You are on page 1of 156

NASIL BİR

GELECEK?

Giray Kömürcü
1.Bölüm

Bu Böyle Gitmez

Karmaşa
İçinde yaşadığımız dünyayı kısaca tarif et deseler, hemen her kafadan farklı sesler çıkacaktır.
Kimi olumlu yönlerine odaklanıp geleceğe dair umutlu bir bakış sunacak, kimi kötü giden
işleri göz önüne alıp endişelerini dile getirecek... Benim bu soruya cevabımsa tek kelimeyle
“Karmaşa” olurdu sanırım. Bir tarafta her gün daha da hızlanarak artan müthiş bir bilgi
birikimi, diğer tarafta temel eğitim alabilmekten bile yoksun geniş kitleler. Bir tarafta
zenginlik, refah, lüks, bir tarafta açlık, sefalet... Bir yanda uzayan ömürler, yok olan hastalıklar
ve ölümsüzlük arayışları, diğer yanda bitmeyen savaşlar, hayatı tanımaya dahi fırsat
bulamadan ölen çocuklar... Önümüzde teknolojinin sunduğu imkanlar, yükselttiği hayat
kalitesi, arkamızda körelttiği, uyuşturduğu zihinler, kararttığı hayatlar... Bir bakıyoruz çok
mutlu, gülen paylaşımlar, bir bakıyoruz patlayan anti-depresan satışları... Bir yanda tertemiz
plazalar, son model gökdelenler, bir yanda kirlenen hava, su, toprak ve yaşam...

İşte bu karmaşa içinde “Dünyamız iyiye mi gidiyor?”, “İnsanlığı daha güzel, müreffeh, mutlu
günler mi bekliyor, yoksa zirveyi gördük de karanlığa doğru topluca yuvarlanmaya mı
başladık?” gibi sorular daha bir önem kazanıyor geleceğimiz adına. Tabii ki kısa cevaplarla
kolayca cevaplanacak sorular değil bunlar. Konu derin ne de olsa... İşte bu kitapta biraz bu
tartışmalara girip önümüzü görmeye çalışacağız. Nasıl bir geleceğin bizi ve çocuklarımızı
beklediğine yoğunlaşıp sorunlu alanların sebeplerini araştıracağız. Daha da önemlisi ise
gelecek nesillere daha iyi ve insanca yaşamlar sunmak adına yapabileceklerimizi
sorgulayacağız.

İyi Şeyler
İnsanlık tarihini ve bugün geldiğimiz noktayı ele aldığımızda hemen herkesin hemfikir olacağı
nokta özellikle pozitif ilimler bazında müthiş bir ilerleme kaydetmiş olduğumuzdur sanırım.
İlk dönemlerde hayvanların evcilleştirilmesi, tarıma ve dolayısı ile yerleşik hayata geçiş,
tekerleğin, yazının, rakamların bulunuşu gibi devrim niteliğindeki gelişmeler binlerce yıl gibi
görece uzun bir zaman diliminde gerçekleşti. Zamanla tarımda artan verimliliğe paralel
oluşan üretim fazlasıyla beraber bilimle uğraşma imkanı bulan insanlar da çoğaldı. Buna bir
de iletişim olanaklarının gelişmesi eklendiğinde bilimin ilerleme hızı da katlanarak arttı. Bu
gelişimin hızını tarihte hiç olmadığı kadar yükselten ise şüphesiz sanayii devrimiydi.
Günümüzde de bilgi birikimi ve bu birikimin insana sundukları daha önce görülmemiş bir
hızla artmaya devam ediyor. Çok değil daha 30 yıl önce bilgisayarlar evlere girmeye başladı.
20 yıl önce internet yaygınlaştı. İlk Iphone tanıtımı çok değil bundan 12 yıl önce yapıldı. Yani
neredeyse her on yılda bir yaşamlarımız çok ciddi ölçüde değişir hale geldi. Bu sürenin yakın

1
gelecekte daha da kısalacağını öngörmek çok da zor değil. Bugün geldiğimiz noktada bilgi
çağının, henüz başlayalı belki de çeyrek asır olmasına rağmen, yerini deneyim çağı diye
nitelendirilen yepyeni bir döneme bıraktığını düşünenlerin sayısı hızla artıyor. Sadece bilişim
alanında değil, köleliğin kaldırılması, işkencenin ve kadına şiddetin azalması gibi insan
haklarını temel alan konularda da çok ciddi ilerleme kaydedildi son yüzyıllarda. Yine monarşi,
oligarşi gibi yönetimler altında yaşayan çoğunluğun önemli bir kısmı, mükemmel olmasa da
az çok demokratik diyebileceğimiz ülkelerde yaşamaya başladı. İşte bu bölümde,
insanoğlunun iyi yönde kaydettiği gelişmelerden bazılarına çok kısaca değinmeye çalışacağız.

Son dönemde insanı ilgilendiren en önemli gelişmeler tıp alanında yaşandı. Ülkeden ülkeye
çok değişiklik göstermekle beraber son 100-150 yılda ortalama insan ömrü iki kattan fazla
artarak 30’dan 70’e yükseldi. Tabii bu artışta savaşta ölenlerin azalmasının önemli payı olsa
da, penisilinin icadı ve salgın hastalıklarla mücadele, gelişen hijyen, görüntüleme ve ameliyat
teknikleri başta olmak üzere tıptaki gelişmelerin payı yadsınamaz ölçüde büyük.

Sözgelimi, 14. yüzyılda yaşanan bir salgında Avrupa’nın üçte birini ölüme götüren veba
bugün nadiren görülen ve ortadan kalkmak üzere olan bir hastalık. Dünya Sağlık Örgütü
(DSÖ) verilerine göre 300 ila 500 milyon ölümden sorumlu tutulan çiçek hastalığı ise
geliştirilen aşı ve yaygın aşılama programları sayesinde günümüzde yeryüzünden silinmiş
durumda. Yine DSÖ’nün 2017’de yayınladığı verilere göre 1990’lı yıllarda milyonlarca cana
mal olan sıtma, 2010 yılında 591 bin, 2016 yılında ise 445 bin can almış1*. Yayılma kolaylığı
açısından mücadelesi zor bir hastalık olmasına rağmen sadece altı yılda ölümlerde görülen
%25’lik azalma başarılı bir çalışma ortaya konabildiğinin göstergesidir. Henüz ortadan
kaldırılamamış ya da çaresi bulunamamış birçok hastalığın da ileride tedavi edilebileceği çoğu
bilim insanının beklentisi.

Tıp alanında kaydettiğimiz önemli gelişmelerden biri de penisilinin bulunmasıdır. Bir tür küf
mantarından elde edilen bu ilaç, birçok bakteriyi öldürme ya da çoğalmasını durdurma etkisi
gösterir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında zatürre kaynaklı ölüm oranlarını
karşılaştırdığımızda penisilinin çarpıcı etkisini görmekte zorlanmayız. Birinci Dünya Savaşı’nda
ölümlerin %18’i zatürree nedeniyle gerçekleşmişken bu oran İkinci Dünya Savaşı’nda %1’in
altına düşmüştür. Günümüzde hala penisilin geliştirilen farklı tipleriyle de olsa sağlığımızı
korumamızda önemli etki sahibi olmaya devam ediyor.

Sağlık alanında kaydedilen önemli gelişmelerden biri de çocuk ölüm oranlarında sağlanan
düşüş olmuştur. Detaylı istatistiklerin tutulduğu gelişmiş ülkelerde 1900’lü yılların başından
bugüne çocuk ölüm oranları 10’da 1’ine düşmüştür. Dünya genelindeki oran ise 1997’de
1000 doğum başına 58 iken 2017’de 29’a düşmüş olup 20 yılda yarı yarıya azalmıştır.
Gelişmiş ülkelerde uygulanan tekniklerin diğer ülkelerde de uygulanma imkanı bulunmasıyla
bu oranların çok daha aşağılara inmesi de yakın gelecekte muhtemel görünüyor.

Henüz yaygın olarak kullanılmıyor olsalar da Nano-robotlarla kansız olarak yapılan


ameliyatlar, kalp nakli, yüz nakli gibi yakın zamana kadar imkansız gibi görülen uygulamalar

2
bile bugün hayata geçirilmiş durumda olup, artan başarı oranlarıyla yaygınlaşmaları sürpriz
olmayacaktır.

Bugün içinde yaşadığımız bilgi çağının temellerini oluşturan buluşların başında yer alan
transistör, bundan sadece 70 yıl kadar önce Bell Laboratuvarlarında icat edildi. Bugünse, tek
bir kırmık üzerinde 30 milyar (3x1010) transistörün yer aldığı tümdevreler kullanıma sunulmuş
durumda. 100 GHz frekansında çalışma kapasitesine sahip (yani saniyede 100 milyar defa
durum değiştirebilen) grafen temelli transistörlerle günümüzde üretilenlere kıyasla bin kata
kadar daha hızlı bilgisayarların yapılabileceği de yakın geleceğe dair öngörüler arasında.

Sıradan bilgisayarların yanında, zor problemleri çözmek ya da yüksek işlem gücü gerektiren
işleri yapabilmek için geliştirilen süper bilgisayarlar da sınırları zorlamakta, insanın aklının
almakta zorlanacağı kapasitelere erişmekte. 2018 Kasım itibariyle bu alandaki rekor Amerika
Birleşik Devletleri Enerji bakanlığına bağlı Oak Ridge Ulusal Laboratuvarının ev sahipliği
yaptığı Summit adlı süper bilgisayarda. Summit 4 milyonu aşkın işlemcisi ile saniyede 143.5
petaflop işlem yapma kapasitesine sahip. Bu rakam bilgisayarın sadece bir saniyede 143.5
katrilyon (1.435x1017) gibi algılaması bile zor miktarda işlem yapabildiği anlamına geliyor.
Süper bilgisayarlar yüksek kapasiteleri ile çözülemeyen matematik problemlerinin çözülmesi,
kuantum mekaniği, moleküler modelleme, hava tahminleme, petrol arama faaliyetleri gibi
birçok alanda başarılı çalışmalar yapılmasına aracılık ediyor.

İletişim imkanlarının gelişimini de hem ilerlemenin bir göstergesi hem de bu süreci


hızlandıran en önemli etken olarak görebiliriz. Bundan henüz 200 yıl öncesine kadar
insanların elinde ilkel diyebileceğimiz metotların ötesinde bir haberleşme yolu
bulunmuyordu. Çok önemli haberlerin bile ülke çapında yayılması günler, hatta haftalar
mertebesinde zaman alabiliyordu. Bu durumu önemli ölçüde ileri götüren telgrafın icadı
oldu. Elektriğin sunduğu önemli imkanlardan biri olan telgraf sayesinde uzun mesafeli
iletişim ışık hızını yakalama kapasitesine erişti. Telgrafı, evlerimizin içine kadar girip yaygın
iletişim imkanı sunan telefon izledi. Günümüzde ise beş milyar insan cep telefonu abonesi ve
her an birbirleriyle iletişim halinde.

Bilginin yayılma hızını adeta patlatıp bilgi çağını getiren ise hiç şüphesiz internet oldu. Kitleler
tarafından kullanılmaya başlandığı 1990’lı yıllardan 2005 yılına kadar 1 milyar insan internet
kullanıcısı haline geldi. 2017 istatistiklerine göre ise bu sayı 4 milyara yaklaşmış durumda ve
hız kesmeden artmaya devam ediyor. Yakın dönemde hemen herkesin internet kullanıcısı
olacağını öngörmek zor değil. Dünya üzerinde insanlardan çok daha fazla sayıda internet
bağlantısı olan bir grup daha var. Nesneler! 2017 yılı verilerine göre 20 milyarı aşkın cihaz
internet üzerinden birbirlerine bağlı. Nesnelerin İnterneti (IOT) diye isimlendirilen bu olgu
hızını arttırarak yayılmaya devam ediyor. Yapılan projeksiyonlara göre 2025 yılında 75 milyar
cihazın internet bağlantısına sahip olacağı tahmin ediliyor2*.

Sadece bilim ve teknoloji alanında değil, toplumsal alanda da insanlığın gösterdiği ilerleme
takdire şayan. OECD ve UNESCO raporlarına göre 1800’lü yıllarda %12 civarında olan okuma

3
yazma oranı günümüzde %85’in üzerinde. Gelişmiş ülkelerde ise bu oran %100’e yaklaşmış
durumda3*. Yine benzer şekilde temel eğitime sahip insanların oranı son yüzyılda 2.5 kattan
fazla artışla %82’yi aşmış durumda. Benzer gelişmeleri üniversite mezunlarının, araştırma
görevlilerinin, yazılan makalelerin, alınan patentlerin sayıları gibi birçok veriden de takip
etmemiz mümkün.

Çok değil bundan iki yüzyıl öncesine kadar dünya nüfusunun hemen hepsi otokrat ya da bu
otokrat rejimlerin kolonileri altında yaşamaktaydı. Bugün anladığımız anlamda bir
özgürlükten bahsedilmesi mümkün değildi. İlk olarak Yunan şehir devletlerinde ortaya çıkan
doğrudan demokrasi uygulamaları ortaçağ karanlığında kendine yer bulamamıştı. Modern
çağın ilk demokratik ülkesi seçilecek kriterlere bağlı olarak tartışmalı olsa da 1800’lü yıllarda
ortaya çıktığı konusunda fikir birliği vardır. 1900 yılına gelindiğinde her sekiz kişiden birinin
demokratik rejimlerde, büyük çoğunluğun ise halen otokrasi altında yaşadığını söyleyebiliriz.
Günümüzde ise tüm nüfusun yarısından çoğu demokratik rejimlerde yaşamakta ve her on
ülkeden altısı demokrasi ile yönetilmektedir. Bu alanda alınacak yol halen fazla olsa da
geçmişe kıyasla son yüzyılda ciddi bir ilerleme kaydedildiği açık.

İnsan hakları da henüz yeterli seviyeye gelememiş olsak da geçmişe kıyasla iyi bir noktaya
ulaştığımız alanlardan biri. Özellikle coğrafi keşifler sonrasında hızla artan kölelik bugün
ortadan kalkmış durumda. İnsan haklarının hala tartışmalı alanlarından biri de idam cezası.
Bilgimiz dahiline tarihte resmi olarak ilk kez M.Ö. 18. yüzyılda Hammurabi kanunlarında 25
farklı suçun cezası olarak yer alan idam cezası, uzun süre boyunca hemen her devletin
uyguladığı bir ceza oldu. Bugün Avrupa Birliği üyesi ülkeler başta olmak üzere birçok ülkede
yasaklanmış durumda. Buna karşın, yoğun olarak eleştirilmesine ve tartışılmasına rağmen
idam cezası başta ABD olmak üzere birçok ülkede yasalardaki yerini koruyor. Ancak yasalarda
yer almasına rağmen uygulama sayısı oldukça az.

Yeni doğan çocukların öldürülmesi, işkence, kadına şiddet, insan ticareti, çocuk işçiliği gibi
konular da istatistiksel anlamda kesin bilgiler elde etmenin zorluğuna karşın günümüzde
devletlerce yaygın olarak mücadele edilen ve toplumsal olarak karşı konulan insan hakları
ihlalleri arasında. Bu konularda kesin sonuca ulaşmak daha zaman alacak gibi görünse de
geçmişe kıyasla daha iyi bir noktada olduğumuz değerlendirilebilir.

Bunların yanında, özellikle endüstri devrimi sonrasında artan bir hızla daha fazla refah, daha
çeşitli beslenme ve toplumun çoğunluğu için daha az bedenen çalışma gereksinimi sağlamayı
başardık. Bugün hem NASA gibi devlet kuruluşlarının hem de özel sektörün girişimleriyle
uzayı kolonileştirme yolunda ilerliyoruz. Güneş sisteminin dışına insan yapımı uydular
gönderdik ve milyarlarca km mesafedeki gezegenleri keşfedip karakterize edebilme
kapasitesine ulaştık.

Hemen her alanda artan bilgi birikiminin yanında bilgiye erişim imkanları da hiçbir zaman
diliminde olmadığı kadar çeşitlenmiş durumda. Coursera ve Udemy gibi platformlar
sayesinde sadece internet bağlantısı ile istenilen alanlarda önde gelen üniversitelerin

4
hazırladığı derslere erişim mümkün hale geldi. Bu ve benzeri gelişmeler ile coğrafi şartların
getirdiği yaşama başlangıç şartlarındaki eşitsizliğin giderilmesinde bir miktar da olsa yol
alabildik.

İnsanoğlunun tarih boyunca gösterdiği ilerleme yukarıdaki satırlarda bahsettiklerimizle sınırlı


değil şüphesiz. Ancak bu konuların detaylı anlatımını kitap içeriğimiz açısından konu dışı
buluyoruz. Bunun yanında, başta tüm dünyadaki politikacılar olmak üzere birçok kesim
tarafından olumlu gelişmelerin bolca dillendiriliyor olması da kısa bir anlatımla yetinmemizin
bir diğer nedeni.

Bu noktada, her ne kadar çok kısaca değindiğimiz alanlarda insanlığın gösterdiği ilerleme çok
belirgin olsa da, yine bu alanlarda ülkeler, ırklar, cinsiyetler gibi farklı gruplar arası devam
eden rahatsız edici boyuttaki eşitsizliğe ileriki bölümlerde değineceğimizi not düşerek bu
bölümü sonlandıralım.

Tükenen Kaynaklar ve Kirlenen Dünya


Dünya üzerindeki hakimiyetini günden güne güçlendirip, bir önceki bölümde bahsettiğimiz
gelişmelere imza atan türümüzün tek yaptığı bunlardan ibaret olmadı tabii ki. Gerek dünyaya
yayılma sürecinde daha çok da endüstri devrimini takip eden dönemde dünyayı önemli
ölçüde değiştirdik. Maalesef dünyaya olan etkilerimizin büyük çoğunluğu hem geri
döndürülmesi zor ya da imkansız hem de geleceğimizi tehdit eder nitelikte oldu. Bu bölümde
ormanlar, su kaynakları ve fosil yakıtlar üzerine etkilerimiz ile dünyanın hemen her tarafında
yarattığımız kirliliği kısaca gözden geçireceğiz.

İnsanlık tarihinin son birkaç yüzyıllık bölümünde önemli ölçüde kayıp yaşadığımız alanlardan
biri ormanlarımız. Günümüzde dünya karalarının %30’u ormanlarla kaplı. Ancak Dünya
Doğayı Koruma Vakfının verilerine göre her sene 65 bin km2 ormanı kaybediyoruz. Bu alan
İngiltere’nin kapladığı alanın yaklaşık yarısına eşit. Başka bir ifade ile her dakika 20’den fazla
futbol sahası büyüklüğünde ormanı yok ediyoruz. Bu hızla devam edersek 100 yıl içinde
yağmur ormanlarımızın tamamı tükenmiş olacak.

Her ne kadar ormansızlaşma son 50 yılda hızlanmış olsa da tarih boyunca insanın ulaştığı her
yerde karşımıza çıkıyor aslında. Örneğin, Michigan Üniversitesi’nin verilerine göre ABD’yi
kaplayan ormanların %90’ı 1600’lü yıllardan başlayarak ortadan kaldırıldı.

Ormansızlaşmanın altında yatan nedenlerden en önemlisi tarım faaliyetleri. Çiftçilerin daha


çok ekim alanı ya da otlak elde etmek içi ormanları kesmesi ya da yakması en büyük tehdit.
Ahşap ya da kağıt üretimi için kesilen ağaçlar da ormansızlaşmanın bir diğer önemli nedeni.
Bunların yanında, yol yapımı, şehirlerin gelişimi, kasıtlı ya da yıldırım düşmesi gibi nedenlerle
çıkan orman yangınları da ormanlarımızın yok olmasına yol açan diğer faktörlerden bazıları.

Ormanlarımızın yok olmasının yol açtığı sorunlar maalesef hem günümüz hem de geleceğimiz
adına göz ardı edilebilir olmaktan çok daha tehditkar. İlk olarak küresel ısınmanın baş
etkenlerinden olduğu kabul edilen sera gazlarının emiliminde görev alan ormanlarımızın yok

5
edilmesi bu gazların atmosferdeki oranını %15’e kadar arttırarak küresel ısınmanın daha da
hızlanmasına sebep oluyor. Bunun yanında, ormanların tuttuğu nem ve yarattıkları gölge
zemine ulaşan güneş ışığını sınırladığından yok olmaları çölleşmeyi tetikliyor. Yine benzer
nedenlerle ormansızlaşma hem gün içi hem de mevsimsel olarak sıcaklık değerlerinin uç
noktalarda seyretmesine sebep olup bitki ve hayvan varlığına zarar veriyor. Ayrıca, su
döngüsünün kırılması da temiz su kaynaklarımızın kaybolmasıyla sonuçlanıyor. Toprağın
erozyona açık hale gelmesi ile havaya karışan tozlar ise su kaynaklarına ve hava kalitesine
zarar verip, çevrede yaşayan halkın sağlığını tehdit ediyor.

Ormansızlaşmanın en dramatik etkilerinden biri de milyonlarca türün yaşadığın habitatın yok


olmasıdır. National Geographic’e göre dünya üzerinde yaşayan hayvan ve bitki türlerinin
%70’i ormanlarda yaşıyor ve yaşam alanlarının ortadan kalkması bu türlerin önemli bir
bölümünü soylarının tükenme tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor. Bu durum çevrede yaşayan
insanları olumsuz etkilediği gibi ilaç sanayii araştırmalarını da zorlaştırıyor.

Ormanlardan sonra temiz su kaynaklarımızın durumunu inceleyeceğiz. Birleşmiş Milletlerin


yaptığı araştırmalara göre temiz su kaynaklarımız küresel ısınma kaynaklı yağış azlığı, aşırı
buharlaşma, hızlı tüketim ve kirlilik gibi nedenlerle hızla tükeniyor. Gerek bu saydıklarımız
gerekse artan su talebi dolayısı ile 2025 yılında 2 milyar, 2050 yılında ise dünya nüfusunun
çok büyük bir bölümünü oluşturacak 7 milyar kişinin susuzluk tehdidi altında olabileceği
tahmin ediliyor. Maalesef bugün bile 1 milyarı aşkın kişi sağlıklı içme suyu erişiminden
yoksun ve kirli sulara bağlı hastalıklar neticesinde her gün 3800 çocuk hayata veda ediyor. Bu
problemin tehdit ettiği tek tür biz de değiliz tabii ki. Suyun yaşam alanlarını oluşturduğu
milyonlarca canlı da kimyasallar ve atıklarla kirlettiğimiz su kaynaklarından kötü etkilenip
değişime uğruyor, azalıyor ya da yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalıyor. Bu durum da yine
insanoğlunun besin kaynaklarına zarar vererek zincirleme bir reaksiyona yol açıyor.

Temiz su kaynaklarına erişimin ne kadar önemli olduğuna dair çarpıcı bir bulgu UNICEF’in
dünya su günü vesilesiyle 2019 yılında yayımladığı raporda yer alıyor. Bu rapora göre
çatışmaların yaşandığı 16 ülkede kirli su 15 yaşın altındaki çocuklar arasında savaştan üç kat
daha fazla ölüme sebep oluyor. 2014-2016 yılları arasında toplanan verilere göre bu
ülkelerde kirli suya dayalı ishal ve benzeri hastalıklar sonucu hayatını kaybeden çocukların
sayısı 86 bin olurken, çatışmalarda hayatını kaybedenlerin sayısı 31 bin oldu. Konu ile ilgili
konuşan UNICEF yetkilisi Ömer el Hattab durumu şu sözlerle ifade ediyor: “İnsanlar bomba
ve kurşunlardan kaçabilir. Bir yerlere sığınabilir. Ancak, temiz su bulamazsa bulduğu her suyu
içer. Temiz suya erişim ölüm kalım meselesidir. Çatışma ortamlarında su kaynaklarına zarar
verilmesi de ölümleri artıran bir unsur.” 4* Raporda yer alan rakamlar bir yandan en temel
haklardan temiz suya erişim konusunda bile ne kadar sıkıntı yaşandığını gösterirken, bir
taraftan da gerek su gerekse savaş kaynaklı olsun çocuklara bile yaşam hakkı
veremediğimizin bir kanıtı olarak karşımızda duruyor.

Dünya yüzeyinin %70’i sularla kaplı olduğu halde temiz su kaynaklarına erişimin büyük
kitleler için hala çok zor olması, tüm su kaynaklarının %97.5’inin tuzlu, sadece %1’lik

6
bölümünün ise insan kullanımına elverişli tatlı su olmasından kaynaklanıyor. Bu suyun da
%70’i tarımda, %19’u sanayide, %11’i de evlerde kullanılıyor. Son elli yılda üç katına çıkan su
tüketiminin 2035 yılına kadar olan dönemde insan nüfusunda yaşanan artış ve artan tüketim
talebi nedeniyle tarımda %69 artması bekleniyor. Benzer nedenlerle enerji üretiminde
soğutma suyu olarak kullanılan miktarın da %20 artacağı öngörüler arasında.

Bu durum elbette sürdürülebilir değil. Daha şimdiden ABD’de 40 eyalette önümüzdeki on yıl
içinde su kısıtlamalarına ihtiyaç duyulabileceği ilgili makamlar tarafından açıklanmış
durumda. Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi’nin (NASA) araştırmalarına göre, dünyanın her
bölgesinde su seviyesi düşüyor ve dünyada tatlı su tüketimi bu kaynakların yeniden oluşması
sürecinden daha hızlı işliyor. Dünyanın en büyük 37 yer altı su havzasından 21’i küçülüyor.
Dünyanın en sulak yerlerinden biri olan Ganj Havzasının yeraltı su seviyesi nüfus artışı ve
sulama nedeniyle her yıl ortalama 6,31 cm düşüş gösteriyor. Kaliforniya’da 2011-2016
yıllarında yaşanan son 1200 yıllık dönemin en kurak dönemi nedeniyle 1900 kuyu kurumuş
durumda. Bu gibi örnekler çoğaltılabilir.

Peki deniz suyunun tuzdan arındırılarak kullanımı bu konuda karşılaştığımız problemlerin


çözümünde rol oynayamaz mı? Öncelikle bu çok enerji gerektiren, yani pahalı bir çözüm. Her
ne kadar Kuveyt ve Dubai gibi petrol zengini ülkeler bu yöntemi kullanıyor olsalar da geniş
kitlelerin bu şekilde suya erişiminin sağlanması mümkün görünmüyor. Bunun yanında enerji
kullanımının yarattığı karbon izi ile soğutma suyu olarak kullanılan deniz suyunun bu
ekosisteme vereceği zarar da ekonomik zorluğunun yanında bu çözümün yaygın kullanımını
çok riskli hale getiriyor.

Suyumuzun azalmasının yanında insan kaynaklı faktörler nedeniyle sürekli kirlenmesi de bir
başka problem. Evsel ve endüstriyel atıklar, tarım kimyasalları, radyoaktif atıklar, petrol
sızıntıları ile suların ısıtılmasından kaynaklanan ısı kirliliği bu konudaki baş sorumlulardan.
Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası hızla artan tarımsal verimlilik sularımızın kimyasal
gübrelerce kirletilmesi pahasına elde edildi. Günümüzde üretim alanlarına uygulanan 115
milyon ton azot temelli gübrenin yaklaşık 3’te 1’inin okyanuslara karıştığı değerlendiriliyor.
Yine yıllık 4.6 milyon ton kimyasal pestisitin çevreye yayıldığı ve özellikle gelişmekte olan
ülkelerde birçok ölümden sorumlu olduğu biliniyor.

Su kirliliğinin dramatik sonuçlarına bir iki örnek ile kısaca değinecek olursak, kirliliğin yarattığı
alg patlamalarından bahsetmek yerinde olacaktır. Özellikle göl ya da iç deniz gibi sularda
kirlilik nedeniyle tetiklenen alg patlamaları sudaki oksijeni tüketerek oksijene bağımlı hemen
her türün yok olmasına ve göl ya da denizde ölü bölgeler oluşmasına sebep olabiliyor. Bunun
yanında ağır metaller besin zincirinde birikerek hem insan hem de diğer canlıların üreme
fonksiyonları başta olmak üzere sağlıklarını tehdit ediyor.

Su kaynaklarımızla ilgili son olarak medyada hemen hiç yer almayan bir konuya değineceğiz:
Deniz Asitlenmesi. pH değeri bir ortamın ne kadar asidik ya da bazik olduğunu ifade etmekte
kullanılan logaritmik bir gösterge olup değeri 0 ila 14 arasında değişir. Denizlerimizin pH
değerinin sanayi devrimi öncesinde 1800’lü yıllarda 8.2 olduğu biliniyor. Sanayii devrimi
sonrasında ise atmosferde yoğunluğu artan karbondioksit (CO2) gazının denizler tarafından
emiliminin artması ile birlikte bu değer 8.1’e düştü. Bu düşüş sırasında 150 milyar ton CO2
gazının havadan okyanuslara karıştığı hesaplanıyor. Günümüzde ise her yıl 2.5 milyar ton
CO2’nin emildiği tahmin ediliyor. Bu konuda Almanya önderliğinde yürütülen BIOACID

7
(Okyanus Asitlenmesinin Biyolojik Etkileri) ve Avrupa Birliği 7. Çerçeve Programı tarafından
fonlanan EPOCA (Avrupa Okyanus Asitlenmesi) projeleri konunun hassasiyetini ortaya
koyuyor5*. Yapılan projeksiyonlara göre denizlerimizin pH’ının 2050’lerde 8’e, 2100’de ise
7.8’e düşeceği tahmin ediliyor. Bu değerler kağıt üzerinde birbirlerine yakın görünseler de,
logaritmik skalada verildiklerinden asitlenme oranı bakımından ciddi farklılıkları ifade
ediyorlar. Örneğin 8.2’den 8.1’e düşüş denizin asitlik oranında %30 artış anlamına geliyor.

Denizlerde yaşayan türlerin asidik ortama ne denli uyum sağlayabileceğini inceleyen


çalışmalar mümkün olduğunca gerçek ortamlarda yürütülüyor. Sualtında yer alan bir
volkandan çıkan CO2 gazları nedeniyle asidik bir su havzası içeren İtalya’nın Napoli şehri
yakınlarındaki Aragonese Kalesi’nin bulunduğu adanın etrafı bu bölgelerden biri. Burada
yapılan çalışmalar çevrede yaşayan türlerin sadece 3’te 2’sinin pH 7.8’e düştüğünde hayatta
kalabildiğini gösteriyor. Geri kalan türler ise bu kimyasal değişime ayak uyduramayarak
kitlesel olarak ortadan kalkıyorlar. Denizlerdeki CO2’yi bünyelerinde, kabuklarında ya da
oluşturdukları resiflerde depolayarak asitlenme etkilerini yavaşlatan Midye, İstiridye, Deniz
Kestanesi, Deniz Yıldızı, Mercanlar gibi türlerin ise 3’te 2’si bu ortama uyum sağlayamıyor. Bu
da asitlenmenin pozitif geri besleme ile önümüzdeki dönemde hızlanabileceğinin bir
göstergesi. Bilim insanları yüzyılın sonunda ulaşılması beklenen pH 7.8 asitlik oranının bu
bilgiler ışığında ekolojik yıkım ve besin zincirinin kırılması anlamına geleceğini ifade ediyorlar.

Aslında havadaki CO2’nin arttığı ve dolayısı ile denizlerimizin asitliğinin dalgalandığı


dönemlerin geçmişte de yaşandığı jeolojik araştırmalardan anlaşılıyor. Ancak bu
dönemlerdeki değişimlerin milyonlarca yıl içinde çok yavaş dinamiklerce gerçekleştiği ve
buna rağmen kitlesel yok oluşların görüldüğü biliniyor. Bugünkü gibi neredeyse tek bir yüzyıl
içinde denizlerimizi ölümcül duruma getiren etkilerin ise çok daha yıkıcı sonuçları olması
kuvvetle muhtemel.

Su kaynaklarımızı korumak ve geliştirmek adına artık günübirlik önlemlerle ya da sorunları


görmezden gelerek ilerleyebileceğimiz noktayı çoktan geçmiş durumdayız. Medyada
geleceğin en önemli savaş nedenlerinden biri olarak sık sık su kaynaklarının gösterilmesi de
bu durumun bir yansıması aslında. Bu konuda tüm canlılar adına daha güzel bir geleceğe
sahip olmak istiyorsak hem suyun verimli kullanımı hem de kirliliğinin önlenmesi adına
radikal tedbirler almamızın zamanı geldi de geçiyor bile.

Endüstri devriminin getirdiği üretim artışıyla beraber hızla tükettiğimiz kaynaklardan biri de
fosil yakıtlar. Yapılan hesaplamalara göre tüketim bugünkü hızıyla sürdüğü takdirde 50-60 yıl
içinde petrol ve doğalgaz, 100-150 yıl içindeyse kömür rezervlerimizin tükeneceği tahmin
ediliyor. Kabaca 500 milyon yıl içinde oluşmuş tüm bu karbon rezervlerini 200-250 yıl içinde
tüketmeyi başarmış olacağız. Bir başka deyişle, inanması zor ama oluşum hızlarının milyon
katı bir hızla tüketiyoruz. Üstelik talep de günden güne artmaya devam ediyor. Örneğin 2010
yılında günlük 86.4 milyon varil olan petrol talebinin 2018 yılı itibariyle 100 milyon varile
yaklaşmış olduğu raporlanıyor.

İnsanlığı tehdit eden asıl problemse, fosil yakıtların hızla tüketilip bu enerji kaynağından
mahrum kalacak olmamızdan ziyade, çevre üzerinde yarattıkları tahribat. Karbon temelli bu
yakıtlar kullanım sırasında oksijen ile tepkimeye girip depolanmış potansiyel enerjinin ısı
enerjisi halinde ortaya çıkmasını sağlarlar. Bu tepkimenin diğer çıktıları ise karbondioksit ve
metan gazlarıdır. Sera gazları olarak da adlandırılan bu gazların atmosferdeki oranlarının

8
yükselmesi ısıyı hapsetme özellikleri nedeniyle iklim değişikliğine sebep olur. Tüm dünyada
yoğun olarak işletilen kömürle çalışan termik santraller, ürettikleri enerji başına en çok sera
gazı salınımına neden olan işletmelerdir.

Dünya üzerinde fosil yakıtların kullanımından kaynaklanan yıllık 40 milyar tonun üzerinde
karbondioksit salınımı olduğu hesaplanmaktadır. Bu miktar her saniye 1250 tonun üzerinde
karbondioksitin havaya karıştığı anlamına gelmektedir. Peki, her saniye havaya bırakılan bu
gazların geçmişten günümüze atmosferimize etkisi ne oldu? Bu konuda yapılan çalışmalar
karşımıza Şekil 1’de gösterilen grafiği çıkarıyor. 1850’li yıllara kadar atmosferdeki oranı 280
ppm civarında sabit seyreden karbondioksit gazı, sonrasında adeta patlama yaparcasına hızla
artmaya başlayarak günümüzde 400 ppm’in üzerine çıkıyor. Grafiğin son bölümüne Şekil 2’de
biraz daha yakından baktığımızda, son elli yılda da atmosferdeki CO2 oranının hızlanarak
artmaya devam ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Geçmişten günümüze bu artışta en büyük
pay gelişmiş ülkelerin olsa da Çin ve Hindistan önderliğindeki gelişmekte olan ülkelerin katkısı
da son yıllarda ciddi bir düzeye ulaşmış durumda. Küresel ısınmayı ilerleyen bölümlerde
ayrıca ele alacağımızdan bu bölümde fosil yakıtların yarattığı sera etkisinin küresel ısınmanın
en temel nedeni olduğunu belirtmekle yetiniyoruz.

Şekil 1: Atmosferdeki CO2 yoğunluğu – Uzun dönem

9
Şekil 2: Atmosferdeki CO2 yoğunluğu – Yakın dönem

Fosil yakıtların yoğun olarak tüketilmesi, sera gazlarının yanında sülfür, demir, cıva, arsenik
gibi tehlikeli metallerle, yine zararlı partiküllerin havaya karışıp özellikle kalp ve akciğer
sağlığımızın tehdit edilmesine sebep olur. Günümüzde hava kirliliğinin en önemli sebebi fosil
yakıt tüketimi olup asit yağmurlarının da ana kaynağıdır.

Dünyamızı en az fosil yakıtlar kadar tehdit eden bir başka kirlilik kaynağı da plastik maddeler.
İnsan hayatını kolaylaştırması bakımından çok faydalı işlevlere sahip olan bu maddelerin
çevre içinse bir o kadar zararlı olduğunu hepimiz işitmişizdir. İlerleyen sayfalarda bu zararın
boyutlarını ve geleceğimize etkilerini kısaca özetlemeye çalışacağız.

Petrolün işlenme sürecinde bir yan ürün olarak ortaya çıkan plastikler hizmete sunuldukları
1950’li yıllardan 1970’lere kadar sınırlı miktarda kullanım olanağı buldular. Bu nedenle
atıklarının oluşturduğu sorunlar da yönetilebilir boyuttaydı. Takip eden 20 yıl içindeyse
kullanım miktarları ve dolayısı ile atıkları üç kattan fazla artarak yaşanacak sıkıntıların ilk
işaretlerini vermeye başladı. Şekil 3’te gösterildiği üzere küresel kriz yılları dışında plastik
üretimi hızla artmaya devam ediyor. Üretim miktarına kümülatif baktığımızda ise Şekil 4’te
gösterilen ürkütücü grafik ile karşılaşıyoruz. Günümüzde yıllık plastik atık miktarımız 350
milyon ton civarına ulaşmış durumda. Bu miktar, tüm insan nüfusunun ağırlığına eşdeğer.
Başka bir deyişle hepimiz her sene kendi ağırlığımız kadar plastik atık üretip, sadece %10’luk
bir bölümünü geri dönüşüme gönderiyor ve kalan %90’ını doğaya atıyoruz. Bir an için bu
atıkları doğaya bırakma hakkımızın olmadığını ve evlerimizde saklayacağımızı düşünelim. Bu
senaryoda her sene kendi hacmimizden çok daha büyük bir hacmi bu atıklara ayırmak ve çok
geçmeden kendimizi evden kapı dışarı etmek zorunda kalırdık. Farkında olmasak da bu denli
yaygın bir plastik tüketimimiz var.

10
Şekil 3: Küresel yıllık plastik üretimi

Şekil 4: Küresel kümülatif plastik üretimi

11
Plastiğin hızlı tüketim dışında da çok önemli kullanım alanları olsa da, çevresel etkileri
dolayısı ile daha çok tek kullanımlık tüketimlerini inceleyeceğiz. Yıkıcı çevresel etkilerine
karşın bizi kendilerine bağımlı yapan plastik çeşitlerine biraz daha yakından bakmak istersek
altı farklı grupta sınıflandırabiliriz.
 Polyethylene terephthalate (PET)
o Su şişeleri, ilaç kartelaları, bisküvi kutuları
 High—density polyethylene (HDPE)
o Şampuan, süt şişeleri, buzdolabı poşetleri, dondurma kapları
 Low—density polyethylene (LDPE)
o Poşetler, kaplar, yiyecek sarma filmleri
 Polypropylene (PP)
o Patates cipsi poşetleri, mikrodalga tabakları, şişe kapakları
 Polystyrene (PS)
o Tek kullanımlık çatal, kaşık, bıçak ve tabaklar
 Expanded polystyrene (EPS)
o Koruma kapları, sıcak içecek kupaları

Dünyada her dakika yaklaşık 1 milyon adet plastik şişeli içecek satılıyor. Yıllık 5 trilyon adet
tek kullanımlık poşet tüketiliyor. Tüm plastik üretiminin yarısı bu tarz tek kullanımlık
ürünlerden oluşuyor. Yapılan araştırmalar bugüne kadar üretilen yaklaşık 8.3 milyar ton
plastiğin %70 ila %80’inin ömrünü karalar ya da denizlerde gelişigüzel tamamladığını
gösteriyor. Bu durum bazı bilim adamlarına göre jeolojik olarak yeni bir çağa geçtiğimiz
olarak yorumlanıyor ve Anthropocena olarak adlandırılıyor. Bu düşünceye göre bundan
yüzbinlerce ya da milyonlarca yıl sonra jeolojik araştırmalar yapacak bilim insanları yer
küremizde kayaçlar gibi doğal katmanların dışında yoğun plastik katmanlarla da karşılaşacak.
Bu açıdan bakıldığında plastik kullanımımızın yüksekliği yanında atıklarıyla ilgili uygulanan bir
eylem planımızın olmaması da ayrı bir problem olarak karşımıza çıkıyor.

Bugün plastik türevlerinin kullanıldıkları yerlerden uzaklaştırılmasında en büyük görevi


akarsular yapıyor. Özellikle debisi yüksek nehirler kıtaların derinliklerinden aldıkları atıkları
okyanuslara taşıyarak deniz kirliliğinin de ana sebeplerinden birini oluşturuyor. Denize ulaşan
yıllık 8 milyon ton civarı plastik atığın büyük bölümünün nehirlerle taşındığı görülüyor. En çok
atık taşıyan ilk 10 nehrin de bu yolla denize ulaşan atıkların %90’ını taşıdığı hesaplanıyor.
Sadece Chang Jiang nehri 6370 kilometre boyunca Çin Halk Cumhuriyeti’nden topladığı yıllık
1.5 milyon ton plastik atığı Sarı Denize ulaştırıyor6*. Şu andaki eğilim devam ederse 2050
yılında denizlerimizde balıktan çok plastik atık olacağı öngörülüyor. Bugün bile basında sık sık
yer alan haberlerden okyanus yüzeylerinde devasa plastik adalarına rastlandığı bilgisini
alıyoruz. Bu plastik adalarının suyun alt katmanlarına ulaşan güneş ışığı ve oksijen
miktarlarını ne düzeyde etkilediği ya da etkileyeceği ise belirsizliğini koruyor.

Denizlere ulaşan plastik atık konusundaki sorumluları araştırdığımızda karşımıza beş ülke
çıkıyor: Çin Halk Cumhuriyeti, Endonezya, Filipinler, Tayland ve Vietnam. Hızla büyüyen
ekonomilerinin bir sonucu olarak denizlerdeki plastik atıkların yarısının bu ülkelerden geldiği

12
tahmin ediliyor. Gelişmiş ülkelerinse yüksek miktarda plastik kullanımlarına karşın atıklarını
kontrolsüzce denizlere bırakmaktan daha iyi yönetebildikleri görülüyor 7*. Bu çerçevedeki
uygulamalarından biri de, topladıkları atıkları gelişmekte olan ülkelere ihraç etmek. Örneğin
İngiltere’nin 2018 yılında sadece Malezya’ya 100 bin ton atık ihraç ettiği açıklandı. Bu gibi
yaklaşımlar denizlerimizi plastik çöplüklerine döndürmekten çok daha iyi de olsa dünyamızı
öyle ya da böyle zehirlediğimiz gerçeğini değiştirmiyor.

Plastiklerin denizlerimizde uzun sürede de olsa kendiliğinden kaybolduğu bilgisi ise bizi
yanıltmasın. Plastikler onları kullanışlı yapan fiziksel özellikler dolayısı ile neredeyse hiçbir
zaman yok olmuyorlar. Çok küçük boyutlara kadar parçalanıp gözle görünmeyen bir hal de
alsalar, varlıklarını sürdürüp, içtikleri sular ya da yedikleri yiyeceklerle beraber canlıların
vücutlarına girmeyi başarıyorlar. Bu yolla, doğaya bırakıldıklarından bir süre sonra
yemeklerimizde önümüze gelip sağlığımızı ciddi şekilde tehdit ediyorlar. Yapılan araştırmalar
plastik sindiriminin hücre içinde oksitlenmiş metal molekülleri üretimini arttırdığını, enzim
aktivitelerini sınırladığını ve hücrenin oksijensiz kalıp ölmesini tetikleyebildiğini gösteriyor. Bu
biyokimyasal etkilerinin yanında özellikle deniz canlıları tarafından büyük parçalar halinde
yutulmasının sindirim sistemini tıkayıp canlıyı öldürdüğü çok sayıda durum raporlanmış.
Düşüncesizce kullanıp attığımız plastikler maalesef sadece kendi sağlığımıza zarar vermekle
kalmıyor, başta denizlerde yaşayanlar olmak üzere pek çok canlının hayatına maloluyor.
Bahsettiğimiz risklerin yanında bilim insanları kullanımlarının henüz çok yeni olması dolayısı
ile önümüzdeki on-yüz yıllarda ortaya çıkması olası bambaşka zararlarından da endişe ediyor.

Son dönemde plastik kullanımına karşı oluşmaya başlayan kamuoyu tepkisi ile hükümetlerin
geri dönüşümü özendirici, hatta kullanımı yer yer yasaklayan çalışmalarından olumlu
gelişmeler olarak bahsedebiliriz. Ancak bu yaklaşımlar henüz plastik tüketimini azaltmaktan
oldukça uzak ve sorunumuz büyümeye devam ediyor. Geri dönüşümün giderek daha
yaygınlaşması ile bu problemin çözülebileceği de maalesef sağlam temellere dayanan bir
argüman değil. Bir defa tüm plastik atıklar geri dönüştürülebilir durumda olmuyor. İkincisi ise
bu süreç yüksek miktarda enerji ve kimyasal kullanımı gerektirdiğinden yan etkileri göz ardı
edemeyeceğimiz kadar kritik. Sonuç olarak, geri dönüşüm plastik atıkların yönetilebilmesi
için şart, ancak sorunları ortadan kaldıran değil hafifleten bir işlem8*.

Plastiklere dair verdiğimiz bilgileri birkaç vurucu gerçek ile sonlandıralım:

 Her yıl 500 milyar plastik şişe çöpe atılıyor.


 Bir şişenin çözünüp toprağa karışması 450 yıl sürüyor.
 Her yıl kişi başı ortalama 300 plastik poşet kullanıp atıyoruz.
 Evsel atıklarımızın %10’dan fazlası plastiklerden oluşuyor.
 Her sene 1 milyonu aşkın deniz canlısı plastik atıklarımız nedeniyle ölüyor.
 Bugüne kadar üretilen tüm plastikler hala varlığını koruyor.
 Atmosferin 1000 km irtifasında dahi plastik atıklara rastlanabiliyor.

13
Çağdaş tarıma geçilmesi ve sanayileşmenin ortaya çıkması ile tüm canlıları tehdit etmeye
başlayan toprak kirliliği, zehirli kimyasalların toprakta belirli bir dozajın üzerinde yer alması
olarak tanımlanıyor ve hem insan sağlığı hem de tüm ekosistem için risk oluşturuyor.
Endüstride kullanılan ya da atık olarak oluşan kimyasalların bilinçli ya da bilinçsiz olarak
toprağa bırakılması, madencilik faaliyetleri sırasında açığa çıkan ağır metaller gibi maddelerin
çevreyi kirletmesi, altın arama gibi işlemlerde kullanılan siyanür ve benzeri kimyasalların
usulüne uygun imha edilmemesi, kanalizasyon şebekelerinin arıtılmadan toprağa verilmesi,
inşaat yapım ve yıkım faaliyetleri, radyoaktif sızıntı, deney ve patlamalar, ulaşım araçlarının
çıkardığı egzoz gazları, çöplerin kontrolsüzce doğaya bırakılması ve tabii ki yoğun gübreleme
ile yürütülen tarım faaliyetleri toprak kirliliğinin başlıca sebepleri arasında yer alıyor. Büyük
oranda insan kaynaklı olarak karşımıza çıkan toprak kirliliğine dönem dönem volkan
patlamaları gibi doğal etkenler de katkıda bulunuyor.

Toprak kirliliği deriden temas gibi doğrudan insan sağlığını etkileyebileceği gibi, kirli toprakta
yürütülen tarım ve hayvancılık faaliyetleri sonucu besinlerimiz aracılığıyla dolaylı yoldan da
insanlara zarar verebiliyor. Bunların yanında yer altı sularının kirlenmesi ve topraktan havaya
karışıp dört bir yana dağılan zehirli maddeler de diğer risk faktörleri. Görüldüğü gibi toprak
kirliliği doğrudan toprakla uğraşanları etkilemekle sınırlı kalmıyor, aksine mesafeden bağımsız
olarak tüm canlıları etkiliyor. Yapılan araştırmalara göre topraktan havaya karışan cıva gibi
maddelerin kutuplarda dahi kirliliğe yol açtığı saptanmış durumda. Bilinmesi gereken bir
diğer nokta da bu etkilerden bazıları vücutta yavaş yavaş yaşanan birikim sonucu uzun yıllar
sonra da kendini gösterebiliyor.

Bu bölümde bahsedeceğimiz son konu olan hava kirliliği, kimyasal ya da biyolojik


parçacıkların havaya karışarak tüm canlıların hayatlarını tehdit edecek ya da konfor
seviyelerini düşürecek durum olarak nitelendiriliyor. Başta elektrik üretimi, ulaşım, ısınma
gibi nedenlerle fosil yakıt kullanımı, fabrikalardan yeterince arıtılmadan salınan gazlar,
radyoaktif sızıntı, deney ve patlamalar olmak üzere hava kirliliğinin en temel nedenlerini yine
insanlar oluşturuyor. Örnek olarak, plastik ve boya üretimi gibi kimyasal süreçlerde ortaya
çıkan zehirli gazlar sağlığımız için başlı başına tehdit durumunda.

Dünya üzerindeki her sekiz ölümden birinin sebebi olarak görülen hava kirliliğinin başta
akciğer kanseri ya da astım gibi solunum sistemi rahatsızlıkları olmak üzere, hemen her
organımızda hastalıkları tetiklediği bilinmekte. Örneğin, her dört kalp krizi kaynaklı ölümden
birinin hava kirliliği ile bağlantılı olduğu tahmin ediliyor. Verdiğimiz bu yüksek oranlarda,
hava kirliliğinin insan kaynaklı olması nedeniyle şehirlerde yoğun olarak yaşanmasının da payı
büyük. Yapılan çalışmalar tüm nüfusun %92 gibi yüksek bir oranının hava kirliliğine maruz
kaldığını göstermektedir.

Kapalı alanlarda karşılaştığımız hava kirliliği de işin bir başka boyutu. Evlerimizde yemek
pişirmek için kullandığımız gazlı ocaklar, eski tip odun-kömür sobaları ile bakımı zamanında
yapılmayan klimalar da hava kalitesini düşürüp özellikle zamanının büyük bölümünü evde

14
geçiren çocukları ve yaşlıları risk altına alıyor. Her sene 4.3 milyon kişinin kapalı alanlardaki
hava kirliliğine bağlı olarak hayatını kaybettiği tahmin ediliyor.

Sadece bizi ya da hayvanları değil, bitkileri de olumsuz etkiliyor bu sorun. Bu duruma bir
örnek verirsek, havada yer alan zehirli gazlardan Nitrojen-Oksitlerin güneş ışığı yardımıyla
tepkimeye girmesi ile yer seviyesinde oluşan ozon gazının bitkilerin gelişimini yavaşlattığı,
buğday ve soya gibi bitkilerde yaşanan ürün kaybı ile küresel olarak yıllık 11 Milyar USD
zarara sebep olduğu tahmin ediliyor.

Bugüne kadar bazı ülkelerde yerel ölçekte hava kirliliği ile mücadele konusunda önlemler
kısmen alınmaya çalışılmış olsa da küresel olarak bir ilerleme kaydedildiğini söylemek güç.
Aksine sorunlar kronikleşerek devam etmekte. Birkaç örnek ile bu soruna vurgu yapıp
bölümü sonlandıracağız.

 Hava kirliliğinin insan ömrünü en az 1-2 yıl kısalttığı tahmin edilmektedir.


 Sürekli olarak hava kirliliği problemi yaşayan Pekin’de Pekin Öksürüğü adında yeni bir
hastalık tanımlanmıştır.
 Her sene Hindistan’da 500 bin, ABD’de ise 50 binden fazla ölümün hava kirliliği
bağlantılı olduğu tahmin edilmektedir.
 Düşük akciğer kapasiteleri nedeniyle çocuklar daha çok etkilenmektedir.
 Güney Kaliforniya’da yıllık 5000 civarı prematüre doğum kaynaklı ölümün dizel
kamyonların yarattığı kirlilikten kaynaklandığı saptanmıştır.
 Çin’de üretilen zehirli gazların rüzgarlarla Kaliforniya’ya taşındığı belirlenmiştir.
 2050 yılı itibariyle yıllık 6 milyondan fazla ölümün hava kirliliği kaynaklı olacağı tahmin
edilmektedir.
 Ana yollara yakın oturanların kanser, kalp rahatsızlıkları, astım ve bronşite yakalanma
açısından yüksek risk altında oldukları saptanmıştır.

Hatırlayacağınız üzere bir önceki bölümde insanlık olarak kaydettiğimiz ilerlemelere


değinmiştik. Devamında ise bu ilerlemelere paralel olarak dünyada yarattığımız tahribatın bir
bölümünü gözler önüne sermeye çalıştık. Şimdi de yine dünyaya verdiğimiz zararlar
çerçevesinde küresel ısınmayı ele alacağız.

Küresel Isınma
Dünyamızın giderek daha sıcak olması olarak nitelendirebileceğimiz küresel ısınma bir gerçek
mi yoksa fazla abartılan bir mit mi? Akademik alanda yapılan çalışmalara göre bilim
insanlarının %97’si gibi büyük bir oranına göre insan kaynaklı olarak dünyamızın ısınmakta
olduğu bir gerçek. Konu üzerine çalışan birçok bilimsel kuruluşun açıklamaları da bu yönde.
Özellikle son dönemde gerek Antarktika da bile kurulan araştırma istasyonları gerek dünya
yörüngesine yerleştirilen gözlem uyduları gerekse teknolojide yaşanan diğer gelişmeler
konunun etraflıca araştırılmasına imkan sağladı. Küresel ısınmanın uzmanlarca ortaya
konmuş somut kanıtlarına göz atmak istersek ilk bakmamız gereken nokta dünyamızın
ortalama sıcaklığı. NASA’nın açıklamalarına göre 1880’den bu yana (2018) yapılan ölçümlere

15
göre en sıcak yıl olarak 2016 yılı kayıtlara geçmiş durumda. Son 138 yılın en sıcak 10 tanesi de
2000’den bugüne kadar geçen 18 yılın içinde yer alıyor. Şekil 5’te verilen ortalama sıcaklık
grafiğine göz attığımızda artan sıcaklık trendi zaten net olarak görülebiliyor. 1800’lü yılların
sonlarına göre dünya yüzey sıcaklığı 0.9oC yükselmiş durumda. Bu yükselişin büyük bölümü
de artan sera gazı emisyonuyla beraber son 35 yılda ortaya çıktı. 2010 yılından günümüze en
sıcak yıl rekorunun 5 defa kırılması, ölçülen yüksek sıcaklık rekorlarındaki artışa karşın düşük
sıcaklık rekorlarının giderek azalması da küresel ısınmanın bir göstergesi.

Şekil 5: Dünya ortalama sıcaklık grafiği

Artan sıcaklıkları ısıyı emerek biraz olsun dengeleme görevi gören okyanus sıcaklıklarının da
son 50 yılda 0.25oC kadar arttığı görülmektedir. Antarktika ve Grönland’ı kaplayan buz örtüsü
de yıllar içinde düzenli olarak kütle kaybediyor. NASA’nın çalışmalarına göre 1993 ile 2016
yılları arasında yıllık olarak ortalama Grönland 281 milyar ton, Antarktika ise 119 milyar ton
buz kütlesi kaybetti. Son on yılda Antarktika’nın buz kaybının 3 kat hızlandığı tespit edildi.
Himalayalar, Alpler, And Dağları, Rocky Dağları, Alaska ve Kuzey Buz Denizi başta olmak üzere
dünyanın tüm buzulları yıldan yıla küçülüyor. Kışın kuzey yarım küreyi kaplayan kar
örtüsünün 50 yıldır azaldığı ve giderek daha erken eridiği de uydular aracılığıyla yapılan bir
diğer tespit. Eriyen buzulların bir sonucu olarak denizlerin seviyesi de yükseliyor. Son yüzyılda
20 cm civarı artan su seviyesi günümüzde her yıl 3.2mm yükselmeye devam ediyor.

Somut olarak rahatlıkla gözlemlenen bu bilgilere karşın halen küresel ısınma var mı yok mu
tartışmasının sürüyor olması, insanlığın değil kendi uluslarının çıkarlarını düşündüğünü

16
zanneden, oysa bu konuda bu ikisinin birbirinden ayrılamayacağından bihaber popülist
politikacıların medyatik demeçlerine bağlanabilir. Örneğin son olarak ABD Başkanı Donald
Trump 2018 kışında yaklaşan soğuk hava dalgasına işaret ederek “Küresel ısınmaya ne oldu?”
twiti atarak küresel ısınmanın ciddi bir tehdit değil de dalga geçilecek bir hurafe olduğunu
düşündüğünü gösterdi. Yine benzer şekilde 2019 Ocak ayında ABD’nin Orta Batı eyaletlerini
etkisi altına alan soğuk hava dalgası ile ilgili de “Küresel ısınmaya ne oldu? Lütfen çabuk geri
gel. Sana ihtiyacımız var.” Twitiyle konu ile ilgili bakış açısını ve ciddiyetini bir kez daha ortaya
koydu. Bilim insanlarının her fırsatta sunduğu kanıtlara karşın bu tarz demeçlerin en yetkili
ağızlardan duyulup sık sık medyada kendine yer bulabiliyor olması çok düşündürücü.

Küresel ısınmanın varlığında hemfikir olduysak sebeplerini inceleyebiliriz. Bildiğimiz gibi


dünyayı diğer gezegenlerden ayıran ve yaşanabilir iklimsel koşulların oluşmasını sağlayan en
önemli etken olan atmosferimiz içinde barındırdığı gazlarla yerden yansıyan güneş ışığını bir
ölçüde hapsederek dünya yüzeyinin yaşama elverişli düzeyde olmasına katkıda bulunuyor.
Bilim insanlarının araştırmalarına göre küresel ısınmanın sorumlusu ısıyı hapseden ve sera
gazları olarak adlandırılan karbon dioksit, metan ve nitrojen oksit gibi gazların miktarında
yaşanan artış. Araştırmalar geçmiş dönemlerde de sera gazlarının atmosferdeki oranlarında
değişiklikler gözlemlendiğini ortaya koyuyor. Ancak Şekil 6’da gösterildiği üzere bu
dalgalanmalar sırasında CO2 oranının gördüğü en yüksek düzey 1950 itibariyle kırılıyor ve
hızla bugün bulunduğu düzeye kadar yükselerek artış eğilimini sürdürmeye devam ediyor.
Bugünkü durumu korkutucu yapan diğer nokta ise geçmişte yaşanan değişimlerin doğanın
kendi geri besleme mekanizmaları ile geri döndürülüp kalıcı değişimlere dönüşmemiş olması.
Bugün ise değişim doğrudan insan eli ile ve geçmişle karşılaştırılamayacak düzeyde bir hızla
ortaya çıktığı için doğanın geri besleme mekanizmalarının durumu kontrol altında tutmakta
yetersiz kaldığı net olarak ortada.

17
Şekil 6: Atmosferdeki CO2 yoğunluğu – Uzun dönem

CO2 düzeyindeki artışı fosil yakıt kullanımı ve ormansızlaşma ile ilgili bölümlerde
incelediğimiz için detaylarına girmeden devam ediyoruz. Polikarbon bir gaz olan metan doğal
yolların yanında tarım, hayvancılık ve çöplerin doğada bozunması gibi nedenlerle ortaya
çıkıyor. Molekül bazında CO2 ile karşılaştırıldığında daha aktif bir sera gazı olan metandaki
artış da küresel ısınmaya katkıda bulunuyor. Bir diğer sera gazı olan Nitrojen-oksit’in ana
kaynağı da tarım faaliyetleri. Özellikle gübreleme ve anız yakımı nedenleriyle atmosfere
salınıyor. Tamamen endüstriyel olarak üretilen ve KlofoFloroKarbon olarak adlandırılan
bileşikler de sera etkisi gösteriyor. Ancak ozon tabakasına verdikleri zarar nedeniyle bir
süredir sıkı denetim altında kullanıldıklarından şu anda küresel ısınma üzerindeki riskleri
sınırlanmış durumda. Çok fazla sera gazı içeren bir atmosfere örnek olarak Venüs gezegenini
verebiliriz. Dünya atmosferinin binlerce katı CO2 bulunduran Venüs gezegeninin yüzey
sıcaklığı da kurşunu eritebilecek düzeye çıkıyor ve bildiğimiz kadarıyla hiçbir canlıya yaşam
olanağı tanımıyor.

Geçmişte şu an içinde bulunduğumuz koşullar benzeri bir durum yaşanmadığı için gelecekte
küresel ısınmanın getireceklerini de kesin olarak tahmin etmemiz zor. Sera gazı salınımlarının
hangi hızda devam edeceğini net olarak bilmememiz de kesin sonuçlara varmamızı
güçleştiren bir diğer faktör. Ancak yapılan tahminler ilk olarak dünyanın ısınmaya devam
edeceğini gösteriyor. Bilim insanlarının beklentisi önümüzdeki yüzyılda 1.5oC ila 3oC’lık bir
artış yaşanması doğrultusunda. Bu durum bazı bölgelerde kendini daha şiddetli, bazı

18
bölgelerdeyse belli belirsiz hissettirebilir. Sıcaklığın artmasıyla buharlaşmanın artacağı ve
düzensiz yağışlar dolayısı ile bazı bölgelerin çok daha kurak diğerlerinin ise daha nemli hale
geleceği de tahminler arasında.

Sıcaklıktaki artışın okyanusları da ısıtmaya devam etmesi ve eriyen buzullarla beraber deniz
seviyesinin 2100 yılına kadar en az 30 en çok ise 120 cm kadar yükselmesi bekleniyor. Bu
durum kıyı şeridinin değişmesi, birçok şehrin belirli bölümlerinin sular altında kalması,
Maldivler gibi bölgelerde yükseltisi az birçok adanınsa yok olması anlamına geliyor. Korkulan
olursa ki olmaması için şu anda ciddi bir çalışma yapıldığını söylemek güç, nüfusu yoğun Asya
şehirlerinde başta olmak üzere milyonlarca kişinin yaşadığı alanların sular altında kalması söz
konusu. Yapılan projeksiyonlara göre Şangay’da 17 Milyon, Osaka’da ise 5 Milyon kişinin
yaşam alanının sular altında kalması bekleniyor. Bu durumun, bir bölümü dahi sular altında
kalacak şehirlerin altyapısını felç edeceği, insani ve çevresel felaketleri de beraberinde
getireceğini tahmin etmek güç değil. 2050’li yıllarda yazın Kuzey Buz Denizinin tamamen
buzsuz kalacağı da küresel ısınmanın aldığı ürkütücü hali anlayabilmek adına önemli.

Küresel ısınmanın insan sağlığını da olumsuz yönde etkilemesi bekleniyor. Sıcaklığın artması
ile birlikte hava kirliliğinin de etkisiyle yer seviyesindeki ozon gazı miktarında artış görülüyor.
Bu da nefes almayı güçleştirdiği gibi astım ataklarını da tetikleyen bir durum. Alerji
sezonunun uzaması bu konuda hassas bireylerin yaşamını güçleştiriyor. Sıcak hava
dalgalarının daha çok oluşması kalp ve tansiyon gibi hastalıklardan ölümleri arttırıyor. Temiz
su kaynaklarımızın ısınması daha fazla bakteri oluşumuna izin verdiğinden küresel ısınmanın
sağlığımızı tehdit eden bir diğer yönü olarak karşımıza çıkıyor. Tüm bu etkilerden daha
önemlisi ise tatlı su depoları olarak hizmet eden kar ve buz kütlelerinin azalması birçok
bölgeyi susuzluk ve kuraklık ile karşı karşıya bırakıyor.

Küresel ısınmanın büyük oranda etkileyeceği alanlardan biri de tarım faaliyetleri. Hem
sıcaklık hem de dolaylı olarak değişecek su rejiminin tarım alanlarının değişimini de zorunlu
kılması bekleniyor. Bazı bölgeler çölleşip tarım için kullanılamaz hale gelecek. Bazı bölgelerde
buzulların erimesi ile yeni tarım alanları açılacak. Diğer bölgelerde ise değişen iklime uygun
farklı ürünlerin yetiştirilmesi gerekecek. Tüm bunların yanında kararsızlaşan yağış
miktarlarıyla bazı dönemlerde kuraklık bazı dönemlerdeyse sellerle mücadele etmek
gerekecek. Bu değişikliklerden Kanada ve Rusya gibi kimi ülkeler kısmen olumlu etkilenirken
çoğu ülke yaşanması daha zor bir hal alacak. Bunun bir sonucu olarak gerek ülkelerin gerekse
doğrudan toprakla uğraşan halk ve tarıma bağlı sektörlerin değişen koşullara uyumunun
sancılı ve kaotik bir durum oluşturması küresel ısınmanın gelecekteki sonuçları arasında yer
alacak. Bu durumu bir örnekle somutlaştırmak gerekirse, Columbia Üniversitesi Uluslararası
Dünya Bilimi Enformasyon Ağı Merkezi yaptığı çalışmaya göre 2050 yılında iklim nedeniyle
700 milyon kişinin göç etmesinin tahmin edildiğini paylaşmak yerinde olacaktır9*.

