Bol- Ankara ve Moskova arasında iletişim
gitmişti ve Bolşeviklerin Orta Asya’da şevikler milliyetçi bir Türk ayaklan- kurmak oldukça zordu. Grip salgınları
yürüteceği mücadeleyi desteklemele- masının çoktan patlak verdiği Anka- ve iç savaşın ortasında bir mektubun

48 DERİN TARİH / 2015 EKİM


İzdüşüm

» Bağımsızlık uğruna Bolşeviklerle ittifak


Bağımsız bir Başkırt devletinin kuruluşuna izin verecekleri
ümidiyle Z. Velidi Togan (altta) Bolşeviklerle işbirliği yaptı.
Gatchin Sarayı’nın savunmasında onlara destek vermesine
karşın kendisine verilen sözler tutulmadı. Sarayın porselen
üzerine yapılan bir tablosu.

adrese ulaşması üç ayı buluyordu. Fa- göçmenlerin edebi eserleri yayınla-


kat Lenin bir şekilde Ankara’daki mil- namıyordu; 1945’te ise İsmet İnönü
liyetçilerin örgütlü ve geleceklerinin Almanların yanında savaşmış sürgün-
parlak olduğuna kanaat getirdi. Diğer lerin Sovyetler Birliği’ne geri gönde-
tarafta Türk milliyetçileri Moskova ile rilmelerine izin verdi (Zeki Velidi To-
ittifak yapmanın kendileri için avan- gan tutuklanmıştı).
tajlı olacağını anlamıştı. Bu bağlamda bir husus dikkat çeki-
1920’de mükemmel bir Osmanlı cidir. Genel olarak insanlar -İspanya İç
üst sınıf kökenine sahip olan Albay Ali Savaşı’nda olduğu gibi- Komünistlerle
Fuat Cebesoy, Bolşeviklerin Dışişlerin- ittifak yaptıklarında bunun sonuçları
den sorumlu komiseri Georgi Çicerin ağır olmuştur. Mustafa Kemal, tıpkı
(tesadüf odur ki Çicerin de aristokrat De Gaulle gibi, Komünistlerle yaptığı
kökenlere sahip biriydi: Çarlık rejimin- ittifaktan Komünistlerden daha fazla
de dışişleri bakanlığında kütüphane- fayda sağlayan çok az sayıda devlet devrimin yıldönümü kutlamaları sıra-
cilik yapmış, Mozart’ın yaylı çalgılar adamından biridir. Bu ittifak çerçe- sında Komünistler Batı’daki diğer bü-
dörtlülerine hâkim bir eşcinseldi) ile vesinde ülkede paravan bir Komü- tün ülkelerde başarısızlığa uğramıştı.
bir anlaşma yaptı. İki adam birbirle- nist Partisi kurmuş ve partinin genel Ama köylü Doğu’nun uçsuz bucaksız
rine ‘yoldaş’ dediler. Moskova Büyük sekreterliğine Celal Bayar getirilmişti topraklarında müthiş başarılar kazan-
Ermenistan projesini desteklememe ve (Mustafa Kemal esprili bir adamdı). dılar. Çin’i fethettiler, Küba onların-
Ankara’daki milliyetçilere altın ve silah Her halükarda 1921’e gelindiğinde dı, hatta Vietnam’da ABD’yi mağlup
gönderme; Mustafa Kemal ise bunun Bolşevikler hayatta kalabilmek için etmeyi bile başardılar. Ve bu ironi
karşılığında Azerbaycan’a dokunmama bütün ‘kapitalist’ güçleri karşılarına içinde bir ironi daha vardı: Komünist-
sözü verdi. Anlaşmanın ilk meyvesi, almak yerine, bunlar arasındaki fark- lerin ilk ilerlemelerini kaydettikleri
Kars’ın Ekim 1920’de Türk ordusu ta- lılıklardan nemalanmaları gerektiğini Müslüman ülkeler -özellikle de Afga-
rafından kontrol altına alınması oldu. öğrenmişlerdi. nistan- Komünizme en başarılı şekilde
Bu tarihten sonra uzunca bir süre Bütün bu hikâye ironilerle dolu. direnen ülkelerdi. Öyle ki bu ülkeler-
Türklerle Sovyetler iyi ilişkiler kurdu- Bolşevikler işe sanayi devleti Alman- deki direniş Sovyet sisteminin sonunu
lar. Cumhuriyet Türkiye’sinde Kafkas ya’ya yaklaşarak başladı. 50 yıl sonra, hazırlayacaktı.

2015 EKİM / DERİN TARİH 49


Harvardlı Tarihçi Niall Ferguson
ile Tarihin Ufuklarında Seyahat
“PEKİ YA OSMANLI
YIKILMASAYDI...”
“Biz tarihçiler deney yapamayız. Yani aslına
bakılırsa bir bilimle uğraşıyor değiliz. Bizimkisi
çok daha soyut bir uğraş.”

50 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Söyleşi

KONUŞAN: MERVE ARMAĞAN

H
arvard Üniversitesi Ta- Oysa bizim ülkemizdekiler dâhil nız. Dünya çok daha karmaşık,
rih Bölümü hocaların- birçok akademik çevrede tarih çok daha sorunlu bir yer. Savaş bir
dan Prof. Dr. Niall Fer- ‘bir bilim dalı’ olarak görülüyor. asteroidin gelip dünyaya çarpması
guson Türkiye’de daha Sizce tarih sırf akademide araş-
gibi bir hadise değil. Bence biz ta-
tırma konusu oluyor diye bir bi-
çok İmparatorluk adlı rihçiler modellenemeyecek kadar
lim dalı sayılabilir mi?
kitabıyla tanınıyor. Oysa Prof. Ferguson karmaşık konular üzerine çalışma
İngilizcede bilim (science) dedi-
fikirden iktisada, medeniyetten savaş yürütüyoruz. Ben bir sosyal bilimci
ğimizde çoğunlukla doğa bilimle-
tarihine kadar çok geniş bir sahada ka- de değilim. Benim işim, günümüze
rini kastederiz. Ben de İngiltere’de
lem oynatıyor. Kendisiyle Harvard’daki ulaşan belgelere ve diğer kanıtlara
büyümüş biri olarak fizikçilerin,
ofisinde buluştuk ve tarihin bilim olup bakarak geçmişteki düşünce yapı-
olmadığı, tarih öğretiminin faydaları, kimyagerlerin ya da biyologların
yaptığı işi tarihçilerin yaptığı işten larını ve meydana gelen olayları
Doğu-Batı kültürel münasebetleri ve
tamamen farklı olarak görme eğili- anlamak ve insanların geçmişteki
Osmanlı’nın son yüzyılına dair zevkle
mindeyim. Benim kız kardeşim ve eylemlerini anlamlandırmak. Ben-
okuyacağınız bir sohbet gerçekleştirdik.
annem de bilim insanı. [Fakat] bi- ce bu bilimsel bir yöntemle yapıla-
Dünyaca ünlü üretken bir tarih- limin temelinde deneysel yöntem bilecek bir şey değil. Tarih, fizikten
çisiniz. The Times’ın deyişiyle yatar. Tarih söz konusu olduğunda çok felsefeye benzeyen tamamen
“kuşağının en parlak tarihçisi”. dikkatle gerçekleştirilen kontrollü farklı bir disiplin.
Onlarca kitap yazdınız ve daha
deneyler söz konusu olamaz. Ta-
onlarcası sırada. Kitaplarınız sık Sizin de üzerinde durduğunuz
rihin örneklemi bütün dünyadır
sık çok satanlar listesinde yer alı- İngiliz devlet adamı Sir Winston
yor, yazılarınız tartışılıyor, belge- ve biz tarihçiler deney yapamayız. Churchill, “Tarihi incele. Tarihi
selleriniz ilgi çekiyor. Peki sizi Yani aslına bakılırsa bir bilimle uğ- incele. Devlet adamlığının bütün
tarihe çeken şey neydi? Neden raşıyor değiliz. Bizimkisi çok daha sırları tarihte yatar” demiş. Ger-
tarihi seçtiniz? soyut bir uğraş. Sosyal bilimciler, çekten de başarılı bir devlet ada-
Aslında edebiyat da okuyabi- “Evet deney yapamıyoruz ama mo- mı olmak için tarih öğrenmenin
lirdim, hatta bir ara edebî eserler faydasına inanıyor musunuz?
deller oluşturuyoruz ve bu model-
yazmayı da düşündüm. Ama daha Evet, tarih eğitimi bence zorun-
lerin gerçeğe ne derecede uygun
sonra gerçek olayların karmaşık- lu olmalı. Bence dünya liderlerini
olduğuna bakıyoruz, bu bakımdan
lığı sebebiyle tarihin entelektüel tarihe ilişkin yeterli bilgi ve biriki-
yaptığımız şey bir bilimdir” diye-
bakımdan çok daha doyurucu ol- me sahip kişiler olarak yetiştirme
bilirler. Bence bu çok tehlikeli bir
duğuna kanaat getirdim. Edebiyat- konusunda başarısızız. Dünya eği-
girişim çünkü söz gelimi ekono-
ta yaşanan olaylar genelde oldukça tim sisteminde değiştireceğim bir
mide modeller geliştirme pratiği,
basittir ve anlaşılması kolaydır. şey olsaydı bu, uygulamalı tarihi
pek çok akademisyen için gerçeği
Gerçek hayatsa hakikaten çok kar- -yani bugünün sorunlarını anla-
anlamanın başlıca yöntemi haline
maşıktır. Benim için en cezbedici mak amacıyla tarih öğrenimini- sa-
geldi. Buna ilaveten, bir model ge-
olan, gerçek hayatın karma- dece devlet memurları için değil,
liştirebilmek için olayı basite indir-
şıklığını anlamanın zorluğu aynı zamanda iş adamları ve siyasî
gemeniz, bazı hususları devre dışı
oldu. liderler için de zorunlu kılmak
bırakmanız gerekir.
olurdu. Çünkü stratejik bir karar
Benim bu konuya dair en sev-
Civilization adlı kitabı- veren herkesin tarihî bilgiye ihti-
diğim örnek, iktisatçıların savaşı
nızda “Historians are yacı vardır. Ve karar alıcıların tarih
exogenous/harici görmesidir. Ama
not scientists” (Ta- konusunda yeterli bilgi ve birikime
rihçiler bilim ada- bir tarihçi açısından bu görüş saç-
sahip olmasını sağlayacak bir eği-
mı değildir) diye madır. Barışı esas olarak alamazsı-
tim sunmaktan çok çok uzak oldu-
bir cümleniz var.
ğumuzu söyleyebilirim.

2015 EKİM / DERİN TARİH 51


Zira ekonomi bu borçların kapatılma-
sına yetecek kadar hızlı büyümüyor-
du. Nitekim 1870’li yıllarda Osmanlı
İmparatorluğu ve Mısır borçlarını öde-
yemez hale geldi. Bu Türkiye tarihinde
çok kritik bir aşamaya tekabül ediyor-
du çünkü bu olaydan sonra ülke eko-
nomisi Avrupalı alacaklılar tarafından
kontrol edilmeye başlandı ve bu da
Osmanlı’nın mali bağımsızlığını sınır-
ladı, gümrük gelirleri Avrupalı alacak-
lılar tarafından toplanmaya başladı vb.
Benzer bir durum Çin’de de yaşan-
dı, hatta orada bağımsızlık bakımın-
dan çok daha ağır sonuçlar doğurdu.
Günümüzde böyle bir olayın yaşana-
bileceğini düşünmüyoruz fakat bu yıl
imzalamış olduğu borç anlaşmasıyla
Yunanistan da mali bağımsızlığını fii-
len kaybetmiş oldu. Yani bence bura-
dan çıkarmamız gerek önemli bir ders
var, o da şu: Eğer alacaklılar yeterince
Osmanlı’yı yıkan, borçlardı güçlüyse, ki kesinlikle öyleydiler, aşırı
Çok ilginç gerçekten. Bundan bir
süre önce çıkan Foreign Affairs’deki Osmanlı’nın oldukça borçlanma bağımsızlığın tehlikeye gir-
mesi tehdidini beraberinde getirebilir.
yazınızda sekiz büyük imparatorlu-
ğun çöküşündeki ortak bir özelliği gelişkin bir hukuk Osmanlı ve Çin ortaklığı
vurguluyor ve Roma, Çin İmparator-
luğu, Bourbon Fransa’sı, Habsburg
sistemi vardı. Ancak Yine Civilization adlı kitabınıza dö-
Avusturya-Macaristan’ı, Osmanlı
Türkiye’si, Romanov Rusya’sı, Bri-
Osmanlı yasalarının, nersek burada oldukça karamsar
bir Osmanlı medeniyeti portresi
tanya ve Sovyetler Birliği’nin çöküş-
lerinde aşırı borç yüklenmesinin rol
söz gelimi İngiliz çiziyorsunuz. Matbaayı yasaklayan,
rasathaneyi yıktıran sultanlar ve
oynadığını söylüyorsunuz. Diğer-
lerini bir yana bırakırsak Osmanlı
yasalarına şeyhülislamlar gibi. Bilimsel alanda
Osmanlı gerçekten de kitapta dedi-
Devleti’nin borç sarmalına düşüşü
nasıl oldu ve bu sarmal onun çökü-
oranla sermaye ğiniz gibi ‘offline’ mı olmuştu?
Görünüşe göre öyle. Bilimsel dev-
şüne giden yolu nasıl hazırladı? oluşumuna daha az rim Avrupa’da esas olarak 17. yüzyılda
Aşırı borçlanma günümüzde dün-
yanın pek çok yerinde yaşayan insan- imkân sağlaması gerçekleşti ve 18. yüzyılda da devam
etti. Osmanlı tarihi üzerine yaptı-
lar için tanıdık bir kavram; çünkü çok
sayıda ülke, şirket ve hane bu sorunla
açıklanması gereken ğım okumaların bana gösterdiği şey,
Osmanlı’nın bu müthiş yeniliklere
boğuşuyor. 19. yüzyılda ise aşırı borç- önemli bir konudur. ve gelişmelere en ufak bir katkı yap-
lanma bu kadar yaygın değildi ve ço- madığı. Aynı şekilde Doğu Avrupa ve
ğunlukla sürdürülebilir olmayan dü- Rusya’nın da bilimsel devrime önem-
zeylerde büyümeden kaynaklı kamu diğer Doğulu imparatorluklar gibi li katkılar yapmadıklarını görüyoruz.
borçları söz konusuydu. Osmanlı İm- Avrupa sermayesinden borç almak zo- Bilimsel devrim neredeyse tamamen
paratorluğu 19. yüzyılın ortalarında rundaydı. Aynı şey, Osmanlı’nın hima- Batı Avrupa’da ve bir ölçüde Kuzey
genel anlamda en azından bazı ku- yesindeki Mısır gibi devletler için de Amerika’da gerçekleşti. Yani burada
rumlarını Batılılaştırmak, özellikle de geçerliydi. Tarihte çok sık karşımıza istisnai olan Osmanlı İmparatorluğu
askerî gücünü artırmak için çeşitli re- çıktığı üzere bu borçların -ekonomiyle değil, Batı Avrupa. İstisnai çünkü bü-
formlara girişti. Mevcut yapısıyla bunu orantısız bir biçimde- ödenemeyecek tün gelişmeler orada gerçekleşmiş ki
gerçekleştirebilmesi için Çin benzeri düzeyde arttığı bir noktaya gelindi. bütün Batı Avrupa ülkeleri de buna

52 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Söyleşi

E N ) O SMAN LI?
dâhil değil. Yani bana göre Osmanlı’da
Y E N İ ( D veten] az önce üzerinde durduğumuz
meydana gelen, Çin’de olanlarla ay- bilimsel devrim -bu şüphesiz Batı’nın
’te-
nıydı. Mesela 16. yüzyılda Osmanlı İm-
y ıl ö n ce Newsweek öldürücü güçlerinden biriydi, çünkü
paratorluğu teknolojik bakımdan ve Bundan 4 e ’nin yenid
en fizik yasalarının çözülmesi doğal ola-
ızd a T ü r k iy
ki bir yazın kurma
askerî teknoloji anlamında Avrupa ile
İm p a r a t orluğu’nu rak Batı’yı dünyadaki diğer uygarlık-
Osmanlı ızda
aşağı yukarı aynı konumdaydı. Ama o
o ld u ğ u n u yazdığın lara karşı oldukça güçlü bir konuma
noktadan itibaren, yani 1600’lerden peşinde p ki almıştın
ız. getirdi. Özel mülkiyet haklarının yasa
t ir i v e t e
epey eleş iz?
aatte misin
sonra Batı Avrupa tabiatı anlama ko- ile güvence altına alınması da önem-
a y n ı k a n yın
nusunda muazzam adımlar attı. Sanı- Hâlâ a m ana dek Sa li örneklerden biridir. Elbette bu, Os-
n c e o z
Hayır. Be proje,
rım kısmen din adamlarının Osmanlı
b ir ö n c e lik olan bu manlı İmparatorluğu’nun yasalarının
in
Erdoğan iç un ilk
İmparatorluğu’nda sahip olduğu güç,
a a rt ık s o n a erdi. Bun olmadığı anlamına gelmiyordu. Me-
bu rüy de çok
kısmen de eğitim kurumları ve dev-
Tü rk iy e ’n in ülke için sı;
sela Osmanlı’nın oldukça gelişkin bir
let sisteminin işleyişi sonucu bilimsel sebebi,
s o ru n la rl a boğuşma hukuk sistemi vardı. Ancak Osmanlı
omik
devrim burada gerçekleşmedi. Bilim- ciddi ekon in ç e v re ülkelerin
in
yasalarının, söz gelimi İngiliz yasaları-
Türkiy e ’n
sel devrimin temel fikirlerinin Türki- ikincisi ise oğan’ın um
du- na oranla sermaye oluşumuna daha az
e lk i d e E rd
ye’de tartışılmaya başlaması 19., hatta bu fikre b fe li yaklaşma
sı. imkân sağlaması açıklanması gereken
h a m e s a
20. yüzyılı buldu. Burada İstanbul’daki ğundan da la b ileceği bir T
ürki-
önemli bir konudur. Şirketlerin kurul-
ö rn e k a
astronomi derslerini ve Kopernik’in Mısırlıların ir a ma Mısırlıla
r için
masını teşvik eden yasalar bu dönem-
ip b ir fi k
güneş sistemi teorisinin kullanımını ye fikri caz o k . G enel olarak de yürürlükte olan İslam hukukunda
azib e s i y
böyle bir c iye’nin
kastediyorum. Yani arada muazzam
ın d a b a n a göre Türk yer almaz.
bakıldığ e Erdo-
bir uçurum vardı ki bu bence modern
rı y e n i O s manlı fikrin Bunlara ek olarak üç unsur daha
tarihin en önemli unsurlarından biri. komşula kmıyor. Ba
na göre var: Modern tıp ki, bu da bir Batı Avru-
r s ıc a k b a
Ama tekrar ifade edeyim, bilimsel ğan kada Avrupa Bir
liği
pa icadı olup diğer yerlerde çok az ge-
ü rk iy e ’n in
devrim her şeyden çok Batı Avrupa’ya, bu görüş T e nziyor. Yan
i birkaç
lişme göstermiştir. Tüketim toplumu
o n u n a b
hatta Kuzeybatı Avrupa’ya özgü bir üyeliği vizy g ib i görünen a
ma
fikri de 17. ve 18. yüzyıllarda İngilte-
a g e rç e k
yıl boyunc d a n ibaret oldu
ğu
gelişmeydi ve dünyanın geri kalan ül- b ir rü y a re’de ortaya çıktığında [diğer medeni-
kısa sürede
keleri bu süreci izlemekle yetindiler, n bir fikir. yetlerde] çok yaygın değildi. Son ola-
ortaya çıka
hatta bazıları izlemedi bile. rak da Max Weber’in de bahsettiği iş
etiği meselesi var. Ben bunun dinden
1412 yılında Avrupa sefil bir hal- çok teşviklerle ve Batı toplumlarında
deyken Doğu göz kamaştırıcı bir
yıllarda meydana gelen bir değişikliği çok çalışmanın ödüllendirilmesini
medeniyete ev sahipliği yapıyordu
diyorsunuz. Peki Batı kendisi dışın- açıklasın? sağlayan uygulamalarla ilgili olduğu-
dakilere nasıl galebe çaldı? Batı’yı Bu teorilere bakınca bu büyük dö- nu düşünüyorum. Batı’da zaman için-
muzaffer yapan ‘Altı ölümcül uygu- nüşümün ancak kurumlar ve fikirler de bir iş etiği oluştu ki bu bence daha
lama’ meselesini biraz açar mısınız? üzerinden açıklanabileceği sonucuna çok okuma yazma oranı ile ilgiliydi,
Batı’nın diğer bütün uygarlıklardan vardım. Öldürücü güç fikri de, yeni fi- yani bu bağlamda Protestanlık burada
daha zengin, daha güçlü ve daha sağ- kir ve kurumların dünyanın diğer yer- etkili olmuştur denilebilir.
lam bir yapıya kavuşması söz konusu lerinden önce Batı’da kök salmasına Ancak bu altı unsur bana, söz geli-
olduğunda, bu konuda tarihin birkaç imkân sağlayan o karmaşık süreci ba- mi çok da gelecek vaat eden bir coğ-
döneminde popüler olmuş birkaç te- sit bir dille açıklama amacı güdüyordu. rafyada bulunmayan İskoçya’daki in-
orinin varlığından söz edilebilir. Ör- Daha yüksek ekonomik büyümenin, sanların Anadolu’daki insanlardan çok
neğin bundan 100 yıl önce insanlar daha sofistike bir askerî teknolojinin daha büyük zenginliklere ulaşmasını
beyazların tabiatları gereği diğer ırk- ve Avrupa’nın hâkimiyetini mümkün açıklamanın yollarından sadece biri
lardan üstün olduğunu söyleyebilirler- kılan diğer şeylerin kökeninde de bu gibi geliyor ki, İskoçlar 1500’lerde ya
di, ama bugün kimse buna inanmaz, fikir ve kurumlar yer alıyordu. da 1412 yılında kesinlikle Anadolu’da-
yani bu teorinin üzerini çizebiliriz. Bir Bu yeniliklerden ilki, siyasal ve ki insanlar kadar zengin değildi.
başka teori ise meselenin coğrafyayla ekonomik rekabetin meşru olduğu
ilgili olduğunu söyler ama coğrafyada fikriydi ki, bu bütün medeniyetlerin Tarihçiler kâhin değildir
herhangi bir değişiklik olmamıştır. benimsediği bir fikir değildir. Pek çok Aynı zamanda Batı da 2. Dünya Sa-
1000 yılında da 100 yılında da coğrafya medeniyet ekonomik hayatta tekel- vaşı’ndan bu yana Doğu ülkeleri
aynıdır. Öyleyse coğrafya niçin 1600’lü lerden ve güçten yanadır. [Buna ila- (Çin, Hindistan vs.) karşısında bir

2015 EKİM / DERİN TARİH 53


gerileme halinde. Peki 100 yıl son- Bundan 100 yıl sonra Avrupa Birliği or-
raya bir projeksiyon yaparsanız 22. tadan kalkabilir ki şimdiden yüz yüze
yüzyılda nasıl bir dünya bekliyor kaldığı sorunlar karşısında çatırdıyor.
olacak bizi?
Buna ek olarak, İslam dünyasındaki
Neyse ki tarihçilerin böyle bir şey
bazı devletlerin (Suriye, Irak ve Libya
yapmak gibi bir zorunlulukları yok.
gibi) bölüneceğini de öngörmek müm-
Bu soru gelecekle ilgili, bizim işimiz
kün. Hatta bundan 100 yıl sonra Suriye
ise geçmiş. Ve tarihin bize öğrettiği
ve Irak’ın bağımsız devletler olacağını
şeylerden biri, geleceğe dair böylesi
düşünmüyorum. Yani dünya haritası
doğru bir tahmin yapmanın çok zor
değişebilir. Kuzey Kore’nin de 100 yıl
olduğudur. Düşünün ki yarın havanın
sonra var olacağını sanmıyorum. Ben-
nasıl olacağını tahmin etmek bile çok
ce dünyada bu tür bazı değişiklikler
zor.
olabilir. Ancak yine de teknoloji ve
Gelecek hakkında yapılan tahmin-
ekonomideki gelişmeleri göz önüne
ler konusunda oldukça dikkatliyimdir.
aldığımızda daha iyi bir dünya kurma
Bana göre önümüzde birden çok ge- şansımızın olduğunu ve az önce çiz-
lecek var. Tek bir gelecekten bahset-
» Batı ve “dış”ı
“1412 yılında dünyaya bakan biri nasıl diğim distopik (gelecekte toplumun
mek mümkün değildir. Çok cazip ge- olup Batı’nın bu sefil vaziyetten çıkıp kötüleşeceğini ortaya koyan bakış açı-
leceklerin hayalini kurabilirim çünkü dünyaya hâkim olacağını tahmin sı DT) tablodan kaçınmanın mümkün
teknoloji bugün yüz yüze olduğumuz edemezdi?” diyen Niall Ferguson olduğunu düşünüyorum.
iklim değişikliği, işsizlik ya da dünya Batı’nın 6 öldürücü silahını Civilization
nüfusunun büyük çoğunluğu için ha- (Medeniyet) adlı kitabında çarpıcı bir
tahlile tabi tutuyor. Ya Osmanlı çökmeseydi?
yatın gerçekliği olmaya devam eden Umarım öyle olur. Sanal tarih
yoksulluk gibi sorunlara çözüm bula- alanında da öncü çalışmalar
bilecek denli hızlı gelişiyor. Yani bun- kaleme aldınız. Şunu hiç
dan 100 yıl sonra, bütün sorunların çö- düşündünüz mü?: Osmanlı Devleti
azından bir kısmının çok daha kanlı
züldüğü bir gelecek hayal edebilirim 1. Dünya Savaşı’ndan Almanya ile
bir çehreye bürünmesi gibi bir tehli-
birlikte galip çıksaydı Avrupa ve
zira bu sorunların teknolojik olarak ke mevcut. Fakat aynı zamanda Soğuk Ortadoğu’nun bugünkü durumu
çözülemez olduklarını düşünmüyo- Savaş’ın sona ermesinden bugüne, ya- nasıl olurdu?
rum. Hükümetlerin adım atmaya zor- şanan görece barışçıl dönemin sonuna Çok ilginç bir soru. Bu benim hâ-
lanması halinde bu sorunların bazı- geldiğimizi görmemiz gerekiyor. lihazırda üzerine bir şeyler yazdığım
larına kolayca çözüm bulunabilir. Bu Dünya 1991 ve 2010 yılları arasın- bir konu. Almanya’nın olası bir zaferi-
tespitin ima ettiği önemli bir nokta ise da modern tarihin en şiddetsiz yıl- nin Avrupa üzerinde nasıl etkileri ola-
bu sorunları çözmek için herhangi bir larını yaşadı. Halen kayda değer bir bileceği üzerine fikir yürütmüştüm.
adım atmama ihtimalimizin olduğu. ekonomik büyümeye şahit oluyoruz. Almanların ve elbette Osmanlıların
Bunun dışında gelecek ideal olan Çin gibi ekonomilerin büyümesiyle zafer kazanması halinde Yakındoğu’da
dünyayı değil, sorunlarla dolu bir dün- yoksulluk önemli ölçüde geriletildi. gerçekleştirmek istedikleri şeyleri bili-
yayı da beraberinde getirebilir. Bugün Yani bu iyi ve kötü senaryoya baktı- yoruz. Şüphesiz Ortadoğu bugünkün-
Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya baktığım- ğımda iyi senaryonun gerçekleşme den çok farklı bir görünümde olurdu
da böylesi bir senaryonun mümkün ihtimalini daha yüksek görüyorum çünkü bu bölge savaş sonrası dönem-
olduğunu rahatlıkla görebiliyorum. diyebilirim çünkü bugün dünyadaki de çizilen haritanın temelini oluştu-
Yıllarca bugünkü Ortadoğu’nun 20. trendlerin pek çoğu görece zararsız. ran Sykes-Picot haritasına göre dü-
yüzyıldaki Orta ve Doğu Avrupa kadar Dünyanın sadece belli başlı birkaç böl- zenlenmişti. Almanların Ortadoğu’da
şiddet dolu bir yere dönüşebileceği gesine baktığınızda gerçek anlamda ne isteyeceğini kestirmek güç, çünkü
uyarısında bulundum. Ortadoğu’da bu kaygılanıyorsunuz. Yani bu konuda Almanya’nın bu dönemdeki önceliği
senaryoyu mümkün kılacak unsurla- iyimser ama ihtiyatlıyım. topraklarını genişletmek değildi, asıl
rın varlığını tespit etmek mümkün. Bundan 100 yıl sonra Çin’in dünya- ve en önemli dertleri Avrupa’ydı.
Görece genç nüfus, ABD’nin azalan ya hükmedeceğini ya da ABD’nin tarih Zaten karmaşık bir halde bulunan
hegemonyası ve sorun yaratma ihti- olacağını düşünmüyorum. Daha doğ- Osmanlı rejimi açısından düşündüğü-
mali epey yüksek olan radikal siyasal rusu dünyadaki dengelerin bu kadar müzde -savaş Osmanlıların Ermeniler-
İslam ideolojisi. Yani dünyanın en hızlı değişebileceğini sanmıyorum. le ve Anadolu’daki Ortodoks Rumlarla

54 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Söyleşi

çeşitli sorunlar yaşamasına sebep ol-


muştu- onların savaşı kazanmış olma-
sı halinde rejimin devam edip etmeye-
ceğini ya da bir cumhuriyetin kurulup
kurulmayacağını tahmin etmek zor.
Öte yandan bugünün dünyasına bak-
tığımızda Osmanlı İmparatorluğu’na
benzer pek fazla yapının kalmadığını
görürsünüz. Yani Osmanlı İmparator-
luğu savaşı kazansa dahi muhteme-
len belli reformları hayata geçirerek
bugünün Türkiye’sine benzer bir hal
alırdı. Osmanlı’nın bir monarşi olarak
bugüne dek ayakta kalacağını düşün-
mek zor. [Osmanlı İmparatorluğu sa-
vaştan zaferle ayrılsaydı] yine ayakta
kalabilir, belki topraklarını daha da
genişletebilirdi.
Ancak savaşın Avrupa’da çok daha
önemli sonuçlarının olacağını unut-
mamak gerekiyor çünkü Almanlar
savaşı kazansaydı hem Batı Avrupa
devletleri üzerinde egemenlik kura-
cak, hem de Rusya’dan çok büyük bir
toprak parçası koparacaklardı. Yani
Almanya’nın çok daha güçlü ve çok
daha büyük olduğu bir dünya manza-
rasıyla karşı karşıya olacaktık.
I B İ r TArİh çİ
“Eğer böyle olsa dünya daha iyi bir S I r A D I ş
i
yer olur muydu?” diye soracak olur-
H a rv a rd Üniversites
Halen rof.
sanız bana göre evet, çünkü 1. Dünya
m ü ’n d e d ers veren P
Savaşı sağlam ve sürdürülebilir yapı- Tarih Bölü İs koçya’da d
ün-
1 9 6 4 ’d e
nın kurulmasını sağlayamadı. Ve de- Ferguson Ü niversitesi
Tarih
O x fo rd
vamında 1930’larda ve 1940’larda çok yaya geldi. u n oldu. Daha
çok
e n m e z
daha korkunç bir savaş yaşandı. Yani Bölümü’nd d e çalışmalar
yaptı
i ü z e ri n
finans tarih üzere
bu senaryoda Almanya’nın egemen-
ta N e w s w eek olmak ze-
liği altındaki Avrupa kıtasını, daha ve baş id e ekonomi ü
üle r d e rg
geniş topraklara sahip bir Türkiye’yi, birçok pop me aldı. Tim
e der-
a le le r k a le
daha istikrarlı bir dünya düzenini, gö- rine mak yanın en e
tkili
n d a n d ü n
rece zayıf bir Rusya’yı, çok daha zayıf gisi tarafı österildi (2
004),
ra s ın d a g
bir Fransa’yı, halen gücünü koruyan 100 ismi a lg esel dalınd
a
e n iy i b e
aralarında ) ‘Paranın
ama Avrupa’da eskiden sahip olduğu
d ü lü alan (2009
Emm y Ö ey) de
gücü kaybetmiş bir İngiltere’yi hayal (T h e A sc ent of Mon
Yükselişi’nin s e l çekti. İmpa
ra-
edebiliriz. 5 b e lg e
bulunduğu Modern Dü
nyayı
Bu noktada ise hayal gücü tıkanı- ta n y a ’n ın
torluk: B ri tain
yor, çünkü böylesi bir dünyanın ne- d ir iş i (E m p ire: How Bri
Biçimlen orld) ve Ha
zin
lere gebe olduğunu tahmin etmek M o d e rn W
made the he Pity Of W
ar:
gerçekten çok zor. Tahmin yapmayı 4 -1 9 1 8 (T
Savaş: 191 a r I) başta olm
ak
imkânsız kılacak kadar farklı değiş- W o rl d W
Explaining a imza atmış
tır.
kenler var. Ama bunun bir felaket ç o k k it ab
üzere pek
olacağını söylemek zor. En azından

2015 EKİM / DERİN TARİH 55


Söyleşi

» Çok yönlü ve renkli bir tarihçi


Niall Ferguson genç yaşına rağmen peş
peşe verdiği eserler ve aldığı ödüllerle
yükselen bir başarı grafiği çiziyor.
Rothchildlerden sanal tarihe, İngiliz ve
Amerikan imparatorluklarından medeniyet
ve savaş tarihine çok sayıda eserde imzasını
görmek mümkün.

Almanların 2. Dünya Savaşı’nı kazan- Türkiye’yi bir kez daha ziyaret etme-
mış olması halinde oluşacak felaket
L E r T A r İ h ç İLİk yi çok istiyorum. İstanbul dünyada
benzeri bir felaket olmazdı diye düşü- POPü A Y DALI en sevdiğim şehirlerden biri. ABD ve
nüyorum. kESİN L İ k L E f Avrupa’da Türkiye’yi daha iyi anlama-
ydalı
r t a r ih d ergilerini fa mız, daha yakından tanımamız gerek-
Hilafet mi Osmanlı mı? Popüle takdim tiğini düşünüyorum çünkü Türkiye
r m u s unuz? Size
bulu y o nasıl
Hilafetin 1924 Mart’ında Atatürk ta-
r g im iz D erin Tarih’i birçok açıdan bir köprü konumunda.
rafından kaldırılması İngilizler için ettiğim de Buna ek olarak Atatürk’ün vizyo-
?
bir sürpriz miydi yoksa İngilizler buldunuz ları tarih nuna kişisel bir sempati duyuyorum
bunun için hususi surette çalıştılar sin li k le fa ydalı. İnsan
Ke en her
mı? Çünkü National Archives’deki d ü ş ü n m e ye sevk ed çünkü bütün İslam dünyasında dinin
üzerine re’deki
bir belgede Ocak 1924 tarihli Kralın
. D e ri n T arih İngilte siyasetten ayrılmasını sağlayan çok az
Parlamento açış konuşmasında Lo- şey iyid ir
isin i and ırıyor. Ben- sayıda liderden biridir.
ay de rg
zan Antlaşması’nın kabul edilmesi History Tod da gazetele
rde Bence bu çok önemli bir başarı ve
y o n d a y a
halinde “yeni bir çağın açılacağı”, “a ce televiz lamaz.
n c e ta rih bilgisi yer a 20. yüzyılda Türkiye’ye çok büyük
new era will open” şeklinde belirti- asla yeteri ta rihin önem
ini faydaları olan bir gelişme. Genel itiba-
a n la rı n
Sıradan ins
liyor. Zira Lozan’ın Kral tarafından
meden
tasdiki Hilafetin kaldırılmasından a la rın ı v e geçmişi bil riyle değerlendirdiğimizde bu mirasın
anlam rını
birkaç ay sonraya rastlıyor. Sizce bu
ğ i k a v ra y a mayacakla getirdiği faydaların dezavantajların-
gelece kiyor.
bir tesadüf olabilir mi?
ri n i s a ğ la mamız gere dan çok daha büyük olduğunu söyle-
görme le yarak
(Gülerek) Bu sorunun cevabını
le r b u d e rgiyi yayınla mek mümkün.
Kısaca s iz .
bilmiyorum. Bu konuda söyleyebile-
li b ir iş y a pıyorsunuz Son olarak olayları yalnızca tarihî
ceğim tek şey, Osmanlı İmparatorlu- çok önem bağlamında değerlendirdiğimizde
ğu’nun parçalanmasının İngiltere’nin kavrayabileceğimizi düşünüyorum.
politikası haline gelmesi. Ve bu ilke Tarihin bize öğrettiği en önemli şey,
benimsendiğinde en acımasız şekil- olayların karmaşık olduğudur ki, Tür-
adımdır zira Osmanlı İmparatorluğu
de uygulamaya konuldu. 19. yüzyılın kiye de bu bakımdan anlaşılması en
Almanya’nın çok önemli bir müttefi-
neredeyse tamamı boyunca Osman- zor yerlerden biridir. Dolayısıyla Tür-
kiydi. Yani Hilafetin kaldırılmasının
lı yanlısı olan İngiltere için bu çok kiye’deki okurlara mesajım, Türkiye
İngilizler açısından ne kadar öncelikli
önemli bir değişim demekti. tarihi ile ilgili hata yaptığımızda ya da
bir hedef olduğunu bilemiyorum ama
İngiltere’nin bu girişimleri netice- bazı olayları yanlış yorumladığımızda
Osmanlı İmparatorluğu’nu zayıflat-
sinde kendisini Filistin’i ya da Mısır’ı, biz Batılı tarihçilere sabırla yaklaşma-
mak ve parçalamak İngiltere’nin he-
Irak’ı ve Ürdün’ü idare etmeye çalışır- ları.
defleri arasında olduğundan bu bağ-
ken bulmasına bakınca, uzun vadede Ben kendi adıma olayları mümkün
lamda böyle bir bağlantı kurulabilir.
bu politika değişikliğinin İngiltere’nin olduğunca doğru yorumlamaya çalışı-
çıkarlarına ne ölçüde hizmet ettiği tar- yorum ve bundan sonra da öyle yapa-
Son olarak biraz klasik olacak ama
tışılır. Türkiye’deki okurlarınıza bir mesa-
cağım.
Ama 1. Dünya Savaşı’nın kazanıl- jınız var mı, diye sorayım.
ması bakımından bu çok mantıklı bir Öncelikle şunu belirtmeliyim ki,

56 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Tadımlık

184 Sayfada
Osmanlıların dünyasına hı
zlı yolculuk
Derin Tarih bu ay okurlarına ülkemizin yetiştirdiği
değerli tarihçilerden “tarihi sevdiren adam” Yılmaz
Öztuna’nın daha önce kitaplaşmamış bir çalışmasını
armağan ediyor. Söğüt’ten Lozan’a, Ertuğrul
Gazi’den Sultan Vahidüddin’e 6 asırlık Osmanlı tarihi
184 sayfalık Kısa Osmanlı Tarihi’nde.

Y
avuz Sultan Selim 42 ya- elinde Doğu Anadolu’da ancak
şında tahta çıktı. Çok uzun küçük parçalar kalıyordu.
müddet Trabzon sancak O zamana kadar Dulkadır
beyi olarak birçok seferde Türkmen beyliği (Maraş), Osman-
bulunup tecrübe kazanmıştı. Türki- lı’ya tâbî idi. Yavuz, beyliği doğru-
ye’yi Safevî baskı, hattâ tehdidinden dan doğruya ilhak edip ortadan
kurtarmak için ordu tarafından tahta kaldırmak isteyince, Yavuz’un
çıkarılmış gibiydi. Bu misyonla -birta- annesi Ayşe Hâtûn’un babası,
kım iç meseleleri hallettikten sonra- yani padişahın ana tarafından de-
derhal İran meselesini ele aldı. desi olan Dulkadıroğlu Alâüddevle
23 Nisan 1514’te Üsküdar’dan ha- Bozkurt Bey direndi, 12 Haziran
reket etti. 2 Temmuz’da Sivas’a geldi 1515 Turnadağı muharebesi ile bu di- nuna çıkmak üzere Topkapı Sarayı’n-
ve ordusundan 40.000 kişiyi burada reniş ortadan kaldırılıp beylik Osman- dan Üsküdar ordugâhındaki otağ-ı
bıraktı, 100.000 kişi ile yoluna devam lı topraklarına katıldı. Şiddetli Safevî hümâyûnuna geçti. Çukurova’ya gel-
etti. 23 Ağustos’ta Güney Âzerbay- savunması kırılarak 19 Eylül 1515’te diği zaman, merkezi Adana olan ve
can’da Çaldıran sahrâsında Şâh İsma- de o zaman “Âmid” denilen Diyarba- Memlûkler’e tâbî bulunan Ramazano-
il’in 100.000 muhâribden müteşekkil kır alındı. ğulları Türkmen beyliği, kendiliğin-
ordusunu yok etti. Şâh, tesadüfen ca- Diyâr-ı Acem’den sonra sıra Diyâr-ı den Osmanlı Devleti’ne katıldı.
nını kurtardı. Yavuz 16 Eylül’de İran Arab’a gelmişti. Burası da bir Türk Yavuz’u, Haleb yakınlarında Merc-i
Safevî Türk imparatorluğunun taht (Türkleşmiş Çerkes) devletinin elin- Dâbık’ta Memlûk Sultanı Kansu bek-
şehrine (Tebriz’e) girdi. Bu suretle dün- deydi. Mısır, Suriye ve çevre ülkeleri liyordu. 24 Ağustos 1516’da, Çaldı-
yanın ikinci devletini bir müddet için ellerinde tutan Memlûkler, Türkiye ve ran’dan günü gününe 2 yıl sonra
olsun Türkiye’yi tehdîd edemez hâle İran Türk imparatorluklarından sonra burada, gene çok büyük bir meydan
getirdi. dünyanın en güçlü devleti idiler. İslâm muharebesi geçti. Memlûk ordusu
Şâh İsmail, daha 10 yıl yaşadığı Halîfesi de Memlûk sultanlarının hi- yok edildi, Sultan Kansu öldü ve Ab-
halde, Çaldıran’ın öcünü almaya asla mayesinde Kahire’de yaşadığı, Kutsal bâsî Halîfesi esir düştü. Memlûkler,
girişmedi. Gene bu zafer neticesinde Şehirler (Mekke, Medîne, Kudüs) elle- Mısır’da iktidâra geldikleri ve Eyyûbî-
Güneydoğu Anadolu ile Kuzey Irak, rinde olduğu için, Memlûk imparator- ler’in yerini aldıkları 1250 tarihinden
İran’dan Türkiye’ye geçti. Bu suretle luğunun mânevî gücü de büyüktü. beri asla bu derecede büyük bir darbe
Osmanlılar, Anadolu’da Türk birliğini Yavuz Sultan Selim Han, 5 Haziran yememişler ve sultanlarını muharebe
gerçekleştirmiş oluyorlardı. İran’ın 1516’da 2. ve sonuncu sefer-i hümâyû- meydanında bırakmamışlardı.

2015 EKİM / DERİN TARİH 57


OSMANLI’YI TASFİYE PLANLARI

58 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Dosya

Lozan Antlaşması, Sevr’in yani Osmanlı’nın


tasfiyesinin resmî, hukukî ve siyasî belgesidir.
Sevr bir parçalama projesi, ondan üç yıl sonra
imzalanan Lozan ise parçalamanın resmen ve
hukuken uygulamaya geçirilmesidir.
MEHMET ÇELİK
mehmetcelikcbu@gmail.com

S
anayi devrimini gerçekleş- İngilizlerin yaklaşık bir asırdır
tirmiş Avrupa’da manzara üzerinde çalıştıkları, İslam dünyasını
şuydu: Dünyanın dört bir bir arada tutan bu kurum İstanbul’da
yanından hammadde yağı- Osmanlı Sultanı’nın şahsında münde-
yor, bütün şehirlerde fabrika bacaları miçti. Hilafet siyasî olduğu kadar dinî
tütüyor, beyaz kıtayı baştanbaşa demir bir makamdı da.
ağlar örüyordu. Bu manzaranın bekası Bu amaçla İngilizler, bir zamanlar
için Avrupa’nın tek şeye ihtiyacı vardı: İmam Cüveynî’nin Abbasiler adına
Enerjiye. Batınî Fatımîlere karşı giriştiği Hilafet
Enerji hammaddesi olarak Avru- savaşında dinî-siyasî bir argüman ola-
pa’da sadece kömür vardı. Sınırlı sayı- rak kullandığı “Halife Kureyş’tendir”
daki rezervler fabrikaları kaç yıl daha sözünü bir “hadis” olarak lanse ettiler.
çalıştırabilirdi ki? Üstelik kömürün çı- Buna birçok Arap siyasetçi ve din ada-
karılması hem çok zahmetliydi, hem mı da katıldı. İngilizler, Mısır hıdivle-
de maliyetli. Hâlbuki Osmanlı İmpa- rinden Suudlu kabile reislerine kadar
» Almanların Sevr’i mi? ratorluğu’nun güney toprakları pet- birçok uygun adayı da teşvik ederek
Versay Barış Antlaşması’nda
rol kaynıyordu. Ve bu petrol mutlaka halifeliğe heveslendirdiler. Ancak iste-
İngiltere, Fransa, ABD
gibi galip İtilaf devletleri Avrupa’ya getirilmeliydi. Demek ki dikleri neticeyi bir türlü elde edemedi-
Almanya’yı ağır bir tazminata “hasta adam”ın mirasının paylaşılma ler. Sultan II. Abdülhamid’i devirirler-
mahkum edecekler ve zamanı gelmiş, hatta geçiyordu. ken de hesap bu minvaldeydi.
antlaşma Almanların Sevr’i 1. Dünya Savaşı’nın tek nedeni bu- Bu büyük operasyonun iki temel
olarak tarihe geçecekti.
dur. Gerisi (Avusturya-Macaristan veli- hedefi vardı: Öncelikle tespihin ima-
ahdının Saraybosna’da bir Sırp militan mesini kopararak tanelerinin dağılma-
tarafından öldürülmesi, iki Alman sını sağlamak ve bir araya gelmelerini
gemisinin Karadeniz’deki Rus limanla- önlemek. İkinci adımda ise imameyi
rını bombalaması vs.) teferruat ve ba- temsil eden Türk milletinin ve onun
hanedir. Başta İngiltere olmak üzere genetiğini oluşturan “cihan hâkimi-
Batı’nın hedefi Osmanlı’yı dağıtmak, yeti” mefkûresini besleyen damarları
emin ve ucuz bir şekilde bölgedeki bu yok etmek!
enerji kaynağını Avrupa’ya taşımaktı. Çanakkale’ye gelmelerinin sebebi
Osmanlı’yı bir “tespih”e benzeti- de buydu. Yoksa Türk milletini tama-
yorlardı. Onu bir arada tutan imameyi men tarihten silmek değil. Peki, Ana-
kopardıkları anda taneler etrafa saçıla- dolu’yu işgal ne anlama geliyordu?
caktı. Bundan sonrası kolaydı. Bütün iş Bu sorunun cevabı Sevr’i anlamaktan
“imame”de bitiyordu. İmame ne miy- geçer. Sevr anlaşılmadan ne Millî Mü-
di? Hilafet müessesesi tabii ki. cadele anlaşılabilir, ne de Lozan.

2015 EKİM / DERİN TARİH 59


A'dan Z'ye Kurtuluş Savaşı ve Atatürk Dönemi, ABC Yayınları, 2005.

» Antlaşma mı, icbar mı? bir devlet kurduk. Laik atak cumhu- edilmedi, Batı Trakya ve Musul gibi
Sevr, Osmanlı delegelerinin imzalamasına riyetçilere göre büyük bir zaferdi bu. yerler hususunda ısrar edilmedi” şek-
rağmen hiçbir zaman yürürlüğe girmemiş, Sevr paçavrasını Lozan’da yırtıp işgal- lindeki söylemlerden ibaret.
teklif safhasında kalmıştı. Hadi Paşa, cilerin suratlarına fırlatmış ve masaya Oysa iki taraf da yanılmakta, yanlış
müzakereye dayanmayan ve dayatılan
metni imzalarken. yumruğumuzu vurarak Lozan’ı imza- yerde durmaktadır.
latmıştık. Bu nedenle Millî Mücadele Birinci kesimi teşkil eden ulusal-
bir var oluş veya istiklal savaşıydı. Bu cılar çıplak gerçeğe karşıdırlar ve bu
sebeple Lozan emsalsiz bir zaferdi. çarpıtma onların dünya görüşlerinin
Milliyetçi ve muhafazakâr kesim temelini teşkil eder. Adeta Kemalist
de -detaylardaki bazı farklılıklar hariç- manifestonun itikatnamesidir, dolayı-
ulusalcılar gibi düşünmekte. Bunlara sıyla bir tabudur. Bırakın bunu tartış-
göre Sevr’in şartları çok ağırdı. Antlaş- mayı, konuşmaya bile tahammülleri
Yakın tarihimizin en muğlak noktası ma başta Sultan Vahdeddin tarafından yoktur. Her Türkiye Cumhuriyeti va-
burasıdır. Müthiş biçimde çarpıtılmış imzalanmadığı gibi, Meclis-i
ve anlaşılmaz bir kılığa sokulmuştur. Mebusan’da da görüşül-
Hepimiz ilk öğretim yıllarımızda, medi. Hatta Yunanistan
okullarımızın duvarlarında aynı hari- haricinde Sevr’i dikte etti-
tayla karşılaştık. Bu haritaya göre Sevr ren devletlerin parlamen-
Antlaşması ile Anadolu işgal edilmişti: tolarında da görüşülmedi.
Ege bölgesini Yunanlar, İstanbul ve Yani kâğıt üzerinde kaldı,
Çanakkale Boğazı dâhil bütün Mar- uygulamaya konulmadı.
mara’yı İngilizler, Antalya ve yöresini Lozan’a itirazları ise “Mi-
İtalyanlar, Adana’dan Urfa’ya kadar sak-ı Millî sınırlarına riayet
olan bölgeyi Fransızlar alacak; Doğu
Anadolu Ermenilere, Karadeniz’in
» Anadolu’da Ermeni devleti
önemli bir kısmı da Pontus Rumlarına ABD Başkanı Wilson’un 1918’de
bırakılacaktı. Bize de Ankara ve Kasta- belirlediği 14 maddelik prensipler
monu civarını kapsayan İç Anadolu’da 1. Dünya Savaşı sonrasındaki
küçücük bir alan bırakılıyordu. Harita- siyasî düzenin inşasına yönelikti.
Bu prensipler sonradan
ya göre Sevr buydu.
Anadolu toprakları üzerinde bir
Millî Mücadele ile bütün Anadolu’yu Ermeni devleti kurulmasını da
bu düşmanlardan temizledik, Lozan’da isteyecek şekilde genişletilecekti.
da bunu tescil ettirerek bağımsız yeni Ermenistan sınırlarını gösteren
Wilson haritası (1912).

60 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Dosya

bilmediğimiz
tandaşı buna iman etmek mecburi- sevr gerçeği Beşinci fasıldaki 369. maddeden
yetindedir. 413. maddeye kadar olan kısım
İkinci grubu oluşturan mil- Lozan, Sevr’in kabul edilip fiilen yürür- Cemiyet-i Akvâm’ın kararlarıy-
liyetçi-muhafazakâr kesim ise lüğe girdiği, yani Osmanlı’nın tasfiye edilişinin la ilgilidir. Gelin de çıkın işin
cehalet ve bilgisizliğin kurba- resmî, hukuki ve siyasî belgesidir. Bir cihan impa- içinden! Söz konusu maddeler
nıdır. Bu konudaki bütün tez- ratorluğunun tarihe gömülmesinin ruhsatıdır. Türk Cemiyet-i Akvâm’ın siyasal ve
lerini Mustafa Kemal karşıtlığı tarihinde bedeli bundan daha ağır olan başka bir ant- hukuki manada işleyiş yöner-
üzerine bina etmiştir. laşmaya rastlanmaz! Özetle, Osmanlı coğrafyasının geleridir.
İşin aslı şudur: “İmameden koparılarak yarı sömürge yönetimler Bu projenin siyasî ve hu-
1. Dünya Savaşı’nın ana se- şeklinde dizayn edilmesi” projesidir. Nitekim met- kukî ayağı ise “Lozan”dır. Sa-
bebi ve hedefi Osmanlı Devle- nine baktığımızda antlaşmanın 20. yüzyılın en dece Millî Mücadele’nin sonuç
ti’ni tasfiye ederek başta petrol büyük, en kapsamlı “Yeni Dünya Projesi” antlaşması değildi Lozan. Öyle
olmak üzere topraklarındaki ener- olduğunu görürüz. olsaydı sadece Yunanlarla oturur,
ji kaynaklarını Avrupa’ya taşımaktı. bir antlaşmaya varır ve metni imza-
Sevr Antlaşması ise bu projeyi hukukî lardık. O gün dünyanın güçlü ülke-
ve siyasî bir zemine oturtmak amacı- lerinin Lozan’da ne işi vardı diye hiç
na matuf. Bu nedenle savaş sona er- düşünmüyoruz. ABD’den Japonya’ya
dikten sonra antlaşma devreye sokul- Birinci babda yer alan 25. madde kadar herkes bu işe burnunu soktu.
du ve yüzde yüz uygulandı. Cemiyet-i Akvam’ın (Milletler Cemi- Savaştığımız tek ülke olan Yunanistan
Sevr güney topraklarımıza tatbik yeti) kuruluşuyla ilgilidir. Haydi şimdi ise Lozan’da bir yanaşma hizmetçi mu-
edildi. Cumhuriyet nesilleri “güney ders kitaplarımızda “Sevr Haritası” amelesi gördü. Çünkü bu proje kapsa-
topraklarımız” ifadesinden bugün- diye yutturulan haritaya bakarak bu mında kullanılmıştı.
kü Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu maddeyi izah edin bakalım! Anado- Nihayet projenin ana hatları belir-
bölgesini anlarlar. Bu yanlış algıya da lu’nun bu uyduruk paylaşım harita- lendi. Savaşlar bitmiş, şimdi sıra barı-
bilinçli olarak çizilen ve hâlâ okulla- sıyla 25. maddenin ne alakası var? şı (!) sağlamaya gelmişti. İnşa edilecek
rımızın duvarlarını, ders kitaplarımı- Bırakın aklı başında bir tarihçiye veya barışı bütün dünyaya kabul ettirebil-
zı süsleyen o çarpıtılmış harita yol siyaset bilimciye sormayı, sokaktaki mek için kurumsal bir yapı gereki-
açmaktadır. Hâlbuki Sevr’in kaleme bir vatandaşa bile sorsanız ikisi arasın- yordu. Bu yapı Osmanlı’nın tasfiyesi
alındığı tarihte bizim güney toprak- da bir ilişki kuramaz. ve topraklarında kurulacak sömürge
larımız Suriye, Lübnan, Ürdün, Irak Biraz daha açalım: yapılara meşruiyet sağlayacak hu-
ve Suudi yarımadası idi.
Sevr buralara uygulandı ve 1000 yıl-
lık (Selçuklu-Osmanlı dönemleri) top-
raklarımız üzerinde birçok nevzuhur
kukla devlet kuruldu.

Emperyal meşruiyet çarkı


Şimdi Sevr Antlaşması’nın metnine
ayrıntılı olarak bakalım:

» Paris’ten Sevr’e
Paris Barış Konferansı, 1. Dünya Savaşı
sonrasındaki paylaşımların antlaşmalara
dönüştüğü beynelmilel bir konferanstı.
İtilaf devletlerine ait bir savaş gemisinin
güvertesinde Osmanlı’yı temsil eden heyet
(soldan sağa): Rıza Tevfik, Damad Ferid Paşa
(heyet başkanı), Hadi Paşa ve Reşat Halis Bey.

2015 EKİM / DERİN TARİH 61


kukî ve siyasî bir yapıydı: Cemiyet-i » Etkisiz bir cemiyet
Akvâm, yani Milletler Cemiyeti. Daha 1. Dünya Savaşı’nın hemen ardından
sonra hin-i hacette başka yerlerde de kurulan Cemiyet-i Akvâm gelişmeleri
değerlendiriyor (yanda). Sözde
(örneğin Afrika’da, hatta dünyanın
devletlerarası problemleri savaşa
öbür ucundaki sömürgeler için) lazım dönüşmeden, diplomatik yollarla çözmeyi
olabilir düşüncesiyle süreç içinde ge- hedefleyen cemiyet 2. Dünya Savaşı’nı
nişletilecekti. engelleyemedi ve1946’da dağıldı. Sevr
Plan Paris Barış Konferansı’na su- Antlaşması’nı “Bugün Türklerin matem
günüdür” manşetiyle veren Dersaadet
nuldu ve 25 Ocak 1919 tarihinde Ce-
gazetesi (12 Ağustos 1920).
miyet-i Akvâm’ın kurulmasına karar
verildi. Bunun üzerine galip devletler
hemen bir komisyon oluşturdular ve
bu “Misak” 28 Nisan 1919’da, Paris
Konferansı Genel Kurulu’nda kabul
edildi. 10 Ocak 1920’de ise merkezi dışında bu üyelerin çoğu kendi sömür-
Cenevre’de olmak üzere cemiyetin ku- geleriyle küçük ve güçsüz devletlerdi.
ruluşu resmen ilan edildi. Böylece kü- Kolombiya, Küba, Panama, Yeni Zelen-
resel emperyalizmin “meşruiyet çar- da, Arnavutluk gibi.
kı” İngiliz aklı ile hayata geçirilmişti. Çoğunluğunu sömürgelerin oluş-
Cemiyet-i Akvâm’a bir de anayasa turduğu genel kurulun üstünde ise her
lazımdı ki bununla Yeni Dünya Düze- şeye hâkim bir “konsey” vardı. Bütün
ni’ni rahatça kurabilsin ve işletebilsin. yetkinin sahibi olan konsey dört dai-
Bunun da mimarı tahmin edeceğiniz mi üyeden oluşuyordu. Bunlardan üçü
gibi İngilizlerdi. müttefik devletlerdi: İngiltere, Fransa
Kurumsal yapıyı öyle bir titizlikle ve İtalya. Dördüncüsü ise Osmanlı coğ- lanmamıştı. Konsey tarafından bugün
oluşturdular ki, emperyal gayelerinin rafyası ve Afrika ile hiç ilgilenmeyen seçilebilir, yarın azledilebilirdi. Esas
tahakkukunu engelleyebilecek veya vitrinlik bir üyeydi: Japonya. olan kurucu dört üyeydi.
sıkıntıya sokacak en ufak bir açık kapı Bunların ilk üçüne müttefik, Japon-
bırakmadılar. En başta 27 kurucu üye ya’ya ortak deniyordu. İşleyiş yönerge- Kimin statükosu?
ile hayata geçirilirken Milletler Ce- sine göre genel kuruldan konseye dört Genel kurulun gündemini de kon-
miyeti’nin üye sayısı kısa süre sonra üye daha ekleniyordu. Ancak bu dört sey belirlerdi. Dünyada cereyan eden,
43’e ulaştı (1920). Galip müttefiklerin üyenin görevi yasal bir şekilde tanım- edecek olan küçük büyük her konuyu
(insan hakları, ticarî veya as-
kerî meseleler) konsey günde-
me getirebilir, istediği kararı
aldırabilirdi. Bu karara itiraz
edecek veya şerh düşecek ve-
yahut uygulamasında üzerine
düşen yükümlülüğü yerine
getirmeyecek ülke üyelikten
ihraç edilirdi. Üye olabilmek
5.
ürk Dönemi, ABC Yayınları, 200

» Diğer topraklar nerede?


Sevr Antlaşması’nın yalnız
Anadolu’yu ele alan
çarpıtılmış haritalarından
A'dan Z'ye Kurtuluş Savaşı ve Atat

bir örnek. Peki Osmanlı’nın


diğer toprakları neden yok
haritada?

62 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Dosya

Üyelerinden birine yapılacak bir sal-


dırı Milletler Cemiyeti’ne yapılmış ka-
bul ediliyor ve üyelerin hepsine ortak
tavır alma yükümlülüğü getiriyordu.
İşte o madde:

11. Madde:
1. Cemiyet üyelerinden birine doğ-
rudan doğruya dokunsun ya da dokun-
masın, her savaşın ya da savaş tehdi-
dinin bütün Cemiyet’i ilgilendirdiği
ve Cemiyet’in ulusların barışını etkin
bir biçimde korumaya özgü önlemleri
almakla yükümlü olduğu kesin olarak
açıklanmıştır. Böyle bir durumda, Ce-
miyet’in herhangi bir üyesinin iste-
mesi üzerine, genel sekreter, konseyi
hemen toplantıya çağırır.
2. Bundan başka, Cemiyet’in
herhangi bir üyesinin, uluslararası
ilişkileri etkileyecek nitelikte olan
ve sonuç olarak uluslararası barışı
ve barışın dayandığı iyi geçinmeyi
bozacak bir durum üzerine genel
veya üyelikten çıkmak da kimsenin kurulun ya da konseyin dikkatini
keyfine bırakılmamıştı. Sevr Antlaşma- dostça çekmek hakkı olduğu da
sı’nın I. babında yer alan bu ilkelerin açıklanır.
1. maddesi bununla ilgilidir. Maddenin “Cemiyet üyelerinden birine
metnini sadeleştirerek aktaralım: doğrudan doğruya dokunsun ya
1. İş bu Misak’a bağlı Ek’te adları ya- da dokunmasın, her savaşın ya da
zılı imzacı Devletlerle, yine Ek’te adla- savaş tehdidinin bütün cemiyeti il-
rı belirtilen Devletlerden, Misak’ın gilendirdiği” ifadesine dikkat edin.
yürürlüğe girmesinden başlayarak iki Yani herhangi bir ülke bizden bi-
ay içinde Sekreterliğe sunacakları ve rine “kaşının üstünde gözün var”
Cemiyet’in öteki üyelerine yapacak- dedi mi, bunu hepimize karşı söy-
ları bir bildiri ile hiçbir çekince öne ceden haber vermek ve ayrıldığı anda, lemiş kabul ederiz. Ve “… Cemiyetin,
sürmeksizin iş bu Misak’a katılanlar, bu Misak’ın yüklediklerini de içermek ulusların barışını etkin bir biçimde
Milletler Cemiyeti’nin asıl üyeleridir. üzere, uluslararası bütün yükümlü- korumaya özgü önlemleri almakla yü-
2. Kendini özgürce yöneten ve Ek’te lüklerini yerine getirmiş bulunmak kümlü olduğu kesin olarak açıklanır”,
adı gösterilmiş bulunan herhangi bir şartıyla, Cemiyet’ten çekilebilir. yani Milletler Cemiyeti kesin olarak,
Devlet Dominyon ya da Sömürge, Görüldüğü gibi konsey ince eleyip topyekûn hemen harekete geçer!
uluslararası yükümlülüklerini içten- sık dokuyarak üyeliğe kabul ediyor Cenab-ı Hak bu alçak ve ikiyüzlü
likle yerine getirme niyeti konusun- ama girdikten sonra çıkmak hiç de emperyalistlerin samimiyetini dene-
da etkin güvenceler vermesi ve hava, kolay olmuyordu. Ağır şartlar koyarak mek için 1935 yılını bekledi. O yıl İtal-
kara ve deniz kuvvetleriyle silahları iki yılın ardından, tabir caizse burnun- ya Habeşistan’ı işgal etti. Üstelik Ha-
konusunda Cemiyet’in koyduğu dü- dan getirdikten sonra üyelerin ayrıl- beşistan Milletler Cemiyeti üyesiydi.
zenlemeleri kabul etmesi şartıyla, masına müsaade ediyordu. Tabii bu Dünya barışını korumak ve kollamak
Üyeliğe kabulü Genel Kurulun üçte iki yükümlülüklerin ağırlığından dolayı için cemiyeti kuran üç müttefikten
çoğunluğuyla kararlaştırılırsa, Cemi- kimse ayrılmayı göze alamıyordu. Ce- biri kendi üyesine saldırıyor ama ce-
yet Üyesi olabilir. miyet kendisini küresel bir güç haline miyetten ses çıkmıyordu! İngiliz, Fran-
3. Cemiyet’in her üyesi, iki yıl ön- dönüştürmeyi de ihmal etmemişti. sız ve İtalyanlar bu cemiyeti “kendi

2015 EKİM / DERİN TARİH 63


Dosya

lehlerine oluşturulan statükoyu ko-


KArA KITAdAKi kendi kendilerini yönetmeye yete-
rumak, kurucu üyelerin çıkarla- KArANlIK PlAN nekli olacakları zamana kadar,
rını gözetmek için kurdular” yönetimlerine bir mandaterin
ve öyle de işlettiler. Adını da Sevr Antlaşması’nın 1. babında Araplar ve Afri- öğütleri ve yardımı kılavuz ol-
“barış cemiyeti” koydular. kalılar için manda yönetimleri düşünülüyordu. Gerekçe mak şartıyla, bağımsız ulus-
olarak da “bunlar kendi kendilerini yönetemezler, henüz o lar olarak varlıkları geçici
Manda sistemi birikim ve kültürleri yok!” deniliyordu. Yani bu sistem kurucula- nitelikte tanınabilecek bir
Şimdi Osmanlı coğraf- rın çıkarlarını değil, ‘ötekilerin’ iyiliğini hedefliyordu sözde. Ancak gelişme düzeyine erişmiş-
yasının nasıl paylaşılaca- maskeleri birkaç cümle sonra düşecek ve bu ülkelerde halkın lerdir. Mandaterin seçil-
ğını açıklayan ve kurula- askerî eğitim yapması yasaklanacaktı. Sömürme işine gelince, mesinde, her şeyden önce,
cak manda yönetimlerini orayı kim yönetiyorsa, kaymağını sadece o yememeliydi. Bunun bu toplulukların dilekleri
yasallaştıran 22. maddeyi için kurucu konsey ortaklarının da paylarını şu cümleyle göz önünde tutulmalıdır.
inceleyelim. garanti altına aldılar: “Cemiyetin öteki üyelerine de (yani 5. Öteki halkların, özel-
1. Savaştan sonra, daha İngiliz-Fransız-İtalyan) alış-veriş ve ticaret konularında likle Orta Afrika halklarının,
önce kendilerini yöneten eşit imkânlar sağlayacak şartlar içinde, üstüne içinde bulundukları gelişme
devletlerin egemenliğine bağlı almasını gerektirmektedir”. derecesi, mandaterin buralarda
olmaktan çıkmış ve çağdaş dün- ülkenin yönetimini, köle ticareti,
yanın özellikle güç şartları altında silah ve alkol alım satımı gibi kötü-
kendi kendilerini yönetme yeteneğin- ye kullanımını yasaklamayı; kamu
den henüz yoksun halkların oturduğu düzeniyle ahlak kurallarının sürdürül-
sömürgelere ve ülkelere şu ilkeler uy- en elverişli bulunan ve bunu kabule mesinin gerektirdiklerinden başka kı-
gulanır: Bu halkların refahları ve ge- razı olan uluslara emanet etmektir. sıtlamalara bağlı olmaksızın, inanç ve
lişmeleri kutsal bir uygarlık görevidir Bunlar mandayı, mandater sıfatıyla ve din özgürlüğünü sağlamayı; tahkimât
ve bu görevin yerine getirilmesi için Cemiyet adına yönetecektir. yapılmış yerler ya da kara ve deniz
işbu Misak’a güvenceler konulması 3. Mandaterliğin niteliğinin, halkın üsleri kurmayı ve yerli halka ülkenin
gerekir. gelişme derecesine, ülkenin coğraf- kolluk (zabıta) düzenini ve savunma-
2. Bu ilkenin uygulamada gerçek- yasına, ekonomik şartlarına ve buna sını sağlamak amacı dışında, askerlik
leştirilmesi için en iyi yöntem, bu benzer öteki durumlara göre değişme- eğitimini yasaklamayı güvence altına
halkların vesayetini kaynakları, gör- si gerektirmektedir. alacak ve aynı zamanda Cemiyet’in
güleri ya da coğrafya durumları bakı- 4. Eskiden Osmanlı İmparatorlu- öteki üyelerine de alışveriş ve ticaret
mından, bu sorumluluğu yüklenmeğe ğu’na bağlı bulunan kimi topluluklar, konularında eşit imkânlar sağlayacak
şartlar içinde, üstüne almasını gerek-
tirmektedir.
6. Afrika’nın güneybatısı ve kimi
Güney Pasifik Adaları gibi ülkeler var-
dır ki, bunlar nüfus yoğunluğunun
azlığı, yüzölçümünün küçüklüğü, uy-
garlık merkezlerinden uzaklığı, man-

» Paylaşımın resmidir
Sevr Projesi’nin Osmanlıca metninde
Osmanlı coğrafyasının nasıl paylaşılacağını
açıklayan ve kurulacak manda yönetimlerini
Ruyan Soydan arşivi.

yasallaştıran 22. maddenin yer aldığı


sayfalar.

64 DERİN TARİH / 2015 EKİM


70. Yıldönümünde Lozan , Kültür Bakanlığı Yayınları.
» Sultan Vahdettin’e iftira 9. Mandaterlerin yıllık raporlarını diler. Biz de kabul ettik. Fakat referan-
İtilaf devletlerinin Sevr ile Osmanlı’yı köşeye almak, incelemek ve mandaların yü- dum hazırlıkları devam ederken, İngi-
sıkıştırdığı doğrudur. Ancak bilinenin aksine rütülmesine ilişkin bütün sorunlar lizler Musul halkının %98’inin Türkiye
Sultan Vahdettin ve Meclis-i Mebusan
üzerinde Konseye görüş bildirmekle lehine oy vereceğini anlayınca hemen
anlaşmayı imzalamayı kabul etmemişlerdi.
İnkilap tarihi kitaplarında gördüğümüz görevli bir sürekli Komisyon kurula- çark ettiler. Konuyu Milletler Cemiye-
gerçeği yansıtmaktan uzak bir Sevr haritası. caktır. ti’ne götürelim, kararı dünya versin
İngiltere, Fransa ve İtalya bu em- dediler!
peryal meşruiyet çarkının kuruluş Musul’un kaderi İngiltere’nin baş-
hedeflerini sıralarken “dünya barışını kanı olduğu, bizim ise üye bile yapıl-
sağlamak, toplumların yaşama hak- madığımız bir kuruluşa soruluyordu;
larını garanti altına almak ve bütün biz de neticesi yüzde yüz belli olan bu
dünyada insan kaynaklarını korumak, karara razı olacaktık. İngiltere’ye ha-
daterin ülkesine bitişikliği ya da birta- kollamak ve geliştirmek” gibi evren- yır demeye kudretimiz yoktu. Ve Mil-
kım başka durumlar yüzünden, yerli sel insanî ilkeleri kendilerine maske letler Cemiyeti oy birliği ile Musul’u
halkın yararına yukarıda sözü edilen yaptılar. Diğer taraftan Osmanlı coğ- elimizden aldı. Çıtımız çıkmasın diye
güvenceler saklı kalmak şartıyla, en rafyasında, Afrika’da manda sistemleri de aldırdığı karara şu notu ekledi:
iyi biçimde ancak mandaterin yasaları tesis etmeyi garanti altına aldılar. Bu “Konseyde alınacak zorlayıcı ön-
ile sanki kendi ülkesinin bir parçasıy- emperyal çarkla hem dünyaya nizam lemlere Türkiye’nin uyma zorunlulu-
mış gibi yönetilebilirler. veren bir güç oluşturdular, hem de ğu vardır!” Karara itiraz edersen geri-
7. Her bir durumda mandater yö- çıkarlarını bu çarkı kullanarak koru- sini sen düşün, diye tehdit ediyordu
netimini üzerine aldığı ülkeye ilişkin dular. açıkça. Sevr’in planlayıcılarına da bu
olarak, Konseye yıllık bir rapor gönde- Nitekim İngiltere, Misak-ı Millî sı- yakışırdı zaten.
recektir. nırlarımız içindeki Musul’u elimizden
8. Mandaterin kullanacağı otorite- almak için “ulusların kaderini tayin
nin, denetimin ya da yönetimin de- hakkı” söylemiyle karşımıza çıktı.
recesi, Cemiyet üyeleri arasında ön- “Musul halkına soralım, sizi tercih
ceden yapılmış bir sözleşmeye konu ederse size katılsın, Irak’ın bir parçası
olmamışsa bunlar her bir durumda olmak isterse, Irak’a katılsın” dediler Mehmet Çelik

konseyce kesin olarak saptanacaktır. ve referandum (plebisit) yapmak iste- Prof. Dr., Celal Bayar Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Başkanı.

2015 EKİM / DERİN TARİH 65


KURTULUŞ
SAVAŞI

Ankara’da BMM’nin
açılışından bir gün
sonra antlaşma
metninin San Remo
Konferansı’nda
onaylanması
tesadüf olabilir mi?
Kurtuluş Savaşı’yla
Sevr Antlaşması MEHMET ÇELİK

yürürlükten
mehmetcelikcbu@gmail.com

Y
eni Dünya Düzeni Projesi Paşa ve Rıza Tevfik’ten oluşuyordu.

kalktı mı? Ankara olarak Sevr’in nerede ve


nasıl uygulandığı, Millî
Antlaşmaya göre Suriye ve Lübnan
topraklarımız Fransız dostlarımıza;
hükümetinin Mücadeleyi ve Lozan’ı an- Arabistan, Yemen, Irak ve Filistin İngi-

kuruluşuyla büyük
lamak için elzemdir. lizlere veriliyordu. Ayrıca Mısır, Sudan
24 Nisan 1920’de hazırlanan Sevr ve Kıbrıs’ın yönetimi de İngiltere’ye

güçlerin hesapları metni San Remo Konferansı’nda onay-


landıktan 15 gün sonra (11 Mayıs
bırakılıyordu. Fas ve Tunus da daha
önceden Fransız yönetimine terk edil-
arasındaki ilişkiler 1920) “incelenmek üzere” Osmanlı
payitahtına gönderildi. Biz antlaşmayı
mişti.
Şimdi sıra vazgeçilen ve terk edilen
nelerdi? 19 Ağustos 1920’de Paris’in Sevres ka- yerlerin dizaynına gelmişti.

İşte cevaplar! sabasında yapılan son toplantıda im-


zaladık. Heyetimiz Reşad Halis, Hadi
Bu coğrafyaları problemsiz yönet-
mek hiç de kolay değildi. Halkları ta-

66 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Dosya

SEVR’İN
TALİMATIYDI
4) Anadolu’daki askerî ve siyasî or-
ganizasyonu Yunanları Anadolu’ya çı-
kartarak meşgul etmek, Ortadoğu ile
ilgilenmelerini önlemek ve son olarak
Ortadoğu’daki Osmanlı topraklarının
arkasına düşerek hak arama taleple-
rinden vazgeçirmek.
5) Diplomatik süreci de ihmal et-
meyerek Anadolu’da yeni bir Türk
devleti kurdurarak, eski Osmanlı top-
raklarının gaspını bu yeni devlete ka-
bul ettirmek, ardından bir antlaşmay-
la tescilleyerek uluslararası meşruiyet
sağlamak.
İngilizlerin ve Fransızların belli baş-
lı hedefleri bunlardı. Plan ise şuydu:
Osmanlı Hilafet müessesesi tamamen
tasfiye edilecek; yerine Anadolu’da bir
küçük Türk devleti kurulacak. Ancak
bu devlet Osmanlı’dan tevarüs eden
dinî (ümmet) ve millî damarlarından
soyutlanacak, tarihi ve coğrafyasıyla
mamen Müslümandı ve Osmanlı’ya ederek Halife’yi pasif ve etkisiz hale ilişkisi kesilecek, yüzü Batı’ya dönük,
bağlıydı. Bağımsız devlet kurmak gibi getirip bu coğrafyalarla temasını kes- Batı değerleriyle dizayn edilecek bir
bir düşünceleri de yoktu. Hıristiyan mek ve mümkün olursa bu süreç için- ulus devlet olacaktı.
âlemine de hiç mi hiç sıcak bakmı- de Hilafet’i ilga etmek. Afrika ve Ortadoğu’daki Osmanlı
yorlardı. Üstüne üstlük Osmanlı Padi- 2) Anadolu’dan gelebilecek tehli- coğrafyası İngiliz ve Fransızların man-
şahı bütün Müslümanların “Halifesi” keyi önlemek için öncelikle Ortadoğu dasına girecekti. Bilâd-ı Şam tabir edi-
idi ve bu manevi otorite üzerlerinde ile temaslarını kesmek üzere Anadolu len coğrafyada yeni devletler kuruldu:
hâlâ etkiliydi. Dolayısıyla bu projenin coğrafyasının güney kısımlarında bir Bunlardan Lübnan ve Suriye Fran-
hayata geçirilebilmesi için muhtemel tampon bölge oluşturmak. sız, Ürdün ve Filistin de İngiliz manda
risklere karşı bazı önlemlerin alınma- 3) Bu tampon bölgeden Anadolu’da- yönetimine teslim edildi. Irak ve kör-
sı gerekiyordu. ki askerî ve siyasî faaliyetleri gözetle- fez emirliklerinin yer aldığı bölge ise
Bunların en önemlileri şunlardı: mek ve süreç içinde gerekli önlemleri tamamen İngiliz mandasında kaldı.
1) Osmanlı’nın başkentini işgal almak. Suudi Arabistan ve Yemen de öyle.

2015 EKİM / DERİN TARİH 67


YUNAN ÇOCUĞU
BÖBÜRLENMESİN DE
NE YAPSIN? da onaylandı. İngilizler ve Fransızlar
Sevr’i uygulayacaklar, 2.5 milyon ki-
400 sene bir vali ile yönettiğimiz, lometrekarelik Osmanlı coğrafyasının
bugün dahi nüfusu İstanbul’dan az
Anadolu kısmını da bize bırakacaklar-
olan eski tebaamız Yunanların Sakar-
dı. Bu açıkça dillendirilmişti.
ya’daki yenilginin ardından çekilmele-
Mustafa Kemal Paşa Nisan 1920’den
riyle yaklaşık 30 vilayette kurtuluş gün-
itibaren Anadolu’da yeni bir devlet
leri düzenlemek bu milletin kanına
kurmak üzere hummalı bir çalışma-
hâlâ dokunmuyor mu? Evet, Cumhuri-
ya başladı ve Mart 1921’e kadar yol
yetin ilk yıllarında bunlar belki anlaşıla-
haritasını tamamladı. Buna göre hem
bilir, hatta millî duygular için gerekliydi
Yunanları sürmek, hem de yeni bir
de, denebilir. Fakat üzerinden 93 yıl
devlet kurmak için öncelikle kont-
geçti. Bu milletin körpecik çocukları-
rol edebileceği düzenli bir askerî güç
nın şuur altına bunu “aşağılık komplek-
oluşturması gerekiyordu. Ne var ki
si” olarak nakşetmek ne oluyor? Yunan
başıboş Kuva-yı Milliye süreç içinde
çocuğun bizim bu halimizi gördükçe
sıkıntılara sebep olabilirdi. Mutlak su-
“Vay be, ben neymişim, bu Türkler 93
rette tasfiye edilmeliydi. Bu nedenle
yıldır benden kurtulduklarına bayram
edip duruyorlar” diye şişinmesine, alt yapısı hızla tamamlanarak düzenli
bizimkinin ise büzülmesine sebep ordu teşekkül ettirildi. Akabinde he-
olmuyor musunuz? Birazcık Türklük men harekete geçildi.
onuru, tarih bilinci olan bu sorunun Bu arada Yunan birlikleri Ege’de
cevabını düşünsün. ilerliyorlardı. İnönü’de keşif anlamın-
da da olsa Yunan müfrezeleri ile Albay
İsmet Bey denetimindeki Türk müfre-
zeleri arasında (6-10 Ocak 1921) sıcak
temaslar yaşandı. Bu son derece doğal, madı. Meclis’teki arkadaşlarını hemen
Mısır İngilizlerde kalırken, Libya, Tu- hatta kaçınılmaz olan tacizlerin bir harekete geçirdi ve askerî teamülleri
nus ve Cezayir Fransızlarla İtalyanlar savaş formatına sokularak “zafer” ola- alt üst ederek İsmet Bey’i generalliğe
arasında paylaştırıldı. rak lanse edilmesi, gerek Meclis’e, ge- yükseltti.
İngilizler ve Fransızlar güney top- rekse halka ümit ve moral aşılanması Yine bu havadan yararlanarak ikin-
raklarımızda manda yönetimleri ku- elbette son derece faydalıydı. Ancak ci adımı da attı: Kuva-yı Milliye tasfi-
rarken Mustafa Kemal de Sivas’tay- Mustafa Kemal Paşa’nın hedefi hak- ye edilecekti! Evet, sıra buna gelmiş-
dı. İngilizler ve Amerikalılar burada kında -neticelerine baktığım zaman- ti. Başıboş ve düzensiz, hatta ileride
Mustafa Kemal Paşa’yı ziyaret ettiler. kanaatim şudur: Kemal Paşa, başta kontrol edilemeyecek olan bu silahlı
Sivas görüşmelerinden birkaç ay son- Fevzi Paşa olmak üzere arkadaşlarının gücün tasfiyesi gerekliydi. Kuva-yı Mil-
ra İngilizler İstanbul’daki Meclis-i Me- çoğuna güveniyordu ama bunun ölçü- liye komutanlarının birçoğu da siyasî
busan’ı dağıttılar; İttihatçıların önde sü sınırlıydı. Birkaç müstesna dışında emelleri olan insanlardı. Yarın bu
gelenlerini (önemli bir kısmı Mustafa hiçbiri kendisine, sorgulamadan ka- güce dayanarak birçok konuda “pay”
Kemal’e muhaliflerdi) tutuklayıp Mal- yıtsız-şartsız itaat etmezdi. İsmet ha- sahibi olduklarını iddia edecek ve bazı
ta’ya sürdüler. riç! Fakat o da sadece bir albaydı. taleplerde bulunacaklardı. Özellikle
Meclis-i Mebusan kapandıktan yönetim alanında yetki paylaşımı ta-
11 gün sonra Ankara’da Büyük Mil- Kuva-yı Milliye’ye “vatan lep etmeleri onun istikbaldeki plan ve
let Meclisi açıldı ve M. Kemal, hiçbir haini” suçlaması hedeflerini zora sokabilirdi.
yasal dayanağı olmayan bir dernek Ordu yönetimini İsmet Bey’e teslim Kemal Paşa Kuva-yı Milliye hakkın-
başkanıyken kendisini Meclis Başka- ettiğinde birçok paşa bundan rahatsız da topladığı küçük büyük negatif bil-
nı koltuğunda buldu. Tarih 23 Nisan olacaktı. Hal böyle olunca İsmet Bey’i gileri abartarak dillendirmeye başladı.
1920 idi. ne yapıp edip bir bahaneyle paşa yap- Son darbeyi vurabilmek için İsmet’i
24 Nisan günü, yani Ankara’da mak gerekiyordu. İnönü’de zafer kaza- Çerkes Ethem’i sıkıştırmak üzere gö-
Mustafa Kemal’in başkanlığında yeni nıldığı haberi hem Meclis’te, hem de revlendirdi. Baskı ve tahrikler netice-
meclisin açılışından tam bir gün sonra Ankara halkında coşku ve sevince yol sinde Çerkes Ethem adeta bir çıban-
Sevr’in metni Sen Remo Konferansı’n- açmıştı. Kemal Paşa bu fırsatı kaçır- başına dönüştürüldü. Mustafa Kemal

68 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Dosya

» “Vatan haini haydutlar”


Ankara hükümetinin hayatta
Mustafa Kemal düzenli ordu kurmayı
. Başıboş Kuva-yı Milliye birlikleriyle
kalabilmesinin şartı olarak görüyordu
Milliye birlikleri cephede.
amacına ulaşması imkansızdı. Kuva-yı

silahlı milis grupları (Kuva-yı Milliye)


organize ederek bir işgal anında si-
lahlı direnişin zeminini hazırlarken,
diğer yandan da kurdurduğu cemi-

Fotoğraflarla Kurtuluş Savaşı, Bahçelievler Belediyesi Yay., İstanbul.


yetlerle bu toprakların siyasî ve hu-
kukî haklarını savunacak kurumların
temeli atıldı. Anadolu nasıl organize
edildiyse, Suriye ve Kuzey Irak da öyle
teşkilatlandırılmıştı.
Anadolu ve Suriye kökenli Osmanlı
aydınları (önemli bir kısmı İttihat ve
Terakki Cemiyeti’nin çeşitli kademe-
lerinde görev yapmış tecrübeli insan-
lardı) Suriye’yi gerçekten çok ciddi
şekilde organize etmişlerdi. Enver
Paşa’nın, M. Kemal Paşa’nın, Şeyh Ah-
med Sunusi posterleri ve muhtemel
bir işgali kınayan pankartlar Halep,
Hama, Humus, Şam ve Beyrut’un cad-
meclis kürsüsünden Kuva-yı Milliye kelerle temaslara başladı. 12 Mart de ve sokaklarını süslüyordu.
hakkında “vatan haini haydutlar” baş- 1921’de Ankara adına Londra Kon- Suriyeli aydınlar, Fransızların gel-
lığı altında öyle şeyler söyledi ki, yeni- feransı’na katılan heyet bu konuda dikleri günden itibaren Ankara ile
lir yutulur tarafı yoktu. olumlu mesajlar verdi; karşıdan da irtibatlı olarak direnişe geçmişlerdi.
Kuva-yı Milliye’nin tasfiyesinin ar- olumlu cevaplar alarak Ankara’ya Fransa bu direnişi bir türlü kırama-
dından 1920-23 arasında İstiklal Mah- döndü. Yine aynı hafta içinde Sov- dı. Bütün uğraşlarına rağmen istediği
kemelerinde, içinde Kuva-yı Milliye- yetler Birliği ile temasa geçildi ve 16 neticeyi alamayınca, direnişi çözme-
cilerin de bolca yer aldığı 59.164 kişi Mart 1921’de Sovyetlere Batum he- ye çalıştı; Suriye ve Lübnan’ı küçük
yargılandı, 41.678 kişi çeşitli cezalara diye edildi. Batum’un milletvekilleri parçalara bölerek gayesine ulaşabi-
çarptırıldı, 1054 kişi de darağaçların- Ankara’daki mecliste milletvekiliydi. leceğini düşündü. Bu nedenle Şam
da sallandırıldı. Bunların içinde elbet- Sovyetler bu jestten oldukça memnun ve Halep’te iki Sünni Arap devleti,
te Mustafa Kemal’in ve yakın kadrosu- kalmıştı. Lazkiye’de bir Nusayri, Cebel-i Lüb-
nun muhalifleri de vardı. Böylece bir Sırada Suriye’de oldukça sıkıntıya nan’da bir Dürzi, İskenderun da ayrı
İnönü taşı ile üç kuş birden vuruldu. düşen Fransızlar vardı. Onlar için Su- bir devletçik olmak üzere yeni devlet-
23 Mart ile 1 Nisan (1921) tarihleri riye hiç de kolay lokma değildi. Tahay- çikler kurdu. Ancak olmadı. Bir türlü
arasında yine İsmet Paşa’nın önderli- yül edemedikleri bir dirençle karşılaş- gerçek anlamda Suriye’de hâkimiyet
ğinde, 2. İnönü Zaferi karşımıza çık- mışlardı. O dönemde Zaho ve Erbil’in kuramadı.
maktadır. Konumuz Millî Mücadele Mardin ve Siirt’ten, Halep’in An-
savaşları olmadığı için şu kadarını söy- tep’ten, Beyrut’un Adana’dan hiçbir Mustafa Kemal’den
lemekle yetineceğim: 2. İnönü diye farkı yoktu. Kayseri ile Niğde neyse, o kahraman çıkarmak
lanse edilen savaşı Kütahya-Eskişehir gün bu şehirler öyleydi. Bu tarihî, dinî Suriye halkının ve aydınlarının
hattında yapmadık. Yunan kuvvetle- ve sosyolojik gerçeklerden hareketle gözleri, kulakları ve kalpleri Anka-
riyle Aslıhan ve Dumlupınar’da savaş- Mondros’tan hemen sonra harekete ra’ya kilitlenmişti. Ayrı bir devlet akıl-
tık. Sonucunda da yenildik. geçen Teşkilat-ı Mahsusa ileride vuku larının ucundan bile geçmiyordu. İş-
Bunlar yaşanırken Mustafa Kemal bulacak işgallere karşı bu coğrafyayı gali boşa çıkarıp bizimle beraber aynı
yeni kuracağı devlet için yabancı ül- hazırlamıştı. Bir yandan her vilayette bayrak altında hayatlarını devam

2015 EKİM / DERİN TARİH 69


Pars Tuğlacı, Çağdaş Türkiye, Cem Yayınevi, İstanbul, 1987.
» Madalyonun öteki yüzü
Mudanya Mütarekesi’nin amacı Sevr’i
İngilizlerin entrikalarıyla gerçekleşen
un muhatap Ankara hükümeti’ydi.
hayata geçirmekti. Bunun için en uyg
danya Hükümet Konağı.
Mütareke görüşmelerinin yapıldığı Mu

ettirmek düşüncesindeydiler. Fransa, rine inanıyorlardı. Bu algı Ankara’yı tan’a karşı size siyasî destek verece-
başarısızlığının nedenlerini anlamıştı. oldukça rahatsız etti. M. Kemal Suri- ğiz” teklifi çerçevesinde yapılan bir
Bu iş Ankara ile çözülebilirdi. yeli liderlere peş peşe telgraflar çekti. antlaşmanın neticesiydi. Nitekim
Bir de baktık ki bir Fransız heyeti Amaç Suriyelileri yatıştırmaktı. Fransa Ankara Antlaşması’ndan sonra
Ankara’da. Mustafa Kemal Fransız he- Öte yandan fısıltı gazetesi vasıta- Yunanistan’a cephe aldı, Anadolu’dan
yetiyle ne konuştu, ne üzerine anlaştı, sıyla Suriyelilerin kulaklarına şunlar çekilmesi için baskı yapmaya başladı.
bilmiyoruz. Kuru kuruya bildiğimiz üfleniyordu: “Merak etmeyin, sizi sat- Yunan arşivleri bu feryatlarla dolu. Bu-
bir şey var! Fransızlarla bir antlaşma madık. Yunanların işini görmek için nun karşılığını hemen gördük.
imzaladık: Ankara Antlaşması (20 Fransızları katakulliye getirdik. Vatanı Londra Konferansı’nda İtilaf devlet-
Ekim 1921). Ne Mustafa Kemal bu hep birden kurtaramayız. Gücümüz leriyle mesajlaştık. İngiltere ve Fransa
görüşmenin içeriğinden bahsetti, ne ortada. Ancak parça parça bunu başa- Yunanistan’ın Anadolu’yu terk etme
de Fransızlar. Kitaplarda Ankara Ant- rabileceğiz. Şu Yunanların işini bitirir
laşması’na dair yer alan ulaşım ve bitirmez Suriye’ye yöneleceğiz”. Su-
ekonomik konularla ilgili bilgiler ka- riyeliler buna inandılar doğrusu. Sa-
muoyunca bilinmesinde mahzur gö- karya’da yaptığımız savaşta ordumu-
rülmeyen düzenlemelerdir. Garnitür zun içinde az sayıda Suriyeli de vardı.
yani! Bunu bir kenara not edelim.
Fotoğraflarla Kurtuluş Savaşı, Bahçelievler Belediyesi Yay., İstanbul.

Ancak biliyoruz ki, Fransa ile yap- Sakarya zaferinden sonra Suriye’de
tığımız bu antlaşma sonrasında Su- bayram havası yaşandı ve Beyrut’ta
riye’de kıyamet koptu. Suriye’deki toplanan binlerce altın Mustafa Ke-
Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin yö- mal’e gönderildi. Muhtemelen bu para
neticileri ve direnişin siyasî önderleri “Yunanların işi bitti, Ankara Suriye’ye
Ankara’ya, Mustafa Kemal’e yüzlerce yürüyecek, ihtiyaçlarını rahat temin
telgraf çektiler. Bu telgraflar Suriye etsinler” düşüncesiyle gönderilmişti.
arşivlerinde duruyor. Telgraflardaki Ham hayal işte!
feryat üzerine Ankara sessizliğe gö- Sabah akşam bu ümitle beklediler
müldü. Bu sessizlik Suriyelileri daha fakat biz hiç oralı olmadık. Muhte-
da çıldırttı. İhanete uğradıklarına, sa- melen bu tavrımız, Fransızların “Siz
tıldıklarına, arkadan hançerlendikle- Suriye’den vazgeçin, biz de Yunanis-

70 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Dosya

BEĞENMEZSENİZ ÇÖPE ATIN!


vaktinin geldiğini işaret etmişlerdi. İsmet Paşa’nın Lozan heyetine baş- Biz Yunanla kavga ettik, İngiltere ile
Özellikle Fransızlarla Ankara Antlaş- kanlık etmesi mecliste tartışılırken mu- masaya oturduk. Bunu nasıl yorumla-
ması’nı imzaladıktan sonra M. Kemal haliflerin sesi oldukça gür çıkıyordu. En yabiliriz?” gibi sorular karşısında yıl-
de, İtilaf devletleri de artık ne yapa- sonunda M. Kemal meclisi topladı ve larca kekelediler. Bir türlü bu ezberle-
caklarını biliyorlardı. Herkes payına şunları söyledi: “Efendiler, İsmet Paşa rinden, tabularından vazgeçmediler.
düşene razı olmuştu. Şimdi yapılacak için askerdir, bu işin altından kalka- Ama sorular da peşlerini bırakmadı.
tek şey vardı: Yunanistan hayallere maz, ülkenin menfaatlerini tam olarak Sonunda düşündüler, taşındılar, ken-
kapıldığının farkına varmalıydı. Uyku- savunamaz diye düşünüyorsunuz. Bu di aralarında kargaları güldüren ce-
dan uyandırılmalı ve “yerinin neresi” endişelerinizi anlayışla karşılıyorum. vaplar buldular.
olduğunu açık seçik anlamalıydı. Ancak İsmet Paşa’nın imzalayacağı Sevgili okuyucu, senin de gülme-
Yunanistan’a bu tokadı Mustafa antlaşmanın hayata geçirilebilmesi ye hakkın var. Bu nedenle buldukları
Kemal vuracaktı elbette. İlerideki pro- için, meclisin bu antlaşmayı onayla- cevapları buraya aktarıyorum. Tabii
jelerin tahakkuku için bu elzemdi. ması lazım. Sizler onaylamadıkça, o Yunan delegelerin İngilizler tarafın-
Yeni devleti kuracak kişi olarak henüz antlaşma geçersiz sayılacaktır. Yani son dan gemiye hapsedildiklerini, masaya
siyasî meşruiyeti yoktu. Halk nezdin- sözü sizler söyleyeceksiniz. İmzala- İngilizlerin oturduğunu saklayamı-
de yönetim merkezi hâlâ İstanbul. nacak antlaşmayı beğenmezseniz, yorlardı. Haliyle olayı İngilizler üze-
Siyasî kimliğinin kabul görebilmesi imzalamaz çöpe atarsınız. Bu kadar!” rinden izaha mecbur kaldılar ve İngi-
için ondan bir “kahraman yaratmak” Özetle bu minval üzere yapılan lizlerin ateşkese mecbur kaldıklarını,
gerekiyordu. M. Kemal Paşa da bunun konuşma ortamı biraz yumuşattı da bu nedenle Mudanya’da barış yapalım
muhalefetin dozu azaldı ve İsmet Paşa
bilinciyle Yunana vurulacak darbenin diye bize çağrıda bulunduklarını söy-
başkanlığındaki heyete yetki verildi.
hazırlıkları içindeydi. Nihayet Sakar- lemeye, yazmaya başladılar.
ya’da istenen oldu ve Yunanlar geri Şimdi İngilizleri ateşkese zorlayan
çekilmeye başladılar. müthiş buluşlarını sıralayalım:
Bunun üzerine İtilaf devletleri, An- 1. İtilaf devletlerinin maddi-mane-
kara hükümetine (yani Mustafa Kemal kırıcı bir şekilde- Marmara Denizi’n- vi bütün desteklerine rağmen Yunan
Paşa’ya) haydi gelin artık anlaşalım, de bir savaş gemisinde misafir olarak ordusunun Türkler karşısında ağır bir
teklifinde bulundular. 3 Ekim 1922’de ağırlıyorlardı. mağlubiyete uğraması (yani görünüş-
Mudanya’da toplandık. Masada İngil- te biz Yunanı yenmekle aslında İngil-
tere, Fransa ve İtalya delegeleri vardı. Ateşkese zorlayan buluşlar tere başta olmak üzere İtilaf devletle-
Yunanistan’dan hiç temsilci yoktu. İn- Mudanya’da alınan kararlar şun- rini de yendik anlamına geliyordu).
gilizler, Yunanistan delegelerinin (Ge- lardı: 1) Yunanistan Anadolu ve Trak- 2. Fransa ve İtalya Anadolu’nun iş-
neral Mazarakis ve Albay Sariyanis) ka- ya’dan çekilecek, savaş bitecek. 2) İti- galinden vazgeçerek, İngilizleri yalnız
tılımını engellemişlerdi. Onları -onur laf devletleri barış antlaşmasını (yani bıraktılar (Fransızlar Maraş, Antep ve
Lozan) imzalamadan, İstanbul ve civa- Urfa’da yumruğumuzu yiyince akılları
rından çekilmeyeceklerdi. başlarına geldi, çekip gidelim evimize
Buradan çıkan sonuç son derece dediler. Yalnız kalınca Mudanya’da
açıktır: Anadolu’nun elimizden alın- İngiltere’nin barış yapmaktan başka
masıyla Türk milletinin bağımsızlı- çaresi kalmadı).
ğına son verilerek tarihten silineceği 3. İngiliz toplumu da savaşlardan
iddiası tamamen uydurma bir senar- bıkmıştı, Türklerle yeni bir savaşa gi-
yodur. İşin aslı, Osmanlı coğrafyasın- rilecek diye uykuları kaçıyordu (Allah
da Sevr’in uygulanması için uygun Allah, sanki cephelerde İngilizlerin sa-
şartların oluşturulmasıdır. rışın conileri telef oluyordu! Ugandalı,
Birçok sempozyum, toplantı ve pa- Hindu, Yeni Zelendalıya kıran mı gir-
nelde ulusalcı papağanlar, “Yahu şu mişti, yoksa İngilizler hümanist duy-
Mudanya Mütarekesi ne numaradır? gularla bu siyahi sömürge kölelerinin
telef olmaları karşısında üzüntüden
gözyaşlarını tutamaz hale mi gelmiş-
lerdi? Mızrak çuvala sığmayınca, bu
» Galibiyet kılığında bir yenilgi
an büyük bir zaferdi. Bu sebeple konuya da açıklık getirmek zorunda
Cumhuriyet’in kurucularına göre Loz
ılandı. Uzma isimli genç kız gelin
Lozan dönüşü İsmet Paşa törenle karş kaldılar ama bir yalanı başka bir ya-
işti. Oysa bu antlaşmayla Sevr’de
gibi giydirilmiş ve Paşa’ya refakat etm
.
dayatılan bütün şartları kabul etmiştik

2015 EKİM / DERİN TARİH 71


Hanri Benazus, Türkiye Gerçeği (1919-1929), Bizim Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 2012.
rind e denedi
» Kahramanlık gösterisini Yunanların üze
ı siyasî bir meşruiyet kazanması
e karş
Mustafa Kemal’in İstanbul Hükümetin
an yapmakla mümkündü. Yunanlarla
gerekiyordu. Bu da ancak onu kahram
kaftandı. M. Kemal cephede.
yapılacak savaşlar bunun için biçilmiş

lanla desteklemek ne işe yarar? Sevgi- yemekten çekiniyordu. (Sanki onlar Lozan’a zafer mi dediniz?
li papağanlar bunu sıradaki maddeyle Çanakkale’den sonra ellerini kollarını İtilaf devletleri imameyi, yani Hi-
düzelttiler). sallayarak İstanbul’u işgal etmediler lafeti kontrol altında tutmak, onun
4. İngiliz sömürgeleri yeni bir sa- de biz gidip Londra’yı işgal ettik. Ce- tesbih taneleriyle ilgilenmesini en-
vaş fikrine sıcak bakmıyordu, üstüne halet işte, ne yapalım! Bu kadar ciddi gellemek amacıyla Yunanları İzmir’e
üstlük İngiliz ordusu da savaşmak ve bilimsel gerekçelerin içinde Kemal çıkardılar. Biz onlarla meşgul olalım
istemiyordu (demek üzerinde güneş Paşa’ya ayrı bir fasıl açılmazsa olmaz diye. Kendileri İstanbul’da imameyi
batmayan imparatorluk diye tanımla- tabii. Çanakkale’nin kaderini bir “Yar- kontrol ederken, Antalya’dan Urfa’ya
nan İngiltere’nin politikalarına, kendi bay”a bağlayan bu zavallı papağanlar kadar olan bölgelere geçici nöbetçi
kendilerini yönetmekten aciz bu sö- bakın ne yumurtladılar.) birlikler yerleştirdiler. Bu şehirlere
mürgeler karar veriyormuş). 6. Mustafa Kemal Paşa diplomatik daha sonra “Gazi” veya “Kahraman”
Gülmeyin beyler, biraz ciddi ola- atağa geçti ve dünya kamuoyunu lehi- gibi unvanlar verilmesi “ne büyük be-
lım. Bunu statükonun bekçileri olan mize çevirdi. İngilizler, Fransızlar ve ladan kurtardık bu ülkeyi, bu devleti
büyük Türk tarihçileri, pardon Cum- İtalyanlar neye uğradıklarını şaşırdı- ne kahramanlıklarla kurduk” siyaseti-
huriyet tarihiyle iştigal eden akade- lar ve barış dediler! ne zemin hazırlamak için geliştirilen
misyenler söylüyor. Bu söylemler (Bu “dünya kamuoyu, diplomatik söylemlerdi. Oysa Anadolu’da yaşa-
inandırıcı olmadığı ve kargaları saba- atak” ne ola ki? Üstelik Ankara’daki nanlar gerçek bir işgal operasyonu de-
hın köründe kıkırdattığı için Cumhu- hükümetin henüz hiçbir resmiyeti, ğildi. Sadece Avrupalıların sınırlarını
riyet papağanlarının ağababalarından yasal dayanağı yok. Dünya kamuoyu cetvelle çizdikleri Suriye, Irak, Ürdün,
biri daha makul gerekçeyi buldu. dediğin halklar ise M. Kemal Paşa’nın Lübnan, Suudi Arabistan gibi dev-
5. Çanakkale’de tokadımızı yiyen adını bile duymamışlardı. Cemiyet-i letçikleri kurup kendilerine itaatkâr
İngiltere hâlâ bu tokadın acısını ha- Akvam dersen bizi üye bile yapma- manda yönetimleri oluşturmak gaye-
tırlıyordu. Bu nedenle ikinci bir tokat mıştı. sine yönelik bir stratejiydi.

72 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Dosya

DİPLOMASİ TARİHİNİN
YÜZ KARASI
Artık masaya oturmanın zama- ikna ederken şöyle demişti: “İsmet Pa-
nıydı. İngilizler ve Fransızlar güney Lozan’ın en gırgır tarafı ise şu idi: şa’nın yapacağı antlaşmanın hiç öne-
topraklarımızda işlerini bitirmişlerdi. İsmet Paşa müzakereler esnasında ileri mi yok. Sonunda o antlaşma Meclise
Bizi masaya davet ettiler: Lozan’a! An- sürülen tezlere cevap veremiyordu; gelecek, onaylarsanız yürürlüğe gire-
cak imza atılıncaya kadar Çanakkale, çünkü konuşulanları anlamıyordu. cek, onaylamazsanız çöpe atılacak”.
Trakya ve İstanbul’dan çekilmeyecek- Karşı tarafsa konuşup duruyordu. Ce- Peki, meclis bu kadar büyük bir
lerdi. İşi sağlama almak gerekti. vap vermek için bir sonraki oturumda kaybı nasıl onayladı dersiniz? Hemen
Sıra Lozan’a barış heyeti gönder- Ankara’dan gelecek talimatlar bekle- çözüm bulundu, M. Kemal meclisi fes-
meye geldiğinde problemin en önem- niyordu. Yani İsmet Paşa M. Kemal’den hetti. Yerine tayinle getirilen meclis
habersiz adım atamıyordu. Şifreli
li kılçığı ortaya çıktı. Meclis Başkanı bile Lozan’ı zar zor onayladı. Şimdi
metinlerle Ankara’ya gidişatı rapor edi-
M. Kemal Paşa heyetin başkanı İsmet söyleyin bana, bu antlaşma zafer mi,
yor, gerekli talimatları alıyordu. Telgraf
Paşa olsun istiyordu. Herkesin aklı hezimet mi?
aracılığıyla gönderilen mesajların bir
haklı olarak karıştı. Bu, savaş da, as- Bir soru daha sormak lazım. İki kişi
nüshası Lozan’daki postane memurları
kerî bir iş de değildi. Ameliyathaneye bir araya gelir, bir şirket kurar ve bu
tarafından İngiliz ve Fransız diplo-
cerrah yerine kasap sokmaya ne gerek şirket adına bir market açarak işletir-
matlara verildi. Bu sebeple rakipler
vardı? Tartışmalar başladı. ler. Aradan zaman geçer, işler iyi git-
bir sonraki celsede Türk delegasyo-
İsmet Paşa bir askerdi, diplomasi- mez. Şirketi feshedip işe son vermeye
nunun ne söyleyeceğini ve blöflerini
den anlamazdı. Yabancı dil de bilmi- karar verirler. Altı üstü iki kişilik bir
bilerek masaya geliyorlardı. Diplomasi
yordu. Tarzanca bir Fransızcayla kurt şirket ve iş de bir market nihayetinde.
tarihinin en komik (daha doğrusu
diplomatların masasında, diplomatik Küçük şirketin bile maliye tarafından
trajikomik) antlaşması budur. Başka bir
cambazlıklarla, kelime oyunlarıyla tasfiyesi en az iki yıl sürer. Peki, nasıl
örneği yoktur.
nasıl başa çıkacaktı? olur da koca bir imparatorluğun tasfi-
Bu itirazlar büyüdü ve meclisi en- yesi sekiz ayda yapılır?
dişe sardı. Mustafa Kemal ve İsmet Tamam, antlaşmayı imzaladınız
Paşa’ya çok yakın olanların bile ağzını Lozan’da masaya oturduğumuzda ama Bulgaristan, Yunanistan, Irak,
bıçak açmıyordu. Bu iş diplomatların çoğu işgal altında da olsa toprakları- Suriye ve Mısır ile bir komisyon kur.
işiydi. M. Kemal Paşa’nın bu ısrarına mızın yüz ölçümü 2 milyon 500 bin Her ülkeyle karşılıklı olarak oradaki
hiçbir anlam veremiyorlardı. Tartış- kilometrekareydi. Masadan kalktığı- tapulu mülklerimizi, mal varlığımı-
malar yaklaşık üç ay sürdü. Sonunda mızda 780 bin kilometrelik toprağı- zı konuş, mütekabiliyet esasına göre
bazıları ikna edildi, bazıları ikna edil- mız kalmıştı elimizde. Mustafa Kemal bunları neticeye bağla, kolay iş mi?
miş gibi göründü, bir kısmı da sessiz- Paşa, İsmet Paşa’nın Lozan heyetine Söyleyin bakalım, neyin karşılığın-
liğe büründü. başkanlık yapması hususunda meclisi da bu hesaplar görülmedi? Bunları
milletin bilmeye hakkı var! 2 milyon
500 bin kilometrekareyi koruyamadı-
nız ve hibe edilen 780 bin kilometre-
» Tek hedef Osmanlı’yı bitirmekti rafyasının İngiliz kareye razı oldunuz. Peki, vatandaş-
Afrika ve Ortadoğu’daki Osmanlı coğ
Sevr projesinin amaçlarından biri de r çoktan larımızın kaybedilen topraklardaki
d-ı Şam denilen bölgede yeni devletle
ve Fransız mandasına girmesiydi. Bila
minaresinden Şam şehrinin görünüşü. şahsi mülklerini niye masaya getirme-
kurulmuştu bile. Emeviye Camii’nin
Osmanlı Belgelerinde Suriye, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yay., İstanbul, 2013.

diniz? Neden defteri kapattınız?


Düşünülmesi, irdelenmesi gereken
en önemli soru işte bu, yani Sevr!

Mehmet Çelik
Prof. Dr., Celal Bayar Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Başkanı.

2015 EKİM / DERİN TARİH 73


OSMANLI’NIN
SEVR’E CEVABI
Osmanlı Devleti’nin Sevr Antlaşması’nı sorgusuz
sualsiz kabul ettiği yakın tarihimizin yanlış
kabullerinden biridir. Oysa ne dönemin
padişahı Sultan Vahdettin, ne de Meclis-i
Mebusan antlaşmayı onaylamıştı. İşte
Osmanlı’nın Sevr’e karşı İtilaf devletlerine
verdiği o iki cesur muhtıra ve sonuçları.