Tarım faaliyetlerine benzer şekilde hayvan ve bitkiler de değişime uyum sağlamak zorunda
kalacak. Bunu başaramayanların soyunun tükeneceği ya da sayılarının azalacağı, uyum
kabiliyeti yüksek oranlarınsa yaşadıkları coğrafyalarda baskın tür haline gelecekleri öngörüler

19
arasında. Yapılan araştırmalar küresel ısınmanın şu anki hızıyla devam ettiği takdirde 2080
yılında bitki türlerinin yarısının, hayvan türlerinin ise 3’te 1’inin soyunun tükenebileceğini
gösteriyor. Bunun örneklerini de şimdiden görmeye başladık. Son 30 yılda Antarktika’da
yaşayan Adelie Penguenleri 32000 çiftten 11000 çifte düşmüş durumda. Bazı kelebek ve tilki
türleri ile Alplerde yaşayan bazı bitkilerin kuzey bölgeler ile daha yüksek alanlara çekildiği de
gözlemlenmekte. Kutup ayıları beyazlıklarını kaybetmeye başladılar ve soyları tehdit altına
olan türler listesine eklendiler. Buzulların yok olması durumunda onların da yok olmalarından
endişe ediliyor. Korkulan bir diğer sonuçsa tropikal ortamda yaşayan patojen türlerinin orta
enlemlere doğru inerek çok daha geniş alanlarda bu patojenlere karşı bağışıklığı olmayan
hayvan ve bitki türlerini tehdit edecek olması. Küresel ısınmadan olumlu yönde etkilenen
türlere bir diğer örnek olaraksa birçok böcek türünü verebiliriz. Alaska ve Rocky Dağlarında
giderek daha sıcak ve uzun geçen yaz sezonunda popülasyonları olağandışı oranda büyüyen
böceklerin milyonlarca ağacın ölümüne sebep oldukları belirlendi. Küresel ısınmanın bir
sonucu olarak ormanları tehdit eden tek şey böceklerin istilası da değil. Uzayan ve kuraklaşan
yaz sezonu ve düzensizleşen hava koşullarının bir sonucu olarak giderek artan sayıda oluşan
yıldırım düşmeleri ile birlikte orman yangınlarında da artış gözlemleniyor.

Bu bölümde bahsedeceğimiz son etki ise aşırı hava olaylarında yaşanan artışlar olacak. 1900
yılından beri tutulan kayıtlar gözden geçirildiğinde 20. Yüzyılın ilk üççeyreğinde düşük ve
yüksek sıcaklık anomalilerinin birbirlerine yakın sayıda gerçekleştiği, 2000’li yıllardan itibaren
ise neredeyse sadece yüksek sıcaklık tarafında gerçekleştiği gözler önüne seriliyor. Yapılan
modellemeler bu anomalilerin giderek artacağını, bunun sonuçlarından biri olarak da
kasırgaların daha da güçlenip daha fazla yağmur bırakacağını gösteriyor. Bu durum büyük
kasırgaların yıkıcı etkileriyle daha fazla kişiyi karşı karşıya bırakacak ve hükümetlerin oluşacak
zararlarla başa çıkmasını zorlaştıracak. Uzun kuraklık dönemleri ile sel felaketleri baş
etmemiz gereken muhtemel diğer sorunlar olacak.

Sadece son 50 yılda atmosferde yarattığımız değişimi göz önüne aldığımızda küresel
ısınmanın hem insanların hem de diğer tüm canlıların geleceği adına en büyük tehditlerden
biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. En olumlu senaryolarda bile çözmekte zorlanacağımız
ve her geçen gün artan bedellerle karşılaşacağımız problemler bizi bekliyor olacak. Olumsuz
senaryoları ise düşünmek bile istemeyiz.

Ekonomik (İnsani) Sorunlar


Gelişmiş ülkeler önderliğinde, gelişmekte olan ülkelerin de ciddi katkılarıyla dünyamızın
kaynaklarını hızla tükettiğimiz, çevreyi neredeyse geri dönülemez biçimde kirlettiğimiz ve
atmosferi insan eliyle ısıtıp felaketlere davetiye çıkardığımız bir dönem yaşadık ve yaşamaya
devam ediyoruz. Daha da kötüsü, geleceğimizi bu denli riske attığımız halde insanlığın birçok
temel sorununu çözmeyi başaramadık. Açlıkla mücadele eden milyonlar, kronik işsizlik
sorunu, işi olsa da neredeyse kölelik koşullarında çalışmak zorunda kalan geniş kitleler ve her
gün artan eşitsizlik... Bu bölümde, içinde bulunduğumuz ekonomik koşulların olumsuz
yönlerine hızlı bir bakış sunacağız.

20
İlk değineceğimiz konu en kritiği: Açlık. Eğer az da olsa medyayı takip eden biriyseniz dönem
dönem dünyanın çeşitli bölgelerinde açlıkla mücadele eden insanlar olduğuna dair haberlere
rastlamışsınızdır. Ara ara bu tarz haberler çıkar ve çoğu zaman Birleşmiş Milletler ya da
benzeri ulusal ya da uluslararası kuruluşların bu konudaki çalışmalarına yer verilerek çok da
derinlemesine düşünme imkanı vermeden kaybolur gider. Belki kısa süreli bir vicdan azabı
duyarız, Allah’a şükrederiz ve muhtemelen hayatımıza kaldığımız yerden devam ederiz. Oysa
o haberlerle bir anlamda hayatlarına dokunduğumuz insanlar ve onlar gibi yaklaşık 800
milyon kişi açlık ve yetersiz beslenme ile mücadele halinde. Yani hemen hemen her 9 kişiden
biri. Çevremizdeki her dokuz kişiden birinin aç olduğunu biliyor olsak muhtemelen haberleri
izlerken hissettiğimiz duygulardan daha fazlasını hissederdik. Oysa genelde bu gruba giren
insanlar Asya ve Afrika’da belirli ülkelerde yoğunlaştığından çoğumuzun ilgi alanının bir
miktar dışında kalıyorlar. Bu durum elbette sorunun boyutlarını küçültmüyor. Gelişmekte
olan ülkelerde her 6 çocuktan biri olması gerekenden daha az kilolu. Beş yaşın altındaki 150
milyon çocuk normal beslenen yaşıtlarından daha kısa boylu. Milyonlarcası aç bir şekilde ders
başı yapıyor. Sahra altı Afrika’da her 4 kişiden 1’i yetersiz beslenme ile karşı karşıya ve çocuk
ölümlerinin yarıya yakını bu nedenle yaşanıyor ki bu korkunç bir durum 10*. Bu konuda en
kötü durumdaki ülke ise Dünya Yemek Programı (WFP) verilerine göre %60’ı açlık çeken
vatandaşlarıyla, Suudi Arabistan ile İran’ın iç savaşı körükleyerek nüfuzları altına almaya
çalıştıkları Yemen’dir.

Maalesef bu konuda yapılan çalışmaların da bir sonuca ulaştığını söylemekten uzağız. Son
yirmi yılda yetersiz beslenen nüfusu ancak %20 oranında azaltabildik. Üstelik küresel ısınma
gibi nedenlerle daha ileri bir noktaya ulaşma ihtimalimiz de giderek azalıyor. Bu durum
sadece Afrika gibi dünyanın şanssız diye niteleyebileceğimiz belirli bölgelerini de tehdit
etmiyor. Avrupa Birliği tarafından yapılan tahminlere göre yakın gelecekte İtalya gibi Güney
Avrupa ülkelerinde bile gıda güvenliğinin tehlikeye girebileceği ifade ediliyor. Görünen o ki
hızlı nüfus artışı ve işlenebilir topraklarda azalma gibi sebeplerle gelecekte pek çok ülke gıda
açısından kendi kendine yeterli olamayacak.

Tabii sadece yetersiz beslenmenin yanında özellikle çocukların ve hamilelerin ihtiyaç


duyduğu vitamin ve minerallere erişim konusunda da ciddi eksiklikler var. Örneğin, düşük ve
orta gelirli ülkelerde demir eksikliğinden kaynaklanan anemi hastalığı hamile ya da yeni
doğum yapmış bayanlarda görülen ölümlerin %20’sinin kaynağı olarak gösteriliyor. Yoğun
olarak gözlemlenen A vitamini eksikliği gece körlüğü, bağışıklık sistemi zayıflığı ve büyüme
problemleri gibi kritik sonuçlar doğurabiliyor. Okul öncesi çağdaki 250 Milyon çocukta A
vitamini eksikliği bulunduğu ve her sene 250 bin ila 500 bin çocuğun bu nedenle görme
yetisini kaybettiği tahmin ediliyor.

Açlığın, yoksulluğun ve insani bir yaşamdan mahrum olmanın temelinde yatan sorunlardan
biri olan işsizlik de kalıcı bir çözüm bulamadığımız alanlardan. En kaba formülle ifade edersek
iş bulamayan bireylerin toplam işgücüne bölünmesiyle hesaplanan işsizlik oranı dünyada
2018 yılı için %5.5 olarak hesaplanıyor. Bir başka deyişle 200 milyona yakın kişi işsiz

21
durumda. Genel olarak işsizlik oranının kriz yıllarında artıp takip eden yıllarda hafif
gerileyerek belirli bir seviyenin üzerinde sabitlendiği gözlemlenmekte. Ancak işsiz birey sayısı
artan nüfusa paralel olarak genelde artış eğiliminde. Konu üzerine yazılan raporlar da işsizlik
oranının daha aşağılara düşmesinin günümüz koşullarında zor olduğunu belirtiyor. Ayrıca
giderek artan otomasyon, üretimde ağır iş yükünü giderek ele geçiren robotlar ve hemen her
sektörde ön plana çıkmaya başlayan yapay zekanın gelecekte bu sorunu kat kat arttıracağını
düşünenlerin oranı hiç de az değil.

Hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da dünyanın farklı bölgeleri farklılık gösteriyor.
Son yıllarda yaşanan gelişmelerin de etkisiyle Uzakdoğu’da işsizlik oranı %4.5’le dünya
ortalamasının altında seyrediyor. Ancak bu bölgede nüfus kalabalık olduğu için işsiz sayısı da
diğer bölgeler ile karşılaştırıldığında daha yüksek. Kuzey Afrika ve Orta Doğu ise gerek iklim
koşulları gerek ısrarla çözümsüzlükte ısrar edilen jeopolitik sorunlar gerekse diğer faktörlerin
etkisiyle %10 üzeri işsizlik oranı ile problemin had safhada hissedildiği bölgeler olarak
karşımıza çıkıyor. On kadar ülkede ise %20 ve üzeri işsizlik mevcut. Dünyanın en gelişmiş
ekonomilerinden ABD’de bile her bir açık pozisyon için 6 işsiz bulunuyor ve işsiz kalan bir
çalışanın yeni bir işe girene kadar ortalama bekleme süresi 33 haftayı buluyor.

Genel işsizlik oranının yanında genç işsizlik oranı da önemli bir veri. 15-24 yaş arası nüfusun
eğitim almayan ve işi olmayan bölümü olarak hesaplanan bu veri ekonominin ve toplumun
geleceği açısından önem arz etmekte. Uluslararası İşgücü Organizasyonu’nun (ILO) verilerine
göre genç işsizlik oranı 2016 yılı itibariyle %13.1 olarak gerçekleşmiş. Bu oran genç işsizliğinin
toplum genelindeki işsizlikten iki kat daha yüksek olduğunu gösteriyor. Önümüzdeki on yılda
işgücüne katılacak 1 milyar insanın varlığı da göz önüne alındığında başta gençler olmak
üzere tüm toplumu daha zor bir geleceğin beklediğini söylemek zor değil.

Ekonomik aktivitenin en önemli göstergelerinden biri olarak kabul edildiği için sık sık
karşımıza çıkan işsizlik oranı, merkez bankaları, hükümetler, siyasetçiler, yatırımcılar, ulusal
ve uluslararası şirketler başta olmak üzere ekonomiye bir anlamda yön veren kesimin ilgi
alanına giriyor. Bu göstergeye göre çok önemli kararlar alınıyor, yatırımlar yapılıyor, yeri
geldiğinde hükümetler değişiyor. İşsizler ordusuna dahil olmayan toplum fertleri içinse bu
kritik veri genelde ara sıra haberlerde rastladıkları ve üzerine pek de düşünmedikleri
sayılardan ibaret. Oysa madalyonun bir de öbür yüzü var. Gelişmiş ülkelerde ve gelişmekte
olan ülkelerin bir bölümünde kısıtlı sürelerle de olsa işsizlik maaşı gibi sosyal haklardan
yararlanabilen işsizler olsa da, bu grubun büyük bölümünü düşük ve orta gelirli ülkelerde
yaşayan, sadece birer sayıdan ibaret olmayan, aileleri, hayatları, hayalleriyle iş bulamadıkları
her günü büyük ihtimalle sefaletle, belki açlıkla, ama mutlaka hayal kırıklığı ve acı ile geçiren
işsizler oluşturuyor. Aileleri de hesaba katıldığında yeterli ve sağlıklı beslenmekte zorlanan,
en temel sağlık hizmetlerine erişimde problem yaşayan, çocuklarının eğitim hayatlarını
sürdürmesinde gerekli desteği veremeyen bu insanlar toplumumuzun bunca gelişmişliğine
rağmen çözemediği ağır bir yarasını oluşturuyor.

22
Bu durumun en ağır sonuçlarından intihar vakalarına sizin de haberlerde ara ara denk
geldiğinize eminim. Zürih Üniversitesi desteği ile yapılan ve The Lancet isimli psikiyatri
dergisinde yayınlanan bir araştırmaya göre 2001-2011 döneminde incelenen 63 ülkede yılda
yaklaşık 45 bin kişinin işsizlik nedeniyle intihar ettiği belirlenmiş. Sadece bu veri bile çok göz
önünde olmasalar da, günlük yaşantımızda onlara rastlamasak da toplumumuzun önemli bir
bölümünün katlanılması zor hayatlar yaşadığını ortaya koyuyor.

İşsizliğin bireysel bazda yarattığı sıkıntıların yanında sosyal yapıya verdiği zarar da göz ardı
edilemez. Aile içi şiddete eğilim, çocuk işçiliğini teşvik, yöneticilere, zenginlere ve hükümete
duyulan öfke, göç ederek mülteci durumuna düşme riski gibi etmenler de işsizliğin bir sonucu
olarak ortaya çıkmakta ve toplumsal yapıya zarar vermekte.

Düşük ücretli çalışma koşulları da ayrı bir sorun. 2013 yılı satın alma paritesi verilerine göre
375 milyon kişi, yani neredeyse her sekiz çalışandan biri, günlük 1.25 USD’den daha düşük
ücretle çalışıyor. Bu kişiler tam zamanlı ve çoğunluğu zorlu şartlarda çalışmalarına rağmen
Dünya Bankasının belirlediği mutlak yoksulluk sınırının dahi altında yaşamak zorundalar. Bir
üst gelir grubuna çıktığımızda 464 milyon kişinin 1.25 USD’den çok ancak 2 USD’den az
günlük ücretle çalıştığı bilgisine erişiyoruz. Bu da demek oluyor ki 2 USD’den az kazanan
kişilerin toplam sayısı 839 milyon yani Avrupa Birliği ve ABD’nin toplam nüfusundan daha
fazla. Oysa genel olarak bize yansıtılan, kriz yılları dışında neredeyse sürekli olarak büyüyen
ekonomiler, artan Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) rakamları, şirketlerin trilyon dolarlarla
ölçülen piyasa değerleri, yöneticilerin aldığı bol sıfırlı primler, sonu gelmez bir tüketim, artan
zenginlik ve refah... İşte yoksulluk hatta açlıkla zenginliğin bu derece uç noktalarda yaşanıyor
olması bir diğer sorunumuzu ortaya çıkarıyor: Eşitsizlik.

Eşitsizlik aslında son dönemde ortaya çıkmış bir durum değil. Tarihin ilk zamanlarından beri
insanlar arası eşitsizlik olduğu bir gerçek. Avcılık toplayıcılıkla yaşandığı dönemlerde bile
güçlülerin kaynaklara daha rahat erişebildiği, gerektiğinde zayıflarla güç kullanarak mücadele
ettiği ve daha iyi koşullarda yaşamlarını sürdürdüğünü biliyoruz.

Zaman içerisinde bu eşitsizlikler nesiller boyu aktarılmanın da etkisiyle artmaya devam etti.
Bugün geldiğimiz noktada ise zenginlerle yoksullar arasında tarif etmesi güç bir uçurum
oluşmuş durumda. Credit Suise’in 2017 yılında yayınladığı bir rapora göre dünyanın en zengin
%1’lik bölümü tüm varlıkların %50’den fazlasını elinde tutuyor. 2001 yılında bu oran %45.5
olarak tahmin ediliyordu. Bir başka deyişle zenginler zenginleşmeye, fakirler de fakirleşmeye
devam ediyor. Ekonomik krizler, özellikle borsa değerleri düşen şirketler dolayısı ile
zenginlerin varlıklarının bir miktar azalmasıyla sonuçlansa da takip eden yıllarda bu kayıplar
hızla telafi ediliyor. Eşitsizliğin giderek arttığına dair bir diğer kanıt olarak da 2018 yılı Dünya
Ekonomik Forumu’nda yayınlanan OXFAM raporunu gösterebiliriz. Bu rapora göre son bir
yılda üretilen varlıkların %82’si en zengin %1’lik kesimin hanesine yazılırken nüfusun yarısının
cebine tek kuruş girmedi. Yani tamı tamına 3.7 milyar insan artan zenginlikten hiç pay
alamadan yaşam savaşı vermeyi sürdürüyor. Yine OXFAM raporunda belirtildiği üzere
milyarderler varlıklarını 2010 yılından 2016 yılına kadar olan dönemde yılda %13’lük bir hızla

23
büyütürken, yani her gün 2.5 milyar dolar daha kazanırken, sıradan çalışanlar ancak %2’lik bir
büyüme sağlayabildi. Daha da çarpıcısı, dünyanın 2019 yılı itibariyle en zengin adamı olan
Amazon’un kurucusu Jeff Bezos’un 112 Milyar USD olan serveti, nüfusu 105 milyon
Etiyopya’nın sağlık bütçesinin 100 katı kadar. En büyük beş küresel kıyafet markasının
CEO’larından herhangi biri, sadece 4 gün çalışarak Bangladeşli bir tekstil işçisinin hayat boyu
çalışarak kazandığı parayı kazanıyor. Benzer şekilde bu kıyafet firmalarının yıllık karlarının
sadece 3’te 1’i kullanılarak Vietnam’da çalışan tüm tekstil işçilerinin gelirlerini insani olarak
yaşanabilir bir seviyeye çıkarmak mümkün olurdu. Burada kısaca değindiğimiz OXFAM raporu
Davos’ta sunulduğu dünya liderlerine, üstün azınlığa değil herkese yarar sağlayacak temel
politika değişiklikleri yapılmasını tavsiye ederek sona eriyor.

Sadece dünya çapında değil, ülkelerin kendi içinde de eşitsizlik çok ciddi boyutta. Bugün Rio
De Jenario’da milyonlarca USD değerindeki havuzlu, tenis kortlu, sinema salonlu saraylar ile
gecekondular iç içe. Los Angeles’ta Beverly Hills’ten birkaç km ötede sefalet diz boyu devam
ediyor. Bunlar gibi örneklere hemen her şehirde rastlamak mümkün. Sayısal verilere geri
dönersek, ABD’nin en zengin üç vatandaşı Bill Gates, Jeff Bezos ve Warren Buffet’ın sahip
oldukları varlıkların, en az varlıklı 160 milyon vatandaşın tüm varlığına eşit düzeyde olduğunu
görürüz. Yani 3 kişi ABD toplumunun yarısının tüm varlığı kadar bir zenginliğin üzerinde
oturuyor. Maaşlı çalışanlar arasında da benzer durum söz konusu. ABD’nin önde gelen
şirketlerinin CEO’larının bir günde kazandığı parayı bu şirketlerin sıradan çalışanları ancak bir
yılda kazanabiliyor. İskandinav ülkelerindeki istisnalar dışında genelde eşitsizlik artmaya
devam ediyor. Yapılan araştırmalar İngiltere ve ABD’de 2000’li yıllarda ölçümlenen eşitsizliğin
tarihteki en yüksek düzey olduğunu gösteriyor11*.

Tahmin edeceğiniz üzere bu konuda da cinsiyetler arası ve ırklar arası ciddi farklılıklar
mevcut. Dünya çapındaki milyonerlerin %90’ını erkekler oluşturuyor mesela. Ya da ABD’nin
en zengin 25 kişisinin de beyaz ırktan olması ırklar arası bir eşitsizlik örneği olarak karşımıza
çıkıyor.

Şu ana kadar toplumun en zengin ile en fakir bölümünü karşılaştırdığımız analizimizi tüm
kesimler için genişletmek istersek yaygın olarak kullanılan Gini Endeksinden faydalanabiliriz.
İtalyan istatistikçi ve sosyolog Corrado Gini tarafından 1912 yılında geliştirilen Gini Endeksi
bir veri seti üzerindeki eşitsizliği ölçmek üzere tasarlanmıştır. 0 ila 100 aralığında
dalgalanacak şekilde tasarlanan endeks mutlak eşitlik durumunda 0 değerini alırken mutlak
eşitsizlik durumunda ise 100 değerini alır. Gelir açısından değerlendirildiğinde 35 ve aşağısı
değerler görece eşitsizliğin az olduğu toplumlar olarak değerlendirilebilir. Çoğu Avrupa ülkesi
25 – 35 arası Gini Endeks değerine sahiptir. ABD, Rusya, Çin gibi eşitsizliğin yüksek olduğu
toplumlarda 40 – 50 aralığındaki değerler göze çarpmaktadır. Eşitsizliğin uç noktalarda
yaşandığı Güney Afrika gibi ülkelerde ise 60 üzeri değerlere rastlamak mümkündür. Tek tek
toplumları değil tüm dünyanın Gini değerini incelediğimizde ise 1800’lü yıllardan beri sürekli
artarak 2000 yılına kadar 50’den 70’e kadar yükseldiğini öğrenmekteyiz. 2000 sonrası ise
Asya toplumlarının hızlı gelişimleri ile beraber bu değerlerde hafif düşüşler raporlanıyor.

24
Ancak yapılan projeksiyonlar 2035 yılında bile 60 değerinin altına inilmesinin mümkün
olmadığını göstermekte.

Analizimizin bütünlüğü gereği eşitsizliği rasyonel verilerle göstermiş olsak da etrafını az da


olsa gözlemleyen herkesin içinde yaşadığımız toplumun vahim durumunun farkında
olduğunu düşünüyorum. Özellikle benim gibi gelişmekte olan toplumlarda yaşıyorsanız
mahalleler arası bile yoksulluk ile zenginlik arası sert geçişlere ya da kağıt toplayıcıların,
evsizlerin, dilencilerin yanından geçen ultra lüks arabalara defalarca şahit olmuşsunuzdur.
Sadece her dokuz kişiden birinin geceleri aç uyuduğu, buna karşın birkaç milyarderin tüm
varlıkların yarısını elinde tuttuğu bilgisi bile insanlığın ulaştığı gelişmişlik! düzeyini görmemize
yeterli olur diye düşünüyorum.

Gerek bu noktaya kadar bahsettiğimiz sorunlar gerekse Suriye, Afganistan, Yemen


örneklerinde gördüğümüz gibi yaşanan savaşlar ve iç savaşlar, günümüzün insanlık adına bir
başka büyük problemi olan zorunlu göç ve mültecilik kavramlarını karşımıza çıkarıyor. Bugün
250 milyondan fazla insan, yani kabaca her 100 kişiden 3’ü, doğduğu ülkelerin dışında yaşıyor
ve bu rakam son 20 yılda %50’den fazla artış gösterdi. Gittikleri ülkelerde karşılaştıkları kötü
muamele, ağır yaşam ve çalışma şartları ile kendilerine yönelen öfke gibi zorlu süreçlere
rağmen, yüzbinlerce kişi de mültecilerin gittiği yoldan gidip doğdukları ülkelerden kaçmak
için fırsat kolluyor. Bu fırsatı bulanlar da yolda karşılaşabilecekleri fiziksel şiddet, cinsel
saldırı, istismar, kaçırılma, hatta ölüm tehlikelerini göze alarak göç yolculuğuna çıkıyor. Bu
insanların nasıl bir çaresizlikle baş başa kaldığını tasavvur etmemiz gerçekten zor.

Birleşmiş Milletler Göç Ajansı’nın verilerine göre 2018 yılı ilk 7 ayında aralarında kadın ve
çocukların da yoğun olarak yer aldığı 3000 göçmen ülkelerinden kaçış sürecinde yaşamını
yitirdi. Bu kişilerin yarıdan fazlası Avrupa’ya ulaşmaya çalışırken Akdeniz’de boğularak hayata
veda etti. 1993 yılından beri 27 binden fazla insanın Akdeniz’de bu akıbeti paylaştığı biliniyor.
Ölümler maalesef bunlarla da sınırlı değil. Varmak istedikleri ülkeye varsalar bile konuldukları
kamplarda, polis merkezlerinde, hapishanelerde ya da toplum içinde gördükleri kötü
muamele birçoğuna yaşam imkanı tanımıyor. Suriye’de yaşanan savaş sonucu Akdeniz’de
yaşanan facianın boyutlarının bu derece büyümesinde Avrupa ülkelerinin uyguladığı göçmen
karşıtı politikaların da payı büyük elbette. Yasadışı göçmen taşıyan teknelerin batmak üzere
olmalarına rağmen askeri tedbirlerle AB ülkelerinin karasularına sokulmadığı ve can
kayıplarıyla sonuçlanan çok sayıda olay gerçekleşti. Kıyıya vuran cesetler dönem dönem
kamuoyu vicdanını sarssa da insani bir yaklaşım ortaya çıkarıldığını söylemek çok güç.

Kağıt üzerinde göçmenler de her insan gibi temel özgürlükler ve insan haklarına sahip olsalar
da, gelişmiş ülkeler başta olmak üzere birçok ülke bu soruna sadece askeri çözümler
geliştirerek kendi yurttaşlarını koruma temelinde yaklaştığından türümüzün milyonlarca
üyesinin yaşadığı bu felakete bir çözüm bulabilmekten çok uzağız. Sorumluluğu sadece
hükümetlere yüklemek de doğru bir yaklaşım değil aslında. En nihayetinde hükümetler de
kamuoyu baskısını üzerlerinde hissediyorlar. Bu noktada halkın hangi yönde konum aldığını
Suriye’den Avrupa’ya göç hususunda incelersek hükümetlerin tavrını daha rahat anlayabiliriz.

25
Kamuoyunun konu hakkındaki tavrına yapılan demokratik seçimlerin sonuçları üzerinden
baktığımızda birçok Avrupa ülkesinde aşırı sağ unsurların giderek güç kazandığını ve ırkçı
söylemlerin yoğunlaştığını görüyoruz.

2017 yılı itibariyle seçimleri baz aldığımızda Avusturya, Macaristan, İsviçre ve Danimarka’da
aşırı sağ partilerin %20’nin üzerinde destek aldığını görüyoruz. Bu oran İsviçre’de %29.5.
Almanya, Finlandiya, İsveç gibi ülkelerde ise aşırı sağ destekçileri oran olarak az da olsa son
15 yılda 10 katına çıkmış durumda. Sadece bu rakamlar bile insan hakları ve özgürlükler gibi
kavramları tekelinde gören Avrupa toplumlarının mültecilere yaklaşımının bir göstergesi.
Avrupa komisyonu başkanı Jean-Claude Junker’ın görevdeki son konuşmasını sağlıksız
milliyetçilik akımlarına ayırması da tezimizi destekleyen bir başka done. Her ne kadar burada
göçmenler ve göçmen karşıtlığını Avrupa üzerinden incelemiş olsak da Türkiye gibi birkaç
istisna dışında durum pek de farklı değil. Özellikle Suudi Arabistan gibi petrol zengini
ülkelerin kendi soylarından mültecilere kapıları sonuna kadar kapatıp ölüme terk etmesi ibret
verici cinsten.

Geçtiğimiz dönemde yükselen ırkçılığın sadece hükümet politikalarına değil bizzat


vatandaşların davranışlarına etkisini de gözlemledik. Bu davranışlar kimi zaman mültecilere
karşı yapılan gösteriler şeklinde kendini gösterse de kimi zaman da terör saldırılarına kadar
uzanan vahşiliğe büründü. Bu konuda hafızalarda en çok yer eden olay 2011 yılında
Norveç’te peş peşe yapılan iki saldırı olsa gerek. Aşırı sağcı Anders Behring Breivik tarafından
İşçi partisine karşı düzenlenen bu saldırılarda 77 kişi yaşamını yitirirken yüzlerce kişi
yaralandı. Karar duruşmasında katil, yaptıklarını Norveç’te uygulanan çok kültürlülüğe karşı
gerekli bir savunma olarak nitelendirerek ırkçı yaklaşımını kabul etti.

Anders Behring Breivik’in yaptığı bireysel saldırı katilin içinde yaşadığı ortama bir tepki olarak
nitelendirilebilir. Bir de son dönemde artan, bir nedene bağlamakta zorlandığımız tipteki
bireysel saldırılar var. Bu saldırılara örnek olarak ABD’de yoğun olarak yaşanmaya başlanan
okul saldırılarını verebiliriz. Son 20 yılda ABD’de 31 adet silahlı okul baskını rapor edilmiş.
Saldırılar genelde bizzat okulun öğrencileri tarafından arkadaşlarına ve öğretmenlerine
yönelik olarak gerçekleştirilmiş. Bu saldırıların en ürkütücü yanı belirli bir ideoloji ile ya da bu
öfkeyi tetikleyebilecek bariz bir neden olmaksızın gerçekleştirilmiş olmaları. Saldırganların
profili geniş bir alana yayılmış durumda. Bazıları çekirdek ailelerden gelirken bazıları
boşanmış ailelere mensup. Çoğunluğunun başı okulda hiç derde girmemiş ve sosyal olarak
başarılı ilişkiler kurabilen kişiler. Bu dağılım da saldırganların önceden tespitini çok
güçleştiriyor. Belirli bir ideoloji ya da nedene bağlı saldırıların tespiti ve önlenmesi konusunda
yapılabilecekler varken nedensiz görülenler için alınacak tedbirlerin başarıya ulaşma şansı
çok daha düşük. Bu durum aslında özellikle gelişmiş ülke toplumlarının görece yüksek
ekonomik koşullara sahip olmalarına karşın içinde bulundukları bir krizin göstergesi. Sık sık
karşımıza çıkan artan boşanma oranları, giderek gevşeyen aile bağları, sosyal medyanın ve
artan maddeciliğin de etkisiyle yalnızlaşan ve rekabete giren insanlar toplumların yıkılma
noktasına doğru ilerlediğini anlatıyor. Oysa bireyler toplumun varlığıyla daha iyi hayatlar

26
yaşayabiliyor. Bir başka deyişle ormandan ziyade ağaçların ön plana çıkması ormanın
tamamını, yani tek tek ağaçları tehdit ediyor.

Depresyonda olan ya da kendini yalnız hisseden bireylerin durumunu incelediğimizde de


toplumsal sorunlara dair önemli ipuçlarına ulaşabiliyoruz. Dünya Sağlık Örgütünün verilerine
göre dünyada 300 milyon civarı kişi depresyondan mustarip. Bu yaklaşık olarak her 25 kişiden
biri anlamına geliyor. Depresyondaki kişilerin yaklaşık yarısında bu duruma kaygı bozukluğu
da eşlik ediyor. Nüfusun %15’inin ise hayatının bir döneminde bu sorunu yaşadığı tahmin
ediliyor. Depresyonun hem birey hem de toplum için birçok olumsuz sonucu olsa da, en kötü
senaryo kişiyi intihara götürmesi olsa gerek. Yılda 800 bin kişinin, yani yaklaşık her 40
saniyede bir kişinin intihar ettiğini göz önüne alırsak toplumsal problemlerimizin vardığı
boyutu daha rahat algılayabiliriz.

Dikkat çekici bir diğer veri ise, Global Burden of Disease raporlarına göre gerek depresyon
gerekse kaygı bozukluğu yaşayanların oranı, gelişmiş ülkelerde dünya ortalamasına göre 1.5
kata yakın daha yüksek. Bu durum ekonomik ve teknolojik gelişmelerden en yüksek düzeyde
pay alan toplumların mutluluk düzeylerinin çok da iyiye gitmediğinin bir göstergesi olarak
kabul edilebilir. Tabii burada kastımız az gelişmiş ülkelerin koşullarını övmek değil. Sadece
gelişmişlikle beraber gelen değişikliklerin yan etkilerine dikkat çekmek.

Depresyonun sebeplerinden biri ve de bağımsız bir problem olarak görebileceğimiz yalnızlık


da artış eğiliminde. Yapılan araştırmalar kendini yalnız hissedenlerin oranının giderek arttığını
ortaya koyuyor. Özellikle gençler arasında bu oran daha da yüksek. ABD’de yapılan bir
araştırmaya göre katılımcıların %27’si kendilerini anlayan kimse olmadığını düşünüyor. %46’sı
sık sık ya da sürekli olarak kendini yalnız hissediyor. Bu oranlar yaş grubu arttıkça düşme
eğiliminde. Nüfus yoğunluğunun ve iletişim imkanlarının tarih boyunca hiç olmadığı kadar
fazla, sanal ortamda da olsa kişilerin birbirlerine her an bağlı olduğu bu çağda yalnızlık
hissinin artıyor olması üzücü bir ironi. Yalnızlığın toplumsal yapıda ortaya çıkardığı güven
duygusunun azalması, suç işlemeyi baskılayan ailesel bağların zarar görmesi sonucu suç
eğiliminin artması, gençlerde giderek artan çeteleşme gibi birçok sosyolojik sonucu da var.
Detaylı olarak ele almayacağımız bu konu hakkında daha fazla bilgi için Alain Tourain’in
Toplumların Sonu kitabına başvurulabilir12*.

Bireysel terör diye adlandırdığımız görece son dönemde artan saldırıların yanında, tarihi çok
daha eskilere dayanan örgütsel terör faaliyetlerinin de ortadan kaldırılmasını başarabilmiş
değiliz. Hatta bu faaliyetlerin dünyanın önde gelen birçok hükümetince desteklendiğine dair
şüpheler de kamuoyunu sık sık meşgul ediyor. Bu konuyu bu kitapta uzun uzadıya ele almak
yerine, geçmişten farklı olarak artık tüm dünyanın terör tehdidi altında olduğunu
vurgulamakla yetineceğiz. Bundan 20-30 yıl öncesine kadar terör faaliyetleri Ortadoğu başta
olmak üzere dünyanın belirli bölgelerine özgü tehditler olarak görülebilirdi. Birçok ülke
vatandaşı kendini tehdit altında hissetmeksizin yaşamını sürdürürken terör hayatlarında ara
ara rastladıkları haberlerden ibaretti. 11 Eylül ile başlayan ve Paris, Londra, İstanbul, Nice,

27
Boston gibi birçok şehri de hedef alan saldırılar ise bu durumu değiştirdi. Artık hemen hemen
tüm toplumlar için terör en önemli sorunların başında geliyor.

Bu bölümde, dünyamıza ve insanlığa biraz uzaktan bakıp geleceğimiz adına önemli olabilecek
problemlere odaklandık. Hemen hepimizin bir şekilde haberdar olduğu, ancak çok da
gözümüze batmayan sorunları inceledik. Geleceğimiz ya da çocuklarımızın geleceği adına
çoğumuzu endişeye sevk etmeyen, göz ardı ettiğimiz bu sorunları aslında tüm toplum olarak
daha ciddiye almamız gerektiğini göstermeye çalıştık. Bunu yaparken de mümkün olduğunca
rasyonel verileri aktarıp haddini aşan yorumlar ya da güvenilir bilimsel araştırmalara
dayanmayan tahminlerden uzak durduk.

Bir sonraki bölümde içinde bulunduğumuz duruma gelmemizin sebeplerini irdeleyeceğiz.


Belki binlerce yıl boyunca oluşmayıp, son birkaç yüzyılda neredeyse bazıları neslimizi tehdit
edecek boyuta gelen sorunların altında yatan dinamikleri belirleyeceğiz. Bu sayede
geleceğimiz adına atılması gereken adımları rasyonel ve tutarlı olarak ortaya koyabilmeyi
umuyoruz.

28
2. Bölüm

Sorunlarımızın Kaynağı

Ekonomi Nedir?
İnsanlık olarak birçok alanda hızlı adımlarla ileri gidiyor olmakla birlikte, zücaciye
dükkanındaki fil misali çevremize ve kendimize verdiğimiz zararlar geri döndürmesi zor bir
boyuta ulaşmış durumda. İlk bölümde açıklamaya çalıştığımız bu problemlerin hemen
hepsinin temelinde aşırı tüketime dayalı davranış biçimimiz olduğu tespitini rahatlıkla
yapabiliriz. Sistemin tasarımı gereği her gün büyütmeye çalıştığımız bu üretim-tüketim
sarmalını iyi anlayıp, çözümlerimizi de bu temel üzerine oturtmamız geleceğimiz adına tek
çıkar yol olarak görünüyor.

İşe üretim ve tüketim faaliyetleriyle yakından ilgilenen ekonomi bilimini ele almakla
başlayabiliriz. En temel anlamıyla ekonomi bilimi, insanın sınırsız ihtiyaçlarını sınırlı doğal
kaynakları kullanarak karşılama ve herkes için en üst düzeyde fayda sağlama problemi ile
ilgilenmektedir. Bu tanım yanlış olmamakla birlikte biraz fazla genel ve günümüz dünyasına
hitap etmekten uzak değerlendirilebilir. Daha derinlemesine ve elle tutulur bir tanım için
ekonomist Mahfi Eğilmez’in yazdığı köşe yazısını alıntılamakta fayda var1*.

“Ekonomi deyimi eski Yunanca’da hane halkı anlamına gelen oikos sözcüğü ile yönetim
anlamına gelen nomos sözcüklerinin birleştirilmesi ile oluşturulmuş bir sözcük olsa da
zamanla anlamı oldukça genişlemiştir. Ekonomi biliminin konusunun ve kapsamının ne
olduğu sorusuna pek çok farklı yanıt verilmiştir şimdiye kadar. Bu soruya verilecek yanıt
kişinin ekonomi bilimine hangi ideoloji açısından baktığının da yanıtıdır aslında.

Ekonomi biliminin en yaygın tanımı Alfred Marshall’ın neoklasik tüketim çıkışlı tanımından
yola çıkan Lionel Robbins’in yaptığı tanımlamadır: Ekonomi bilimi; kıt kaynakların alternatif
kullanım olanaklarını inceleyen bir bilimdir.

Bu tanım ekonomi bilimini tüketim ya da harcamalar açısından ele alan bir tanımdır. Oysa
ekonomi bilimi yalnızca tüketimle (ya da daha geniş çerçevede harcamalarla) değil aynı
zamanda üretimle ve o üretimin tüketimle köprüsünü kuran paylaşım (bölüşüm) sorunlarıyla
da ilgilidir.

Tüketim açısından bakacak olursak ekonomi bilimi Lionel Robbins’in tanımına uygun bir işlev
üstlenir: Çok sayıdaki isteğin eldeki sınırlı imkânlarla karşılanması çabası. İnsan, elindeki
sınırlı imkânlarla çok sayıdaki istekleri arasında seçim yaparken bazı isteklerini karşılamaktan
vazgeçmek zorundadır. Her seçilen isteğin maliyeti aslında vazgeçilen öteki istektir. Örneğin

29
kısıtlı parasıyla sandviçle yetinip sinemaya gitmeyi tercih eden kişi iyi bir yemek yemekten
vazgeçtiği için sandviç ve sinemaya gitmenin alternatif maliyeti iyi bir yemek olmaktadır.

Üretim açısından bakarsak ekonomi bilimi kimin üretim yapacağı, kim için üretim yapılacağı,
ne kadar üretileceği, üretimin kaça mal edileceği ve kaça satılacağı konularıyla ilgilenir.

Paylaşım veya bölüşüm açısından bakacak olursak bu kez ekonominin ilgi alanı üretimden
kimin ne kadar pay alacağı konusuna odaklanır. Üretim faaliyetinde yer alan emekçi,
sermaye sahibi, toprak (ya da doğal kaynakların) sahibi ve girişimcinin üretimden ne kadar
pay alacağı ekonominin temel uğraşı alanı haline gelir.

Buraya kadar açıkladığımız konuları bir şemada gösterelim:

Tüketim Açısından Üretim Açısından Paylaşım/Bölüşüm


Açısından
Sınırsız isteklerin sınırlı Kim tarafından Üretimden kim ne kadar
imkanlarla karşılanması pay alacak?
Her seçiş bir vazgeçiştir Kim için Ücret (emeğin karşılığı)
Alternatif maliyet Ne kadar Kar (girişim gücünün
kavramı karşılığı)
Kaça Faiz (sermayenin
karşılığı)
Rant (doğal kaynakların
karşılığı)

Kapitalist sistem, tüketim üzerine odaklanmış bir sistem olduğu için ekonomi bilimini de hep
tüketimle ilgili bir çerçevede ele alıp tanımı ona göre yapmaktadır. İsteklerin sonsuzluğu bir
yana çok sayıda olup olmadığı bile bugün tartışmalı hale gelmiştir. Kapitalizmin yarattığı
tüketimin en üstün değer olduğu algısı aslında ihtiyaç olmayan birçok şeyi istenir hale
getirmiştir. Bunların gerçekten ihtiyaç olup olmadığı bir yana ekonomi en az tüketim ya da
harcamalar kadar önemli olan üretim ve paylaşım ilişkilerini de çerçevesi içine alan bir
tanıma ihtiyaç duymaktadır. Tüketim, ekonomik faaliyetin itici gücü olsa da insanın üretime
geçmesinden sonra üretim ilişkileri ve sanayi devriminden sonra da paylaşım meselesi
tüketim kadar önem kazanmış, öne çıkmıştır.

Bu çerçevede ekonomi bilimini şöyle tanımlamak sanırım en doğru yaklaşım olur: Ekonomi
bilimi, istekleri karşılamaya yönelik mal ve hizmetlerin üretimi, bu üretimin katkıda
bulunanlar arasında paylaşılması ve eldeki sınırlı imkânlarla çeşitli istekler arasından tercih
edilenlerin karşılanması çabalarını inceleyen ve bu ilişkilerin doğru kurulabilmesi için
çözümler öneren bilim dalıdır.”

30
Birinci bölümde bahsettiğimiz hemen hemen tüm sorunlarla ekonomi bilimini ilişkilendiren
bu tanım içinde yaşadığımız sistemi anlamak adına büyük önem arz ediyor. Gerek tüketimi
üretimden bağımsız olarak ele almaması gerekse bölüşüm gibi kritik bir konuya temas etmesi
çözüm önerilerimizi oluştururken bize rehberlik edecek nitelikte.

Ekonomik Sistemlerin Gelişimi


Tanımında net olarak ifade edildiği üzere üretim ve tüketimin olduğu, yani ilk insanlardan bu
yana tüm zamanlardaki ekonomik faaliyetler ekonomi biliminin ilgi alanına girer. Günümüzde
birkaç istisna dışındaki tüm ülkelerde bu faaliyetlerin tamamını ifade eden sistemi kapitalizm
olarak tanımlıyoruz. Şu anda 30 yaşın altında olan insanların çok büyük çoğunluğu
kapitalizmin kucağına doğdu ve başka bir ekonomik sistemde yaşamadı. 30 yaş üstü kesimin
ise görece küçük bir bölümü komünist bir ekonomik sistemde doğmuş olsa da çoktan
kapitalizme ayak uydurmuş durumda. Bugün hemen hemen tüm dünyada hüküm sürse de,
bu sistem insanlık tarihi açısından bakacak olursak görece yeni aslında. Kapitalizmin
gelişimine kadar uzun bir zaman boyunca farklı ekonomik sistemler, farklı zaman
dilimlerinde, farklı coğrafyalarda hüküm sürmüş. Karanlık çağda insanların hayatlarını avcılık
ve toplayıcılık ile sürdürdüğü ve bu dönemde ekonomik aktivitenin oldukça az olduğu
varsayılıyor. Üretim ağırlıklı olarak avlanma için geliştirilen aletlerden ibaretken, ticaret de
elde edilen yiyeceklerin değiş tokuşuyla sınırlı bu dönemde.

Çok uzun bir süre boyunca yaşam bu şartlarda devam ettikten sonra Neolitik çağ olarak
adlandırılan dönemde yerleşik hayata geçiş ile tarım ve hayvancılığın başlaması adeta bir
sıçrama yaratıyor. Artık insan sadece tüketici olmaktan çıkıp üretici rolünü de oynamaya
başlıyor. Devrim niteliğindeki bu gelişmeler ile daha fazla iş birliği, işlerde uzmanlaşma ve iş
bölümü ortaya çıkıyor. Üretimdeki artış ve farklı bölgelerde farklı hayvan ve bitkilerin
evcilleştirilmesi ticaretin de yolunu açıyor. Tekerleğin icadı ve yazının bulunuşu da yine
ekonomik aktivitelerin bir sonucu olarak gelişime katkıda bulunuyor. İşbirliğinin küçük
gruplardan kabilelere ve köylere yayılması ilk devletlerin temelini oluşturuyor. Kamu hizmeti,
vergi, para gibi çok temel kavramlar bu gelişmeleri takiben hayatımıza giriyor.

Bir sonraki aşamada feodalite dünyanın büyük bölümüne yavaş yavaş yayılıyor. Bu dönemde
nadasa bırakma, rotasyonlu ekim gibi tarım teknolojilerindeki gelişmelerin üretimi arttırmaya
devam etmesi, ticaretin de artmasını, piyasa ekonomisinin doğuşunu ve paranın
yaygınlaşmasını destekliyor. Feodalitede ortaya çıkan en önemli durumlardan birisi ise
işgücünün nitelik değiştirmeye başlaması. Toprak köylüsü olarak nitelendirebileceğimiz
serflerin yerini paralı işçilerin almaya başlaması, ekonomik sistemde günümüze kadar gelen
yeni bir sınıfın, işçi sınıfının, ortaya çıkışını simgeliyor. Ticaretin artan rolü ile birlikte ortaya
çıkan borç alış verişi önce tefecilerin, sonra da yine günümüze kadar etkinliklerini arttırarak
devam ettiren bankaların kurulmasını tetikliyor. Bu dönemde ekonomik sistemdeki yerini
almaya başlayan finansal piyasalar, ilerleyen süreçte her geçen gün gelişerek günümüzdeki
tüm sistemi domine eden yapısına bürünecek. Son olarak, ilk fuar organizasyonlarının bu
dönemde yapılması da ticaretin artan rolünün bir göstergesi olarak kabul edilebilir.

31
Orta çağda artan bilgi ve sermaye birikiminin de etkisiyle başlayan coğrafi keşifler birçok
açıdan insanlık tarihinin dönüm noktalarından biridir. Soykırıma uğrayan yerel halklar
pahasına Amerika’dan Avrupa’ya taşınan yüklü miktardaki değerli maden ticaret kapitalizmi
de denen merkantilizmin ortaya çıkışını başlattı. Milyonlarca insanın özgürlüğünü elinden
alan köle ticareti üretim artışına yeni bir boyut getirdi. Büyük oranda kraliyet destekli
tüccarlarca yürütülen bu faaliyetler, devletin rolünün azalmasına, bugünküne benzer
yapıdaki ilk borsaların kurulmasına ve liberalizm kavramının ortaya çıkışına yol açtı.
Kolonilerin kurulmasıyla birlikte gelişen bir diğer kavram ise her dönem tartışmalara konu
olan emperyalizm oldu.

Merkantilizmi bugün de hala yaygın olarak hüküm süren kapitalizme dönüştüren ise buhar
gücünün kullanıma girmesiyle başlayan sanayii devrimiydi. Bu süreci destekleyen diğer
değişiklikler ise, artan nüfus ve sermaye birikimi, modern bankaların güçlenmesi ve
yayılması, merkez bankalarının etkinliklerini arttırmaları, kağıt para kullanımının
yaygınlaşması ve üretime sermayedar ve emekçi olarak katılan esnafın sanayici olması olarak
sıralanabilir. Bugün Sanayii 1.0 olarak nitelendirilen bu dönemi elektriğin üretimde
kullanılması ile başlayan Sanayii 2.0, 1970’lerden itibaren otomasyonun etkinleşmesiyle
başlayan Sanayii 3.0 izledi. Yine bu dönemde dünyanın birçok ülkesinde mal hareketlerine ek
olarak sermaye hareketlerinin de serbestleşmesiyle küreselleşme kavramı hayatımıza girdi ve
kapitalizm temel özellikleri itibariyle modern formuna ulaştı. Şu anda ise tümüyle
dijitalleşmeyi hedefleyen Sanayii 4.0’ın ayak sesleri güçlü olarak duyulmakta.

Tabii kapitalizm bugüne dünyanın tek seçeneği olarak gelmedi. 1917 yılında Rusya’da
başlayan Bolşevik devrimi ile sosyalizmi uygulayan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin
kurulması ve Doğu Avrupa ülkeleri başta olmak üzere bu sistemi benimseyen ülkelerin de
katılımıyla kapitalizmin karşısında sosyalist bir blok oluştu. Bu yeni ekonomik sistemin en
önemli özellikleri olarak üretim araçlarında özel mülkiyetin kaldırılmasını ve piyasa
ekonomisinin yerini kimin, kim için, hangi ürünü, ne kadar üreteceğine karar veren merkezi
planlama sisteminin almasını sıralayabiliriz. Bu sistem yapı itibariyle Marx’ın ideolog olarak
tasavvur ettiği sisteme oldukça benzese de filizlendiği toplum, ortaya çıkış koşulları ve
uygulama açısından önemli farklar da içeriyordu. Tek bir örnek vermek gerekirse Marx
sosyalizmin sanayileşmesini tamamlamış İngiltere gibi bir ülkede bilinçli bir işçi sınıfı
tarafından hayata geçirilmesini bekliyordu. Rusya gibi bir tarım toplumunda tepeden inme
bir şekilde değil.

İki kutuplu bir dünyanın hüküm sürdüğü bu dönemin ilk 30 yılında sosyalist ülkeler kapitalist
ülkelerden daha hızlı büyüme oranları yakalasalar da takip eden dönemde durum tam tersine
döndü. 1990’lı yıllarda artık birçok açıdan sürdürülemez hale gelen sistem ömrünü
tamamladı. Bu süreçte birkaç istisna dışında Çin dahil tüm sosyalist ve komünist ülkeler
piyasa ekonomisi sistemine geçti ve iki kutuplu dünya tek kutuplu ve büyük oranda
küreselleşmiş ekonomik yapısına büründü. Kuzey Kore gibi birkaç istisna ülke ise sosyalist-
komünist diyebileceğimiz dünyaya kapalı ekonomik sistemlerini halen sürdürmeye çalışıyor.

32
Ancak neredeyse hiçbir anlamda bir başarı hikayesi sunma, vatandaşlarına insani bir hayat
yaşatma imkanı bulamayan bu ülkeler de Bolşevik devrimi ile başlayan sosyalizm
uygulamasının kapitalist sistem karşısındaki mağlubiyetini perçinliyor.

Kapitalizm
Bu bölümde şu ana kadar ekonomiyi tanımladık ve tarihin başlangıcından bugüne kadar
ekonomik sistemlerin gelişim sürecinden kısaca bahsettik. Şimdi de ilk bölümde
bahsettiğimiz sorunların ortaya çıkış zamanlaması ile kapitalizmin ortaya çıkışı ve gelişimi
arasında görülen paralellik nedeniyle bu ekonomik sistemi detaylı olarak inceleyeceğiz. Bu
sayede dünyanın sürdürülemez hale gelen sorunları ile kapitalizm arasındaki bağı
netleştirmeyi, dolayısı ile de çözüm yolları konusunda bir miktar mesafe kaydetmeyi
hedefliyoruz.

Bugün içinde bulunduğumuz ekonomik sistemin ilk mihenk taşı olarak sanayii devrimini
alabiliriz. Sanayii devrimi ile üretim önce buhar gücü, sonra da elektrik enerjisinin kullanımı
ile önceki dönemlerle karşılaştırılamayacak bir hızda arttı. Birçok atölyenin yerini fabrikalar
aldı. Artan üretimle birlikte o güne kadar her dönem kıtlık yaşanan temel ihtiyaç ürünlerine
halkın erişimi kolaylaştı. Zenginlerin kullanımına özgü ürünlerin sıradan vatandaşların
erişimine de açılması mümkün oldu. Bu sayede sanayii devriminin meyvelerinden faydalanan
toplumların hayat kalitesinin ve refahının çok ciddi ölçüde arttığını söylemek yanlış olmaz.

Ancak bu yeni durum kendi içinde ciddi bir problem de taşıyordu. Tüketimin bir süre sonra
üretimin hızına yetişememesi problemi. Daha doğru bir ifade ile, ihtiyaçların büyük oranda
karşılanması sonrası bu denli hızlı bir üretime de gerek kalmamış olmasının yarattığı sorunlar.
Bu durumu bir örnekle açıklayabiliriz. Dokuma tezgahlarının giderek makineleşmesi ve bunun
sonucunda halı maliyetlerinin düşmesi tüm orta sınıfı potansiyel bir alıcı haline getirir ve halı
pazarında önemli bir açık oluşturur. Bu pazarın ihtiyaçlarını karşılamak üzere üretim
kapasitesi yeni atölyeler, fabrikalar kurularak arttırılır. Bir süre sonra çoğunluğun halı sahibi
olması ile pazar sadece yenileme ihtiyaçlarına cevap verebilecek boyuta küçülür. Bu da
üreticilerin sıkıntıya düşmesine neden olur.

Bu durum hem sermayedarlar, yani fabrika sahipleri, hem de devletler için çok ciddi bir
problemdi. Zira sadece kar etmek amacıyla kurulan fabrikaların boş durması sermayedar için
zarar, güçleri bu fabrikaların vergilerine bağlı devletlerin de zayıflaması demekti. Tabii ki bu
durum hemen ortaya çıkmadı. Ancak üretim ile tüketim hızı arasındaki farkın giderek arttığı
20. yüzyılda sıkıntılar arttı. Nitekim 1. Dünya Savaşı sonrası izlenen politikalar sonucunda ABD
başta olmak üzere birçok ülkede alım gücünün düşmesi talebi zayıflattı ve 1929 Büyük
Buhranının da sebeplerinden birini oluşturdu.

Kapitalizmin tüketime yüklediği önemi, ekonominin gücünü ölçen göstergelerin tanımından


da anlayabiliriz. 1930’lu yıllardan beri en önemli göstergelerden sayılan Gayri Safi Yurt İçi
Hasıla (GSYH) bir ülkenin ulusal sınırları içinde üretilen tüm nihai mal ve hizmetlerin parasal
değeri anlamına gelmektedir. Bu tanım örneğin toplumun ne kadarının halı sahibi olduğu ile

33
ilgilenmez. Ne kadar halının üretildiği, satılmayan bir malın üretimi yapılmayacağı için de
doğal olarak ne kadarının tüketildiği ile ilgilenir. Tüm toplumun halı ihtiyacının karşılanmış
olması GSYH rakamları açısından felaketi ifade edecekken, kimsenin halısının olmaması ancak
alım güçlerinin ve isteklerinin olması büyüyen bir ekonomiyi, yani önemli bir başarıyı ifade
edecektir. Yine benzer şekilde tüm toplumun ev ihtiyacının karşılanmış olması inşaat sektörü
açısından olumsuz bir tablo, evi olmayan ve talep oluşturan vatandaşların yoğun olması ise
olumlu bir tablo oluşturacaktır. Bu da demek oluyor ki, ekonomiyi ölçme metodumuz dahi,
toplumun refahından çok üretim ve tüketimin yüksekliğini ön plana alan bir şekilde
kurgulanmıştır. Şunu da belirtmemiz gerekli ki GSYH ölçüm metodu bahsettiğimiz nedenlerle
bugün birçok ülkede anlamını bir ölçüde yitirmiş olsa da oluşturulduğu dönemde henüz
tüketim talebi doygunluğa ulaşmamış olduğundan anlamlı sonuçlar verebiliyordu. GSYH’nin
anlamlı sonuçlar verdiği ikinci durum ise henüz temel ihtiyaçlarını karşılamada başarılı
olamamış düşük gelirli toplumlarda yapılan ölçümlerdir. Yani GSYH’nin belirli bir eşiğin
altında olduğu sürece artışının toplum refahına olumlu, azalışının ise olumsuz yönde yüksek
bir korelasyonla etki etmesi beklenir. Toplum gelişmişlik düzeyini arttırıp GSYH’si eşiği
geçtikten sonra yaşanan artışların refaha etkisi ise giderek düşer. Bir başka deyişle marjinal
faydası azalır.

Kapitalizmin giderek ihtiyaçları karşılama hedefinden uzaklaşarak tüketimi ön plana alması


gerektiğini ilk elden ifade edenlerden biri de ABD başkanına hizmet vermek üzere 1946
yılında kurulan Ekonomik Danışmanlar Konseyi başkanı Raymond J. Saulnier olmuştu. 1959
yılında yaptığı bir konuşmada “Bir ekonominin nihai hedefi daha fazla tüketim ürünü
üretmektir.” diyerek sistemin çarpıklığını ortaya koymuştur. Kapitalizmin yaklaşımının yanlış
olduğunu iddia edenlerden biri de Taş Çağı Ekonomisi kitabının yazarı antropolog Marshall
Sahlin’dir. Sahlin kaynakların kıt olduğu görüşüne karşı çıkar ve problemin kapitalizmin
insanın ihtiyaçlarını olduğundan fazla göstermek üzerine kurulu olması olduğunu söyler. Çok
sık karşımıza çıkan, her arz talebini yaratır, mantığı da bu sözleri doğrular nitelikte olup
ekonomik sistemimizin ihtiyaç temelli olmaktan uzaklaşıp tükettim temelli olmaya dönüştüğü
tezimizle paralellik gösterir.

Şunu itiraf etmeliyiz ki kapitalizm bugüne kadar tüketimi arttırma konusunda son derece
başarılı oldu. Ara ara tökezlemesine rağmen girdiği krizlerden çıkmayı başardı. Daha da
önemlisi, dünyanın büyük çoğunluğuna hedef olarak daha çok alışveriş yapmayı, daha fazla
kazanıp harcamayı, yani maddeci diyebileceğimiz bir hayatı benimsetmiş durumda. Bu
başarının temelinde yatanları görebilmek için sistemin içsel dinamiklerini ve çalışma
mekanizmasını çok iyi anlamak durumundayız. Bu kitapta tabii ki çok ayrıntılı bir iktisadi
inceleme yapmayacağız ve de matematiksel formüllere girmeyeceğiz. Daha ziyade sistemin
kurgusunu, kendi kendini besleyen yapısını çok basit ve anlaşılır bir dille ortaya koymaya
çalışacağız.

34
Kapitalizm Nasıl Çalışır?
Kapitalizm gibi onlarca parametreye sahip, üretimden tüketime hayatın her alanında etkili
son derece karmaşık bir ekonomik sistemin çalışmasını anlaşılır ve akılda kalıcı bir şekilde
tarif etmek aslında oldukça zor bir iş. Bu konuyu hemen herkesin anlayacağı dilden ve ana
mekanizmalardan taviz vermeden en başarılı bir şekilde anlatanlardan biri ABD’li fon
yöneticisi Raymond Dalio’dur. Biz de bu kısımda, Dalio’nun Ekonomi Makinası Nasıl Çalışır?
isimli videosundaki anlatımını temel alarak sistemi kısaca tarif etmeye çalışacağız.

Ekonomiyi en basit şekilde tanımlamak istersek sürekli olarak gerçekleşen alım-satımların


toplamı olarak niteleyebiliriz. Alışverişi ortadan kaldırdığımızda üretim ve tüketim de büyük
ölçüde anlamını yitirir ve ekonomi biliminin incelediği yapının tamamı ortadan kalkar. Bu
bakış açısıyla ekonominin basit ve mekanik bir şekilde çalıştığını rahatlıkla ifade edebiliriz.

Alışveriş para ya da kredi ile yapılabilir. Her türlü mal, hizmet ya da finansal ürünler
alışverişin konusu olabilir. Alışverişte kullanılan tüm para ve kredi miktarını topladığımızda
ekonomiyi sürdüren harcamaları da bulmuş oluruz. Bir alışverişte kullanılan para ve kredi
toplamını ürün ya da hizmetin miktarına bölersek fiyatı bulmuş oluruz. Burada alışverişlerden
kastımız bireylerin, şirketlerin ve hükümetlerin yaptığı tüm harcamalardır. Kişiler ve şirketler
kazançları ve sermayeleri üzerinden harcama yaparken hükümetler topladıkları vergiler
üzerinden harcama yaparlar. Sistemde oyun kurucu gibi davranan merkez bankaları ise para
basma yetkileriyle dolaşımdaki para miktarını, faiz ayarlama yetkileriyle de kredi miktarını
belirlemek gibi çok kritik görevleri üstlenirler.

Kredi bir ekonominin en önemli ve anlaması en zor kısmıdır. Temelde bir borç alan ve
verenin anlaşması üzerine bedelsiz bir şekilde yaratılır. Borç alanın amacı market alışverişi ya
da araba gibi ihtiyaçlarını karşılamak olabileceği gibi iş kurmak ya da yatırım amaçlı
gayrimenkul almak da dahil olmak üzere çok çeşitli olabilir. Borç verenin amacı ise parasını
arttırmaktır. Bunun bir istisnası borç verenin akrabalık bağı gibi duygusal bir nedenle faizsiz
borç vermesi olabilir. Ancak bu tarz alışverişlerin toplam içindeki payı çok küçük olduğundan
rahatlıkla ihmal edilebilir. İşte tam da burada, borç verenin parasını arttırmak istemesi
dediğimiz anda, faiz kavramı devreye giriyor. Faizi parayı kullanmanın maliyeti, bir nevi kirası
olarak nitelendirebiliriz. Faizin yüksek olması borç almak isteyenlerin şevkini kırıp
borçlanmayı azaltıcı yönde etki ederken, düşük olması ise cesaretlenmelerini sağlar.

Borçlanma işlemi ile iki kişi bir araya gelir ve kredi ile borç bir anda yaratılır. Alınan para faizi
ile birlikte ödendiğinde ise yine borç ve kredi birlikte ortadan kalkar ve işlem tamamlanır.
Kredi alınmasının ekonomideki en önemli etkisi harcamaların artmasıdır. Elinde istediği
harcamayı yapabilecek kaynak bulunmayan taraf kredi aldığında doğal olarak sistemdeki
alışveriş artar ve ekonomi canlanır. Birinin harcaması diğerinin geliri olduğundan
harcamaların artması kazançların da eş zamanlı olarak artması demektir. Çok kazanmanın
bankalar ya da kreditörler açısından önemi ise kredibilite kavramında yatar. Kredi verenlerin
kredi arayanlara borç verip vermeyeceği, verecekse bu borcun miktarı onlara duydukları
güvenin bir yansımasıdır. Çok kazanan kişi ya da kurumların oluşturacağı güven daha yüksek
35
olacağından kredibiliteleri de artar. Bunun sonucunda daha çok kredi alma, daha çok
harcama ve başkalarının da daha çok kazanması sarmalı doğar. Pozitif geri bildirim ile kendi
kendini güçlendiren bu model ekonomik büyümeyi de doğal olarak beraberinde getirir.
Ancak bu elbette sonsuza dek sürdürülebilir bir durum değildir. Çünkü alınan borcun bir de
geri ödemesi olacaktır. Borç alınan dönemlerde artan harcamalar borç ödenen dönemlerde
düşer. Bu işleyiş ile ekonomide büyük ve küçük döngüler olarak adlandırılan borç döngüleri
ortaya çıkar. Küçük döngü 5-8 yıl gibi bir zaman diliminde oluşurken büyük döngü 75 ila 100
yıla yayılan zaman dilimlerinde gözlemlenebilir.

Sistemde kredinin olmadığı durumda harcamayı ve dolayısı ile büyümeyi arttırmanın tek yolu
geliri arttırmaktan geçer. Bu da üretimi arttırmak yani daha çok ve verimli çalışmak demektir.
Bu yapı ile ortaya çıkan üretim artışı düzgün ve döngüsel olmayan bir büyüme sunar. Ancak
kredi işin içine girdiğinde sadece çalışma ve verimliliğe bağlı üretim artışı değil borçla yapılan
harcamalar da büyümeye katkı sunduğundan ekonomik aktivitelerin dönem dönem arttığı ve
azaldığı daha sarsıntılı döngüsel süreçler ortaya çıkar. Para ile kredi arasındaki temel fark da
buradan gelir. Sistemdeki kredilerin toplam paradan kat be kat fazla olması da döngüler
sırasında yaşanan ekonomik krizlerin yıkıcı etkilerini arttıran nedenlerin başındadır.

Kredi tüm yönleriyle kötü de değildir. Aşırı tüketimi özendiren kredileri kötü huylu, verimliliği
arttırıcı kredileri ise görece iyi huylu olarak nitelendirebiliriz. Örneğin traktör almak ya da
gübreli üretime geçmek için kredi alan bir çiftçinin elde edeceği üretim artışı kredi borcunu
zorlanmaksızın ödemesini sağlayabilir. Ancak TV almak gibi tüketim harcamalarına giden ya
da üretim verimliliğini arttırma sonucuna yol açmayan tipte, iş kurma ve yatırım amaçlılar da
dahil olmak üzere, kullanılan kredilerin sistemdeki dengesizliği arttırdığını söyleyebiliriz.

Ekonominin işleyişine dönersek, kredinin ekonomiyi canlandırıcı etkisini kısa bir örnekle daha
iyi ifade edebiliriz. Örneğin bankaların bireylere kazançlarının onda biri kadar kredi açtığını
varsayalım. 100 Lira kazanan biri 10 Liralık kredi kartı limitini de kullandığında 110 Liralık
harcama yapabilir. Bu harcama birilerinin kazancı demek olduğundan 110 Lira kazanan kişi de
11 liralık kredi limitine ve dolayısı ile 121 liralık harcama imkanına kavuşur. Görüldüğü üzere
kredi sayesinde harcamalar ve kazançlar doğrudan olumlu yönde etkilenmiştir. Ancak tabii ki
bu sürekli olarak devam edemez. Her çıkışın bir inişi vardır. Bu inişin temel nedeni
harcamalar artarken üretimin o hızda artmamasından kaynaklanan fiyat artışları yani
enflasyondur. Merkez Bankaları enflasyonu sevmez ve faiz oranlarını arttırır. Bu sayede
ekonomideki aşırı ısınmanın önüne geçmeyi ve enflasyonu kontrol altında tutmayı
hedeflerler. Faiz oranlarının yükselmesi borç almaya istekli kişilerin ve harcamaların
azalmasına yol açar. Aynı zamanda borçluların da ödemeleri artar ve harcayacak az paraları
kalır. Ekonomi yavaşlar, gelirler ve enflasyon düşer. Resesyon sinyalleri gelmeye başladığında
da Merkez Bankası faizleri düşürerek tekrar kredileri ve büyümeyi canlandırıcı yönde adımlar
atmaya başlar. İşte bu döngü kısa borç döngüsü olarak adlandırılmaktadır.