74 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Dosya

MUSTAFA BUDAK
mubudak@hotmail.com

B
aşlık size garip gelebilir. için bu konferanstan Osmanlı lehine Oysa İtilaf devletleri aksini düşü-
Öyle ya, Sevr’i imzalayan bir karar çıkmasının tek şartı, geçici nüyor; özellikle İngilizler, bu müta-
Osmanlı hükümeti bir olacağını düşündükleri işgallere kar- rekenin Osmanlı Devleti’nin sonunu
siyasî hezimet ve imha şı fazla direniş gösterilmemesiydi. Şu getireceğinin Türklerce kabul edilme-
belgesi olan Sevr’e karşı nasıl bir ar- sözler devrin Sadrazamı Ahmed İzzet sini, Mısır ve Hindistan Müslümanla-
güman geliştirmiş olabilir? Antlaşma- Paşa’ya ait: rının da Türklerin yenildiklerine iyice
nın imzalanmasından önce herhangi “Sulh müzakeresine girinceye ka- ikna olmalarını istiyorlardı. Yani bir
bir siyasî girişimde bulunmuş muy- dar düşmanlarımızın öteden beri bir taşla iki kuş…
du? En önemlisi, Sevr imzalandıktan cihan sulhu için ilan ettikleri esaslar Beklenen barış konferansı 18 Ocak
sonra onaylandı mı? haricine çıkmayarak bunlardan bize 1919’da Paris’te başladı. Hedefinde iki
Mondros Mütarekesi (30 Ekim mülayim gelecek kısımları şimdi- devlet vardı: Almanya ve Osmanlı. 28
1918) Osmanlı Devleti açısından 1. den mevki-i file (yürürlüğe) koymak Haziran 1919 tarihli Versay Antlaşma-
Dünya Savaşı’nı bitiren, Anadolu ve ve mücavir (komşu) hükümetlerle sı ile Almanya ağır şartlara mahkûm
Trakya’da İtilaf devletleri işgallerini anasır-ı ecnebiyeyi (yabancı unsur- edilmiş, savaş dışı bırakılarak önce-
başlatan bir antlaşmaydı. Aynı zaman- ları) devr-i Hükümetimizden hoşnut likle Fransa dâhil Avrupa’nın güven-
da Osmanlı devlet ricaline artık yakın bırakmak suretiyle itimadları vesair liği sağlanmıştı.
gelecekte bir barış konferansı top- sulhde lehimize hareketlerini müm- Bu arada Mayıs sonlarında Osman-
lanacağı ümidini de vermişti. Onlar kün olduğunca kazanmaktır.” lı Devleti Paris Barış Konferansı’na

» Tasfiyenin imzaları atılıyor


Osmanlı Devleti’nin Sevr Heyeti üyelerinden Rıza Tevfik (Bölükbaşı) Sevr Antlaşması’nı salondaki yabancı ülke delegelerinin önünde
imzalıyor (solda). Hadi Paşa aynı masada (sağda).

Oral,İşgalden
AtillaOral,
Atilla Kurtuluşaİstanbul,
İşgaldenKurtuluşa DemkarYay.,
İstanbul,Demkar 2013.
Yay.,2013.

2015 EKİM / DERİN TARİH 75


Dosya

davet edildi. İtilaf devletleri ilkeleri ile galip devlet- 11. maddesindeki sözler Osmanlı
Osmanlı’nın ısrarına da- lerin taksim planlarıy- Devleti’nin kendiliğinden kabul et-
yanamayarak, “gelsinler dı. Osmanlı devlet ricali tiği yeni uluslararası konumu ortaya
bakalım, ne söyleyecek- muhtıralarını bu gerçek- koymakta. Bunlar aynı zamanda galip
ler?” edasıyla yapmışlardı bu leri dikkate alarak kaleme devletlere açık bir taahhüttü:
daveti. Oysa Osmanlı almışlardı. “Nihayet işbu taleplerin kabulü
devlet ricali öyle dü- Öncelikle Yeni halinde yeni müstakil ve ilerlemeye
şünmüyor, siyasî Türkiye’nin sı- istekli bir Türkiye’nin temelli kuru-
güçleri yetmese nırlarını belirli- lacağına inanan Osmanlı hükümeti
bile altı asırlık yordu muhtıra. Türklerin daha sonra büyük devletler
bir imparator- Bu sınırlar, ba- arasında genel üretimlere katılan ba-
luk geleneğiy- tıda Gümülcine rışsever, çalışkan ve Milletler Cemiye-
le savaş sonrası » Rıza Tevfik (Bölükbaşı) livası dahil olmak ti’ne girmeye değer bir millet halin-
oluşan bazı siyasî üzere Balkan Harbi de çalışma ile medeni ve galip Batılı
gelişmeler (Wilson ilkele- öncesi Türk-Bulgar devletlere ilelebet minnettar
ri, imparatorlukların yıkılması gibi) sınırı, kuzeyde Karadeniz, doğuda olarak yaşayacağını beyan
ışığında yeni bir uluslararası düzen Nahçıvan dahil Güneybatı Kafkas ile onur duyar.”
kurulacağını da dikkate alarak “Os- Cumhuriyeti (Elviye-i Selase/Kars, Her ne kadar galip dev-
manlı Devleti’nin talepleri”ni esaslı Ardahan ve Batum)’nin kuzey sı- letlerce ciddiye alınmasa
bir şekilde bildirmeyi planlıyorlardı. nırı Poti, güneyde ise Osmanlı da bu muhtıra Osmanlı
Nitekim öyle de oldu. devletinin Halep ve Musul (Mu- devlet ricalinin, zorlu
sul, Kerkük ve Süleymaniye iç ve dış siyasî şartlara
Tasfiyeye karşı iki muhtıra livaları) vilayetlerinin gü- rağmen devrin reelpoliti-
Aslında Paris Barış Konferansı -yu- ney sınırlarına kadar ğinin farkında olarak, altı
karıda değindiğimiz gibi- 1. Dünya uzanmaktaydı. Yani asırlık bir devlet ciddiye-
Savaşı sonrasında galip devletlerin son Osmanlı Mec- tiyle hazırladıkları ve Os-
mağlup devletlere dikte ettirilecek/ lis-i Mebusanı’nın manlı’nın siyasî talep-
ettirilen barış antlaşmalarının çer- resmî olmayan lerini içeren bir devlet
çevelerinin çizildiği bir uluslararası bir toplantısın- belgesiydi.
toplantılar dizisinin adıydı. Bilinenin da kabul etti- Osmanlı Devleti’nin
aksine bu konferanslar 10 Ağustos ği ve sadece ikinci cevabı Sevr Ant-
1920’de Sevr’in imzalanmasıyla sona kriter olarak laşması taslağına karşı
ermedi. Farklı adlar (Londra konfe- belirlenmiş sı- hazırlanan 25 Haziran
ransları, Paris görüşmeleri) taşıma- nırların isimlen- 1920 tarihli muhtıra
larına rağmen Lozan Konferansı’nın dirilmiş haliydi. olmuştur. 18-26 Nisan
(24 Temmuz 1923) sonuna kadar de- Ayrıca kapitülas- 1920 tarihleri arasın-
vam etti. Amaç, Osmanlı Devleti’nin yonların ilgası, his- da İtalya’nın San Remo
siyasî tasfiyesini gerçekleştirerek ta- seye düşen borçların şehrinde toplanan İtilaf
rihî Şark meselesini çözüme kavuş- ödenmesi, Çanakkale devletleri, barış antlaş-
turmaktı. ve İstanbul boğazlarının ması taslağını 11 Mayıs
Hedefi kendi toprakları olan böy- deniz trafiğine açılma- 1920’de Paris’teki
lesi bir sürece Osmanlı Devleti’nin sı, Anadolu sahilleri- Osmanlı Devle-
cevabı iki muhtıra şeklinde oldu. Bi- ne yakın adalar üze- » Damad Ferid Paşa ti’nin temsilcisi
rincisi, 23 Haziran 1919 tarihli olup rindeki haklar saklı Ahmed Tevfik Pa-
“müdafaaname” adını da taşıyan 11 kalmak kaydıyla şa’ya verdiler. Buna
maddelik bir muhtıraydı. 1. Dünya ahali değişimi hu- ilk tepki bizzat Tevfik
Savaşı sonrasında galiplerin kuracağı susunda İtilaf dev- Paşa’dan gelmiştir. Ona
yeni uluslararası düzenin hangi esas- letlerinin alacağı göre bu taslak Osman-
lar üzerinde şekilleneceğinin bilin- kararın kabulü lı Devleti’nin
ciyle hazırlanmıştı. Nitekim bu yeni gibi talepleri siyasî varlı-
düzenin meşruluk kaynağı, Wilson içermekteydi. ğını sona

76 DERİN TARİH / 2015 EKİM


» Osmanlı Devleti'nin Sevr'e karşı
savunması devrin gazetelerinde
bölüm bölüm yayınlanmıştı.

erdirmeyi amaçlayan bir metin olup bu parlamento beş yıl içinde Millet-
kabul edilmesi imkânsızdır. ler Cemiyeti’ne başvurarak Yunanis-
Acaba Tevfik Paşa’nın “kabul edi- tan ile birleşebilecekti. En önemlisi,
lemez” dediği bu barış tasarısı hangi Doğu’da Türkiye’den alınacak bazı
şartları içermekteydi? Bu tasarının topraklarla bağımsız Ermenistan
birinci özelliği, Osmanlı Devleti’nin kurulacak, Kürtlerin yaşadıkları yer-
yeni sınırlarını tayin etmesiydi. lerde de özerk Kürdistan tesis
Mesela devletin yeni sınırı edilecekti.
batıda Çatalca olacaktı. İs- Bundan başka Türkiye’de-
tanbul Türklerde kalacak ki azınlıklara özel haklar
ama İstanbul ve Çanakkale getirilecek, kapitülasyon-
boğazları uluslararası bir lar devam edecekti. Dahası, Daha sonra bu tasarı İstanbul’a gön-
komisyon tarafından yöne- Anadolu’da her İtilaf devle- derilmiş, Meclis-i Vükela ve Padişah
tilecekti. İkinci özelliği, tine ait yeni ekonomik tarafından tasdik gördükten sonra
siyasî feragatler nüfuz alanları oluş- Damad Ferid Paşa tarafından Paris’te
içermesiydi. Os- turulacaktı. Onlar Konseyi’ne sunulmuştur.
manlı Devleti Baskın Oran’a göre Osmanlı Devle-
kendisinden fii- “Lozan’ın ti’nin bu cevabî barış tasarısı oldukça
len ayrılmış ama öncülü onur zengin içerikli bir belgeydi. Çünkü
hukuken bağlı anıtı” bu belge hem üslup, hem öz, hem
Mısır, Libya, On
» Maarif Nazırı Hadi Paşa
Böyle bir taslağı de güçlü hukuk mantığı bakımından
İki Ada ve Meis adası hiçbir Osmanlı devlet ada- dikkate değerdi. Hatta bu özellik-
üzerindeki hükümranlık mı kabul edemezdi. Öyle ki, bu şart-
hakkından feragat edecekti. Hicaz lar Tevfik Paşa’ya göre “istiklal ve hat-
bağımsız olacak; Suriye, Irak ve Filis- ta devlet mefhumlarıyla kabil-i telif”
tin’de manda yönetimleri kurulacak- değildi ve kesinlikle uygulanamazdı.
tı. Fransa’nın Fas ve Tunus’taki koru- Bu amaçla daha Paris’te iken berabe-
yuculuğu tanınacaktı. Ayrıca İzmir rindeki heyette bulunan Dâhiliye Na-
» Versay hatırası
ve çevresinin yönetimi Yunanlara zırı Reşit Bey ve Nafıa Nazırı Operatör Osmanlı Devleti’nin Sevr heyetinden Reşat
bırakılacak, azınlıkların söz hakkının Dr. Cemil Paşa (Topuzlu) ile birlikte Halis, Rıza Tevfik (Bölükbaşı) ve Hadi Paşa
olacağı bir parlamento kurulacak ve bir karşı barış tasarısı hazırlamıştı. Fransa’daki Versay Sarayı’nda.
Atilla Oral, İşgalden Kurtuluşa İstanbul, Demkar Yay., 2013.

2015 EKİM / DERİN TARİH 77


Atilla Oral, İşgalden Kurtuluşa İstanbul, Demkar Yay., 2013.

VAHDETTİN SEVR’İ
ONAYLAMAMIŞTI
10 Ağustos 1920’de Sevr Barış Ant-
laşması Osmanlı delegeleri tarafından
» Karşılama kıt’ası bu düşünce uyarınca… Osmanlı Dev- imzalanmıştır. Buna rağmen bu ant-
Osmanlı Devleti’nin Sevr Heyetinin leti’nin Barış Konferansı’nın da aynı laşma ne Osmanlı Meclis-i Mebusanı,
başındaki Damad Ferid Paşa Fransa’ya adalet ve hak duygusuyla duygulan- ne de Sultan Vahdeddin tarafından
ayak basar basmaz devlet yetkililerince mış olarak bunu kabul edeceğinden onaylanmıştır. Bunun sebebini Sultan
karşılandı. Bu karşılamadan bir kare. Vahdeddin şu sözlerle açıklamaktadır:
kuşku yoktur.”
Her ne kadar bu sözler fazlasıyla “ … hakk ve adaletle telif oluna-
soyut ve ümitvar bir tavrın göster- mayacak (uzlaştırılamayacak) suretde
gesi olsa da tasarının başlangıç bö- gayr-i tabii olan böyle bir muahedenin
lümü daha somut olaylar üzerinden devam ve takarrür edemeyeceğini
tepkisini dile getirir. Mesela Sevr (istikrar kazanamayacağını) bildiğim-
taslağının Versay Antlaş- den hakkımızın anlaşılmasına müsaid
ması’ndan daha ağır hü- zamanın hululüne gelmesine kadar
lerinden dolayı Oran ta-
kümler içerdiği görüşü vakit kazanmak tarikinde (yolunda)
sarıyı “Lozan’ın öncülü
ileri sürülmüştür. Hat- devam ile muahedenin hükümetçe
bir onur anıtı” olarak
ta bu taslak Osmanlı kabulüne taraftar göründüm.”
tanımlamıştır.
Devleti’ni bölme Hiç şüphesiz bu sözler savunma
Barış tasarısı
amaçlıdır. Bu bağ- amaçlıdır ve sübjektiftir. Ancak Sevr’in
hakkında söylene-
lamda Osmanlı imzalanmasından hemen sonra
cek ilk söz, “eşit
Devleti’nden antlaşmanın onaylanmaması, Osmanlı
haklar ilkesi” ile
hükümetinin onay için bazı şartlar
“adalet” düşünce- birtakım özerk ya
ileri sürmesi ve sonunda Damad Ferid
sine vurgu yapılma- da bağımsız siyasî
Paşa’nın azledilerek Tevfik Paşa’nın
sıdır. Hiç şüphesiz bu yapılar çıkarmak,
sadrazamlığa getirilmesi ve onun da
sözlerin ilk muhatabı » Ahmed Tevfik Paşa “son derece haksız
şart olarak yapılacak seçimlerden sonra
İtilaf devletleri idi: kesip biçme ve çekip
Meclis-i Mebusan’ın onayının yanı
“Barış ancak herkes alma işlemi”dir. Ayrıca
sıra Mustafa Kemal Paşa ile uzlaşma
için eşit haklar ilkesinin ko- cevabî tasarıda İstanbul’un
şartını ileri sürmesi, sonraki uluslararası
ruyuculuğu altında uluslararasında Türkiye’den sayılmaması, Türkiyesiz
antlaşma süreçlerinin hepsinin “Sevr’in
güvenlik, karşılıklı saygı ve dayanış- bir Boğazlar komisyonunun varlığı,
tashih ve tadili” şeklinde geçmesi gibi
ma duyguları üzerine kurulabiliyor… Osmanlı jandarmasının İtilaf İşgal
sebepler Sultan Vahdeddin’in yorumu-
nu makul hale getirmektedir.

78 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Dosya

Komutanlığı’na bağlı olması, mali 25 Haziran tarihli tasarıya göre


komisyon marifetiyle Türkiye’nin Osmanlı Devleti azınlıklar hak-
mali işlerinin denetlenmesi gibi kında mütekabiliyet esasını kabul
hususlara değinilmiş ve bunların, etmektedir ki, bu husus nüfus de-
“Türkiye’nin bağımsızlığını orta- ğişimini öngören 23 Haziran 1919
dan kaldıran durumlar” olduğu tarihli muhtıradan farklıdır. Adli
vurgulanmıştır. kapitülasyonlarla ilgili olarak da
Diğer taraftan İtilaf devletle- Osmanlı Hükümeti, kendinden
rine Türkiye barışı ile ilgili bazı bir üye olmak kaydıyla, uluslara-
teklifler sunulduğu da görülmüş- rası bir adli komisyon kurulmasını
tür. Teklifler arasında tehditvari kabul etmiştir. Hatta anlaşmazlık
ifadeler vardı: hallerinde Milletler Cemiyeti’nin
“Ya Müttefik devletler Türki- hakemliği de onaylamıştır.
ye’nin varlığını sürdürmesi dü- Ne yazık ki bu muhtıra 17
şüncesindedirler; böyle ise ona Temmuz 1920’de İtilaf devletleri
yaşamak ve özgür ve sorumlu bir tarafından reddedilmişse de güç-
devlet gibi haklarına saygı göster- lü bir şekilde Osmanlı Devleti ve
terek ödevlerini yerine getirmek milletinin hukukunu korumaya
olanağını vermek zorundadırlar. çalışmıştır. Kanaatimizce, “12 mil-
Ya da Müttefik devletler Türki- yonluk Türkiye kendini korumaya
ye’nin ortadan kalkmasını isti- kararlıdır” anlayışının hem lafzen,
yorlar; öyle ise hükümlerini ken- hem ruhen muhtırada yer alması,
dilerinin yürürlüğe koymaları ve » Sevr’e özel pul Anadolu’da yeşermiş olan direniş
savunması bile dinlenilmemiş olan Yunanlar Sevr Antlaşması’nın imzalanması ruhunun bir yansımasıdır.
hükümlüden bu hükme imza koy- akabinde özel bir pul bastırmışlardı. Şurası bir gerçek ki Sevr Antlaşma-
masını ve uygulanması konusunda Venizelos’u Sevr’i imzalarken gösteren pul sı devletler hukuku açısından “onay-
2 drahmi değerinde.
kendileriyle işbirliğinde bulunmasını lanmayan” ve “hükümsüz” bir ant-
istememeleri gerekir.” laşmadır. Bu sebeple olsa gerektir ki,
Ancak ikinci yol İtilaf devletlerine Mustafa Kemal Paşa bile onaylanma-
önerilmemektedir. Çünkü bir halkı yan bu antlaşmayı “proje” ve “ahit-
kısa sürede yok etmek o kadar kolay name” olarak adlandırmış ve “büyük
değildir. Bu düşüncede olanlara ise Fas üzerindeki Fransız, Mısır ve Kıb- bir suikastın inhidamını (çökme) ifa-
Osmanlı tasarısının cevabı hazırdır: rıs üzerindeki İngiliz koruyuculukla- de eden bir vesika” şeklinde tanımla-
“12 milyonluk bir halkı öyle az bir rı onaylanmaktadır. Libya, On İki Ada mıştır.
zaman içinde ve kesinlikle barışta ile İmroz (Gökçeada) ve Bozcaada baş- Unutmayalım ki, tarihî olaylar
yok edebilmenin olanaklı olabilece- ta olmak üzere Limni, Midilli, Sakız, tek başına değil, cereyan ettiği süreç
ğini hiç kimse düşünemez”. Bununla Sisam ve Nikarya adaları üzerindeki içinde değerlendirilmelidir. Sevr Ant-
yetinmeyen tasarı, “yok edilmek is- bütün haklarından İtalya ve Yunanis- laşması da öyle. Sevr’i anlamak ve
tenen bir milletin hakkını ve bağım- tan lehine vazgeçmiştir Osmanlı. Di- anlatmak için Paris Barış Konferan-
sızlığını korumaya kararlı” olduğunu ğer taraftan, Trakya ile İzmir ve çev- sı sürecinde Osmanlı Devleti’nin 23
kesin bir dille ifade etmiştir. resi ile ilgili maddeler reddedilmiştir. Haziran 1919 ve özellikle 25 Haziran
Doğu Anadolu’dan toprak verilme- 1920 tarihli muhtıraları/tasarılarını
Antlaşma mı, suikast mı? mek kaydıyla Ermenistan’ın bağım- değerlendirmek gerekmektedir.
Sevr taslağının siyasî hükümler sızlığı tanınmaktadır. Kürdistan’ın Geçmiş ayrıntıda gizlidir. Sevr’in iki
kısmı incelendiğinde görülecektir ki, bağımsızlığı yerine yerel özerklik ayrıntısı bu iki muhtırada saklıdır.
“Osmanlı Devleti’nin adeta imhası” verilebileceğinden söz edilmektedir.
planlanmıştır. Bu bağlamda Osman- Ayrıca Suriye ve El-Cezire’nin bağım-
lı’nın, kurulacak yeni devletler düşü- sızlığı ise gerek milliyet ve gerekse
nüldüğünde bu işi feragat-rıza-tasdik sosyo-ekonomik sebeplerden dolayı
ekseninde gerçekleştirmek istediği kabul görmemiştir. Sadece Hicaz’ın Mustafa Budak
Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri
dikkat çekmektedir. Mesela Tunus ve bağımsızlığı tanınmıştır. ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Öğretim Üyesi.

2015 EKİM / DERİN TARİH 79


Sultan
Vahdettin
SeVr’i
onaylamadı
Sevr’in İngiltere ve Fransa tarafından ‘ya
imzalarsınız ya da harp başlar’ tehdidiyle
imzalandığını, belki de şartlarını bile doğru
Tarİh aTl ası dürüst okumadan gönderilmiş bulunan
delegelerce adeta namlu önünde imzalatıldığını
Mustafa arMağan
» Araştırmacı-Yazar biliyor muydunuz?

“B izim tarihimiz çalınmış bir ta- tanbul hükümeti ve padişahına imza- Yakın tarihin bundan sonraki göre-
rihtir” der Kemal Tahir. Çalınmış ve latmışlardır. Dolayısıyla Damad Ferid vi, bu beyin hasarının nasıl iyileştirile-
yerine fark edilmemesi için çakması kadar Sultan Vahdettin de haindir, ceği, beynimizin nasıl sağlığına kavuş-
konulmuş bir tarih, demek daha doğru satılmıştır, işbirlikçidir vs. turulabileceği ve Mustafa Kemal miti
olur. Bu sahte tarihin üzerine yığılan Oysa, diye devam eder hikâye, etrafında oluşturulmuş bulunan bütün
çeri çöpü ayıklamak ise maalesef bize Mustafa Kemal önderliği altında top- çarpıtılmış tarihi nasıl olduğu haliyle
ve size düşüyor ey okur. Müteyakkız lanan Millî Mücadele, yani Ankara, (thing in itself) kavrayabileceğimizi
olun ve resmî tarihin aslında tarih Sevr Antlaşması’nı asla kabul etmeyip göstermek olacaktır.
değil, ideoloji olduğunu bilerek atın yırtıp atmış ve ‘yedi düveli’ yurttan Bundan kaçınan her tarihçi gele-
adımlarınızı. kovarak Lozan’da şerefli barış antlaş- cekte kendini suçlu veya işbirlikçi san-
Çalınmış ve yerine çakması konul- ması imzalayarak bağımsızlığımızı ilan dalyesinde göreceğini bilerek kalemine
muş tarih sahnelerinden biri de “im- etmişlerdir. abanmalı, onu, Namık Kemal’in deyi-
paratorluğun idam fermanı” şeklinde Kurgu budur ve bunun 90 küsur şiyle ne isterse yaptırabileceği bir ‘zen-
lanse edilen Sevr Antlaşması’dır. Bu yıldır bir olgu gibi sunulması, sunmak ci köle’ haline getirmekten kaçınmalı-
resmî yalana göre İngilizi, Fransızı, ne kelime, resmen dayatılması, eğitim dır. Ne de olsa, biz geçmişi yargılarken
İtalyanı, Yunanı… toplanmış, toprak- sistemi tarafından ezberletilircesine zi- geçmiş de bizi yargılayacaktır. Tarihi
larımız bölüp parçalamak, ‘Türk’ün hinlere kazınması Sevr ve Lozan hak- bu derece çarpıtmaktan ve yolsuzluk-
haysiyetini beş paralık etmek için kındaki bilgilerimizi maalesef altüst tan sanık Cumhuriyet tarihçilerinin de
onun vücudunda “vivisection”, yani etmiş ve adeta bir trafik kazası veya bir ‘Yassıada’sı mutlaka olacaktır!
diri diri ameliyat yapmak için el ele felç geçirmişçesine zihnimizin hasar Kemalistler tarihin istedikleri gibi
vermiş; Sevr’i ‘hain’ ve ‘işbirlikçi’ İs- görmesine sebep olmuştur. at oynatabilecekleri babalarının çift-

80 DERİN TARİH / 2015 EKİM


liği olmadığını öğreninceye kadar
bazı hakikatleri -mahut 5816 kı-
lıcının verdiği müsaade nisbetin-
de- hatırlatmak bizim sırtımıza
yüklenmiş bulunmaktadır. Ancak
resmî tarih tekeli kırıldığında -ki
kırılmaya başlamış olup bir resmî
tarih enkazı göreceğimiz günlerin
uzağında değiliz- bugüne kadar
yazılmış yüz kızartıcı kitap ve
yazıların nasıl birer yolsuzluk ve
arpalık belgesi olduğunun ortaya
çıkacağından emin olabilirsiniz.
Arkalarına devletin bütün
imkânlarını alarak yiğitlik tasla-
yanların, 5816 zırhına bürünerek
pervasızca ateş edenlerin böyle
gelmiş ama böyle gitmeyeceğini
bilerek hareket etmelerinde fay-
da var. Bunları tamamen gayri
siyasî bir düzlemde söylüyorum, zira
resmî tarih üzerindeki Kemalist te- » Osmanlı’nın itirazı
Sevr antlaşmasına Osmanlı tarafının
kelin kırıldığını görmek isteyene gün
itirazı üzerine Fransız Başbakanı
ışımıştır. İstemeyeni ise ne kadar uğ- Clemenceau’nun Damat Ferid Paşa’ya
raşırsanız uğraşın ikna etmeniz müm- yazdığı cevabın baş kısmı (yukarıda).
kün değildir. Sultan Vahdettin (sağda).
“Sevr efsanesi”nin de böyle bir
hikâyesi var ve maalesef bu ‘hikâye’ye
Kastamonu Nasrullah Camii’nde ver-
diği vaazda Mehmed Akif gibi dini
bütün insanlar da iştirak etmiş görü-
nüyor ve bu bizi daha çok yaralıyor.
Sevr’in öldürücü maddeleri Akif’e
göre bizden “başımızı, boynumuzu, Ayağa kalktı ama neden?
hayatımızı, saltanatımızı, devletimi- Şimdi TBMM’ye uzanalım ve Giz-
zi, hilafetimizi, dinimizi ve imanımı- li Zabıtlar’ın 1921 yılına ait cildini
zı” istemektedir. İslam âleminin son elimize alıp başlayalım karıştır-
kalesi olan Osmanlı’nın yıkılması maya; 8 Şubat günü yapılan
halinde her şeyimizi kaybedeceğimizi oturuma gelelim. Meclis Reisi
söylüyor, cemaat de gözyaşları içinde Mustafa Kemal Paşa’ya göre
“Amin, Amin” diye ağlıyordu. Sultan Vahdettin, Sevr Ant-
Akif’in o tarihte Sevr’in aslında laşması’nın imzası öncesinde,
neye hizmet ettiğinin farkında olma- 22 Temmuz 1920’de toplanan
ması anlaşılabilirse de aradan 95 yıl Saltanat Şurası’nda “Sevr mu-
geçtikten ve bunca yayın piyasaya sü- ahedesini... bizzat ayağa kalk-
rüldükten sonra aynı saflıkla meseleye mak suretiyle kabul etmiştir”.
bakmamız tek bir şeyle, uyutulmuşluk Peki olay hakikaten Musta-
ve uyanmaya niyetli olmamakla açık- fa Kemal’in açıkladığı gibi mi
lanabilir. cereyan etmiştir? Saltanat Şu-
Şimdi uyanma, Attila İlhan’ın sev- rası’nda ‘Sevr’i kabul edenler
diği tabirle ‘intibah’ vaktidir. ayağa kalksın’ denilmiştir

2015 EKİM / DERİN TARİH 81


tarİh atl ası
Mustafa arMağan

de, Vahdettin de ayağa kalkmak su- Bir antlaşma nasıl yürürlüğe yatımın en acı dakikalarını yaşadı-
retiyle kabul mü etmiştir? Şuraya ka- girer? ğımdan herhalde şüphe edilemez.
tılmış olan Sadrazam İzzet Paşa’nın Neticede Sevr Antlaşması 10 Ağus- Kulaklarım uğulduyordu, sanki dilim
hatıralarında hadise şöyle geçer: tos 1920 günü çini ve porselenleriyle damağıma yapışmıştı. Bereket versin
“Müzakere garip bir tarzda geçti… meşhur Sevres fabrikasının salonun- ki, konuşma falan diye bir şey yoktu.
Ayan’dan Topçu Rıza Paşa merhum, da Ayan Reisi Hadi Paşa, diplomat Ellerimin titrediğini belli etmemeye
gür sesiyle itiraza kalkıştıysa da, Sad- Reşad Halis Bey ve Dr. Rıza Tevfik çalışarak, önce imzamı attım, sonra
razam onu çirkin bir şekilde susturdu tarafından imzalandı. Peki imzalama- da mührümü bastım. Bundan sonra-
ve mecliste düşünce ileri sürüleme- ma lüksleri var mıydı? Bunu isterseniz sını pek net olarak hatırlamıyorum.
yeceği, mesele oya konulacağı zaman Rıza Tevfik anlatsın: Salon, salondaki kalabalık, tamamen
kabul edenlerin ayağa kalkması, et- “Salona girmezden evvel bize Fransız gözlerimin önünden silinmiş gibiydi.
meyenlerin yerinde kalması gerekece- hariciye memurlarından seçilmiş ve bu İçlerimiz kan ağlayarak, başlarımız
ğini kahraman bir eda ile ihtar etti. işe memur edilmiş üç kişi ağız açtırma- önümüzde, büyük ve muhteşem salo-
Bunun üzerine Zât-ı Şahane [Vahdet- dılar ve şu tenbih ile bizi ikaz ettilerdi: nu terk ettik!” (Hayat, 20 Mart 1974)
tin]: “Böyle müzakere olmaz. Fayda ve - Efendiler, her şey olmuş bitmiştir. İlk defa Kadir Mısıroğlu’nun Hila-
zararlarına dair burada bulunanların Sizlerin imza etmekten başka bir işiniz fet adlı kitabında (Sebil: 2013, s.702)
görüşleri dinlenmelidir” buyurdular. kalmamıştır!” neşrettiği 15 Temmuz 1933 tarihli
Ferit Paşa bunun üzerine galiba daha Durum o kadar vahimdir ki, heye- mektubunda ise Rıza Tevfik’in Sevr’i
önce konuşup anlaştığı bazı kişilerin tin eli kolu değil, ağzı da bağlanmıştır. niçin imzaladıklarına dair bir dostuna
görüşlerini sormuş, bunlar da hep ka- Rıza Tevfik anlatıyor: yazdıkları manidardır:
bul tarafında görüş ortaya koymuş- “Bize ağız açmak memnu (yasak) “Tevfik Paşa’ya anlatmıştım ki, biz
lardır. Kabul edenler ayağa kalksın idi. (…) Bizlere sadece vesikayı imza sulhü imza etmekle hakikaten sulh
denilmesi üzerine Zât-ı Şahane birden- etmek mecburiyeti düşüyordu. (…) teessüs etmiş (gerçekleşmiş) olmaz.
bire kalkıp salondan çıkınca herkes de Bizi çağırdılar. (…) Evvela Hadi Paşa, Ancak Meclis-i Mebusan toplanıp
tabiî olarak ayağa kalkmış, komedya sonra ben, sonra da Reşad Halis Bey onu tasdik ve kabul ederse, yani ‘rati-
da bu şekilde sona ermiştir.” muahedeyi imzaladık ve mühürledik. fier’ ederse o vakit resmen musaddak
Buna göre Vahdettin, Sevr’i onay- Sonra da salondan çıkıp gittik.” (Bi- (onaylanmış) olur. Bunu Padişaha
lamak için değil, toplantının Sevr’i raz da Ben Konuşayım, İletişim: 2013, dahi anlatmıştım. Şimdilik ise (Sevr’i
onaylatmak üzere taraflı bir tarzda s.136 ve 140-41). imzalamakla) resmen memleketimize
yürütülmesini protesto mahiyetinde Yıllar sonra o anda yaşadıklarını da sükunet temin etmiş ve Mustafa Ke-
ayağa kalkmış ve çıkıp yan odaya geç- şöyle anlatacaktı: mal’e de azim bir fırsat kazandırmış-
miştir. “Sıra bana gelmişti. Bu anda, ha- tık.”

» Sevr’e Cevabımız
Osmanlı’nın Sevr’e cevabı
Vakit gazetesinde böyle tefrika
edilmişti ama İtilaf devletleri
bunları küstahlık sayarak kaale
bile almadı.

82 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Sevr hukuken geçerli Mehmet Çelik’in yazıların-
midir? dan öğrenmiş olmalısınız.
Öte yandan Sevr’in onay- Şimdi biz Sultan Vahdet-
lanması (ratification) mese- tin’in Sevr hakkındaki kana-
lesi var ki, Sultan Vahdettin at ve tavırlarını görelim.
Nisanın 11’inde, yani Sevr’e
karar verecek San Remo “Mecelle-i mesaib”
Konferansı’nın bir hafta ön- Sevr’in İngiltere ve Fransa
cesinde Meclisi fesh etmiş tarafından ‘ya imzalarsınız
olması sebebiyle Meclis-i ya da harp başlar’ tehdidiy-
Mebusan toplanıp onay ka- le imzalandığını, itirazların
rarı alamıyor, karar ala- ciddiye bile alınmadan zor-
mayınca da Padişah bunu la, aslında uygulanamaya-
bahane ederek Sevr’i tasdik cak kadar saçma olduğunu
etmekten kaçıyordu. görerek vakit kazanmak için
Özel Hukukta yetkili Sevr’e belki de şartlarını bile
temsilci bir sözleşmeyi imza- doğru dürüst okumadan gön-
larsa asil’i, yani vekili oldu- derilmiş bulunan delegelerce
ğu kimseyi bağladığı halde adeta namlu önünde imzala-
kamu hukukunda durum tıldığını görmüş olduk.
farklıdır. Özellikle Devletler Bir kere şunu belirtelim
Hukukunda yetkili delegeler ki, İngilizler ile iyi geçinme
bir andlaşmayı imzalar ama siyasetinin İngilizlerin ‘ada-
eğer andlaşma asil, yani ve- mı’ olmakla alakası yoktur
kili olduğu devletin yasama ve asıl İngilizlerin adamının
organı ve devlet başkanı ta- kimler olduğunu onlar nasıl
rafından onaylanmazsa dev- bir Ortadoğu düzeni kurmak
leti bağlamaz ve yürürlüğe istediyse aynen kabul eden ve
girmez. Bunu Prof. Dr. Yıl- tasarladıkları Yeni Ortadoğu
maz Altuğ (Belgelerle Türk Düzeni’ne harfiyyen sadık
Tarihi Dergisi, 32, Mayıs kalanlar, üstelik ‘irredentist’
1970, s. 16-19) şöyle açıklar: “Bütün » Antlaşma mı proje mi? olmayacağına, yani eski Osmanlı top-
bir millete hem de uzun bir müddet Nutuk’ta Atatürk Sevr’e 10 yerde raklarını geri almaya kalkmayacağına
için bir külfet yükletilir ve serbestliği antlaşma (muahede) değil “proje” dair ettiği yemini bir de “Yurtta sulh,
bağlanırken ona bir kere daha bunu demektedir. Nutuk’un 1927
cihanda sulh” diye vecizeleştirenler ol-
baskısından bir sayfada “Sevr projesi”
inceleme ve düşünme imkânının veril- duğu ileriki yıllarda ayan beyan orta-
ifadeleri görülmektedir.
mesi amme (kamu) hukukunun mahi- ya çıkacaktır.
yeti icabıdır.” Belki Sultan Vahdettin’in tavrını
Hükmünü şöyle verir Prof. Altuğ: İran’ın en zor zamanında İngilizler ile
“Günümüzde pek çok yazar onayı uzlaşır görünüp de devletin varlık ve
andlaşmanın andlaşma olması için bağımsızlığını bir miktar itibar kay-
mutlaka ararlar. Hal böyle iken bir- dilmiş bir tasarıdan söz ediyoruz ve betme pahasına korumayı amaçlayan
çok tarih kitaplarında ve hukuk eser- ilginçtir Gazi Mustafa Kemal de Nu- ve Sevr’den tam 1 yıl, 1 gün önce
lerinde Sevr’in bir andlaşma olarak tuk’unda tam 10 ayrı yerde Sevr’den İngilizlerle bir antlaşma imzalayan
gösterilmesini hayretle karşılamamak ‘muahede’ olarak değil, ‘proje’ olarak Vüsukuddevle’ninkiyle kıyaslayabi-
mümkün değildir. (…) Sevr andlaşma- söz etmek mecburiyetinde kalarak liriz. Onun bu tavrı da milliyetçilik
sı Türkiye tarafından onaylanmadığı bu hükmü doğrulamaktadır. Demek döneminde ‘ihanet’ olarak damgalan-
gibi (…) onaylanmadığından akdedil- ki Sevr bir andlaşma değil, hatta ak- mıştır ama sonradan İran’ın devlet
miş (resmiyet kazanmış) kategorisine dedilmiş bile sayılmaz, çünkü onay- olma vasfını korumasına ve Osmanlı
bile girmeyen bir tasarıdan ibarettir.” lanmamıştır ve bir projeden ibaret Devleti gibi ortadan kaldırılmasına
Güzel, hukukî olarak yok adde- kalmıştır. Neyin projesi olduğunu ise engel oluşuna vurgu yapılarak za-

2015 EKİM / DERİN TARİH 83


tarİh atl ası
Mustafa arMağan

yıfın silahı olarak uzlaşmanın gücü- » Yunanistan’ın büyük rüyası “Ben Sevr Antlaşmasını kesin-
ne atıfta bulunularak tarih önünde Sevr’e göre Megola İdea leşmiş sayılacak surette tasdik
haklı çıkarılmıştır. Vüsukuddevle de doğrultusunda hazırlanan “Büyük etmedim. Meselenin kesinleşmesinin
Yunanistan” haritası. Buna göre Ege
Sultan Vahdettin gibi ikili oynamış, Meclis-i Mebusan’ın kabulünden son-
bölgesi de Yunanlıların olacaktı.
ince bir diplomasi yürütmüş ve İran raki tasdikime bağlı olduğunu ve hak
için bütün kapıları açık tutmayı ba- ve adaletle bağdaşmayacak surette
şarmıştır. (Oliver Bast, “Yanlış Anla- anormal olan böyle bir antlaşmanın
şılmaları Ortadan Kaldırmak” Der.: olduğunu yazar (TTK: 1984, s. 227). devam ve istikrar sağlayamayacağını
T. Atabeki-E.J.Zürcher, Otoriter İnsaf ile düşünülsün: Böyle birinin bildiğimden hakkımızın anlaşılması-
Modernleşme, İst. Bilgi Üni.: 2012, s. ‘hain’ olması mümkün mü? Aynı ki- na müsait zamanın gelmesine kadar
250-5) taptan “Gece gündüz ne çektiğimi bir vakit kazanmak yolunda devamla
Sultan Vahdettin’in Sadaret Müs- Allah bilir, bir ben bilirim. Ben mil- antlaşmanın hükümetçe kabulüne ta-
teşarı Ali Fuad Türkgeldi, sarayında letimin ateşli külü üzerine oturdum, raftar göründüm.”
bir köşkün geceleyin yanması üzerine taht-ı saltanatın kuş tüyünden min- Demek ki vakit kazanmak için
bahçeye fırlayan Sultanın, hizmetçile- derleri üzerine oturup gömülmedim” Sevr’in imzalanmasına taraftar gö-
rin yangın karşısında ağlaması üzeri- sözlerini okurken gözlerimizin buğu- rünmüş. Peki ‘ümid kapısı’nı açık
ne “Benim milletimin ocağı yanıyor, lanmasına engel olamıyoruz. bırakmak için imzalanması sineye çe-
ben onu düşünüyorum; kendi evim Sultan Vahdettin Sevr karşısın- kilen Sevr hakkında ne demişti: “Me-
yanmış, ne ehemmiyeti var” diyecek daki kesin tutumunu net bir şekilde celle-i mesâib”, yani musibetler bel-
kadar vatanperver ve millet sever biri açıklamıştır: gesi. Sevr’in şartlarını duyar duymaz

84 DERİN TARİH / 2015 EKİM


hİNDİsTaN’DaN
sUlTaNa DEsTEK
yaptığı yorum buydu ve sonraki tavrı Kendi deyişiyle ‘hadiselerin ge-
Sevr’den kısa bir süre önce, Mayıs
da gayet netti. Sevr imzalanacak ama lişmesini beklemeyi’ tercih etmiştir.
1920’de Hind Hilafet Delegasyonu
onaylanmayacaktı. Vakit kazanılacak Ancak b ve c planları da kafasında-
Osmanlı Sultanı Vahdettin’e bir
ve kazanılan vakitte dünya ve Tür- dır. Şöyle bir cümlesi okunur Şerif
mesaj yollayarak onu yüreklendiriyor
kiye şartlarının değişmesi beklenecek, Paşa’nın notlarında:
ve arkasında olduklarını şöyle
uygun bir vasatta yine hakların ve “Eğer işler kötü gider ve oya-
haykırıyordu:
toprakların hiç değilse bir kısmının lamakta muvaffak olamazsam,
“Ancak İslam dünyası için çok daha
geri alınması için fırsat kollanacaktı. andlaşmayı imzalamaktansa
önemli olan, siz Majestelerinin İtilaf
Muhtemel bir barış antlaşmasında devletlerinin taleplerine vereceğiniz
tahttan feragat etmeye kararlıy-
baskı altında kalmaması için Anka- cevaptır ve bu cevap verilmeden önce dım.”
ra’daki Meclisin açılışını kolaylaş- siz majestelerine İslam dünyasının Bu kararından dönmedi ve Da-
tıran 11 Nisan 1920 tarihli Meclis-i bugün Hulefa-i Raşidin’den bu yana mad Ferid Paşa ve İtilaf devletlerinin
Mebusanı fesih kararı, 12 gün sonra hiç olmadığı kadar sizin yanınızda “geçici” olarak dahi olsa imzalaması
açılacak BMM’nin müjdesi gibidir ve bütün gücüyle durduğunu bildirmeyi yönündeki bütün baskılarına rağmen
Sevr gibi bir dayatmaya karşı Mec- görev sayıyoruz. Şu anda her bir Sevr’i “geçici” olarak bile imzalama-
lisin İstanbul’dan uzaklaştırılmasına Müslüman gözünü kırpmadan ve hiç yı reddetti. İsmail Hakkı Okday’ın
yönelik planlı bir tasarruf olması akla korkmaksızın Allah’ın kendilerinden Şahbaba’da yer alan notlarına göre
yakın gelmektedir. beklediğini, imanın bedeli olarak Vahdettin Han Sevr Andlaşması’nın
Şerif Paşa’nın Fransızca notların- hayatını feda etmek dahil olmak üzere ‘anayasal bir mecburiyet’ olduğu ha-
da Sultan’ın Sevr hakkındaki şu tes- yapmaya kararlıdır. Cenab-ı Hakk’ın tırlatılmasına rağmen imzalamayı
pitleri çarpıcıdır: siz Majestelerine ve sizin asil ve cesur, reddetmiş ve “açık bir şekilde bu ba-
“O Sevr Andlaşması ki, elime ilk ancak parçalanmış milletinize, yalnızca rışın şartlarını kabul etmediğini yete-
aldığımda keskin bir acı ve korkulu Türkiye’ye değil, aynı zamanda İslama rince göstermişti”.
bir ürperti hissettim. Sevr Andlaşma- karşı olan görevinizi yerine getirme Avni Paşa ise hatıratında Vahdet-
sı bana göre ne bir andlaşmaydı ne gücü ve azmi vermesi ve Türkiye’nin tin’in Sevr için “mecelle-i mesaib”
de bir pakttı; kötülüğün baştan aşağı birliğinin kısa süre içinde İslamın dediğini tekrarlarken arkasından şu
kendisiydi.” birliğinin gerçek aynası haline gelmesi cümleyi eklediğini yazar: “Bu Sevr
Başka ne desin? Ama diyor. Şun- için dua ediyoruz. ‘Korkma, şüphesiz antlaşması mecelle-i mesaibdir fakat
ları: Allah bizimle beraberdir.’” nakş-ı ber-âbdır (su üzerine yazılan
“Bana gelince; mecburi ve geçici Unutmayalım ki, İngilizleri bir yazıdır)”. Yani hemen bozula-
imza taktiğiyle biraz zaman kazan- İstanbul’u Türklerden almaktan caktır ki Nasreddin Hoca’nın karla
maya çalıştım. Saltanat Şurası’nı da vazgeçiren ve imzalattıkları Sevr’i pekmezi karıştırıp “Yaptım ama ben
zaten her türlü mes’uliyeti üzerime uygulamakta tereddüde sevk eden de beğenmedim” dediği gibi imzala-
alarak galipleri ve zaferlerinden sonra faktörlerden biri de idaresi altındaki tanlar bile beğenmeyecek, yürüme-
Türkiye’ye karşı aşırı düşmanca bir Hind Müslümanlarının Halifeye yeceğini anlayınca da kendileri dahi
tavır içine giren bu memleketlerin böylesine cansiperane bir şekilde onaylamayacak (Yunanistan hariç)
kamuoyunu biraz sakinleştirmek için destek çıkmalarıydı. ve sonuçta Sevr başta Vahdettin ol-
teşkil etmiştim. Gelişmeleri bu şekil- mak üzere taraf devletler tarafından
de beklerken biraz zaman kazanma- dahi tasdik edilmeyecek, dolayısıyla
ya çalıştım, zira olayların gidişatını hukuken geçerlilik kazanmamış bir
normale sadece zaman çevirebilir- Anlaşılan kimse Sevr’i antlaşma olarak tarihe geçecektir.
di.” (Murat Bardakçı, Şahbaba, Pan: Ne isabetli bir teşhis Yarabbi:
2002, s. 436-7) ciddiyete almıyordu Nakş-ı ber âb! Lakin o su üzerine ya-
Hind Hilafet hareketinden bir he-
yet Sultanı ziyaret ederek Sevr’i ka-
ki, hiçbir devlet bu zılan yazıdan biz ne yalan kuleleri ve
kaleleri diktik, hayret edilecek haldir.
bul etmemesini söylemiş, Sultan da antlaşmayı onaylamadı. Yakın tarihin bize en uzak tarih oldu-
‘oyalama kararı’nı onlara şöyle bildir- ğu yolundaki beylik lakırdıyı burada
mişti: “Son sözüm şudur: Ben yapa- Sevr’i, garip bir şekilde, tekrar etmemde mahzur var mı?
cağımı bilirim. Bugünkü muameleler
zevahiri kurtarmak ve vakit kazan-
bile bile ölü doğurdular.
mak içindir. Müsterih olsunlar.” Sina Akşin

2015 EKİM / DERİN TARİH 85


PARİS BARIŞ
KONFERANSI’NDAN
SEVR’E GİDEN YOL
Paris Konferansı ile başlayıp Sevr Antlaşması’yla
sonuçlanan süreçte halkların birbiriyle çelişen
talepleri, galip devletler arasındaki çıkar
çatışmaları ve Wilson prensipleri uzlaşmayı
zorlaştırmıştı. Osmanlı toprakları paylaşılacaktı
ama nasıl?

TARİHÇİ GÖZÜYLE dan çok farklı sonuçlara yol açacağının yayınladıklarında bu beklentinin ne
da farkındaydı. Osmanlı’nın savaşa derece hayalci olduğu anlaşılmıştı.
m. şükrü hanİOĞLU girme kararı üzerine açıklamalar ya- Dışişleri Komiseri Troçki tarafından
» Prof. Dr., Princeton Üniversitesi Yakın Doğu
pan Britanyalı liderler de bunu vurgu- açıklanan metinler sadece Arap vila-
Çalışmaları Enstitüsü Öğretim Üyesi. lamaya özen göstermişlerdi. Örneğin yetlerinin değil, Doğu ve Güney Ana-
hanioglu@princeton.edu
Başbakan Herbert Asquith, “Osmanlı dolu’nun da farklı işgal ve nüfuz bölge-
hâkimiyetini sadece Avrupa’da değil, lerine ayrılacağını gösteriyordu. Savaşa
Asya’da da sona erdirmek ve Türkle- İstanbul Anlaşması sonrasında katılan

B atı Cephesinde Kaiserschlacht


(Operation Michael) adı verilen
ve Mart-Haziran 1918 arasında ger-
rin ölüm fermanını yazmak” için ka-
rarlı olduklarını belirtmişti (Times, 10
Kasım 1914).
İtalya ve 1917 yılında dâhil olan Yu-
nanistan’ın Batı Anadolu üzerindeki
talepleri de göz önüne alındığında Os-
çekleştirilen Alman bahar taarruzu- Osmanlı yöneticileri kendilerini manlı yöneticileri için oldukça karam-
nun başarısızlığı, 3 Mart 1918 tarihin- kötü bir sonun beklediğini ve düşman- sar bir tablo ortaya çıkıyordu.
de imzalanan Brest-Litovsk anlaşması ların imparatorluğun paylaşımı için Rusya’nın savaştan çekilmesi
sonrasında Rusya’nın savaştan çekil- değişik anlaşmalar yaptıklarını bili- sonrasında Nisan 1915’de Winston
mesiyle doğan ümitleri boşa çıkartmış- yorlardı. Buna karşılık uzun süredir Churchill’in ifadesiyle, “savaş ga-
tı. Dağılan, sadece kâğıt üzerinde var Avrupa dengesinin önemli bir parçası nimetlerinin en yağlı parçası” ola-
olan ordular, sayısı bir milyona yakla- olmuş ve hilâfet makamını elinde tu- rak Rusya’ya vaad edilmiş olan ve
şan asker kaçağı, Arap vilâyetlerinin tan bir imparatorluğun, ciddi toprak Enez-Midye hattından başlayarak
elde kalan bölümünde yaygınlaşan is- kaybına karşılık yaşamasına izin veri- bütün İzmit yarımadasını içine alacak
yanlar ve Kafkasya dışında bütün cep- leceğini düşünüyorlardı. Bu beklentiye ve Ege’de elde kalan iki Osmanlı ada-
helerde hızla ilerleyen İtilâf devletleri göre payitaht ve imparatorluğun mer- sını kapsayacak “İstanbul bölgesi”nin
orduları savaşın kaybedildiğini hiçbir kezi korunacak, çevresinin ise muhta- akıbetinin ne olacağı meçhul olsa da,
kuşkuya yer vermeyecek şekilde ortaya riyet verilerek İstanbul ile bağlantısı bu stratejik alan üzerinde pek çok ta-
koyuyordu. sürdürülecekti. lebin gündeme getirileceği ortadaydı.
1918 yazının ilerleyen günlerinde 1917 Kasım’ı sonunda Bolşevikler, Dolayısıyla beklenen yenilgi, impara-
Osmanlı liderleri savaşın kaybedilmiş 1915 İstanbul uzlaşması ve 1916 Sy- torluğun sonunu getirecekti.
olduğunun bilincindeydiler. Devlet ri- kes-Picot-Sazonov olarak bilinen pay- Hatırlanacak olursa 1915-18 dö-
câli bu yenilginin geçmişte yaşananlar- laşım planlarını Izvestia gazetesinde neminde Osmanlı paylaşımına ilişkin

86 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Atilla Oral, İşgalden Kurtuluşa İstanbul, Demkar Yay., 2013.
bir dizi uzlaşma, plan ve açıklama mayı gerçekleştirmelerine yardımcı » Beklenen acı son
yapılmıştı. Zikrettiğimiz İstanbul ve olunacağını vaad ediyordu. Osmanlı devlet ricali 1. Dünya Savaşı
Sykes-Picot-Sazonov uzlaşmaları son- 1918 yılı Ocak ayında İngiltere, sonundaki yenilginin öncekilerden
farklı olduğunun bilincindeydi. Ancak
rasında 26 Nisan 1916 Londra Anlaş- Bolşevikler tarafından açıklanan gizli imparatorluğun değişen ve küçülen
ması ile Antalya ve çevresinin İtal- anlaşmalardan rahatsızlık duyan Şerif sınırlar içinde devam edeceğine
ya’ya verilmesi ve bu devletin On İki Hüseyin ibn Ali’ye, Arap bağımsızlığı- inanıyorlardı. Konferans için Paris’e giden
Ada üzerinde sürmekte olan işgalinin nı destekledikleri ve Balfour Deklaras- Damad Ferid Paşa ve heyeti, karşılama
sırasında.
ilhaka dönüştürülmesi kararlaştırıl- yonu’nun kendisine evvelce yapılmış
mıştı. Haziran 1915-Mart 1916 tarih- vaadlerle çelişmeyeceğini belirten ve
leri arasında ise Mekke Şerifi Hüseyin Hogarth mesajı olarak anılan bir not
ibn Ali ile Mısır’daki İngiliz iletti. Aynı ay içinde Lloyd “ilke” olmaktan öteye gitmediği or-
Yüksek Komiseri Sir Hen- George İngiliz savaş amaç- tadaydı. Bu anlaşmalar ayrıca cid-
ry McMahon arasında larını açıkladı. 1918 Ha- di İngiliz-Fransız, İtalyan-Yunan ve
Ortadoğu’da kurula- ziran’ında ise İngilizler Arap-Yahudi çatışmaları doğurma po-
cak Arap devletinin Mısır’da ikamet eden tansiyelini de haizdi. Ama bu çelişki-
sınırları üzerinde Suriyeli yedi lide- ler ve çatışma potansiyeli paylaşımın
yazışmalar yapı- re, savaştan önce nasıl olacağı alanındaydı. Yoksa impa-
larak bu devletin bağımsız olan ve ratorluğun parçalanacağı ve impara-
yayılacağı coğrafî savaş sırasında torluğun Türkler dışındaki unsurlara
alan belirlenmişti. Arap güçleri tara- ait olduğu düşünülen alanlar üzerin-
Mayıs 1916’da fından Türklerden deki egemenliğinin sona erdirileceği
bunu zikredilen kurtarılan alanların alanında bir tartışma bulunmuyordu.
Sykes-Picot-Sazonov » Herbert tam bağımsızlığının ta- Paris Konferansı’na katılan bir İngi-
uzlaşması izlemiş, Ağus- Henry Asquith nınacağı, İttifak devlet- liz diplomatının belirttiği gibi, “Türk-
tos 1917’de ise Saint Jean leri tarafından işgal edilen ler savaşa giriş kararıyla son zarlarını
de Maurienne anlaşması ya da Türklerin elinde ka- atmışlardı”. Lloyd George, “bir insan-
gerçekleşmişti. lan alanların geleceğinin belirlenme- lık kanseri olan ve kötü yönettikleri
Bu anlaşmaya göre İtalya Batı sinde ise yerel ahalinin onayı ilkesinin ülkelerdeki bütün yaşam hücrelerini
Anadolu’da sadece nüfuz alanı oluş- göz önünde bulundurulacağı garanti- çürüten Türklerin” dünya medeniyeti-
turmakla kalmayacak, belirli bir sini verdi. nin kurulduğu yerleri yönetmesine bir
bölgeyi de ilhak edecekti. 2 Kasım daha asla izin verilemeyeceğini söy-
1917’de kaleme alınan Balfour Dek- Paris Konferansı: Paylaşımın lerken, Georges Clemenceau Avrupa,
larasyonu ise Dünya Siyonist Teşkila- zorluğu Asya ve Afrika’da Türk idaresi altına
tı’na Filistin’de Yahudilerin “national Bu uzlaşma, anlaşma ve vaadle- giren ülkeler arasında refah ve kültür
home” olarak tanımlanan bir yapılan- rin birbiriyle çeliştiği, bazılarının ise seviyesinin düşmediği bir örneğe

2015 EKİM / DERİN TARİH 87


TarİhÇİ GÖZüYLE
m. şükrü hanİOĞLU

» Aslan payı kimin olacak? nun Onlar Konseyi önüne çıkması an- metini daha da artırdı. ABD Başkanı
Paris Konferansı’nın en büyük hedefi,
Osmanlı mirasını paylaşmak için galip cak 1919 yılı Haziran ayında mümkün Woodrow Wilson’ın gizli anlaşmaların
devletlerin hepsini hoşnut edecek bir olabildi. Bunun neticesinde Yunan bir kenara bırakılarak yeni bir uzlaş-
paylaşım planı hazırlamaktı. Herkes devlet adamlarından Ermeni delegas- ma yaratılması yaklaşımı ise çözüm-
aslan payını istediğinden bu imkânsızdı. yonuna, Kürt cemiyetlerinden Marunî süzlüğe önemli katkıda bulundu.
Konferansın ‘büyük dörtlü’sü Lloyd
Kilisesi temsilcilerinin önderliğindeki Genç bir diplomat olarak Paris
George (İngiltere), V. H. Orlando (İtalya),
Georges Clemenceau (Fransa) ve Lübnan heyetine, Şerif Hü- Konferansı’na katılan Ha-
Woodrow Wilson (ABD). seyin ibn Ali’nin oğlun- rold Nicolson toplantıya,
dan Siyonist Teşkilâtı “barışı değil, ebedî barışı
liderliğine uzanan bir kuracakları” ümidiy-
rastlanamayacağını, buna karşılık yelpazedeki gruplar le, kutsal bir vazife
Türk idaresinin sona ermesinin refah birbiriyle çatışan is- yaparcasına gittik-
ve kültür seviyesinde artışa neden ol- tekleri konferansa lerini ama kısa
madığı bir örneğin de bulunmadığını ilettiler. Bunlara süre içinde eski
söylüyordu (David Lloyd George, War ilaveten İngi- dengeyi arar du-
Memoirs of Lloyd George, 4, 1917 [Boston, liz-Fransız ve Yu- ruma geldiklerini
1934], ss. 42-43 ve Harry N. Howard, The nan-İtalyan reka- söylerken önemli
Partition of Turkey: A Diplomatic History, beti savaş sırasında bir gerçeğe parmak
1913-1923 [Norman, 1931], s. 237). ulaşılan anlaşmaların » ABD Başkanı basıyordu (Harold Ni-
Ocak 1919’da Paris Konferansı top- hayata geçirilmesini im- Woodrow Wilson colson, Peacemaking 1919
lanarak barış anlaşmaları için çalışma kânsız hale getirdi. [London, 1933], s. 25). Diğer
başlatıldığında sadece savaş galipleri İngiliz siyaset yapımı- savaş mağluplarıyla barış
değil, Osmanlı paylaşımından etkile- nın sacayağı durumunda olan Foreign anlaşmalarının imzalanması da zanne-
necek değişik gruplar da taleplerini Office (Dışişleri Bakanlığı), War Of- dildiği kadar kolay olmayacaktı. Ama
ilettiler. Diğer savaş mağlupları gibi fice (Savaş Bakanlığı) ve India Office Osmanlı paylaşımı ve Ortadoğu’da
Osmanlı Devleti’ne de uzun süre söz (Hindistan İşleri Bakanlığı) arasında- barışın sağlanmasının hepsinden zor
hakkı verilmedi. Osmanlı delegasyonu- ki farklı yaklaşımlar durumun vaha- olacağı kısa sürede anlaşılmıştı.

88 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Karşılaşılan zorlukların ilki, Wil- tiyor, bölgede de örneğin Lübnan’da Ortadoğu’nun geleceği
son’ın idealizmine karşı savaş gali- olduğu gibi seküler partilerle değil, İngilizlerin elinde
bi Avrupa devletlerinin emperyalist Marunî kilisesiyle çalışmayı tercih edi- Osmanlı paylaşımında karşılaşılan
amaçlarını maksimize etmeye çalışma- yordu. ikinci sorun, bölgeyi fazla tanımayan
larından kaynaklanıyordu. Bu vurgu- Demokrat Parti’nin 1918 Kasım’ın- emperyalist güçlerin stratejik müca-
lanırken genellikle iddia edilenin tersi- daki Kongre seçimlerinde uğradığı delesiydi. İngiltere savaş sırasında bu-
ne Wilson’ın da başta Almanya olmak yenilgi Wilson’un idealist yaklaşımı- lunduğu vaatlerden bir bölümünü geri
üzere savaş mağluplarına yönelik nı savunmasını daha da güçleştirdi. almak istiyordu. Bunun ilk gösterge-
“şiddetli cezalandırma” yaklaşımını Artık amansız düşmanı Cumhuriyet- si Mondros’ta İngilizlerin mütareke-
savunduğu gözden uzak tutulmalıdır çi Parti Senatörü Henry Cabot Lod- yi doğrudan müzakere etmeleriydi.
(Bkz. Marc Trachtenberg, “Versailles after ge’un başkanlığını yaptığı Senato Dış İngilizler mütareke koşullarını daha
Sixty Years,” Journal of Contemporary İlişkiler Komitesiyle çalışacak olan önce Fransızlar ile tartışmışlardı. An-
History 17/3 (1982), ss. 491-92). Wilson’ın eli kendi ülkesinde bir hayli cak Mondros’taki Fransız amiralinin
Clemenceau’nun Wilson hakkın- zayıflamıştı ki bu da emperyalist çı- şiddetli protestolarına karşılık Ami-
da dile getirdiği, “dünyaya barış ge- karlara öncelik veren barış yaklaşımı- ral Calthorpe, Londra’dan Fransız-
tirmek ve insanları ıslah etmek için na güç kazandırdı. ları dışlamasını isteyen emre uyarak
indirilmiş ahir zaman Hz. İsa’sı ol- Rauf (Orbay) Bey ile müzakereleri
duğunu düşünüyor” yorumu bu doğrudan yürütmüştü. Bunun
çatışmayı belki de en açık neticesinde Fransızların daha
biçimde ortaya koymaktadır. evvel talep etmiş oldukları
Lloyd George da konferansta Kilikya’nın askersizleştirilmesi
“Hz. İsa ile Napoleon Bona- benzeri istekler metinde yer
part arasında” oturduğunu almamıştı.
belirtirken sadece Wilson’ın Ortadoğu’nun geleceğinin
idealizmini eleştirmekle kal- İngiltere tarafından belirlene-
mıyor, Clemenceau’nun daya- ceğini vurgulayan bu jestler-
naksız olduğunu düşündüğü den sonra Paris Barış Konfe-
emperyalist yaklaşımından da ransı öncesinde Lloyd George
şikâyet ediyordu. savaş sırasında Fransa’ya veri-
Fransa ve İngiltere için in- len vaatlerin bir kısmını doğ-
sanî amaçlar, stratejik çıkarla- rudan geri istemiş ve almıştı.
rı için kullanılan birer araçtan Benzer şekilde İtalya da Lond-
başka bir şey değildi. Örneğin ra Antlaşması ve Saint Jean de
İngiltere başlangıçta Filistin Maurienne uzlaşması çerçeve-
için yerel ahali tarafından da sinde ve “Akdeniz dengesi”ni
arzulanan Amerikan manda- bozmayacak şekilde vaatlerin
sının anlamlı olacağını düşü- yerine getirilmesini talep ettik-
nürken, daha sonra Curzon’un lerinde karşılarında İngiltere
açıkladığı gibi stratejik neden- ve Fransa’yı buldular.
lerle buna karşı çıkmıştı. İtalya’nın Adana’ya asker
İngiltere, son tahlilde, Wil- çıkarma başvurusunun redde-
son idealizminden Fransa’ya dilmesi, buna karşılık Fran-
karşı bir koz olarak istifade sa’nın İtalya’ya vaat edilen
etmeye çalışıyordu. Fransa’nın bölgelere asker göndermesi-
» Osmanlı’nın son kartı
Hıristiyanlığın koruyucusu ro- 1918’de W. Wilson tarafından belirlenen ne izin verilmesi anlaşmazlığı
lünü üstlenmesi ise ilginçti. Üçüncü ilkelere göre her milletin kendi kendini tırmandırdı. İtalyanlar, İngiltere ve
Cumhuriyet Fransa’da son derece yönetme hakkı olduğundan bağımsızlığı Fransa’nın imparatorluktan kolaylıkla
güçlü bir antiklerikalizm (örgütlenmiş tanınmalıydı. Bu yüzden Osmanlı
ayrılacak Arap bölgelerine sahip çıkar-
devlet adamları için Wilson prensipleri
din karşıtlığı) siyaseti izlerken, Levant görüşmeler sırasında önemli bir dayanak ken, kendilerine ne olacağı konusunda
(Maşrık) için kilise desteğiyle Katolik- olacaktı. Damad Ferid Paşa Le Monde belirsizlik bulunan Türklerle meskûn
lerin koruyucusu olarak siyaset üre- Illustre’nin kapağında (14 Haziran 1919). alanların bırakılmasına da itiraz et-

2015 EKİM / DERİN TARİH 89


TarİhÇİ GÖZüYLE
m. şükrü hanİOĞLU
Atilla Oral, İşgalden Kurtuluşa İstanbul, Demkar Yay., 2013.

» Ortadoğu’nun akıbeti Konferansa sunulan taleplerin bir [Galip] devletler kamp ateşi etrafında
Ortadoğu’yu iyi tanımayan emperyalist bölümünde “iklim” dahi meşrulaştırıcı toplanan kurtlar gibi kapısının eşiğin-
güçler arasındaki stratejik rekabet, olarak kullanılıyordu. Örneğin Yunan de aç gözlerle sinsice dolaşıyorlardı.
görüşmeleri kendi lehlerine çevirmek
isteyen Osmanlı heyeti açısından büyük isteklerinde Aydın ve Bursa vilayetle- Türkiye tab‘an zengin, emperyalistler
bir fırsattı. Ancak bölgenin geleceğini rinin büyük bölümünün sadece Rum ise tamahkârlardı” (Arnold J. Toynbee
rakiplerinden daha avantajlı olan nüfusa sahip bulunmaları nedeniy- and Kenneth P. Kirkwood, Turkey, New
İngilizlerin belirleyeceği açıktı. Damad le değil, iklim olarak da Ege’ye ait York, 1927, ss. 67-68).
Ferid Paşa Paris’te trenden inerken.
oldukları gerekçesiyle Yunanistan’a Son sözü söyleyecek Britanya da
bağlanmalarının gerekliliği vurgulanı- monolitik bir yapıda değildi. Ne kadar
yordu. Dolayısıyla kâğıt üzerinde son toprak ele geçirebilirsek o kadar iyi
tiler. İtalyanların bir diğer ciddi itirazı derece kolay gözüken, ayrıntıları ince olur diyen geleneksel emperyalistler ile
da Yunanların bölgede yaşayan Rum detaylara varıncaya kadar tartışılmış imparatorluğun fazlasıyla yayıldığını
nüfusu gerekçe göstererek bu topraklar Osmanlı paylaşımı tam bir karmaşaya ve stratejik seçicilik temelinde bir em-
üzerinde hak iddia etmesiydi. dönüşmüştü. peryalizmi tercih etmesi gerekliliğini
Karşılaşılan üçüncü sorun ise em- Belirgin hale gelen husus, bu payla- savunan iki grup arasında büyük bir
peryalist devletler dışında topraklar şımın Wilson prensiplerine göre değil, çatışma yaşanıyordu. Bunun yanı sıra
üzerinde farklı grupların hak iddia et- emperyalist devletlerin arzuları çerçe- zikrettiğimiz gibi Foreign Office, War
mesiydi. Kendilerine sunulan haritalar vesinde gerçekleşeceğiydi. Bu payla- Office ve India Office arasında büyük
konferans liderlerini şaşkınlığa uğrat- şımda ise son söz İngiltere tarafından bir mücadele sürüyordu.
mıştı. Farklı istatistikler ve haritalar söylenecekti. Ama bu hiç de kolay Türk karşıtlığının en yoğun biçim-
sunan değişik etnik ve dinî gruplar aynı olmayacağı gibi paylaşımın bütün ta- de gözlendiği Foreign Office, India
bölgeler üzerinde hak iddia ediyordu. raflarını memnun etmek de mümkün Office’e benzer bir Ortadoğu depart-
Örneğin Venizelos konferansa yaptığı görünmüyordu. İngiliz hariciyesi adına manı kurulmasını ve India Office’in
sunumda Doğu Trakya ve İstanbul’da- çalışan Toynbee’nin ifadesiyle: devreden çıkarılmasını istiyordu.
ki Rum nüfusunun 730,822 olduğunu “On iki yıl süren savaş ülkenin da- Buna karşılık Eyre Crowe’un deyi-
ve bu bölgede Yunanların çoğunluğa hilî gelişmesini engellemişti. Türki- miyle “India Office 1918 sonundan
sahip bulunduğunu iddia etmişti. Şerif ye’nin eyaletleri gitmiş, müttefikleri itibaren Müslüman kelimesi kullanıl-
Hüseyin ibn Ali’nin talepleri, Abdüla- ezilmiş ve Hint Müslümanları arasın- dığında kırmızı renk” görmüş boğaya
ziz ibnu’s-Sa‘ud ve Seyyid Muhammad daki destekçileri dışında, İslam kam- dönüyordu.
ibn Ali el-İdrisî’nin başını çektiği diğer pında bile dostu kalmamıştı. İstanbul India Office, Sultan’ın İstan-
yerel Arap liderleri tarafından büyük muzaffer galiplerin elindeydi, Türkiye bul’dan çıkarılmasının Hindistan’da
itirazlarla karşılanıyordu. düşmanlar tarafından kuşatılmıştı. 1857-58’de karşılaşılana benzer bir

90 DERİN TARİH / 2015 EKİM


duruma neden olacağı korkusuyla Müslümanların da katledildiğini ifade Wilson, “hayatında bundan saçma
Türklere karşı aşırı dozda bir cezalan- ettikten sonra imparatorluğun parça- bir şey duymadığı” yorumunu yap-
dırılmaya gidilmesine karşı çıkarken, lanmasını kabul etmeyeceklerini ifade mıştı. Lloyd George da sadrazamın
Gladstonevâri yorumlar yapan Foreign etti. Osmanlı heyeti bu sunumun ar- sunumu ve Osmanlı memorandumunu
Office Türkleri Avrupa’dan kovmak kasından aynı tezleri detaylı biçimde “güzel şakalar” olarak nitelendirmişti.
için asırladır beklenen fırsatın çıktı- ele alan ve imparatorluğun parçalan- Kendisine göre ortaya konulan talep-
ğını savunuyordu. Benzer şekilde War masına şiddetle karşı çıkan bir memo- ler “Türklerin siyasal yetersizliğinin
Office hilâfeti Araplara vermek ister- randumu Konsey’e sundu. en güzel delilleri” idi (Paul Helmreich,
ken, India Office güçlü bir Arap hilâfe- Osmanlı hükümetine göre Trak- From Paris to Sèvres: The Partition of the
tinin Türk hilâfetinden daha tehlikeli ya’da Edirne’nin savunulabilmesi için Ottoman Empire at the Peace Conferen-
olacağı görüşüyle buna şiddetle karşı 1878 Berlin Kongresi sınırlarına geri ce of 1919-1920, Columbus, 1974, s. 110).
çıkıyordu. War Office ayrıca bölgede dönülmeliydi. Ege denizindeki adalar Diğer bir ifadeyle Osmanlı Devleti’ni
bulunan 1,084,000 personeli orada da yeniden Osmanlı egemenliğine ve- tatmin edecek bir anlaşma yapılması-
uzun süre tutmanın maddeten imkân- rilmeliydi. Musul dâhil olmak üzere na imkân bulunmamaktaydı.
sız olduğunu vurgulayarak, bir an ev- Arap vilayetleri değişik statülere sa- Osmanlı’yı bir savaş mağlubu ola-
vel pragmatik ve yeni çatışmalara yol hip kılınarak imparatorluk merkezi- rak cezalandırmak mümkündü. Ama
açmayacak bir çözümün bulunmasını ne bağlı kalmalıydı. Müttefikler Rus sorun, diğer talepleri uzlaştırmak ve
talep ediyordu. Bu kurumlar İstan- Ermenistan’ında bağımsız bir devlet barış anlaşması kaleme alınırken ye-
bul’un geleceği için de 1920’nin ba- kurarlarsa Osmanlı Devleti bu yeni rel talepleri de göz önüne alabilmekti.
şında kurulan Cemiyet-i Akvam adı- devlet ile sınırları tartışabilirdi. Hicaz Bu ise yukarıda açıkladığımız neden-
na Amerikan mandası, dost Sultan’ın dışındaki Arap vilayetlerine muhtari- lerden dolayı imkânsızdı. Bu zor-
İstanbul’da kalması ve şehrin Büyük yet verilebilirdi ama bütün valilerin
Yunanistan’a bırakılması gibi taban sultan tarafından atanması ilkesinden
tabana zıt üç tezi savunuyorlardı. vazgeçilebilmesi mümkün değildi. An-
İngiltere’nin bir diğer sorunu, üç cak Hicaz’ın özel statüsü korunabilir-
büyük din mensuplarını da memnun di. Nihayet Osmanlı Devleti İngiltere
edecek bir çözüm bulmak zorunda ol- ile Mısır ve Kıbrıs’ın geleceğini görüş- » “Güzel şakalar” bunlar
masıydı. Lloyd George’un Paris Kon- meler yoluyla belirlemeye hazırdı. Lloyd George, Damad Ferid Paşa’nın
feransı’ndaki ilk sunumunda söyledi- Müttefik devletlerin bu zeminde sunumu ve Osmanlı memorandumunu
“güzel şakalar” olarak nitelendirmişti.
ği gibi kendisi konferansa “en büyük bir barışı kabul etmeleri doğal olarak
Paris Barış Konferansı’na katılan
Müslüman devletin temsilcisi olarak” mümkün değildi. Bu talepler Damad Osmanlı heyetiyle alay eden bir Fransız
katılıyordu. Ama Büyük Britanya Ferid Paşa tarafından iletildiğinde kartpostalı.
aynı zamanda bir Hıristiyan impara-
torluktu ve 1917 yılında Balfour Dek-
larasyonu’nu yayımlayarak Yahudile-
rin de koruyucusu durumuna gelmişti.

Osmanlı hayalleri ve galipler


Osmanlı merkezinin Paris Konfe-
ransı ile başlayan süreci iyi okuyamadı-
ğı ortadadır. Uzun süre sonra galiplere
sunum yapmasına izin verilen Osmanlı
hükümetinin 1919 Haziran’ında Onlar
Konseyi’ne getirdiği çözüm planı ciddi
bir şaşkınlık ve kızgınlığa yol açmıştır.
Damad Ferid Paşa yaptığı sunumda
savaşa giriş ve savaş sırasında işlenen
katliamların sorumlusunun İttihad-
çılar olduğunu, Türklerin her zaman
İngiliz taraftarı bulunduğunu, savaş
sırasında sadece Hıristiyanların değil,

2015 EKİM / DERİN TARİH 91


TarİhÇİ GÖZüYLE
m. şükrü hanİOĞLU

» Altı ay sonra gelen söz hakkı hükümetin ortaya çıkması barışın sa- Dünya Savaşı’nın son anlaşması olan
Ocak 1919’da toplanan Paris vaş mağluplarına kolaylıkla empoze Sevr yaklaşık üç ay sonra, 10 Ağustos
Barış Konferansı’nda Osmanlı edilmesini imkânsız hale getirdi. günü imzalanabilmiştir.
delegasyonunun Onlar Konseyi önüne
Amerika’nın süreçteki katılımını Osmanlı delegeleri anlaşmayı onay-
çıkması ancak 1919 Haziran’ında
mümkün olabildi. Onlar Konseyi’nin düşürmesi, Fransa ve İtalya’da seçim- lamışlardı ama Sultan söz konusu bel-
dört askerî temsilcisi, yardımcıları ve ler sonrasında değişik eğilimleri tem- geyi “mecelle-i mesâib” (musibetler
çevirmenleriyle birlikte Versay’da. sil eden yeni hükümetlerin iş başına kitabı) olarak görüyordu, yani İstan-
gelmesi tartışmaların farklı zeminlere bul’da bile anlaşma İngilizlerin bek-
kaymasına neden olmuştu. Millerand lediği desteği görmemişti. Ankara’nın
luk barış anlaşmasının hazırlanmasını ve Tittoni hükümetleri, Clemenceau bunu hiçbir şekilde tanımayacağı ise
uzatmıştır. Alt komisyon çalışmaları ve Orlando’ya göre daha ılımlı siya- ortadaydı.
ve araştırma komisyonlarının faaliyeti setler izlenilmesini savunmuşlardır. Anlaşmanın adil olduğunu, barış
isteklerin dengelenmesini ve uyuştu- Örneğin Millerand, İstanbul’un Türk- getireceğini savunanlar azınlıkta kal-
rulmasını sağlayamamıştır. lerde kalmasını savunurken, İtalyan mışlardı. Onlar bile anlaşmanın uy-
Ermenistan mandasını kimse üst- Dışişleri Bakanı Nitti, “siyasî deği- gulanmasının son derece zor olacağını
lenmek istememiş, Yunanların İzmir’e şiklikler değil, ekonomik avantajları kabul ediyorlardı. Herkesin görebildiği
asker çıkartması sonrasında Anado- hedeflemenin” daha anlamlı olacağını gibi manda statüsü verilecek alanlar
lu’da başlayan çatışma çözümü daha varsaymıştır. Ancak Londra Konfe- dışındaki bölgelerde yeni düzenin na-
da zorlaştırmıştır. Diğer bölgelerde ransı sürerken İstanbul’un işgali duru- sıl şekilleneceği Türk-Yunan savaşının
de sorunlar baş göstermiştir. Örneğin mu daha da karmaşık hale getirmişti. neticesiyle belirlenecekti.
Suriye’de milliyetçiler 1920 Mart’ında Supreme Council 18 Nisan 1920 ta- Almanya ile barış anlaşması im-
bağımsızlık ilan etmiş, ancak Fran- rihinde San Remo’da yeniden toplan- zalandığında General Jan Christian
sızlar bunu tanımayarak yönetime el dığında kimseyi memnun etmeyeceği Smuts, Versailles’ın savaş tohumları
koymuşlardır. ve Ankara’daki hükümetin kabul et- içerdiğini ve gelecekteki rövanşist giri-
Yunan-İtalyan anlaşmazlıklarında meyerek savaşı sürdürmesine yol aça- şimlerin önünü açacağını savunmuştu
ulaşılan Tittoni-Venizelos anlaşma- cağı ortada olan karmaşık bir metin (“Versailles and After,” New Outlook, 122
sı pamuk ipliğine bağlı bir dengeyi üzerinde anlaşmaya varılmış ve bu, [1919], s. 389).
tesise muvaffak olmuşsa da bunun 24 Nisan günü galip devletlerin tem- Paris Konferansı ile başlayan 20 ay-
uzun sürmeyeceği ortadaydı. Nitekim silcileri tarafından imzalanmıştır. Bu lık sürecin ortaya çıkarttığı Sevr için
Sevr’in imzalanması öncesinde Giolit- metin 11 Mayıs günü Osmanlı delegas- ise, “savaşın kendisi anlamına geldiği”
ti kabinesi anlaşmayı tek yanlı olarak yonuna sunulmuş ve aynı gün bir özeti yorumunu yapmak herhalde uygun
feshetmişti. İstanbul ve Ankara’da iki basına dağıtılmıştır. Buna karşılık I. olur.

92 DERİN TARİH / 2015 EKİM


.z Fatım
H
RESULULLAH a ONU
(SAV)

“BaBasının annesi”
DİYE SEVERDİ
Hz. Peygamber’in (sav) son kızı, İslamla birlikte büyümüş
bir hanımefendiydi o. Babasının hem evladı, hem de
kederini bölüşen yoldaşıydı. İşte Ehl-i Beytin gözbebeği,
Müslümanların ciğerparesi Hz. Fatıma’nın (ra) zahmet ve
keder dolu hayat hikâyesi.

94 DERİN TARİH / 2015 EKİM


İslam Tarihi

ADNAN DEMİRCAN
adnandemircan@gmail.com

K
imi zaman babasının kıy- için Mekke’ye gönderdiği Zeyd b. Ha-
metli küçük kızı, kimi rise Hz. Fatıma, ablası Ümmü Külsûm,
zaman yapılan eziyetler üvey annesi Sevde binti Zem’a ve ken-
karşısında yardımına ko- di hanımı Ümmü Eymen ile oğlu Üsâ-
şan bir yoldaştı Hz. Fatıma (ra). Müs- me’yi Medine’ye götürdü. Hz. Fatıma
lümanların Mekke müşriklerinin mu- hicret ettiğinde henüz genç bir kızdı.
kavemetiyle karşılaştıkları o sıkıntılı Evlilik yaşına geldiğinde ona talip
günlerin şahidiydi. Yaşı büyüdükçe olan Hz. Ebubekir (ra) Hz. Peygam-
Müslümanlara yapılan fenalıklar da ber’den “Allah’ın onun hakkında ve-
artmış; hakaret ve alay yerini çoktan receği hükmü bekliyorum” cevabını
işkence ve cinayetlere bırakmıştı. aldı. Hz. Ebubekir’in durumu anlattı-
Mekke döneminin bütün kederini ba- ğı Hz. Ömer (ra) de, “Resulullah seni
basıyla birlikte o da omuzlamıştı. geri çevirmiş” diye yorumlayacaktı bu
Peygamber Efendimiz’in (sav) Hz. cevabı.
Hatice’den olan dört kızından en
küçüğü olan Hz. Fatıma peygamber-
likten bir veya beş yıl önce dünyaya
geldiği için hayata Müslümanların
arasında açmıştı gözlerini. Hayatı-
nın Mekke dönemi hakkında
fazla bir bilgi mevcut değilse
de, genç bir kız olarak baba-
sının müşrikler tarafından
maruz bırakıldığı kötü mua-
meleye çok üzüldüğünü
biliyoruz. Bir defa-
sında onun üze-
rine atılan yeni
doğurmuş deve- » Manevi korunma objesi
nin eşini temiz- Hz. Fatıma’nın (ra) eline
atfen üretilen yed-i Fatıma
leyerek müşriklere üzerinde şifa âyetleri veya
sitem ettiğini biliyoruz. Ashab-ı Kehf’in ismi yazılıdır
Hz. Fatıma 13 yaşlarındayken an- (Aksa Müzesi’nden).
nesi Hz. Hatice’yi kaybetmiş, ailenin
yükü ablası Ümmü Külsûm ile onun
üzerine kalmıştı. Bu sırada bazı sa-
habilerin tavsiyesi ile Hz. Peygam- Bunun üzerine Hz. Ebubekir, “Bir
ber, eşini kaybetmiş olan Sevde binti de sen Fatıma’yı iste” önerisinde bu-
Zem’a ile evlendi. Hicret’e kadar Hz. lundu. Ancak Hz. Ömer de Allah’ın el-
Sevde Peygamberimizin çocuklarına çisinden aynı cevabı aldı. Daha sonra
annelik etti. Hz. Ali (ra) isteyince Resulullah kızıy-
Tebliğ imkânı kalmayınca Efendi- la konuşarak görüşünü sordu. Hz. Fa-
miz ailesini Mekke’de bırakarak Me- tıma sustu, cevap vermedi. O zaman-
dine’ye hicret kararı verdi. Daha son- ki örfe göre susmak, kabul anlamına
ra ehl-i beytini (ev halkını) getirtmesi geliyordu.

2015 EKİM / DERİN TARİH 95


Zırhını mehir olarak verdi mek gerekir” demişti. Bunun üzerine
Hz. Ali’nin maddi durumu iyi de- HEM BETÜL, HEM ZEHRÂ Ensar’dan bir sahabi bir koçu oldu-
ğildi. Evlilik masraflarını karşılama- ğunu söyledi. Yine onlardan birkaç
Hz. Fatıma’nın künyesi kişi avucunda bir miktar un getir-
sı ve mehir ödemesi gerekiyordu.
“Babasının Annesi” anlamına gelen di ve pişirilen yemek davetlilere
Hz. Peygamber ona parası olup
“Ümmü Ebîhâ” idi. Hz. Peygamber onu se- ikram edildi. Hz. Fatıma evlen-
olmadığını sorunca hiçbir şeyi
verken “Babasının Annesi” diyerek iltifat ederdi. diğinde 18 yaşındaydı. Düğün-
olmadığını söyledi. Bunun üze-
Kendisine “Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in annesi” leri, hicretin 2. yılında olmuş,
rine Allah Resulü, kendisine
anlamında “Ümmü’l-Haseneyn” (iki Hasan’ın annesi) 3. yılında Hz. Hasan (ra), 4. yı-
daha önce verdiği bir zırhı ha-
de denirdi. “Beyaz, parlak ve aydınlık yüzlü kadın” lında ise Hz. Hüseyin (ra) dün-
tırlatarak onu Fatıma’ya mehir
anlamındaki Zehrâ, “iffetli ve namuslu kadın” yaya gelmişti.
olarak vermesini tembihledi.
anlamındaki “Betül” lakaplarıyla da anılırdı. Bu Hz. Ali o günlerdeki durumla-
Böylece Hz. Ali değeri dört dirhem
lakapların her ikisi de ülkemizde sıkça rastla- rıyla ilgili olarak, “Fatıma ile evlen-
olan bu zırhı mehir olarak vererek
dığımız isimler arasındadır. diğimde bir koç derisi dışında yatağı-
Hz. Fatıma ile evlendi.
Bazı rivayetlerde Hz. Fatıma’nın is- mız yoktu. Onu gece yatak, gündüz de
tenme süreciyle ilgili ayrıntılı bilgiler oturmak üzere sergi olarak kullanır-
verilir. Buna göre Ensar’dan bazı kişi- dık” demiştir. Yatmak istediklerinde
ler Hz. Ali’ye, Fatıma’yı istemesini söy- Hz. Ali, Hz. Fatıma’yı istemesini koç derisinin yünlü tarafını çevirirler-
lediler. Hz. Ali de gidip selam verince tavsiye edenlerin yanına dönünce di. Yastıkları da hurma lifindendi.
Hz. Peygamber, “Ebu Talib’in oğlunun kendisine, “Ne haber getirdin?” diye Resulullah evlenirken Fatıma’ya çe-
ihtiyacı nedir?” diye sordu. Hz. Ali, sordular. “Bana hoş geldin sözünden yiz olarak bir havlu, içi hurma lifiyle
Fatıma’ya talip olduğunu söyleyince, başka bir şey söylemedi” diye cevap dolu deriden bir döşek, iki parçadan
“Hoş geldin! Sen aileden birisin” ce- verince onlar da “Resulullah sana ev- oluşan bir değirmen taşı, bir su tulu-
vabını aldı. Ancak aralarında bundan den biri gözüyle baktı ve merhaba de- mu, iki de su testisi vermişti. Evlilik-
başka herhangi bir konuşma geçmedi. mekle sana evinden yer verdi” dediler. leri maddi sıkıntılarla başlayan genç
Hz. Peygamber evlenen kişinin çiftin hayatları böyle devam etti.
güç yetirebileceği bir yemekle evlili- Bir gün Hz. Ali hanımına şöyle dedi:
ği duyurmasını önemserdi. Kızını ve- — Allah’a yemin olsun ki, su çek-
rince, “Ey Ali! Düğün için yemek ver- mekten göğsüm ağrımaya başladı. Ba-
bana bir savaş esiri verilmiş. Onu bize
hizmetçi olarak istesen!
Bunun üzerine Fatıma:
— Allah’a yemin olsun ki, benim de
değirmen taşında un öğütmekten elle-
rim kabardı, dedi.
Babasının yanına gidince Resulul-
lah, “Seni buraya getiren şey ne ey
biricik kızım?” diye sordu. O da “Sana
selam vermek için geldim” deyip
utancından bir şey isteyemeden geri
döndü.
Başka bir gün Hz. Fatıma ve Hz. Ali
birlikte Hz. Peygamber’in yanına var-
dılar. Hz. Ali:
— Allah’a yemin olsun
ki, ey Allah’ın Resulü, su
» Emsalsiz bir miras taşımaktan göğsüm ağ-
Deve tüyü renkli yünlü
kumaştan yapılmış ve rımaya başladı, dedi.
günümüze kadar intikal Hz. Fatıma da:
etmiş olan Hazreti — Benim de un öğüt-
Fatıma’nın (ra) hırkası. mekten ellerim kabardı.

96 DERİN TARİH / 2015 EKİM


İslam Tarihi

» Ebedi istirahatgâh
Allah sana bir esir Hicretin 11. yılında Ramazan
ayının 3’ünde vefat eden Hz.
nasip etti. Onu bi-
Fatıma’nın (ra) Cennetü’l-
zim hizmetimize Bâki’de medfun olduğu
versen, diyerek türbe ne yazık ki Vahhabiler
eşine destek verdi. tarafından yıkılmıştır.
Bunun üzerine şöyle
buyurdu Resulullah:
— Allah’a yemin olsun
ki, şu Suffe ehli aç iken, onlara in-
fak edecek bir şey bulamazken, onları
bırakıp da sizlere bir şey verecek de-
ğilim. Ben o esirleri satıp ele geçeni
onlara dağıtıyorum.
Bu sözler üzerine genç çift elleri
boş, evlerine döndüler.

Örtünecek yorganları yoktu


Resulullah evlerine ziyarete gittiği
bir gün ikisini de yorgana sarılmış hal-
de buldu. Başlarını örttüklerinde ayak-
ları, ayaklarını örttüklerinde başları Dinle, kulak ver ve aklet! Kocasının ettiler: “İçeri girerken başka bir hal
açıkta kalıyordu. Ayağa kalktıklarında isteklerini yerine getirmeyen kadını üzereydin; şimdiyse yüzünde bir hoş-
Resulullah yerlerine oturmalarını söy- idare etmek mümkün değildir”. Bu nutluk görüyoruz”. O da bu sözlere,
ledikten sonra şöyle dedi: nasihati işiten Hz. Ali pişman oldu ve “Sevdiğim iki kişinin arasını bulunca
— İkinize de benden istediğiniz- bir daha eşinin hoşuna gitmeyecek beni sevinmekten hangi şey alıkoyabi-
den daha hayırlı bir şey söyleyeyim bir şey yapmamaya kendi kendine söz lir ki” şeklinde mukabelede bulundu.
mi? Cibrîl’in bana öğrettiği sözler verdi. Mekke’nin fethinden sonra Hz. Ali’nin
var. Her namaz sonrasında 10’ar Bir defasında Hz. Ali ile Fatıma ara- başka bir hanımla evlilik yapması gün-
defa “sübhanallah”, “elhamdülillah”, sında bir tartışma olmuştu. Resulullah deme gelmişti. Hz. Peygamber bunu
“Allahu ekber” dersiniz. Yatağa girdi- evlerine geldi ve kendisine bir sergi duyunca minberde şöyle dedi:
ğinizde de 30 defa “sübhanallah”, 33 serilince üzerine uzandı. Kızını bir “Ey İnsanlar! Bilin ki, Hâşim b.
defa “elhamdülillah” ve 34 defa da “Al- yanına, damadını da diğer yanına ya- el-Muğîreoğulları kızlarını Ali ile ev-
lahu ekber” dersiniz. tırdı. Hz. Ali’nin elini alıp göbeği üze- lendirmek için benden izin istediler.
Hz. Ali’nin, “Allah’a yemin olsun ki, rine koydu, ardından Hz. Fatıma’nın Bilin ki, ben buna izin vermiyorum,
Resulullah bize öğrettiği günden beri da elini alıp göbeğinin üzerine koydu izin vermiyorum, izin vermiyorum.
onları okumaktan vazgeçmedik” dedi- ve onları barıştırdı. Oradan ayrıldık- Fatıma ancak benden bir parçadır.
ği rivayet edilir. tan sonra Hz. Peygamber’i görenler Onu sıkıntıya sokan şey beni de sıkın-
Kadınla erkek arasında evliliğin ilk kendisindeki değişikliği hemen fark tıya sokar”.
günlerinde, birbirlerini tanıma ve alış- Hz. Peygamber’in bu konuşması
ma sürecinde ufak tefek tatsızlıklar üzerine Hz. Ali, Hz. Fatıma hayatta ol-
olur. Hz. Fatıma ile Hz. Ali de benzer duğu sürece bir daha evlilik konusunu
bir süreç yaşamışlardı. Hz. Ali’nin eşi- gündeme getirmeyecekti.
ne sert davrandığı zamanlar olmuştu. Hz. Fatıma muharebelere de işti-
Bir defasında Hz. Fatıma, “Allah’a ye-
min olsun ki, seni Resulullah’a şikâyet
“Fatıma, Cennet rak etmişti. 10 kadar hanımla birlikte
Uhud Savaşı’nda bulunmuş, geri hiz-
edeceğim” diyerek evden çıktı. Hz. Ali ehli kadınların metlerde mücahitlere yardım etmişti.

hanımefendisidir”
de peşinden gitti ve babasıyla konuş- Hz. Peygamber’in yüzünden yaralan-
malarını duyabileceği bir yerde bekle- ması üzerine bir hasır parçasını yaka-
di. Eşi onun kabalığından ve sertliğin-
den dem vuruyordu. Resulullah kızına (Buharî). rak külünü yaraya bastırmak suretiyle
akan mübarek kanı durdurmayı başar-
şöyle karşılık verdi: “Ey biricik kızım! dığını biliyoruz.

2015 EKİM / DERİN TARİH 97


İslam Tarihi

“O benden bir parçadır” SAÇLARININ Hz. Fatıma’nın Resulullah’ın ve-


fatından sonra halife seçilen Hz.
Hz. Peygamber bütün çocukları AĞIRLIĞINCA GÜMÜŞ Ebubekir ile kısa süreli bir ihtilaf
gibi Fatıma’yı da çok sever, ona
hususi alaka gösterirdi. Bazen Hz. Fatıma’nın Hz. Ali’den Hasan, yaşadığını biliyoruz. Hayattay-
onu evinde ziyaret ederdi. Hüseyn, Muhassin, Zeyneb ve Ümmü Külsûm ken babasının elinde bulunan
Baba evine geldiği zaman isminde çocukları oldu. Muhassin bebekken öldü. Fedek ve Medine’deki bazı
karşılar; iltifat ederdi. Sefere Zeyneb, amcasının oğlu Abdullah b. Cafer, Ümmü Kül- arazilerin kendisine miras
çıkacağı zamanlarda ise Hz. sûm ise Hz. Ömer ile evlendi. Ondan Zeyd adlı bir çocuğu olarak verilmesini istemiş,
Fatıma, aile fertleri içinde oldu fakat küçük yaşta öldü. Daha sonra amcasının oğlu Mu- bunun üzerine Hz. Ebube-
ziyaret ederek vedalaştığı hammed b. Cafer ile evlendi. Hz. Peygamber’in soyu Hz. Hasan kir ona şöyle itiraz etmişti:
son kişi olurdu. Şöyle buyur- ve Hz. Hüseyin’den devam ettiği için ikisinin de Müslümanlar Ben Resulullah’tan şöyle
duğu nakledilir: “Fatıma ben- nezdinde hususi bir saygınlıkları vardır. İkisinin de ismini işittim; “Biz (peygamberler)
Hz. Peygamber vermiş; kulaklarına ezan okumuş, akika miras bırakmayız, bizim bı-
den bir parçadır. Onu kızdıran
kurbanlarını kesmişti. Ayrıca anne ve babalarından raktıklarımız infak olarak da-
beni kızdırmış olur” (Buharî,
saçlarının kesilerek ağırlığınca gümüş sadaka ğıtılır”.
“Fedâilü’s-Sahâbe”, 12).
dağıtılmasını istemiştir. Resulullah’ın ebedî hayata inti-
Ahzâb suresinin 33. ayeti nazil
olunca, bir rivayete göre hanımların- kalinden sonra ailesinden -ölüm ön-
dan Ümmü Seleme’nin evinde iken, cesinde müjdelediği gibi- ona kavuşan
“Ey ehl-i beyt! Allah kusurlarınızı ilk kişi sevgili kızı Hz. Fatıma olmuştu.
giderip sizi tertemiz yapmak ister” O Hicretin 11. yılında Ramazan ayının
dedi. Hz. Ali’yi, Fatıma’yı, Hasan’ı ve Seleme, “Ey Allah’ın Resulü! Ben de 3’ünde (22 Kasım 632) yaklaşık 29 ya-
Hüseyin’i abasının (kaba kumaş- onlarla beraber miyim?” diye sorun- şındayken vefat etti. Cenaze namazını
tan yapılan hırka) altına alarak, ca, “Sen yerindesin! Sen, zaten hayırla Hz. Ali veya bazı rivayetlere göre Hz.
“Allah’ım! Benim ehl-i beytim birliktesin” buyurmuştur. Abbas kıldırdı. Geceleyin Bakî Mezarlı-
işte bunlardır. Bunların kusur- O gün abasına bürünenlerin sayısı, ğı’na defnedildi.
larını gider, kendilerini Hz. Peygamber’le birlikte beş oldu- Hz. Peygamber’e layık bir evlat, Hz.
tertemiz yap” diye ğundan, (Hz. Fatıma, Hz. Ali ve iki to- Ali’ye layık bir zevce olarak yaşayıp
dua etti. Müminle- runu) bunlar Hamse-i Âl-i Aba, Pençe-i Müslüman kadınlara örnek bir hayat
rin annesi Ümmü Âl-i Aba diye de anılmışlardır. sürdü Hz. Fatıma. İnsanlık tari-
hi için büyük bir dönüm
noktası olan bir süreç-
te, tevhidin şirke ve
» Peygamber mescidi küfre galebe çaldığı
Hz. Peygamber’in (sav) kabrinin
de bulunduğu Mescid-i meşakkatli günler-
Nebevi’nin eski bir görüntüsü. de, babasına hem
Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Ömer destek, hem de
(ra) de buradaki Hücre-i teselli kaynağı ol-
Saadet’te medfundurlar.
muş; zevci Hz. Ali’ye
de bir peygamber kızı
olmanın ağırlığına rağ-
men her türlü meşakkate
katlanmayı bilen örnek bir hayat
arkadaşı olmuştu. Çocukları Hasan ve
Hüseyin ise ümmete en büyük hediye-
leri idi.

Adnan Demircan
Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Öğretim Üyesi.

98 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Sevgiyle üretilen her
üründe, her eserde
‘destansı’ bir yan vardır.
Destanlar nesillerle
birlikte daha da büyür,
sonsuzluğa uzanan
kolları daha da güçlenir,
köklenir.

İlk defa 90 yıl önce


Karadeniz
topraklarında filizlenen ve
bölgeye umut aşılayan çay
da işte böyle bir
destanın konusudur.
Karadeniz topraklarını
seven çayı biz de çok sevdik,
büyüttük, paylaştık.

90 yıllık sevginin adı


ÇAYKUR…
GAZNELİ MAHMUD’UN
BAŞARI KILAVUZU
“PENDNÂME”

» Gazneli Mahmud’un mezarını


tasvir eden bir resim..

100 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Türk Tarihi

İlk Müslüman Türk devletlerinden birinin başına geçen


Gazneli Mahmud’un, babası tarafından yazdırılan nasihat kitabı
Pendnâme’yi gece gündüz okuduğunu, öğütlerini adeta dua gibi
ezberlediğini biliyor muydunuz? Üzerinden 10 asırdan fazla zaman
geçse de bugünün liderleri için bile eskimemiş olan nasihatler...

2015 EKİM / DERİN TARİH 101


MUHARREM KESİK
muharremkesik@gmail.com

G
aznelilerin ilk Müslüman askerlerle ordusunu güçlendirdi. Bu
Türk devletlerinden ol- sırada son Hint seferinde cesareti ile
duğunu biliyorsunuz. dikkatleri üzerine çeken oğlu Mah-
Daha ziyade İslamın Hin- mud ile Sebük Tegin’in arası açıldı.
distan’a yayılmasında gösterdikleri Mahmud, Gazne Kalesi’nde hapsedil-
büyük başarı ile anılırlar. Temelleri se de çok geçmeden baba-oğul barış-
Alp Tegin tarafından Gazne şehrinde tılar.
atılan devlet, 963’te kurulduğu mer- O günlerde Gaznelilerin tâbi ol-
kezden dolayı “Gazneliler” şeklinde duğu Samaniler Devleti eski gücünü
adlandırıldı. kaybetmiş, yıkılmaya yüz tutmuştu.
975-77’de hüküm süren Böri-Te- Sebük Tegin, isyan eden valilerle sı-
gin’in başarısız idaresi yüzünden bey- kıntılar yaşayan Samani hükümdarı
lerin ileri gelenleri tarafından Gazneli II. Nuh’a yardım amacıyla çıktığı se-
tahtına “emir” olarak Alp-Tegin’in en ferden başarıyla döndü. Ancak kısa
güvendiği adamlarından Sebük Tegin süre içinde hastalanarak Ağustos
seçildi. Alp Tegin gibi bir hüküm- 997’de vefat etti.
darın itimadını kazanmak ko- Öldüğünde oğullarından Mahmud,
lay değildi. Peki Sebük Nasr, İsmail ve Yusuf hayatta idiler.
Tegin bunu nasıl ba- Babaları onlara Pendnâme
şarmıştı? Sorunun ce- adı verilen, öğüt ve vasi-
vabını, karakterinde yetname niteliği taşıyan
arayalım. » Gazneli Mahmud (971-1030) bir risâle (kitapçık) bırak-
Karluk Türklerine bağlı mıştı.
bir boydan geldiği tahmin edilen Oğulları arasında çıkan
Sebük Tegin, Kırgızistan sınırları için- taht kavgasının galibi “Gazne-
deki Issık Gölü sahilindeki Barshan li” lakabıyla ün salan Mahmud oldu.
bölgesinde dünyaya geldi. Gazneli Mahmud babasının yolundan
Tuhsilerin bir akını sırasında bu giderek Hindistan seferlerine ağırlık
kabilenin eline esir düşmüş, sonra Gaznelilere mağlup oldu. Bu savaş- verdi. 33 yıllık başarılı hükümdarlık
da köle olarak satılmıştı. Son sahibi ta Sebük Tegin’in oğlu Mahmud da yıllarında kadim medeniyet havzala-
Alp-Tegin oldu. Görünüşte Samanile- büyük bir cesaret örneği sergilemiş, rından biri olan Hindistan coğrafyası-
rin bir valisi olarak hareket etse de önemli yararlılıklar göstermişti. Se- nın Müslümanlaşmasına öncülük etti.
bağımsız Gazneli Devleti’nin gerçek bük Tegin gelen barış teklifini kabul Şüphesiz bu başarısında yukarıda
kurucusudur diyebiliriz. etti ancak Caypal ülkesine döner dön- dikkat çektiğimiz Sebük Tegin’in, ve-
Doğu Afganistan’daki Zabulistan mez antlaşma şartlarını bozacaktı. ziri Ebu’l-feth Bustî’nin hattı ile kale-
bölgesinin asil ailelerinden birinin Caypal’ı cezalandırmak üzere yeni- me aldırdığı Pendnâme’nin büyük bir
kızı ile evlenerek burayı kontro- den sefere çıkan Sebük Tegin, Lamgan etkisi vardı. Gazneli Mahmud Pendnâ-
lü altına almaya çalıştı. 977 yılında bölgesinde birçok şehri ele geçirdi. Bu me’yi bir dua gibi ezberlemişti. Her
Büst şehrini ele geçirdi. Kuzeydoğu saldırıya karşılık Hint racaları ile itti- gün okuyor ve babasının öğütlerine
Belucistan’daki Kusdar bölgesini de fak kuran Caypal, 100 bin kişilik bir sıkıca sarılıyordu.
Gaznelilerin sınırlarına katarak hâki- ordu ile Gazne üzerine yürüdü. Sebük Sebük Tegin oğluna hangi nasihat-
miyetini Doğu Gur, Tohâristan ve Ze- Tegin rakiplerini bir kez daha mağlup lerde bulunmuş, idarecilik konusun-
mindâver’e kadar genişletti. etmeyi başardı. Böylece Lamgan ve Pe- da nelere dikkat etmesini öğütlemiş-
Bundan sonra Hindistan’a yönel- şaver arasındaki bölgeye de İslam dini ti? Başarılı bir hükümdar olmanın
di ve Hindûşahî hükümdarı Caypal’ı ulaştırılmış oldu. yolu neydi?
mağlup ederek Lamgan bölgesini yağ- Buradaki Halaç Türkleri ve Afgan- İşte bugünün siyasetçi ve yönetici-
ma etti. Buna mukabil Caypal büyük lar da Sebük Tegin’in buyruğu altına lerine de ilham verecek tavsiyelerle
bir ordu ile Gazne’ye ilerlediyse de girdiler. Sebük Tegin onlardan aldığı dolu Pendnâme’den bir bölüm:

102 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Türk Tarihi

“Şimdi sana nasihat ediyorum, bil darlığı) yaparlar. Bir kimse onlardan ordunun insanlarının hepsini tanıma-
ve haberdar ol ey oğul, eğer Allah seni şikâyet edince yıllarca zulümle halk- lı ve ismini bilmelisin. Her asker du-
de bir gün böyle benim gibi emîrli- tan aldıkları parayı, onların idaresi rumu, soy ve şekil ile senin yanında
ğe ulaştırırsa bil ki, Allah’ın kulları altında olan ve işin içine seni karıştı- olmalı. Her kavmin huy ve yaradılı-
üzerine hükmetmek küçük bir iş de- ranlar alırlar. İki-üç yıl âmillik yapmış şını öğrenmelisin. Yiğit kimselere iyi
ğildir. Padişahlık tehlikeli bir iştir ve olanların durumunu sor ve hesabını davran ve okşa ki, sana karşı müşfik
can tehlikesi de hazırdır. Bunun için al. Onun üzerindeki, halktan haksız (şefkatli ve sevecen) olsunlar. Böyle
Allah’tan korkman gerekir. Sen Al- olarak aldığı sâbit olan her şeyi al ve davranırsan bir işin düştüğü vakit
lah’tan korktuğun zaman kullar ve hak sahibine geri ver. Bu malı hiçbir (vr. 228b) sabah emredersen ordunun
elinin altındaki ahali de senden kor- surette hazineye koyma. Amili ilk gü- hepsi bütün silah ve teçhizat ile kuş-
kar. Dindar olmalısın, çünkü dindar nahında azletme ve tekrar işin başına luk vakti ata binmiş olur.
olmayan padişah ve emire hürmet gönder. Çünkü insanların çoğu bu şe- Beceriksiz ve kahramanca hare-
edilmez ve haşmeti (büyüklüğü) ol- kilde muamele ile yumuşak ve uyanık ketler için cesaretten yoksun olan
maz. olurlar. Bundan sonra dilleri ve ka- insanları huzurunda tutma ve filan
Bil ki, hükmetmek en çok hazi- lemleri doğrulur. İşleri bir kere daha filanın oğludur deme ve babası hatırı
nenin dolu olmasıyla mümkündür. karıştıranları azlet ve bunlara asla iş için Allah’ın malını (halkının parasını)
Eğer mal yoksa kimse senin itaatin- buyurma. Çünkü hiçbir israf etme. Müstahak olanın hakkını
de olmaz ve dindar, akıllı kimseler vakit onlardan doğruluk ver. Söz gelişi bir kimsenin bir iktâı
seninle müttefik olmadıkça mal da gelmez. (topraktan alınan vergi geliri) varsa
toplanmaz. Halkı söz ve malla yap- Ordu ve askerin duru- ve hayırsız bir evlat bırakarak ölürse
tıklarınla kendine müşfik kılmak mundan, silahlarından veya kendisi zenginse, sultanın iktâı-
iyi bir çaredir. Bu meziyetlerin ve maaşlar ve iaşelerin- na muhtaç değildir. Bu iktâa ihtiyacı
hepsi büyük himmete muhtaç- den haberdar ol. Ordu olanlar varken o iktâı babasının şah-
tır. Çünkü eğer büyük himmet listesi (Cerîde-i Arz) siyeti uğruna hayırsız evlada verirsen
olmazsa bu meziyetler meyda- “Kull huvallahu” Tanrı’nın malını israf etmiş olursun.
na gelmez. İnsanın içindeki gibi mutlaka ez- Malı, ülkenin menfaati için iş görene
himmet yüksekliğe meyleden berinde olmalı, bağışla.
ateş ve rüzgâr gibidir. Oyun ve
eğlence ve lezzet ve şehvet
inişe meyli olan toprağın mi-
zacında da bulunur, imdi se- a nasihat
» Çocukların na
nin en mühim işin iyi yoldan ’in evlatları
Sebük Tegin ale me
mal toplamaktır. Ben sana ksadıyla k
nasihat ma ir sayfa.
halkın malını al veya müsadere et (el ldığı Pendnâme’den b
a
koy) demiyorum. Zulüm ve haksız-
lıkla bir malı alır, hazinene koyarsan
dünya ve ahiret düşmanı olursun.
Halkın vermesi gereken ve hüküm-
darın hakkı olan malı verdiklerinde
alma da demiyorum. Divânın (devle-
tin) hakkı olduğunu bildiğin malı gö-
nül hoşluğu ile almalısın ve hazineye
koymalısın.
Siyaseti ilgilendiren hiçbir işte ih-
mal gösterme ve adalet ve şeriat yo-
lundan çıkma. Kılıç gerekli olduğu
yerde kırbaca iş buyurma, kırbacın
gerektiği yerde kılıç vurma. Memle-
ketinin idaresinde gâfil olma. Bazıları
olur ki, senelerce âmillik (vergi tahsil-
Türk Tarihi

Biri, hükümdarlığında gözü olan ve


seni hükümdarlıktan bıktırmaya kast
eden kimselerdir, oğlun dahi olsa böy-
lelerinin kökünü kurut. Diğeri halkın
malına el uzatanlardır. Onları öldür
ve malı tekrar sahibine ver. Geri ka-
lan günahkârları günahlarına göre
cezalandır. Af her şeyin üstündedir ve
Allah’ın sıfatlarından biridir. Eğer bir
suçluyu afv edersen Allah da sana bir
iyilik bahşeder.
Elbette cömertlik ve civanmertliği
alışkanlık edinmelisin. Hasis (cimri)
bir hükümdar her hünerde üstad olsa,
yine de hiçbir işe yaramaz. Cimri asla
şöhret kazanamaz. İnsanlar şöhret ve
ünü cömertlikle elde ederler. Aynı za-
manda israfı uygun görüp de bütün
hazineyi boş yere savurma. Bahşişi
» Sultan şiir meclisinde hakkıyla ve vaktiyle ver ve hak ka-
Saltanatı boyunca ülkesini Orta Asya’nın büyük ve güçlü devleti haline getiren Gazneli zanmış olana ulaştır. Bağış ve bahşişi
Mahmud ve kendisine Şehname’den bölümler okuyan Firdevsî’yi tasvir eden bir minyatür. layık olmayanlara verme. Çünkü cevâ-
hiri (mücevherleri) domuzun boynu-
na gerdanlık olarak takmış olursun.
Yolları emin tut, zira bu çok önem- men senin önüne gelir; onun sorgu- Geveze ve gereksiz söz söyleyenleri
li bir iştir ve çölde tüccardan çalınan sunu yapasın. Sen dahi kıyamette her huzurunda tutma; sakın onların sözle-
her malın senin hazinenden götürül- hâl ü kârda Allah’ın önünde duracak- rine iltifat etme. Zira padişahın sırları
müş olduğunu bil. Hırsızı öldürüp sın ve o senden hesap soracak. Eğer daha çok şakacı ve geveze insanlar ile
malı hak sahibine iade edinceye ka- gece yarısı memleketinde bir canlı aç dışarıya sızar ve düşmanlar ülkenin
dar uyuma. Aksi halde Allah’ın sana uyursa Allah senin cezanı verir. sırlarına vakıf olurlar ve bundan çok
kıyamet günü bundan dolayı hesap Büyük günah işleme, eğer sen gü- kötülükler meydana gelir. Bir işi layık
soracağını bilesin. Kendi divân-ı nahkâr olursan halkı ahlaksızlık ve olmayan bir kimseye buyurmama-
mezâlimi’ne otur (örfi mahkemende günahkârlığı için cezalandıramazsın. lısın. Çünkü insanların kabiliyetleri
hâkimlik yap) ve bu işte ihtiyatlı (ted- Hiçbir zaman zulmü uygun görme. çeşitlidir. Şöyle ki, vezirlik kabiliyeti
birli) bulun. Çünkü zulüm yapmış çok Eğer bir kimse bir makam elde etmek olan bir kimseye ferraşlık (temizlik-
kimse senin huzurunda öyle görünür- için bir meblağ getirir ve bunun ha- çilik/süpürgecilik) buyurursan ona
ler ki, ondan daha mazlumu yoktur. zine menfaatine olduğunu söylerse zulm yapmış olursun, eğer ferraşa
Elbette yanıp yakılmaları derinliğine asla cevaz verme, çünkü bu mal onun da vezirlik verirsen yine zulm etmiş
incele ki, bir yanlışlık olmasın, yoksa evinden çıkmış değildir. Eğer kendisi- olursun.
kıyamette suçlu olursun. nin olsaydı bu işi yapmazdı. Sonra bil Herkesin kabiliyetini ölç, uygun
ki, bunu halktan alacaktır. Halk fa- olduğu işe tayin et ve işi de hüner ve
Aç uyuyandan kir olduğu zaman vilâyet harap istihkaka göre buyur. Söz gelişi birisi
sorumlusun! olur ve kötü isim senin üstün- vezir oğlu olsa fakat onda vezir aklı
Muâmelâttan, pazar, narh- de, servet ise gâsıbın (ele geçi- olmasa, filanın oğlu vezirdir diye onu
lar ve alış-verişten haberdâr renin) elinde kalır. tayin etme, bir eşekçi oğlunda vezir
ol ve pazarda doğru adam Cömert ve merhametli ol- aklı dahi olsa vezirlik verme. Bak,
ününü kazanmış, güvenilir malısın ve affın öfkenden faz- soylu kişi hünerli olduğu zaman ona
adamları tayin et. Bugün la olmalı ki, insanlar sana rağ- daha öncelik tanı. Çünkü onlardan
elinin altındakiler ne bet etsinler. İki günahkârı hem soy ve hem de hüner olur. Eğer
yaparlarsa he- asla affetmemelisin. birisi hünerli ama asil değilse onu ye-

» Gazneliler Devleti’nin temellerini


atan Alp Tekin (963-1183)
104 DERİN TARİH / 2015 EKİM
Ali Rıza İşipek, Türklerin İlk Amirali Çaka Bey ve Dönemin Savaşları, Denizler Kitabevi, 2013.
» Hind putuna Gazneli kılıcı
Gazneli Mahmud’un Hindistan’a yaptığı 16. sefer (1026). Bu seferde Sultan Mahmud
Hindu putu Şiva’yı dörde böldürtmüştü.

tiştir ki, derece derece asil olsun. An- bakımdan önce meseleyi dikkatlice san o vakit mazur olursun.
cak hüneri kadar iş buyur. İdarecileri düşünmeli ve eğer dostça anlaşma Memleketinin her tarafına casuslar
sağlam yetiştir. mümkünse, kâfirler ile savaşın dışın- ve haberciler tayin etmelisin, ta ki,
da harbe meyletmemelisin. gece ve gündüz durumdan seni haber-
En büyük düşman Devleti sana intikal etmiş kimsele- dar etsinler. Zira padişahların başına
Kendi dostunu ve düşmanını tanı- ri itaat altında bulundur. Onlar fela- gelen her bozukluk gaflet ve ihmal-
malısın, insan tabiatına vâkıf olmak ket sebebinin sen olmadığını bilseler den gelir. Ülkenin gelir ve giderlerine
tam bir kiyâset (uyanıklık) ve mükem- bile kıskançlıktan uzak durmazlar. vakıf olmalısın. Kâtipler ve vezirlerin
mel bilgi ister. Bu husus deneme ile Onlara karşı hazır ve uyanık olmalı- durumundan gafil olma. Çünkü za-
elde edilebilir, böylece onlara ceza ve sın, daima onları meyus tutmalısın ve man gelir; kâtipler hain olur ve amil
mükâfat verdiğin zaman herkesin ka- sırrını bunlardan saklamalısın. Bil ki, ile işbirliği ederler ve mal çalarlar, va-
rakterini anlayabilirsin. Padişahın vakit gelir dost düşman olur, ancak kit vakit onları kontrol etmelisin.
en büyük düşmanının kendi- düşman asla dost olmaz. Kendi Sana söylediğim bu sözlerin hepsi-
ni beğenmişlik ve istibdat akraba ve kardeşlerinden dahi ni ezberlemeli ve kalbine nakşetmeli-
olduğunu bil. Her işte dost- gâfil olma, çünkü müfsit in- sin ve bundan yüz çevirmemelisin; ta
luğu denenmiş sadık insan- sanlar her vakit onları senin ki, Allah seni iki cihanda talihli kılsın,
ların tavsiyesini al ve o hu- hükümdarlığını elde etmek inşâllâhuteala. Bu benim sana nasihat
susta kendi aklınla karar için kışkırtırlar. Yakınları- ve vasiyetimdir ve ben bu mesuliyeti
ver. Seninle aynı derece- nı ve akrabanı sevmeli ve üzerimden attım. Allah bilir ve hük-
deki düşmanlarına lü- küçüklere şefkatli davran- meder.”
tufkâr olmalı ve onlarla malı, büyüklere hürmetle
(Erdoğan Merçil, “Sebüktegin’in Pendnâme-
hoş geçinmelisin. Fakat muamele etmelisin. Ancak
si”, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, cild VI,
onlar senden üstünse o hükümdarlığına tama eden
cüz: 1-2, İstanbul, 1975, s. 203-232.)
işte kılıca başvurmaktan birine sevgi göstermemeli,
başka çare yoktur. Harp- onu meyus ve mağdur tut-
ler ve savaşlarda uzun malısın. Nezaret ve hapis-
düşünmek gereğindesin, hane onlara kifayet ettiği
çünkü savaş ticaret gibi- müddetçe kılıç kullanma-
dir, ya muvaffak olunur malısın. Eğer hapsetmenin
Muharrem Kesik
yahut da olunmaz. Bu fayda sağlamadığını anlar- Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.

» Gazneli Mahmud’un valisi Aslan Câzib’in İran’da


yaptırdığı camiden günümüze kalan minare.
2015 EKİM / DERİN TARİH 105
KİMLİK
POLİTİKALARI
NE ZAMAN
İCAT EDİLDİ?
“Müslümanlar için Hıristiyan Avrupa’da
kimliğin ve buna bağlı olarak sadakatin esas
belirleyenleri olan ülke ve etnisitenin ikincil bir
önem var. Onlar için temel kimliğin belirleyeni
ve buna bağlı olarak sadakatin odağı dindir”.
defter
terimlerin tariflerinde değişiklik olup mız yerlerde neredeyse her zaman bu
olmadığına dikkatle bakacaksınız; bu kelimeler [ırk, ırksal] kullanılıyordu.
İSMAİL K ARA
yetmez, diğer yakın-uzak kavramlarla 1940 yılında Britanya ordusuna katıl-
» Prof. Dr., Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
İslam Felsefesi Emekli Öğretim Üyesi. ilişkilerine yani hiyerarşideki yerine dığımda doldurmam için satırlardan
de bakacaksınız. Kavramın, terimin, birinde ‘ırk’ yazan bir form verilmiş-
kelimenin kendisi/adı aynı da kalsa ti. O güne kadar ‘ırk’ sözcüğüyle res-
tanımında veya sıradüzenindeki deği- mi bir belgede hiç karşılaşmamıştım

İ
çinde yaşadığımız modern devir- şiklikler birçok şeyi etkiler ve farklı- ve neyi öğrenmek istediklerini bilmi-
lerde zaman film şeridinin ma- laştırır. Eğer farklılık varsa o zaman yordum. Alman ordusuna katılıyor
karası süratle döndü(rüldü)ğü için da bunun zamanını, zamanlarını tes- olsaydım bunun ne anlama geldiğini
hadiselerin, fikirlerin, kişilerin, du- bite yöneleceksiniz. Nefesiniz yeter, bilirdim. (…) [Ne yazmam gerektiği-
rumların-duruşların takibi hayli zor takatınız kalırsa ardından da sebep- ni sorduğum çavuş] bana yavaşça ve
bir hal aldı. Dilin ve kavramların da… lerine… dikkatle, Britanya ordusu sözkonusu
Milattan önce olan bir şeyle dün veya Bıraktığımız bu yere tekrar dön- olduğu sürece dört ırk bulunduğu-
bugün olan birbirine karışmış vaziyet- mek üzere önce aşağıdaki metne bir- nu ve benim de bu dördünden biri-
te. (Harry Potter benzeri kitapların likte bakalım. (Çünkü bu yazımız ilk ni seçmekte özgür olduğumu anlattı:
ve filmlerin neredeyse bütün dünyada defa ağırlıklı olarak bir kitabın anlat- İngiliz, İskoç, Galli ve İrlandalı. 1993
satış ve gişe/CD satış rekorları kırma- tıkları üzerinden yürüyecek): yılında basılan bir kitapta ‘ırk’ sözcü-
sı bununla doğrudan alakalı olmalı). “[Yeniden redakte ettiğim kitap- ğünü bu anlamıyla kullanmak nahoş,
Hâlbuki takip fikri, idrak ve tahlil larımdaki] değişikliklerin çoğu ta- daha da önemlisi yanıltıcı olurdu.
denilen şeyler asgari olarak belli bir mamen dilseldi. Hatta birkaç yerde Özgün baskıda ‘ırk’ ya da ‘ırksal’ ke-
zaman tesbitini de zaruri kılmaz mı? metni özgün anlamı korumak için limelerini kullandığım pekçok yerde
Aristo’dan beri bizi takip eden kate- değiştirmek zorunda kalmıştım. (…) bunu ‘etnik’ ile değiştirdim”.
gorilerden biri de zaman değil mi idi? ‘Irk’ ve ‘ırksal’ kelimelerinin kullanı- Bu satırlar oryantalist, 2. Dünya
Onun için düşünce tarihiyle hatta mı bunun bir örneğiydi. İngiltere’de Savaşı sırasında İngiliz ordusunda
herhangi bir şeyin tarihiyle uğraşan- [metinlerimi yazdığım] 1946 ve 1947 subay ve Modern Türkiye’nin Doğu-
lara ısrarla şunu söylüyoruz: Bir fikri yıllarında bugünlerde ‘etnisite’ ya şu kitabının yazarı Bernard Lewis’in
takip edebilmek için kavramların ve da ‘etnik’ kelimelerini kullanacağı- hatıralarında kayıtlı (Tarih Notla-

106 DERİN TARİH / 2015 EKİM


rı-Bir Ortadoğu Tarihçisinin Notları, » Kimlik ne ile tanımlanacak? örnekler verebilirim: 1945 Kasımında
çev. Çağdaş Sümer, İstanbul, Arkadaş Britanya’nın Balfour Deklerasyonu’nu
“Hatay 1. Medeniyetler Buluşması”nda ilan edişinin yıldönümünde Mısır’da
Yay., 2014, s. 356-57). hahambaşı İzak Haleva, Fener Rum gösteriler düzenlendi. Gösterileri
Sizce şaşırtıcı bir şey var mı bu patriği Bartholomeos, Diyanet İşleri düzenleyenler bunun Britanya hükümeti
satırlarda, bilmiyorum. Ama yine de başkanı Ali Bardakoğlu ve Ermeni ile onun himaye ettiği Siyonistlere karşı
pek uzağında kaldığımız “zamanı kol- patriği Mesrob Mutafyan konuşuyorlar bir protesto olmasını amaçlamışlardı.
lama”nın önemine işaret etmek için (26 Eylül 2005). Hangi medeniyetler Gösteri kısa zamanda Yahudi karşıtı
bir hatırlatmada bulunabilirim: 11 buluşuyor acaba? Parlaklığı ve siyaseten bir kalkışmaya, daha da dikkat çekici
kullanışlılığı ölçüsünde bir karşılığı,
Eylül’den sonra İslâma, Müslümanla- olarak pek çok Katolik, Ermeni ve
bir muhtevası var mı? Hele Türkiye’yi Rum Ortodoks kilisesinin saldırıya
ra karşı bambaşka bir hâlete bürünen
taşıyacak derinliği?! Kimin düşündüğü, uğrayıp tahrip edildiği daha genel bir
ve yaşına başına aldırmadan dişlerini kimin izin verdiği belli olmayan “Hatay” gayrımüslim karşıtı bir ayaklanmaya
gösteren Lewis, 1940’larda, 1950’ler- yazısı nasıl bir kimliğe işaret ediyor dönüştü.
de yazdığı kitaplarını yeniden redakte dersiniz? Türkiye’de böyle bir kimlik, Düşman tanımının benzer bir şekilde
etmeye 1993’te değil de on yıl önce, böyle bir Hatay var mı? Türkiye’nin genişletilmesi 1952 Şubatında Süveyş’te,
meselâ 1983’te başlamış olsaydı ırk ye- kimliği mi bu? Diyanet İşleri Başkanını Kanal üzerinde devam eden Britanya
rine etnisite kullanma ihtiyacını -çok buraya kim oturttu? işgaline karşı gösteriler düzenlendiğinde
Bu sorular cevapsız ama ortada tarihe
büyük bir ihtimalle- duymayacaktı. de yaşandı. Britanya karşıtı gösteriler
kalacak bir fotoğraf var. Bizim anlama bir Kıpti kilisesini yağmalayıp ateşe
Çünkü kimlik politikaları Soğuk Sa- sorumuz şimdilik zamanla alakalı: Bu vererek, farklı mezheplerden bir dizi
vaş sonrasının dünyasında tedavüle fotoğraf ne zaman mümkün olabildi ve yerli Hıristiyanı öldürdüler. (…) 2011’in
giren/sokulan ve neredeyse eşzamanlı anlamı ne? sonlarında ben bu kitabı kaleme alırken
olarak, hiçbir perhizkârlık engeline ta- B. Lewis ise karşı taraftan başka bir olaylar neredeyse yüz bin Kıptiyi Mısır’ı
kılmadan basın yayın dünyasının vo- hikâye anlatıyor: terk etmeye zorladı. Hezeyan anlarında
kabülerinde, üniversitelerde, akademik “Yirminci yüzyılın ortalarıyla birlikte düşmanın bir parçası olarak görüldüler
eserlerde boy gösteren, hem de nice on İslâm dünyasında ortak bir Müslüman ve buna göre davranıldılar. Muhtemelen
kimliğine ve küresel dünyada kâfirlerden
yıllardır tedavülde imiş gibi tezahür gayrısahih bir biçimde Peygamber’e
oluşan ortak bir düşmana dair giderek atfedilen bir hadise göre ‘küfür tek bir
eden kavramsal-siyasal bir programdı, artan bir farkındalığa işaret eden sayısız millet’ti” (Tarih Notları, s. 269-70).
elbette aynı zamanda yeni inşa edilmiş gösterge ortaya çıkmıştı bile. Kimi
politik bir dildi.

2015 EKİM / DERİN TARİH 107


defteR
İSMAİL K ARA

İsterseniz tetkik ve tahkik için bi- huriyet ideolojisinin baskıları, korku- Aynı kitapta kendisi anlatıyor:
raz sözlüklere (Fransızca-Türkçe veya ları ve perhizkârlıkları idi. Fakat aynı “Çok tartışılan ‘medeniyetler ça-
İngilizce-Türkçe sözlükler dahil) mü- zamanda edep-ahlâk ve tedavüldeki tışması’na ilk kez 1957 Ağustosunun
racaat edin, bakalım etnik, özellikle dil-üslup da buna yol vermezdi. Böyle son haftasında Washington[’da] (…)
etnisite kelimelerini bulabilecek mi- konuşmak kendini bilmezlik ve kaba- bir konferansta atıf yaptım. (…) Or-
siniz, bulursanız eğer hangi anlamla- lıktı, en azından hafiflikti). tadoğu’nun Müslüman halklarının
rıyla karşılaşacaksınız? Osmanlıcanız büyük bir çoğunluğu için Hıristiyan
varsa daha güzel ve vasıflı sürpriz “Herkese refah” yerine Avrupa’da kimliğin ve buna bağlı ola-
örnekler için mutlaka Şemseddin Sa- “herkese etnisite” rak sadakatin esas belirleyenleri olan
mi’nin, Kelekyan’ın, Redhouse’ın iki Lewis İslâm dünyasıyla, Müslü- ülke ve etnisitenin ikincil bir önem
dilli sözlüklerine de bir göz atın. manlarla, Ortadoğu’yla ilgili çalışma- arzettiğini ve pek dikkate alınmadığı-
(Yaşı müsait olanlar hatırlayacak- larında bazı ‘ırk ve ırksal’ kelimelerini nı anlattım. (…) Temel kimliğin belir-
lardır, düne kadar kimse durup du- artık ‘etnisite ve etnik’ kelimeleriyle leyeni ve buna bağlı olarak sadakatin
rurken, uluorta ben Çerkezim, ben değiştirmişti ama meselenin aslının odağı dindi. Batıda biz farklı dinlere
Gürcüyüm, ben Kürdüm, ben Lazım, tamamen farkında idi. Ne ırkın ne bölünmüş bir ulus tahayyül ederiz. İs-
ben Arnavutum, ben Ermeniyim, de “bidat” etnisitenin Müslümanlar lâm dünyasında ise onlar daha ziyade
ben Aleviyim, ben Arabım demez- arasında (daha fazlasıyla Müslüman uluslara bölünmüş bir din tahayyül
di. Bunu yazmazdı, ima da etmezdi. Türkler arasında) kayda değer bir ederler ve bu bölünmeler yerel olarak
Devlet adamlarının bunları herhangi karşılığı olmadığını, olsa olsa sun’î önemli olsalar da küresel açıdan ikin-
bir şekilde telaffuzu zaten sözkonusu veya moda/dayatılmış/uyarılmış bir cildirler. Ortadoğu’da [Müslümanlar
değildi. Meşruiyeti de yoktu. Diye- karakterde olacağını, kalacağını bili- tarafından] esasen Hıristiyan olarak
memenin, yazamamanın önündeki yordu; hem bilgi olarak hem de fiilen, görülen batılı uluslar [ABD dahil]
engellerden biri elbette zaman, Cum- yaşadığı tercrübelerle… genellikle tek bir grup olarak algıla-
nırlar, her zaman olmasa da zaman
zaman buna Rusya da dahildir” (s.
266).
» Mehmet Akif » Ahmet Haşim » Yahya Kemal Müellif bu tesbitleri Müslümanla-
rın faziletlerini saymak için zikretmi-
yor elbette, aksine bugün bile İslâm
dünyası ve Türkiye için çok önemli
olan bir hususiyeti yani kurucu ve
sürdürücü fikrin, birliği sağlayıcı un-
surun Batıda olduğu gibi ırk üzerin-
den değil din/İslâm ve Müslümanlık
üzerinden olduğunu, 1957 yılında
Amerikalıları, Müslümanların sadece
Avrupa’ya değil kendilerine de derin
bir düşmanlık beslediğini isbat ve
muhataplarını ikna için anlatıyor,
dil döküyordu. Gerekçesi de hazırdı:
» Çağdaş Türk Edebiyatı veya hissiyatını, işaretlerini öne alarak bir
düşüncesi hangi kimlikten? değerlendirme veya sıralama yapsanız nasıl Hangi ırktan ve etnisiteden gelirse
bir sonuca ulaşırsınız? gelsin tek bir millet olan Müslüman-
Türk edebiyatının son büyük
İsterseniz çağdaş Türk düşüncesinin lar için “küfür de tek bir millettir”.
üstatlarından Mehmet Akif Arnavut, Ahmet
Haşim Arap, Yahya Kemal suyun ötesinden
büyük isimlerine intikal edin: Said Halim Yazarın tecrübi bilgi olarak aktar-
“kimlik”leriyle tanı(mla)nabilirler mi? Aynı
Paşa, Abdullah Cevdet, Yusuf Akçura, Ziya dıkları da zikre değer: 50’li yıllarda
Gökalp, Fuat Köprülü, Babanzâde Ahmet Osmanlı arşivlerinde çalışmak için
şey Süleyman Nazif, Tevfik Fikret, Mehmet
Naim, Ahmet Ağaoğlu, Bediüzzaman…
Emin Yurdakul, Cenap Şahabettin, Halide Türkiye’ye geliyor (kendi beyanlarına
Boyunlarına hangi kimliği asarsanız onların
Edip Adıvar, Abdülhak Hamit Tarhan… için göre o yıllarda gittikçe harareti artan
hususiyetlerini ve fikir dünyalarını ele
de geçerli. İsrail meselesi yüzünden Yahudi bir
verebilirsiniz acaba?
İlk hatırladığınız mısraları, şiirleri, yazıları, akademisyenin Türkiye ve İran dışın-
Etnisite bir işe yarar mı?
başlıkları üzerinden, onun anlamını,
da rahatlıkla kalıp çalışabileceği bir

108 DERİN TARİH / 2015 EKİM


İslâm ülkesi yok) ve geçici ikamet izni
için önüne konan bir belgeyi dolduru- Türkiye’ye rini yürüten kişi olmuş bu zat), Hıris-
tiyanlıktaki ötekilik meselesini de bir
yor. Belgeyi almaya gittiğinde “kim-
lik” hanesine “Protestan” yazıldığı-
“medeniyetler papaz anlatacak normal olarak. Peki
İslâmda ötekilik kim tarafından şerh
nı görüyor ve şaşırıyor. Niçin böyle
kaydedildiğini sorması üzerine, belki
çatışması- u beyan edilecek diye bekliyorsunuz?
Boşuna Türkten, Acemden, Araptan,
de Cumhuriyetçi olan ama milliyet- medeniyetler ittifakı”, Hintten sarıklı bir âlim yahut kravatlı
le dini aynı bilen Türk memur bütün
rahatlığı ve açıklığıyla şu cevabı ve-
“dinlerarası diyalog”, bir ilahiyatçı akademisyen bekleme-
yin, bunun anlatıcısı B. Lewis... “Bir
riyor: “İngiliz yazmışsınız ve İngiliz
Protestan demektir, bunu herkes bi-
“Medine vesikası”, molla değilim ben” diye konuşmasına
başlayınca yanındaki papaz “hayır,
lir” (s. 268-69). “çokhukukluluk”, siz bir müftüsünüz” diye otoritesini
kutsamış ve yerindeliğini tasdik etmiş
Etnisite, çatışma, barış… “hoşgörü”, “birarada (s. 285-90).
Bernard Lewis’in “medeniyetler
çatışması”ndan ilk defa ne “zaman”
yaşama” gibi Sonra onun sandalyesine aynı/
benzer meseleleri anlatmak, konuş-
bahsettiğini atlamadınız değil mi?
1957… Türkiye’ye “medeniyetler ça-
parlak başlıkların, mak için Müslümanlar da oturacak,
kurulacak. Hem de ne kadar!? Şair
tışması-medeniyetler ittifakı”, “din- programların “ne demişti ya; “Bilemem eyleyecek han-
lerarası diyalog”, “Medine vesikası”,
“çokhukukluluk”, “hoşgörü”, “bira- zaman” ve kimler, de midir girye midir”. Öyle bir şey
bu.
rada yaşama” gibi parlak başlıkların,
programların “ne zaman” ve kimler,
hangi siyasî ve Söz vermiştik, başta bıraktığımız
yere dönelim: Zaman film şeridinin
hangi siyasî ve dinî gruplar, hangi dinî gruplar, hangi makarası çok süratli dön(dürül)üyor,
kurumlar marifetiyle geldiğini, ne kimlik politikaları gibi daha dün önü-
türden bir mantıkla ortaklaşa seslen- kurumlar marifetiyle müze gelenleri “zamanı kollama”dan
dirildiğini hatırlıyor musunuz? Şimdi
sadece kendinin dışındaki bir grubu,
geldiğini, ne türden tarih boyunca hep böyle imiş gibi
görüyor, öyle zannediyoruz. Hâlbuki
bir kurumu, bir kişiyi hatırlamak an-
cak körlükleri artırabilir, basiret için
bir mantıkla ortaklaşa ilmî ve fikrî bir çaba yeniliklere, sıç-
ramalara, yeni kavramsallaştırmalara
hepsini hatırlamak ve tablonun ta- seslendirildiğini ve açıklama tarzlarına açık ve hatta
mamını görmek, süreci bir daha göz-
den geçirmek lazım. Hatırlamak da hatırlıyor musunuz? teşne olmakla beraber ısrarla ne za-
man, niçin ve nasıl sorularını da sor-
bütünlük ister çünkü, bunun için de malı, süreci ve neticeleri takip etmeli,
gayret ve cesaret… kendi zaviyesinden, kendini merkeze
Fakat daha çarpıcı bir hikâye var alarak değerlendirmeli. Ayrıca bu
Lewis’in anlattıklarında: İki önceki politikalar bize çözüm ve yakınlık
Papa II. John Paul dinlerarası diya- Bu hususi toplantıların meyvele- mı sağlıyor, “küresel” yeni/sun’î bir
log meselesiyle yakından ilgileniyor- rinden biri İtalyan Hıristiyan Demok- kimlik mi veriyor yoksa gerçek kim-
muş (1964’ten beri hepsi ilgileniyor rat Partisi’nin “entelektüel kolu”nun liklerimizi mi topluyor, törpülüyor?
aslında, Vatikan’da bir ruhban müte- düzenlediği “Ötekilik” kolokyumu. Harcıyor, mezata sunuyor, onlarla
hassıslar sınıfı var bunun için). Onun 80’li yıllardayız. (“Öteki” meselesi de savaşı körüklüyor? Bunlara da bak-
düzenlediği hususi sohbet toplantıla- etnisite gibi yeni ve parlak bir kav- malı.
rına davetli olarak katılanlardan biri ramsallaştırma başlığı). Üç büyük Düşündürücü, belki ızdırap verici
de B. Lewis. Hıristiyanlık ve Yahudi- semavî dinde bu meselenin nasıl ele bir şey daha var: Vatandaşın, halkın,
lik ilişkilerini, diyalog ve yakınlaşma alındığı konuşulup tartışılacak bu ko- sevad-ı a‘zamın zaman anlayışı sanki
meselelerini konuşuyorlar. İslâm me- lokyumda. okumuş yazmışlardan daha uzun-za-
selesi ve “hoşgörü” edebiyatı da sık Yahudilikte ötekiliği bir haham manlı ve dayanıklı gözüküyor.
gündeme gelip gidiyor. “Diyalog”un anlatıyor (daha sonra Vatikan’la İs- Devir “cehalet”in prim yaptığı de-
önşartlarının tamamlanabilmesi için rail arasında diplomatik ilişkilerin virler, zamanlar mı oldu yoksa?! Ahir
ona da ihtiyaç var… kurulması anlaşmasının müzakerele- zaman alametleri!!!

2015 EKİM / DERİN TARİH 109


G A L ATA’ DAN

B AN K ESİ
ER AİL
T
arihî İstanbul’un ikinci
büyük bölgesidir Galata.
Boğaz’ın girişi ile Haliç’in
başlangıcı arasında, kıyıdan
Galata Kulesi’ne doğru yükselen bir
arazi üzerine kurulmuştur. Evvelce bu
bölgenin etrafını, aynen Haliç’in karşı
tarafındaki gibi bir sur duvarı çevreli-
yordu.
Galata Orta Çağ’ın
sonlarına doğru Batılılar
tarafından tercih edilir
olmuştu. Bizans İmpara-
torluğu’nun güçlü oldu-
ğu dönemlerde Batılı
tüccarlar tarihî İstan-
bul’un içinde Sirkeci ile
Eminönü’nden yukarıya
doğru çıkan yamaca yer-
leşmişlerdi. Fakat 1203-
04 yıllarında 4. Haçlı Se-
feri’yle İstanbul önlerine
kadar gelen Batılılar Bi-
zans’ın başşehrini ele ge-
çirerek korkunç bir yan-
gınla burayı harap
ettiler. 1261’de Bizans,
eski başkentine yeniden
sahip olduktan sonra La-
tinlerin artık burada ya-
şamalarına imkân tanı-
madı.

110 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Usta Kalemler

Kamondo ailesinin İstanbul’da başlayan hikâyesi 2. Dünya


Savaşı’nda Yahudilerin katledildiği Nazi kamplarında son bul-
muştu. Özel mimarili merdivenleri, hanları ve tabii emsalsiz
bir hayat hikâyesini miras bırakan ailenin izini sürüyoruz.
Prof. Dr. SEMAVİ EYİCE
DERİN TARİH İÇİN YAZDI

© MUSTAFA CAMBAZ

» Zamanın tanığı
Avram Kamondo’nun Hasköy’deki Neo-
Gotik mimarili anıt mezarı zenginlik, şöhret
ve acıyla imtihan edilmiş hayattan geriye
kalan hüzün yüklü bir hatıra.

2015 EKİM / DERİN TARİH 111


Gerek büyük para oyunlarında devlet
» Galata’nın kalbinde Kamondo damgası maliyesini sömüren, gerekse munta-
Art Nouveau usulü farklı mimarisiyle dikkat çeken
‘Kamondo Merdivenleri’ Galata ile özdeşleşmiştir. zam olarak maaşlarını alamayan dev-
Çiçeklikleri ve kıvrımlı yapısı ile bir ulaşım vasıtası let görevlilerinin “kırdırdıkları” maaş-
olmanın ötesinde seyirlik bir sanat eseri olarak lardan dolayı bu yabancı para babaları
şehrin kalbinde yıllardır nöbete devam ediyor. varlıklarını iyice artırdılar.
Burada bunların birinden bahsede-
ceğim: Abraham (bazı kaynaklarda Av-
Böylece 13. yüzyılın sonlarından iti- bu armaların bir kısmı müzeye kaldı- ram) Kamondo’dan.
baren Batılı gemilerin durduğu ve bu rılmış ise de bir kısmı ortadan kaybol- Soyu İspanyol-Portekiz Yahudile-
suretle taşıdıkları malları depoladık- muştur. rine dayanan Abraham Salomon’un
ları en büyük liman ve merkez Haliç Galata, fetihten sonra da -Osmanlı ailesi 18. yüzyılda İstanbul’a yerleş-
ağızındaki Galata olmuştu. devri boyunca- yabancı gemici ve tüc- mişti. Abraham, kardeşi İzak ile birlik-
Orta Çağ sonlarında İtalya’nın en carların kaldıkları bir merkez olma te Kuledibi yakınındaki, önceleri adı
ünlü ve en büyük ticaret merkezle- karakterini daima korudu. Akdeniz ül- Kamondo iken sonradan Banker So-
rinden olan Cenova’nın tüccarları bu- kelerinden İstanbul’a gelen işin erbabı kağı’na çevrilen sokakta I. Kamondo
rayı benimseyerek Türklerin Bizans’ı yabancılar 19. yüzyıl başlarından iti- ve Şürekâsı isimli bankayı kurdular.
fethettikleri 1453’e kadar Galata’nın baren buradaki para ticaretine hâkim Ancak kardeşi İzak 1832’de vebadan
hâkimi oldular. Buranın sahibinin res- olmaya başladılar. Beyoğlu’nun ara so- vefat ettiğinde servet ve işlerin idaresi
men Bizanslılar olduğuna işaret eden kaklarının başında evleri, apartmanla- Abraham’a kaldı.
dört ‘B’li Bizans armasının birkaç du- rı olan sarraflar ise Osmanlı tarihine Bu özel banka Osmanlı Devleti’ne
varda bulunmasına rağmen surlarda Galata bankerleri olarak geçtiler. bilhassa Kırım Harbi (1853-56) yılların-
ve kapıların üstlerinde bu ticaret şeh- 19. yüzyıl boyunca mali durumu da para vermek suretiyle destek oldu.
rinin gerçek hâkiminin Cenovalılar pek parlak olmayan devlet, bizim Lakin merkezi Paris’e nakledilen bu
olduğunu gösteren idareci armaları sarraf olarak adlandırdığımız, Batılıla- müessesenin faaliyetleri zamanla kü-
ve kitabeleri bulunuyordu. 1850’den rın ise banker dedikleri, para ticareti çülmüş ve banka 1910’lu yılların sonu-
az sonra Galata surları yıktırıldığında yapan bu yabancılara başvurmuştu. na doğru tamamen kapanmıştı.

112 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Usta Kalemler

1866’da tek oğlunu kaybeden Ka- sesi’nin alt tarafına doğru uzanan cad-
mondo, torunları Nesim ve Abraham denin ortasında olup bugün Kamondo
ile 1871’de Paris’e yerleşti. Bir yıl son- Apartmanı olarak bilinir.
ra, 1872’de Pare Monceau’daki köşkün- 30 yıl kadar önce başlanan bu
de vefat etti. Vasiyeti üzerine cenazesi apartmanın yıkımı, içinde yerli ya-
Osmanlı elçiliğinin de araya girmesiy- bancı bazı önemli kişilerin yaşamış
le Paris’ten getirilip 14 Nisan 1873’de olduğu gerekçesiyle anıtlar kararıyla
Hasköy’de türbe şeklindeki anıt meza- durdurulmuştur. Sarayburnu’ndan
rına defnolundu. Boğaz girişine kadar çok geniş bir
2. Dünya Savaşı sırasında Fransa Al- manzarası olan apartman maalesef
man işgalindeyken Kamondo soyunun ihya da edilemediğinden öylece bı-
son temsilcileri olan Kont Moise de Ka- rakıldı.
mondo’nun kızı Beatrice, kocası Leon Avram Kamondo’nun Has-
Reinach ve iki evladı Yahudi oldukları köy’de gömülmeyi vasiyet ettiği
için toplama kamplarının birine kapa- türbe binası ise garip bir macera
tılmış ve 1943’te de öldürülmüşlerdi. geçirse de bugün hâlâ ayakta-
Böylece Kamondoların soyu toplama dır. E-5 yolunun Hasköy-Ayvan-
kamplarında kuruyup gitti. saray köprüsüne iniş bölümün-
de, tepenin en yüksek yerinde
Türbesinde soba yakıldı görülen tek bina bu türbedir.
Avram Kamondo’nun bankası Ban- Tek kat üzerinde fazla yük-
ker Sokağı’nda bulunuyordu. Eskiden sek olmayan yapının açık şekilde
Voyvoda olan adı sonradan Bankalar Neo-Gotik üslubunun mimarî örneği
Caddesi’ne dönüştürülen bu ana cadde olduğu görülür. Sonraları o kadar sa-
bankaya yokuşlu bir yolla bağlanıyor- hipsiz bırakılmıştır ki, köprüden her
du. Osmanlı Bankası’nın tam karşısın- geçişimizde binanın nasıl hor kullanıl-
daki bu yokuşlu yol, merdivenleri ile dığını hayretle görürdük.
geçenlerin dikkati çekmekteydi. Art Evsiz kalan biri bu mezar binasının
Nouveau tarzı mimarisiyle diğer mer- içine yerleşmiş, hatta içeride ısınmak
divenli yollara hiç benzemeyen bu için kullandığı sobanın bacasını dışa-
bağlantı yolu Kamondo merdiveni ola- rı çıkartmıştı. Böylece bu mükemmel
rak tanınmıştır. manzaralı mezarı ev olarak yıllarca
Aşağıdan çift olarak başlayıp 16. kullandı.
basamakta birleşen, sonra ayrılarak Nihayet birkaç yıl önce bir gayrete
içi toprak dolu bir çiçeklik alan oluş- gelindi de burası tekrar mezar bina-
turan ve tekrar ikiye ayrılarak 29. ba- sına dönüştürüldü. Burayı yıllarca ev
samakta yeniden birleşen merdiven olarak kullanan kişinin tabii ihtiyaç-
ikiye ayrıldıktan sonra bitmektedir. larını nasıl sağlamış olduğunu da bi-
43 basamağı bulunan Kamondo Mer- lemiyorum. Fakat İstanbul’da hiçbir
diveni Galata’da benzeri olmayan bir şeye şaşırmamak gerekir.
geçit yeri olarak tarihî eser hüviyeti Kamondo’nun mezarı nasıl bir ev
taşımaktadır. haline gelmişse, Vefa’da bulunan 17.
Avram Kamondo zenginliği nispe- yüzyılın son yıllarına ait bir şeyhülisla-
tinde İstanbul içinde birtakım iş han- ma ait türbe de ev olarak kullanılıyor-
» Avram Kamondo
ları da yaptırmıştı. Söylendiğine göre du. Silivrikapı yakınında sur duvarıyla
Kamondoların yapıları Satmpa adında bir burcun birleştiği köşeye yapılmış
bir mimarın projelerine göre inşa edil- Geç Roma Çağı’na, yani 4. veya 5. yüz-
mişlerdi. yıllara ait mezar binasının -içindeki
Dilber, İbret, Latif ve Yakut adlarını lahitlere ve iskeletlere rağmen- ev ya-
taşıyan hanlar bunlardandı. Bunlar- pıldığını gördükten sonra hiçbir şeye
dan bir tanesi Kuledibi’nden Alman Li- şaşırmıyorum.

2015 EKİM / DERİN TARİH 113


M A N ’ I N E R
G E N Ç O S E N S E F
R İ N İ Ç İ Z
E

N
KAD
N
İR ÖZC.eAdu.tr

İ
Ü L K A D
ABD fsm

T
aozcan@

HO 394.
yıl dönüm
ünde

114 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Osmanlı Tarihi
ir eden
ü ş dönüş ünü tasv
n l’a yen
a hta g ergin dö rin de n İstanbu atı üzerinde ilerle
» Pay it otin se fe isinde,
sman’ın H en solakların ger eferden
Su ltan II. O
y ürü y an O sm an Han s
de, yaya gelen ye
re “Sult
âme-i Nâ
dirî).
minyatür ü ze rin e irî, Ş eh n
başı üş (Nâd
Sultan’ın ” no tu düşülm
ü r
gelindiğid

Genç Osman’ın katline varan kritik süreci anlamak bakımından Hotin seferi
kilit noktasıdır. Sultan’ın askeriyle arasındaki ipler büyük umutlarla çıktığı
bu seferde kopmuş, ardından gerilim tırmanmıştı. Peki bu kritik sefer
sırasında neler yaşandı? Padişah’ın beklentisi ve hataları nelerdi?

D
avası uğruna öldürülen elçilik raporlarını inceleyerek iki cilt
ilk Osmanlı padişahıydı halinde Sultan II. Osman döneminin
o. 3 Kasım 1604’de dün- tarihini yazan Madame de Gomez’e
yaya geldi. I. Ahmed’in göre amacı Lehistan’ı geçerek Baltık
Mahfiruz Sultan’dan doğan en büyük Denizi’ne çıkmak, orada kuracağı do-
oğluydu. Şehzadeliğinde iyi bir eği- nanmayla Atlas Okyanusu’na ulaşıp
tim aldı ve I. Ahmed’in diğer hasekisi Avrupa Hıristiyanlığını hem oradan
Kösem Mahpeyker Sultan’ın himaye- sürmek, hem de Akdeniz’den kıskaca
sinde yetişti. Özellikle hocası Ömer alarak dahilde Habsburg Almanya’sı-
Efendi’nin etkisinde kaldı. Devletin na karşı Osmanlı’ya meyil gösteren
bazı kurumlarının ıslaha muhtaç Protestanların da desteğiyle Katolik
olduğu kanaatine hocasının da etki- Hıristiyan dünyasını parçalamak
siyle daha o yıllarda vardı. Çocukluk ve Avrupa’ya hakim olmaktı.
yıllarında Fâris veya Fârisî mahlasıy- Yine Gomez’e göre Sultan Os-
la şiirler yazdı. Bunlardan, man’ın bir başka büyük projesi,
Niyyetüm hizmet idi saltanat ü devletime Sicilya’yı fethedip Napoli Krallığı’na
Çalışur hâsid ü bedhâh nekbetüme hakim olarak bütün padişahların
beyti ülküsünün büyüklüğünü gös- Kızıl Elma’sı olan Roma’yı almak
termesi bakımından önemlidir. ve Avrupa devletlerinin birbirlerine
Babasının vefatından sonra teamü- husumetini de kullanarak Osman-
le aykırı olarak aklî dengesi bozuk lı üstünlüğünü kurmaktı. Bu büyük
amcası Mustafa’nın tahta çıkarılması düşüncenin gerçekleştirilebilmesi
çocuk ruhunda derin izler bıraktı. 26
» II. Osman’dan önce ve sonra iki defa ise ancak güçlü bir orduyla mümkün
tahta çıkan amcası I. Mustafa’nın nadir
Şubat 1618’de amcasının yerine tahta resimlerinden biri. Tarihlerimizde “pâdişâh-ı olabilirdi. Tarihçi Tûgî’ye göre bu or-
Padişahın Portresi: Tesavir-i Âl-i Osman, İş Bankası Kültür Yay., 2000.

geçtiğinde henüz 13 yaşındaydı. Edhem-meşreb” diye zikredilir. duyu Türklerden ve Türkmenlerden


II. Osman’ın cülûsunu müteakip oluşturmak istiyordu.
yaptığı ilk iş, babadan oğula geçen 1618’deki Kırıkköprü bozgununun ar- Dönemin İngiltere elçisi Thomas
saltanat teamülünü değiştirerek am- dından İran’la barış antlaşması yapıl- Roe’nun raporlarına yansıyan hayal/
cası Mustafa’yı tahta çıkaran Sadaret dı ve genel olarak Kanuni döneminde kurgu görünümündeki bu düşünce
Kaymakamı Sofu Mehmed Paşa’yı 1555’te imzalanan Amasya Antlaşma- çağdaş yerli kaynaklarda yer almasa
görevden almak oldu. Aynı töhmetle sı’nın şartları benimsendi. da, II. Osman’ın cihangirlik davasının
Şeyhülislam Esad Efendi’nin yetkile- Bir süredir Lehistan ile savaş devam Batı’daki yansımasının bir göstergesi
rini sınırlayarak hocası Ömer Efen- ediyordu. İskender Paşa bazı başarılar gibidir. Zira o sıralarda Avrupa devlet-
di’yi ön plana çıkardı. kazanmıştı. İngiltere’nin teklif etti- lerinin Otuz Yıl Savaşları yüzünden
Cülûsu esnasında Osmanlı-Safevi ği barış arabuluculuğu reddedilerek birbirleriyle mücadeleleri onun işini
savaşı devam etmekteydi. 10 Eylül sefer hazırlıklarına başlandı. Çağdaş kolaylaştıracak gibi görünüyordu.

2015 EKİM / DERİN TARİH 115


» Sultan Süleyman gibi

Padişahın Portresi Tesavir-i Âli Osman, İş Bankası Yay., İstanbul, 2000.


olacağım derken...
Tecrübesizliği ve toyluğu çağdaş
kaynaklarca da vurgulanan Sultan II.
Osman kararlarında yakın çevresinin etkisi
altında kalmış, bunun bedelini de maalesef
kanıyla ödemiştir.

Bu idealin doğruluğunu tartışmak-


tan çok, yeni bir ordu kurma düşün-
cesine bakarak II. Osman’ın gerçek-
ten bir cihangirlik emelinin olduğu
söylenebilir. Nitekim 1620 yılında
Kaptanıderya Halil Paşa’nın İtalya’ya
asker çıkarması ve Manfredonya’yı
yağmalaması da onun bilgisi dışında
değildi. Ancak çok genç bir hükümda-
rın gençlik hayallerini süsleyen bu ta-
savvurun gerçekleşmesi imkânsızdı.

Sefer öncesi kardeş kanı


Artık tefessüh etmeye başlamış,
seferden de, başkumandan konu-
mundaki padişahtan da soğumuş bir
orduyla böyle büyük bir idealin ger- Bu çocukça davranışları göz önü- Ağası İbrahim Ağa’nın etkili olduğu
çekleştirilemeyeceği, sefer sırasında ne alan bazı akl-ı selim sahipleri Le- nakledilir.
anlaşılacaktır. Tecrübesiz padişah histan seferine baştan karşı çıktılar. İyi yetişmiş biri olan, halkın çok
davranışlarıyla askeri kendinden so- Bunların başını kayınpederi Şeyhü- sevdiği ve kendisinden olumlu şeyler
ğuturken, sipahilere gecikmiş maaş- lislâm Hocazade Esad Efendi çekmek- beklenen şehzadenin katli kamuoyu-
larını verdirmemek gibi şevklerini teydi. Onlara göre Lehistan meselesi nu çok üzmüştü. Katli için gereken
kırıcı hatalar yapıyordu. Aynı şekilde ya barış yoluyla çözülmeli ya da bir fetvayı Şeyhülislam Esad Efendi ver-
arpalıklarını kestirme kararıyla ule- serdarın kumandasına havale edil- meyince şeyhülislamlık beklentisi
manın da tepkisini çekmişti. En çok meliydi. Fakat dedesi Kanuni Sultan içinde olan Rumeli Kazaskeri Taşköp-
tepki çeken davranışı ise sefer esna- Süleyman’ı örnek alan genç padişah, rüzade Kemaleddin Efendi’den alın-
sında muhafız askerlerinden bazıla- uyarıları dinlemedi. mıştı.
rını şahsî nişan talimlerinde oklarına Sultan Osman devrinin en önemli Kendisini boğmak için gelen cellat-
hedef yapması ve yeniçerileri tek tek siyasî olayı, Lehistan’a yönelik Hotin ları görünce Şehzade Mehmed’in yük-
önünden geçirerek yoklamayı bizzat seferidir. Sefer hazırlıkları sırasında sek sesle, “Osman! Allah’tan dilerim
yapmasıdır. Bu durum askeri de, su- İstanbul’da hazin bir olay yaşandı. ki ömr ü devletin berbad olup, beni
bayları da üzmüştür. Sultan Osman kendisinden birkaç ömrümden nice mahrum eyledin
Her iki uygulamanın askeri ken- ay küçük kardeşi Şehzade Mehmed’i ise sen dahi behremend olmayasın
disinden soğuttuğuna şüphe yoktur. 12 Ocak 1621’de siyaseten öldürttü. (nasiplenmeyesin)” şeklinde beddua
Kararlarıyla devlet ileri gelenlerini Lehistan seferi esnasında arkasında ettiği nakledilir. Çağdaş tarihçiler bu
uzaklaştırması ise meselenin bir baş- güçlü bir rakip bırakmaktan endişe bedduanın tuttuğu hususunda mütte-
ka yönüdür. ediyordu. Bu meselede Darüssaade fiktir. Zira fetvayı veren Kemaleddin

116 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Osmanlı Tarihi

Hotin seferindeki başarısızlığın sebepleri


arasında Genç Osman’ın tecrübeli kumandanların
fikirlerine değil de Darüssaade Ağası’na tabi
olması gösterilir.

Efendi birkaç ay sonra sefer yolunda hareket etti. Edirne ve Yanbolu üze-
İsakçı’da korkunç bir hastalıktan ve- rinden İsakçı’ya varıldı. Burada Tuna
fat etmiştir. üzerinde köprü kurulurken askere
Bu hadiseyle ilgili olarak Sultan biner akçe sefer bahşişi dağıtıldı ve
Osman’ın Sadrazam Ohrili Hüseyin asker bizzat padişah tarafından yok-
Paşa’ya, “Babam sağken kardeşim lamaya tabi tutuldu. O anda orada
Mehmed’e çok düşkün olduğundan bulunmayanlara ise bahşiş verilme-
padişahlığı ona bırakır diye can kor- di. Sultan Osman burada kale, cami
kusuna düşmüştüm. Kanun-i Osmanî ve hamam inşasını başlattı. Genç ve
uyarınca taht babadan oğula geçtiği tecrübesiz padişahın has kullarından
halde amcam cülûs ettirildi. Acılar bazılarını ok talimleri için hedef yap-
çektim. Can korkusuyla yaşadım” de- ması da İsakçı’da gerçekleşti.
YOLUNDA GİTMEYEN
diği nakledilir. Hareket sırasında Tuna gemileriyle BİR ŞEYLER Mİ VAR?
O sıralarda İstanbul’da çok sert bir Kaptanıderya Halil Paşa, Kırım Hanı
kış hüküm sürmekteydi. Haliç ve Bo- 1619 Temmuz’u sonlarında
Canbek Giray ve Eflak Voyvodası’nın
Budin Muhafızı Karakaş Mehmed
ğaz donmuş, İstanbul’dan Galata’ya kuvvetleri orduya katıldılar. Düşman
Paşa’dan gelen arzda Macaristan’ın
ve Üsküdar’a yaya olarak gidilip gelin- tarafından gelen haberlerden Lehle-
kuzeyinde siyah ve yuvarlak bir
miştir. Bu önemli olaya dönemin şair- rin Hotin önlerinde tabya ve metris
bulutun ortaya çıktığı, içinden
lerinden Haşimî Çelebi, “Yol oldu Üs- hazırlıkları içinde olduğu öğrenilmiş-
kan yağdığı, büyük bir yıldırım
küdar’a bin otuzda Akdeniz dondu” ti. 20 Ağustos günü Kırım kuvvetleri
kopup buluttan haç şeklinde
mısraıyla tarih düşürmüştür. (Hicrî akın için ileriye gönderilirken, firar
bir ateş göründüğü; daha sonra
1030/Miladî 1621). Boğaz’ın donması söylentilerinin artması üzerine ye-
toparlanıp dumanlar çıkararak
üzerine İstanbul’da gıda maddeleri niçerilerin yoklaması bir kez daha
dağıldığı, akabinde şiddetli bir
bulma sıkıntısı belirmiş, pahalılık bizzat padişah tarafından yapılmış ve
yıldırım düştüğü, sesini duyanların
fevkalade artmıştı. yeni hoşnutsuzluklar yaşanmıştı.
sersemlediği; dışarıda bulunan
Lehistan seferi için 8 Mayıs 1621’de
hayvanların dizleri üzerine çöküp
çok gösterişli bir törenle Davutpa- “Düşmanla bahşiş alan başlarını semaya kaldırdıkları, daha
şa’daki otağına geçen Sultan Osman, savaşsın” sonra kırlara dağıldıkları; ardından
13 gün sonra buradan hareket etti. Osmanlı ordusu 1 Eylül 1621 günü işitenlerin ödlerini patlatan
Padişahın bu seferde dedesi Kanuni Hotin önlerine ulaştı. Leh Kralı Sigis- gökyüzünden birbiri ardınca üç
gibi parlak bir zırh giydiğinden söz mund’un oğlu ve veliahdı Ladislas/ defa haykırma sesleri duyulduğu;
edilir. O sıralarda gerçekleşen güneş Vladislas kumandasında olup Lehler- buluttan siyah ve yuvarlak gülleler
tutulması da bir süre önce Haliç ve den başka Ukrayna Kazağı, Alman ve inip düştüğü yerde birer metreden
Boğaz’ın donması gibi halk arasında Macarlardan oluşan düşman kuvvet- fazla çukurlar açtığı, bunlardan
uğursuzluk işareti sayılmıştı. Avus- lerinin mevcudu 102 bin civarınday- bazısını çıkarıp tarttıklarında üçer
turyalı tarihçi Hammer o günlerde dı. Osmanlı ordusunun mevcudu ise kantar geldikleri bildirilmiştir. Kâtib
bir kuyruklu yıldız görüldüğünden daha azdı. Ancak düşman kuvvetle- Çelebi ise bu olayın sebebinin
söz eder. rinin tamamı bir araya gelememişti. tabiat bilgisi dersi görenlerce
İçinde iki yıl önce Şah Abbas’ın Çağdaş tarihçiler hemen hücuma ge- malum olduğunu belirtirse de
gönderdiği dört filin de bulunduğu çilmeyip düşmanın toparlanmaları- ayrıntıya girmez .
ordu 21 Mayıs günü Davutpaşa’dan na fırsat tanınmasını büyük hata

2015 EKİM / DERİN TARİH 117


» Sefer anısına
Sultan II. Osman’ın Hotin Seferi anısına
yaptırdığı kayık ve köşkü tasvir eden
minyatür (Nâdirî, Şehnâme-i Nâdirî).

olarak görür ve bu hatanın arkasın-


da, padişahın hocası Ömer Efendi ile
Darüssaade Ağası Süleyman Ağa’nın
bulunduğunu yazarlar.
8 Eylül günü yapılan hücumda bazı
başarılar elde edildiyse de yeniçerinin
yağmaya kalkışması ve Lehlerin karşı
saldırıya geçmeleri yüzünden kesin
netice alınamadı. Ertesi gün yapılan
ikinci hücum da şiddetli Leh top ve
tüfek ateşi yüzünden sonuçsuz kaldı.
11 Eylül’deki üçüncü hücumda ise
düşman iaşe (yiyecek) sıkıntısına dü-
şürülmüş, fakat yine kesin neticeye
ulaşılamamıştı. Dört gün sonra yapı-
lan dördüncü yürüyüşe bu defa bizzat
Sultan da katılmıştı.
Tecrübeli Budin Valisi Karakaş
Mehmed Paşa bu hücumda düşman
ordugâhına girip Osmanlı bayrağı-
nı dikmeyi başardı. Ancak onun bu
kahramanlığını kıskanan Sadrazam
Ohrili Hüseyin Paşa kendisine gerekli
yardımı yapmayıp düşman ortasında
yalnız bırakınca Mehmed Paşa şehit
düştü ve askerleri geri çekilmek zo-
runda kaldı. Ohrili Hüseyin Paşa iha-
netinin cezasını görevden alınmakla başlıca gerekçesi, kendilerine bahşiş yasasında fiyatların düşmesine sebep
ödeyecekti. Birkaç gün sonra düşman verilmemesiydi. Nitekim dillerinde olmuştu.
kuvvetleri Turla nehrinin karşı tarafı- dolaşan “Düşmanla bahşiş alan kul
na serdar yapılan Ohrili Hüseyin Pa- savaşsın” sözü bunun açık bir delili- Gerilimin fitili ateşleniyor
şa’nın karargâhına baskın düzenledi. dir. Birkaç gün sonra 60 büyük topla Toplanan harp divanında Sultan
O sırada Karaman Beylerbeyi Doğancı başlatılan sonuncu yürüyüş yine yeni- Osman kışı orada geçirme pahasına
Ali Paşa şehit olurken Ohrili canını çerilerin gevşekliği yüzünden başarı- savaşın devamından yanaydı. Ancak
zor kurtardı. ya ulaşamadı. son gelişmelere kış şartlarının ağırlı-
Kırım ve Rumeli kuvvetlerinin 24 Böylece 25 gün devam eden Hotin ğı da ilave edilince çok zor durumda
Eylül günü gerçekleştirdiği hücum da muharebelerine bir süre ara verildi. kalan Lehistan’ın barış talebine sıcak
Sultan Osman’a kırgın yeniçerilerin O sıralarda Lehistan içlerine bir akın bakılıyordu.
gösterdiği gevşeklik yüzünden neti- düzenleyen Kırım veliahdı 100 bin ci- Öte yandan Batı kaynaklarında bir
cesiz kaldı. Gevşekliği gösterenlerin varında esirle geri dönmüş ve esir pi- hücum daha yapılsa Lehistan ordusu-

118 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Osmanlı Tarihi

Hotin seferinin
öncesinde ve
savaş meydanında
yaşananlar daha
sonra genç padişahın
yeniçeriler tarafından
öldürülmesiyle
sonuçlanan gerilimin
fitilini ateşleyecekti.
tin karargâhından gerekli yerlere za-
fernameler gönderilmiş, İstanbul’da
da şenlikler düzenlenmiştir. Savaşlar
sırasında her iki taraftan 100 bin civa-
rında askerin öldüğü nakledilirse de
rakamlar abartılıdır.
Barıştan sonra İstanbul’a hareket
eden II. Osman 1622 Ocak’ı ortaların-
da Edirne’ye gelmiş, oradan da payi-
tahta ulaşmış, üç gün üç gece zafer
şenlikleri yapılmıştır.
Sultan II. Osman devrinin en
önemli askeri olayı Lehistan’a yapı-
lan Hotin seferidir. Olayın askerî de-
ğerinden ziyade ileride yol açacağı
siyasî gelişmeler mühimdir. Seferin
öncesinde ve savaş meydanında ya-
şananlar daha sonra genç padişahın
yeniçeriler tarafından öldürülmesiyle
sonuçlanan gerilimin fitilini ateşleye-
cektir. Payitahta dönerken II. Osman
nun kesinlikle mağlup edileceğinden göre iki devlet arasındaki sınır Kanu- ideallerine ulaşma yolunda mevcut
söz edilir. II. Osman’ın barış teklifini ni dönemindeki gibi olacak, dostluk ordunun engel teşkil ettiğini düşü-
kabul etmesi ise askere, özellikle de ilişkileri tekrar kurulacak, iki taraf- nürken, askerleri de biriktirdikleri
yeniçerilere kırgın olmasıyla açıkla- tan da akınlar yapılmayacaktı. Yine öfkeyle hesap soracakları günün ha-
nır. Padişahın Yeniçeri Ocağını kal- Hotin kalesi Osmanlı’ya tâbi Boğdan yalini kurmaktaydılar.
dırma düşüncesini bu savaş sırasında Voyvodalığına bağlanacak ve Lehistan
edindiği de rivayetler arasında. eskiden olduğu gibi Kırım Hanlığı’na
Başarısızlık sebepleri arasında Genç vermekte olduğu haraç vergisini öde-
Osman’ın tecrübeli kumandanların fi- meye devam edecekti.
kirlerine değil de Darüssaade Ağası’na İstenilen sonuç alınmamasına
tabi olmasını gösterenler de vardır. rağmen anlaşma şartları Hotin savaş-
Abdülkadir Özcan
Sonuçta 6 Ekim günü Osmanlı-Le- larının Osmanlı üstünlüğüyle sona
Prof. Dr., Fatih Sultan Mehmet Vakıf
histan barış antlaşması yapıldı. Buna erdiğinin göstergesidir. Nitekim Ho- Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.

2015 EKİM / DERİN TARİH 119


İslamın Kayıp
Medeniyeti
Son günlerde terör olayları sebebiyle yeniden
gündeme gelen Cizre’nin ismi silah sesleriyle
hafızalarımıza kazındı. Peki şehrin İslam tarihi
ve medeniyetindeki yeri neydi? Cizre’nin tarihî
arka planına güncel tartışmalardan uzaklaşarak
bakmaya ne dersiniz?
© Mustafa caMbaz

120 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Şehir Tarihi

CİzRE
OLCAY CAN KAPLAN
olcaycan.kaplan@derintarih.com

D
ünyaca ünlü Müslüman âlim El-Cezerî’yi ta-
nımayanınız var mı? Hani şu otomatik abdest
alma makinasının mucidini. Modern bilim
adamlarının -o dönemin imkânlarını düşü-
nürsek- hayran oldukları El-Cezerî’nin icatla-
rı, bugün dahi üniversitelerde ders olarak okutuluyor. Mezo-
potamya’nın bereketli topraklarına dahil olan El-Cezerî’nin
memleketi Cizre’den daha nice âlim yetişmiş. Ünlü İslam
tarihçisi İbnü’l-Esîr ile Molla Ahmed El-Cezerî ilim tarihine
armağanları Cizre’nin. Ahmed-i Hanî’nin kaleme aldığı Kürt
edebiyatının ilk örneği Mem u Zin’in kahramanlarının türbe-
lerini de Cizre’de görmek mümkün.
Dicle’nin Türkiye’yi terk edip Suriye topraklarına girdi-
ği mevkiin hemen yakınlarındayız. Dicle’nin sağ kıyısında
400 metre yükseklikteki eski çağlardan kalma Bâzâbdâ Kale-
si’nin civarına kurulan şehir, içindeki zorlu geçitle meşhur
olmuştur. Rivayete göre Büyük İskender Cizre’yi aşarken
kullanmış bu geçidi.
Cizre’nin ilk İslam fetihleri öncesinde Sasani ve Bizans
mücadelesinin önemli duraklarından birini oluşturduğu bi-
liniyor. Geçmişte Cezîre adıyla anılan şehir sonraları Cezîre-i
İbn Ömer ismini almış. Bu ad ile ilgili olarak kaynaklarda
farklı rivayetler yer alsa da en çok rağbet göreni şehrin Ha-
san b. Ömer b. Hattâb et-Tağlibî tarafından kurulduğu ve is-
mini buradan aldığıdır.
Cizre stratejik önemi sebebiyle uzun süre askerî üs olarak
kullanılmış. Sasani hükümdarı Şapur’un bütün Irak toprak-
ları yerine Cizre ve Sincar’ı ele geçirmesi bölgenin önemini
anlatır. Bunun yanında Musul Emiri Mevdud b. İmadeddin
Zengî ile Artukoğlu Sökmen’in ordugâhlarını Cizre’de

2015 EKİM / DERİN TARİH 121


Şehir Tarihi

kurmuş olduklarını da akıldan çıkar- tarih sahnesinden çekilince Abbasi etkilenmemesi için tedbirler aldı. Sel-
mamak gerekiyor. Emevilerin hâkimi- idaresine giren şehir Harici isyanları çuklu hükümdarı Tuğrul Bey ile dost-
yet dönemi bölgedeki imar faaliyetleri yüzünden zor günler geçirir. Karmati luk kurma yoluna giden emir, sonun-
için dönüm noktası sayılır. Bu dönem- saldırıları ve Bizans ile mücadele de da Selçukluların hâkimiyetini kabul
de köprü, hamam ve kervansaraylar bölgeyi yıpratan unsurlar olarak öne etmek zorunda kalacaktı.
inşa edilmiş, önceki devirden kalan çıkar. Sınır boylarının emniyet altına alın-
eserler tamir görmüştür. Emeviler 990 yılı ayrı bir öneme sahiptir. Ciz- dığı bu dönemde şehir âlim ve sanatçı-
re’yi merkeze alan Mervani Emirliği ların uğrak yeri, kısaca bir ilim merke-
bu yıl kurulacak ve etkin bir güç olarak ziydi. Ne var ki, devletlerin de insanlar
tarih sahnesine çıkacaktı. Bu emirliğin gibi ömürlerinin olduğunu belirten
neşvünema bulmasıyla Kürtler ilk kez İbn Haldun bir kez daha haklı çıkacak,
devlet olarak teşkilatlanıyorlardı. Mervaniler Nasrüddevle’nin ölümü-
Bölge tarihi için dönüm noktası nün (1061) ardından giderek güçten
olan bu dönemde huzur ve barış günle- düşecekti. Nitekim 1085’de Selçuklu
rini ekonomide hızlı gelişmeler takip Sultanı Melikşah’ın emriyle bölge üze-
etti. 10. yüzyılda Cizre artık önemli bir rindeki hâkimiyetleri sona erdi.
liman şehriydi. Makdisî Ahsenü’t-Teka- İslam dünyasındaki olumlu ve
sim adlı eserinde şehri “iyi inşa edil- olumsuz gelişmelerden birebir etki-
miş, nüfusu kalabalık, çevresi verimli lenen Cizre, Mervanilerden sonra Ey-
topraklarla çevrili ve Dicle üzerinden yübilerin hâkimiyetine girdi. Bir süre
gelen taşıtlarla bal, tereyağı, badem, sonra şiddetini arttıran saldırılar neti-
ceviz ve şamfıstığı gibi ürünlerin Mu- cesinde Moğollarca işgal edildi. Hıristi-
sul’a gönderildiği bir merkez” olarak yan bir vali tayin edilerek yönetilmeye
tasvir eder. çalışılan Cizre, Hülâgü döneminden
Oğuzların -Selçuklu hanedanındaki sonra Emir Tûdan’a verilecekti.
rekabet yüzünden- Güneydoğu Ana- Moğol tahakkümünün kırılmasıyla
dolu bölgesine gelişlerinin Cizre ve birlikte Memlükler İslam dünyasının
Diyarbekir’in ekonomik ve demogra- birçok yöresine olduğu gibi buraya da
fik yapısında değişiklikler meydana seferler düzenleyeceklerdi. 15. yüz-
getirdiğini kaynaklar zikreder. Cizre yılda bölge hakkında bilgiler veren
hâkimi Nasrüddevle b. Mervan, göç coğrafyacı İbn Batuta şehrin büyük bö-
dalgasından yöre halkının olumsuz lümünden “harabe” diye söz eder. Bu
durum da göstermektedir ki Cizre 5
asır içinde istila ve isyanlarla güç kay-
betmiştir.
Anadolu’da söz sahibi olmak isteyen
ve bu niyetle sefere çıkan Timur’un
stratejik önemi sebebiyle Cizre’yi es
geçmesi elbette beklenemezdi. Onun
» İhtişamın göstergesi
El-Cezerî’nin icat ettiği filli 1394’te bölgeyi ele geçirmesiyle şehri
saat ihtişamlı görüntüsüyle uzun süredir yöneten yerel beylerin
hayranlık uyandırır. Günde dönemi son buldu. Fakat Timur Dev-
iki kere kurulan bir düzeneğe leti’nin hâkimiyeti Timur’un ölümüy-
sahipti. Bunun için 30 metal le son bulacaktı. Timur’un oğulları
topun ilk yerlerine geri
Şahruh Mirza ve Muhammed dönem-
getirilmesi, ayrıca gece ve
gündüz uzunluğunun lerinde şehri Emir Bahtî yönetmiş;
günbegün değişmesi ondan sonra sırasıyla Karakoyunlu ve
sebebiyle su Akkoyunlu devletlerinin egemenliği-
seviyesinin korunması ne girmişti. Sonrasında Cizre’yi ele
gerekiyordu. geçiren Emir Şerif yerel emirliklerin
yönetimdeki etkisini yeniden ön

122 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Şehir Tarihi

B A K AN YÜZ LERİ
N İ L M E
CİZRE’Nİ
plana çıkaracak uygulamaları günde- Sonraki dönemde yerel emirlerin
me getirecekti. ailevi çekişmeleri Cizre’ye büyük za-
ukça
Bütün bu siyasî kargaşada gerçekle- reli â lim le rin sayısı old rarlar vermiştir. 1627’de IV. Murad son
Ciz aca
şen ‘güzellikleri’ de ıskalamasın gözle- e rn it ik a la nında düny Cizre emiri IV. Mehmed’i görevinden
fazla. Sib -
z e rî b u n la rın en tanın
rimiz. Mesela Meşhur Kırmızı Medrese l-Ce uzaklaştırmış, böylece emirlerin etki-
ünlü âlim E da Cazarî (G
azarî)
(el-Medrestü’l-hâmrâ) 15. yüzyılda inşa d ü n y a s ın sine bir kez daha balta vurulmuştur.
mışı. Batı il Ebul İz b. R
ezzaz
edilmişti. Şah İsmail’in de iştahının e n İs m a 1830’dan sonra şehrin nüfuzlu bir
olarak bilin 3 ) Mezopota
mya
kabarmasına şaşırmamak gerekir. Ciz- 1 5 3 -1 2 3 ailesinden gelen Bedirhan Bey müte-
el-Cezerî (1 ı) m ahallesinde
re’yi ele geçirmek için akınlar düzen- a ğ k a p
(Cizre) Tor (D dı sellim olarak görevdedir. 1846’da bir
d ü n y a y a geldi. Asıl a
ledi. Kısa süreliğine emellerine ulaşsa a ayaklanma başlatır ve isyanın sonun-
1153 yılınd ın ad ı Rezzaz’dır
.
da yerel emirlerden Ali Bey tarafından ba b a s ın da ailesiyle birlikte İstanbul’a sürgüne
İsmail olup s ı a n la mında Ebu
l
ur b a b a
Cizre geri alındı. Günümüzde şehrin Şeref ve on r. El-Cezerî
onun gitmek zorunda kalır.
önemli mahallelerinden Mirali’nin ı ta ş ım ış tı Sultan II. Abdülhamid ümmetin
İz lakabın bir delilidir
. Eşsiz
isminin bu emirin adından geldiğini u ğ u n u n birliği önündeki engelleri birer birer
Cizreli old nam salan
El-Ce-
söyleyerek Osmanlı’ya geçelim. d ü n y a y a ortadan kaldırırken, Cizre’ye de bölge-
icatlarıyla ri kası’ anlam
ında
a n ın h a
zerî’ye ‘zam ild iğini tarihî
kay- nin güvenliğine verilen önemin işareti
Cizre’ye Osmanlı damgası a n ’ d e n
‘bediüzzam re li büyük muc
it, olarak Hamidiye Kışlası’nı inşa ettir-
d e r. C iz
Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı naklar zikre i a ta n âlim, fen
ve mişti.
te m e li n
Devleti’nin doğu planları arasında Ciz- bilgisayarın botlar, Osmanlı Devleti döneminde ticaret
d a m ı, a b d est alma, ro
re’ye hâkim olmak da vardı. Yerel Kürt teknik a rı, şifreli kil
itler, kervanlarının önemli bir durağı olmuş
u m a k in a la
emirlerin gücünden istifade etmeyi saatler, s o s, otomatik
çocuk Cizre. Güneyden ve doğudan gelen
a la r, te rm
hedefleyen Yavuz, Anadolu için bir şifreli kas e aletin mu
cidi ve mal yüklü kafileler için güvenli olu-
rı g ib i n ic
tehdit olarak gördüğü Safevilerle mü- oyuncakla e tik bilginidir
. şuyla meşhur bu bölge vazgeçilmez
k s ib e rn
cadelenin eksenini bu düşünce üzeri- dünyanın il bir konaklama merkeziydi.
ne inşa edecekti. İdris-i Bitlisî’nin özel Nüfusuna gelince 19. yüzyıl sonla-
gayretleri de bu düşüncelerin pratiğe rında Müller-Simonist ve Sashau gibi
dönüşmesinde etkili oldu. Bu sayede Batılı yazarlar Cizre’de 600-800 arası
Kürt emirler Osmanlı Devleti’ne bağlı mesken olduğunu belirtirken Vital
hale geldiler. Cuinet nüfusunu 9.560 olarak ver-
Şia’nın Anadolu’ya yayılma tehli- mektedir. Cumhuriyet döneminin ilk
kesinin Sünni Kürtlerin Osmanlı’ya nüfus sayımında (1927) ortaya çıkan
yaklaşmalarındaki etkisi inkâr rakam ise neredeyse bunun ya-
olunamaz. Özgürlüklerinin rısı, yani 5.348 idi.
koruyucusu olarak gördük- 1979’dan sonra Hacca ka-
leri Osmanlı’ya bağlılıklarını radan gidenlerin son istasyo-
bildiren Cizre halkı, devlet nu haline dönüşen Cizre’nin
teşkilatında Diyarbekir eya- gerek döviz değiş tokuşunda,
leti içinde yer almıştı. 16. gerekse alışveriş açısından
yüzyıl boyunca aralıklarla daha faal bir hale geldiğini
devam eden Osmanlı-İran görüyoruz. Ancak bu mesut
savaşlarında Osmanlı’ya dönem karadan Hacca gitme-
bağlılık bildiren emirlere nin yasaklandığı 1990 yılın-
ayrıcalıklar verildiği de bir dan sonra bitecek ve 1990’lar,
hakikattir. Yerelde özgür- sancılı bir rota çizecekti Cizre
lükleri devam eden emir- tarihine.
ler savaş sırasında Osmanlı Kaynaklar:
Dr. Mesut Tüzün, Cizre Tarihi 1, Nübihar Yayınları,
Devleti’ne her türlü desteği 2014.
Bilim Düşünce ve Sanatta Cizre, Mardin Artuklu
vermekten geri durmayacak; Üniversitesi, 2012.
-diğer Sancak beyleri gibi- ha- Abdullah Yaşın, Tarih, Kültür ve Cizre, Kent Işıkları
Yayınları, 2011.
zır ve nazır, üstlerinden emir Tuncel Metin-Özaydın Abdülkerim, 'Cizre', TDV İslam
Ansiklopedisi, Cilt 8, Türkiye Diyanet Vakfı
bekleyeceklerdi. Yayınları, İstanbul, 1994.

124 DERİN TARİH / 2015 EKİM


K AN A DA ’D AKİ
İŞÇİ
TÜ R KL ER P T I L A R
E R İ N İ K E N D İ L E R İ YA
KEN Dİ HAPİS H A N E L

126 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Öteki Tarih

Çoğunun amacı biraz para


biriktirdikten sonra memleketlerine
dönmek olan Kanada Brantford’da
çalışan Türkler, Osmanlı
İmparatorluğu’nun Almanya
yanında 1. Dünya Savaşı’na
girmesiyle 10 Kasım 1914’te
evlerinden alınıp önce hapsediler;
sonra askerî hapishaneye,
oradan da toplama kampına
gönderildiler.

IŞIL ACEHAN
isillacehan@gmail.com

1.
Dünya Savaşı’nın siyasî ve
diplomatik sonuçlarına dair
çok şey yazılıp çizilse de
insan hikâyeleri açısından
halen karanlıkta kalan pek çok yönü
olduğuna ne şüphe!
Savaşın ilk yıllarında yaşanan acı ha-
diselerden biri de, İngiltere’nin domin-
yonu Kanada’da bulunan Türk işçilerin
esir alınarak toplama kamplarında tut-
sak edilmesidir. Bu olayın sessiz şahitle-
ri, bugün Kanada’nın Ontario eyaletine
bağlı Brantford kentinde 1873 yılında
kurulan Mount Hope Şehir Mezarlığı’n-
da “Turkish Plot” (Türk bölümü) diye
adlandırılan bölümde medfunlar. Bu
mezarlar 1900’lerin başında Osmanlı
İmparatorluğu’ndan, özellikle Kiğı’dan
Kanada’ya, burada bulunan dökümha-
nelerde işçilik yapmak üzere göç edip
daha sonra hayatlarını kaybeden Os-

2015 EKİM / DERİN TARİH 127


» Kendi sığınağını kendin yap!
Kanada’da toplama kampına alınan esirler kendi barınaklarını
kendileri inşa etmek zorundaydılar. Spirit Gölü’ndeki toplama
kampında ağaç kesmekle görevli esirler.

manlı tebaası Müslümanlara ait. Fakat Toplama kampı günleri rınabildiği yurt niteliğindeki evlerde
kayıtlı 16 mezardan 14’ünün mezar Peki, kimdir bu Türkler? Osman- ikâmet ettiklerini biliyoruz. Bu evler-
taşının bile bulunmayışı, gurbet eller- lı’dan Amerika kıtasına 1860’larda de nüfus kayıtlarının gösterdiği üze-
deki esaretlerinin bir asır sonra bile başlayan göçler, 1910’larda had safha- re Türk, Kürt ve Ermeniler bir arada
tamamlanmadığını gösteriyor. ya ulaştı. Amerika ve Kanada endüstri- kalıyorlardı. Dolayısıyla bu göçmen-
Mount Hope Mezarlığı’ndaki Secti- lerinde işçilik yapmak üzere göç eden ler için herhangi bir etnik ve dinî ay-
on J, Kanada’nın bilinen ilk Müslüman Osmanlılar, bu ülkelerin endüstriyel rımdan söz etmek yanlış olur. Onları
ve Türk mezarlığı. Burada yatan Türk- bölgelerine yerleştiler ve Osmanlı’da bağlayan temel unsur hepsinin Kiğılı
ler, ilk Türk ve Müslümanlar olmaları yaşadıkları hayatın bir modelini de olmasıdır.
nedeniyle hem oradaki Türkler, hem buralarda oluşturdular. Çoğunun amacı biraz para biriktir-
de Kanada toplumu için tarihî öneme Çoğu Doğu ve Güneydoğu Anado- dikten sonra memleketlerine dönmek
sahip. Dahası Brantford’da daha eski lu’dan ABD’ye göç eden Türkler, daha olan Türkleri, Osmanlı İmparatorlu-
bir Müslüman mezarlığının bulunma- çok deri endüstrisinin yoğun olduğu ğu’nun 1914’te Almanya’nın yanında
yışını da göz önüne alırsak, burasının Massachusetts eyaletine yerleştiler. 1. Dünya Savaşı’na girmesiyle acı bir
Türk ve Kanada tarihi için önemli bir Kanada’ya göçler ise bugün Bingöl’e sürpriz beklemektedir.
yere sahip olduğunu söylemek gerek. bağlı bir ilçe, ancak 1900’lerde Erzu- 1914 Savaş Halinde Tedbir Kanunu-
[Bu mezarlıkta yatan esir Türkler- rum’un kazası olan Kiğı’dan gerçek- na (War Measures Act) göre tüm düş-
den adlarını tespit edebildiğimiz kişi- leşmiştir. Kiğı’dan göç eden nüfus man devletler sınırları içinde doğan-
ler şunlar: Osman Hassa (1873-1918), Türk, Kürt ve Ermenilerden oluşuyor- lar kayıt altına alınır. 5 Kasım 1914’te
Alexander Botion (1884-1916), Ossa du. Bunların hemen hepsi Kanada’da İngiltere’nin Osmanlı İmparatorlu-
Maumak (1885-1913), Mumen Esmal demir ve çelik dökümhaneleriyle ğu’na savaş ilan etmesinden sonra,
(1891-1913), Jamaha Hussain (1873- meşhur Brantford şehrine yerleşerek 10 Kasım 1914’te Brantford’da çalışan
1918), Alexander Demon (1888-1918), en ağır işlerde çalıştılar, bir yandan da yaklaşık 200 Türk işçi bir gece polis
Ayha Suliman (1887-1912), Ahmed Os- memleketlerine para göndererek aile- tarafından evlerinden alınıp önce ka-
man (1890-1912), Ollie Hassan (1892- lerine yardım ettiler. rakollarda hapsedilirler; sonra askerî
1912), Mohammed Ayand (1890-1912), 1960’larda Almanya’ya göç eden hapishaneye, oradan da toplama kam-
Ayha Manuel (1890-1912), Oman vatandaşlarımızın yaşadıkları yurtlar pına gönderilirler.
Orhan (1891-1918), Sharkey Hassan gibi “boarding house” ismi verilen, Bunların arasında 10 yıldır Kanada
(1891-1939), Alli Hassan (1884-1939).] çok sayıda erkek göçmen işçinin ba- vatandaşı olan Türkler de vardır. Ha-

128 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Öteki Tarih

» “Neden tutuklandık?” örgüleri yapmaları emredilir. Tutsak


Toronto Star gazetesinin edilecekleri esir kampının yapımını
13 Kasım 1914 tarihli tamamlayana kadar bir tren vagonun-
nüshasındaki haberde
da barınırlar.
Ontario Eyaleti, Brantford
10 Kasım 1914’te enterne edilmele-
şehrindeki Türklerin bir
gece evlerine baskın rinin ardından 25 Kasım 1914’te Türk-
yapılıp savaş esiri olarak lerin Osmanlı İmparatorluğu’na her
alındıkları bildirilir. 98 türlü mektup gönderimleri de dur-
Türk’ün Kingston eyaletine durulur. Bilindiği kadarıyla Alex Has-
gönderilmek üzere san (gerçek ismi büyük ihtimalle Ali
trenlere bindirildiğini
Hasan) isimli bir Türk toplama kam-
öğrendiğimiz habere
göre vagonda gazete pında hayatını kaybetmiştir. Osmanlı
muhabirleriyle konuşan arşivlerindeki belgelere göre buradaki
iki Türk, Kanada vatandaşı Türklerden ikisi de kamp şartları ne-
olduklarını ve neden deniyle ruhsal sağlıklarını yitirirler.
tutuklandıklarını 1915’te Amerika’nın Massachusetts
anlamadıklarını
eyaletindeki Peabody şehrinde yaşa-
söylemişler.
yan Türkler iki avukat tutarlar ve Ka-
nada’da esir alınan Türklerin Ameri-
ka’ya gönderilmeleri için dava açarlar.
Ancak ne yazık ki davadan herhangi
bir sonuç alınamamıştır.
pishaneye götürülürken kendilerini, Henry kampına, daha sonra da yak- 1950’lerin Kanada hükümeti 1. ve
“Neden savaş esiri olarak alındığımızı laşık 1,000 kilometre uzaklıktaki 2. Dünya Savaşı esir kamplarına ait
anlamıyoruz, biz sadece işçiyiz” diye Kapuskasing’de bir toplama kampına tüm bilgi ve belgeleri imha etmiştir.
savunabilirler ancak. götürülürler. Bu nedenle esir edilen Türkler hak-
Askerî hapishanede sadece ekmek kındaki bilgiler daha çok Kanada ga-
ve su verilen Türkler açlık grevine Belgeleri imha ettiler zetelerinde ve olaya şahit olanların
başlarlar. Türklerin yanı sıra Avustur- Esir kampı muhafızlarından bi- günlüklerinde yer almaktadır.
ya-Macaristan İmparatorluğu’ndan rinin tuttuğu günlükte buradaki Esir kampında geçirilen yıllardan
70 bin kadar Ukraynalı sivil de esir ağır tabiat ve kamp koşulları anla- sonra Türklerin akıbetinin ne oldu-
kamplarına gönderilir. Osmanlı’dan tılmaktadır. Tren raylarının sonlan- ğu henüz netliğe kavuşmamıştır.
gelen Ermeniler ve Ortodoks Make- dığı, Kuzey Kutbu kadar soğuk olan Gemi kayıtlarının gösterdiğine göre
donlar enterne edilmekten (gözaltına Kapuskasing’de kar fırtınalarıyla mü- göçmenlerin bir kısmı esaret sonrası
alınmaktan) muaf tutulurlar. Türkler cadele eden Türklere, kalacakları ba- Amerika’ya gelerek burada Michigan
ilk başta Kingston’da bulunan Fort rakaları ve içine hapsedilecekleri tel eyaleti Detroit şehrinde bulunan

2015 EKİM / DERİN TARİH 129


Öteki Tarih

akraba ve arkadaşlarının yanına yer- gelir. 8 Nisan-3 Haziran 1923 tarihle- yardım için de ellerinden geleni ya-
leşmiş, Ford fabrikalarında çalışmış- ri arasında ABD’de Türk ve Kürtlerin pan, varlıklarının önemli bir kısmını
lardır. yoğun olarak yaşadıkları bölgeleri Türkiye’de yetimhanelerin kurulması
dolaşarak yardım toplar. Şehit çocuk- için bağışlayan, hatta Amerika’dan
Bir mezar taşları bile yok ları için yürekleri sızlayan göçmenler yetim çocuklara süt gönderen göç-
Daha önce yine Derin Tarih’te ya- zorluklarla biriktirdikleri paralarını menler için ne yapılsa azdır. Ancak
yınlanan “Neden Geldim Amerika’ya” Dr. Fuad Umay ve Kızılay aracılığıyla ne yazık ki hem Kanada’da, hem de
başlıklı makalede de bahsettiğim gibi memlekete göndererek alicenaplıkla- Amerika’da hayatını kaybeden Türk-
Çocuk Esirgeme Kurumu’nun kurucu- rını göstermişlerdir. lerin çoğunun mezar taşı bile yok.
su Dr. Mehmet Fuad, Kurtuluş Savaşı Hem esarette, hem de Kanada dö- Öte yandan savaş esiri olarak tutsak
sırasında babalarını kaybeden çocuk- kümhanelerinde 1000 derece üzerin- edilen Ukraynalılar için Kanada’daki
lara yurtlar yaptırılması için 21 Mart deki sıcaklıkta çalışarak sayısız sıkıntı kamp bölgelerinde anıtların mevcut
1923 tarihinde Büyük Millet Mecli- çeken, Kanada endüstrisine önemli olduğunu hatırlatmakta fayda var.
si’nin oluru ile 5 ay süreyle ABD’ye katkılarının yanı sıra memleketlerine 27 Mart 2013 tarihli Bugün ga-
zetesinde Kanada’da esir edilen
Türkler hakkında çıkan haberden
sonra Türk Büyükelçiliği harekete
» Kuşbakışı toplama kampları
geçti. Toronto Başkonsolosu Ali
1914-20 arasında Kanada’nın güneybatı ve
güneydoğu kesimlerinde yoğunlaşan toplama Rıza Güney, mezarlığın etrafının,
kampları ve esirlerin görev sahaları görülüyor. üzerinde yürünmesini engelleye-
cek biçimde çevrilmesini ve Türk
bayrağının bulunduğu kitabe-
kANAdA’NIN iLk miLLÎ gözALTI de, mezarlıkta gömülü olanların
opErAsyoNLArI 1914-1920 isimleri ile kısa bir hikâyenin her
Kabul istasyonu iki dilde yer almasını istedi.
Daimi toplama kampı Ancak bu iyi niyetli girişim, Ka-
görEV BöLgELEri nada’da yaşayan radikal Ermeni
Yol yapımı ve grupların tepkisine yol açıp giri-
BrITIsH CoLomBIA
Jasper Arazi temizleme
ALBErTA şimin engellenmesi için Kanada
Kamp inşaası
Field hükümetine dilekçe vermelerine
Revelstoke Banff/Castle
neden oldu. Sonuç ne olursa ol-
CoLomBIA Vernon Monashee/
Mora Lake NEWFoUNdLANd sun, bu fedakâr vatan çocukları
ALBErTA Edgewood her zaman saygı ve rahmetle anı-
Fernie/Morrissey QUEBEC lacaktır.
sAskATCHEWAN Spirit Lake prINCE EdWArd IsLANd
oNTArIo
anaimo Munson/Eaton mANIToBA
Amherst
Lethbridge Brandon Kapuskasing Valcartier
Halifax
Winnipeg Montreal Beauport
Sault Ste Marie
Petawawa
Ottawa NoVA sCoTIA
Kingston
Toronto
Niagara Falls
NEW BrUNsWICk Işıl Acehan
Yrd. Doç. Dr., İpek Üniversitesi
Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.

130 DERİN TARİH / 2015 EKİM


TARİHÎ BEDESTEN’E
BÜYÜK ÖDÜL
Konya Büyükşehir Belediyesi
tarafından 2 bin 687 dükkan
biriminde restorasyon çalışması
yapılan, dünyanın en büyük yenileme
projelerinden olan Tarihî Konya
Çarşısı Restorasyon Projesi’ne
“Kültür Mirasını Koruma
Büyük Ödülü” verildi.

K
onya Büyükşehir Belediyesi’nin Mevlana Kültür Vadisi Projesi Tarihî Bedesten’in 2000 yıllık geçmişe sahip olduğunu anımsatan
kapsamında 2 bin 687 dükkan biriminde restorasyon çalışma- Başkan Akyürek, “Bu bölge, Alaaddin Tepesi ile birlikte Anadolu’nun
sı yaptığı Tarihî Bedesten Projesi, geçtiğimiz hafta İtalya’nın tapu kayıtlarını oluşturmaktadır. Çalışmayla hem Konya’yı geçmiş-
Verona şehrinde düzenlenen törenle ödüllendirildi. teki görkemine kavuşturmayı, hem de ticareti, turizmi, kazançları
Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek, dünyada artırmayı amaçladık” diye konuştu.
kültürel mirasın korunması ve değerlendirilmesini teşvik etmeye
yönelik çalışmalar yapan YOCOCU (Youth in Conservation of Cultural TARİHÎ BEDESTEN
Heritage) tarafından verilen Kültür Mirasını Koruma Büyük Ödü- Tarihî Bedesten’de gerçekleştirilen restorasyon çalışmasıyla geç-
lü’nün manasının çok büyük olduğunu dile getirdi. Verilen ödülün mişi 2000 yıl öncesine dayanan merkez şehrin çekim alanlarından
Bedesten Projesi’nin uluslararası boyuta taşındığının bir belgesi biri haline geldi. 95 bin metrekarelik toplam alanda yürütülen Bedes-
Bu bir advertorial ilandır.

olduğunu kaydeden Başkan Akyürek, “Tarihî Konya Çarşısı Restoras- ten Projesi’nin kapalı mekan alanı toplamı yaklaşık 180 bin metreka-
yon Projesi dünyanın sayılı yenileme projelerinden birisi. 2 bin 687 re. Bölgede toplam 519 bina bulunurken bunların 138’i tescilli, 381’i
bağımsız bölüm ve işyeri yeniden düzenlendi, çatıları dahil yeniden tescilsiz. Bölgede 24 farklı esnaf grubu hizmet veriyor.
yapıldı” dedi.
“sühEyl!
İstanbul sana EmanEt...”
HALİL SoLAk
halil.solak@derintarih.com

B
eyazıt Meydanı’ndan Çar- etüdler yapılmalı, İstanbul’u iskâna
şıkapı istikametine doğru sarfedilen gayretler, ilk tesis edilen
gözleriyle şehrin ruhuna mahalleler, çoğunu semt ve mahalle
adeta dokunarak aheste adlarıyla tanıdığımız Türk İstanbul’un
adımlarla yürüyen adam, karşıdan ilk büyük hemşehrilerinin hayat ve
büyük bir telaş içinde gelen dostunu eserleri, hayrat ve külliyeleri layıkıyla
görünce duraksadı. Selamlaşma ve hal tanıtılmalıdır.”
hatır faslından sonra fakültedeki der- Ünver’in Fatih ve Fetih tetkiklerine
sine yetişmek için müsaade isteyen göz atmak bile yazılarıyla adeta bu fa-
dostu birkaç adım attıktan sonra geri aliyetlerin bir programını veren Tan-
dönerek, “İstanbul sana emanet…” pınar’ı büyük bir dikkat ve heyecanla
dedi ve hızla uzaklaştı. takip ettiğini, dahası emanet’e nasıl la-
Merak mı ettiniz? İstanbul’un ema- İstanbul RİsaleleRİ 5 cilt yık olduğunu/olunacağını anlamamızı
net edildiği kişi Prof. Dr. Süheyl Ünver, A. Süheyl Ünver sağlayacaktır.
dostu ise şair ve romancı Ahmet Ham- Kültür A.Ş. Yay., 2015 Bu hususta en büyük yardımcımız
di Tanpınar’dı ve daha acısı, bu veda- Süheyl Bey’in daha ziyade İstanbul’un
laşmadan yaklaşık bir ay sonra vefat hakkında kaleme aldığı bir yazısında fethinin merkezde yer aldığı irili ufaklı
etmişti. Türk İstanbul’un bütün yönlerinin yayınlarının 5 cilt halinde bir araya ge-
Huzur yazarının “ruh bahçemiz” aksettirilmesi gerektiğine işaret eden tirildiği ve İmparatorluğun bir hülasası
dediği İstanbul’u Ünver’e emanet et- Tanpınar, şunları söylüyordu: sayabileceğimiz İstanbul Risaleleri’dir.
mesine şaşırmamak gerek. Zira 1940’lı “Büyük ordunun İstanbul’u muha- Evveliyatı olmakla birlikte İstan-
yıllarda İstanbul’un fethinin 1953’teki sarası, fetih günlerinin hâdiseleri, son bul’un fethine dair 1940-53 arasında
500. yıldönümü kutlama faaliyetleri hücum, Akşemseddin’in duası elbette büyük bir yekûn tutan
ki bütün bir destandır ve teganni edil- ve vefatına kadar sü-
melidir. Bunun yanıbaşında Fatih’in ren yayınlarının fik-
hüviyetini meydana çıkaracak rî arka planında
Ünver, “Şu İstanbul’u aldık. Muhak- likte. Son cildin son risalesiyse gayet
kak ki içimizden alınış gününün önce- anlamlı bir seçim: “İstanbul’un Mutlu
si ve sonrası gibi heyecanlar duyuldu. Askerleri ve Şehit Olanlar.” Peygambe-
Bunlar belki asırlar boyunca söylendi. rimizin (sav) hadis-i şerifine mazhar
Fakat tespit olunamadığından unutul- olan ve İstanbul’un çeşitli semtlerinde
‘ruhdaşı’ sayabileceğimiz Yahya Ke- du gitti” şeklindeki hayıflanmalarının kabirleri bulunan bu mutlu askerler,
mal tarafından formüle edilen “Türk adeta aksisedası olarak 2. ciltte Fatih halen, Ünver’in tabiriyle söylersek, bu-
İstanbul” kavramı yatan Ünver, İstan- devrinde ilim ve sanat sahasında öncü lundukları yerlerde “manevî polis”lik
bul’u bütün bir Türk tarihinin, Türk kişi, kurum ve hadiseler temelinde in- görevlerini sürdürüyorlar.
coğrafyasının bir terkibi, hülasası ve celemiş, ayrıca okuyanların Fatih dev- İsmail Kara tarafından titizlikle neş-
tecellisi olarak görür. Tükenmeyen bir rini yeniden yaşayacaklarından emin re hazırlanan ve Ahmed Güner Sayar
enerji, aşk ve iman neşvesiyle vesika, olduğu fıkraları derlemiştir. tarafından kaleme alınan bir takdim-
yazma, süsleme sanatlarına ait parça- le başlayan külliyatta okuru yalnızca
lar, mimarî eserler, mezar taşları... ne Bir gün gelecek ki... yazılar değil, birbirinden ilgi çekici,
bulursa kaydetmeye başlar ve ortaya Bu dönemi en hurda teferruatıyla resim, çizim, minyatür ve desenler vs.
binlerce sayfayı aşan muazzam bir kuşatan yazarın yemek konusuna bi- bekliyor.
külliyat çıkar. gâne kalacağını elbette düşünemeyiz. İstanbul’da, Fatih’le çağdaş bir
Osmanlılar tarafından Ebu’l-feth, 3. ciltte Fatih’in saray mutfağında pi- ulu çınarın kesilmesinin ardın-
yani “Fethin babası” şeklinde tavsif şen yemeklerin bir listesi bizi bekliyor. dan ağıtlar yakacak kadar bu
edilen Fatih Sultan Mehmed’in türbe- Sultan’ın israftan kaçındığı ve çeşidi devre aşkla bağlanan bu
sini ziyareti esnasındaki hissiyatıysa az ve sade yemekleri tercih ettiğini öğ- kültür arkeoloğunun Tan-
günümüz insanı için idraki zor olan rendiğimiz bu bahsi Fatih İmareti’ne pınar’ın emanetine/vasiye-
bu gayreti anlamamızı sağlayan anah- ait bir “Aşhane Tevzinâmesi” tamam- tine hakkıyla sahip çıktı-
tarı avucumuzun içine bırakıyor: lıyor. ğına şüphe yok. Peki biz
“Türbesini ziyarete giderken Fatih İmparatorluk payitahtının kültürel İstanbul’da yaşayanlar,
sanki dirilmiş de huzuruna gidiyorum yönüyse 4. ciltte vurgulanıyor. Osman- İstanbullular(!), bizim
sanır, adeta tarif edemeyeceğim bir lı hat sanatının kurucusu kabul edilen payımıza düşen bir şey-
heyecan hisseder, Fatih’in fetih günle- ve Fatih’in özel kütüphanesi için ki- ler yok mu?
rini yeniden yaşardım.” taplar istinsah eden Şeyh Hamdullah’a Süheyl Ünver Yahya
İstanbul Risaleleri arasında yapaca- dair bir bölüm dikkat çekiyor. Saray Kemal’in İstanbul’daki
ğımız bir cevelan bize de bu günleri nakkaşhanesinin düzeni ve çalışmala- imar faaliyetlerini eleş-
yaşatacaktır. rı ile bu dönemin süsleme sanatlarına tirdiği 1921 tarihli “Kör
İlk ciltte daha ziyade fetihten son- damgasını vuran Baba Nakkaş hak- Kazma” başlıklı makalesinin
ra yapılan ilk binalardan olan ve bu- kındaki ilk bilgilerimizi de Ünver’e yanına elyazısıyla şu notu düş-
günkü İstanbul Üniversite- borçluyuz. Cildin ihtiva ettiği belki de müş:
si’nin başlangıcı sayılan en önemli yayın, “Fatih’in Çocukluk “Bir gün gelecek ki, otuz kırk
Fatih Külliyesi’ne Defteri”. Süheyl Bey tarafından keşfe- metre irtifaında (yüksekliğinde) evler
dair tetkikler yer dilip ilim âlemine tanıtılan defterde ve yüz metre irtifaında apartmanlar
alıyor. İnceleme- Sultan’ın çocukluk döneminde yaptığı arasında büyük camiler nerededir diye
lerde külliyenin çiçek motifleri, bazı Farsça beyitler, arayacağız.”
mimarî yapısı 15. tuğralar, at başları, kartal ve leylek çi- Feraset mi yoksa keramet mi bile-
asrın eğitim tari- zimleri vs. bulunmaktadır. meyiz. Ancak bu tespitleri dikkate ala-
hiyle iç içe geçiyor. 5. cilt 22 yaşındayken rahle-i tedri- rak bugün müjdelenmiş şehre baktığı-
sine oturduğu Üsküdarlı Ali Rıza Bey’e mızda yaşadığımız durumun hamakat
ait kahvehanelerin ve bugün maalesef olduğu kesin gibi.
adlarını dahi unuttuğumuz kahve eş- Ne dersiniz?
yalarının resimleriyle açılıyor. 16. yüz-
Hâmiş: Süheyl Ünver’in 88 yıllık verimli hayatı ve şaşırtıcı
yıl Osmanlı astronomu Takiyüddin’e, külliyatının bir dökümü için şu kitaplara bakmanızda fayda var:
Ahmed Güner Sayar, A. Süheyl Ünver, (Ötüken: 2011); Gülbün
eserlerine ve kurduğu rasathaneye dair Mesara, Aykut Kazancıgil, Ahmed Güner Sayar, A. Süheyl Ünver
Bibliyografyası, (İşaret: 1998). Ayrıca Semavi Eyice’nin dergimizin
ayrıntılı bilgiler Fatih döneminden o 26. sayısındaki yazısını okuyabilirsiniz. Yazıda kullanılan gör-
seller S. Ünver’in Fatih’in Defteri’nden alınmıştır.
yüzyıla bilgi aktarımını gösterir nite-

134 DERİN TARİH / 2015 EKİM


BİR İMPARATORLUK TARİHİ

Beylikten Cihana Hükmeden


İmparatorluğa
KAYI BOYUNUN HİKÂYESİ…
• Herkesin anlayabileceği akıcı bir üslup
• Birincil kaynaklarla beslenmiş objektif bir anlatım
• Tüm osmanlı padişahlarının bilinmeyen yönleri

Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, adaletiyle kalpleri kazanan,


yiğitliği, cesareti ve mertliğiyle dosta güven, düşmana
korku salan; üç çağa damgasını vurmuş, üç kıtaya
yayılmış Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin hikâyesine
KAYI VII: Kutsal İttifaka Karşı kitabıyla devam ediyor.
Muradiye’de çocuk sesleri
B
uzdan damlamış bir gün, Hanedanın II. Selim devrine kadar- rüzgarlarıyla huruç ediyorlar.
kar eprimiş bir kilim gibi ki macerasından fani kesitlere çarpı- Artık Muradiye şendir ve zamanın
yerlerde. Issız bir semt çe- yorum adım başı. II. Murad’ın sadeli- duvarındaki çatlaktan fersiz de olsa
kiyor kendine, sarılıyorum ğin şahikası denilmeye layık üstü açık bir demet ışık sızmıştır içine. Kış ordu-
sımsıkı. Osmanlıcayı henüz sökmü- bırakılan türbesi de, avluda göz göz ları bahar sultanına bırakmıştır yerini,
şüm, Osmanlı’ya bir kedinin yumağa şakırdayan berrak su da, ihtiyar çınar- sükunet sütunları cıvıltı kazanlarında
dolanması gibi dolanmaktayım ki yer dan dökülen zaman tozları da, ‘yeni- eriyivermiştir. Umutlanıyor insan ve
Bursa’dır ve Muradiye’dir. den her gün açan’ güller de, Mahıdev- tabii nefese muhtaç mekanlar da...
Kapısında Verem Savaş Dispanseri ran Sultan’ın elemli satırları da yanı Aradan kim bilir kaç on yıl daha
yazılı bir eski binanın huzurundayım. başımda her daim. boşalıyor zamanın zembereğinden,
Hatırlamaz olur muyum? İlkokulday- Velhasıl burada zaman 16. asrın or- yeniden gidiyorum Muradiye’ye ki
ken buraya topluca getirilip röntgen- talarına kadar gelip kesafet kazanmış artık ehil ellerden geçip gençleşmiş
lerimiz çekilmişti. Lakin şimdi avlusu ve o gün bu gündür el değmemiş bir türbelerin aydınlandığını, intizama
hemşire giysilerinin rengine bürün- ayna gibi; görüyor ve gösteriyordu. sokulmuş mezar taşları ve kitabelerin
müş, ortadaki şadırvanda su damar Kâh ana ve babasının arasında Fatih’in konuşmaya başladığını, en güzeli de
damar buz. Bir medrese binasının dis- asırlara çapkın tebessümünü, kâh bah- yaşlanıp devrilmiş ihtiyar çınarın ye-
panser oluşuna sevinmeli mi yoksa ta- çesine öylece atılmış, yok edilen nice rine dikilen gencecik fidanın muştu-
salanmalı mıyım? İçleniyorum. mezarlıktan hasbelkader toplanmış lu dinelişini görüyor ve bir kere daha
Derken kapıdan çıkıp sağa dönüyor yüzlerce mezar taşının, kitabenin ses- umutlanıyorum geleceğimiz adına.
ve cami ile medrese arasındaki birkaç siz çığlıklarını. Muradiye bâtını geçmişe gömülü,
basamaktan kademe kademe ıpıssız Tarihimiz buradaydı ama sahipsizdi. zahiri ise köklerini geleceğe uzatmış
bir âleme dalıyorum. Şu II. Bayezid’in O sırada sanki zamanın zarif şişesi bir ağaç olarak hatırlanmalı diyorum.
şehzadesi Mahmud, işte Kanuni’nin bir taşa çarpıp kırılıyor ve içeriye ço- Çinliler öyle dermiş zira: “Otun
talihsiz oğlu Mustafa, bu bahtsız Cem cuk sesleri, tıpkı kuş sesi, su sesi gibi kökü sudaysa korkma!”
Sultan, o Fatih’in annesi, Şah Sultan, doluşuveriyor. Bir mektebin mini mini
nam u nişanları kalmamış saraylılar… talebeleri o ıssızlığın zarından sevinç Mustafa Armağan

136 DERİN TARİH / 2015 EKİM


VİTRİNDEKİLER

ORTADOĞU’NUN
SOLAN RENKLERİ hâkimiyetinde yaşadı. Ne yazık ki emperya-
Osmanlı Ortadoğu’dan çekildiği günden bu yana lizmin Doğu’nun zenginliklerini paylaşma
iştahı dramların hiç dinmediği bir coğrafya
Bağdat, Şam, Kahire ve Kudüs kaybettiği saadeti bırakacaktı arkasında.
arıyor. Kan ve gözyaşı içinde... Çevirdikçe ağır bir duygu yükünü de
sırtlandığımız sayfalar Napolyon işgaline
Ortadoğu coğrafyasında dinmek bilme- direnen Cezzar Ahmed Paşa’nın kahraman-
yen şiddet ve kaosun sebeplerini 1. Dünya lığından, asilere ve açlığa karşı Medine’yi
OSMANLI’NIN ORTA Savaşı sonrasında Osmanlı Devleti’nin böl- ölümüne savunan Fahreddin Paşa’nın
Ahmet Özcan,
DOĞU’DAN ÇEKİLİŞİ
geden çekilmesine bağlayan bir kitapla tevekkülünden, İngilizler kendisine Irak’ta
Yarın Yay., 2014,
237 s., 15¨ buluştuk raflarda. Bu tezi öne süren krallık ve binlerce altın teklif ettiği halde
çok kitap var diyorsanız, elimizdeki bölgeyi Osmanlı adına savunmaktan
çalışmada Kudüs, Lübnan, İran, Irak, vazgeçmeyen Arap asıllı Uceymi Paşa’nın
Medine, Suriye, Ürdün, Mısır, Yemen, Urfa’nın işgalden kurtuluşuna katkılarından
Cezayir, Sudan, Tunus ve Libya da bahis açıyor.
üzerinde ayrı ayrı durulduğunu Bölgedeki şehir ve ülke tarihleri hakkın-
belirtelim. Yani bölge, yekpare bir da bilgi verilirken Kudüs aslan payını kap-
bir coğrafya olarak değil, ülkelere mış tabiatıyla. Şehrin binlerce yıldır değişen
bağlı kültürel, sosyal ve ekonomik çehresine adım adım şahit oluyoruz. Fakat
farklılıklar göz önünde bulunduru- diğer ülke ve şehirlerde kısmen daha sınırlı
larak tetkik edilmiş. Sayfalar bazen bir anlatıma başvurulmuş. Kitabın hacmi
bir şehrin tarihiyle buluşturuyor bizi, düşünüldüğünde böylesine ayrıntılı bir
bazen de bir ülkenin elim kaderiyle. analiz mümkün olmayabilir. Bu durumda
Kitap, Osmanlı’nın çekilişinin önerimiz, sonraki baskılarda sayfa sayısının
neticelerini anlatmak için kullandığı artırılması, hadi biraz daha talepkâr olalım,
malzemeyle sıradan bir Ortadoğu iki ya da daha fazla cilt halinde yayınlanma-
tarihinden ayrılıyor. Yazara göre bu sı olabilir.
topraklar binlerce yıllık tarihin tanığı, Yazarın kullandığı şiirler, fotoğraflar;
Peygamberler diyarı ve büyük me- günlük ve hatıratlardan yaptığı alıntılar
deniyet ve fikir akımlarının kaynağı. olaylara elle dokunulurcasına bir gerçeklik
Yazı, para, şiir ve mimarînin en güzel kazandırmış.
örnekleri buradan filizlenmiş. Tarih Bu mukaddes topraklar nasıl bitmek bil-
orada bütün renkleriyle birlikte mez bir zulmün içine çekildi? Osmanlı’nın
akmış yazarın tabiriyle. mirası üzerinde neler yaşanıyor?
Kitaba göre tarih boyunca nice Bu yakıcı sorular nicedir peşinizi bırak-
göçler, savaşlar ve yenilgiler gören mıyorsa cevap için hemen bir kitapçıya...
Ortadoğu en mesut günlerini Osmanlı

dumanı
üstünde
KIŞKIRTAN TAPELER
Fikri Akyüz
HALİFELER TARİHİ Ahmet Yaşar Akkaya, SÜRGÜNDEKİ HÂNEDAN
Cemâleddîn Suyûtî, Truva Yay., 2015, 15¨ Ekrem Buğra Ekinci,
Çev: Onur Özatağ Timaş Yay., 2015, 29.50¨
Ötüken Neşriyat, 2015, 43¨

138 DERİN TARİH / 2015 EKİM


VİTRİNDEKİLER BİR SAATTE SELÇUKLULAR
Selçuklu’nun kuruluşundan
çöküşüne köşe taşlarını
kuşatıcı başlıklarla ele al-
OSMANLI ERMENİLERİNDEN mış Erdoğan hoca. Koca
bir devletin serencamını
“ERMENİ MESELESİ” YARATMAK özetlemeyi başarmış. Ki-
taptan daha fazla ayrıntı
“Ermenilerin Sultan II. Abdülhamid’in Ermeni sorununa müdahil olan ya da bekleyemez miydik? Pek
planlı bir temizlik girişiminin kurbanları onu kışkırtan diplomat, misyoner ve siya- tabii, fakat yazılış amacı
olduğuna inanmıyorum. 19. yüzyılın son setçilerin kirli oyunları gün yüzüne çıkar- Selçukluları A’dan Z’ye
BÜYÜK SELÇUKLU
20 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun ken, bu algı operasyonunun merkezine anlatmak değil, krono-
DEVLETİ
doğu vilayetlerinde ortaya çıkan kargaşa- yerleştirilmiş ‘Son Sultan Abdülhamid’in lojik bir harita çıkarmak; Erdoğan Merçil
nın, bunun daha ötesinde bir açıklaması mücahitliğine de şahit oluyoruz. Yazarın ileri okumalar için bir Nobel Yayıncılık, 2014,
olmalıdır”. ifadesiyle, “Zeki, çalışkan ve hem iç hem rehber olmak. 146 s., 13,76¨
Söze böyle başlıyor yazar. Hıristiyan- de dış güçlerin tehdidi altında iken İmpa-
ların İslamiyet aleyhine tartışmalarının ratorluğu bir arada tutma işini yüklenmiş
Avrupa’daki Osmanlıların gidişatına Sultan”ın çözüm odaklı siyaseti kitaba fikrî ANADOLU’NUN
ilgilerini ne şekilde etkilediğine, misyo- rengini veriyor diyebiliriz. İSTİLACI ‘GALATLAR’I
nerlerin Doğu vilayetlerinde cereyan Özellikle Batı’da, Ermeni meselesiyle
Asıl yurtları Ren Nehri boyları
eden olaylara dair raporlarına, İngiltere ve ilgili dayanakları olmadan ezbere hüküm
olan Batı Avrupa’nın ilk halklarından
ABD’deki Ermeni lobilerine ilişkin sağlam verenlerin bir doktora tezi dahi yazdıracak
Galatlar MÖ 7. yüzyıldan itibaren Av-
bir kaynakçayı haiz tespitler besliyor bu birikime sahip olmadığını biliyor muy-
rupa’ya yayılan savaşçı bir topluluktu.
görüşü. dunuz? Peki tarafsız inceleme yürüten
Balkanların ardından Anadolu’yu da
Anlayacağınız bu bir Ermeni tarihi araştırmacılara Ermeni, Süryani, Yunan ve
istilaya başlamış, Yukarı Kızılırmak
değil. Batının Osmanlı Ermenilerinden bir İsrail lobilerinin basın üzerinden yaptık-
Havzası’na yerleşmişler. Bu toprak-
“Ermeni meselesi” icat edişinin kitabı. ları baskıdan haberdar mısınız? Üstelik
larda hâkim kültürü benimsemeyip
bu ikiyüzlü siyaset yeni peyda olmadı!
kendi din ve gelenekleri koruyan
EMPERYALİZM, EVA Ne yazık ki Türkleri cani olarak gösterip
NJELİZM VE Galatların Romalılar ve Pergamon
OSMANLI ERMENİL kurban olduklarını iddia ederek timsah
Jere
ERİ Krallığı’yla münasebetleri, idarî, sosyal
my Salt gözyaşı dökenler, Ermenilerin katlettikleri
Tarih&Kuram Ya ve ekonomik yapısı titizlikle detaylan-
y., 2015, 215 s., 15 Müslümanları görmezden gelmeyi
¨ dırılmış alt başlıklarıyla meraklılarına
tercih ettiler. Savaş sırasında yarım
sesleniyor.
milyon Müslüman Osmanlı’nın
hunharca öldürülmesi karşısın-
da bu katliama yardım eden
Rus subaylar ve Fransızlar neye ANADOLU’DA gALATLAR VE
gALATYA TARİhİ
uğradıklarını şaşırmışlardı. Evet,
Mehmet Ali Kaya,
yanlış duymadınız, kuklacı bile Çizgi Kitabevi, Konya, 2011, 396 s., 25¨
kuklasının vahşeti karşısında
dehşete düşmüştü!
Kitap Müslümanlara ithaf edilen HZ. FATIMA (RA) SEVGİLİ
acımasızca suçlamalara tokat gibi BABASINI ANLATIYOR
cevaplarla tartışmaları körükleye-
Resulullah (sav)’ı sevgili kızı Hz. Fa-
ceğe benziyor. Hem de bir İngiliz
tıma’nın dilinden anlatan, klasik siyer an-
akademisyenin dilinden. “Kendi
latımından farklı bir çalışma. Ayrıntılı bir
değişik kültürlerini daha güçlü
literatür araştırması, yazarın tahayyülü
komşularının ezici ihtiraslarına
ve kendine has üslubu birleşince roman
karşı korumak için yapılan destansı
tadında bir kitap çıkmış ortaya. Nere-
bir savaş gibi yorumlanan” Ermeni
deyse Hz. Fatıma gibi görüp düşüne-
tarihinin bu topraklardaki
bilmeyi gerektiren kitap yalnız
hikâyesine vicdanlı ve bilim-
hanımlar değil, İslam tarihine ilgi
sel bir bakış arayanlar, Bilkent
duyan herkes için.
Üniversitesi’nde de öğretim
üyeliği yapmış olan Salt’ın
sesine kulak verilebilir. BABAM hAZRETİ MUhAMMED (a.s.m.)
Nuriye Çeleğen,
Nesil Yay., İstanbul, 2015., 272 s., 15¨

140 DERİN TARİH / 2015 EKİM


KONUT PROJESİ DEĞİL
BİR YASAM HİKAYESİ
Bahçeşehir’in en değerli arazisi üzerinde hayata geçirilen Vaditepe Bahçeşehir,
özlem duyulan o sımsıcak mahalle kültürünü, modern yaşam çizgileriyle birleştiriyor ve sizlere,
alışılagelmiş konut projesi yerine, bir yaşam hikayesi sunuyor.