Kısa borç döngüsünde büyümenin hızlandığı ve yavaşladığı, borcun arttığı ve azaldığı


dönemler birbirini izlese de toplam borç uzun vadede artmaya devam eder. Yani borcun

36
arttığı dönemlerin gücü azaldığı dönemlerin gücünden fazladır. Bunun nedenlerinden biri de
insanın doğası gereği borç ödemekten çok harcamaya yatkın olmasıdır. Borçların uzun
vadede artmaya devam etmesi de Uzun Vade Borç Döngüsünü oluşturur. Artan gelirler ve
harcamalar fiyatları yukarı doğru iter. Borsalar coşar, gayrimenkuller görülmedik fiyatlara
ulaşabilir. İnsanlar bu süreçte kendisini zengin hisseder. Ancak bu hareketler üretim
verimliliğindeki artıştan ziyade büyük oranda borç ile olduğundan balon dediğimiz durum
oluşur. Balonları hak edilmemiş zenginlik diye de yorumlayabiliriz.

Devam eden süreçte bir noktada borçları ödemekte zorluklar baş gösterir. Harcamalar borç
geri ödemeleri nedeniyle düşmeye başlar. Kredi talebi azalır, fiyatlar önce durgunluğa girer
peşinden de düşmeye başlar. Ekonomik krizlerin en temel nedenlerinden biri işte Uzun Vade
Borç Döngüsü’nün bu ekonomik yavaşlama bölümüdür. ABD’de yaşanan 1929 Büyük
Buhranında da, ABD’de gayrimenkul balonunun patlamasıyla başlayan ve tüm dünyayı
etkileyen 2008 krizinde de, Japonya’yı etkileyen 1989 krizinde de bu temel dinamikleri
görmek mümkündür. Bu süreçte borsalar düşer, sosyal olaylar çıkabilir, kreditörler düşen
kredibilite nedeniyle borç vermekte nazlanmaya başlar, insanlar da kendilerini fakir
hissederek moral çöküntü içine girmeye başlarlar. Bu durumda Merkez Bankalarının faizi
düşürmesi de işe yaramaz, çünkü zaten daha önceden 0’a kadar düşürmüşler, hatta negatif
faize geçmişlerdir. Borç verenler sonunda borçlarının tamamını tahsil edemeyeceklerinin
farkına varmaya başlar. Parti bitmiştir. Borç alanlar da borçları tarafından felce uğratılmış
olduklarını hissederler ve yeni borç almak dahi istemezler. Bu süreçte uygulanabilecek 4
adım vardır.

Birinci adımda insanlar, hükümetler, kuruluşlar kemer sıkar ve borçlarını azaltmaya çalışır.
Ancak bu çözüm için yeterli olmaz. Çünkü kemer sıkma nedeniyle gelirler de düşer ve faiz
nedeniyle borçların düşüş hızı gelirlerin düşüş hızından daha yavaştır. Borçların
ödenememesi birçok firmanın iflasını tetikler hatta bankaların batma şüphesi doğar. İnsanlar
varlıklarının düşündükleri kadar para etmediğinin farkına varır. Bu ekonomik durum
depresyon olarak adlandırılır. İkinci adım olarak hasarı hafifletmek adına borç verenler
yeniden yapılandırmaya sıcak bakmaya başlar. Borçların bir bölümü silinebilir, faizleri
düşürülebilir ya da vadeleri uzatılabilir. Bu adımda borçlar ve varlıklar azalır, deflasyon sürer.
Ekonomi hala yavaştır ve güven düşüktür. Yavaşlayan ekonomi nedeniyle vergiler düşer,
işsizlik maaşı gibi sosyal yardımlar artar ve kaçınılmaz olarak bütçe açıkları hızla yükselir.
Üçüncü adımda hükümetler zengin üzerindeki vergi yükünü arttırarak fakirlere servet
transferi yapmaya çalışır. Bu adım zaten yüksek olan toplum içindeki gerilimi daha da arttırıcı
etki yaratıp sosyal olayları ve hükümetler arası sorunları tetikleyebilir.

Geçmişte bu duruma en dramatik örneklerden biri olarak Birinci Dünya Savaşı sonrası
Almanya’nın yaşadıklarını verebiliriz. Savaş tazminatları dolayısıyla yüksek miktarda
borçlandırılan Almanya krize girmiş ve sosyal patlama Hitler’i başa getirmiş, İkinci Dünya
Savaşı’nın fitilini ateşlemiştir. Olayların bu şekilde gelişeceğinin daha barış görüşmeleri
sürerken ünlü ekonomist Keynes tarafından öngörülmüş olması da gelişen olayların

37
kapitalizmin bahsettiğimiz döngüsel temelleri açısından bakıldığında gayet tahmin edilebilir
olduğunu gözler önüne serer.

Uzun vade borç döngüsüne kaldığımız yerden devam edersek, insanlar borç altında ezildikleri
bu dönemde aslında para zannettiklerinin kredi olduğunu fark eder. Krediler de borç
yapılandırmaları ve kredibilite düşüşleri nedeniyle yavaşladığından piyasada para bulmak
zorlaşır. İşte bu noktada devreye dördüncü adımı atmak üzere Merkez Bankaları girer ve para
basarak devlet bonoları başta olmak üzere finansal varlıkları satın alır. Tarihte baktığımızda
her büyük krizde ABD Merkez Bankası FED, Avrupa Merkez Bankası ECB, Japonya Merkez
Bankası BOJ başta olmak üzere merkez bankaları bu yöntemi kullanmıştır. Örneğin 2008
krizinde FED piyasadaki para miktarının 3 katı para basarak emisyon hacmini 4 katına
çıkarmıştır. Bu adım ile finansal ürünlerin fiyatı yükseldiği için ürün sahiplerinin kredibiliteleri
artar. Hükümetler hem ihtiyaç sahiplerine daha çok yardım yapabilir hale gelir hem de
yatırım harcamaları ile ekonomiyi destekleme imkanı bulur. Gelirler arttıkça yükselen
kredibilite ile kredilerde ve harcamalarda canlanma başlar, tüketim artar ve ekonomide
çarklar tekrar hızlanma yoluna girer. Bu adımların uyumlu ve doğru zamanlama ile
uygulanması resesyonun az acılı bir şekilde sonlanmasını ve döngünün tekrar yükselme
evresine geçmesini sağlayabilir. Ancak çoğu durumda kontrol edilmesi güç birçok etken
dolayısı ile bunu gerçekleştirmek mümkün olmaz ve herkesi etkileyen kriz durumları yaşanır.
İşte artan borçlarla başlayıp uzun büyüme dönemlerini izleyen durgunluk ve küçülme
dönemlerinin yaşandığı 100 yıla yakın sürelerde oluşabilen bu durum da Uzun Vade Borç
Döngüsü olarak adlandırılıyor. Konuyu daha iyi anlamak ve derinlemesine incelemek
isteyenler Ray Dalio’nun Ekonomi Makinası Nasıl Çalışır? isimli videosundan faydalanabilirler.

Şu ana kadar kapitalist ekonominin işleyişini çok kaba hatlarla özetledik. Ancak bu resme
baktığımızda bile, aşırı tüketimi arttıran yapısından tutun, insanları ödenemeyecek borçlarla,
işsizlikle, yoksullukla baş başa bırakmasına kadar, ilk bölümde bahsettiğimiz sorunların
kökeninde yer aldığını görmek çok zor değil. Bu durumun temel nedenini de üretim
verimliliğindeki artışa bağlı olarak, bir başka deyişle doğal yollarla yaşanacak ekonomik
büyümenin yerini, kredinin devreye girmesiyle bir anlamda hormonlu büyümenin alması ve
ekonomik sistemi dalgalı hale getirmesi olarak ifade edebiliriz.

Bu noktada bir parantez açıp kredi yaratma işine de kısaca değinmek istiyoruz. Bir kişinin
diğer bir kişiye borç verdiği durumda el değiştiren para kadar kredi açılmış demektir. Bu işlem
bankalar üzerinden yapıldığında ise durum farklılaşır. Bankalar ülkeden ülkeye değişmekle

38
beraber tabi oldukları regülasyonlar gereği kendilerine yatırılan mevduatlardan bir miktar
karşılık ayırıp geri kalanını kredi verebilirler. Örneğin A kişisinin yatırdığı 100 TL mevduatın 10
TL’si ayrılıp 90 TL’si kredi olarak B kişisine tahsis edilir. Bireyler arası borç alışverişinden
farklılaşma da bu noktada başlar. B kişisi eğer aldığı krediyi nakit olarak çekip sistem dışına
çıkarmaz da hesabında bekletir, borcunu ödemek ya da bir ürün satın almak için C kişisinin
aynı bankadaki hesabına havale ederse banka kendi bünyesinde kalan bu 90 TL’lik kredi için
bu sefer 9 TL karşılık ayırıp 81 TL tekrar kredi verme hakkına sahip olur. Bu işlemin çok kez
tekrarlanmasına hiçbir mevzuat engel değildir. Zorunlu karşılık oranının %10 olduğu bir
sistemde banka A kişisinin yatırdığı 100 TL mevduata karşılık 900 TL’ye kadar teorik olarak
kredi yaratabilir. Zorunlu karşılık oranının düşmesi yaratılabilecek kredi miktarını arttırırken,
oranın artması kredi miktarını düşürür.

Görüldüğü gibi sistemdeki kredi miktarı paradan kat be kat fazla olabilmekte ve yarattığı
bolluk algısı ile aşırı tüketimi, hormonlu büyümeyi ve en nihayetinde krizleri tetiklemektedir.
Az miktarda mevduata karşılık çok miktarda dağıtılan krediler bankalara güvenin azaldığı
anlarda mevduat sahiplerinin paralarını çekmek istemesiyle beraber bankaları iflaslara karşı
daha da kırılgan yapmaktadır. Kredi yaratma konusundaki parantezimizi kapatıp merkez
bankaları ile devam ediyoruz.

Merkez Bankaları Mercek Altında


Günümüzde ekonomi adına kritik işlevleri olan merkez bankalarının tarihi sanayii devrimi
kadar eskidir. İlk merkez bankası Hollandalı bir iş adamı tarafından İsveç’te kurulan
Riksbank’tır. Bugün anladığımız anlamda çalışan ilk merkez bankası ise yine bir işadamı
tarafından 1694’te Londra’da kurulan ve bir grup finansal elit tarafından yönetilen İngiltere
Merkez Bankası, yani Bank of England’dır (BOE).

Merkez bankaları genel olarak hükümetin bir kurumu gibi algılansa da aslında hükümete
karşılıksız para basmaz. Herhangi bir kreditör gibi devlet bonolarını satın alarak faizli borç
verir. Diğer kredi verenlerden tek farkı para basma yetkisine sahip olduğundan piyasada para
bulunamadığı kriz dönemlerinde bile borç verebilme kabiliyetine sahip olmalarıdır. Para
basmak diye adlandırsak da aslında bu paraların %95’ten fazlası gibi çok büyük bölümü de
sadece elektronik ortamda olup kağıt halinde elden ele dolaşan cinsten değildir. Merkez
bankalarının ortaya çıkışı ile iyice belirginleşen finansal devrim, artan para arzı sayesinde
ileride sanayii devriminin de en önemli katalizörü olacaktır.

Ülkenin merkez bankası tarafından basılan paralar yine aynı ülkenin hükümetine bile faizle
borç verildiğinden sistemdeki paranın büyük kısmı borçtan oluşmaktadır. Eski Fed yöneticisi
Marriner Eccies 1941 yılında “Herkes borcunu ödese ortada para kalmazdı.” sözleriyle bu
durumu ifade etmiştir. Faizden dolayı da bu borcun ödenmesi mümkün değildir. Bu durumda
sık sık para basılır ve enflasyon oluşur. Ödenmesi mümkün olmayan bu borçlar ve faizleri
dolayısıyla iflaslar ve fakirleşme sistemin doğal bir parçasıdır. Hatta daha doğru bir ifade ile
günümüzde para bize bir anlamda özgürlük sağladığından karşılıksız para basılması faizi ve
yaratacağı enflasyon dolayısı ile bizim cebimize el atılması ve özgürlüğümüzün çalınması
39
demektir. Aynen geçmişte kölelerin başına geldiği gibi... Bu durum tabii ki sistemin sahipleri
tarafından gayet iyi bilinir ve muhafaza edilmek üzere gerekli tedbirler alınır. ABD’nin en ünlü
sanayicilerinden Henry Ford sistemin vatandaşlar aleyhine işleyen yapısını “Ulusumuzun
bankacılık ve parasal sistemimizi anlamaması yeterince iyi. Eğer anlasalardı yarın sabaha
kalmadan devrim olacağına inanırdım.” diyerek açıkça ortaya koymuştur.

Hormonlu büyüme ve takip eden düzeltme süreçlerinde herkesin aynı anda zenginleşmesi
mümkün değildir. Daha ziyade borç verenler zenginleşirken borç alanlar fakirleşir. Sistemin
içindeyken bu fotoğrafı görmek zor olsa da yukarıdan bakıldığında durum adeta bir sandalye
kapmaca oyunu gibidir. Toplumun büyük bir kısmı ömrünü gösterilen havucun peşinde
durmadan çalışarak geçirdiği halde borç içinde yüzmeye devam eder. Faiz ödeyerek borç
verenlerin ekmeğine yağ sürer. Kriz anlarında da faturayı ödemesi istenen yine kendisidir.
İşsizlik, yoksulluk kaçınılmazdır. Bir anlamda modern kölelik diyebileceğimiz bu sistemde
çoğunluk bankalar için çalışır. Hatta banka hesabı, kredi kartı olmayan, banka şubesinden
içeri adımını atmayanlar bile bu sistemin içindedir. Çünkü satın aldığımız ürünleri üreten
fabrikalar, evleri inşa eden şirketler, hatta yiyeceklerimizi yetiştiren çiftçiler bu faaliyetlerini
özsermayelerinin yanında kredi de kullanarak sürdürürler ve katlandıkları faiz maliyeti çok
doğal olarak ürünlerinin satış fiyatı üzerinden alıcılara yüklenir.

Merkez bankalarının yapıları itibariyle toplumun yararına mı yoksa zararına mı olduğu çok
uzun zamandır bir tartışma konusudur. 1835 yılında ABD başkanı Andrew Jackson’ın, verdiği
borçlar üzerinden hükümeti kontrol etme isteğini belirterek ABD Merkez Bankasını
kapatması bunun en çarpıcı örneğidir. Başkan yaptığı bir konuşmada “Merkez Bankasının
varlığı ABD halkının aldatılması demektir.” diyerek kararını savunmuştur. ABD Merkez
Bankası FED’in 1913 yılında tekrar kurulması kanunu da bankerler tarafından yazılmış ve
Noel’den 2 gün önce birçok milletvekili tatildeyken Kongre’den geçirilerek başkan Woodrow
Wilson tarafından imzalanmıştır. Ancak Başkan Wilson ilerleyen tarihte pişmanlık içinde
yaptığı konuşmada, ortaya çıkan sistemde ülkenin büyümesi de dahil olmak üzere ekonomik
aktivitelerin birkaç kişi tarafından kontrol edildiğini ve bu adamların da daha çok kendi
yatırımlarının başarısı ile ilgilendiğini, bu durumun da ekonomik bağımsızlığa zarar verdiğini
ve bir anlamda özgürlüklerin rafa kalktığı bir devlet haline geldiklerini ifade etmiştir. Aynı
sorunu Kongre üresi Louis McFadden’de “Burada bir dünya bankası sistemi kuruluyor,
uluslararası bankerler tarafından kontrol edilen bir merkez bankası. Beraber hareket edip
kendi ihtirasları için dünyayı köleleştiriyorlar. Devlet, Federal Banka tarafından gasp ediliyor.”
sözleriyle dile getirmiştir. Ne tesadüftür ki McFadden 2 suikast girişimini atlattıktan sonra
zehirlenerek ölmüştür. O dönemde halka pompalanan ekonomik krizlerin artık geride kaldığı
propagandasının geçersizliği de çok geçmeden 1929 Büyük Buhranıyla açıkça ortaya çıkmıştır.
Aksine krediyi tüm ekonominin merkezine alan bu yapı krizlerin de temelini atmaktadır. 1921
yılında Kongre üyesi Linderberg de “Federal Rezerv Kanunu ile krizler bilimsel olarak
yaratılmaktadır. Şu anki kriz bunların ilkidir ve matematiksel bir denklemden ibarettir.”
diyerek bu durumu özetlemiştir. Linderberg’in sözünü ettiği 1920-1921 yıllarındaki krize
FED’in 1914-1919 yıllarında yüklü miktarda para basarak arzı iki katına çıkarması ve 1920

40
yılında ise kredi olarak verdiği bu paraları geri çağırması sonucu oluşan panik neden
olmuştur. Halkın paralarını çekmek istemesi birçok küçük bankayı batırmış ya da el
değiştirmesine sebep olmuş, bu sayede finansal sistem çok büyük oranda uluslararası
bankerlerin eline geçmiştir.

Merkez Bankalarının karşılıksız para basması parasal genişleme olarak adlandırılır ve başlı
başına halkın fakirleştirilmesi demektir. Dünyadaki varlıklar üretim verimliliğiyle birlikte yavaş
yavaş arttığından bu hızın üzerinde bir para basılması fiyatları arttırarak gizli bir vergi gibi
halkın cebindeki paranın erimesine sebep olur. Dolaşımdaki para miktarı ile satın alma gücü
ilişkisini gösteren veriler bunu açıkça ortaya koymaktadır. Şekil 1 ve 2’de görüldüğü üzere
artan USD ve Sterlin miktarı satın alma gücünü hızla düşürmekte ve halkın cebindeki parayı
değersizleştirmektedir.

Şekil 1: ABD doları satın alma gücü – Dolaşımdaki ABD doları miktarı

41
Şekil 2: İngiliz Sterlini satın alma gücü – Dolaşımdaki İngiliz Sterlini miktarı

Para arzındaki artış ile fiyatların yükselmesi insanları ihtiyaçları olmasa dahi gelecekte her
şeyin daha pahalı olacağı endişesiyle tüketime yönlendirir. Parasal genişlemelerin en temel
amacı da budur zaten, enflasyonla beraber talep yaratmak. Bu durum aynı zamanda halkın
tasarruflarını değerini yitirmemesi için bankada tutmasını alışkanlık haline getirmesine,
dolayısı ile sistemde her daim kredi verilebilmesi için daha çok kaynak bulunmasına yol açar.
Sık sık dile getirilen paranızı, altınınızı yastık altında tutmayın, ekonomiye kazandırın
söyleminin ve bankaların yaptığı kampanyaların altında yatan da budur. Yani ekonomiyi
olağan hızının üzerinde büyütebilmek. Çünkü parti bitene kadar, yani uzun yıllar boyunca
hesap ödenmeyecektir.

Bugün dünya üzerinde basılan tüm paralar sadece itibari değere sahiptir. Yani basan devletin
itibarı ile bir değer kazanır. Devletin yıkıldığı ya da sendelediği durumlarda ise sadece kağıt
parçası haline gelebilir. Geçmişte ise para birçok devlet tarafından altın ya da değerli metaller
karşılığında basılmakta, isteyen teorik olarak kağıt parasını götürüp karşılığını fiziki olarak
talep edebilmekteydi. Ancak Birinci Dünya Savaşı ile birlikte ABD dışındaki tüm ülkeler bu
sisteme son verdi. ABD ise 1971 yılına kadar altın karşılığı para basmayı sürdürse de en
sonunda o da vazgeçti. Bu hamle ile birlikte para bir değer ölçüsü olma işlevini hepten
kaybedip başlı başına alınıp satılan bir meta haline geldi. Küreselleşme de bu süreci
hızlandırıp geri dönülemez bir noktaya getirdi. Paranın meta haline gelmesi bir anlamda
insanlara aradıkları havucu sundu. Daha çok çalışmak, daha çok para kazanmak ve
biriktirmek için gerekirse ahlaki sorumluluklardan vazgeçmek meşru hale geldi. Sanayii
devriminin başlarında David Hume’ün paranın ticaretin çarklarından biri olmadığını iddiası
işte bu süreçte yerini paranın ticaretin en büyük çarkı olduğu ekonomik düzene bıraktı. Bu
sayede insanlar ihtiyaçlarına odaklanmak yerine para kazanmaya odaklanır hale geldiler. Para
olduktan sonra harcayacakları ürünü bulmak zaten sorun değildi ve kapitalizm tüketimi
özendirmekte ustaydı.

42
1970 yılında kullanımdaki toplam paranın reel ticaret maddelerinin 6 katı kadar olduğu
hesaplanıyor. Altın standardının kaldırılması ile hızlanan para basma serüveni ile takip eden
20 yılda ise bu oran 50 kata kadar çıktı. Bu durumun çalışanlar açısından da önemli bir
sonucu oldu. 1970’lere kadar üretim verimliliği ile çalışan maaşları korelasyon
göstermekteydi. Yani üretim arttıkça çalışanlar bu artıştan paylarını alabiliyorlardı. Bu
dönemden sonra ise çalışan maaşlarındaki artış dururken üretim artmaya devam etti.
Çalışanlara aktarılmayan pay ise elbette finans sektörü tarafından paylaşıldı, kreditörlerin
cebine girdi.

Saatli Bomba Türev Ürünler


Kapitalizmin doğası gereği krizlere gebe olmasından bahsetmiştik. İçsel olarak böyle bir
dinamiğe sahip olmasının yanında, kazanma hırsı ile krizler için yeni yeni sebepler bulma,
daha büyük ve yıkıcı ortamlar hazırlama konusunda da başarılıdır aynı zamanda. Bunun en
somut örneğini 2008 krizi üzerinden verebiliriz. ABD’de 1933’te çıkarılan Glass-Steagall
kanunu ile ticari bankacılık ile yatırım bankacılığı keskin çizgilerle birbirinden ayrılmıştı. Bu
kanunun amacı ticari bankaların topladıkları mevduatları yatırım bankaları aracılığı ile riskli
yatırımlarda kullanmalarının önünü kesmekti. Bu sayede mevduat sahiplerinin korunması,
sistemin stresli ortamlarda daha sağlam durması ve sorunların bulaşıcılığının engellenmesi
sağlanıyordu. Ancak bu durum 1996 yılında değişti. Alan Greenspan başkanlığındaki FED
ticari bankacılıkla uğraşan şirketlere %25 oranında yatırım bankacılığı yapma izni verdi. Yani
ticari bankalar topladıkları mevduatların %25’ini riskli yatırımlarda değerlendirebilecekler ya
da yatırım bankaları ile bu orana kadar ortaklık kurabileceklerdi. Bu karar sonrası birçok ticari
banka ve yatırım bankası birleşti. Citigroup dünyanın en büyük finans şirketi haline geldi. Bu
iznin verilmesinde hazinedeki göreviyle önemli rol oynayan Robert Rubin ise karar sonrası
önce Citigroup başkan yardımcısı sonra ise başkanı oldu. Takip eden 10 yılda ise 120 milyon
USD para kazanarak çalışmalarının karşılığını fazlasıyla aldı.

Tüm sektörün birkaç grubun eline geçmesi ve bu şirketlerin birbirine bağımlı olması, sistemi
daha da kırılgan hale getirdi. Takip eden dönemde sistemdeki bol paranın da etkisiyle finans
şirketleri iyice reel ekonomiden kopup türev enstrümanlara yöneldi. Türev ürünler çıkış
noktaları itibariyle aslında sigorta mahiyetindedir. Örneğin bir tüccar 6 ay sonra tahsilatını
yapacağı dövizli bir satışla risk almaktadır. Bu süreçte döviz düşerse eline geçecek para
azalacak ve zarar etme riski doğacaktır. Dövizin yükselmesi durumunda ise ekstra kambiyo
karı yazacaktır. Zarar etme riskini bertaraf etmek ve alacağını bir anlamda sigortalamak için
vadeli işleme ihtiyaç duyar. Döviz alacağına karşı vadeli piyasada döviz satışı yaparak riski
üzerinden atabilir. Bu işlem ile döviz artarsa elde edeceği kambiyo karı ile vadeli piyasadaki
zararını karşılayacak, döviz düşerse de edeceği zararı vadeli piyasadaki karı kompanse
edecektir. Bu haliyle reel piyasaya hizmet eden türev ürünler çok geçmeden reel ticaretten
çok adeta bir bahis sistemine dönüştü ve katılımcılar dövizlerden değerli metallere,
gıdalardan petrole, kısacası fiyatı olan her ürünün fiyat değişimleri üzerinden iddiaya girmeye
başladılar. Örneğin bugün petrol alıp satmaksızın petrol fiyatı üzerinden vadeli işlem
yapmanın, hatta bunu kaldıraçlı olarak yapıp elinizdeki nakdin 100-200 katına kadar işlem

43
yapmanın önünde bir engel bulunmamaktadır. 100 kaldıraç ile işlem yapmak doğru yönde
pozisyon açmışsanız %1’lik bir harekette paranızı ikiye katlamak anlamına gelirken yanlış
yönde işlem açtığınız durumda ise paranızın sıfırlanması demektir. Bu çalışma mantığı türev
ürünleri son derece riskli ve yer yer piyasayı bozucu ürünler haline getirmektedir.

Yakın dönemde ilk kez kullanılan türev ürünlerden biri de Credit Default Swap denen ve
herhangi bir enstrümanı, ev, araba, borç ödeme vb. çok kez sigortalamaya yarayan ürünlerdi.
Buradaki en büyük yenilik aynı evin birden fazla kez sigortalanabilmesi ve yatırımcı ile
sigortacının ev üzerinden bahse girmeleriydi. Burada sigorta şirketi aynı evi çok kişiye
sigortalayıp mümkün olduğunca çok prim almayı hedeflerken sigortalatanlar da evde bir
problem olduğunda sigorta şirketinden tazminat almayı hedeflemektedirler. Tabii sistem bu
kadar basit olarak işlememekte, bankalar bu ürünlerin paketlenip menkulleştirilmesinde ve
satılmasında önemli görevler almaktadır.

Bu dönemde türev ürünlerin denetimsizce yaygınlaşmasına karşı çıkan aklı başında


bürokratlar da vardı. ABD Emtia Vadeli İşlem Komisyonu (CFTC) başkanı Brooksley Born
tehlikeleri ısrarla dillendirdi. Ancak Alan Greenspan, Robert Rubin ve dönemin ABD Hazine
Bakanlığı sekreter yardımcısı Larry Summers tarafından işin peşini bırakması yönünde baskı
gördü, hatta piyasanın istikrarını bozmakla suçlandı. Türev ürünlerde denetim istemeyen bu
grubun taktiği, denetlendiği taktirde piyasanın çökeceği korkusunu yaymaktı. Finans
şirketlerinin oldukça para dökerek yürüttüğü lobi faaliyetleri sonucu denetimsizliği garanti
altına alan hukuki düzenlemeler yasalaştı. Yasanın gerekçesi de bankaların denetimleri kendi
içlerinde en iyi şekilde yapabilecek yeterlilikte ve sorumlulukta olmaları olarak gösterildi. Bu
karar üzerine Brooksley Born da istifa etti ve türev ürünler saatli bomba gibi büyümeye
devam etti.

Glass-Steagall yasasının rafa kaldırılması sonrasında türev ürünlere yapılan yatırım 2007
yılında ABD’de 62 trilyon USD’ye ulaştı. Bu dönemde ABD GSYH’si 13 trilyon USD
düzeyindeydi. Türev ürünlerde alınan pozisyonun ABD’nin 5 yıllık tüm üretiminin değerine
ulaşması ne kadar tehlikeli bir oyun oynandığının en önemli kanıtı aynı zamanda.

Son dönem ekonomiyi sarsan olaylarının başında gelen 2008 krizi için çakılan kıvılcım ise
mortgage piyasasında ev kredilerinin finansallaştırılıp satılması sonucu oluştu. Bu ürüne
gelen büyük talep kötü kredilerin de satılmasına yol açtı. Normal şartlar altında ödenmesinde
ciddi risk görülen ve eşik altı olarak tabir edilen kredilerden oluşturulan ürünlerin satılmasına
imkan yoktu. Ancak bu noktada kapitalizmin işinin ustası derecelendirme kuruluşları devreye
girerek hemen her ürünü yüksek notlarla derecelendirmekte sakınca görmediler. Zira
derecelendirdikleri her ürün için ödeme alıyorlardı ve kendilerinden beklenen notları
vermedikleri takdirde müşterilerinin rakip firmalarla anlaşıp istedikleri notları
alabileceklerinden emindiler. Sistemin bu şekilde tüm oyuncular için kazan kazan şeklinde
kurgulanmış olması balon gibi şişmesinin de itici gücü oldu. Elbette her güzel şeyin olduğu
gibi bu partinin de bir sonu vardı. Artan ev fiyatları, düşen faizler ve emlak komisyoncularının
cazibesine kapılıp yeterli ekonomik şartlara sahip olmadıkları halde ev alanlar koşulların

44
değişmesiyle birlikte kredilerini ödeyememeye başladılar. Ödenemeyen krediler dolayısıyla
hem bu kredilere bağlı türev ürünlerin fiyatı düştü hem de bu kredileri CDS mantığı ile çok
kez sigortalayan AIG gibi firmaların batma riski oluştu. Bankalara çalışan gayrimenkul
değerleme kuruluşlarının zaten ederinden yüksek değerlediği evlerin fiyatları da balon gibi
sönerken kredi verenlerin kredilerini geri almaları imkansız hale geldi. İşte mortgage piyasası
ile başlayan bu kriz, sistemin girift yapısı nedeniyle tüm ekonomiyi vurdu. Batamayacak kadar
büyük diye nitelendirilen Lehman Brothers gibi şirketler battı ve birçoğu da vergi
mükelleflerinin vergileriyle kurtarılıp yaptıkları hataların bedelini ödemeden masadan
kalkmayı başardı.

Krizlerin Bulaşıcılığı
Krizlerin kapitalizmin içsel dinamikleri içinde yer almasının yanında tetiklendiği ülkelerle
sınırlı kalmayıp birçok ülkede sorunlara yol açması da ayrı bir problem. Özellikle iletişim
araçlarının gelişmesi ile birlikte hayatımıza giren küreselleşme kavramı tüm dünyanın gerek
reel gerekse finansal ürünler için tek bir pazara dönüşmesine yol açtı. Serbest ticaretin
önündeki engellerin mümkün mertebe kaldırıldığı, finansal piyasaların tümüyle entegre olup
sürekli açık kaldığı bu yapı kapitalizmin zirvesi olarak adlandırılabilir. Bu dönemde sermaye
hareketlerinin serbestleşmesi ile birlikte insanlar ve tabii kurumlar dünyanın her yanındaki
piyasalara kolayca girip çıkabilir oldu. Sadece söylentilerin bile ülke ekonomilerini etkileyen
iniş çıkışlara yol açmaları mümkün hale geldi. Bunun sonucunda üreticiler iyice geri plana
atılıp finans piyasaları liderliği ele aldı. Bu durumun ekonomileri istikrarsızlaştırmasının
nedenlerinden en önemlisi para piyasalarının çok kısa vadeli kara bakmasıdır. Üretim için bir
ülkeye yapılan yatırımlardan farklı olarak finansal yatırımlar birkaç günde alabilecekleri cüzi
de olsa kazançlar için bir piyasaya girip çıkabilir, bunu yaparken ülkenin ekonomisini sarsmayı
umursamaz, hatta kazanç için bunu bile hedefleyebilir. Bu tarz saldırılara örnek olarak Asya
krizinde yaşananlar verilebilir.

Dr. Yaşar Erdinç’in Para Harekatı kitabında detaylı olarak anlattığı 1997 Asya Krizi’nin Hong
Kong ile ilgili bölümü özellikle dikkat çekicidir. Uzakdoğu’daki hemen her ülkenin krize girip
devalüasyonlar, yüksek enflasyon ve işsizlikle boğuşmak durumunda kaldığı bu dönemde sıkı
kurallara bağlı bankacılık sistemi ve muhafazakar bütçe politikası ile sağlam duran Hong Kong
kendilerine yeni avlar arayan manipülatörlerin hedefi olmuştur2*.

Dünyaca tanınan George Soros’un Quantum ve Julian Robertson’un Tiger fonları Hong Kong
borsasında yüklü miktarda hisseyi açığa satmaya başlaması operasyonun ilk adımını
oluşturmuştur. Açığa satış işlemi yatırımcıların sahibi olmadıkları hisseleri sahiplerinden
kiralayarak satmaları anlamına gelir. Burada amaç açığa satılan hisselerin olası bir düşüşte
ucuza geri alınıp sahiplerine iade edilmek suretiyle para kazanılmasıdır. Hong Kong’da
yaşananlara geri dönersek, fonlar açığa satışlar ile hem borsayı düşürmüş hem de sattıkları
hisselerin karşılığında aldıkları Hong Kong dolarlarını satıp USD talebi yaratarak sistemi
sarsmaya başlamışlardır. Bir yandan da medya güçlerini kullanarak çevre ülkelerde olduğu
gibi Hong Kong’ta da devalüasyon olacağı ve yerel paranın değer kaybedeceği söylentilerini

45
yayarak aldıkları pozisyon doğrultusunda Hong Kong Merkez Bankasını devalüasyona ya da
faizleri arttırmaya zorlamışlardır.

Bu saldırı dünya üzerinde benzer birçok ülkede başarıya ulaşabilecek güçte olmasına karşın
Hong Kong hem elindeki tahmin edilenden yüksek USD rezervleri hem de merkez bankasının
borsadan hisse almak gibi serbest piyasada beklenmeyen ve hoş görülmeyen adımlarıyla bu
saldırıyı az hasarla atlatmayı başarmıştır. Tabi ki bu süreç hiç kolay olmamış, kapitalizmin
güçlü aktörlerini kızdırmışlar ve FED başkanı Alan Greenspan başta olmak üzere birçok
aktörün ateşli demeçlerinin hedefi olmuşlardır. Ancak en nihayetinde hiç olmayan olmuş ve
manipülatörler püskürtülmüştür. ABD’nin eski hazine bakanlarından Roger Altman verdiği bir
demeçte “Asya Krizi, dünya finans piyasalarının, yeni bir ulus ötesi devlet olarak ortaya
çıktığını göstermiştir. Ama bu şirketleri ve yöneticilerini halk seçmedi.” Diyerek durumu son
derece gerçekçi bir şekilde ortaya koymuştur. Bu konuya kitabımızın ileriki bölümlerinde
daha detaylı olarak tekrar değineceğiz.

Kötü niyeti olmasa bile kısa vade kar amacıyla sıcak para adıyla bir ülkeye giren para başka
bir ülkede başlayan kriz, büyüme endişeleri ya da jeopolitik sorunlar gibi nedenlerle her an
ülkeden çıkıp daha güvenli kabul edilen altın ya da ABD tahvili gibi araçlara yönelebilir.
Yüksek miktarda bir çıkışın gelişmekte olan ülkelerde yerel para biriminin değersizleşmesine,
talebin düşmesine, ekonominin daralmasına yol açması sürpriz olmaz. Düşen talepler petrol,
metal gibi emtia piyasalarının da çökmesine yol açabilir. Bu da büyümeyi ekstra baskılayıcı
deflasyonist bir dönem getirebilir. Böyle süreçlerden vergilerin azaltılması, kamu
yatırımlarının arttırılması gibi yöntemlere ek olarak çevre koruma kanunları da dahil olmak
üzere regülasyonların gevşetilmesi gibi hem çevre tahribatı yapan hem de etik dışı
uygulamalarla çıkılmaya çalışılır.

Krizlerin bulaşıcılığının ve kontrol edilmezliğinin yanında bir diğer ortak özellikleri hesabın
çalışanların üzerine yıkılmasıdır. Bu dönemde işsizlik artar, satın alma gücü azalır ve hemen
herkes fakirleşir. 2008 krizinde Başta ABD olmak üzere birçok devlet topladığı vergilerden çok
miktarda nakdi bankacılık sistemine aktardı. Bu adımla zenginlerin hatalarından kaynaklanan
devasa borçlar fakirlerin ve orta sınıfın üstüne yüklenmiş oldu. Yoksulluk sınırının hemen
üzerinde yaşayan milyonlarca insan bu sınırın altına indi. Sağlık, eğitim, güvenlik gibi birçok
alanda yaşam standardında ciddi düşüşler oldu. Aileler en temel ihtiyaçlarından bile kesintiye
gitmek zorunda kaldı.

Şunu rahatlıklar söyleyebiliriz ki içinde bulunduğumuz sistemde finansal piyasaların ve para


hareketlerinin devasa boyutlara ulaşması krizleri bulaşıcı hale getiriyor ve istikrarsızlığı
arttırıyor. Ülke GSYH’sine kıyasla çok küçük hareketlerin bile krizleri tetiklemesi mümkün
olabiliyor. Harold James’in Küreselleşmenin Sonu kitabında belirttiğine göre 1931 Almanya
ve 1971 ABD krizleri bu ülkelerin GSYH’lerinin sırasıyla %3 ve %4’ünden az bir para
hareketiyle tetiklenmiştir. 1997 Asya krizinde ise bu oran %10 düzeyindeydi. Bu düzeyde
analizler resmi tüm açıklığıyla ortaya koymakla beraber sadece borsa hareketlerini bile

46
incelediğimizde dünya piyasalarının ne derece yüksek korelasyonla hareket ettiğini görmemiz
mümkündür3*.

Üretim Artışı Eşitsizliği Azaltır mı?


Dünyanın sorunlarından bahsettiğimiz ilk bölümde eşitsizlik sorununu incelemiştik. Temel
olarak kaynakların bölüşümünde yaşanan adaletsizlikten kaynaklanan eşitsizlik, içinde
yaşadığımız sistemin savunucuları tarafından da kabul edilmektedir. Kapitalizm bu noktada
üretimi tüm imkanları kullanarak mümkün olduğunca arttırmanın pastayı büyüteceğini ve
herkesin payının artacağını savunur. Bu şekilde ilerleyen dönemlerde eşitsizliğin de
azalacağını ve toplumun tüm bireylerinin refaha kavuşacağını iddia eder. Ancak elimizdeki
veriler bu iddiayı teyit eder nitelikte değil. Üretim özellikle sanayi devrimi sonrasında kat be
kat arttığı halde eşitsizlikte düşüş sağlanamadı. Aksine açlık dahi ortadan kaldırılabilmiş değil.

Kapitalistlerin eleştiriler karşısında sığınak olarak kullandıkları istatistiksel veriler de eşitsizlik


bağlamında çok anlamlı değildir. Örneğin, en çok dile getirilen GSYH rakamları ülkede ya da
dünyadaki üretim miktarını söyler. Ancak bu veri, hasılanın nasıl bölüşüldüğüyle ya da
ekonomik büyüme ile bu hasılada yaşanan artışların kimin cebine girdiğiyle ilgilenmez.

Oysa gerçekte önemli olan zenginin ne kadar daha zenginleştiği değil, fakirin ne kadar fakir
olduğudur. Açlık, yoksulluk rakamları bize artan pastadan ekonomik anlamda en alt kesimin
pek de pay alamadığını gösteriyor. Keza asgari ücretle çalışanların oranı ve asgari ücret
seviyeleri de öyle. Örneğin ABD’de uygulanan, enflasyona göre ayarlanmış asgari ücret
miktarı, zirve yaptığı 1968’den bu yana düşüyor. 1968’de 11.27 USD olan saatlik ücret 2018
itibariyle 7.25 USD’ye gerilemiş durumda.

Rakamların bize söylediği, son 50 yılda katlanan üretime karşın asgari ücretlilerin gelirlerinin
3’te 1’ini kaybetmiş olduğu. Pastanın büyümesinden asgari ücretli pay alamadığına göre
eşitsizliğin düşmemiş olması da gayet normal. Büyüme ile eşitsizliğin azalacağı düşüncesinin
aksini gösteren bir diğer veri de küresel gelir artışından zenginlerin fakirlerden çok daha fazla
pay alıyor olmasıdır. Yoksullukla mücadele eden önemli kuruluşlardan OXFAM’ın 2019
raporuna göre 1980-2016 yılları arasındaki küresel gelir artışının her bir dolarının sadece 12
senti en fakir %50 arasından paylaşılmışken, 27 senti en zengin %1’in cebine girmiştir.

Dünyanın tümüne değil de farklı bölgelerine ayrı ayrı baktığımızda da sonuç çok değişmiyor.
Dünya Eşitsizlik Laboratuvarı’nın 2018 yılı Dünya Eşitsizlik Raporuna göre toplumun en zengin
%10’luk bölümü büyümeden Çin’de %43, Avrupa’da %48, Hindistan’da %66, Rusya’da %117,
ABD-Kanada’da ise %67 pay alıyor. En fakir %50 ise Çin’de %13, Avrupa’da %14, Hindistan’da
%11, Rusya’da %-24, ABD-Kanada’da ise %2 pay alıyor. Bu verilere göre Çin ve Avrupa görece
en eşitlikçi bölgeleri oluşturduğu halde yine de sonuçları ciddi bir eşitsizlik ortaya koyuyor.
Diğer uçta yer alan Rusya’da ise büyüme zenginlerin çok daha hızlı zenginleşmesini sağlarken
fakirler var olan gelirlerini dahi koruyamıyor.

47
Dolayısı ile elimizdeki verilere göre sadece büyümenin açlığı, adaletsizliği çözeceği iddiası bir
kandırmacadan ya da boş bir inançtan kaynaklanıyor gibi görünüyor. Aksine hormonlu
büyüme olarak ifade ettiğimiz yaklaşım eşitsizlik başta olmak üzere insani ve çevresel
sorunların kalbinde yer alıyor. Eşitsizlik arttıkça daha çok insan umutsuzluğa düşüyor. Bir
tarafta faizli borç alanlar diğer tarafta faizli borç verenler olduğu sürece de bu eşitsizliğin
azalması teorik olarak bile mümkün değil. Borç verebilecek durumda olanlar alacakları faizle
durumlarını daha da iyileştirirken borç alanlar tam aksine bir de faiz ödemek zorunda kalıyor.
Çok kaba bir hesapla %10 faizle verilen borç 7 yıl sonunda borcu verene iki katına çıkmış
halde geri dönüyor. Borcu alan ise aynı şekilde 7 yıl sonra aldığı borcun iki katını ödemek
zorunda kalıyor.

Üretim artışı ancak bu eşitsizliğin bir süre daha sürdürülebilmesini sağlar. Sömürülenlerin
daha uzun süre açlıktan korunmasına, isyan etmemesine katkıda bulunur. Daha da kötüsü bu
cendere insanları ister istemez çıkarcı yapıyor. Kendi geliri uğruna diğer insanlarla
savaşmasını zorunlu hale getiriyor. İnsanların birbirine güveni kalmadığı gibi dostlukları da
zarar görüyor.

Bugün hizmet aldığımız birçok alanda karşımızdaki kişiye güvenmekte zorlanıyoruz. Gerçeği
mi söylediğini yoksa para kazanmak için durumu manipüle mi ettiğine emin olamıyoruz.
Örneğin, satıcının bir ürüne dair övgüsünün ne kadarının doğru ne kadarının abartı olduğunu
anlamamız zor. Bu nedenle sık sık kullanıcı yorumlarına başvurmak, şikayet sitelerinde
gezmek zorunda kalıyoruz. Sağlığımız söz konusu olduğunda özel hastanelerin ameliyat ya da
pahalı tetkikler gerektiren teşhislerine şüpheyle yaklaşmaktan kendimizi alamıyoruz. Ya da
normal doğum yapmak isteyen bir anne adayı, doktorun sezaryenle doğum yapmasının
zorunluluk olduğu görüşüne güvenip güvenemeyeceğini bilemiyor. Bu şüpheleri duymamız
da son derece doğal. Çünkü içinde bulunduğumuz sistemde ahlaklı davranıştan çok para ön
plana çıkmış durumda. Hatta öyle bir rekabet var ki, bazı işkollarında ticari ahlak sahibi
firmaların ayakta kalmaları bile çok zor.

Kapitalizmin eşitlik ve adalete hizmet etmesinin önündeki yapısal engellerin dışında, bu


sistemin en has savunucularının eşitsizliğin düşmesinden yana olup olmadıkları da ayrı bir
tartışma konusu. Yine OXFAM’ın 2019 raporuna göre dünya nüfusunun yarısının günlük 5.5
USD’den az bir parayla yaşadığı bir ortamda ultra zenginlerin sadece gelişmekte olan
ülkelerdeki vergi kaçakçılığı 170 Milyar USD gelir kaybına neden oluyor. Vergi kaçırarak
kazandıkları milyarlara yenilerini eklemenin, pasta büyüdükçe eşitsizlik, yoksulluk ortadan
kalkacak iddiasıyla tutarlı olmadığı, aksine söylem ile eylemin birbirine taban tabana zıt
olduğu çok açık. Hemen herkesin bildiği “En iyi muhasebeci az vergi ödetendir” sözü de vergi
kaçırmanın sistemle ne kadar özdeşleşmiş olduğu gerçeğini gözler önüne sermesi bakımından
anlamlıdır. Dünya genelinde eşitsizlik ve yoksullukla mücadele eden sivil toplum örgütü
ActionAid’in 2011 yılında yayınladığı rapora göre Londra Borsası FTSE 100 endeksinde yer
alan 100 şirketten 98’inin kurumlar vergisini düşürmek için vergi cennetlerini kullandığı tespit
edilmiş. Bu şirketler arasında, Starbucks, Amazon, Google, HSBC, Vodafone, Lloyds gibi en

48
önde gelen firmalar yer alıyor. Şunu kabul etmeliyiz ki ekonomik sistemimizi domine eden
küresel şirketlerin tamamı yasalardaki boşlukları kendi çıkarlarına göre değerlendirmede
uzmanlaşmış durumda. O derece ki vergi kaçıranları boykot etsek neredeyse aç kalacağımız
bir ekonomik düzende yaşamak zorundayız.

Dünyadaki USD milyarderi sayılarının 2008 krizinden beri istisnasız her sene artıyor olması,
bu kişilerin her gün toplam servetlerine 2.5 Milyar USD ekliyor olmaları da eşitsizliğin
düşmesinden yana oldukları söylemini havada bırakıyor. İşin bir başka yönü de çoğunluğun
hizmet ve ürünlere rahatlıkla erişiminin sisteme hizmet etmeyeceği gerçeğidir. Yani parasal
bir sistemde bolluk aslında istenmez. Bolluk fiyatlar üstünde baskı yaratıp kar marjlarını
düşürür. Oysa asıl amaç olan kar maksimizasyonu kıtlık ile sağlanır ve bu algı pompalanır.

Yine sistemin temel özelliklerinden olarak kabul edebileceğimiz az işçi ile çok iş yapma
hedefi, tazminat vermemek için istifaya zorlama, mobbing, kayıt dışı çalıştırma, çocuk işçiliği,
iş sağlığı güvenliği ihlalleri gibi yaklaşımları da eşitliği sağlamayı bırakın, insanca çalışmaya
dahi saygı duyulmadığının bir göstergesi olarak sayabiliriz. Bu veriler ışığında büyümenin
arttırılmasına odaklanmanın eşitsizliği de azaltacağı düşüncesinin gerçeklerle bağdaşmadığını
rahatlıkla ifade edebiliriz.

Kapitalizmin Ahlak Dışı Yaklaşımlarına Örnekler

Siyasete Müdahaleler

Günümüzde kapitalizmin en önemli aktörlerini küresel şirketler oluşturmaktadır. Ancak


zaman içinde bu şirketler ticaret hayatındaki rolleriyle yetinemez duruma gelmiş ve siyasi
aktörlük de yapmaya başlamışlardır. Sorun şu ki bu şirketler gerçek siyasetçilerden ve siyasi
kurumlardan farklı olarak insanları vatandaş olarak değil müşteri olarak görürler.
Politikalarını vatandaşın refahını, mutluluğunu arttırmak yerine kar maksimizasyonu üzerine
kurarlar. Bu bağlamda her şart altında ahlaklı davrandıklarını söylemek güçtür. Ahlak insani
bir erdemdir ve şirketlerden beklenmesi zaten mümkün değildir.

Piyasa üzerindeki her türlü denetime karşı Liberteryan ekolünden gelen, aynı zamanda bu
fikrin kurucularından Ayn Rand’ın öğrencisi olan eski FED Başkanı Alan Greenspan yazdığı bir
makalede bina mevzuatına bile ihtiyaç olmadığını, hiçbir müteahhidin itibarını kaybetme
pahasına çürük evler yapmayacağını savunmaktaydı. Uzun süre yönetiminde bulunduğu
kurumlarda bu anlayışa yakın bir yönetim sergileyen Greenspan, 2008 krizi sonrasında dünya
görüşü ve ideolojisinin yanlış olduğunu kabul etmiştir. Bu konuda yaptığı açıklamada şirket
yönetimlerinin, şirketin ve hissedarların çıkarları ile itibarlarını eşdeğer tutacağına inandığını,
bu nedenle şirketlerin yasadışı işlemlere yönelmelerini beklemediğini söylemiştir. Ancak
sonuç Alan Greenspan’ın beklentisinin tam aksi yönünde gerçekleşmiş, şirketler parasal çıkar
dışında hiçbir şeyi göz önüne almaksızın hareket etmiş, yasadışı işlere girmeyi dahi mübah
görmüşlerdir. Bu da Adam Smith’in uzun zaman önce ortaya attığı kapitalizmin temel
dayanaklarından Görünmez El teorisinin geçerliliğini kaybettiği şeklinde yorumlanabilir.

49
Smith’in bu teorisine göre, bireylerin kendi çıkarlarına göre hareket etmesi tüm toplumun
faydasınadır. Kendi çıkarını koruyan insanların eylemlerinin toplamı da serbest piyasayı
oluşturur ve tüm toplumun çıkarına hizmet eder. Devlet müdahalesi ve düzenlemelerine
karşı olan bu fikir, Greenspan’ın da ifade ettiği üzere küresel şirketlerin yasa tanımazlığı ve
ahlakdışı yaklaşımlara yatkınlığı dolayısı ile bugün sorgulanır durumdadır.

Görünmez El teorisinin işlemediği bir diğer durum ise ortak mülkiyetli alanların kullanımıdır.
Örneğin, herkesin kullanımına açık bir meranın bireysel çıkarlara göre kullanımı hem kısa
sürede vasfını kaybetmesi ve hem de çıkar sahipleri arasında çatışma ihtimalini doğurur. Ya
da bireysel çıkarlar filtreleme sistemleri kullanmaksızın hava ve su kirliliği yaratarak üretim
yapmayı dayatırken toplumsal çıkarlar bunun tam tersinedir. Çünkü yaratılan kirliliğin
maliyeti çok yüksek de olsa yaratanın sırtına yüklenmesi mümkün olmamaktadır. Bu durum
dışsallık olarak da adlandırılır. Bugün Kyoto protokolünün hayata geçirilememiş olmasının
altında yatan temel neden de budur. Anlaşmayı imzalamaya yanaşmayan tüm ülkeler kendi
çıkarlarını tüm insanların yararının önüne koymakta ve dünyanın yaşanabilir bir yer olmaktan
çıkışına hizmet etmektedirler. Birçok çevresel soruna kaynaklık eden ortak mülkiyetli
alanların kullanımı, kapitalizmin temeli görünmez el teorisinin zayıf yanlarından birini
oluşturmaktadır.

Oysa küresel sermaye mümkün olduğunca denetimin olmadığı bir serbest piyasa
savunucusudur. Denetimsiz piyasa ise takdim edildiği üzere kişisel özgürlük değil kurumsal
özgürlük getirir. Maalesef geçmişten beri de kurumsal özgürlük çevreyi kirletmek, baskı
yapmak, hatta çalmak üzere kullanılagelmiştir. Dolayısı ile sermaye aslında devletin piyasa
üzerindeki etkisini zayıflatıp gücü eline almayı ister. Bu da ülkeden ülkeye değişmekle
beraber az ya da çok toplumun yararına bir yapı olan devletin yerine sadece çıkar temelli bir
yapı hedeflemek demektir.

Bugün geldiğimiz noktada en büyük 30 gelir sahibinin çoğunluğunu bireyler değil şirketler
oluşturmaktadır. Dünya üzerinde 40000’den fazla çok uluslu şirket faaliyet göstermekte ve
bu şirketler tüm GSYH’nin dörtte birini üretmektedir. Bu anlamda dünyadaki tüm ülkelerden
daha büyük bir ekonomik güç oluşturdukları söylenebilir.

Küresel şirketlerin giderek daha da güçlenmesi ve hükümetleri yer yer kontrol eder duruma
ulaşmaları bir anlamda kapitalizmin demokrasiyi fethetmesi anlamına da geliyor.
Günümüzde de giderek güçlenen bu yapı vatandaşların gözden düştüğü, tüm insanlığın tek
değeri para olan bir güç tarafından yönetildiği bir geleceğe, daha doğrusu felakete doğru
ilerlemesi demek oluyor. Devletler ile şirketlerin sınırı belli olmayan, her seviyede göze
çarpan karmaşık ilişkilerine en çarpıcı örnek olarak Londra şehrinin 3km 2’lik bölümünü
oluşturan City of London bölgesi verilebilir. Londra borsası ve İngiliz Merkez Bankası’nın da
yer aldığı finans merkezine ev sahipliği yapan bu bölge City of London şirketi tarafından
yönetilir ve Lord ünvanlı belediye başkanı ile kendi polis gücü vardır. İki bin yıllık tarihi ile de
dünyanın en eski demokratik komünü olarak kabul edilmektedir. 1066’da İngiltere’yi
fetheden 1.Wilhelm sadece bu bölgeyi almamış, yöneticileriyle anlaşma yapmayı tercih

50
ederek faaliyetlerine izin vermiştir. Bölgenin siyaset üzerindeki sıra dışı gücünü İngiltere
başbakanlarından Clement Attlee bir konuşmasında “Westminister’daki parlamentodan
başka bir gücün varlığını tekrar tekrar gördük.” diyerek ifade etmiştir. Günümüzde bile bazı
İngiltere yasalarından muaf olan bölge New York’la beraber dünyanın finans merkezi kabul
edilmektedir.

Küresel sermaye siyaset üzerindeki etkisini sadece gizli kapaklı da oluşturmuyor aslında.
Örneğin 1996-2006 yılları arasında ABD finans sektörü, yönetim üzerinde nüfuz sahibi olmak
üzere 55 Milyar USD üzerinde yatırım yapmış. Tamamen yasal olarak yapılan bu yatırımların
%55’i Cumhuriyetçilere %45’i ise Demokratlara gitmiş. İlk bölümde dikkat çektiğimiz açlık,
yoksulluk gibi sorunlar tüm çıplaklığıyla ortada dururken devasa karları cebe indiren ve
giderek reel sektörden uzaklaşan finans sektörünün bu davranışları çok da şaşırtıcı sayılmaz.
Yine sık sık Wall Street’in önde gelen isimlerinin devlette önemli kademelere atanması, ya da
tam tersine Robert Rubin örneğinde gördüğümüz gibi üst düzey devlet yöneticilerinin büyük
şirketlere geçmeleri de sermayenin devletler üzerinde etkisine bir örnek olarak gösterilebilir.

Şirketlerin çıkarlarını en üst düzeye çıkarmak için devletleri kullanması yeni bir olgu olmadığı
gibi sık sık siyasilerin eleştirilerine de hedef olmuştur. Örneğin Franklin Roosevelt 1933’te
şöyle demiştir: “Gerçek şu ki büyük merkezlerdeki finansal elementler, Andrew Jackson
zamanından beri hep hükümetlere sahip olmuştur”. Benzer şekilde Rothschild Bankacılığının
kurucusu M.A. Rothschild “Bana bir ulusun para arzının kontrolünü verirseniz kanunları kimin
yaptığının bir önemi yoktur” diyerek aynı gerçeğe dikkat çekmiştir. Özellikle küreselleşme
sonrası dönemde küresel sermaye, yani az sayıdaki ailenin kontrolündeki uluslararası
şirketler, adeta bir imparatorluk kurdular. Kurumların sahipleri de günümüzün
imparatorlarıdır ve güçlerini korumak için seçimleri fonlayarak manipüle etmek, halkın
çıkarlarını arka plana atmak da dahil olmak üzere her tür girişimi yapmaktan çekinmezler.
Elbette bu şekilde hareket ederken toplum sağlığını da, refahını da, çevrenin korunmasını da
önemsemezler.

Küresel sermayenin siyaset üzerindeki güçlerinin de yardımıyla para için meşru devletlere
müdahalesini anlatan en iyi eserlerden biri John Perkins tarafından kaleme alınan Bir
Ekonomik Tetikçinin İtirafları kitabıdır. Yazar bu kitabında her anlamda ele geçirilmek istenen
ülkelere karşı izlenen ve artık standartlaşmış yol haritasını açıkça ve somut örneklerle ortaya
koyar. Çok kısaca özetlemeye çalışacağımız sistem şöyle işler. Ele geçirilmesi hedeflenen ülke
bu ülkenin yöneticileriyle yakın ilişkiler ve sahte fizibilite raporlarının yardımıyla gereksiz
ölçüde büyük ve doğrudan üretime katkısı olmayan otoyol, köprü gibi altyapı projeleri
yapmaya ikna edilir. Bu projeleri hayata geçirmek için gerekli kaynaklara sahip olmayan
ülkeye yüklü krediler açılarak borçlanması sağlanır. Alınan krediler neredeyse daha ülkeye
girmeden küresel şirketlere aktarılarak projeler hayata geçirilir. Ancak yapılan yatırımlar
üretime katkı sağlayacak, yani gelir getiren cinsten olmadığı için zaten ekonomisi kırılgan
durumdaki ülkelerin bu borçları kolayca ödemesi mümkün olmaz. Bu süreçte ülkeden doğal
kaynaklarını uluslararası şirketlerin işletmesine izin vermesi, eğitim sistemlerini sermayenin

51
istediği doğrultuda düzenlemesi gibi birçok taviz istenir. Buna paralel olarak IMF, dünya
bankası gibi kapitalizmin koruyucu melekleri borçlandırılmış ülkelerin imdadına yetişir ve bir
dizi kural koyar. Ülkelerin çok verimli ve rekabetçi olmadıkları üretimlerden çekilmeleri şart
koşulur. Birçok ürün için “Biz bunu sizden daha ucuza üretiyoruz, bizden alın, siz şu alanlara
çalışın.” tarzı dayatmalar yapılır. Ya da gümrük vergilerinin indirilerek kendi şirketlerinin de
pazara girmesi sağlanır. Yabancı üreticilerle rekabet etme imkanı olmayan çiftçiler ve küçük
üreticilerin önemli bir bölümü havlu atıp büyük şehirlerin kenar mahallelerinin yolunu tutar.
Özelleştirmeler dayatılır ve kritik kurumlar uluslararası şirketlere yok pahasına satılır. Paraları
değersizleştirilir, halka kemer sıktırılır, bir sonraki krize kadar ülke öldürülmez ama
süründürülür.

Doğrudan yapılan ekonomik dayatmaların ötesinde bu kuruluşlar mümkün olduğunca halkın


yaşam tarzına ve geleneklerine de etki ederek dolaylı yoldan da kendilerine fayda sağlamaya
çalışırlar. Kültürlerini tanıtmaya ve sevdirmeye çalışarak onların izinden giden iyi bir tüketim
toplumu oluşturmak sadece kısa ve orta vadede değil, uzun vadede de ilgili ülke halkının
sermaye sahiplerine hizmet etmesinin en etkili yoludur.

Bazı ülkeler ise ya en baştan ya da bu sürecin bir yerinde buyrukları dinlemeyi ısrarla
reddederler. Bu durumda da zorlama ve tehditlerin yerini gerçek müdahaleler alır. Dünyanın
birçok bölgesinde, başta da Güney Amerika ülkelerinde karşılaştığımız darbeler ve suikastlar
temelde bu amaç için düzenlenmiştir. Bunlardan ilk değineceğimiz Ekvador devlet başkanına
yapılan suikasttır. Uzun yıllar ABD destekli diktatöryel iktidarlarla onların çıkarlarına uygun
olarak yönetilen Ekvador’da bu çarka ilk çomak sokan Jaime Roldos Aguilera oldu. Ülkenin
petrol başta olmak üzere yeraltı kaynaklarını kendi mühendislerinin çıkarmasını, kendi
halkının işlemesini ve elde edilen gelirin de yine kendi halkının gelişimi için kullanılmasını
savunan Aguilera aynı zamanda insan hakları vurgusuyla da ön plana çıkıyordu. Aguilera’nın
seçimi kazanması ve vaatlerini bir uygulamaya başlaması ABD’den gelen üstü kapalı tehditleri
de beraberinde getirdi. Ancak tüm uyarılara rağmen geri adım atmayan başkan çok tartışmalı
bir uçak kazasında yaşamını yitirdi. Ne tesadüftür ki kaza yerine ilk ulaşan ABD donanma
kuvvetleriydi ve uçağın motoruna yapılan bir işlemi gören iki tanık ta kısa süre sonra trafik
kazasında hayatını kaybetti. Uçak kazasında yaşamını yitiren bir diğer devlet başkanı ise
Panama Kanalı’nı tekrar ülke egemenliğine sokmayı başaran ve Reagan yönetiminin bu
karardan caymaya zorladığı Omar Torrijos’tur. Özgürlük uğruna savaşan Torrios, John
Perkins’in Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları kitabında yazdığı iddialara göre CIA suikastına
kurban gitmiştir. Günümüzde halen yoğun olarak kullanılan bu yöntemlerden ABD’nin ilk
başkan yardımcısı John Adams “Bir ulusu fethetmenin iki yolu vardır. Birisi kılıçla diğeri
borçla.” diyerek tam iki yüzyıl önce bahsetmiştir.

Kapitalizmin savunucularının sistemin en iyi şekilde uygulanabilmesi için tam denetimsiz


piyasa istedikleri ve regülasyonların kaldırılmasının herkes için iyi olacağı iddialarından
bahsetmiştik. Peki bugünkü regülasyonlar şirketlerin şikayetlerini anlamlı kılabilecek düzeyde
güçlü mü? Bu soruya net bir cevap vermek zor olsa da durumun pek de öyle olmadığı

52
kanaatine birçok örnekten yola çıkarak varabiliriz. Örneğin, 2012 yılında dünyanın en büyük
bankalarından HSBC’ye Meksika uyuşturucu kartellerinin parasını aklama faaliyetlerine
karıştığı gerekçesiyle 1.4 milyar USD ceza kesildi. Bu cezaya rağmen o sene HSBC’nin brüt karı
20 milyar USD’nin üzerindeydi. Bu derece ciddi bir suça karşın bankanın karlılığı %10 bile
etkilenmedi. Bu da cezaların caydırıcılıkta yeterli olmadığının bir göstergesi olarak kabul
edilebilir.

Son olarak aklımızdan çıkarmamamız gereken bir nokta da kapitalizmin olguları manipüle
etmekteki başarısıdır. Bunun için de istatistiği kullanır. Örneğin Columbia Üniversitesi
Ekonomi Profesörlerinden Sala-i Martin’in yazdığı rapor Botswana ve Ruanda‘yı umut
vadeden ülkeler arasında gösterir. Rapora göre ekonomileri hızla gelişmekte ve kişi başına
geliri 1 USD ve 2 USD’nin altında olanların oranı azalmaktadır. Bu veri doğru olmakla beraber
eksiktir. Bu ülkede 15-40 yaş arası insanların %40'ı HIV pozitiftir ve içler acısı bir halde
yaşamaktadır. Nüfusun bu şekilde baskılanmasına ülkenin sahip olduğu elmas madeninin
işletilmesi de eklendiğinde ekonomik göstergelerin iyileşmesi normaldir. Ancak bu iyileşme
toplumun yaşam kalitesinde bir ilerleme anlamına gelmemektedir. Tabii ki bu veriler raporda
yer almaz ve Afrika’da bile çözümün yakın olduğu algısı oluşturulur. Bu tarz manipülasyonlar
ellerinde tuttukları medya gücünün de etkisiyle sık sık halkı ve siyaseti etkilemek amacıyla
yapılmakta ve çıkar sahiplerine hizmet etmeyi amaçlamaktadır. Bize düşen istatistiği göz ardı
etmemek, ama yeri geldiğinde yalanları inandırıcı hale getirmek üzere kullanılabileceğini de
unutmamaktır.

Savaş Taraftarlığı

Siyaset üzerindeki etkilerinden bahsettiğimiz kapitalist güçlerin savaşlara da müdahil olduğu,


kışkırttığı, mümkün olduğunca uzun sürmesi için elinden geleni yaptığı da her daim tartışılan
ve insanların önemli bir bölümü tarafından kabul gören iddialardır. Sermayenin savaştan
nemalanmasının temelinde hem silah sanayisi başta olmak üzere birçok işkolunda siparişlerin
hızla artması hem de bunu takiben hükümetlerin bu harcamaları yapabilmek için borçlanma
ihtiyacı duyması vardır. Amacın para kazanmak olduğu bir sistemde bu motivasyonlar
savaşları desteklemek için fazlasıyla yeterlidir.