Size de dairenizi seçip hikayede yerinizi almak kalıyor.


Bekleriz...

212
428 88 00
Hediyeli Bulmaca
e-mail: medyapuzzle@yahoo.com

SOLDAN SAĞA:
1- Resimdeki 36. ve son Osmanlı sultanı - Ağrı
Dağı’nın adlarından biri. 2- Lityumun simgesi
- Shakespeare’in bir kral karakteri - Osmiyu-
mun simgesi - Pembeye çalan beyaz - Karak-
ter. 3- Bir haber ajansı (kısaltma) - İsveç inter-
net kodu - Bir tür başlık - Kullanım süresi - İlk
kez 1455’te Türk donanmasınca fethedilen
Ege adası. 4- İtilâf Devletleri ile Osmanlı ara-
sında 10 Ağustos 1920’deki antlaşma - Erme-
nilerin 1918’de katliam yaptığı Erzurum Azi-
ziye’nin köyü. 5- Adın durum eklerinden biri
- Valide - Haiti internet kodu - Uzaklık anlatır.
6- Osmanlı’nın 1392’de fethettiği Balkan şehri
- Payı olmayan. 7- Laos internet kodu - Hayır
karşıtı - 1232’de yapılmış Selçuklu kalesi - Bir
Eylül ayının çözümü.
ilimiz. 8- Su taşkını - Yapma, etme - Dar karşıtı
- Söz. 9- Orak biçerken kılavuzluk eden adam soru sözü - Eski Mısır’da güneş tanrısı - İdeal. gösterme sıfatının eski biçimi - İngilizce’de
- Alt karşıtı - Antilopa benzer bir Afrika hay- 7- Osmanlı’da devlet tarihçisi - Ermin, kakım. ‘Yardım’. 20- 10 Ağustos 1920’de İtilaf Devlet-
vanı - Yüce - Kaz Dağları’nın mitolojik bir adı. 8- Boğa güreşi alanı - Arsız. 9- Platinin sim- leri ile imzalanan antlaşma için Paris’e gide-
10- Tellal ile duyurma - Yabancı - Geri verme gesi - Cet - Akımtoplar. 10- Bir nota - Mihrak. rek Osmanlı heyetinde yer alan eski Şura-yı
- Aygıt, gereç - Türk müziğinde bir usul. 11- 11- Adlar - Aynı biçimde. 12- Çalışma - İsim. Devlet (Danıştay) reisi. 21- Sanat - Kalsiyumun
Gözün renkli bölümü - Kiloamper (kısaltma) 13- Yemek - Bir ekmeklik hamur topağı. 14- simgesi - Diyanet. 22- Karadeniz’e özgü küçük
- Ham ipeği iplik durumuna getiren- Sodyu- Fetva verme - M.Ö. 1894’te Mezopotamya’da tekne - Kolomb öncesinde Güney Amerika’da-
mun simgesi. 12- Resimdeki sultanın annesi. kurulmuş imparatorluk. 15- Numara (kısalt- ki en büyük imparatorluk.
ma) - Dolmakalem - Batı Anadolu yiğidi. 16-
YUKARIDAN AŞAĞIYA: Düğün bahşişi - İstanbul’da tarihi bir semt. Bulmacanın çözümünü kimlik, adres ve telefon
1- Resimdeki sultanın babası. 2- Muğla’nın bir bilgileriyle 20 Ekim’e kadar dergimize ulaştıran
17- Teklik adlara tamlayan görevinde getirile- 5 okurumuza Derin Tarih’in “Son Sultan
ilçesi - Avrupa Uzay Ajansı (İngilizce kısaltma) rek ‘birer birer’ anlamını veren söz - Bir tür II. Abdülhamid” 3. özel sayısını hediye ediyoruz.
- Bir meyve. 3- Lichtenstein internet kodu - cetvel. 18- 10 Ağustos 1920’de İtilaf Devletleri Adres: Derin Tarih Dergisi
Yavrusunu sırtında taşıyan keseli bir tür sıçan. ile imzalanan antlaşma için Paris’teki Os- Maltepe Mah. Çayhane
4- Yüzyılda bir olan - Asker. 5- Yalım. 6- Bir manlı heyetinde yer alan Bern Sefiri. 19- ‘O’ Sok. No: 1, 34010
Zeytinburnu - İstanbul
iletisim@derintarih.com

142 DERİN TARİH / 2015 EKİM


Çizgisel Tarih

hasan aycın
editor@derintarih.com
Muhyî Lârî’nin Futuhu,l-Haremeyn adlı eserinden Mescid-i Haram’ın bir tasviri.
Türk Medeniyetinin İhtişamı Topkapı Sarayının Osmanlı Hazineleri Sergisi, İst., 1988.
yılmaz öztuna ● KISA oSmAnlI tArihi

30
YILMAZ ÖZTUNA KİMDİR?

20 Eylül 1930 İstanbul doğumludur. İstanbul’da lise tahsilinin yanında İstanbul Kon-
servatuarı’na devam etti. 1950 Eylül’ünden 1957 Temmuz’una kadar Paris’de kaldı.
Paris’in büyük kütüphanelerinde çalıştı. Paris Üniversitesi Siyasi İlimler Enstitüsü’nde
Sorbonne’da Fransız Medeniyeti kısmında, Alliance Française’nin yüksek kısmında
okudu ve Paris Konservatuarı’na devam etti. 13 yaşında ilk makalesi ve 15 yaşında
ilk kitabı basıldı. 1969’da Adalet Partisi’nden Konya Milletvekili seçilerek Ankara’ya
yerleşti. Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’nda denetleme kurulu üyesi, repertuvar
kurulu üyesi, eğitim kurulu üyesi (Ocak 1966–Kasım 1981), Kültür Bakanlığı’nda
bakan başmüşaviri (1974–77), İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Mûsıkîsi Devlet
Konservatuarı’nda kurucu yönetim kurulu üyesi ve Türk Mûsıkîsi Korosu’nda kuru-
cu yönetim kurulu üyesi, Yay–Kur (Yaygın Yüksek Öğretim) üniversitesinde Osmanlı
siyasî ve medeniyet tarihi öğretim üyesi (1975–78), Millî Eğitim ve Kültür Bakanlık-
larında 1969’dan beri pek çok ihtisas kurulunda üye ve başkan oldu. 1974–1980 ara-
sında Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî ansiklopedisi olan ve Millî Eğitim Bakanlığı’nca
yayınlanan Türk Ansiklopedisi’nin genel yayın müdürü olarak “K” harfinden “T” har-
fine kadar olan cildleri yayınladı. 1983 Mayıs’ında Milliyetçi Demokrasi Partisi’nin
kurucuları arasında bulunarak merkez genel yönetim kuruluna seçildi, sonra istifa
etti. 1985’de Faisal Finans Kurumu müşaviri oldu.

Pek çok radyo ve televizyon programı yaptı, bunlarda konuştu. Bazı konuşmaları abd,
Fransa, Avusturya gibi ülkelerin televizyonlarında yayınlandı. Bazı kitap ve yazıları
çeşitli dillere tercüme edildi. Dünyada ilk defa olarak Türk Mûsıkîsi Tarihi kürsüsü-
nü kurdu. “Büyük Türkiye”, “Osmanlı Cihan Devleti”, “Büyük Türk Hakanlığı” gibi
son yıllarda çok kullanılan tarihî ve siyasî tabirler, Yılmaz Öztuna’nındır. Ayasofya
Hünkâr Mahfili’nin ibadete açılması ve Topkapı Sarayı’nda Hırka–i Saadet Daire-
si’nde Kur’an okunması, 1000 Temel Eser, Ankara Devlet Konser Salonu ve İstanbul
Atatürk Kültür Merkezi’nin Türk Mûsıkîsi’ne açılması gibi fikirler ve uygulamalar
Yılmaz Öztuna’nındır ve siyasî iktidara onun tarafından telkin ve kabul ettirilmiştir.
Türk Kara Kuvvetleri’nin ve Deniz Kuvvetleri’nin evvelce yanlış olarak kutlanan yıl-
dönümlerini bugünkü doğru başlangıç tarihleri ile kutlanmasını sağlayan da Yılmaz
Öztuna’dır. Birçok konferans verdi. 6 kıtada pek çok ülkeyi gezdi, devlet adamları ve
halkla görüşerek incelemeler yaptı. Milletlerarası birçok kuruluşa üye seçildi.

Türkiye’de Osmanlı tarihinin çatışmasız bir anlayışla algılanmasında katkısı vardır.


Türk Parlamenterler Birliği, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti, Ankara Aydınlar Ocağı,
Anadolu Kulübü, Yahya Kemal’i Sevenler Cemiyeti, İstanbul Şehrini Güzelleştirme
Derneği, Müsteşrikler Cemiyeti, wacl, apacl, nato Parlamenterler Birliği, Parla-
mentolararası Türk–Japon ve Türk–Kore, Türk–Suudi Dostluk cemiyetleri, Avrupa
Konseyi cemiyeti, Yılmaz Öztuna’nın üye, kurucu olduğu veya bulunduğu millî veya
milletlerarası kuruluşlar arasındadır.

1 Eylül 1998 tarihinden itibaren Türkiye gazetesinin başyazarlığını yaptı. 9 Şubat 2012
tarihinde Ankara’da vefat etti.
Derin Tarih Kültür Yayınları — 30
Derin Tarih dergisinin 43. sayısının hediyesidir.
Ekim 2015

Kısa Osmanlı Tarihi


Yılmaz Öztuna

Kısa Osmanlı Tarihi, Yılmaz Öztuna’nın Türk Ansiklopedisi’ne yazdığı ‘Osmanlı


İmparatorluğu’ maddesinin kitaplaşmış şeklidir (Cilt: XXVI, 1977). Eseri
yayınlamamıza izin veren oğlu Oğuzhan Öztuna beyefendiye teşekkürlerimizi sunarız.

İletişim
Maltepe Mah. Çayhane Sok. No: 1
Zeytinburnu 34010 İstanbul
0212 467 65 05

www.derintarih.com
iletisim@derintarih.com

Baskı
Strateji Matbaası
Yılmaz Öztuna

KISA
OSMANLI
TARİHİ
İçindekiler

1 Osmanlı İmparatorluğu Siyasî Tarih

Van Gölü’nden Sakarya’ya (1071–1231) 7


Sakarya’dan Meriç’e (1231–1362) 8
Meriç’ten Tuna’ya (1362–1453) 11
Türk Cihan İmparatorluğu’nun temelleri atılıyor (1453–1512) 16
Türk Cihan İmparatorluğu’nun gerçekleşmesi (1512–1520) 21
Türk Cihan Devleti’nin Avrupa siyaseti (1520–1566) 24
Doğu siyaseti (1520–1624) 27
Türk Cihan Devleti’nin deniz siyaseti (XVI. asır) 30
Zirveden sonrası (1566–1640) 34
Anarşinin hortlaması ve Köprülüler (1640–1683) 39
Felâket seneleri ve XVIII. asır (1683–1768) 43
Bozgun, Nizâm–ı Cedîd ve İrticâ (1768–1826) 49
Yenileşme ve Tanzimat (1826–1871) 53
Tanzimat esaslarının bozulması ve 93 bozgunu (1871–1878): 59
İstibdad Devri (1878–1908) 64
İkinci Meşrûtiyet ve Balkan Savaşı (1908–1914) 69
Birinci Cihan Savaşı ve İmparatorluğun sonu (1914–1918) 73

4
içindekiler

2 Osmanlı İmparatorluğu Medeniyet Tarihi

Padişah 84
Saray 88
Devlet 91
Hükûmet 95
Maliye 98
Ordu 103
Askerî sınıflar 111
Donanma 117
Tersâne–i Hümâyûn 122
Batı denizlerinde Türkler 126
Din 130
Ahlâk 133
Hukuk 136
İlmiyye sınıfı 139
Eğitim 145
Sosyal yardım 149
Kültür 152
Ahlâk (Osmanlı Türk’ünün karakteri) 157
Ekonomi 162
Sanayi ve ticaret 166
Eyâletler 171
Rumeli 175
Osmanoğuları 179

5
1
Osmanlı İmparatorluğu
Siyasî Tarih

6
Van Gölü’nden Sakarya’ya
(1071–1231)

O smanlı devletini kuracak olan Osmanoğulları’nın ataları, en kuv-


vetli tahminlere göre, 1071 Malazgirt zaferinden hemen sonra
Doğu Anadolu’ya gelip yerleşen bir Türk grubunun, Oğuzlar’ın 24 bo-
yunun en soylusu sayılan Kayılar’dan bir aşiretin reisi idiler.
Osmanlı Devleti’nin kurucusu sayılan Osman Gazi’nin babası Er-
tuğrul Gazi, onun babası Gündüz Alp’tir. Gündüz Alp’in babasının
Kaya Alp, onun babasının Gök Alp, onun babasının Sarkuk Alp, onun
babasının Kayık Alp olması ihtimali vardır. Yurt tutmak için Orta As-
ya’dan, Türkistan’dan Doğu Anadolu’ya gelen bir Kayı aşiretinin başında
bu Sarkuk Alp’in bulunması muhtemeldir. Yurt tutulan bölge, Van Gö-
lü’nün kuzey–doğusunda Ahlat civarıdır.
Osman Gazi’nin büyükbabası Gündüz Alp’in, kendisi gibi Kayı-
lar’dan olan Mardin Artukluları’nın hizmetinde bir bey iken, Câber’de
Fırat’ı geçerken boğulup Türk Mezârı’na gömülmüş olması ihtimali dü-
şünülebilir. Osmanlı devletini kuracak aileyi bir buçuk asır sonra Ah-
lat’tan oynatan sebep, yaklaşan Cengiz Han’ın Moğolları olabilir.
Ahlat–Mardin yolu, güney–batıya doğru kuşuçuşu 200 km’dir. Gün-
düz Alp, Artuk Arslan’ın (1201–1239) emrettiği bir misyon için 250 km
daha güney–batıya inip Câber’e gelmiş olabilir. Bu misyonda başarılı
olmıyan Kayı aşireti reisi Gündüz Alp’i kaybedip onun oğlu Ertuğrul
Gazi’nin başkanlığında 1230 yazında kuzeye doğru kuşuçuşu 430 km
geçip Erzincan civarına erişmiş bulunabilir. İşte burada, 10 Ağustos
1230 Yassıçemen meydan muharebesinde, 39 yaşlarındaki Ertuğrul Bey,
Türkiye sultanı Alâeddin Keykubâd’a küçük, fakat yiğitçe bir hizmette
bulunmuş olmalıdır.

7
Sakarya’dan Meriç’e
(1231–1362)

B unun üzerine Sultan Alâeddin, Ertuğrul Bey’e Bizans uc’unda (sı-


nırında) dirlik vermiştir. Ertuğrul, Erzincan’dan kuşuçuşu 900 km
yol alarak batıdaki dirliğine erişmiştir. Muhtemelen tarih 1231 yılıdır ve
Osmanlı Devletinin nüvesi kurulmuştur. Ertuğrul Bey, Türkiye İmpara-
torluğu’nun bir uc beyi (‘marki’si) durumundadır.
Osmanoğulları’nın menşei üzerinde yapılabilecek en gerçeğe yakın
tahmin, tarih ilminin bugünkü durumuna göre, bu şekildedir.
Selçuklu Türkiyesi’nin Bizans’a karşı olan batı sınırları, iki büyük uc
beyi (duka) tarafından korunmaktadır: Kuzeyde Kastamonu’da oturan
Çobanoğulları ve güneyde Germiyanoğulları. Ertuğrul Bey, 1281’de
ölünceye kadar 50 yıl, bu Çobanoğulları’na tâbîdir. Doğrudan doğruya
Konya’daki Selçuklu İmparatoruna bağlı büyük uc beylerinden değildir
(bir ara Germiyanoğulları’na tâbî bulunduğu da sanılmaktadır).
Osmanoğulları’nın atasının başında bulunduğu Kayı aşireti, 1071
Malazgirt zaferinden önce, hatta 1040’tan önce de Merv’den Ahlat’a gel-
miş olabilir. Bu yıllar, Selçuklular’ın Mâverâünnehr’den Horasan’a geç-
tiği yıllardır.
Ertuğrul Gazi’ye verilen yurd, bugünki Kütahya–Bursa–Bilecik
illerinin sınırlarının birleştiği yöredir ve 1.000 km2 kadar bir toprak
parçasından ibarettir. Söğüt, sonradan Bizans’tan feth edilerek başkent
yapılmıştır.
Ertuğrul Gazi’nin yerine oğlu Osman Gazi geçmiş ve 1324’e kadar
43 yıl saltanat sürmüştür. 1300 yılına kadar babası gibi Çobanoğulla-
rı’na tâbi küçük uc beyi (marki) olan Osman Gazi, bu tarihte doğrudan
doğruya Konya Selçukluları’na bağlı büyük uc beyi (duka) mevkiine
yükselmiştir. Bu suretle Osmanlı devletciği, 69 yıl Çobanoğulları’na,
Kastamonu’ya tâbi yaşamıştır. 1308’de Selçukoğulları düşünce, Osman

8
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

Bey, doğrudan doğruya Tebriz’de oturan İlhan’ın büyük uc beylerinden


biri hâline gelmiş ve İlhan’ın Anadolu umumî valileri tarafından kontrol
edilmiştir. İlhanlılar’a tâbiiyet, 1335’e kadar devam eder (1308’den önce
Selçuklular da İlhanlılar’a bağlı idiler).
Osman Gazi, 1281’de babasından 4.800 km2 kadar aldığı toprak
mirasını, 16.000 km2’ye çıkartarak 1324’de oğlu Orhan Gazi’ye devr et-
miştir. Bu toprakları, Bizans’tan feth etmiştir. Osman Gazi’nin bıraktığı
miras, bugünkü Bilecik ili, Eskişehir merkez ilçesi, Sakarya’nın Gevye,
Akyazı, Hendek, Kütahya’nın Domaniç, Bursa’nın Mudanya, Yenişehir
ve İnegöl ilçelerinden ibarettir. Ne kadar mütevâzı değil mi?
Ama mânâsı vardı ve büyüktü. Zira bu yıllarda Türkiye, Selçuko-
ğulları’nın parlak günlerini hasretle anıyordu. Anadolu Türk’ü bahtiyar
değildi ve ancak gazâ ve tasavvufla teselli buluyordu. Millî birlik yok
olmuştu. Selçukoğulları’nın o derece meşakkatle kurdukları, şan ve şe-
refle yaşattıkları millî birlik... Şimdi kırk beyliğe ayrılmış bir Anadolu
Türk’lüğü vardı. Çoğu birbirini yemeğe çalışmakla meşguldü. Anado-
lu’nun birçok kısmı da daha Bizans’ın elindeydi.
Porsuk’la Sakarya arasındaki Ergenekon’a tıkılmış mütevâzı bir bey-
liğin bu birliği yeniden kuracağı, hayâlin bile ötesinde idi. Yalnız Şeyh
Edebalı, rüyasında görmüştü. Kırka bölünmüş, boynu bükülmüş Ana-
dolu Türkü, erenler ereninin bu ilâhî işaretini henüz öğrenmemişti.
Orhan Gazi, babasının yıllardan beri kuşattığı Bursa’yı alarak (6 Ni-
san 1326) başkent yaptı. Bu suretle 1321’de Marmara’ya erişen ve denize
çıkan Osmanlılar, bir Bizans şehrini daha aldılar ve az sonra Karadeniz’e
de çıktılar. 1231’den 1326’ya kadar 95 yıl üç Osmanoğlu, birer prenstir;
sadece 1300’de Selçuklu Sultanı’ndan tabl–ü alem alarak büyük uc beyi
olmuşlardır. 1326’dan itibaren Orhan Gazi, artık gerçek bir kraldır ve
Anadolu Türkmen beyleri içinde yalnız Karamanoğlu aynı seviyededir.
1335’te de Sultan Orhan, artık İlhanlılar’a bağlılıktan kurtulur ve
tamamen müstakil, askerî bakımdan çok güçlü, fevkalâde dinamik bir
devletin başı olur. 1324 Şubatından 1362 Martına kadar 38 yıl süren
saltanatı, Bizans İmparatorluğu’ndan devamlı fetihlerle geçer. Babasının
dehâsını, belki daha büyük çapta tevârüs etmiştir. Son derece mâhir bir
diplomasi ile hem Anadolu Türkmen beylikleri, hem Balkan devletleri,
hem de Doğu Roma (Bizans) imparatorluğu ile münasebetlerini devam
ettirir ve daima Osmanlı Devletinin lehine durumlar meydana getirir.
1329 Mayısında, o sırada çok mühim bir şehir sayılan İznik’i feth
eder. Şehri geri almak isteyen Bizans imparatoru III. Andronikos Pa-
leologos’u Türk topraklarına sokmadan, Boğaziçi’ne 40 km mesafede,

9
osmanlı tarihi

Gebze Darıca’sı civarında yakalar; düşmanı bozar, imparator yaralanıp


kaçar ve iki imparatorluk prensi muharebe meydanında kalır. Bu Pe-
lekanon meydan muharebesi (2 Mart 1331) Osmanlı hükümdarının
şöhretini bütün cihana yayar. Zira Avrupa’nın unvan ve protokol ba-
kımından birinci hükümdârı sayılan Bizans İmparatoru’nu, açık sahrâ
muharebesinde yenmiştir.
1345’te ilk Türkmen beyliği olarak Balıkesir–Çanakkale çevresinde
saltanat süren Karasıoğulları’nı Osmanlı Devletine katar ve Çanakka-
le Boğazı’nın Asya yakasını tutar. İstanbul Boğazı’nın da Asya yakasını
tutmuştur. 1354’te Orhan Gazi’nin büyük oğlu Velîahd Gazi Süleyman
Paşa, Gelibolu yarımadasına, Rumeli’ne, Balkanlar’a, Avrupa’ya ayak
basar. Türk tarihinin dönüm noktalarından biridir. “Rumeli Fâtihi” sa-
nını kazanır. Gelibolu yarımadasını feth eder. 1354’te Ankara’yı da alır.
1359’da attan düşerek ölür ve Bolayır’daki büyük millî ziyaret yerlerin-
den olan türbesine gömülür.
Yerini kardeşi Gazi Murâd Bey (I. Murad) alır. Murad Bey daha
1359’da Meriç’i aşarak Dimetoka’yı alır ve İstanbul surlarına kadar akın-
lar yapar. 1362’de babası Orhan Gazi’nin yerine geçer. 4 ay sonra, 1362
Temmuzunda da Edirne’yi feth eder. Artık Osmanlı Devleti, gerçek bir
imparatorluktur. Dünyanın güçlü devletlerinden biridir. Çok çekinile-
cek bir askerî güce erişmiştir.
Sultan Orhan’ın oğluna bıraktığı devlet 95.000 km2’dir. Bugünkü
Bilecik, Bursa, Balıkesir, Sakarya, Kocaeli, Bolu illerinin tamamını, Ça-
nakkale ve Eskişehir illerinin en büyük kısmını, İstanbul ilinin Asya
topraklarının büyük kısmını, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Ankara, Ma-
nisa, Kütahya, İzmir illerinden de bazı parçaları içine alır. Mühim top-
raklardır. Bu topraklar üzerinde Orhan Gazi’nin devletinin nüfusu, o
zamanki İngiltere krallığının nüfusundan çok fazladır. Ve bu topraklar
o çağda, dünyanın en zengin ülkeleri arasındadır. Boğazlar, Marmara,
Ege, Karadeniz arasında iki kıt’aya yayılmıştır. Dehşetli bir jeopolitik
ehemmiyet arz etmektedir.
I. Sultan Murad, 1362’de, babasının yerine geçtikten bir kaç ay sonra
Edirne’yi aldığı zaman, büyükbabasının babası Ertuğrul Gazi’nin Sa-
karya çevresinde yurt tutmasının üzerinden 131 yıl geçmiştir. 131 yılda
Sakarya’dan Meriç’e varılmıştır. Bu toprakların mühim kısmı gazâ ve ci-
had yoluyle Hıristiyanlar’dan feth edilmiş ve Türkleştirilmiştir. 1335’ten
itibaren Türkiye’nin en güçlü hükümdârı ve lideri olan Sultan Orhan’dan
sonra 1362’de Sultan Murad, artık hiçbir Anadolu Türkmen beyliğince
münakaşa edilemeyecek bir dereceye erişerek saltanatına başlamıştır.

10
Meriç’ten Tuna’ya
(1362 – 1453)

A ğabeyi Gazi Süleyman Paşa Rumeli fâtihi ise, I. Sultan Murad Han
Hüdavendigar Gazi de Balkanlar’ın fâtihidir. Türkler’in Meriç’i
geçmesi Balkan devletlerini telâşlandırmış ve Osmanlı’ya karşı ilk Haçlı
koalisyonu teşekkül etmiştir. Bu koalisyon, Macaristan kralı I. Layoş’un
başkumandanlığı altında, Sırbistan kralı V. Uroş, Bosna kralı I. Tvrt-
ko’nun da katılmasıyle Osmanlılar’ın üzerine yürümüş, fakat 1364’te
Sırp Sındığı’nda Hacı İlbeyi tarafından mahvedilmiştir. İkinci Haçlı
ordusu, 26 Eylül 1371’de I. Murad tarafından Çirmen meydan muha-
rebesinde ezilmiştir. Bu vuruşmada başkumandan olan Sırbistan kralı
Vukaşin’le kardeşi Velîahd–Prens Uybyeşat can vermişlerdir.
Balkanlar’ı hızla ele geçiren I. Murad, Anadolu Türkmen beylik-
lerinde de genişlemek ihtiyacında idi. Asker ve saire bakımından bu
beyliklerin topraklarına ihtiyacı vardı. Sulh yoluyle, şan ve şöhretinin
sağladığı avantajlarla Anadolu’da yayılmaya çalışıyor, fakat bilhassa Ka-
ramanoğulları mukavemet ediyordu. 1386–1387’de ilk Osmanlı–Kara-
man savaşı çıktı ve bundan böyle hepsinde olacağı gibi Karaman ezildi.
Üçüncü Haçlı koalisyonu, 20 Haziran 1389’da Birinci Kosova mey-
dan muharebesinde yok edildi. Fakat zaferden sonra Sultan Murad, şe-
hid düştü.
Türk tarihinin müstesna askerlerinden biri olan I. Murad, 27 yıl,
3 ay süren saltanatından sonra oğlu Yıldırım Bâyezid’e 500.000 km2’ye
varan bir imparatorluk bırakıyordu. Avrupa toprakları (291.000 km2),
Asya topraklarını (208.000 km2) geçiyordu. Bu suretle Orhan Gazi’nin
bıraktığı devletin sınırları 5 mislinden fazla büyümüş oluyor ve bu iş, bir
kuşaktan (33 yıl) daha kısa bir müddet içinde gerçekleşiyordu. Tuna ku-
zeyde sınır teşkil ediyor ve Türk toprakları Balkanlar’da Atina’nın kuzey
varoşları ile Belgrad’ın güney varoşları, doğudan batıya doğru da Ka-

11
osmanlı tarihi

radeniz’le Adriya Denizi arasında uzanıyordu. Orta Karadeniz kıyıları


ve Orta Anadolu’nun batı kesimi, Osmanlı metbûluğunu kabul etmişti.
Akdeniz’e çok yaklaşılmıştı.
1390 yılı ile 1391’in ilk aylarında I. Bâyezid kendisine “Yıldırım”
unvânını kazandıran bir sür’atle, Batı Anadolu Türkmen beyliklerini bi-
rer ikişer ortadan kaldırarak Osmanlı birliğine kattı. Çoğu mukavemet
bile etmedi. Bu mukavemet hem imkânsızdı, hem de Osmanlı birliğine
katılmanın büyük avantajları vardı. 1391’de Sultan Bâyezid, Akdeniz kı-
yılarında idi. İkinci Anadolu seferinde, tekrar savaş çıkaran Karaman’ı
ezdi. 60 parça harb gemisi ile Ege adalarını vurdurduktan sonra Bi-
zans’ın Osmanlılarca ilk kuşatmasını yaptı. 1391 yazında Türkler’in “Ef-
lâk” dedikleri Güney Romanya prensliği Osmanlı hâkimiyetini tanıdı
ve Osmanlı kudreti Tuna’yı aşmış oldu. Ertesi yıl Selanik ve Silivri feth
edildi. Macaristan kralı Sigismund’un ordusu ezildikten sonra padişah,
3. Anadolu seferine çıktı. Kastamonu’daki İsfendiyâr Türkmen beyliğini
doğrudan doğruya Osmanlı birliğine kattı.
25 Eylül 1396’da Yıldırım, Niğbolu’da, bütün Avrupa’nın katıldığı
bir Haçlı ordusunu mahv etti. Avrupa’nın en seçkin birliklerinin ka-
tıldığı 130.000 kişilik bu ordu, bir yılda ve çok iyi, büyük masraflarla
hazırlanmıştı. Bizans’ı yeni bir Osmanlı muhasarasından kurtarmak,
Türkler’i Balkanlar’dan çıkarmak, hatta Kudüs’e kadar gitmek niyetinde
olan Haçlı ordusuna büyük devletlerden Macaristan, Fransa, İngiltere,
Almanya, Polonya, Venedik ve bir kaç küçük devlet katılmıştı. Haçlı or-
dusuna Macaristan Kralı komuta ediyordu.
Yıldırım Han, 1397’de Attika ve Mora seferini yaptı. Karaman beyli-
ğini doğruca Osmanlı birliğine kattıktan sonra 1398 baharında Canik’e
(Samsun) geldi. Yıl sonunda Kadı Burhâneddin Devletine son verdi;
Kayseri, Sivas ve çevresini elde ederek Doğu Anadolu’ya dayandı. Sonra
Malatya ve Dulkadır (Maraş) seferine çıktı.
Bizans’ı 4. defa kuşattı. Bu yıllarda dünyanın en güçlü devleti Ti-
mur’un, Doğu Türkleri’nin, ikinci devleti de Yıldırım’ın, Batı Türkle-
ri’nin elinde idi. Timur’un Anadolu seferi, Bizans’ı kurtardı ve Osmanlı
devletinin gelişmesine en az yarım asır engel oldu. 28 Temmuz 1402’de
bütün Orta Çağ’ın en büyük meydan muharebesi, Timur’la Yıldırım’ın
arasında Ankara’da Çubuk Ovası’nda geçti. Yıldırım yenildi ve esir düş-
tü, ertesi yıl Akşehir’de öldü. Timur, Osmanlı taht şehri Bursa’yı işgal
ettirdi. Fakat Rumeli’ndeki Osmanlı topraklarına geçmedi. Anadolu
Türkmen beyliklerini eskisinden güçlü olarak canlandırdı.
1402’den 1413’e kadar geçen devreye “Fetret Devri” veya “Şehzâde-

12
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

ler Kavgası” denir. Bu yıllarda Yıldırım’ın oğulları, tek başlarına babala-


rının epey küçülen mirasını elde etmek için birbirleriyle kavga ederler.
Hepsi de —sözde ve tâ 1447’ye kadar— Timur ve haleflerine tâbîdirler.
Bu yıllarda gerçek padişah, Yıldırım’ın büyük oğlu I. Süleyman’dır ki,
Edirne’yi taht şehri seçmiş, Rumeli ve bir kısım Anadolu toprakların-
da saltanat sürmüştür. 1411’de öldürülünce yerine kardeşi Sultan Mûsâ
geçmiş, o da 1413’te ağabeyi I. Sultan Mehmed Han tarafından ortadan
kaldırılmıştır. Bu suretle Çelebî Sultan Mehmed, 1413’e kadar Amas-
ya’da ve Anadolu topraklarında saltanat sürdükten sonra, tek başına
padişah olmuştur. Bu sırada kardeşlerinden Mustafa Çelebî de iki defa
saltanata hak iddia etmiş ve güçlükle bertaraf edilebilmiştir.
1402’de Yıldırım, 942.000 km2 büyüklüğünde (500.000 km2’si Ana-
dolu’da, 442.000 km2 kadar Balkanlar’da) bir imparatorluk bırakmıştı.
Anadolu Türk birliği hemen hemen gerçekleşmek üzere idi. Bu eser,
1402’de yıkıldı. 1413’te oğlu I. Mehmed’in elinde sadece 694.000 km2
toprak kalmıştı (376.000 km2 Balkanlar’da, 318.000 km2 Anadolu’da).
Sultan Mehmed babasının mirasını geri almak için 1421’e kadar
büyük çaba gösterdi. Ölümünde 870.000 km2’ye çıkmıştı ama, güç ba-
kımından babasının devrine erişemediği gibi, bu toprakların bir kısmı
tâbî beylikler idi ki bunlar, Yıldırım devrinde doğrudan doğruya sancak
(il) şeklinde Osmanlı birliğine katılmışlardı.
Oğlu II. Murad, çeyrek asır, dedesi Yıldırım’ın bıraktığı çizgiye gel-
meye çalıştı ve 1451’deki ölümünde, az çok bu çizgiye erişmiş bulunu-
yordu. 1447’de Timur’un oğlu Sultan Şâhruh’un ölümü üzerine Doğu
Türk Hâkanlığı’nın çözülmeye başlaması ile de Osmanlı Devleti, dün-
yanın birinci devleti hâline geldi. Bu birinciliği, 1770’e kadar bırakma-
yacaktır.
Sultan Mûsâ’nın 5. Bizans kuşatması gibi II. Murâd’ın 1422’deki
6. kuşatması da —çok şiddetli geçmesine rağmen— netice vermedi.
II. Murad, Anadolu Türkmen beylikleri, bilhassa Karamanoğulları ile
çok uğraştı. 1430’ta Selânik’i geri aldı. Venedik ve Macaristan gibi Av-
rupa’nın en güçlü deniz ve kara devletleriyle çekişti. 1439’da —Maca-
ristan’a âit ve Orta Avrupa’nın kilidi sayılan— Belgrad’ı kuşattı, fakat
alamadı. Bosna krallığına metbûluğunu kabûl ettirdi.
24 Aralık 1443’te Macaristan başkumandanı Hunyadi Yanoş, İzla-
di Derbendi’nde Osmanlı ordusunu bozdu. Bunun üzerine iki devlet
arasında Segedin Sulhu imzalandı (12 Temmuz 1444). Çok yorulan II.
Murad, tahtı çocuk (yaştaki) oğlu II. Mehmed’e (müstakbel Fâtih Sul-
tan Mehmed) bırakarak Manisa’ya çekildi ki, Osmanlı tarihinde kendi

13
osmanlı tarihi

isteğiyle ve hiç bir baskı olmaksızın tek tahttan ferâgat olayıdır. Ancak
bundan faydalanmak isteyen yeni bir Haçlı ordusu, 1444 Eylülünde
Türk topraklarına girdi. 10 Kasım 1444’te acele Manisa’dan yetişen Sul-
tan Murad, bu orduyu Varna meydan muharebesinde yok ederek Tür-
kiye’nin geleceğini kurtardı. Başkumandan ve Polonya Kralı Ladislas
maktul düştü.
Bu arada II. Murad tekrar padişah oldu, tekrar tahtını oğluna bı-
raktı, devlet adamlarının ısrarı üzerine üçüncü defa tahta çıktı. 1446’da
Mora üzerine 2. seferini, ertesi yıl Arnavutluk seferini yaptı; yanına oğlu
II. Mehmed’i de aldı. 19 Ekim 1448’de yeni bir Haçlı ordusunu, İkinci
Kosova Meydan Muharebesi’nde yok etti. Bu defaki Haçlı koalisyonuna,
Almanya, Macaristan, Polonya ve başka devletler katılmışlardı. Bu, Os-
manlılar’ı Balkanlar’dan sürüp atmak gayesiyle yapılan sonuncu Haçlı
seferidir. Artık Hıristiyan Avrupa, böyle bir teşebbüs yapamayacaktır.
1450’de gene oğlu II. Mehmed’le beraber 2. Arnavutluk sefer–i hümâyû-
nuna çıktı (padişahın başkumandanlık yaptığı sefere «sefer–i hümâyûn»
denmektedir). 3 Şubat 1451’de büyük şan ve şeref içinde öldü.
Müstesna dehâda devlet adamı, diplomat ve kumandan idi. “Os-
manlı Rönesansı” denen ve bu yıllarda Doğu Türkleri’nin “Timurlu Rö-
nesansı” denen akımı ile paralel olan ilim, san’at ve kültür hareketinin de
gerçek kurucu ve koruyucusudur. Oğlu II. Mehmed’e dünyanın hemen
her bakımdan en güçlü devletini bırakıyordu. Yalnız denizde Venedik,
hâlâ en üstün kuvvetti. Dedesi Yıldırım’ın mirasını geniş ölçüde topar-
lamıştı. Bilgin, şâir, müzisyendi. Adalet ve merhamet duygusu çok yük-
sekti.
Yerine geçen II. Mehmed, 30 Mart 1432 pazar günü sabahı güne-
şin doğduğu dakikalarda Edirne Saray–ı Hümâyûnu’nda doğmuştur. 19
yaşında idi ve iki defa tahta oturmuştu, saltanat tecrübesi olduğu gibi,
babasının yanında seferlere de katılmış, kumandan olarak yetiştirilmiş-
ti. Fırsattan faydalanmak isteyen Karaman üzerine bir sefer yaptıktan
sonra, artık bir kangren hâline gelen Bizans meselesini halletmek üzere
bütün varlığını bu mevzûda teksîf etti.
Rumeli Hisarı’nı yaptırıp Yıldırım’ın karşı kıyıda yaptırdığı Anado-
lu Hisarı ile beraber Boğaz’ı kestikten sonra, 1452–53 kışını Edirne’de
dehşetli harb hazırlıkları ile geçirdi. 23 Martta ordusu ve cihânın o ana
kadar görmediği, hesaplarını bizzât yaptırıp döktürdüğü, Orta Çağ’a son
verecek topları ile Edirne’den hareket etti. 6 Nisanda Bizans muhasarası
başladı. 18 Nisanda İstanbul Adaları alındı. 22 Nisan gecesi Türk ince
donanması karadan Halic’e indirildi. 29 Mayıs sabahı yapılan nihâî ta-

14
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

arruzda Bizans, düştü. Orta Çağ’ın —kimseye asla açılmayan— en müs-


tahkem surları geçilmişti.
Çeşitli bakımlardan 29 Mayıs 1453, Orta Çağ’ın sonu sayılır. Türk
tarihinin en müstesna olayı sayılarak “Feth–i Mübîn” denilmiştir. Dün-
yanın en büyük kilisesi ve bütün Avrupa’nın ayakta kalan en eski ya-
pısı (VI. asır) olan Ayasofya, camie çevrildi. Bütün Ortodoks Hıristi-
yanlar’ın başı olan Cihan Patrikliği ilga edilmedi. Doğu Roma (Bizans)
imparatorlarının yerine padişahın himayesi altına alındı. Bu suretle
artık “Fâtih” denen 21 yaşındaki padişah, Katolik Avrupa’ya cephe aldı
ve Hıristiyan dininin Katolik mezhebinde birleşmesini önledi. İstanbul,
taht şehri seçildi ve hızla imarına başlandı. Fethin İslâm ve Hıristiyan
dünyasındaki akisleri, muazzam oldu. Cihan tarihinin en büyük hâdise-
lerinden biri olarak telâkki edildi.
Osmanlı Cihan Devleti’nin temelleri atılmış oldu. Devlet, 1402’de
Yıldırım Han’ın bıraktığı güç çizgisini geçti.
Yeniçağ’ın eşiğinde dünyanın nüfusu 400 milyon kadardı (275 mil-
yon Asya, 70 milyon Avrupa, 40 milyon Afrika, 15 milyon Amerika).
Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın cihan siyaseti başlıyordu. Anadolu’da
henüz Yıldırım’ın bıraktığı Fırat–Toros çizgisine erişilmemişti. Ama
Ankara felâketinin bütün yaraları sarılmıştı. Avrupa’da tek başına Türki-
ye’ye karşı gelebilecek hiç bir devlet mevcut değildi. Cihan politikası için
denizlere doğru açılmak ve denizlerde Venedik’in üstünlüğünü mutlaka
geçmek îcâb ediyordu. Türkiye İmparatorluğu, iki kıt’anın iki yakasına
öylesine bir kudret ve azimle yerleşmişti ki, cihan devleti olması, âdetâ
kaçınılmaz bir kader, tarihî bir mukadderattı.

15
Türk Cihan İmparatorluğu’nun
temelleri atılıyor
(1453–1512)

D oğu Roma Fâtihi olarak Edirne’ye dönen II. Mehmed, cihan politi-
kasını gözden geçirdi. Devletin geleceği için çok mühim adımların
daha atılması îcâb ediyordu. Ve Bizans’ın düşmesini Avrupa’nın serin-
kanlılıkla karşılamayacağını biliyordu.
Karaman ve Bizans’tan sonra 3. sefer–i hümâyûnunda Cenevizli-
ler’den Enez’i aldı (1453 sonu) ve Kırım’a bir donanma gönderdi (1454
Temmuzu). 1454’te ilk Sırbistan seferine çıktı (4. sefer–i hümâyûn).
Kuzey Ege adalarını donanma göndererek ele geçirdi ve ilk Rodos sefe-
rini yaptırdı, fakat bu adayı alamadı (5. sefer–i hümâyûn). 2. Sırbistan
(seferi), onun 6. sefer–i hümâyûnudur (1455, 1456). Bu ikincisinde ba-
basından sonra tekrar Belgrad’ı muhasara etti. Kaleyi savunan Hunya-
di Yanoş öldü. Fâtih yaralandı, fakat Belgrad düşmedi. 1455’te Boğdan
(Moldavya, Kuzey Romanya) prensliği de Osmanlı metbûluğunu kabûl
etti.
1458’deki 7. sefer–i hümâyûn, Fâtih’in ilk Mora seferidir. 1459’daki
8. sefer–i hümâyûn ise 4. Sırbistan seferidir ki, Semendire’nin fethi ve
Sırbistan Devletinin sonu olmakla neticelenmiştir. 1460 yazında 9. se-
fer–i hümâyûnuna çıktı; 2. Mora seferidir ve Mora prensliklerinin ilgası,
Türkiye’ye katılması, Paleologoslar’ın sonu ve son Bizans kalıntılarının
silinmesi ile sonuçlanır.
Sonra Güney Karadeniz meselesini ele aldı. 1461’de 10. sefer–i
hümâyûn ile Ceneviz’den Amasra’yı aldı. Baharda 11. sefer–i hümâyûn
ile Sinop’a geldi; himayesinde bulunan Candar (İsfendiyâr) beyliğine
dostça son verdi. Yazın Trabzon’a yürüdü. Denizden ve Donanmay–ı
Hümâyûn’ca kuşatılan Trabzon Rum İmparatorluğu teslim oldu. Kom-
nenos imparatorluk hânedânına son verdi. Bu suretle Batum ve Gürcis-
tan kıyılarına kadar bütün Güney Karadeniz kıyıları, Osmanlı Devletine

16
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

katıldığı gibi, Trabzon ve Rize gibi Anadolu’nun henüz Türkleşmemiş


olan parçaları da Hırıstiyanlar’dan alınmış oldu.
12. Trabzon sefer–i hümâyûnundan döner dönmez, 13. sefer–i
hümâyûn ile Eflâk (Güney Romanya) üzerine yürüdü ve ayaklanan Ka-
zıklı Voyvoda’nın işini bitirdi.
Fâtih, 14. sefer–i hümâyûnunu 1462’de yaptı. Yayçe’nin fethi ile ne-
ticelenen ilk Bosna seferidir. 15. seferi, aynı yılın Eylülündedir ve Mi-
dilli adasının fethidir. 16. sefer–i hümâyûn, 1463’te yapılan 2. Bosna
Seferi’dir. Ertesi yıl, 3. Bosna seferi ve 17. sefer–i hümâyûn yapılmıştır.
1466’daki 18. sefer–i hümâyûn Karaman üzerinedir. 1466’daki 19. se-
fer–i hümâyûn, Fâtih’in ilk Arnavutluk seferidir. 1466–1467’de de Arna-
vutluk üzerine 2. seferini yapmıştır ki, 20. sefer–i hümâyûnu teşkil eder.
Bu ardı kesilmeyen seferlerde padişahın başlıca hedefleri şöyle idi:
Tuna’nın güneyinde ve Fırat–Toroslar sınırının batısında Osmanlı
Devletine katılmayan hiçbir yer bırakmamak, Karadeniz’i ve Ege Deni-
zi’ni Türk iç denizleri hâline getirmek, Venedik donanmasını geçerek,
deniz kuvvetlerini de kara ordusu gibi dünyanın birinci silâhlı gücü hâ-
line getirmek. Bu işleri tamamen gerçekleştirdikten sonra İtalya’yı feth
etmek.
Bu plan artık bütün dünyada biliniyordu. Fâtih’in kafasındaki bir sır
olmaktan çıkmıştı. Bu projeye karşı yalnız bütün Avrupa değil, Türki-
ye’nin doğusundaki Müslüman ve Türk komşuları da ayaklandılar. Bu
suretle Osmanlı İmparatorluğuna karşı, dehşetli bir koalisyon meydana
getirildi ve çok uzun sürecek savaş başladı.
16 yıl süren Büyük Savaş’ta Türkiye’nin karşısında yer alan büyük
devletler İran (Akkoyunlu Türk İmparatorluğu), Venedik, Macaristan,
Almanya, Polonya, Kastilya, Aragon, Napoli idi. Orta ve küçük devlet-
lerin sayılı 20 küsurdur. Türkiye müttefiksiz, tek başına idi. Fâtih, Türk
tarihinde belki başka örneği gösterilemeyecek bir politika dehâsı ile bu
koalisyona karşı 16 yıl dayandı ve düşmanlarını teker teker, ikişer üçer,
beşer onar yenerek Büyük Savaş’tan mutlak bir galib olarak çıktı. Türk
cihan imparatorluğunun gerçek temeli atılmış oldu. Cihânın Osmanlı
Devleti karşısında âciz kaldığı ortaya çıktı. Venedik’in deniz üstünlüğü
—bir daha geri gelmemek üzere— maziye karıştı.
Büyük savaş, 3 Nisan 1463’te Fâtih tarafından başlatıldı. 28 Tem-
muzda Venedik Cumhuriyeti, Türkiye’ye harb ilân etti. 30 Eylülde Ma-
caristan, Venedik’in yanında Türkiye’ye karşı savaşa girdi. Birkaç ay
sonra, Türkiye’ye harb açan devletlerin sayısı, açmayanlardan çok fazla
idi.

17
osmanlı tarihi

Her cephede düşmanı yıpratan, diplomatik manevralarla bezdiren


Fâtih, 1470 yazında ordu ve donanması ile Ağrıboz adasına, yürüdü (21.
sefer–i hümâyûn). Venedik’in Batı Ege’deki bu alınmaz denilen üssünü
feth etti. Avrupa devletlerine “Rumeli sizin, Anadolu benim” diye elçi
göndererek Osmanlı’yı haritadan bile silmek isteyen Akkoyunlu Türk
imparatoru Uzun Hasan Bey, Avrupalılar’ın Osmanlı ile başa çıkamaya-
caklarını anlayıp, Tokat’a bir sürpriz taarruzu ile harbin doğu cephesini
açtı. 18 Ağustos 1472’de Şehzâde Mustafa, Kıreli Meydan Muharebe-
si’nde Akkoyunlu ordusunu ezerek işgal altındaki Osmanlı topraklarını
kurtardı. Uzun Hasan için kötü işaretti. Korkunç bir atlı Türkmen ordu-
su ile Osmanlı’nın üzerine yürüyüp işini bitirmek istedi. Fâtih, 11 Ni-
san 1473’te Üsküdar’dan hareket etti. 5 kolordudan müteşekkil 190.000
kişilik dünyanın en çetin harb makinesi sayılan ordusu ile Ağustosta
Erzincan yakınlarında en büyük rakibi ile karşılaştı. Otlukbeli’nde Ak-
koyunlu Türkmen ordusu mahvoldu. Fâtih o zamana kadar yalnız ku-
şatmalarda kullanılan, sesinden atları ürkütmek için sahrâya getirilen
top silâhını, tarihte ilk defa olarak taktik silâh olarak kullanmıştı.
Fâtih’in akıncı tümenleri Venedik varoşlarına, Almanya içlerine ka-
dar her yıl, her ay Avrupa’yı alt üst ettiler. Venedik, Almanya ve Maca-
ristan, pes etti. 23. sefer–i hümâyûn Boğdan (Moldavya), 24.’sü Maca-
ristan üzerine, 1476 baharında ve sonunda açıldı. 1478’de padişah, 3.
Arnavutluk seferine çıktı (25. sefer–i hümâyûn). Kırım’a Donanmay–ı
Hümâyûn gönderdi. 1475’te Kırım Hanlığı, Osmanlı birliğine girdi.
1480’de 3. Rodos kuşatması, netice vermedi. İyonya adalarını aldık-
tan sonra, Donanma–yı Hümâyûn’u İtalya’ya gönderdi ve 28 Temmuz
1480’de İtalya fütûhâtının başlangıcı olmak üzere Otranto’yu işgal ettir-
di. İtalyan devletcikleri, Fâtih Sultan Mehmed’i Batı Roma imparatoru
olarak selâmlamak üzere hazırlıklara başladılar. Fakat padişah, 3 Mayıs
1481’de Maltepe ile Gebze arasındaki ordugâhında, ordusu arasında, ze-
hirlenerek öldü. 49 yaşında idi.
İki defaki çocukluk saltanatı sayılmazsa, sonucu saltanatı 30 yıldan
2,5 ay fazladır. Bıraktığı imparatorluk 2.214.000 km2’yi buluyordu. An-
cak 511.000 km2’si Anadolu’da, gerisi Avrupa’da idi. Kuzeyde Türk sını-
rı, Moskova’nın güneyinden başlıyordu. Karadeniz’i kapalı Türk denizi
hâline getirmiş, Ege’de bunu başarmasına ramak kalmış, Yunan (İyonya)
Denizi’ne hâkim olmuştu. Türk donanmasını cihan kudreti hâline getir-
miş, 2 Venedik donanmasının gücünün üzerinde bir kudrete eriştirmiş-
tir. Bu donanma ile İtalya’yı feth edecek, Katolikliği de hâkimiyeti altına
alacaktı. Tahta geçtiği zaman devletin 30 harb gemisi vardı. 1474’te 23

18
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

yıl çalışarak donanmayı 108 harb ve 400 kadar nakliye gemisine çıkardı.
Ölümüne kadar geçen son 7 yılda ise donanmayı 250 harb ve 500 nak-
liye gemisine ulaştırdı.
İstanbul Üniversitesi’nin de kurucusudur. Batı ve Doğu dillerini çok
iyi biliyordu; edebî ve matematik ilimlerde bilgindi. Osmanlı hüküm-
darları içinde yetişen en büyük asker, en iyi diplomat ve devlet adamı
olduğu gibi, Osmanoğulları’nın en bilginidir. Bazı tarihçilere göre, Türk
milletinin 2.500 yıl içinde yetiştirdiği en büyük şahsiyettir. Büyük bir
san’at ve ilim koruyucusu idi. Bu emsalsiz savaş adamı, imparatorluğunu
imâr etmeyi de ihmal etmedi, her tarafta Türk bayındırlık eserleri yük-
seltti. 2 imparatorluk, 4 krallık, 11 prensliği feth etmiştir. 3 oğlu ve bir
kızı olmuştur. Ölümünde yalnız 2 oğlu hayatta idi.
Yerine büyük oğlu II. Bâyezid geçti. Fakat kardeşi Sultan Cem, bunu
kabûl etmedi. 1495’e kadar Cem gailesi devam etti. II. Bâyezid’i büyük
teşebbüslerden alıkoydu. Daha 10 Eylül 1481’de İtalya fütûhâtı terk edil-
di, İtalya’nın fethinden vazgeçildi. II. Bâyezid, bu arada 1483’te Maca-
ristan üzerine Morava seferine (1. sefer–i hümâyûn), 1484’te de Boğdan
seferine (2. sefer–i hümâyûn) çıktı. 1485’te, 6 yıl sürecek olan ilk Mem-
lûk savaşı patladı. Mısır–Suriye Türk Memlûk imparatorluğu ile hiçbir
kazanç sağlamayan bu savaştan hemen sonra II. Bâyezid, 1492’de 3. se-
fer–i hümâyûnuna çıktı. Macaristan ve Arnavutluk seferidir. Belgrad’ın
gene netice vermeyen 3. kuşatması bu sırada yapılmıştır. 1493’te Yâkub
Paşa’nın Adbina zaferi, Macaristan’ı sulha zorladı.
Türkiye, Akdeniz’deki üstünlüğünü bu devirde de muhafaza etti.
1487’de Kemal Reis, ilk İspanya seferini yaptı. Fakat İspanya’daki son
Müslüman devletinin, Gırnâta’nın düşmesine (2 Ocak 1492) engel olu-
namadı. Kemal Reîs’in 2. İspanya seferi (1510), İspanya teb’ası hâline
gelen İspanya Müslümanları’na yardım içindir. Ertesi yıl Kemal Reîs
(1511), Gelibolu açıklarında gemisi fırtınadan batarak boğulmuştur.
Osmanlılar’ın yetiştirdiği ilk büyük denizci ve Osmanlı deniz ekolünün
gerçek kurucusudur.
25 Şubat 1495’te Sultan Cem’in Napoli’de zehirlenerek 35 yaşında
ölmesi, ağabeyi II. Bâyezid’e geniş nefes aldırdıysa da, saltanatın ikinci
devresinde de babası ve öğlununkilere benzer büyük hareketlere giri-
şemedi. Bununla beraber İtalya’da nüfuzu büyüktü. 1498’de Balı Bey’in
2. Polonya seferi, bu devletle çıkan savaşı Türkiye lehine neticelendirdi.
Balı Bey (sonra Paşa), ikinci seferinde Varşova’ya girdi.
Venedik’le çıkan savaş, daha büyük çapta oldu. Padişah 4. ve 5. se-
fer–i hümâyûnlarını (1499, 1500), Venedik’in Güney Mora’daki üslerini

19
osmanlı tarihi

temizlemek gayesiyle yaptı. Bu arada Sapienza açık deniz muharebesin-


de Kemal ve Burak (Barak) Reisler, Türkler’in tarihteki ilk büyük deniz
muharebesini kazandılar (28 Temmuz 1499). Bu büyük deniz vuruşma-
sında 400 harb gemisi ve on binlerce denizci karşı karşıya geldi. Venedik
donanması, ağır hezîmete uğradı.
1502’de Venedik’le sulh yapıldı. Fakat aynı yıl, İran imparatorluğun-
da Akkoyunlu Türk hânedânı düştü ve yerine gene bir Türk hânedânın-
dan olan Şâh İsmail Safevî geçti. İran’dan başka Irak, Doğu Anadolu,
Güney Kafkasya gibi ülkelere de hâkim olan ve Türkiye’den sonra en
güçlü devlet bulunan Safevî imparatorluğu, Akkoyunlular ve Osman-
lılar gibi Sünnî değil, Şîî idi. Şâh İsmail, kan, ateş ve hileyle mezhebini
yaymaya çalışıyor ve Anadolu’yu tehdîd ediyordu. Anadolu’da yer yer
ayaklanmalar çıkardı. Bu durum, II. Bâyezid’in son yıllarını huzursuz
kıldı. Sonunda 8 oğlundan hayatta kalan 3’ünün küçüğü olan Yavuz Sul-
tan Selim nâmına tahttan ferâgat etti ve az sonra öldü.
Babası Fâtih’ten sonra Osmanoğulları’nın en bilginidir. Değerli
bestekârdı. Babası, dedeleri ve oğlu gibi büyük harb adamı değilse de,
orduya ve donanmaya çok dikkat etmiş, Türkiye’nin kudretini titizlikle
korumuş, yalnız son yıllarında Safevî baskısı altında bunalmıştır.

20
Türk Cihan İmparatorluğu’nun
gerçekleşmesi
(1512–1520)

Y avuz Sultan Selim, 42 yaşında tahta çıktı. Çok uzun müddet Trab-
zon sancak beyi olarak birçok seferde bulunup tecrübe kazanmıştı.
Türkiye’yi Safevî baskı, hattâ tehdidinden kurtarmak için ordu tarafın-
dan tahta çıkarılmış gibiydi. Bu misyonla —bir takım iç meseleleri hal-
lettikten sonra— derhal İran meselesini ele aldı.
23 Nisan 1514’te Üsküdar’dan hareket etti. 2 Temmuz’da Sivas’a geldi
ve ordusundan 40.000 kişiyi burada bıraktı, 100.000 kişi ile yoluna de-
vam etti. 23 Ağustos’ta Güney Âzerbaycan’da Çaldıran sahrâsında Şâh
İsmail’in 100.000 muhâribden müteşekkil ordusunu yok etti. Şâh, tesa-
düfen canını kurtardı. Yavuz, 16 Eylül’de, İran Safevî Türk imparatorlu-
ğunun taht şehrine (Tebriz’e) girdi. Bu suretle dünyanın ikinci devletini
bir müddet için olsun Türkiye’yi tehdîd edemez hâle getirdi.
Şâh İsmail, daha 10 yıl yaşadığı halde, Çaldıran’ın öcünü almaya asla
girişmedi. Gene bu zafer neticesinde Güneydoğu Anadolu ile Kuzey
Irak, İran’dan Türkiye’ye geçti. Bu suretle Osmanlılar, Anadolu’da Türk
birliğini gerçekleştirmiş oluyorlardı. İran’ın elinde Doğu Anadolu’da an-
cak küçük parçalar kalıyordu.
O zamana kadar Dulkadır Türkmen beyliği (Maraş), Osmanlı’ya
tâbî idi. Yavuz, beyliği doğrudan doğruya ilhak edip ortadan kaldırmak
isteyince, Yavuz’un annesi Ayşe Hâtûn’un babası, yani padişahın ana ta-
rafından dedesi olan Dulkadıroğlu Alâüddevle Bozkurt Bey direndi, 12
Haziran 1515 Turnadağı muharebesi ile bu direniş ortadan kaldırılıp
beylik Osmanlı topraklarına katıldı. Şiddetli Safevî savunması kırılarak
19 Eylül 1515’te de o zaman “Âmid” denilen Diyarbakır alındı.
Diyâr–ı Acem’den sonra sıra Diyâr–ı Arab’a gelmişti. Burası da bir
Türk (Türkleşmiş Çerkes) devletinin elindeydi. Mısır, Suriye ve çevre ül-
keleri ellerinde tutan Memlûkler, Türkiye ve İran Türk imparatorlukla-

21
osmanlı tarihi

rından sonra dünyanın en güçlü devleti idiler. İslâm Halîfesi de Memlûk


sultanlarının himayesinde Kahire’de yaşadığı, Kutsal Şehirler (Mekke,
Medîne, Kudüs) ellerinde olduğu için, Memlûk imparatorluğunun mâ-
nevî gücü de büyüktü.
Yavuz Sultan Selim Han, 5 Haziran 1516’da 2. ve sonuncu sefer–i
hümâyûnuna çıkmak üzere Topkapı Sarayı’ndan Üsküdar ordugâhında-
ki otağ–ı hümâyûnuna geçti. Çukurova’ya geldiği zaman, merkezi Ada-
na olan ve Memlûkler’e tâbî bulunan Ramazanoğulları Türkmen beyliği,
kendiliğinden Osmanlı Devletine katıldı.
Yavuz’u, Haleb yakınlarında Merc–i Dâbık’ta Memlûk Sultanı Kansu
bekliyordu. 24 Ağustos 1516’da, Çaldıran’dan günü gününe 2 yıl sonra
burada, gene çok büyük bir meydan muharebesi geçti. Memlûk ordusu
yok edildi, Sultan Kansu öldü ve Abbâsî Halîfesi esir düştü. Memlûkler,
Mısır’da iktidâra geldikleri ve Eyyûbîler’in yerini aldıkları 1250 tarihin-
den beri asla bu derecede büyük bir darbe yememişler ve sultanlarını
muharebe meydanında bırakmamışlardı.
Yavuz, Haleb’e girdi (28 Ağustos). Ertesi gün, Haleb Ulu Camii’nde
kendisini İslâm Halifesi ilân ettiren Cuma hutbesini okuttu. Bu suretle
Hazret–i Peygamber’in vefat ettiği 632’den beri Arablar’a ve 750 yılın-
dan beri de Abbâsî Hânedânı’na âit olan hilâfet (halîfelik, İslâm dininin
mânevî reisliği, Peygamber’in halefliği), Türkler’e ve Osmanoğulları’na
geçmiş oldu.
Suriye, Lübnan ve Filistin’i yıldırım harekâtıyle feth eden ve Kudüs’ü
de aldıktan sonra Şam’a gelen Yavuz, burada Mısır fethinin son hazırlık-
larını tamamladı. Türk öncü ordusu, Filistin’le Sînâ arasında Hân–Yû-
nus’ta bir Memlûk ordusunu dağıttıktan sonra (21 Aralık 1516), Yavuz
9–22 Ocak 1517’de, İlkçağ’dan beri hiçbir cihangîr’in cebren geçemediği
Sînâ Çölü’nü 13 günde geçti. Kahire yakınlarında 22 Ocakta Ridâniye
meydan muharebesinde Memlûk ordusunu dağıttı. 24 Ocakta Kahi-
re’ye girdi. 13 Nisanda son Memlûk Sultanı II. Tumanbey idam edildi.
19 Mayısta Donanma–yı Hümâyûn, İskenderiye’ye gelip demirledi. Ya-
vuz, donanmayı teftiş etmek için İskenderiye’ye gelip Kahire’ye döndü. 6
Temmuzda Hicaz, Türkiye’ye katıldı. Mekke ve Medîne, Türk toprakları
oldu. Emânât–ı Mukaddese, Mekke, Medîne ve Kahire’den İstanbul’a
gönderildi. 8 aya yakın Kahire’de kalan Yavuz, 10 Eylülde hareket etti ve
25 Temmuz 1518’de İstanbul’a döndü.
Yavuz’un bu Mısır sefer–i hümâyûnu, 2 yıl, 2 ay sürmek bakımın-
dan, Osmanlı tarihinin en uzun sefer–i hümâyûnudur. Dünyanın 3.
devleti olan Memlûk imparatorluğunun tamamının Türkiye’ye katıl-

22
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

masıyle neticelenmiş ve Yavuz’u, tarihin kaydettiği en büyük cihangir-


lerden biri yapmıştır. O tarihte Memlûk imparatorluğu topraklarında
19 milyon nüfus yaşadığı hesaplanmaktadır (aynı XVI. asır başlarında
İngiltere nüfusu 4,5, Fransa 12, İspanya 6 milyon idi).
8 yıl içinde baş döndürücü işler yapan Yavuz, 50 yaşında, Edirne ya-
kınlarında ordugâhında, otağ–ı hümâyûnda, yeni bir seferin hazırlıkları
içinde iken öldü (22 Eylül 1520). Osmanoğulları içinde dedesi Fâtih’ten
sonra en büyük kumandan, Fâtih ve oğlu Kanuni’den sonra en büyük
devlet ve siyaset adamıdır. Dedesi ve babasından sonra Osmanoğulla-
rı’nın en bilginidir. Osmanlı Cihan Devleti’nin temellerini Fâtih atmış,
Hind Okyanusu ile Moskova güneyi, Batı Akdeniz’le Kafkasya arasında
Yavuz gerçekleştirmiştir. 1512’de 2.373.000 km2 olarak teslim aldığı dev-
leti, 6.557.000 km2’ye çıkarmıştır (Avrupa’da 1.702.000, Asya 1.905.000,
Afrika 2.950.000 km2).
Yavuz devrinde Cezayir de İspanyol tasallutundan kurtularak Türki-
ye’ye bağlanmıştır. Bu, Barbaros Kardeşler’in, Oruç Reîs’le Hızır Reîs’in
(Barbaros Hayreddin Paşa) şahsî teşebbüsleriyle gerçekleşmiş, fakat Ya-
vuz tarafından Osmanlı Devletinin büyük imkânlarıyle desteklenmiş
bir teşebbüstür.
Oruç Reis’le kardeşleri, Yavuz’un ağabeyi Sultan Korkut’un adamları
oldukları için, Yavuz tahta çıkınca başlarına bir belâ gelmesin diye Tür-
kiye’yi bırakıp 1513 yazında Kuzey Afrika’ya ayak basmışlardır. Cezâyir
ve Tunus’ta bir takım üsler elde ettikten sonra, amirallerinden Kara-
manlı Pîrî Reîs’i (ki meşhur Kemal Reîs’in yeğeni ve büyük coğrafya ve
kartografya bilginidir), 1516 Mayısında İstanbul’da Yavuz’a göndermiş-
lerdir. Yavuz, bu teşebbüsü desteklemiş ve Cezâyir’i feth etmeleri için
Oruç Reis’le kardeşlerine her türlü yardımı yapmıştır. Barbaros Kardeş-
ler’in mücadele ettikleri, savaştıkları devlet İspanya olduğu için, mis-
yonları çok çetindi. Zira İspanya, bütün XVI. asır boyunca, Avrupa’nın
en güçlü, zengin ve büyük Hıristiyan devletidir ve bu yıllarda Almanya
imparatorluğu ile birleşecek, İspanya Kralı, aynı zamanda Almanya im-
paratoru, bütün Amerika sömürgelerinin sahibi olacaktır.
1517 başlarında Oruç Reis, Cezâyir şehrini feth ederek ciddî bir şekil-
de bir devlete sahip olmuş, bu yılın 1 Eylülünde de İspanya ile savaşa baş-
lamıştır. 1 Ekim 1518’de Fas sınırında Tlemsen kalesinde İspanyol ordusu
tarafından kuşatılıp şehîd edilmiş, fakat Kuzey Afrika’da Türk hâkimiyeti-
ni gerçekleştirmiştir. Yerine kardeşi Hızır Reis (Barbaros Hayreddin Paşa)
ve Osmanlı Devletinin Cezâyir beylerbeyisi (eyâlet valisi, umumî valisi)
olarak geçmiş, eserine devam etmiştir (15 Mayıs 1519).

23
Türk Cihan Devleti’nin Avrupa siyaseti
(1520–1566)

Y avuz’un yerine tek oğlu 25,5 yaşındaki Kanûnî Sultan Süleyman


geçti. Babasının İran ve Turan siyasetini durdurmak mecburiyetin-
de kaldı. Zira Avrupa’da Charles–Quint devi zuhûr etmişti. Avrupa’nın
büyük kısmını İspanya Kralı ve Almanya İmparatoru sıfatıyle ele geçir-
miş, diğer kısımlarını nüfûzu altına almıştı. Fransa’yı tehdîd ediyordu
ve Kuzey Afrika’da Barbaros Hayreddin Paşa ile savaşıyordu. Türkiye bu
devi alt edemediği ve mâkul sınırlara itemediği takdirde, Osmanlı Ci-
han Devleti’nin geleceğinin kararacağı âşikâr idi. Akrabalık yoluyle çok
geniş sınırlı Macaristan krallığını da nüfûzu altına alan Charles–Quint
devrini, Orta Avrupa ve Batı Akdeniz’de mutlaka ezmek îcâb ediyordu.
Sultan Süleyman, Orta Avrupa’nın kilidi sayılan, daha önce 3 ayrı padi-
şahın 3 defa kuşatıp alamadığı, Türkiye’nin kuzey sınırı üzerinde Maca-
ristan’ın en müstahkem kalesine, Belgrad’a yürüdü ve fethetti (1521, 1.
sefer–i hümâyûn).
Mevcudiyet gayeleri Müslüman ve Türklerle savaşmak olan ve Ro-
dos’ta üslenen Saint–Jean (Hazret–i Yahyâ) tarîkatı üzerine 2. sefer–i
hümâyûnunu açtı. Fâtih’in 3 defa kuşattırıp düşüremediği dünyanın en
müstahkem kalesini de feth etti (1522–1523).
Doğu Avrupa’da durum iyi idi. Kırım, Kazan ve Astırhan Türk han-
lıkları (krallıkları), Osmanlı’ya tâbî idi. 1524’te Sâhib Giray Han, Nijniy
Novgorod’u (bugünki Gorky) feth etti ve 3 yıl önce 1521’de Moskova
şehrini yıkan ağabeyi I. Mehmed Giray Han’ın yolunu takib etti. Rusya
(Moskova) büyük–prensliği, Kırım’a yıllık vergi veren bir tâbî devletti.
Mehmed Giray, 1522’de Astırhan’ı aldı ve 1524’te Kazan Hanı, İstanbul’a
gelerek, metbûu Kanûnî Sultan Süleyman tarafından kabûl edildi.
Sultan Süleymân’a göre Doğu Avrupa işleri, üçüncü derecede idi.
Almanya–İspanya’nın Macaristan’a el atmasından ve Tuna’nın doğu ke-

24
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

simine inmesinden endişe ediyordu. Fransa’yı savunmaya karar verdi.


Zira Fransa’ya baş eğdirdiği takdirde Charles–Quint, Orta Avrupa’da
Osmanlı ile hesaplaşacaktı. Fransa kralı I. François, Madrid’de Charles–
Quint’in esiri idi; annesi, “Cihan Padişahı” Kanûnî Sultan Süleymân’a
müracaat ederek oğlunu kurtarmasını istirhâm etti. Kanûnî’nin aradığı
fırsattı. Bu şımarık Charles–Quint’in kızkardeşi, Macaristan kraliçesi
idi. Macaristan kralı II. Layoş’un kızkardeşi de Charles–Quint’in kardeşi
Avusturya arşidukası Ferdinand ile evli idi.
Kanûnî, Orta Avrupa’ya, Macaristan’a yürüdü. Bu 3. sefer–i hümâyûn
(1526), Kanûnî’nin 13 seferinin en ünlüsüdür ve 2. Macaristan seferidir.
Mohaç’ta Macar ordusunu yakaladı ve kralları dahil olmak üzere 2 saat-
te imhâ etti (29 Ağustos 1526). Tarihin en kesin neticeli ve örnek mey-
dan muharebelerinden biridir. 11 Eylülde Türkler’in “Budin” dedikleri
Budapeşte’ye, Macar taht şehrine girdi. Macaristan krallığı tarihe karıştı.
Asıl Macaristan, Transilvanya (Türkçe: Erdel) ve bazı ülkeler, Türkiye’ye
bağlandı. Çekoslovakya ise Almanya’ya geçti.
Charles–Quint ve kardeşi Kral Ferdinand, Macaristan’ı almak için
pek çok teşebbüs yaptılar. Kanûnî, 1529’da Almanya (I. Viyana, Gazây–ı
Bec) seferine çıktı (4. sefer–i hümâyûn). 16 Ekime kadar 19 gün Viya-
na’yı, Almanya imparatorluğunun taht şehrini kuşattı, fakat düşüreme-
di. Bu sefer sırasında Osmanlı Türk tarihinin en büyük akın hareketi
yapıldı. Bütün Avusturya ve Güney Almanya, Türk akıncıları tarafından
çiğnendi. Charles–Quint, meydan muharebesi kabûl etmedi. 3 yıl sonra
padişah, 2. Almanya seferine çıktı (1532, 5. sefer–i hümâyûn). Avus-
turya’yı işgal etti ve Graz’ı aldı (11 Eylül). Almanya pes etti. İstanbul
Andlaşması (22 Haziran 1533) ile Türkiye’nin ve padişahın üstünlüğü-
nü resmen kabûl etti.
Kanûnî, 7. sefer–i hümâyûnunda (1537) Venedik’e teveccüh etti.
Korfu adasına çıktı ve İtalya’da Otranto’yu ikinci defa işgal ettirdi. Seferi
denizden Donanmay–ı Hümâyûn ile Barbaros Hayreddin Paşa destek-
ledi. 8. sefer–i hümâyûn (1538), âsî Boğdan (Moldavya) prensine karşı
açıldı. Venedik’le sulh yapıldı (20 Ekim 1540). Ve Kanûnî, Budin seferi-
ne çıktı (1541, 9. sefer–i hümâyûn). Alman ordusu bozuldu ve Macaris-
tan, “Budin Beylerbeyiliği” adıyle doğrudan doğruya ilhâk edildi. Kral
Ferdinand, son bir gayretle Budin’i almak istedi. Fakat 100.000 kişilik
ordusu Budin önlerinde mahvoldu (24 Kasım 1542).
Macaristan’da Almanlar’ın elinde bulunan en mühim kaleyi, Ester-
gon’u geri almak üzere Kanûnî, 10. sefer–i hümâyûnuna çıktı (1543).
Estergon’u (10 Ağustos) ve İstolni–Belgrad’ı (4 Eylül) feth etti. Almanya

25
osmanlı tarihi

baş eğdi. 8 Ekim 1547 sulhu ile Kral Ferdinand, protokolde vezîr–i âzam
(başbakan) ile eşit olduğunu, İstanbul’a yıllık vergi vermeyi ve daha bir
sürü ağır şartı kabûl etti. Charles–Quint devi yıkılmıştı. Bu iş yalnız
Orta Avrupa savaşları ile değil, Akdeniz savaşları ile de gerçekleştirile-
bildi ki, ileride göreceğiz. Charles–Quint, ümitsizlik içinde tahttan fera-
gat edip manastıra çekildi (16 Ocak 1556). Almanya İmparatorluğu ve
ona bağlı ülkeleri kardeşi İmparator Ferdinand’a, İspanya Krallığı ve ona
bağlı ülkelerle Amerika’yı oğlu II. Felipe’ye bıraktı. Almanya ile İspanya
tekrar ayrıldı. Dünya rahat nefes aldı. Kanûnî’nin şöhreti zirvesine çıktı.
Kanûnî, tahta çıktıktan az sonra zuhûr eden Protestan mezhebini,
Katolik mezhebine karşı savundu. Türk baskısı olmasaydı, Charles–Qu-
int’in Pratestan mezhebini ezeceği, belki söndüreceği, olayların incelen-
mesinden açıkça anlaşılır.
İspanya ile hiç bir zaman sulh yapılmadı ve savaş kesilmedi. Alman-
ya sulhu ise 1566’ya kadar devam etti. Bu tarihte Kanûnî Sultan Süley-
man, Almanya üzerine 13. ve sonuncu sefer–i hümâyûnunu açtı ki «Si-
getvar Seferi» diye ünlüdür. İhtiyar padişah, bu kalenin önünde, otağ–ı
hümâyûnunda, top ve tüfek sesleri arasında son nefesini verdi (7 Eylül
1566 cumartesi sabahtan önce saat 1.30).
“Türk Asrı” denen XVI. asrı, Sultan Süleyman, Türkler’in yalnız ka-
nun yaptığı için değil, kanunları tatbik ettiği için ancak “Kanûnî” unvâ-
nına lâyık gördükleri, fakat Avrupalılar’ın “Büyük” dedikleri hükümdar
sembolleştirir. 2.500 yıllık Türk tarihinin en muhteşem hükümdârı sa-
yılır ve devri, Türkler’in tarih boyunca eriştikleri en ihtişamlı ve bahti-
yar çağ olarak bilinir. Saltanatı 46 yıldır ve —Ertuğrul Gazi’nin beylik
müddeti sayılmazsa— Osmanoğulları içinde en uzunudur. Diplomasi
ve devlet idaresinde gösterdiği dehâ bakımından Fâtih’ten sonra ikinci,
asker olarak Fâtih ve Yavuz’dan sonra üçüncüdür. Bilgin, hukukçu ve
şâirdir.
6,5 milyon km2 olarak aldığı bir imparatorluğu 14.893.000 km2 ola-
rak bırakmıştır (1.998.000 km2 Avrupa, 4.169.000 Asya, 8.726.000 km2
Afrika).
Osmanlı Cihan Devleti, Kanuni’den sonra daha hayli genişlemiş,
fakat onun devrindeki ihtişamına erişememiştir. Eserini anlamak için,
Doğu ve deniz siyasetlerini de incelemek îcâb eder ki, bunları, aşağıdaki
bahislerde göreceğiz.

26
Doğu siyaseti
(1520–1624)

1514 darbesi, 1533’e kadar 19 yıl, dünyanın Türkiye’den sonra


gelen 2. devleti durumundaki İran Türk Safevî impara-
torluğunu hareketsiz kıldı. Ama stratejik çekişmeyi ortadan kaldırmak
mümkün değildi. Kanûnî devrinde, bütün Arap ülkelerini, Basra Körfezi
ve Hind Okyanusu’ndan Atlas Okyanusu’na kadar ele geçirmek siyaseti
güdüldü. Behemehâl Basra Körfezi’ne inmek, Kafkasya’ya tırmanmak
îcâb ediyordu. Kafkasya ve Basra Körfezi ise, İran Türk imparatorluğu-
nun elinde idi. Bu devirde İran olmasa, Türkler, Almanya’yı geçer ve
soluğu Ren kıyılarında alırlardı; bir kaç tarihçi bu noktaya ehemmiyetle
işaret etmişlerdir.
İran savaşları çok çetindi. Mesafe uzundu. İran ordusu tamamen
Türkmenler’den müteşekkil yiğit bir atlı ordu idi. Ancak Osmanlı akıncı
(komando), piyade, bilhassa topçu üstünlüğü Türkiye’yi galip kılıyor-
du. Bununla beraber İran, Çaldıran’ı asla unutmamıştı. Osmanlı’ya karşı
meydan muharebesi kabûl etmiyor, geniş sahaları boşaltıp Osmanlı or-
dusunun önünden çekiliyordu. Safevî stratejisi bu idi. Tebrîz, Osman-
lı sınırına çok yakın olduğu için, Şâh İsmail’in oğlu ve halefi devrinde
İran, taht şehrini daha içeriye, Kazvîn’e almıştı.
Kanûnî Sultan Süleyman Han, 11 Haziran 1534’te ordusu ile İstan-
bul’dan ayrıldı. Padişahın 3 İran (Doğu) seferinin ilki ve en meşhuru
olan bu 6. sefer–i hümâyûna “Irâkeyn=İki Irak seferi» denmektedir; zira
hem Arap Irâkı (Bağdad), hem Acem Irâkı (Hemedân) fethedilmiştir.
Daha önce Vezîr–i âzam Makbûl İbrahim Paşa, başka bir ordu ile İran
üzerine gitmişti, padişahı bekliyordu.
O zaman dünyanın en büyük şehirlerinden biri olan Tebrîz, Os-
manlılar’ca 2. defa işgal edildi (13 Temmuz 1534). Az sonra Kanûnî de
Tebriz’e geldi (28 Eylül). İran’ın —Türk ve Kürdler’le meskûn— Batı eyâ-

27
osmanlı tarihi

letleri işgal edildi. Fakat asıl gaye Bağdad’ı, Irâk–ı Arab’ı alıp Basra Kör-
fezi’ne inmekti, 28 Kasımda (1534) Bağdad fethedildi. 5 asır müddetle
Abbâsî halifeliğinin merkezi olmak bakımından, çok ünlü bir şehirdi.
Bu sırada Safevîler, Tebrîz’i geri aldılarsa da, Osmanlılar, 3. defa şehre
girdiler (30 Haziran 1535).
Bu sefer neticesinde Orta ve Güney Irak (Bağdad, Basra) Osmanlı
eyâletleri oldu ve netice bakımından Basra Körfezi’nin kıyıları boyunca
Arap aşîretleri de Osmanlı nüfûzu altına düştü. Batı İran eyâletleri, Sa-
fevîler’ce geri alındı.
1536–48 arasında 12 yıl, Osmanlı–Safevî münasebetleri, nisbî bir
durgunluk devresine girdi. Irak’ı kaybeden Safevîler, kendilerini topla-
maya çalışıyorlardı. Kanûnî, 1548–49’da 2. İran seferine çıktı (11. sefer–i
hümâyûn). Tebrîz, 4. defa işgal edildi (27 Temmuz 1548). Bu seferde
Van, kesin şekilde Safevîler’den alındı. Almanya sınırına ve Atlas Ok-
yanusu’na varmış bir Türkiye’nin ancak Van’ı alabilmesi, doğuda Safevî
Türk imparatorluğunun gücü hakkında bir fikir verir. 7 ay Haleb’de, 2,5
ay Diyarbakır’da kalan Kanûnî, Doğu işlerini iyice düzenledi.
5 yıl sonra, 3. ve sonuncu Doğu (İran) seferi için İstanbul’dan ayrıldı
(28 Ağustos 1553, 12. sefer–i hümâyûn). Buna “Nahçıvan seferi” den-
mektedir. 5 ay Haleb’de kaldı. Nahçıvan’dan döndükten sonra da 8 ay
Amasya’da geçirdi. İran ile kesin sulh yapmadan ordusunun başından
ayrılmak istemedi. Amasya’da ordunun başında geçirdiği 8 ay, dehşetli
bir diplomatik faaliyetle geçti. Hem Almanya, hem İran ile çetin sulh
müzakereleri oldu. Nihayet Safevî ve Osmanlı imparatorlukları arasın-
da ilk sulh anlaşması, Amasya Anlaşması imza edildi (29 Mayıs 1555).
Bu sulh, epey uzun sürdü: 5 Nisan 1578’e kadar 23 yıl. Bu tarihte İran’a
savaş açıldı.
1578’de başlayan, bütün Kafkasya’nın ve Batı İran’ın fethi ile netice-
lenen çetin savaşta Lala Mustafa Paşa, Özdemiroğlu Osman Paşa, Fer-
hâd Paşa gibi sadrâzamlar (başbakan), Serdâr–ı Ekrem (başkomutan)
sıfatıyle büyük başarılar elde ettiler. Bilhassa Özdemiroğlu Osman Paşa
çok parladı. Çıldır meydan muharebesinde (9 Ağustos 1578) Safevî or-
dusunu ezdikten sonra Tiflis (24 Ağustos 1578), Koyungeçidi meydan
muharebesini (9 Eylül 1578) kazandıktan sonra Şirvân (Kuzey Âzerbay-
can) feth edildi. Özdemiroğlu sonra Birinci Şamahı (11 Kasım 1578) ve
İkinci Şamahı (27 Kasım), Meş’aleler (11 Mayıs 1583) zaferiyle Safevî-
ler’i ezip fütûhat sahasını genişletti. Revân alındı (15 Ağustos 1583). Da-
ğıstan’ı feth eden ve uzun zaman burada üslenen Özdemiroğlu, Kırım’da
bir müddet kalarak, sadrâzam olmak üzere İstanbul’a geldi (28 Haziran

28
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

1584). Tebriz feth edildi (22 Eylül 1585). Ancak Özdemiroğlu’nun Teb-
riz yakınlarında ölmesi (29/30 Ekim 1585), İran’a karşı Osmanlı duru-
munu az çok sarstı. Bundan sonra İran cephesinde işleri Ferhâd Paşa
ele aldı.
Bu 12 yıllık yıpratıcı savaşa, 21 Mart 1590 İstanbul Anlaşması niha-
yet verdi. En büyük kısmı Özdemiroğlu Osman Paşa tarafından alınan
590.000 km2 büyüklüğünde ülkeler, Osmanlı Devletine geçti.
Ancak sulh, 13,5 yıl sürdü. Safevîler’in Tebrîz’e taarruzu ile yeni Tür-
kiye–İran savaşı başladı (26 Eylül 1603). Tebrîz, ardından Revân düştü;
Osmanlı ordusu Urmiye’de bozuldu (9 Eylül 1605). Bu savaş 9 yıl sürdü
ve yeni bir İstanbul Anlaşması ile sona erdi (20 Kasım 1612). Ancak
2,5 yıl sonra yeniden başladı (22 Mayıs 1615). Pül–i Şikeste’de Osmanlı
ordusu bozuldu (10 Eylül 1618). Erdebil Anlaşması (26 Eylül 1618), bu
defa 3 yıldan fazla süren Osmanlı–Safevî savaşına son verdi. Bu sulh da
5 yıl sürdü ve 1624 yılında Safevîler’in Bağdad’ı ele geçirmesiyle, eskile-
riyle mukayese edilemeyecek bir şiddette yeniden başladı ki, bunu, IV.
Murad bahsinde inceleyeceğiz.
Bu suretle Özdemiroğlu’nun büyük fütûhâtının mühim kısmı,
1603’te İran’ca geri alınmış oldu. Türkiye, İran’ı Kafkasya’dan atamadı.
Kafkasya, iki imparatorluk arasında paylaşıldı. Batı İran eyâletleri de
Osmanlılar’ca elde tutulamadı.

29
Türk Cihan Devleti’nin deniz siyaseti
(XVI. asır)

K anûnî Sultan Süleymân’ın, Cezâyir beylerbeyisi Barbaros Hayred-


din Paşa’yı İstanbul’a çağırması ile, Akdeniz politikasında yeni bir
safha başlar. 18 amirali ve kudretli donanması ile Cezâyir’den İstanbul’a
gelen (27 Aralık 1533) Barbaros, kapdân–ı deryâ (deniz kuvvetleri ko-
mutanı, bahriye nâzırı) tâyîn edildi (6 Nisan 1534).
Barbaros, Tunus’u feth etti (22 Ağustos 1534) ise de, İmparator–Kral
Charles–Quint bizzat gelerek Tunus’u Türkler’den aldı (21 Temmuz
1535). Ülkenin kuzey kesimi, İspanyol nüfûzunda Arablar’da, orta ve
güney kesimi ise Osmanlı’da kaldı. Ancak Barbaros ve amiralleri, İspan-
ya ve bu devlete âit Güney İtalya topraklarını devamlı şekilde vurma-
ya ara vermediler. Bu arada Barbaros’un Balear Adaları seferi (Ağus-
tos 1535), İtalya seferi (1537), büyük akisler yaptı. Venedik’ten Kiklad
Adaları’nı aldı. Akdeniz’de Türk gücünü kıramadığı, hiç olmazsa mâkul
çizgiye itemediği takdirde partiyi kaybedeceğini anlayan Charles–Qu-
int, o zamana kadar cihan tarihinde görülmemiş büyüklükte bir armada
hazırlayarak, Andrea Doria idâresinde Donanmay–ı Hümâyûn üzerine
gönderdi.
İki donanma, en azından Akdeniz hâkimiyetini kazanmak için, Pre-
veze açıklarında karşılaştı (28 Eylül 1538). Bu anda Türk Hind Okya-
nusu Donanması, Vezir (sonra sadrâzam) Süleyman Paşa’nın kuman-
dasında Hindistan’a Türk ordusu çıkarıyor, Kanûnî Sultan Süleymân ise
8. sefer–i hümâyûnunu tamamlamış olarak Kuzey–doğu Romanya’da
bulunuyordu. En az 120.000 insanın deniz üzerinde karşı karşıya gel-
diği bu çok büyük açık deniz vuruşmasında Barbaros, tamamen istisnâî
dehâda taktik manevralarla, birleşik Avrupa donanmasını perişan etti.
Charles–Quint, intikam almak üzere, Andrea Doria idâresindeki
armadası ile Cezâyir şehrine çıkarma yaptı. Barbaros–zâde Hasan Bey

30
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

(Paşa), İmparator–Kral’ın ordusunu mahvetti ve Andrea Doria’nın ar-


madası, Preveze’deki kadar ağır bir zâyiat verdi. Charles–Quint’in haya-
tı, en büyük fedakârlıklarla kurtarıldı (24 Ekim 1541).
Barbaros, 1543 yazında İmparator’un elindeki Nice kalesini fethet-
ti ve 1543–1544 kışını, Toulon’da geçirdi (Toulon şehrini Fransa Kralı,
geçici olarak Türkiye’ye bırakmıştı). Charles–Quint, Avrupa’da başlıca
rakibi Fransa’yı ezmekten ümidini kesti. Barbaros, şan ve şeref içinde
İstanbul’da öldü (4 Temmuz 1546). Fakat pek kabiliyetli öğrenciler ye-
tiştirmişti.
Barbaros’un oğlu Hasan Paşa ve evlâtlığı diğer Hasan Paşa ile ar-
kadaşı Sâlih Paşa, Cezâyir beylerbeyisi olarak, Kuzey Afrika’da mühim
faaliyetlerde bulundular. Bu amiraller, kendilerine bağlı çok kudretli
Cezâyir Beylerbeyiliği donanması ile, Batı Akdeniz’e hâkim oldular ve
çok defa Atlantik’e çıktılar. Bu arada Çanakkaleli Sâlih Paşa, Fas Arab
İmparatorluğunu geçici olarak Türkiye’ye bağladı (22 Eylül 1551–Hazi-
ran 1556). Böylece Osmanlı hâkimiyeti, Atlantik’e ulaştı ve Cebelitârık
Boğazı’nın güneyine yerleşti. İspanya’nın Kuzey Afrika’da bir iki üssü
kalmıştı. Bunları, çok büyük fedakârlıklarla elinde tutuyordu. Bu ara-
da Barbaros–zâde Hasan Paşa, Cezâyir’deki 2. beylerbeyiliği sırasında,
Mostaganem’de İspanyollar’ı çok ağır bir hezîmete uğrattı (5 Eylül 1558).
Barbaros’un en kabiliyetli ve dehâ sahibi talebesi Turgut Reis ise,
Güney ve Orta Tunus’u feth ettikten ve Andrea Doria’ya Cerbe’de kötü
bir oyun oynadıktan sonra, Malta’ya çıkartma yaptı (Temmuz 1551).
Sonra, Saint–Jean Şövalyeleri’nin elindeki Trablusgarb’ı fethetti (15
Ağustos 1551). Ponza’da da düşman donanmasını vurduktan sonra (5
Ağustos 1552), Korsika adasını baştan başa fethetti (17 Ağustos 1553).
Türk korsan (akıncı) filosu ile Turgut bu işleri yaparken, kapdân–ı
deryâ olan Piyâle Paşa da, Elba adasını fethetti (1554 yazı). İtalya’ya çıktı
(1555 yazı). Balear adalarını vurdu (1558 yazı) ve Batı Akdeniz’i alt üst
etti. Bu deniz baskısından kurtulmak isteyen İspanya, müttefikleri ile,
büyük bir donanma hazırlayıp —Tunus’un güneyindeki— Cerbe ada-
sına gönderdi. Piyâle Paşa, Donanmay–ı Hümâyûn ile düşman arma-
dasını burada karşıladı. Türkler’in Preveze’den sonra tarihleri boyunca
kazandıkları en büyük açık deniz muharebesi olan zaferi bu sularda elde
etti (14 Mayıs 1560). Düşman armadası ve bindirilmiş ordusu mahvol-
du, sulara gömüldü veya esir düştü. 1564 yazında Piyâle Paşa, Fas se-
ferine çıktı. Trablusgarb beylerbeyisi olan Turgut Paşa da, ileri yaşına
rağmen devamlı deniz seferleri yapıyordu.
1565 Malta seferi, çok büyük ölçüde bir savaş olmasına rağmen, kar-

31
osmanlı tarihi

tal yuvasına benzeyen ada alınamadı. Turgut Paşa, Malta kuşatmasında


şehîd oldu (17 Haziran).
Hind Okyanusu’ndaki Türk deniz politikasına da Kanûnî Sultan
Süleyman büyük ehemmiyet verdi. Hind Okyanusu’na bağlı Kızıldeniz,
Aden Körfezi, Ummân Denizi, Basra Körfezi ve açık okyanusta Türk
filoları, XVI. asrın başlarından itibaren görünmeye başladılar. Selmân
Reîs’in Ummân Denizi seferinden (1525) sonra yeğeni olan Mustafa
Bey, Hindistan’da Gücerât’a sefer yaptı (1530) ve bu Hindistan (Gücerât)
seferini çok büyük çapta Mısır beylerbeyisi Vezir Süleyman Paşa tek-
rarladı (1538 yazı). Aden’i fetheden (27 Temmuz) Süleyman Paşa, 27
Ağustosta Hindistan’a ordu çıkardı.
Diğer taraftan Özdemir Paşa (Osman Paşa’nın babası) da Sudan ve
Habeşistan’da büyük fütûhatta bulunarak Kızıldeniz’in batı sahillerini
elde etti ve bu deniz de kapalı Türk gölü hâline getirildi. Afla meydan
muharebesi (Ağustos 1542), Habeşistan’ı Türk hâkimiyetine soktu. Ab-
durrahman Bey, Aden açıklarında Portekiz donanmasını bozdu (Ekim
1544). Sonra Pîrî Reis, Hind sularına geldi (1552). Ummân’ı (Maskat)
fethetti. Murad Reîs’in Hind Kapdanlığı bunu tâkib etti (1552–1553).
Büyük bilgin Seydî Ali Reîs, Hürmüz (9 Ağustos 1554) ve Maskat (25
Ağustos) açık deniz muharebelerinde, Portekiz donanması ile çekişti
ve Hindistan’a gitti. Asrın sonlarında Ali Bey’in Doğu Afrika seferle-
ri (1584–1589), Türk hâkimiyetini Kenya, Tanganyika ve Mozambik’e
kadar götürerek Ekvator’un güneyine atlattı. Özdemir Paşa’nın Habeş
beylerbeyiliğinden (1555–1562) sonra oğlu Osman Paşa da Habeşistan
ve Yemen’de büyük fütûhat yaptı.
Kanûnî’nin oğlu ve halefi II. Selim zamanında (1566–1574) bu deniz
siyaseti devam etti. Kurdoğlu Hızır Hayreddin Reîs’in bir filo ile Sumat-
ra’ya yaptığı sefer (1568–1569), Osmanlılar’ın ilk ve son Endonezya–
Malezya saferleri değildir; fakat en meşhurlarıdır. Bu suretle Osmanlı
hâkimiyeti, Hind Okyanusu’ndan sonra Büyük Okyanus’a da erişmiştir.
Gene II. Selim zamanında—Kanûnî devrinden kalma projeler ola-
rak— Süveyş Kanalı’nı açmak, Akdeniz’le Kızıldeniz ve Hind denizle-
rini birleştirmek düşünüldü, fakat tatbika geçilmedi. Diğer proje ise,
kanal kazılma teşebbüsünde yarıda kaldı: Bu, Don–Volga kanalı idi ki
Karadeniz’le Hazar Denizi birleştirilecekti. Bu suretle İran engeli aşıla-
rak Türkistan’la ilgi kurulacaktı. Bu arada Astırhan seferi (1569) yapıldı,
fakat Volga deltası, elde tutulamadı.
Kıbrıs’ın fethi (1 Temmuz 1570–1 Ağustos 1571) de, daha çok bir
deniz harekâtı mahiyetindedir. Venedik’in elindeki ada, Piyâle Paşa’nın

32
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

kumandasındaki Donanmay–ı Hümâyûn tarafından abluka edildikten


sonra Lala Mustafa Paşa ordu çıkartıp adayı almıştır. Kıbrıs fethi, yeni
bir Haçlı armadanın teşekkülüne zemin hazırlamıştır. Bu armada, bazı
Türk devlet adamlarının gafleti yüzünden, İnebahtı’nda, Donanmay–ı
Hümâyûn’u bozmuştur (7 Ekim 1571). Ancak ertesi yaza Donanma
daha güçlü olarak inşa edilmek için imparatorluk, bütün imkânlarını
seferber etmiştir. Bu bozgun toprak kaybına sebeb olmamışsa da, Türk-
ler’in yenilmez oldukları hakkındaki inanışı yıkmıştır. Bu devrede Kap-
dân–ı Deryâ Kılıç Ali Paşa, Akdeniz’de Türk hâkimiyet ve üstünlüğünü
muhafaza etmiştir.
Kırım hanı Taht–Alan Devlet Giray Han’ın Moskova’yı fethi (24
Mayıs 1571), II. Selim devrinin diğer bir dikkate değer olayıdır. Tunus
şehrinin İspanyollar’dan alınması, bu padişahın saltanatını kapayan
sonuncu büyük başarıdır. Tunus seferinde (15 Mayıs–30 Kasım 1574),
Donanmay–ı Hümâyûn’a, Kılıç Ali Paşa kumanda etmiştir.
Denizaşırı politika, II. Selim’in oğlu ve halefi III. Murad devrinde
(1574–1595) de devam etmiştir. Fas İmparatorluğunun Türkiye’nin hi-
mayesine girmesi (9 Mart 1576), bu politikanın neticesidir. Kuzey–batı
Afrika’da büyük ülkeleri içine alan bu mühim Arab devletinin XVII.
asrın ortalarına kadar tamamen veya kısmen Osmanlı’ya tâbî olması,
Vâdi’s–Seyl zaferinin (4 Ağustos 1578) eseridir. Bu meydan muharebe-
sinde Ramazan Paşa, büyük Portekiz ordusunu —kralları ile beraber—
yok etmiş, Portekiz–İspanyol armadasını da büyük ölçüde hırpalamıştı.
Vâdi’s–Seyl, asrın büyük devletlerinden olan Portekiz’i yıkmış, Portekiz,
istiklâlini bile kaybetmiştir.
Türkiye, İspanyol emperyalizmine karşı İngiltere’yi de savunmuştur.
Fransa gibi İngiltere’nin de İspanya karşısında çökmemesi için büyük
çaba harcamıştır.
1575’ten 1592’ye kadar Polonya (Lehistan) krallığı ve Litvanya bü-
yük–dukalığı da Türkiye’ye tâbî olmuş, Polonya krallarını padişah tâyîn
etmiş, bu suretle Türk nüfûzu Baltık kıyılarına varmıştır.

33
Zirveden sonrası
(1566–1640)

1566 ’da Kanûnî Sultan Süleymân’ın bıraktığı Cihan Devleti,


bütün haşmet ve şevketine rağmen, kötülük filizlerinden
temizlenmiş değildi. Bu filizler çeyrek asır sonra yeşermeye başladı.
II. Selim devrinde devlet, geniş ölçüde diktatör vezir Sokollu Meh-
med Paşa’nın elinde kaldı. Vezirliği 14 yıldan fazla sürdü ve öldürül-
mesiyle sona erebildi (12 Ekim 1579). III. Murâd öldüğü zaman (15/16
Ocak 1595), Almanya ile büyük bir savaş başlamış ve imparatorluğun
zaafları ortaya çıkmıştı. III. Murâd’ın son günleri, Cihan Devleti’nin sı-
nırlarının âzamîye (maksimum) eriştiği devirdir. İmparatorluk, himaye
altındaki ülkelerle beraber, 20 milyon km2 ye erişmişti (Polonya–Litvan-
ya ile beraber Avrupa’da 2.848.940, Asya’da 4.815.832, Fas’la beraber Af-
rika’da 12.237.419, toplam 19.902.191 km2). Bu topraklardaki nüfus 100
milyondan az değildi. Dünya nüfusunun 540 milyon civarında olduğu
o yıllarda her 5,4 insandan birinin, padişahın teb’ası bulunduğu ortaya
çıkar.
Üstelik daha 4 Türk imparatorluğu bu yıllarda çok güçlü idiler: İran
Safevî Türk İmparatorluğu (taht şehri 1587’den sonra Isfahan, 1.621.000
km2, 15 milyon nüfus), Timuroğulları’nın Hindistan Türk İmparator-
luğu (taht şehri Agra, 3.674.000 km2, 120 milyon nüfus), Âdilşahlar’ın
Güney Hindistan Türk İmparatorluğu (taht şehri Bîcâpûr, 453.000 km2,
22 milyon nüfus), Türkistan (Doğu Türk) Hâkanlığı ve bu kesimdeki
diğer Türk devletleri (taht şehri Semerkand, 5.513.000 km2, 12 milyon
nüfus). Büyük devlet mahiyetinde olmayan başka Türk devletleri de
vardı: Güney Hindistan’da Kutb–Şâhlar (taht şehri Gülkende, 295.000
km2, 10 milyon nüfus), Sibir Hanlığı vs.
Bu kısa tablo, XVI. asrın son yıllarında, 540 milyon kadar tahmîn
edilen dünya nüfusunun 270 milyon kadarının Türk yönetiminde bu-

34
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

lunduğunu gösterir ki, bu da insanlığın tam yarısı demektir.


Diğer büyük devletlerin durumu şöyle idi: Çin İmparatorluğu (taht
şehri Pekin, 12.268.000 km2, 80 milyon nüfus), İspanya Krallığı (taht
şehri Madrid, 24.575.000 km2, 33 milyon nüfus), Almanya İmparator-
luğu (taht şehri Viyana, 659.000 km2, 17,5 milyon nüfus), Fransa Kral-
lığı (taht şehri Paris, 1.142.000 km2, 15 milyon nüfus), İngiltere Krallığı
(taht şehri Londra, 347.000 km2, 5,9 milyon nüfus), Venedik Cumhu-
riyeti (55.000 km2, 3,8 milyon nüfus), Rusya İmparatorluğu (taht şehri
Moskova, 5.000 000 km2, 7 milyon nüfus). Büyük devletlerden sayılma-
yan birkaç ehemmiyetli devlet: İsveç Krallığı (1.058.000 km2, 2,6 mil-
yon nüfus), Papalık (45.000 km2, 1,9 milyon nüfus), Habeşistan Krallığı
(1.000.000 km2, 3 milyon nüfus), Japonya İmparatorluğu (374.000 km2,
14 milyon nüfus), Güney Hindistan’da 2 Müslüman devlet (Nizâm–Şâh-
lar ve Berîd–Şâhlar) (200.000 km2, 7 milyon nüfus).
Dünya nüfusu kıt’alara göre şöyle idi: Asya 350 milyon (% 63,6),
Avrupa 122 milyon (% 22,4), Afrika 60 milyon (% 10,9), Kuzey Ameri-
ka 9,5 milyon (% 1,8), Güney Amerika 5 milyon (% 0,9), Okyanusya 2
milyon (% 0,4) (1600 yılı tahminleri).
Bu tablodan anlaşılan şudur: XVI. asır, hakkıyle Türk asrıdır ve as-
rın sonlarında Türk şevketi zirvesini bulmuştur. Yeni asırda, XVII. asrın
doğuşu ile zirve inilmeye başlanır. Avrupa, okyanuslara hâkim olmak
yoluyle, Asya’yı, Türk–İslâm âlemini çevirmeye başlayacaktır.
Osmanlı Cihan Devleti’nin zaafı, Almanya ile uzun ve çetin sürecek
bir savaş sırasında ortaya çıkar ve iç bünyedeki çöküntüler kendini belli
eder. Dîvân–ı Hümâyûn’un (Osmanlı İmparatorluk Hükûmeti) lüzum-
suz yere Almanya’ya harb ilân etmesinden (4 Temmuz 1593) sonra, Vi-
yana’nın yanıbaşındaki Yanıkkale’nin (Györ/Raab) fethi (27 Eylül 1594)
ve burasının yeni bir Beylerbeyilik (eyâlet) merkezi yapılmasıyle parlak
başarılar görülürse de harb, imparatorluğun daha çok iç bünyesindeki
zaaflar, eski büyük ve dehâ sahibi kumandanların neslinin hemen he-
men kesilmesi, orduda anarşi ve liyâkatsız kumandanlar gibi sebeplerle,
bir denge ve yıpranma savaşı hâline girer. III. Murâd’ın yerine geçen
oğlu III. Mehmed (1595–1603) zamanına savaş, bu şartlarla intikal eder.
Bu padişahın son yıllarında Anadolu’da Celâlî ihtilâllerinin başlayıp ya-
yılması devletin Rumeli ile beraber iki kanadından biri olan Anadolu’da
durumun karıştığı ve felâket tohumlarının yeşerdiğini gösterir.
Estergon’un Almanlar’ın eline düşmesi (2 Eylül 1595), Tuna üzerin-
de bir köprünün tedbirsizlik yüzünden akıncılar geçerken yıkılması ve
akıncı tümenlerinin Tuna’ya dökülüp boğulması (27 Ekim 1595) gibi

35
osmanlı tarihi

fâcialardan sonra işin serdâr–ı ekremler (başkumandanlar) vasıtasıy-


le yürütülemeyeceği anlaşılır. III. Mehmed, babası ve büyükbabasının
hiç sefere çıkmamasına rağmen, sefere çıkmaya karar verir. 1566’da
Kanûnî’nin Sigetvar sefer–i hümâyûnundan beri 30 yıldır ilk sefer–i
hümâyûndur. III. Mehmed, Eğri’yi alarak (12 Ekim 1596) Almanlar’ı
kuzey–doğu Macaristan’dan atar. Alman imparatorluk ordusu, Haçova
meydan muharebesinde (26 Ekim 1596) imhâ edilir ki, bazı tarihçilere
göre, Osmanlı Türkleri’nin kazandıkları cihan çapında ehemmiyet taşı-
yan son büyük meydan muharebesidir.
Aynı çapta bir meydan muharebesinden (Mohaç) sonra 70 yıl önce
Kanûnî, bir nefeste bütün Macaristan’ı feth etmişti. Osmanlı teşebbüs
gücü o kadar tavsamıştır ki, Haçova’da düşman ordusu imhâ edilmek-
le kalınır; Avusturya açık ve savunmasız kaldığı halde bu ülkeye gir-
mek bile düşünülmez. Nitekim Yanıkkale düşer (29 Mart 1598). Ancak
Vezîr–i âzam ve Serdâr–ı Ekrem Dâmâd İbrahim Paşa, Kanije’yi alarak
(22 Ekim 1600), güney–batı Macaristan’dan Almanlar’ı atar. Bu kaleyi
almak için gelen çok büyük bir Alman ordusunu, Tiryâki Hasan Paşa,
mûcizevî bir şekilde korkunç bir bozguna uğratır (18 Kasım 1601). İs-
tolni–Belgrad’ı da geri alan (6 Ağustos 1602) Türkler, Budin (Budapeşte)
açıklarında Alman ordusunu bozduktan sonra (18 Kasım 1602), Vezîr–i
âzam ve Serdâr–ı Ekrem Sokollu–zâde Lala Mehmed Paşa, parlak şekil-
de Estergon’u Almanlar’dan geri alır (3 Ekim 1605). Tiryâki Hasan Paşa
da —şimdi Çekoslovakya’da kalan— Uyvar kalesini teslim alır. Ancak
devlet, 13 yıl süren bu savaştan bıkmıştır. Bu başarılar gölgelenmeden
sulh görüşmelerine girmeyi kabûl eder.
Sitvatorok Sulhu imzalanır (11 Kasım 1606). Şu bakımdan mânâlı
bir anlaşmadır: Almanya İmparatorunun Türkiye’ye verdiği yıllık vergi
kesilir, bir. O zamana kadar Türkiye, Avrupa’da padişahtan başka im-
parator olmadığı iddiasındadır ve bu iddiasını Almanya İmparatoruna
da kabûl ettirmiştir; o tarihe kadar Türkler’de “kral” denen Almanya
hükümdârının “imparator” olduğunu kabûl eder, iki (bu zımnen, pa-
dişahın kendisini imparatorla aynı seviyede hükümdar kabûl ettiğini
gösterir). Türkiye’nin toprak kaybı yoktur ama, bir iki kale dışında ka-
zancı da yoktur, üç. Halbuki şimdiye kadar Dîvân–ı Hümâyûn, devlete
radikal kazanç sağlamayan hiçbir anlaşmayı kabûl etmemiştir. Demek
ki Türk Cihan Devleti hâlâ cihan devletidir, fakat büyüme gücünü, sıç-
rama enerjisini kaybetmiş, durgunluk devresine girmiştir.
Bu anlaşma, III. Mehmed’in oğlu ve halefi I. Ahmed devrinde
(1603–1617) imzalandı. Bu devirde Celâlî ihtilâlleri devam eder. Vezîr–i

36
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

âzam ve Serdâr–ı Ekrem Kuyucu Murad Paşa, 5 yıla yakın çalışarak,


ölümüne kadar (5 Ağustos 1611) bu ihtilâllerle uğraşır. Fakat anarşinin
kökü derinde ve sebepleri çeşitlidir. Şiddetle davranmasına rağmen an-
cak geçici başarılar kazanır. Zira isyân edenler düşmanlar değil, çevre-
lerine Anadolu Türkü toplayan eski beylerbeyiler, sancak beyleri, sipahi
subaylarıdır.
Akdeniz’de hâkimiyet değilse bile, üstünlük devam ettirilir. Kap-
dân–ı Deryâ Dâmâd Halil Paşa’nın Akdeniz seferi ve Malta’ya asker çı-
karması (13 Mayıs–28 Kasım 1614), çok başarılı olur.
I. Ahmed’in genç yaşında zamansız ölümü üzerine büyük oğlu Sul-
tan Osman, bu Saray entrikası ile bertaraf edilerek yerine Sultan Ah-
med’in kardeşi I. Mustafa (1617–1618) tahta çıkarıldı. Fakat deli oldu-
ğu anlaşıldığı için 3 ay sonra tahttan indirildi. II. Osman (1618–1622)
padişah oldu. Onun devrinde Polonya ile münasebetler bozuldu. Yaş
ve Turla meydan muharebelerinde (20 Eylül ve 7 Ekim 1620), Leh ordu-
ları bozuldu. II. Osman, bizzat sefer–i hümâyûna çıktı. Hotin önlerine
kadar geldi (3 Eylül 1621). Hotin Anlaşması (6 Ekim 1621), Polonya
krallığını yeniden Türkiye himayesine sokacak maddeler ihtivâ etmesi-
ne rağmen, Türk devletinin iç meseleleri yüzünden istifade edilemedi.
Ordunun, bilhassa Kapıkulu Ocakları’nın ve umumiyetle devlet düzeni-
nin bozulduğu kanaatinde olan II. Osman, o çağ toplumunun asla kaldı-
ramayacağı derecede radikal reformlara karar verdi. Dehâsına rağmen,
gençliği ve tecrübesizliği yüzünden, bunları tatbik edilemedi. Öldürül-
dü (20 Mayıs 1622 akşamı) ve bu yüzden imparatorluk karıştı. Kutsal
sayılan padişahın öldürülmesi, bir çeşit Kerbelâ Fâciası olarak Türk ta-
rihine geçti. Teessürü asırlarca devam etti. Sultan Osmân’ın intikamını
almak için ordunun bir kısmı ve çeşitli bölgelerde halk ayaklandı. Çok
kan döküldü. Neticede yalnız anarşi büyüdü, genişledi ve artık âdî âsâ-
yişsizlik hâlini aldı.
Tekrar I. Mustafa tahta geçirildi (1622–1623). Fakat tahttan indi-
rildi. II. Osmân’ın kardeşi ve velîahdi çocuk IV. Murâd padişah oldu
(1623–1640).
I. Mustafa’ya nasıl annesi niyâbet etmişse, çocuk IV. Murâd’a da
annesi Kösem Mâhpeyker Vâlide–Sultan, saltanat nâibesi oldu. Anarşi
ve yolsuzluklar arttıkça arttı. İhtilâller biribirini tâkib etti. Bu iklimde
yetişen IV. Murâd, 8 Haziran 1632’de sert bir darbe ile iktidârı şahsen
eline aldı. Zulme kaçtığı rahatça iddia edilebilecek, Osmanlı tarihinde
ne kendisinden önce, ne de kendisinden sonra asla görülmemiş bir sert-
likte devleti idare etti ve şahsından başka hiçbir otoriteye müsamaha

37
osmanlı tarihi

etmedi. Çok geniş ölçüde huzûru, âsâyişi sağladı, anarşiyi ezdi ise de,
sonraki olaylar, bu işin, padişahın şahsıyle kaim olduğunu gösterdi. Bu-
nunla beraber bazı tarihçiler IV. Murâd’ın devletin ömrünü yarım asır
uzattığını söylerler. Kanûnî ile II. Mahmud arasında gelen padişahların
en büyüğü, XVII. asır Türk tarihinin çok seçkin bir simasıdır. Dâhî ola-
rak doğmuş, hâdiselerle olgunlaşmış, fakat gene içinde yaşadığı ortam
ve gördükleri, kendisini zulme itmiştir. Büyük bestekârdı. Asker doğ-
muş, en büyük orduları sevk–u idare edebilecek kabiliyetlerle mücehhez
bir şahsiyetti. 27,5 yaşında ölümü, devleti çok sarstı.
IV. Murad devrinde İran savaşları hiçbir zaman görülmemiş ve gö-
rülmeyecek boyutlar kazandı. Savaş, Bağdad’ın, bir sürprizle Safevîler’in
eline düşmesiyle başladı (11/12 Ocak 1624 gecesi). Hâfız Ahmed Paşa,
Bağdad’ı geri alamayınca (1625–1626), Vezîr–i âzam olan Husrev Paşa,
İran’ı altüst etti; Hemedân’ı (9 Haziran 1630) ve Batı İran’da bir çok yer-
leri feth etti, fakat Bağdad’ı geri alamadı.
IV. Murad, “Revân Seferi” denen ilk sefer–i hümâyûnuna çıktı (28
Mart–27 Aralık 1635). Kuzeyde İran’ı ezdikten sonra çok büyük hazır-
lıklarla “Bağdad Seferi” denen 2. sefer–i hümâyûna girişti. 15 Kasımda
Bağdad’a geldi ve çok kanlı muharebelerden sonra şehri aldı (24 Aralık
1638). “Bağdad Fâtihi” unvânını hakk etti. Kasr–ı Şîrîn Anlaşması (17
Mayıs 1639), 15 yıldan fazla devam eden bu büyük, kanlı ve neticeleri
şüpheli savaşa son verdi. Bu anlaşma, bugünki Türkiye–İran ve Türki-
ye–Irak sınırlarını —Irâk’ı Osmanlı Devletinde bırakmak üzere— çizi-
yor ve Kafkasya’yı Osmanlı ve Safevî imparatorlukları arasında paylaş-
tırıyordu.

38
Anarşinin hortlaması ve Köprülüler
(1640–1683)

IV. Murâd’ın yerine kardeşi İbrahim Han (1640–1648) geçti.


Onun saltanat yıllarına “Samur Devri” denmektedir. Salta-
natının ilk yarısı, ağabeyinin devrinin devamı gibidir. İkinci yarısında
huzur bozulur ve anarşi hortlar.
Bu hükümdar zamanında büyük ve uzun bir Venedik savaşı baş-
lar. Donanmay–ı Hümâyûn, İstanbul’dan hareket eder (30 Nisan 1645).
Büyük bir Türk ordusunu Girit adasına çıkartmaya başlar (24 Haziran
sabahı). Hanya fethedilir (22 Ağustos). Resmo alınır (15 Kasım 1645)
ve Kandiye muhâsarası başlar (7 Temmuz 1647). İpsara’da Venedik do-
nanması ezilir (9 Mart 1648). Ancak Kandiye bir türlü düşürülemez.
Bütün Avrupa’dan çok büyük ölçüde yardım alan Venedik Cumhuriyeti,
Girit’te tutunmak için büyük azim gösterir ve Kandiye kalesini vermez.
İki tarafın akıl almaz kayıpları içinde savaş uzayıp gider. Venedik, Ege ve
Doğu Akdeniz’de son üssünü kaybetmemek için azimli gibidir.
Sultan İbrahim, bir ihtilâlle tahttan indirilip ağabeyi II. Osman gibi
katledilir. Yerine büyük oğlu IV. Mehmed’in (1648–1687) saltanatı baş-
lar. Ancak yeni padişah 6,5 yaşında olduğu için, iktidar çeşitli ellerde
dolaşır. Önce —Osmanlı tarihinin uğursuz simalarından olan— Kösem
Mâhpeyker Büyük–Vâlide Sultan saltanat nâibesi olur. IV. Murad’la İb-
rahim Han’ın annesi ve IV. Mehmed’in babaannesidir. Türk tarihinin en
meşhur kadınıdır. Fakat bu, iyi bir şöhret değildir. Zekâsı derecesinde
muhteristir. Onun 3 yıllık (1648–1651) saltanat nâibeliği devrine “Ağa-
lar Saltanatı” denir. Zira gerçek iktidar, “ağalar” denen yeniçeri general-
lerindedir. Kösem Sultan, iktidârı onlarla paylaşır. Korkunç ve pis bir
yolsuzluk, rüşvet, anarşi devridir. Kösem Sultan, öldürülür.
Yerine gelini, IV. Mehmed’in annesi Hadîce Tarhan Vâlide–Sultan,
saltanat nâibesi olur. O, kayınvâlidesi gibi nefsi için her şeyi yapabilen,

39
osmanlı tarihi

yalnız şahsını düşünen bir kadın değildir. Çok yüksek ahlâklı, akıllı,
devletin üzerine titreyen bir genç kadındır. Cihan Devleti’nin nâibesi
olduğu zaman ancak 24 yaşındadır. Devletin uçuruma gittiğini gören
devlet adamlarınca desteklenir. Kösem ortadan kalkar kalmaz, onunla
işbirliği yapıp devleti soyan 38 ağa (yeniçeri generali) idam edilir.
Tarhan Sultan, tam 5 yıl, çok akıllı denge hesaplarıyle devletin yük-
sek menfaatlerini savunur ve adam arar. 10 sadrâzam değiştirir. Hiç
birisi beklenen liyâkati gösteremez. Nihâyet, müşâvirlerinin tavsiyesiy-
le bir hayli korka korka, pek de ümitli olmayarak, ihtiyar ve şöhretsiz
bir vezîre, Köprülü Mehmed Paşa’ya mühr–i hümâyûnu verir (15 Eylül
1656). Köprülü’yü istediği salâhiyetlerle donatır ve nâibelikten şan ve
şeref içinde çekilir. 29 yaşındadır ve oğlu IV. Mehmed artık 15 yaşına
gelmiştir. Fakat II. Selim tipinde, devlet işlerine karışmak istemeyen bir
hükümdardır. Bütün salâhiyet Köprülü Mehmed Paşa’da toplanır. Böy-
lece 1683’e kadar 27 yıl sürecek Köprülüler Devri başlar ki, bazı tarih-
çilerce hattâ Kanûnî Devrî ile mukayese edilmeye lâyık görülen bir şan
ve şevket devridir.
İhtiyar Köprülü’nün üstâdı, IV. Murad’dır. O padişahı taklîd etmeye
çalışır. Ve zulmüyle beraber taklîd eder. Epey kan döker. Fakat anarşinin
kökünü kazır. Erdel’e (Transilvanya) giderek buradaki anarşiyi bertaraf
eder. Sonra Anadolu’da Celâlîler üzerine yürür. Kırım Hanı Mehmed
Giray, Pripet bataklıklarının doğusunda, Çernigov’un 150 km batısında
Konotop zaferini kazanır (12 Temmuz 1659). 120.000 Rus askeri mu-
harebe meydanında kalır ve 50.000’i Türkler’e esir düşer. Başkumandan
Prens Trubeçkoy ve bütün maiyeti, ölüler arasındadır. İç durum gibi dış
durum da iyidir. Fakat Venedik, Kandiye’yi savunmakta direnir.
Köprülü’nün 5 yıllık iktidârının son günlerinde, tarihin en büyük
İstanbul yangını olur (25 Temmuz 1660). Şehirde 8.000 ev, 300 saray ve
konak, 360 cami ve mescid, 100 ticaret hanı, 40 hamam ve daha pek çok
bina yanar. 4.000 kişi yanarak ölür veya yaralanır. Köprülü’nün yerine
27 yaşındaki oğlu Köprülü–zâde Fâzıl Ahmed Paşa, aynı geniş salâhi-
yetlerle sadrâzam olur (30 Ekim 1661).
56,5 yılık bir sulhtan sonra Almanya’ya harb ilân edilir (12 Nisan
1663). Uyvar feth edilir (24 Eylül). İkinci defa Alman seferine çıkan
Köprülü–zâde, Serinvar’da Almanlar’ı ezer (5 Haziran 1664), fakat
Sen–Gotar’da Almanlar’a yenişemez (1 Ağustos). Türkiye’ye çok büyük
avantajlar sağlayan Vaşvar Anlaşması (10 Ağustos 1664), Türk–Alman
harbine son verir. Köprülü–zâde, Girit işini bitirmeye karar vererek ada-
ya geçer. 3 yıl Girit’te kalır. Nihayet Kandiye feth edilir (27 Eylül 1669).

40
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

Venedik savaşı biter. Polonya ile savaş başlar. IV. Mehmed, 2 Polonya
sefer–i hümâyûnu yapar (1672–1673). İlkinde Kamaniçe feth edilir, Po-
lonya ve Galiçya alınarak sınırlar kuzeye doğru fevkalâde ileriye götürü-
lür. Bucaş Anlaşması (18 Ekim 1672) ile Polonya bu Türk fütûhâtını ka-
bûl eder. Fakat şartlarına riâyet etmediği için ertesi yıl sefer–i hümâyûn
tekrarlanır. Zorawno Anlaşması (27 Ekim 1676), 4,5 yıllık Türk–Leh
savaşına son verir ve Bucaş anlaşmasını te’yîd eder. Polonya, lüzumsuz
yere çok ağır şartlarla ezilmiş olur ve bu ülkede jeopolitik sebeplere
oturmayan geçici bir Türk düşmanlığı başlar.
Köprülü–zâde Fâzıl Ahmed Paşa, 41 yaşında ölür (2/3 Kasım 1676
gecesi). Hayatının büyük kısmı cephede geçtiği için, yerine uzun yıl-
lar kaymakamlık (sadrâzam vekilliği) yapan eniştesi ve akrânı (aynı
yaştadırlar) 3. Vezir Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, sadrâzam olur
(1676–1683). Köprülüzâde’nin 15,5 yıllık sadâreti hem Türkiye tarihini
en uzun süren iktidar devirlerindendir, hem de çeşitli bakımlardan en
bahtiyar yıllarındandır. Merzifonlu devrinde bu parlaklık zirvesini bu-
lur ve zirveden düşer.
İlk büyük Osmanlı–Rus savaşı 1677’de başlar. O zamana kadar Rus-
ya —120 yıldır büyük devletler arasında olmasına rağmen— Türkiye
için tamamen ikinci sınıf bir devlettir. Kırım Hânı’nın basit bir tâbii-
dir. IV. Mehmed, Rusya üzerine 2 sefer–i hümâyûn yapar (1678, 1680).
Edirne Anlaşması (11 Şubat 1681), bu savaşa son verir. Osmanlı Devleti
yeni avantajlar sağlar. Mesele, Osmanlı himayesinde bulunan Ukray-
na’ya Ruslar’ın müdahalesinden doğmuştur.
19 yıla yakın süren Almanya ile sulh, şimdi Çekoslovakya’da kalan
Osmanlı topraklarına Alman imparatorluğunun müdahalesi ile bozulur.
IV. Mehmed, Edirne’den Almanya sefer–i hümâyûnuna hareket eder (1
Nisan 1683), fakat Belgrad’da kalır. Orduy–ı Hümâyûn yoluna, Sadrâ-
zam ve Serdâr–ı Ekrem Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın kumandasın-
da devam eder. Mustafa Paşa, —Kanûnî’den 154 yıl sonra— Viyana’yı,
Almanya İmparatorluğunun başkentini kuşatmaya başlar (14 Temmuz
1683). Kendisinden çok emindir ve birkaç stratejik ve taktik hatâ yapar.
Bütün Avrupa ayaklanmış ve Almanya’nın yanında yer almıştır. Büyük
bir Haçlı ordusu Viyana’ya yaklaşırken, Sadrâzam’dan hakaret gördüğü
için ona diş bileyen Kırım Hanı Murad Giray Han, düşman ordusuna
yol verir ve tek kurşun atmaz. Viyana açıklarında Türkler’in “Alaman-
dağı” dedikleri Kahlenberg’de geçen büyük meydan muharebesinde (12
Eylül 1683), Türk sağ kanadına kumanda eden Vezir Dâmâd İbrahim
Paşa’nın —Merzifonlu’dan intikam almak için— ihâneti yüzünden bü-

41
osmanlı tarihi

yük bozgun olur. Akşam saat 7’de Viyana kurtulur ve bütün Avrupa ki-
liselerinde şükran çanları çalar.
Serdâr–ı Ekrem, Budin’e (Budapeşte) geldikten (22 Eylül) sonra,
Vezir Kara Mehmed Paşa, Müttefik Ordu’nun başkumandanı Polonya
kralı Sobiesky’yi Ciğerdelen meydan muharebesinde —bugünki Çekos-
lovakya topraklarında— bozar (7 Ekim). Fakat çok az kuvveti vardır.
İkinci Ciğerdelen muharebesini kaybeder (9 Ekim) ve Estergon düşer
(1 Kasım).
Düşmanlarının korkunç kîni ile Merzifonlu, idbar (düşkünlük)
günlerinde, şaşkına döndü. Bu propagandaya kanan IV. Mehmed, sad-
râzamı azletti (15 Aralık). Merzifonlu, Belgrad’da idam edildi (25 Ara-
lık 1683). Bu da felâket oldu. 1656’da Merzifonlu’nun kayınbabası ve
mânevî babası Köprülü Mehmed Paşa’nın iktidara gelmesinden önceki
devir başladı; bir türlü muktedir vezir bulunamadı; bir sürü liyâkatsiz
adam biribirini tâkib etti. Bu sırada Tarhan Vâlide–Sultan’ın ölmüş bu-
lunması, IV. Mehmed’i, dalkavuk olmayan, gerçekleri söyleyen, devlet
dostu, tarafsız bir müşâvirden mahrûm etmişti.
1683 sonbahârında Türkiye, iki buçuk asır sürecek bir çekilme, ge-
rileme ve çökme devresine girmişti. Viyana kuşatması vesilesiyle Avru-
pa’yı, bir defa daha karşısında birleşmiş buldu. Ancak bu kere, tarihinde
ilk defa olarak, birleşmiş bir Avrupa’yı yenemeyecek, yenilenecektir.
Buna rağmen daha 90 yıl kadar bir duraklama devri yaşayacak güçtedir.
İspanya’nın, Hıristiyan âleminin Osmanlı İmparatorluğu olan bu devle-
tin nasıl zirveden baş döndürücü bir şekilde yuvarlandığı hatırlanırsa,
Osmanlı Türk inhitâtının oldukça yavaş tecellî ortaya çıkar. Bu, şüphesiz
Türk Cihan imparatorluğunun temellerinin pek sağlam atılmış olma-
sındandır.
XVII. asır sonlarında henüz Batı medeniyetinin, zirvesini Türkler’in
teşkîl ettiği Doğu medeniyetine üstün olduğu iddia edilemez. Bu üs-
tünlük, bir asra yakın bir zaman geçmeden gerçekleşmeyecektir. Ancak
Batı, üstünlüğünün bütün sebeplerini hazırlamıştır; bütün imkânları ele
geçirmiştir veya geçirmek üzeredir. Başta okyanuslar üzerinde hâkimi-
yet kurması gelmek üzere, Doğu’nun henüz farkına varamadığı bir çok
değerlere sahib olmuştur. Doğu, pek azametli olan mirasını yemektedir.
Bu miras, az zamanda tükenecektir.

42
Felâket seneleri ve XVIII. asır
(1683–1768)

1683 –1699 büyük savaşına “Felâket Seneleri” denir. Bu yıllarda


Türkiye, tek başına, kudretli bir koalisyonla savaşmıştır.
Almanya imparatorluğu, Rusya İmparatorluğu, Polonya Krallığı ve Ve-
nedik Cumhuriyeti, bu koalisyonun büyük devletleridir; bunlara —Tür-
kiye’nin hemen daimî denecek şekilde harb hâlinde bulunduğu— İspan-
ya Krallığı ile bir sürü orta ve küçük boyda devlet eklenebilir.
En büyük cephe, Alman–Türk harbinin cereyân ettiği Macaristan
idi. 1684 kuşatmasını savuşturan Budin (15 Temmuz–3 Kasım), 18
Haziran 1686’da Müttefikler’ce yeniden kuşatıldı ve çok şiddetli bir sa-
vunmadan sonra 2 Eylülde düştü. Şehirdeki (Budapeşte) bütün Türkler
kılıçtan geçirildi; bir kısmı Tuna yoluyla kaçabildi. Budin’in 68. ve so-
nuncu beylerbeyisi Vezîr Abdurrahman Abdi Paşa, şehitler arasında idi.
Şehirdeki 81 cami ve bu adede uygun binlerce Türk bayındırlık eseri,
temellerine kadar tahrîb edildi.
161 yıl önce Kanûnî’nin Macaristan’ı kazandığı Mohaç sahrâsında
geçen meydan muharebesinde (12 Ağustos 1687), Türk ordusu bozuldu.
Macaristan’ın büyük kısmı Almanlar’ca işgal edildi. Diğer cephelerde de
durum iyi değildi. Venedikliler, Atina’yı (25 Eylül 1687) ve Mora’yı aldı-
lar. Yalnız Polonya ordusu, Kamaniçe’de bozuldu (3 Eylül 1687).
IV. Mehmed tahttan indirildi. 46 yaşında idi ve 39 yıldan fazla bir
zamandan beri tahtta bulunuyordu. Yerine sırasıyle kardeşleri III. Sü-
leyman (1687–1691) ve II. Ahmed (1691–1695) geçti.
Almanya cephesinde kötü haberler gelmekte ve İstanbul’u alt üst et-
mekte devam etti. Eğri (14 Aralık 1687), İstolni–Belgrad (6 Eylül 1688)
düştü. 1688’de bugünkü Macaristan’ın hemen hemen tamamı kaybedil-
miş bulunuyordu.
Bozgun devam etti. Belgrad (8 Eylül 1688), Banyaluka (4 Eylül),

43
osmanlı tarihi

Zvornik (4 Ekim) biribiri ardı sıra Almanlar’ın eline geçti. II. Süleyman,
sefer–i hümâyûna çıkmaya karar verdi. Edirne’den Sofya’ya geldi (6 Ha-
ziran–25 Haziran 1689). Fakat ileri gitmedi. Batucina ve Niş’te Türk
orduları, Almanlar’ca bozuldu (30 Ağustos ve 24 Eylül 1689). Çare ola-
rak, Köprülü–zâde Fâzıl Ahmed Paşa, sadârete getirildi (25 Ekim 1689).
Köprülü Mehmed Paşa’nın ortanca oğlu ve Köprülü–zâde Fâzıl Ahmed
Paşa’nın kardeşi idi. Sert tedbirler aldı. Edirne’den sefere çıktı (13 Tem-
muz 1690) ve Belgrad’ı geri aldı (8 Ekim). Bu sırada Almanlar, Erdel’i
de (Transilvanya) işgal ettiler (4 Aralık 1691). Köprülü–zâde, Almanlar
üzerine 2. seferine hareket etti (14 Haziran 1691). Fakat Salankamen’de
şehîd olması üzerine Orduy–ı Hümâyûn bozuldu (19 Ağustos).
Venedikliler, Girit’e asker çıkarmak istediler, fakat def edildiler (28
Ağustos 1692). Ama Sakız adasını işgal edebildiler (21 Eylül 1694). Bu
günlerde IV. Mehmed’in büyük oğlu II. Mustafa, amcasının ölümü üze-
rine tahta çıktı (6 Şubat 1695). Vezir Mezomorta Hüseyin Paşa —Türk-
ler’in yetiştirdikleri son dehâ sahibi amiral— Venedik donanmasını
Sakız Boğazı ve Koyun Adaları açık deniz muharebelerinde ard arda
iki defa ağır şekilde bozdu (9 ve 18 Şubat 1695) ve Sakız’ı geri aldı (22
Şubat). Yera’da Venedik donanmasını bir defa daha bozdu (19 Eylül).
II. Mustafa, ilk sefer–i hümâyûnuna çıktı. Transilvanya’da Lugoş
meydan muharebesinde Alman ordusunu yendi (22 Eylül 1695). Çar
Büyük Petro ise, Azak (Rostov yakınları) önünde bozuldu (13 Ekim
1695), fakat ikinci teşebbüsünde Azak’ı aldı (6 Ağustos 1696). II. Musta-
fa, Almanlar üzerine 2. sefer–i hümâyûna çıkıp Olaş’ta Alman ordusunu
bozdu (27 Ağustos 1696). Ertesi yıl 3. sefer–i hümâyûnu yaptı. Ancak
Senta’da (11 Eylül 1697) Tuna köprüsünün çökmesi üzerine iki yakada
kalan Türk ordusu bozuldu. Bu suretle Macaristan’ı geri almak için açı-
lan sonuncu sefer–i hümâyûn netice vermedi.
II. Mustafa, bir yıl içinde çok büyük hazırlıklar yapıp 1698’de 4. se-
fer–i hümâyûn ile Macaristan’ı almak istiyordu. Fakat herkes harbden
bıkmıştı. Dehşetli bir sulh isteği vardı. Padişah, boyun eğdi. Sulh isteyen
Türk devlet adamlarına Avrupa devletlerinin çok büyük rüşvet dağıttık-
ları sonradan ortaya çıktı.
Sulh müzâkereleri uzun sürdü, çetin geçti. Türk başmurahhası reî-
sülküttâb (dışişleri bakanı) Mehmed Râmî Efendi tarafından büyük
dirâyetle idare edildi. Bu suretle Karlofça Barışı imzalandı (26 Ocak
1699) ki, Osmanlı Devletinin toprak verdiği, ilk anlaşmadır. Bu suretle
16 yıl devam eden ve Osmanlı tarihinde “Felâket Seneleri” diye anılan
büyük savaş bitti.

44
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

Türk kaybı, çok mühimdi: Almanya’ya 249.000, Venedik’e 42.000,


Polonya’ya 45.000, Rusya’ya 20.000, toplam 356.000 km2 toprak veri-
liyordu ki, en mühimleri, Macaristan, Hırvatistan, Slovenya, Slovakya,
Transilvanya (Almanya’ya), Mora (Venedik’e), Podolya, Türk Galiçyası
(Venedik’e), Azak (Rostov) çevresi (Rusya’ya) idi.
II. Mustafa “Edirne Vak’ası” (22 Ağustos 1703) denen uğursuz bir
ihtilâlle tahttan indirildi ve birkaç ay sonra kederinden öldü. Yerine ana
baba bir kardeşi III. Ahmed (1703–1730) padişah oldu. 40 yıla yakın bir
zamandan beri padişahların daha çok Edirne’de oturmak âdetlerine de
son verildi. II. Mustafa, şehzâdeliğinde seferlerde bulunarak yetişmiş,
son harb adamı padişahtır ve ondan sonra padişahların bizzât orduya
kumanda etmeleri, sefer–i hümâyûna çıkmaları âdeti kalkmıştır.
XVIII. asrın eşiğinde Türkiye devleti, Viyana Bozgunu ile patlak ve-
ren büyük ve derin zaaflarını ortaya koymuş durumdadır. Eski gücün-
den çok şey kaybetmiştir. Ancak temelleri o derecede sağlam atılmıştır
ki, gerilemesi ve çökmesi için daha asırlar geçecektir. 2. Cihan Harbi’n-
den sonra İngiliz ve Fransız imparatorluklarının birkaç yıl içinde ve
Türkiye’nin karşılaştığı büyük dış baskı ve tecavüzler olmaksızın nasıl
yıkılıverdiği hatırlanırsa, Osmanlı Devletinin yaşama gücü anlaşılır. Os-
manlı gücünün, dünyanın geri kalan güçlerinin üzerinde veya onlara
eşit olduğu XVI. asır çok geridedir. Fakat hâlâ devlet, kendisinden sonra
gelen en kudretli iki devletin toplam gücü üzerindedir. Ancak Avrupa,
müsbet bilgi ve tenkıdî görüş, teşebbüslerindeki azim ve devamlılık, ça-
lışkanlık ve ileriyi görüş, hırs ve istekle, çoktan Doğu’yu ve Doğu’nun
en büyük ve ileri temsilcisi Türkiye’yi geçmişti veya geçmek üzereydi.
XVIII. asır içinde hemen bütün müesseseleriyle Avrupa’nın Türkler’e
üstünlüğü açığa çıkacaktır. Üstelik okyanusları ele geçirmesi, Batı’ya bü-
yük bir maddî güç ve zenginlik kazandıracak, sermaye birikmesi yoluyle
dünyanın en büyük kısmını ele geçirmeye hazırlanacaktır. XVIII. asrın
ortalarından itibaren Hindistan’daki pek kudretli Türk imparatorluğu,
birden çöküvermiştir. Ancak anavatan Anadolu ve Rûmeli’ne dayanan
Osmanlı Devletinde çöküntünün bu kadar ânî olmaması tabiidir.
1700’de dünya nüfusu 684 milyon kadardır: Asya’da 454,9 milyon
(% 67,0), Avrupa’da 134,4 milyon (% 19), Afrika’da 71,1 milyon (%
10,4), Kuzey Amerika’da 10,8 milyon (% 1,6), Güney Amerika’da 10,6
milyon (% 1,5), Okyanusya’da 3,1 milyon (% 0,5).
Büyük devletlerin yüzölçümü ve nüfusları —ehemmiyet sırasıyle—
şöyledir:
Türkiye İmparatorluğu (15.914.606 km2, 77.985.000 nüfus), Hindis-

45
osmanlı tarihi

tan Türk İmparatorluğu (Timuroğulları) (4.622.885 km2, 170.000.000


nüfus), İran Türk Safevî İmparatorluğu (1.956.791 km2, 18.000.000
nüfus), Çin İmparatorluğu (12.268.208 km2, 120.000.000 nüfus), Fran-
sa Krallığı (4.494.364 km2, 21.406.000 nüfus), Büyük Britanya Kral-
lığı (1.833.478 km2, 9.011.000 nüfus), (+ aynı kralın hüküm sürdüğü
Hollanda: 1.021.274 km2, 7.530.000 nüfus), Almanya İmparatorluğu
(803.821 km2, 22.479.000 nüfus), İspanya Krallığı (15.086.003 km2,
30.405.000 nüfus), İsveç Krallığı (1.278.023 km2, 4 500.000 nüfus), Ve-
nedik Cumhuriyeti (72.683 km2, 4.800.000 nüfus), Rusya İmparatorlu-
ğu (14.568.540 km2, 12.000.000 nüfus), Polonya Krallığı (760.407 km2,
12.000.000 nüfus), Fas İmparatorluğu (3.051.699 km2, 8.000.000 nüfus).
III. Ahmed devrinde dış siyasetin esası, Karlofça ile verilenlerin geri
alınmasıdır. Bu siyaset silâhla yürütülmüş, Rusya ve Venedik’e Karlof-
ça’da verilenler geri alınmış, Almanya’ya verilen topraklar ise büyük
gayretlere rağmen geri alınamamış, Polonya’ya verilenler ise alınmak
istenmemiştir; zira Bâb–ı Âlî’nin siyaseti artık Polonya’yı var gücüyle,
Almanya ve Rusya’ya karşı desteklemek ve bu iki devlet arasında ezilme-
mesini sağlayabilmektir. Prut Seferi (1711) ile Rusya’ya baş eğdirilmiştir.
Bu sefere kumanda eden Sadrâzam ve Serdâr–ı Ekrem Baltacı Mehmed
Paşa, bugün tamamen masal olduğu kesin şekilde anlaşılan ithamlarla
lekelenerek düşürülmüştür. Bu yıllarda İsveç kralı XII. Karl’ın yılarca
Türkiye’de kalması, Avrupa diplomasisinin en mühim davalarından biri
hâline gelmiştir.
Sonra Sadrâzam ve Serdâr–ı Ekrem Dâmâd İznikli Şehîd Silâhdâr
Ali Paşa, Mora’yı Venedik’ten geri almıştır (1715). Macaristan’ı Alman-
ya’dan geri almak üzere ertesi yıl çıktığı seferde ise, Petervaradin meydan
muharebesinde (5 Ağustos 1716) şehid düşmüş ve Orduy–ı Hümâyûn
bozulmuştur. Almanya ve Venedik ile savaş, Pasarofça Anlaşması (21
Temmuz 1718) ile sona ermiştir. Bu anlaşma ile Venedik Karlofça ile
aldıklarını (Mora vs.) geri veriyor ve bu suretle büyük devletler arasın-
dan çıkıyordu. Almanya’dan ise verilenlerin istirdâdı şöyle dursun, Ba-
nat (Tameşvar), Belgrad ve Semendire gibi mühim topraklar ve şehirler
bırakılıyordu. Bu anlaşma ile III. Ahmed saltanatının ilk devri kapanır.
III. Ahmed’in ikinci saltanat devrine “Lâle Devri” denir (1718–
1730). Sadrâzam Dâmâd Nevşehirli İbrahim Paşa’nın iktidar yıllarıdır.
İbrahim Paşa, belirli iç huzur sağlanılmadıkça ve Avrupa’nın teknik ba-
kımından bazı üstünlükleri alınmadıkça, fütûhat, hattâ istirdad (verile-
ni geri alma) siyasetinin mümkün olmadığı inancındaydı.
Lâle Devri, parlak bir devredir. Savaşlardan, ihtilâllerden bunalan

46
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

İstanbul’un ve onu taklîd eden Türk şehirlerinin, hayatın maddî zevkle-


rinden faydalanmak istemesidir. Türk san’atları ve kültürü için bir can-
lanıştır.
Sulh siyasetine rağmen İbrahim Paşa, 1722’den itibaren Doğu’da
fütûhâta başladı. İran’da Safevî hânedânının çökmesinden doğan büyük
buhran, bu fütûhâtı mümkün kılıyordu. Batı İran ve Kafkasya’nın İran’ın
elinde bulunan ülkeleri, bu arada Dağıstan, toplam olarak 290.000 km2
büyüklüğünde çok değerli topraklar, Türkiye’ye geçti. Yeniden Hazar’a
dayanan Osmanlı devleti, XVI. asır sonlarındaki doğu sınırını buldu.
Hemedân Anlaşması (4 Ekim 1727) ile İran, bu fütûhâtı tanıdı. Fakat bu
sırada ortaya çıkan, Türklük’ün son cihangîri Nâdir Han (sonra Şâh),
Tebrîz’i geri aldı. Bu ortamda, uzayan İbrahim Paşa iktidârını kıskanan-
lar, çok aşağılık bir ihtilâl çıkartarak, Paşa’yı idam ettirdiler. III. Ahmed,
tahttan indirildi (1 Ekim 1730).
Tahta, III. Ahmed’in yeğeni (II. Mustafa’nın oğlu) I. Mahmud
(1730–1754) geçti. “Patrona İhtilâli”ni çıkaranları az zamanda temiz-
ledikten sonra, daha mûtedil şekilde Lâle Devri’nin hemen bütün ge-
leneklerini devam ettirdi. Onun çeyrek asrı bulan saltanatı, Türkiye’nin
son şevket ve bahtiyarlık çağlarından biridir. Almanya ve Rusya impa-
ratorluklarına karşı Türkiye’nin tek başına yaptığı savaş (1736–1739),
Osmanlı Devletinin zaferiyle kapandı. Böylece Türkiye henüz, çok güçlü
iki imparatorluğu birden tek başına yenebileceğini açıkça ortaya koydu.
Belgrad Anlaşması (18 Eylül 1739), Pasarofça ile Almanya’ya verilmiş
toprakları —Tameşvar hâriç— Türkiye’ye iâde etti. 22 yıl sonra Belgrad,
Türkiye’ye dönmüş oldu. İran ile savaş, 1746’ya kadar sürdü. İran’dan
yapılan fütûhâtın terki ve Kasr–ı Şîrîn (1639) esaslarına dönülmesi ile
son buldu.
XVIII. asrın ortasında, 1750’de, dünya nüfusu 700,4 milyona eriş-
mişti: Asya 447,1 milyon (% 64), Avrupa 152,3 milyon (% 21,7), Afrika
75,1 milyon (% 10,7), Kuzey Amerika 11,7 (% 1,7), Güney Amerika 11,1
milyon (% 1,6), Okyanusya 3,1 milyon (% 0,3).
Büyük Devletler’in durumu —ehemmiyet sırasıyle— şöyledir: Tür-
kiye İmparatorluğu (15.538.000 km2, 76,2 milyon nüfus), Fransa Kral-
lığı (5.396.262 km2, 22,7 milyon), Büyük Britanya Krallığı (1.871.629
km2, 13 milyon), Çin İmparatorluğu (10.797.408 km2, 180 milyon), İran
Türk İmparatorluğu (1.752.791 km2, 16,5 milyon), Almanya İmparator-
luğu (834.009 km2, 26,3 milyon), Hindistan Türk İmparatorluğu (3.103
243 km2, 140 milyon), İspanya Krallığı (15.098.455 km2, 32,4 milyon),
Rusya İmparatorluğu (16.517.185 km2, 15 milyon), Afganistan İmpara-

47
osmanlı tarihi

torluğu (1.652.042 km2, 22 milyon), Polonya Krallığı (790.400 km2, 15,6


milyon), Prusya Krallığı (121.224 km2, 2,4 milyon).
I. Mahmud’un yerine kardeşi III. Osman (1754–1757), sonra amca
oğulları —III. Ahmed’in oğlu— III. Mustafa (1757–1774) ile kardeşi I.
Abdülhamîd (1774–1789) geçti.

48
Bozgun, Nizâm–ı Cedîd ve İrticâ
(1768–1826)

R usya ile 1768–1774 savaşı, Osmanlı devletinin hayatında bir dönüm


noktasıdır. Zira ilk defa olarak bir devlete yenilecektir. Birinci se-
beb, ordunun tamamen bozulması, Yeniçeri Ocaklarının kaldırım kaba-
dayıları hâline gelmeleri, bu disiplinsiz sürünün savaşta hiçbir işe yara-
mamasıdır. Mora’ya çıkan düşmanı bertaraf eden Türkler (1770 bahârı),
Kartal muharebesinde (1 Ağustos 1770) bozuldukları gibi, Çeşme’de
Türk Donanması da ağır zâyiâta uğradı (6/7 Temmuz 1770 gecesi). Rus-
lar, Kırım’ı işgal ettiler (13 Temmuz 1771). III. Mustafa kahr olarak öldü.
1770 yılı ortalarından itibaren artık Türkiye, dünyanın birinci devleti
değildi. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Türkiye’den güçlü oldukları or-
taya çıkmıştı. Kaynarca Anlaşması (21 Temmuz 1774) harbe son ver-
di. Kırım’a gûyâ istiklâl verildi. Bazı bağlarla Türkiye’ye bağlı olmakta
devam ediyor, gerçekte Rus nüfûzuna düşüyordu. Karadeniz artık Türk
gölü değil, Rusya ile ortaklaşa kullanılacak bir denizdi. Kırım dışında
Osmanlı devleti mühim bir toprak kaybına uğramıyordu. Fakat prestij
kaybı çok büyüktü.
İran’la 4 yıllık neticesiz bir savaş yapıldı (1775–1779). 9 Temmuz
1783’te Rusya’nın Kırım’ı ilhâk etmesi, çok büyük kriz ve Türkler’de
Ruslar’a karşı sönmez bir millî kin uyandırdı. Zira Kırım, 1.500 yıllık
Türk yurdu idi. Yüz binlerce Kırımlı Türk, Ruslar’ca kılıçtan geçirilmiş,
topraklarından sürülmüş, açlık ve sefaletle ölüme terk edilmiş, canlarını
kurtarabilenler Osmanlı topraklarına sığınmışlardı.
Türkiye’nin Polonya’nın ezilmemesi ve Doğu Avrupa’da dengenin
bozulmaması için göze aldığı 1768–1774 savaşının sonuncu Türk —
Rus çekişmesi olmayacağı âşikârdı. Yeni bir Rus savaşı başladı (13 Ağus-
tos 1787). Almanya (Avusturya), Rusya’nın yanında Türkiye’ye karşı bu
savaşa girince (9 Şubat 1788), denge, Osmanlılar aleyhine iyice bozul-

49
osmanlı tarihi

du. Fakat Sadrâzam Koca Yûsuf Paşa, Şebeş’te Alman ordusunu ezdi;
İmparator II. Joseph, zorlukla canını kurtardı. Türkler, derinlemesine
Alman topraklarını tahrîb ettiler (21 Eylül 1788). Almanlar’ı durduran
Türkler, Ruslar’a döndüler. Fakat Ruslar karşısında devamlı yenildiler.
Odesa yakınlarında Özü kalesi düştü (17 Aralık 1788); 80.000 kişilik
ordusuyle kaleye giren Prens Potemkin, 25.000 Türk asker, sivil, kadın
ve çocuğunu boğazladı. Bu tafsilâtı anlatan sadâret arîzasını okuyan I.
Abdülhamîd’e teessüründen elinde kâğıt olduğu halde inme indi ve bir-
kaç gün sonra öldü.
III. Mustafa’nın oğlu, I. Abdülhamîd’in yeğeni genç III. Selim (1789–
1807) tahta geçti. Ziştovi Sulhu (4 Ağustos 1791) ile Almanya, Yaş Sulhu
ile (9 Ocak 1792) Rusya savaşına son verildi. Bütün gayretlerine rağmen
bu iki düşman üzerinde başarı elde edemeyen, Fransız İhtilâli karga-
şalığı içinde fazla toprak da kaybetmeyen III. Selim, bu düzensiz ordu
ile hiçbir şey yapılamayacağını anlayarak savaştan çıkıyordu, Hotin’i
muhâfaza ediyor, Odesa ve çevresini Rusya’ya terk ediyordu. Bu andan
itibaren bütün gayesi, devlet müesseselerini, başta imparatorluğun te-
minatı olan ordu ve donanma bulunmak üzere yeniden düzenleme nok-
tasında topladı. III. Selim’in bu reformlarının topuna birden “Nizâm–ı
Cedîd=Yeni Düzen” denmektedir. 24 Şubat 1793’te resmen başlamıştır.
1807’ye kadar 14 yıl devam eder.
General Bonaparte, Mısır’ı işgal eder. Beklemediği bu darbe ile
sarsılan Bâb–ı Âlî, 1798’den 1802’ye kadar Fransa ile savaşır. Sonunda
Fransızlar, Mısır eyâletini boşaltırlar. Fakat Arabistan’da isyanlar vardır.
Anadolu ve Rûmeli’nde derebeyleri türemiştir. Bâb–ı Âlî’nin, hattâ pa-
dişahın, eyâletler üzerindeki otoritesi büyük darbeler yer. 1806’da Sırp
İhtilâli patlar. 22 Aralık 1806’da Rusya ile yeniden savaş başlar. Bu or-
tamda gene çok aşağılık bir ihtilâl kendini gösterir. Kabakçı İhtilâli (25
Mayıs 1807) ile III. Selim tahtından indirilir. Nizâm–ı Cedîd ordusunu,
kardeş kanı dökülmesin diye Kapıkulu Ocaklarına karşı kullanmaktan
kaçınan reformcu büyük hükümdârın eseri mahv olur. Nizâm–ı Ce-
dîd ortadan kaldırılır. III. Selim’in amca oğlu (I. Abdülhamîd’in büyük
oğlu) IV. Mustafa, tahta çıkarılır.
Fransa’nın, Napoléon’un Avrupa’ya hattâ dünyaya hükmetmek iste-
diği yıllardır. XIX. asrın eşiğinde, 1800’de dünya nüfusu 839,2 milyon
kadardır: Asya 541,5 milyon (% 65), Avrupa 189 milyon (% 22,2), Afri-
ka 76,9 milyon (% 9), Kuzey Amerika 16 milyon (% 2), Güney Amerika
13 milyon (% 1,5), Okyanusya 3 milyon (% 0,3). Büyük Devletler’in —
ehemmiyet sırasıyle— yüzölçümleri ve nüfusları şöyledir: Fransa Cum-

50
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

huriyeti (3.318 849 km2, 31,1 milyon), İngiltere Krallığı (13.242 866
km2, 78,6 milyon), Rusya İmparatorluğu (17.850.091 km2, 22 milyon),
Türkiye İmparatorluğu (12.187.705 km2, 63,7 milyon), Çin İmparator-
luğu (11.765.119 km2, 280 milyon), Almanya İmparatorluğu (980.236
km2, 41,5 milyon), İspanya Krallığı (14.887.048 km2, 32,2 milyon),
Prusya Krallığı (280.000 km2, 9,5 milyon), İran Türk İmparatorluğu
(1.735.654 km2, 12,5 milyon).
Nizâm–ı Cedîd tarafdarları kendilerine vezirlerden Alemdar Musta-
fa Paşa’yı lider seçerek, irticaa son vermek isterler. Alemdar, ordusu ile
İstanbul’a gelir. IV. Mustafa, III. Selim’i şehîd ettirir (28 Temmuz 1808).
Fakat tahttan indirilir ve kardeşi II. Mahmud (1808–1839) padişah olur.
Nizâm–ı Cedîd, “Segbân–ı Cedîd” adı altında ihyâ edilir. Mürtecîler
temizlenir. III. Selim’in şehîd edilmesi vak’asıyle en uzaktan ilgili olanlar
dâhil (bin kişiye yakın) tamamen idam edilir. 23 yaşındaki II. Mahmud,
çocuğu olmıyan III. Selim tarafından oğul gibi en büyük ihtimam ve
sevgiyle büyütülmüştür; “amca” dediği (gerçekte çok yaş farkları olmak-
la beraber amca oğlu) III. Selim’in bütün fikirlerinin vârisidir. Fakat ye-
niçeriler fevkalâde azmışlardır ve genç padişah nüfuzsuzdur. Sadrâzam
Alemdar Mustafa Paşa da hatalar yapar, sevgi kazanamaz; padişah bile
kendisine soğuk davranır. Yeniçeriler ayaklanır, Alemdâr’ı şehîd ederler
(15 Kasım 1808). Sonra II. Mahmud’u öldürmek için Saray’a taarruz
ederler. Donanma da bu iç savaşa katılır. İstanbul, tarihinde asla gör-
mediği ve bir daha görmeyeceği bir iç muharebeye şâhid olur. Padişah,
çok iyi yetiştirilmiş segbân–ı cedîd birlikleri ile, kapıkulu Ocaklarına
karşı savaşmaktadır. Padişaha sâdık donanma, Marmara’dan Süleymâ-
niye’yi top ateşine tutar (Süleymâniye’de yeniçeri ağasının makam sarayı
vardır); Süleymâniye perişan olur. Mimar Sinan’ın büyük eseri mûcize
kabîlinden isabet almaz. Büyük kan dökülür. İki taraf, padişah ve kapı-
kulları, yenişemez. II. Mahmud, reformlardan ve modern ordu kurmak-
tan vazgeçtiğini ilân eder; yeniçeriler de ona bîat ederler. İrticâ, kesin
zafer kazanmış olur. Türkiye, en değerli 18 yılını kayb eder. Bu müddet
içinde II. Mahmud, kıl kadar ince bir denge üzerinde hükümdarlık eder.
Yeniçeri ocağına bıkıp usanmadan safha safha adamlarını yerleştirir. Bir
taraftan da çok büyük dış gailelerle uğraşır.
1809–1812 Rus savaşı, Bükreş Anlaşması (28 Mayıs 1812) ile son
bulur. Türkiye, Besarabya’yı kaybeder (70.000 km2). Belgrad ve çevre-
sinden müteşekkil küçük bir Sırbistan prensliğine, muhtâriyet (otono-
mi) verilir. Tepedenli Ali Paşa’nın âsî ilân edildiği bu günlerde, Yunan
ihtilâli başlar (12 Şubat 1821).

51
osmanlı tarihi

Romanya’da ihtilâl çıkartan Yunanlılar derhal ezilir. Fakat Mora,


bazı Ege adaları ve Attika’da ihtilâl genişler ve bütün Avrupa’dan yar-
dım görür. Rusya’nın Türkiye ve İran’ı yutmak için her şeyi yaptığı bu
devirde, bu iki Türk imparatorluğu, tarihlerinde sonuncu olmak üzere,
son savaşlarını yaparlar (1821–1823). 1825–1826’da Yunan ihtilâli sön-
dürülür. Ancak büyük Avrupa devletleri bu defa resmen Yunan işine
müdâhale edecekler ve ihtilâl ateşini yeniden canlandıracaklardır.
Bu ortam içinde II. Mahmud, durumu iyice olgunlaştırdıktan
sonra, yeniçeri ve diğer kapıkulu Ocaklarını ilga ederek modern (bu-
günkü) Türk ordusunu kurduğunu ilân eder. Bu inkılâp, bir iç savaşla
mümkün olur. “Vak’a–i Hayriyye” (15 Haziran 1826) denilen bu olayla
II. Mahmud, kurduğu modern birliklerle, ulemâ ve halkın desteğiyle,
yeniçerileri ortadan kaldırır. Bu suretle II. Mahmud’un ikinci saltanat
devresi başlar ki, bu devrede, üzerinde yeniçerilerin baskısı kalkan ve
Büyük Devletler’in Türkiye’yi yemeye kararlı olduklarını gören padişah,
çok radikal davranır. Bütün salâhiyetlerini kullanarak harekete geçer.
Türkiye’de modern devir, Vak’a–i Hayriyye ile başlar. Tanzimat, hattâ
cumhuriyet, Vak’a–i Hayriyye’nin neticeleri şeklinde mütalâa edilebilir.
Türkiye’de Batı medeniyeti, bu tarihle başlar. Doğu medeniyetinde en
üstün seviyeye çıkan Türkler, Batı medeniyetinde neler yapabilecekleri-
ni, Vak’a–i Hayriyye’den bu yana bir buçuk asırdan beri tecrübe etmek-
tedirler. Ancak devir devir, teknik medeniyetle millî kültür karıştırıldığı
için, Türk toplumu büyük tehlikelerle karşı karşıya gelir ve büyük zarar-
lara uğrar.

52
Yenileşme ve Tanzimat
(1826 – 1871)

T ürkiye’nin yenileşme tarihini Tanzimat (1839) ile başlatmak tama-


men yanlıştır. Bu tarihi 13 yıl öncesine, Vak’a–i Hayriyye’ye (1826)
almak çok daha doğrudur. Zira radikal inkılâpları II. Mahmud, 1826–
1839 arasında yapmıştır. Tanzimat, bu inkılâpların neticesidir ve esasen
II. Mahmud tarafından düşünülmüş, onun ölümü üzerine, onun adamı
olan Reşid Paşa tarafından tatbik mevkıine konulmuştur. Bütün mües-
seselerde asırlardan beri süregelen düzenin değiştirildiği bu 1826–1839
devresinde II. Mahmud, aynı zamanda çok büyük dış zorluklar indeydi.
Hattâ Türkler, bütün tarihleri boyunca mâruz kaldıkları en kritik birkaç
devreden birinde idiler.
Yunan ihtilâlini yeniden başlatmak için İngiliz, Fransız, Rus mütte-
fik donanmaları, Türk donanmasını, Navarin limanında basıp yakarlar
(20 Ekim 1827). Rusya, resmen harb ilân eder ve Prut’u aşarak Türk top-
raklarına girer (8 Mayıs 1828). II. Mahmud’un donanması yakılmıştır.
Kapıkulu Ocaklarını ilga ettiği için ordusu da yoktur. Avrupa usûlünde
yeni ordusunu yetiştirmek için bir kış Râmi kışlasında taş odada yatıp
kalkar; basit bir albay gibi çamurlar içinde yeni birliklerin yetişmesine
nezâret eder ve talimlere çıkar. Bir buçuk yıldan az süren Rusya harbine
Edirne Anlaşması (15 Eylül 1829) son verir. Türkiye’nin dostu yoktur.
İngiltere ve Fransa’ca da tazyik edilmektedir. Meselâ Fransa, Yunan âsî-
lerini desteklemek üzere Mora’ya bir kolordu gönderir. Edirne anlaşma-
sının şartları ağır olur ve Türk İmparatorluğu ağır kayıplara uğrar: Kaf-
kasya’da Kuban ırmağından Batum’a kadar olan bütün Doğu Karadeniz
kıyı şeridi (Batum hâriç), Rusya’ya bırakılır. Bu suretle Rusya, Karade-
niz’in kuzey kıyılarından sonra doğu kıyılarını da elde etmiş olur. Tür-
kiye ancak güney ve batı kıyılarını elde tutabilir. Bâb–ı Âlî, Gürcistan’ın
Rusya’ya âit bulunduğunu kabûl ederek bu ülke üzerindeki hakların-

53
osmanlı tarihi

dan vaz geçer. Eflâk (Güney Romanya), Boğdan (Moldavya), Sırbistan


prensliklerinin iç muhtâriyetleri yeni imtiyazlarla genişletilir ve âdetâ
Rusya’nın kefilliğine verilir. Türkiye, çok büyük bir savaş tazminatı öder
(11.500.000 altın). Bunun karşılığında Ruslar, ordusuz ve donanmasız
Türkiye’den ilk defa işgal ettikleri Romanya, Bulgaristan, Edirne, Kars,
Erzurum gibi yerleri boşaltıp iâde ederler. Bu ağır tazminatla Türkiye
sarsılır. Bu suretle Çar, çok mutaassıp bir Türk düşmanı olan I. Niko-
lay, şahsiyetini çok kıskandığı Sultan Mahmud’u, birçok reform proje-
sini maddî şekilde gerçekleştirebilmek imkânlarından mahrûm eder.
Bir Yunanistan kurulması da bu anlaşma ile temin edilir ve 24 Nisan
1830’da II. Mahmud, bütün varlığiyle karşı koyduğu Yunan istiklâlini
tanımak zorunda kalır. Kurulan Yunanistan, Balkanlar’ın ilk müstakil
devletidir. Bugünkü Yunanistan’ın üçte biri kadar büyüklükte (49.424
km2), 1.000.000 nüfuslu fakir bir krallık olarak ortaya çıkar. Kendisini
yaratan Rusya, İngiltere ve Fransa’ya sığınıp onları kışkırtarak büyümek
idealini, kurulduğu andan beri yürütmeye başlar. Önce Mora ve Kiklad
adalarından müteşekkil ve Sırbistan gibi Türkiye’ye tâbî bir Yunanistan
yapmak isteyen Büyük Devletler, sonradan Bâb–ı Âlî’yi Attika yarıma-
dası ile Ağrıboz adasını da bu devlete vermeye ve yeni devletin tama-
men müstakil olmasına zorlarlar.
Sultan Mahmud, çok merkeziyetçi bir idare kurar. Eyâletlerde, san-
caklarda, şurada burada, nüfuz kazanmış âile ve şahısların, feodallerin,
amansız düşmanıdır. Haklarında merhametsiz davranır. Zira onlar,
uzunca bir müddetten beri devleti sömürmekte ve merkezi dinleme-
mektedirler. Modern ordusunu ve donanmasını kurar. Harbiye ve Tıbbi-
ye başta olmak üzere, Fransızca tedrisat yapan ve Batı medeniyetine ilk
defa içinden bakabilen ilk modern büyük okullar kurar. Büyük bayın-
dırlık işlerine girişir. Saray ve hükûmet teşkilâtını temelinden değiştirir;
bütün gelenekleri yıkarak Avrupa tarzında teşkilâtlandırır. Bunları, çok
büyük muhâlefetler içinde gerçekleştirir. Halk kendisine “gâvur padi-
şah” der.
Fransa, Türkiye’nin güçsüzlüğüne hesaplayarak Cezâyir şehrini (5
Temmuz 1830) işgal eder ve birkaç yıl içinde Osmanlılar’ı bütün Cezâ-
yir’den kovar. Son yıllarında II. Mahmud, yeni bir talihsizlikle, Mısır
valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın isyânı ile karşılaşır. Bu, Osmanlı
imparatorluğunun, bütün tarihi boyunca, gördüğü en büyük isyandır.
İsyan, 1831–1833 arasında geçer. Bir denge devresi geçirir ve 1839’da
ikinci safhası başlar. Mısır valisinin tamamen Türkler’den müteşekkil
ordusu, Kütahya’ya kadar ilerler (2 Şubat 1833). Osmanlı birlikleri bo-

54
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

zulur. Nihayet Nizip’te Osmanlı ordusu, 2 saat içinde bozulur (24 Ha-
ziran 1839). Bu büyük felâket, ölüm döşeğinde yatan ve 7 gün sonra
ölecek olan büyük hükümdardan saklanır.
Kanûnî’den (1566) sonra gelen padişahların en büyüğü olan II.
Mahmud, modern Türkiye’nin kurucusudur. 31 yıl saltanat sürmüş, 54
yaşında, daha çok Rus belâsının verdiği sıkıntı ile kahr olarak ölmüştür.
Kendisinden sonra gelen bütün Osmanoğulları, II. Mahmud’dan yürü-
müşlerdir.
Tanzimat’ın eşiğinde, 1839’de Türkiye, tarihinin en kritik anların-
dan birini yaşıyordu. Vak’a–i Hayriyye ile Tanzîmât–ı Hayriyye arasında
geçen 13 yıl (1826–1839), Türkiye İmparatorluğunun bünyesini büyük
ölçüde değiştirmişti. Fâtih devri müesseseleri ile II. Mahmud’un devr
aldığı müesseseler arasında, şekil bakımından büyük fark yoktu. Yalnız
vaktiyle devrinin en yüksek ve iyi müesseseleri, gittikçe bozularak, II.
Mahmud zamanında, çöküntünün eşiğine gelmişti. II. Mahmud, impa-
ratorluğu çağdaş müesseselerle donattı. Eski orduyu ortadan kaldırıp
modern ordu ve donanmayı kurdu. Batı medeniyeti ile sıkı temasa gel-
di. Bu medeniyetten birçok şeyi almak suretiyle, ilk defa olarak açıkça,
Batı’nın Türkiye’den üstün olduğunu ilân etti. Türkiye, pek azametli bir
geçmişin mirası idi. Bir yerde bu miras, devletin kalkınmasında bir yük,
hattâ bir engel oluyordu.
II. Mahmud, Mehmed Ali hâriç, bütün serkeş valiler ve “âyan” de-
nen bir çeşit derebeylerinin çoğunu merkeze bağladı yahut ortadan
kaldırdı. 1789–1826 arasında gittikçe zayıflayan devletin eyâletler üze-
rindeki otoritesini yeniden kurdu. Öldüğü zaman Mehmed Ali mesele-
si, imparatorluğun istikbalini tehdîd edecek bir ehemmiyet kazanmış-
tı. Fakat Mustafa Reşid Paşa’nın dehâsı, bu tehdîdi bertaraf edecektir.
Gerçekte Tanzimat, II. Mahmud’un eseri sayılabilir. Ancak yeni rejimin
nasıl yürütüleceği, geleceğe, II. Mahmud’un yerine devlet idaresini el-
lerine alanların tutumuna bağlı kalacaktı. Türkiye’nin coğrafî konusu,
bir Japonya’ya benzemiyordu. Her tarafı azılı, hırslı emparyalist, zalim
düşmanlarla sarılmıştı. Geniş imparatorluğu askerlik ve diplomasi ba-
kımlarından savunmak, gittikçe zorlaşıyordu. Devlet yeni hamleler yap-
maya hazırlanırken, daimî bir şekil alan dış müdâhale ve taarruzlar, bu
hamleleri kırıyordu. 1839’da, Türkiye’nin eski itibarını ve büyüklüğünü
kazanabilmesi, Batı ile arasındaki mesafeyi kapatması, bir hayal değildi.
Bu iş, XIX. asrın sonlarına doğru bir hayâl olacaktır.
II. Mahmud’u takip eden hükümdarlar, 2 oğludur. I. Abdülmecîd
(1839–1861) ve Abdülazîz Han (1861–1867). Bunlar, Tanzimat padi-

55
osmanlı tarihi

şahlarıdır. 16 yaşındaki I. Abdülmecîd, ilk modern hükümdar tipidir.


Fransızca konuşmaktadır. Reşid Paşa’ya, Tanzimat’ı ilâna izin verir (2
Kasım 1839). Mahkeme kararı olmaksızın ve kanuna dayanmadık-
ça, idam, hapis, sürgün, vergi ve askere alma artık mümkün değildir.
Demokrasiye bir adımdır. 1839 yılı için basit bir adım değildir. Yalnız
Doğu için değil, Batı için de basit bir adım değildir.
Reşid Paşa, hâriciye nâzırı sıfatıyle, Mısır meselesini de halleder
(1840–1841). Akıl almayacak derecede girift diplomatik kombinozon-
larla, Mehmed Ali Paşa’yı, işgal ettiği bütün Osmanlı eyâletlerinden
çıkartır. Bundan böyle Mısır ve Sûdan valiliği, Mehmed Ali ve onun
âilesinde kalacaktır. Fakat bu ülkeler, Osmanlı imparatorluğunun birer
eyâleti olmakta devam edeceklerdir. 28 Eylül 1848’de Reşid Paşa, ilk
defa sadrâzam olur ve gelenekçi muhafazakârlara karşı Tanzimatçı ekip,
devlet idaresini iyice eline almaya başlar. Reşid Paşa, bazıları dehâ sa-
hibi, fevkalâde bir devlet adamları ekibi yetiştirir (Âlî Paşa, Fuad Paşa,
Cevded Paşa, Vefik Paşa, Safvet Paşa, Mehmed Paşa vs.). Türkiye tari-
hinin en büyük başbakanı sayılabilecek bir diplomasi dehâsı ile impara-
torluğu muhâfaza eder ve dış prestijini fevkalâde arttırır. 1848 İhtilâlleri,
Avrupa’yı sarsarken, Türkiye, şan ve şerefle atlatır. XIX. asrın 2. yarısının
eşiğinde, 1850’de Büyük Devletler’in durumu şöyledir:
Dünyanın 1825’te 955 milyon tahmîn edilen nüfusu, 1850’de 1.137
milyona yükselmiştir. 1825’te Büyük Devletler dünya nüfusunun 654
milyonunu ellerinde tutarlarken 1850’de bu 902 milyona yükselir.
1825’te 301 milyon olan orta ve küçük devletlerin nüfus toplamı 1850’de
235 milyona düşer. Emperyalizm çağı başlamış, İngiltere, dünyanın bü-
yük parçalarını eline geçirerek, Roma ve Osmanlı imparatorluklarından
sonra, bütün tarihin 3. en büyük imparatorluğunu kurmuştur. Büyük
Devletler —ehemmiyet sırasıyle— şöyledir: Çeyrek asır içinde (1825–
1850) İngiltere 119 milyondan 259 milyona, Fransa 32 milyondan 39
milyona, Rusya 48 milyondan 68 milyona, Türkiye 58 milyondan 54
milyona, Çin 320 milyondan 380 milyona, Avusturya 30 milyondan 39
milyona, Prusya 11 milyondan 17 milyona, Birleşik Amerika 5 milyon-
dan 23 milyona, İspanya 19 milyondan 23 milyona geçmiştir. 1850’de
Birleşik Amerika’da 3,2 milyon esir vardı ve Rusya’da on milyonlarca serf
(toprağa bağlı esir) yaşıyordu. Türkiye’de kölelik ilga edilmişti. XIX. asır
başlarında ilk defa olarak bir şehrin, Londra’nın nüfusu, İstanbul’u geç-
miş, sanayiye dayalı şehirleşme başlamıştır. 1825’te dünyada 50.000’den
fazla nüfuslu 227 şehir varken 1850’de bu sayı 291’e, 100.000’i geçen-
ler 106’dan 115’e yükselmiştir. 1850’de Osmanlı İmparatorluğunun bü-

56
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

yük şehirlerinin takribî nüfusları şöyledir: İstanbul 1.400.000, Kahire


355.000, Şam 215.000, Edirne 200.000, İskenderiyye 184.000, Mek-
ke 180.000, Bursa 170.000, Bağdad 160.000, Haleb 150.000, 100–150
bin arasında 8 ve 50–100 bin arasında ayrıca 22 şehir. 50.000’den faz-
la nüfuslu şehir sayısı Türkiye’de 40, İngiltere’de (sömürgeler dahil) 63,
Fransa’da 17, Rusya’da 15, Avusturya’da 12, İran’da 10, Japonya’da 10,
İspanya’da 11, Birleşik Amerika’da 6, Çin’de 33, Prusya’da 7, Hollanda’da
5 idi. Londra en büyük şehirdi (2.237.000). Paris 1.398.000’i, New York
991.000’i, Manchester 569.000’i, Pekin 1.000.000’u, Kanton 1.000.000’u
Tiencin 800.000’i, Petersburg (Leningrad) 432.000’i, Berlin 412.000’i,
Philadephia 409.000’i, Napoli 408.000’i, Viyana 400.000’i bulmuştur.
Reşid Paşa, Rusya’ya büyük darbe indirmeden Türkiye’nin nefes ala-
mayacağı kanaatindedir. Bu darbeyi Türkiye’nin tek başına indirmesi
de 1850’lerde artık mümkün değildir. Türk kara ordusu Fransa ve Rus-
ya’dan, donanması İngiltere ve Fransa’dan sonra geliyorsa da, gene de
Rusya’ya karşı taarruzî bir savaş artık Türk imparatorluğunun iktidâ-
rı dışındadır. Ancak tedâfüî bir savaşta kendine güvenmektedir. Reşid
Paşa, Rusya’yı bu devletin çok geç farkına varabileceği şekilde savaşa
kışkırtır. Diplomatik ortam hazırlanmıştır. Rusya ile savaş fiilen (3 Tem-
muz) ve hukukan (4 Ekim 1853) başlar. Bu, meşhur Kırım Harbi’dir.
Ömer Paşa, Romanya’da Ruslar’ı birkaç defa bozar. Silistre’yi almak iste-
yen Ruslar, çok ağır şekilde bozulurlar (25 Haziran 1854). Savaş Türk-
ler lehine cereyân ederken, Reşid Paşa, İngiltere, Fransa, hattâ İtalyan
birliğini gerçekleştirmek isteyen Sardunya (Piemonte), Rusya’ya karşı
Türkiye ile ittifak muâhedeleri imzalayarak harbe katılırlar. Müttefikler,
Kırım’a çıkar (14 Eylül 1854). Çok müstahkem Sivastopol’un düşmesi (9
Eylül 1855) ile, pek ağır zâyiat veren Rusya, pes eder. Paris Anlaşması
(30 Mart 1856), savaşa son verir. Rusya’nın Karadeniz’de savaş gemisi
ve tersâne bulundurmaması gibi son derecede ağır bir madde, Türki-
ye’ye nefes aldırır. Bu arada Âlî Paşa, 1272 Islahât Hatt–ı Hümâyûnu (18
Şubat 1856) ile, kâğıt üzerinde de kalsa Gayri Müslim tab’aya her türlü
hakkı bahş eder. Hıristiyanlar’dan Osmanlı tarihinde ilk defa olarak en
yüksek devlet görevlerine, eyâlet valiliklerine, büyükelçiliklere, vezirli-
ğe, hattâ nâzırlığa yükselenler görülür.
Reşid Paşa’nın ölümünden (7 Ocak 1858) sonra Tanzimat’ın lideri
Âlî Paşa ve onun yardımcısı Keçeci–zâde Büyük Mehmed Fuat Paşa’dır.
Bunlar da üstadları gibi daha çok diplomasi dehâları ile imparatorluğu
ayakta tutmak, bir yandan da iç bünyesini kuvvetlendirmek politikası-
nı takib ederler. Mısır eyâletine giden (Nisan 1863) Sultan Abdülazîz’i,

57
osmanlı tarihi

tarihte ilk ve son defa bir padişahın dış seyahati olmak üzere, Avrupa’ya
götürürler. Bu seyahat çok parlak ve başarılı geçer (21 Haziran–7 Ağus-
tos 1867). Süveyş Kanalı açılır (19 Kasım 1869). Fuad Paşa bu arada ölür
(12 Şubat 1869). Prusya–Fransa savaşı sonunda Fransa’da imparatorlu-
ğun çökmesi ve Prusya krallığının Germen birliğini gerçekleştirerek
Almanya imparatorluğunu ilân etmesi, Avrupa’da dengeyi temelinden
değiştirir. Almanya, İngiltere’den sonra dünyanın 2. devleti hüviyetiyle
ortaya çıktığı gibi, cihânın en kudretli kara ordusuna da sahiptir. Bun-
dan faydalanan Rusya, artık Karadeniz’de savaş gemisi ve tersane bulun-
duracağını ilân ederek Paris anlaşmasını bozar. Türkiye bunu Londra
anlaşması (13 Mart 1871) ile kabûle mecbur kalır. Bu sırada Âlî Paşa’nın
(7 Eylül 1871) ölümü, Tanzimat’ın esaslarını da bozar. Tanzimat sadece
kâğıtta kalır. Değersiz devlet adamları, istikrarsızlık içinde birbirini tâ-
kıyb eder. Zaten Sultan Abdülazîz, otoriter idareye mütemâyildir. Türk
imparatorluğunda kaos başlar.

58
Tanzimat esaslarının bozulması ve
93 bozgunu
(1871 – 1878)

B azı hataları olmakla beraber çok milliyetçi, oldukça muhafazakâr


bir hükümdâr olan Abdülazîz Han, modern bir ordu ve üstün bir
donanma için büyük para harcar. Bu arada muazzam saraylar da yap-
tırır. İngiltere ve Fransa’dan sonra dünyanın 3. büyük, modern, zırhlı
donanmasına sahip olur ve Türk tersânelerini modern zırhlı yapacak
şekilde düzenletir. Bu donanma ile Kırım’ı geri almak istediği söylenir.
İngiltere ve Fransa’dan alınan dış borçlarla Türk maliyesi, iflâsın eşiğine
gelir. Rusya’nın kışkırttığı panslavist ajanlar, Balkanlar’daki Türk top-
raklarını karıştırır. Bu ortamda, padişaha şahsen düşman olan birkaç
akılsız devlet adamı, Sultan Azîz’i tahttan indirirler (30 Mayıs 1876).
Yeğeni (I. Abdülmecîd’in büyük oğlu) V. Murad tahta geçer. Türk dev-
leti, son derece büyük bir kargaşalışa düşer. 5 gün sonra Sultan Azîz
bilekleri kesilmiş halde ölü bulunur. Darbeyi yapanlar, intihâr olduğunu
savunurlar. İntihâra delâlet eden emâreler çok azdır. Padişahın sarayı
ve serveti yağmalanır. Darbeyi meşrûtiyet ilân etmek için yaptıklarını
iddia edenlerin yalnız ikisi gerçekten meşrûtiyetçidir. Diğerleri bu reji-
min o zamanki imparatorluğa tatbik edilmeyeceğini bilenler veya koyu
müstebid tabiatte bulunanlardır.
Amcasının tahttan indirilmesi ve ölümü, Çerkes Hasan vak’ası, V.
Murâd’ın dengesini bozdu. 93 günlük Osmanlı tarihinin en kısa salta-
natından sonra mecbûren tahttan indirildi. 36 yaşında idi ve daha 28
yıl Çırağan Sarayı’nda yaşayacak, zâten kısa müddet sonra iyileşecektir.
Kardeşi II. Abdülhamîd (1876–1909) tahta geçti.
1876, Türkiye tarihinin gerçek dönüm noktalarından biridir. Sultan
Azîz’in tahttan indirilmesi ve birkaç gün sonra, münakaşası asla bitme-
yecek karanlık bir tarzda ölümü, bütün ümidlerin bağlandığı genç V.
Murâd’ın 3 ay içinde tahttan alınmak mecburiyetinde kalması, Meşrûti-

59
osmanlı tarihi

yet münakaşaları, düşünülen yeni rejimin, milliyetler mozaiki hâlindeki


Osmanlı imparatorluğunda tatbik kabiliyeti olup olmadığı, Türk devleti
için hayatî problemlerdi. Dışarıda, Rusya ile kaçınılmaz savaş yaklaşı-
yordu. Balkanlar’da birkaç eyâlet, kan, ateş, ısyan ve huzursuzluk için-
deydi. Böyle bir savaşta ezilecek olan Türkiye’nin artık tamamıyle azgın-
laşan bir Avrupa emperyalizmi ile karşı karşıya, birçok millî menfaatini
kaybedeceği muhakkaktı. Avrupa medeniyeti ile olan mesafe, artık ka-
patılması fazla ümîd edilemeyecek derecede açılmıştı. Gerçi 1876’da Ja-
ponya henüz büyük inkılâbını yapmamıştı ve 1876 Türkiyesi ile uzaktan
bile mukayese edilemeyecek derecede geri bir devletti. Ancak böyle bir
inkılâbı gerçekleştirecek coğrafî pozisyona, millî birliğe sahip bulunu-
yordu. Türk imparatorluğunun coğrafî pozisyonu ise, bütün istilâlara,
yabancı müdahalelere açıktı. Millî birlik yoktu. Gayri Türk eyâletler, Av-
rupa devletlerinde olduğu gibi sömürge muâmelesi görmüyor, ana va-
tanın birer parçası sayılıyordu. Devamlı dış baskılar ve bitip tükenmek
bilmez savaşlar, Türkiye’nin kalkınmasını, ümitsiz bir ortama itiyordu.
1871’de Âlî Paşa’nın ölümüyle, Tanzimat’ın güzel esasları bozulmuş-
tu. Bu durumda bütün yollar, şahsî bir diktatörlüğe açık bulunuyordu.
Bu diktatörlük, bizzat devletin sahibi sayılan padişahın şahsında tecellî
edecektir. II. Abdülhamîd’in, devlet idaresini Bâb–ı Âlî’den Saray’a alan
30 yıllık şahsî idaresi için şartlar, 93 Bozgunu ile büsbütün olgunlaşa-
caktır. 1876’yı hemen tâkib eden yıllarda dağılacak ve Avrupa emper-
yalizminin zirvesine eriştiği anda parçalanacak bir Türk imparatorlu-
ğunun hayatının 30 yıl uzatılması, palyatif bir tedbir mahiyetinde olsa
bile, sonsuz millî menfaatler sağlıyordu. Bu menfaatlerden ve zamanın
Avrupa emperyalizmi aleyhine işlemesinden faydalanabildiği takdirde,
imparatorluk, belki daha dar bir çerçeve ve daha yeni müesseselerle de-
vam edebilirdi. Bu faydalanma imkânı kullanılamadığı takdirde —ki
öyle oldu— tarihin son Türk imparatorluğu, dağılmaya mahkûmdu.
II. Abdülhamîd, hiç inanmadığı halde, Midhat Paşa’nın zoruyle I.
Meşrûtiyet’i ilân etti (23 Aralık 1876). Ancak, gemi azıyı almaz hâle
gelen ve bir çeşit meşrûtiyet diktatörlüğüne kalkışan Midhat Paşa’ya
tahammül etmeyerek onu Türkiye’den çıkardı (5 Şubat 1877). Az son-
ra ilk Meclis–i Meb’ûsân açıldı (19 Mart 1877). Bu sıralarda Rus savaşı
her gün daha yaklaşıyordu. II. Abdülhamîd, kâfi nüfûz elde edemediği
için, tamamen muhâlif olduğu bir savaşı engelleyemedi. Midhat Paşa
ve avenesi, kendilerini Reşid Paşa ve ekibi sanmak çılgınlığına kapılark,
böyle bir savaşta, Kırım Harbi’nde olduğu gibi İngiltere’nin Türkiye’nin
yanında yer alacağına inanmışlardı. Halbuki bu inancı destekleyen ve

60
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

hazırlayan hiçbir şey mevcut değildi. Çeyrek asırdan beri dünya kon-
jonktürü ve Büyük Devletler dengesi de çok değişmişti:
1850 ile 1875 arasında dünya nüfusu 1.137 milyondan 1.326 mil-
yona, bu nüfus içinde Büyük Devletler’in payı 898 milyondan 1.108
milyona ve diğer devletlerin payı 219 milyondan 189 milyona geçmişti.
Büyük Devletler’in durumu —ehemmiyet sırasıyle ve sömürgeleriyle
beraber— şöyleydi:
İngiltere 259 milyondan 303 milyona, Almanya 17 milyondan (yal-
nız Prusya) 42 milyona, Rusya 68 milyondan 89 milyona, Fransa 39 mil-
yondan 45 milyona, Türkiye 54 milyondan 64 milyona, Avusturya 39
milyondan 38 milyona, Çin 380 milyondan 430 milyona, Birleşik Ame-
rika 23 milyondan 45 milyona, İtalya 27 milyona, İspanya 19 milyondan
25 milyona.
1850’de sayıları 5 olan bir milyondan fazla nüfuslu şehirler 8’e, yarım
milyonla bir milyon arasındakiler 6’dan 14’e, yüz binle yarım milyon
arasındakiler 187’den 192’ye, elli bini geçen bütün şehirler ise 291’den
375’e yükselmişti. 1875’te İngiltere’de elli binden fazla nüfuslu 86, Tür-
kiye’de 39, Çin’de 34, Almanya’da 28, Fransa’da 26, Birleşik Amerika’da
23k, Rusya’da 16, İspanya’da 15, İtalya’da 14, Japonya’da 13, Avusturya’da
11, Holanda’da 10, İran’da 9, diğer bütün devletlerde 51 şehir bulunuyor-
du. 1875’te İstanbul, dünya şehirleri içinde 5. dereceye düşmüştü: Lond-
ra 4.000.000, Pekin 1.650.000, İstanbul 1.200.000, Berlin 1.120.000, Vi-
yana 1.000.000, Kanton 1.000.000. Bu tarihte cihan tarihinde ilk defa
olarak bir şehir (Londra) nüfusu 4 milyona erişmiştir.
1875’e doğru İngiltere, kara ordusu hâriç, hemen bütün belli başlı
sahalarda (donanma, deniz ticareti, iktisat, maliye, dış ticaret, sanayi,
sömürgeler, şehirleşme, eğitim, siyasî istikrar, gerçek parlamenter de-
mokrasi vs.) münakaşasız şekilde dünyanın en ileri devleti idi. Almanya
ise, dünyanın birinci kara ordusuna sahipti. Türk ordusu dünyada 4. ve
donanması 3. idi. Bu durum, 93 darbesi ile alt üst olacaktır.
Sırbistan, Romanya ve Karadağ prenslikleri, metbûları Türkiye’ye
isyân ederek, savaşta, Rusya’nın yanında yer aldılar. Yunanistan da aynı
şeyi yaptı. Ruslar’ın Tuna’yı geçmesi ile (22 Haziran 1877) bu cephede
savaş başlamıştı. Kafkasya (Kuzey–doğu Anadolu) cephesinde başlama-
sı daha erkendir (30 Nisan). Serdâr–ı Ekrem Abdülkerim Nâdir (Abdi)
Paşa’nın düşmanın Tuna’yı geçmesine seyirci kalmasıyle harb, yarı yarı-
ya kaybedildi. Müşir Gazi Osman Paşa’nın Plevne’de düşmana karşı üç
defa ardı ardına kazandığı parlak zaferlere (20 Temmuz, 30 Temmuz, 11
Eylül 1877) ve savunma savaşına yeni prensipler getirmesine rağmen

61
osmanlı tarihi

Plevne düştü (10 Aralık). Müşir Süleyman Paşa’nın 7 gün, 7 gece zorla-
dığı Şıpka’yı geçemeyip (20–26 Ağustos 1877) Türk ordusunun Balkan
dağlarının kuzey ve güneyinde bölünmesi esasen Plevne için ümitleri
söndürmüştü. Sofya (3 Ocak 1878), Niş (10 Ocak), Vidin (24 Şubat)
düştü ve artık Ruslar, Edirne’yi de alıp Yeşilköy’e kadar geldiler. Doğu
cephesinde Müşir Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın Ruslar’ı ard arda birkaç
bozguna uğratması da, devamlı ve büyük takviyeler alan düşmanı dur-
durmadı. Kars düştü (18 Kasım 1877). Fakat düşman Erzurum önlerin-
de çakıldı. Bu şehir halkının da katıldığı destânî bir savunma karşısın-
da Ruslar, Erzurum’u düşüremeyip çekildiler. 31 Ocak 1878’de Edirne
mütârekesi imzalandı. Bu savaş, Çar’ın ve padişahın arzu etmemelerine
rağmen, bir taraftan panslavistlerin, diğer taraftan Midhat Paşa takımı-
nın kışkırtmaları ile çıkmıştır. İyi bir savunma vereceği umulan Türk
kuvvetleri gerçi yer yer büyük başarılar gösterdiler ve düşmana çok
ağır kayıplar verdirip Ruslar’ı çok kritik durumlara getirebildiler. Fakat
Türk müşirleri arasında, muharebe meydanlarına kadar aks eden çok
çirkin rekabet kavgaları vardı. Bu yüzden düşman, İstanbul kapılarına
kadar geldi. Sultan Azîz’in en büyük fedakârlıklarla kurduğu muazzam
ve modern silâhlı kuvvetler, liyâkatle kullanılamadı. Müşirlerin çirkin
post kavgalarına karışan II. Abdülhamîd “harbi Yıldız’dan yönetmekle”
suçlandı.
Meclis–i Meb’ûsân, irâde–i seniyye ve karar–nâme (padişah emri ve
hükûmet kararı) ile süresiz tatile sevk edildi (13 Şubat 1878). Fakat Ka-
anûn–i Esâsî (1877 Anayasası) ilga edilmedi. Bu şekilde I. Meşrûtiyet, 1
yıl, 1 ay, 25 gün, Meclis–i Meb’ûsân ise sadece 10 ay, 25 gün devam etti.
Bu tarihte, II. Abdülhamîd’in şahsî idaresi başladı ki bu 30,5 yıllık dev-
reye “Devr–i İstibdâd=İstibdâd Devri” denmektedir. Milletvekillerinin
yarısından fazlasının Türk olmaması, bunların aşırı istekleri, parlamen-
toyu imparatorluğun geleceği için tehlikeli kılmıştı. Zira Osmanlı dev-
letinde anavatan–sömürgeler ayırımı yoktu. İngiltere, Fransa gibi Av-
rupa devletleri parlamenter demokrasiyi rahatlıkla tatbik edebiliyordu.
Zira İngiltere’de parlamento, sadece Büyük Britanya milletvekillerinden
kurulu idi. İngiltere’nin yüzlerce milyon insan yaşayan sömürgeleri bu
parlamentoya tek milletvekili bile sokamıyorlardı. Osmanlı imparator-
luğunun anavatan–sömürge ayırımı yapmaması, bu imparatorluğun
hem çabuk dağılmasına sebeb olmuştur, hem de demokrasiyi imkânsız
veya çok güç uygulanır hâle getirmiştir.
Ruslar’ın elçabukluğu ile Türkiye’ye imzalattıkları Ayastefanos An-
laşması (3 Mart 1878), Türk devleti için son derece zararlı idi. Avru-

62
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

pa devletlerinde tepki yarattı. II. Abdülhamîd’in şahsî diplomasisi, bu


tepkileri çok iyi değerlendirdi, kışkırttı. Berlin’de bir kongre toplandı.
Berlin Anlaşması (13 Temmuz 1878), mağlûp Türkiye’nin 1699 Karlof-
ça’dan beri imza koyduğu en ağır anlaşma olmakla beraber, Ayastefa-
nos’un fecî şartlarını hayli hafifletiyor, Türkiye’yi Balkanlar’dan tasfiye
etmiyor, hattâ Türkler’in Balkanlar’daki hayatını bir kuşak uzatıyordu.
Bu anlaşmayı II. Abdülhamîd, Kıbrıs’ı İngiltere’ye kiralamakla sağlaya-
bildi. Bu büyük kargaşalıkta, Rus düşmanı İngiliz başbakanı Lord Dis-
raeli, Kraliçe Victoria’yı “Hindistan İmparatoriçesi” ilân etti ve birbirine
düşmüş Büyük Devletler, bu unvânı kabûl ettiler. İngiltere, 1857 Sipâhî
ihtilâli üzerine Hindistan’daki Timuroğulları’nın artık tamamen unvan-
dan ibaret kalan imparatorluğunu ilga etmiş, Hindistan’ın son Türk im-
paratoru II. Bahâdır Şâh’ı Birimanya’da Rangun’a sürmüş, fakat İngiltere
hükümdârına —9 asırdır Türkler’de bulunan— “Hindistan İmparatoru”
titrini vermeye cesaret edememişti.
Berlin anlaşmasına göre Türkiye, Yunanistan’dan yarım asır son-
ra, kendisine tâbî 3 yeni Balkan devletinin istiklâl kazanmasını kabûl
ediyordu; bu suretle Romanya, Sırbistan ve Karadağ prenslikleri, Tür-
kiye’den ayrılıyordu. Balkan Dağları’nın kuzeyinde Türkiye’ye bağlı iç
işlerinde otonom bir Bulgaristan prensliği, güneyinde de imtiyazlı bir
Doğu Rumeli eyâleti kuruluyor, merkezleri Sofya ve Filibe oluyordu.
Bu suretle imparatorluğun Tuna Vilâyeti (ki sınırları bugünki Bulgaris-
tan’dan çok genişti) tarihe karışıyordu. Bosna–Hersek’in idaresi Avus-
turya–Macaristan’a bırakılıyordu. Kars ve Artvin ile Batum, Rusya’ya ve-
riliyordu. Ayrıca Rusya’ya 802.500.000 altın frank harb tazminâtı yıllık
taksitler hâlinde ödenecekti. Avrupa’da kesin kayıplar 237.298 km2 top-
rak ve 8.184.000 nüfustu (bugünkü nüfus 25 milyondan fazla). İmtiyaz
verilmiş Bulgaristan, Doğu Rumeli, Bosna–Hersek, bu savaş dolayısıyle
elden çıkan Kars, Artvin, Tunus gibi yerler bu rakamların dışındaydı.
Bunlar da ilâve edilince imparatorluğun kaybı korkunç oluyor, bugün
üzerinde 50 milyon insanın yaşadığı topraklar bırakılıyordu. Padişahın
muhâlefetine rağmen, Karadağ’a bir kazâ (ilçe) bırakmamak için kabûl
edilen savaşın, Midhat Paşa ve avenesinin açtığı belânın bilânçosu bu
idi.

63
İstibdad Devri
(1878 – 1908)

B üyük felâketleri, şahsî idareler tâkıyb eder. 93 felâketinden sonra da


öyle oldu. Devlet idaresi Bâb–ı Âlî’den Yıldız’a, hükûmetten padişa-
ha geçti. Bu devirde (30,5 yıl) II. Abdülhamîd, çoğu basit birer adamı
olan sadrâzamlarla devleti idare etti. Bu sadrâzamlar arasında büyük
devlet adamı tipinde olanlar hemen hemen yoktur. Çoğu az veya hay-
li liyâkatli adamlardır. Fakat kaht–ı ricâl başlamış, büyük devlet adamı
nesli kesilmiştir.
Devlet, çok büyük bir bozgundan çıkmıştır. Bir milyon göçmen,
Balkanlar’dan İstanbul’a ve Anadolu’ya akmıştır. Esasen iflâs hâlinde
olan maliyeye, bir de Rus tazminâtı binmiş, bu tazminâtı padişah, sal-
tanatının sonuna kadar her yıl muntazaman ödemiştir. Sultan Azîz’in
bıraktığı dünyanı 4. ordusu ve 3. donanmasını o seviyede ayakta tutacak
malî güç kalmamıştır. Bu durumda büyük yatırımlar yapılmadığı için,
Avrupa ile olan mesafe çok açılmıştır. Padişah buna rağmen bayındırlık
eserlerine, bilhassa eğitime çok ehemmiyet vermiştir.
Bu devirde o kadar çeşitli düşmanlara yeni bir unsur, Ermeniler de
eklenmiştir. Osmanlı Ermenileri’ni, İngiltere ve Rusya ile dış Ermeniler
kışkırtmışlardır. Bu kışkırtma çok sistemli ve büyük ölçüde olmuş. Ana-
dolu’da yer yerayaklanmalar çıkarılmış, Türk ve Kürd köyleri basılarak
binlerce Müslüman işkenceyle şehîd edilmiştir. Patırtı, büyük şehirlere,
hattâ İstanbul’a bile sıçratılmıştır. Padişah, bunlara sert şekilde cevap
vermiş, Ermeni patırdılarını derhâl ezmiştir. Zira Berlin muâhede-
si’nin 61. maddesi, bugün üzerinde 19 il bulunan 6 Osmanlı vilâyetinde
(eyâlet), Ermeniler lehinde ıslahat emrediyordu. Padişah, bu maddeye
imza koymaya mecbur kalmakla beraber, saltanatı boyunca asla tatbik
etmemiş ve Büyük Devletler’in en fecî baskıları bile II. Abdülhamîd’e 61.
Maddeyi tatbik ettirememiştir. Bugün Doğu Anadolu’nun Türkiye’ye

64
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

dâhil olması, bu politikanın neticesidir. II. Abdülhamîd’in Ermeniler’e


sert tedbirler almaya mecbur kalması neticesinde Avrupa’da kendisine
“Kızıl Sultan” unvânı verilmiş, bu unvan sonra Türkiye’de bu padişahın
muhâliflerince de —zamanımıza kadar— kullanılmıştır.
XX. asrın eşiğinde Sultan Abdülhamîd rejimi prestijinin zirvesinde
iken, yeni asrın ilk yıllarından itibaren bu prestij büyük kayıplara uğra-
maya ve sonunda yıkılmaya başladı. Makedonya meselesi, bunda birin-
ci derecede rol oynadı. Makedonya’nın tamamı, Türkiye’nin elindeydi.
96.400 km2 olan bu ülkede o devirde 4 milyona yakın nüfus yaşıyordu.
Bunun yarısı kadarı Müslüman (Türk ve Arnavut), yarısı kadarı da Hı-
ristiyan’dı (Bulgar, Yunan, Sırp vs.). Ülkede 3 Türk eyâleti bulunuyordu
(Selânik, Manastır, Kosova=Üsküb). Makedonya’da Bulgar faaliyetleri
çok genişti, büyük çeteler teşkîl etmişlerdi ve Türkler’den fazla, Yunan
ve Sırplar’ı ezip tek başlarına kalmak istiyorlardı. Büyük Devletler’in eli,
Makedonya’dan eksik olmuyordu. Bütün bu kargaşalığa merkezi Selâ-
nik’te bulunan II. Ordu nezâret ediyordu. En genç subaylar bu orduya
gönderiliyor ve devamlı çete (gerilla) savaşlarıyle, rûhen çeteci hâline
geliyorlardı. 1902–1903 Makedonya ihtilâli bastırılmakla beraber, Bul-
gar gerillalarına silâh bıraktırmak mümkün olmadı.
Bu devirdeki başlıca dış meselelerse şöyledir: Fransızlar, Tunus’u
işgal ettiler (12 Mayıs 1881). Tunus, Berlin Konferansı kulislerinde
Fransa’ya bırakılmıştı. II. Abdülhamîd, çok şiddetli protesto etmekle
beraber, Tunus’u kurtaracak durumda değildi. Berlin Anlaşması, Te-
salya sancağını Yunanistan’a bırakıyordu (13.488 km2). Padişah, anlaş-
manın bu maddesini 3 yıl savsaklamaya muvaffak olduysa da, sonunda
baskılara karşı koymak mümkün olmadı. Tesalya, Yunanistan’a geçti (2
Temmuz 1881). Mısır’a İngilizler’in müdahalesi (15 Eylül 1882), Bulga-
ristan prensliği ile Doğu Rumeli eyâletinin birleşmesi (18 Eylül 1885),
Avrupa siyasetinin mühim meseleleri olarak yıllarca Büyük Devletler’i
ve Bâb–ı Âlî’yi işgal etti. Büyük Devletler’e arkasını dayayan Yunanis-
tan, Girit ve Yanya vilâyetlerine de göz dikmişti. Bâb–ı Âlî, Yunanistan’a
harb ilân etti. Bu kısa savaşta (18 Nisan–20 Mayıs 1897) Türkler, Yunan
ordusunu yıldırım harbiyle ezdiler. Atina yolu Türk ordusuna tamamen
açılmışken Büyük Devletler müdahale ettiler. Türkiye, kazandığı savaş-
tan hemen hiçbir kâr etmeksizin çıktığı gibi, Girit’e Yunanlılar lehine
imtiyazlar vermeye de mecbur kaldı.
XX. asır başlarken, Büyük Devletler, ehemmiyet sıralarına göre İn-
giltere, Almanya, Fransa, Rusya, Birleşik Amerika, Avusturya, Türkiye,
Japonya, İtalya ve Çin’den ibaretti. İspanya, 1898’de büyük devletler ara-

65
osmanlı tarihi

sından çıkmıştı. 1875 ile 1900 arasında İngiltere —bütün sömürgeleriy-


le beraber— 303 milyondan 366 milyona, Fransa 45 milyondan 76 mil-
yona, Rusya 89 milyondan 133 milyona, Birleşik Amerika 45 milyondan
86 milyona, Avusturya 38 milyondan 45 milyona, Türkiye 64 milyon-
dan 57 milyona, Japonya 33 milyondan 56 milyona, İtalya 27 milyondan
33 milyona, Çin 430 milyondan 348 milyona, İspanya 25 milyondan 19
milyona geçmişti. 1875’te aşağı yukarı 1.326.000.000 olan dünya nüfusu
1900’de 1.491.000.000’a yükselmişti. Bu nüfus içinde Büyük Devletler
1.108.000.000’dan 1 282.000.000’a, diğer devletler ise 189 milyondan
209 milyona geçmişti.
1900’de İngiltere’de —bütün sömürgeler dâhil— 100.000’in üzerin-
de nüfuslu şehir sayısı 69, Birleşik Amerika’da 37, Almanya’da 29, Çin’de
24, Rusya’da 23, Fransa’da 18, Türkiye’de 11, İtalya’da 11, Japonya’da 9,
Avusturya’da 8, İspanya’da 8, diğer devletlerde 41 idi. 1875’te dünya nü-
fusu milyonu geçen şehir sayısı 8 iken 1900’de 17, yarım milyonla bir
milyon arasındakiler 14 iken 30, yüz binle yarım milyon arasındakiler
169 iken 241 olmuştu. 1875’te 100.000’den fazla nüfuslu bütün büyük
şehirlerin sayısı 191 iken bu rakam 1900’de 288’i bulmuştu. Bu çeyrek
asır içinde bilhassa Avrupa şehirlerindeki —sanayileşmeden doğan—
nüfus artışı, görülmemiş derecede yüksek olmuş, 1900’de bu artış artık
eski hızını kaybetmeye başlamıştır.
1900’de dünyanın en nüfuslu şehirleri şöyle idi: Londra 6,1, New
York 4,5, Paris 4,1, Berlin 2,4, Chicago 1,7, Viyana 1,7, Philadelphia
1,5, Tokyo 1,4, Petersburg (Leningrad) 1,4, Essen 1,3, Kalküta 1,3, İs-
tanbul 1,3, Moskova 1,1, Manchester 1,1, Glasgow, 1, Pekin 1, Ham-
burg 1 milyon. Türkiye’nin İstanbul’dan sonra gelen şehirleri şunlardı:
Kahire 684.000, İskenderiyye 352.000, İzmir 221.000, Bağdad 160.000,
Şam 154.000, Haleb 140.000, Beyrut 131.000, Selânik 116.000, Edirne
100.000.
İstibdad Devri denen II. Abdülhamîd’in şahsî idaresi 30 yıl, 5 ay, 6
gündür: Bir irâde–i seniyye ile Meclis–i Meb’ûsân’ı süresiz tatili ile Meş-
rûtiyet’i 2. defa ilân etmesi arasındaki müddet. Bilhassa son yıllarda is-
tibdad rejimi, dejenere olmuştu. Padişahın “hafiyye” denen ajanlarının
faaliyetleri, imparatorluğu tam bir polis devleti hâline getirmiş, vicdan-
ları sızlatan, çok defa da gülüç olaylara zemin hazırlayan bir mahiyet
kazandırmıştı. Rejime karşı olanların —bol maaşla olmakla beraber—
imparatorluğun yakın uzak yerlerine küçük bir emirle sürülüvermesi
de büyük şikâyetler yaratıyordu. Bu sürgün yerlerinden en dehşetlisi
Güney Libya’daki Fizân idi. Basına ve kitaplara konan sansür, çığrından

66
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

çıkmıştı. XIX. asır şartları içinde —Avrupa’nın çok büyük bir kısmı için
bile— tabiî olan böyle bir rejim, XX. asırda devamı mümkün olmayan
bir idare idi. 1905’te Rusya’da, 1907’de İran’da meşrûtiyetin ihtilâl yoluy-
le ilânından sonra Türkiye’nin durumu da sarsıldı. Gerçi Türkiye’de o
ülkelerdeki ihtilâllere sebeb olan unsurlar yoktu. Fakat padişahın meş-
rûtiyeti ilânda geç kalması, karışıklığa sebeb oldu.
II. Meşrûtiyet gerçekte, III. Ordu’nun genç subayları ile hükümdârın
kan dökmeden çekinmesinin neticesidir. İstibdad rejimi Türkiye’de kan-
sızdı. Hayat fevkalâde ucuzdu. Fakat maaşların iki ayda bir verilebilmesi,
memur, bilhassa subay zümresinde büyük nefret uyandırmıştı. Sarayın
her işe karışması, hükûmetin nüfûzunun gittikçe kısılması, orta derece-
de saray adamlarının nâzırlardan fazla nüfûz edinmeleri, rejimin iyice
dejenere olduğunu herkese gösteriyordu. Gerçi bu yıllarda demokrasi,
yalnız birkaç devletin tatbik ettiği bir rejimdi (Birleşik Amerika, İngilte-
re, Fransa, İtalya, İsviçre, Holanda, Belçika, İsveç, Norveç, Danimarka).
Diğer devletlerde meclisler varsa da, yönetim, gerçekte parlamenter de-
ğildi. Meselâ 1918’e kadar Almanya’da meclislerin bütün üyeleri aley-
hte rey verseler, hükûmeti düşüremezlerdi; devleti kayzer (imparator)
ile onun seçtiği şansölye (federal başbakan) ortaklaşa yönetirlerdi. Bu
durumu bilmeden veya bilmezlikten gelerek Sultan Hamîd rejimi hak-
kında müfrit tenkitlerde bulunmak, tarihî gerçeklere aykırı olur.
İstibdad rejimini yıkmak için birçok gizli Türk, azınlık ve yaban-
cı kuruluşlar teşekkül etmişti. Avrupa’da bir muhâlif basın vardı. Fakat
rejimi devirmeye çalışanların ve sonunda buna muvaffak olanların ba-
şında İttihad ve Terakki Cemiyeti gelir; sonradan siyasî parti olmuştur.
23 Temmuz 1908’de bu suretle II. Meşrûtiyet ilân edilmiştir. “Meş-
rûtiyet” “taçlı demokrasi” demektir. Bugün İngiltere, Belçika, Holanda,
İsveç, Norveç, Danimarka, Lüksemburg, Japonya vs.’de olduğu gibi.
Ancak rejimin değişmesi, imparatorluğu kurtaramayacak, bilakis ba-
tıracaktır. II. Abdülhamîd’in dış politikada müstesna bir dehâ olması,
devletlerin dengesiyle 30 yıl boyunca en mâhir şekilde oynayabilmesi ve
kıl payı denge farklarıyle imparatorluğu büyük tehlikelerden koruyabil-
mesi, yeni rejimin beceremeyeceği işler arasındadır.
II. Meşrûtiyet’in ilân edildiği Türkiye, devlet idaresi şîrâzesin-
den çıkmış bir imparatorluktu. Bütün dış ve iç ihtiraslar, geçmişin bu
muhteşem imparatorluğu üzerinde birleşiyordu. İktidâra el atan, fakat
tamamen ele alaya da cesaret edemeyen İttihad ve Terakki Partisi, “İt-
tihâd–ı anâsır” propagandası yapıyordu. Bu siyasetin iflâsını, her taraf-
tan ihânetlere uğramak suretiyle görecek olan tecrübesiz parti, birkaç yıl

67
osmanlı tarihi

sonra İslâmcı, Türkçü ve Turancı politikaya yönelecektir. Türk olmayan


kavimlerin ayrılma istekleri karşısında, Türk kavimleriyle meskûn ül-
keler üzerinde kendinde tabiî bir hak görmeye başlayacaktır. Yabancı
kavimlerin ihâneti, Türk milliyetçiliği şuûrunu uyandıracaktır. Mustafa
Kemal, bu şuûrun temsilcisi olarak millî mücadelenin başına geçecek ve
kazanacaktır. Ancak İttihad ve Terakki, II. Abdülhamîd’in aşırı düşma-
nı olmakla beraber, tamamen monarşisttir. İçlerinde tek cumhuriyet-
çi yoktur. Hepsi Osmanoğulları’na bağlıdır ve imparatorluğu, meşrûtî
bir monarşiden ayrı düşünememektedirler. Ancak bu meşrûtî monarşî
(taçlı demokrasi), ölü doğmuştur ve kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm-
dur. Bir tek kişiden, sonradan İttihadçılar’ın bile hak verdikleri II. Ab-
dülhamîd’den boşalan iktidar, birkaç yıl geçmeden İttihad ve Terakki’ce
doldurulmuş, sonunda sadece Enver–Tal’at–Cemâl üçlüsünün eline
geçmiştir. Sultan Hamîd’in karanlık, fakat kansız istibdâdından sonra
Türkiye, birkaç ay rahat nefes almıştır. Ama daha 1908 yılı dolmadan
karanlık bulutlar çökmüş, imparatorluk bir siyasî idamlar, sürgünler,
siyasî sûikasdler ülkesi hâline gelmiştir. Çok büyük millî felâketler, sırf
beceriksizlikler, cehâletler ve sâbit fikirler yüzünden, imparatorluğun
üzerine çökmekte gecikmeyecektir.

68
İkinci Meşrûtiyet ve Balkan Savaşı
(1908–1914)

Ö nce İttihadçılar, açıkça iktidârı ele almadılar. Nâzırlar, Sultan


Hamîd rejimi vezirlerinden seçildi. İmparatorlukta sevinç büyük-
tü. Türkler, hürriyet için, imparatorlukta ekseriyet olan azınlıklar ise,
başka mânâda hürriyet için seviniyorlardı. Ancak İttihadçılar’ın hatası
yüzünden Bulgaristan prensliği (96.345 km2, 4.338.000 nüfus) istiklâ-
lini, Türkiye’den ayrıldığını, hükümdârının bundan böyle “kral” sanını
taşıyacağını ilân etti. Aynı gün (5 Ekim 1908), Bosna–Hersek eyâleti
(51.564 km2, 1.932.000 nüfus), Avusturya–Macaristan imparatorluk–
krallığında ilhâk edildi ve Türkiye’den ayrıldı. Yunanistan da furyaya
katılıp Girit eyâletini (8.379 km2, 344.000 nüfus) ilhâk etmek istediyse
de muvaffak olamadı. Bâb–ı Âlî, 7,5 milyon altın tazminat karşılığında
bu ilhakları tanıdı ama, artık herkesin ağzının tadı da kaçmış oldu.
Bu hava içinde, çeşitli ilkellik ve yolsuzluklarla seçimler yapıldı.
Meclis–i Meb’ûsân, II. Abdülhamîd tarafından açıldı (17 Aralık 1908).
275 milletvekili seçilmişti. Bunların 140’ı Türk, 60’ı Arab, 25’i Arnavut,
2’si Kürd, 48’i Gayrı Müslim (23 Rum, 12 Ermeni, 5 Yahudi, 4 Bulgar, 3
Sırp, bir Romen) idi.
“31 Mart Vak’ası” denen 13 Nisan 1909 olayında, İttihadçılar’ın İs-
tanbul’daki 1. Ordu’ya —padişaha çok sadık diye— itimad etmeyerek
Selânik’ten III. Ordu’dan getirttikleri nişancı taburları, “şerîat istemek”
sloganı ile ayaklandı. Subaylardan bir lideri bile olmayan bu ayaklanma-
nın tertipçileri çeşitlidir. Padişahın hiçbir ilgisi yoktur. Fakat II. Abdül-
hamîd tahttan indirilmiş (27 Nisan) ve maksatların en büyüklerinden
biri hâsıl olmuştur.
II. Abdülhamîd’in yerine kardeşi Sultan Reşad, “V. Mehmed” unvâ-
nıyle tahta geçirildi. 1911 sonuna kadar —bazı isyanlara ve birçok tatsız
olaya rağmen— oldukça iyi giden durum, birden kararmaya başladı.

69
osmanlı tarihi

Libya için Türkiye–İtalya savaşı çıktı (29 Eylül 1911–15 Ekim 1912).
Bugünkü Türkiye’den iki defadan fazla büyük bir ülke olan Libya’ya İtal-
yanlar’ın ânî taarruzu, Türk imparatorluğunu artık 1922 sonuna kadar
bitmeyecek on bir yıllık felâketli bir savaşlar devresine soktu. Balkan-
lar’ın karışması Bâb–ı Âlî’yi Libya’yı İtalya’ya bırakmak mecburiyetine
düşürdü.
8 Ekim 1912’de Balkan Savaşı patladı. Bulgaristan, Sırbistan, Yuna-
nistan krallıkları ile Karadağ prensliği, Rusya’nın desteği ile Türkiye’ye
taarruza geçtiler. Savaş, hiç beklenmedik şekilde Osmanlı imparatorlu-
ğu aleyhine seyretti. Subayların İttihadçı ve Halâskâr diye ikiye ayrıldı-
ğı, fecî askerî ve diplomatik hataların yapıldığı savaşı Türkler kaybetti.
En büyük hata, biribirlerine Türk’e düşmanlıklarından fazla düşman
olan 4 Balkan devletciğinin, imparatorluğun dünkü vilâyetlerinin bir-
leşmesine hükûmetin mânî olmayışı idi. Bu birleşme olduğu takdirde
bile Türk ordusunu düşmanı kolayca ezmesi îcâb ediyordu. Düşman,
yıldırım harbiyle Çatalca’ya kadar geldi. Adriyatik sahillerinden Meriç’e
çekilen Türkler, orada bile tutunamadılar. Yanya, İşkodra ve Edirne ka-
leleri kendini destânî şekilde savundu. Şükrü Paşa, 5 ay, 5 gün kuşat-
maya dayandıktan sonra, Edirne’yi açlıktan Bulgarlar’a teslîm etti (26
Mart 1913). Savaş patlayınca kim kazanırsa kazansın toprak değişikli-
ğine rızâ göstermeyeceklerini ilân eden Büyük Devletler, beklenmeyen
Türk hazîmeti karşısında, işgal edilen toprakların Balkanlılar’a terki
için Bâb–ı Âlî’ye her türlü baskıyı yaptılar. Bu suretle imparatorluğun
iki kanadından biri, Batı Türkü’nün iki anayurdunun ikincisi, Rumeli,
550 yıl sonra terk edildi. Milyonlarca göçmen gene yolları doldurdu ve
yüz binlercesi harcandı. Savaşın en ateşli demlerinde İttihad ve Terakki
“Bâb–ı Âlî Baskını” (23 Ocak 1913) denen darbeyle hükümete el koydu.
Fakat partiden birini hükûmetin başına geçirmekten çekinerek, tarafsız
sayılan Mahmud Şevket Paşa’yı sadrâzam yaptı.
Büyük Türk yağmasında Balkanlı müttefikler birbirleriyle anlaşa-
madılar. İttifakın en büyük gücünü teşkîl eden Bulgaristan üzerine yü-
rüdüler. İlk savaşa katılmayan Romanya krallığı da Bulgaristan’a taarruz
edince, bu devlet pes etti. Bu şekilde yağmadan arslan payını, tahminle-
rin aksine, Bulgaristan değil Yunanistan ve Sırbistan aldı. Buna “İkinci
Balkan Savaşı” denmektedir. Bulgarlar’ın boşalttığı Edirne’yi Türkler, bu
sırada geri almışlardı.
5 asırdan fazladır Türk yurdu olan Rumeli’nin kaybı ile ve Türk’ün
Adriyatik’ten Meriç’e çekilmesiyle neticelenen Balkan Harbi, bütün Türk
tarihinin en büyük facialarından biridir. Milyonlarca şehit verilerek,

70
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

milyonlarca altın harcanarak yurd edinilen büyük bir ülke elden çık-
mış, Türkiye artık —taht şehri İstanbul’un bu kıt’ada bulunması dışın-
da— hemen hemen Avrupa devleti olma sıfatını kaybetmiştir. Savaştan,
galip Balkan devletcikleri, şu kazançlarla çıktılar: Bulgaristan 25.257
km2 toprak ve 984.000 nüfus (o zamanki nüfus), Yunanistan 55.919 km2
toprak ve 1.859.000 nüfus, Sırbistan (sonraki Yugoslavya) 41.873 km2
toprak ve 1.492.000 nüfus, Karadağ 5.590 km2 toprak ve 161.000 nü-
fus. Ayrıca 25.734 km2 genişliğinde, 800.000 nüfuslu bir Arnavutluk,
Türkiye’den ayrıldı. Balkan harbinden evvel ve sonra Balkanlar’ın duru-
mu şöyleydi: Bulgaristan 96.345 km2’den 121.602 km2’ye ve 4.338.000
nüfustan 5.322.000 nüfusa, Yunanistan 64.895 km2’den 120.060 km2’ye
ve 3.041.000’den 4.900.000’e, Sırbistan 45.427 km2’den 87.300 km2’ye
ve 3.000.000’dan 4.492.000’e, Karadağ 9.427 km2’den 15.017 km2’ye ve
274.000’den 435.000’e. Savaştan önce 4 Balkanlı müttefikin toplamı
216.058 km2 ve 10.854.000 nüfustu; gene savaştan önce Türkiye’nin
yalnız Avrupa toprakları (Girit hâriç) 176.300 km2 ve 7.828.000 idi ve
bütün Osmanlı imparatorluğu 7.231.239 km2 ve 55.189.000 nüfuslu idi
(Mısır, Sûdan ve diğer tâbî ülkeler dışında 38.019.000).
Savaştan Türkiye 167.312 km2 toprak ve 6.582.000 nüfus kaybıyle
çıktı. O zamanki mülkî teşkilâta göre 7 vilâyet (eyâlet) ve ayrıca Edirne
vilâyetinden 2 sancak ve Sisam adası kaybedildi. Kaybedilen eyâletler
Selânik, Manastır, Kosova (Üsküb), İşkodra, Yanya, Cezâir–i Bahr–i
Sefîd (Akdeniz Adaları, yani Asya Ege adaları), Girit idi. Bu eyâletlerde
33 sancak (il) ve 158 kazâ (ilçe) bulunuyordu.
Sadrâzam ve harbiye nâzırı Mahmud Şevket Paşa, bir sûikasdle öl-
dürüldü (11 Haziran 1913). Sûikasdi İttihadçılar yapmamışlar, fakat
yapılmasına göz yummuşlardı. Bu suretle doğrudan doğruya iktidâra
geldikleri gibi, sûikasdi bahane edip belli başlı muhâliflerini idam etti-
ler veya sürdüler. 33 yaşını doldurmamış bir kurmay yarbay, Enver Bey,
harbiye nâzırı oldu. Dâmâd Enver Paşa, orduyu düzenlemek için bü-
yük tedbirler aldı. İttihadçı olmayan binlerce subayı ordudan çıkardıysa
da, bir yıl içinde kudretli bir ordu meydana getirmeye muvaffak oldu.
Ancak böyle bir orduyu bir yıl bile ayakta tutamayacak, Çanakkale ve
Sarıkamış’ta daha 1915 yılı sona ermeden harcayacaktı. Kapitülasyonlar
ilga edildi (9 Eylül 1914). Bu sırada Cihan Savaşı başlamış, fakat Türk
imparatorluğu henüz harbe girmemişti.
Cihan Savaşı’nın başında dünya siyasî dengesi şöyleydi: Ehemmiyet
sırasıyle Büyük Devletler’i İngiltere, Almanya, Birleşik Amerika, Fran-
sa, Rusya, Japonya, Avusturya, İtalya, Türkiye ve Çin teşkîl ediyordu.