Dünya tarihinin en kanlı savaşlarından 1. ve 2. Dünya Savaşları’na ABD’nin dahil olmasının


hükümet dışı güçler tarafından planlandığı ve hükümetlerin de istemeden de olsa buna göz
yummak zorunda kaldığı iddiaları halen tartışılmaktadır. Bu iddialara göre ABD’nin 1. Dünya
Savaşına girişine sebep olan Almanların ABD gemisini batırma hadisesi de 2. Dünya Savaşına
girişine sebep olan Japonların Pearl Harbour baskını da ABD tarafından bilinmekteydi. Ancak
önlem alınmayarak savaş karşıtı kamuoyunun etkilenmesi amaçlanmıştı. Kamuoyu gerçekten
de bu saldırılar ile birlikte savaş karşıtlığını rafa kaldırmıştır. Bu savaşlardan kimin karlı çıkığını
incelersek karşımıza yine büyük sermayedarlar çıkar. Örneğin Rockefeller’in 1. Dünya Savaşı
sırasındaki işlerinden bugünün parasıyla 3 milyar USD eden 200 milyon USD kazandığı

53
bilinmektedir. Yine benzer şekilde Vietnam savaşına sebep olan destroyer vurma olayının da
düzmece olduğu iddiaları uzun süre basında yazılıp çizilmiştir.

Taliban’a karşı sürdürülen Afganistan savaşının da ABD’nin ekonomik çıkarları için başlatıldığı
bir diğer korkunç tezdir. ABD’li akademisyen ve politika analisti Dr. Kevin Barrett’in dile
getirdiği iddialara göre savaşın asıl nedeni Taliban’ın eroin imalatını yasaklaması ve bunu katı
bir şekilde uygulayarak üretimi sıfıra kadar indirmesidir. Bu durumun ABD’ye maliyetinin çok
yüksek olması ve savaşla birlikte tekrar başlayan üretimin ABD kontrolündeki sektöre 1.5
Trilyon USD gibi devasa bir katkı sağlaması tezi güçlendiren olgular olarak sunulmaktadır.

Bu tip iddiaların doğruluğunu kesin olarak saptamak mümkün olmasa da şu bir gerçek ki silah
sanayii bugün en çok para dönen sektörlerin başında geliyor. Bunun doğal bir sonucu olarak
çoğu zaman taraf dahi gözetmeksizin savaşan tüm gruplara silah temin eden baronlar
savaştan çok ciddi çıkar sağlarlar. Bu da savaşları kışkırtmaları, uzaması için ellerinden geleni
yapmaları için fazlasıyla yeterlidir. Hem savaşa çanak tutmak hem de savaşın getirdiği
ölümler, acılar ve her türlü kayba karşı kayıtsız kalmak da kapitalizmin bir başka çirkin yüzü
olarak nitelendirilebilir. Savaşlar gibi terörizmin arkasındaki temel güç de çoğu zaman
ekonomiktir. Silah sanayisi terör örgütlerini el altından desteklerken terörle mücadele eden
devletlere yüklü satışlar yaparak yine maddi çıkar uğruna insanlara zarar vermekten
çekinmezler. Bu motivasyonun maddi boyutlarına baktığımızda devletlerin 2018 yılı savunma
harcamalarının 1.7 trilyon USD gibi tasavvur etmesi bile zor boyutlara ulaştığını görürüz. Bu
rakamlara terör örgütlerinin yaptığı harcamalar da eklendiğinde savaş ve terör faaliyetlerinin
insan hayatını umursamayan gruplar için nasıl bir cazibe yarattığı daha net anlaşılabilir.

Sermayenin savaş taraftarlığını en üst düzeyde dillendirme cesaretini gösteren 1936 yılında
yaptığı konuşma ile Franklin Roosevelt olmuştur. Barışın düşmanı olarak doğrudan sermayeyi
gösteren Roosevelt’in konuşmasının ilgili bölümü şöyledir:

“Barışın sabık düşmanlarıyla mücadele etmek zorundaydık. Bunlar iş dünyasındaki ve finansal


alandaki tekeller, spekülasyon, pervasız bankacılık, sınıf uzlaşmazlıkları, bölgecilik, savaş
vurgunculuğudur.

Bunlar ABD hükümetini yalnızca kendi işlerinin bir eklentisi olarak görmeye başlamışlardı.
Örgütlü para tarafından yönetilen hükümetin, organize bir suç örgütü tarafından yönetilen
bir hükümet kadar tehlikeli olduğunu artık biliyoruz.

Bu güçler tarihimizin hiçbir döneminde tek bir adaya karşı asla bugünkü kadar birleşmediler.
Benden hepsi aynı ölçüde nefret ediyor. Nefretlerini memnuniyetle kabul ediyorum.”

Sermaye sahiplerinin Roosevelt’ten bu derece nefret etmesinin önemli sebeplerinden biri de


gelir vergisi oranlarını yükseltip savaşın yarattığı tahribat ve Büyük Buhran’ın olumsuz
etkilerini büyük ölçüde bu gruba yüklemesidir. Roosevelt’in bu basiretli yaklaşımı ilerleyen
dönemde diğer başkanlarca da 1980’lere kadar sürdürülmüş ve ABD’de eşitsizliklerin görece
azaldığı, orta sınıfın güçlenip refaha kavuştuğu uzun bir dönem yaşanmıştır. 1980’ler

54
sonrasında ise Başkan Reagan’la beraber bu politikalar tersine çevrilmiş, gelir vergisi oranları
düşürülmüş ve ABD günümüzdeki eşitsizliklerin uç boyutlara eriştiği yapısına evrilmiştir.

Savaş konusuna geri dönersek bir başka enteresan nokta da dünyanın görece güvenli ve
korunaklı bir bölgesinde yer alan ABD vatandaşlarının kendilerini en çok terör tehdidi altında
hisseden halklardan olmasıdır. GALLUP’un düzenli olarak yaptığı teröre bakış araştırmasının
2017 yılı verilerine göre ABD vatandaşlarının %38’i kalabalık ortamlara girmekten terörist
saldırı korkusuyla uzak duruyor. Bu oran 2006 yılından beri de sürekli artıyor. Benzer
korkularla %48’i denizaşırı seyahat yapmak istemiyor. Oysa ülkede terör saldırılarında
hayatını kaybedenlerin sayısı dünyanın hemen her bölgesine kıyasla oldukça düşük. ABD
hükümetinin savunma bütçesi de vatandaşlarının korkularını haklı çıkarırcasına devasa
boyutta. Dünya üzerinde yapılan silah harcamalarının üçte birinden fazlasını ABD yapıyor. Bu
harcamaların yapılabilmesi için halkın korku içinde olması da şart elbette. Diğer tarafta kalp
rahatsızlıkları ABD’lilerin hayatını kaybetmesinde en önde gelen sebeplerden olduğu halde
hükümetin bu alana ayırdığı bütçe savunma bütçesinin %2’sinden bile daha az. Bu durumun
ortaya çıkmasındaki sebebin yine sermayenin hükümetler üzerindeki etkisi olması çok büyük
bir ihtimal.

İkinci bölümde detaylı olarak incelediğimiz üzere, kapitalizmin temel taşlarından kredi de
hükümetlerin savaşları borç alarak sürdürmesini, hatta kredi alarak savaş başlatıp
ganimetlerle borç ödemelerini sağlayan bir unsur. Buna en çarpıcı örnek Coğrafi Keşifler
döneminde sömürgeci devletlerin piyasadan topladıkları kredilerle Amerika’yı hızla fethedip
sömürgeleştirmeleridir. Bu dönemde özellikle İngiltere ve Hollanda sömürgeci şirketleri bono
ve menkul kıymet satışı gibi finansal enstrümanlarla fonlayıp Amerika’nın fethinde
rakiplerinin önüne geçmeyi başarmıştır. Yine İkinci Dünya Savaş’ında ABD yaptığı
harcamaların önemli bir bölümünü halka uzun vadeli bono satıp karşılamıştır. Kredi
sayesinde devletler ellerinde olmayan silahları kullanma ve kısa vadede ulaşamayacakları
savaş gücüne hızlıca erişim imkanı bulmakta, bunu da gelecekten borç alarak yapmaktalar.
Ronbinson Crusoe’nun yazarı Daniel Defoe bu durumu şu sözlerle ifade etmiştir:

“Savaşı ve barışı kredi yapıyor; ordular topluyor, donanmalar kuruyor, muharebeleri yapıyor,
kentleri kuşatıyor, krediyi para olarak değil de, tek kelimeyle, savaşın kasları diye adlandırsak
daha doğru olur… Kredi askerlerin para almadan savaşmasını, orduların teçhiz edilmeksizin
yürümesini sağlıyor… ve Hazine’yi ve bankaları, talebe bağlı olarak, dilediği kadar milyonlarla
dolduruyor.”

Bu bölümde kapitalizmin savaşlardan beslendiğini tezini işledik. Krediyi de savaşların çok


uzun süreler boyunca sürdürülmesini sağlayan ana motor olarak kapitalizmin etkili
silahlarından biri olarak kabul edebiliriz.

İnsana Yaklaşımı

55
Kitabımızın ilk bölümünde bahsettiğimiz üzere çok geniş kitleler bugün bile açlık ve yetersiz
beslenme sorunu ile karşı karşıya. Her gün binlerce çocuk bu sebeplerle hayatını kaybediyor.
Bu acı durumun sanırım en makul, en az vicdan yaralayan açıklaması dünyamızın bu kadar
insanı beslemekte yetersiz kalıyor olması olurdu. Ancak durum hiç de öyle değil.
Kaynaklarımız şu anda yaşayan tüm nüfusu, hatta daha fazlasını beslemeye yetecek
durumda. Birleşmiş Milletler Yemek ve Tarım Organizasyonunun derlediği verilere göre
dünyada her sene 1.3 Milyar Ton yiyecek israf ediliyor. Bu miktar 2 milyar kişiyi
doyurabilecek bir yemek anlamına geliyor. Bir başka deyişle açlıkla savaşan nüfusun 2.5 katı
kadarını. İsrafın tamamına yakını gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yapılmakta, en çok
israf edilen ürünleri ise ekmek, süt, patates, peynir, elma gibi en temel gıda maddeleri
oluşturmaktadır. Gelişmiş ülkelerin israf ettiği miktar yaklaşık olarak Sahra-Altı Afrika’nın tüm
üretimine eşdeğerdir.

Bu verilere bakarak dünya üzerindeki açlığın temel nedeninin tarım arazisi yetersizliği
olmadığını söyleyebiliriz. Asıl problem tüketime bakışımız ve hem israfı önlemek hem de
açlıkla mücadele için gerekli istek ve motivasyondan yoksun olmamızdır. Bugün tüketmek
birçok alanda bir histeriye dönüşmüş durumda. Açık büfe hizmet veren otel ve restoranlarda
insanların yemelerine imkan olmayacak miktarda yemeği tabaklarına tepeleme doldurmaları
birçoğumuzun dikkatini çekmiştir. Ancak çoğu zaman bunun ancak karnımız doyduktan sonra
farkına varırız. Sadece otel ve restoranlarda da değil evlerimizde dahi benzer bir tablo var.
Gıda tedariğinde hiçbir sorun olmadığı halde ailelerin çoğunluğu tıka basa dolu
buzdolaplarıyla yaşıyor ve bozulan yiyeceklerin tespit edilip atılması bile bir iş yükü
gerektiriyor. Bazı evlerde tek buzdolabı yeterli gelmediğinden, ikinci buzdolabı ya da derin
dondurucu kullanılıyor. Tabii ki bunun sonu yok. İnsan nefsi ve psikolojisi sanki kıtlık
dönemlerinde yaşarmışçasına tüketme, stoklama isteği içerisinde. Ve bu istek beslendikçe
körelmek yerine artma eğilimine giriyor. Şunu da not etmeliyiz ki tüketime karşı bakışımızı
değiştirsek bile gıda israfını sıfıra indirmek mümkün değil. Ancak en azından önleyemediğimiz
kısmın mümkün olduğunca ısı, elektrik, gübre, hayvan yemi gibi ürünlerin üretiminde
kullanımı konusunda çabalamak mümkün. Yiyecek israfının bir başka boyutu da yarattığı
çevre kirliliği. Yetiştirilmesi ve soframıza gelmesi sırasında tüketilen su, oluşan kirlilik,
atmosfere salınan sera gazları yanında çöpe giden ürünler de ayrı bir çevre kirliliğine sebep
oluyor.

Açlık ve yetersiz beslenme sorununun temelinde dünyanın bu nüfusu besleyebilecek


kaynaklara sahip olmaması değil, kapitalizmin bu soruna bakış açısının olduğunun bir başka
göstergesi de son dönemde Amerika ve Avusturalya başta olmak üzere hemen her kıtada
geniş alanlarda gıda üretimine son verilip kanola gibi endüstriyel bitkilerin yetiştirilmesine
geçilmiş olmasıdır. Yarın daha fazla kazanç getirecek olsa en temel gıda maddelerinin dahi
üretimini kısıp farklı ürünlerin yetiştirilmesine geçecek bir ekonomik sisteme sahibiz.
Sorunlarımızın önemli bir kısmının özünde de bu ekonomik sistemin izlerine rastlamamız
elbette çok doğal. Keza savaşlara ya da lüks tüketime harcanan emek, para ve doğal

56
kaynaklar da birçok sorunu çözmek için fazlasıyla yeterli olsa da tercihlerimizi bu yönde
kullanamıyoruz.

Daha önce de bahsettiğimiz gibi kapitalizm yapısı gereği üretim ve tüketime odaklanır, açlıkla
mücadele edenler isyan edip sistemi tehdit etmedikleri sürece kapitalizmin ilgi alanına
girmezler. İşsizliğin belirli bir seviyenin üzerine çıkması ise tüketimi de vuracağından
istenmeyen bir durumdur. Ancak işsizliğin çok artması sistemin kazançlarını tehlikeye
düşürdüğü gibi, tam istihdam sağlanması, yani sıfıra yaklaşması da işgücü maliyetlerini yukarı
iteceğinden yine kapitalizmin ideal koşullarına uygun değildir.

Kapitalizmin tarım ve hayvancılık alanında düştüğü bir başka yanılgı da bu alanda gerekli
tedbirleri almadan ve gereğinden fazla sanayileşmenin topluma yarardan çok zarar getirdiği
gerçeğidir. Tarımdaki sanayileşme hamlesinde genelde küçük tarım topluluklarının
verimsizlikleri bahanesiyle topraklarından uzaklaştırılması ya da kendi topraklarında işçi
statüsüne düşmeleri ilk adımlardan biridir. Sermaye tarafından toplanan tarım arazileri
mümkün olduğunca insan emeğinden uzak bir şekilde değerlendirilip maliyetlerin
düşürülmesi sağlanır. Bu maliyet açısından ilk bakışta olumlu gibi görünse de gerekli
politikalarla desteklenmediği sürece köyden kente göçü arttırıcı yapısıyla gecekondulaşma,
işsizlik, trafik vb. birçok sorunu da beraberinde getirerek topluma yeni maliyetler yükler. Bu
etki özellikle tarım nüfusu yoğun olan az gelişmiş ülkelerde yoğun olarak hissedilir ve uzun
dönemde toplumsal felaketlere davetiye çıkarır. Şunu da vurgulamalıyız ki üretimi arttırmak
tabii ki önemlidir, hatta zaruridir. Ancak bunu yaparken toplumda bir enkaz oluşturmamak
daha önemlidir. Modern tarım yöntemleri uygulanırken çiftçilerin devreden çıkarılmamaları
ya da topraklarında işçi durumunu düşürülmemeleri mümkündür ve önceliğimiz olmalıdır.

Bu noktada küçük bir parantez açarak sadece tarımda değil birçok sektörde çalışanların
benzer sorunlarla karşı karşıya kalabildiklerini vurgulamak istiyoruz. Örneğin Bangladeş’te
bugün 3 milyon işçi tekstil sektöründe çalışmakta. Ancak verimliliği arttırmak ve ürünleri
ucuzlatmak adına önümüzdeki yıllarda bu üretimin de Çin, Pakistan ve Hindistan’a kayması
bekleniyor. Zaten çok düşük maaşlarla zor koşullarda çalışan bu işçilerin hangi sektöre
geçebileceği ya da aç kalıp kalmayacağı kapitalizmin ilgi alanı dışındadır.

Parantezi kapatıp tarımda değişen yöntemlere dönersek, bu süreçte sağlık üzerindeki etkileri
büyük ölçüde göz ardı edilerek yoğun kimyasal kullanımı ve genetik oynamalarla üretimin
arttırılmasının bir diğer adım olduğunu söyleyebiliriz. Birçok sebze meyvenin soframıza
önemli ölçüde tarım ilacı kalıntısıyla geldiği araştırmalarla gösterilmiştir. Mısır ve mısırdan
üretilip şeker tadı vermek üzere kullanılan mısır şurubu başta olmak üzere birçok genetiği
değiştirilmiş ürünün sağlık üzerindeki zararlı etkileri arasında organ hasarları, sindirim ve
bağışıklık sistemlerinde düzensizlik, yaşlanmanın hızlanması, kısırlık gibi birçok rahatsızlık
gösterilmektedir. Bunların yanında GDO’lu ürünlerde yer alan bazı protein ve kimyasalların
sindirilemeyip vücutta biriktiği ve uzun dönemde daha farklı rahatsızlıklara sebep olacağı da
öngörüler arasındadır. İşin daha da vahim tarafı, eskiden üreticiler tohumlarını yerel olarak
elde eder ve kullanırlardı. Bu sayede her yörenin kendine has özelliklere sahip bitkileri

57
yetiştirilirdi. Bugün ise tohumlar büyük ölçüde küresel şirketler tarafından sağlanmakta ve
tüketici tohum firmalarının izin verdiği standartlaşmış ve bir bölümü GDO’lu tohumlara
mahkum olmaktadır. Bugün tohum pazarının %40’tan fazlası 2 şirketin, %60’tan fazlası ise 5
şirketin tekelindedir. Bu rakamlar aynı zamanda tarım ekonomisine geçişimizle beraber
oluşan binlerce yıllık tohum kültürünün de yok olması anlamına gelmektedir. Tarımda
sanayileşmenin getirdiği avantajlar hesaplanırken bu tip maliyetlerin göz önüne alınmaması
doğru stratejilerin de oluşturulmasını engellemektedir.

Hayvancılıkta sanayileşmenin topluma faydadan çok zarar getirdiği bir örnek olarak da Yeni
Zelanda’yı verebiliriz. Sık sık insan nüfusundan çok koyuna sahip ülke olarak medyada
kendine yer bulan Yeni Zelanda’da 1980’li yıllarda 70 milyon civarı koyun vardı ve kişi başına
yaklaşık 22 koyun düşüyordu. İlerleyen süreçte endüstrinin ilgisini çeken sektör giderek
tekelleşmeye başladı. Bugün süt endüstrisinin yarısı tek bir şirketin elinde bulunuyor. Halksa
rekabet etmekte zorlandığından giderek hayvancılıktan uzaklaşıyor. Son yıllarda koyun
sayısının azalarak 25 milyona düşmesinde bunun da payı büyük. Hayvancılık halen Yeni
Zelanda ihracatında önemli bir yer tutsa da geçmişe kıyasla topluma sağladığı refahta önemli
ölçüde düşüş var.

Bu bölümde açıklamaya çalıştığımız üzere dünyada yaşanan açlık ve yetersiz beslenme gibi
en temel sorunlarımız kapitalizmin yaklaşımlarıyla birebir alakalı. Biraz derine indiğimizde
görüyoruz ki asıl sorunumuz fakirleri doyuramamak değil, zenginleri doyuramamak. Birleşmiş
milletlerin rakamlarına göre açlık ve yetersiz beslenme sorununu çözmek için gerekli miktar
yıllık 116 milyar USD civarında. Bu miktar ile herkes dünya bankasının belirlediği açlık sınırı
olan 1.25 USD günlük gelirin üzerine çıkarılabiliyor. Bugün Apple gibi ederi 1 trilyon USD’ye,
yıllık karı da 100 milyar USD’ye yakın birden fazla şirket olduğu düşünülürse sorunları
çözemediğimiz değil çözme iradesine sahip olmadığımız daha net anlaşılabilir.

Açlık sorununa dünya kaynaklarının yetersizliği sebep olmadığı gibi temiz su kaynaklarına
erişim problemi de yine kaynak yetersizliğinden değil kaynakları kullanma
tercihlerimizdendir. Bugün ortalama büyüklükte bir golf sahası yaklaşık olarak haftalık 1000
m3 yani 1000 ton su tüketir. Dünya üzerinde yarısı ABD’de olmak üzere 34000’den fazla golf
sahası işletilmekte olup sadece Güney Kaliforniya’da 600 saha aktif durumda. Bu sahaların
toplam su tüketimi, susuzluk çeken milyonların ihtiyacından kat kat fazla. Bunu söylerken
çözümün çok kolay olduğunu söylemeye de çalışmıyoruz. Elbette suyun uzun mesafeler
taşınarak, ya da İsrail’de olduğu gibi yüksek maliyetlere katlanıp deniz suyu arıtılarak
çözülecek bu sorun ciddi bir efor ve işbirliği gerektiriyor. Ancak şunu unutmayalım ki çözüm
her zaman mümkündür. Teknik sorunlar her zaman aşılabilir. Bugün Las Vegas’ta çölün
ortasında bir vaha yaratılmıştır. Afrika’nın en sıcak çöllerinde bile olsa susuzluk çözülebilir.
Belki biraz maliyetli olur ama odağımıza insanı koyduktan sonra bu maliyet susuzluğun
yanında hiçbir şeydir. Petrol dünyada su kaynaklarından daha az noktada üretilmekte ancak
binlerce kilometrelik boru hatlarıyla, devasa tankerlerle her köşeye ulaştırılmaktadır.
İstenirse susuzluk da pek tabii ki çözülebilir. Ancak maalesef şu anda içinde bulunduğumuz

58
sistemin önceliği zenginlere golf sahası yapmak, her türlü lüks tüketim ürününü üretip
satmak, yani maddi kazanç nerede ise oraya yoğunlaşmaktır. Susuzlukla mücadele ise daha
çok, az sayıdaki iyi niyetli insanın çabalarıyla yapılmakta ve yeterli güce ulaşamamaktadır.

Günümüzde halen bir problem olarak karşımızda duran sorunlardan biri de evsizlerin
yaşadığı sıkıntılardır. Kalacak bir yeri bile olmayan, çoğu sokaklarda yatıp özellikle kış
aylarında donma tehlikesi geçiren, beslenmeden, temizlenmeye tüm ihtiyaçlarını sokaklarda
gidermek durumunda olan bu insanlar toplum için bir utanç vesilesidir. Sadece ABD’deki
toplam evsiz sayısı ise altı yüz binin üzerindedir. Sayının yüksek olması ilk bakışta sorunun
çözümünün de çok zor olacağı düşüncesini akla getirse de aslında gerek ABD ekonomisinin
büyüklüğü gerekse yapılmış ve boş duran ev stoğu çözümün mümkün olduğunu ortaya
koyuyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi Apple firmasının 2018 karı 100 Milyar USD civarında
gerçekleşmiştir. Yani sadece tek bir ABD firmasının evsiz başına yıllık 160000 USD gibi bir kar
elde etmektedir. ABD Nüfus Bürosunun verilerine göre ise ABD’de 18 milyon boş ev var.
Bunların 4 milyonu sezon bazlı yılın bir bölümünde kullanılıyor. 14 milyon adedi ise sürekli
boş. Yani bir başka deyişle evsiz her bir kişi için 22 boş ev bulunmakta. Evlerin bir bölümü de
lüks konusunda sınır tanımıyor elbette. 2019 yılı ocak ayında Los Angeles’ın Beverly Hills
bölgesinde içinde gol sahası, tenis kortu ve birden fazla havuzu olan bir ev 72 Milyon USD
karşılığında satılığa çıkarıldı. Yüz on binden fazla evsizin yaşadığı Kaliforniya eyaletinde tek bir
ailenin kullanımı için inşa edilmiş bu yapı kapitalizmin dünya görüşünü çok güzel
yansıtmaktadır. Kaynaklar bu kadar bol, ABD kapitalizmin en özgürce yaşandığı ülke olduğu
halde sorunun çözümü konusunda ilerleme dahi kaydedilmemesi, yüzlerce insanın her sene
donarak yaşama veda ediyor olması yine bizi sistemin sorunlu olduğunu düşünmeye itiyor.

Benzer sorunlar birçok Avrupa ülkesinde de yaşanmakla beraber İspanya son dönemde en
büyük sıkıntı çeken ülke olarak öne çıkıyor. Turizmini hızlı bir şekilde güçlendirmek isteyen
İspanya’da özellikle 1996-2008 yılları arasında hızlı bir yapılaşma yaşandı. Gayrimenkul
sektörüne kredilerle yapılan yatırımlar ve konut balonu 2008’de borç krizine dönüştü. Ülke
Avrupa Denge Mekanizmasından (ESM) 100 Milyar Euro borç istemek zorunda kaldı. 2011
yılına gelindiğinde ise Ulusal İstatistik Enstitüsü verilerine göre bu evlerin 3.4 milyonu boş
durumdaydı. Kriz sonrası %50’ye yakın oranda düşen ev fiyat fiyatları 2008-2014 yılları
arasında yaşanan derin resesyona eşlik etti. AB’nin tatil merkezi olma ümidi ve yüksek kar
elde etme ümidiyle yapılan bu yatırımlar halen atıl durumda. Gerek inşa süreçlerinde
yarattıkları kirlilik gerekse doğal alanları betonlaştırmış olmaları da cabası. Konu ile ilgili
sorunları çözmek üzere tasarılar geliştiren Pedro Sanchez hükümeti ise halen bu sorunu
çözebilmiş değil.

ABD ve İspanya örneklerinden de görüldüğü gibi kapitalist sistemde evsizlerin temel


ihtiyaçlarını karşılamak, bir oda da olsa kalacakları bir yer sağlamak gibi bir amaç yoktur.
Ufukta bir kar umudu oluştuğunda ise yüksek miktarda sermaye ve yüz binlerce kişiyi çok da
kritik olmayan, hatta topluma zararı bile dokunabilecek amaçlar uğruna kanalize etmek son
derece doğaldır. Ancak çoğu zaman parti uzun sürmez ve iki örnekte de olduğu gibi bir

59
noktada yüksek oranda kredi ile oluşturulan balonlar patlar. Halk da maalesef yıllarca
sürecek ekonomik, çevresel ve toplumsal sorunlarla baş başa kalır.

Kapitalizmin ihtiyaç sahiplerinden çok, zenginlere hizmet ettiğinin bir göstergesi de ultra
zengin insanların abartılı, kibirli, şatafatlı hayatlarını arzulanacak bir durum olarak sunarken,
yokluk içinde yaşayanların bu durumunu tamamen kendi suçlarıymış gibi yansıtıp görmezden
gelmeyi tercihe etmesidir. Bugün özel jetine binip yarattıkları karbon izini önemsemeksizin
keyif yapanlar, vahşi hayvanlara tasma takıp evde besleyenler, onlarca lüks arabayı
garajlarda çürütenler, gardırobuna kürk üstüne kürk stoklayanlar ve niceleri içinde yaşadıkları
kültürlerin başarı timsalleri. Yaptıkları paylaşımlar milyonlarca insan tarafından takip ediliyor,
kullandıkları ürünler hayalleri süslüyor. Bunları yaparken tükettikleri kaynaklar, yarattıkları
kirlilik, diğer canlılara yaşattıkları eziyet ise çoğunluğun aklına bile gelmiyor. Bu noktada şunu
da vurgulamalıyız ki ultra zenginlerin yaşamlarından bahsetme amacımız servet düşmanlığı
yapmak değil, abartılı tüketim ve israfı eleştirmek, sorunlarımızın kaynağında bu tip
davranışların da bulunduğunu anlatabilmek. Unutmayalım ki ihtiyaca yönelik yapılmayan her
tüketim israf demektir. Bu israf da ister bireylerce, ister kurumlarca, isterse devletlerce
yapılsın yarattıkları olumsuzluklar nedeniyle diğer canlıların yaşam koşullarını kötüleştirir.
Dolayısı ile hırsızlıktır, hak yemektir. Bir tarafta hesapsızca harcanan bunca kaynak dururken
sistemin birçok ülkede çalışamayanlara sağlık güvencesi dahi sağlamamasının insani bir yönü
de yoktur.

Kitabımızın ilk bölümünde bahsettiğimiz yalnızlık ve onun bir sonucu olan depresyon
sorunlarında da kapitalizmin etkilerini görmek mümkün. Hemen her alanda özendirilen
rekabet sosyal ilişkilerin kalitesini ister istemez düşürüyor. Bunun yanında kişiyi dünyanın
merkezine koyup bireyselliği yücelten yaklaşımı da durumu kötüleştiriyor. Bu yaklaşımın bir
sonucu olarak boşanma oranlarının artması, gerek aile içi gerekse yakın çevre ile olan
ilişkilerin kötüleşmesi yalnızlığa giden ilk adımı oluşturuyor. Özellikle son dönemde artan
sosyal medya etkileşimleri ise kişinin yalnızlaşma sürecini bile eksiklik hissetmeden, fark
etmeden yaşamasının ortamını oluşturuyor. Gerçek ilişkiler azaldıktan sonra ise sosyal
medya etkileşimleri yalnızlığa sağlıklı bir çözüm oluşturamadığı gibi kişinin kendini fazla
kaptırması çoğunlukla ruh halini daha da kötü etkiliyor.

Daha ilkokuldan başlayan öğrenciler arası rekabet arkadaşlık ilişkilerinin kalitesini, çalışma
hayatında yaşanan rekabet günün büyük kısmının geçirildiği iş ortamındaki ilişkileri, uzun ve
yorucu iş hayatı ise aile içi ilişkileri yıpratarak yalnızlığın önemli sebeplerinden birini
oluşturuyor. Bunun bir sonucu olarak başarı için koşullandırılan bireyler birçok alanda verimli
çalışmalar ortaya koyarken önemli bir bölümü yalnızlık ve takip eden depresyon gibi
sorunlarla karşı karşıya kalabiliyor.

Bireyciliğin tek zararı kişinin kendisine de değil üstelik. Kontrolsüz olarak ilerleyen bu süreçte
bireyler kendilerine empoze edilen sınır yok mesajı ile özgürlüklerini en üst düzeyde
yaşamaya yöneliyorlar. Bunun doğal bir sonucu olarak da ahlaki ve toplumsal kurallar
bireysel çıkarları uğruna önemini kaybediyor. Hatta bazıları daha da ileri gidip bu kuralları

60
çiğnemekten zevk alır hale geliyor ve kuralların çiğnenmesi tek kural haline dönüşüyor.
Francis Fukuyama Büyük Çözülme isimli kitabında “Günümüzün liberal demokrasilerinin aşırı
bireyciliğe yenik düşme eğilimleri muhtemelen onların uzun vadede devam edecek en hassas
noktalarıdır.” diyerek bireyciliğin toplumun kendisi için de en büyük tehdit olduğunu ifade
etmiştir. Fukuyama tarafından “Bir grup üyelerinin paylaştıkları ve bu kişilerin işbirliği
yapmalarına imkan tanıyan gayri resmi değerler ve normlar kümesi” olarak tanımlanan
toplumsal sermaye en büyük darbeyi yine bireycilikten alır.

Kapitalizmin insan psikolojisini hedef alarak oluşturmaya çalıştığı bir algı da kişinin kendini
devamlı olarak tüketim yapmak zorunda hissetmesi. Özellikle medya yoluyla kimi zaman
doğrudan, kimi zamansa alttan alta yapılan reklamcılık faaliyetleriyle insan üzerinde her
koldan bir yoksunluk hissi yaratılıyor. Kişiye hiç ihtiyacı olmayan eşyalar bile olmazsa olmaz
olarak lanse edilip arzulaması, satın alması ve tüketmesi sağlanıyor. Bu süreçte özellikle
sosyal medyanın da giderek artan etkisiyle kişisel rekabet, kıskançlık, ego tatmini duyguları
ön plana çıkarılmaya çalışılıp bireylerin sosyal medya şovenizmine soyunması tüketim adına
önemli adımlardan birini oluşturuyor. Bu noktada kendini bu duygulara kaptıranlar ürünleri
fotoğraflarını paylaşmak üzere satın alıyor, gezileri keyiften çok özçekim paylaşmak için yapar
hale geliyor, yemekler bile bir anda yemek pornosu (foodporn) akımının parçasına
dönüşüyor. Bugün özellikle kadınlar arasında yaygınlaşan estetik furyasının da bu
duygulardan besleniyor olması büyük olasılık.

Cep telefonu ve araba gibi biraz daha pahalı ürünler ise birçok kültürde statü simgesi haline
dönüştü. Tüm ihtiyaçları karşılasa da eski modeller kişinin kendini ezik hissetmesi için yeterli
hale geldi. Sonuçta ürünlerin önemli bir bölümü araç olmaktan çıkıp amaç haline geldi. Tüm
bu yaratılan ihtiyaçları maddi durumu yeterli olmayanların dahi karşılayabilmesi için gerekli
koşullar da kredi vererek kişiyi borçlandırmak suretiyle yerine getiriliyor. Bu sayede tüketim
üzerinden kazanç sağlandığı gibi borcun faizi de sistemin sahiplerinin cebine giriyor.
Vatandaş ise ihtiyacı olmayan, bir bölümünü neredeyse kullanmaksızın atacağı eşyalar ve
tabii borçlarla baş başa kalıyor.

Kapitalizmin bilerek ve isteyerek yarattığı bu yoksunluk hissini “GSYH’yi arttırmakla yoksulluk


ortadan kalkmıyor. Yeterince şeye sahip olmadığını hisseden milyonerler ve milyarderler var,
ki yoksulluğun asıl tanımı da budur, yeterince şeye sahip olmadığın hissi.” sözleriyle
tanımlayan ünlü filozof ve yazar Alain De Botton bu hissin her gelir düzeyinde kendini
hissettirdiğini söyleyerek gerçek ihtiyaçlara dayanmayan yoksulluğun varlığını net olarak
ifade ediyor4*.

Reklamcılık demişken, sadece ihtiyacımız olmayan ürünleri ihtiyacımızmış gibi göstermenin


yanında, sağlığımızı yakından ilgilendiren gıda ürünlerinde bile son derece manipülatif ve
yalanlarla bezeli yayınlar yaptıklarını da ifade etmemiz gerekli. Bu sayede neredeyse zorda
kalınmadıkça satın alınmayacak ürünlerin tüketiciler tarafından iştahla tüketilmesi rutin
haline geldi. Burada konuyu dağıtmamak adına detaylarına girmeyeceğimiz gıda
endüstrisinin yanıltıcı reklam faaliyetleri hakkında daha fazla bilgi almak isteyen okuyucular

61
konu hakkında etkileyici bir konuşmayı sektörün reklam danışmanlarından Kate Cooper’ın
bakış açısından dinleyebilirler.

Bugün hemen her sektör gibi sağlık sektörü de büyük oranda odağına parayı koymuş
durumda. Hangi alanlarda araştırma yapılacağı, hangi tedaviye yönelik ilaçların geliştirileceği
ekonomik çıkarlar çerçevesinde belirleniyor. Yine bu tedaviler ve ilaçlar halkın kullanımına
kar maksimizasyonu hedeflenerek sunulurken, mümkün olduğunca çok kişinin faydalanması
gibi amaçlar ikinci planda kalıyor. Yakın geçmişte bu konu ile ilgili en tartışmalı olay AIDS ile
mücadele eden Brezilya’nın ABD menşeili şirketlerin patentlerini ihlal etmek pahasına gerekli
ilaçları halkına ücretsiz dağıtması oldu. Bu hamle sonrası ülke ABD tarafından Dünya Ticaret
Örgütü’nde dava edildi ve ciddi bir tazminat ödeme tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Konunun
basında yer alması şiddetli protestoların yapılmasını sağladı ve ABD davasını geri çekmek
zorunda kaldı. Her ne kadar dava geri çekilmiş olsa da sağlık sektörünün insan sağlığına
yaklaşımını açıklaması adına bu örnek önem arz ediyor.

Sadece tedavi sırasında değil teşhiste de ekonomik çıkarların işin içine karışıp karışmadığı
tartışmalı durumda. Daha önce de değindiğimiz gibi kişilerden istenen tahlil ve tetkiklerin
çokluğu, bunların ticari amaçla yapılıp yapılmadığı sorusunu gündemde tutuyor. Benzer
şekilde, hamile bayanların medikal bir zorunluluk olmaksızın sezaryen doğuma
yönlendirilmeleri de bir başka tartışma konusu.

Halen tam bir kesinlik kazanmamış bir konu da aşı meselesi. Her ne kadar birçok hastalığın
ortadan kaldırılmasında katkısı tartışılmaz olsa da özellikle yeni geliştirilen aşılar konusunda
bir tartışma mevcut. Aşıların bağışıklık sistemi zayıf bireyler üzerindeki etkileri, net olarak
açıklanmayan içeriklerinin olası yan etkileri, yeni doğan bünyesinin yeterince tanınmıyor
olması gibi noktalar soru işareti yaratan konular arasında yer alıyor. Aşı yanlısı araştırmaların
büyük çoğunlukla aşı firmaları tarafından fonlanıyor, yani yaptırılıyor olmaları da soru
işaretlerinin toplumun bir bölümü tarafından ciddiye alınmasının temel nedenlerinden birini
oluşturuyor. Kapitalizmin aşı gibi toplumun tamamını ilgilendiren bir meseleyi ekonomik
çıkarları için kullanıp kullanmadığını kesin olarak bilmesek de şüphe ile yaklaşmak için
yeterince sebebimiz var sanırım.

Sadece insanlar değil, her cinsten hayvan da kapitalizmden nasibini alıyor. Sadece kürkleri,
boynuzları ya da dişleri için, yani keyif için soyları tüketilen canlılardan, hareket dahi edecek
yeri olmadan büyütülüp kesilen tavuklara, kapitalizmin sadece ve sadece para odaklı
yaklaşımına medyada zaman zaman yer alan haberlerden çoğumuz şahit olmuşuzdur. Burada
konuyu enine boyuna tartışmak yerine sadece iki uç örnek vererek durumun vahametini
kısaca ortaya koymak istiyoruz.

62
Geçmişte tamamen neslimizi sürdürmek için yaptığımız faaliyetlerden olan kara avcılığı
bugün dünyanın birkaç bölgesi dışında bu anlamda önemini kaybetmiş durumda. Gelişen
tarım ve hayvancılık faaliyetlerinin etkisi ve medeniyetimizin ulaştığı seviye itibariyle
ormanlarda ya da kırsal herhangi bir bölgede hayvan avlama zorunluluğumuz ortadan kalktı.
Ancak avcılık içgüdüsü bazı kişilerde hala çok güçlü olmalı ki, parasını ödeyip gerekli izinleri
aldıktan sonra soyu tükenebilecek vahşi hayvanlar da dahil olmak üzere sırf keyif için av
düzenlemeleri günümüzde bile sürüyor. Başta Afrika ülkeleri olmak üzere birçok ülkede bu
konuda yasal mevzuat uygun durumda. Bu tür izinlerle aslan, kaplan, gergedan, zürafa, fil de
dahil olmak üzere birçok hayvanı avlamak sonra da sırtına çıkıp fotoğraf çektirmek mümkün.
Bu vahşeti savunanların genelde sundukları yegane gerekçe av turizminden gelen gelirin bu
sahaların geliştirilmesi ve rehabilitasyonunda kullanılarak vahşi hayatın korunmasına katkı
sağlanacağı iddiası oluyor. Oysa yapılan araştırmalar bu tip gelirlerin ancak %3’ü gibi küçük
bölümlerinin bu amaçlarla kullanıldığını gösteriyor. Kaldı ki, avlanan hayvanların soyu tehlike
altında olmasa ve maddi gelir yerinde kullanılıyor dahi olsa sadece zevk için hayvan
öldürmenin talep görüyor olması ve hayvanlara yapılan eziyetlerle mücadele etmeleri
gereken devletlerin vergi toplamak adına bu talebi karşılamaları insanlık adına utanç
duyulacak bir durum.

İkinci örneğimiz ise acımasızlığın akıl alması zor bir boyutunu ortaya koyuyor. Son dönemde
Çin’de ortaya çıkan bir akımda balık, su kaplumbağası, semender gibi canlıların boyutu birkaç
santimetreyi geçmeyen türleri hareket dahi edemeyecekleri tamamen kapalı plastik poşet
benzeri ufak kaplara konarak anahtarlık ya da hediyelik eşya olarak satılmaya başlandı. Kapta
bulunan oksijen ve besinlerle maksimum ömürleri 3 ayla sınırlı olan bu canlıların çoğu bir
hafta içinde yaşamını yitiriyor. Ancak görülen o ki ne bu canlıları ürünleştirip satanlar ne de
alıp kullananlar için bu durumun bir önemi ya da sakıncası yok. Satan için kazanacağı para,
alan içinse anlam veremesek de bu durumdan alacağı keyif tek önemli olan. Bu örneklerden
de görebildiğimiz gibi ekonomik sistemimiz sadece insana değil tüm canlılara en ufak
merhamet göstermekten çok uzak ve bunun nedeni kesinlikle kaynak sıkıntısı değil.
Mahatma Gandhi’nin çok güzel ifade ettiği üzere, "Dünyada herkese yetecek kadar kaynak
var, ancak herkesin hırsını karşılamaya yetecek kadar değil."

Bu satırlarda ortaya koymaya çalıştığımız üzere ekonomik sistemimiz insanı ön planda tutan
bir sistem değil. Aksine, kişisel çıkarları toplumsal faydanın üstünde konumlandıran bir
sistem. Bu yapısıyla da dünya üzerinde yaşanan insani problemlerin temelinde yer alması hiç
de şaşırtıcı değil. Son dönemde batılı ülkeler başta olmak üzere birçok yerde artan aşırı sağ
eğilimlerin ve hoşgörüsüzlüğün temelinde bile bir ölçüde bu yaklaşımların payının olduğunu
söylemek mümkün.

Çevreye Yaklaşımı

Çevresel sorunlarımızın temelinde de kapitalist ekonominin işleri ele alış şeklinin olduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz. Kapitalizmde üretilen her ürünün maliyeti kılı kırk yararcasına

63
hesaplanır ve kar maksimizasyonu amacıyla ne pahasına olursa olsun düşürülmeye çalışılır.
Bu yaklaşımda bir ürünün maliyeti sadece üretimden satışa kadar olan süreçte harcanan para
ile sınırlıdır. Üretim esnasında yaratılan çevre kirliliği, doğaya verilen zarar ya da atmosfere
salınan sera gazları ile küresel ısınmaya yapılan katkı ürün maliyetlerine yansıtılmaksızın
toplumun sırtına yüklenir. Kazanç üretimi yapanın hanesine yazılırken kayıp tüm
insanlarındır. Bu durumda çok üretim yapıp çevreye de çok zarar verenlerin daha kazançlı
çıktığı bir sonuç doğar. Bir anlamda herkes kirletip maddi kazanç sağlıyorsa ben de kirletirim
düşüncesi ile hareket etmeye sevk eden bu zihniyet, acısını çektiğimiz ve gelecekte daha da
büyük problemlerle karşılaşacağımız çevresel felaketlerin en önemli sebebini oluşturur.

Kapitalizmin çevreye bakışı konusunu incelerken ilk ele alacağımız konu Kyoto Protokolü.
Amacı atmosferdeki sera gazı miktarını iklime tehlikeli boyutta etki etmeyecek seviyelerde
tutmak olan Kyoto Protokolü, halen bu konudaki en önemli uluslararası çerçevedir. Bu
protokolle, küresel ısınmanın dünya üzerindeki hayatı tehdit edebilecek düzeyde artmasının
en önemli sebeplerinden biri olan sera gazlarının emisyonlarını azaltmak üzere sanayileşmiş
ülkelere hedefler belirlenir ve uygulama sonuçları takip edilir.

1992 yılında imzalanan bir anlaşmada belirlenen ilkelere dayanan protokol 1997 yılında
Japonya’nın Kyoto şehrinde oluşturulmuştur. Yürürlüğe girmesi için en azından tüm dünyada
atmosfere bırakılan sera gazlarının yarısından fazlasını üreten ülkelerce imzalanması şartı
bulunan protokol 2014 yılının kasım ayında Rusya tarafından imzalanarak 2005 yılı şubat
ayında yürürlüğe girmiştir. Şu anda 190’dan fazla ülkeyi ve sera gazı salınımının %55’inden
fazlasını kapsamaktadır. Sözleşmeye göre sanayileşmiş ülkelerden alınması istenen
önlemlerden bir bölümü şunlardır:

 Sera gazı emisyonlarının 1990 yılındaki değerlere göre ortalama %5 azaltılması,


 İlgili mevzuatların yeniden düzenlenmesi,
 Isınma, ulaşım ve endüstride enerji verimliliğini arttırılması,
 Çöp depolamada çevreci yaklaşımların temel alınması,
 Fosil yakıtlar yerine alternatif enerji kaynaklarının tercih edilmesi,
 Çimento, kireç, demir çelik gibi yüksek enerji talebi olan sektörlerde atık işlemlerinin
düzenlenmesi,
 Termik santrallerde daha az karbon üreten teknolojilerin devreye alınması,
 Yüksek miktarda yakıt tüketen ve karbon üretenlerden fazla vergi alınması.

Kyoto protokolü ile hedeflenen bu hamleler hiç şüphesiz iklim değişikliği ile mücadele
konusunda çok önemlidir. Küresel ısınmayı durdurabilecek ya da yeterli ölçüde
yavaşlatabilecek olması protokolün imzalandığı günden bugüne kadar yaşanan gelişmeler
incelendiğinde çok mümkün görünmese de bu yönde atılan bir adım olduğu konusunda
şüpheye yer yok. Bunun yanında, amaçları çok farklı yüzlerce ülkenin aynı ilkeler üzerinde
anlaşıp bir protokole imza koymaları da başlı başına bir başarı olarak değerlendirilebilir.

64
Ancak yapılan araştırmalar göstermektedir ki sera gazı salınımları 2012 yılı itibariyle 1990
yılına kıyasla %53 artmıştır. Bu bağlamda başarıya ulaştığını söylemek ne yazık ki mümkün
değil. Kyoto protokolünün yola çıkarken koyduğu hedeflere varılamamasında karşısına çıkan
en büyük engelin yine kapitalizm kaynaklı olduğunu görüyoruz. Anlaşmanın hayata geçirilip
uygulanması konusunda alınan ilk darbenin ABD’den gelmiş olması çok da şaşırtıcı olmasa
gerek. Protokolü uygulamanın ABD ekonomisine ağır zarar vereceğini söyleyerek 2001 yılında
anlaşmadan çekilen Geroge W. Bush, sera gazı salınımlarının gönüllü olarak azaltılması
gerektiğini ifade etmiştir. 2000’li yılların ortalarına kadar en büyük CO2 üreticisi ve küresel
ısınmadaki sorumluluğu en yüksek ülke olan ABD’nin bu adımı, maddi çıkarlar uğruna
insanlığın geleceğini tehlikeye atmanın en kritik örneklerinden biri olarak kayda geçmiştir.
Benzeri bir adım da ABD’nin stratejik ortağı Kanada’dan 2012 yılında gelmiş ve bu ülke de
Kyoto Protokolünden çekildiğini açıklamıştır. Dönemin çevre bakanı bu esnada yaptığı
açıklamada protokolden çekilerek karşılaşmaları muhtemel 14 milyar USD tutarındaki
cezadan kurtulacaklarını bildirmiştir. ABD ve Kanada doğrudan protokolün dışında kalmayı
tercih ederken sözleşmeye taraf olan birçok ülke de ekonomik gerekçelerle taahhütlerini
yerine getirmekten ısrarla kaçınmaktadır. Bu durumun altında yatan temel neden ülkeler
arası rekabettir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi çevresel maliyetlerin bu kirlilikleri
yaratanlara fatura edilemiyor olması sorunları çözme iradesi göstermeyi zorlaştırıyor.
İnsanlığın karşılaştığı en büyük tehlikelerden biri olan küresel ısınma konusunda bile günlük
ekonomik çıkarların alınması zaruri önlemleri engelliyor olması sistemin tüm dünyada ne
kadar etkili olduğunu da ortaya koyuyor.

Çevresel sorunlarla mücadelenin nasıl yürüdüğü ya da yürümediği konusunda bizi


aydınlatabilecek çok ilginç bir örnek olarak Fransız Çevre Bakanı Nicolas Hulot’un görevinden
istifası verilebilir. 2018’in Ağustos ayında katıldığı bir radyo programında istifasını duyuran
bakanın açıklamaları Fransız kamuoyunda büyük etki yarattı. İstifasına gerekçe olarak küresel
ısınma ve çevreyle ilgili tehditlerle mücadele konusunda yaşadığı hayal kırıklığını gösteren
bakan açıklamasında artık kendisine yalan söyleyemediğini, hükümetteki varlığının sorunlarla
mücadele edildiği illüzyonunu yaratmasını istemediğini, hükümet olarak attıkları çok küçük
ve yetersiz adımların kendisini yalnız hissettirdiğini söyledi. Açıklamasının devamında “CO2
salınımımızı azaltmaya başladık mı?”, “Biyolojik çeşitliliğimizi korumak üzere pestisit
kullanımımızı azaltmaya başladık mı?” sorularını sorup “Hayır” yanıtını vererek hükümette
olduğu süre boyunca karşılanmayan beklentilerinin bazılarına değindi. Fransız bakanın sözleri
özellikle halka verilen çevresel sorunların ciddiye alındığı ve sıkı bir şekilde mücadele edildiği
mesajının içinin ne kadar boş olduğunun, hatta belki de halkı uyutmak üzere kurgulandığının
görülmesi adına çok önemli.

Her ne kadar kapitalizmin savunucuları denetimsiz bir ekonomik sistemin ideal olacağı
iddiasında bulunsalar da Fransız Bakan Hulot’un dikkatimizi çektiği üzere hükümetlerin
yaşanabilir bir dünya için yerine getirmeleri gereken önemli ve vazgeçilemez sorumlulukları
var. Kapitalizmin çevre duyarlılığı olmadığı için onu sınırlayacak, çevreye verdiği zararı en aza
indirgeyecek, olası ihlallerde yaratılan kirliliğin maliyetini üstlenmeye zorlayacak düzenleme

65
ve yaptırımlar bu sorumlulukların başında geliyor. Bugün işletilen belki yüzbinlerce fabrika
arasında gönüllü olarak hava filtresi, su filtresi gibi çevresel önlemleri hakkıyla yerine
getireceklerin oranı muhtemelen yüzde 1’in bile altında kalır. Bugüne kadar devletlerin
denetimi belirli ölçüde devrede olmasına rağmen halen dünyanın birçok bölgesinde
nehirlerin kimyasal atıklarla zehir saçıyor olması daha önce de belirttiğimiz gibi vahşi rekabeti
zorunlu kılan kapitalizmin bir sonucudur. Dolayısı ile toplum sağlığı için alınması gereken
önlemler ancak devlet zoru ile alınabilir.

Maalesef bugüne kadar devletlerin denetim ve yaptırımlarının yeterince uygulandığını


söylemek mümkün değil. Hatta devletlerin bu konuda son derece isteksiz olduğuna ve kendi
ülkelerine rekabet avantajı sağlamak üzere çevresel etkileri göz ardı ettiklerine dair çok
sayıda kanıt mevcut. Denizlerde aşırı avlanma ve trol kullanımı gibi yöntemlerle canlı
varlığının tehdit edilmesi, fazla tarım ilacı kullanımı ve gübreleme ile hem çevre kirliliği
yaratılıp hem de halk sağlığının tehlikeye düşürülmesi, zehirli gaz salan işletmelere getirilen
filtre zorunluluğunun yeterince uygulanmaması gibi olgular devletlerin yeterince sorumluluk
almadığı ya da görevinde başarılı olamadığı noktalara örnek olarak gösterilebilir.

Bu noktada ister istemez balıkçıların ya da çiftçilerin gelecekte kendilerini de zarara


uğratacak yanlış uygulamalarda diretmesinin arkasındaki dinamiklerin neler olduğu sorusu
akla geliyor. İlk anda bu soruya genelde bilinçsizlik, eylemlerin uzun vadeli sonuçlarını tahmin
edememe gibi cevaplar veriliyor. Durum gerçekten bu olsaydı ilerleyen zaman içinde bu tip
hareketler azalır ve eğitime ağırlık verilerek çözülebilirdi. Veriler ise tam aksine doğaya zararlı
eylemlerin arttığını, ancak devletlerin işi ciddiye alıp yüksek cezalarla müdahale ettiği
durumlarda bu davranışların dizginlenebildiğini gösteriyor. Bunun nedeni, piyasadaki rekabet
koşulları nedeniyle bir işkolundaki üreticinin rakiplerinden daha fazla çevresel duyarlılık
gösterdiği ve bunun maliyetlerine katlandığı durumlarda ayakta kalmasının çok zorlaşmış
olması. Örneğin, henüz üreme yaşına gelmeyen balıkları avlamak istemeyen bir balıkçı
rakiplerinin bu balıkları avlayıp piyasaya arz ettiğini gördüğünde kendi hareketinin balıklara
faydasının olmadığı gibi daha az avlanmasının bir sonucu olarak maliyetlerinin yükseldiğini,
piyasada istediği fiyata satış yapma imkanı bulamadığından da geçiminin zora girdiğini fark
ediyor. Bu durumda o da hayatta kalabilmek için rakiplerine ayak uydurmak zorunda kalıyor.
Sistem ona sadece maddi çıkarlarını düşünmesi gerektiğini dayatıyor.

Küçük çaplı üreticiler gibi küresel şirketlerin de çevresel duyarlılık konusunda kötü bir
karneye sahip olduğunu görüyoruz. Yeterli tedbir alınmadan sürdürülen petrol arama ve
çıkarma faaliyetleri, bu faaliyetlerde yaşanan kazalar ve oluşan çevre kirliliğinin yeterince
temizliğinin yapılmaması, enerji üretimi için dereleri kurutmak ve bu alandaki tüm canlı
varlığını tehdit etmek pahasına Hidro Elektrik Santralleri yapılması, yerel halkın
kullanımındaki temiz suların şişelenip satılması, geniş tundra arazilerinin küresel ısınmayı
arttırmak pahasına tarıma açılması gibi birçok konuda şirketler çoğu zaman devletlerin de
desteğini alarak çok ciddi çevresel problemlerin doğmasına aracılık ederler.

66
Küresel şirketlerin çevreye verdiği zararlar konusunda en yıkıcı örneklerden biri Amazon
yerlilerinin 2001 yılında Chevron tarafından satın alınan Texaco şirketine açığı davada
karşımıza çıkıyor. Otuz bin kişi tarafından 1993 yılında açılan bu dava dünyanın en büyük
çevre davalarından biridir. 1964 ile 1992 yılları arasındaki faaliyetleri ile Amazon ormanlarını
ve nehirlerini kirletmekle suçlanan petrol şirketinin, tarihteki en büyük çevre felaketlerinden
sayılan Exxon-Valdes tanker kazasında denize dökülen 11 milyon ton ham petrolden kat kat
daha fazla kirliliğe sebep olduğu tahmin edilmektedir. Petrolün çıkarılması ve işlenmesi
sırasında ortaya çıkan zehirli atıkların doğaya bırakılması sonucu oluşan bu kirlilik nedeniyle
ekinleri ve su kaynakları etkilenen yerlilerin kanser riskinin de ciddi oranda yükseldiği ifade
edilmektedir. İşin daha acı tarafı ormanda yaratılan kirlilik bir hata ya da kaza sonucu
oluşmuş değildi. Sadece Texaco’nun daha fazla kar elde etmek için uygun atık yöntemlerini
kullanmaması nedeniyle oluşmuştu. 20 yıla yakın süren dava sürecinin sonunda mahkeme
Chevron’u Amazon ormanlarını kirlettiği gerekçesiyle 8.6 milyar USD ceza ödemeye mahkum
etti. Bu meblağ önemli gibi görünse de gerek şirketin bu süreçte elde ettiği kar gerekse 50 yılı
aşkın süredir bu kirliliğe maruz kalan halkın yaşadığı sorunlar ve doğal felaket karşısında
hiçbir şey ifade etmemektedir.

Bir dipnot olarak şunu da ifade etmekte fayda var. Dünya Bankası’nın 1960’lı yıllarda
Ekvador’a verdiği büyük kredileri takiben yatırımlarına başlayan bu şirketin görünürdeki
amaçlarından biri fakirlikle mücadele ve eşitsizliğin giderilmesiydi. Oysa yine Dünya Bankası
raporlarından öğrendiğimiz üzere takip eden 30 yılda fakirlik %50’den %70’e, işsizlik %15’ten
%70’e çıktı. Ülkenin borcu kredilerin faizlerinin de etkisiyle katlanarak arttı ve 240 milyon
USD’den 16 milyar USD’ye yükseldi. Borç ödemelerinin etkisiyle ülke kaynaklarından sosyal
yardımlara ayrılan pay %20’den %6’ya düştü ve fakirliğin artışında rol oynadı. Dünya
Bankasının en büyük kreditörü olan ABD’nin kısmi rezerv sistemi ile neredeyse havadan
yarattığı kredilere boğulan Ekvador halen borçlar altında ezilmeye devam ediyor. Tıpkı
Siyasete Müdahaleler başlığı altında değindiğimiz Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları kitabında
açıkça anlatıldığı gibi…

Kapitalist ekonominin insan ve çevreyle olan uyuşmazlığı özellikle sanayii devrimi sonrasında
yoğun olarak hissedilse de sadece yakın tarihimizle sınırlı değil aslında. Yüzyıllar öncesinde
bile zararlı yaklaşımının yol açtığı sorunlara dair çok sayıda örnek mevcut. Bu örneklerden
sonuçları itibariyle en yıkıcı olanlardan birine değineceğiz. Haiti ve Dominik Cumhuriyeti,
Atlas Okyanusunun Karayip Denizi bölümünde yer alan bir adayı paylaşıyor. Neredeyse
birebir aynı coğrafi koşullara sahip bu iki ülkenin bugün içinde bulunduğu durum ise
birbirinden çok farklı.

Tertemiz denizi, palmiye ağaçları, uzun kumsalları ile cennetten bir köşe olan Dominik
Cumhuriyeti her sene milyonlarca turisti ağırlıyor. Arazisinin üçte biri ormanlarla kaplı ve
biyoçeşitlilik açısından dünyanın önde gelen noktalarından. Haiti ise ormanlarının %95’inden
fazlasını kaybetmiş durumda ve kalan ormanlarının da 2035 yılı itibariyle tükeneceği
öngörülüyor. Çorak arazisiyle kasırgalardan ve sellerden daha fazla etkilenen Haiti’de verimli

67
topraklar erozyona uğramış durumda. Vatandaşlarına düzenli olarak elektrik dahi
sağlayamayan ülke dünyanın en fakir ülkelerinden biri. Dominik Cumhuriyetinde 2017 yılı
itibariyle hesaplanan kişi başına gelir 7067 USD iken Haiti’de bunun onda birinden biraz fazla,
784 USD. Rakamlar eğitim ve sağlık alanında da farklılıkların sürdüğünü gösteriyor. Birleşmiş
Milletler verilerine göre Haiti’lilerin %50’si okuma yazma bilirken bu oran Dominik
Cumhuriyetinde %90’ın üzerinde. Ülkelerin çocuk ölüm oranları arasında da Haiti aleyhine üç
katlık bir fark söz konusu.

Birebir aynı coğrafyayı paylaşıp birbirinden bu kadar farklı olan başka iki ülke var olmasa
gerek. Adeta bir adada iki farklı dünya... Bu farklılığın temeli tahmin edilebileceği üzere
bölgenin tarihinde yatıyor. 1697 yılına kadar İspanyol sömürgecilerin kontrolünde olan
Hispanyola adasının üçte birlik batı kısmı bu tarihte Fransız sömürgecilere devredildi.
İspanyollar bu tarihe kadar daha çok yer altı kaynaklarıyla ilgilenmişler ve tarıma
yerleşimcileri besleyebilecekleri ölçüde ihtiyaç duymuşlardı. O günkü teknoloji ile erişilebilen
yeraltı kaynaklarının zayıflaması, İspanyolların genel olarak güçlerini kaybetmeye başlamaları
ve buradaki koloninin bir bölümünü Meksika’ya gönderme kararı almaları ile birlikte adadaki
varlıkları zayıfladı ve adanın bir bölümünü Fransızlara terk ettiler. Fransızlar ise
İspanyollardan farklı olarak ekonomik olarak güçlü olmalarının de etkisiyle Afrika
sömürgelerinden yüzbinlerce köleyi adanın kendilerine bırakılan bölümüne getirip şeker,
kahve, kakao ve pamuk üretimine ağırlık verdiler. Kısa süre içinde Fransa’nın en karlı
sömürgesi haline gelen bu bölüm 100 yıl kadar koloni olmayı sürdürdü. Bu dönemde tarım
arazisi açmak ve ısınmak amacıyla ormanlarının büyük kısmı tahrip edildi. 1791 yılında
başlayan köle isyanı ve köleliğin kaldırılması sonrasında yaşanan iç savaş neticesinde
bağımsızlığını kazanan bölge Haiti adını aldı ve Fransız boyunduruğundan kurtuldu. Ada bu
tarih itibariyle resmen iki ülkeye ev sahipliği yapmaya başladı.

Ne var ki köleliğin sona erdirilmesi ve bağımsızlığın kazanılması Haiti için güzel günlerin
başlangıcı olmadı. Arazi tüm vatandaşlar arasında dağıtılmasına rağmen nüfusun yüksek
olması tarım ile karın doyurmayı mümkün kılmıyordu. 100 civarı farklı etnik kökenden oluşan
toplum sürekli bir sürtüşme içindeydi ve şiddet hayatın olağan bir parçası haline gelmişti.
İsyanlar, politik istikrarsızlıklar ve darbelerle bugüne kadar gelen Haiti geçen yüzyıllara
rağmen sorunlarla boğuşmaya devam ediyor.

Etnik olarak sadece birkaç gruptan oluşan ve korunmuş doğası ile turizm cenneti haline gelen
Dominik Cumhuriyeti ise ara ara istikrarsızlıklar yaşasa da hem politik hem ekonomik hem de
toplumsal olarak komşusuna kıyasla çok daha iyi bir noktada bulunuyor.

Dominik Cumhuriyeti ile Haiti’nin farklılıklarına dair geçmişlerine doğru yapılan yolculuk
kapitalizmin ne kadar vahşileşirse insanlara da çevreye de bir o kadar zarar verdiğini açıkça
ortaya koyuyor. Her iki ülke de aynı coğrafyada yer aldığı halde sömürgecilerinin güçleri ve
niyetleri arasındaki farklılık bugün birbirinden çok farklı koşullarda olmalarının en temel
nedenini oluşturuyor. Deyimi yerindeyse Dominik Cumhuriyetinin şansı sömürgecisi

68
İspanyolların güçsüzlüğünden, Haiti’nin şanssızlığı ise sömürgecisi Fransızların gücünden
kaynaklanıyor.

Ekonomik sistemimizin çevreye dair oluşturduğu bir diğer tehdit ise aşırı tüketim ve onun bir
sonucu olarak oluşan atıklardır. Denizlerden uzaya hemen her alanda gözlemlediğimiz kirlilik
problemi bu durumun en temel göstergesi. Yapılan araştırmalar 1980-2004 yılları arasında
İngilizlerin gardıroplarındaki kıyafet miktarının iki katına çıktığını göstermekte. Benzer şekilde
1991’de ABD vatandaşları yılda ortalama 34 parça kıyafet satın alırken 2007 yılında bu rakam
67’ye çıkmış5*. Ellen McArthur’un verilerine göre ise ortalama bir tüketici 2014 yılında 2000
yılına göre %60 daha fazla kıyafet satın aldı. Buna karşın her bir ürünü kullanım süresi ise yarı
yarıya azaldı. Bu tüketimin doğal bir sonucu olarak dünya üzerinde her saniye bir kamyon
dolusu kıyafet yakılıyor ya da atık olarak toprağa, nehirlere ve denizlere bırakılıyor. Bu miktar
her gün Empire State binasını 1.5 defa dolduracak hacme denk geliyor. Atığa dönüşen
kıyafetlerin yıllık maliyeti ise 400 milyar USD’yi buluyor. Bunun yanında, tek bir parça
pamuklu kıyafetin üretiminde 2 tondan fazla su harcandığı gerçeğini de göz önüne
aldığımızda kıyafet israfının çevremize ve dolayısı ile bize maliyetini daha kolay algılayabiliriz.
Aşırı kıyafet tüketiminin etkilerini hafifletmek üzere bazı çalışmalar yapılmıyor da değil.
Örneğin, Almanya’da kıyafetlerin yarısı tekrar kullanılmak üzere ekonomiye kazandırılıyor,
bilim adamları çevresel etkileri sınırlamak üzere yeni malzemeler üzerinde çalışıyor, satın
alma yerine kiralama hizmeti veren yeni şirketler devreye giriyor... Ancak tüm bunlar henüz
emekleme aşamasında ve çözüm olmaktan oldukça uzak.

Bu bölümde anlatmaya çalıştığımız üzere kapitalizmin çevre duyarlılığı yoktur. Sadece


çıkarları vardır. Kapitalist ekonomin parçası kurumlar ve kişiler bu çıkarlar uğruna zaman
zaman çevre duyarlılığı olan insanlarla savaşmaktan da çekinmezler. Uluslararası Küresel
Tanık (Global Witness) örgütünün verilerine göre 2017 yılında tam 207 çevreci aktivist
eylemleri dolayısıyla öldürüldü. Bu üzücü olaylardan biri de Türkiye’de yaşandı. Finike
İlçesi’nde bulunan taş ocaklarına karşı açtığı davalar ve çevreci eylemleriyle adını duyuran Ali
Ulvi Büyüknohutçu ve Ayşin Büyüknohutçu çifti Ali Yumaç tarafından evlerinde vurularak
katledildi. İfadesinde maden ocağında çalışan biri tarafından 50000TL karşılığında
azmettirildiğini söyleyen katil suçunu itiraf etti.

Bu olaylar sadece az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde de yaşanmıyor. Medeni diye


bildiğimiz ülkelerde bile çevrecilere karşı saldırgan tutum sık sık kendini gösteriyor. Örneğin,
kömür madeni açmak isteyen bir enerji şirketinin arazisinde yer aldığı için yok edilme
tehlikesi altındaki Hambacher ormanını savunan çevreciler 6 yıldır yasal haklarını kullanarak
ormanda ağaç evlerde yaşıyorlar. Ancak Alman polisi sık sık müdahale ederek eylemcileri
dağıtmaya çalışıyor. Yapılan son operasyonlardan birinde eylemcilerle polis arasında çıkan
arbedede 9 kişi yaralandı ve 30 aktivist gözaltına alındı. Bu ve benzeri olaylar maalesef bugün
sıradanlaşmış durumda. Daha da kötüsü, medyanın da sermayenin kontrolünde olmasının
etkisiyle çevreci eylemler halka fazla duyurulamıyor ve toplumda yeterince karşılık

69
bulamıyor. Dolayısı ile de çevresel sorunlarımızın giderek ağırlaşmasının önüne geçmek için
atılması gereken adımlar konusunda hükümetler üzerinde yeterince baskı kurulamıyor.

Ekonomik sistemimizin çevreye bakışını incelediğimiz bu bölümü sık kullanılan bir Kızılderili
atasözüyle tamamlayalım. “Son balık öldüğünde, son nehir kuruduğunda, son ağaç
kesildiğinde beyaz adam paranın yenmediğini anlayacak.”

Kapitalizm Çözümün mü Sorunun mu Kaynağı?


Kapitalizm doğası gereği rekabete dayalıdır ve rekabeti teşvik ederek insanlık için en iyi ve en
verimli sonuçların bu şekilde elde edileceğini savunur. Verimliliğin artışı anlamında bu kısmen
doğrudur da. Ancak çoğu zaman buna ek olarak yaratılan vahşi rekabet monopol ve oligopol
şirketlerin doğması ile sonuçlanır. Tekelleşme ise toplum çıkarlarının aksi yönde çalışan bir
mekanizmadır. Piyasadaki çok fazla marka ve ürün alternatifi nedeniyle ilk anda bu
tekelleşme dikkatimizden kaçabilir. Mesela gıda sektöründe binlerce ürün sunan yüzlerce
marka iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda şirket tarafından piyasaya sürülmekte ve
pazar domine edilmektedir. Unilever’i ele alırsak 400’den fazla markaya sahip olduğunu, yıllık
50 milyar Euro’dan fazla ciro yaptığını ve 190 ülkede, yani hemen hemen dünyanın her
köşesinde tüketiciyle buluştuğunu görürüz. Bu çerçeve özellikle son 30-40 yılda küresel
şirketlerin çoğu için geçerli duruma gelmiştir.

Rekabetin getirdiği bir başka özellik ise toplumun bütününün göz ardı edilmesi ve bireylerin
kendi çıkarlarının ön plana alınmasıdır. Bu da yozlaşma, sosyal katmanlaşma, çalışanların
mümkün olan minimum maaşlarla maksimum süre çalıştırılmaları ve sonuçta parası olanın
bir anlamda diktatörlüğüne yol açar. Bu yaklaşımlar da toplumsal, ailesel ve çevresel
yıkımlara zemin hazırlar.

Kapitalizm en üst düzeyde yaşandığı ülkelerde bile görece eşit ve tüm vatandaşlar için insani
bir yaşam sağlayamadı ve halen de bu konuda umut vermiyor. OXFAM’ın 2013’te yayınladığı
bir rapora göre İngiltere’de kendine ve ailesine bakabilmek için gıda bankalarına
başvuranların sayısı 500 binin üzerindedir. Bu sayı 2012’ye göre 3 katlık bir artışa denk
geliyor. Yine rapora göre, yardıma başvuranların sayısı 2007’den beri istisnasız her sene
artmış. Benzer koşullar en özelleşmiş ve en kapitalist ülke olan ABD için de geçerli.
Günümüzde ABD en çok mahkum barındıran ülkelerden biridir. Kapitalizmin yarattığı
yoksulluk ve eşitsizlik bu durumun en temel kaynağı olarak göze çarpıyor. ABD bütçesi
incelendiğinde adalet sistemi ve kolluk kuvvetleri için yüklü miktarda para harcanıyor olması
dikkat çeker. Oysa yoksulluğu azaltmak ve problemin temellerine inerek çözüm oluşturmak
için rol oynayacak sosyal devlet uygulamalarına gereken önem verilmemektedir. Çünkü
kapitalizmde aslında yoksulluğun ortadan kaldırılması değil sadece kontrol altında tutulması
hedeflenir. Bunun nedeni de toplumun bir bölümünün yoksulluğunun diğer bölümünün
zenginliği anlamına gelmesidir. Ekonomist Atilla Yeşilada’nın ifade ettiği gibi “Serbest piyasa
ekonomisi gelir dağıtımında adaleti sağlayamaz, aksine adaletsizliği arttırır”.

70
Kapitalist görüş ise daha önce de bahsettiğimiz gibi büyümenin ve dolayısı ile GSYH’nin
arttırılmasının tüm insanlara fayda sağlayacağını iddia ediyor. Oysa GSYH’deki artış geçmişte
yaşanan üretimin son derece kısıtlı olduğu, zaman zaman kıtlıkların yaşandığı dönemlerde
anlamlı olsa da artık çok sığ ve toplumun çoğunluğunun durumunu yansıtmayan bir bakış
açısı sunmaktadır. Bunun temel nedeni GSYH’de belirli bir seviyenin üzerindeyken yaşanacak
artışların kişilerin yaşam standardına minimal düzeyde etki etmesi ve mutluluklarına hemen
hiç katkıda bulunmamasıdır. Bir diğer neden ise GSYH’nin doğrudan yaşam standardıyla ilgili
olmamasıdır. Örneğin, sağlıksız beslenip obezite sorunuyla karşılaşan insanlar hem
tüketimleri hem de sağlık harcamaları dolayısıyla GSYH’ye katkıda bulunurlar. Bir anlamda
yaşam kaliteleri düşerken büyüme verisini olumlu yönde etkilemiş olurlar.

GSYH’yi yükseltmenin yollarından biri de problem yaratıp onu çözmektir. Savaşlara bağlı
olarak savunma sanayisinin büyümesi, yıkılan şehirlerin imarının inşaat sektörüne katkısı,
ihtiyaç içindeki insanların aldığı kredilerle bankaların karlarındaki artış, suçlarda, ihtilaflarda,
boşanmalardaki artışa bağlı olarak hukuk sisteminde harcanan paraların büyümesi GSYH’yi
arttırıp ekonominin iyiye gittiği algısına katkı sağlarken aslında toplumun sorunlarındaki artışı
yansıtmaktadır. Bir başka deyişle sistemdeki verimsizlikler sayısal olarak ekonominin iyiye
gittiği şeklinde yoruma açıktır. Oysa toplumun mutluluğu savaşlara değil barışa, hastalığa
değil sağlığa, ihtilaflara değil huzura endekslidir. GSYH ile de doğrudan bir ilişkisi yoktur.

Bugün özellikle gelişmiş ülkelerde toplumun büyük bölümü için bu durum geçerli. İçinde
ekonomist, ekolojist, psikologların da bulunduğu çok sayıda uzman da onlarca yıldır bu
sorunun farkında olup daha doğru ölçümler yapabilmek için yeni yöntemler geliştirmek
üzerine çalışıyor. Bu süreçte önerilen alternatif ölçüm yöntemleri arasında Çevresel
Sürdürülebilirlik Endeksi, Gerçek İlerleme Göstergesi, Ekonomik Refah Endeksi, Çevresel
Performans Endeksi, Sürdürülebilir Ekonomik Refah Ölçümü gibi birçok gösterge bulunuyor.
Bunlardan hiçbiri henüz genel olarak kabul görmüş olmasa da en azından bazı yönlerden
GSYH’ye kıyasla daha anlamlı veriler sağlayabiliyor.

Ekonomik sistemimizin çarpık yönlerini gözler önüne seren bir örnek de altın madenciliğidir.
Son teknolojik gelişmelere rağmen çevreye ciddi zarar verilerek yürütülen madencilik
faaliyetleri sık sık çevrecilerin eylemleriyle de gündeme gelmekte. Bugün altın madenciliği
dediğimizde büyük oranda yapılan, milyonlarca metreküp toprağın işlenerek içindeki az
miktarda altının çıkarılması, sonrasında da merkez bankalarının kasalarında saklanması, yani
tekrar yer altına indirilmesidir. Bir başka deyişle, ticari olarak kullanımı sınırlı olan altının
çevreye verilen zararlar pahasına çıkarılmasının en temel amacı tekrar gömülmesidir. Bu
eylemin de insanlığa bir yararının olmadığı açıktır.

Kapitalizmin tarihin her döneminde bugünkü kadar dünyaya zarar verdiği iddiasında da
değiliz. Bir dönem büyüme ve GSYH verileri anlamlı olduğu gibi kapitalizm ve getirdiği
maddecilik de topluma şu andakinden çok daha fazla hizmet ediyordu. Bunun temel nedeni,
bir dönem için üretim artışının ardındaki temel dinamik olması, bir başka deyişle kıtlıktan
bolluğa geçişin arkasındaki güç olmasıdır. Ancak artık bu anlamda işlevini tamamlamıştır.

71
Sürekli artan borçluluk, sağlanan refahın da gelecekten borç alınmış bir refah olduğunu
gösteriyor. Halihazırdaki borçların sürekli artıyor olması birileri zenginleşirken birilerinin de
sömürülerek fakirleştiği anlamına geliyor. Şekil 3 incelendiğinde küresel borcun sürekli olarak
arttığı net olarak görülebilir. Bu artışın hem ekonominin iyi gittiği hem de kriz yaşadığı
dönemlerde artıyor olması da sistemin kronik sonuçlarından biri olduğunun bir göstergesi.
Varabileceğimiz bir diğer sonuç ise bu artışın kısa vadede olmasa bile uzun vadede
sürdürülemez oluşudur. Dolayısı ile ekonomik sistemimizin öyle ya da böyle ciddi şekilde
tökezlemesi kaçınılmaz görünmektedir.

Şekil 3: Küresel borcun değişimi

Kişinin mutluluğu açısından baktığımızda da durum benzerdir. Geçmişte farklı dönemlerde iyi
bir yiyecek stoğu, sağlam bir ev ya da belki iyi kötü bir araba kişinin en önemli mutluluk
kaynaklarındandı. Mülkiyet duygusu kişiyi tatmin ediyor ve toplumda statü sağlıyordu. Bugün
ise giderek maddi mutluluk kaynakları yerlerini deneyimlere bırakmakta ve temel ihtiyaçlar
karşılandıktan sonra elde edilen ekstra eşyalar kişiyi daha fazla mutlu etmek konusunda fazla
bir anlam taşımamaktadır. Dolayısı ile kapitalizmin uğraş verdiği daha fazla tüketim mutluluk
açısından da giderek anlamını kaybetmektedir.

Kapitalist ekonomi kar maksimizasyonunu merkezine alan sınırsız bir tüketim ütopyasıdır. Bu
yönüyle küresel ısınma başta olmak üzere birçok insani ve çevresel sorunun kaynağıdır. Tüm
insanlığın refahını arttırma iddiası ise sadece maskesidir. Kapitalistler rahatça hedeflerine
ulaşabilmek için bu ekonomik sistemin çalışma prensiplerini yalanlarla meşrulaştırırlar.

72
Toplum bu yalanlara inandığı sürece herkes üzerine düşeni yapar ve her şey yolunda gider.
Başka bir deyişle, tüm bu sistemin devamı medya ve eğitim ile beyinleri belirli bir şekilde
düşünmeye programlanan nesillerin sayesindedir. Goethe’nin dediği gibi “Kimse özgür
olduğuna inanan birinden daha iyi köle olamaz.”

Zaman zaman ne düşüneceğimizi, ne hissedeceğimi bile dikte eden kapitalizm bizi demokrasi
içinde yaşadığımıza ve özgür olduğumuza inandırmıştır. Bunun bir halüsinasyon olduğunu
ABD Yüksek Mahkeme Yargıcı Louis Brandeis “Ya demokrasiye sahip olabiliriz ya da bütün
zenginlikleri elinde tutan birkaç kişiye, ama ikisi birden olmaz” sözleriyle ifade etmiştir. Bu
konuda Eliot Dalga Prensibi ve Sosyonomi konularındaki çalışmaları ile tanınan Tuncer
Şengöz’ün tespiti de çok yerindedir: “Kapitalizmi zenginler değil (çünkü sayıca çok azlar)
yoksullar yaşatırlar. Çünkü kapitalizm onlara bir gün sınıf atlayıp çok zengin olabilecekleri
(boş) umudunu verir. Eşitlikçi toplum yoksulların değil, zihinsel olarak gelişmiş insanların
ütopyasıdır.”

Ekonomik sistemimizin siyasete bir tezahürü olarak son dönemde popüler olan bir sav ise
devleti şirket gibi yönetmenin tüm vatandaşlar için daha iyi bir sonuç doğuracağı iddiasıdır.
Bunu dile getirenlerin temel tezi şirketler için uygulanan ve verimliliği arttıran yönetim
modellerinin, gelişmelere ayak uydurmakta yavaş kalan devlet yapılarına da uygulanmasının
vatandaşa sunulan hizmetleri iyileştireceğidir. Ancak burada atlanan nokta, şirketlerle
devletlerin amaçları açısından birbirine benzemez oluşudur. Şirketlerin tek kuruluş amacı kar
etmekken, devletlerin amacı vatandaşlarının sadece ekonomik olarak değil her anlamda iyi
bir yaşam sürmelerini sağlamaktır. Amaçlar farklı olduğundan izlenecek ideal yönetim
uygulamalarının da birbirinden farklı olması doğaldır.

Örneğin, yapılacak bir imar artışı elinde arsa bulunan tüm şirketler için doğrudan kazanç
demektir. Kar amacıyla kurulan şirketlerin bu uygulamayı desteklemesi, hatta lobi faaliyetleri
ile teşvik etmesi en rasyonel davranış biçimidir. Ekonomik olarak bakıldığında imar artışları
devlet için de önemli bir gelir ifade eder. Gerek verilecek inşaat ruhsatlarından elde edilecek
gelirler gerek sonrasında toplanacak emlak vergileri gerekse inşaat sektörünün diğer onlarca
sektörü canlandırıp ekonomiye yapacağı katkı olsun, devletin imar artışı sağlamasını teşvik
edici nedenlerdir. Oysa devletin herhangi bir konuyu tek bir açıdan ele alması beklenemez.
İmar artışının vatandaşların yeşil alan ihtiyacına vuracağı darbeden, getireceği trafik
problemine, yaratabileceği olası hava kirliliği ve mikro klima değişikliklerinden, sağlık, eğitim
gibi hizmetlere erişimde yaşanabilecek problemlere, hatta kişilerin ruh haline etkisine kadar
birçok alandaki yansımaları detaylarıyla ele alınmak durumundadır. Bu analizler sonucunda
alınacak kararların ekonomik olarak anlamlı olsa da toplamda halkın dezavantajına olacağı
ortaya çıkabilir. Böyle bir durumda devletin şirketlerden farklı yaklaşım sergilemeleri gerekir.
En nihayetinde devletin amacı kar değil sosyal yarardır.

Benzer şekilde, karar alma süreçlerinde ve yönetici seçimlerinde şirketlerin hızlı ve şirket
çıkarları doğrultusunda karar almaları önem arz eder. Devlette ise sadece liyakate dayalı
bürokrat seçimi ile tüm vatandaşları kapsayıcı, kimseyi dışlamayan, maddi çıkarlardan çok,
toplumun birliğini ve bütünlüğünü öne çıkaran ve en önemlisi şeffaf karar alma süreçleri ön
planda olmak zorundadır. Bunların yanında, özel şirkette yapılacak eş-dost-akraba ataması
sadece şirket sahibini, yani atamayı yapanı etkilerken, devlette yapılacak liyakatsiz bir atama
tüm toplumun bedel ödemesiyle sonuçlanır. Adalet duygusunun zedelenmesi, toplumun
73
ayrıcalıklılar ve sıradan vatandaşlar olarak bölünmesi gibi diğer olası sonuçlar da liyakate
bağlı atamanın devlet açısından hayati olduğu anlamına gelir. Dolayısı ile şirketler devletler
gibi yönetilemeyeceği gibi devletler de şirketler gibi yönetilemez.

Bu bölümün sonunda bir noktaya açıklık getirmek yerinde olacaktır. Sorunlarımızın kaynağını
araştırdığımız bu bölümde örnekleri ağırlıklı olarak ABD’den vermiş olmamız dikkatinizi
çekmiştir. Bunun temel nedeni problemlerimizin temelinde karşımıza çıkan ekonomik
sistemimizin, yani kapitalizmin en ideal koşullara yakın, asgari düzeyde denetimle yaşandığı
ülkenin ABD olmasıdır. Dolayısı kapitalizmin çözeceğini iddia ettiği sorunların durumunu bu
ülke üzerinden incelemek en doğal olanıdır. Bir diğer gerekçemiz ise özellikle son yüzyılda
diğer devletlerin birçok alanda ABD’nin izlediği yolu farklılıklar içermekle beraber gecikmeli
de olsa izlemiş olmalarıdır. Bunun anlamı, sürekli evrilen sistemimizin gelecekte bürüneceği
hale en yakın sistemin de halen ABD’de uygulanan sistem olmasının en kuvvetli ihtimal
olmasıdır.

Diğer tarafta, ilk bölümde değindiğimiz sorunlardan en çok nasibini alan az gelişmiş ülkeler
bu sorunların sebeplerini araştırırken çok karşımıza çıkmadı. Çünkü bu ülkeler ne küresel
ısınmayı tetikleyecek ölçüde CO2 üretiyorlar, ne yüksek miktarda üretim ve tüketim yapıp
çevresel sorunları domine ediyorlar, ne de finans sistemleri ile tüm dünyayı kontrol etmek
gibi iddiaları var. Daha ziyade, en temel gereksinimlerini karşılamaya çalışıyorlar ve bazı
açılardan sistemin kurbanı durumundalar. Yüzyıllar boyunca batılı güçlerce sömürüldükten
sonra bugün de aynı güçlere borçlandırılmış durumdalar. Sefalet içinde yaşam mücadelesi
veren halkları bir yandan da bu borçların faizini ödemeye çalışıyor. Dönem dönem bu
ülkelerin borçlarının silinmesi gündeme gelse ve kısmen yapılsa da güçlü kapitalistlerden
hiçbir kimse ya da kurum onları ayağa kaldıracak bir girişimde bulunmak istemiyor.

Yukarıda sistemin kurbanı durumundalar demişken içinde bulundukları durumlarda hiç


sorumlulukları olmadığını iddia etmiyoruz. Aksine yönetici elitlerinin verdikleri kararların,
içlerinde bulundukları durumlarda şüphesiz çok büyük sorumluluğu var. Ancak şu anda
üzerine yoğunlaştığımız dünya ölçeğinde yaşadığımız problemlere kaynaklık eden davranışları
gelişmiş ülkelere kıyasla çok daha az.

Kapitalizmin dünyamızın içinde bulunduğu sorunların en temel nedeni olduğunu


gerekçelendirmeye çalıştığımız bölüme gazeteci Emin Çapa’nın sözleriyle son verelim:
“Kapitalizm fakirden zengine gelir aktarma modelidir. Kapitalist sisteme hizmet edip,
yoksulluktan şikayet etmek söz konusu olamaz. Bu sistemde paylaşılacak gelir varsa, para
varsa onu zenginler paylaşır, ödenecek borç varsa onu fakirler, yoksullar, çalışanlar, dar
gelirliler öder. Kapitalizmin özü budur. Krizlerde aç kalan zengin görür müsünüz? İflas etseler
dahi görmezsiniz. Buna karşın çalışan bir insan işsiz kaldığında yaşam standardı birdenbire
aşağı düşer.“

74
3. Bölüm

Çözüm Ne Olabilir?

İlk bölümde dünya üzerinde yaşanan problemleri kısaca ortaya koymaya çalıştıktan sonra
ikinci bölümde de problemlerin kaynağına inmeye çalıştık. Bunu yapabilmek için de
ekonominin nasıl işlediği konusuna ve sergilediği yaklaşımlara mümkün olduğunca yer verdik.
Sorunlarımızla arasındaki ilişkiyi örneklerle irdeledik. Bu analizin sonucunda ekonomik
sistemimiz olan kapitalizmin şüpheye yer bırakmayacak şekilde birçok yönüyle sorunlarımızın
açık ara en temel kaynağı olduğu sonucuna vardık. Peki çözüm ne olmalı?

Kapitalizm’den Komünizme mi Geçelim?


Bu bölümde, daha yaşanabilir bir gelecek için atılabilecek kimi çok kolay kimi ise ütopik
adımlardan bahsetmeye çalışacağız. Dünya üzerinde gözlemlediğimiz sorunlarımızın en temel
sebebi olarak kapitalizmi sorumlu tutmamız ister istemez çözüm olarak da komünizmi akla
getiriyor. Kabaca konuşursak son dönemde ekonomik düzen olarak bu iki sistem dışında bir
alternatif gelişmemiş olması zihinlerimizde bu iki sistemden birini seçmemiz gerektiği, başka
alternatifimizin olmadığı algısına kapılmamıza sebep oluyor. Oysa kapitalizm kadar yoğun
olarak denenmiş olmasa da komünizme dair içsel sorunlar geçmişte ortaya çıkmış ve bu
sistemin türevlerini uygulayan devletler de vatandaşlarına çoğunlukla sefaletten fazlasını
verememişlerdir. En nihayetinde Çin’in bile sistemini hızla değiştirmeye başlamış olması,
hatta bugün bazı yönleri ile ABD’den bile daha kapitalist bir düzene geçmesi bunun açık bir
göstergesidir. Dolayısı ile çözümü komünizmde aramayacağımızı net olarak ifade edebiliriz.
Kapitalizmin getirdiği aşırı tüketim ve getirilerinin eşit paylaşılamaması sorunu ile
komünizmin getirdiği erdemli sefaletten birini seçmek durumunda değiliz. Yapmamız
gereken, kendimizi geçmiş deneyimlerle sınırlamamak ve nasıl ki bilim her gün ama her gün
ilerliyorsa, dünyamızı daha iyi bir yere dönüştürmek için çok daha iyi sistemlerin var
olabileceğine inanmaktır.

Bu bölümde çözüme katkıda bulunmak üzere ortaya koyduğumuz fikirler ile komple bir
ekonomik sistem tanımlama iddiamız da yok. Böyle büyük bir iddia haddimize olmadığı gibi
bir ya da birkaç disiplinde bilgi sahibi olup ortaya konabilecek bir şey de değildir. Bu anlamda
temel amacımız insani bir yaşam ve yaşanabilir bir dünya için dönmemiz gereken yönü
belirlemek ve başlangıç olarak atılabilecek adımların neler olabileceği konusunda fikirler
sunmaktır.

Çözüm önerilerimize geçmeden önce ise yakın gelecekte işsizlik ve dolayısı ile de diğer insani
sorunları önemli ölçüde arttıracağından endişe edilen otomasyon ve otomasyonun hemen
her alana yayılmasını sağlayan yapay zekadan bahsedeceğiz. Bu sayede çözüm önerilerimizi

75
tartışırken sadece günümüzde etkin olan sorunları değil, gelecekte ortaya çıkabilecek
problemleri de göz önüne almış olacağız.

Otomasyon ve Yapay Zeka’nın Tehditleri


1970’lerden itibaren özellikle üretim yapılan sektörlerde kullanılmaya başlayan ve 3. sanayii
devriminin de temelini oluşturan otomasyonun üretim miktarı ve kalitesine yaptığı katkı
tartışılmaz. Artan üretim miktarının maliyetleri düşürmesi ile birçok ürünün geniş kitleler
tarafından ulaşılabilir olması ve tüketicilerin yaşam standartlarını yükseltmesi otomasyonun
en önemli sonuçlarından bazıları. Özellikle son on yıldı sıkça duyduğumuz yapay zeka, makine
öğrenmesi gibi kavramlar da otomasyonun etki alanını üretimden çıkarıp neredeyse hayatın
her alanına yaymasını sağlayan gelişmeler olarak değerlendirilebilir. Hayatımıza olumlu
etkilerini saymakla bitiremeyeceğimiz bu gelişmelerin toplumun ekonomik durumu açısından
risk oluşturan yönü ise üretimde robotların daha etkin hale gelmesi ile birlikte insan emeğine
olan ihtiyacın azalması. Bu durum elbette birçok insanı ağır işlerde hatta zaman zaman iş
kazalarına açık bir şekilde çalışmaktan kurtardı. Ancak bununla birlikte istihdam piyasasını ise
robotlar lehine geliştirirken insanların aleyhine bir durum oluşturdu. Hızla artan üretim
miktarlarına karşın halen birçok ülkede işsizliğin düşmek yerine daha da artması
otomasyonun doğrudan bir sonucu.

Bloomberg’de Caroline Baum imzasıyla yayınlanan bir makaleye göre 1995-2002 yılları
arasında Dünyada 22 milyon fabrika işi yok olurken imalat %30 arttı. Sadece Çin’de aynı
dönemde yaşanan iş kaybı 16 milyonun üzerinde1*. 2 Ocak 2010 tarihli Washington Post
gazetesinde Neil Arwin imzasıyla yayınlanan ve ABD İşçi Bürosu ile FED verilerine dayanan bir
diğer araştırmaya göre ise 2000-2010 yılları arasında ABD’de yaratılan net yeni işlerin toplamı
sıfırdı2*. Yani yeni yaratılan işlerin sayısı kadar iş de ihtiyaç kalmadığı için ortadan kalkmıştı.
Bu durum 1920’lerde başlayan Büyük Buhran’dan bugüne kadar görülmemiş bir durumdur.
Hatta petrol krizinin durgunluğa yol açtığı 1970’li yıllarda bile mevcut iş sayısı %20’nin
üzerinde bir hızla artmaya devam etmişti.

Araştırmanın yapıldığı dönemde ekonomi büyümeye devam ettiği halde otomasyonla


kaybolan işlerin yerinin yeni iş alanlarıyla doldurulamamasının sebeplerinden biri de
ekonominin kalbine yerleşen ve GSYH’ye önemli ölçüde katkı sağlayan bilişim şirketlerinin
istihdam yaratmaya çok az katkıda bulunmasıdır. Google gibi devasa şirketler bugün her evde
kullanılan ürünler sunmalarına, akıl almaz piyasa değerlerine ulaşmalarına rağmen
çalıştırdıkları insan sayısı çok azdır. Örneğin 2011 yılında Washington Post gazetesinde yer
alan bir habere göre Apple’ın 500 milyon USD’den fazla yatırımla hayata geçirdiği veri
merkezi sadece 50 tam zamanlı iş yaratmıştır. Böyle bir merkezin yüksek yatırım maliyetine
karşın bu kadar az sayıda iş yaratmasında en önemli faktör elbette çıkan sorunların tespiti ve
giderilmesi de dahil olmak üzere neredeyse tüm işlerin yine algoritmalar tarafından yapılıyor
olması. Oysa bu tarz bir yatırım klasik bir üretim tesisinde yapılsaydı belki binlerce istihdama
imkan verecekti. Bilişim sektörünün bu karakteri, günümüzde ekonominin yeni iş
yaratmadaki başarısızlığının en önemli nedenleri arasında yer alıyor. Yeni işlerin yaratılması

76
noktasında karşılaşılan bu sıkıntılar nedeniyle mühendislik mezunlarının önemli bir bölümü
eğitimini aldıkları alanlarda çalışma fırsatı bulamıyor. Bu da diplomalı işsizlerin giderek
artacağının ve işsizlik sorununa yeni bir boyut getireceğinin habercisi.

Çalışanlara ödenen ücretler ise üretim verimliliğindeki artışa rağmen düşmeye devam ediyor.
2013 yılında yayınlanan The Economic Report of the President raporuna göre 1973-2013
yılları arasında enflasyondan arındırılmış ücretler üretim verimliliğindeki %107 artışa karşın
%13 azalmış. Yani işçi başına yapılan ortalama üretim iki katına çıktığı halde satın alma
güçleri gerilemiş durumda.

Gelirden emeğin aldığı payın azalması ABD’nin yanında diğer birçok ülkede de yaşanan bir
durum. Chicago Üniversitesinin 2013 yılında yaptığı bir araştırmaya göre Japonya, Kanada,
Fransa, İtalya ve Çin’de emeğin payındaki düşüşün ABD’deki düşüşten bile daha sert olduğu
belirlenmiştir. Yine aynı araştırma kapsamında incelenen 56 ülkeden 38’inde anlamlı ölçüde
düşüş tespit edilmiştir3*.

Otomasyonla ilgili yanlış bilinen ezberlerden biri bu süreçten sadece rutin tekrarlı işlerde çalışan
düşük vasıflı işçilerin etkileneceğidir. Oysa teknolojinin bugün geldiği nokta ve ilerleme hızı göz önüne
alındığında büyük veri ve yapay zeka sayesinde birçok iş makinalar tarafından da yapılabilir hale
geliyor. Nasıl ki eskiden bir fotoğraftaki yüzlerin tanınması için insan zekası dışında bir seçenek akla
gelmiyorken bugün yazılımlar milisaniyeler içinde kişileri belirlemekle kalmayıp haklarındaki tonla
bilgiyi önümüze dökebiliyorsa, ileride de çok daha farklı işler yapay zekanın başarımları arasına
katılacak. Üniversite mezunlarına verilen maaşların düşüyor olması ve mezunların giderek daha büyük
bölümünün diploma gerektirmeyen işlerde çalışmaya mecbur kalmaları bu durumun bir diğer
göstergesi. Bunların yanında, her işin az ya da çok rutin tekrarlardan oluştuğu göz önüne alındığında
gerçekten yaratıcılık gerektiren işler yapan küçük bir azınlık dışındaki herkesin tehdit altında olduğunu
söyleyebiliriz.

Beyaz yakalı istihdamının da yapay zeka ve otomasyondan etkilenebileceğinin canlı bir


örneğini New York’ta kurulu WorkFusion şirketi sunuyor. Şirket büyük kuruluşlar için
geliştirdiği yazılımı ile önemli miktarda işgücü gerektiren proje yönetimi için harcanan eforu
minimuma indirdiğini iddia ediyor. Yazılım ilk etapta yapılacak projeyi otomasyona uygun, dış
kaynaklı olarak yürütülebilecek ve şirket içi uzmanlık gerektiren olmak üzere üç bölüme
ayırıyor. Sonrasında gerekli pozisyonlar için kariyer siteleri ile Craigslist gibi platformlarda iş
ilanları yayınlayıp başvuruları değerlendiriyor. Çalışanların belli olması ile beraber iş
bölümünü yapıp çalışanlara dağıtıyor ve başarım oranlarını takip ediyor. Tamamlanamayan
bölümlerde ise yeni görevlendirmelere gidiyor. Proje yönetimini kolaylaştırmanın yanında
şirketlerin tam zamanlı çalıştırması gereken personel sayısını da azaltmaya ve dolayısı ile de
maliyetleri düşürmeye imkan sağlıyor. Yazılımı daha da etkileyici kılan ise makine öğrenmesi
altyapısı ile kullanıldığı her proje ile deneyimini arttırıp daha verimli sonuçlar hedefliyor
olması.

77
Bugün bu tarz yazılımların yaygın olarak kullanılması çoğu yöneticinin aklına yatmayacak olsa
da, ilerleyen dönemde şirketlere katkılarını ispatlamaları durumunda maliyet avantajları
nedeniyle hızla tercih sebebine dönüşmeleri mümkün görünüyor.

Yapay zeka son dönemde çok popüler olsa da aslında uzun süredir üzerinde çalışılan bir
teknoloji. Pratik uygulamaları sayesinde popülaritesini kaybedip tarihin sayfalarına
kaldırılacakmış gibi de görünmüyor. Yapay zekanın etkileyici başarılarına göz atmak
yapabileceklerini hayal edebilmek adına faydalı olabilir.

IBM Deep Blue’nun 1997’de Kasparovu yenmesi yapay zeka adına önemli bir adımdı. Benim
gibi o dönem yaşı belirli bir eşiğin üzerinde olanlar bu olayın yarattığı heyecanı
hatırlayacaktır. Ancak en nihayetinde satranç kesin kuralları olan ve bir makine tarafından
öğrenilmesi görece basit bir oyundur. Yeterli işlem gücüne ulaşıldığı anda da makinalar
satranç şampiyonluğunu insanların elinden almayı başarmıştır. Oysa yine IBM tarafından
Deep Blue’dan sonra geliştirilen Watson ise kelime oyunları ve espriler gibi insani öğelerin
çokça yer aldığı Jeopardy isimli yarışma programında şampiyon olarak çok daha zor bir işi
başarmıştır. Bu başarıyı elde etmesindeki temel yaklaşım öğrenme algoritmalarının geçmiş
programlarda sorulmuş yüz seksen bin soru ile eğitilip bağlı olduğu devasa veri tabanlarında
neyi araması gerektiğini doğru olarak tespit edebilmesinde yatmaktadır. Watson’ın bu
özellikleri ile yakın gelecekte insan ilişkileri gerektiren birçok görevde yer alması son derece
mümkün görünmektedir.

Makina öğrenmesinin çarpıcı örneklerinden bir diğeri ise Google’ın dil çevirme aracıdır. Bu
araç Birleşmiş Milletler veri tabanında ve internette bulduğu halihazırda çevrilmiş metinleri
öğrenme seti olarak kullanarak kendi kendini eğitmekte ve yeterince çevrilmiş metin
bulunduran tüm dilleri öğrenerek çevirme işlemi yapabilmektedir. Üstelik bu konudaki
başarısı halihazırdaki programlardan çok daha üstündür.

Yapay zeka ve ona bağlı teknolojiler bugün birçok alanda doğrudan karşımıza çıkmakta ve
insanların yaptığı birçok işi doğrudan eline almasa bile kolaylaştırarak istihdamı
düşürmektedir. Yapay zekanın kullanım alanlarına konumuzun dışında olması nedeniyle
değinmeyeceğiz. Sadece sağlık sektörünün her daim insanların tekelinde kalacağı genel
kanısının yavaş yavaş yanlış olduğu ortaya çıkmaya başladığından bu sektörden birkaç örnek
vermekle yetineceğiz.

Yapay zeka artık robot kollar vasıtasıyla ameliyatlara bile girmeye başlamış olsa da henüz
doktorların yerini alabilmiş değil. Yakın dönemde alabilecekmiş gibi de görünmüyor. Ancak
doktorların ve tüm sağlık çalışanlarının işlerini kolaylaştırdığı birçok alan doğmuş durumda.
Yaygınlaşmaya başlayan bu uygulamalar ile hem tecrübe eksikliği bulunan doktorlar geçmiş
vakaları analiz edip raporlayan sitemlerle bu eksikliklerinin yaratacağı hatalardan
kaçınabiliyor hem iş verimlilikleri artarak hasta başına harcadıkları zaman azalabiliyor hem de
verdikleri kararlarda sübjektif faktörlerin etkisi minimuma iniyor. Bu konuda MR, tomografi
gibi görüntülerin doktorlara geçmişteki benzer görünüme sahip görüntülere konan teşhisler,

78
uygulanan tedaviler ve bu tedavilerin başarı oranları gibi bilgilerle beraber sunulması yakın
gelecekte gerçekleşmesi beklenen yeniliklerden.

Benzer şekilde birden fazla tedaviyi aynı anda görüp çok sayıda ilaç alması gereken
hastalarda ilaçların birbiriyle etkileşimi hastaların hayatını tehdit eden bir konu. İyi bir bilgi
birikimi ve dikkat gerektiren bu alan doktorlar için de büyük zorluklar barındırıyor. Yapay
zeka ise literatür bilgisini ve yaşanan benzer olaylardan derlediği sonuçları hızlıca doktorun
önüne getirip yan etkisi yüksek tedavilerin önüne geçmek konusunda başarılı olabilir. Bunun
yanında, hastanelerde ilaçların doğru zaman ve dozajlarda hastalara verilmesi robotlar ile
yapıldığında hem hata payının minimuma inmesi hem de işgücünden tasarruf sağlanması
mümkün görünüyor.

Kanser teşhisi makine öğrenmesinin hızla girdiği önemli alanlardan bir diğeri. Bu metot ile
kanserle ilişkili olması muhtemel birçok veri seti ile hastalık arasındaki ilişkinin ortaya
çıkarılması hedefleniyor. Bu sayede de teşhiste ve hastalığın ilerlemesinde ancak çok
deneyimli doktorların verebileceği doğrulukta kararların mesleğe yeni başlamış doktorlar
tarafından da verilebilmesi mümkün hale gelecek. Verilecek ilaçların ve dozajlarının
belirlenmesinde de makine öğrenmesi öne çıkacak. 2018 yılında Nature dergisinde
yayınlanan bir makaleye göre geliştirilen bir yöntem ile hastaların ilaçlara vereceği tepki
%80’den yüksek bir doğrulukla tahmin edilebiliyor. Bu da ilaç seçiminde deneme yanılma
yönteminin ortadan kalkması, hatta kişiye özel ilaç setlerinin ve dozajlarının oluşturulmasına
imkan sağlanması demek olacak4*.

Kanser teşhisi gibi enfeksiyon teşhisinde de yapay zeka temelli çalışmalar başlamış durumda.
Örneğin, Mayo Clinic enstitüsünde sinir ağı tabanlı, rutin testlerin sonuçlarını kullanarak
kalbin iç zarında oluşan bir enfeksiyonu %99 doğrulukla tespit ederek endoskopi adımına
ihtiyacı azaltan bir yazılım geliştirildi5*. Endoskopiye duyulan ihtiyacın ortadan kalkmasının
hastalara ve sektöre sağlayacağı katkı şüphesiz çok büyüktür.

Son örneğimizi özellikle gelişmiş ülkelerde nüfus piramidinin tersine dönmesinden endişe
edilen bu günlerde yaşlı bakımı alanından verelim. Japonya’da geliştirilen yaşlı bakım robotik
cihazı HAL gerekli yasal onayları aldığından beri 300’den fazla hastane ve bakım evinde
kullanılıyor. Bir iskelet şeklinde olan robot giyiliyor ve giyen kişinin ağırlığını yüklenerek
hareket kabiliyetini arttırıyor. Bu sayede kişinin birçok işini kendi kendine görmesine imkan
sağlanırken sağlık çalışanlarının da yükü hafifletilmiş oluyor. Tıp alanından verdiğimiz kısıtlı
sayıdaki uygulamadan da anlaşılacağı üzere yapay zeka ve otomasyon tabanlı teknolojilerin
hemen her alanda uygulanması ve yaşam standartlarını yükseltmesi mümkün görünüyor.

Otomasyonun ilk uygulama noktası olan üretimde yaşanan gelişmelere baktığımızda ise
yapay zeka ile güçlendirilen otomasyonun üretim süreçlerinin her adımına entegre edilerek
Almanya liderliğinde Endüstri 4.0 konseptinin ortaya çıkarıldığını görüyoruz. Dijital dönüşüm
ile birlikte otomasyonun en ileri seviyede kullanılması ve üretim sürecindeki insani
faktörlerin minimuma indirilmesi anlamına gelen Endüstri 4.0 ile birlikte hata payının

79
düşürülmesi ve kalitenin arttırılması hedefleniyor. Avrupa’nın buna odaklanmış olması ise
temelde Çin’in ucuz işgücüyle baş etmekte zorlandığından hem maliyetleri aşağı çekmek hem
de kaliteli ürünler ile öne çıkma amacını taşıyor.

Bu noktada otomasyonun uzun süredir hayatımızda olduğu ve çok da yıkıcı sonuçlar


üretmediğini düşünenler olacaktır. Bu görüşte haklılık payı olmakla beraber bahsedeceğimiz
nedenlerle gelecekte bu durumun değişmesi olası görünmekte. Bunun en temel nedeni bilgi
teknolojisindeki gelişim hızının bugün her zamankinden daha yüksek olmasıdır. İletişimin de
kolaylaşması ile birlikte yeniliklerin yayılması çok çabuk gerçekleşmekte. Bunun yanında, bilgi
teknolojisinin istisnasız her sektörü aynı anda değiştirebilecek bir kapasitesi var. Geçmişte ise
otomasyon büyük ölçüde farklı iş kollarına farklı zamanlarda nüfuz etmekte, yavaş yavaş
yayılmakta ve bu süreçte işçilerin yeni sektörlere adaptasyonu mümkün olmaktaydı. Zaten
yapay zeka henüz işin içine girmediğinden işçiler dışındaki çalışanlar hemen hiç
etkilenmiyordu. Geçmişle günümüz arasındaki bu farklılıklar nedeniyle artan otomasyonun
önümüzdeki dönemde daha yıkıcı sonuçlar doğurması şaşırtıcı olmaz.

Otomasyonun üstesinden gelebileceği tüm işleri ele geçireceği düşüncesi de elbette doğru
değil. Bazı işler insanların duygusal yaklaşımları gereği yine insanlara teslim edilecektir.
Örneğin, uçakların pilotsuz olarak tasarlanıp üretilmesi yakın gelecekte mümkün olsa da,
kullanıcıların pilotsuz uçaklara sıcak bakmayacağı, canlarını sadece robotlara teslim
etmektense pilotun da bulunduğu uçakları tercih edecekleri tahmin ediliyor.

Otomasyonda meydana gelecek ilerlemeler yaratacağı işsizliğin dışında ilk etapta maliyetleri
düşüreceğinden şirket karlarını arttıracaktır. Bu durum bir tarafta yoksullukla savaşan geniş
işsiz kitleler, bir tarafta ise hiç olmadığı kadar zenginleşen az sayıdaki sermayedardan oluşan,
günümüzdekinden daha bile eşitsiz bir topluma yol açar. İlerleyen dönemde ise işsizlerin
tüketimlerini mecburen kısmaları sonucu ekonominin durma noktasına gelmesi ve
sermayedarların da servetlerini büyük oranda kaybetmeleri söz konusu olabilir. Ekonominin
durması ile beraber vergi gelirleri de düşecek, hükümetler en temel hizmetlerini vermekte
zorlanır hale gelebilecektir. Böyle bir senaryoda toplumsal olayların çıkması ise durumu
hepten felakete sürükleyecek bir diğer olasılıktır. Bunun yanında, günümüzde yeniliğin
arkasındaki güçlerden biri de tüketim olduğundan ilerleme hızının yavaşlaması da
muhtemeldir.

Bugüne kadar eşitsizlikteki artış ekonomik büyümeyi çok etkilememiş olmasına karşın
otomasyonun getirebileceği olası yıkıcı bir etki ile ekonomik büyümeyi kökünden sarsan
koşulları ortaya çıkarabilir. En nihayetinde kapitalizmin kalbi tüketimdir ve tüketicilerin
sistem dışına atıldığı bir durumda sağlıklı olarak işleyişini sürdürmesi mümkün değildir.
Dolayısı ile sadece günümüzde yaşanan problemler değil, gelecekte yaşayacağımız
otomasyon temelli sıkıntılar da kapitalist zihniyetin değişimini zorunlu kılacaktır.

80
Tüketimin Azaltılması
İkinci bölümde ortaya koyduğumuz üzere problemlerimizin önemli bir bölümü aşırı
tüketimden kaynaklanıyor. Doğal olarak çözümün en önemli ayağı tüketimin azaltılması
üzerine kurulu olmak zorunda. Bugün dünya üzerinde yaşayan hemen tüm toplumların
tüketimi hayatlarının merkezine koydukları şüphe götürmez bir gerçek. Hemen herkes
eşyalarını hayatlarının bir parçası gibi görüyor ve ihtiyaçları olsun ya da olmasın daha fazlasını
elde etmenin yollarını arıyor. Bu olgunun nedenlerinden biri olarak sunulan sahip olma
içgüdüsünün doğuştan gelen bir özelliğimiz olduğu ve kolay kolay değiştirilemeyeceği, ancak
baskılanabileceği düşüncesi ise gerçeği yansıtmıyor.

Geçmişte çok uzun süre avcılık toplayıcılıkla yaşamını sürdüren toplumların beslenmeleri
zorunlu olarak daha çok günlük ya da mevsimlikti. Uzun süreli depolama imkanları neredeyse
hiç yoktu. Göçebe topluluklar yaşam tarzlarının da etkisiyle eşyaya çok az bağımlıydılar.
Sadece çok işlevsel aletlerini hareketlerini zorlaştırmaları pahasına yanlarından ayırmıyor ve
beraberlerinde taşıyorlardı.

Tarım toplumuna geçiş sonrasında ise göç olgusu yavaş yavaş azaldı ve günümüzde ortadan
kalkmaya yüz tuttu. Tarım devriminin bir sonucu olarak artan gıda üretimi ile birlikte nüfus
da daha hızlı artmaya başladı. Ancak yine de besin temini sorunu ortadan kalkmadı. Bunun
en temel nedeni bölgesel de olsa sık sık yaşanan kıtlık yıllarıydı. Bölgeler arası bağların zayıf,
ulaşım imkanlarının da kısıtlı olmasıyla bölgesel iklim değişiklikleri bile nüfusun büyük oranda
kırılmasına sebep olabiliyordu. Yerleşik hayata geçmiş olmanın avantajıyla, bolluk yıllarında
gelecekteki olası zorlu yıllar için besin depolanması bu dönemde hız kazandı. Bir anlamda
hayatta kalma içgüdüsünün bir sonucu olan bu davranış biçimi hızla yerleşerek kıtlığın
etkilerini hafifletmenin en önemli yollarından biri oldu. Sürekli hareket etme zorunluluğunun
ortadan kalkmasıyla eşyalar da yaşamın çok daha önemli birer parçası hale geldi. Özellikle
hayatı kolaylaştıran ve üretimi arttırmaya fayda sağlayan yeni aletler her daim arzulanır oldu.
Bu ürünlere erişim ise sanayi devrimi üretimi kat be kat arttırıncaya kadar kısıtlı olmayı
sürdürdü. Büyük bir çoğunluk için her türlü ev eşyasından tutun da üretimi arttırmada fayda
sağlayacak teçhizatlar ulaşılamayacak kadar pahalı durumdaydı. Sanayi devrimi sonrasında
bile yeni geliştirilen ürünlerin tüm halk tarafından kullanılabilir olması mümkün olmadı.
Toplumun bir bölümünün erişip bir bölümününse erişmekte zorlandığı bu ürünler insanlarda
yoksunluk hissini de beraberinde getirip eşya biriktirme kültürünün oluşmasında büyük rol
oynadı. Ortaya çıktığı dönemlerde gayet anlamlı olan bu durum, giderek ihtiyaçların
karşılanması hedefinin ötesine geçip bugün de içinde yaşadığımız maddiyatçı yaklaşımı
beraberinde getirdi.

Bu maddiyatçı bakış açısı, kişileri sürekli yeni bir şeyler satın alma isteğiyle birlikte her an
çevresindekilerden geriye düşme ve statüsünü kaybetme kaygısıyla da baş başa bırakıyor. Bir
yakınımızın, iş arkadaşımızın ya da komşumuzun aldığı pahalı bir saat, çanta ya da gittiği bir
tatil bizim için stres oluşturabiliyor. Özellikle günümüzde sosyal medyanın insanın egosunu
tatmin etme mecrası görevi de görmesiyle bu kaygıların tetiklenmesi çok daha kolay hale

81
geldi. Tüketimin bir nevi statü sembolü haline gelmesi ile gelir eşitsizliğinin birlikte yarattığı
kaygı ve stres yapılan araştırmalarda elde edilen verilere de net olarak yansımış durumda.
Son 30-40 yıllık zaman diliminde gelişmiş ülkelerde görülen psikolojik rahatsızlıklar ikiye
katlanmış6*. Benzer şekilde, 1950’den bu yana ABD halkı depresyona girmeye 3 kat daha
yatkın hale gelmiş durumda. Artan refah artışına karşın bu sonuçların alınıyor olması çok
düşündürücü. Ülkeler arası yapılan karşılaştırmalarda ise durum daha da netleşiyor. Gelir
eşitsizliği arttıkça, depresyona yatkınlık da benzer şekilde artıyor. Bu veriler ışığında, tüketim
kültürünün güçlü bir şekilde beslediği maddiyatçılığın toplumun psikolojisini kötü etkilediği
söylemek mümkün.

Oysa ne tüketim kültürü ne de açgözlülük insanın doğuştan gelen özellikleri değildir.


Araştırmacıların parasal sisteme sahip olmayan yerel kabilelere ziyaretlerinde ilk dikkatlerini
çeken olgulardan biri kabileler arası ne kadar sert çatışmalar olursa olsun kabile içinde
paylaşım kültürünün çok güçlü olması olmuştur. Günümüz insanın bir tüketim canavarına
dönüşmesi ise bilinçli olarak teşvik edilmiş, özendirilmiştir. Bu durum Avrupa Birliği parasal
sisteminin kurucusu Bernard Liertaer tarafından “Açgözlülük ve rekabet insanın değişmez
yapısı değildir. Tamah ve para kıtlığı yaratılmakta ve yaygınlaştırılmaktadır. Bunun
sonucunda yaşayabilmek için birbirimizle kavga etmemiz gerekmektedir.” şeklinde son
derece net olarak ifade edilmiştir.

Bir önceki bölümde bahsettiğimiz gibi paranın bir alışveriş aracı olmaktan çıkıp
metalaştırılması ile hazırlanan bu ortamda açgözlülük, insanın zaaflarından faydalanmayı çok
iyi bilen reklam sektörünce adeta dayatılıyor. Birçok reklamın doğrudan “Daha fazlasını iste”,
“Daha iyisini iste” tarzı birebir açgözlülüğü teşvik eden sloganlar içermesi dikkatinizi
çekmiştir. Gıda ürünlerinde Süper Boy, Mega Boy paketler artık sıradan hale geldi. Hatta
içindeki ürün az bile olsa havayla dolu büyük paketler halinde sunularak tüketici tahrik
edilmeye çalışılıyor. Eskisini getir, yenisini götür kampanyaları çalışan ürünleri yenileriyle
değiştirmeyi teşvik ederek yine tüketicileri açgözlü bir tüketim modeline yönlendiriyor.

Alışverişin mabedi alışveriş merkezleri de zihnimizi uyuşturup bir mağazadan diğerine


koşturup ihtiyacımız olmayan ürünleri almamız için özel olarak tasarlanıyor. Mimarileriyle,
müzikleriyle, dekorasyonlarıyla adeta özgürlüğümüzü elimizden alıp zombileştirmeyi
hedefleyen bu yapılar, özellikle şehirlerde yaşayan büyük kitleler için cazibe merkezi olmayı
başarmış durumda.

Tüketimi azdırmak için reklamcıların kullandığı daha nice metot aslında insana ve tabii ki
doğaya yarardan çok zarar getiriyor. Bunların yanında, alışveriş aynı zamanda kişinin
psikolojik olarak ihtiyaç duyduğu ve rahatlatıcı bir aktivite olarak lanse ediliyor. Alışveriş
terapisi kavramının dilimize yerleşmiş olması bu durumun en net göstergesi. Oysa alışveriş
sırasında ortaya çıkan rahatlama çok kısa süre sonra yerini bir boşluk hissine, hatta depresif
duygularla birlikte strese bırakıyor. Maddi edinimler duygusal sorunlara çözüm olmuyor.
Tabii ki işin bu boyutu hemen hiç dillendirilmiyor.

82
Tüketim kültürünün oluşturduğu yoksunluk ve kıtlık hissinin, istifçilik gibi rahatsızlıkların da
sebeplerinden biri olduğu düşünülüyor. İleri düzeyde psikolojik davranış bozukluğu olarak
kabul edilen ve tıp dilinde dispozafobi olarak adlandırılan istifçilik her şeyi biriktirme hastalığı
olarak biliniyor. Aynı zamanda da obsesif kompalsif bozukluğun önemli göstergeleri arasında
yer alıyor. Tedavisi oldukça zor olan bu rahatsızlıkta hastalar değeri olsun ya da olmasın
ellerine geçen her şeyi kenara atıp biriktiriyor, hatta bunlarla manevi anlamları varmışçasına
duygusal bağ kuruyorlar. Evlerinde uyuyacakları kadar bile yer kalmasa bunun bir sorun
olduğunun farkına varamıyorlar.

ABD toplumunun her 20 ferdinden birinin istifçi olduğu değerlendiriliyor. Bu yüksek orana
karşın, istifçiler sosyal ilişkilerindeki zayıflığın da etkisiyle uzun süre bu rahatsızlıkları
hissedilmeden yaşayabiliyorlar. Ancak bu yaşam tarzı gerek kendileri gerekse toplum için
sağlık sorunlarını ve ev yangını gibi tehlikeleri beraberinde getiriyor.

İstifçilik gibi uç bir nokta olmasa da evimize sığmayacak kadar eşyamızın olması yine eşya
bağımlılığımızın bir göstergesi. Bugün her on Amerikalı’dan biri depo kiralıyor. Birçok ülkede
evler kullanılmayan eşyaların saklanması için bodrum, kiler ya da depo gibi kısımlarla
tasarlanıyor ve bu alanlar da bir süre sonra yetersiz hale gelmeye başlayabiliyor. Bir anlamda
eşyaların insana hizmet etmesi yerini insanın eşyalara hizmet etmesine bırakmış gibi
gözüküyor.

Gereğinden fazla eşyaya sahip olmanın tetiklediği ya da arttırdığı olumsuz bir durum da
dağınıklık olarak karşımıza çıkıyor. Yapılan araştırmalar dağınıklık ile başa çıkmakta zorlanan
kadınların kortizol seviyelerinin gün içinde çok yavaş düştüğü, dolayısı ile yorgunluk ve
depresif hissetmeye sebep olup sağlıklarını olumsuz yönde etkilediğini gösteriyor. Erkeklerin
ise dağınıklıktan biyolojik olarak etkilendiklerine dair bir bulgu saptanamamış 7*.

Eşya biriktirmenin hayatımıza etkilerini daha iyi kavramak için onu obeziteye benzetebiliriz.
Aynı obezitede olduğu gibi eşya biriktirmek hayatımızı zorlaştırır. Ara ara bu durumdan
kurtulmak istesek ve eyleme geçsek de rejimlerde olduğu gibi genelde kalıcı olarak
sürdürmeyi başaramayız. Daha sade yaşayan insanları gördüğümüzde onlara özensek de
rahatlıkla kendi yolumuzu meşrulaştıracak bir bahane bulabiliriz. Bir kez eşya biriktirmekten
vazgeçip ihtiyacımız kadar olanla yaşamayı başardığımızda ise adeta yeniden doğmuş gibi
hissederiz.

Düştüğümüz bir yanılgı da eşyaları ihtiyacımız olduğu için aldığımız düşüncesi. Oysa çoğu
zaman onlara ihtiyacımız olduğu için değil, satın aldığımızda yaşayacağımız mutluluk hissi için
yöneliyoruz. Oysa bu mutluluk hissi son derece kısa süreli. Örneğin, bir ay önce aldığımızda
mutlu hissettiğimiz gömlek ya da elbise muhtemelen ilk kez giyildikten sonra bizim için
dolabımızda duran diğer kıyafetlerimizden daha fazla anlam ifade etmiyor olacak.

Her ne kadar insanlar daha çok eşyaya sahip oldukça daha mutlu olacaklarını düşünseler de
konu üzerine yapılan araştırmalar aslında durumun böyle olmadığını gösteriyor. Maddecilik
ile mutluluk arasındaki ilişkiyi belirlemek üzere yapılan en kapsamlı araştırmalardan biri

83
Güney Kaliforniya Üniversitesinde Ekonomi Profesörü olarak çalışan Richard Easterlin
tarafından yapılmıştır. Bu araştırmada ABD, İngiltere, Brezilya ve Hindistan’ın da dahil olduğu
farklı özelliklere sahip 19 ülkede ekonomik büyüme ile mutluluk verileri arasındaki ilişki
incelenmiş. Araştırma sonuçları insanların temel ihtiyaçlarını karşılayabildikleri sürece milli
gelirdeki artışların mutluluğu çok değiştirmediğini gösterir nitelikte. Yani mutluluk için temel
ihtiyaçların karşılanması şarttır. Bu seviyenin üzerinde tüketim yapmanın, mesela 3 yerine 5
pantolon sahibi olmanın, cep telefonunu 2 yılda bir değil her yıl değiştirmenin ya da daha
pahalı ürünlere erişmenin mutluluğumuzu çok da arttırmadığı rahatlıkla söylenebilir.

Peki eşya biriktirme alışkanlığımızdan kurtulabilirsek hayatımızda oluşacak boşluğu nasıl


doldurabiliriz? Yapılan araştırmalar deneyimlerin eşyalardan çok daha uzun süren mutluluk
sağladığını belirlemiştir. Hızla akıp giden hayatta bunun farkına varamayabiliyoruz. Oysa
biran durup kendimize 5 sene önce bizi neyin mutlu ettiğini sorduğumuzda alacağımız cevap
çok büyük bir olasılıkla deneyimlerimizle ilgili olacaktır. Buna karşın hemen hiç kimse o sene
aldığı bir ayakkabıyı mutluluk kaynağı olarak görmeyecektir.

Giderek daha çok insan bu olgunun farkına varıyor ve hayatlarını yavaş yavaş da olsa bu
doğrultuda sürdürmeye başlıyor. Bu değişim ile birlikte maddiyatla kazanılan statü, kimlik ya
da hayatın anlamı gibi kavramlar yerini deneyimler üzerine kurduğumuz düzene bırakır.
Yaşanacak bu zihniyet değişimi ile değerler sistemimiz de baştan kurgulanacaktır. Böyle bir
dünyada daha az çevresel sorunumuz olması kuvvetle muhtemel. Ancak elbette deneyimler
de tüketimden tamamen bağımsız değildir. Seyahate çıkmak, yamaç paraşütü yapmak,
seramik atölyelerine katılmak ya da kayak yapmak... Deneyimimiz ne olursa olsun az ya da
çok karbon izi başta olmak üzere dünyamıza olumsuz etkileri olacaktır. Ancak bu olumsuz
etkiler her halükarda tüketim kültürünün etkileriyle karşılaştırılamayacak düzeyde hafiftir.

Deneyimlerin tüketime avantajlarından biri de karşılaştırılmalarının daha zor olmasıdır. İki


arkadaşın kullandıkları çantaları karşılaştırmaları kolaydır. Bu sayede birbirlerine üstünlük
kurmaya ve egolarını tatmin etmeye çalışmaları olağandır ve sıklıkla karşımıza çıkar. Dolayısı
ile daha fazla tüketim de bu rekabetin olağan sonucu olacaktır. Oysa birinin gittiği yemek
kursundan aldığı haz ile diğerinin yaptığı koro çalışmasından aldığı hazzı karşılaştırmak zordur
ve bu yolla birbirleri ile rekabete girip daha çok tüketime yönelmeleri çok olası değildir.

Deneyimler aynı zamanda kişiliğimizin gelişmesine de katkıda bulunur. İster müzik kursu
olsun, ister bir doğa gezisi, isterse bir sanat faaliyeti, deneyimler benliğimizi besleyip hayata
bakışımızı olumlu yönde geliştirecektir. Oysa kullandığımız saatin markasının ya da maddi
değerinin böyle bir etkisinin olduğunu söylemek çok güç. Ayrıca deneyimler çoğu zaman
insan ilişkileriyle beraber geldiğinden kişilerin sosyal yaşamlarına da fayda sağlamakta ve
maddiyatçılığın yalnızlaştırıcı etkisiyle karşılaştırıldığında yaşamlarını olumlu yönde
etkilemektedir.

Son olarak, deneyimlerin kişiyi pozitif yönde etkilemesi için her zaman olumlu bir şekilde
sonuçlanmış olması da şart değildir. Hafızamız ister beklediğimizden çok daha zorlu geçen bir

84
yolculuk, ister ters giden bir doğum günü partisi, isterse çalışmamızın karşılığını alamadığımız
bir sınav olsun, zor, kötü ya da üzücü deneyimlerimizin üstünü örtmeye, zaman içinde olumlu
yönlerini ön plana çıkarmaya yönelik bir işleyişe sahiptir. Bunun bir sonucu olarak yaşanırken
olumsuz hislere sebep olan deneyimler de gelecekte olumlu olarak hatırlayacağımız anılara
dönüşebilir. Örneğin, komik duruma düştüğümüz, kızardığımız ve doğal olarak kötü
hissettiğimiz bir deneyimden geriye çoğu zaman komik bir anı kalır, utanç verici bir his değil.

Bu konu üzerine çalışan fütürist James Wallman’in İstif Çağı kitabında yazdığı satırlar durumu
güzel bir şekilde ifade ettiği için burada yer vermekte fayda görüyoruz:

“Mutlu olmak istiyorsanız deneyimler, eşyalar değil. Daha eşit bir sistem istiyorsanız
deneyimler, eşyalar değil. Daha iyi bir çevre istiyorsanız deneyimler, eşyalar değil.
Ekonominin güçlenmesini istiyorsanız deneyimler, eşyalar değil. Çocuklarınız, aileniz,
arkadaşlarınız için daha mutlu bir yaşam istiyorsanız satın aldıklarınız değil, deneyimleriniz
sizi daha mutlu edecek. Ben hayatımı böyle yaşamaya çalışıyorum ve insanlar böyle
yaşadığında ekonomi yine de güçlenecek, insanlar iş bulmaya devam edecekler ama daha
mutlu olacaklar.”

Günümüzde tüketim kültürünü reddedip maddeye daha az bağımlı yaşamlar süren akımlar
giderek daha popüler hale geliyor. Minimalizm ve sade yaşam bu akımlardan ikisi.

Mümkün olduğunca az eşya ile yaşamayı hedefleyen minimalistlerin yaşam felsefesine göre
her eşyanın bir amacı olmalı ve amacı olmayan eşyamız da olmamalı. Bu felsefe ile maddeci
insanlar sahip olduklarının çokluğu ile övünürken minimalistler ise tam tersine azlığı ile
övünüyor. Blog yazarı Dave Bruno 100 eşya ile yaşamak adlı yarışmayla okuyucularını sahip
oldukları eşya sayısını 100’e indirmeye çağırmasıyla popülerliği daha da artan bu akımda
sahip olunan eşyaların sayısı önemli bir ölçüt olarak görülüyor. Kimi 100’ün altına inmeye
çalışırken kimi çok daha azıyla yaşanabileceğini iddia ediyor.

Tabii eşyaların nasıl sayılacağı, örneğin ortak kullanılan mutfak masası ya da çatal kaşık gibi
eşyaların durumu tartışmalı. Ama genelde mutabık kalınan kişisel eşyaların tamamının
sayılması. Yani otuz çift çorabınız varsa bu otuz olarak kayıtlara giriyor. Mutabık kalınan bir
diğer husus da aletlerin aksesuarlarıyla birlikte değerlendirilmesi. Söz gelimi cep telefonu ile
şarj cihazı bir olarak sayılıyor.

Burada aslında sayının da çok bir önemi yok. Önemli olan ihtiyacımız olan eşyalara sahip olup
bize yük olacak fazlasından kaçınıyor olmamız. Zira kullandığımız eşyalar bizim için çalışırken,
biz de kullanmadıklarımız için çalışıyor ve onlara hizmet eder hale geliyoruz. Minimalizme
geçişte kullanılan yöntemler de bu felsefeye dayanıyor. Yöntemlerden ilki tüm eşyalarımızı
kolileyip sadece ihtiyaç duyduklarımızı çıkarıp kullanmaya başlamak. Uzun süre kolilerde
kalan eşyalarımızdansa kurtulup hayata maddi ve manevi anlamda ferah bir alan açmak.
İkinci yöntemse daha yumuşak bir geçiş için eşyaları grup grup kaldırıp yine ihtiyaç duyup
duymadığımızı tespit etmeye dayanıyor.

85
Günümüzde teknoloji de minimalistlerin yanında diyebiliriz. Eskiden müzik dinlemek için
kasetlere CD’lere ihtiyaç varken bugün yok. Film izlemek için keza öyle. Hızlı kuruyan, leke
tutmayan kumaşlar ve çok amaçlı tasarımlarla kıyafet ihtiyacımız bile azalmış durumda.

Hayatımızı basitleştirip üstümüzdeki yükleri azaltmanın aynı zamanda stresimizi azaltmak,


borçlarımızdan kurtulup maddi olarak daha rahat etmek gibi sonuçları da olacak. Az eşyamız
olduğu için daha küçük bir eve ihtiyaç duyacağız, az kira ödeyeceğiz, ısıtma maliyetimiz
düşecek ve temizlemek için daha az yorulacağız, daha az zaman harcayacağız. Dolayısı ile
hayatımıza bunlarla boğuşmaktan daha anlamlı bir alan açmış olacağız.

Yine de minimalizm herkes için iyidir demek doğru değildir. Özellikle bir eşyaya dayalı hobisi
olanlar için bahsi geçen rakamlara inmek hemen hemen imkansızdır. Bir dağcının ya da
fotoğrafçının sadece bu hobileri için ihtiyaç duydukları eşya miktarı azımsanmayacak
düzeydedir. Böyle bir zorunluluğu olmayanlar için de halen uygun olmayabilir. En nihayetinde
eşyalar iyi hissettirir. Gittiğimiz bir seyahatte aldığımız hatıra yılları sonra bile güzel anları
hatırlamamıza, geçmişimizle bağ kurmamıza vesile olur. Benzer şekilde mutlu günlerimizden
fotoğraflarımızın yer aldığı çerçeveler pratik amaçları olmasa bile bizi mutlu edebilir. Elbette
bu tüm duvarın çerçevelerle kaplanması, onlarca hediyelik eşyanın raflarda tozlanması
anlamına gelmiyor. Ya da kimilerimiz için kitaplarımızdan ayrılma düşüncesi ölüm gibi
gelebilir. Burada kritik olan, ölçülü olmanın minimalist olalım ya da olmayalım hepimizin
hayat kalitesini arttıracağının farkında olmamızdır.