71
osmanlı tarihi

—Bütün sömürgelerle beraber— İngiltere’de nüfus 1900 ile 1915 ara-


sında 382 milyondan 461 milyona, Almanya 66 milyondan 79 milyona,
Birleşik Amerika 86 milyondan 111 milyona, Fransa 76 milyondan 84
milyona, Rusya 133 milyondan 181 milyona, Japonya 56 milyondan 78
milyona, Avusturya–Macaristan 45 milyondan 52 milyona, İtalya 33
milyondan 38 milyona, Türkiye 57 milyondan 29 milyona (ikinci ra-
kamda Mısır hâriç), Çin 238 milyondan 398 milyona, dünya nüfusu ise
1.491.000.000’dan 1.782.000.000’a geçmişti. Büyük Devletler’in toplam
nüfusları bu 15 yıl arasında 1.282.000.000’dan 1.411.000.000’a, diğer
devletlerinki ise 209.000.000’dan 371.000.000’a yükselmişti.
Dünyada yüz binin üzerinde nüfuslu şehir sayısı bu 15 yılda 288’den
402’ye, bunların içinde milyonu geçenler 17’den 25’e, yarım milyonla
bir milyon arasındakiler 30’dan 50’ye, yüz binle yarım milyon arasında-
kiler 241’den 377’ye geçmişti. 1915’te İngiltere’de (bütün sömürgelerle)
yüz binin üzerinde şehir sayısı 90, Birleşik Amerika’da 59, Rusya’da 39,
Almanya’da 37, Çin’de 26, Fransa’da 22, Japonya’da 16, İtalya’da 15, Tür-
kiye’de 13, Avusturya’da 11, İspanya’da 10, Holanda’da 10, Brezilya’da 6,
geri kalan diğer bütün devletlerde ise 48 idi. Büyük şehirlerin durumları
şöyleydi: Londra 7,3 milyon, New York 7,1, Paris 4,6, Berlin 3,8, Essen
(Büyük Essen) 3,3 Chicago 2,5, Viyana 2,2, Petrograd (Leningrad, eski
Petersburg) 2,1, Tokyo 2,1, Philadelphia 2, Buenos Ayres 1,8, Glasgow
1,5, İstanbul 1,4, Hamburg 1,4, Osaka 1,4, Birmingham 1,4, Manchester
1,4, Liverpol 1,4, Boston 1,3, Hankeu 1,3, Kalküta 1,3, Rio 1,1, Bom-
bay 1, Şanghay 1 milyon. Türkiye’nin İstanbul’dan sonra gelen büyük
şehirlerinin 1915 nüfusları: İzmir 400.000, Şam 300.000, Haleb 240.000,
Beyrut 168.000, Bağdad 156.000, Erzurum 144.000, Edirne 135.000,
Afyon 114.000, Manisa 108.000, Kudüs 101.000, Bursa 100.000, Musul
100.000. Ayrıca Türk İmparatorluğunda 50–100 bin nüfuslu 23 şehir
vardı (13’ü bugünki Türkiye sınırları içinde, 10’u dışında).

72
Birinci Cihan Savaşı ve
İmparatorluğun sonu
(1914–1918)

1908 –1914 arasında 6 yılda Türkiye İmparatorluğu, yarı yarıya


denilebilecek şekilde dağılmıştı. Son olarak 1914 sonunda
Türkiye, Cihan Savaşı’na girince, İngiltere de Mısır, Sûdan ve Kıbrıs’ı il-
hâk etti. Bu şekilde imparatorluğun elinde savaş sırasında bugünki Tür-
kiye, Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrâil, Yemen, Suûdî Arabistan (Necd
kısmı hâriç) devletlerini teşkîl eden ülkeler kalmıştı.
O devir Türk basınında “Harb–i Umûmî” denen Birinci Dünya Sa-
vaşı, o âna kadar cihan tarihinin benzerini görmediği genişlikte bir sa-
vaştır. Savaşın sebep ve menşe’leri pek eski ve pek girifttir. Almanya’nın
denizlerde ve sömürgelerde İngiltere ile rekabete kalkışması, böyle bir
şeye tahammül edemeyecek yapıda olan an’anevî Britanya siyasetinin ne
bahasına olursa olsun Almanya’yı ezmek istemesi, Birinci Cihan Sava-
şı’nın başlıca sebeplerinden biridir. Fransız–Alman rekabeti, Fransa’nın
Alsace–Lorraine’i 40 yıldır unutamaması, gittikçe devleşen Almanya
karşısında kara Avrupası’nda ikinci dereceye düşmesi de, mühim se-
bepler arasındadır.
Rusya’nın Uzak Doğu’da Japonya tarafından durdurulmasından
sonra yeniden Balkan siyasetine sarılması, Boğazlar’ı ele geçirmek için
zemin hazırlamak istemesi, durmadan küçük Balkan devletlerini Tür-
kiye ve Avusturya–Macaristan imparatorluklarına karşı kışkırtması,
meselenin doğu cephesini açıklar. Nitekim Avrupa siyasî çevrelerinde
Balkan Savaşı, dünya savaşının gerçek öncüsü olarak telâkkıy edilmiştir.
Bir yandan Almanya–Avusturya–İtalya’nın, öbür yandan İngilte-
re–Fransa–Rusya’nın birbirlerine karşı gruplaşmaları, zâten dünyayı
şüpheli bir geleceğe doğru itiyordu. Avusturya–Macaristan Velîahdi’nin
Bosnasarayı’nda bir Sırp tedhişçisi tarafından öldürülmesi bu impara-
torluğun Sırbistan’a, onu koruyan Rusya’nın da Avusturya–Macaristan’a

73
osmanlı tarihi

savaş açmasıyle sonuçlandı. Böylece, bir cihan savaşı için ortam teşek-
kül etti. Avusturya’nın müttefikı olan ve Slav’lığın Cermen’liği ezmesine
müsaade etmemesi tabiî bulunan Almanya, Rusya’ya; Rusya’nın mütte-
fikı olan ve bu devleti yenen bir Almanya’nın Avrupa’da hâkimiyet kura-
cağından korkan Fransa, Almanya’ya savaş açtı. Belçika’nın tarafsızlığını
ve bütünlüğünü garantilemiş, esasen Fransa ile Rusya’nın müttefikı ve
Almanya’nın düşmanı İngiltere de, Almanya ve Avusturya’ya harb ilân
etti. İngiltere’nin kıt’a savaşındaki rolünü küçümseyen Almanya, yıllar-
dan beri savaş planını Rusya ve Fransa’yı yıldırım harbiyle ezmek üzere
hazırlamıştı. Bunun için kuzeyden Belçika’yı çiğneyerek Fransa’ya gir-
mek îcâb ediyordu. Böylece Belçika ve Lüksemburg da, daha savaşın
ilk günlerinde Merkezî İmparatorluklar’ın karşısında ve Müttefikler’in
yanında yer aldı. Karadağ da, soydaşı Sırbistan’ı yalnız bırakmadı. Bü-
tün bunlara rağmen Almanya ve Avusturya, Birleşik Amerika savaşa ka-
tılmasaydı yenilmezlerdi. Hele İngiltere işe karışmasaydı, yahut İtalya,
müttefikleri Almanya ve Avusturya’ya ihânet edip Müttefikler yanında
savaşa girmeseydi, Almanya ve Avusturya’nın zaferi kesin olurdu. An-
cak İngiltere savaşa girdikten ve İtalya, Almanya–Avusturya yanında
savaşa katılacağına tarafsızlığını ilân edip niyetini belli ettikten sonra,
Almanya–Avusturya için zafer şansı kalmamıştı. Ancak zararsız veya
az zararlı bir netice tahmîn edilebilirdi. Fakat aşağıda anılacak Marne
başarısızlığından sonra, bu netice bile tehlikeye girmiş ve Müttefikler’in
harbi kazanacağı aşağı yukarı, daha savaşın başlangıcında anlaşılmıştı.
Hiçbir devlet, bu çapta bir savaşın yıllarca süreceğine ihtimal ver-
medi. Birkaç ayda biteceğini hesaplayan askerî ve siyasî mütehassıslar az
değildi. Türkiye’nin savaşa girip Rusya’nın boğulmasına ve sonunda yı-
kılmasına sebeb olması, İngiliz başbakanı Lloyd George’un dediği gibi,
savaşı başlı başına iki yıl uzattı.
Dünya tarihinde ilk defa olarak bu savaş boyunca akıl almaz askerî
kuvvetler karşı karşıya geldi. İttifak Devletleri (Merkezî İmparatorluk-
lar): Almanya 40 kolordu (109 tümen+11 süvari tümeni), Avustur-
ya–Macaristan 16 kolordu, Türkiye 63 tümen (9 ordu), Bulgaristan 15
tümen çıkardı. Bu kuvvetlerin karşısına, dengesiz şekilde şu Îtilâf Dev-
letleri (Müttefikler) çıktı: Fransa 21 kolordu (83 tümen+10 süvari tü-
meni), Rusya 37 kolordu ve ayrıca 19 süvari tümeni, İngiltere ve sömür-
geleri 50 tümen, Birleşik Amerika 42 tümen, İtalya 45 tümen, Belçika
6 tümen, Sırbistan 19 tümen, Romanya 25 tümen, Karadağ 3 tümen,
Yunanistan 10 tümen, Portekiz 5 tümen. Bu suretle aşağı yukarı İttifak
Devletleri’nin 246 tümeni, Îtilâf ’ın 441 tümeni karşısında kaldı. Daha

74
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

anlaşılabilir bir hesapla, bu savaşta Îtilâf devletlerinin 42,7 milyon askeri


silâh altına aldıklarını, bunun karşısında İttifak Devletleri’nin 22,9 mil-
yondan fazla asker çıkaramadıklarını söylemek yeter. Aşağı yukarı her
İttifak askeri, iki Îtilâf askeriyle vuruşmaya mecbur kalmıştır. Japonya,
Avrupa kara savaşına katılmamış, ancak büyük donanması ile deniz ha-
rekâtına girişmiştir.
Aşağıda verilen tablolardan, daha iyi bir fikir edinmek mümkündür:

1. Nüfus:
İttifak devletleri:
Almanya 79.000.000
Av. – Macaristan 55.000.000
Türkiye 29.000.000
Bulgaristan 5.300.000
168.300.000

İtilâf devletleri:
İngiltere 461.000.000
Rusya 181.000.000
abd 111.000.000
Fransa 84.000.000
Japonya 78.000.000
İtalya 38.000.000
Belçika 16.000.000
Portekiz 15.000.000
Romanya 8.000.000
Sırbistan 5.000.000
Yunanistan 5.000.000
Karadağ 435.000
1.002.435.000

Savaşa giren iki taraf devletlerinin nüfus toplamı 1.170.735.000’i


bulmaktadır. Merkezî İmparatorluklar’a harb ilân eden, fakat fiilen sa-
vaşa katılmayan sürüyle devlet, bu tablolarda bahis mevzuu edilmemiş-
tir. Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Hindistan ve daha birçok ülke,
İngiltere’nin; Fas, Cezâyir ve daha birçok sömürge de, Fransa’nın nüfus-
larına dâhildir.

75
osmanlı tarihi

II. Silâh altına alınan asker miktarı:


İttifak devletleri:
Almanya 11.000.000
Avusturya – Mac. 7.800.000
Türkiye 2.900.000
Bulgaristan 1.200.000
22.900.000

Îtilâf devletleri:
Rusya 12.000.000
İngiltere 8.900.000
Fransa 8.400.000
İtalya 5.600.000
abd 4.750.000
Japonya 800.000
Sırbistan 750.000
Romanya 750.000
Belçika 300.000
Yunanistan 250.000
Portekiz 100.000
Karadağ 50.000
42.700.000

İki taraftan cem’an 65.600.000 askerin savaşa katıldığı anlaşılmaktadır.

76
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

III. Orduların umumî zâyiâtı ve ölenler


(ilk sütundaki rakamlar umumî zâyiâtı, ikinci
sütundakiler bu zâyiât içinde dâhil olan ölüleri
göstermektedir):

Almanya 7.300.000 1.950.000


Avusturya – Mac. 7.000.000 1.200.000
Türkiye 1.050.000 400.000
Bulgaristan 270.000 90.000
15.620.000 3.640.000

Rusya 9.150.000 1.700.000


Fransa 6.300.000 1.390.000
İngiltere 3.190.000 910.000
İtalya 2.350.000 650.000
Sırbistan 740.000 450.000
Romanya 540.000 340.000
abd 320.000 120.000
Belçika 180.000 100.000
Portekiz 40.000 10.000
Yunanistan 30.000 10.000
Karadağ 20.000 3.000
Japonya 1.000 300
22.861.000 5.683.300

İki tarafın umumî toplamı: 38.481.000 9.323.300

Yukarıdaki rakamlara sivil halktan zâyiâta uğrayanlar dâhil değildir.


Yalnız sivil halktan —başta açlık ve salgın hastalık olmaz üzere— çeşitli
sebeplerden ölenlerin 10 milyonu geçtiği hesaplanmaktadır.
Muazzam düşman kuvvetlerine karşı Almanya, büyük bir güç gös-
terdi. Pek iyi yetiştirilmiş, silâhlandırılmış, son derece iyi ikmâl edilen
kuvvetli tümenleriyle, çok üstün düşman kuvvetlerine karşı doğu ve
batı cephelerinde savaştı. Dünyanın kesin şekilde en güçlü askerî dev-
leti olan Almanya’nın savaşın ilk aylarında genelkurmay başkanı (fiilen
başkumandan) Orgeneral von Moltke idi. Sonra yerine Orgeneral (Türk
mareşali) Von Falkenhayn getirildi. Ağustos 1916’da o da değiştirildi.
Mareşal von Hindenburg genelkurmay başkanı, Orgeneral Lüdendorff
da yardımcısı oldu.

77
osmanlı tarihi

V. Fransız Ordusu’nu tamamen bozan Almanlar, Paris yolunu tut-


makta gecikmediler. Lüksemburg, Belçika ve Kuzey Fransa işgal edildi.
Bu yıldırım savaşı, Fransız ve İngilizler’in yıllardan beri hazırladıkları
savaş planlarını tatbika fırsat vermedi. Üstünlük Almanlar’ın eline geçti.
Fransız–İngiliz–Belçika kuvvetleri, panik hâlinde kaçıyorlardı.
6–12 Eylülde (1914) Marne ırmağı üzerinde yapılan kanlı çarpış-
malar, Paris’e 30–40 km kala Almanlar’ı durdurdu. Bu da, Fransa’nın
yıldırım savaşıyle bertaraf edilmesi planını suya düşürdü. Böylece 43
yıllık Alman genelkurmay planları, milyonu geçen müttefik orduları ta-
rafından akim bırakıldı. “Hatasız kurmay” vasfını kaybeden von Moltke
(Büyük Moltke’nin yeğenidir), Kayzer tarafından değiştirildi.
İşte Türkiye’nin savaşa katılması bu tarihî dönüm noktasından,
Marne muharebelerinden sonra oldu. O zamana kadar Almanya, muh-
temel bir savaşta, yıldırım harbiyle Fransa’yı tasfiye ettikten sonra bü-
tün gücüyle Rusya’ya yükleneceğine bütün dünyayı inandırmıştı. Fakat
Marne muharebelerinden sonra, böyle bir şeyin olamayacağı, savaşın
belirsiz bir süre için ve Almanya’nın aleyhine olarak uzayacağı, kesin
şekilde anlaşıldı. Bunu anlamayan, yalnız Enver Paşa oldu. Cihan de-
nizlerine, bütün iktisadî imkânlara sahip büyük devletlerle Türkiye’yi
hiç de lüzumu yokken savaşa atan Enver Paşa, Meclislere, hükümdâra,
hükûmete haber vermeden, donanmaya Rus limanlarını bombardıman
emrini veren Enver Paşa.
Tarafsız kalması, Türkiye’ye sonsuz nimetler temin edecekti. Bir
defa Boğazlar’ı tarafsız da olsa kapatacağından, Rusya gene boğulacaktı.
Dünyanın savaştan bitkin çıktığı 1918’de Türkiye, zinde, hiç yıpranma-
mış bir ordu ile, Yakın Doğu ve Bakanlar’ın münakaşasız şekilde en güç-
lü devleti olacaktı. Akıl almaz insan ve servet harcamayacaktı. 1922’ye
kadar süren ve düşman sürülerini Ankara yakınlarına getiren, yüzlerce
Türk şehir ve kasabasının mahvolmasıyle neticelenen facialar olmaya-
caktı. İmparatorluk cebren tasfiye edilmeyecekti. 1945’ten sonra İngilte-
re ve Fransa nasıl imparatorluklarını kendi irâdeleriyle tasfiye ettilerse,
Türkiye de öyle yapacaktı. Bu tarihlere kadar Irak, Suûdî Arabistan pet-
rollerinden faydalanacaktı. Birçok Türk ülkesi de şüphesiz bu tasfiyede
yabancılara geçmeyecekti.
Birinci Dünya Savaşı, bütün cihan tarihinin en mühim hâdisesidir.
Gerçi ateş kudreti ve tahribat bakımından İkinci Cihan Savaşı, ilkini
geride bırakmıştır. Fakat dünya düzenine getirdiği değişiklikler, birin-
cisinden fazla değildir.
Bu savaş, o zamana kadar tahmin ve tahayyül dahi edilemeyecek bü-

78
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

yüklükte askerî kuvvetleri karşı karşıya getirdi. Büyük insan kitleleri, bir
cephede yığıldı. Kuvvetler iki tarafta denge hâlinde olduğu için, yıllarca
siperlere kakılıp kaldı. Bu şekilde büyük orduların tahkimat içine yerle-
şip birkaç km, hattâ m lik yerler için milyonlarca cephane sarfetmeleri, o
zamana kadar görülmemiş bir şeydi. Daha önceki her hangi bir savaşta,
Birinci Dünya Harbi’nin kızgın bir şekilde geçen birkaç günü içindeki
kadar cephane harcanmış değildi.
Uçak, tank, zırhlı, motörlü vasıtalar, dev toplar, zehirli gaz, amansız
denizaltı savaşı, havadan şehirlerin (bu arada İstanbul’un) bombardı-
manı, bu harbin getirdiği yeniliklerdir.
Savaştan sonra dünyanın siyasî haritası değiştiği gibi, ondan çok
daha fazla, toplumların bünyeleri tahavvül etti. Savaşın felâketlerin-
den faydalanan komünizm gibi, her türlü insan haklarını inkâr eden
kanlı bir rejim, Rusya’ya yerleşti. Başka birkaç ülkede yerleşmesine de
ramak kaldı. Milletler, âdetâ kolektif bir çılgınlığa kapıldılar. Yüzlerce
yıllık monarşiler yıkıldı. Osmanoğulları, Habsburglar, Hohenzoller-
nler, Romanoflar gibi ebedî sanılan hânedanlar, iktidardan düştü. Sa-
vaştan memnun çıkmayan devletlerde, büyük ölçülerde teşkilâtlanmış
faşist diktatörlükler türedi. Almanya, İtalya, İspanya, Macaristan gibi
devletlerde görülen bu diktatörlükler, hem komünizme, hem de liberal
demokrasilere karşı, amansız bir düşmanlık gösterdiler. İktidar, cihan
tarihinde asla görülmemiş bir şekil ve kudrette tek şahısta toplanabildi.
Komünist olsun, faşist olsun bu diktatörler, tarihin akla gelebilecek en
büyük müstehidlerine, meselâ firavunlara rahmet okutacak bir zulüm
gücü iktisâb edebildiler.
Buna rağmen, insanlığın demokrasiye güveni eksilmedi, arttı. De-
mokrasi, daha iyi uygulandıktan, sosyal adalete daha ağırlık verdikten
başka, kendine yeni sahalar da buldu. Savaştan sonra İngiltere, dünya-
nın en büyük ve kudretli devleti hâlini, eskisinden daha çok elde etti.
Bugün sayıları 160 kadar olan müstakil devletin tam üçte biri, İngil-
tere’ye bağlı idi. I. asırda Roma, XVI. asırda Osmanlı İmparatorlukla-
rı neyse, o hâle geldi. Dünya nüfusunun en büyük kısmını, şu veya bu
şekilde, idare veya nüfûzuna tâbî kıldı. Ancak aynı yıllarda, Britanya
imparatorluğunda, 6 kıt’aya yayılan, Roma ve Osmanlı imparatorlukla-
rından sonra tarihin gördüğü bu üçüncü devamlı cihan devletinde, ilk
gerileme, hattâ çözülme alâmetleri belirdi. İngiliz emperyalizmine karşı
umumî bir nefret uyandı. Afrika ve Asya devletlerinin çoğu sömürge
hâline getirilmişti. Afrika’da yalnız Liberya, Asya’da ise sadece Türkiye,
Japonya, İran, Siyam ve kısmen Çin, sömürge olmaktan yakalarını kur-

79
osmanlı tarihi

tarabildiler. İki savaş arası (1918–1939), sömürgeciliğin altın çağı olma-


sa bile, en büyük sahalara yayıldığı devir olarak tarihe geçti.
Yüzlerce yıllık rejimlerin bir anda iskambil kâğıdı gibi yıkılması,
toplumların rûhî durumunu değiştirdi. Gelenek ve âdetlerin mühim
bir kısmı bırakıldı, hattâ inkâr edildi. İnsanlar nezaket ve terbiyelerini
kaybedecek duruma geldiler. Bu buhrandan İkinci Cihan Savaşı çıktı.
Eski âileler büyük darbe yediler ve bütün dünyada servetlerini,
şuradan buradan türeyen şahıslara bıraktılar. Bu bilhassa Türkiye gibi
asâletin olmadığı ülkelerde müşâhede edilen bir içtimaî hâdise şeklinde
tecellî etti.
Taraflar, milyonlarca zâyiat verdiler. Dünya, mühim bir aydın ta-
bakadan yoksun kaldı. Bu arada Türkiye’nin zâyiâtı korkunç oldu.
1911’den 1922’ye kadar devam eden savaşlarda, yüz binlerce Türk öldü;
en iyi yetişmiş, Doğu ve Batı kültürlerini nefsinde birleştirmiş bir genç
nesil yok oldu. Bilhassa Çanakkale, bir yedek subay savaşı hâlinde, on-
binlerce Türk aydınını yok etti. Türkiye bu gerçek aydınların kaybından
çok ağır bir darbe yemiş oldu. İctimaî sarsıntı, uzun zaman halledileme-
yecek derecede mühimdi.
Türkler, 2.200 yıllık tarihlerinin en büyük topyekûn felâketine mâ-
ruz kaldılar. Bu savaş sonunda, Türkiye’nin hiçbir zaman istilâ yüzü gör-
memiş en değerli toprakları, Anadolu’nun içerilerine kadar, tahrîb edil-
di. Esasen yeter derecede kötü olan Türk ekonomisi, savaştan tam bir
yıkım hâlinde çıktı. Asrın başlarında 50–100 bin nüfusa erişmiş Ana-
dolu şehirlerinde nüfus yarının çok aşağılarına düştü. Nitekim 1927’de
yapılan sayım, ancak 13.648.000 nüfus gösterdi.
Birinci Cihan Savaşı, Türk milletinin askerlik değerini ve mânevî
gücünü bir defa daha ortaya çıkarmaktan da geri kalmadı. Bu savaşta
kazanılan bazı başarılar, başta Çanakkale olmak üzere, askerlik tari-
hinin mühim olaylar içinde yer alır. Türk orduları Çanakkale’de, Kaf-
kasya’da, Galiçya’da (Polonya), Makedonya’da, Dobruca’da, Yemen’de,
Hicaz’da, Libya’da, Sînâ ve Filistinde, Irak’ta, İran’da vuruştular. Başta
Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, Cevad Paşa, Mersinli Cemal Paşa, Ali
İhsan Paşa, Es’ad Paşa, Şehzâde Osman Fuâd Efendi (Paşa) gibi üstün
değerde birkaç kumandan dışında, Türk orduları, kendilerine lâyık ku-
mandanlardan mahrumdu. 9 Türk ordusunun ancak bir ikisi muktedir
ellerdeydi. Kumanda heyeti bâzan, tamamen âciz subaylardan müte-
şekkildi. Teçhizat çok eksikti. Mahrumiyetler büyüktü. Eğer Alman ve
Avusturya–Macar orduları derecesinde mükemmel techîz edilebilseydi,
Türk silâhlı kuvvetlerinin başarısı büyük olurdu.

80
osmanlı imparatorluğu siyasî tarih

Türkiye’nin savaşa girmesi üzerine İngiltere, Mısır–Sûdan ve Kıbrıs


üzerindeki Türk hâkimiyetinin son bulduğunu ilân etti. Lozan muâhe-
desi ile bu ülkeleri Türkiye, kesin şekilde bıraktığını kabûl etti.
Dünyada, sanayi, ziraat ve ticarette büyük bir gerilik, bazı ülkelerde
geçici bir yokluk hâsıl oldu. Bâzı bölgeler, nüfustan âdetâ boşaldı. Şehir-
lerin hepsinin nüfusunda düşüklük görüldü. Yalnız Birleşik Amerika,
savaştan büyük bir zenginlik ve refahla çıktı. Fakat dünyanın en büyük
kısmı, ilerleme hızından çok şeyler kaybetti.
Savaştan yenik çıkan dört devletin uğradığı hakaretâmiz ve son
derece haksız muamele, İkinci Cihan Savaşı’nın gerçek sebebini teşkîl
etti. Bu haksız muameleye karşı yalnız Türkler baş kaldırdı. Almanlar,
Avusturyalılar, Macarlar ve Bulgarlar, baş eğdi. Bu devletlerin en değerli
toprakları ellerinden alındı.
Harbin son günlerinde “hâkan–ı sâbık” denilen II. Abdülhamîd (10
Şubat 1918) ve 4 ay, 23 gün sonra da kardeşi V. Sultan Mehmed Re-
şad Han (4 Temmuz 1918) öldüler. II. Abdülhamîd’in cenaze merasimi
muhteşem oldu. Artık kendisini takdîr etmeye ve anlamaya başlayan
ittihadçı liderler katıldığı gibi, halk, harbin en acı günlerinde, devrinde
huzur, refah ve sulh içindeki yaşadığı eski hükümdârın ardından sami-
mi gözyaşları döktü. 10 yılda ortam, bu derecede değişmişti.
30 Ekim 1918 Mondros mütârekesi harbe son verdi. Artık Türki-
ye tarihinde yeni bir safha başladı. 16 Mart 1920’de Müttefikler’in İs-
tanbul’u işgal etmesi, Meclis–i Meb’ûsân’ı cebren dağıtması ve birçok
milletvekilini Malta’ya sürmesi, Türk imparatorluğunun taht şehrini
fiilen İngiliz nüfûzuna geçirdi. 23 Nisan 1920’de İstanbul’dan kaçabilen
milletvekillerinin iştirakiyle Ankara’da, Mustafa Kemal Paşa’nın baş-
kanlığında, Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı ve Millî Mücadele’yi
yönetmeye başladı. 1920, hattâ 1918 sonundan itibaren, imparatorluk
ve cumhuriyet dönemleri tarihi, biribirinin içine girer. 1 Kasım 1922’de
Türkiye Büyük Millet Meclisi, saltanatı ilga etti. Ağabeyi Sultan Reşâd’ın
yerine geçen sonuncu padişah VI. Mehmed Vahîdeddîn, yalnız halîfe sı-
fatıyle kaldı ve 16 Kasım gecesi İstanbul’u terk etti. Yerine son velîahd–i
saltanat Abdülmecîd Efendi, halîfe oldu. 3 Mart 1924’te Türkiye Büyük
Millet Meclisi, halîfeliği de kaldırdı. II. Abdülmecîd, 101. ve sonuncu
İslâm halîfesi olarak bütün hânedan’la beraber Türkiye dışına çıkarıldı.
Bu arada 29 Ekim 1923’te yeni rejime ad konularak cumhuriyet ilân
edilmişti.
Osmanoğulları’ndan gelen hükümdarlar, Ertuğrul Gazi’den VI.
Mehmed’e kadar (I. Süleyman ve Sultan Mûsâ da dâhil edilmek üzere)

81
osmanlı tarihi

39, yalnız halîfe olan II. Abdülmecîd ile 40 kişidir. Bu suretle saltanatları
1231’den 1924’e kadar 693 yıldır (son 1 yıl, 3 ay, 14 günü sadece hilâ-
fet). “Halîfe” sıfatıyle “İslâm’ın başı” titrini ise 407 yıl, 6 ay, 5 gün yalnız
30 kişi taşımıştır. 632 yılında başlayan halîfelik müessesesi 1924’te son
bulmuş, Osmanoğulları’ndan sonra müessese devam edememiş, böyle
bir sıfatı taşıyacak mânevî ve maddî gücü hâiz hiçbir şahıs ve hânedan
bulunamamıştır.
Saltanatın düşmesi ile, Türkiye tarihinin üçüncü devresi kapanır ve
içinde bulunduğumuz üçüncü devre, Cumhuriyet devri başlar.
2.500 yıllık bir Türk tarihi vardır. Türkiye devleti ise 900 yıllıktır.
Selçuklu devresi “Birinci İmparatorluk”, Osmanlı devresi “İkinci İmpa-
ratorluk” devirlerini teşkîl eder. Üçüncü devre olan Cumhuriyet dev-
ri yarım asrı henüz geçmiştir ve daha çok yenidir. Selçukoğulları’nın
ve Osmanoğulları’nın hayret edilecek derecede mütevâzı şartlarla işe
başladıkları hatırlanırsa, içinde yaşadığımız üçüncü devrenin istikbâli
hakkında çok iyimser düşünebilmek ümîdinde haklı oluruz. 900 yılda
bir Türkiye Milleti yaratılmıştır ki, Türk milletinin en büyük ve şerefli
parçasıdır.

82
2
Osmanlı İmparatorluğu
Medeniyet Tarihi

83
Padişah

O smanlı devrinde hükümdâra halk daha çok “padişah” demiştir. Av-


rupalılar “sultan”, saray halkı daha çok “hünkâr” demiştir. Devletin
mutlak temsilcisi idi. Bu sıfatı, şerîatle, yasalarla ve kanunlardan daha
güçlü olan gelenek, örf ve âdetlerle kayıtlı idi. Daha önceki herhangi bir
Türk imparatorluğundan daha fazla, imparatorluğun birliğinin senbolü
idi. Padişah olmaksızın bu birliğin muhâfaza edilemeyeceği kanaati ke-
sin inanç hâlindeydi ve tamamen gerçekçi bir inançtı.
Padişah, aynı zamanda halîfe’dir. Yani dünya Müslümanları’nın en
büyük lideri. Bu sıfatı, 1516 yılının 29 Ağustosundan beri resmen kul-
lanmıştır. İran’daki Türk hânedanları, Safevîler, Avşarlar ve Kaçarlar ise,
“şâh” unvânı ile beraber bütün Şîî Müslümanlar’ın başı olduklarını ileri
sürmüşlerdir. Osmanlı–İran savaşlarının jeopolitik sebepler dışında bir
büyük sebebi de bu halîfe–imam çekişmesidir.
Osmanlı Cihan Devleti, tarihteki diğer cihan devletleri gibi, çeşitli
ülkeleri çeşitli statülerle idare eden bir siyasî teşekküldür. Birçok mahallî
hânedânı yerinde bırakmış, bunları tâbiiyet yoluyle devlete bağlamıştır.
Padişah, pek çok hükümdârın, metbûu, hattâ metbûunun metbûudur.
Bu bakımdan da Osmanlı birliğinin devamı için rolü, hayâtîdir.
Padişah, eski Türk hâkanları gibi, hükümranlığını doğrudan doğru-
ya Tanrı’dan alırdı. Feth ettiği topraklarda, kılıcının hakkı olarak salta-
nat sürerdi. Abbâsî halîfeleri gibi “Tanrı’nın Gölgesi” idi. Fakat firavun-
lar veya Sezarlar gibi bizzat “tanrı” değildi, yahut eski Türk hâkanları
gibi “Tanrı’ya benzer” de değildi. İslâm dini, böyle sıfatları kesin şekilde
yasaklıyordu. Yasa ve gelenek bağlarıyle, sanıldığından daha fazla kayıt
altındaydı ve birçok istediğini, bu istekler son derece şahsî olsa, şah-
sından başka kimseyi ilgilendirmese bile yapamazdı. Ekserisi çok ileri
fikirli, hattâ inkılâpçı olmalarına rağmen, ya istedikleri inkılâp veya re-

84
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

formları çok dikkatli tatbik etmişler yahut bu yolda —II. Osman ve III.
Selim gibi— baş vermişlerdir. XX. asrın komünist veya faşist diktatörle-
rinin mutlak davranışlarının bir kısmı bile padişahlarda mevcut değildi.
Ancak her şey, padişah adına yapılırdı. Padişah adına yapılan her
şeyin devletin yüksek menfaatlerine uygun bulunması ve bu irâde karşı-
sında akan suların durması lâzımdı. Nazarî olarak her şey padişaha âitti.
Gene nazarî olarak her şeyden padişah mes’uldü.
Padişahın, Osmanoğlu olması, yani baba tarafından Osman Ga-
zi’nin sulbünden gelmesi şarttır. Önce umûmiyetle padişahın büyük
oğlu babasının yerine geçmiş, XVII. asır sonlarında hânedânın en yaşlı
şehzâdesinin padişah olması kaidesi kesinlik kazanmıştır.
Osmanoğulları hânedânından gelen, babası Osmanoğlu (padişah
veya şehzâde) olan imparatorluk prenslerine “şehzâde” ve imparatorluk
prenseslerine “Sultan” denir: Şehzâde Mehmed, Ayşe Sultan gibi. Tanzi-
mat’tan itibaren şehzâdelere “efendi” denmiştir: Şehzâde Ahmed Efen-
di, Velîahd–i Saltanat Yûsuf İzzeddîn Efendi.
Tahta çıkan padişahın annesi hayatta ise derhal “Vâlide–Sultan” ilân
edilir. Protokolde padişahtan sonra ikinci gelir ve gerçek ana–impara-
toriçedir. Padişah eşleri birden fazla oldukları için imparatoriçe sayıl-
mazlar. Bunlara önce “haseki” (bir kaçına “Haseki–Sultan”), XVIII. asır
başlarından itibaren “kadın–efendi” denmiştir: Hürrem Haseki–Sultan,
Gülnûş Haseki, Müşfika Kadın–Efendi… İslâm’dan önce Türk impara-
toriçesi (katun/hâtun) yok olmuş, yerini padişah annesi almıştır: Kösem
Mâhpeyker Vâlide–Sultan.
Padişahın başlıca hükümranlık alâmetleri şunlardır:
Hutbe: Cuma namazı kılınan camilerde hatîb’in, padişahın adını
hutbe okurken anmasıdır.
Sikke: “Sikke” denen mâdenî (altın, gümüş veya bakır) paranın üze-
rinde padişahın adının bulunmasıdır.
Tabl: “Davul” demektir ve eskiden beri Türkler’de saltanat alâmet-
lerinden biridir. Tabl vurularak mehter–hâne’nin belirli zamanlarda
(meselâ sabah, ikindi, akşam), belirli yerlerde (kaleler, padişah ve vali
sarayları önü, meydanlar) konser vererek halka askerî musiki dinletme-
si, hükümranlığa delâlet eder.
Sancak: Bayrak ve sancak, açık şekilde istiklâl ve hükümranlık alâ-
metidir. Fakat tek başına istiklâl alâmeti değildir; çünkü tam müstakil
olmayan devlet ve eyâletlerin de bayrakları olabilmektedir. Bayrak ve
sancak, kesin şekilde kutsaldır. Bayrak ve sancağa hakaret, padişaha ha-
karet suçu (lèse–majesté) ile aynı değerdedir, suçların en büyüğüdür ve

85
osmanlı tarihi

fâiline sadece ölüm cezası verilir. Yere düşürmemek, düşmana bırakma-


mak, mânevî haysiyetine dokunacak bir duruma sokmamak için, ölüm
dâhil, her türlü fedakârlık ve tedbir göze alınır. Osmanoğlu padişahının
hânedân rengi al’dır ve Selçukoğulları’ndan geçmiştir. Ay sembolü de
Göktürkler’e, belki Hunlar’a çıkmaktadır (yıldız, yenidir).
Tuğ: Sancağa yakın bir saltanat alâmetidir. At kuyruğunun bir mız-
rağa geçirilmesinden ibarettir. Kuyruk beyazdır ve millî renge, al’a bo-
yanmıştır. Türkler’de iki bin yıllık bir saltanat senbolüdür. Padişahın
ardından 7 veya 9 tuğ götürülür. Vezirlerin tuğları, padişah tarafından,
onun adına hareket edebileceğini göstermek için verilir. Sadrâzama 5,
vezirlere 3, beylerbeyilere 2, sancak beylerine bir tuğ verilirdi.
Hümâyûn ve Şâhâne kelimeleri: Padişaha ve onun temsil ettiği Türk
imparatorluğuna âit her şey bu kelimelerle anılır: Sancağ–ı hümâyûn,
asâkir–i şâhâne, harem–i hümâyûn, donanmay–ı hümâyûn, orduy–ı
hümâyûn, sefer–i hümâyûn, mekteb–i mülkiye–i şâhâne…
Kılıç alayı: Hıristiyan hükümdarların taç giyme törenine karşılıktır.
Padişaha saltanatının ilk Cuma günü Eyüp Camii’nde kılıç kuşatılma-
sıdır.
Cülûs bahşişi: XVIII. asır ortalarına kadar padişahın orduya —rüt-
belerine göre— altın dağıtmasıdır.
Bîat: Cülûs (tahta oturma) sırasında ilk gün, hükümdârın ileri ge-
lenlerden bir çeşit sadakat yemîni almasıdır. Hazret–i Ebû Bekir zama-
nından beri gelen bir törendir.
Muâyede: Padişahın belirli protokol içinde bütün ileri gelenlerin
bayram tebriklerini kabûlü törenidir.
Selâmlık: Padişahın her Cuma günü bir camide Cuma namazı kıl-
masıdır. Daha çok askerî bir törendir, yalnız cami içindeki kısmı dinîdir.
Huzûra kabûl: Hiç kimseye uygulanmayan en yüksek protokolle,
padişahın, belirli kimseleri kabûl edip konuşmasıdır.
Saltanat kayığı: Hükümdârın Boğaziçi’nde 26 çift kürek, 3 altın yal-
dızlı fener, al renkli yelken, kalın altın yaldızlı tekne ile dolaşmasıdır. Bu
vasıfları taşıyan sandal, sadece padişaha mahsustur.
Padişah en çok neye ehemmiyet verirdi? Bunun cevabı tektir: Ordu-
sunun zafer ve başarısına. Her şey buna bağlı idi. Gazâ olmasa padişah
olmazdı. Osmanoğulları olmazdı. Türkiye, imparatorluk olmazdı. Belki
hâlâ Anadolu’da iki düzine beylik hâlinde yaşıyorduk (bugünki Arab
ülkeleri gibi).
Padişah, devletin en zengin adamıydı. Kanûnî Sultan Süleymân’ın
yıllık geliri bugünki paramızla 12,5 milyar tl idi ki, ganîmetlerden ge-

86
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

len beşte bir padişah hissesi, hediye ve peşkeşler bunun dışındaydı. IV.
Murâd, ölümünde hazînesinde bugünki parayla 1,5 milyar tl altın para
bırakmıştı ve gümüş para bu meblağın dışındaydı. Sonraları padişah ge-
liri düşmüştü. XVIII. asır sonlarında yılda bugünki parayla 3–4 milyar
tl’na düşmüştü. Bu parayı padişah, saray masraflarına, saraya bağlı bir-
liklere, hayır ve bayındırlık eserlerine harcar, bir çeşit telif ücreti olarak
ilim ve san’at adamlarına, yazarlara dağıtırdı. Saraylar ve saray eşyasına
dokunamaz ve satamaz, sadece oturur ve kullanırdı. Zira saraylar ve
içinde biriken akıl almaz değerde mücevher ve eşyalar, padişahın şahsî
malı değildi. Padişahtan padişaha geçen millî servetlerdi.

87
Saray

P adişahın oturduğu saraylara “saray–ı hümâyûn” denirdi. En ünlüle-


ri Topkapı Saray–ı Hümâyûnu, bugünki Topkapı Sarayı Müzesi’dir.
699.000 m2 (0,7 km2) bir arazi üzerinde kurulmuştur. 1640’larda içinde
40.000 kişi yaşıyordu. Batı’da olduğu gibi kitle hâlinde bir büyük yapı
değildir. Eski Türkler’deki gibi pavyonlardan, köşklerden müteşekkil, ta-
biate yakın, bahçeler içinde bir manzûmedir. Padişahların ikinci sarayı
olan ve Topkapı Sarayı’ndan da geniş (3.000.000 m2=3 km2) bulunan
Edirne Saray–ı Hümâyûnu da böyleydi (bugün çok az bir kısmı kalmış-
tır).
“Emânât–ı Mukaddese” denilen kutsal emânetler, Topkapı Sara-
yı’nın Hırka–i Saâdet Dâiresi’ndedir. Yavuz Sultan Selim Hân’ın Mısır
fethinden İstanbul’a döndüğü 25 Temmuz 1518’den, halîfeliğin ilga edil-
diği 3 Mart 1924 gününe kadar 405 yıl, 7 ay, 9 gün, bir dakika, bir sani-
ye ara verilmeksizin, bu dâirede Kur’ân okunmuştur. Yahyâ Kemâl, bir
yazısında bu mehâbetli geleneği “Türk devletinin mânevî temellerinden
biri” şeklinde tavsîf eder.
Hayli yağma edilmesine rağmen bugün de Topkapı Sarayı, Mu-
kaddes Emânetler, Hazîne dâiresi, Çin porselenleri, yazma kitaplar
bakımından, dünyada emsalsizdir. Dünyanın en zengin Çin porseleni
koleksiyonu Çin’de değil, buradadır ve yalnız bu koleksiyonun değeri
milyarlara ulaşmaktadır.
Saray, 3 kısma ayrılır: Harem–i Hümâyûn, Enderûn–i Hümâyûn,
Bîrûn–i Hümâyûn. Harem, padişahın âilesi ve binlerce kadın hizmet-
kârla yaşadığı kısımdır. Enderûn, sarayın iç teşkilâtıdır. Tanzimat’tan
sonra Mâbeyn–i Hümâyûn denilen Bîrûn da, dış teşkilâtı. En ilgiye de-
ğer kısım Enderûn’dur. Zira burada bir saray üniversitesi vardır ki, 4 asra
yakın devam etmiş, imparatorluğun en büyük devlet ve ordu adamları-

88
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

nı, san’atkârlarını yetiştirmiştir. Yalnız musiki kısmı, günümüzün en bü-


yük konservatuarları kadar büyük teşkilâtlı bir yüksek musiki okulu idi.
Mekteb–i Enderûn’da, bir çeşit askerî terbiye içinde yetiştirilen ve
ekserisi Topkapı Sarayı dışındaki orta dereceli saray okullarından gelen
gençlere, subay rütbeleri ve yüksek maaş verilirdi. Bunlar bir taraftan
belirli saray ve padişah hizmetleri yaparlarken, bir taraftan her türlü
spor ve atıcılık öğrenir, ince saray protokolüne sokulur ve ilim ve san’at
tahsil ederlerdi. Arabca ve Farsca mecbûrî idi. Enderûn’un en yüksek
dâiresi, Hâs Oda idi. Burada sayıları 40 ile dondurulmuş, fakat gerçek-
te 32 ilâ 42 arasında oynamış yüksek dereceli genç subaylar, en yüksek
devlet hizmeti, stajı yaparlardı. Diğer 6 dâireden (sınıf veya fakülte) çok
daha az mensûbu vardı. Bu Oda’nın başı olan hâsodabaşı, Enderûn–i
Hümâyûn’un en büyük âmiri idi ve protokolde yeri vezir (mareşal) de-
recesindeydi. Hâs Oda’ya kadar yükselen her subay, padişaha şahsen
takdîm edilirdi. Diğer Enderûn dâirelerinde böyle bir şey yoktu. Padi-
şah, diğer dâirelerin ancak âmirlerini ve müderrislerini (kumandan ve
profesörlerini) tanırdı. Bu teşkilât, 1833’te II. Mahmud’un radikal in-
kılâpları sırasında lağv edildi.
Bîrûn kısmındaki en mühim görevli ise, daha çok protokol işleri-
nin en büyük âmiri olan çavuşbaşı idi ki, Tanzimat’tan sonra “mâbeyn–i
hümâyûn müşîri” denmiştir; Avrupa saraylarındaki maréchal de la
Cour’un karşılığıdır. Çavuş, kapıcıbaşı, müteferrika denen padişah yâ-
ver ve emir subayları (ki sayıları yüzlerce idi), Bîrûn’da görevli idiler.
İmparatorluğun en büyük askerî bandosu olan Mehterhâne–i Hâ-
kanî de, Saray teşkilâtına bağlı idi. Saray doktorlarının bulunduğu he-
kimbaşı dâiresi, ehemmiyetli kısımlardan bir diğeri idi.
Sarayı ve padişah hâs bahçelerini muhâfaza eden hassa alayına “bos-
tancı ocağı” denirdi. Bostancıların sayısı 1595’te 4.000’i aştı ve sonra
düşmeye başladı. Kumandanları “bostancıbaşı” denen generaldi. 300
haseki, bu ocağa bağlı idi. Padişahın saray dışındaki yakın hizmetlerine
bakan muhâfızlardı.
Sarayın ihtiyaçları için padişaha bağlı fabrika ve atölyeler vardı
(saray dışında). Meselâ 1755 yılında saraya helva yapan “helvaciyân–ı
hâssa”nın sayısı 6 usta ve 100 küsur kalfa idi. Böyle saray için çalışan
23 hassa yoğurtçu ve sütçüsü, 31 hassa sebzecisi, 17 hassa kasabı, 24
hassa sakası, 23 hassa simitçisi ve akla gelebilecek her türlü meslek er-
bâbı mevcuttu.
Matbah–ı Âmire, sarayın mutfak teşkilâtıdır ve XVII. asır ortala-
rında burada 1.370 kişi çalışmaktadır. Burada Saray halkının yemekle-

89
osmanlı tarihi

ri pişerdi. Hânedan mensuplarının mutfağı ayrı ve Harem’de idi, buna


“matbah–ı hümâyûn” denirdi. Padişahın ve en yakınlarının yemek ye-
dikleri 12 çok üstâd aşçının çalıştığı ayrı mutfağın adı ise “kuşhâne” idi.
XIX. asırda Türk yemek san’atı ve zevkı zirvesine çıkmış, 1908’den son-
ra bozulmaya başlamıştır. Sarayın yiyecek masrafı muazzamdı. XVII.
asır ortalarında yalnız et masrafı yılda bugünki para ile 30 milyon tl
tutuyordu. Diğer maddeleri, buna kıyâs ediniz. 1595’te sarayın mutfak
masraflarının yekûnu bugünki râyiçle 945 milyon tl’nı buldu ve XVII.
asırda bu meblâğ da aşıldı. 1683’ten itibaren, muntazaman düşmeye
başladı. Sarayda yenilenler, çeşitli yerlerden gelirdi. Meselâ XVII. asır
ortalarında Mısır’dan 36 .00 “kile” pirinç, 2.500 kile nohut, 3.412 kile
kelle şekeri (kesme şeker), Eflâk’tan (Güney Romanya) 20.000 koyun,
19.245 kile bal, 11.547 kile balmumu, 400 kile tuz, Keşan’dan 7.698
kile nohut, Bağdan’dan (Moldavya) 1.283 kile bal, İstanköy adasından
17.962 kile limon, turunç ve kavun, Sakız adasından sakız, İskenderiyye
yoluyle Hindistan’dan kırmızı ve karabiber, kakuule, tarçın, zencefil, ka-
ranfil, safran gelirdi. Diğer gelenleri bunlarla kıyâs ediniz.
Padişaha bağlı has ahırlara “ıstabl–ı âmire” denirdi. Başında halkın
“imrahor” dediği emîr–i âhûr denilen general bulunurdu. Padişaha âit
60.000 kadar binek atı ve 600 kadar seyis vardı. Son derecede yüksek
şecereli 200 kadar hayvan, padişah ve yakın adamlarına ayrılmıştı. Pa-
dişaha âit binlerce mücevherli koşumun bulunduğu “raht hazînesi” bu
teşkilâta bağlı idi. Fransız gezgini Baudier, bu hazînede gördüğü bir tek
koşumun yalnız dizgin ve kolanındaki mücevherlerin değerini —bu-
günkü paramızla— 1.125.000.000 tl olarak kaydeder.
Nihayet sarayın, “fîl–hâne”, “arslanhane” gibi ayrı pavyonlara ayrıl-
mış hayvanat bahçesini de anmak îcâb eder. Bu pavyonlar, halkın ziya-
retine açıktı. Padişahlar teşhirdeki bu hayvanları satın almazlardı. Ken-
dilerine ecnebî veya tâbî hükümdarlardan gelen hediyelerdi.

90
Devlet

P ax Ottomana, Pax Romana’dan sonra, dünyaya yeni bir düzen ge-


tirmek iddiasında bulunmuş ve bunu geniş şekilde gerçekleştirmek
için asırlarca uğraşmıştır. Pax Ottomana’nın Türkçesi “Nizâm–ı Âlem”
yani “Cihan Düzeni”dir. Büyük Fransız tarihçisi Michelet şöyle der: “Bir
krallık ne demektir? Eyaletler arasında sulh! Ya bir imparatorluk ne de-
mektir? Krallıklar arasında sulh!”.
Bu cihan hâkimiyeti ve barışı mefkûresi Osmanlılar’a Eski Türk-
ler’den mirastır. Alp Er Tunga’yı, MÖ VII. asırda yaşayan bu Türk
hükümdârını XI. asırda bile (18 asır sonra) “Ajun Beği” yani “dünya
hükümdârı” olarak anan Türkler, Osmanlı hâkanlarına aynı mânâda
“Pâdşâh–ı Cihân=Cihan Padişahı” demişlerdir. Hâkan, İslâmî idealle de
birleştirilmiş, yalnız millî birliğin değil, aynı nizâm–ı âlem’in de senbo-
lü sayılmıştır. Dünyanın tamamı Osmanlı hâkanının hükümranlığında
olmasa bile bu böyledir. Zira hâkan, en güçlü devletin hükümdârıdır ve
bu devletin rızâsı olmaksızın dünya düzeni tabiatıyle mümkün değildi.
Roma imparatorları da bütün dünyayı ele geçirememişlerdi ama, Pax
Romana, ancak Roma’nın rızâsı ile mümkündi.
Padişah, bu nizâm–ı âlem’i, Osmanlı devlet anlayışını temsîl eder.
Canlı bir sancak, bayrak veya tuğ gibidir. Onun için akıl almaz haşmet-
lerin içine tıkılmış, en karışık protokollere sokulmuştur. Onun içindir
ki, padişaha itaatsizlikten büyük hiçbir suç yoktur. Belki Allah’ın tek
olmadığını söylemek ancak daha büyük suçtur. Zira padişaha itaat ol-
mayınca; devlet çözülmeye başlar. Değil Nizâm–ı Âlem, millî birlik bile
bozulur. Padişahın isminde toplanan bu derecede kesin merkezî devlet
otoritesi olmasaydı, imparatorluk olmazdı. Okyanuslar arasında uza-
nan, her türlü iklimde her çeşit insanla meskûn olan muazzam Osmanlı
imparatorluğu, haberleşme aracının at, nihayet güvercin olduğu devir-

91
osmanlı tarihi

lerde, başka türlü yönetilemezdi.


Devlet, yalnız mânevî güç ve çok akıllıca yapılmış yasalarla ayakta
tutulmuyordu. Dünyanın en güçlü ordu ve donanması, en müreffeh top-
lumu, büyük bir iktisadî kudrete ve maliyeye dayanıyordu. Asırlar bo-
yunca Osmanlı Devleti, iktisadî bakımdan, kendi kendine yeterli dün-
yanın belki tek devleti idi. Avrupa’nın en nüfuslu devleti olan Fransa’nın
dış ticaretlerinin % 50’si Türkiye ileydi. Asırlarca Avrupa’nın ticarette en
ileri devleti olan Venedik, hiç olmazsa 1620’lere kadar Türkiye’den yal-
nız altın para karşılığında bugünki râyiçle 12,5 milyar tl’lık mal satın
alıyordu ve takas suretiyle satın aldıkları bu meblağın dışında idi. XVI.
asır sonlarında imparatorlukta tedâvül eden altın ve gümüş paranın bu-
günki değerinin çeyrek trilyon (250.000.000.000 tl) olduğunu tahmîn
ediyorum.
Şimdi, Asya tarihinin en büyük mütehassıslarından biri olan çok
salâhiyetli bir tarihçinin, Fransız Akademisi’nden René Grousset’nin,
bazı satırlarını nakletmek istiyorum. Şöyle diyor (La Face de I’Asie =
Asya’nın Çehresi, Paris, 1955 s. 49, 50, 52, 55, 56, 62, 63, 116, 120):
“Türk milletinin sürekliliği, vaktiyle kurulmuş âhenginden gelir. İn-
san ve toprak arasında 9 asır süren bu metîn uyuşma, bu âhengin delîli-
dir. Anadolu toprağı ile Türk milletinin dehâsı, kaynaşmıştır.”
“Türk ırkı, Eski Dünya’nın demir ırklarından biridir. Bu ırk, bilindi-
ği gibi, Orta Asya menşe’lidir; Sibirya uclarında, Orta Moğolistan’da o
derece sert olan bu iklimlerde, daha tarih sahnesine çıkışının başlangı-
cında kıvâmını bulmuştur.”
“Türk ırkının iki karakteri bârizdir: Bir taraftan fizik sağlamlığı ve
dayanıklılığı, ırkan yok edilemez vasıfta olması, diğer taraftan çeşitli
mânevî iklimlere kendini uydurabilme kabiliyeti… Türkler, daha tarih
sahnesine çıktıkları zaman, hârikulâde ve hayran bırakıcı bir seviyede
güzel san’atlarda ilerlemişlerdi. Türk san’atı, Çin san’atına tesîr ederek bu
san’atı yepyeni bir hâle getirmişti… V. asırda, Çin san’atının yükseldiği
derece, insanlığın tanıdığı en yüksek derecede dinî san’atlardan biri ola-
rak, Türkler’in eseridir.”
“Eski Dünya’nın demir ırkı demiştik… Bu ırkın ikinci çarpıcı karak-
teri, yönetmeye ve kumanda etmeye olan kaabiliyetidir; bilhassa karma-
karışık olan halkları derleyip toparlamak hususundaki teşkilât kaabili-
yeti, tarihte yalnız Romalılar’la mukayese edilebilir…”
“Modern, bugünki Asya milletlerinin hepsine, millet ve devlet olma-
yı Türkler öğretmişler, onları Türkler teşkilâtlandırmışlardır. Hepsinde,
Türkler’in birleştirici, basit hâle ircâ edici te’sirleri görülür. Hepsinde

92
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

“Türk Düzeni”ni buluruz. Zâten devlet ve hükûmetin mânâsı, Türkler’e


göre, sadece “düzen”dir…”
“Osmanlılar, tarihin en şaşırtıcı maceralarından birini temsîl eder-
ler… O derecede ehemmiyet kazanmışlardır ki, Türk ırkını yalnız
Osmanlılar’ın temsîl ettiği sanılmıştır. Debdebeleri, tarihin en büyük
destanlarından biridir. Yeni bir kıt’ayı, Amerika’yı insanlığa ve dünya-
ya açan İspanyol Conquistadore’larına benzerler. 6 Osmanlı asrı, Türk
ırkının meziyetlerinin en büyük şâhididir…”
“Bir tarihçi için, Bursa ve İstanbul’un hayran bırakan camilerini,
Türk şiirinin ince insânî güzelliğini ihmâl etmek, imkânsızdır. Bunlar,
bizim müşterek Batı medeniyetimizin mahsulleri arasında mütâlaa edil-
mek îcâb eder…”
“İspanyol imparatorluğunun tasfiyesi 1598’de II. Felipe’nin ölümüy-
le başlar ve 1713’te Utrecht Anlaşması ile bir asır içinde sona erer. Os-
manlı İmparatorluğunun tasfiyesi ise, 1699’da Karlofça Anlaşması ile
başlar, fakat 220 yılda, 1920’lerde tamamlanabilir.”
“Ama XIX. asırda Batı’nın Asya’ya teknik üstünlüğü, bütün bu tablo-
yu bozmuş, hattâ Asya’nın eski mânevî gücünü bile sarsmıştır.”
Bir büyük tarihçinin tahlîli, burada sona eriyor.
Diğer Batılı tarihçiler de farklı şey söylemezler. İngiliz tarihçisi Lord
Kinross, 1973’te Book and Bookman dergisine yazdığı bir makalede
şöyle der: “Osmanlı İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu kadar büyük,
hemen hemen onun kadar geniş bir sahaya yayılmış ve onun iki katı bir
müddet mevcudiyetini devam ettirmiştir”.
Bir cihan devletinin tarihteki rolü elbette cihanşümûldür. Osman-
lılar olmasaydı tarihin akışının nasıl olacağı, tasavvur bile edilemez.
Herhalde Doğu Karadeniz, bütün Marmara bölgesi ve bu arada tabiî
İstanbul, bugün Hıristiyan ve Hıristiyan hâkimiyetinde olurdu. Selçuk-
lular nasıl Haçlılar’ı Anadolu’dan atmış ve bütün İslâm âlemini onlara
karşı savunup kurtarmışlar, Memlûkler nasıl Doğu Akdeniz’deki son
Haçlı devletlerini de ortadan kaldırmışlarsa, Osmanlılar da bütün Ku-
zey Afrika’yı bu şekilde savundular. Osmanlılar olmasaydı bugün Fas,
Cezâyir, Tunus ve Libya, tıpkı Endülüs gibi, tıpkı Latin Amerika gibi,
birer İspanyol ülkesiydi.
İmparatorluğunun çöküş asırlarında bütün İslâm âleminin ümîdi
İstanbul’du. Türk büyüklerinin adı, bütün İslâm âleminde doğan ço-
cuklara verilirdi. Abdülhamîd, Osman (Gazi Osman Paşa), Enver, niha-
yet Kemal (Atatürk) adları böyledir ve milyonlarca çocuğa verilmiştir.
1918 topyekûn felâketinden sonra Batılı emperyalistler, son İslâm dev-

93
osmanlı tarihi

leti olarak Türkiye’yi de sömürgeleştirmeye kalkıştıkları zaman, İslâm


ve Türk dünyasında tepki büyük olmuştu. Türkistan Türkleri, 1878’de
doğup Gazi Osman Paşa’ya nisbetle ad verilen Buhârâ Cumhurbaşkanı
Osman Hoca eliyle 100.000.000 ruble (5 milyon altın) toplamış, bunun
10 milyonunu Lenin alakoymuş, 90 milyonunu Ankara’ya yollamıştır.
Hindistan Müslümanları yarım milyon altın, son Mısır hıdîvi II. Ab-
bas Hilmi Paşa 900.000 altını, Ankara’ya göndermişlerdir. Bunlar, Türk
Millî Mücadelesi’ne yapılan dış teberrûların en mühimleridir ve satınal-
ma gücünün çok yüksek olduğu 1920 yılında büyük paralardır. Müstevlî
Yunanlı’yı ise, birçok zengin Avrupa devleti desteklemiştir.

94
Hükûmet

O smanlı devletinde başbakana “vezîr–i âzam=en büyük, ulu vezir”,


sonradan sadrâzam denmektedir. Hükûmetin başıdır. Padişahın
mutlak vekîlidir. Seferde orduya kumanda ederse “serdâr–ı ekrem” sıfa-
tını alır ve sefer müddetince padişaha eşit bütün yetkileri kullanır. Dev-
letin her türlü işinden sorumlu en yüksek görevlidir. Silâhlı kuvvetler,
ordu ve donanma, doğrudan doğruya ona bağlı ve ona karşı sorumlu-
dur. Kendisi yalnız padişaha hesap verir. Padişah gibi yasa ve gelenek-
lerle kayıtlıdır. “Dîvân–ı Hümâyûn” denen bakanlar kurulunun kararını
aldıktan sonra uygulayabileceği gibi, sonradan Dîvân’a izah etmek şar-
tıyle re’sen de karar verip tatbik edebilir. 1839’a kadar, mahkeme kararı
almaksızın, devletin yüksek menfaatleri için, re’sen idam emri verebilir
(vezir, bir dereceye kadar beylerbeyi pâyesindekiler için padişahın tas-
vîbini almaya mecburdur).
Sadrâzam olmak için hiçbir kayıt, neseb, tahsil şartı yoktur. Vezir
pâyesine yükselmiş devlet adamları arasından padişahça seçilir. Sadrâ-
zamın İslâm dininden olması şarttır. Vezirliğe kadar gelebilen her Müs-
lüman vatandaş için sadâret yolu açıktır. Çoğu mütevâzı menşe’li, köylü
vatandaşlardır. Yüksek ve zengin âilelerden gelenler daha azdır. Yani o
çağdaki Avrupa sistemine tamamen aykırı bir sistemdir.
Tanzimat’tan önce, hele klasik devirde sadrâzam tahsisatı muazzam-
dı. Tanzimat’ta çok indirilmiştir. 1876’dan sonra gelen sadrâzamların
maaşları ayda 250 ilâ 1.500 altın arasındadır.
Sadrâzamlardan 36’sı padişah kızları sultanlar ile evlenerek
“Dâmâd–ı Hazret–i Şehriyârî” olmuşlardır. En çok iktidarda kalan sad-
râzamlar Çandarlı–zâde I. Halil Hayreddin Paşa (1364–1387) (22 yıl, 4
ay) ve oğlu Çandarlı–zâde Ali Paşa’dır (19 yıl, 10 ay, 27 gün). 1320–1922
arasında 215 sadrazâm iktidâra gelmiştir. Bunların içinde birden fazla

95
osmanlı tarihi

sadârete geçenler çoktur.


Osmanlı imparatorluk hükûmetine “Dîvân–ı Hümâyûn”, sonra-
dan “Bâb–ı Âlî” denmiştir. Başkanı sadrâzamdır ve üyeleri belirlidir.
Fâtih’ten itibaren padişahın hükûmet toplantılarına başkanlık etmesi
yasaklanmış, devlet ve hükûmet başkanlıkları kesin şekilde ayrılmıştır.
Dîvân–ı Hümâyûn kararlarının temyizi, değiştirilmesi mümkün değil-
di, mutlak kararlardı. Bugünki hükûmetlerin çok üzerinde salâhiyetler-
le teçhîz edilmişti.
Dîvân–ı Hümâyûn’da sayıları umûmiyetle 5 olan, bazen 8’e kadar
çıkan “kubbe vezirleri” vardı ve “2. vezir, 3. vezir…” diye kıdem sırasına
göre yer alıyorlardı. 2. vezir, tabiî sadâret namzedi idi. Fakat padişah,
sadrâzamı, diğer kubbe ve eyâlet vezirleri arasından da seçebilirdi. Eyâ-
let valileri olan beylerbeyilerin bâzılarına —beylerbeyilikten bir üstün
pâye olan— vezîr rütbesi verilirdi ki, bugünki mareşal rütbesine eşit-
tir. Hükûmetin diğer üyeleri şunlardı: Kapdân–ı deryâ (deniz bakanı ve
deniz kuvvetleri komutanı), kâhya bey veya sadâret kedhudâsı (içişleri
bakanı), yeniçeri ağası (yeniçeri ocağı komutanı), Rumeli ve Anadolu
kazaskerleri (şeyhulislâmın iki yardımcısı), nişancı (devlet bakanı), baş-
defterdar (maliye bakanı), reîsülküttâb (dışişleri bakanı). Devletin sad-
râzamdan sonra ikinci büyük görevlisi olan şeyhülislâm, Dîvân üyesi
değildi. Hem eğitim, hem adalet, hem vakıflar, hem diyânet işleri bakanı
olan şeyhulislâm, ayrıca bir dîvân kurardı. Tanzimat’tan sonra şeyhu-
lislâm, ikinci üye olarak hükûmete alınmıştır ama, o sırada artık eski
salâhiyetlerinin haylisini kaybetmiş bulunuyordu.
Dîvân–ı Hümâyûn’un yargı yetkisi vardı. Kararları temyîz edileme-
yen ve oracıkta icrâ edilen en yüksek imparatorluk mahkemesi olarak
da çalışabilirdi. Hükûmet müzakereleri kapalı celse hâlinde olduğu hal-
de, davaya açık celsede bakılır. Dîvân’a getirilmiş davaları, hukuk adam-
ları olan Rumeli ve Anadolu kazaskerleri idare eder ve hukuk usullerini
uygular; karar, hükûmet kararları gibi ekseriyetin re’yi ile alınır.
Dîvân–ı Hümâyûn zabıtlarını 100 dîvân kâtibi tutardı. Mühim gö-
revdi ve devlet hizmetinde yükselmek için başlıca yollardan biriydi. Ye-
minli kâtiplerdi. Vesikalarda tahrîfat yapmanın cezası idamdı. Müzake-
releri dışarıya duyurmak da çok defa öyle.
Dışişleri ile bizzat padişah ve Dîvân uğraşırdı. Dünyaya hükmeden
bir imparatorluk için bu, gayetle normaldir. Fakat dışişlerinin daha çok
teknik tarafı 1453’ten 1650’ye kadar nişancı’ya, bu tarihten sonra da reî-
sülküttâb’a âitti. 1650’ye kadar reîsülküttâb, dışişleri genel sekreteri veya
müsteşarı yerindeydi. 1650’den sonra beylikçi denilen yüksek görevli,

96
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

dışişleri genel sekreteridir. 120 kâtib ve görevliden müteşekkil bir büro,


beylikçi’nin emrindeydi. Ayrıca pek çok dil için mütercimler kullanı-
lırdı.
1836’da reîsülküttâba “hâriciyye nâzırı” ve sadâret kedhudâsına “dâ-
hiliyye nâzırı”, başdefterdâra “mâliye nâzırı” denmiştir. II. Mahmud’un
yaptığı reformlar arasındadır, hattâ bir ara sadrâzama “başvekil” den-
miş, sonra vaz geçilmiştir. Böylece modern bakanlıklar kurulmuştur.
“Hazîne–i Evrak” denen dünyaca ünlü devlet arşivi, nişancı’nın em-
rindeydi. İmparatorluk arşiv sistemi, bir cihan devletinin ne muazzam,
fakat aynı ölçüde ne kadar akıllı ve pratik yürütüldüğünü göstermesi
bakımından mühimdi. Zâyî edilmesine rağmen bu arşiv, bugün de dün-
yanın en büyük birkaç arşivinden biridir. İmparatorluk vesikaları çeşitli
arşivlere dağılmakla beraber, en büyüğü bugün “Başbakanlık Arşivi”
denilenidir. Sonra Topkapı Sarayı Arşivi gelir. Birçok vesika da —bütün
yok etmelere rağmen— dış ülkelerde kalmıştır. Meselâ Bulgaristan’da
500.000 Türkçe defter ve vesika, Romanya’da 210.000 aded mevcuttur.
Kudüs Fransisken tarîkati manastırı arşivi gibi akla gelmedik bir yerde
bile 2.644 Türkçe vesika vardır. Bu milyarlarca vesika henüz sistemli şe-
kilde incelenemediği için, gerçek Osmanlı tarihi ortaya çıkmış değildir.

97
Maliye

O smanlı devletinde maliye, daha açık tâbirle para işlerinin başı olan
bakana, 1838’e kadar “başdefterdâr” veya “şıkk–ı evvel defterdâ-
rı”, yahut kısaca “defterdâr” denilmiştir. Gerçi her eyâletin defterdârı ve
her eyâlette muazzam bir maliye teşkilâtı vardı. Fakat gene de, bir ci-
han devletinde para işlerinin başı olan, devlet nâmına para toplayıp bu
parayı sarfeden bakanın ehemmiyeti açıktır. Öyle ki, başdefterdârın iki
yardımcısı olan şıkk–ı sânî ve şıkk–ı sâlis defterdarları, zaman zaman
Dîvân üyesi olarak kabineye dâhil edilmişlerdir. Asırlar boyunca dün-
yanın en muntazam ve büyük harb makinesini her an kurulu tutan ve
tutmaya mecbur bulunan bir imparatorlukta para işlerinin ehemmiyeti,
ayrı bir açıklamaya ihtiyaç göstermez.
XIX. asra gelinceye kadar, Osmanlı maliye teşkilâtı derecesinde
muntazam ve geniş bir maliyeye, dünyanın hiçbir devletinde tesadüf
edilmez. Başdefterdarlığın “başmuhâsebe” denen teşkilâtından, sonra-
ları dîvân–ı muhâsebât (danıştay) doğmuştur. Başmuhâsib, teknokrat
maliyeci olması bakımından çok mühimdi. Zira başdefterdarlar çok
defa siyasî şahsiyetlerdi ve devletin malî politikasından sorumlu idiler.
Bu politikayı icrâ eden ise, başmuhâsib idi. Başdefterdarlıkta 1.000 kü-
sur memur çalışırdı (yalnız İstanbul’da). Eyâletlerdeki teşkilât buraya
bağlı idi. Meselâ 1715’te Şam (Güney Suriye) eyâletinde çalışan maliye
memurlarının sayısı 2.374 idi.
Hazîne’nin parasını çalmak, en büyük şerefsizlik sayılırdı. Fakat
gene de Hazîne’ye musallat olanlar çıkardı. En girift ve ustaca yapılmış
malî sahtekârlık ve hırsızlıkların bile meydana çıkarılması mümkündi.
Bir defa, son derece ustaca düzenlenmiş bir sûistîmâl için 3 maliye mü-
fettişi 6 ay çalışmış, fakat hileyi ortaya çıkartarak hırsızları bulmuştu
(XVIII. asır başları).

98
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

Tutulan defterlerin çeşidi birkaç yüz idi. Her vergi, her eyâlet için
ayrı defterler vardı. Bunlar birleştirilerek “icmâl” defterleri düzenle-
nirdi. Bu defterlere bir göz atışta, bir vergi çeşidinin veya bir eyâletin
gelirinin tablo gibi görülmesi mümkündi. Statistik tanzimine büyük
ehemmiyet verilirdi.
Maliye müfettişlerine “bakı” denilirdi. Başmüfettişlere “başbakı”
tâbîr olunurdu. Bunlar titiz bir teşkilâta bağlanmışlardı.
Başdefterdâr’ın yani maliye bakanının parafını taşıyan bir tezkire’ye
bağlanmaksızın, Hazîne’den bir akça çıkarmak ve harcamak, vermek
veya ödemek mümkün değildi. Başdefterdârın 300 kâtibi ve 300 memu-
ru, yalnız maliyenin düzgün işlemesi için çalışırlardı.
Yıllık bütçe, Osmanlı devletinde her zaman için mevcuddur ve bir-
çoğu arşivlerimizde bulunmaktadır. İlk bütçeyi XVII. asır ortalarında
Tarhuncu Ahmed Paşa’nın yaptığı ve beğenilmediği için idam edildiği,
kesin şekilde yanlıştır.
Osmanlı devletinin gelirlerinin toplamını bulmak, bununla beraber,
daima müşkildir. Sebep şudur: Merkez ve eyâlet bütçeleri ayrıdır. Bugün
Türkiye Cumhuriyeti’nin gelirleri şöyledir: Devlet bütçesinde gösterilen
gelirler + mahallî idarelerin yani belediyelerin gelirleri. İmparatorluk
Türkiyesi’nde ise durum şöyleydi: Merkeze yani İstanbul’a gönderilen
gelirler + eyâletlerde harcanmak üzere eyâletlerde bırakılan gelirler +
mahallî belde gelirleri. Gene de ganîmet gibi fevkalâde gelirler bunların
dışında kalır. Eyâlet, durumuna göre, kendi bütçesini yaptıktan sonra,
artanını İstanbul’a gönderirdi. Bugünki federal devletlerin, meselâ Bir-
leşik Amerika’nın sistemi de aşağı yukarı böyledir. Bazı eyâletlerin şu
veya bu durumu dolayısıyla merkeze yolladığı meblağ çok az, senbo-
lik mahiyette olabilir, bazen hiç olmaz, bazen merkez o eyâlete, İstan-
bul’dan para gönderirdi.
Bu sistem, merkez gelirlerini rahatça tesbît etmemizi mümkün kıl-
makta, fakat imparatorluğun gerçek bütçesini, gelir ve harcamalarını bi-
lebilmek için, o yıl içinde her eyâletin eyâlet içinde harcanan gelirlerini
bulmak îcâb etmekte, bu da, çok defa mümkün olmamaktadır. Üstelik
merkezde iki ayrı hazîne ve iki ayrı bütçenin bulunması, işi daha da kar-
maşık hâle getirmektedir. Zira hükûmetin ve padişahın bütçeleri ayrı-
dır. Birçok birliklerin maaşları ve birçok masraflar, padişah bütçesinden
karşılanmaktadır. Malî durum darlaştıkça, padişah hazînesinden devlet
hazînesine akış hızlanmakta ve büyümektedir. Aksi, yani devlet hazîne-
sinin padişah hazînesine para verdiği ise hiç vâkı’ değildir.
Tımar sistemi, devletin gerçek gelirlerinin tesbîtini daha da karma-

99
osmanlı tarihi

şık duruma sokar. Bu suretle eyâlet bütçelerinin bilinmesi kompleks


hâle gelir. Devlet, birçok eyâlette, toprak gelirinin mühim kısmından
vaz geçmiş, bu gelirleri “tımarlı sipâhîsi” denilen süvari sınıfına bırak-
mıştır. Bilhassa XVI., hattâ XVII. asırda ordunun en büyük kısmını teş-
kîl eden tımarlı sipâhîsi, verilen toprağın işlenmesine nezâret eder ve
kanunun tesbît ettiği vergileri kendi hesabına toplar. Devletten hiç bir
maaş almaz. Dirlik sistemi budur ve Selçuklular’dan gelmektedir. Akın-
cı ve korsan denen kara ve deniz komando sınıflarına da hiçbir maaş
ödenmemekte, bunlar sadece ganîmetle geçinmektedirler.
Klasik devirde Osmanlı devlet anlayışı ve bunun neticesi olarak har-
cama sistemi de, bugünkinden tamamen farklıdır. Devlet, vatandaşın
canını, şerefini, malını, hakkını, vicdan hürriyetini, ticaret hürriyeti-
ni savunmak, millî savunma ve iç âsâyişi sağlamakla yükümlüdür ve
bunların karşılığında vergi almaktadır. Binâenaleyh devletin vatandaşa
karşı yükümlülüğü, bugünki modern devletlere nazaran çok daha sınır-
lıdır. Devlet, vatandaşı okutmak, fakirlere iş bulmak ve yardım etmek,
vatandaşa yol, köprü vs. yapmakla mükellef değildir. Ancak askerî mak-
satlarla kale, yol, köprü vs. yapar. Eğitim, ulaştırma ve bayındırlık yü-
kümlülükleri, devletin vazifeleri arasında sayılmaz. Aynı zamanda din
işleri için para harcamak, meselâ cami, tekke vs. yapmak da devletin
vazifesi değildir. Ancak adalet teşkilâtı, devlet bütçesine dahildir. Pekiyi,
bunca bayındırlık ve hayır eserleri, dinî, sosyal müesseseler, mektebler,
medreseler, kütübhâneler, imâretler nasıl ortaya çıktı?
Hiçbiri devletçe yapılmadı. İstisnasız hepsi şahısların hayır eseridir.
Devletin yaptırdığı bir cami veya medrese adı bilen varsa, buyursun
söylesin! Binâenaleyh, devlet bütçesi dışında muazzam bir vakıflar büt-
çesi doğdu. Her vakfın teşekkülü de, aslında devlet bütçesinin bir kıs-
mına el koymakla neticelendi. Fâtih gibi harb adamları bu duruma çok
sinirlenmişlerdir. Zira devlet bütçesinin gayesi, asker ve memur ordusu-
nu ayakta tutmaktı. Vakıflar bütçesi arttıkça bayındırlık, şenlik, eğitim
gelişiyordu ama, millî savunma bütçesi azalıyordu. Bu çelişkiye rağmen
millî müdafaa ile eğitim ve bayındırlık kurumları arasındaki bilhassa
XVI. asırdaki muhteşem denge nasıl sağlandı? Bu, Osmanlı Türkleri’ne
mahsus mûcizelerdendir ki, cihan devleti kuran milletlere mahsustur.
Varlığı olup da, varlığına nisbetle bir cami, mescid, mekteb, med-
rese, imâret, çeşme vs. bırakmadan ölüp giden kişi, dinine, devletine,
padişahına, dünyasına, ukbâsına ihânet etmiş sayılırdı. Bu şekilde sos-
yal adalet ve yardım fikri çok gelişmişti. Bu suretle bütün imparatorluk,
okyanuslar arasında kalan her belde, milyonlarca bayındırlık eseriyle

100
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

donatıldı ve bunların hepsine kendilerini idare edecek vakıflar kuruldu.


Büyük müesseselerin, bilhassa padişah vakıflarının gelirleri, muazzam-
dı.
Bir cihan devletinin gelirleri derecesinde giderleri de, akla gelmez
çeşitlilikte idi. Meselâ XVI. asırda Fransa’ya, İngiltere’ye yapılan yardım-
lar, birçok devlete teknik ve silâh yardımları, propaganda masrafları, bü-
yüktü. XIX. asır sonlarında bile İndonezya, Filipinler, Çin, Fas, Doğu
Türkistan gibi ülkelere böyle yardımlar yapılmıştır.
İlk dış borçlanma, 24 Ağustos 1854’de İngiltere’den % 6 faizle alınan
3 milyon altındır. Ondan önce Osmanlı devleti asla dış borçlanmaya git-
memiş, bilakis İsveç gibi devletlere borç vermiştir. 1862’de dış borçlar
henüz çok düşük, bütçenin ancak 8’de biri idi. Fakat Abdülazîz Han dev-
rinde (1861–1876) çok arttı. 9 dış borçlanmada 1869’da Fransa’dan % 6
faizle 24,5 milyon altın alındı ki tarihe “Büyük İstikrâz” olarak geçmiş-
tir. Fakat bütün Türkiye tarihinin en büyük borçlanması, “İkinci Büyük
İstikrâz” denilen 1871 borçlanmasıdır ki, İngiltere’den % 6 faizle 27,8
milyon altın alınmıştır.
Bu paralar, çok büyük ve modern bir ordunun silâhları, dünyanın 3.
büyük zırhlı donanması, demiryolları ve Avrupa tarzında büyük saray-
lar için harcandı. Buna 93 bozgununun felâketleri ve büyük Rus savaş
tazminatı eklenince, henüz tahta çıkan II. Abdülhamîd devrinde devlet,
malî iflâsın eşiğine geldi. Bu hükümdar, tutumlu siyasetiyle dış borçların
en büyük kısmını ödedi; 252.801.885 altın gibi —o zamanki paranın
çok büyük olan satınalma gücü de hesâba katılırsa— akıllara durgunluk
veren devletin dış borçlarının en büyük kısmını itfâ etti. Fakat eğitim
gibi birkaç sektöre ağırlık verilmesine rağmen, büyük iktisadî yatırımlar
yapılamadı. Bunun neticesi olarak XIX. asrın son çeyreğinde Türkiye,
tarihinde ilk defa olarak, sonradan “az gelişmiş” denilen ülkeler arasına
girmeye başladı. Batı teknolojisine erişmek mümkün olamamış ve Batı
kapitalizmine karşı çıkılamamıştı.
XIX. asra kadar zenginlik, toprak ve ticaretten gelmektedir. Sanayi
ikinci derecededir. Ama bu asırda denge, sanayi lehine bozulur. Bir defa
da denge sanayi lehine bozulunca, bu dengeyi bozamayan, hâlâ toprak
geliriyle yetinen ülkeler, fakirliğe ve fakirliğin getirdiği her türlü belâya
mahkûm olmaktadırlar. Türkiye’de imparatorluğun çöküş döneminde
böyle olmuştur.
Kısa denilebilecek bir dönem içinde fakir batı’yı zengin ve zengin
Doğu’yu fakir kılan bu inkılâp ne zaman olmuştur? Doğu’da ve bilhassa
Türkiye’de klasik devirde sanayi çok üstündür. XVIII. asra kadar üstün-

101
osmanlı tarihi

dür. Ama Batı XV. asırdan beri çok yavaş, fakat emin bir tempo ile geliş-
mektedir. XVIII. asrın ilk yarısı, denge asrıdır. Batı’nın Doğu’ya açık bir
sanayi üstünlüğü yoktur. Ancak ikinci yarıda üstünlük başlar. Makine
ve buhar gücü tatbik edilmeye girişilmiştir. Ve makine, hiç durmaksı-
zın gelişmektedir. Gittikçe büyük ölçüde istihsal başlar. Siyasî bakım-
dan zor durumda, hattâ çöküntü içinde olan Doğu, sermaye terâküm
ettirememe yüzünden büyük işletmeler kuramaz. Batı, Doğu’nun sana-
yileşmesi için her şeyi yapar ve kaba güç kullanır. XIX. asır ortaların-
da, hele sonlarında, makineleşen, milyarların birikmesi ile işleyebilen,
büyük bankalar çerçevesinde toplanan Batı sanayi, almış yürümüştür.
Sanayileşmek isteyen her ülke Batı, bilhassa İngiliz ve Fransız sermaye-
sine muhtaçtır. XIX. asrın sonları ile XX. asrın başlarında Rusya, ancak
İngiliz ve Fransız sermayesi ile modern sanayini kurabilir ve trene ye-
tişmeye muvaffak olur. İşçiliği son derece ucuz tutabilen, disiplin ve dış
tasallutlardan masûn bir ülke olan Japonya da, bu kozlarını kullanarak
katara katılır ve birçok pazarı ele geçirir.
Modern sanayi yalnız icatların eseri değildir. Aynı derecede, belki
daha fazla, sermaye birikiminin eseridir. XVIII. asırda bir cam fabrika
veya atölyesi, bir şeker, kâğıt, demir imalâthânesi Türkiye’de neyse, aşağı
yukarı İngiltere’de odur. Küçük işletmelerdir. XIX. asırda ise Batı Avru-
pa’da binlerce işçi kullanan ve milyarlarla işleyebilen müesseseler doğar.
Bunu Doğu, çok defa başaramaz, gücü yetmez, zira parası yoktur, daha
doğrusu sermaye terâkümü yapamaz, servetler âtıl haldedir.
Batı ise sermaye biriktirmeye ticaret, bilhassa deniz ticareti ile ve
bu ticareti büyük şirketler hâline getirerek muvaffak olmuştur. Açık de-
nizler Batı’nın, Avrupalılar’ın elindedir. Osmanlı devleti ise okyanuslara
açılamaz ve hâlâ Akdeniz’i dünyanın merkezi sanır. Servet bu şekilde
yer değiştirir. Şahısların olduğu gibi devletlerin servetleri de çok oy-
naktır. Fakat asıl zenginliğin sanayi olduğu, günümüzde kesin şekilde
anlaşılmıştır.

102
Ordu

B ütün devletlerin kuruluşunun temelinde askerî başarı yatar. Büyük


devletlerde askerî başarı şarttır. Askerî başarı göstermeden kurul-
muş büyük devlet mevcut değildir. Türk ordusunda da gazâ ve zafer
fikri, iman hâlinde olduğu için, millet, cihan devleti sahibi olabilmiştir.
Türk ordusunu yenilmez kılan hususların ikincisi, büyük askerî disip-
lindir. Astın üste mutlak itaatidir. Padişah fermânına körü körüne, mut-
lak şekilde, Tanrı’ya itaat eder gibi tâbî olmaktır. Zâten disiplini olan
kitleye ordu denmektedir. Disiplinsiz bir savaşçı kitle, ordu adı verilse
bile, gerçekte bir sürüden, bir kalabalıktan, en fazla bir çeteden ibarettir
ve tek görevi olan savaşta hiç bir işe yaramaz. Osmanlı ordusu, XVIII.
asırda bu şekle dönüşür ve imparatorluk, çok sağlam temellerine rağ-
men, kendisini savunamaz hâle gelir. Nihayet II. Mahmud, 1826’da bu
silâhlı sürüyü ortadan kaldırarak modern orduyu kurar.
Tarih boyunca Makedonya, Roma, İsveç, Prusya ordularının di-
siplinleri dillere destân olmuştur. Türk ordusunun da tarih sahnesinde
belirdiği M.Ö. III. asırdan, Teoman ve Mete’den beri disiplini, dünya-
ca meşhurdur ve bu disiplin, Türk ordusunu muzaffer, Türk milletini
müreffeh, Türk devletini cihan–şümûl kılmıştır. Osmanlı Türkiyesi’nde,
bilhassa XIV–XVII. asırlarda bu disiplin, yeryüzünde eşsizdi. Zâten aksi
halde Türkiye, bir cihan imparatorluğu olamaz, bir aşîret devleti hâlinde
kalırdı.
Türk askerinin cengâverliği, vuruşkanlığı, tarih boyunca meşhurdur.
Cengâverliği kahramanlık, disiplin ve devlet aşkı gibi üç büyük hasletle
birleştirebildiği için muvaffak olmuştur. Zira bu hasletlerle birleşmeyen
vuruşkanlık, hiçbir işe yaramaz. Birçok Kızılderili kavmi de çok vuruş-
kan olarak tarihe geçmişlerdir, fakat hiçbir mühim devlet kuramamış-
lardır. Türk askerinin ise pek çok vasfı üstündür. XVIII. asrın başlarında

103
osmanlı tarihi

Bonneval Kontu: “mâhir bir kumandan” der, “Türk askeri ile dünyayı
bir kutuptan bir kutba kat’edebilir”. Bütün Türk tarihi, şecî, ahlâklı ve
milliyetçi bir ırkın kahramanlık tarihinden ibarettir denilse, fazla mü-
balağa edilmiş olmaz. XVI. asır ortalarında Baron von Busbecq, Türk
satvet ve muzafferiyetinin sebeplerini şöyle açıklar:
“Akıllara durgunluk verecek maddî kaynakları seferber edebilme
kudreti, sapasağlam, sıhhatli birlikler, silâha alışkanlık, tecrübe, çok iyi
yetiştirilmiş ordu, zafere kanıksama, meşakkate tahammül, derin anla-
yış, düzen, disiplin, nefse hâkimiyet, ihtiyat, sessizlik, tevâzu, dedikodu-
dan nefret, kargaşalıktan hoşlanmayış, âzamî huzûru sağlamak için her
şeyi göze alış”. Von Busbecq’in müşâhedesi burada bitti.
Pek çok teknik ve mânevî sebepten dolayı, Türk ordusu, asırlarca, üs-
tün ve dünyanın birinci ordusu idi. 2.000 yılda teşekkül eden millî şuur,
bu orduyu muzaffer kılıyordu. 2.000 yıl boyunca Türk, kendinden daha
muhârib bir ırkın olabileceğini değil kabûl etmek, aklından geçirmemiş-
tir. Zafere kanıksamıştır. Üstün dinin, cihan devletinin, en yüce ve ulu
hükümdârın tab’ası olduğuna iman şeklinde inanmıştır. 1770’ten itiba-
ren bu inanç zayıflamaya ve doğru da olmadığı anlaşılmaya başlanmış,
hem mânevî ortam sarsılmış, hem ileri harb tekniği başkalarına geçmiş-
tir. Fakat Türk toplumu daha uzun yıllar bu gerçeği, eskisi gibi olmadığı
gerçeğini inkâr etmiştir. İnkılâpçı padişahların ve vezirlerin başını yiyen,
bu devir değiştiğini fark edemeyen inanç olmuştur. II. Osman’lar, III. Se-
lim’ler, bu uğurda kelle vermişlerdir. Bir subay, Yedikude’ye götürülen
II. Osmân’ın yüzüne karşı: “Şanlı ataların bu devleti kiminle kurdu, bu
kal’aları hangi askerle aldı? Sen bizden yüz çevirip yeni asker yazmak
istersin” diye bağırdığı zaman, kendi inancı içinde samîmî idi. Mağlûb
olmamış bir askere reform tatbik etmek mümkün değildir. Büyük Petro,
İsveçliler’den devamlı dayak yemeseydi, eski orduyu imhâ edip modern
Rus ordusunu kuramazdı. Türk ordusu yarım asırdır Ruslar’ın bu mo-
dern ordusuna yenilmeseydi, II. Mahmud’un Vak’a–i Hayriyye’yi başar-
ması, modern orduyu kurması imkânsızdı. Nitekim ataları buna cesaret
edememişler, edenleri, tahtlarından başka kellelerini de kaybetmişlerdir.
Üstelik Türkiye gibi bir cihan devleti hayatı yaşamış, asırlardır dünyaya
üstten bakmış bir ülkede bu iş büsbütün zordu. Tarihi boyunca büyük
devlet olmamış bir Japonya’da, tarihi boyunca İsveç’ten, Polonya’dan,
Türkler’den dayak yemiş bir Rusya’da çok daha kolaydı.
Bu millî şuur ve gurur, XX. asırda bile Türkler’in işine yaramıştır.
Atatürk, son nefesine kadar, bu şuûru canlı tutmaya her şeyden fazla iti-
na etmiştir. Bu şuûr olmasaydı Millî Mücadele’den sağ ve salim çıkmak

104
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

mümkün değildi. Müttefikler, dünyaya baş eğdirmiş, Almanya’yı teslîm


almış, Avusturya–Macaristan imparatorluğu gibi azametli bir devleti
parça parça etmişlerdi. Yunanlı’nın, bu cihan galibi devletlerin en güç-
lüsü olan İngiltere’nin piyonu olduğunu herkes biliyordu. Böyle bir güce
kafa tutmak kolay değildi ve maddî güç yetersizdi, büyük mânevî güce
ihtiyaç vardı. Başarısızlık hâlinde milletin başı daha da büyük belâlara
girebilirdi. Kıl kadar ince bir pozisyondu. Düğümün mutlaka kılıçla çö-
züleceğine inananların en büyük dayanağı, millî tarih şuûru idi.
Demek istiyorum ki, mükemmel bir ordu için mânevî güçler, mut-
laka lâzımdır. Fakat netice almak için yetmez. Teknik donatım ordunun
diğer kanadıdır ki, bu iki kanattan birinde aksaklık olursa, ayaklar yer-
den kesilemez. Teknik donatım ise, geniş ölçüde iktisadî ve malî güce
dayanır. Bu gücü kaybettiği nisbette Osmanlı devleti, ordusunu eskisi
gibi donatamamıştır. 1730’da Türk askerî teşkilâtı üzerinde mükemmel
bir eser yazan ve hayatı Türkler’le vuruşmakla geçen bir Avusturya ge-
nerali, Kont Marsigli, şöyle yazar: “İktisat işleri mertebe ve kayıt bakım-
larından o derecelerde güzel ve düzenli şekilde kurulmuştur ki, Hıristi-
yan hükûmetlerde böylesi yoktu. Türk iktisadî düzen ve kanunlarında
kötülüklere ve sûistimallere karşı her türlü tedbîri bulmak mümkündir.”
Harb, büyük işti. Çok pahalı idi. Çok para işiydi. Meselâ 1718 yılın-
da Almanya savaşı için yalnız fevkalâde masraflara, bugünki paramızla
9.765.000.000 tl ayrılmıştı.
Ordunun iâşesi dünya standardlarının üzerindeydi ve tabiî bu da
mâlî güce dayanıyordu. Fransız tarihçisi Fernard Grenard: “Türk or-
dusunda bilhassa iâşe işi, dünyada en iyi düzenlenmiş durumdaydı.
Askeri, memleketin sırtından geçinmiyor, tükettiği maddelerin bedeli
tamamen ödeniyordu” der. Sırp tarihçisi Mihail Konstantinoviç şöyle
yazar: “Bir Türk askeri, Hıristiyan köylüden zorla bir tavuk alır veya atı-
nı köylünün tarlasına koyuverirse, idamla cezalandırılır.”
Maddî unsurlardan çok ehemmiyet verilen diğer ikisi, haberalma
ve haberleşme idi. Askerî yollar (İstanbul–Budin, İstanbul–Bağdad, İs-
tanbul–Erzurum, İstanbul–Kahire vs.) çok bakımlı tutulurdu. Bu yolla-
rın üzerindeki köprüler, geçitler, tüneller sıkı muhafaza altında idi. Bu
yollar üzerinde su depoları ve buzhâneler yapılmıştı. Sulh zamanında
her yolcu istediği konakta bedava buz alabilir ve buzlu su içerdi. Kont
Marsigli şöyle yazar: “Türk ordusunun bu yürüyüş kudretinin sebebi,
yemeklerinin iyi olması ve hayvanlarına iyi bakılması ve bütün bunla-
rın bizimkilere nazaran daha muntazam ve daha düzenli teşkilâtlanmış
bulunmasıdır.”

105
osmanlı tarihi

Bir seferin menzil teşkilâtını hazırlamak, bir ucu Kızıl Elma’da, bir
ucu Kaf Dağı’nda olan bir devlet için, muazzam bir şeydi. Ağırlıklar
denizden, su yoluyle ve kara yoluyle nakledilirdi. Suyolu olarak kulla-
nılan ve üzerinde çok yoğun trafik bulunan Türk akarsularının başlıca-
ları başta Tuna olmak üzere, Fırat, Dicle ve Nîl idi: 1639 Bağdad sefer–i
hümâyûnu için, ağzına kadar mühimmat dolu 800 gemi, Birecik nehir
limanından hareket ederek Bağdad önlerine gelmişti. Ardından Birecik
tersânesinde henüz inşâ edilmiş 800 gemi daha yola çıkarılarak 800 km-
lik mesafeyi geçti, Bağdad’a geldi. Nehir yolları, tesviye edilir, bakımlı
tutulurdu.
Türk ırkının ata, silâha, ava düşkünlüğü, her Türk’ü askerliğe yakın
ve yatkın kılıyordu. Üstün nişancı olan Türk askeri, üstün süvari idi de.
Çok iyi eğitilmiş ve harb meydanlarında üstün tecrübe edinmişti. Klasik
devirde Türk ordusu, esas bakımından atlı bir ordu idi. Süvarilik mezi-
yetleri, XIX. asırda bile üstün kalmıştı. 1827’de İngiliz amirali Sir Adolp-
hus Slade’in müşâhedelerini aşağıya geçiriyorum:
“Kelefçe meydan muharebesinde Türk süvarisini gördüm. Türk
akıncı süvarileri “Allah Allah” diye bağırarak atlarını Ruslar’ın üzerine
sürdüler. Kale düzeni hâlini almış Rus birlikleri, bu taarruza tahammül
gösteremeyip dağıldı. İki saat süren bu taarruzda Türk süvarisi, âdetâ
spor yapıyor gibiydi. Rus piyade birliklerinin acziyle eğleniyor, Türk pi-
yadesi ise muharebeye karışmayıp seyrediyordu… Açıkta Türk süvari-
sini karşılayamayacağını anlayan Ruslar, bu defa müstahkem tabyaların
arkasına sinerek Türk süvarisini beklemeye ve onları müstahkem siper-
lerin önünde kırmaya karar verdiler. Türk süvarisi, bu defa da taarruza
geçmekten çekinmedi. Ölümden zerrece korkuları olmadığı âşikârdı.
Rus siperlerine doğru yaklaştılar. Siperleri az kala atlarını dizginleyip
bir an siperlerin ardındaki Rus kazak süvarilerine küfrediyor, onları
kızdırıp siperlerden çıkarmak istiyorlardı. Siperlerin önünde bir an ka-
lıp derhal çekildikleri için isabet almıyorlardı. Âdetâ şehir meydanında
cirit oynuyorlardı. Bu yaptıkları artık süvariliğe bile sığar şey değildi,
tam mânâsıyle at canbazlığı idi. Rus topçusunun ateşi altında, ateşten
mümkün olduğu kadar kaçınıp isabet almamıya çalışarak siperlere yak-
laşıp piştovlarını Ruslar’ın üzerine boşaltıyorlardı. Fakat bir an geldi ki,
Rus toplarının ateşi şiddetlendi. O zaman Türk süvarisi, ric’ate başladı.
Ama atlarının üzerlerinde görünmüyorlardı, kafalarını atlarının karnı-
na sokup çekiliyorlardı… Fakat başlarını atlarının karnına çekmeleri
çok kötü netice verdi: Zira çevrelerini görmüyor, yalnız istikamet tayin
edebiliyorlardı. Kumandanları Reşid Paşa’nın yalnız başına Ruslar’ın

106
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

önünde kalakaldığını göremediler. Bir kazak yüzbaşısı, Rus siperleri


önünde şaşkın şaşkın bakan bir Türk süvarisini fark etti. Süvarinin üze-
rindeki parlak üniformadan, bunun büyük bir Türk subayı olduğunu
anlamıştı. Reşid Paşa serdar, yani başkumandandı. Kazak yüzbaşısı atını
sürdü, paşanın kolundan tutku. Paşa şaşırmıştı. Tarihte ilk defa olarak
bir Türk serdârının düşmana esir düşmesine bir saniye kalmıştı. Fakat o
sırada, ric’at eden bir Türk süvarisi durumu gördü. Atını gerisin geriye
serdâra doğru sürmeye başladı. Yıldırım gibi yetişip piştovuyle kazak
yüzbaşısını alnından vurdu. Reşid Paşa’nın atının dizginlerini kavrayıp
çekti. Ve paşasıyle beraber Şumnu istikametinde gözden kayboldu. Hâ-
dise yalnız bir an sürmüştü. Ruslar, siperlerinin arkasında, sadece şaş-
kın şaşkın seyrediyorlardı. Böyle bir vak’a olmamış gibiydi, sanki hayal
görmüşlerdi.”
İngiliz amiralini sözleri burada bitti. Amiralin tasvîr ettiği Türk sü-
varisinin, akıncılar soyunun son fertlerinden biri olduğu âşikârdır. XIX.
asırda böyle olan bir süvarinin, XVI. asırda ne olduğu, kıyas yoluyle ko-
layca düşünülebilir. 1789 tarihli bir Almanya imparatorluk askerî jurna-
linde “Avrupa’nın en âlâ süvarisi olan Osmanlı süvarisi” denmektedir.
Bu suretle, son zamanlara kadar Türk süvarisinin kesin şekilde Avrupa
süvarisine üstün olduğu anlaşılır. Fakat XVII. asırdan sonra muharebe-
lerin mukadderâtı artık süvaride değildi, piyadeye geçmişti.
Türkiye imparatorluğunun karşısında Avrupa’nın büyük zaafı, da-
imî meslek ordusunun bulunmayışı idi. Yalnız hükümdarların daimî
hassa birlikleri vardı. Savaş çıkınca, çok ilkel usullerle asker toplanırdı.
Avrupa’da ilk daimî meslek ordusunu XVII. asır ortalarında İsveç kurdu.
Fransa ve Prusya gibi büyük askerî devletler, İsveç’i taklîd ettiler. XVII.
asrın sonları gibi geç bir tarihte bile İngiliz diplomatı Lord Ricault, her
sınıf Türk askerinin yalnız seferde değil, hazarda da maaş almasını hay-
retle karşılamakta, bu isrâfın (!) Türkiye’den başka bir devlette bulun-
madığını yazmaktadır.
Artık işi yalnız savaş olan, savaşmaktan başka hiç bir şeyle uğraşma-
yan ve başka bir şey de bilmeyen, çok iyi techîz edilmiş ve yetiştirilmiş
bir kitlenin, üstün taktik ve stratejik bilgiye sahip bulunacağı tabiîdir.
Türkler, üstün taktik ve stratejik bilgiyle tarih sahnesine çıkıp cihan
devletleri kurdular. Bu geleneği devam ettiren Osmanlılar, XIV–XVI.
asırlarda dehâ sahibi pek çok kumandan (bilhassa ilk 10 padişah) yetiş-
tirdiler. Ama XVI. asırdan sonra dehâ sahibi kumandan ve amirallerin
nesli tükendi. Gene değerli kumandanlar yetişiyordu. Fakat dâhî karacı
ve denizci asker, yok gibiydi.

107
osmanlı tarihi

Savaş önce politik olarak hazırlanırdı. Sonra lojistik bakımdan harb


hazırlanırdı. Derhal menzil teşkilâtı faaliyete geçerdi. Bu işler, büyük
gizlilik içinde cereyân eder, çok defa düşman haberalma servisleri, se-
ferin nereye olacağını kestiremezler, tereddüdde kalırlardı. Toplanma
emirleri kesindi. Belirli konaklarda emredilen gün ve saatte bulunma-
yan beylerbeyinin, sancak beyinin, alay beyinin, tımarlının hâli yaman-
dı. Kellesiyle oynamış sayılırdı.
Avrupa piyadesinin günde 10 km yürüdüğü çağlarda Türk piyadesi
günde 20 ilâ 25 km yürürdü. Böyle bir ordu, çok üstün kuvvetler kar-
şısında değilse, düşmanını daima yenmek imkânına sahipti. Düşmanın
durumuna âit mümkün olabilen her şeyi bilmek esastı.
Hazarda eğitim zordu. Yaralananlar ve sakat kalanlar olurdu. Talim
ve manevrada sakat kalana, hayat boyu emekli maaşı bağlanırdı.
Türk silâhları çok iyi yapılmıştı ve çok te’sirliydi. Darbeleri öldürücü
ve kesindi, nâdiren yaralardı.
1700 yıllarına kadar Türk topçusu, dünyanın birinci ve üstün topçu-
sudur. Tam 3 asır Osmanlı Türkleri, cihâna topçuluk dersi vermişlerdir.
Hem taktik, hem teknik olarak 1700’lerde Avrupa topçusu, Türk topçu-
suna erişebilmiştir. Türk mühendisleri, tophanelerde devamlı keşiflerle
top silâhını her yıl geliştirmişlerdir. Türk topçuları, çok iyi yetiştirilmiş,
çok nişancı askerlerdi. Çanakkale Boğazı’nın iki kıyısından atılan gülle-
ler havada birbirine değdirilebilip havada dağıtılabiliyordu. Fâtih Sul-
tan Mehmed’in 12.000 deveye yüklettiği seyyar tophâne (top fabrikası),
İşkodra önlerine getirilerek birkaç hafta içinde ağır muhasara topları
dökmüştü ki, devrine göre, insan aklının zor alacağı bir teknik başarı
idi. Havan topunu da tarihte ilk defa Fâtih Sultan Mehmed îcâd edip
kullanmıştır. XVII. asır sonlarında bile Ricault, Türk toplarını “dünya-
nın en iyi topları” olarak tavsîf eder.
Türk istihkâmcılığının üstünlüğü, XIX. asır sonlarında bile muhâ-
faza edilebilmiştir. Plevne’deki Türk istihkâmcılığının hârikaları, askerî
tarihlere geçmiştir.
İmparatorluğu, devletin 500.000 kadar meslekten askeri muhâfaza
etmektedir. Fakat bu sayıda asker, hiçbir zaman bir sefere sürüleme-
miştir. Zira uçsuz bucaksız imparatorluğun muhâfazası için her tarafta
birlikler, muhâfızlar vardı. Asya tarihinin büyük mütehassıslarından
biri, Fransız Fernard Grenard, Osmanlı devri Türk askerini şöyle tahlîl
etmektedir:
“Muharebe meydanında Türk askeri ölür, teslîm olmazdı. İlk çağır-
ma emrine daima hazırdı. Kumandanlarına körükörüne itaat, muhare-

108
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

be meydanında canlarını sakınmamak, yiyip içmeksizin çok uzun yol


yürüyebilmek gibi üç vasıflarıyle Hıristiyan askerlerinden üstündüler.
Bir şeyleri eksik olduğu zaman sadece sabrederlerdi. Giyimleri ve teç-
hizatları hafif, yorgunluğa mütehamil idiler. Sür’atleri hayret vericidir,
Cengiz Han’ın askerlerine benzer. Hıristiyan askerinin üç gün üç gece-
de aldığı yolu Türk askeri bir gecede kat’ederdi. Disiplinine ve saygısı-
na rağmen Türk askeri, tahmîn edildiği gibi pasif bir şahsiyet değildir.
Muhtemel şartlar altında neler yapması îcâb ettiğini çok iyi bilir. Disip-
lini zımnî bir anlaşmadır ve vazifeleri kumandanlarının vazifelerine bir
cevap teşkîl eder. Ayaklanmalar az değildir. Alacakları geciktiği zaman
patırtılı şekilde istemekten çekinmez, hattâ emre karşı gelir. Yavuz Se-
lim’i İran’ı, Mısır’ı terke mecbûr eden, Kanûnî Süleymân’a Viyana ku-
şatmasını kaldırtan, Türk askeridir. Askerin hakları fikri, Osmanlı fe-
tihlerini geniş ölçüde sınırlamıştır. Gerçi büyük Osmanlı fetihleri Türk
askerinin enerji ve irâdesiyle yapılmıştır, fakat söylediğimiz gerçeğe
de az tarihçi dikkat etmiştir. Teşkilâtının kudreti ne olursa olsun Türk
ordusu, nâmağlûp bir ordu değildi. Pekâlâ mağlûbiyetlere uğradığı da
oldu. Daima seferberlik hâlinde meslek ordusu olması, her savaşta ye-
niden asker toplayan Hıristiyanlar’a karşı en büyük üstünlüğü idi. Bir
başarısızlıkla karşılaşınca fütur getirmez, aynı şeyi tekrarlardı (Rodos
ve Belgrad gibi kaleler ancak 3., 4. muhâsaralarında alınmışlardır). Bu
sebat, inatçılık ve takip fikri Osmanlı prensibi değildir, umumî Türk
prensibidir ki Cengiz’de de, Timur’da da, Bâbur’da da görülür. Ordu ile
devlet çok iyi kaynaşmıştı ve güçlü bir maliye, bu mekanizmanın em-
rindeydi. Batı’da olduğu gibi ordu, sosyal yapının üzerinde ve dışında,
sonradan eklenmiş bir müessese değildi. Osmanlı azametinin 7 başlıca
sebebi vardır ki, bunlardan biri, Osmanlı ordusudur.”
Fransız tarihçisinden aktardığımız fikirler, burada bitti.
Böyle bir ordu, XVIII. asrın başlarında bozulmaya başladı ve bu
asrın sonlarında dejenere oldu. XIX. asır başlarında, bizzat içlerinden
yetişen bir kumandanlarının, Alemdar Mustafa Paşa’nın tâbîriyle “leb-
lebici ve manav gürûhu” hâline geldi. Muharebelerde düşman önünde
kaçmaya, hazarda şehir kaldırımlarında kabadayılık etmeye başladı. Âsî
asker hâline geldi, disiplinini kaybedince de ordu vasfını kaybedip silâh-
lı sürü hâline dönüştü. II. Mahmud ki, devleti XIX. asrın başlarında da-
ğılmaktan ve netice itibâriyle Türkiye’yi Türkistan’ın âkıbetine düşmek-
ten kurtaran adamdır, nasıl bir orduyu devraldığını bilerek tahta çıktı.
Üstâdı ve mânevî babası (gerçekten amca oğlu) III. Selim, gözlerinin
önünde şehîd edilmişti. Âsî asker, tahta geçtiğinin ferdâsında sarayını

109
osmanlı tarihi

ateş yağmuruna tuttu. Topkapı Sarayı’nın asırlık duvarları ile beraber


Türk milletinin istikbâli de âsî askerin topçu ateşiyle sallandı, fakat yı-
kılmadı. Topkapı Sarayı’nı aşıp padişahı —kendilerini modern ordu hâ-
line getirmek istediği için— öldürmek niyetinde olan âsî askerin, velve-
lesi cihânı tutan kuşakların torunları olduğuna inanmak hemen hemen
mümkün değildi. Bu âsî ordu, imparatorluğu içinden bile tutamıyor,
eyâletler, baş kaldıran valilerin elinde sallanıyordu. Türkiye, Türkistan
gibi bir düzine devlete ayrılıp Rus lokması hâline gelmek üzereydi ki
Sultan Mahmud, millî şuûru uyandırıp yanına almayı bildi; ordu denen
sürüyü merhametsiz şekilde ortadan kaldırıp modern orduyu kurdu. Bu
işler yapılırken pek değerli birkaç eyâlet elden gitmişti ama, büsbütün
yok olmaktan iyiydi. Topkapı Sarayı’nın duvarlarından yeniçeri kışla-
larının “Etmeydanı” denilen Aksaray’daki duvarları önüne nasıl gele-
ceğini tam 18 yıl düşünmüştü ama, iyi düşünmüş, şâhâne planlamıştı.
Etmeydanı Kışlası’nın duvarlarını bombardıman emrini topçu yüzbaşısı
Karacehennem İbrahim Ağa’ya verdiği an, Türk milletinin istikbâli kur-
tulmuş, II. Osman’ların, III. Selim’lerin, Alemdar Mustafa Paşa’ların bo-
şuna kelle vermedikleri isbât edilmişti. II. Mahmud, çizmelerini çekti ve
bir nefer üniforması giydi, eline kamçısını aldı. Sarayından çıkıp, iki yıl
ikamet etmek niyetiyle Râmi kışlasına geçti. Devlet elden gittikten son-
ra padişah neydi ki? Alelâde bir neferdi. O kışı çamurlar içinde yuvar-
lanarak, ilk modern alaylarının eğitimine nezâret etmekle geçirdi. Her
gece kışladaki taş odasında birkaç yazıyı okuduktan sonra yorgunluktan
mahv olmuş halde mum ışığını söndürüp kendini yatağa attığı zaman,
ertesi sabah, biraz daha müsterîh uyandı. Mesleği yalnız savaşmak olan
modern ordusunun doğum sancılarını acaba koca imparatorlukta hangi
fânî, Sultan Mahmud kadar dayanılmaz krampları benliğinin en mah-
rem ve mahfuz noktalarında duyarak geçirdi? Mekteb–i Harbiyye–i
Şâhâne’yi kurup ilk modern Türk subaylarını kendi eliyle me’zûn ettiği
zaman devletin istikbâlini kurtardığını biliyordu.
Dünyanın en şanlı gelenekleri içinde yetişip gelişen klasik devir
Türk ordusu, millette acı hâtıralar bırakarak tarihe karışmıştı. Modern
Türk ordusu kurulmuştu.