İçinde yaşadığımız tüketim kültürü ve bu kültürün olumsuz etkilerinden kaçışı farklı bir yaşam
tarzında bulan bir başka grup ise sade yaşamcılardır. Temel çıkış noktaları medeniyetin
getirdiği nimetlerden ve külfetlerden elverdiğince uzak durup daha basit bir hayat yaşamak
olan bu grubun tarihi oldukça eski. Milattan Önce 4. yy’da yaşamış Yunanlı Filozof
Diogenes’in medeniyeti reddedip pazar meydanında bir küpte yaşadığı biliniyor. Modern
dünyadan kaçıp ormanda küçük bir kulübede yaşamını sürdürmeye başlayan bir diğer
tanınmış isim ise 19.yy Amerikalı yazarlardan Henry David Thoreau 8*. İnsanların artık kendi
kendilerine yetememelerinden ve dış dünyada olan bitenle ilgilenerek çok zaman
kaybetmelerinden şikayet ederek ormanda 15m2’lik bir kulübeye yerleşen yazar ormanda
doğal olarak yetişen yabani meyvelerle beslenmiş ve zamanının büyük kısmını yüzüp ormanı
dinleyerek geçirmiştir. Bir yatak, birer bardak ve kaşık, ikişer çatal, bıçak ve testi, üçer tabak
ve sandalye ile yaşayarak modern yaşama meydan okuyan yazar bu süreci iki yılı aşkın bir
süre sürdürmüştür. Daha sonra ise modern yaşama dönerek bu dönemi anlattığı Walden
Gölü, Ormanda Yaşam isimli kitabını yazmıştır.

Ancak yazarın da bu yaşamı iki yıl sürdürüp vazgeçmesinden de anlaşılacağı üzere bu denli
sade bir yaşam hem alışık olmadığımız ve muhtemelen alışmakta çok zorlanacağımız
faaliyetleri beraberinde getiriyor hem de gönüllü olarak uygulanamayacak kadar sıkıcı.
Bunun bir sonucu olarak bugün sade yaşamdan ziyade daha sade bir yaşam diyebileceğimiz
felsefe ön planda. İnsanların toprakla yeniden barışmaya başlaması, şehre doğru göçün
imkanı olanlar için tersine dönmesi, kalabalıktan uzaklaşma psikolojisi, kendi yiyeceğini

86
organik olarak yetiştirme isteği gibi eğilimler sade yaşam felsefesinin yansımaları olarak göze
çarpıyor.

Ekolojik yaşamı hayat felsefesi haline getiren ve bu konuda arayış içinde olan insanlara
destek veren önemli bir isim de Rob Greenfield. Son birkaç yıldır %99’u tekrar kullanılan
malzemelerden yapılan ve sadece 1500 USD’ye mal olan 9m2’lik bir evde yaşayan Greenfield
evinin inşası sırasında sadece 13 kg atık üretmeyi başarmış. Bahçesinde tüm besinlerini doğal
yöntemler kullanarak yetiştiriyor, hatta arı kovanı ile bal elde ediyor. Elektriğe olan
bağımlılığı sadece yazın yetiştirdiği gıdaları kışa saklamak üzere depoladığı derin
dondurucudan ibaret. Yemek pişirmek için kullandığı biyogazı sebze meyve artıklarının
bakteriler yardımı ile doğal yollardan metan gazına dönüşmesiyle elde ediyor. Aynı sistemin
bir diğer çıktısı da yetiştirdiği sebze meyvelere verdiği doğal gübre. Bu döngüsel sistem
sayesinde ürettiği atık miktarını yok denecek kadar aza indirebiliyor. Biyogazın yanında güneş
enerjisini ısıya çeviren fırını da yemeklerini yaparken alternatif olarak kullanıyor. Tahmin
edeceğiniz üzere tüm su ihtiyacını da yağmur suyunu uygun şekilde dönüştürerek gideriyor.
Tuvalet kağıdı gibi ihtiyaçları içinse yumuşak ve hoş kokulu Blue Spur çiçeği gibi bitkilerin
yapraklarını tercih ediyor. Doğayla uyumlu yaşamı son derece başarılı ve azimli uygulayan
Greenfield bu yönüyle gerçekten ilham verici bir isim. Kısaca bahsettiğimiz yaşamı hakkında
daha fazla bilgi aşağıdaki videodan elde edilebilir9*.

Henüz tüm dünyada yaygın olmasalar da benzer felsefeleri benimseyen insanların bir araya
geldikleri Sivil Toplum Kuruluşu (STK) ya da topluluk tarzı oluşumlar da mevcut. Bunlardan
biri Escape the City topluluğu. 2009 yılında kurulan Escape the City topluluğu bugün Londra
ve New York merkezli olarak yüzbinlerce üyesi ile faaliyetlerini sürdürüyor. Topluluğun temel
amacı profesyonel hayattan sıkılıp daha deneyimsel işler yapmak ya da diğer insanlara
katkıda bulunmak isteyenlere geniş sosyal ağı ve pazarıyla destek olmak. Bu amaçlarıyla
özellikle deneyimciler için önemli bir destek görevi yapıyor.

Bugün marjinal görünen minimalizm, sade yaşam ya da deneyimcilik gibi akımlar henüz
toplumun çok küçük bir kesimince benimsenmiş, hatta çoğunluk tarafından duyulmamış dahi
olsa gelecek adına büyük önem taşıyor aslında. Tarihte yaşanan her ilerleme ve gelişme
yenilik eğrisi denilen ve Şekil 1’de gösterilene çok benzer safhalarla topluma yerleşiyor.
Yenilikçilerin ortaya attığı fikirler, ürünler önce erken benimseyiciler diye adlandırılan az
sayıdaki birey tarafından benimsenip kullanılmaya başlıyor. Zaman ilerledikçe benimsenme
hızı da artıyor ve çoğunluk tarafından içselleştiriliyor. En son ise nal toplayıcılar ya da ağır
kimseler olarak adlandırılan, yeniliğe karşı direnen azınlık fikre ısınmaya başlıyor. Bu açıdan
bakıldığında tüketim kültürünü reddeden hareketleri yenilikçiler ya da erken benimseyiciler

87
olarak görmek doğru olur. Yavaş yavaş da olsa yaşanacak zihniyet değişimi ile birlikte bu
akımların ortak noktası olan tüketimin gerçek ihtiyaçlara indirgenmesi ve maddiyatçılıktan
alınan hazların yerini deneyimlerin getirdiği mutluluğa bırakması toplumun geneline
yayılacaktır. Dolayısı ile şu anda az destek gören bu yaklaşımlar bizi ümitsizliğe sevk etmek
yerine umutlu olup bu yönde ilerlememizi teşvik etmelidir.

Şekil 1: Yenilik eğrisi

Aşırı tüketimi bir şekilde hayatlarından çıkarıp daha minimal denebilecek tarzda yaşamaya
başlayan insanların dışında, bunu tüm kurumlarıyla birlikte ele alıp çevresel ve ekonomik
anlamda sürdürülebilir bir dünya oluşturmayı hedefleyen oluşumlar da mevcut. Bunlardan
birisi olan Venüs projesi, dünyanın sınırlı kaynaklarını tüketmeksizin maksimum ekonomik
verimlilik ve sürdürülebilirliğin nasıl sağlanabileceği üzerine Amerikalı Fütürist Jacque Fresco
tarafından geliştirilen bir medeniyet projesidir. Bu projenin felsefesi tüm politik çekişmelerin
üzerinde, açlık, savaş ve borç gibi sorunların ortadan kaldırıldığı sürdürülebilir bir medeniyete
ulaşmaktır. İlk bakışta yeni bir şehir tasarımından ibaretmiş gibi görünse de aslında şu anda
dünyaya egemen kültürden farklı, insani ve barışçıl bir kültürün şekillendirilmesini de
hedeflemektedir

Venüs projesi kapsamında bilim ve teknolojiye dayalı olarak tasarlanıp sürdürülebilirliği baz
alacak şehirlerin, yenilikçilik ve çevreciliğin toplumda yükseltilmesi ile birlikte, suç, yoksulluk,
açlık, evsizlik gibi bir türlü çözülemeyen problemlerin ortadan kalkacağı iddia edilmektedir.

88
Projenin, bazıları çok popüler bazıları ise şu andaki zihniyetimiz ile imkansız gibi görünen;
dünya kaynaklarının insanlık mirası olduğunun kabul edilmesi, insanlar arası yapay sınırların
kaldırılması, parasal sistemin kaynak temelli ekonomi ile değiştirilmesi, şehirlerin, ulaşım
sistemlerinin, tarımın ve endüstrilerin enerji verimliliği yüksek, temiz ve tüm insanlara hizmet
edecek şekilde geliştirilmesi, yeni teknolojilerin tüm ulusların faydasına kullanılması,
tamamen temiz enerjilere yönelinmesi, elitizme son verilmesi, yaratıcılığın teşvik edilmesi
gibi kabulleri ve hedefleri bulunmaktadır.

Proje kapsamında tasarlanan şehrin mimari özelliklerine konumuzun dışında kalması


nedeniyle yer vermeyeceğiz. Ancak, dairesel yapıda olması, atıkların toplanıp geri
dönüştürülmesi için insan emeğine gerek duyulmayacak sistemlere sahip olması, ulaşımın
otonom araçlar ve trenler ile, bireysel olarak bu araçlara sahip olmaksızın sağlanması,
organik, dikey ve topraksız tarım uygulamaları ile diğer şehirlerden ithalatı minimuma indiren
sağlıklı gıda üretimi, endüstriyel üretiminin tam otomasyonu gibi temel özelliklere sahip
olması planlanıyor. İlk prototipin Florida’da hayata geçirilmek üzere projelendirildiğini de
belirtmekte fayda var.

Venüs projesi hayata geçer ya da geçmez, belki uzak gelecekte yaygınlaşır, belki de sınırlı
sayıda insanın hayali olarak kalır. Burada önemli olan, dünyanın içinde bulunduğu
problemlerin farkında olan ve bu sorunların kalıcı olarak çözülebilmesi için en azından fikir
bazında çalışan kişi ve kurumların olmasıdır. Bu çerçevede olgunlaştırılacak yaklaşımların
toplum zihnen bu dönüşüme hazır olduğunda ya da mecbur kaldığında hayata geçirilebilir
olması da önemli bir kazanımdır.

Şu ana kadar önemini vurguladığımız ve bu yöndeki uç yaşam tarzlarına değindiğimiz


tüketimin azaltılması konusunda yapılabilecekler çok geniş bir alana yayılıyor. Kullan at
kültüründen kaçınılması, uzun ömürlü eşyalara yönelinmesi, uygun ürün ve hizmetlerde
paylaşım esasının benimsenmesi ve tüketimin ihtiyaçları karşılamaya indirgenmesi bu
kısımda değineceğimiz başlıklar olarak sayılabilir.

Dayanıklı Tüketim Ürünleri

Bu kitabı yazmaya başlamadan hemen önce başımdan enteresan bir olay geçti. Evimizde
kullandığımız 10 yaşındaki çamaşır makinemiz ile annemin kullandığı 30 yaşındaki aynı marka
çamaşır makinesi birbirine çok yakın zamanlarda bozuldu. Makineler tabii ki bozulabilir. 30
yaşındaki makinenin bozulması zaten gayet doğal. Kaldı ki bu ilk vukuatı da değil
muhtemelen. Bizim çamaşır makinemiz ise ilk defa bozuluyordu. Takip eden süreçte annem
de, biz de doğrudan yeni makine almak yerine tamirci çağırmayı tercih ettik. İşin enteresan
yanı da bu noktadan sonra karşımıza çıktı. Annemin makinesi çok kısa bir sürede ve evden
çıkarılmadan bir parça değişimi ile tamir edilip tekrar kullanıma girdi. Bizim makinemize
gelen tamirci ise ömrünü doldurduğunu, tamir olsa bile kısa süre sonra tekrar sorun
çıkaracağını söyleyerek değiştirmemizi tavsiye etti. Bir dayanıklı tüketim ürününün normal,
hatta hafif kullanımda 10 yıl ömrünün olacağı aklımıza yatmadığından başka bir tamirci daha

89
çağırdık. Onun verdiği cevap da ilkiyle aynı oldu. Biraz da internette araştırdığımızda ilk
günkü gibi pırıl pırıl duran makinenin ömrünü tamamladığına biz de ikna olduk ve yeni bir
makine satın aldık. Şu anda 30 yaşındaki çamaşır makinesi halen çalışmaya devam ederken,
aynı fabrikadan çıkan 10 yaşındaki yeni modeli çöplükte yerini almış durumda.

Teknolojinin geriye gitmediğine emin olduğumuza göre dayanıklı tüketim mallarının bile artık
kısa ömürlü ve sık sık değiştirilmek üzere tasarlandığını söyleyebiliriz. Dayanıklı tasarlamayı
hedeflememek maliyeti biraz etkilese de tüm ürünün fiyatı göz önüne alındığında bu maliyet
düşüşü de önemsenmeyecek boyutta aslında. Üretici açısından ise kısa ömürlü ürün satmak
çok mantıklı elbette. Her aileye 30 yılda bir makine satmaktansa üç makine satmak üç kat kar
elde etmek demek. Tabii ki bunu gelişen teknolojinin daha iyi makineler tasarlamaya
elverdiğini, dolayısı ile sık sık değiştirmenin kullanıcı memnuniyetini arttırdığını iddia ederek
kamufle etmeye çalışıyorlar. İleri teknoloji ürünlerinde bunun gerçeklik payı olsa da çamaşır
makinesi gibi dayanıklı tüketim ürünlerinde etkisi çok az. Üstelik günümüzde ürünlerin
yazılımlarının uzaktan güncellenmesi ya da belirli parçalarının yeni versiyonlarıyla
değiştirilerek performanslarının arttırılması mümkün. Tüm ürünün çöpe atılmasını gerektiren
hiçbir durum yok.

Dayanıklı tüketim ürünlerinin yanında, her sene modası geçmiş telefon, bilgisayar gibi
milyonlarca elektronik alet işlevlerini yitirmedikleri halde çöpe atılmaktadır. Bu aletlerin
yapımında kullanılan kimileri nadir bulunan değerli metaller de büyük oranda çevre kirliliğine
dönüşmekte. Oysa bu metallerin çıkarılması sırasında çevre zarar gördüğü gibi ciddi miktarda
da emek ve enerji harcanıyor. Bu aletlerin birçoğu ufak parça değişimleri ve yazılım
güncellemeleri ile çok daha uzun süre kullanımda kalabilecekken sistem çöplüğe
gönderilmelerinden kazanç sağlıyor, GSYH yükseliyor. Sıfır toplamlı bu döngüde kaybeden ise
insan ve doğa oluyor. Bu açıdan bakıldığında verimlilik ve dayanıklılık çevremizin dostuyken
ekonomik sistemimizin düşmanı olarak görünmekte.

Tüketici açısından baktığımızda ise sık sık ürün değiştirmek önemli miktarda emeğin bu
ürünleri satın almak için harcaması anlamına geliyor. Yılda belki 2-3 gün daha az çalışıp tatil
yapabilecekken dayanıksız tüketim ürünlerini değiştirmeye bütçe ayırmamız son derece
anlamsız. Bunun dışında bozulan makinenin değişim süreci de ayrı bir iş yükü demek. Eski
makinenin gönderilmesinden yenisi için fiyat araştırmasına, satın almadan nakliye ve
kuruluma harcayacağımız zamanı ister az ister çok olsun hayatımızdan harcıyoruz. Şunu
unutmayalım ki bu makineler bize hizmet için varlar. Onlara harcayacağımız her an onların
bize sağladıkları faydayı azaltıyor.

Dayanıklı tüketim mallarının giderek kısalan ömürleri kullanıcıların yanında çevreyi de önemli
ölçüde etkiliyor. Çöp dağlarının yükselmesi ve çevre kirliliği doğrudan gözlemlediğimiz en
önemli etkiler. Her ne kadar bazı ürünlerin belirli bölümleri geri dönüşüme gitse de önemli
bir bölümünün atık olarak doğaya bırakıldığı bir gerçek. Geri dönüşüme gönderilen ürünlerin
de tamamen zararsız olduğu iddia edilemez. Aksine bu ürünlerin ayrıştırılarak tekrar
kullanılabilecek mamullere dönüştürülmeleri yüksek miktarda enerji ve kimyasal madde

90
kullanımı gerektiriyor. Dolayısı ile geri dönüşüm de çevre kirliliği ve küresel ısınmaya katkıda
bulunmaktadır. Bunların yanında her bir ürünün üretiminden, tüketiciye ulaşmasına kadar
tüm süreç de yine hem kirlilik hem de küresel ısınma anlamına gelmektedir.

Bu konuda tüketiciye düşen temel görev üreticilerden daha dayanıklı ürünler talep etmektir.
Bu talebin üreticiler tarafından dikkate alınması da ancak tüketicinin bu özellikteki ürünlere
yönelmesi ile olur. Bugün özellikle endüstriyel kullanımı da olan bazı markalar müşterilerine
diğerlerinden daha dayanıklı ürünler sunuyor. Fiyatları ilk bakışta pahalı olan bu ürünlere
talebin artması diğer üreticileri de bu yönde ürünler geliştirmeye zorlayacak en etkili yoldur.
Yüksek fiyatlı ürünlerin alınması ilk anda tüketici açısından mantıksız gibi görünse de kullanım
başına maliyet uzun ömürden dolayı daha hesaplı olacaktır. Yukarıda bahsettiğimiz ürün
yenileme kaynaklı zaman kayıpları ve çevreye verilen zararın azalması da yine kar hanesine
yazılacaktır.

Dayanıklı ürünlere yönelmenin yanında çabuk bozulan ürünleri deşifre ederek düzenlenecek
sosyal medya kampanyaları da bu yönde atılacak adımları destekleyecektir. Şüphesiz hiçbir
firma kötü bir imaja sahip olmak istemez. Hatta uzun süre kötü bir imaja sahip olarak ayakta
da kalamaz.

Kiralama ve Paylaşım

Günümüzde giderek artmaya başlayan kiralama ve paylaşım tabanlı çözümlerin tüketim


kültürünün törpülenmesinde önemli katkı sağlaması mümkün görünüyor. Özellikle ulaşım ve
konaklama sektöründe bu yönde oluşumlar son yıllarda hızlı bir gelişim içinde. Örneğin,
geliştirilen yazılım tabanlı servislerin desteğiyle, aracımızla gideceğimiz bir noktaya, aynı
yönde gitmek isteyen bir yolcuyu masraflara ortak ederek götürebiliyoruz. İlk anda bu tarz
kullanımların güvenlik sorunu oluşturabileceği akla gelse de gelişen kimlik doğrulama
sistemleri gibi çözümlerin entegrasyonu ile aşılması çok da zor olmayan problemler bunlar.

Aracımıza misafir yolcu almanın bir adım ötesinde araba mülkiyetinin giderek azalacağı,
otopark probleminin hafifleyeceği, özellikle gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde
kurallara uymamaktan kaynaklanan trafik probleminin azalacağı bir gelecek bizi bekliyor.
Özellikle orta vadede sürücüsüz arabaların yollara hakim olacağı göz önüne alındığında bu
durum kuvvetle muhtemel. Bugün araçlar zamanlarının %90’ını park halinde geçiriyor. Buna
karşın ne kadar kullandığımıza bakmaksızın vergilerini tam olarak ödüyor, sigortalarını
yaptırıyor, muayene ve bakım gibi işleriyle uğraşıyoruz. Bu koşullar altında, bugün bile şehir
içi kullanımda taksi kullanmak kullanım sıklığına bağlı olarak bazılarımız için araba sahibi
olmaktan daha ekonomik iken, ileride sürücü maliyetinin de ortadan kalkmasıyla daha geniş
bir kitle için anlamlı hale gelmesi kaçınılmaz. Hele bu duruma maddiyata bağlı statü
zihniyetinin değişmesi ve otomobilin statü sağlayıcı olmaktan çıkıp sadece ulaşım aracına
dönüşmesi de eklenirse kapılarımızın önünde boş duran arabaların yerini telefonumuza bir-
iki dokunuş ile kapımıza gelecek ve aynı konforda ulaşımımızı sağlayacak araçların alması
işten bile değil.

91
Paylaşma modelinin başarıya ulaşması araç sayılarında düşüşü de beraberinde getirecektir.
Bu hem çevre hem de şehirlerimiz için büyük bir avantaj. Tüm bu gelişmeler araba üreticileri
açısından zor bir döneme işaret etse de önünde durulabilecek gelişmeler değildir. Her daim
bazı sektörler büyürken bazıları küçülür, hatta yeri gelir yok olur. Otomotiv sektörü
teknolojiyi yakından takip eden hatta dönem dönem ona liderlik eden yapısıyla bu
dönüşümden de başarıyla çıkacak ve kendine yeni bir yön çizecektir.

Bu dönüşüm tüm ekonomi ve istihdam piyasasını etkileme gücüne sahip olacak. Bugün her
sürücünün benzin istasyonu, tamirci ya da araç yıkamacısı gibi tercihleri varken araba
mülkiyetinin, hatta sürücülerin ortadan kalktığı bir gelecekte bu tip gereklilikler tamamen
kurumsal olarak ele alınacaktır. Bu yaklaşım vatandaşların benzin alma, araç bakımı gibi işlere
harcadıkları zamanı azaltıp fayda sağlayacağı gibi bu işler daha verimli yapılacağından
çevreye zararları da azaltılabilecektir. Örneğin, büyük araç filolarını yıkama işi yapan
şirketlerin su ve deterjanı mahalledeki yıkamacıdan daha ucuza satın alıp daha verimli
kullanması son derece olasıdır. Bu faydalara karşın bu sektörlerde çalışan birçok çalışanının
işsiz kalması olumsuz etki olarak karşımıza çıkacaktır.

Turizmin konaklama ayağını da bir anda değiştiren AirBnb tarzı kiralama siteleri kişisel
kullanım için elde tutulan evlerin de turizm için kullanılabilir olmasını sağlamıştır. Bugün
turistler gittikleri şehirlerde otel ya da hostel gibi ticari kurumların yanında evleri de tercih
edebilmekteler. Bu sayede özellikle yılın çok az bir bölümünde kullanılan ve genelde boş
duran yazlık evlerin ya da boş duran odaların ekonomiye kazandırılması ve yeni
yapılaşmalara ihtiyacın azalması her anlamda önemli birer kazanım anlamına gelecektir. Bu
anlayışın yerleşmesi ile birlikte hem insanların tam zamanlı kullanmayacakları yazlık ev tarzı
gayrimenkuller almak için hayatlarının önemli bölümünü çalışmaya ayırmaları gerekmeyecek,
hem tatil maliyetleri düşecek, hem de doğal güzelliklerin betonlaşma ile yok edilmesi ve
inşaat süresince ortaya çıkacak atıkların çevresel zararları azaltılabilecektir.

Kiralama ya da paylaşıma dair örnekler çoğaltılabilir. Traktör, çim biçme makinesi, kayık, gezi
teknesi gibi birçok araç son derece sınırlı sürelerle kullanılmakta ve bu araçlara sahip olmak
kişilere satın alma esnasında ve sonraki bakım süreçlerinde ciddi külfetler yüklemektedir.
Yılda bir iki hafta kullanılan bir teknenin yıllık bakım, liman ve personel maliyeti bile kiralama
çözümünden daha maliyetli olmaktadır. Ayda bir birkaç saat kullanılan çim biçme
makinesinin kalan zamanlarda boş durması da aynı şekilde sahibi için de, ekonomi için de
kayıptır. Çok basit organizasyonlarla hatta komşular arası iletişimle bu verimsizlikte önemli
bir ilerleme sağlanması mümkün görünmektedir.

Kullan At Kültürü

Tüketim toplumunun belirgin özelliklerinden biri de kullan at kültürüdür. Tüketim kültürünün


temel taşlarından olan kullan at ürünler, çevresel zararlar bakımından da önde gelmekte ve
dünyamızı daha yaşanabilir kılmak için mücadele edilmesi gereken önemli bir ürün grubunu
oluşturmaktadır.

92
Kullan at kültürü 1920’li yıllarda bilinçli olarak yaygınlaştırılmış ve ABD halkından başlanarak
tüm dünyaya hakim olması sağlanmıştır. Bu kültürün bilinçli olarak oluşturulmasına ABD iç
savaşının 1865 yılında sona ermesinin ardından çiftlikler ve fabrikalarda oluşan üretim
artışının yarattığı arz fazlası yol açmıştır. Bu arz fazlası, üretimin nüfustan 4 kat daha hızlı
artması ile oluşmuş ve 1920’li yıllara gelindiğinde ABD’nin önündeki en büyük problemlerden
biri haline gelmişti. Sorunun çözümü için ilk öneri insanların daha az çalışmaları, daha az
üretmeleri ve boş zamanlarının tadını çıkarmalarıydı. A. Dahlberg ve W. K Kellogg gibi
ekonomistlerin desteklediği bu modele göre insanlar ekonomist J. M. Keynes’in deyimiyle
Sefa Çağı’ında yaşamaya başlayacaklardı.

İleride ABD başkanı olacak Hoover gibi politikacılar ile General Motors CEO’su Alfread Sloan
gibi sanayicilerse alternatif çözümden yanaydılar: Daha fazla tüketmek. Bu modele göre
tüketimin arttırılması insanların daha müreffeh yaşamasına, üreticilerin daha zengin
olmasına, hükümetlerin de daha fazla vergi toplamasına yol açacaktı. Çelişkili gibi görünse de
yan etkileri göz ardı edildiğinde daha fazla tüketim ve harcama gerçekten de toplumun ciddi
bir bölümü için maddi olarak daha yüksek standartlar demektir.

İlk fikrin uygulanması görece basitti. Çalışma sürelerinin kısalması bile başlı başına üretimin
azalması sonucunu doğururdu. İkinci çözümün hayata geçirilebilmesi içinse toplumun bin bir
emekle elde ettiği eşyalarını koruyup kollama zihniyetinin değiştirilmesi ve dayanıklı
ürünlerin kullan at şeklinde sunulması gerekliydi. Bu süreçte başarının mimarı reklamcılar
oldu. Ürünlerin verimliliğinin yanına güzelliklerinin de önemli olduğu algısını yerleştirmekte
zorlanmadılar. Güzellik konseptinin de sık sık değiştirilebilmesi sayesinde vatandaşlar bilerek
ve isteyerek birer tüketim canavarına dönüştürüldü.

Burada bir parantez açıp ABD’de kadınların sigara kullanımının da aynı amaç ve metotlarla
yaygınlaştırıldığını not düşmek gerekli. 1900’lü yılların başında ABD’de kadınların özellikle
açık alanlarda sigara içmesi hoş bir davranış olarak görülmüyordu. Hatta New York gibi bazı
eyaletlerde yasaktı. Bu durum sigara üreticilerinin potansiyel karlarına ulaşamaması
anlamına geliyordu ve bu kapitalist sistemde üstünden gelinmesi gerekli önemli bir
problemdi. Üreticiler sorunu çözmek için halkla ilişkiler uzmanı Edvard Barneys’le çalışmaya
başladılar. Barneys kadınları sigara kullanmaya yöneltecek motivasyon olarak özgürlük
temasını seçti. ABD’nin önemli etkinliklerinden 1929 yılı Paskalya geçidinde başlatılan
kampanya ile birlikte sigara bir anda kadınların özgürlük meşalesine dönüştürüldü. Ertesi
günden başlayarak gazete manşetlerinde tabunun yıkılıp kadınların özgürleştiği teması yer
alır hale geldi. Hatta doktorların hangi marka sigara içilmesine dair önerileri haberleştirildi.
Propaganda bebeklerin kullanılmasına kadar vardı. Tahmin edeceğiniz üzere kampanya hızla
sonuç verdi ve birkaç yıl içinde sigara içen kadınların oranı %5’ten %35’e yükseldi. Parantezi
kapatıp devam edelim.

Uzun bir mazisi olan kullan at kültürü son 10-20 yılda daha da hız kazandı. El bezlerinin,
havluların yerini kağıt havlular aldı. Hem ağaç kesimi hem de yoğun kimyasal kullanımı
pahasına üretilen bu kağıt havlular bugün son derece yoğun olarak tüketiliyor. Sadece temiz

93
suyu elimizden uzaklaştırmak için bile her gün metrelerce kullandığımız oluyor. Evlerde
değilse bile işyerlerinde, geziler, kamplar, piknikler, kutlamalar gibi organizasyonlarda,
kısacası ev dışında hemen her fırsatta kullandığımız plastik tabak ve çatallar da çevresel
zararlar konusunda başı çeken ürünlerden. Gerek kağıt havlular gerekse plastik tabak çatal
gibi ürünleri hayatımızdan çıkarmamız çok da zor değil aslında. Ne de olsa orta yaşlıların
hatırlayacağı üzere yakın zamana kadar bu ürünler olmadan da hayat rahatlıkla devam
ediyordu. Tabii ki getirdikleri pratikliği inkar etmiyoruz, ama dünyanın geleceği söz konusu
olduğunda bu pratiklik rahatlıkla feda edilebilir. Nasıl ki bugün birçok insan bencilce hareket
etmiyor ve insanlar, hayvanlar ya da çevre konusunda gönüllü faaliyetlerde bulunuyorsa,
belirli bir bilinç düzeyine ulaşıldığında kullan at ürünlerin kullanımı da kendiliğinden
azalacaktır.

Bu ürünlerin kullanımının azaltılması konusunda umutlu olmamız için bir diğer neden de
Avrupa Parlamentosunun 2021 yılı itibariyle tek kullanımlık plastik çatal, bıçak, poşet, kulak
pamuğu, plastik yiyecek ve içecek kutuları ile pipetler gibi pek çok ürünün yasaklanması
kararını alması. Yine benzer bir kararla plastik şişelerin de 2029 yılına kadar %90 oranında
geri dönüştürülmesi hedefleniyor. Her ne kadar çevresel sorunlara katkı anlamında
Avrupa’nın rolü Çin ve Hindistan gibi gelişmekte olan ülkelere kıyasla sınırlı olsa da, bu karar
ilk olması bakımından çok önemli. Önümüzdeki süreçte diğer ülkelerin de bu tip yasakları
gündeme alması tabii ki mümkün.

AB üyesi ülkelerde %90 oranında geri dönüştürülmesi hedeflenen plastik su şişeleri de kirlilik
kaynaklarının başında geliyor. Her gün milyonlarcası kullanılan bu şişeler ve bardak suların
yarattığı tahribat azımsanmayacak boyutta. Oysa bu iki ürün de getirdikleri rahatlığa rağmen
hem sağlık açısından riskli hem de kullanımları olmazsa olmaz cinsten değil. Bugün özellikle
işyerlerinde kullanılan bardak sular yerine düne kadar cam ya da metal sürahiler
kullanılıyordu. Çalışanların talebi ile tekrar bu kültürün hayata geçirilmesi ya da alternatif
olarak sunulması hemen hiç maliyet gerektirmeyen, hatta tek kullanımlık bardak sulardan
daha da düşük maliyetli bir uygulama.

Tek kullanımlık plastik şişelerin yerine de pekala doğa sporcularının kullandığı cinsten pratik
ve doğa dostu matara ya da termos tipi sulukların kullanılması mümkün. Evden çıkarken
doldurup yanımıza alacağımız bu su kaplarının tek dezavantajı içlerindeki su bittiğinde çöpe
atılmayıp eve geri götürülecek olmaları. Bu dezavantaja karşın yarım litrelik suların yüksek
fiyatlarından kaçınmak özellikle yoğun olarak bu şişe suları tüketen kişilere ekonomik
anlamda ciddi fayda sağlayacaktır.

Plastik tüketiminin önemli bir bölümünü oluşturan ürünlerden biri de plastik poşetler. Bugün
özellikle ailelerin rutin market alışverişi sırasında çok sayıda tüketilen bu ürünler neredeyse
her alışverişin olmazsa olmazı. Aldığımız ürünler yanımızda taşıdığımız çantaya rahatlıkla
sığabilecek bile olsa poşet kullanmaktan vazgeçmiyoruz. Oysa geçmişte alışveriş çantası,
alışveriş arabası, file gibi poşetin yerini tutan birçok çözüm yoğun olarak kullanılıyordu.
Bilinçli bir tüketim yerleştiğinde ya da AB ülkelerinin aldığı yasaklama gibi kararlarla poşet

94
kullanım sorununun hafifletilmesi çok da zor değil. En azından kullan at tipi ürünlerde
biyoçözünür malzeme zorunluluğu getirilmesi çevresel zararları minimize edecektir.

2019 yılı itibariyle Türkiye’de uygulamaya konulan poşetlerin paralı satılması uygulaması da
kayda değer bir başarı sağlamış durumda. Birçok tüketicinin poşet satın almak yerine
alternatif çözümleri hızla benimsediği gözlemleniyor. Elbette yasak ya da vergiye dayalı
dayatmacı çözümler bilinçli tüketimin getireceği avantajları tam olarak sağlamasa da çevresel
faydaları ve bu bilincin kazanılmasında oynayabilecekleri roller itibariyle çok değerli.

Hemen her ürünün ambalajlanmış olarak karşımıza geldiği günümüzde bu ambalajlardan bir
bölümü tamamen gereksiz, bir bölümü ise gerekenden çok daha büyük ebatlarda üretiliyor.
Marketten alıp eve getirdiğimiz ürünlerin önemli bir bölümü ambalaj olduğundan doğrudan
kendini çöpte buluyor. Bir başka deyişle her alışverişimizde bir miktar çöpü önce evimize,
sonra da çöpe taşıyoruz. Çoğu zaman ürünün kendisinden çok ambalaj atıklarının çevreye
zarar verdiği gerçeği de bu durumun önemini ortaya koyuyor.

Özellikle yoğun rekabetin olduğu sektörlerde ambalajın reklam etkisi bu durumun


yaşanmasının sebeplerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Gıda ürünleri başta olmak üzere
birçok ürün gereğinden büyük ve bu oranda da yanıltıcı paketlerle tüketiciye sunuluyor. İçi
havayla dolu cips poşetleri, yarısı boş şekerleme ve kuru yemiş paketleri, iç içe birden fazla
kez paketlenmiş ürünler, kutu içinde satılan şişelenmiş şuruplar, büyük kutularda gelen cep
telefonu, tablet gibi elektronik aletler ambalaj israfının örnekleri arasında.

Örneğin, diş macunu tüpünün içine konduğu karton kutunun tüketiciyi cezbetmek dışında
hiçbir fonksiyonu yok. Marketten eve getirdiğimiz anda açıp çöpe atıyoruz. Gerek bu kutunun
üretimi gerekse atıldıktan sonra ortaya çıkan çevresel zararlar da cabası. Sadece ABD’de her
yıl 900 milyon kutunun bu şekilde atıldığı hesaplanmakta. Bu anlamsız durumu fark edip diş
macununun kutusuz satılmasına karar veren İzlanda çok güzel bir örnek oluşturuyor. Bazı
ülkelerde kutusuz diş macunları da istek üzerine satışa çıkarılmışken çoğu ülkede ise
tüketiciye halen bu seçenek sunulmuyor.

Geçmişte yaygın olarak kullanılan, ancak günümüzde sıklıkla karşılaşmadığımız ürünler ise
depozitolu olanlar. Özellikle cam şişeli içeceklerde kullanılmaları sayesinde hem önemli
miktarda atık oluşumunun önüne geçen, hem de maliyetleri düşürüp ürünün tüketiciye daha
ucuza ulaşmasını sağlayan bu yaklaşım maalesef bugün büyük oranda ortadan kalktı.
Firmalar açısından bakıldığında depozitolu ambalajların geri toplanıp yenilenmesinin lojistik
ve de süreçler açısından yarattığı zorluklar nedeniyle maliyetini tüketiciye yükledikten sonra
iadesiz ambalaj kullanmak daha mantıklı elbette. Tüketiciler açısından da katlandıkları
maliyet göz ardı edildiğinde ambalajların iade edilmek yerine doğrudan çöpe atılması bir nevi
rahatlık. Ancak geleceğimiz adına ambalaj atıklarının yarattığı tehdit göz önüne alındığında
konfordan biraz fedakarlık edip doğal kaynaklarımızın daha iyi değerlendirilmesini sağlamak
ve de çöplüğe çevirdiğimiz gezegenimize nefes aldırmak çok daha zaruri ve anlamlı duruyor.

95
Tüketicilerin bilinçli olarak depozitolu ürün talep etmesi birçok ürünün bu şekilde satılmasını
da tetikleyecektir. Sadece içeceklerde değil, yoğurt, peynir, yağ gibi ağırlıklı olarak plastik
kaplarda satılan ürünler, turşu, salça gibi kavanozlu ya da teneke kutulu olanlar, şampuan,
deterjan ve türevi gibi hemen her ürün depozitolu hale gelebilir. Bu tip bir tüketim
kültürünün yerleşmesi yarattığımız çöp miktarını asgariye indirmemize büyük fayda
sağlayacaktır. Bunun yanında, ürünlerin depozitolu olması maliyet avantajları nedeniyle
ağırlıklı olarak kullanılan plastiklerin yerini sağlıklı cam ambalajların almasını sağlayarak
toplum sağlığına da katkıda bulunacaktır.

Daha çok ürünün depozitolu üretilmesi, ambalajların toplanması ve ücret iadelerinin


yapılması konusunda üretici ve tüketici üzerindeki yükleri azaltacak pratik uygulamaların da
doğmasına sebep olacaktır. Örneğin, haftanın belirli günleri tüm depozitolu kapların evlerden
topluca alınması ve bu sayede tüketicinin bunları markete geri taşımasına gerek kalmaması
rahatlıkla mümkün olabilir. Hatta mahallelere yerleştirilecek kiosk tarzı makinelerle bu süreç
otomatikleştirilebilir. Bugün birçok ülkenin çok sayıda şehrinde plastik şişeler bu tip
makinelerle toplanıp karşılığı ödeniyor. Bu sistemin faklı ambalajlar için geliştirilmesi ve
yaygınlaştırılması sadece bir talep meselesi.

Depozitolu ürün kullanımının arttırılmasında devletlerin de teşvik edici olması mümkün. Bu


tip ambalajlara sağlanacak vergi indirimi ya da hükümetlerin daha çok tercih edebileceği
depozitosuz ürünlerden alınacak ek vergiler dönüşümün hızlanmasına katkı sağlayabilir.
Vergi indirimi içeren teşviklerin ilk bakışta bütçeye baskı oluşturacağı düşünülse de, azalacak
çöp toplama, geri dönüşüm, çevre temizlik gibi maliyetler vergi indiriminin oluşturacağı etkiyi
dengeleyecektir. Bu konuda yapılan çalışmalar da yok değil. Türkiye’de 2021 yılında hayata
geçirilmesi planlanan uygulamayla belirli tip içecek ürünlerinde depozitolu ambalaj
kullanımının zorunlu hale getirilmesi planlanıyor. Bu ve benzeri adımlar çevresel ve ekonomik
anlamda sorunlarımızın hafifletilmesine az ya da çok mutlaka katkıda bulunacaktır.

Özellikle plastik ambalajları ortadan kaldırmak için ortaya çıkan hareketlerden biri de gıda
ürünlerini ambalajsız olarak satan marketlerin açılması oldu. İngiltere, Almanya, Kanada gibi
ülkelerde açılmaya başlanan bu marketlere tüketiciler kendi kaplarını götürüp alış veriş
yapıyorlar. Örneğin, evde kullandıkları pirinç kabını götürüp doldurarak, sebze meyveleri
kumaş torbalarına ya da filelerine koyarak hem hiç ambalaj kullanmıyor hem de tam
ihtiyaçları kadar ürün alabiliyorlar. Elbette bu şekilde alışveriş yapmak marketteki ürünleri 1
saniyede sepete atmak kadar pratik değil. Ancak sağlığımız ve dünyamızın sürdürülemez
gidişatı göz önüne alındığında güzel bir çözüm.

Kullan at kültürünün zirveye çıktığı alanlardan biri de oyuncak sektörü. Son 50 yılda ham
madde olarak plastiğin egemenliğine giren sektör sürekli değişen temalarla çocukların hızla
ilgilerini kaybedecekleri ve yenilerine yönelecekleri ürünlere odaklanmış durumda. Son
dönemde oyuncak reklamları da anneleri pas geçip doğrudan çocukları hedef almaya başladı.
Bu aynı zamanda çocukların daha hayatlarının ilk yıllarında ömür boyu sürecek yoksunluk ve
doyumsuzluk hisleri ile tanışmaları anlamına da geliyor. Üstelik satılan ürünlerin de büyük

96
çoğunluğu yaratıcı düşünceyi destekleyip uzun süre elden düşmeyecek cinsten değil, tam
aksine neredeyse ertesi gün rafa konup bir anlamda çöpe dönüşen ürünler. Bugün legolar
bile çocuğun yaratıcı yönünü desteklemekten uzaklaştı. Eskiden bu ürünler standart parçalar
olarak satılırdı. Birleştirildiğinde ortaya ne çıkacağı da tamamen çocuğun yaratıcılığına
bağlıydı. Bugün ise daha çok ev, araba, çiftlik ya da kahraman gibi bir oyuncak maketinin
parçalanmış haline dönüştü. Alındığında kutunun üstündeki resimlerden ne yapılması
gerektiği görülüyor ve muhtemelen bir kere yapıldıktan sonra da rafa kaldırılıyor. Daha
aldığınız anda, parçalar birleştiğinde neye benzeyeceği görüldüğünden yaratıcılık ortadan
kalkıyor ve doğal olarak çocuğun bu ürünle geçireceği zaman kısalıyor, oyuncak kullan at
ürüne dönüşüyor. Bir oyuncağın ömrünü doldurması da yeni bir oyuncak satın alma
zamanının geldiği demek oluyor. Ebeveynlerin oyuncak alırken bu bakış açısıyla seçim
yapması ve çocuklarına kullan at (yap-kurtul) tarzı değil de yaratıcılıklarını besleyecek
oyuncaklar almaları başta çocuklarının gelişiminde olmak üzere olumlu sonuçlar
doğuracaktır.

Hayat kalitemizi düşürmeden, hatta yükselterek tüketimi azaltmanın yollarından biri de


işlevini kaybetmediği ve ekonomik ömrünü tamamlamadığı halde modası geçtiği için ya da
sadece sıkıldığımız için eşyalarımızı yenilemekten vazgeçmektir. Dünyaya bugün hakim olan
tüketim kültürü insanlara halen kullandıkları ve işlerini gören ürünleri sık sık yenilemelerini
empoze ediyor. Bunu yaparken de kimi zaman modayı, kimi zaman neredeyse tek amacı göz
boyamak olan ufak yeni özellikleri, kimi zamansa sadece alışverişin insanı kısa süreliğine de
olsa rahatlatan psikolojik yanını kullanıyor.

Bugün özellikle tekstil alışverişlerinin büyük bölümünün gerçek ihtiyaçtan kaynaklanmadığını


hepimiz biliyoruz. Çoğunlukla giyecek kıyafetimiz kalmadığı için değil, modasının geçmiş
olduğunu düşündüğümüzden ya da aynı ürünü kullanmaktan sıkıldığımızdan kıyafet alışverişi
yapıyoruz. Benzer şekilde birçok ev eşyasını, hatta zaman zaman elektronik aleti de tüm
ihtiyaçlarımızı gördükleri halde değiştirme yoluna gidiyoruz. Bu yaklaşım bizi ilk anda mutlu
etse de etkisi çok uzun sürmüyor ve kısa süre sonra kendimizi aynı sarmalın içinde buluyoruz.

Bu davranış tarzının çevreye etkileri bir yana, kişisel kaynaklarımızın boşa harcanmasına yol
açması bizi daha çok çalışmaya mecbur bırakıyor. Yok yere yaşadığımız maddi sıkıntılar
stresimizi arttırıyor. Tasarruf etmemizin önüne geçmesi emeklilik yaşımızı sürekli öteliyor.
Bunların yanında, her alışveriş ayrı bir zaman kaybı ve efor anlamına geliyor. Kısacası aynı işi
görecek farklı ürünleri kullanmak için yaşamımızı feda ediyoruz. Bunun yerine eşyalarımızı
amaç değil araç olarak görüp, hayatımızda yaşayacağımız deneyimlere odaklanmak,
kaynaklarımızı ömür boyu hatırlayıp mutlu olacağımız anılar oluşturmaya yönlendirmek çok
daha anlamlı.

Söz gelimi herkesin yaşam standardına ve harcama alışkanlıklarına bağlı olmakla beraber
fazladan aldığımız belki her gömlek, pantolon ya da elbisenin emekliliğimizi bir gün
ötelediğini varsayabiliriz. Yılda sadece bir parça kıyafet az satın almak 30 yıl içinde bize 1 ay
fazladan emeklilik keyfi sürmek olarak geri dönecektir. İlk bakışta yaptığımız her harcama

97
bize zorunluymuş gibi görünüp bizi tasarrufa başlamaktan uzaklaştırsa da bir süre sonra
geriye dönüp baktığımızda birçok alışverişimizin elzem olmadığını rahatça görebiliriz.
Gardırobumuzu açıp kıyafetlerimizin her biri için, “Olmasaydı sıkıntı çeker miydim? Kendimi
kötü hisseder miydim?” gibi sorular sorduğumuzda eminim azımsanmayacak sayıda parçanın
olmazsa olmaz olmadığını göreceğiz. Bu ürünlere ödediğimiz tutarları üst üste koyup
topladığımızda ise ortaya çıkan meblağ bize lüzumsuz harcamaları kesmenin önemini
anlatmakta yeterli olacaktır.

Alt gelir grubundakilerin muhtemelen ihtiyaç dışı harcamaları minimum düzeyde olduğundan
bu konuda yapabilecekleri sınırlı olsa da özellikle orta gelir grubunda bulunanların yaşam
kalitelerinden ödün vermeden ya da minimum ödün vererek önemli miktarda tasarruf
etmeleri mümkündür. Tasarruf etmekten en çok fayda sağlayacak kesim de harcamalarını
kredi kartı borçlarını öteleyerek ya da kredilerle finans edenler olacaktır. Bankaya ödedikleri
faizin azalması ve zamanla ortadan kalkması, borç kredi sarmalından çıkmalarına ve bir
anlamda hayatlarında yeni bir sayfa açmalarına vesile olacaktır.

Kişisel olarak yapacağımız tasarrufun yanında, toplum olarak da yapabileceklerimiz var.


Örneğin, gece boyu yanan ışıklı reklam tabelaları sadece küresel ısınmaya katkıda
bulunmakla kalmıyor, bizi yıldızların güzelliğinden de mahrum bırakıyor. Belediye ve devlet
hizmetleri, yani kamu kaynaklarının kullanıldığı hizmetler çoğu zaman verimli
değerlendirilmiyor ve amaca hizmet etmeksizin adeta sömürülüyor. Şu anda ulaşılması zor
bir hedef gibi görünse de küresel ölçekte savaşların bitmesi de yine başlı başına tüketimi
azaltacak bir gelişme olarak karşımıza çıkıyor.

Yeni Bir Tüketim Kültürü ve Teknoloji

Bu noktaya kadar değindiğimiz tüm bu gereksiz tüketimin olmadığı bir dünya fakirleşmiş bir
dünya anlamına gelmeyecektir. İnsanları zengin yapan gereksiz ambalajlar, kullanılmadan
duran eşyalar ya da kısa ömürlü dayanıklı tüketim malları değildir. Aksine bu tüketim
kültüründe harcadığımız para, zaman ve eforun azalması toplumun zenginleşmesi demek
olacaktır. Ekonomi küçülse ve sermayedarların servetleri azalsa bile…

Tüketim zihniyetimizin değişmesi daha kaliteli ve sağlıklı ürünlere erişimimizi de arttıracaktır.


Benzer ucuz ayakkabılardan 5 tane almak yerine pahalı ama ayak sağlığımıza çok daha uygun
kaliteli tek bir çift ayakkabı almak daha anlamlıdır. Cebimizden aynı para çıksa bile hem
hissedeceğimiz konfor artacak hem de doğada bıraktığımız ayak izimiz küçülecektir.

Tüketimin azaltılması konusunda teknoloji de doğru kullanıldığı sürece yanımızda olacaktır.


Kindle tarzı elektronik kitap görüntüleyiciler, gazetelerin internet ortamına aktarılması,
elektronik imzanın ıslak imzanın yerini alması, postanın neredeyse tarihe karışıp e-posta’nın
haberleşmenin ana eksenini oluşturmaya başlaması daha şimdiden kağıt tüketimimizi
sınırlamaya başlamış durumda. Gelecekte bu dönüşümlerin daha da yayılması ile binlerce yıl

98
önce bulunduğu dönemden beri belki de ilk kez kağıt tüketiminin düşüşe geçmesi mümkün
olacak.

Enerji verimliliğinin artması ile daha az elektrik tüketerek aynı hizmetleri alabilecek olmamız
da teknolojinin bir diğer katkısı olacak. Nitekim yıllardır elektronik aletlerin harcadıkları güç
başına sundukları hizmet düzenli olarak artıyor. Bu artışın ileride de devam etmemesi için
şimdilik bir neden görünmüyor.

Akıllı evler ve yalıtım teknolojileri ile gerek aydınlatma gerekse ısıtma ve soğutma sırasında
yaşanan enerji kayıpları azalmaya devam edecektir. Benzer şekilde, içten yanmalı motorların
yerini hibrit ve elektrikli motorların alması ile birlikte hem araçlarımızdaki enerji verimliliği
artacak, hem de fosil yakıta bağımlı olduğumuz alanlardan biri ortadan kalkacaktır. Bunların
yanında otonom araçların yollara çıkması ile birlikte lüzumsuz ivmelenme ve fren gibi yakıt
tüketimini arttıran hareketler içeren sürüş tarzının yerini enerji verimliliğini temel alan
algoritmalar alacaktır.

Ulaşımda insani faktörlerin azalması sonucu tedarik zincirinde yaşanacak iyileşmeler ile gıda
ürünlerinin de mümkün olduğunca beklemeler olmadan taşınmaları ve sofraya ulaşmadan
bozulmalarının önüne geçilebilecektir. Yapılan çalışmalar geliştirilen elektronik sistemler ile
sebze meyve gibi çabuk bozulan ürünlerin besin değerlerini etkilemeksizin raf ömürlerini
uzatmanın mümkün olacağını göstermektedir. Bu sayede gıdaların sofraya ulaşma sürecinde
yaşanan kayıplar azaltılabilecektir. Gıda üretiminde yaygınlaşacak verim arttırıcı
gelişmelerden biri de nesnelerin interneti tabanlı sensör sistemleri ile daha verimli sulanan,
gübrelenen, ilaçlanan tarım alanlarının mümkün hale gelmesidir. Bu sayede hem su, gübre ve
ilaç gibi maddelerin tüketimi azaltılarak maliyet düşürülecek, hem de gübre ve ilaç
kullanımının çevresel etkileri minimuma indirilebilecektir10*.

Özellikle enerji verimliliği ile tarım alanındaki gelişmeler toplam tüketimin büyük bölümünü
etkilediğinden önem arz ediyor. Ancak bu alanlar dışında da çevre dostu ve tüketimin
zararlarını hafifletici birçok gelişme mevcut tabii ki. Susuz pisuarlar, biyoçözünür
malzemeden yapılmış ayakkabılar, hızla büyüyen çocuklarımıza boyut olarak ayak uyduran
kıyafet tasarımları bunlardan sadece birkaçı.

Yukarıda kısaca değindiğimiz örneklerle teknolojide yaşanan gelişmelerin tüketimi azaltıcı


yönlerine dikkat çektik. Ancak bu zaman içinde teknolojideki ilerleme dolayısı ile tüketimin
kendiliğinden düşeceği anlamına gelmemektedir. Aksine zihniyet değişmediği sürece bugüne
kadar olduğu gibi bundan sonra da tüketimin teknolojik gelişim ile birlikte artması
beklenmektedir11*.

Bizim kastımız belirli alanlardaki yeniliklerin bilinçli kullanımla birleştiğinde o alandaki


tüketimi azaltacağı yönündedir. Gazete için kullanılan kağıt miktarındaki düşüş bunun bir
örneğidir. Ancak bu tekil örnek kağıt tüketiminin toplamda düşeceği anlamını taşımaz. Diğer
kağıt kullanım alanlarındaki değişim ve olası yeni kullanım alanlarının açılması da toplam
tüketimi etkileyen diğer faktörlerdir. Özetle teknolojik gelişimin başlı başına tüketimi

99
sınırlayıcı etki yapması beklenmemektedir. Ama belirli alanlarda işimizi kolaylaştıracağı
rahatlıkla öngörülebilir.

Bu bölümde vurgu yaptığımız üzere tüketimin azaltılması yaşanabilir bir gelecek için en
önemli şart. Azaltmanın aciliyetine vurgu yapmak için de konunun uzmanları tarafından
yazılan bir rapora bakmakta fayda var. Dünya Ekonomik Forumunun 2018 yılında yayınladığı
rapora göre dünya kaynaklarının ve ekosistemin desteklediği miktarın 1.7 katını tüketiyoruz.
Biyoçeşitliliğin giderek azalmasının, kısa süre içinde ormanlar, nehirler, okyanuslar gibi
ekolojik sistemlere etkisinin geri döndürülemez boyutta olacağı ve bunu takip edecek bir
ekolojik çöküş raporun diğer tespitlerinden. Bu gidişatı değiştirmek içinse yine raporda kısa
bir zaman diliminin kaldığı ifade ediliyor ve 2020’ye kadar uluslararası konsensüsün sağlanıp
önlemlerin 2030’a kadar tam anlamıyla hayata geçirilmesi zaruri görülüyor12*.

Teknolojinin gerek tüketimin azaltılması gerekse çevrenin korunması konusunda hedefe


yönelik kullanıldığı sürece yanımızda olacağına ve işimizi kolaylaştıracağına şüphe yok. Ancak
zaman zaman ortaya çıkan bazı yenilikler tam aksine ciddi maliyetleri karşımıza çıkarabiliyor.
Bunlara en iyi örnek olarak Blok-zincir uygulamalarını verebiliriz. Blok zincir uygulamalarının,
arkalarındaki devrim niteliğinde teknoloji ile gelecekte her alanda hayatın içinde olacağına ve
insana çok faydalı hizmetler sunacağına kesin gözüyle bakılıyor. Yaratacakları katma değerin
büyük olacağına emin olmakla birlikte konumuzun dışında olduğu için burada detaylı olarak
değinmeyeceğiz. Dikkat çekmek istediğimiz nokta daha ziyade yan etkileri. Özellikle çevresel
faktörler göz önüne alındığında Bu teknolojinin en önemli yan etkisi akıl almaz ölçüdeki
elektrik tüketimi ve ilgi arttıkça bu tüketimin de katlanarak artıyor olması.

Kısaca bahsedersek blok-zincirin ana mantığı işlemlerin dağıtık olarak yapılmasına, yani
merkezi bir otoriteye ihtiyaç duyulmaksızın bireysel kullanıcıların görev almasına imkan
vermesidir. Bugün blok-zincirin ağırlıklı kullanılan uygulamalarından kripto paralarda
periyodik olarak (örneğin 10 dk’da 1) alışverişlerin onaylanması süreci gerçekleşmekte ve bu
onayda görev alan kullanıcılara ilgili kripto para cinsinden ödeme yapılmaktadır. Bitcoin başta
olmak üzere birçok kripto parada ilgili zaman diliminde ödeme alacak kullanıcı matematiksel
bir problemi ilk çözen kişi olmaktadır. Ancak problemi çözmeye çalışan kişiler (genelde
madenciler olarak anılmaktadır) ve harcadıkları CPU gücü arttıkça problemin ortalama çözüm
süresi kısalmaktadır. Bunun önüne geçmek için de problem zorlaştırılarak çözüm süresinin
istenen aralıkta tutulması hedeflenmekte. Dolayısı ile madenciler arttıkça yapılan iş
değişmediği halde harcanan elektrik miktarı artmaktadır.

Yapılan araştırmalara göre sadece Bitcoin ağının harcadığı enerji miktarı 2019 itibariyle yıllık
56 TeraWattSaat’e ulaşacak. Bu miktar İsviçre’nin yıllık elektrik tüketiminden daha fazla bir
miktara denk gelmekte ve üretimi esnasında çok ciddi bir karbondioksit salınımına neden
olmaktadır. Bu harcama aynı zamanda tüm dünyadaki elektrik tüketiminin binde 2’sine denk
gelmekte ve 7 nükleer santralin elektrik üretiminin bu iş için kullanıldığı anlamını
taşımaktadır13*.

100
Son birkaç yılda geliştirilen blok-zincir tabanlı uygulamaların oluşturduğu tüketim talebi başlı
başına bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Elbette bu soruna dair çözümlerin önümüzdeki
dönemde geliştirildiğini ve blok-zincir uygulamalarının çevre dostu altyapılara kavuştuğunu
görmemiz mümkün.

Blok-zincir uygulamalarında ele aldığımız gibi teknolojik gelişmeler çok faydalı olsalar bile
bazı yönleriyle dünyamıza zararlı ve geleceğimizi tehdit edici olabiliyor. Yeni teknolojilerin
daha geliştirme aşamasında çevre duyarlılığına sahip bir bakış açısıyla ele alınması
sorunlarımızın çözümüne katkı sağlayabileceği gibi yeni problemler yaratmadan hayat
standardımızı yükseltmemizi de sağlayacaktır.

Bu bölümde şu andaki tüketim düzeyimizi düşürmenin sorunlarımızla mücadelenin


kaçınılmaz eylemlerinden olduğunu ifade etmeye çalıştık. Petrolün, ağaçların, hatta temiz su
kaynaklarının tükeneceğini bile bile artan bir hızda tüketimi savunmak ve bunun insanlığa
faydalı olduğunu iddia etmek son derece anlamsız. Bu yöntemler sınırlı bir süre ve sınırlı
sayıda insan için fayda sağlayabilir ancak sürdürülmesi mümkün olmadığı gibi devam
ettirildiği her gün başka bir grup insana ve çevreye zarar vermektedir. Daha da kötüsü,
geleceğimizi ve gelecek nesilleri tehdit etmektedir.

Nasıl ki her birey, her aile, her kurum, her devlet kendi bütçesi çerçevesinde hareket etmeye
mecbursa ve bunu başaramadığı takdirde yıkıcı sonuçlarla karşılaşabiliyorsa, insanlığın da
dünyanın sunduğu kaynaklarla sınırlı bir bütçesi vardır ve bu bütçenin bugün aşılması yarını
sıkıntıya sokmaktadır. Maalesef bugünkü ekonomik yaklaşım kaynaklar sanki sınırlı değilmiş
de harcadıkça daha da çoğalacakmışçasına tüketimi özendirmek üzerine kuruludur. Buna dur
diyecek olanlar da elbette bu döngüden servetine servet katanlar değil, ceremesini çekenler
olarak bizleriz.

TEMA vakfı başkanı Hayrettin Karaca’nın verdiği bir röportajda sarf ettiği “Param var ama
tüketmeye hakkım yok” ifadesi varmamız gereken noktayı çok güzel özetliyor. İnsanlar olarak
hepimiz tüketim yapmamızın önündeki tek engel olarak parayı görmekten vazgeçip, dünya
kaynaklarının sınırlı olduğunu ve çevresel sorunların geleceğimizi tehdit ettiğini aklımızdan
çıkarmazsak çözüm yolunda en önemli adımı atmış olacağız.

Çevreye Duyarlı Bir Ekonomi


Tüketimi azaltmanın yanında ekonomik sistemimizi çevreyle barışık bir hale nasıl
getirebiliriz? Bu soruyu cevaplayabilmek için doğadan ilham almak en doğrusu. Bir ekolojide
hiçbir tür diğer türlerin kullanmadığı bir atık üretmez. Dolayısı ile ürettiğimiz nükleer ve
plastik atıklar göz önüne alındığında şu an içinde bulunduğumuz durum doğal döngünün
ihlalidir. Sürdürülebilir bir ekonomide tüm çıktıların insanlar tarafından aktif olarak
kullanılması ya da diğer türlerin kullanabileceği şekilde doğaya dönmesi gerekir. Bu koşulların
sağlanabilmesi için tespiti doğru yapmak ve gerekli dönüşümleri başlatmak zorundayız.

101
Günümüzde birçok iş kolu çevresel faaliyetleri dışsallaştırdıkları için karlı olarak
çalışabilmektedir. İşletmeler atıklarını nehirlere ya da havaya bırakmayıp gerçek manada
arıtsa ayakta kalmakta zorlanır. Petrol şirketleri, madencilik yapanlar doğaya verdikleri zararı
karşılamadıkları için devasa karlar elde etmekte. Fosil yakıt kullanıp küresel ısınmanın en
büyük sorumlusu olarak faaliyet gösteren firmalar bu konuda en ufak maliyet üstlenmiyor.
Yaşanan kazalar sonucu oluşan çevresel felaketlerde bile doğru düzgün temizlik yapmadan
olayın üstünü örtmenin yollarını arıyor. Bu şekilde davranan herkes kendi çıkarlarını
toplumun çıkarlarının önüne koyuyor ve türünün diğer bireylerini deyimi yerindeyse
kazıklamak pahasına ekonomik çıkar elde etmeyi sürdürüyor.

Bu maliyetleri içselleştirmek birbirimizle ve doğayla barışık yaşamanın ön koşullarından biri


olsa gerek. Çevresel zararlara yol açan atıkları üretenlerin yüksek oranlı vergilendirilmesi, bu
atıklara kota konulması gibi uygulamalar bu maliyetlerin içselleştirilmesini sağlayacağı gibi
daha verimli ve çevreci üretim süreçlerinin de geliştirilmesini tetikleyecektir. Daha az atık
üreterek çalışan fabrikaların karlılıkları ve hayatta kalma ihtimalleri artacaktır. Bu sayede
çevreci uygulamalar maddi bir değere bürünecek ve paramız sadece üretime odaklı değil
çevreye de duyarlı olacaktır.

Mesela ülkelere karbon kotası getirilmesi ve bu kotanın dışına çıkılmasının ciddi


yükümlülükleri olması küresel ısınma ile mücadelede fayda sağlayabilir. Belirlenen kotalar
ülkeler arasında alınıp satılabilir ve daha çok karbon salınımı yapanlar yapmayanlara gerekli
bedeli ödemek durumunda kalırlar. Burada en büyük problem kotanın neye göre
belirlenmesi gerektiğidir. Geçmişten bugüne hesapsızca fosil yakıt kullanan ülkeler gelişmişlik
düzeylerini bir anlamda buna borçludur. Gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkeler ise geçmişte
görece az salınım yaptıklarından gelişmiş ülkelerle aynı oranda kısıtlamaya tabi olmanın
adaletsizlik olduğunu düşünmekte. Bu durumda GSYH’yle ters orantılı bir kota belirlenmesi
daha makul görünüyor. Bu sayede gelişmiş ülkelerin bugüne kadar daha büyük pay sahibi
oldukları küresel ısınmanın bedelini diğer ülkelere ödemeleri ve diğer ülkelerin de çevresel
kısıtları da göz önüne alarak kalkınmaları mümkün olacaktır. Kotanın nasıl belirlendiği önem
arz etse de nasıl belirlenirse belirlensin yarın yokmuşçasına tüketilen ve küresel ısınma ile
tüm ekosistemi tehdit eden fosil yakıtların kullanımında daha dikkatli olunması sonucunu
doğuracaktır. Ayrıca atmosferdeki karbonun yakalanıp küresel ısınmayı hızla durdurmayı
amaçlayacak bilimsel çalışmaların fonlanıp hızlandırılması da küresel karbon vergisinin bir
diğer sonucu olarak karşımıza çıkabilir. Karbon emisyonunun bir şekilde vergilendirilmesi gibi
plastik ürün üretiminin de ekstra vergilendirilmesi dünyayı kalıcı olarak çöplüğe dönüştüren
bu ürünlerin bir nebze de olsa azaltılmasıyla sonuçlanacaktır.

Atıkların yanında, kullanılan doğal kaynakların da maliyetlere yansıtılması gerekir. Sözgelimi


tüm insanlığa ait olması gereken okyanus ürünlerinin tükenmeleri pahasına yoğun olarak
avlanıp satılması ne insanlara, ne de çevreye hizmet etmekte, sadece bu konuda
uzmanlaşmış şirketleri mutlu etmektedir. Şu anda uygulananlardan çok daha ağır tedbirlerle

102
bu ürünlerden tüm insanların faydalanması ve türleri tehdit edilmeksizin gelecek nesillere de
taşınmaları amaçlanmalıdır.

Ağır vergilendirme yanında, ortak kaynakların çıkarılıp satışa sunulmasında çalışan firmaların
ticarileştirdikleri kaynakların sahibi olmayıp sadece bu ticarileştirme hizmeti karşılığında kar
etmeleri bu kaynakların tüm insanların yararına kullanılmasını sağlayacak bir diğer yoldur.

Böyle bir sistemde, örneğin Venezuella’da çıkarılan petrolün sahibi küresel şirketler
olmayacak, onlar çıkarma hizmeti karşılında ücret alacaklardır. Petrolün mülkiyetinden
kaynaklanan değerler ise halk yararına kullanılabilecektir. Alaska halkının petrol gelirlerinden
her yıl kar payı alıyor olması bu yaklaşımın güzel uygulamalarından biridir. Ortak servetlerin
bu şekilde değerlendirilmesi mülkiyet kaynaklı servet yoğunlaşmasının ve eşitsizliğin
azaltılmasına çok ciddi katkıda bulunacaktır.

Dışsal maliyetlerin içselleştirilmesinin kullanıcılara etkisi fiyatların artması ve tüketimin


baskılanması şeklinde olacaktır. İlk başta olumsuz bir durum gibi görünse de bu pahalanma
gelecek kuşaklardan çaldıklarımızın karşılığıdır ve bir anlamda hırsızlığın sona erdirilebilmesi
için gereklidir. Çevresel maliyeti olan ürünlerin pahalanmasıyla tüketimin azaltılması
bölümünde bahsettiğimiz dayanıklı ürün kullanımına geçiş, kullan at ürünlerin tercih
edilmemesi, geri dönüşüm ve yenileme yerine tamir seçeneği teşvik edilmiş olacaktır.