110
Askerî sınıflar

K lasik devir Türk ordusunun en büyük parçası, tımarlı sipahisi de-


nilen süvari sınıfıdır. Bu sınıf, Osmanlı cihan devletinin harb mey-
danlarında gerçekleşmesinde münakaşasız şekilde en büyük görev ve
hizmeti yapmıştır. Kapıkulu sınıfları gibi maaşlı, azablar gibi ücretli
değildir, levendler ve akıncılar gibi ganîmetle de geçinmez. Devletin
işletme hakkını kendisine verdiği topraklarla geçinir. Bu toprakların
küçüğüne “tımar”, büyüğüne “zeâmet”, hepsine “dirlik” denilir ki, Sel-
çuklular’daki “ıktâ”ın karşılığıdır. Bunlar hakkında —artık ehemmiyet-
lerinin kapıkullarına nisbetle hayliden hayliye azaldığı— XVII. asrın 3.
çeyreğinde bile Paul Ricault şöyle yazar: “Sipahiler, Türk ordusunun en
iyi kısmıdır. Arz’ın o derecede büyük bir kısmını feth eden, işte bu sü-
vari askeridir.” Babası ölen oğul, tımarlı sipahi olmaya hak kazanır. Türk
aslında olmayan Müslümanlar’a, meselâ Arablar’a tımar verilmekten
şiddetle kaçınılmıştır. Eğitim, adalet ve din sahaları nasıl münhasıran
Türk kanından gelenlere tahsîs edilmişse, ordunun en mühim sınıfı da
böyledir.
İmparatorluğun esas yapısı Anadolu ve Rumeli eyâletleridir (bu so-
nuncu eyâlet, Romanya ve Bosna dışında bütün Balkanlar’ı içine alıyor-
du). Sonradan Karaman, Rûm (Sivas), Erzurum, Diyâr–ı Bekr, Trabzon
gibi eyâletler de bu esas yapıya eklenmiştir. Daha dışarıya doğru olan
eyâletler, sonraki fetihlerdir ve imparatorluğun esas çatısına dâhil de-
ğildir. Çatıyı teşkîl eden bütün eyâletler de tımarlı eyâletlerdir. Binâena-
leyh bu esas eyâletlerde bütün toprak, hiç olmazsa toprağın çok büyük
kısmı, Türkler’in elindedir. Başka kavimlerin eline geçmemesine de iti-
na edilmiştir.
Tımarlı sipahisinin en parlak devri, Kanûnî devridir, sonradan ka-
pıkulu askeri ehemmiyet kazanmaya başlamıştır. Kanûnî devrinde 166.

111
osmanlı tarihi

200 tımarlı sipahisi vardı; bunun 74.600’ü Rumeli, 91.600’ü Anadolu


tımarlı sipahisi idi. Bu suretle Türk atlı ordusu, Anadolu ve Rumeli ola-
rak ikiye ayrılmıştı. Bu iki ordunun kumandanları, Anadolu ve Rumeli
beylerbeyileri idiler. 1650’de Evlîya Çelebî devletin 566.000 tımarlı veya
ulûfeli (maaşlı) askeri olduğunu, gönüllüler ile muhtar devletlerin yar-
dımcı askerlerinin bunun dışında bulunduğunu kaybeder. XVI. asrın
son çeyreğinden itibaren, muntazam denecek şekilde tımarlı sipahisi sa-
yısı azalmış, kapıkulu sınıflarınınki çoğalmıştır. Fâtih’in ve Kanûnî’nin
üzerlerine o kadar titredikleri, onların başında cihan devleti kurdukları
tımarlı sipahi, merkezin kapıkullarının gelişmesine engel olamaması
yüzünden, gittikçe acıklı duruma düşmüştür. Bunda, artık piyadenin
bütün dünyada süvarinin yerini almasının da rolü vardır.
Devşirme ve kapıkulu denen sınıfların en mühimmi, yeniçeri ocağı-
dır. Bir ağır piyade tümeni olarak düşünülmüş, bu şekilde işlemiş, fakat,
XVI. asrın son çeyreğinden itibaren bunun ötesinde bir gelişme gös-
termiştir. Bu asırdan sonra da çok az devşirme yapılmış, Ocak, şehirli
Türk çocuklarının elinde kalmış, fakat eski sıkı disiplini bozulmuştur.
Bütün cunta hareketleri bu Ocaktan çıkmış ve hemen hemen istisnasız
hepsi devletin aleyhine neticeler vermiş, bazıları devlet için çok büyük
felâketlerle bitmiştir. 1363 ocağında I. Murâd’ın kurduğu bu ocağı 463,5
yıl sonra II. Mahmud, Vak’a–i Hayriyye ile ve diğer kapıkulu Ocakları ile
beraber lağv etmiştir. Ocağın kumandanı “yeniçeri ağası”dır ve Dîvân–ı
Hümâyûn (bakanlar kurulu) üyesidir. Beylerbeyi (orgeneral) rütbesin-
dedirler; 29’una vezir (mareşal) rütbesi verilmiştir. Daha çok politik bir
şahsiyettir ve hükûmete karşı sorumludur. Asıl teknik kumandan, “sek-
banbaşı” denilen generaldir.
Yeniçeri ocağı, “orta” denen taburlar hâlinde teşkilâtlanmıştı. Orta
kumandanı olan binbaşıya “çorbacı” denirdi. Karışık ve cazip proto-
kolleri ve merkezde sözleri geçmesi, ihtilâllere karışması bakımından,
bazı tarihçiler, Osmanlı fetihlerinin bu Ocak sayesinde yapıldığını iddia
etmişlerdir. Bu iddianın gerçekle ilgisi yoktur. Çeşitli tarihlerde yeniçe-
ri toplam sayısına bakmak kâfidir. 1451’de, İstanbul’un fethi sırasında
3.000 yeniçeri vardı. Halbuki İstanbul’u kuşatan Türk ordusu 100.000
kişi idi. Fâtih’in son zamanlarında yeniçeri sayısı yükseldi (1477’de
10.000, Fâtih’in öldüğü 1481’de 8.000). Cihangîrâne fütûhâtın yapıldığı
Yavuz ve Kanûnî devirlerinde de Türk ordusu içinde bir ağır piyade tü-
meninden ibaretti (Yavuz’un öldüğü 1520’de 8.000 yeniçeri, Kanûnî’nin
öldüğü 1566’da 12.798 kişi). Fütûhâtın durduğu devirlerde ise bu sayı,
tımarlı sipahisi aleyhine, fevkalâde şişmiş, reformcu padişah ve vezir-

112
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

lerin başlıca işi bu şişkinliği tasfiye etmek istemek olmuştur (1582’de


henüz 12.000 iken, III. Murâd’ın öldüğü 1595’te 26.100, 1609’da 37.627,
IV. Murâd’ın reformları sayesinde 1640’ta bu padişahın ölümünde
17.000, IV. Mehmed’in çocukluğundaki anarşi devrinde fevkalâde şi-
şerek 1656’da 81.000, Köprülü’nün reformları sayesinde inerek 1663’te
39.078, Köprülü–zâde’nin reformları sayesinde 1679’da 26.374, 1684’te
31.970, sonra çığrından çıkarak 1687’de 70.394, Köprülü–zâde Fâzıl
Mustafa Paşa’nın tedbirleri sonunda 1689’da 40.000, 1706’da 21.818,
sonra gittikçe şişerek 101.000, 1752’de 33.109, 1804’te 64. 546, ocağın
yok edildiği 1826’da kâğıt üzerinde yeniçeri geçinerek devletten maaş
alanların sayısı 100.000).
İkinci ehemmiyetli kapıkulu ocağı, kapıkulu sipahisi’dir, tımarlı si-
pahi ile karıştırmamalıdır. XVI. asır sonlarına kadar devşirmelerden
kurulu bir süvari sınıfı iken, bu tarihten sonra ekseriyetle Türk asıllı-
lardan seçilmiş, devşirme âdeti önce tavsamış, sonra vaz geçilmiştir.
Kumandanlarına “sipahi ağası” denilirdi. Çeşitli tarihlerde mevcutları
şöyledir: 1453’te 8.000, 1566’da 5.885, 1574’te 5.957, 1595’te 13.000,
1655’te 55.000, 1711’de 13.758.
Topçu ocağı da, en mühim sınıflardandır. Topçubaşı denilen ku-
mandanları vardı. XVI. asırda bu sınıfın mevcudu, 2.000’i tımarlı, gerisi
maaşlı olmak üzere 7.000 kadardı.
Toparabacıları Ocağı, bir diğer sınıftı. Arabacıbaşı denilen kuman-
danları vardı. Görevleri sıkı sıkıya topçu sınıfı ile ilgiliydi, fakat ayrı bir
sınıftı. Top nakliyle uğraşırlardı. Bu ocağın mevcudu çeşitli tarihlerde
400 (1574) ilâ 4 414 (1821) arasında oynamıştır.
Humbaracı ocağı, bombacı sınıfı idi. 1733’te sayıları 601 idi. Başları
humbaracıbaşı idi. Humbara veya halk dilinde kumbara, Osmanlı Türk-
çesi’nde el bombası demektir; tüfekle ve topla atılanları da vardı.
Lâğımcıbaşı’nın kumandası altındaki lâğımcı ocağı, istihkâm sını-
fıdır. “Lâğım”, yeraltında kale muhasaralarında açılan tünellerdir. XVII.
asır ortalarında Ocak mevcudu 5.000 kadardı.
Cebecibaşı’nın idâresindeki cebeci sınıfı, ordu donatım sınıfıdır.
Silâhların (top hâriç) ve donatım malzemesinin bakımından sorum-
ludur. Sayıları çeşitli tarihlerde 500 (XVI. asır başları) ilâ 8.000 (1684)
arasında oynamıştır.
Kapıkulu Ocakları denilen, aslında devşirme çocuklar yetiştirilerek
kurulan, sonradan devşirme âdetinden vaz geçilerek devam ettirilen
Osmanlı askerî sınıfları bunlardır.
Bir başka sınıf, “akıncı” denilen atlı sınıftır. Avrupa, akıncı olmak-

113
osmanlı tarihi

sızın savaş kazanılamayacağını çok geç anladı ve bizden 500 yıl sonra
akıncı teşkilâtını kurdu, “komando” adını verdi. Osmanlı devletinin ku-
ruluşu ve şevketinde tımarlı sipahisinden sonra ordunun en çok hizmet
eden sınıfı akıncılardır. Tımarlılar gibi Türk aslındandır ve gene onlar
gibi babadan oğla geçen bir meslektir.
Akıncı, akın yapan askerdir. Akın, düşman iline akmaktır. Atla ya-
pılır. Atsız akın yoktur. Bozkurt, Türk’ün mânevî gücünü gösteren sen-
bolse, at da maddî gücünü gösteren semboldür. Bu semboller binlerce
yıllıktır. Asya tarihinin fecrinde, sisli çağlar içinden çıkmıştır. Hiç bir
ırk, Türkler gibi akmasını bilmemiştir. Türk akın için doğdu sanılır. Şâi-
rin “Biz kasırga oğulları, biz kanatlı süvârîler” dediği Türk atlısı, miskin
kavimlerin dağ ve akarsu atlayamadıkları çağlarda Pasifik kıyılarından
Atlantik kıyılarına erişmiştir. Onu kuzeyde buzullar durdurmuş, fakat
güneyde Himalayalar bile durduramamıştır. Hind Okyanusu’na da ko-
layca erişmiştir. Bir milletin karakteri bin yılda teşekkül eder. Bir millet,
bir şeyi en iyi şekilde yapıyorsa, yüzlerce yıllık tecrübe ve çalışmanın
neticesidir. İsviçreli, bu derece dakik saat yapmayı beş yüz yıl çalışarak
öğrenmiştir. Osmanlı akıncısı da yerden bitmemiştir. Orta Asyalı süva-
rinin gerçek oğlu ve halefidir.
XIX. asrın 2. yarısında Çukurova Türkmeni’ne göre en kutsal şeyler
hâlâ at ve silâhtır. Kadın üçüncü gelmektedir. Refik Hâlid’in Çete’sinde
anlattığı Millî Mücadele devri akıncısı, İzmir’e girmek azmiyle Afyon’da
bindiği atından denizi görmeyince artık inmeyen Türk süvarisi, Orta
Asya’dan gelip Tuna’ya tırmanan Türk atlılarının gerçek torunlarıdır.
Akıncı, öncüdür. Piyoniyedir, gönüllüdür, fedâîdir, dalkılıç ve kel-
lekoltuktadır. Yolu o açar ve gösterir. Ardından ordu gelir, sonra mil-
let. Ve yurd kurulur. Anadolu’da, Rumeli’nde Selçuklular ve Osmanlılar
böyle yurd kurmuşlardır. Tek kanatlı imparatorluk olmaz. Kanatlardan
biri kopunca, imparatorluk da düşmüştür. Akıncılık bir ruh meselesidir.
İnanç ve imandan bile öte bir şeydir. Aynı zamanda bir dünya görüşü
meselesidir. Akıncı, derviştir, derviş–gazidir, erendir. Akıncı gibi düşü-
nüp hissetmeyen insan ne akıncı, ne öncü olabilir.
Osmanoğlu Orhanoğlu Gazi Süleyman Paşa, Çanakkale kanalını
atladığı, Gelibolu’ya erdiği an, mutlaka kuzeyden esen Tuna meltemini
hissetmiştir. Süleyman Paşa’nın akıncıları atlarını Tuna deryâsına sal-
dıkları zaman Gelibolu mûcizesinden bir çeyrek asır bile geçmemiştir.
Türkler’in “mübârek” diye andıkları, “deryâ” diyerek tebcîl ettikleri bu
büyük akarsuyu hayatında akın gayesiyle 130 defa geçen akıncı beyleri
nesli, böyle yetişmiştir. Bu beylerin çoğunun ataları, Osman Gazi’nin

114
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

kapı yoldaşlarıdır. Marmara’ya erişmeden gözlerini kapamak istemeyen


Osman Gazi’nin… Altay ve Tanrı Dağı’ndan Tunaboyu… Selçuk Bey
torunu Alp Arslan’dan Osman Gazi torunu Süleyman Paşa’ya ancak 200
yıl geçmiştir. Kuşuçuşu 6.000 km için 200 yıl, 6 kuşak nedir ki? Bu me-
safeyi yürüyen, bir şahıs, bir ordu değil bir millettir.
Türk askeri için savaşmak en büyük millî ve dinî görevdir, esasen
askerin başka bir görevi de yoktur. Asıl ordunun başarısı, açılan yola
bağlıdır. Bu yolu akıncı açar. Ordunun hedefi olan ülkeyi maddî ve mâ-
nevî şekilde yıpratır, olgunlaştırır. Düşmana âit bütün haberleri topla-
yıp beylerbeyine ulaştırır. Denizde bu işi “korsan” denilen deniz akıncı
sınıfı yapar.
XVI. asır sonlarında akıncı ocağı bozulur ve XVII. asır sonunda
artık yok gibidir. XVII. asırda bu görevi daha çok Kırım’ın atlı ordusu
üzerine alır. Bu da Osmanlı inhitat sebeplerinden biridir. Zira Osmanlı
ordusu, Kırım süvarisine muhtaç hâle gelmiştir.
Akıncı, en çok Avusturya, Bavyera, Bohemya, bir de Kuzey–doğu
İtalya’yı sever. Polonya’ya da çok akmıştır. Beç (Viyana), Praha (Prag)
gibi şehirleri avucunun içi gibi bilir. Kılık değiştirip bir Alman, bir Ma-
car gibi bu şehirlerde dolaşır. Brandenburg’a, Batı Prusya’ya, İsviçre’ye
kadar gidenleri vardır. Batı dillerini yalnız ana dili gibi konuşmaz, çok
defa okuyup yazar. Türk kültür dilleri olan Arabca ve Farsca’yı öğrenen-
leri de vardır. Ocağı beslemek için akıncı çocukları yetmez. Aydın, Sa-
ruhan (Manisa), Menteşe (Muğla), Sığla (İzmir) taraflarından gözüpek
Anadolu çocukları Tunaboyu’na gelerek akıncı yazılırlar.
Akıncı, akından dönmemek emrini alabilir, böyle bir meslektir.
1529 Viyana muhâsarasında ordunun selâmetle çekilebilmesi ve Al-
manya’ya baş eğdirmek için akıncı başbuğlarından Kasım Bey, Almanya
ve Avusturya’yı alt üst edip 12.000 şehit vermiştir. Bunların Viyana dı-
şındaki mezarlarını 136 yıl sonra, 1665’te Evliyâ Çelebî ziyaret etmiştir.
Silâhlarıyle gömülmüşlerdir. “Kasım Voyvoda Şehitleri Ziyaretgâhında”
40 yerde şehitlerin toplu mezarları vardı.
Kara ordusunun diğer bir sınıfı azablar’dır. Anadolu çocuklarından
seçilen bir hafif piyade sınıfıdır. Ayrıca kale azabları ve deniz azabları
(deniz piyadesi) sınıfları da vardır. Bu sınıfın mevcudu 1402 Ankara
muharebesinde 20.000, 1453 İstanbul muhasarasında 20.000, 1473 Ot-
lukbeli muharebesinde 30.000, 1522 Rodos muharebesinde 20.000 idi.
XVI. asır ortalarına kadar sayıca yeniçerilerden çok fazla idiler. Sınıf,
yeniçeriler gibi tüfekle donatılmadığı için fonksiyonunu kaybetmiş ve
ilga edilmiştir.

115
osmanlı tarihi

Yaya ve müsellem sınıfları da, devletin kuruluş ve gelişme devir-


lerinde hizmet etmiş piyade sınıflarıdır. Yörükler de böyledir. Taşrada
beylerbeyinin maiyet askeri olarak levend (deniz levendleri değil), sek-
ban, sarıca, besli sınıflar vardır; en tanınmışları kara levendleridir. Eli
silâh tutan vatandaşlardan meydana gelen gönüllü sınıfını da bunarla
eklemek lâzımdır. Başka askerî sınıflar şunlardır: voynuklar, mortolos-
lar, derbendciler, yasakçılar, meş’aleciler, bozancılar.
Mısır askeri, ayrı bir sınıftı. Bunlar eski Türk Memlûkleri idiler ve
süvari (atlı) idiler. Kırım askeri ise, sayıları 100 ilâ 200.000 arasında
değişen bir atlı ordu idi. İmparatorluk, Doğu Avrupa’yı, Rusya ve Po-
lonya’yı bilhassa Kırım askeri ile tutuyordu. Diğer tâbî devletlerin de az
sayıda olmakla beraber, emir aldıkları zaman Osmanlı ordusuna katılan
birlikleri vardı. Cezâyir, Tûnus ve Trablus (Libya) eyâletlerinde ise dev-
letin Anadolu Türkleri’nden kurulmuş, yalnız bu eyâletlerde görevlen-
dirilen birlikleri vardı.

116
Donanma

T ürk denizciliğinin, Türk ordusu kadar kıdemi yoktur. Hattâ Türkler,


Anadolu’ya gelinceye, XI. asra kadar, denizci bir millet değillerdi,
denilirse mübalağa edilmiş olmaz. Gerçi Mîlâd’dan önceki asırlarda
denizlere ulaşmışlardır. Fakat bir donanmaya ihtiyaç duymamışlardır.
Türkler, Avrasya’yı seven bir kavimdir. Bir boğazı ve bir çölü atlayıp Af-
rika’ya bile geç tarihte intikal etmişlerdir. Açık denizden, hiç olmazsa
XI. asra kadar hoşlanmamışlardır. Bozkır adamının denizi sevmemesi
de yadırganmaz. Ama XI. asırda Akdeniz’e ulaşınca durum değişmiştir.
Türkler, ilk defa olarak, Bizans gibi, İtalyan cumhuriyetleri gibi, büyük
denizci ve donanma sahibi milletlerle karşılaşmışlardır. Ve hiç gecikme-
den donanmalarını kurmuşlardır da. Zira artık Anadolu’da yurd tutmuş
bir millet için deniz kuvveti, millî savunmanın vaz geçilemez bir unsuru
hâline gelmiştir. Eskiden böyle bir ihtiyaç yoktu. Anadolu dışında teşek-
kül eden sonraki Türk devletleri de böyle bir ihtiyaç duymamışlardır.
Hindistan Timuroğulları ve İran Safevîler’i gibi en muazzamları bile…
Birinci İmparatorluk Türkiyesi’nde, yeni Selçukoğulları zamanın-
da, Anadolu Türk devleti, Karadeniz (Sinop) ve Akdeniz’de (Antalya ve
Alanya) olmak üzere iki büyük ve ayrı donanma kurmaya mecbûr ol-
muştur. Zira Ege, Marmara ve Boğazlar, Bizans’ın elindedir. Karadeniz
ile Akdeniz arasına geçmek henüz Selçuklular için mümkün değildir.
Gerçi bir ara Ege kıyılarını ele geçirmişler, Üsküdar’ı bile almışlardı.
I. Sultan Kılıç Arslan’ın damadı olan Çaka Bey, büyük donanması ile
Ege adalarını fethetmişti. Fakat Birinci Haçlı Seferi, bu teşebbüslerin
üzerinden silindir gibi geçti. Ege sahillerini Bizans geri aldı. Taht şehri
İznik’ten Konya’ya kaçırıldı. Çok sonraları Büyük Alâaddin Keykubâd,
Sinop ve Antalya’da ayrı donanma kurdu. O derecede kudretli idi ki,
Karadeniz donanması ile Kırım’da fetihlerde bile bulundu.

117
osmanlı tarihi

Birinci İmparatorluk dağılıp Türkmen Beylikleri ortaya çıkınca, Batı


Anadolu’nun son kısımlarını yeniden feth ederek Bizans’ı Ege sahille-
rinden kovdular. Ve hemen donanma ihtiyâcını anladılar. Kuzeyden
güneye Karasi, Saruhan, Aydın ve Menteşe beyliklerinin donanmaları
vardı. Aydınoğlu Umur Bey, bu beyliklerin birleşik donanmaları ile Ege
adalarını alt üst etti, hattâ Balkanlar’a çıktı. Gazi Süleyman Paşa’nın ger-
çek öncüsü oldu. Orhan Gazi zamanında Karası beyliği Osmanlı’ya ge-
çince, Osmanoğulları, ilk donanmalarına da sahip oldular ve tecrübeli
Karası denizcilerinden faydalandılar. Sonra Yıldırım Bâyezid, Ege kıyı-
larındaki diğer 3 Türkmen beyliğini de, tabiî donanmaları ile beraber,
Osmanlı birliğine kattı.
Binâenaleyh XIV. asırda bir Osmanlı donanması vardı. Fakat Doğu
Akdeniz’e Venedik, Batı Akdeniz’e İspanyol (Kastil–Aragon) donanma-
ları hâkimdi. Fâtih Sultan Mehmed, dünyanın en güçlü donanması olan
Venedik’inkini geçmeyince, cihan devletinin temellerinin sağlam şekil-
de atılamayacağını anladı. Çok büyük gayretlerle 1470’lerde, Venedik
donanmasının gücünü geçen ve ölümüne yakın, 1480’e doğru, Venedik
donanmasının takrîben iki katı güçte muhteşem bir donanma kurdu.
Oğlu II. Bâyezid, yenileyerek ve güçlendirerek, babasının deniz siya-
setine devam etti. Karamanlı Kemal Reis, bu padişah devrinde yetişti.
Türkler’in Çakan ve Umur Beyler’den sonra yetiştirdikleri üçüncü dehâ
sahibi amiraldir ve Osmanlılar’ın yetiştirdiklerinin ilki, XVI. asır Os-
manlı deniz ekolünün kurucusudur.
II. Bâyezid’in 3. oğlu ve Yavuz’un ağabeyi Korkut, yıllarca Ege kıyı-
larında valilik yaptı. Çılgınca denizciliğe meraklı idi. Denizcileri çok de-
rin ve anlayışlı şekilde himaye etti. Barbaros Kardeşler’i yetiştiren odur.
Yavuz tahta geçip ağabeyi Sultan Korkut’u bertaraf edince, ağabeyinin
adamları oldukları için yeni padişahın kendilerine zarar vereceğini sa-
nan Barbaros Kardeşler, Kuzey Afrika’ya kaçtılar. Batı Akdeniz’de pîrleri
Kemal Reis, Osmanlı sancağını çok dalgalandırmış, İspanyol sahillerini
yakıp yıkmış, fakat bu sularda fütûhâta geçmemişti. Zira Osmanlı sı-
nırlarından çok uzak yerlerdi. Bu suretle Yavuz, Mısır’ı alırken, Barba-
ros Kardeşler de Cezâyir ve Tunus’u fethe başladılar. Bu suretle Kanûnî
devrinde, Kızıldeniz’le Atlas Okyanusu arasında bütün Kuzey Afrika,
Akdeniz’den Orta Afrika’ya kadar fethedildi.
Bütün Türk tarihinde deniz siyasetine kara siyasetine nazaran önce-
lik tanınan tek devir, Kanûnî Sultan Süleyman devridir. Bir başka devir,
ne daha önce, ne daha sonra gelmemiştir. Birden fazla sebep, Kanûnî’yi
bu deniz politikasına itmiştir. Barbaros Hayrettin Paşa, 12 yıl müddet-

118
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

le (1534–46), kapdân–ı deryâ sıfatıyle yalnız Türk deniz kuvvetlerini


idare etmedi, Türk donanmasını cihanşümûl bir stratejinin içine itti ve
Kanûnî’nin, bütün vezirlerin üzerinde ilgi gösterdiği has müşâviri oldu.
Bu devirde Donanma–yı Hümâyûn, XIX. asırda İngiltere, İkinci
Cihan Harbi sonunda Amerika donanması ne ise oydu: Dünyanın geri
kalan bütün donanmalarının toplam gücü üzerinde bir güç. Öyle kud-
retli bir Türk denizciliği teşekkül etti ki, 1878’e kadar Türk donanması,
İngiltere ve Fransa’dan sonra dünya 3.’lüğünü muhâfaza etti. 93 felâketi,
Türk deniz haşmetinin de sonu oldu.
Donanma–yı Hümâyûn’un başı, kapdân–ı deryâ idi. Bugünki deniz
kuvvetleri kumandanlarının bütün yetkilerinden başka şu sıfatları var-
dı: Dîvân–ı Hümâyûn üyesi olarak deniz bakanı idi. Bugünkü genel kur-
may başkanı ile savunma başkanının donanma üzerindeki bütün yetki-
leri de ona âitti. Üstelik “kapdanpaşa eyâleti” denilen geniş ve dağınık
bir eyâletin beylerbeyisi, bahriye umumî valisi idi. Sadrâzamdan başka
kimseden emir almazdı ve doğrudan doğruya Dîvân–ı Hümâyûn’a kar-
şı sorumlu idi. XVI. asır sonlarına kadar rütbesi beylerbeyi (oramiral)
iken, bundan sonrakilerin ekseriyeti vezir (büyük–amiral) rütbesi ile
kapdân–ı deryâ oldular.
Kapdân–ı deryâlık 13 Mart 1867’ye kadar devam etti. Bu tarihte
“bahriye nâzırı” adını aldı ve imparatorluğun sonuna kadar —ordu ile
ilgisi olmaksızın— seraskerlik veya harbiye nâzırlığından ayrı şekilde
sürdü.
Burada şunu da kaydetmek lâzımdır: Kapdân–ı deryânın, bugünki
deniz kuvvetleri kumandanından eksik komuta yetkileri de vardı. Bü-
tün donanmanı kumandanı değildi. Emrindeki donanma dışında, dev-
letin başka filoları da vardı. Bu filoların amiralleri, doğrudan doğruya
Dîvân’a bağlı deryâ sancak beyleri (tümamiraller) idi. En mühimleri
“Süveyş Kapdânı” ve bazen “Hind Kapdânı”, “Mısır Kapdânı” denilen
müstakil filo kumandanlığı idi. 1517’de Yavuz Sultan Selim, Selmân
Reîs’in idaresinde kurmuştu. Bu amiral, Süveyş’te otururdu. Süveyş Ka-
nalı olmadığı için, Akdeniz’le bağlantısı yoktu. Kızıldeniz, Aden Körfe-
zi, Ummân Denizi, Basra Körfezi ve Hind Okyanusu, bu amiralin so-
rumluluğunda idi. Yani Osmanlılar’ın “Hind denizleri” dedikleri bütün
denizler. Bu denizler üzerinde Aden’de, Basra’da, Cidde’de ve başka yer-
lerde Türk bahriye üsleri vardı. Endonezya sularına kadar Süveyş Kap-
dânı mes’uldü. Aslında kapdân–ı deryâ’nın sorumluluğundaki Akdeniz,
Karadeniz, Atlas Okyanusu ve bağlı denizler kadar büyük alandı. XVI.
asırda Hindistan ve Endonezya seferleri, bu filo ile yapılmıştır. Siyam,

119
osmanlı tarihi

Güney Hindistan, Filipinler’e kadar Türk denizcileri gitmişler ve bura-


lardaki yerli devletlere teknik ve silâh yardımı yapmışlardır. Binlerce le-
vend de, denizci ve topçu olarak personel yardımı şeklinde Uzak Doğu
ülkelerinde bırakılmışlardır.
Kapdân–ı deryâlık teşkilâtı dışında kalan ikinci mühim filo, Tuna
Kapdânı denilen amiralin emrinde “İnce Donanma” tâbîr edilen filo idi.
Tuna’nın üç ağızdan Karadeniz’e döküldüğü deltadan Viyana yakınla-
rına kadar Tuna üzerindeki çok yoğun trafiğin huzûrundan, bu ami-
ral sorumlu idi. Almanya İmparatorluğu ile yapılan savaşlarda görevi
mühimdi. Bu amiralin sorumlu olduğu mecrâ üzerinde bugün sırasıyle
Sovyetler Birliği (Moldavya), Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya, Ma-
caristan, Çekoslovakya, Avusturya devletlerinin yalıları (nehir kıyıları)
uzanmaktadır. Takrîben 1.500 km uzunluğundaki bu mecrâ üzerinde
Türk nehir limanları, tersâneleri ve deniz üsleri vardı. Tuna İnce Do-
nanması’nın imal ve tamir edildiği en mühim tersâne Ruscuk’ta idi. Bu
amirallik, Tuna deltasından Vidin’e ve Vidin’den Budin’e (Budapeşte) ve
ötesine kadar olmak üzere iki komodorluğa ayrılmıştı.
Tuna İnce Donanması’nın küçük bir örneği, Fırat için yapılmıştı.
Başında “Fırat Kapdânı”, bazen “Şat Kapdânı” denilen amiral vardı. Bü-
tün Irak ve Suriye’yi kat’eden aşağı yukarı 1.300 km lik bir mecrâdan,
Basra’dan Birecik’e kadar, bu amirallik sorumlu idi. Bu yol, tabiî şekilde
2 haftada alınabiliyordu. Amirallik merkezi Birecik’ti ve burada çok mü-
him bir nehir tersânesi vardı.
Kapdân–ı deryâlık teşkilâtından ayrı son filo amiralliği, Hazar Kap-
danlığı idi. Merkezi Hazar üzerinde Dağıstan’daki Derbend limanı idi.
Özdemiroğlu Osman Paşa’nın teklifi ve Dîvân–ı Hümâyûn’un kararı ile
kurulmuş ve 27 Ağustos 1579’da ilk amiral olarak deryâ sancak beyle-
rinden Mehmed Bey, Derbend’e gelerek göreve başlamıştı. Yalnız bu filo,
ömürsüz oldu. Çeyrek asır sonra ilga edildi.
XVI. asır başlarına kadar kapdân–ı deryâ İstanbul’dan çok Gelibo-
lu’da otururdu. Sonra tamamen Kasımpaşa’daki sarayına yerleşti. Cezâ-
yir, Tunus ve Trablusgarb eyâletlerinin filoları, kapdân–ı deryâdan emir
alırdı. Bilhassa Cezâyir filosu, Avrupa’nın en büyük donanmaları dere-
cesinde kudretli bir deniz kuvveti idi. XVI. asrın bütün büyük denizcile-
ri Cezâyir donanmasında yıllarca hizmet ettikten sonra İstanbul’a gelip
merkezde çalışmış amirallerdir. Kapdân–ı deryâya bağlı diğer deryâ
beylikleri (tümamirallikler) İskenderiyye, Dimyat, Kırım’da Kefe, Azak
(Rostov), Girit’te Kandiye, Hanya ve Resmo, Sığla (İzmir), Rodos, Sakız,
Midilli, Preveze, Gelibolu, İnebahtı, Kavala, Navarin, Modon, Alâiye

120
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

(Alanya) gibi deniz üslerinde idi.


Deryâ beylerbeyileri (oramiraller) yeşil, sancak beyleri (tümamiral-
ler) mavi asâ taşırlardı. Bugünki rütbelerin karşılığı olarak büyükami-
rallik, oramirallik, tümamirallik, albaylık vardı, koramirallik ve tuğa-
mirallik rütbeleri yoktu. Deniz albaylarına “reîs”, tümamirallere “bey”,
oramiral ve büyükamirallere “paşa” denilirdi. Her limanın “vardiyan-
başı” denilen bir reîsi bulunuyordu. Kanûnî devrinde ve daha öncele-
ri büyükamirallik de yoktu, son rütbe oramirallik idi. İlk büyükamiral
(deryâ=bahriye vezîri) Piyâle Paşa’dır ve II. Selim devrinde bu rütbeyi
almıştır. Barbaros Hayreddin Paşa’nın rütbesi oramiral idi, bu rütbe ile
ve kapdân–ı deryâ olarak öldü. Kapdân–ı deryânın üç yardımcısı —sı-
rasıyle— kapudâne, patrona ve riyâle denilen or veya tümamiraller idi.
Bunlar, İngiltere donanmasının bahriye lordlarına karşılıktır. Donan-
ma–yı Hümâyûn ile Tersâne–i Hümâyûn’un kapdân–ı deryâ’dan sonra
en büyük âmiri kapudâne bey veya paşa idi.
Donanmaya ordunun yanında yer veren tek Türk devleti, Türkiye
İmparatorluğu’dur. Hem birinci imparatorluk (Selçuklular), hem de
ikinci imparatorluk (Osmanlılar). Tarih boyunca başka hiç bir Türk
devleti bu işi yapmadı, yapamadı. Batı Anadolu Türkmen beylikleri is-
tisna teşkîl etmez; zira onlar gerçekte Selçuklu donanma geleneklerine
vâris olmuşlardır. Nice Türk devleti içinde bugün yalnız Türkiye’nin
müstakil olabilmesinde, yalnız Türkiye’nin aynı zamanda denizci devlet
de olabilmiş bulunması faktörü inkâr kabûl etmez.

121
Tersâne–i Hümâyûn

XVI. asırda Donanma–yı Hümâyûn, kürekle çekilen kadırga


donanması idi. XVII. asırda kadırga ve yelkenle giden kal-
yon karışık kullanıldı. XVIII. asırda kadırga tamamen bırakılarak kal-
yon devri yerleşti. III. Selim ve II. Mahmud, çok büyük fedakârlıklarla
modern bir yelkenli donanma kurdular. Bu donanmayı, birleşik İngiliz–
Fransız–Rus donanmaları, Türkiye’yi Yunanistan’a muhtâriyet vermeye
zorlamak için 1827’de Navarin’de yaktılar. Navarin’de yalnız dünyanın
ikinci deniz kuvveti olan Donanmay–ı Hümâyûn yakılmadı. Türk de-
nizcilik kültür ve geleneği de mahvoldu. II. Mahmud’un küçük oğlu Ab-
dülazîz Hân’ın yarım asır sonra kurduğu zırhlı donanma, sadece tekne
bakımından muazzam ve dünyanın 3. donanması idi. Yoksa cihanşümûl
Türk denizcilik geleneğini hâiz değildi; bu gelenek mahvolmuştu. Sultan
Azîz, bu donanmaya denizci bir nesil yetiştiremeden tahttan indirildi
ve sonra 93 felâketi oldu. Hiç şüphe yoktur ki, asker yetiştirmek, silâh
edinmekten çok zordur. Yararlı insanlar yetiştirmenin, okul açmaktan
pek çok daha zor olması gibi.
Donanma–yı Hümâyûn, gemilerini kendi tersânelerinde yapardı.
Türk özel sektör tezgâhlarına ısmarlama âdeti yoktu. Dışarıdan gemi
alınması hiç vâkı’ değildir. Ancak XIX. asrın 2. yarısında donanmalar
zırhlı hâle gelince ve makineleşince dışarıdan gemi alındı veya gemi ıs-
marlandı. Gene de Sultan Azîz’in birçok zırhlıları Türk tezgâhlarında
yapıldı.
Bir kaç asır için dünyanın en büyük tersânesi, “Tersâne–i Hümâyûn”
denilen İstanbul (Haliç veya Kasımpaşa) Tersanesi idi. Fakat devlete âit
imparatorluğun çeşitli yerlerde pek çok tersâne vardı; bazıları çok bü-
yük müesseselerdi. Tersâne–i Hümâyûn’un en büyük âmiri kapdân–ı
deryâ idi. Tersâne Emîni denilen deniz müsteşarı, kapdân–ı deryâya

122
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

karşı sorumlu olarak İstanbul Tersânesi’ni idare ederdi. Tersâne Emî-


ni ve müsteşar yardımcısı olan Tersâne Kedhudâsı, 50.000 işçi, usta ve
mühendisin âmiri idiler. XVI. asır ortalarında İstanbul Tersânesi’nde
46.000 kişi çalışıyor ve aynı anda 180 gemi kızağa konularak inşa edi-
lebiliyordu. XVIII. asrın 3. çeyreğinde kapasite 137’ye düşmüştü. 137
gemi birden tezgâha konulup denize indirilebiliyordu. Tersâne Emîni
denilen bahriye müsteşarı sivildi ve en çok maliyecilerden seçilirdi. Yar-
dımcı olan kedhudâ ise tümamiral (bazen oramiral) idi.
Gemi inşaatından sorumlu en yüksek teknik âmir, sermîmâr–ı ter-
sâne–i denilen ve gemi mühendisi olması şart bulunan kişi idi. Emrin-
de 100 gemi mühendisi, 400 mühendis yardımcısı, binlerce işçi ve usta
bulunuyordu. Bu, XVIII. asırdaki durumdur. XVI. asırdaki durum çok
daha parlaktı. Tersâne–i Hümâyûn’un küçük bir kısmı üzerinde (75.000
metre kare) bugün Haliç Tersânesi bulunmaktadır. Tersâne–i Hümâyûn,
Venedik dâhil, sulh hâlinde bulunduğu yabancı devletler için de gemi
yapardı; kanuna aykırı değildi. İstanbul’dan sonra en büyük tersâneler
Gelibolu’da ve Cezâyir’de idi. Birecik, Süveyş, Ruscuk, Kahire, Tunus de-
niz ve nehir tersâneleri de çok büyük müesseselerdi. Bunlar dışında 90
kadar tersâne, devlete bağlı idi. Özel sektöre ait tezgâhlar hâriçtir.
Gemi donatımı, gemi teknesi yapmaktan çok daha zor ve masraflı
idi. Devletin gemi donatımı, 7–8 yılda tekneyi yenilmek (eskileri arma-
törlere ve yabancı devletlere satılırdı) için ayırdığı bütçe muazzamdı.
Donanmaya yelken bezi yapan fabrikalar Çanakkale, Manisa, Akhisar,
Güzelhisar (bugünkü Aydın), Muğla, İzmir, Ağrıboz, Atina, Teb, İsken-
deriyye, Kahire, Cezâyir’de, katran ve zift fabrikaları Biga, Bayramiç,
Tuzla, Kapıdağı, Kastamonu, Ağrıboz, Midilli ve Avlonya’da idi. Bir tek
fabrikanın kapasitesi yılda 150.000 arşınlık 10.000 parça yelken bezi do-
kumaktı. Gemi küreği yapan fabrikalar Edirne, İzmit, Golos, Cezâyir’de,
gemi lengeri yapan büyük dökümhâne Samako’da idi. Gemi âletleri ve
başta top olmak üzere silâhları gibi daha ince bilgiye dayanan sanayi, çe-
şitli merkezlerde kurulmuştu. XVI. asırda Türkler’e Akdeniz hâkimiyeti-
ni temin eden uzun menzilli gemi topları, dünyanın en büyük ağır silâh
sanayi olan Tophâne’de yapılıyordu. Tente bezi fabrikası Eceâbâd’da idi.
Bu tersâne ve fabrikalara lâzım gelen keten, kenevir, pamuk, ipek, zift ve
akla gelebilecek her türlü ham madde, imparatorluğun her köşesinden
temin ediliyordu.
XVI. asırda donanmada ve donanma için 250.000 kişi çalışıyordu.
Bunlar deniz askeri, forsa, kürekçi ve işçi olarak, dünyanın en büyük
donanmasını ayakta tutabilmek için seferber halde idiler. Deniz ticareti

123
osmanlı tarihi

için de aynı rakamı kabûl edersek, imparatorlukta 2 milyon nüfusun


denizden geçindiğini düşünmek mümkündir.
III. Selim devrinde, Türk denizciliğinin ve donanmasının inhitat
devrinde donanma için merkez bütçesi bugünki parayla 4,5 milyar tl
kadardı. XVI. asırda ne harcandığını, bunun kaç misli olduğunu, buna
göre kıyâs ediniz!
Daha XV. asır sonlarında, II. Bâyezid devrinde 63.000 kişi bindirilen
bir donanma yapılmıştı. Donanmada, —bütün donatımları dâhil— bu-
günkü parayla 72 milyon tl’na çıkan tekneler vardı. Her yıl ortalama
50 kadırga denize indirildiğine göre, yalnız harb gemisi inşâsı için yılda
bugünki parayla 3,6 milyar tl harcandığı anlaşılır. Personel maaşları
tabiatiyle bunun dışındadır.
Deniz askerine “levend” denilirdi. Kabiliyetli levend, amiralliğe ka-
dar yükselebilirdi. Hiçbir kanunî engel yoktu. Barbaros’tan sonra en bü-
yük Türk denizcisi sayılan meşhur Turgut Paşa öyledir; sırasıyle Levend
Turgut, Turgut Reis, Turgut Bey ve Turgut Paşa yani oramiral olmuştur.
Levendler XVI. asırda Batı Anadolu Türkmen çocukları idi. Karadeniz-
liler’in rağbeti, daha sonraki asırlardadır. Deniz azâbı sınıfı, deniz pi-
yadesidir. Bunlar denizci değildir. Gemiye bindirilmiş piyadedir. Deniz
topçusu, kara topçusundan başkadır; bunlar denizcidir ve topa meraklı
levendlerden seçilir. Gemide ayrıca her türlü teknik ve yardımcı sınıf
bulunur. Büyük çıkartmalarda donanmaya, ordu birlikleri bindirilir.
Kara ordusunun on binlerce bindirildiği en büyük Osmanlı çıkartma-
ları Kıbrıs, Girit, Tunus seferlerinde olmuştur.
Tersânelerde her türlü keşifler tecrübe edilirdi. Teknik ilerlemeye
çok ehemmiyet veren ve birçok şahsî teknik buluşu da olan Fâtih Sul-
tan Mehmed, ne kadar büyük tekne yapmak kaabil olduğunu anlamak
istedi. 3.000 tonluk bir gemi yaptırdı. Zırhlı olmayan, esas malzemesi
tahta bulunan 3.000 tonluk gemi, muazzam teknedir. Fâtih’in bu gemisi
tezgâhtan indirilince battı. Bu zamana kadar görülmemiş en büyük çap-
ta topların balistik hesaplarını yaparak —bu çapta topun patlayacağını
ihtâr eden mühendislerine rağmen— döktürüp kullanan Fâtih’in gemi
mühendisliğinin, balistik dehâsı kadar büyük olmadığı ortaya çıktı. Ama
belki bu başarısız tecrübenin verdiği fikirlerle oğlu II. Bâyezid, 1488’de
İstanbul’da 2.500 tonluk bir baştardayı denize indirmeye muvaffak oldu.
Bu gemi ve donatımı için bugünki paramızla 164 milyon tl harcandı.
Dünya tarihinde o zamana kadar bu büyüklükte bir gemi asla yapıla-
mamıştı. Bu baştarda, Kapdân–ı Deryâ Mesih Paşa’ya amirallik gemsi
olarak verildi. Teknenin boyu 54, eni 21 metre ve 2 katlı idi. Anbarları

124
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

hâriç 2.200 m2 yüzeyi vardı. Seren direklerinin kutru 3 metre idi. Çok
lüks döşendi. 2.000 mürettebâtı ve 120 topu vardı. Uzun menzilli deniz
topları ise Kemal Reîs’in icadıdır. XVI. asırda 3.000 tonluk gemiler de
yapıldı. Fakat esas kadırgalar daha küçük teknelerdi. 1710’da İstanbul
tezgâhından indirilen bir kalyon (yelkenli harb gemisi) 3.300 mürette-
batlı ve dünyanın en büyük teknesi idi. Bunu İstanbul limanında gören
İngiliz gezgini Richard Pococke, İngiliz donanmasının en büyük gemisi
olan Royal Sovereign’den 12 kadem daha büyük, 55,51 metre uzunluk,
14,34 metre genişlik, 6,48 metre derinlikte, kapdan güvertesi hâriç 3
güverteli, ayrıca bir yedek güverteli, 110 toplu, 1.600 mürettebatlı, 95
kantar ağırlığında demirleri olan bir tekne şeklinde tavsîf eder.
IV. Murad devrinde (1623–1640) yalnız İstanbul Tersânesi’nde ayda
6 ve yılda 72 kadırga yapılıp denize indiriliyordu. Kadırgalar arasında
biri, 3.120 mürettebatlı, 150 toplu bir devdi. IV. Murad, yılda inşâ edilen
harb gemisi sayısı 71’e düştüğü an, bu işten mes’ul tersâne emîni (deniz
müsteşarı) Sâlih Efendi’yi, başını kesmekle tehdîd etmişti. 1830’da II.
Mahmud’un Navarin faciasından hemen sonra 2 yıl içinde yaptırdığı ve
kendisini yetiştiren III. Selim’in adını verdiği Selimiyye kalyonu, 1 400
mürettebatlı, 120 toplu, yeryüzünü en iyi harp gemilerinden biriydi. Eşi
yalnız İngiliz donanmasında vardı. Fakat bu kalyonu bize tasvîr eden
İngiliz amirali Sir Adolphus Slade’e göre Türk gemicileri acemi idiler.
Zira 3 yıl önce Navarin’de, son yetişmiş Türk denizci nesli mahvedil-
mişti.

125
Batı denizlerinde Türkler

Ç ok mühim bir denizci sınıf, korsan sınıfıdır. Korsan, Fransızca “cor-


saire” karşılığıdır. Deniz komando sınıfıdır. Akıncı karada ne kadar
hayatî rol oynamışsa, Osmanlı cihan devletinin cihanşümûl deniz si-
yasetinde korsan da aynı görevi yapmıştır. Fransızca’da “pirate” denilen
deniz haydudu mânâsında değildi. Osmanlılar bu çeşit hayduta “deniz
harâmîsi, deryâ şakıysi, deryâ eşkıyâsı” derlerdi. Son zamanlar Türk-
çesinde korsan, bu ikinci mânâda kullanılmaya başlanmıştır. Karadaki
akıncı gibi, bahriyenin en seçkin, en imtiyazlı, en vuruşkan, en fedâî
sınıfı idi. XVI. asırda yetişen dehâ sahibi bir düzine Türk amiralinin
hemen hepsi bu sınıftan gelmişlerdir. XVI. asırda Turgut Paşa, yarım
asır korsan ocağının başında bulunmuştur. Bu sınıfın fonksiyonunu
şâhikasına çıkarmıştır. Devletin sulh hâlinde bulunmadığı devletlerin
gemileri, Akdeniz’de dolaşamaz olmuşlardır. Devletin sulh hâlinde bu-
lunduğu gemilere taarruz kesin şekilde yasaktı; böyle bir korsan reîsinin
derhal başı vurulurdu. Türk korsan sınıfının gerçek kurucusu, Yavuz
Sultan Selim’in ağabeyi Sultan Korkut’tur. Bu iş için çok dikkatli hare-
ket etmiş, çok para sarfetmiştir. Aslında bir armatör olan Cezâyir fâtihi
meşhur Oruç Reîs’i korsanlığa sevkeden odur. Oruç Reis, korsanlığın
pîri olmuş, şehâdetinden sonra kardeşi Barbaros Hayreddin Paşa bu işin
başına geçmiş, o kapdân–ı deryâ olarak İstanbul’a çağrılınca da Turgut
Reis bu işi ele almıştır.
Türk korsanlığının en büyük merkezi Cezâyir şehri idi. Buradaki
deryâ beylerbeyisi (oramiral), yalnız Batı Akdeniz’de değil, Atlas Okya-
nusu’nda da donanma bulundururdu. “Cezâyir korsanları, XVI. asırda,
çağlarının birinci denizcileri idiler”. Bu cümle, bir Fransız tarihçisinin-
dir (Lavisse–Rambaud, IV, 818). Balear, Sardunya, Sicilya, Korsika, Mal-
ta adaları, İtalya ve Fransa sahilleri, Türkler’in devamlı çıkartma yaptık-

126
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

ları yerlerdir. Türkler’in “Sebte Boğazı” dedikleri Cebelitârık’tan geçerek


Atlas Okyanusu’na da çıkarlardı. Bir korsan şâirin “On bir ay dedikde
göründü dağlar” mısrasından da anlaşılacağı üzere, çok uzun deniz se-
ferleri yapılıyordu. Bizzat Barbaros ve Piyâle Paşa gibi büyük amiraller,
Cebelitârık Boğazı’ndan Atlantik’e çıkmışlardır.
1617 Madeira adası seferi, Atlas Okyanusu’na yapılan meşhur se-
ferlerden biridir. 1674’te kuzey kıyısında Lizbon limanının bulunduğu
Tejo halicine yapılan sefer de böyledir ve Lizbonlular’ın gözü önünde 36
toplu, 400 mürettebatlı bir Portekiz firkateyni zabtedilmiştir. 1693 Finis-
ter Burnu, 10 ay sonra Câdiz, 1695’te Saint Vincent Burnu, 1530, 1553,
1574 Cadiz Körfezi seferleri, tarihe geçmiştir. Türk filoları, pek çok defa
Asor adalarını da vurmuşlardır. Kılıç Ali Paşa’nın talebesi ve Ali Biçin
Reîs’in dâmâdı Murad Reîs’in 1586 ve 1587’de iki yıl üst üste Kanarya
adalarına yaptığı seferler de Türkler’in ünlü Atlantik seferleri arasında-
dır. İkinci sefere 18 Türk kadırgası katılmıştır. Bu Koca Murad Reîs’ten
başka ve daha genç bir Murad Reîs’in 1631 Haziranında yaptığı İrlanda
seferi çok meşhurdur. 1625 Ağustos seferinde ise İngiltere’nin Plymouth
limanına giren Türk filosu, limanda yatan 27 gemiyi zabtetmiştir. Sonra
Türkler, Bristol Kanalı’na ve İrlanda Denizi’ne devamlı şekilde bu sular-
da 30 gemilik bir filo ayırarak hâkim olmuşlardır. Buradaki Türk deniz
üssü, 1625’te feth edilen Lundy adası idi ki, İngiltere kıyılarına 20 km’dir.
Bu adayı İngiltere, bütün çabalarına rağmen Türkler’den geri alamadı.
1654’te Türk filosu, hâlâ Bristol Kanalı’na hâkimdi.
Murad Reîs’in İzlanda seferi çok meşhurdur. İzlanda, Cebelitârık
Boğazı’ndan kuşuçuşu 3.400 km dir. 20 Haziran 1627’de İzlanda’ya çı-
kan Murad Reis, 16 Temmuza kadar 26 gün adada kalmıştır. 15 yıl sonra
1642’de 2. İzlanda seferini yapmıştır.
Türk korsanları, Holanda, Danimarka, Norveç, İsveç kıyılarını da
vurmuşlardır. Korsanlık, akıncılık gibi çok teşkilâtlı bir işti. Cezâyir bey-
lerbeyisinin Rotterdam, Amsterdam, Genova, Livorno ve emsali büyük
Avrupa limanlarında gizli ajanları vardı. Bunlar, limanlara girip çıkan
gemileri bütün sıfatlarıyle derhal Cezâyir’e bildiriyorlardı.
Türkler’in “Yeni Dünya” dedikleri Amerika ile de ilgileri vardır.
Vezîr–i âzam Makbûl İbrahim Paşa, Barbaros Hayreddin Paşa’nın,
Amerika’ya donanma gönderilip sömürge elde edilmesi projesini red-
detmişti. Ama Türk amiralleri, bizzat Amerika kıt’asının haritalarını,
her yıl yapılan yeni keşifleri işlemek suretiyle çiziyorlardı. Pîrî Reîs’in
Amerika haritaları, ilim âleminin ünlü vesikaları arasındadır. Türkler’in
Amerika’ya ilgi göstermemesi kınanamaz. Zira Türk imparatorluğunun

127
osmanlı tarihi

elinde dünyanın en zengin ülkeleri vardı. Türkler tarafından boğulan ve


itilen, Akdeniz’den kovulan batı Avrupa milletleri ise, yeni kıt’alara cân
atabiliyorlardı.
Ama Türk filoları, Amerika’ya da ulaşmışlardır. 1660’da Cezâyir
Beylerbeyiliğine bağlı bir filo, Kanada’nın Newfoundland adasını vur-
muş, sonra bugünki Birleşik Amerika’nın Atlantik kıyılarını Maine’dan
Delaware’e kadar gezmiştir. O sırada bu kıyılar, İngiliz sömürgesi idi. Bu
seferde müstesna güzellikte bir Virginialı kız, İstanbul’a gönderilerek IV.
Mehmed’e hediye edilmiştir. 1681 seferinde ise Newfoundland ve New
England kıyıları vurulmuştur. 2. Viyana muhasarasının 2 yıl öncesinde-
yiz. Cezâyir–New England yolu kuşuçuşu 8.500 km’dir. Başka Amerika
seferleri de vardır.
XVIII. asırda korsanlık, akıncılık gibi, aktivitesini kaybetti. Ama
devam etti. 1783’te, Avrupa ölçülerine göre mütevâzı da olsa, yeni bir
denizci devlet, denizlerde müstakil bayrak gezdirmeye başladı: Birleşik
Amerika. Cezâyir Beylerbeyiliğine bağlı Türk filoları, bu yeni devletin
gemilerini de vurmaya başladı. Amerikan sancağı taşıyan ilk gemi, Ca-
diz açıklarında 25 Temmuz 1785’te ele geçirilerek Cezâyir’e getirildi.
Boston limanına bağlı Kapdân Issaak Stevens’ın Maria’sı idi. 1793 Ekim
ve Kasım aylarında 11 Birleşik Amerika gemisi daha zabtedildi. Kongre,
27 Mart 1794 celsesinde, Türk korsanlarına karşı koyacak güçte harb
gemileri yapılması veya satın alınması için, Birleşik Amerika hükûme-
tine 688.888 altın dolar harcama yetkisi verdi. Bu suretle güçlü Birleşik
Amerika donanmasının nüvesi, Türkler sayesinde atılmış oldu.
İş bununla kalmadı: Birleşik Amerika, Cezâyir beylerbeyiliğinin
deniz kuvvetleri ile başa çıkamayacağını anladı. Bu, büyük devletlerin
harcı idi. 21 safer 1210 (5 Eylül 1795) anlaşması ile Birleşik Amerika,
Cezâyir beylerbeyiliğine yılda 642.000 altın dolar + 12.000 Türk altı-
nı ödemeyi kabûl etti. George Washington ve Beylerbeyi Hasan Dayı
Paşa’nın imza koydukları bu muâhedeye göre beylerbeyilik, bundan
böyle Amerikan sancağı taşıyan hiç bir gemiye dokunmayacaktı. Bu, 2
asırlık Birleşik Amerika tarihinde yabancı dille (Türkçe) imzalanan tek
anlaşma olduğu gibi, yabancı bir devlete vergi ödemeyi kabûl eden tek
Amerikan vesikasıdır da. Gene bu anlaşma, Birleşik Amerika’nın do-
nanmasının nüvesini teşkîl edebilmesi, Akdeniz’de serbestçe dolaşarak
ticaret yapabilmesi, bir kuşak sonra büyük devletler arasına girebilmesi
bakımlarından, ayrıca ehemmiyet taşımaktadır.
Denizaltı prototipleri çok eskidir. Fakat denizaltının donanmada
silâh olarak kabûl edilmesi XIX. asır sonlarında ve ciddî bir harp silâhı

128
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

olarak kullanılması ancak 1914’tedir. Donanmasına denizaltıyı resmen


kabûl eden ilk devlet de Türkiye’dir. Kasımpaşa Tersânesi’nde “Abdül-
mecîd” ve “Abdülhamîd” adında 2 denizaltı Vâlide taşkızağında yapıl-
mış, sualtı dalış, çıkış ve seyir denemeleri 5 Şubat 1887’de başlamış ve
muvaffak olması üzerine 22 Mart 1888’de Türk sancağı çekilerek resmen
Donanma–yı Hümâyûn’a katılmıştır.

129
Din

D in, bütün devletlerde ve toplumlarda olduğu gibi, Osmanlı devle-


tinde ve toplumunda da çok büyük bir unsurdur. Yüksek devlet
fikrini padişah temsîl ediyordu. Devletin hiçbir şeyle en uzaktan bile
mukayese edilemeyecek derecede yüce olan menfaatini sağlamak için
padişah, bir elinde orduyu, bir elinde ulemâ’yı tutuyordu. Her ikisini
de çok iyi tutuyordu. Gerçi İslâm dininin başı padişahtı. Fakat İslâm
dininde halîfe, birliğin senbolüdür. Papa’ya benzer bir salâhiyeti, Papa
gibi kendiliğinden dini tefsîr etme hakkı yoktur. Padişah, dini, ulemâ
sınıfı vasıtasıyle tutuyordu. Bütün adalet ve eğitim işleri de ulemâ’nın
elindeydi. Bu suretle bir taraftan halîfe, bir taraftan başkumandan sıfa-
tıyle padişah, her iki unsuru, dini ve orduyu, devletin yüce menfaatleri
uğruna senbolleştiriyor ve dengede tutuyordu. Çok kolay bir denge de-
ğildi. Hiçbir devlette kolay olmamıştır. Montesquieu, ruhbân ile asker
çatışmasının, Bizans’ın çökme sebeplerinden biri olduğunu yazar. Os-
manlı devletinde askerin ve ulemâ’nın yetki sınırları akıllıca çizilmiş ve
ayrılmıştı. Son mercî Dîvân, onun gücü yetmezse padişahtı. O noktada
söz bitiyordu. Sözün o noktada bitemediği olay, ihtilâl demekti, anarşi
idi. Böyle bir çözümsüzlüğe ulaşıldığı zaman da, yalnız devlet kayıplı
çıkıyordu. Ordunun ve ulemâ’nın kaybı buna göre ehemmiyetsizdi.
Devlet, şu felsefeyle çok sağlam temellere oturtulmuştu: Padişah
neydi? Şüphesiz başkumandandı, ordunun başı idi. Başka neydi? Hiç
şüphesiz halîfe sıfatıyle İslâm dininin başı idi. Padişahın bu sıfatların-
dan şüpheye düşmek, sapıtmakla birdi. Şer’î terimle “hurûc ele’s–Sultan”
idi ki, Allah’a ortak koşmak hâriç, en büyük küfürlerden biriydi. Sistem
böyleydi ve aşağı yukarı böyle işletilmiştir.
Demek maddî güc olan ordu ile mânevî güc olan din, hârikulâde
âhenkli bir şekilde düzenlenip yüce devlet’in hizmetine verilmişti. Os-

130
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

manlı mûcizesinin sırlarından biridir bu.


Padişah, bir kısım ulemâ–yı rüsûm’un bu işten hoşlanmamasına
ehemmiyet vermeksizin, her zaman için tarîkatlerin de başıydı. Tarî-
katler de hünkârın, dolayısıyle devletin emri altında idi. Padişah, res-
men derviş–gaziler Sultanı idi. I. Sultan Murad, bu unvânı takınmıştı.
Hünkâr çok defa Mevlevî idi ama, diğer tarîkatler de onun emrindeydi,
kendisine karşı olmayan her tarîkatin hâmîsi idi. Ama bir tarîkat, irâ-
desine aykırı hareket eder, meselâ yeniçerilerin tarafını devletin yüce
menfaatleri aleyhine tutarsa, vay hâline idi. Demek gönüller de devletin
yanında idi.
Bütün adalet ve eğitim işlerini de yetkisine alan bir din adamları
zümresi düşününüz. Osmanlı devletinde ulemâ–yı rüsûm bu idi. Hâ-
kim olduğu saha bakımından, ordudan bile güçlü olduğu sanılır. Aslın-
da bu kadar nüfuzlu değildi. Gerçi eğitir ve kazâ hakkını elinde tutardı.
Ama devletin de ulemâ otoritesi dışında ayrı eğitme ve kazâ hakkı vardı.
Enderûn Saray Üniversitesi ve sancak beyinden Dîvân–ı Hümâyûn’a ka-
dar idarî mercîlerin devlet nâmına kazâ hakkı taşımaları buna misâldir.
Diğer bir sebep, ilmiye sınıfının rûhânî bir kudreti bulunmaması idi.
Allah’ın yeryüzünde temsilcileri değildiler. Onlar olmaksızın da dinin
bütün ibâdetlerini yerine getirmek mümkündi. Üstelik mütevâzı kadı ve
müderrislerden şeyhulislâma kadar hepsinin tayin hakkını her zaman
için devlet nâmına padişah elinde tutuyordu. Gerçi idamları mümkün
değildi. Fakat azilleri ve sürülmeleri devletin elindeydi.
Halîfenin, şeyhulislâmın ve ulemâ zümresinin, mü’min hakkında,
onun imanı hakkında hüküm verme yetkisi yoktu. Bir adama dinsiz di-
yebilmek için, onun, açıkça ve şahit önünde, Allah’ı inkâr etmesi veya
ortak koşması, yahut Peygamber’in misyonunu kabûl etmemesi şarttı.
Yoksa şu veya bu ibâdetini yerine getirmiyor diye hiç kimsenin hiç kim-
seyi tekfîr etmek, Allah nâmına hüküm vermek hakkı yoktu. İbâdetler
için böyleydi ama, devlete baş kaldıran için böyle değildi. Devlet, vatan-
daşın yüksek haklarını savunmakla yükümlü olduğu için, Cenâb–ı Hak
gibi afvedici olamazdı. Devlete baş kaldırmak, en büyük sapıtkanlıktı
ve cezası tekti.
Ahlâklı milletler ve zayıf ahlâklı milletler olduğu doğrudur. Tarih
bunu gösterir. Türkler, hem yüksek ahlâka sahip, hem mutaassıp olmak-
sızın dine en saygılı kavim olmuşlardır. Taassuba tenezzül etmemişler-
dir. Ama İslâm milletleri içinde Kur’ân’ı abdestsiz tutmayan tek kavmin
de Türkler olduğu bilinmektedir. Tarih tetkik edilirse, pek çok kavmin,
dindar olmaktan çok, mutaassıp oldukları müşâhede edilir.

131
osmanlı tarihi

Millî bir ahlâk, millî ahlâk telakkileri de olduğu muhakkaktır. Aynı


dinden olan milletlerin ahlâk ve karakterleri birbirine hiç benzemez.
Din, milletlerin karakterlerini derinlemesine değiştirmez. Yalnız ibâdet,
aynı mezhebde olanlar için birdir. Hanefî bir Türk ile Hanefî bir Cavalı,
aynı şekilde ibâdet eder. Fakat bir Cavalı ile bir Türk’ün din ve dünya gö-
rüşü arasında, hiç bir münasebet yoktur. Meşrûtiyet’te Yahyâ Kemal, bir
Türk Müslümanlığı olduğunu yazdığı zaman, Türk tarihini iyi bilmeyen
nâzır ve vezirlerden ihtiyar Reşîd Âkif Paşa, kendisini —çok nâzikâne
şekilde— azarlamıştı. Mütâreke içinde bir gün aynı muhterem paşa,
Yahyâ Kemâl’e bir bayram namazında tesadüf etmiş, yıllar önceki fikrini
değiştirdiğini, Yahyâ Kemâl’in fikrine geldiğini söylemiştir.
Hıristiyanlık, târik–i dünyâlığı kabûl eden bir dindir. İncil’de, tokat
yiyen Hıristiyan’ın, diğer yanağını çevirmesi emredilir. İslâm ise aktivite
dinidir. Cihad fikrinin şampiyonudur. Miskinlikle ilgisi yoktur. Din her
şeyden ibaret olsa ve her şeyi düzenleyebilseydi, bugün Müslümanlar’ın
dünyaya hâkim olmaları îcâb ederdi. Fakat bugün dünyaya Hıristiyanlar
hâkimdir. Ve bugün Batı dünyası, Türkiye dahil, İslâm dünyasından çok
daha dindardır. Bu Hıristiyan üstünlüğü için “ne zamandan beri?” diye
bir soru tevcîh edilirse, gerçi tarihçi, “yalnız 2 asırdan beri” cevabını ver-
meye mecburdur. Ondan önceki on asırda İslâm’ın üstün bulunduğu da
bir vâkıadır. Önümüzde daha milyarlarca yıl olduğu da âşikârdır. Fakat
günümüzün gerçekleri gözler önündedir ve te’vil kabûl etmez.
Türkler’in eskiden beri ahlâklı bir kavim olmaları, İslâm dinine
geçişlerini çok kolaylaştıran unsurlardan biridir. Ahlâkı ekmel hâle
getirmek misyonunda olan bir dinin prensipleri, Türkler’e çok sevimli
gelmiştir. Böyle bir dini artık Türkler, şarlatanlığa ve müsamahasızlığa,
taassuba ve zulme kapılmaksızın, çok sevmişlerdir. Ateşli bir inançla
savunmuşlardır. Türkler olmasaydı Haçlılar, Kudüs’te değil, Mekke’de
idiler. XI. asırda Mekke’de olabilen bir Haçlı sürüsü de, İslâm’ın cihan-
şümûl pozisyonuna son verirdi.
Milliyet fikrinin İslâm dinine ve kardeşliğine aykırı olduğunu sa-
vunan Meşrûtiyet fikir adamları, yanılmışlardır. Çok canlı milliyetler,
İslâm kardeşliğine yalnız güç kazandırır. Cansız milliyetler ise, İslâm
dinini, sömürgeler dini hâline getirmiştir.

132
Ahlâk

XVIII. asrın sonlarında Türkler arasında çeyrek asır yaşa-


yan d’Ohsson, şöyle der (IV, 309):
“Osmanlılar, Kur’ân’da ifade edilen doğruluk, ahlâk ve namus pren-
siplerine çok bağlıdırlar. Aralarındaki bütün sosyal münasebet ve dü-
zen, iyi niyet ve şefkate dayanır. Başka ülkelerde olduğu gibi, aralarında
yazılı anlaşma yapmaya lüzum görmezler. İyi niyet ve söz, her şeyi hal-
leder. Osmanlılar, verdikleri sözün esîridirler. Bu tutumları, yalnız din-
daşlarına karşı değildir. Hangi dinden olursa olsun, yabancılara karşı da
böyle hareket ederler. Sözlerini tutma hususunda, onlara göre Müslim
ve gayrı Müslim olmanın hiçbir farkı yoktur. Gayrı meşrû olan her ka-
zancı, ahlâksızlık ve dine aykırı görürler. Gayrı meşrû edinilmiş serve-
tin, bu dünyada da, öteki dünyada da insanı bedbaht edeceğine, samîmî
şekilde inanırlar.” d’Ohsson’un sözleri burada bitti.
Birinci Cihan Harbi’ne kadar Müslüman bir kadının fuhşunun,
nâdir bir hâdise olduğu bilinmektedir. İslâm dinini kabûlden önce de
Türkler’in durumu böyleydi. Câhiliyye devri Arapları gibi ahlâksızlık
içinde yüzmüyorlardı. Türk kadınının ahlâkı, bütün Ortaçağ metinle-
rinde övülür. Marco Polo, Türk kadınının “dünya’nın en temiz ve ah-
lâklı” kadını olduğunu söyler. Vambery, Eski Türkçe’de “fâhişe” ve “piç”
kelimelerine tekabül eden bir kelime bulunmadığını, bu kelimelerin
Farsca’dan Türkçe’ye geçtiği, itina ile kaydeder.
Âile, Eski Türkler’de en kutsal müessese idi. Âile mahremiyetini hiç
bir şey ihlâl edemezdi.
Şahsî ahlâk gibi millî ahlâk da üstündü. İslâm’dan önceki Türk toplu-
mu, milliyetçi bir toplumdu. Orhun Kitâbeleri’ndeki milliyetçi rûha eri-
şebilmek, diğer milletler için, son asırlarda mümkün olabilmiştir. M.Ö.
36’da Türk hâkanı Çiçi Yabgu’nun meşhur nutkunda “millet olduk” diye

133
osmanlı tarihi

bir cümle vardır ki, bu iki kelimelik hârika cümle, bundan 2.013 yıl önce
söylenmiştir. Gene bu nutukta şu parıltılı cümleler yer alır: “Biz ölsek
de, kahramanlığımızın şöhreti kalacaktır. Yalnız bu şöhret, çocukları-
mızı ve torunlarımızı, diğer kavimlerin efendisi kılmaya yeter.” Çocuk-
ların ve torunların, gelecek kuşakların şânı ve varlığı için ölmek… 2.000
yıl önce Türk milliyetçiliği, bu seviyeye erişebilmiştir. Millî ahlâk bu idi.
Bencil değildi, geleceğe dönüktü. Şahsî değil, toplum içindi. Murad Hü-
dâvendigâr’ın Kosova’sında, Mustafa Kemâl’in Sakarya’sındaki ruh, bu
ruhtur. Öyle üç beş asırda olmamıştır, olacak şey de değildir.
1602 yılında yazan bir Erdelli Macar tarihçisi, Szamosközy şöyle
der: “Kan içici Romen, Sırp ve Almanlar’ın biz Macarlar’a yaptığı mu-
ameleyi, değil Osmanlılar, Kırım Tatarları bile asla irtikâb etmemişler,
bunlar bize karşı şefkatle davranmışlardır.”
Gerçek Türk ahlâkı, büyük bir hoşgörürlüğe ve müsamahaya yer ve-
rir. Taassup sevilmez. Türk’e göre taassup ve yobazlık, kendine emniyeti
olmayan şahıs ve toplumlara vergidir. Türk edebiyatı asırlarca yobazlar-
la alay etmiş, onları kınamıştır. Türk, imanından o derecede emindir ki,
asırlarca Bizans mozaikleri karşısında namaz kılmış, bu mozaikleri ka-
patmayı bile düşünmemiştir. Ayasofya 1453’te cami, hem de protokolde
bütün Osmanlı Cihan Devleti’nin birinci camii olduğu halde, tympanon
duvarındaki mozaikler 1573’te Mimar Sinân’ın büyük tamiri sırasında,
kubbe mozaikleri 1580–1592 arasında, sonra 1630’dan az önce, tama-
mı 1672’de —hiç tahrib edilmeden— üzerine badana çekilerek kapa-
tılmıştır. Doğu kemerlerindeki mozaikler ancak 1801’de, geri kalanlar
da 1750’de badana ile örtülmüştür. Bu durum, asırdan asra taassubun
arttığını, Osmanlı şevketinin taassubla alâkası olmadığını gösterir. Selâ-
nik Ayasofya Camii’ni XX. asır başlarında II. Abdülhamîd, hem Bizans,
hem Türk kısımlarına aynı derecede para harcayarak, büyük masraflarla
onarmıştı. Selânik, 1913’te Yunanlı’nın eline geçti. Derhal kiliseye çev-
rildi. 1950’ye doğru, Türkler tarafından XVI. asırda yapılan âbidevî son
cemaat revâkı, taş oymacılığı şâheseri olan minber, kürsü ve müezzin
mahfili, hiçbir iz bırakılmamacasına kaldırılıp tahrîb edildi. Kendine
güveni olmayan toplumlar, dinde olsun, rejimde olsun, mutaassıbdırlar.
Milletlerin seciyyesi, karakteri, bin yılda oluşur. Daha önceki Yunan-
lı da böyleydi. 1147’de II. Haçlı seferinde, Bizans imparatoru, Alman-
ya imparatoru ve Fransa kralı, Anadolu’ya girmişlerdi. Anadolu Türk
devleti, Türkiye, ancak 70 yıllıktı. I. Sultan Mes’ud, koalisyon ordularını
yok etti. Haçlı Şövalyeleri, Anadolu dağlarına can attılar. Yerli Rumlar,
şövalyeleri buluyor, yaralıları öldürüp soyuyorlardı. Sultan Mes’ûd ise

134
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

şövalyeleri aratıyor, bulduruyor, tedavi ettiriyor, hastanelere yatırtıyor,


Rumlar’dan çaldıkları para ve eşyalarını aldırtıp onlara iâde ediyordu.
Bunları bize, olayın şâhidi Fransız şövalyesi Odon da Deuil anlatıyor.
Nitekim 40 yıl sonraki III. Haçlı seferinde, bir Türk subayı olup sonra
hükümdarlığa yükselen Salâhaddîn–i Eyyûbî’nin âlî–cenablığı, Arslan
Yürekli Richard’ı hayretlere düşürecektir.
Osmanlı toplumuna girmek serbesttir. Müslüman olmak, samîmî
olarak bu dine inanmaktan başka şartı yoktur. Ama bu toplumdan
çıkmak serbest değil, yasaktır, cezası ölümdür. Kişi ve toplum, asla din
değiştirmeye zorlanmaz. Ama kişi hür vicdânı içinde düşünüp taşınıp
Müslüman olmaya karar verdikten sonra, artık bu dini bırakamaz. Müs-
lüman’la evlenen Hıristiyan veya Mûsevî kadın, dinini muhafaza eder,
Müslüman olmaya zorlanamaz, fakat çocukları ancak Müslüman olabi-
lir. Tekrar eski dinine dönmek isteyenin, Türkiye’den savuşması şarttır.
Osmanlı toplumu içinde böyle bir şey mümkün değildir. Maamâfih İs-
lâm dininden dönene imanını tazelemesi teklîf edilir. Bunu reddettiği
takdirde cezalandırılır. Kitle halinde ihtidâ (İslâmlaşma) olayı azdır.
Arnavutlar’da, Boşnaklar’da, Girit Rumları’nda, Çerkesler’de ve öbür
Kafkas kavimlerinde görülür. İhtidâlar daha çok şahsîdir. Sadrâzamlar-
dan bir ikisinin Hıristiyan ana ve babaları dinlerini, oğulları sadrâzam
olduktan sonra da muhâfaza etmişlerdir. Zira, iman, şahsî, vicdânî, kişi
ile Tanrı arasında bir iştir.
Samîmî Türk dindarlığı, Türk toplumunu ahlâklı, Türk ordusunu
muzaffer kılmıştır. Yobazlık, gösteriş dindarlığı, menfaatçi dincilik ise,
Türk toplumuna ahlâksızlık tohumları ekmiş, Türk ordusunun mânevî
yapısını berbâd etmiştir. Dinsizlikten bahsetmeye lüzum yoktur, çünkü
böyle bir mikrop, Osmanlı devri Türk toplumunda meçhuldü.

135
Hukuk

O smanlı devleti, sanıldığı gibi bir şerîat devleti değildir. Eski Türk
hukukundan gelen ve “hâkanî” veya “Sultanî” denilen sistem, dev-
letin yüksek menfaatlerini kollayan bir düzendi. Bu düzene göre yasama
yetkisi, padişahındı veya padişah adına yapılırdı. Medenî hukukta geniş
ölçüde şerîat ve Hanefî hukuk sistemi uygulanıyordu. Fakat ceza huku-
ku ve diğer sahalarda, kesin şekilde Sultanî hukuk hâkimdi. Devletin
başından sonuna kadar, durum budur.
Esasen Hanefî mezhebinin istihsân müessesesi (ki Mâlikî mezhe-
binde de “istislâh” adıyle mevcuttur), devletin teşrî (kanun koyma) yet-
kisine dinî bakımdan da hayli kolaylık ve serbestlik getiriyordu. Tabiî
“Sultanî” ve “hâkanî” denen ve elimizde “kanûn–nâme” adıyle yüzlerce-
si bulunan kanunlardaki hükümlerin, şerîat hükümleriyle açıkça çeliş-
memesine dikkat edilmiştir. Bu hususta Kanûnî Sultan Süleymân’ın, bü-
yük hukukçu Şeyhulislâm Ebussuûd Efendi’ye hazırlattığı yasalar, millî
ve dinî hukukun uyuşturulması bakımından da bir şâheserdir.
Klasik Osmanlı düzeninde 4 Sünnî mezheb de haktı. Gerçi Türk-
ler’in tamamı ve İslâm’ı Türkler’den alan Arnavut, Boşnak, Çerkes gibi
kavimler tamamen Hanefî idi. Padişah halîfenin mezhebi de Hanefî idi.
Fakat halîfe sıfatıyle, 4 Mezheb’in de başı idi. Devletin Şâfiî tab’ası da
çoktu. Kuzey Afrika’da ise Mâlikî tab’ası vardı. Hanbelî tab’ası azdı. Dev-
letin Şîî tab’ası da mevcuttu (Yemen’de Zeydîler, Irak’ta Câferîler). Hattâ
küçük Hâricî tab’ası da vardı. Bunların topu Müslüman’dı ve bunların
dışında kalanlar, başka din ve medeniyetten olanlar, imparatorluğun
tab’ası olsun, yabancı olsun, “kâfir” idi.
Osmanlı terminolojisinde ve halk anlayışında “kâfir, küffâr, kefere”,
ancak “barbar, yabancı” mânâsındadır. Yunanlılar’ın ve Romalılar’ın
başka medeniyetten olanlara “barbar” demeleri gibi, Osmanlılar da,

136
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

kendilerine yabancı medeniyetten olanlara böyle demişlerdir.


Bizzat padişah, adalete itaat ederdi. Padişahın adalete itaati, tab’a-
sına örnek olmak içindi. Yoksa devletin yüksek menfaati neyse, o şekil
uygulanırdı. Körü körüne kanunculuk diye bir şey yoktu. Devletin men-
faati neyse, o kanun ve hüküm getirilirdi.
4 sosyal sınıf vardır: Devlet görevlileri, şehir–kasaba halkı (burju-
vazi), köylü ve köleler. Devletten maaş veya maaş yerine bir toprağın
işletme hakkını (dirlik) alana, asker olsun, sivil memur olsun, “askerî”
sınıf denmektedir. Bunlar vergi ödememektedirler. Burjuvayı, esnaf ve
tüccar teşkîl etmektedir. Bunlara ve köylüye “reâyâ” denmektedir. Bu
sınıflar, kazançlarına ve ürettiklerine göre vergi vermektedirler. Top-
rağa bağlı köle (serf) yoktur (Avrupa ve Amerika’da XIX. asır sonları-
na kadar mevcuttur). Ancak şehirde zenginlerin kullandıkları köleler
vardır. Bunlar, imparatorluk dışından getirilmiş ve köle olarak satılmış
kimselerdir. Devletin tab’asından köle olmak mümkün değildir. Bu dört
sınıftan birinden diğerine geçmek mümkün ve kolaydır. Asâlet olmadı-
ğı için, hiç bir baraj yoktur. Kölelikten ve köylüden gelen pek çok sad-
râzam ve padişah damadı mevcuttur. Doğuştan imtiyazlı olan tek aile,
Osmanoğulları’dır. Yalnız baba tarafından Osmanoğlu doğmak, o şahsa
doğuştan imtiyaz sağlamaktadır. Bunun dışında bir yoksul köylü de, bir
sadrâzam çocuğu kadar, devletin her türlü makamına çıkmayı ümîd
edebilmekte ve çıkabilmektedir.
Büyüklük asırlarında imparatorlukta Türk unsuru, beşte bir civa-
rında idi. Bütün imparatorluklar gibi bir kavimler meşheri idi. Fakat
Türkçe, Habeşistan’dan Kafkasya’ya, Cezâyir’den Macaristan’a kadar her
yerde tek resmî dildi. Türkçe bilmeyenin devlet hizmetinde şansı yoktu.
1908 Meşrûtiyetinden sonra bile durum bu idi. Arnavutluk’tan Yemen’e
kadar bütün resmî eğitim, adalet ve muameleler, Türkçe idi. Binâena-
leyh İslâm dininden sonra Türkçe bilmek de resmen birbiriyle eşit olan
bütün padişah tab’aları için bir imtiyaz değilse bile, bir ilerleyebilme un-
suru idi.
Sayıları on milyonları bulan Gayri Müslim tab’anın, devlet görevlisi
olmamaları dışında başka mühim bir eşitsizlikleri yoktu. Din hürriyeti,
Müslüman için neyse, en küçük bir fark olmaksızın, Hıristiyan ve Mû-
sevî için de o idi. Bir Müslüman hangi ticareti yaparak ne derecede zen-
ginleşebiliyorsa, bir Gayri Müslim de aynı şekilde, devletin kanunları
çerçevesinde ve vergilerini ödeyerek, aynı derecede servet edinebiliyor-
du. Servet edinebilmesine en küçük kayıt konmamıştı. Medenî davaları-
nı Gayri Müslim cemaatler, kendi aralarında ve kilise mahkemelerinde

137
osmanlı tarihi

çözerler, Türk idaresi, Hıristiyan tab’asının medenî hukuka ait işlerine


karışmazdı. Yalnız ceza davalarına, Türk kadısı bakardı. Gayri Müslim-
ler için tek imtiyazsızlık, bir Gayri Müslim istediği takdirde Müslüman
olabildiği halde, bir Müslüman’ın Hıristiyan ve Mûsevî olabilmesinin
imkânsızlığı idi. Bu durum, idam cezası ile yasaklanmıştı.
Osmanlı ceza sisteminde kadın asılamazdı. Yalnız iple boğulmak su-
retiyle idam edilebilirdi ki, bu da çok nâdirdir.
1856 hatt–ı hümâyûnu ile devletin Hıristiyan ve Mûsevî tab’ası da
sivil memuriyetlere getirilmeye başlandı. İmparatorluğun hayatının son
üç çeyrek asrında, azınlıklardan pek çok büyükelçi, nâzır, vali, vezir gö-
rülür. Askerî rütbe verilenler de vardır. Fakat asla birlik kumandanı su-
bay olamamışlardır. Harb okullarına alınmamışlardır.

138
İlmiyye sınıfı

O smanlı düzeninde devlet görevlisine “askerî” denilmektedir. Bu ke-


lime sonradan, yalnız muhârib sınıfa tahsis edilmiştir. O devirde
sadece devlet memuru demekti. Diğer vatandaşlar gibi vergi ödemezdi.
Buna karşılık, devlete hizmet ederdi. Hizmeti karşılığında maaş, vakıf
geliri veya dirlik alırdı.
Klasik Osmanlı devrinde devlet görevlisi, üç sınıfa ayrılırdı: Muhâ-
rib sınıf ki, yalnız ordu ve donanmadan ibaret değildi, eyâlet ve sancak-
ların mülkî idaresi de bu sınıfın elindeydi. Mülkî idarenin sivillere geç-
mesi, Tanzimat’la başlar. Bu sınıfa “seyfiyye” (seyf=kılıç) denirdi. İkinci
sınıf kalemiyye idi, sonradan mülkiye sınıfı denmiştir. Sivil sınıftır, fakat
imtiyaz bakımından askerlerden hiç bir farkı yoktur. Başlıca maliye, hâ-
riciye (dış işleri), yazışmalara ait bütün işler (nişancılık) bölümlerine
ayrılırdı. Bu işler, kalemiyye veya mülkiyye sınıfının elindeydi. Üçüncü
sınıf, ilmiyye idi. Bütün din işleri, adalet ve eğitim, bu sınıfın elindeydi.
Bu sınıfa “ulemâ” ve “ulemâ–yı rüsûm” da denirdi. Hepsi ilmî rütbe sa-
hipleri idiler. Fakat ilim, bu sınıfın tekelinde değildi. Başka sınıflardan
ve devlet görevlisi olmayanlardan da çok bilgin yetişmiştir.
Bu üç sınıftan birinden diğerine geçmek tamamen imkânsız değilse
de çok zordu. Zira eğitimleri, apayrı idi. İlmiyye sınıfının bir husûsıye-
ti, yüksek öğrenim diploması olmayanın, bu sınıfın en alt kademesin-
de bile yer almaması idi. Mutlaka yüksek dereceli medreseyi bitirmek
îcâb ediyordu. Diğer iki devlet görevlisi sınıf, yani subaylar ve mülkî
sınıf için ise, bir tahsil mecburiyeti yoktu. Liyâkat esastı. Tanzimat’tan
önceki düzen bu idi. İlmiyye sınıfı için Arapca bilmek mecburî idi.
Meraklılar Farsca da öğrenirlerdi. Mülkiyye–kalemiyye sınıfı için hem
Arapca, hem Farsca şarttı. Askerî sınıf için Türkçe bilmek yeterli idi.
Ancak korsan ve akıncı sınıfından olanlar en az bir, çok defa bir kaç

139
osmanlı tarihi

yabancı (bilhassa Avrupa) dili konuşurlardı. Bu üç sınıf arasındaki diğer


bir husûsıyet, ilmiyye ve kalemiyye–mülkiyye sınıfından gelenlerin yüz-
de doksan nisbetinde Türk asıllı olmalarıdır. Bu sınıflarda Gayrı Türk
Müslüman kavimlerden olanlar bile çok nâdirdir. Askerî sınıfta ise XV.
asrın ortalarından itibaren 2 asır kadar devşirme menşe’li olanlar ağırlık
kazanmışlardır. Tamamına yakın Türk olan askerî sınıflar bu 2 asırda
akıncılar, korsanlar, azablar ve tımarlı sipahisinden ibaretti.
Ulemâ, Hıristiyan dinindeki clergé değildir. Hâkimler ve profesör-
ler hey’etidir. Orta ve yüksek öğretimin tamama yakını, mahkemelerin
tamama yakını ve büyük camilerin idaresi, tamamen bu sınıfın elin-
dedir. Küçük camilerde imam olmak, ilkokul öğretmeni olmak için,
ulemâ sınıfından olmaya yani yüksek dereceli medrese bitirmeye lüzüm
görülmemiştir. Ulemâ sınıfının kontrolü dışında bulunan başlıca yük-
sek öğretim müesseseleri, Saray–ı Hümâyûn’daki Enderûn Mektebi ile,
bazıları birer akademi şeklinde teşkilâtlanmış dergâhlar (büyük tekke-
ler) idi. Ceza davalarının devletin politikası ile ilgili olanları da ulemâ
sınıfının kontrolü dışında, padişahın, hükûmetin ve onların eyâletlerin-
deki temsilcilerinin elinde idi. Buna karşılık bütün şehir ve kasabaların
belediye teşkilâtı, ulemâ sınıfının elinde idi. Bir beldenin kadısı, aynı
zamanda o beldenin belediye başkanı idi ve yetkileri bugünkilerden çok
fazla idi. Tanzimat’a kadar ilmiyye sınıfının yetki ve görevleri ana çizgi-
leriyle böyledir. Tanzimat ile sivil görevliler, hem asker sınıfının, hem
ulemâ sınıfının görevlerinin büyükçe kısımlarını devralmışlar, idare si-
villeştirilmiştir. Zira ulemâ sınıfı da, cübbe ve sarıkları ile, üniformalı
bir sınıftı. Üstelik kendilerine idam cezası tatbik edilememesi bakımın-
dan, asker sınıfından daha imtiyazlı idiler.
Ulemâ sınıfının başı, şeyhulislâm efendi idi. Devletin, sadrâzamdan
sonra ikinci görevlisi idi. Din işleri, mahallî idareler, vakıflar, eğitim ve
kültür müesseseleri ve mahkemeler, onun emir, kontrol ve yetkisinde
idi. Fakat bu müesseselere yüksek görevli tayin etme yetkisi şeyhülis-
lâmın değil, sadrâzamın idi. Şeyhülislâmın en yüksek görevi ise, fetvâ
vermekti. En büyük müftü idi. Önceleri azledilemez, hayat boyu tayin
edilirlerdi. 1589’dan itibaren, onlar da azledilebilen memurlar arasına
girdiler. 1425’te kurulan bu müessesede 5 asır içinde 131 şeyhülislâm
gelip geçmiştir (175 tayin).
Şeyhülislâmın iki yardımcısı, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri idi.
İkisi Dîvân–ı Hümâyûn üyesi yani bakan idiler. En yüksek hâkimler
bunlardı. Şeyhülislâm, Dîvân üyesi değildi. Dîvân–ı Hümâyûn’da sadrâ-
zamın sağında 2. vezir, onun yanında 3. vezir, sadrâzamın solunda Ru-

140
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

meli kazaskeri, onun yanında Anadolu kazaskeri otururdu. Kazaskerler


ayrıca haftada 5 defa makamlarında yüksek davalara bakarlardı. Rumeli
cihetindeki kadılar Rumeli, Anadolu (Asya) cihetindekiler de Anadolu
kazaskerine bağlı idiler.
Ulemâ sınıfının bunca görevi içinde belki en mühimmi adalettir.
Muhâkeme mutlak şekilde açık, alenîdir. Bu bir prensiptir. Kadı, önü-
ne getirilen bütün hukukî mevzuları bildiği iddiasında değildi. Bu da
diğer bir prensiptir. Onun için kadı, göreceği davanın konusunu en iyi
bilen bir veya birkaç ehl–i vukufu yanında bulundurur. Onların söy-
leyecekleri ile kayıtlı değildir, vereceği hükümde müstakildir. Fakat bu
ehl–i vukufun söyledikleri de adlî sicille geçirilmek mecburiyeti vardır.
Bu şekilde kadı’nın tarafsızlığı, bir kat daha teminat altına alınmış olur.
Kadı’nın bulunduğu yerin müftüsü, kadı’nın istişâre edeceği kimselerin
başında gelir. Davada taraflardan biri olsun, kadı olsun, müftünün fet-
vâsını isteyebilir, buna hakları vardır. Ancak kadı, hükmünde fetvâ ile
de bağlı değildir. Bunun sebebi şudur: Müftü, dini, dinî görüşü temsil ve
tesbît etmektedir. Kadı ise, devlet otorite ve menfaatinin temsilcisidir.
Osmanlı düzeni budur. Kuru hukuk kalıpları için devlet menfaatinin
ihlâl edilemeyeceği prensibi hâkimdir. Zira hukuk kalıpları da, her şey
gibi, devletin ayakta durması ile kaimdir ve devletin ayakta durması
içindir.
Kadı’nın hükmünün temyizi, pratik bakımdan, imkânsız denecek
derecede müşkildir. Bir kadı’nın verdiği kararı ancak İstanbul’daki kazas-
kerler yahut Dîvân–ı Hümâyûn (Bakanlar Kurulu) temyîz edebilmekte-
dir. Bir imparatorlukta bu iş çok zordur. Kahire’deki veya Budin’deki bir
vatandaşın o zamanın imkânları ile İstanbul’da temyiz davası açması,
hiç de kolay bir iş değildi. Bu bakımdan adalet için en büyük teminat,
kadı’nın vicdanıdır. Bugün de böyledir. Fakat kadı’da vicdan yoksa ne
olacaktır? Böyle bir kadı’yı halkın toplu halde şifâhen veya yazılı olarak
o bölgenin en büyük mülkî âmirine, yani sancak beyi veya bizzat bey-
lerbeyine şikâyet etme hakkı vardır. Mülkî âmirin böyle bir şikâyeti alt
etme hakkı tanınmamıştır. Mutlaka müfettiş tahkikatı yaptırılır. Bilerek
veya rüşvetle haksız hükmettiği anlaşılan kadı’nın istikbali mahvolur.
Sistem böyle işletilmiştir. Fakat aslında bu da bugünki anlayışımıza göre
sağlam bir temyiz yolu değildi. Zira sancak beyi ve beylerbeyinin ka-
dı’yı azletme, cezalandırma ve onun kararını değiştirme yetkisi yoktur.
Kadı’nın âmiri, ya Rumeli, ya Anadolu kazaskeridir. Bu iki efendi de
İstanbul’da oturmaktadır. Cürm–i meşhutluk bir vak’a olmadıkça, koca
bir eyâlet beylerbeyisi, bir ilçe kadısına müdahale etmemektedir. Devlet

141
osmanlı tarihi

güvenliğini ilgilendiren bir olay olmadıkça, beylerbeyinin kadıyı tevkif


yetkisi yoktur ve bu, Osmanlı tarihinde çok nâdirdir. Üstelik mahallî
zâbıta, tamamen kadının emrindedir. Zira kadı, o beldenin hem beledi-
ye başkanıdır, hem de kazâ kadısı ise, ilçenin başı, yani kaymakamıdır.
Bütün aksaklıklarına rağmen, klasik Osmanlı adalet sisteminde daha iyi
bir yol bulunamamıştır. Bulunması da o günün ulaştırma imkânları ve
imparatorluğun akıl almaz genişliği gibi sebeplerle, mümkün değildi.
Mülkî–askerî âmirlere kadı üzerinde yetki verilse, adaletin bağımsızlığı
zedelenecekti. Kadı, üzerindeki ufak tefek kayıtlardan da uzak tutulsa,
vicdansız bir hâkim durumuna düşmesi kolaylaşacaktı. Fakat en çok örf
ve âdet, büyük rol oynamış ve adaletin iyi işlemesini sağlamıştır.
Kadı’nın, medresenin yüksek kısmından diplomalı olması şarttır.
Tahsilsiz sadrâzam olmak kaabildi. En küçük kazâya kadı olunamazdı.
Belirli bir suçu olmaksızın azledilemezdi. Ticaret yapması yasaktı. Borç
alıp veremez, hediye kabûl edemez, umumî ziyafetlerde bulunamazdı.
Sadrâzam dâhil hiç kimse, devlet güvenliği ile ilgili olmayan bir kadı
kararını değiştiremezdi.
Klasik devir Osmanlı imparatorluğu 2.500 kadar ilçeye ayrılmıştı.
“Kazâ” denen ve sınırları bugünkilerden çok daha geniş olan bu ilçele-
rin mülkî ve beledî âmiri ve hâkimi kadı idi. Her kazâ bir kaç nahiye-
ye ayrılmıştı. Nahiyenin başında nahiye müdürü, belediye başkanı ve
hâkim olarak nâib bulunurdu. Bu nâibler, kazâ kadısına karşı sorumlu
idiler. Sancak merkezlerinde “molla” denilen büyük kadılar bulunurdu.
Sancak, bugünki il’dir. Bunlar, kazâ kadılarının hiçbir şekilde âmiri de-
ğillerdi. Yalnız sancak merkezinin belediye başkanı ve başhâkimi idiler.
Sancak merkezinde sancak beyi denilen tümgeneral veya orgeneral bu-
lunduğu için, sancak kadıları, kazâ kadılarının aksine, mülkî âmir değil-
lerdir. Eyâlet kadıları, büyük mollalardı. Bunlar da eyâlet merkezi olan
şehirde hükmederlerdi. Eyâletin başında beylerbeyi denilen orgeneral
veya mareşal vardı.
Müftüler, o mahallin İslâm mezhebinden oldukları halde, kadıların
hepsi Hanefî, zâten Türk asıllı idi. Ama davacı, davasının Hanefî huku-
kuna göre değil, Şâfiî, Mâlikî veya Hanbelî sistemine göre görülmesini
istediği takdirde, kadı, bu isteğe uymaya mecburdu. Fakat Hanefîlik en
liberal mezhep olduğu için bu istek çok yapılmaz, Şâfiî ve Mâlikî tab’a
bile davasının Hanefî sistemine göre görülmesini isterdi.
Bütün bu özetten anlaşıldığı gibi kadı, bir din adamı değildir. Dinin
temsilcisi değildir. Mülkî salâhiyetleri de taşıyan bir hâkimdir. O belde-
nin din temsilcileri, müftüsü ve cami adamlarıdır.

142
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

Osmanlı düzeninde hemen tevzî edilmeyen adalet, adaletsizlik sa-


yılırdı. Osmanlı adaletinin hızlı yargıdaki şöhreti bütün dünyada bili-
niyordu. d’Ohsson “2 veya 3 celse nâdirdir, ekseri davalar bir celsede
hükme bağlanır” demektedir (VI, 204 – 5). Ricaut (II, 237) “en mühim
davalar bir saat içinde hükme bağlanır. Hüküm, derhal infâz edilir. Av-
rupa’da olduğu gibi hükmü geciktirecek oyunlardan hiç biri tatbik edile-
mez” diye yazar. Stochove (s. 148) “medenî olsun, cezaya ait bulunsun,
dünyanın hiçbir yerinde, Türkiye’deki kadar davalar hızlı halledilmez.
En büyük davalar 3 veya 4 gün sürer” kaydını düşmüştür. Klasik Os-
manlı devrinde Türkiye’yi iyi tanıyan Avrupalı gezginlerin müşâhede-
leridir.
Bir kaç bin hâkimle, akıl almaz genişlikteki bir imparatorlukta bu
derece hızlı yargı nasıl mümkün oluyordu? Bunun cevabı, davaların,
bugünkine nisbetle pek az olmasıdır. Vatandaş, ancak pek mühim, için-
den çıkılmaz meseleler için kadı huzûruna giderdi. Ufak tefek anlaş-
mazlıkları, büyük otoriteleri olan aile reisleri, eşraftan olan zatlar, esnaf
kedhudâları (sendika başkanları) çözerdi. Böyle şeyler için, çok mühim
bir adam sayılan kadı’nın huzûruna çıkıp adalet istemek saygısızlık
ve ayıp sayılırdı. Gerçi kadı, bir akçalık bir dava bile önüne getirildiği
zaman bunu hükme bağlamaya mecburdu. Fakat böyle ehemmiyetsiz
ihtilâflar asla mahkeme sicillerine geçen bir dava hâline getirilmezdi.
Toplumun yapısı böyle idi. Üstelik bir kadı veya nâib, ancak yarım gün
çalışabiliyor, diğer yarım gününü beledî işlerle uğraşarak geçiriyordu.
Dava sayısı kalabalık olan İstanbul gibi büyük beldelerde “gece nâibi”
denilen nöbetçi hâkimler vardı. Bunlar davaları kadı nâmına geceleri
rü’yet edip ekseriya hemen karara bağlıyorlardı.
Kazasker mahkemesinde kararı bozulan kadı, çok kötü sicil almış
olurdu. Terfî imkânları kapanırdı. Eğer bozulma sebebi kadı’nın rüşvet
alması veya bir menfaat karşılığı taraf tutması ise, kadı, ulemâ silkinden
çıkarılırdı.
En büyük kadı, İstanbul kadısı idi. Aynı zamanda taht şehrinin be-
lediye başkanı idi. Bazan bakan olarak Divân–ı Hümâyûn’a katılırdı.
Halk arasında adı “İstanbul Efendisi” idi. Kazasker pâyesiyle bu görevi
yapar ve ayrılınca fiilen Anadolu kazaskerliğine getirilir, sonra Rumeli
kazaskeri ve şeyhülislâm olurdu. Galata, Eyüb, Üsküdar, Silivri, Çatalca
kadıları ve 100’e yakın nâib (nahiye müdürü, nahiye hâkimi ve nahiye
belediye başkanı), İstanbul Kadısı’na karşı sorumlu ve ona bağlı idiler.
İstanbul kadısının âmiri, adalet mevzularında Rumeli kazaskeri, beledî
mevzularda ise doğrudan doğruya sadrâzamdı. Kendi yetkisi dışında

143
osmanlı tarihi

bir işi icrâ etmek isterse, Dîvân–ı Hümâyûn’a müracaat edip hükûmet
kararı alırdı. Yeryüzünün 3 asırdan fazla bir zaman için en büyük ve
kalabalık şehri olan İstanbul’un belediye başkanı olarak İstanbul Efendi-
si’nin görevleri, aklın almayacağı derecede çeşitli idi. Her şey padişahın
gözü önünde olduğu için belâlı bir makamdı. Fakat bu makamda bulu-
nup başarı göstermeden fiilen kazasker ve şeyhulislâm olmak da hemen
hemen mümkün değildi. Bir görevliler ordusu, İstanbul Efendisi’nin
emrinde, çeşitli işlerle uğraşırlardı. İstanbul’dan sonra imparatorluğun
en kalabalık beldeleri Kahire ve Edirne idi. Buraların kadılarının so-
rumlulukları da çok büyüktü. Zaman zaman protokol sırası değişmekle
beraber, kadıların umumî protokol sırası şöyle idi: İstanbul, Mısır (Ka-
hire), Budin (Budapeşte), Bağdad, Edirne, Bursa, Mekke, Medîne, Şam,
Haleb, Belgrad, Bosnasarayı, Konya, Sofya, Kütahya, Tameşvar, Diyar-
bekir, Erzurum, Musul, Sivas, vs. (Hammer, XIV, 70).
Koçi Bey, 1640’ta imparatorluk teşkilâtını anlatırken, devletin 2.400
kazâ dairesine (ilçe) ayrıldığını, bunun 1.700’ünün Anadolu, 700’ünün
Rumeli kazaskerlerine bağlı bulunduklarını, bu kadılara bağlı binlerce
nâib (nahiye kadısı) olduğunu yazar.

144
Eğitim

M edrese, XI. asrın sonlarında Selçuklular’ın kurduğu ve geliştirdiği


bir eğitim müessesesidir. XIX. asrın başlarına kadar Osmanlı Tür-
kiyesi’nde de esas eğitim müessesesi olarak kalmıştır. Fakat medreseler
dışında okullar da vardı.
Medresenin bugünki ortaokul, lise ve üniversite seviyesine tekabül
eden kısımları vardı. Yani hem orta, hem yüksek eğitim veren bir mü-
essese idi. İlk öğretim, medrese dışı idi. Maâmafih bir çok medresenin
yanında bir de “mekteb” vardı. O devirde “mekteb”in mânâsı ilkokuldur.
Medrese dışı yüksek öğretimin en başlıcası şüphesiz Saray–ı
Hümâyûn’daki Enderûn idi. Çok teşkilâtlı bir saray üniversitesi idi. Bir
çeşit harb akademisi olduğu gibi, her türlü güzel san’atları öğreten kı-
sımları da vardı. Enderûn Üniversitesi’ne, diğer saray okulları talebe
verirlerdi ki bunlar lise derecesinde idi (en meşhurları: İbrahim Paşa
Sarayı, Galata Sarayı, İskender Çelebi Sarayı, Edirne Sarayı). Tekkelerin
bilhassa Mevlevîhâneler’in birçoğu da çeşitli alanlarda yüksek eğitim
veriyorlardı. Birçok vezir sarayında da eğitim teşkilâtı vardı; buralardan
çok değerli devlet adamları yetişmiştir. Cami derslerini, Kur’ân kursla-
rını da buna ilâve etmek lâzımdır. Hepsi medrese dışı eğitimidir. Başka
eğitim müesseseleri de vardı.
Medreseyi bu beraber yaşadığı müesseseler değil, Batı usûlünde açı-
lan okullar itibardan düşürdü. XVIII. asrın başlarından itibaren askerî
ve teknik okullar açıldı. Asrın sonlarına doğru Mühendishâne–i Berrî–i
Hümâyûn yani bugünki Teknik Üniversite ile Mühendishâne–i Bahrî–i
Hümâyûn yani bugünkü Deniz Harb Okulu kuruldu. Batı usûlü teknik
öğretim veren, bilhassa istihkâm, topçu ve deniz subayı yetiştirmek yani
millî savunma gayesiyle kurulmuş köklü, büyük müesseselerdi. XIX.
asırda bu sahadaki okullar büsbütün çoğaldı. Piyade ve süvari subayı

145
osmanlı tarihi

yetiştirmek için bu asrın başlarında II. Mahmud, Mekteb–i Harbiyye–i


Şâhâne’yi açtı. Bu ikincisinde bütün öğretim Fransızca olduğu için, ge-
leneksel Türk öğretim sistemi alt üst oldu. 1839 Tanzimat’ından sonra
Batı usûlü rüşdiyyeler (ortaokul), îdâdîler (lise), sonra Sultanîler (12
sınıflı lise) ve çeşitli okullar açıldı. Batı tarzında ilkokullar (mekteb–i
ibtidâiyye) bile eski geleneksel mahalle mektebleri yanında çoğaldı. Fa-
kat bu çeşit orta öğretimde de Fransızca’nın yanında Arabca ve Farsca
mecbûrî ders olarak okutuluyordu; Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar
devam etmiştir. Orta öğretime İngilizce ve Almanca’nın girmesi, çok
geç tarihlerdedir.
Tanzimat’tan önceki klasik devir Osmanlı eğitimi, erkek çocuklara
mahsustur. Kızlar, ilkokuldan sonrasını okuyamazlar. Kız kabûl eden
hiçbir orta öğretim müessesesi mevcut değildir. İlkokullar zâten karma,
kız–oğlan karışıktır. O halde Osmanlı tarihindeki şâir, bestekâr, yazar
kadınlar nasıl yetişti? Bunlar, hususî eğitim görmüşlerdir. Bilhassa Saray
hanımları, vezir ve ileri gelen kızları, saraylarda, konaklarda, hususî mu-
allim, müderris ve san’atkârlardan tahsil görürlerdi. Musiki, edebiyat,
Arapca, Farsca, dinî ilimler ve daha başka şeyler öğrenirlerdi. İstidatları
nisbetinde de yetişirlerdi. Orta ve yoksul sınıf kızları el san’atları, halıcı-
lık, bilhassa tamamen kadınlara mahsus ve hayatî bir meslek olan ebelik
öğrenirlerdi. Fakat bunların okulları yoktu. Bir ebe, ebenin yanında yıl-
larca çalışıp staj görerek ebe olurdu. Tanzimat’tan sonra kızlar için orta
öğretim veren çeşitli okullar açıldı ki, en feyizlisi, Dârülmuallimât, Kız
Muallim Mektebi’dir ve sonradan yüksek kısmı da açılmıştır.
Değil medrese müderrisi, ekserisi pek de bilgili adamlar olmayan
ilkokul hocaları bile Osmanlı düzeninde, çok saygıya değer insanlar-
dı. Saygı, İslâmî esaslara dayandırılmıştı. Hocanın daima eli öpülür ve
hayat boyu unutulmazdı. XIX. asır başları yani Osmanlı düzeninin çö-
küntü devri için bile büyük tarihçi Hammer şöyle der (XVII, s. XLI):
“Türkiye’de profesörler, Almanya ve diğer bütün ülkelerdekilerden hem
daha yüksek maaş alır, hem daha fazla saygı görürler; İngiltere ve Fran-
sa’da bile profesör, Türk profesörü kadar maaş almaz ve saygı görmez.”
Medrese, ilkokuldan sonra 12 derece ders verirdi. Her derece bir
yıldı ama, imtihan vererek birkaç derece atlamak mümkün olduğu gibi,
aynı derecede yıllarca okuyanlar da bulunurdu. Son iki derece, doktora
öğrenimine karşılıktı ve tabiatiyle her medresede yoktu. “Softa” denilen
yüksek medrese talebesi, daha “rüûs” denilen diplomasını almadan, ho-
cası tarafından “dânişmend” seçildiği takdirde, asistan olarak akademik
kariyere geçebiliyordu. XV–XVI. asırlarda çok değerli eserler yazmış

146
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

dânişmendler vardır ki, o asırlarda dânişmend’in ilmî seviyesini gös-


terir. Yüksek rüûs alıp doktorasını veren dânişmend, “muîd” adıyle, ba-
şasistan olurdu. Sonra “mülâzım” yani doçent unvânını alan genç ilim
adamı, jüri imtihanı geçirip müderris veya kazâ (hâkimlik) yolunu seçip
nâib olurdu. Medrese tahsili ve bütün bu kademeleri geçmek sıkıntılı
ve sabır işi olmakla beraber, müderrislik veya kadılıkla beraber maddî
refah da başlardı.
İstanbul’da Fâtih ve Süleymâniye Medreseleri, büyük üniversiteler-
di. Bu seviyede büyük şehirlerde başka medreseler de vardı. Buralardan
çok değerli bilginler, mühendisler, mimarlar, hekimler, yetişmiştir. Fa-
kat medreselerin seviyesi XVI. asır sonunda bozuldu ve XVIII. asırda
iyice düştü. 1908’den sonra esaslı ıslahat gördüyse de Cihan Harbi’nin
felâketleri arasında bu gayretler de boşa gitti.
İlk öğretime gelince, ilkokulun gayesi, Türkçe okuyup yazmak, arit-
metik, iyi yazı yazmak (hüsn–i hat), Kur’ân okuyabilmek, lüzumlu din
ve Kur’ân bilgileri verebilmekten ibaretti. Yani bugünkü ilköğretimden
daha basit ve geri idi. Klasik devirden sonra, Tanzimat’tan sonraki de-
virlerde, bugünkilere benzeyen ilkokullar açıldı. Fakat gene de yüklü
müfredat yoktu. Fakat bazı ilkokullar, ünlü bir hattâtı, yahut meşhur bir
müzisyeni ek öğretmen olarak getirtirler veya bir Farsca hocası bulurlar-
dı. Böyleleri hemen rağbet kazanırdı. Fakat bunlar, çok büyük şehirlere
mahsus istisnaî ve fantezi şeylerdi. Klasik ilkokul, yukarıda tarif edilen
şekilde ve basitti. İlkokula sadece “mekteb”, öğretmenine de “hoca” de-
nilirdi; bu kelime Tanzimat’tan sonra “muallim” veya “muallime” oldu.
Bazı aileler çocuklarını ilkokula bile vermez, sadece Kur’ân kursları-
na gönderirlerdi. Bu kurslarda ilerleyenler, medresenin ilk basamakları-
na girebiliyorlardı. Fakat bir iki yıl devam edenler, ilkokul öğrenimi bile
elde edemiyorlardı, hattâ okuyup yazamıyorlardı. Kur’ân’ı sathî şekilde
okumayı, daha doğrusu ezberlemeyi öğrenebiliyorlardı. İlerleyenler,
jüri imtihanı geçirip “hâfız” unvânı alabiliyorlardı.
Mahalle mektebi veya mekteb denilen ilkokul karma olmakla bera-
ber, kızlar ayrı, erkek çocuklar ayrı sıralarda, fakat aynı sınıfta okurlardı.
4 ilâ 6 yaşında okula başlatılırdı. İlköğrenim umûmiyetle 4 yıl olmakla
beraber, 6 yaşından küçük olanlar daha fazla yıl okurlardı. Yoksul ço-
cukların yiyip içmesi, elbise ve kitabını aynı sınıftaki varlıklı çocukların
âileleri sağlarlardı. Şeref meselesi idi. Varlıklı bir âilenin, varlığının de-
recesine göre, çocuğu ile aynı sınıfta okuyan en az bir yoksul talebeye
bakmaması, görülmüş şey değildi. Ayrıca vakıf okulları vardı. Bunların
vakıf gelirleri, fakir çocuklara ayrılmıştı. Okulların hepsi istisnasız vakıf

147
osmanlı tarihi

yani hayır eseri olmakla beraber, birçoğunun vakıf geliri zamanla yok
olmuş, sadece bina ortada kalmıştı. Böyle okulların hoca maaşı dâhil
masraflarını, o mahallenin zenginleri karşılardı. Devletin yaptırdığı ve
devletten para alan tek okul yoktu. Ancak Tanzimat’tan sonra maârif
nezâreti kurulunca devlet okul yaptırmaya başlamıştır. Artık o zamanlar
eski zenginler ve hayır sahipleri azalmıştı. Tanzimat’tan önce devlet, sa-
dece askerî okullar yaptırmıştır. Tek tip ilkokul yoktu. Vâkıf (vakf eden)
nasıl arzu etmişse, o şekil ortaya çıkmıştır. Okulun müfredat programla-
rını vakıf–nâme hâlinde tescîl ettirenler vardır. Batı’da da böyledir.
İlk öğretim çok yaygındı. İmparatorluk, hiç olmazsa her erkek çocu-
ğa ilk tahsil verecek şekilde teşkilâtlanmıştı. XVI. asırda çok yaygın olan
ilk öğretim, XVIII. asrın ikinci yarısında azaldı ve bozuldu. Kanûnî dev-
rinde, XVI. asırda, Türkiye’yi dolaşan Fransız gezgini Belon (II, 180v)
her köyde mutlaka bir okul bulunduğunu ve buna yalnız oğlanların de-
ğil, kızların da devam ettiğini, hayretle kaydeder. XVII. asır ortalarında
—banliyöleri hâriç— İstanbul’da 1.993, Amasya şehrinde 200, Erzurum
şehrinde 110 “sıbyân mektebi=ilkokul” vardı. Yalnız öğrenci sayısı, bu-
güne nisbetle çok azdı. Bir okuldaki sınıf ve öğretmen sayıları da öyle.
Bugünkü kalabalık ve büyük ilkokullar mevcut değildi. 20–30 öğrencisi
olanlar bile vardı. Kalabalık olanlar azdı.