Hükümetler açısından bakıldığındaysa çevresel zararların önlenmesi amacıyla tüketimin


baskılanması, ekonominin küçülmesi ve GSYH’nin düşmesi anlamına gelecek ve hoş
karşılanmayacaktır. Bu sorunun ortadan kaldırılması için Ekonomist Mahfi Eğilmez’in
ekonomik büyümenin tanımının değiştirilmesi önerisi güzel bir çözümdür. Eğilmez bu
önerisini:

Ekonomik Büyüme = (t+1 yılı reel GSYH'si - t yılı reel GSYH'si) - (t +1 yılında çevreye verilen
zarar)

şeklinde formüle etmiş ve “Ekonomik büyüme bu şekilde ölçüldüğünde çevreye değer


vermeye başlarız.” diyerek amacını somutlaştırmıştır. Bu hesaplamada ekonomik büyüme
üzerinde GSYH kadar, çevreye verilen zararlar da dikkate alınmaktadır. Bu sayede
hükümetlerin karnesinde çevresel zararlar da yer alacağından çevrenin korunması için daha
elle tutulur bir motivasyon oluşacaktır.

Hükümetlere düşen bir diğer görev ise pozitif dışsallık üreten kişi ya da kurumlara teşvik
vermesidir. İmarlı arsasının bir bölümünü mecbur olmadığı halde çocuk parkı olarak bırakan
müteahhitler, maliyetleri yükseldiği halde sıfır atık prensibine göre tasarlanan işletmeler ya
da elektrik ihtiyaçlarını kendi kurdukları yenilenebilir enerji santrallerinden temin eden
firmaların devlet eliyle teşvik edilmesi tüm vatandaşların lehinedir. Serbest piyasada bu tarz
pozitif dışsallıklar para etmediği için üretilmez, aksine negatif dışsallıklar üretilir. Devletlerin
bunu mümkün olduğunca tersine çevirmesi çözümün önemli bir ayağını oluşturacaktır.

103
Evrensel Temel Gelir
Ekonomik sistemimizin yarattığı çok kritik problemleri çözmeye katkıda bulunacak
uygulamalardan biri de evrensel temel gelir olacaktır. Herkese temel ihtiyaçlarını karşılamak
üzere sağlanacak sabit, süresiz ve geri ödemesiz bir ödenek anlamına gelen evrensel temel
gelir sık sık tartışılmaktadır.

Son dönemlerde daha popüler olsa da aslında bu fikir neredeyse 200 yıldır ara ara gündeme
geliyor. İlk denemesi 1830’lu yıllarda Speenhamland adıyla İngiltere’de yapılmıştır. Yoksullara
karşılıksız maaş vermek üzerine kurulan sistem bir süre uygulandıktan sonra düzmece olduğu
ortaya çıkan raporlarla yürürlükten kaldırılmış. Sistemin sonuç vermesine imkan olmadan
kaldırılmasına neden olan rapor, karşılıksız gelirin insanları tembelleştirdiği, bu nedenle
tarımsal üretimin düştüğü iddiasına dayanıyordu. Oysa yıllar sonra yapılan araştırmalar,
yazılan raporun aksine sistemin uygulandığı dönemde tarım ürünleri artışının hız kesmeden
devam ettiğini ortaya koymuştur. Sistemin ortadan kaldırılmasının sonuçlarını
incelediğimizde ise yoksulların gelirlerini kaybetmeleri ile birlikte adeta kölelikten beter
şartlarda burjuvazinin emrinde çalışmaya mahkum olduğunu görürüz. Bu durum elbette
üretimi elinde tutan kişilerin karlılıklarını ciddi miktarda arttırmalarına sebep olmuştur.
Düzmece raporun neden yazıldığı sorusuna kesin bir cevap verilemese de nedenlerden
birinin çıkar çevrelerine hizmet etmek olması şaşırtıcı olmaz.

Benzer bir sistem 1940’lı yıllarda refah devletini şekillendirmeye çalışan ülkede tekrar
alternatif bir plan olarak sunulmuş ancak bu sefer gerçeğe dönüşmemiştir 14*. Temel Gelir
1960’lar ve 1970’lerde ABD’de derinlemesine tartışılmış, hatta ABD ve Kanada’da ufak çaplı
denemeler de yapılmıştır. 1300 iktisatçının kongreden böyle bir sistemin hayata geçirilmesini
istemesini takiben önce Nixon, ardından da Carter yönetimi önerinin yasalaşması için
girişimde bulunsalar da başarılı olamadılar. ABD’de temel gelir uygulamasını somut olarak
uygulamaya en çok yaklaşan Nixon oldu. O dönemki teklif belirli bir gelir seviyesinin altındaki
her 4 kişilik aileye yıllık 1600 USD ödenmesi yönündeydi. Bu para alım gücü itibariyle
bugünün yaklaşık 10000 USD’sine denk gelmektedir. Yoğun tartışmaların ardından kongreye
sunulan tasarı, kişilerin çalışma şevkini kırıp tembelleştireceği gerekçesiyle gerekli onayı
alamadı15*. Oysa geçmişte yapılan denemelerde elde edilen veriler bu iddiayı destekler
nitelikte değildi. Nitekim Princeton Üniversitesinden Brian Steensland’in Nixon’ın önerisi
üzerine yaptığı derinlemesine analiz de uygulanması durumunda programın çok çeşitli
alanlarda olumlu etkiler yaratacağını ortaya koyuyordu.

İlerleyen dönemde Alaska’da bir süre uygulanan temel gelir neoliberal fikirlerin ağırlık
kazanmasıyla tüm ABD bazında gerçeğe dönüşmesine belki de ramak kala uzun süreliğine
gündemden düştü. 2000’li yıllara geldiğimizde ise halk arasında genel olarak akıl almaz bir
öneri olarak görülmesine karşın, Paul Krugman, Martin Wolf gibi dünyaca bilinen
ekonomistler ile New York Times, Financial Times, Economist gibi gazete ve dergilerce ele
alınan evrensel temel gelir, birçok ülkede tekrar tartışmaya açıldı. 2016 yılında İsviçre’de
referandumda halkın oyuna sunulan bu tasarı reddedilmiş olsa da gündemden düşmüş değil.

104
Aralarında Almanya, İtalya, Brezilya gibi ülkelerin de bulunduğu 20’den fazla ülkede
örgütlenmiş uluslararası bir ağ tarafından ateşli bir şekilde savunulmaya devam ediyor. 2017-
2018 yıllarında Finlandiya’da yapılan kısa süreli ve küçük ölçekli denemelerde evrensel temel
gelirin işsizlik üzerinde olumlu ya da olumsuz bir etkisi görülemezken, katılımcıların sağlık ve
mutluluğu üzerinde olumlu etki yarattığı saptanmış. Önümüzdeki dönemde bazıları kısa,
bazıları ise uzun süreli benzer denemelerin Barselona, Kaliforniya, Utrecht ve Kenya’da
tekrarlanması söz konusu. Kısa süreli denemelerin insan davranışlarına etkisi minimum
seviyede olacağından asıl etkilerinin görülmesi zor olsa da bu çalışmalar daha doğru sonuçlar
verecek uzun süreli uygulamalar için bir ön hazırlık olarak değerlendirilebilir. Uzun süreli
denemelere bir örnek oluşturacak olan ve Kenya’da GiveDirectly isimli kar amacı gütmeyen
bir kuruluş tarafından 12 yıl sürecek şekilde kurgulanan denemenin ise kısa süreli öncüllerine
kıyasla daha önemli veriler sağlaması bekleniyor.

Evrensel temel gelir fikri geçmişte sadece sosyalistler tarafından değil liberal ve
muhafazakarlar tarafından da savunulmuştur. Örneğin, Muhafazakar Frederich Hayek Hukuk,
Yasama ve Özgürlük adlı eserinde temel gelirin hayatta karşılaşılabilecek zorluklara karşı
teminat sağlayan anlamlı bir devlet politikası olduğunu ifade eder. Sosyalistlerden farklı
olarak ise temel gelirin gelir eşitsizliğini azaltmaya yönelik bir adım olmadığını, daha ziyade
hayatta herkesin başına gelebilecek zorluklara karşı bir sigorta ve toplumun ve ekonominin
sağlıklı bir şekilde işlemesine katkıda bulunacak bir yöntem olduğunu iddia eder.

Sağ ve muhafazakar kesimden de destek görecek olsa da bu yönteme sol görüşlü kişileri ikna
etmek muhtemelen daha kolay olacaktır. Sosyal ve ekonomik adalete katkıda bulunacak
olması bu insanların fikre sıcak bakmasının temelinde yer alabilir.

Evrensel temel gelirin sahip olması gereken özelliklere baktığımızda birkaç yön öne
çıkmaktadır. Bugüne kadar yapılan çalışmalara göre gelirin miktarının çok düşük olmaması ve
gelir testi gibi uygulamalara tabi olmaksızın herkese verilmesi faydasını en üst seviyeye
çıkarmak adına önem arz etmektedir. Temel gelirin temel felsefesi herkesi bir güvenlik
şemsiyesi altına almaktır. Ancak bunu yaparken insanları çalışma fikrinden uzaklaştırmayacak
bir miktarın ayarlanması en kritik noktalardan biridir. Gelirin gerekli olan minimumun üzerine
çıktığı durumlarda toplumun üretkenliği zarar görecektir. Rahat bir yaşamdan ziyade en
temel ihtiyaçların karşılanması hedef olmalıdır. Hatta başlangıçta bunun bile altı bir miktarla
başlanmasını önerenler de vardır ve bu görüş de tartışılabilir. Ancak bu gelir miktarının
kişinin temel ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzak olması kişilere özgürlük alanı
kazandırmayacağından, daha ziyade işletmeler için bir destek niteliğine kayacaktır. Bu
nedenlerle sağlanacak temel gelirin miktarı dikkatle belirlenmelidir.

Herhangi bir teste tabii olmaksızın verilmesi de iki yönden gereklidir. Öncelikle düşkün
durumdaki insanlar genelde bu testlerden haberdar dahi olamamakta, başvuru yapma,
belgeleri toplama gibi çoğunluk için zor olmayan adımları bile geçmeleri çoğu zaman
mümkün olmamaktadır. Bu durumda en ihtiyaç sahibi kesim dışarıda kalmakta ve
uygulamanın evrensel olma iddiası ilk anda sekteye uğramaktadır. Teste tabii olmaksızın

105
verilmesinin öne çıkan ikinci nedeni ise toplumu bu geliri alanlar ve almayanlar olarak ikiye
ayırmanın getireceği dezavantajlardır. Bu dezavantajlardan ilki, geliri alanların yaşayacağı
damgalanma ve alt katmanda yer alma hissidir. Bu his nedeniyle temel gelirin hedeflerinden
olan moral yüksekliği ile üretime katılımın arttırılması zorlaşacaktır. Diğer bir dezavantaj ise
belirlenecek sınırın hemen üzerinde olanların çalışma isteklerinin azalıp gelir almayı
hedeflemeleri, sınırın hemen altında yer alanların ise daha fazla çalışırlarsa temel gelirlerinin
ortadan kalkacağı bilgisiyle tembelliğe yönelmeleri ihtimalidir. Ayrıca yapılacak testler,
formlar, mülakatlar, değerlendirmeler ve tüm bunların organizasyonu başlı başına bir
bürokrasi oluşturacağından sisteme ek bir yük de bindirecektir. Evrensel temel gelir şarta
bağlı olmaksızın herkese verildiğinde bu dezavantajlar ortadan kalkacaktır.

Tüm bireylere verilecek temel gelirin avantajlarına karşın maddi kısıtlamalar dolayısı ile bu
mümkün olmazsa belirli bir gelir seviyesinin belirlenmesi ve bu seviyenin altında kalanlara
gelir temin edilmesi gündeme gelecektir. Bu durumda daha önce de bahsettiğimiz gibi gelire
hak kazanıp sonradan gelirini arttıranların tekrar bu programın dışına çıkması gerekecek bu
da adeta yeni bir vergi gibi algılanacaktır. Çalışmanın getirisi de bu yeni vergi nedeniyle
azalacağından bir grup insan çalışma isteğini kaybedebilir. Bu nedenle böyle bir sınır
belirlenecekse de mümkün olduğunca yüksek belirlenip toplumun ekonomik olarak alt
katmanlarında kalanların çalışma azmini kırmamak gerekir. Bu seviye yüksek olduğunda
temel gelirden vazgeçmemek için çalışmayı bırakanların kaybı yüksek olacağından çok tercih
edilecek bir yol olmayacaktır.

Her ne kadar temel gelirin ana mantığı herkese şartsız olarak sağlanması olsa da belirli kamu
hizmetlerinde bulunanlar, çevre koruma faaliyetlerine katılanlar ya da eğitimini sürdürenler
gibi kesimlere daha yüksek gelir temin etmek de öneriler arasındadır. Yalnız bu teşvikleri
sağlarken ana amacın kişiye kamu hizmeti yaptırmak ya da eğitimi teşvik etmek olmadığını
net olarak ortaya koymak gerekir. Herhangi bir nedenle bu aktivitelerde bulunamayanların
da hem kendi sağlıkları hem de toplum sağlığı açısından güvende olduklarını hissetmeleri
önemlidir.

Bu konuda dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta ise temel gelirin sosyal devletin bir
alternatifi olarak değil, tamamlayıcısı olarak görülmesi gerektiğidir. Aksi durumda devletin
sağlık hizmetleri gibi sosyal politikalarına son vermesi toplumun olmayan piyasa vicdanına
terkedilmesi anlamında gelir.

Evrensel temel gelirin özenle uygulandığı durumda bir dizi olumlu etkisinin olması
beklenmektedir. Temel gelir ile insanların yeterli beslenme ve temiz su gibi en temel
ihtiyaçlara erişiminin sağlanması zaten başlı başına bir kazanım olup toplum sağlığı için de
fayda sağlayacak ve sağlık sisteminde yapılan masrafları azaltacaktır. Temel gelirin insan
sağlığı üzerindeki bir diğer olumlu etkisi ise ekonomik zorlukların yarattığı stres seviyesinin
düşmesini sağlayacak olmasıdır. Yapılan araştırmalar stresin sağlığa sigara ve alkol
kullanımından bile daha fazla zarar verdiğini ortaya koymaktadır. Bunların yanında eğitimini
devam ettirmekte zorlanan bireylerin okuldan uzaklaşmaması için de destek görevi görecek

106
olan bu sistem dolaylı olarak toplumun üretkenliğine de katkıda bulunacaktır. Unutmayalım
ki sefalet içinde büyüyen, yeterince beslenemeyen, okulda kendisini derslerine veremeyen
ve muhtemelen gelecekte toplumla entegre olmakta zorlanıp suça bulaşabilecek çocukların
devlete ve topluma maliyetinin temel gelirden daha fazla olması muhtemeldir. Benzer
şekilde gelir eşitsizliği ile suça eğilim arasındaki ilişki de yapılan araştırmalarla net olarak
tespit edilmiştir. Avrupa Birliği üyesi sosyal devletlerde ailelerin parçalanması gibi nedenlerle
yaşanan yoksulluk ve suça eğilimin ABD’ye göre daha az olması bunun somut bir örneği
olarak verilebilir.

Evrensel temel gelirin bir diğer olumlu etkisi ise işsizliğin olumsuz etkilerini sınırlamak olarak
kendini gösterecektir. Bu bölümün en başında anlattığımız üzere yapay zeka ve otomasyonun
önümüzdeki dönemde işsizliği şimdiye kadar karşılaştığımız seviyelerin üzerine taşıması olası
görünüyor. Kronik ve uzun süreli işsizliğin kişilerin psikolojisini bozması, toplumun da
huzurunu kaçırması kaçınılmaz. Temel gelir bu durumun etkilerini hafifletecek en etkili
yöntemlerden biridir. Bu yöntem ile hiç değilse işsiz dahi olsa tüm insanların evlerine ekmek
götürebilmesi insanca yaşam ve toplum düzeninin sağlanabilmesi yolunda çok önemli bir
adım olacaktır.

İşsizler ile ilgili bir diğer konu ise bu kişilerin yaşamlarını sürdürebilmek için iş imkanlarının
yoğunlaştığı şehir merkezlerine doğru genel bir hareket halinde olmasıdır. İş bulamasalar da
bulma umudu sürdüğü sürece kentte yaşamayı tercih etmekte ve bunun da topluma bir
maliyeti olmaktadır. Temel gelir sağlandığında bu kişilerin bir bölümü iş umudunu
yitirdiğinde şehirde kalmaktansa doğduğu topraklarda minimal bir yaşam sürdürmeyi tercih
edebilir.

Temel gelir kişilerin risk alma cesaretlerini arttırarak girişimcilik gibi yönlerini daha rahat
ortaya çıkarmalarını ya da karşılarına çıkan fırsatları değerlendirmede daha atılgan olmalarını
ve ekonomik dinamizme katkıda bulunmalarını sağlayabilir. Cesaret demişken işsiz olduğu
için istedikleri halde evliliği sürekli erteleyenlerin de istedikleri hayata kavuşmalarına katkıda
bulunacaktır. Bunların yanında tek çocuğun yaygın olduğu toplumlarda daha çok çocuğu
teşvik ederek nüfusun yaşlanması problemini azaltabilir, hatta bir ebeveynin daha uzun süre
bebek bakımını üstlenmesini de teşvik edebilir.

Evrensel temel gelir aynı zamanda kişisel hak ve özgürlüklerin de gerçek anlamda teminat
altına alınmasına giden yolda önemli bir adımdır. Günümüzde hemen her ülkede
vatandaşların hak ve özgürlükleri anayasa ile kağıt üzerinde tanımlanmış durumda. Ancak
özellikle ekonomik anlamda en temel ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz olanların bu hak ve
özgürlüklerine gerçek anlamda sahip olduklarından bahsetmek mümkün değildir. Karnını
dahi doyurmaktan, çocuklarına bakmaktan aciz kişilerin hayatlarını iradeleri doğrultusunda
ve insanca sürdürmeleri neredeyse imkansızdır. Çaresizliğin kişileri sürüklediği yanlışlar
sadece onları değil ailelerini ve toplumun bütününü etkilemektedir. Buna karşın en temel
ihtiyaçları garanti altına alınan bireylerin iradelerini bir yere kadar da olsa kullanmaları

107
mümkün olacak ve kağıt üzerinde tanımlı temel hak ve özgürlüklerine ulaşmalarında çok
önemli bir görev ifa edilecektir.

Benzer şekilde işçilerin kağıt üzerinde var olan iş seçme özgürlüklerinin gerçekte ne kadar
olduğu da son derece tartışmalıdır. Emeklerini satarak hayatlarını idame ettirmek
durumunda olan bireyler işsizliğin olgusu nedeniyle bırakın iş seçmeyi, uygun olmayan
koşullarda bile çalışmak zorundadır. Bu durum işverene karşı son derece savunmasız
olmalarının bir sonucudur. Temel gelirin uygulanması ile işçi-işveren arasındaki bu asimetrik
ilişki biraz olsun hafifleyebilecek ve çalışanların çalışmama özgürlüğüne kavuşması ile hem iş
seçme özgürlükleri olacak hem de emeklerinin fiyatı hak ettikleri değere yaklaşabilecektir.
İşçilerin işverene karşı biraz olsun güçlenmesi ile birlikte çalışma koşullarının iyileşmesi de bir
diğer olası sonuçtur. İş seçme özgürlüğünün yanında gelecek bir diğer avantaj ise esnek
çalışma imkanı olacaktır. Sabah dokuz akşam beş çalışmanın kendisine uygun olmadığını
düşünen kişiler daha özgürce iş seçip kendilerine daha uygun işlerde esnek sürelerde çalışma
şansına kavuşacaktır. Bu yönüyle de artan işsizliği törpüleyerek topluma fayda sağlayacaktır.

Temel gelirin ekonominin sağlıklı işleyişine sağlayacağı fayda da yadsınamaz boyutta


olacaktır. Daha önce bahsettiğimiz gibi otomasyonun da etkisiyle artacak işsizlik ve eşitsizliğin
tüketimi vurması ekonominin de işleyişine zarar verecektir. Halihazırda bile geniş toplum
kesimleri için satın alma gücünün düştüğünü, işsizliğin arttığını göz önüne aldığımızda
gelecekte tüketicilerin asıl rollerini kaybetmesi ekonominin de can suyunu yitirmesi anlamına
gelecektir. Temel gelir ile her vatandaşın alım gücü düşük bile olsa tüketici rolünü sürdürmesi
ve sistem dışına itilmemesi sağlanacak olup ekonomik etkisi tartışmasız olumlu yönde
olacaktır.

Evrensel temel gelir ile sistemde yer alan bir çarpıklığın etkilerini de bir nebze olsun azaltmak
mümkün olabilir. Bugün azımsanmayacak bir kitle çocuk bakımı, yaşlı bakımı ya da topluma
fayda sağlayan gönüllü faaliyetler gibi meslek olarak kabul görmeyen işlerle meşgul oluyor.
Kendi çocuğuna ya da anne babasına bakan bir kişinin topluma fayda sağlamadığını iddia
etmek de elbette mümkün değil. Oysa bu grupta yer alan insanlar bu fayda karşılığında
herhangi bir maddi getiriye sahip olamamaktalar. Evrensel temel gelir ile bu çarpıklığın hiç
değilse bir nebze hafifletilmesi sağlanabilir.

Tüm bu olası olumlu sonuçlarına karşın çalışmadan elde edilen bu geliri etik bulmayan
çevreler de olacaktır. Oysa temel geliri hiç emek verilmeksizin alınan haksız bir kazanç olarak
görmek doğru değildir. Unutmamalıyız ki dünya kaynakları üzerinde herkesin doğuştan hakkı
vardır. Günümüzdeki düzen bu hakkı mümkün olduğunca vermemek üzerine kurgulanmış
olsa da ahlaki olanın bu olmadığı açıktır. Bunun yanında bugün ulaştığımız teknoloji
seviyesinde geçmişte yaşayan tüm kuşakların katkısı muhakkaktır. Bu nedenle de bugün
elimizdeki tüm imkanlarda yine tüm insanların minimal de olsa hakkının olduğunu ifade
etmek yanlış olmaz. Temel gelir yerine kullanılan bir diğer ifade olan vatandaşlık payının bu
açılardan bakıldığında duruma daha uygun bir tanım olduğunu söyleyebiliriz.

108
Temel gelire alternatif olarak sunulan çözümlerden biri de devletlerin gelir sağlamak yerine
temel ihtiyaçları ayni olarak karşılamasıdır. Yani devletin ücretsiz gıda, ücretsiz ulaşım hizmeti
vb. sunarak ihtiyaçları gidermesinin daha faydalı olacağı iddia edilmektedir. Ancak kişinin
kendi gelirini eline alıp harcaması ile bir anlamda yardımlarla geçinmesi arasında en azından
psikolojik anlamda çok büyük fark vardır. Ayrıca kişisel ihtiyaçlar herkes için farklıdır. Ayni
yardımlarda bu farkları gözetmek olası değilken temel gelir ile mümkündür. Kişinin
bulunduğu yaş grubu bile ihtiyaçları etkileyen çok önemli bir faktördür. Bunun yanında
ihtiyaçların devlet tarafından ihale ya da benzeri usullerle temin edilmesi yolsuzluk başta
olmak üzere vatandaşların çıkarlarına aykırı durumların doğması riskini de içinde barındırır.
Dolayısı ile ihtiyaçların devlet tarafından ücretsiz sağlanması yerine evrensel temel gelir
uygulaması daha etkili sonuç verecektir.

Evrensel temel gelir yaşadığımız sorunları çözebilmek adına atılabilecek en önemli


adımlardan biridir. Bununla beraber hiç dezavantajı olmayan ya da hiç risk içermeyen bir
yöntem olduğunu söylemek de çok iddialı olur. İlk akla gelen olumsuz etkisi toplumda
tembelliği teşvik etmesi ve üretime hiç katkısı olmayan tembel bir kesimin oluşmasını ya da
halihazırda var olan bu kesimin büyümesini tetiklemesi olabilir.

Gerçekten de sefil bir hayat tercih edip gününü boş boş gezmekle ya da bilgisayar oyunu
oynamakla geçirenler olacaktır. Bu parayı alkol, sigara, kumar ya da uyuşturucuya yatıranlar
da çıkacaktır. Ancak toplumun çalışmamaya yatkın bu kesimi muhtemelen bugün de benzer
şartlarda yaşamakta ve üretime çok da katkı sağlamamaktadır. Bu nedenle çok özendirici
olmadıktan sonra yaratacağı olumsuz etki sınırlı ve faydalarına kıyasla göze alınabilir
olacaktır.

Bunun yanında, bir anlamda hayattan kopmuş bu bireyleri sanat ya da spor gibi tekrar hayata
bağlayacak faaliyetlere yönlendirip belki gelecekte topluma faydalı bireyler olmalarını
sağlamak evrensel temel gelirin uygulandığı koşullarda çok daha kolay olacaktır. Ne de olsa
hayata küsme sebeplerinden en önemlisi çoğu zaman ekonomik koşullardır. Bu koşullarda
sağlanan iyileşme kişilerin de tekrar hayata tutunmasına vesile olabilir.

Bunun dışında herkese gelir sağlanmasının tüm toplumu çalışmaktan uzaklaştıracağı, insanlar
arası rekabeti bitireceği gibi tezler anlamsızdır. Nasıl ki bugün arabası olan bununla
yetinmeyip daha iyi modelini alma içgüdüsüyle çalışmaya devam ediyorsa, aynı şartlar
evrensel temel gelirin sağlandığı ortamda da varlığını koruyacaktır. Kaldı ki gelecekte
otomasyon ve yapay zeka nedeniyle karşılaşacağımız işsizlik seviyeleri göz önüne alındığında
çalışma sürelerinin kısalıp daha çok insana iş sağlanması zaten hedeflenen bir durumdur.

Uygulamada ortaya çıkabilecek diğer bir olumsuz durum ise tüm ülkelerde uygulanmayıp
sadece bazı ülkelerde devreye alındığında bu tür uygulamaların göçü özendiren bir yapıya
sahip olmasıdır. Özellikle zor şartlarda yaşayan halklara komşu ülkelerde uygulanan temel
gelir uygulaması bu ülkelere göçü daha da arttıracak bir etki yaratabilir. Günümüzde özellikle
Ortadoğu gibi coğrafyalarda göç zaten başlı başına bir problem ve birçok ülke bu problemle

109
başa çıkabilmek için farklı yöntemler uyguluyor. Kimi ülkeler kapıları sıkı sıkı kapatarak hiç de
insani olmayan tavırlar sergilerken kimi ülkeler de vatandaşlarının refahını ve huzurunu
tehlikeye atmak pahasına daha insani, göçmen dostu politikalar uyguluyor. Ancak göçmen
dostu politikaların da hem göç edilen ülke vatandaşları hem de göçmenler açısından olumlu
etki yarattığından bahsetmek güç. En temelde göçü zorunlu kılan nedenlerin ortadan
kaldırılması ve göçmen sayısının azaltılması iyi bir çözümün en önemli ayağını oluşturuyor.

Durum bu iken evrensel temel gelirin herhangi bir tedbir alınmaksızın göçü özendirici bir
şekilde uygulanması doğru bir yaklaşım olmaz. Bu nedenle alınabilecek tedbirlerden biri,
uygun bir göçmenlik politikası oluşturulmasıdır. Temel gelirin vatandaşlık şartlarını yerine
getirene kadar göçmenlere verilmemesi gibi metotlar bu politikanın bir parçası olabilir.
Elbette nihai çözüm ise aynı miktarda olmasa bile tüm ülkelerde bu sistemin uygulanmasıdır.
Tüm riskleri ve faydaları bir arada değerlendirildiğinde evrensel temel gelirin getirisinin
götürüsünden yüksek olması çok daha muhtemeldir.

Evrensel temel gelire Ulusların Düşüşü kitabının da yazarı Prof. Dr. Daron Acemoğlu’nun
getirdiği eleştirilerden biri ise yapay zeka ve otomasyon ile işini kaybeden kitlelerin gelir
sağlanarak iş aramaktan caydırılacağı iddiasıdır. Acemoğlu bunun yerine işsiz kalanları
çalışmaya teşvik edecek önlemlerin alınması gerektiğini ifade eder. Ancak bu yaklaşımın iki
noktadan sorunlu olabileceğini düşünüyoruz. İlki işsiz kalan insanların sadece temel
ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir gelir dolayısı ile iş aramaktan vazgeçmeleri büyük çoğunluk
için geçerli değildir. Temel gelir düşük maaşla çalışanlar için bile hayat standartlarının
düşmesi anlamına gelecektir. Bu nedenle işsiz kalanların bu nedenle iş aramayacakları
düşüncesi havada kalmaktadır. Hatta bu yöntemin çalışanların bir süre kendilerini geliştirip
robotlara teslim olmamış iş kollarında istihdam edilmelerini kolaylaştıran bir yanı da olabilir.
Acemoğlu’nun görüşlerine ikinci itiraz noktamız ise bu görüşlerin yapay zeka ve otomasyon
dolayısı ile işsiz kalan herkesin bir şekilde tekrar iş bulması üzerine kurulu olmasıdır. Oysa
düşen istihdam ve artan nüfus dolayısı ile şu andaki çalışma düzeninde tam istihdama
ulaşılması mümkün görünmemektedir. Ancak çalışma günleri ve saatlerinin azaldığı,
insanların çalışmayı hayatlarının merkezine koymadığı kapitalizm sonrası bir dönemde tam
istihdamdan söz edilebilecektir.

Evrensel temel gelirin olumlu yanlarından ve olası risklerinden bahsettikten sonra


yanıtlamaya çalışacağımız en önemli soru ise maddi kaynağının ne olacağıdır. Bu soru elbette
hiçbir ülke için “Bütçedeki bir kalem ya da yapılacak ufak bir kısıntı ile karşılanabilir.”
cinsinden bir cevapla yanıtlanabilecek türden bir soru değil. Çünkü, gerekli kaynak gerçekten
büyük. Ancak yine de umutsuz durumda değiliz. ABD’li gazeteci Danny Vinik’in 2013 yılında
Business Insider dergisinde yayınladığı Tüm Amerikalılara Verilecek Temel Gelir Yoksulluğu
Sona Erdirecek isimli makalesinde 21-65 yaş arası herkese yoksulluk sınırı olan yıllık 11945
USD gelir sağlanmasının 2.14 trilyon USD’lik bir maliyeti olacağı hesaplanmış16*. ABD’nin
GSYH’sinin yaklaşık 20 trilyon USD ve yıllık savunma bütçesinin ise 700 milyar USD civarı
olduğu göz önüne alındığında maliyetin büyüklüğü daha da iyi anlaşılabilir.

110
Bu kaynağın yaklaşık yarısının gıda, barınma gibi halen devam eden sosyal yardım
programlarından karşılanması mümkün görünüyor. ABD’de yıllık 1 trilyon USD büyüklüğünde
bir meblağın bu programlar aracılığıyla dağıtıldığı hesaplanmakta. Özellikle yoksullara
aktarılacak temel gelirin neredeyse anında harcamaya dönüşecek ve ekonomik aktiviteyi
arttıracak olması vergi gelirlerinin de artmasını sağlayacağından bir bölümü de bu şekilde
karşılanabilir.

Bu kaynaklar yine de tüm ihtiyacı karşılamaya yetmeyecektir. Bu noktada ilerleyen


bölümlerde daha detaylı ele alacağımız servet vergisi devreye girecektir. Çok büyük
meblağlarda varlıkların üzerinde oturan zenginlerin ellerini ceplerine atması ve dünyayı
sadece onlar için değil herkes için daha yaşanabilir bir hale getirmeye katkıda bulunmaları
temel gelirin bir diğer finansman ayağını oluşturabilir.

Sosyal devlet anlayışına sahip Avrupa ülkelerinde temel gelirin kaynağı işsizlik maaşı başta
olmak üzere halihazırda sürdürülen birçok program sayesinde daha da kolay bulunabilir.
Ancak yakın gelecekte özellikle gelişmemiş ve gelişmekte olan kategorisine giren birçok
ülkenin bu programı uygulaması kaynak sorunu nedeniyle mümkün görünmemektedir. Buna
karşın birçok ülke ve uluslararası kuruluş çeşitli kanallardan zor koşullardaki ülkelere destek
sağlamaktadır. Ne derece faydalı olduğu tartışmalı bu desteklerin bir şekilde tüm insanlar için
temel gelire dönüşmesi mümkündür. En nihayetinde dünyamız tüm insanları beslemeye
fazlasıyla yetecek kadar çok gıdanın üretimine imkan sağlamaktadır. Geri kalan tek konu
herkes için insanca bir yaşam isteyip istememektir.

Otomasyonun yaratacağı işsizlikle mücadele kapsamında Bill Gates ve Yunanistan ekonomi


bakanlığı da yapan iktisatçı Yannis Varufakis’in robotlardan vergi alınması gibi uç önerileri de
değerlendirilip temel gelir için yeni kaynaklar yaratılabilir. Burada robotlardan vergi alınması
demek tabii ki insani işgücü yerine yoğun otomasyon kullanan işletme ya da sektörlerden
ekstra vergi alınması demektir. Nasıl ki bir çalışanın aldığı maaşla işletmeye olan gerçek
maliyeti arasında vergi, sosyal güvenlik payı, işsizlik sigortası ve yan haklar gibi kalemler
nedeniyle çok fark varsa, robotların da topluma olan maliyeti nedeniyle şirketlerden bir
miktar ekstra vergi alınması tartışılabilir. Bir bakış açısından bu ekonominin de faydasınadır.
Şöyle ki, durumu biraz daha uç noktalara taşırsak, üretim ve hizmetlerdeki otomasyon maaşlı
çalışanların azalmasına, bu da ürün ve hizmetleri satın alabilecek gücün erimesine yol
açacaktır. Ortada talep olmayınca üretimin robotlar tarafından yapılmasının da anlamı olmaz.
Dolayısı ile istihdama destek olmayan sektörlerin az da olsa fazladan vergilendirilmesi ve bu
kaynak ile toplumun temel gelir ile desteklenmesi sürdürülebilir bir ekonomiye giden yolu
aralayabilir.

Temel gelir bugün radikal bir öneri gibi görünebilir. Ancak şunu unutmamalıyız ki bugün bize
çok doğal gibi gelen birçok hak da uzun yıllar boyu verilen mücadeleler, hatta yaşanan can
kayıplarıyla elde edildi. Birçok ülkede tüm vatandaşlara sağlanan sağlık sigortası gibi haklar
bundan 150-200 yıl öncesine kadar akla hayale gelmeyecek konulardı. Dolayısı ile toplumun
yararına çalışacak uygulamaların bugün zor gibi görünse de zamanı geldiğinde düzenin doğal

111
bir parçası haline gelmesi mümkündür. Bu süreci hızlandırmak ve kolaylaştırmak da bilinçli
siyasetçilerin ve daha da önemlisi bilinçli vatandaşların elindedir. Yapılması gereken ilk şey
ise temel gelir gibi insanlığa fayda sağlaması muhtemel konuların gündeme getirilmesi ve
enine boyuna tartışılmasıdır. Yeterince tartışılmadan, olgunlaşmadan hayata geçirilen
uygulamaların hem optimum formlarını almadıklarından hem de yeterli toplum desteğinden
yoksun kalabileceklerinden fikren çok doğru olsalar bile başarıya ulaşma şansları düşüktür.

Faizsiz Sistem
Sorunlarımızın nedenlerini araştırdığımız ikinci bölümde paranın doğasının yaşadığımız
sıkıntıların kaynaklarından biri olduğunu ifade etmiştik. Bu problemler elbette çok uzun
süredir bilinmekte ve tartışılmakta. Hatta tarih öncesinde Aristotales’ten Cicero’ya bir çok
filozof paranın faizli yapısına, kişisel hırsları arttırıp toplumun huzurunu bozduğu gibi
gerekçelerle karşı çıkmıştır. Sofokles ise parayı “Her türlü hastalığı bulaştıran virüs” olarak
tanımlamıştır.

Bugün açıkça görüyoruz ki parayı merkezine alan ekonomik sistemimiz yoksulluğa, kültürlerin
ve doğanın katledilmesine yol açıyor. Oysa para bir değiş tokuş aracı olarak hayatı
kolaylaştırmak üzere ortaya çıkan bir buluştu. Ancak zaman içerisinde öyle bir hal aldı ki,
adeta büyük kitleler için bir mutsuzluk aracına dönüştü. Ne kadar ironiktir ki resmi ABD
Dolarını süsleyen Benjamin Frainklin’in “Para henüz kimseyi mutlu edememiştir. Ne kadar
paran varsa o kadar fazlasını istersin. Bir boşluğu dolduracağı yerde yenisini yaratır” sözü bu
bağlamda çok anlamlıdır.

Faiz para kıtlığının oluşmasının temel sebebidir. Para kıtlığı da sebep olduğu açgözlülükle
beraber insanın mutluluğunu ve zamanını yani yaşamı dahil her şeyi kıtlaştırır. Toplumda
parasallaşmanın arttığı oranda kaygı ve telaşlı ruh hali de artar. Bu nedenle parasallaşmanın
daha az olduğu kırsal kesimlerde yaşam daha sakin, yavaş ve telaşsızdır. Dünyanın hemen her
yerinde de bu durum geçerlidir. Tam aksine finans merkezlerinin, borsaların, bankaların
ağırlıklı bulunduğu şehirlerde ise zengin olsun fakir olsun kaygı ve telaş çok daha üst
düzeydedir. Vakit nakittir sözü de parasallaşmanın zamanı da kıtlaştırdığının özlü bir
ifadesidir.

Paraya içsel değer katıp sadece değiş tokuş aracı olmaktan çıkaran ve metalaştıran
nedenlerin başında da faiz gelmektedir. Faizi denklemden çıkardığımızda para biriktirme,
para için çalışma gibi kavramlar anlamsızlaşmakta daha çok ihtiyaçlarımızın karşılanması ön
plana çıkmaktadır

Faiz bugün bizlere öyle empoze edilmiştir ki faizsiz bir sistem adeta mümkün değilmiş gibi
düşünürüz. Her ekonomi bülteninden banka reklamına, tüketici kredilerinden vadeli ürün
alışverişlerine karşımıza çıkıp bilinçaltımıza kazınan faiz, olmazsa olmaz değil kesinlikle. Son
yıllarda Avrupa Merkez Bankasının uyguladığı faiz 0’ın etrafında, hemen altında ya da
üstünde dalgalanıyor. Her ne kadar bu durum kapitalist sistem açısından bakıldığında
sağlıksız ve büyümekte zorlanan bir ekonominin sonucu olsa da büyüme odaklı değil insan

112
odaklı olmasını hedeflediğimiz bir ekonomide uygulanabilirliğinin gösterilmesi açısından son
derece kritiktir. Benzer şekilde ABD’de FED’in uyguladığı faizler uzun süre %1’in altında
seyrettikten sonra bugün halen %2 gibi düşük seviyelerde.

Merkez bankalarının faizleri düşük tutması doğrudan diğer bankaları da etkiliyor. Örneğin
UBS’in 2019 yılı temmuz ayında yaptığı bir açıklamaya göre bankada 2 Milyon İsviçre Frangı
üzeri mevduatı bulunan kişilere eksi faiz uygulanması planlanıyor. Bu uygulama bankaya
para yatıranların bir süre sonra azalmış halde paralarını çekecek oldukları anlamını taşıyor.
Aynı uygulamanın diğer ayağında yine İsviçre’de bazı bankalar eksi faizle kredi kullandırmaya
başladı. Özel bankalar paralarını İsviçre Merkez Bankasında tutup eksi %0.75 faiz oranıyla
kayba uğrayacaklarına daha düşük ama yine eksi faizle kredi kullandırarak kayıptan kazanç
elde etmeyi doğal olarak tercih ediyorlar. Eksi faizli uygulamaların Danimarka, İsveç ve
Japonya’da da örnekleri mevcut.

Tabii gelişmiş ülkelerdeki düşük faiz ortamının gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkelerde
uygulanması şu aşamada mümkün değil. Ülkelerin üretim kapasitelerinin farklı olması ve
gelişmiş ülkelerin aksine diğer ülkelerin halen tüketime aç olmaları faiz oranlarının 0’a
yaklaşmasının önünde engel olarak duruyor.

Zaten şu andaki tüketim hızında AB ülkelerinde uygulanan faizin 0’a düşmüş olması ideal bir
durum ortaya çıkarmıyor. İdeal durum hemen her ülkede üretim kapasitelerinin
benzerleşmesi ve tüketim hızlarının da gelişmiş ülkelerin şimdiki hızından çok daha aşağıda
dengeye gelmesi ile ortaya çıkacaktır. Yani tüm dünyada az üretim, az tüketim ve düşük
faizle, idealde faizsiz, oluşacak bir denge çevresel ve insani sorunlarımızı hafifletip gelecek
nesiller için de yaşanabilir bir dünyanın kapılarını açacaktır. İlk anda adil bir çözüm olarak akla
gelen geri kalmış ülkelerin de üretim ve tüketim hızında gelişmiş ülkeleri yakalaması ise
coğrafi, kültürel ve toplumsal nedenlerle mümkün olmadığı gibi, mümkün olsaydı bile
gerçekleşmesi dünyamızın içinde bulunduğu sorunları daha da arttıracak ve içinden
çıkılamayacak hale getirecek bir durum olurdu. İlk bölümde bahsettiğimiz gibi küresel ısınma
ve her alanda görülen kirlilik gibi problemlerimizin çoğu aşırı tüketimden kaynaklanmakta.
Dolayısı ile tüm ülkeleri ve vatandaşları aynı aşırı üretim ve tüketim döngüsünde buluşturmak
gerçekçi ve sürdürülebilir değil. Aksine dünyamızı yaşanmaz bir enkaza döndürmesi kuvvetle
muhtemel bir yaklaşım. Dolayısı ile ülkelerin yüklü üretim ve tüketimde değil dünya
kaynaklarını ve insani ihtiyaçları ön plana alan daha ılımlı bir üretimde buluşmaları herkes
için ideale daha yakın bir durum ortaya çıkaracaktır.

Faiz aynı zamanda parası olanın daha zenginleşmesi, borcu olanın da daha fakirleşmesi
anlamına geldiğinden yoksulluğa ve eşitsizliğe katkıda bulunan önde gelen faktörlerdendir.
Bu yapısıyla servetlerin yoğunlaşmasına, az sayıda insanın efendileşmesine, çok sayıda
insanın ise bir anlamda köleleşmesine yol açar. Faizli bir ekonomide parası olanlar ancak
yarın daha fazlasını alacak olurlarsa ihtiyacı olanlarla paralarını paylaşırlar. Böyle bir yapıda
sınıf çatışmasının olması da gayet doğaldır. Azınlık bir grup için bolluk mümkünken çoğunluk
için kıtlık mecburiyettir.

113
Faizle hiç işimiz olmasa bile faiz satın aldığımız her şeyin maliyetini etkiler. Devletin sattığı
tahviller, yani aldığı borçlar için ödediği faizi biz de vergi olarak devlete ödüyoruz. Kredi
kullanan işletmelerin finansman giderlerini de ürün fiyatının içinde yine tüketiciler olarak biz
ödüyoruz. Çiftçinin tarlasını sürerken kullandığı traktör ya da gübre vadeli alınmışsa yine
bunun maliyeti bizim yediğimiz ekmeğin, sebzenin, meyvenin içinde oluyor.

Maliyetinin yanında, para bugün faizli kredi olarak yaratıldığı ve daha büyük borçla beraber
doğduğu için büyümeyi zorunlu kılıyor. Parasal sistemin devam edebilmesinin yegane
dayanağı sürekli bir büyümedir. Aksi durumda borçlar ödenemez ve parasal sistem çöker.
Oysa bugün büyüme bizim için zararlı ve sürdürülmesi imkansız duruma gelmiştir. Dolayısı ile
faizli sistem de yakın ya da uzak gelecekte bir noktada çökmeye mahkumdur.

Şu anda kullandığımız parasal sistemin yerini alacak yeni sistemin neleri teşvik etmesi
gerektiğine ihtiyaçlarımızı gözeterek karar vermek durumundayız. Peki yeni sistem nasıl
olmalı?

Charles Eisenstein’ın kutsal ekonomi kitabında yazdığı “İhtiyaç duyduğumuz ve kullandığımız


şeylerin bayatladığı bir dünyada paylaşmak doğaldır. İstifçi sonunda bayat ekmek, paslanmış
aletler ve çürümüş meyve yığını üzerine kalakalır ve kimse ona yardım etmek istemez. Çünkü
o kimseye yardım etmemiştir.” satırlar ile çözümün de kapısını aralıyor.

Para doğada karşılaştığımız tüm ürünlerden farklı bir yapıdadır. Eskimek ya da bozulmak bir
yana faizin gücü sayesinde artmaya devam eder. Eşitsizlik, rekabet, kıtlık, servet
kutuplaşması yaratır. Para dışında tüm ürünleri elde tutmanın bir maliyeti vardır. Altının bile
güvende tutulabilmesi için depolama maliyeti vardır. Faizin olmadığı, hatta eksi faizin
uygulandığı bir sistem bu olumsuz etkileri tersine çevirebilir. Böyle kurgulanan bir ekonomide
bir kişinin elindeki fazlalık çevresindekiler için de fazlası anlamına gelecektir. Nasıl ki biri
bozulacak meyvelerini paylaşmayı tercih ederse, eksi faizli bir ekonomide parasını da
paylaşmayı, ödünç vermeyi tercih eder. Azalan değerli bir para, mala tercih edilmez, Para
istifleme aracı olmaktan çıkar ve bir anda kıtlığın sebeplerinden biri ortadan kalkar.

Eksi faizli para sistemlerinin tarihi ortaçağa kadar dayanır. Bu dönemde İngiltere’de krallar 6
yılda bir madeni sikkeleri geri çağırıp 4 sikke yerine 3 sikke basarak para istifçilerini bir
anlamda cezalandırıp dolaşımı ve üretken sermaye yatırımlarını teşvik ederlerdi. Son yüzyılda
eksi faizli para birimi fikrini şiddetle savunan ve birkaç uygulamaya da fikirleriyle öncülük
eden isim Silvio Gesell’dir. 1906 yılında yazdığı Doğal Ekonomi Düzeni kitabında periyodik
olarak vurulan bir damgayla değer kaybeden bir para birimi tasavvur eder ve parayı değer
deposu olmaktan çıkarıp sadece değiş tokuş aracı olmaya indirger.

Birinci Dünya Savaşı sonrası ekonomik bunalıma giren Almanya’da Gesell’in fikirlerinden
esinlenilerek kömür madenciliği ile geçinen bir kasabada kömüre dayalı ve eksi faizli Wara
isimli para basılmaya başlandı. Kömüre dönüştürülebildiği için yerel tüccarlar ve toptancılar
da Wara karşılığı işlem yapmaya başladılar. Kısa bir sürede yayılan ve Almanya’da binin
üzerinde işletmede kullanılmaya başlayan Wara madencilik kentinin de hızlı gelişimi ve

114
ekonomik krizin etkilerinin azaltılmasında ciddi rol oynadı. Ancak merkezi hükümetin kendi
varlığına tehdit olarak algıladığı bu sistem bir kararname ile yasaklandı. Benzer bir sistem
Avusturya’da Wörgl ismiyle devreye alındı ve yerel ekonomiyi destekleyerek kasabanın
gelişimine katkıda bulundu. Dünya’nın farklı bölgelerinden ziyaretçilerin gelip incelediği bu
örnek de bir süre sonra Wara gibi yasaklandı. Hem Wara hem de Wörgl aylık olarak %1 değer
kaybedecek şekilde kuponlu olarak basılıyordu.

Yine aynı dönemde eksi faizli olarak İsviçre’de yaratılan ve günümüze kadar varlığını sürdüren
yerel para birimi WIR günümüzde halen kapalı devre olarak kullanılmaktadır. Ancak krizin
atlatıldığı ve büyümenin başladığı 1950’li yıllarda eksi faiz özelliği devre dışı bırakılmıştır.
Bugün on binlerce üyesinin yıllık 1 milyar CHF üzeri işlem gerçekleştirdiği bu sistemle özellikle
kriz yıllarında ekonominin kırılganlığı önemli ölçüde azaltılmaktadır.

Eksi faizin bir etkisi de tedavüldeki para miktarının düzenli olarak azalmasıdır. Paranın
azalması da deflasyonist bir etki yaratarak ürün fiyatlarının sürekli düşmesine yol açar.
Enflasyon gibi deflasyon da ekonomi için bir tehdittir. Ancak bu sorun devletin bu parayı
tekrar tedavüle sokup kamu harcamaları ve temel gelir gibi kalemlerin fonlanmasında
kullanması ile kolaylıkla çözülebilir. Bu metot ile eksi faizli para sistemleri sadece servet
birikimini azaltmak ya da durdurmakla kalmaz, aynı zamanda tekrar dağıtımı da sağlayarak
eşitsizliğin azaltılmasına hizmet eder.

Faizin 0 ya da eksi olduğu para sistemlerinden hangisinin tercih edileceği ülkelerin ekonomik
durumları, doğal kaynakları ve gelişmişlik düzeyleri dikkate alınarak uzmanlar tarafından
belirlenebilir. Ancak iki sistemin de bugün kullandığımız faizin ana enstrüman olduğu sisteme
sürdürülebilir bir ekonomi konusunda üstünlüğüne kuşku yoktur.

Günümüzdeki sistem işlemeye devam ettiği sürece sermayedarlar, para sahipleri eksi faizli
bir yapıya geçmek istemeyeceklerdir. Bu servetlerinin erozyona uğraması demek olacaktır.
Ancak borçların ödenemediği, alacaklıların korkuya kapıldığı 2008 krizi gibi ortamlarda
borçlulara ya da batan bankalara servetlerini kaptırmak yerine faizsiz hatta eksi faizli sistemi
kabullenebilirler. Zira borçların ödenmemesindense geç, hatta kırpılmış olarak ödenmesi
daha karlı bir seçenektir.

Faizli bir sistemde yarının 1 lirası bugünün 1 lirasından daha değersizdir. Dolayısı ile düzenli
gelir getiren varlıklar bile indirgenmiş nakit akışları (İNA) yöntemi ile bugünkü değerine
indirgenebilir. Örneğin yıllık 1000TL getiren bir zeytinliğin %5 faize sahip bir ekonomide
20000TL karşılığı el değiştirmesi makuldür.

Faiz %0 ya da eksi olduğunda ise sonsuz yıl boyunca 1000 TL getireceğinden ve yarınki 1 lira
da bugünkü 1 lira kadar değerli olacağından İNA’ya göre paha biçilemez hale dönüşür. Bu
sayede az da olsa gelir getiren doğal kaynakların yok edilmesi anlamsız hale gelir. Örneğin,
ormanların kesilip yakacak olarak ya da mobilya üretmek üzere tek seferlik gelir uğruna yok
edilmesindense ürünlerinin yıldan yıla değerlendirilmesi ekonomik açıdan daha karlı olur.

115
Eksi faiz para biriktirmeyi değil üretmeyi, paylaşmayı, borç vermeyi teşvik eder. Kasada ya da
bankada duran para artık güvence anlamına gelmezken az da olsa düzenli bir üretim
kapasitesi geleceği güvence altına alabilir. Paylaşmayı ve borç vermeyi desteklemesinin
toplumsal yapıya faydası da olumlu yönde olacaktır.

Böyle bir sistemde, küçülen bir ekonomide bile paranın dolaşım hızı arttırılarak servet
kutuplaşması önlenir ve düşük gelir sahiplerinin ihtiyaçlarına erişmesi kolaylaşabilir. Ayrıca
küçülen ekonomi parayla yapılan değiş tokuşun azalması demektir. Değiş tokuşun illaki
azalması anlamına gelmez. Farklı mekanizmalarla bu değiş tokuş sağlanabilir ve ihtiyaçların
karşılanması azalmak zorunda değildir. Charles Eisenstein’ın gündeme getirdiği Armağan
Ekonomisi bu mekanizmalardan biridir.

Faiz ile armağan ekonomisi birbirinin anti-tezidir. Armağan ekonomisi ihtiyacımız olmayanı
vermemizi gerektirirken faiz biriktirip gücünü daha fazlasına sahip olmak üzere kullanmak
anlamına gelir. İkinci bölümde detaylı olarak anlattığımız üzere faiz kavramı paranın tanımına
merkez bankalarının bastıkları paraları faizli menkul kıymetler olarak borç vermesiyle eklenir.
Tam bu noktada para sadece değiş tokuş aracı olmaktan çıkar ve kendisi de metalaşır, kazanç
ya da bir başka deyişle sömürü aracına dönüşür. Faizli yaratılan para dolayısıyla büyümenin
sürdürülmesi zorunludur. Aksi durumda faizle büyümüş olan borç yaratılan paradan büyük
olduğundan sistem sürdürülemez ve mutlaka bir noktada krize girer. Büyümenin
sürdürülmesi zorunluluğu da tüketimin arttırılmasına, ormanlardan su kaynaklarına her şeyin
satılacak ürüne dönüştürülmesine bağlıdır. Dolayısı ile faize dayalı para sisteminin
dönüştürülmesi içinde bulunduğumuz sorunların çözülebilmesi için ön şartlardan biridir.

Armağan Ekonomisi
Yaşamın doğası gereği insanlar olarak hiçbir şeyi olmayan muhtaç yaratıklar olarak dünyaya
geliyoruz. Her çocuğun büyüyüp yetişkinliğe ulaşması çoğu zaman ailelerinin, kimi zamansa
diğer insanların fedakarlıklarıyla mümkün oluyor. Yaşamımızın ilk yıllarında karşılanan her
ihtiyacımız, kazanıp hak ettiğimiz şeyler değil, bize verilen armağanlardır aslında. Bunun bir
sonucu olarak bizi yetiştiren ailemize ömür boyu minnet duyarız. Benzer şekilde insanlık
olarak varlığımızı sürdürmemizin temel kaynakları da doğanın bizlere armağanlarıdır. Doğa
da yine bizlere Allah’ın bir armağanıdır. Bu gözle bakıldığında her ne kadar hayatımızı idame
ettirmek üzere yoğun olarak çalışıyor olsak da varlığımız en temelde bize karşılıksız verilen
hediyeler üzerine kurulmuştur.

Bugün hemen her toplumda armağan olgusu olsa da bu tam anlamıyla karşılık beklemeksizin
hediye etmek anlamına gelmemektedir. Daha çok değiş tokuşun yakın çevremiz arasındaki
karşılıklı bir versiyonu şeklindedir. Doğum günü hediyeleri, yeni evlenen tanıdıklarımıza
verilen hediyeler, doğum hediyeleri başta olmak üzere daha çok karşılıklılık esasına dayanan
bu hediyeleşme kültürü ailelerimizin ya da doğanın bize sunduğu gibi bir armağan anlamına
gelmemektedir.

116
Ekonominin bu hediyeleşme ve gerçek anlamda yardım etmenin dışında kalan asıl kısmı ise
parayla yapılan ticaretten oluşmaktadır. Kapitalizm değer biçebildiği her şeyi para ile satmak
üzerine uzmanlaşmıştır. Satabilse havayı dahi satmak ister. Para ise daha önceki bölümlerde
anlattığımız üzere sıkıntılarımızın kaynağındaki ana unsurlardan biridir. Bugün geçmişte olan
karşılıksız armağan olgusunun büyük oranda ortadan kalkmış olmasının nedeni de paradır.
Kullanmasak bile parasal bir değeri olan bir ürünü tanımadığımız birine hediye etmekte
zorlanırız. Daha ziyade satmanın yollarını ararız. Hediye etmemizin önüne geçen bir neden de
hediye edeceğimiz kişinin parasal karşılığı olan bir hediye aldığında gururunun kırılabileceği
endişesidir. Böyle bir durumda da doğrudan çöpe atmayı tercih edebiliriz.

Ekonominin paraya dayalı kurgusu ise insanlık tarihi göz önüne alındığında görece yenidir.
Tarih öncesi topluluklarda ekonominin de bu tarz armağan ekonomisine dayalı olduğu, takas
ve sonrasında ortaya çıkan paraya dayalı ticaretin uzun süre kullanılmadığına dair arkeolojik
araştırmalar mevcuttur. Paranın değiş tokuş aracı olmaktan çıkıp asıl zararlı rolüne bürünüp
metalaşması ise son bin yıl içinde gerçekleşmiştir17*.

Paranın gelecekte istifleme rolünün azalması ve tekrardan değiş tokuş aracı rolünün öne
çıkması ile armağan ekonomisinin de canlanması tüm insanlığa hizmet edecek birbirine
paralel gelişmeler olacaktır. Böyle bir ekonomide rekabetin yerini işbirliği ve ortaklaşma,
istiflemenin yerini dolaşım alacak demektir. Rekabetin azdırdığı kıtlık hissinin ortadan
kalkması da açgözlülük, kötülük ve çevre talanı gibi sonuçlardan kaçınmamıza vesile olabilir.

Gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde daha az rastlansa da az gelişmiş ülkelerde armağan


ekonomisi daha faaldir. Günlük geliri 1 USD’nin, 2 USD’nin altında olan insanların hayatta
kalabilmesinin yolu biraz da sosyal dayanışma dediğimiz armağan ekonomisi benzeri olgulara
dayanıyor.

Paranın daha az, armağanın daha çok kullanıldığı bir ekonomide toplumsal bağlar daha güçlü
olacaktır. Bunun temel nedeni paranın her şeyi tekdüzeleştirmesidir. Para alıcı ile satıcı
arasında herhangi bir bağ kurulmasının önüne geçer. Zaten ticarette iki taraf da kar
maksimizasyonu hedeflediğinden, yani kendi çıkarını düşündüğünden, aralarında bir bağ
oluşması çok mümkün değildir.

Bugün özellikle gelişmiş ülkelerde saatlik çocuk bakımı bile ticarileşmiştir. Oysa komşumuzun
çocuğumuza göz kulak olması son derece doğal ve toplumsal bağları destekleyen bir olgudur.
Benzer şekilde bir aletin tamiri, bir eşyanın taşınması ya da komşuların, arkadaşların birlikte
kolayca halledebileceği konuların hizmet alımına dönüşmesi insanları yalnızlaştırmaktadır. Bir
başka deyişle insan ilişkilerinin ticarileşmesi ile birlikte toplum da zayıflamaktadır. Armağan
ekonomisi tüketimi azaltma rolünün dışında toplumsal bağların zayıflaması sürecini tersine
çevirip toplumun güçlenmesine, bireyin de sosyal yaşamındaki iyileşme ile birlikte mutluluk
düzeyinin artıp stres düzeyinin düşmesine hizmet edecektir. Her şeyin paraya dönüştüğü bir
yaşamda toplumun sağlıklı olarak varlığını sürdürmesi de mümkün değildir.

117
Toplumun geldiği noktayı gözler önüne sermesi açısından, insanların tanımadıkları birinden
ya da bir kurumdan hediye aldıklarında ya da bir fedakarlıkla karşılaştıklarında akıllarına ilk
olarak işin içinde bir bit yeniği olduğunun geliyor olması çok düşündürücü. Toplumsal
bağlarımızın bu denli zayıflayıp herkese karşı güvensizlik hissetmemizin nedeni de elbette
paraya dayalı ve sık sık karşı tarafı aldatma üzerine kurulu ekonomik düzen.

Aklımıza iyi bir fikir geldiğinde ilk düşündüğümüz bunu nasıl paraya dönüştürebileceğimiz
oluyor. Buradaki temel sorun ihtiyaçlarımız sınırlı iken paramızın üst sınırının olmaması.
Herkes her zaman daha çok parası olmasını istiyor. En zenginler bile. Bugün para altın gibi
değerli bir metal karşılığında değil de sadece itibari değeri ile merkez bankalarınca basıldığı
için herkesin çok para sahibi olması mümkün görünüyor. Oysa dünyamızın kaynakları son
derece sınırlı olduğundan bu bir illüzyondan ibaret. Para şu andaki rolü itibariyle bizim için
istediğimiz her şeyi elde edebilmenin tek yolu anlamına geliyor. Paranın nihai amaca
dönüştüğü bu zihniyet problemlerimizin de kaynağında yer alıyor. Armağan ekonomisinin
daha etkin olması ile birlikte paranın rolünün bir nebze olsun azalması mümkün olacaktır.

Daha fazla tüketim dürtüsünün tetiklediği bir yaklaşım da daha fazla mülk edinmektir.
İhtiyacımız olmayan yazlıklar, kışlıklar, lüks araçlar, tekneler... Durumu bir adım daha ileri
taşısak ve zaman içerisinde tüm dünya mülkiyetinin az sayıda insanın elinde toplandığı bir
zaman dilimi hayal etsek bu adalet duygumuzu nasıl etkilerdi? Şüphesiz bunu adaletsiz bir
durum olarak niteler ve belki mülkiyete karşı tepki duymaya, belki de mülkiyetin kuşaktan
kuşağa aktarılmasının sorunlu olduğu sonucuna varabilirdik. Ancak diğer taraftan hiç
mülkiyetin olmadığı bir dünya da yine insana hizmet etmeyen anarşi dolu bir yer haline
gelebilir. Bu durumda en iyi çözüm mülkiyetin ve genel olarak para da dahil olmak üzere
servetin bedelinin hakkaniyetli bir şekilde ödenmesidir. Bu konuya servet vergisini
anlattığımız bölümde tekrar değineceğiz.

Yaşam kaynağımız olan doğal kaynakların ise özel mülke dönüşümü doğru değildir. Kıyıların,
derelerin, su kaynaklarının bile özel mülk olarak edinilebildiği bir sistemde yarın temiz hava
da özel mülkiyete girebilir. Dolayısı ile özel mülkiyetin çerçevesi çizilirken haksız avantajların
ya da başkalarının yaşam hakkına müdahalenin sağlanmıyor olması en önemli kıstasımız
olmalıdır. Örneğin, kıyıların oteller ve tatil köylerince parsellenerek konaklayanlar
dışındakilere kapatılması bu tesiste kalmayanların kıyıdan ve denizden faydalanma hakkını
tanımamak anlamına geliyor ki bu kabul edilemez bir yaklaşım.

Özellikle Avrupa’da bu hassasiyeti gözeten yasalar az da olsa mevcut. Örneğin İsveç’te


Allemansratt ismi verilen hak ile vatandaşlara konutlara çok yaklaşmamaları şartı ile özel
mülk olan arazilerde yürüme, çiçek, mantar, böğürtlen toplama, kısa süreli kamp yapma,
yüzme, kayak yapma hakkı sağlanıyor. Bu sayede özel mülkiyete rağmen herkesin doğal
güzelliklere erişimi mümkün hale geliyor.

Bahsettiğimiz olumsuz özelliklerinin yanında para hiç alakası olmaması gerektiği halde siyasi
güç ve statü sağlayan bir araç anlamına da geliyor. Yasadışı işler yapıp insan hayatını hiçe

118
saydığı halde çok parası olduğu için saygı gören işadamları sıklıkla karşımıza çıkıyor. Paranın
bu gibi hayatı esir alan yönlerinin törpülenip tam aksine armağan ekonomisinin
canlandırılması dünyadaki her canlıya katkı sağlayacaktır.

Armağan ekonomisinin insanların birbirlerini daha iyi tanıdığı küçük yerleşimlerde


canlanması kozmopolit şehirlere göre daha tabii ki daha kolay. Şehirlerdeki zorlukların ise
Giftegrity benzeri uygulamaların kullanılması ile aşılması mümkün. Giftegrity kişilerin
armağan olarak vermek istedikleri eşya ya da hizmetler ile, ihtiyaçlarını paylaştığı bir
platformdur. İhtiyaç fazlası ürünler ile ihtiyaçların karşılık beklemeksizin eşleştiği bu platform
henüz çok geniş bir kitleye ulaşamamış olsa da armağan ekonomisinin canlandığı bir
toplumda önemli bir işleve sahip olması mümkündür.

Armağan ekonomisinin beklenen bir diğer sonucu da ekonomiyi kağıt üzerinde küçültmesi
olacaktır. Bir mama sandalyesinin yaş aralıkları uygun iki ya da daha çok çocuk tarafından
kullanılması ile atılıp her çocuk için yeni bir tane üretilmesi ve satılması arasında GSYH
açısından büyük fark vardır. Birinde tek bir mama sandalyesi üretimi ve satışı kayda girerken
diğer durumda iki ya da daha fazla üretim ve satış söz konusudur. Oysa pratikte iki durumda
da çocukların mama sandalyesi ihtiyaçları karşılanmıştır.

Benzer şekilde bir profesyonelden çocuk bakımı hizmeti aldığınızda GSYH üretmiş olursunuz,
komşunuza ya da aile büyüklerinizden destek aldığınızda ise ekonomik büyümeye katkınız
olmaz ama iki durumda da çocuğunuza bakılmış olur.

Aracınızla bir yere giderken aynı rotayı kullanacak bir kişiyi misafir etmeniz ulaşım
sektörünün cirosunu düşürür ama hem trafiğe katkınız olur hem de misafirinizin ihtiyacı
muhtemelen daha da konforlu bir şekilde karşılanır.

Açık kaynak kodlu yazılım endüstrisi çok az parasal işlemle yürümekte ancak büyük bir
ihtiyacı karşılamaktadır. MP3 paylaşımı ücretsizdir ve sanatçıları telif haklarından mahrum
bırakarak müzik endüstrisinin küçülmesine sebep olabilir. Ancak insanların müziğe erişimi
artar ve sanatçılar da kendilerini tanıtma imkanına kavuştukları gibi konser ve sahne
performansları ile teliften kaybettikleri gelirlerini telafi edebilirler. Bu tip örnekler
çoğaltılabilir.