148
Sosyal yardım

M emur sınıfı dışında her vatandaş, devlete vergi vermekle yükümlü


idi. Varlıklı vatandaşın bir yükümlülüğü daha vardı: sosyal yar-
dım. Devlet, bayındırlık eseri yaptırmakla, vatandaşı okutmakla, onun
ibâdetine yarayan yapılar inşâ etmekle ve bu gibi şeylerle görevli değildi.
Bunları, varlıklı vatandaşlar yaptırır ve bu te’sislerin hayatlarını devam
ettirmek için, te’sîsin büyüklüğüne göre gelir bırakırdı. Buna “vakıf ” de-
nilir.
Böyle hayır ve sosyal yardım eserleri yaptıranların başında padi-
şahların gelmesi tabiîdir. Zira devletin en zengin adamı padişahtır. Eski
padişahların daha çok, yenilerinin daha az vakıf eser bırakmaları da ta-
biîdir. Zira eskiden savaş ganîmetlerinden beşte bir hisse alan padişah,
sonraki asırlarda bu gibi gelirlerden mahrûm olduktan başka, devamlı
savaşlar için maliyeye sürekli yardıma mecbûr olmuştur.
Kanûnî Sultan Süleymân’ın vezîr–i âzamlarından eniştesi Dâmâd
Lutfi Paşa, Âsaf–Nâme adlı ünlü eserinde, ideal bir devlet adamının ge-
lirinin üçte birini harcamasını, üçte birini biriktirmesini, üçte birini de
hayır işlerine ve eserlerine yatırmasını, böyle îcâbettiğini yazmaktadır.
Ülkeler kaybedildikçe, büyük vakıf eserleri de bakımsız kaldı. Klasik
asırlarda hiç kimse devletin bir gün Meriç’le Ağrı Dağı arasına çekile-
ceğini tahmîn edememiştir. Onun için padişahlar ve devrin zenginleri,
meselâ İstanbul’da yaptırdıkları dev eserler için akıl almaz vakıf gelirleri
bırakmışlardır. Bu gelirleri sağlayan topraklar ve diğer gelir kaynakları
bugün Macaristan’da, Yugoslavya’da, Yunanistan’da, Arabistan’da, Mı-
sır’da ve buna benzer eski imparatorluk ülkelerinde kalmıştır. Bu ülke-
ler birer ikişer elden çıkınca, Anadolu ve İstanbul’daki hayır eserlerinin
geliri azalmış, bakımsız kalmışlardır. Tamirleri bile yapılamaz olmuştur.
Klasik devirde bir padişah camiinin din adamları, refah içinde kimse-

149
osmanlı tarihi

lerdi. Zira zengin vakıflardan maaş alıyorlardı.


Bu şekilde hayır sahipleri, akıl almaz genişlik ve zenginlikte vakıf-
lar kurmuşlardır. Meselâ Sadrâzam Köprülü–zâde Fâzıl Ahmed Paşa,
Uyvar çevresinde bugünki Çekoslovakya’da kalan 2.000 kadar Macar ve
Slovak köyünün gelirini Hazîne’ye almamış, İstanbul ve diğer yerlerdeki
bazı cami, medrese ve imâretlere vermişti.
Akıl almaz işler için vakıflar kurulmuştur. Rumeli kazaskeri Es’ad
Efendi’nin 1845’te kurduğu iki vakfın biri, evlenme yaşındaki yoksul
kızlara çeyiz te’mîni, diğeri de İstanbul’un sapa sokaklarındaki kaldı-
rımların tamiri içindir. Vakıflar, yalnız insanlar için değildir. Hayvanlar
ve bitkiler için de yapılmıştır. Zira onlar da Cenâb–ı Hakk’ın yarattık-
larıdır. Bursa Tahtakalesi’nde “Gurabâ–hâne–i Lâklâkân” denilen leylek
hastanesinin, bu tip hayır eseri olarak, tarihte benzeri yoktur. Güver-
cinler içinse çok vakıf yapılmıştır. Hayvanlara eziyet etmek ve onları
fazla çalıştırmak esasen yasaktı. Türk zâbıtası böyle durumlarda derhal
müdâhale ederdi.
Yoksullar ve yolcular, imâret ve kervansaraylarda bedava yemek
yiyebiliyorlardı. Yemekten başka yoksul ailelere maaş bağlayan vakıf
imâretler vardı. Yalnız İstanbul şehirlerindeki imâretlerde günde 30.000
kişiye bedava yemek veriliyordu. İznik’te I. Murâd İmâreti, günde 2.000
kişiye yemek veriyordu. Süleymâniye İmâreti’nin 1586 yılı bütçesi bu-
günki parayla 238 milyon tl idi. Bu bütçeye göre en çok para harcanan
nesneler sırasıyle un, et, pirinç, bal, tereyağ, buğday ve odundur. Bu su-
retle bir yolcunun, koca imparatorluğu bir baştan bir başa, her konakta
kervansaraylarda ve şehirde imâretlerde kalarak, yiyecek ve yatacak pa-
rası vermeden geçmesi mümkündü. Kervansaray sistemi bilhassa tica-
retin canlı ve kolay tutulması için yapılmıştı.
Eyâlet gelirlerinin % 5 ilâ % 17’si vakıfların elinde idi. Sosyal yardım
ve bayındırlık işleri bu gelirlerden sağlanıyor, devlet bütçesinde yer al-
mıyordu.
Dinî hayatın ve İslâm ibâdetinin merkezi cami idi. Bilhassa yükse-
liş asırlarında imparatorlukta sayısız bayındırlık eseri yapılmıştır. İki
camili, hattâ kubbeli camili köyler görülür. Fâtih devrinde 1453–1481
arasında yalnız İstanbul’da 28 yılda 192 cami ve mescid (küçük mahalle
camii) yapılmıştır ki bunların 95’i hâlâ ayaktadır. XIX. asır başlarında
İstanbul’da 877 cami vardı. Bunların 19’u selâtin camii idi; padişah veya
Osmanlı Hânedânı’ndan biri (meselâ vâlide–sultan) tarafından yaptırıl-
mıştı. Selâtin camilerinin vakıf gelirlerinden elde edilen bütçeleri çok
büyüktür. Meselâ XVII. asır sonlarında Fâtih Camii’nin yıllık bütçesi

150
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

bugünkü parayla 450 milyon tl idi. Aslında Fâtih Sultan Mehmed, yılda
270 milyon tl gelir bırakmış, fakat bıraktığı vakıflar gittikçe değer ka-
zanmıştı. Ayasofya Camii’nin XVII. asırda yıllık bütçesi 100 milyon tl,
Edirne’de Üç Şerefeli Cami’ninki 20 milyon tl, gene II. Murâd’ın yap-
tırdığı Edirne’de Dârülhadîs Camii’nin 1490 bütçesi 16.7 milyon tl idi.
Bir selâtin camii için bugünki parayla 500 milyonla 2 milyar tl ara-
sında para harcandığı söylenebilir. Mimar Sinân’ın Şehzâde Camii için
bugünki parayla 675 milyon tl, Süleymâniye Camii için 1.740.000.000
tl harcanmıştır. Edirne Selimiyesi’nin de daha ucuza çıktığı tahmîn
edilmez. Tabiî bu binalar tarihî değer kazandıkları için bugün milyarlar-
la ölçülemeyecek derecede kıymetlidirler. Selâtıyn camilerinin protokol
sırası vardı. İstanbul’da bu sıra şöyleydi: Fâtih’in Ayasofya’sı, I. Ahmed’in
Sultanahmed’i, Kanûnî’nin Süleymâniye’si, Bâyezid’in Bâyezid’i, Fâtih’in
Fâtih’i…
Selâtin camileri ekseriya külliye şeklindedir. Yani yanlarında med-
reseler, mektebler, imâretler, çeşmeler, hastaneler, kütübhaneler ve ben-
zeri sosyal yardım müesseseleri vardır. Süleymâniye Külliyesi, en ünlü
Osmanlı külliyelerindendir, belki en büyüğüdür. Bu külliye için Kanûnî
Sultan Süleyman bugünki parayla 5 milyar tl civarında bir para har-
camıştır (cami için 1.740.000.000 tl, imâret için 670.000.000 tl vs.).
Eserin ayakta durması için tahsîs edilen vakıfların değeri de herhalde 5
milyar tl’ndan aşağı değildir.
Her köyde bir zâviye (küçük tekke), her mahallede en az bir tarîka-
tin tekkesi vardı. Tekkelerin büyüklerine “dergâh” ve “âstâne” denirdi
ki, bazıları dünyaca meşhurdu. Bunlar, zamanın klübleri idi. Bir tarîka-
tin âdâbına göre ibâdet yapıldıktan başka, toplanılır, sohbet edilir, ilim,
san’at, bilhassa tasavvufla uğraşılırdı. İkisi de XIII. asrın ilk yarısında
Horasan’dan Anadolu’ya gelen iki büyük mutasavvıfın, Mevlânâ Celâ-
leddin Rûmî ile Hacı Bektaş–ı Velî’nin kurucuları sayıldıkları Mevlevî
ve Bektâşî tarîkatleri, Türk tarîkatlerinin en büyükleridir ve Türk top-
lum, san’at ve gönül hayatını çok derinden etkilemişlerdir. Bu tarîkatle-
rin en büyük dergâhları İstanbul’da idi ama Mevlevî’liğin merkezi Kon-
ya, Bektâşî’liğin Hacıbektaş idi. Camilerden sonra en fazla vakıf yapılan
müesseselerden biri tekkelerdir. Medrese gibi tekke de son asırlarda
eski parlaklığını kaybetmiş, çoğunlukla miskinler ve parazitler yuvası
olmuştur.

151
Kültür

O smanlı devri öncesinde de Türk kültürü, çeşitli kıt’alarda çeşitli ka-


vimler üzerinde derin te’sirler bırakmıştır. Osmanlı devrinde bu
te’sirler, daha arttı. Birçok kavim ve millette, çeşitli sahalarda derin Türk
kültürü te’sirleri görüldü. Türkçe’den alınan binlerce kelime, yabancı
dillere girdi. Meselâ bugünkü Türkçe’de Yunanca asıllı 900 kelime ol-
masına karşılık, bugünki Yunanca’da Türkçe asıllı kelime sayısı 3.000’in
üzerindedir (C. Coukidis, Türkçe’den Geçme Yunanca Kelimeler Sözlüğü,
Yunanca, Atina, 1960). Yunanca gibi çok eski bir kültür dili olmayan
diğer diller, Türkçe’den çok daha büyük ölçüde kelime aldılar. Meselâ
Sırpça’da 9.000 Türkçe kelime vardır (A. Skalic, Turcizmi u Srpskobrvat-
skom Jeziko, Sarajevo, 1966). Bulgarca’da Türkçe asıllı kelime sayısı 5.000
kadardır. (Türk Kültürü, No. 83, s. 76). Arnavutça’da her üç kelimeden
biri Türk asıllı olmakla, bu hususta en ileridir. Diğer dilleri de bunun-
la kıyâs ediniz. Romence, Macarca, Ermenice ve bütün Balkan, Yakın
Doğu dilleri, Osmanlı hâkimiyetinde yaşayan bütün kavimlerin dilleri,
bu durumdadır.
Osmanlı Türk te’sîri, bütün bu düzinelerce milletin edebiyatında,
musikisinde ve kültürünün her sahasında açıkça görülür. Türk Musikisi
te’sîri taşımayan Balkan ve Yakın Doğu milleti yoktur. Türk kılık kıyafe-
ti, mutfağı, küçük san’atları, hattâ örf ve âdetleri, ütün bu milletlere çok
unsur vermiştir.
Coğrafya adlarında Türkçe, kıt’alara yayılmıştır. Osmanlı hâkimiye-
tinden çıkan ve devlet sahibi olan milletler, bir asırdır bu kelimeleri sile
sile hâlâ bitirememişlerdir. Türkler, her tarafa Türkçe adlar vermişler-
dir. Pîrî Reîs’in haritalarında Afrika, hattâ Amerika kıt’asında Türkçe
konan coğrafya adları görülür: Kızılburun, Yeşilburun, Babadağ, Altın
Irmağı, Güzel Körfez, İki Harmanlık Burnu, Kozluk Burnu, Akburun…

152
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

Anadolu’da değil, XVI. asrın başlarında Zenci Afrika ve Amerika’da-


yız… Bu coğrafya adlarından bazıları sonsuzluğa kadar devam edeceğe
benzer. Meselâ Romanya’nın büyük şehirlerinden Iaşi’nin adı Türkçe
“Yaşpazar”dan, önce “Yaş”, sonra “Iaşi” olmuştur. Türkçe asıllı diye Ro-
menler’in bu şehirlerinin adını değiştireceklerine hiç ihtimal verilmez.
Moskova’da Kremlin adı bile Türkçe’dir.
Türk kültürünün Osmanlı çağı yaygınlığının daha belirgin, daha
gözle görülür, daha elle tutulur şâhitleri, Osmanlı devri mimari anıtla-
rıdır. Türkler, mimaride pek çok ileri gitmişlerdir. Yalnız Osmanlı üslû-
bunda her türlü mimari eserini bugün bütün Güney ve Doğu Akdeniz
ülkelerinde görmek mümkündir. Asırlardır sistemli şekilde yok edilme-
lerine rağmen bugün de birçok ülkenin birçok şehrinde Türk mimari
eserlerini görmeden geçmek mümkün değildir. Bazıları heykeltıraşlık
san’atının gerçek anıtları olan mezar taşlarından en âbidevî camilere ka-
dar Osmanlı yapısı eserler, her yerde bulunmaktadır. Zira Osmanlılar
bir yere girsinler, fakat orada ilk iş olarak bayındırlık eserleri yapmasın-
lar, bu, vâkı’ olmamıştır. Dağ geçitlerinde, mütevâzı köylerde bayındır-
lık eserleri inşâ etmişlerdir.
Böylesine dışarıya dönük bir büyük ve millî kültürün, kendi iç âle-
minde ve hayatında, pek çok sahada en ileri çizgide bulunacağı tabiîdir.
XVI. asır başlarında Pîrî Reîs, Amerika’nın keşfinden bahseder ve
dünyanın yuvarlak olduğunu, Magellan’ın henüz dünya turunu yapma-
sından önce söyler. Pîrî Reîs’in haritaları için Fransız bilgini Laroche
“hayret verici doğrulukta olup, çağının coğrafya ilminin ve Batılılar’ın
coğrafya bilgisinin pek çok üzerindedir” der (Connaissance des Arts,
Paris, 1963, s. 125 r). Pîrî Reis, Hindistan ve Çin haritaları da yapmış
ve Yavuz Sultan Selim, Amerika haritası gibi bunları da dikkatle incele-
mişti. Bu bilgin amiral, Kitâb–ı Bahriyye’sinde ise, Akdeniz’i kaya kaya,
akıntı akıntı inceler ve pek çok pafta hâlinde bize tanıtır. Onun gibi yedi
denizi karış karış dolaşmamakla beraber Kâtib Çelebî ise XVII. asır
ortalarında Cihân–Nümâ adlı çok büyük eseriyle, büyük bir coğrafya-
cı hüvîyetindedir. Rus bilgini Barthold (İslâm Medeniyeti Tarihi, 140)
şöyle der: “Cihân–Nümâ, Avrupa’nın coğrafyaya ait bilgileriyle Müslü-
manlar’ınkini bir araya getirmek hususunda ilk tecrübedir. Avrupa’da o
zamana kadar böyle bir tecrübe henüz yapılmamıştı. Yine XVII. asır-
da Evliyâ Çelebî, büyük bir seyahat yaparak, meşhur eserini yazdı. Bu
eser, içindeki bilgilerin bolluğu ve genişliği bakımından, Araplar’ın en
büyük coğrafyacılarını çok geride bırakmaktadır.” Evliyâ Çelebî’nin 10
büyük ciltlik eseri bir hazînedir. X. cildinde (s. 927), Nil’in kaynakları ve

153
osmanlı tarihi

“buhayre–i azim=büyük denizcik” dediği Victoria Gölü hakkında Zen-


ciler’den toplayarak verdiği bilgi (kendisi o kadar güneye inmemiştir),
bugüne kadar ilim âleminin gözünden kaçmıştır. XIX. asırda bu bölgeye
gelen ilk Avrupalı coğrafyacı ve gezginler, bu bilgilerden habersiz, yeni
keşifler yapmışlardır.
Ortaçağ, ümmet devridir. Batı’da ilim ancak Latince, Doğu’da ise
Arabca ile yapılmaktadır. Fransızca, Almanca veya Türkçe, Farsca ilim
yoktur. Osmanlı padişahlarının Türkçe’ye büyük ehemmiyet vermele-
ri ve bu dili her sahada hâkim kılmaya çalışmaları, Batı’da Latince’nin
hâkimiyeti henüz devam ettiği asırlarda, Türkçe’yi Arapca’nın sultasın-
dan kurtarmıştır. Bu suretle millî devlet gibi millî ilim de, Batı’dan daha
erken teşekkül etmiştir. Tabiî XVIII. asra kadar eserlerini eski geleneğe
uyarak Arapca yazan İstanbullu Türkler çıkmıştır. Fakat daha XV. asırda
Türkçe, yalnız edebiyat değil, aynı zamanda bir ilim dili olarak teşekkül
etmiş, hayli mesafe almış ve mühim eserler vermiş bulunuyordu.
Tıp ve anatomide Osmanlılar, mühim eserler yazmışlardır. Operatör
Amasyalı Sabuncuoğlu Şerefeddin, 1465’te yazıp Fâtih Sultan Mehmed’e
sunduğu eserinde cerrâhî müdahalelere, operatörlük âletlerine ait güzel
renkli resimlerle süslü kitabında, kendi tecrübelerinden de bahsetmiştir.
XVI. asırda Antakyalı Dâvûd insan organlarını hayvanlarınki ile karşı-
laştırmıştır. Beyin içinde ak, dışında boz madde olduğunu söylemiş ve
dokunma duygusuna ait devrine göre ileri fikirler ortaya atmıştır. XV.
asırda Ahî Çelebî, idrar yollarını çok iyi araştırmıştır. XVII. asır başla-
rında Şeyh Şemseddin, tıbbî eserini resimlerle süslemiş ve Batılı tıp ya-
zarlarından da faydalanarak, daha o devirde Avrupa ilmine Türk heki-
minin uzak kalmadığını göstermiştir. 1624’te IV. Murâd’ın hekimbaşısı
Emîr Çelebî, bir hekimin imkân buldukça cesetleri açıp incelemesinin
şart olduğunu kaydetmiştir. Böylece XIX. asra kadar Türk hekimliğinde
otopsi olmadığı hakkındaki küçültücü palavra da, pek çok emsali gibi
yalanlanmaktadır. Ayaşlı Şâbân Efendi, kadın, doğum ve çocuklardan
vukufla bahsetmiştir. XVIII. asırda Avrupa dillerinden mühim tıp ki-
tapları Türkçe’ye çevrilmiştir. Sinoplu Mü’min, II. Murâd (1421–1451)
adına yazdığı 3 kitap ve bir kaç yüz bâba ayrılmış eserinde yalnız akıl,
ruh ve sinir hastalıklarına 25 bâb ayırmıştır. Gerçekten akıl hastalıkları
tedavisinde Osmanlı Türkü’nün yeri çok şereflidir. XIX. asra kadar bu
branşta Türk tıbbı, Batı’dan üstündü.
Ruh ve akıl hastaları XVIII. asra kadar Avrupa’da “Şeytan’la işbirli-
ği yapan mel’un mahlûk” muamelesi görür, çok defa diri diri yakılarak
vücutlerinden Şeytan çıkarılırdı! Türkler’e göre ise bu çeşit insanlar, Al-

154
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

lah’ın cezbesine kapılmış zavallı, Allahlık hastalardı. Delileri hattâ musi-


ki ile tedavi ederlerdi ki, bu metod, 1956’da Birleşik Amerika’da tatbîka
başlanmıştır. Türkler, böyle hastalar için ayrı hastaneler yapmışlar, hal-
kın “tımarhâne” dediği bu hastanelere “dârüşşifâ=şifâevi” demişlerdir.
Hekim Şuûrî, bu tip hastaların musiki ile tedavisini tavsiye etmekte,
hastalığın çeşidine göre Türk Musikisi makamları kullanılacağını an-
latmaktadır. Meşhur İngiliz hekimi Dr. John Heward, 1788’de yazdığı
eserinde, Türkler’in ruh ve akıl hastalıkları için yaptıkları hastaneleri
ve tedavi tarzlarını “örnek ve takdîre şâyan” olarak bütün dünyaya tav-
siye eder. Bu yıllarda Türk tıbbının çok gerileme devresinde olduğunu
da unutmamak îcâb eder. Meşhur Dr. Kraft–Ebing de şöyle der (Traité
Clinique de Psychiatrie, Paris, 1897, 53): “Akıl hastalarını tedavi etmeyi
Avrupa, Türkler’den öğrendi. Türkler, bizden hayli önce, akıl hastalarına
mahsus ayrı hastaneler yaptırmışlardır.” Daha 1818 gibi geç bir tarihte
bile “Fransa’da akıl hastaları, hayvanlardan ve katillerden daha kötü mu-
amele görmektedir” (Esquirol, Rapport, Paris, 1874, s. 2).
Avrupa’daki tatbîkatın aksine, Türkiye’de deli veya şuûru bozuk ol-
duğu anlaşılana, cinayet işlese bile ceza verilmemekte, hastaneye kapa-
tılmaktadır. Kanun budur (Cevdet, VII, 148). Edirne’de II. Bâyezid’in
(1481–1512) yaptırdığı külliyedeki akıl ve ruh hastalarına mahsus has-
tane, dünyaca meşhurdu ve bu şöhretini asırlarca muhâfaza etti. Yalnız
musiki ile değil, çiçek ve yemekle de hastalar tedavi ediliyordu. Akıl has-
taları için hususî bir saz hey’eti vardı. Hastahaneye bağlı eczaneden her
isteyen, yalnız yoksul olduğunu beyân edip başkaca hiçbir muameleye
tâbî tutulmaksızın istediği ilâcı alabiliyordu. Yalnız duvardaki levhaya,
vakfın sahibi II. Bâyezid’in, ticaret kasdiyle bedava ilâç alanlara beddûâ-
sı yazılmıştı, o kadar.
Fâtih’in hocası ve mürşîdi meşhur Ak Şemseddin, büyük bir tıp
bilgini idi. Mâddetü’l–Hayât=Hayatın Maddesi adlı eserinde ilk defa
olarak mikrop ve bakteri nazariyesini ortaya atmış, her hastalığın ayrı
“tohumu” olduğunu söylemiştir. O çağlarda mikroskop olmadığı için,
mikropları görmek mümkün değildi. Pasteur’den 4 asır öncesindeyiz.
Aşı da bilinmekte ve çiçek aşısı asırlardır kullanılmakta idi. İngiliz dok-
toru Jenner, 1796’da ilk çiçek aşısını, Türkler’in inekte aşı üretip yap-
tıklarını duyarak tatbik etmişti. Daha 1774’te Avrupa’nın en muhteşem
hükümdârı XV. Louis, çiçekten ölmüştü.
Mekanik çok ileri idi. Fakat yüksek matematiğe dayalı değildi. Tec-
rübe ve pratiğe dayanıyordu. Meselâ Türk saatçiliği çok ileri idi. Osman-
lı havâî fişekçiliği, Avrupa’dan pek çok önde idi. Denizaltı ve planör tec-

155
osmanlı tarihi

rübeleri bile yapılmıştır. Sun’î civciv sanayi mevcuttu. Atom nazariyesi


biliniyordu. Darwin’den 105 yıl önce Erzurumlu Şeyh İbrahim Hakkı
Efendi, tekâmül nazariyesini anlatmış, yaratıkların gelişerek maymu-
nun, sonra insanın oluşmasını îzâh etmiştir.
Türk san’atından, şiirinden, edebiyatından, mimarlığından, minya-
türünden, hattından, küçük san’atlarından, musiki ve raksından bahset-
miyoruz. Bu sahalarda da Osmanlı Türkü’nün zirveye eriştiğini kaydet-
mekle yetineceğiz.

156
Ahlâk (Osmanlı Türk’ünün karakteri)

M addî hayatın yanında ve aynı paralelde mânevî hayatda yaşayan


canlıya “insan” diyoruz. Yükselmiş toplumlar, maddî ve mânevî
hayatı çok iyi dengelemiş toplumlardır. Maddî hayat gibi mânevî hayat
da çeşitli olduğu derecede karmaşık unsurlardan örülmüştür ve bu un-
surlar her toplumda değişir. Yaşadığı kültür hayatı ve mânevî ortam, bir
toplumun ahlâk ve karakterini meydana getirir. Devir devir milletlerin
ahlâk ve karakterleri yükselip alçalabilir, şahlanıp miskinleşebilir.
İmparatorluk Türkiyesi’nde Türk toplumunun ahlâkı, tabiatıyle ge-
niş çizgileriyle atalardan kalan ahlâktır. Yükseliş devri Osmanlı te’sirleri
nisbeten daha azdır. Fakat Türk milletine kesin karakter kazandıran çağ
daha çok Osmanlı çağıdır.
Osmanlı toplumunda ahlâk telâkkileri ve Türk karakterinin yalnız
bâzı çizgilerini belirtmekle yetinmek mecburiyeti vardır. Daha birçok
karakter çizgisi, esasen tarih bahisleri aktıkça ortaya çıkmıştır.
Türk karakterinin en çarpıcı taraflarından biri, üstün vatanseverlik
duygusu ve şuûrudur. Türk tarihi, vatan için can verenlerin tarihidir.
Can veremeyenler mal vermişler ve ellerinden ne gelmişse bu yolda
esirgememişlerdir. İşte bir örnek: Rumeli kazaskeri Çapanoğlu Abdül-
fettâh Efendi’ye âilesinden 18.000 altın kalmıştı. Bu paranın tamamını
1829’da Rusya ile olan ölüm kalım savaşında harb iânesi olarak devlete
verdi. O tarihte kadı idi. “Devletin verdiği maaş bana kâfidir” dedi. Böy-
le örnekler sonsuzdur. Kale yapılması, onarılması, top dökülmesi gibi
işler için sonsuz vakıflar kurulmuştur.
Türk karakterinin diğer mühim bir unsurunu üstünlük şuûru
(complexe de supériorité)’dur. Atatürk, millî secîyenin bu unsurunun
devam etmesi, daha da canlanması için çok çalışmıştır.
Türk vekârı da ünlüdür. Türk, vakurdur. Vekarı içinde mütevâzı,

157
osmanlı tarihi

ciddî ve ağırbaşlıdır. Gürültüden ve gevezelikten nefret eder. Az konu-


şur. Hemen hiç gürültü yapmaz. Kahkahayla gülmemeye dikkat eder.
Heyecanını belli etmez. Sessizliği sever. Huzûruna düşkündür. Koşmaz.
Sokakta kimseyi kovalamaz. Sokakta ilgi uyandıran bir şey gördü mü,
bakıp geçer, durup kalabalık yapmaz. Ağırbaşlı ve anlayışlıdır. Erken ya-
tıp güneş doğmadan kalkar. Dedikoduyu sevmez. Öğünmeyi ayıp sayar.
Çocuklar çığlık atmaz ve döğüşmezler. Yüksek sesle konuşmanın ayıp
olduğu her çocuğa öğretilir.
Terbiye, her şeyin esasıdır. Terbiyeden fazla olarak nezaket de çok
beğenilen bir davranıştır. Kabalık ve anlayışsızlık çok hor görülür. Böyle
insanlardan nefret edilir.
Kadınlara saygısızlık görülmemiş şeydir. Evinde olsun, sokakta ol-
sun, kadın saygısızlık görmez. Kadın asılmaz. Kadına işkence edilemez.
Kadına âit hiç bir mala devlet el koyamaz.
Nezaket, tabiat îcâbıdır. Avrupa’daki sahte ve gösteriş nezaketi ayıp
sayılır. Biri sözünü bitirmeden diğerinin başlaması büyük görgüsüzlük-
tür. Ubicini, çöküş devrinde, 1855’te bile “Türkler, kâinâtın en kibar,
zarîf ve muhteşem şekilde nazik insanlarıdır” der.
Başkasının şahsî işlerine tecessüs göstermek ve meraklanmak çok
ayıp sayılır. Kibir ve gurur, Şeytân’a mahsus karakter unsurları telâkki
edilir. Hele gerçekten büyük makam işgal eden bir adamın kibir gös-
termesi, o makamı dolduramadığına işaret sayılır. Törenlerde protokol
subayları padişahın yüzüne karşı bile “mağrûr olma padişahım, senden
büyük Allah var!” diye bağırırlar.
Büyüğe saygı, küçüğe sevgi, değişmez Türk terbiyesidir. Burada bü-
yüklük yalnız yaş bakımından değildir. Aynı zamanda makam ve servet
bakımındandır. Ana ve babaya saygısızlık, çok büyük günahlardan sa-
yılır. Büyük kardeşe de bir nisbette saygı vardır. Bir kaç ay büyük erkek
veya kız kardeşe “ağabey” ve “abla” denilir, asla isimleriyle çağırılamaz.
Batı’da ise kardeşler, kendilerinden çok büyük abla ve ağabeylerini kü-
çük adlarıyle çağırırlar.
Türk için sadakat, bir görevdir. Sâdık olmayan, görevine ihânet et-
miş sayılır. Fakat vefasızlık, sadakatsizlikten çok ağırdır. Türk için vefa-
sız adam, köpekten aşağı bir mahlûktur. Vaad ve yemine sadakat esastır.
Vaadinden ve yemininden dönenin ödeyeceği kefâret çok ağırdır. Ver-
dikleri sözün esiridirler, ne bahasına olursa olsun yerine getirirler.
Türk hayırseverliğine, üç kıt’adaki Türk mimari anıtları şâhiddir.
Hayır yapmadan ölen insan, insan bile sayılmaz. Her sokakta, her köyde
görülen çeşme ve mescidlerden en büyük bayındırlık eserlerine kadar

158
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

—askerî te’sisler hâriç— imparatorluk devrinden ne kalmışsa, vatanda-


şın hayır eseridir, onun arzusuyle, onun malından, en küçük bir zorlama
bahis konusu olmaksızın yapılmışlardır. Devletin hiçbir katkısı olma-
mıştır.
Bir zenginin kapısının yoksula ve ihtiyaç sahibine kapanması, çok
aşağılık bir davranıştır. Böyle bir adam, o toplumda, o mahalde barı-
namaz, hakaret görür. Yemek için bir saraya ve konağa girenin mutla-
ka karnı doyurulur. Bir kulübenin kapısı çalınıp ekmek istense, kulübe
sahibi, ekmeğinin yarısını bölüp mutlaka verir. Aksine bir davranışı
görmemiştir ki, bilsin ve tatbik etsin. Merhamet, büyük meziyet sayılır.
Merhametsiz, yalnız hemcinsine değil, hayvan ve bitkiye de acımayan ve
değer vermeyen, çok aşağı, insaniyetsiz, medeniyetsiz, topluma yabancı
ve aykırı addedilir.
Klasik Osmanlı devri Türk karakterinin son zamanlara kadar uza-
nan bir unsuru da tevekkül’dür. Tevekkül, çok oynak bir meziyettir. Akıl
esîr edecek dereceye varırsa, miskinlik hâlini alır. Sabır şeklinde ise,
şüphesiz insanın yararınadır.
Türk karakterinin en belirgin husûsıyetlerinden bir diğeri şüphesiz
namus, şeref ve dürüstlük duygusudur. Başkasının hakkına tecavüz et-
mek, başkasının hakkını yemek korkusudur. Hileyle, başkasının sırtın-
dan kazanılan paranın hayır getirmeyeceği kanaatidir.
Türk toplumu, fuhuşsuz bir toplumdu. Fuhuşla ırza tecavüz aynı
mahiyetteydi. Irza tecavüzün tek cezası idamdı. Fuhşun en kötü çeşidi,
yani para karşılığı yapılanı, tamamen meçhul gibiydi. Zira para karşılı-
ğı fuhuş, servet hırsından olabileceği gibi, çok defa da yoksulluktan ve
sosyal dayanışma yokluğundan ortaya çıkar. Sosyal dayanışmanın mü-
kemmele çok yakın bulunduğu Osmanlı toplumunda komşunun, hattâ
mahalleden birinin derdi, bütün mahallenin derdi sayılır, halli ve def ’i
için herkes elinden geleni yapardı.
Türk toplumunun o çağ Batılılar’ı çok hayrette bırakan bir husûsı-
yeti de temizlikleri, sık yıkanmalarıdır. Temizliği dinin yarısı sayan bir
toplumda bu alışkanlığa şaşmamak îcâb eder. Ve Türk, mutlaka akar
suda yıkanır. Akamayan, biriktirilmiş suda yıkanmak, Türk için pis-
liktir. Türk hamamının ve mutfağının temizliği, bolluğu ve genişliği, o
çağ Avrupalı gezginlerin eserlerinde ehemmiyetle belirttikleri konular
arasındadır.
Türk’ün tabiat sevgisi meşhur ve çok eskidir. Yeşiliğe, ağaca, çiçe-
ğe bayılır. Onları itina ile, aşkla yetiştirir ve muhâfaza eder. Hayvanlara
acıma duygusu çok yüksektir. Türk şehirleri, kuş cennetleri hâlindedir.

159
osmanlı tarihi

Türk toplumu için meçhul bir âfet de intihardır.


İlme, ilim adamına, öğretmene ve din adamına, kitaba, hattâ yazılı
kâğıda karşı Osmanlı Türkü’nün saygısı meşhurdur. Kumar meçhul gi-
bidir. İçki içenler vardır, fakat azdır. Buna karşılık XVII. asırdan itibaren
tütün ve kahve tiryakiliği çok yaygındır.
Çok iyi düşünülmüş ve dengelenmiş kanunlar, Türk toplumuna ve
Türk devletine faydalı şekillerde düzenlenmiştir. Nimetlerin iyi payla-
şılması, insanoğlunun sağlayabileceği nisbette gerçekten iyi bir sosyal
adaletin kurulabilmiş, ve daha mühimmi zihinlere yerleştirilmiş ve örf
ve âdet hâline getirilebilmiş olması, Türk ahlâk ve karakterinin yüksel-
mesinin sebepleri arasında, hiç ihmâl edilmeyecek bir husustur. Nimet-
lerin kötü, adaletsiz ve dengesiz paylaşıldığı, sosyal adaletin olmadığı
toplumlarda ahlâk ve karakter zaaflarının arttığı muhakkaktır.
Türk toplumunda ahlâk ve karakter bozulması yenidir. XX. asırda-
dır. Fakat bu bozulmada, Türk toplumunun dinamik toplum hâlinden
pasif toplum hâline gelmesinin de te’sîri vardır. Türk toplumu ise, daha
XVI. asrın sonlarından başlayarak, eski dinamizmini kaybetmiştir.
XVIII. asır sonlarında, tamamen hareketsiz bir toplum hâline gelmiş-
tir. Hareketsiz, fakat henüz ahlâkı ve karakter sahibi. 1918 yıkımıdır
ki, Türk toplumunu, perişan etmiş ve birçok ahlâk nosyonu, onarılmaz
yaralar almıştır. Bunun bütün dünyada da böyle olduğunu belirtmek lâ-
zımdır. İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra ise ahlâk, bütün dünyada, çok
büyük darbeler yemiştir.
XIX. asırda Osmanlı Türk toplumunda ahlâk ve karakter, hâlâ dün-
ya milletlerine örnek gösterilecek seviyededir. Çok iyi insanlardan bir
araya gelmiş bir toplumdur. Fakat tehlikeli şekilde pasif haldedir. Ancak
savunma savaşı yapabilmektedir, taarruz gücünü yitirmiştir. Çok yo-
rulmuştur. Atalarının kan ve alın teriyle bıraktıkları akıl almaz büyük-
lükteki mirası, mümkün olan bir rahatlık içinde yemeyi tercîh etmekte,
ona bir şey ilâve etmek şöyle dursun, onu doğru dürüst savunmayı bile
fazla düşünmemektedir. İçte ve dışta başına ne gelirse, “takdîr–i İlâhî”
bahânesiyle geçiştirmektedir. Yorgun bir savaşçıdır. Cihan devletleri
kurmaktan yorulmuştur. Zira cihan devletleri, bir dakika göz kırpma-
macasına uyanıklıkla kurulur ve ayakta tutulur. Cihan devleti sahibi
milletin, bir an gaflete dalmasına izin yoktur. 2.000 yılda 60 kuşak…
Son kuşaklar, sanki atalarının yorgunluğunu çıkarmak misyonu ile şart-
landırılmışlardır. Yalnız bir defa, Yunanlı’nın İzmir’e çıkıp Ankara’ya
yaklaşmak cür’eti karşısında kafası iyice kızmıştır. Yıkılan imparator-
luktan millî devlete geçiş, bu kutsal kızgınlığın eseridir.

160
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

Türk esnaf ve tüccarının, dünyanın en namuslu iş adamları ve satı-


cıları olduğu, o çağ bütün Batılı gezginlerin seyahat–nâmelerinde oku-
nur. İmparatorluğun son devirlerine kadar böyleydi. Türk iş adamının
ve tüccarının ahlâkını, Levantenler, tatlı su Frenkleri ve azınlıklar boz-
muştur.
Her esnaf, kendi loncasına bağlı idi. Lonca, bir çeşit sendika idi.
Lonca dışı esnaf olmak kaabil değildi. Devlet izin vermezdi. Zira esnaf
önce loncası içinde otokontrole tâbî idi. Sonra devletin kontrolü altın-
da idi. Bir esnafın herhangi bir yolsuzluğundan o loncanın başı veya
temsilciliği, hükûmete karşı sorumlu idi. Selçuklular’dan Osmanlılar’a
geçen lonca teşkilâtı, XIX. asrın başlarına kadar eski hâliyle devam etti.
XIX. asırda bazı kaideleri değişik yenilendi. 1913’te kalktı. Loncalar
birarada konfederasyon şeklinde de teşkilâtlı idiler. Esnaflık babadan
oğla kalırdı. Babadan esnaflık kalmayan kişi, çocukken veya genç yaşta
çıraklık suretiyle işe başlardı. Kalfalık ve ustalık, beliril törenlerle tev-
cîh edilen resmen tanınmış unvanlardı. Loncanın izni olmadan kalfa ve
usta unvânını taşımak, bir başıbozuğun bir subay rütbesinde olduğunu
iddia etmesi kadar imkânsız bir suçtu. Çırak, ustası tarafından yalnız
mesleğin en ince noktaları öğretilmekle bırakılmaz, ahlâkan da yetişti-
rilirdi. Müslüman ve Türk ahlâk ve geleneklerine uymasına çok dikkat
edilirdi. Onun için esnaf, toplumun en temiz ve temelli kesimlerinden
biri idi. Her lonca, “altılar” denilen 6 kişilik bir yönetim kurulunca yö-
netilirdi. Altılar’ı, o loncanın ustaları rey vererek seçerlerdi. Kalfa ve çı-
raklar rey veremezlerdi. Hükûmet, loncaların meseleleri için Altılar’la
görüşürdü. Altılar’ın salâhiyeti büyüktü. Bir lonca mensûbu, ancak ağır
suçlar için kadı huzûruna çıkarılırdı. Lonca yönetim kurulunun dükkân
kapatma, loncadan çıkartma, kısa müddet habsetme gibi çeşitli yetkileri
vardı. Her loncanın “avârız sandığı” denilen zengin kasası vardı. Bir es-
naf, mesleği içinde ve dışında ne türlü felâkete uğrarsa uğrasın, Altılar’ın
kararı ile o zararı bu sandıktan tamamen ödenirdi. Bazı lonca sandık-
ları, gerçek birer banka kadar zengindi. Esnaf, itibar gören, refah içinde
yaşayan bir sınıftı.
Asırlık tecrübe, maharet ve sabır, Avrupalı gezginlerin dikkatle be-
lirttikleri gibi, Türk esnafının ortaya çıkardığı imalât ve işin, daima yük-
sek kaliteli, sağlam ve güzel olmasını sağlamış, loncaların oto–kontrolü-
ne eklenen daimî hükûmet murakebesi de bunu te’mîn etmiştir.

161
Ekonomi

XIX. asra kadar Türk şehirlerinde hayat şartları, Avrupa şehir-


lerindekinden iyidir. XVIII. asırdan önce ise, mukayese
edilmeyecek derecede üstündür. Köylünün durumu da o çağlar Avrupa
köylüsünden iyidir. Maddî durum böyle olduğu gibi, âsâyiş ve huzur da
mükemmele yakındır. XVI. asırda İstanbul gibi dünyanın en kalabalık
şehrinde yılda ortala bir cinayet işlenmektedir.
Türk toplumu, itaat temeline dayanmaktadır. Piramidin başında
padişah vardı. İrâdesi münakaşa edilememektedir. İrâdesine saygısız-
lık, günah, devletin ve netice bakımından tab’anın menfaatlerine aykırı
sayılmaktadır. Dehşetli bir hiyerarşi mevcuttur. Kendisinden 6 ay önce
ustalığa yükselmiş bir esnafa diğer bir usta, hayat boyu gerçek bir saygı
göstermektedir. Ailede aile reisinin otoritesi kesindir. Karşılıklı sevgi ve
saygı, tam bir hakkaniyet anlayışına dayanmaktadır. Toplum, kanâatkâr
ve tokgözlüdür.
Esnafın sosyal yapıdaki yeri, sanayileşmenin olmadığı o devirde,
bugünkinden çok üstün ve ehemmiyetli idi. Kanunları, kanunlardan
fazla riâyet edilen gelenekleri, âdetleri vardı. İhtisaslar iyice ayrılmıştı
ve birinden diğerine geçmek hemen hemen imkânsızdı. XVII. asırda
İstanbul’da 1.100 çeşit esnaf vardı.
1637 sayımına göre —banliyöler hâriç— İstanbul şehrinde 79.624
esnaf vardı. Bunlar, biribirine benzeyen meslekler bir araya getirildiği
için sadece 158 loncaya bağlı idiler. Şehirde en az 400.000 kişinin esnaf-
lıkla geçindiği ortaya çıkar. Binlerce üyesi olan loncaların yanında, üye
sayısı 100’ün altında bulunanlar da mevcuttu. Gerçek sanayi, esnaf sek-
törünün dışında ve daha çok devletin elindeydi. Esnaf, sanayiciden, çok
imalâtçı idi. Büyük ölçüde imalât yapan sanayicilere esnaf değil “tüccar”
deniliyordu. Bunlar lonca dışı idiler. Meselâ tekstil sanayi esnafın değil,

162
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

tüccarın elindeydi.
Osmanlı İmparatorluğu, hiç olmazsa XV–XVII. asırlardı, kendi ken-
dine yeterli bir cihan devleti idi. Hiç bir ham veya yapılmış madde it-
hâl etmeksizin hayatını en üst seviyede devam ettirebilecek ve savunma
gücünü ayakta tutabilecek güçte idi. Gerçi ithalât gibi ihracat da vardı,
fakat hayatî bir ehemmiyette değildi, ticaret gayesiyle yapılıyordu. As-
lında, dünya standartlarına eş veya üstün olmak üzere, ihtiyacı olan her
şeye sahipti ve her şeyi üretebiliyordu. Bir, bir kaç, hattâ bütün devlet-
lerle ticaretinin durması, ne hayat standartını düşürebiliyor, ne de millî
savunmasını kısıtlayabiliyordu. Hiç bir devlete borçlu değildi ve dış borç
almıyordu. Devletin 1854’ten önce, yabancı bir devlet, müessese veya
şahıstan, tek altın borçlandığı ne görülmüş, ne işitilmişti. Ama kendisi,
dış yardım yapıyordu. Dış yardım hem nakden, hem mal şeklinde, yahut
askerî veya bahrî yardım tarzında oluyordu. Devlet, askerî bakımdan
da kendi kendine yeterli idi. Bir, bir kaç, hattâ bütün düşman devletlere
karşı, hiçbir müttefike ihtiyacı yoktu. XVI. asırda deniz kuvvetleri de bu
durumda idi. Ordu ve donanmaya ait hiçbir madde yoktu ki, dışarıdan
ithâl edilsin. Hepsi imparatorlukta elde edilir ve imparatorlukta yapılır-
dı. İhtiyaç maddelerinin bugünki kadar çeşitli ve ekonominin bugünki
kadar karmaşık olmadığı o çağlarda, Osmanlı cihan devletinin durumu
böyleydi.
XVIII. asrın sonlarına kadar Türk halkının hayat seviyesi ve millî
geliri, dünyada başta geliyordu. Uzun savaş devrelerine girmedikçe
veya çok kötü kurak yıllar birbirini takip etmedikçe, bolluk ve bereket,
ucuzluk ve refah ülkesi idi. Tabiî bölge dengesi yoktu ve bu derecede
birbirine benzemeyen memleketleri bir araya getiren imparatorlukta bu
mümkün de değildi. En müreffeh bölgeler Rumeli, Batı Anadolu idi. Bu-
gün Birleşik Amerika’nın 50 eyâleti arasında bile denge kurulamamıştır.
Meselâ bugün Connecticut eyâletinde millî gelir, Mississippi eyâletinin
bir katıdır. İmparatorluk Türkiyesi’nin de müreffeh, orta hali ve fakirce
ülkeleri vardı. İstanbul, İzmir, Selânik, Cezâyir, Beyrut gibi dış ticarete
açık limanlar, zengin yerlerin başında geliyordu. Edirne ve Bursa gibi
sanayi şehirleri de öyle. 1540’a doğru refahın zirveyi bulduğu anlaşıl-
maktadır. Daha 1454 Türkiyesi’nden bahseden bir Yahudi gezgin, Isaak
Zafati, Almanca seyahat–nâmesinde, hayat şartlarını “Cennet” kelime-
siyle vasıflandırmaktadır.
Bolluk ve bereket, ucuzluk ve refah, bir nisbette hattâ 1912’lere ka-
dar devam etmiştir. Pahalılık, fiyat artışı, paranın değerini devamlı kay-
betmesi, ana maddelerin kıtlığı, kalitenin düşmesi, köyün bozulması,

163
osmanlı tarihi

yüksek kalitenin, hâlis ve sâf eşyanın tarihe karışması, 1912’den başlar.


İktisadî politikaya çok bağlı olan malî siyaset, hiç olmazsa XVIII.
asra kadar, Avrupa devletlerine nazaran muntazam, çok daha güçlü ve
hacimli idi. Tabiî devir devir iktisadî buhranlar, tabiî veya sun’î para dar-
lıkları oluyordu. İleri sürdüğümüz üstünlük, o devrin diğer devletlerine
nisbetledir. Bir XVII. asır devletin XX. asrın modern devleti ile mu-
kayeseye kalkışmak, tabiatiyle mümkün değildir. Mukayeseler, çağdaş
olanlar arasında yapılabilir. Meselâ XVI. asır Türk ekonomisi, her türlü
yabancı rekabetten çekinmez bir derecede yüksekti. Bu hâle gelince dev-
let, ticarî sınırlamaları gevşetti, bundan ise zamanla Avrupalı tacirler
faydalandı. Fransa, İngiltere gibi devletlere Türkiye’nin Almanya, İspan-
ya, Venedik gibi düşmanlarına karşı kalkınmaları ve yutulmamaları için
gösterdiği müsamaha ve onlara yapılan yardımların da sonradan kötü
neticeleri ortaya çıktı ki, kapitülasyonlar denilen müessese böyledir.
Kredi müessesesi vardı ve çok defa faize bağlıydı. Faize bağlı vakıf-
lar ve muameleleri şer’î makamlar tescil ediyordu. Yalnız aşırı faizcilik
(ribâ=murâhaba=tefecilik) yasaktı. Vakıfların bakılması için faize ve-
rilmek üzere nakid para bağışlayan hayır sahipleri çoktu. Ticarî kredi
de gelişmiştir. Ticarette kullanılan faizin “harâm” değil “câiz” olduğuna
dair, Kanûnî Sultan Süleymân’ın iki şeyhulislâmının, Kemalpaşa–zâde
ve sonra Ebussuûd Efendi’nin iki fetvâsı elimizdedir.
Kanûnî faiz haddi yıllık % 10–15 arasında idi. Fazlası murâbaha sa-
yılıyor ve devletçe takip ediliyordu. Meselâ Bursa şehrinde 1561 yılında
vakıflar, 3.349.046 akça faizli kredi vermişti. Bu meblâğ, o yıl onda biri
kadar, 333.119 akça faiz getirmişti. 1530’da Bursa sancağının 25 kazâ-
sında faizle işletilmek üzere hayır sahipleri tarafından nakid para tahsis
edilmiş vakıfların sayısı 42 iken aynı sancakta bu sayı yarım asır içinde
1580’de 609’a çıkmıştı.
XVI. asrın sonlarından itibaren toprak düzeni bozulmaya başlayıp
tımarlar düzenini kaybedince, toprağı işleyen köylü, sıkıntılı durumda
kaldı. Ağır faizli borçlanmalarla toprağını kaybetti. Yahut işletemedi-
ği toprağını bırakıp, Osmanlı deyimiyle “çiftbozan” hâline geldi. Veya
âsâyiş bozukluğundan toprağını bıraktı, hizmet sektörü gittikçe gelişen
şehirlere göçtü. Topraklar yavaş yavaş tımarlı sipahisinin hâkimiyet ve
otoritesinden de mahrum kaldı. İstanbul’daki merkez ordusu çoğaldıkça
rağbetten düşen tımarlı sipahisi de toprağını terk edip İstanbul’a gelme-
ye başladı. Ancak sermaye sahibi zenginlerin çiftçilik yapabilecekleri bir
düzen gelişti. Zamanla bölgesine ve sınıfına göre ağa, bey, şeyh denilen
toprak mütegallibeleri ortaya çıktı. Bir iki kuşak içinde bunların çocuk-

164
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

ları ve torunları, o toprakların meşrû sahipleri olduklarını iddia edip,


köylüyü tamamen ırgat durumuna düşürdüler. Bu mekanizma, toprağın
verimli olmadığı, hükûmetin iyi âsâyiş götüremediği, az gelişmiş ülke ve
bölgelerde daha çok işledi. Gelişmiş bölgelerde ise toprak mütegallibesi,
daha çok saraya dayanan, padişahı dolandıran adamlar arasından çıktı.
Bir yabancının imparatorlukta toprak sahibi olması mümkün değil-
di. Toprak satın alabilmek için, padişah tab’ası olmak şartı vardı.
Hükûmet nâmına kadı, kendi kazâsı içinde, halkın vazgeçilmez ihti-
yacı telâkki edilen her türlü mala narh koymıya yetkili idi. Bu mallar hiç
bir zaman keyfî fiyatlarla satılamazdı.
Madenler, devletçe de, şahısca da işletilebiliyordu. Kanun: Memâ-
lik–i Şâhâne’de bulunan bütün altın, gümüş, demir, kurşun, bakır ve
diğer bütün madenler, bulan şahsa âittir. Bu şahıs, çıkardığının beşte
birini hazîneye vermekle yükümlüdür.

165
Sanayi ve ticaret

B üyük sanayiin ehemmiyetli kısmı devletin elindeydi. Tekstil gibi


bazı sektörlerde özel sektör de mühim sanayici hâlindeydi. Meselâ
tersânelerin en büyükleri devletindi ama, özel sektöre âit tersâneler de
vardı. Küçük sanayide, imalâtta da devletin payı vardı, fakat küçüktü.
Sanayide olsun, imalâtta olsun devlet sektörü, millî savunma, devlet
ve saray ihtiyaçlarını karşılamaya yönelmişti. İhracata dönük sanayi ve
imalât, çok büyük ölçüde özel sektörün elindeydi.
Ticarette Osmanlı devleti, daha evvelki Türk devletlerinin siyasetini
devam ettirmiş, ticarete fevkalâde ehemmiyet vermiştir. General Kont
Marsigli, XVIII. asrın başlarında Türk imparatorluğunun ticaret duru-
mu için şöyle der:
“Gerek Türkler, gerek Türk imparatorluğunda yaşayan Türk tab’a-
sı diğer milletler, ticaret sahasında çok faaldirler. Ticarî işlerde bilgili,
mahir ve dirâyetlidirler. Bâb–ı Âlî, ticaretle uğraşanlara her türlü ko-
laylığı gösterir. Siyaseti budur. Ticarî malları ağır şekilde vergilendir-
mekten kaçınır. Büyük ticaret yollarına, bu yollar üzerindeki köprülere
ehemmiyet verir, emniyet ve âsâyişlerine, bakımlarına çok itina eder.
Gerçekten Türk imparatorluğunun başlıca refah unsuru ticarettir ve
padişah bu hususu çok iyi değerlendirir. Önceleri Türkler’i yakından
tanımazdım. Fakat her işlerini yakından görüp öğrenince, Türk toplu-
munun ve Türk âilesinin biz Avrupalılar’a nisbetle çok varlıklı olduğu-
nu gördüm. Türkler kanaatkâr, masrafları az ve gösterişi sevmeyen bir
millet oldukları için, gerçek varlıkları göze çarpmaz. Halbuki her âilenin
tasarrufu vardır, her türlü hâdiseyi karşılamak üzere kesesi doludur. So-
kakta dilenen Türk yoktur. Yoksulları vardır ama, yardımdan mahrum
değillerdir. Türkler bu zenginliğe, sanayiden çok ticaretle erişmişlerdir.
Zira imparatorluklarının coğrafya durumu ticaretten çok para kazan-

166
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

malarına fevkalâde müsaittir ve bunu, çok iyi değerlendirmesini bilir-


ler. Bütün Avrupa milletleri, Türk malına muhtaçtır, Türkiye’den ithâlât
yapmadıkça çok büyük zorluklarla karşı karşıya kalırlar. Türkiye, ham
madde bakımından tükenmez zenginliklere sahiptir. Sanayi ürünlerini
de ihrâc ederler. Yalnız silâh ihrâcı Türk hükûmetince eskiden beri ya-
saklanmıştır. Ama Türk silâh sanayi çok ileridir ve çok güzel Türk ateşli
ve kesici silâhları Avrupa’ya kaçırılarak fâhiş fiyatlarla satılır. Türkler,
takas yoluyla da ihrâcat yaparlar.
Fakat her zaman için ihrâcatları ithalâtlarından çok fazladır. Bu yüz-
den Türkiye’ye giren Avrupa malı yetişmez. Avrupa devletleri Türkiye’ye
her yıl büyük meblâğda altın öderler. Türkler yalnız kendi mallarını sat-
mazlar. Başka Asya devletlerinden aldıkları şeyleri de kârla Avrupa’ya
satarlar. Gerçi bu transit ticareti artık eskisi gibi Türk tekelinde değildir
ve Türkler eskisi gibi Avrupa’yı soyamamaktadırlar. Fakat coğrafya po-
zisyonu bakımından hâlâ Türkler, transit ticaretinden büyük bir kâr sağ-
larlar. Dericilik, boyacılık, bakırcılık, bazı dokuma çeşitleri bakımından
Türk sanayi, dünyada rakipsizdir. Bu sektörler çok üstün kalite mallar
çıkarır. İthalâtları, ihrâcatlarının yanında az bir şeydir. Venedik kâğıdı,
cam eşyası ve yüksek değerli biblolarına bayılırlar ve zengin sınıf için bu
maddeleri ithâl ederler. Fransa ve Holanda’dan aldıkları yünlü dokuma,
Almanya’dan aldıkları bâzı mâdenî eşya, orta sınıfların ihtiyacı içindir.
Türkler’in Hıristiyan ülkelerden hâlâ büyük meblâğlar kazanmalarının
önüne geçecek çareleri bulmak lâzımdır. Türkiye–İngiltere ticareti de
çok faaldir ve her yıl muntazaman İngiltere aleyhine kapanır. Ama İn-
gilizler akıllıdır. Türkler’den aldıklarını bilhassa Amerika sömürgelerine
satarak bu açığı kapatırlar. Fransa gibi ülkeler, Türk buğdayı gelmeyen
yıllarda aç kalır. Türkler, işlenmiş veya ham değerli taşları da çok ihrâc
ederler. Bâb–ı Âli, Avrupa milletlerinden ne derece büyük paralar çekti-
ğinin idrâki içindedir. Onun için Avrupalı tacirlere çok büyük kolaylık-
lar gösterir ki bu kolaylıkları Avrupalı devletler biribirlerine göstermeye
cesaret edemezler. Zira ekonomileri Türk ekonomisi derecesinde den-
geli değildir. Avrupa limanlarına mal taşıyan Türk armatörleri çoktur.
Fakat şimdi daha çok Türk limanlarına gelen Avrupa gemilerine mal-
larını yüklerler.”
Kont Marsigli’nin Türk imparatorluğunun pek de parlak olmayan
bir devresine, XVIII. asır başlarına âit ticaret durumunu büyük vukufla
anlatan satırları burada bitiyor.
Tüccarın devletin himayesi altında serbest, huzur ve emniyet içinde
olması, ticaretin gelişmesini sağlamış, Türk devletini kapalı bir impara-

167
osmanlı tarihi

torluk ve kapalı bir ekonomi hâline gelmekten korumuştur. Bu iş pek


de zor değildi. Zira Türkiye, ithalât yapmadan yaşaması imkân içinde
bulunan dünyanın ilk devleti idi. Ama ihrâcâta şiddetle muhtaçtı. Aksi
takdirde refahını kaybederdi. Nitekim XIX. asırda sanayiin makineleş-
mesi karşısında bu denge tersine dönünce Türkiye, fakir ülkeler arasına
girmeye başlamıştır.
Ticaret yollarını, kara ve deniz diye ikiye ayırmak normaldir. Ve
kara olsun, deniz olsun, bütün yollar İstanbul’da düğümlenmektedir.
Karayolları, dünyanın en bakımlı yollarıdır (Braudel, La Méditerranée,
244). Yollar, granit taş döşelidir. Ordunun, kervanların, atlıların, yayala-
rın geçmesine mahsus devlet yollarıdır ve trafiğin tıkanmaması ve yolun
bozulmaması için sürülerin geçmesi yasaktır. Granit yolun iki tarafında
tesviye edilmiş iki toprak şerit, sürülerin geçmesi içindir. Araba az kul-
lanılırdı. İkinci derecede yollar, tesviye edilmiş topraktı ve taş döşenmiş
değildi.
Balkanlar’daki ana yol İstanbul–Budin (Peşte) yolu idi. Bu yolun ilk
kısmını teşkîl eden İstanbul–Edirne yolu ise, bir kaç asır için, dünyanın
en yoğun trafiğini taşıyan kara yolu idi. İstanbul’dan Venedik’e kervanlar
30 ilâ 45 günde gidiyordu. Eğer Dubrovnik’e kadar karadan, oradan de-
niz yoluyla devam edilirse İstanbul’dan Venedik 20–25 gündü. Asya’da
büyük cadde İstanbul–Basra yolu idi ve Marmara’yı Basra Körfezi’ne
bağlıyordu. İstanbul–Kahire yolu da, Anadolu, Suriye ve Filistin’den ge-
çen çok işlek bir yoldu. Kervanların hareket günleri belirli idi. Meselâ
İstanbul’dan Polonya’nın başkenti Krakovi’ye 8 günde bir kervan kalkı-
yordu. Her kervanda 300 ilâ 2.000 hayvan bulunurdu. 300 hayvandan
az topluluğa “kervan” değil “kafile” deniyordu. Her ülkeye böyle mun-
tazam kervanlar vardı.
Denizler üzerinde kurulmuş, 7 denize hâkim olduğu söylenen bir
imparatorlukta deniz trafiğinin ehemmiyeti âşikârdır. En az kara tra-
fiği kadar ehemmiyetli idi. Devletin resmî ticaret filosu yoktu. Ticaret
gemileri, Türk armatörlerine âitti. İstanbul–Marsilya 60 günde alınıyor,
fakat bu müddetin yarıdan fazlası çeşitli limanlarda durmakla geçiyor-
du. Ticaret gemileri, harp gemileri gibi topla mücehhezdi. Hem yolcu,
hem mal taşıyordu. Akıl almaz zenginlikte milyarder Türk armatörle-
ri vardı. XVII. asır ortalarında Hacı Kasım, Hacı Envâr, Hacı Ferhad,
Hacı Nîmetullah adlı 4 İstanbullu armatörün her birinin 10’ar gemileri,
7’şer ticaret hanları, 40–50’şer bin kese servetleri vardı (50.000 kesenin
bugünki satınalma değeri aşağı yukarı 45 milyar tl’dır). Bunların Hin-
distan, Yemen, Arabistan, İran, Avrupa’da antrepoları, temsilcileri, ortak

168
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

oldukları şirketler bulunuyordu. XVII. asrın en zengin iş adamları olan


bu 4 Türk, vezirlerden farksız hayat yaşarlardı. Her birinin 100’er köle
ve cariyesi vardı. Sıkışık zamanlarında vezirlere, hattâ Hazîne’ye borç
verirler veya bağışta bulunurlardı. Yavuz Sultan Selim gibi dünyanın
en zengin hükümdârı bunlardan borç almış, seferlerini tamamladıktan
sonra bu milyarder iş adamları verdikleri parayı geri almak istememiş-
ler, fakat hükümdar son akçalarına kadar zorla ödemişti.
XVII. asır ortalarında yalnız İstanbul limanına bağlı böyle 2.600 tek-
ne vardı ve 600’ü büyük gemilerdi. Limanda 3.000 ticaret gemisi kap-
danı ve ticaret gemilerinde çalışan 27.000 tayfa kayıtlı idi. Diğer Türk
limanlarını buna göre kıyâs ediniz. XVI. asırla XVII. asrın ilk yarısında
armatör ve kapdanların % 94’u Türk, % 6’sı Rum’du. XVII. asrın 2. yarısı
ile XVIII. asırda bu nisbet % 79 Türk, % 21 Rum olmak üzere değişti.
Türkler ve Rumlar dışındaki padişah tab’ası milletler, deniz ticaretiyle
uğraşmıyorlardı.
Mücevher, kürk gibi değerli mallar bedesten’lerde satılıyordu. Her
şehirde bedesten olmamasına rağmen, her şehirde mutlaka en az bir
çarşı vardı. Bedestende mal satan tacirler, çok zengin ve dış ticaret ya-
pan adamlardı. Dünyanın en büyük çarşısı, İstanbul Kapalı Çarşısı idi.
Bugünkinden büyüktü. 2 bedesten, 4.399 dükkân, 2.195 hücre (küçük
dükkân), 497 dolap (satış tezgâhı), 12 mahzen (antrepo), bir hamam,
bir cami, 10 mescid, 16 çeşme, 2 şadırvan, bir sebil, 8 kuyu, bir tür-
be, bir mekteb, 24 işhanından ibaretti. Kapalı Çarşı, Batı’nın shopping
center’larının, super market’lerinin gerçek bir öncüsüdür. Bu bakımdan
medeniyet ve iktisat tarihinde hususî yerleri vardır.
İstanbul’un Cevâhir Bedesteni 1.365 m2, Sandal Bedesteni ise 1.230
m2’dir. Kale gibi muhâfaza edilirdi. Saraçhâne, dünyanın en büyük kapa-
lı deri işleri çarşısı idi. Daha pek çok kapalı ve açık çarşı vardı. Pazarlar
başka idi.
Ticaret hanları, toptancı tüccarın hem yazıhâne, hem depo olarak
kullandığı iş hanları idi. Büyük ticaret merkezleri idi. Ağızlarına kadar
mal doluydular. Çok büyükleri vardı. XVII. asırda meselâ Şam şehrin-
de böyle 240 han vardı. Bunlardan Kıbrıs Fâtihi Lala Mustafa Paşa’nın
yaptırdığı han 170 odalı, 100 dükkânlı idi, ahırı 2.000 at alabiliyordu.
Onun rakibi Koca Sinan Paşa’nın aynı yıllarda gene Şam’da yaptırdığı 70
odalı, Derviş Paşa’nın gene Şam’daki hanı 70 odalı idi. Diğerlerini buna
göre kıyâs ediniz.
12.000 hayvanlık çok büyük kervanlar da vardı. Milyarlar değerin-
deki malları ülkeler geçerek taşıyorlardı. Böyle bir seferden neticede

169
osmanlı tarihi

milyarlık kârlar doğuyordu. Tek tacirin kervanları olduğu gibi, daha çok
çeşitli tacirlerin malları bir kervan hâlinde birleşiyordu.
Türkiye, XVIII. asrın sonlarında bile, bir çok Avrupa ülkesinden
müreffehti. Meselâ Polonya’dan Podolya’daki ilk Türk toplarına girilince
iktisadî durumun derhal değiştiğini, mal ve malzeme kıtlığının birden
bolluk, bereket ve ucuzluk arzettiğini, Baron de Tott bize anlatır. Avru-
palı seyyahlar İstanbul’a ve imparatorluğun başka yerlerine ayak bastık-
ları zaman, ucuzluk ve bolluk karşısında hayretlerini derhal ifade edi-
yorlardı. İstanbul, dünyanın ticaret merkezi idi. Yalnız şehrin tüketimi
korkunçtu. Şehrin içinde yılda 4 milyon koyun, 3 milyon kuzu, 200.000
sığır yeniyordu. Şehrin günlük ekmeği için un ihtiyacı 500 tondu ve
hamur işlerinde kullanılan un bunun dışında idi. Çok pilav yenmesi
bakımından pirinç tüketimi pek büyüktü. Meyve ve sebzeleri ve diğer
yiyecekleri buna göre düşününüz. Buna karşılık şehir, her türlü sanayi
maddesi ve mâmûl madde ihrâc ediyordu. XVII. asırda İstanbul’da 29
büyük fabrikada 10.000 işçi, 23.214 imalâthâne veya atölyede 79.264 işçi
çalışıyordu. 29 lonca hâlinde teşkilâtlanmış 1.109 cins mal satan 48.000
esnaf, bu sayıların dışında idi. XVII. asırdan sonra İstanbul şehri nüfusu
artmadı, ama, XIX. asrın başlarında Londra kendisini geçinceye kadar
İstanbul, hâlâ dünyanın en kalabalık şehri olmakta devam etti.

170
Eyâletler

P ax Ottomana… Modern tarihçiler, Osmanlı Cihan Devleti’nin bir


kaç asır için 3 kıt’anın, Avrupa, Asya ve Afrika’nın büyükçe birer
parçasında sağladığı düzene ve dünyanın geri kalan devletlerine siya-
setini empoze etmesine böyle diyorlar. Bu, Osmanlı düzeni ve Osmanlı
rejimidir. Doğrudan doğruya cihan hâkimiyetini hedef almıştır. Kendi
düzeni dışında kalan devletler, onun için barbar yani yabancıdır ve gene
Osmanlı görüşüne göre, herhalde medenî seviye bakımından aşağıdır.
Osmanlı rejimine, birliğine girmeyen ülkeler, bu düzenden nasîbini
alamamış, üstelik almamakta direnen zavallı varlıklardır. İşte bu cihan-
şümûl zihniyet, XV–XVII. asırları içine alır. Osmanlı, her sahanın en
üstünüdür ve kesin şekilde yenilmezdir, nâmağlûpdur. Devletin sıfatı
“Devlet–i Ebed–Müddet”tir, yani sonsuza kadar yaşayacak devlet. Ba-
şındaki hânedan, bu birliğin lideri ve sembolüdür. Birlik, onunla kaim-
dir. Bunun için hânedan çok mühimdir ve bunun dışındaki şeyler için
hiç de mühim sayılmadığı olaylar derinlemesine incelenirse fark edilir.
Bu düzen üstelik İlâhîdir. Tanrı tarafından ihsân edilmiş, tasdîk edilmiş,
te’yîd edilmiş, onun rızâsıyle oluşmuştur. Bu düzene çarpmak, Tanrı’ya
çarpmak demektir.
Ne kadar Roma zihniyetine, Pax Romana’ya benziyor, değil mi?
Ama Roma’dan geçen bir zihniyet değildir. Alp Er Tunga, Oğuz Han ve
Mete’den beri devam eden Türk cihan hâkimiyeti anlayışıdır.
Roma imparatorluğu için İtalya neyse, Osmanlı imparatorluğu için
de Anadolu odur. Gerçi esas Osmanlı ülkeleri, Tuna’ya kadar Rumeli
ve Toroslar’la Fırat’a kadar Anadolu’dur. İmparatorluk, bu iki kanat-
la ayağını yerden kesip uçmaya başlamış ve cihan devleti olabilmiştir.
Rumeli, zaman zaman Anadolu’dan daha gelişmiş, daha ehemmiyet ka-
zanmıştır. Fakat unutmamalıdır ki kaynak, anne Anadolu’dur. Burası,

171
osmanlı tarihi

Türkistan’dan sonra Türkler’in ikinci anayurdudur. Rumeli, ancak Ana-


dolu kaynağı ile oluşabilmiştir. Anadolu zayıflamış ve Büyük Alâeddin
Keykubâd devrindeki ehemmiyetini kaybetmişse, kaynak olarak çok
isrâf edilmesi yüzündendir. Milyonla çocuğunu Rumeli’ne geçirmiş,
orasını devletin ikinci kanadı hâline getirmiştir. Ve daha nerelere ev-
lâdını yollamamıştır ki Anadolu? Fas’tan Yemen’e, Endonezya’dan Ma-
caristan’a kadar her yere… Bu derece isrâf edilen ana kaynak, tabîatiyle
zayıflamıştır, nüfusunu kaybetmiştir. Hele devir devir huzursuzluk ve
âsâyişsizlikler, Anadolu şehrine, bilhassa köyüne zarar vermiştir. Köy
daha az mahfûz olduğu için, âsâyiş noksan olduğu zamanlar, şehirden
fazla zarar görmüştür.
1607 sayımında imparatorlukta 553.000 şehir, kasaba ve köy bu-
lunduğu anlaşılmıştır. Bu rakama göçebe aşîretler, mezralar, obalar ve
imparatorluğun iç idarelerinde muhtar eyâletleri dâhil değildir. Bu du-
rum, bayındırlık kudretinin eşsizliği ile sağlanmıştır. Böylesine bir re-
jim, XVI. asırda Anadolu ve Rumeli başta olmak üzere imparatorluk
ülkelerini mâmûre hâline getirdi. O zamanki Avrupa’nın meçhûlü olan
bu düzene Romanyalı büyük tarihçi lorga “Türk fazîleti” demektedir. Bu
suretle birçok toprağın fethi kolaylaşmış ve XVI. asırda Türkiye, Roma
imparatorluğunun azametini geçmiştir.
Bir tahmine göre 80–90 yıl içinde Rumeli’ne Anadolu’dan gelen 3,5
milyon Türk yerleşmiştir. Daha Kanûnî’nin ilk yıllarında, 1520’lerde
birçok Balkan şehri Türk’leşmiş ve büyümüştür. Prof. Barkan’ın hesapla-
rına göre bu tarihlerde bazı şehirlerdeki Türk nüfusun nisbeti şöyledir:
Bosnasarayı’nda % 100, Yenişehir’de (Larissa/Tesalya) % 90, Edirne’de
% 83, Manastır’da % 86, Üsküb’de % 75, Sofya’da % 67, Serez’de % 60,
Tırhala’da % 47, Selânik’te % 25, Atina’da % 4,5.
İmparatorluk, eyâletlerle tâbî devletlerden oluşmuştur. Tâbî dev-
letlerin statüsü ayrı ayrı idi. Eyâletlerin başında “beylerbeyi” denilen
umumî valiler bulunurdu. Mühim eyâletlerin beylerbeyilerine vezir
(mareşal) pâyesi verilirdi. Beylerbeyi pâyesi ise, bugünkü orgenerale te-
kabül etmektedir. Eyâletlerin bölündüğü sancaklar, bugünki illerimize
karşılıktır. Başlarında sancak beyi vardır. Rütbesi bugünki tümgenerale
tekabül etmektedir. Bu klasik Osmanlı sistemidir. Tanzimat’tan sonra
mülkî idare askerlerden alınmış, Avrupa’da olduğu gibi sivillere geçmiş-
tir.
Önce devlet, tek eyâletti. 1363 veya az sonra, 1365’e doğru 2 eyâlete,
Anadolu ve Rumeli eyâletlerine ayrılmış ve bu eyâletlerin sınırları da
sonradan çok genişlemiştir. En eski iki eyâlet bunlardır. Sonra impara-

172
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

torluk doğuya ve batıya doğru genişledikçe diğer eyâletler kurulmuştur.


XVI. asır başlarına, Yavuz’a kadar imparatorluk Anadolu, Rumeli, Ka-
raman, Rûm (Tokat–Amasya–Sivas) adlı 4 eyâlet ve tâbî devletlerden
ibaretti. Yavuz (1512–1520) ve Kanûnî (1520–1566) devirlerinde 17
yeni eyâlet kurularak eyâlet sayısı 21’e çıktı. 5. Osmanlı eyâleti, 1515’te
kurulan ve Güney–doğu Anadolu’yu içine alan Diyâr–ı Bekr beyler-
beyiliğidir. 6. Osmanlı eyâleti Şâm beylerbeyiliğidir ki Doğu Akdeniz
topraklarını, bugün Suriye, Lübnan, Ürdün ve İsrâil devletlerini içi-
ne alıyordu. 1517’de 7. eyâlet olan Mısır beylerbeyiliği teşekkül etti ve
imparatorluğun sonuna kadar protokolde birinci eyâlet sayıldı. Bütün
Kuzey–doğu Afrika’yı içine alıyor ve bugünki Mısır devleti topraklarını
pek çok taşıyordu. Aynı yıl Yemen eyâleti kuruldu. Sonra kurulanları
saymaya lüzum yoktur. XVI. asır sonlarında yeni eyâletler kuruldu ve
bazı büyük eyâletlerin ikiye, üçe ayrıldığı da oldu. Meselâ 1521’de kuru-
lan Haleb eyâleti, Şam beylerbeyiliğinin kuzey ülkeleri ayrılarak teşkîl
edildi.
Başlıca eyâlet derecesindeki tâbî devletler ile eyâletler ve merkezleri
şöyleydi: Rumeli (Sofya), Mora (Gördes), Özü (Silistre), Budin, Tameş-
var, Eğri, Kanije, Uyvar, Bosna (Bosnasarayı), Kefe (Azak), Girit (Han-
ya), Cezâir–i Bahr–i Sefîd (Gelibolu), Eflâk (Targovişte, sonra Bükreş),
Boğdan (Suçava, sonra Yaş), Erdel (Erdel Belgradı=Alba Julia), Kırım
(Bağçesarayı), İstanbul, Anadolu (Kütahya), Karaman (Konya), Rûm
(Sivas), Dulkadır (Maraş), Adana, Kıbrıs (Lefkoşe), Diyâr–ı Bekr (Kara
Âmid=Diyarbakır), Van, Erzurum, Trabzon, Kars, Çıldır (Ahıska), Rak-
ka (Urfa), Musul, Şehr–i Zor (Kerkük), Bağdad, Basra, Lahsâ (Katıyf),
Ummân (Maskat), Yemen (San’â), Hicaz (Cidde), Sayda, Şam, Trablus-
şam, Haleb, Gence, Irâk–ı Acem (Hemedân), Geylân (Reşt), Muşâşâ,
Kürdistan (Kirmân–Şâh, bazen Sinne), Revân, Tebrîz, Şîrvân (Bakû),
Şemâhı, Abhazistan (Sohumkal’a), Tiflis, Gori, Kakheti, Lori, Tumanis,
Açe, Doğu Türkistan (Kâşgar), Yanık, Podolya (Kamaniçe), Dağıstan
(Demir–kapı=Derbend), Astırhan, Kasîm, Kazan, Polonya, Mısır (Ka-
hire), Habeş (Musavva, sonra Sevâkin), Trablusgarb, Tûnus, Cezâyir,
Fas, Bornû, Doğu Afrika.
Bu eyâlet ve tâbî devlet listesi, zaman zaman değişmiştir. Fakat Tan-
zimat’tan evvelkilerin ve Tanzimat’tan sonra dâhil olan bazı toprakların
mülkî bölünüşünün hulâsası, yukarıdaki tabloda görülür. Bu toprakla-
rın toplamı akın sahaları ile beraber 25 milyon km2’yi geçmekte ise de,
aynı anda en çok 20 milyon km2’den fazla toprak etde tutulamamıştır ve
o kadarı bile III. Murad devrinde kısa bir zaman parçası içindir. Doğ-

173
osmanlı tarihi

rudan doğruya beylerbeyilerle idare edilen eyâletlerde sancak (il) sayısı


Avrupa’da 131, Asya’da 322, Afrika’da 38 idi, toplam 491 eder. Tabiî san-
cak sayısı da çok değişmiştir. Sancaklar umumiyetle bugünki Türkiye
illerinden hayli geniş mülkî idare parçalarıdır.
II. Meşrûtiyet başında 1908’de imparatorluğun mülkî bölünüşü,
Tanzimat’tan sonraki devir için bir fikir verir: İstanbul, Edirne, Selâ-
nik, Manastır, Kosova (Üsküb), İskodra, Yanya, Cezâir–i Bahr–i Sefîd
(Rodos), Hudâvendigâr (Bursa), Aydın (İzmir), Konya, Adana, Ankara,
Kastamonu, Sivas, Trabzon, Erzurum, Mâmûretü’l–Azîz (Elâzığ), Bitlis,
Van, Diyâr–ı Bekir, Haleb, Suriye (Şam), Beyrut, Musul, Bağdad, Basra,
Yemen (San’â), Hicaz (Mekke), Trablusgarb vilâyetleri (eyâletler); bir
eyâlete bağlı olmayıp eyâletler gibi doğruca dahiliye nezâretine bağlı
sancaklar (iller): Çatalca, İzmit, Biga (Çanakkale), Deyrü’z–Zor, Lübnan
(Deyrü’l–Kamer), Kudüs, Bingazi. Muhtar eyaletler: Mısır ve Sudan,
Bulgaristan, Bosna–Hersek, Girit; muhtar sancaklar: Yenipazar, Kıbrıs,
Sisam adası, Bedevî emîrlikleri vs. 9 129 880 km2 olan bu imparatorluk-
ta 1908’de takrîben 62.689.000 nüfus yaşıyordu. Kıt’alara bölünüş şöyle-
dir: Asya’da 3.582.112 km2 ve 30.177.000 nüfus, Afrika’da 5.213.180 km2
ve 17.671.000 nüfus, Avrupa’da 333.588 km2 ve 14.841.000 nüfus. Tâbî
devlet ve araziler dışında doğrudan doğruya dâhiliye nezâreti (iç işleri
bakanlığı) tarafından idâre edilen topraklar 125 sancak ve 679 kazâya
ayrılıyordu ki bunun 352 kazâlı (ilçeli) 63 sancağı bugün Türkiye’dedir,
327 kazâlı 62 sancağı ise Türkiye dışında kalmıştır.

174
Rumeli

B ir klasik devir Osmanlı eyâletine kuşbakışı göz atmak maksadıyle


Rumeli beylerbeyiliği seçilmiştir. Bugün tamamına yakını kaybe-
dilmiş, Anadolu’dan sonra imparatorluğun ikinci kanadı ve ikinci Türk
yurdu sayılan ülkedir. İmparatorluğun Anadolu eyâletinden sonra ikin-
ci eski eyâletidir. Bugünkü Bulgaristan ve Arnavutluk’un tamamını,
Doğu Trakya’yı, adaları dışında kalan kara Yunanistan’ını, Hırvatistan
ve Slovenya dışında kalan Yugoslavya’yı ve Romanya’dan da Dobruca’yı
ihtivâ eden muazzam bir eyâlettir. Buna bugün Sovyetler Birliği’nde
kalan Besarabya, Moldavya ve Kırım’a kadar olan Karadeniz kıyılarını
eklemek îcâb eder. Sonradan Bosna, Özü (Silistre), Mora eyâletleri ayrı-
larak, Rumeli beylerbeyiliğinin sınırları daraltılmıştır.
Nasıl Anadolu’yu iskân eden Türklük, Orta Asya’dan, Türkis-
tan’dan, anavatanın anasından gelmişse, Rumeli’ni iskân eden Türklük
de 1350’lerden başlayan ve asırlarca ardı kesilmeyen dalgalar hâlinde
Anadolu’dan geldi. Anadolu Türk nüfusu azaldı ama, Rumeli Türklü-
ğü teşekkül etti ve Osmanlı imparatorluğu gerçekleşti. Her tarafta Türk
şehirleri, kasabaları, köyleri yükseldi. Birçok bölgede Türk nüfus, ek-
seriyet kazandı. Türk fethinden önce mütevâzı kasabalar durumundaki
yerler, gelişmiş şehirler şeklinde ortaya çıktı.
Bugün Türklük’ten eser bulunmayan birçok büyük şehir, o asırlarda
çoğunlukla Türkler’in oturduğu beldeler durumunda idi. Meselâ Belg-
rad’da XVII. asır ortalarında 224 cami, 6 kervansaray, 3.700 dükkânlı
büyük çarşı, ayrıca başka çarşılar, 98.000 kadar nüfus ve 20.000 kişilik
bir Türk garnizonu vardı. 1912’ye kadar Türkiye’nin olan Manastır’da
Türk idaresinin son yıllarında 25 cami vardı, 1957’de ancak 10’u ayakta
durabiliyordu.
Gene bu Türk fethi neticesinde iki Balkan kavmi, Arnavutlar ve

175
osmanlı tarihi

Boşnaklar, İslâm dinini kabûl ederek Türk Osmanlı kültür dairesine


girmişlerdi. Bazı bölgeler o kadar Türk’leşip İslâm’laşmıştır ki, 1878 ve
1912 facia, büyük göç ve imhâlarına rağmen bugün de Balkanlar’ın bazı
bölgeleri Türk veya Müslüman’dır.
93 (1878) felâketinden önce bugünki Bulgaristan topraklarında ya-
şayan nüfusun yarısı Türk’tü. Bugün Bulgaristan’da Türk nüfusu sekizde
ve dokuzda bire düşmüştür. Devletin 1868 yılına âit Sâl–Nâme’sine göre
Tuna Vilâyeti’nin (ki bu eyâletin sınırları bugünki Bulgaristan’dan çok
genişti) bazı şehirlerinde bulunan bazı Türk eserlerinin sayısı şöyle idi:
Sofya’da 44 cami, 4 medrese, 8 mekteb, 18 tekke; Şumnu’da 40 cami,
6 medrese, 22 mekteb, 10 tekke; Tırnova’da 31 cami, 7 medrese, 19 mek-
teb, 4 tekke, Ruscuk’ta 30 cami, 6 medrese, 9 mekteb, 7 tekke; Vidin’de
24 cami, bir medrese, 12 mekteb, 7 tekke; Hacıoğlupazarı’nda (bura-
sı şimdi Romanya’da kalıyor) 20 cami, 4 medrese, 12 mekteb, 2 tekke;
Lofça’da, 20 cami, 4 medrese, 11 mekteb, bir tekke; Ziştovi’de 19 cami,
bir medrese, 3 mekteb; Varna’da 19 cami, bir medrese, 12 mekteb, bir
tekke; Plevne’de 18 cami, 3 medrese, 4 mekteb, 5 tekke; Eskicuma’da 17
cami, 6 medrese, 6 mekteb, bir tekke; Köstendil’de 16 cami, 3 medrese, 7
mekteb, 16 tekke; Niğbolu’da 12 cami, bir medrese, 8 mekteb, bir tekke;
Silistre’de 12 cami, 6 medrese, 7 mekteb; Razgrad’da 11 cami, 2 medrese,
7 mekteb, 4 tekke; Pravadi’de 11 cami, 2 medrese, 3 mekteb; Balçık’ta 10
cami, bir medrese, 3 mekteb; Servi’de 10 cami, bir medrese, 5 mekteb,
Samakov’da 10 cami, 2 medrese, 3 mekteb…
Rumeli eyâleti topraklarının ne derecede Türk olduğunu anlamak
için, Evliyâ Çelebi’yi okumak yeter. Çelebî bu toprakları karış karış gez-
miş ve her beldenin XVII. asır ortalarındaki durumunu bize anlatmıştır.
Onun gezdiği sırada bu topraklar, 3 asırlık Türk yurdu idi. İşte onun
1651–1653’te tesbît ettiklerinden, III. Cildinden aktarılmış bazı notlar:

Şumnu: Niğbolu sancağına bağlı kazâ merkezi. 10 cami ve mescid, 7


mekteb, 10 mahalle, 2.000 bahçeli ev, 300 dükkân.

Hezargrad: Niğbolu sancağının büyük bir kazâ merkezi. 10 mahalle,


1 700 geniş bahçeli ev, 17 cami ve mescîd, 12 han, 300 dükkân.

Ruscuk: Niğbolu sancağının büyük bir kazâ merkezi. 2 katlı 2.200


ev, çarşı içinde Sinan eseri Vezîr–i âzam Dâmâd Rüstem Paşa Camii,
pek çok cami ve mekteb, mehter kuleli kale, 300 kadar dükkân, 3 han.

176
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

Yerköyü (şimdi Roımanya’da): Niğbolu sancağında kazâ merkezi.


600 bahçeli ev, 70–80 dükkân, Çelebî Sultan Mehmed Camii, kalede 50
büyük top ve 300 muhâfız, cephâne, mehterhâne, Tuna üzerinde asma
köprü ve işlek nehir limanı, ahali Türk’ten çok Romen. Kasabada oturan
Hasan Ağa çok büyük tüccar. Serveti bin kese tahmîn ediliyor (bugünkü
değeri 900 milyon tl kadar).

Ziştovi: Niğbolu sancağında kazâ merkezi. 300 hâne, 20 dükkân, 2


cami, güzel kale, Tuna’ya inen suyolları.

Niğbolu (Niğebolu): Sancak (il) merkezi. Sancak 3.000 asker çıkar-


makta (tımarlı sipahisi). 1396 eylûlünde Yıldırım Bâyezid Hân’ın Birle-
şik Avrupa ordusunu mahvettiği yer. Tuna’nın güney kıyısı üzerinde ve
batısında Osma suyu akıyor. Muhteşem kale, 3.950 hâne, 11 Türk ve 6
Hıristiyan mahallesi, 26 cami ve mescid, 26 mekteb, 10 çarşı hamamı, 7
işhanı, 1.000 kadar dükkân, medreseler, tekkeler ve diğer Türk yapıları.

Silistre: Sancak (il) merkezi (sonradan Rumeli eyâletinden ayrılan


Özü eyâletinin merkezi). Tuna’nın güney kıyısında. Nehir limanı ve de-
niz üssü, üste Türk ince donanması, Tuna Kapdânı denilen amiralin ma-
kam yeri. 500 burç ve on bir kuleli, 80 arşın yüksekliğinde sûrlarla çev-
rili, Tuna’ya çevrilmiş 40 toplu kale. 10 mahalle Hıristiyan, bir mahalle
Yahudi, gerisi Türk. 11 saray. Paşa Sarayı 70 odalı, ayrıca müştemilâtlı.
Bir medrese, 40 mekteb, 3 çarşı ve 48 konak hamamı, 800 dükkân, med-
reseler, tekkeler, hanlar, Vezîr–i âzam Dâmâd Melek Ahmed Paşa’nın
camii ve saraçhânesi, Vezîr–i âzam Koca Sinan Paşa’nın Kurşunlu Camii
ve Kurşunlu Hanı. Melek Paşa ve Emin Hanları. Yılda 70–80.000 sığır
kesilerek yapılan büyük pastırma sanayii.

Hacıoğlupazarı (şimdi Romanya’da): Silistre sancağında büyük kazâ


merkezi. 7 nahiye, 78 köy bu kazâya bağlı. 2.000 hâne, 200 dükkân,
1.000 dükkânlı bedesten, 3 han, 3 çarşı hamamı, 11 mekteb, 4 cami, pek
çok mescid, 9 çeşme.

Balçık: Silistre kazâsı. 5 mahalle, 500 hâne, bir cami, 4 mescid, 8 han,
150 dükkân, Esmâhan Sultan Hamamı (II. Selim’in kızı ve Sokollu’nun
eşi). Karadeniz üzerinde işlek iskele.

Mangalya (şimdi Romanya’da): Silistre’ye bağlı büyük kazâ. Esmâhân

177
osmanlı tarihi

Sultan Selâtıyn Camii, 7 mekteb, bir hamam, 3 han, bir bedesten, 300
dükkân, 300 mahzen (antrepo), mescidler, tekkeler, Karadeniz üzerinde
işlek liman.

Köstence (şimdi Romanya’da): Silistre kazâsı. Bin parça gemi alan


büyük liman.

Babadağ (şimdi Romanya’da): Silistre’nin büyük kazâlarından diğeri.


7 nahiye, 100 kadar köy bu kazâya bağlı. 3.000 kârgir ev, mükellef ko-
naklar, II. Bâyezid’in muhteşem Ulu Camii, bir kaç cami, pek çok mes-
cid, 3 medrese, 20 mekteb, 8 han, 390 dükkân, 70 kadar konak hamamı,
3 çarşı hamamı, tekkeler, çok büyük ziyaret yeri olan Baba Saltık Bektâşî
dergâhı.

3 kıt’a, 7 deniz, 7 iklim üzerinde biribirine hiç benzemeyen ülke-


ler, birçok eski imparatorluk ve krallıkların topraklarında kurulmuş
Osmanlı Türk Cihan Devleti, Türklük eserlerini bu şekilde her tarafa
götürmüştür. Cezâyir kadar Kırım, Yemen kadar Kafkasya, Bosna kadar
Irak, aynı derecede Türk bayındırlık, din ve sosyal yardım eserleriyle
donatılmıştır. Bütün eyâletler, sancaklar, kazâlar, nahiyeler, köylere va-
rıncaya kadar, akıl almaz derecede teşkilâtlandırılmış ve dünyanın mer-
kezi sayılan İstanbul’a bağlanmıştır.

178
Osmanoğuları

Ç eşitli bakımlardan tarihin en büyük hânedânı olarak kabûl edilmesi


mümkün bulunan Osmanoğulları, Oğuzlar’ın 24 boyunun en soy-
lusu sayılan Kayılar’dan bir aşîretin başında olarak (bu aşîrete “Karake-
çili” denmiştir), bugünki Türkmenistan’dan, XI. asırda, Doğu Anado-
lu’ya, Van Gölü çevresinde Ahlat yöresine gelmişlerdir. Bu göç sırasında,
Anadolu’nun fethi yıllarında aşîretin başında Kayık Alp bulunmuş ola-
bilir. Zira onun oğlunun Sarkuk Alp, Sarkuk Alp’in oğlunun Gök Alp,
Gök Alp’in oğlunun Kaya Alp, Kaya Alp’in oğlunun Gündüz Alp olduğu
söylenmiştir ki, bu sonuncusu Ertuğrul Gazi’nin babasıdır.
Muhtemelen 1230’da Ahlat yöresinden oynayan ve Fırat üzerinde
Câber’de nehirde boğulduğu ileri sürülebilecek Gündüz Alp’in yerine
oğlu Ertuğrul Gazi geçmiştir. Gene muhtemelen, 1231’de Porsuk suyu
ile Domaniç dağı arasında yurd tutan Ertuğrul Gazi, uc beyi olarak bu-
rada, Bizans sınırında yurd tutmuştur. Oğlu Osman Gazi, 1281’de yerine
geçmiş ve 1300’de büyük uc beyi olmuştur. Osmanoğulları 1920 sonuna
kadar saltanat sürmüş ve 1516 ortalarından 1924 başlarına kadar dün-
ya Müslümanları’nın en büyük lideri demek olan halîfelik tahtında da
oturmuşlardır. Liste şöyledir:

1— Ertuğrul Gazi (1231–1281)


2— I. Osman Gazi (1281–1324)
3— Orhan Gazi (1324–1362)
4— I. Murad (Hudâvendigâr) (1362–1389)
5— I. Bâyezid (Yıldırım) (1389–1402) (öl. 1403)
6— I. Süleyman (Emîr) (1402–1411)
7— Mûsâ Çelebî (1411–1413)
8— I. Mehmed (Çelebî) (1413–1421)

179
osmanlı tarihi

9— II. Murad (Gazi) (1421–1444 + 1445 + 1446–1451)


10— II. Mehmed (Fâtih) (1444–1445 + 1445–1446 + 1451–1481)
11— II. Bâyezid (Velî) (1481–1512)
12— I. Selim (Yavuz) (1512–1520) (ilk halîfe: 1516)
13— II. Süleyman (Kânûnî) (1520–1566)
14— II. Selim (1566–1574)
15— III. Murad (1574–1595)
16— III. Mehmed (1595–1603)
17— I. Ahmed (1603–1617)
18— I. Mustafa (1617–1618 + 1622–1623) (öl. 1639)
19— II. Osman (Genç, Şehid) (1618–1622)
20— IV. Murad (1623–1640)
21— İbrahim Han (1640–1648)
22— IV. Mehmed (Avcı) (1648–1687) (öl. 1693)
23— III. Süleyman (1687–1691)
24— II. Ahmed (1691–1695)
25— II. Mustafa (1695–1703)
26— III. Ahmed (1703–1730) (öl. 1736)
27— I. Mahmud (1730–1754)
28— III. Osman (1754–1757)
29— III. Mustafa (1757–1774)
30— I. Abdülhamîd (1774–1789)
31— III. Selim (Şehid) (1789–1807) (öl. 1808)
32— IV. Mustafa (Maktûl) (1807–1808)
33— II. Mahmud (Adlî) (1808–1839)
34— I. Abdülmecîd (1839–1861)
35— Abdülazîz Han (1861–1876)
36— V. Murad (1876) (öl. 1904)
37— II. Abdülhamîd (1876–1909) (öl. 1918)
38— V. Mehmed (Reşad) (1909–1918)
39— VI. Mehmed (Vahîdeddin) (1918–1922) (öl. 1926)
40— II. Abdülmecîd (yalnız halîfe: 1922–1924) (öl.1944)

Bu listede Ertuğrul Gazi, Osman Gazi, Orhan Gazi, I. Murad, Yıl-


dırım Sultan Bâyezid, Çelebî Sultan Mehmed, II. Murad, Fâtih Sultan
Mehmed, II. Bâyezid, Yavuz Sultan Selim, Kanûnî Sultan Süleyman, II.
Osman, IV. Murad, III. Selim, II. Mahmud, II. Abdülhamîd, Türk ta-
rihinin en büyük isimleri arasında yer alacak kapasiteye erişmişlerdir.
Bunlara, Osmanoğulları’ndan, hükümdarlık etmeyen şehzâdeler içinde,

180
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

Rumeli Fâtihi Velîahd Gazi Süleyman Paşa ile Sultan Korkut’u ilâve et-
mek lâzımdır; ilki Orhan Gazi’nin büyük oğlu ve I. Murâd’ın ana–baba
bir ağabeyi, ikincisi de II. Bâyezid’in 3. oğlu ve Yavuz Selim’in ağabeyi-
dir. Bunlar dışında kalan birçok padişah da büyük veya iyi hükümdarlar
ve tarihî şahsiyetler arasına girerler. Vasat ve düşük kapasitede olanlar
daha azdır.
Devamlılık, büyüklük vasıfları da eklenince bu tabloyu, başka hiç bir
Türk veya İslâm hânedânı verememektedir. Avrupa hânedanları için de
durum aynıdır. Hıristiyan Avrupa’nın 2.000 yılda zuhûr eden en büyük
hânedanları Capet (Fransız) ve sonra Habsburg (Alman) hânedanla-
rıdır. Fakat asırlarca küçük hükümdar hayatı yaşadıktan sonra büyük
devlet hükümdârı hâline gelebildiklerinden başka, bu derece büyük
şahsiyetler yetiştirmekten uzak kalmışlardır. Üstelik Osmanoğulları gibi
aynı çizgiden inmemişler, aynı hânedan, çeşitli şûbelere ayrılarak hü-
kümrân olmuş ve zamanımıza kadar gelmiştir (bugün Habsburglar’ın
saltanat sürdüğü bir devlet yoktur; Capet hânedânı ise yalnız İspanya’da
saltanat sürmektedir: Capet–Bourbon–Anjou hânedânının bir dalı).
Yukarıda anılan Osmanoğulları, asker, devlet adamı ve diplomat
vasıflarıyle temâyüz ederler. İlimde dehâ çizgisini aşan tek şahıs Fâtih
Sultan Mehmed (balistik), san’atta (musiki) ise III. Selim’den ibârettir.
Pek çok padişah, şehzâde, hayli sultan bestekâr, sâdende (virtüozlar da
vardır), hattat olarak, şâir, bilgin, yazar olarak büyük kabiliyet göster-
mişlerse de, dehâ çizgisine erişemedikleri gibi büyük şâir veya bestekâr
(III. Selim hâriç) da yoktur. Fakat değerli bestekâr ve şâirler vardır. Nâ-
dir san’at ve ihtisaslarda büyük kabiliyet gösterenler bile mevcuddur
(ince marangozlukta II. Abdülhamîd, değerli taşlarda Kanûnî gibi). II.
Bâyezid’le oğlu Sultan Korkut’un ve IV. Murâd’ın asırlarında büyük bes-
tekârlar oldukları anlaşılıyorsa da, zamanımıza gelen saz eserlerinin az-
lığı, bize kesin fikir verecek mahiyette değildir. Sultan Cem, şiirde hayli
ileridir. Yavuz ise, Farsça şiirde, bu dilde söyleyen Osmanlı şâirlerinin
en önde gelenlerindendir.
Bugün yaşayan Osmanoğulları’nın hepsi, istisnasız, II. Mahmud’dan
(1808–1839) inmektedirler. Bu hükümdârın büyük oğlu I. Abdülme-
cîd’in (1839–1861) ve daha azı küçük oğlu Abdülazîz Hân’ın (1861–
1876) torunlarıdır. Bugün (1977) hayatta hiçbir padişah veya halîfe oğul
kalmamıştır. Hepsi son padişahların torunları, torunlarının çocukları
veya onların çocuklarıdır.
3 Mart 1924’te hilâfetin ilgası ve hânedân üyelerinin Türkiye’den
çıkarılmalarından sonra (bugün hepsi Türkiye’ye dönmek hakkını elde

181
osmanlı tarihi

etmişlerdir), Hânedan’ın başında eski padişah VI. Mehmed Vahîdeddin


(1924–1926) ve eski halîfe II. Abdülmecîd (1926–1944) bulunmuştur.
Sonra en yaşlı şehzâde sıfatıyle II. Abdülhamîd’in oğullarından Ahmed
Efendi (1944–1945), V. Murâd’ın torunu Ahmed Nihâd Efendi ve kar-
deşi Osman Fuâd Efendi, Hânedan şefi olmuşlardır. Bugün en yaşlı şeh-
zâde —Kahire’de oturan— Abdülazîz Efendi’dir ki, Sultan Abdülazîz’in
en küçük oğlu Seyfeddîn Efendi’nin büyük oğludur (doğ. Ortaköy Sa-
rayı, 26.IX.1901).
Çoğu şâir olan padişahlar veya bazı şehzâdeler, o devrin diğer şâir-
leri gibi, şiirlerinde mahlas kullanmışlardır. Meselâ Fâtih’in mahlası
“Avnî”, Kanûnî’nin mahlası “Muhibbî”, II. Mahmud’un mahlası “Adlî”dir.
Ertuğrul Gazi Söğüt’te, ondan sonra gelen hükümdarların hepsi
Fâtih’e kadar Bursa’da, Fâtih’ten sonrakilerin hepsi İstanbul’da gömülü-
dür. Son padişah VI. Mehmed ise Şam’da Yavuz Sultan Selim Camii’nde,
son halîfe II. Abdülmecîd de Medîne’de gömülüdür. Hepsinin ayrı tür-
beleri yoktur. Tek başlarına yatanlar olduğu gibi, bazı türbelerde bir kaç
padişah ve çevrelerinde şehzâdeler, sultanlar bulunmaktadır. Meselâ bir
semte adını veren (Türbe) II. Mahmud’un türbesine ondan sonra küçük
oğlu Abdülazîz Han ve torunlarından II. Abdülhamîd gömülmüşlerdir.
Devletin taht şehri 1326 Nisanında Söğüt’ten Bursa’ya, 1402 Ağus-
tosunda Bursa’dan Edirne’ye, 1453 Haziranında Edirne’den İstanbul’a
alınmıştır.
Osmanoğulları, asırlarca, dünyanın büyük parçaları üzerinde salta-
nat sürmüşlerdir. Bugün (1977) dünyada mevcut 161 müstakil devle-
tin üçte birine yakını İngiltere’den ayrılarak müstakil olmuşlardır. Fa-
kat —esasen boyuna hânedan değiştiren— İngiltere hükümdarlarının
bu ülkeler üzerindeki hükümranlıkları, asırlarca sürmemiştir. Pek çok
devlet, ya doğrudan doğruya Osmanlı’dan ayrılarak veya önce Osman-
lı’dan sömürgeci devletlere (İngiltere, Fransa, İtalya) geçerek müstakil
olmuşlardır.
1918 sonunda Avusturya–Macaristan imparatorluğu gibi onun
müttefikı olan mağlûp Türkiye imparatorluğu da devletlere parçalanır-
ken, Türkiye’den şimdiki şu devletler ayrılmıştır: Suriye, Lübnan (bun-
lar Fransa’ya geçerek), Irak, İsrâil, Ürdün (bunlar İngiltere’ye), Yemen,
Suûdî Arabistan (bunlar doğrudan doğruya müstakil). Demek son ola-
rak mazinin Osmanlı Cihan Devleti, bugünki 7 devleti doğurarak tarih
sahnesine vedâ etmiştir. 1918’den evvel de şu devletleri doğurmuştur:
Sûdan, Mısır, Kıbrıs (1915 ortalarında İngiltere’ye), Libya (1912’de İtal-
ya’ya), Bulgaristan (1908), Arnavutluk (1913), Küveyt, Katar, Güney Ye-

182
osmanlı imparatorluğu medeniyet tarihi

men, Bahreyn (aynı yıllarda İngiltere’ye). Demek 1908–1915 arasında


da Osmanlı İmparatorluğu, bugünkü 10 devleti doğurmuştur. 1908–
1918 arasında Osmanlı İmparatorluğundan çıkan devletlerin toplamı
17 eder. 93 bozgunu üzerine 1878’de veya birkaç yıl sonra Osmanlı İm-
paratorluğundan ayrılan devletler ise şunlardır: Romanya, Yugoslavya
(o zaman Sırbistan ve Karadağ olarak 2 devlet hâlinde), Tunus, Cibûti
(Fransa’ya), Ummân, Arab Emîrlikleri (İngiltere’ye), Somali (İtalya’ya),
yekûn 7 devlet. Bu suretle 1878–1918 arasında bugünkü 24 devlet, 40 yıl
içinde, Osmanlı İmparatorluğundan ayrılmıştır.
XIX. asır içinde, 1878’den evvel Osmanlı İmparatorluğundan ayrı-
lan bugünkü şu devletler sayılabilir: Yunanistan, Cezâyir, Uganda, Tan-
zanya, Nijer, Nijerya, Çad, Kamerun (bu son 4 devletin geniş toprakları
üzerinde Osmanlı’ya zaman zaman tâbî Bornu Sultanlığı yaşıyordu).
Bunların sayısı da 8 eder ve Osmanlı İmparatorluğunun son bir asırlık
hayatında bugünki 32 devletin doğduğu anlaşılır. XVII–XVIII. asırlarda
Osmanlı İmparatorluğundan bugünki şu devletlerin ayrıldığı söylene-
bilir: Fas, Moritanya, Mali, Macaristan, Polonya ve daha bir kaç devlet.
Bugünki Sovyetler Birliği’nden İndonezya’ya, Çin’den İran’a, İtalya’dan
Çekoslovakya’ya, Avusturya’dan İspanya’ya kadar birçok devlete de Os-
manlı İmparatorluğu, büyük veya küçük toprak parçaları kaptırmıştır.
Sovyetler Birliği’ne ve İran’a verdikleri, çok büyük ve mühim ülkelerdir.

183
DERİN TARİH’TEN
MUHTEŞEM FIRSAT

Derin Tarih geçmiş sayılardan


37 adet
+
1 yıllık Derin Tarih aboneliği sadece
Kampanya stoklarımızla sınırlıdır.
30 Ağustos 2015’e kadar geçerlidir.
¨ 289
Abone olun, her ay derginiz ayağınıza gelsin!

1YIL Abonelik
sadece ¨ 99 ,00
Kredi kartı ile ödemelerde 9 taksit imkanı
Ücretsiz kargo hizmeti

Tele Sipariş: 0212 467 67 17 www.derintarih.com


Online Sipariş: www.birlikte.com.tr @derintarih /DerinTarih

You might also like