Ekonomistlerin bakış açısından parayla işlem yapılması ekonomi için dolayısı ile toplum için
de iyidir. Bir anlamda iyilik ile para çok yakından ilişkilidir. Oysa gerçek bundan çok farklıdır.
İhtiyaçlarımızın karşılanması için paranın devreye girmesi şart olmadığı gibi toplumsal bağlar
açısından da çevresel sorunlar açısından da paranın devre dışı kaldığı çözümler çok daha
avantajlıdır.

Vergi Reformu
Eşitsizliği arttıran ve adaletsizliği hemen her gün tartışılan vergi sistemleri tekrar ele alınması
gereken alanlardan biri. Bugün hemen her ülkede toplanan vergilerin önemli bir bölümü
bordrolu çalışanlardan alınıyor. Serbest meslek sahiplerinin çoğu, yasalardaki esneklikleri

119
daha az vergi ödeyecek şekilde yorumlamakta oldukça başarılı. Kurumların ödediği vergi ise
dünyanın büyük bölümünde görece düşük kalmakta, hatta teknoloji geliştiren firmalar zaman
zaman aldıkları teşviklerle neredeyse vergi ödemeksizin karlarını arttırmaya devam
edebiliyor. Benzer şekilde sermayeye dayalı finans kuruluşları da muhasebe oyunlarıyla
topluma karşı yükümlülüklerinden kurtulmakta zorlanmıyor. Vergilerin emek üzerinden
toplanması aynı zamanda otomasyonu arttırıp emek yoğunluğunu azaltarak maliyetleri
düşürmeyi de teşvik ediyor ve işsizliği yukarı yönlü etkiliyor. Önümüzdeki dönemde daha
fazla otomasyon ile emeğin üretimdeki payının giderek azalması durumunda vergi gelirleri de
ister istemez düşecek ve emekten yüksek oranlı vergi alınmasının olumsuz etkileri kendisini
daha da fazla hissettirecektir.

Sermaye ve ekonomik eşitsizlikler konusunda Kapital isimli devasa bir eser veren Fransız
iktisatçı Thomas Piketty’ye göre de kapitalizmin çöküşünü engellemenin yolu vergi
reformundan geçiyor. Piketty kitabında tarihsel verilerle geçmişin izinden giderek geleceğe
dair çözüm önerilerini paylaşıyor.

Piketty’ye göre eşitsizlikleri kontrol altında tutup servet birikiminin önüne geçmeyi
sağlayacak ideal çözümün en önemli ayağı servetten küresel ve artan oranlı bir vergi
alınmasıdır. Böyle bir vergi ile ekonomik serbesti ve rekabetin korunacağı, aynı zamanda
toplumun yararlarının küçük bir kesimin özel çıkarlarının üzerinde tutulacağı ifade ediliyor.

Yazarın öne sürdüğü teze göre son yüzyılda karşılaştığımız büyüme oranları uzun süre
sürdürülebilir değildir. Tarihin hiçbir döneminde de uzun süre bu kadar yüksek bir büyümeye
rastlanmamıştır. Yapılan analizlere göre 21. Yüzyılda küresel büyümenin %1.5’in altında
olacağı, sermaye getirilerinin ise %4.5’i bulabileceği öngörülmektedir. Bu oranlar servetin
hızla kutuplaşmaya devam etmesi, eşitsizliğin artması, fakirliğin yaygınlaşması, zenginlerinse
durdukları yerde servetlerini katlaması anlamına gelmektedir. Piketty bu durumu
kapitalizmin temel çelişkisi olarak nitelendirir. Böyle bir ortamda toplumun büyük bir kesimi
devletin sosyal uygulamalarının yükünü arttıracak, sosyal devletin bu yükü taşıyamaması ise
toplumsal felaketleri tetikleyecektir. Servet vergisi bu sorunun hafifletilmesi ve tersine
döndürülebilmesi için yapılabilecek en önemli uygulama olarak öne çıkıyor. Piketty’nin
faydalı bir ütopya olarak nitelendirdiği servet vergisinin küresel olarak uygulanması gerektiği
ve oranlarının da yine servetin boyutu büyüdükçe arttırılabileceği yazar tarafından ifade
ediliyor. Böyle bir verginin uygulanabilmesi içinse tüm banka hesaplarının devletler arasında
otomatik olarak paylaşılması gerektiği ortaya konuyor.

Şu anda hesap bilgilerinin üye ülkeler arasında paylaşıldığı AB’de servet vergisi uygulanması
için gerekli altyapı aslında mevcut. Ancak uygulamaya alındığı, hatta söylentisi çıktığı anda
büyük miktarda paranın başta İsviçre olmak üzere AB üyesi olmayan ülkelere kaçacağı
düşünülüyor. Bu nedenle ilk hedef bu uygulamanın ülkelerin çoğunun yararına ve onların
desteğini sağlayacak şekilde devreye alınması olmalıdır.

120
Piketty’nin dikkat çektiği bir diğer husus da Avrupa gibi kamu borcunun çok yüksek olduğu
bölgelerde servet vergisinin bu borcun hafifletilmesi için enflasyon ve kemer sıkmayla
beraber kullanılabilecek üç yöntemden biri olduğudur. Avrupa’da birçok ülkede kamu
borcunun, kamunun tüm aktiflerinin satılması, yani devletlerin adeta tavsiye olması
durumunda ancak ödenebileceği göz önüne alınırsa, uzun vadede sonuç verecek ve zengin-
fakir herkesi, hatta fakirleri daha çok etkileyecek enflasyon ve kemer sıkma politikalarının
yanında, daha hızlı sonuç veren ve zenginleri hedef alan servet vergisinin önemi daha iyi
anlaşılır.

Piketty’nin bir diğer önerisi olan artan oranlı gelir vergisi ise üst gelir grupları için kazanç
üzerinden alınacak daha yüksek vergilendirme anlamına gelir. Bugün birçok ülkede en yüksek
vergi dilimi %35 ila %50 arasındadır. Oysa geçmişte, özellikle İkinci Dünya Savaşı’nı takip
eden 1940-1980 yılları arasında en üst vergi dilimi Avrupa ve ABD’de %90’ın üzerine dahi
çıkıyordu. A. B. Atkinson Eşitsizlik kitabında savaş sonrası Avrupa ülkelerinde uygulanan
sosyal devlet uygulamalarının artan oranlı vergi gelirleriyle finanse edildiğini ve eşitsizliğin
düşürülmesinde önemli rol oynadığını ifade ediyor18*. Benzer şekilde 1980’lere kadar ABD’de
uygulanan ve bir dönem %91’e kadar çıkan artan oranlı vergilerin ekonomiye zarar
vermeksizin toplumdaki eşitsizliğin azaltılmasında ne derece etkili olduğunu Nobel Ödüllü
ekonomist Paul Krugman Bir Liberalin Vicdanı isimli kitabında detaylı olarak açıklıyor.
Krugman’a göre bu dönemde eşitsizliğin azalmasının diğer sebepleri devletin işgücü açığı
nedeniyle işçilere verdiği güçlü destek ve sendikalaşmadır. Tabii bu yüksek vergi oranlarının
toplumun çok zengin olan küçük bir kesimini etkilemesi gerektiğini, alt gelir gruplarından ise
mümkün olduğunca az gelir vergisi alınmasının vatandaşlar arası uçurumu azaltacağını tekrar
etmekte fayda var.

Servet vergisi ve gelir vergisi birbirinin alternatifi değil tamamlayıcısıdır. Gelir vergisi servet
eşitsizliğinin artış hızını törpülerken, servet vergisi doğrudan eşitsizliğin azaltılmasına yol
açar. Gelir vergisi daha çok çalışanlardan düzenli vergi toplanmasını sağlarken, servet vergisi
daha ziyade devasa karlarına rağmen bin bir türlü metotla çok cüzi gelir vergisi ödemeyi
başaran servet sahiplerini hedef alır. Servet vergisi aynı zamanda donuk halde duran
mevduat ve benzeri birikimlerin yatırıma dönmesi için de teşvik görevi görecektir. Uzun
vadede servet vergisinin dünya çapında etkin olarak uygulandığı, servetlerin kaçırılmasına
imkanların azaldığı durumlarda gelir vergisinin kademeli olarak azaltılması gündeme gelebilir.
Ne de olsa gelirin o ya da bu şekilde servete ekleneceğini varsayabiliriz. Bu noktada
muhtemelen tek çekince yastık altı diye tabir edilen kayıt dışı servetlerden vergi alınmasının
zorluğu olacaktır.

Bugün servet vergisine benzer nitelikte uygulanan vergiler veraset, motorlu taşıt ve emlak
vergileridir. Ancak motorlu taşıt ve emlak vergileri toplumun çok büyük bir kesimini
ilgilendirdiğinden genelde az miktarlarda uygulanıyor ve nihai amaç olan servet
kutuplaşmasının önüne geçmekte yetersiz kalıyor. Zaten temel ihtiyaç olan barınma ve
ulaşımdan yüklü vergi alınması alt ve orta gelirli bireyler için bu gereksinimlere ulaşmayı daha

121
da zorlaştırıp insani olmayan koşullara neden olur. Yatırım, kiralama gibi amaçlarla alınan
evlerin emlak vergisinin, ihtiyaç fazlası elde tutulan araçların motorlu taşıtlar vergisinin
yükseltilmesi ise düşünülebilir. Veraset vergisi ise ömür boyu bir kez uygulandığından ve
vergi kaçırmaya müsaitliği itibariyle istenen etkiyi yaratmaktan uzak kalıyor.

Küresel düzeni sürdürülebilir bir şekle dönüştürürken atılabilecek adımlardan biri de Çevreye
Duyarlı Bir Ekonomi kısmında değindiğimiz küresel karbon vergisi, plastik üretim vergisi gibi
çevresel duyarlılığı zorunlu olarak arttıracak vergilerin işleme konmasıdır. Bu vergiler ile bir
yandan kaynak yaratılırken öte yandan çevrenin korunmasının sadece aktivistlerin amacı
olmaktan çıkarılıp tüm üretim endüstrisinin hedefi olması sağlanabilir.

Elbette vergi sistemi ekonomik olduğu kadar sosyolojik etkileri de olan, toplumu her anlamda
etkileyen son derece karmaşık bir sistemdir. Bu alanda yapılacak en ufak değişikliklerin bile
konunun uzmanlarının yapacağı ciddi analizler ve araştırmalar sonucunda uygulanması
gerekir. Ülkelerin gelişmişlik düzeylerinin de uygulanacak vergilendirmenin ayaklarını
etkilemesi doğaldır. Bu konu ele alınırken kapitalizmin çıkmazlarından olan servet
kutuplaşması ve onun doğal sonuçları olan yoksulluk ve eşitsizliğin minimuma indirilmesinin
hedeflenmesi amaçlanmalıdır. Bu amaç için de artan oranlı gelir vergisi ile servet vergisi
faydalı enstrümanlar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Yerelleşme
Günümüzde gıda üretim ve tüketiminde yaygın olarak kullanılan metotların büyük bölümü
dünya ekosistemine ve insanlar da dahil olmak üzere tüm canlılara zarar verir nitelikte.
Genetik oynamalar, ilaçlama ve gübreleme gibi nedenlerle sadece insan sağlığı değil, yerel
lezzetler ve biyoçeşitlilik de sürekli bir saldırı altında. Bu durum çevre dostu ve yerel çeşitliliği
de koruyan tarım uygulamalarını ön plana çıkarıyor.

Yavaş yemek (slow food) hareketi de bu yönüyle gündeme gelen oluşumlardan biridir. 1980’li
yıllarda İtalya’nın Bari kentinde Carlo Petrini ve bir grup aktivist tarafından başlatılan
hareketin amaçlarından ilki doğal, kaliteli ve sağlıklı gıdanın çevreye saygılı, ekosistemi ve
biyoçeşitliliği gözeten metotlarla üretilmesi ve kullanıcıya ulaştırılmasıdır. Bir diğer amaç,
yerel geleneklerin ve gastronomi zevklerinin korunması ve küreselleşme ve endüstrileşmenin
getirdiği damak zevkinin sıradanlaşması olgusu ile mücadeledir. Gıda üretimi ve erişiminde
sosyal adaletin sağlanması, üretici ve tüketici için doğru fiyat oluşumu, tadım eğitimi
verilmesi ile hızlı yemek (fast food) akımına karşın hayatın yavaş tempoda sürdürülmesi diğer
amaçlar arasındadır.

Ortaya çıkışından bugüne yemek ile gezegenimiz, insanlar, politika ve kültür alanlarını
birbirine bağlayan hareket milyonlarca kişinin katılımı ile 160 ülkede örgütlü hale gelmiştir ve
hızla büyümeye devam etmektedir.

Yavaş yemek hareketi dışarıda yemek yeme alışkanlığıyla karşı karşıya geldiğinden kadınları
ev işlerine geri dönmeye yönlendirdiği için bazı çevrelerce eleştirilere de uğramaktadır.

122
Ancak yavaş yemek hareketi elbette yemeği hangi cinsin yaptığıyla değil, lezzet, sağlık ve
çevre boyutlarıyla değerlendirmektedir.

Yavaş yemek hareketinin gördüğü destek ve ulaştığı başarı yine İtalya’da gelişen yavaş şehir
kavramının da ilham kaynağı oldu. Yavaş şehirler insanların sakin yaşamasına imkan tanıyan
karakterleriyle tanımlanmakta ve bu şehirlerde yaşamın geleneksel yol ve yöntemleri ön
plana çıkmaktadır. Bu şehirlere dair diğer özellikler olarak temiz çevre, temiz yemek, az
trafik, az gürültü ve kalabalık olmaktan uzak yaşam alanları sayılabilir. Bu yaşam alanlarının
oluşturulabilmesi için yapılanlar arasında yeşil alan ve parkların arttırılması, tarihi binaların
korunması, göz yoran reklam panolarının, ışıklı tabelaların ve televizyon anteni gibi görüntü
kirliliği yaratan unsurların kaldırılması, gürültü kirliliğinin azaltılmasına yönelik önlemlerin
alınması, geri dönüşümün sağlanması, mümkünse alternatif enerji kaynaklarına yönelinmesi
gibi eylemler bulunmaktadır. Tüm bu özelliklerin sağlandığı şehirler genelde nüfusları
50000’in altındaki kasabalar olarak öne çıkmaktadır.

Yavaş yemek hareketine benzer hedeflerle ortaya çıkan bir yaklaşım da 2005 yılında
Kanada’da doğan 100 mil diyetidir. 100 mil (160 km) diyeti, kişinin yaşadığı yere en çok 100
mil uzaklıktaki dairesel alanda yetişen bölgesel yiyeceklerin mevsimlik olarak tüketilmesini
öneren bir beslenme tarzıdır. Bu sayede tarımda sanayileşmenin getirdiği yan etkileri ve
çevreye zarar veren gıda taşımacılığını, dolayısı ile de kişinin karbon izini azaltmayı hedefler.
Günümüzde soframıza gelen gıdaların bir bölümünün kıtalararası yolculuk yapıyor olması bu
diyetin çevre üzerindeki etkilerinin ne derece önemli olduğunu ortaya koyar.

Sağlığa zararlı kimyasallar ve koruyucu maddeler ile üretilen paketlenmiş ürünlerin


tüketiminin azaldığı, buna karşın doğal meyve sebze tüketiminin arttığı bu beslenme tarzının
toplum sağlığına ve çevreye olumlu etkileri yadsınamaz. Bunların yanında, yöresel ürünler ve
bu ürünlerin yetiştiricilerinin korunması ile toplum düzeni ve refahına da katkı sağlanır.
Üretici ve tüketicilerin birbirini daha iyi tanıması ile de toplumsal bağların güçlenmesi 100 mil
diyetinin bir başka olumlu yönüdür.

Tabii ki bu tarz beslenme bazı coğrafyalarda mümkün ve kolayken bazı coğrafyalarda iklimsel
kısıtlardan dolayı çok daha zor olabilir. Dolayısı ile uygulama noktasında çok katı olup
imkansızı hedeflemek yerine daha esnek bir bakış açısıyla hayatı kendimize zehir etmeden
elden geleni yapmak daha faydalı olacaktır.

Sadece gıda konusunda değil, birçok alanda yerel üretimin korunması, verimliliğinin ve
kalitesinin sanayileşmenin getirdiği tekdüzeleşmeye yenilmeden arttırılması en başta yerel
istihdamın arttırılması demektir. İstihdamın arttırılması da hem yoksullukla mücadelede hem
de köylerden şehirlere göçün azaltılmasında en etkili yoldur. Göçün doğal sonuçları olan
ailelerin parçalanması, şehirlerin kalabalıklaşıp ihtiyaçlara cevap vermekte zorlanır olması,
yaşayanların hayat kalitelerinin düşmesi de yerel istihdamın önemini ortaya koyan diğer
hususlardır.

123
Yerelleşmenin istihdama katkısının yanında büyüme baskısı altında yok olmaya yüz tutan
yerel üretim tekniklerinin, kültürler ve benzeri her tür birikimin sonraki kuşaklara taşınması
mümkün olacaktır.

Global bir dünyada yerel üretimin öne çıkmasının en büyük faydalarından biri de hiç şüphesiz
nakliye ihtiyacının azalması olacaktır. Bugün Güney Amerika’da yetiştirilen bir sığır
Ortadoğu’da tüketilmekte, Çin’in, Vietnam’ın, Kamboçya’nın çevreyi ve insan emeğini hiçe
sayarak ürettiği ürünler Amerika kıtasına yolculuk etmektedir. Elbette her ürünün tüketildiği
bölgede üretilmesi diye bir zorlama olamaz. Birçok ürün için bu mümkün de olmayabilir.
Ancak şu anda yerleşmiş ekonomik düzen bunun çok ötesinde bir üretim yapısına sahip ve
nakliye gereksinimi dolayısıyla ciddi bir karbon emisyonuna neden oluyor. Yerelleşmeyi ne
kadar etkin kılabilirsek o oranda fosil yakıt tüketimini azaltmış ve küresel ısınmaya katkımızı
küçültmüş olacağız.

Yerelleşmenin artması dünya finans merkezlerince yönetilen paranın da azalması demektir.


Küçük bir gruba hizmet eden küresel sermayenin çoğunluğu yoksullaştırdığı, ekonomiyi uzun
vadede krizlere açık ve kırılgan hale getirdiği, dünyamızı da tüketim baskısı altına alarak
giderek yaşanmaz bir yere dönüştürdüğünden bahsetmiştik. Yerel ticaretin küresel ticaretten
aldığı pay arttıkça bu olumsuz yönler de kademe kademe azalacaktır.

Bu noktada şunu belirtmeliyiz ki küreselleşme karşıtlığı yapmak gibi bir amacımız yok. En
başta bilginin evrenselliğini kabul etmek ve hızla her insana ulaşacağını bilmek zorundayız.
Yine küresel sorunlarla ancak küresel işbirliği ile mücadele edilebileceğinin farkındayız. Ancak
her konuda olduğu gibi küreselleşmenin de sadece ekonomik fayda göz önüne alınarak,
deyimi yerindeyse abartılmasının insanlığın faydasına olmadığını vurgulamak istiyoruz.
Küreselleşmenin insanlığa zararlı yönlerinin törpülenmesi de çokuluslu şirketlere mümkün
olduğunca mesafe koyup yerelleşmeden geçiyor.

Küreselleşmenin sonuçlarından olan bilginin yayılım hızının ve iletişimin artması da aslında


yerelleşmeyi destekler nitelikte. Bu sayede yerel üreticilerin ürün kalitelerini arttırmaları ve
çevrelerindeki tüketicilere çok daha rahat ulaşmaları mümkün oluyor.

Yönetime Ortak Ol – Bilinçli Ol


Günümüzde dünyanın birçok ülkesinde vatandaşlar topluma karşı vergi vermek, askere
gitmek ve seçimlerde oy kullanmak gibi son derece kısıtlı sayıda görevleri olduğunu
düşünüyor. Hatta önemli bir bölümü bu görevlerinden de kaçmak için her fırsatı kullanıyor.
Oysa topluma karşı tek görevimiz oy vermek ya da vergi vermek değildir. Toplum yararına
olduğunu düşündüğümüz davranış biçimlerinin çoğalmasını desteklememiz, aksi davranışlara
karşı ise tavır almamız en başta kendi yararımızadır. Yönetimlerin eleştirilmediği ya da
eleştirileri dikkate almalarını gerektirecek demokratik mekanizmaların bulunmadığı,
kullanılmadığı ya da baskılandığı ülkelerin doğru yönde ilerlemesi çok zordur. Dünyanın
ilerleme hızını yakalamaları ise imkansızdır. Bir avuç elit tarafından yönetilen veya halkın
siyasilerin kararlarına ilgi göstermediği ülkelerde hukukun üstünlüğünün sağlanması, siyasi

124
düşüncesine bakılmaksızın insan haklarına saygı gösterilmesi, özgür düşüncenin gelişmesi gibi
toplumun yararına olan davranış biçimlerinin yerleşmesi mümkün değildir. Vatandaşların
yöneticileri denetlemesi ve yapıcı bir şekilde eleştirip toplum çıkarına harekete zorlamaları
için en temel şart da bilinçli olmalarıdır.

Genel kanının aksine ekonomi yönetimi bile tüm vatandaşların ilgilenmesi gereken bir
konudur. Çünkü en basit ifadeyle ekonomi uzmanlara bırakılamayacak kadar önemlidir.
Eğitimden sağlığa, beslenmeden aile yapısına kadar her konu ekonomi ile ilintilidir. Dolayısı
ile toplumun refahı ve mutluluğu da ekonominin rasyonel yönetilmesine göbekten bağlıdır.
Ekonomin rasyonel olarak yönetilmesi ise zaman zaman halkın canını yakacak önlemler de
içerdiğinden popülist yöneticiler tarafından tercih edilmeyebilir. Belirli bir zaman dilimi için
seçilen yöneticiler sorunları halkın canını sıkmak pahasına çözmek yerine ertelemeyi ve çok
daha büyük problemleri, hatta olası krizleri gelecek yönetim ve nesillere hediye etmeyi tercih
edebilirler. Bu durumun önüne geçilebilmesi için toplumun büyük bölümünün bu tarz
kararları algılayıp tepki göstermesi gerekir. Ne kadar tecrübeli olurlarsa olsunlar birkaç
uzman, akademisyen ya da gazetecinin hükümeti eleştirmesi halkta karşılık bulmayıp
sahiplenilmediği sürece çok etkili olmaz.

Ekonomik verileri ve kararları takip etmek çok da zor değil aslında. Bu veriler zaten çoğu
ülkede düzenli aralıklarla yayınlanıyor. Asgari düzeyde finansal okuryazarlığı olan herkes ciddi
bir zaman harcamadan durumu analiz edip ülkenin gidişatı hakkında fikir sahibi olabilir.

Örneğin, en basitinden bütçe gerçekleşmeleri halkın gelecekteki ekonomik durumunu birebir


etkileyen bir veridir. Bir ülkede sürekli olarak bütçe açığı veriliyor ve düzelme bir türlü
gözlemlenmiyorsa birkaç farklı uygulamadan birinin devreye gireceği kesin gibidir. İlki ülke
merkez bankasının para basmasıdır. Karşılıksız para basılması yaratacağı enflasyon nedeniyle
cebimizdeki paranın bu oranda çalınması demektir. Bunun nedeni artan para arzına karşılık
kaynaklar hala kıt olduğundan fiyatların yükselmesidir. Cebimizdeki para sabitken fiyatların
yükselmesi satın alma gücümüzün düşmesi ve fakirleşmemizle sonuçlanır. Bu süreçte
zenginleşen yegane kitle merkez bankalarının para basma hızından daha hızlı bir şekilde
parasal varlıklarını arttırabilenlerdir.

Olası ikinci uygulama bütçe açıklarını finanse edebilmek için borç almaktır. Alınan borç kısa
vadeli de olsa, uzun vadeli de olsa bir gün hem de faiziyle geri ödeneceğinden hem bizim
hem de çocuklarımızın geleceğinden borç almak, bugünü kurtarmak için geleceği satmak
demektir. Bir diğer yol ise yeni vergilerle halkı bütçe açığını kapatmaya zorlamaktır.

Zamanında doğru yöntemler kullanılmadığı için uygulanması gerekecek bu yöntemlerin


tamamı vatandaşın zararınadır. Oysa bilinçli bir toplumda her gelen bütçe açığı verileri bir
sorgulamayı da beraberinde getirecek, halk uzmanların sesine daha fazla kulak verecek ve
oluşacak kamuoyu yöneticileri popülist politikalar uygulamaktan alıkoyup zamanında önlem
almaya yönlendirebilecektir.

125
Toplumun bilinçlenmesi ve haberlere, olaylara, verilere sağlıklı erişebilmesi içinse iletişim ve
ifade özgürlüğü ile bağımsız medyanın korunması gerekmektedir. Bugün birçok ülkede
medya bir ya da birkaç grubun elinde tekelleşmiş durumda. Bunun bir sonucu olarak halk
gerektiği zaman kolaylıkla manipüle edilebiliyor. Bu etkinin minimuma indirilebilmesi için
geleneksel medyanın dışında, görece bağımsız medya kuruluşlarının da takip edilmesi gerekli.
Toplumun etkin bir şekilde haberleşebilmesinin yolu olan sosyal medya da korunmalı ve
takip edilmelidir. Ancak bu mecrada sık sık yalan ve yanlış haberlerin de yayılabildiğini, kötü
niyetli kişi ve grupların kendi çıkarları için manipülasyon yapmaya çalıştıkları da
unutulmamalıdır. Kritik haberler için mutlaka teyit mekanizması çalıştırılması yine kişinin ve
toplumun yararınadır. Bunların yanında tabi ki sansürün her türüne karşı çıkılmalı ve
günümüzde en temel hak ve özgürlüklerimizden biri haline gelmiş olan internetin de sansüre
uğramaması ana hedeflerden biri olmalıdır.

Bilinçli bir toplumda devlet önce kendi halkının, sonra da tüm insanların ve dünyanın
korunması konusunda en etkin mekanizma olarak öne çıkacaktır. Yapılacak bir otoyolun
sadece trafiğe ve ekonomiye katkısıyla değil, yok edeceği orman ve çevreye zararıyla beraber
değerlendirilmesi, popülist ve kısa vadede halka şirin gözükecek politikaların uzun vadeli
yıkıcı sonuçlarının da göz önüne alınması, kaynakların göz boyamak için değil gerçek
ihtiyaçlar için harcanması, sermaye sahiplerini öfkelendirmemeyi değil, toplumsal faydayı
gözeten yasaların yapılması gibi sonuçlar ancak bilinçli bir toplum ve demokratik bir sistemle
elde edilebilir.

Tabii burada kastımız doğrudan demokrasi değildir. Yakın dönemde doğrudan demokrasinin
denendiği İşgal Et (Occupy) hareketinde en basit sorunların bile kolektif toplantılarla
çözülmeye çalışıldığında çok uzun tartışmaların, hatta kavgaların yaşandığı, harcanan önemli
miktarda emeğe karşın tatmin edici sonuçlara ulaşılamadığı gözlendi. Bu tip denemeler
devrimci hareketlerin en ateşli anlarında yapılabilir gibi görünse de sıradan zamanlarda ve
özellikle kalabalık toplumlarda uygulanması mümkün değildir.

Demokrasiye olan ihtiyacımız temelde en kritik kararların toplumun eğilimleri dikkate


alınarak verilmesi, seçenlerin seçilenlere hesap sorabilmesi, toplumun benimsemediği
uygulamalardan kaçınılmasıdır. Bu teze genelde iktidarlar seçmenden yetki aldıkları için
gerekli gördükleri düzenlemeleri sorgusuz sualsiz yapabilecekleri iddiasıyla karşı çıkarlar.
Oysa seçilmiş iktidarlara verilen yetki toplum menfaatleri doğrultusunda yönetim sergileyip
yasaları uygulamak üzerinedir. Seçimler toplumun önemli bir bölümünün karşı çıktığı,
vicdanlara sığmayan, belki kısa vadede iyi olsa bile uzun vadede felakete götürebilecek
kararların pervasızca alınabilmesi ya da yasaların gözardı edilmesi anlamına gelmemelidir. En
nihayetinde devlet insan için vardır ve alınan kararların gerektiğinde tekrar tekrar tartışılıp
toplumun büyük oranda ikna olacağı şekilde revize edilmesi doğaldır. Bu yaklaşım tarzı
iktidarları güçsüzleştirmek ya da zaafa uğratmak bir yana, aslında toplumun daha büyük
kesiminden destek alma imkanı da yaratıp toplumsal birliğe ve barışa hizmet eder.

126
Burada elbette devletin toplum yararına en üst düzeyde çalışabilmesi için demokratik olması
da tek başına yeterli değildir. Keza çok büyük ve karmaşık mekanizmalara sahip devletler
zaman zaman etkili olmakta zorlanabilir. Olması gereken kişilerden bağımsız, etkili ve sıkı
regülasyonlara sahip mümkün olduğunca küçük bir devlettir. Daha da önemlisi
regülasyonların sermayedarlara değil vatandaşlara hizmet edecek şekilde düzenlenmesidir.

Bu gerekliliğe dikkat çekmek için ABD ve Kanada sağlık sistemlerini inceleyebiliriz. Hem ABD
hem de Kanada büyük ölçüde demokratik ve liberal olarak kabul edilen ülkelerdir. Her
ikisinin de gelişmişlik düzeyi yüksek, kişi başı gelir seviyeleri de dünya ortalamasının hayli
üzerindedir. Yine her iki ülkede de güçlü ve sağlıklı diyebileceğimiz hukuki altyapı ve adalet
inancı mevcuttur. Bu benzerliklerine karşın dünya lideri ABD’de sağlık sistemi özel olduğu için
hastaneye gidemeyip hayatını kaybeden binlerce insan mevcutken Kanada’da herkese sağlık
hizmeti sunuluyor. ABD’de sosyal devlet neredeyse yokken, Kanada’da zenginlik tüm
vatandaşlarla paylaşılıyor. Bu temel farkların temel nedeni ABD’de devletin hizmet
vermesine yönelik oluşturulan olumsuz algı ve regülasyonların da bu algı doğrultusunda
yapılmasıdır. Bilinçsiz toplumda bu algı da ABD sermayesinin sahip olduğu medya gücü ve
liberal aydınlarla görece kolayca yerleştirilebilmektedir.

Vatandaşı ön plana alan regülasyonların yerleşmesi gereken en önemli alanlardan biri de hiç
şüphesiz finans piyasalarıdır. Türev ürünlerin, hatta türevlerin türevlerinin doğru düzgün
kanuna tabi olmadığı bugünkü piyasaların, ikinci bölümde de bahsettiğimiz gibi ekonomiyi
kırılganlaştırıp balonları daha güçlü patlamak üzere şişirdiği bir dönemden geçiyoruz. Oysa
ihtiyacımız olan günü kurtarmak adına balonları daha fazla şişirmek değil, herkesin oyunu
kurallara göre oynamasını sağlayıp uzun vadeli hedeflere odaklanmak. Bunun için de
devletlerin gerekli regülasyonları devreye alıp kararlılıkla uygulaması şart. Ancak bu
regülasyonlar sayesinde kapitalist ekonominin DNA’sında yer alan istikrarsızlıkların çöküşe
dönüşmesi önlenebilir. Nasıl ki NBA liginde yer alan takımlar çok sıkı kurallara tabiyse ve bu
kurallar rekabeti arttırıp oyunu zevkli hale getiriyorsa ekonominin de toplumsal fayda esasına
göre iyi bir şekilde düzenlenip denetlenmesi hepimiz için gereklidir.

Bu düzenlemeler arasında sayabileceğimiz yatırım bankacılığı ile ticari bankacılık arasına kalın
bir çizgi çekilmesi, bankaların batamayacak kadar büyük şekilde değil belirli alanlarda uzman
olacak şekilde kurgulanması, türev ürünlerin sadece ortaya çıkış amaçlarına uygun olarak
hedge amaçlı kullanılabilmesi, denetim görevi yapacak kurumların denetleyecekleri
kurumlardan değil, kamu otoritesi tarafından seçilip fonlanması, denetlenen kurumların da
denetim ücretlerini yine kamunun ilgili birimlerine aktarması gibi değişikliklerle finans
piyasalarını spekülatif para kazanma alanı olmaktan uzaklaştırıp topluma hizmet edecek bir
yapıya büründürmek ekonomimizi daha sağlıklı bir yapıya kavuşturacaktır.

Tekrar etmek gerekirse rasyonel bir şekilde yönetilebilmek için bizim de bilinçli olup
hayatımızla ilgili kararlarda hükümetleri denetleme görevi yapmamız zaruridir. Bu amaçla
taleplerimizi dile getirmemiz ve takipçisi olmamız, sadece ekonomik değil, toplumsal ve

127
çevresel kaygılarla da hareket edilmesini sağlamamız sürdürülebilir bir dünya için büyük
önem taşımaktadır.

Yeni Bir Zihniyet


Bugün dünyanın içinde bulunduğu problemlerle ilgili çözümler ağırlıklı olarak merkez
bankaları ve hükümetlerin ekonomi alanında attığı adımlar üzerinden tartışılıyor. FED,
Avrupa, İngiltere ve Japonya başta olmak üzere merkez bankalarının basacağı para miktarı,
yani bilgisayar ortamında değiştirecekleri bitler, havadan yarattıkları bu bitlere uygulanacak
faiz oranı, hükümetlerin kamu harcamalarını arttırıp arttırmayacakları, vatandaşlara
yükleyecekleri vergiler ve ihraç edecekleri tahviller gibi gerçek sorunlara ve dolayısı ile
insanların büyük çoğunluğuna dokunmaktan uzak, sadece parayı öyle ya da böyle manipüle
etmek üzerine yoğunlaşan bu konular ile sorunlarımızın çözülmesini beklemek boş umutlara
bel bağlamak demek.

Tarih de bu konuda bizi teyit ediyor. İçinde bulunduğumuz ekonomik sistem her daim krizler
yaratmış. Hem de bir öncekini aratır nitelikte krizler. Bugün FED’in parasal genişlemeyi
tarihte görülmemiş devasa seviyelere taşıdığı, faizleri neredeyse 0 seviyesinde tuttuğu
ortamda bile dünya krizin eşiğinden uzaklaşabilmiş değil. Aksine tüm dünyayı sarsacak, ABD
dolarını kağıt parçasına çevirebilecek ve istisnasız herkesi kötü etkileyecek bir kasırganın
ortaya çıkmasının sadece zaman meselesi olduğuna dair çok ciddi kanıtlar ve görüşler
mevcut. Türev ürünlerin büyüklüğü, ABD bütçe açıklarının taşınamaz boyutlara varması,
Asya’nın son dönemde yaptığı büyüme motoru görevini yapmakta zorlanmaya başlaması,
ABD başkanı Trump’ın başını çektiği ticaret savaşları, gelişmekte olan ülkelerin bir türlü
güvenilir ekonomilere dönüşememesi gibi hususlar gelecek fırtınanın habercisi olarak
görülüyor. Sadece bu açıdan baktığımızda bile tartışılan çözüm önerilerinin sorunları
ötelemek ve büyütmekten ibaret olduğunu söylemek zor değil. Gerçek ve köklü bir çözüm ise
ancak tepeden inme değil vatandaşlardan gücünü alan yeni bir zihniyet ile mümkün olabilir.

Çoğunluğa hakim olan yanlış bir algı da kapitalizmin herkes için iyi olduğudur. Bu tezi
savunmak için de kapitalizmin istediği denetimsiz serbest piyasa, özgürlüğün kendisi gibi
sunuluyor. Oysa bu sistem toplumun büyük kısmını bir anlamda köleleştiren bir düzendir.
Özgürlük ancak sermaye sahiplerinin şarta bağlı olmaksızın daha çok para kazanma
özgürlüğüdür. Kapitalizm geliştikçe açlığın, yoksulluğun ortadan kalkacağı iddiaları ise koca
bir yalandan daha fazlası değildir. Şurası açık ki şu anda açlıktan ölümler kıtlık sebebiyle değil
parasızlıktan yaşanmaktadır. Dünyanın gıda rekoltesi tüm insanları beslemeye yeterlidir.
Buna karşın fakirlik tüm savaşlardan, cinayetlerden daha çok sayıda insanı öldürmektedir.
Gandhi’nin “Vahşetin en ölümcül hali fakirliktir.” sözü de bu durumla tamı tamına örtüşen bir
ifadedir.

Orwell 1984 romanında totaliter bir rejim tarif eder. Bu rejimde iktidar her zaman haklıdır ve
asla yanılmaz. Bu yanılmazlığın sürdürülebilmesi için tarih bile sık sık değiştirilir, yeniden
yazılır. Vatandaşların sürekli iktidarın yanında yer almasını temin etmek için her daim bir
korku iklimi yaratılır. Düşmanlarla sürekli savaş halinde olunduğu sanal gerçekliği de bu korku
128
ikliminin bir parçasıdır. Düşmanlar değişir ama savaş kalıcıdır. Gerçekler üzerinden değil,
yalanlar üzerinden yönetilen bu rejimde gerçeklik algısı da yok olur ve olayların bile olduğu
şekilde kaydedilmesi mümkün olmaz. Bunun yerine yöneticilerin güçlerini korumaları için
nasıl kaydedilmeleri gerekiyorsa o şekilde kaydedilmeleri ve gerekirse bu kayıtların da tekrar
tekrar değiştirilmeleri rutin bir uygulamadır. İnsanların ne düşündüğünü kontrol etmenin
elzem olduğu bu devlette medyanın tek işlevi de budur. Yine de arada bir düşünülmesi
istenmeyenleri düşünen biri çıkarsa sürekli izlemede olan Büyük Abi (Big Brother) tarafından
fark edilir ve gereği yapılır. Yazıldığı 1949 yılından bugüne kadar romanı okuyan hemen
herkes dünya üzerindeki siyasi iklimin romanda yansıtılan distopik rejimle çok benzer
olduğunu düşünmeden edemez.

1984’te tasavvur edilen vatandaş-devlet ilişkisinin bugünle tek benzerliği günümüzdeki siyasi
iklim de değildir. Kapitalizm-insan ilişkisi de aslında buna çok benzer bir ilişkidir. Başta
reklamlar aracılığıyla olmak üzere pompalanan yoksunluk hissi ve onun bir sonucu olan
tüketim isteği, bu tüketim isteğinin karşılanabilmesi için hangi iş olursa olsun daha çok ve
daha çok çalışmanın tek çıkar yol olarak sunulması, dünün mükemmel ürünlerinin bugün eski
moda olup kullanılmalarının adeta utanç vesilesi haline sokulması... Yani temelde bugünkü
ekonomik sistemimiz de 1984’e benzer şekilde başta tüketim alanı olmak üzere bireylerin
neyi, ne zaman ve nasıl düşünmesi, nasıl hissetmesi ve nasıl hareket etmesi gerektiğini
mümkün olduğunca dayatmaya çalışmaktadır. Dahası tüm bireylerin aynılaşması, toplumun
çatlak ses olmaksızın aynı istikamette yürümesi ve mümkünse istenenler dışında
düşünmemesi bir diğer hedeftir. Bu şekilde baktığımızda da 1984’un distopya olmaktan çıkıp
gerçeğe dönüşmüş olduğunu görüyoruz. Ya da daha doğrusu yaşadığımız gerçeğin distopyaya
dönüştüğünü...

Sadece kurumsal olarak değil bireysel ve toplumsal yaklaşımlarımızda da sorunlu noktalar


var. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki tarihte en çok şeye sahip olan nesiliz, ama halen çok daha
fazlası için arayış içindeyiz. Sadece bu gerçek bile bir yerlerde yanlış yaptığımızı ve temel bir
zihniyet değişikliğine ihtiyacımız olduğunu kanıtlar nitelikte. Harari’nin Yarının Kısa Bir Tarihi
kitabında yazdığı "İnsanlık tarihinde ilk kez, insanlar az yemekten çok, çok yemekten ölüyor ve
askerlerin, teröristlerin ve katillerin öldürdüğünden daha fazla insan intihar ediyor" sözleri ile
ortaya koyduğu çarpık durum da yine aynı zihniyet değişikliği ihtiyacına işaret ediyor.

Bu ya da benzeri konular gündeme geldiğinde genelde insan doğası sorumlu tutulur. İnsanın
hırslı, doyumsuz ve hep daha fazlasını isteyen bir yapıya sahip olduğu ifade edilir. Oysa
sorunları insan doğasına atmak doğru bir yaklaşım değil. Genetik kodlarımız elbette çok
önemli ve birçok özelliğimizi belirliyor. Ancak özellikle psikolojik anlamda insanın içsel
dinamiklerinin kötü olduğunu söylemek büyük haksızlık olur. Daha doğru bir ifade insanın
davranışlarını kötüleştirenin yetiştirme tarzı ve içinde yaşadığı toplumun kültürel kodları
olduğudur.

Benzer alanlarda görev yapan genlerden hangisinin aktive olacağının bile küçüklükte
yaşananlarca belirlenebildiği yapılan araştırmalarla ortaya konmuş durumda. Yani bir

129
anlamda çevresel faktörler genetiğe bile etki ediyor. Dolayısı ile insanların birbirleriyle ve
doğayla olan uyumsuzluğunu fıtratına yükleyip değişemeyeceğini söylemek kendimizi
çözümsüzlüğe hapsetmek demektir.

Sorunların çözümünü siyasete atıp kendimizi soyutlamamız da çözümün önündeki bir diğer
engel. Siyaset toplum için yapılan bir görevdir ve er ya da geç toplumun isteklerine cevap
vermek zorundadır. Dolayısı ile çözümün siyasette değil sistemin kendisinin yani bizim
değişmemizde yattığını söylemek yanlış olmaz.

İyi ya da kötü siyasetçiler vardır ancak en nihayetinde hepsi bu sistem çerçevesinde çalışır.
Zaten siyasetçilerin çoğunluğu da zengindir ya da arkalarında zengin şirketler vardır. Doğal
olarak bu sistemin devamından yana çalışmaları olağandır. Biz bu sistemin parçası olmayı
reddettiğimizde ise sistemden yarar sağlayanların yapabileceği bir şey kalmaz. Bu sisteme
karşı çıkmanın en temel yolu da zihniyetimizi değiştirmektir.

Tüketimimizi mercek altına alıp ihtiyaca yönelik hale getirmek değişmeye başlamak için çok
güzel bir nokta. Bugün maalesef hayatımızdaki boşluğu eşyalarla doldurmaya çalışıyoruz.
Çoğu zaman kendimizi, kazandığımızdan daha fazlasını harcar durumda buluyoruz.

Evlerimiz ihtiyacımız olandan çok daha büyük. Yapılan araştırmalar evlerimizin ancak %40’ını
verimli kullandığımızı gösteriyor. Yani ev alırken ya da kiralarken gereksiz ve yüklü bir
maliyete katlanıyoruz. Eşyalarla donatırken ve ısıtırken de keza öyle. Temizlerken daha çok
yoruluyoruz, eskidikçe daha çok tamirat yapıyoruz. Kısacası hayatımızın değerli zaman ve
kaynağını ihtiyacımız olandan, hakkıyla kullanabileceğimizden daha fazlasına sahip olabilmek
için harcıyoruz. Üstelik bu yaklaşımın zararları, çevresel etkileri dolayısı ile kendi hayatımızı
boşa harcamakla da sınırlı değil.

Bir an durup düşünelim. Hayalimizdeki arabaya, eve, telefona kavuştuğumuzda, en lüks saati
ya da çantayı aldığımızda tatmin olacak mıyız? Mutlak bir mutluluğa mı ulaşacağız? Tabii ki
hayır. İçine düşeceğimiz boşluk duygusu ile yeni hedefler koymak zorunda kalacağız. Yatımız
yoksa almayı, varsa bir boy büyüğünü edinmenin bizi mutlu edeceğini zannedeceğiz. Ama
hiçbir zaman hedefe ulaştık demeyeceğiz. Çünkü bizi hayata bağlayan hedeflerimizdir.
Hedefe ulaşmak bir anlamda hayatın anlamının kaybolması, yaşam sevincinin azalması
demektir.

O halde yapılması gereken nettir: Hedeflerimizi Değiştirmek.

Jim Carrey hedeflerimizin yanlış olduğunu “Umarım bir gün herkes paraya ve şöhrete
kavuşur... Ve böylece aradıklarının bu olmadığını anlar.” sözleriyle ifade etmiştir. Bu
durumda yapmamız gereken ise anlık tatmin sağlayan maddi hedeflerimizi ömür boyu bizi
mutlu edecek amaçlara evirmeye çalışmaktır.

Yeni amaçlar herkes için farklı olabilir ve farklı olması da hepimizin yararına aslında. Kimi
hayata tutunmakta zorlanan bir çocuğun elinden tutar ve onun başarılarıyla mutlu olur, kimi

130
bir evsize gönlünü açar, kimi enerjisini çevreyi, hayvanları korumaya harcar, kimi yaşlı ya da
hasta bakımına yönelir onların gülüşünde tatmin olur. Bu tip amaçların kişinin mutluluğu
yanında toplumun faydasına da hizmet ettiği çoğu kişi tarafından rahatlıkla kabul edilecek
gerçeklerdir. Ne var ki yaşayageldiğimiz sistemde alışkanlıklarımız bağımlılıklarımıza
dönüşmüş olduğundan bu dönüşümü başarmak hiç de kolay değil. Ancak yavaş yavaş da olsa
bu zihniyet değişimini gerçekleştirebilmek dünyamızın yaşadığı sıkıntılara en önemli faydayı
sağlayacaktır.

Değiştirmemiz gereken bir davranışımız da elimizdeki paraya göre harcama alışkanlığı.


Genelde bir ürün almak için harekete geçtiğimizde o anki alım gücümüz, buna çoğu zaman
kredi limitimiz de dahil, ihtiyaç duyduğumuz üründen daha fazlaysa daha pahalı, daha fazla
fonksiyonu olan ürünlere yöneliyoruz. Örneğin, araba alacaksak ve ihtiyacımız olanın fiyatları
bizim alım gücümüzden düşükse bir üst modeli ya da daha donanımlı versiyonları tercih
ediyoruz. Televizyon alacaksak hemen bir boy büyük modelle ilgilenmeye başlıyoruz. Bu
alışkanlık nedeniyle kaynaklarımızın ihtiyacımızı görecek kadar bölümünü değil daha fazlasını
harcamış oluyoruz ve bir anlamda finansal olarak özgür olabileceğimiz rahat bir geleceği
farkında olmadan elimizin tersiyle itiyoruz.

Başarının sahip olunan maddiyatla ölçüldüğü bir toplumdan, topluma katkı ile ölçüldüğü bir
zihniyete geçiş insanların içinde bulunduğu kötü koşulların ortadan kalkmasına büyük fayda
sağlayacağı gibi çevresel sorunların da önünün alınmasında kritik öneme sahiptir. Bizi içinde
bulunduğumuz sorunlar yumağına kadar getiren de değerler sistemimizin çarpıklığıdır.

Günümüzde maalesef birçok insanın hayatında iş yaşamı ana ekseni oluşturuyor.


Hayatımızdan aslan payını işimizin ya da işverenimizin alması normal karşılanıyor. Her ne
kadar geçmişten günümüze yoğun mücadeleler ve ağır kayıplarla çalışma saatleri kısalmış
olsa da durum hala böyle. Üstelik sanayii, elektronik ve bilişimde yaşanan gelişmeler ile
üretim verimliliği yüzlerce kat arttığı halde çok yoğun çalışmaya devam ediyoruz.

Çalışmaya harcanan zaman yemek yapma, bir yere yürüme, bisiklete binme keyfi gibi zevkleri
elimizden alıyor. “Paramız var ama zamanımız yok en iyisi hazır yiyelim, taksiye binelim”
demeye başlıyoruz. Önce çalışıp para kazanmak için zaman harcıyoruz, sonra zaman
kazanmak için para harcıyoruz. Adeta tekerleği döndüren fareler gibiyiz. Yoğun çalışma
temposu içinde neredeyse yarın yemek yemeğe gerek kalmasa ve hap ile beslenebilecek
olsak iyi bir gelişme gibi addedeceğiz. Oysa bu yaklaşım ile yaşamın keyifli yanlarından, yani
bir nevi kendisinden feragat etmiş oluyoruz. Bu çarpık yaklaşımın alternatifi ise ihtiyacımız
kadar harcamak, daha az çalışmak, daha çok zamanımızı kendimize ayırmak olarak
özetlenebilir. Bu sayede bilgiye, sevgiye, kültüre, sanata, kitaba daha çok zaman ayırıp
enerjimizi sömüren maddiyatçı bakışa dur diyebiliriz.

Bu yaklaşımın olumlu bir diğer yönü de otomasyonla azalan işgücü talebinin, çalışma
saatlerinin azaltılması ile arzın da azalması sayesinde dengelenebilecek olmasıdır. Aslında
uzun zamandır Bertrand Russel, Arthur C. Clarke gibi düşünürler çalışma saatlerinin düşeceği,

131
hatta çalışmanın ortadan kalkacağı tezini savunuyorlar. Örneğin Clarke, “Geleceğin Hedefi
Tam Kapasiteli İşsizliktir; Oyun Oynayabilelim Diye.” Diyerek işsizliğin ortadan kalktığı değil,
herkesin işsiz olduğu, ama elbette tüm ihtiyaçlarının karşılandığı ütopik bir gelecek hayal
etmiştir. Şu ana kadar bu hayal gerçeğe dönüşmemiş olsa da yapay zeka, makina öğrenmesi
gibi gelişmeler ile uzun vadede daha kısa süreler çalıştığımız bir dünya mümkün görünüyor.

Yalnız şu var ki otomasyon ve benzeri nedenlerle çalışma saatlerinin azalması özellikle düşük
maaşlar ya da saatlik ücretlerle çalışanlar için sorun oluşturabilir. Ayın sonunu nasıl
getireceğini düşünmek zorunda olanlar için serbest zaman da çok bir şey ifade etmeyecektir.
Burada da daha önce değindiğimiz evrensel temel gelirin devreye girip herkesin en azından
temel ihtiyaçlarından emin hale getirilmesi sorunun çözümüne katkıda bulunacaktır.

Yaşanan problemlerin temel nedenlerinden biri de insanın doğa ile olan bütünlüğünü ve
uyumunu kaybetmiş olmasıdır. Doğayı sömürülecek bir mecra olarak gördükçe
düşmanlaştırmış, sadece nasıl paraya dönüştürebileceğini düşünmeye başlamıştır. Doğayı
koruma düşüncesi bile çoğu zaman hafta sonu gidip stres atılabilecek yeşil alanların varlığını
sürdürmesi, yani yine kişinin çıkarı üzerinedir. Oysa doğa düşmanımız değil dostumuz ve
yaşamımızı sürdürmemizin temel kaynağıdır. Sadece evimizin yakınındaki orman değil
okyanustaki plankton bile hepimiz için değerlidir. İnsana faydası olsun ya da olmasın her
türün yaşam hakkı kutsaldır. Yavaş yavaş tekrar yeşermekte olan bu zihniyetin toplumda
hakim olması sorunlarımızın çözümü için de temel gerekliliklerden biridir.

Doğayla olan uyumsuzluğa bir örnek de milyonlarca yılda oluşan fosil yakıtların büyük
bölümünü iki yüzyıl içinde tüketmiş olmamız. Bu hızlı tüketim sayesinde bugünkü üretim
hızına ulaşmış bulunuyoruz. Ama artık bu şekilde devam etmemiz mümkün değil. Aynı enerji
kullanımını sürdürmek ya da arttırmak için nükleer, güneş, rüzgar gibi enerjilere
yüklenmemiz lazım. Ancak onların da dezavantajları var. Nükleer ara ara şahit olduğumuz
üzere olası kazaları telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğuran bir teknoloji. Güneş enerjisi,
panellerinin üretiminde kullanılan insan sağlığı ve çevre için zararlı ağır metaller dolayısı ile
tahribata neden oluyor. Ayrıca bu paneller ışığı yansıtma özellikleri ile su gibi göründüğünden
birçok canlının yumurtalarını bırakıp kötü etkilenmelerine sebep olabiliyor. Rüzgar türbinleri
oluşturdukları ses dolayısı ile çevre köylerde rahatsızlıklara sebep olmak, kuş sürülerine zarar
vermek, çevrelerinde 2-3 oC’yi bulan sıcaklık değişimleri yaratmak gibi etkilere sahip. Güneş
ve rüzgar enerjilerinin bir ortak zararı da fosil yakıtlar kadar olmasa bile küresel ısınmaya
katkıda bulunmaları. Yapılan araştırmalar bu etkinin 0.24 oC’ye kadar çıkabileceğini
gösteriyor. Dolayısı ile enerji tüketimini bir gelişmişlik göstergesi olarak alıp, sınırsız enerji
tüketim hayal ve hedefinden vazgeçmemiz gerekiyor. En azından yan etkisi olmayan enerji
üretim teknolojileri geliştirilene kadar…

Matrix filminde sanal gerçeklik ürünü Ajan Smith ile makinelerden kaçmayı başaran
insanların lideri Morpheus arasında geçen bir konuşmada Ajan Smith insanların onun
midesini bulandırma nedeninin çevresiyle doğal bir denge geliştirememesi olduğunu söyler
ve insanoğlunu gezegenin kanseri olarak tanımlar. İnsanlık tarihine baktığımızda gerçekten

132
de dünya ile etkileşimimizde doğal bir denge geliştirebildiğimizi söylemek mümkün değil.
Aksine ona uyum sağlamak yerine onu kendi isteklerimiz için alabildiğine değiştirmeyi tercih
ediyoruz. Ama artık dünyamızın tüm bu isteklerimize cevap veremeyeceğini görmüş
durumdayız. Onunla uyum içerisinde yaşamayı tercih etmediğimiz sürece gelecekte
yaşayacağımız sıkıntıların boyutunu büyütüyoruz. Bugün doğaya uyum sağlamak nefsimize
zor gelecek de olsa, geçmişte Aborjinler gibi kapitalizm öncesi birçok topluluk bunu başardı
aslında. Bugün de zaman zaman aynı amaca hizmet eden örnekler görmek mümkün.
Örneğin, Ekvador’da 2008 yılında yapılan bir anayasa değişikliği ile Yağmur Ormanları
güvence altına alındı. Bu örneklerin çoğalması daha iyi bir dünya hedefine ulaşmamızda
moral ve motivasyonumuzu yüksek tutabilmek adına da büyük öneme sahip.

Bahsettiğimiz zihniyet değişikliklerinin gerçekleşmesi şu anki bakış açımızla çok zor görünse
de, orta ya da uzun vadede toplumun olgu ve olaylara bakış açısında isteyerek ya da
mecburen yaşanacak değişiklikler ile gayet mümkündür. Unutmayalım ki gerek avcılık ve
toplayıcılıktan tarım toplumuna geçiş gerekse tarımdan sanayi toplumuna geçiş çok ciddi
zihniyet değişiklikleri ile birlikte gelmiştir. Kapitalizmden kapitalizm sonrasına geçiş de
elbette yine bir zihniyet değişikliği ile birlikte gerçekleşecektir. Bizim şu anda böyle bir
değişime ihtimal verememe nedenimiz de halen doğal olarak bizi esir alan kapitalist zihinle
düşünüyor olmamız. Benzer şekilde avcı-toplayıcı bir toplumda da tarım toplumunu tahayyül
etmek çok uzun bir süre boyunca imkansızdı. Ancak en nihayetinde bu devrim gerçekleşti.

133
4. Bölüm

Gerçekten Çözüm Mümkün mü? Ne Yapmalıyız?

Dünyamızın içinde bulunduğu sürdürülemez koşulları ortaya koyduğumuz ilk bölümü takiben
ikinci bölümde bu durumu yaratan sebepleri derinlemesine analiz etmiştik. Üçüncü bölümde
ise bu sebeplerden yola çıkarak çözümümüzü oluşturmaya çalıştık. Dikkatinizi çekmiş olacağı
üzere çözüm önerilerimiz rahatlıkla hayata geçirilip kısa sürede sorunları hafifletecek ya da
ortadan kaldıracak cinsten değil. Aksine uygulanabilmeleri için toplumun çoğunluğunun
yaşamını önemli ölçüde değiştirmesinin gerektiği, uzun vadeli, güç sahibi kesimlerin de
şiddetle karşı çıkacağı cinsten önerilerle karşı karşıyayız. Hatta muhtemelen çoğu kişi de bu
önerileri fazlasıyla ütopik ve gerçekleştirilmeleri imkansız olarak niteleyecektir.

İşte bu bölümde çözümün gerçekten mümkün olup olamayacağını tartışmaya açacağız. Daha
ilk anda akla gelen açık noktaları, dezavantajları sıralayıp değişimin önünde engel olarak
durup duramayacaklarını anlamaya çalışacağız. Sonrasında günümüzde önerilerimizle paralel
doğrultuda ortaya çıkan hareketleri inceleyecek, deyimi yerindeyse olumlu yönelimlere yer
vereceğiz. Dönüşümü zorunlu kılacak etmenleri de ortaya koyduktan sonra en önemli nokta
olan bireysel olarak ne yapabiliriz sorusunu somut eylemlerle yanıtlayarak çalışmamızı
sonlandıracağız.

Çözümün Dezavantajları
İlk olarak önerilerimizin dezavantajlarına yoğunlaşalım. Kapitalizmin dünyamıza en çok fayda
sağladığı yönü muhtemelen teknolojik gelişime müthiş bir hız kazandırmış olmasıdır.
İnsanlığın hizmetine sunulacak yeni tekniklerin geliştirilmesi, üretim veriminin arttırılıp
ürünlerin ucuzlatılması, yeni ve faydalı tüketim ürünlerinin oluşturulması, savaşların
sonucuna etki edilebilmesi gibi nedenlerle Ar-Ge çalışmalarına önemli miktarlarda para
aktarılması kapitalizmin çıkarınadır.

Üniversitelerde yapılan çalışmalara büyük ölçüde sanayii firmaları tarafından kaynak


sağlanması ve çıktıların hızla sanayileştirilmesi de bunun bir göstergesidir. Avrupa Birliği’nin
uzun süredir uyguladığı Ar-Ge çerçeve programlarından destek almanın şartlarından biri de
yine üniversite ve sanayiden paydaşların birlikte çalışmasıdır. Bu sayede, geliştirilen ürünlerin
mümkün olduğunca kısa sürede tüketicinin beğenisine sunulması ve harcanan kaynakların
hızlı bir şekilde ve fazlasıyla geri dönmesi mümkün olmaktadır. Kaynakların verimli
kullanılması adına bu yaklaşım çok da doğrudur elbette.

Savaşların ve savunma sanayisinin de Ar-Ge faaliyetleri üzerindeki itici gücü yadsınamaz.


Örneğin, Dünya Savaşları bugün de kullandığımız birçok teknolojinin gelişimini tetiklemiş ve
bilimde adeta bir sıçramaya sebep olmuştur. Bu dönemde ABD başta olmak üzere birçok

134
ülkenin Ar-Ge bütçeleri geçmiş yıllara kıyasla onlarca kat büyümüştür. Uzay çalışmaları,
nükleer araştırmalar, elektronik alanındaki yenilikler ve internet gibi birçok gelişme savunma
sanayisinin öncülüğünde geliştirilmeye başlanmıştır.

Bu bilgiler ışığında tüketimin azaldığı, ekonominin yavaşladığı, sermaye ve bankaların güç


kaybettiği, savaşmak için sebeplerinse hafiflediği bir dünyada bilim ve teknolojiye aktarılan
kaynağın azalması da kaçınılmaz görünüyor. Böyle bir ortamda teknolojik gelişimin ivmesini
biraz olsun kaybetmesi şaşırtıcı olmaz. Elbette bu noktadaki kastımız gelişimin durması ya da
çok yavaşlaması değil. Ancak hafif bir yavaşlamayı bile kabul edilemez bulacak çok kişi
olacaktır. Oysa şunu unutmamalıyız ki teknolojinin baş döndürücü gelişimi ciddi bir maliyet
pahasına yaşanıyor. İlk bölümde bahsettiğimiz sürdürülemez koşullar bu maliyetin bir
yansıması olarak oluşmuş durumda. Bir örnek vermek gerekirse, küresel ısınmadan kaçınmak
için fosil yakıtların kullanımı yüzyıl öncesinde kısıtlanmış olsaydı insanlığın eriştiği enerji de
büyük oranda azalmış, doğal olarak da gelişimi yavaşlamış olacaktı. Ya da benzer şekilde
Dünya Savaşları yaşanmamış olsa o dönemde Ar-Ge’ye ayrılan bütçe çok daha az olacak
ancak milyonlarca insan da hayatını kaybetmeyecekti.

Önerilen çözümlerin maddi kısıtlar getirmesi sebebiyle teknolojik gelişim hızının


yavaşlayacağını tahmin etsek de insanların böyle bir sistemde daha az çalışacağını,
hobilerine, kitap okumaya ve diğer aktivitelere daha çok zaman ayıracağını göz önüne
aldığımızda, yavaşlamanın bir kısmının bireysel çabalarla telafi edilebileceğini de
varsayabiliriz. Şu anda hayatını büyük ölçüde çalışmak, ihtiyaçlarını gidermek ve uyumak
arasında geçiren insanların post-kapitalist diyebileceğimiz bu sistemde ilerlemeye daha çok
katkı sağlamaları şaşırtıcı olmaz. Geçmişte daha çok bireysel çabalarla ilerleyen bilimin bugün
kolektif olarak, çok sayıda paydaşın katılımıyla ilerliyor olması da daha çok kişinin katkı
sağlayabilmesine imkan olduğunun bir göstergesidir.

Çözüm önerilerimizin bir diğer dezavantajı insanların karşılaşacağı boş zaman problemi
olacaktır. Bugün yoğun çalışan, çalışmaktan arta kalan zamanlarını da kapitalizmin
hizmetlerine sunduğu oyuncaklarla değerlendiren büyük çoğunluğun sıkılmaya fırsatı
olmamaktadır. Çalışmanın dışında alışverişle, televizyonla, sosyal medyayla paralize olmuş
durumdaki insanlar durup düşünmeye dahi fırsat bulamaz durumdalar.

Daha az tüketim, daha az üretim ve bunların sonucu olarak daha az çalışıp daha çok
dinlenme sunan alternatif bir sistemde ise büyük zamanımızı alan çalışma ile tüketimin
yarattığı meşguliyet azalacak ve boş zamanlarımız artacaktır. İnsanın yaşam temposunun
yavaşlaması ilk anda kulağa çok hoş gelse de özellikle şehir insanının alışık olmadığı bu durum
can sıkıntısı olarak kendini gösterecektir. Bu problem insanların doğayı yeniden keşfetmesi,
deneyimlere odaklanması, okuyup öğrenmesi ve çalışıp tüketmekten çok daha anlamlı işlere
odaklanmayı keşfetmesi sonucunda rahatlıkla ortadan kalkabilir.

Dezavantaj olarak nitelendirmesem de tüketimimizi azaltmamız muhtemelen hayatımızı en


çok etkileyen sonuç olacaktır. Bu süreçte birçok konuda rahatımızdan feragat etmemiz

135
gerekecek. Plastik tabak, çatal kullanmak yerine daha çok bulaşık yıkayacağız, tek kişi
arabayla ulaşım sağlamak yerine toplu taşıma ve bisiklet gibi araçlara yöneleceğiz. içtiğimiz
içeceğin ambalajını ilk gördüğümüz çöpe atmak yerine belki depozitolarıyla uğraşacağız.
Canımız sıkıldığında elimizdeki az kullanılmış ve işlevini yitirmemiş ürünleri atıp yenilerini
alarak rahatlamaktan vaz geçeceğiz. Dolayısı ile kendimizi iyi hissetmenin alışverişten farklı
yollarını bulmamız gerekecek. Özetle hesapsızca ve sonunu düşünmeden tüketim
alışkanlığımıza son vermenin zorluklarıyla karşı karşıya kalacağız.

Dünya kaynaklarını yoğun olarak kullanan ürün ve hizmetlerin pahalanması da bir diğer
dezavantaj olarak karşımıza çıkacak. Karbon emisyonu gerektiren ya da ağırlıklı olarak plastik
gibi dünyayı kalıcı olarak kirleten malzemelerden üretilen ürünlerin maliyeti bugüne kadar
dikkate alınmayan dışsal maliyetlerinin içselleştirilmesi ve çevreyi koruma amaçlı vergiler
nedeniyle artacak. Yükselen maliyetlerin tüketiciye yansıması da elbette fiyat artışı olarak
kendini gösterecek. En değerli kaynağımız olan temiz su tüketimi yüksek golf sahaları da
benzer şekilde fiyatı yükselecek hizmetler arasına girecek.

Faizsiz bir ekonomi yaratmayı destekleyecek unsurlardan karşılıksız para basmanın


sınırlanması da paradan para kazanmayı, sermaye kazançları ile kolay yoldan zengin olmayı
zorlaştıracak bir gelişme olarak karşımıza çıkacak. Bugün sık sık karşımıza çıkan şans eseri
zengin olan ya da tüm varlığını kaybeden insanlara dair örneklerin yine hem para arzının
sabit tutulması hem de sıkı regülasyonlar nedeniyle azalması muhtemel sonuçlar arasında
yer alacak. Toplumun paraya verdiği değerin azalması ile de paranın zenginlere sağladığı
statü ve saygınlık da erozyona uğrayacak. Tabii bu etkileri dezavantaj olarak adlandırmak çok
doğru değil.

Saydığımız tüm bu etkilerin ötesinde yeni bir ekonomik sistem hemen her sektörün yapısal
değişimler geçirmesini zorunlu kılacaktır. Birçok işkolu küçülecek, bazı hizmetler ise iş
hacimlerini arttıracaktır. Böylesi önemli değişikliklerin sancısız olması şüphesiz düşünülemez.
Aksine oldukça zor ve çalkantılı zamanlar geçiş sürecinde hepimizi derinden etkileyecektir.

Son olarak, her ne kadar bir ütopya hayaliyle yola çıkmış olsak da Arthur C. Clarke’ın ölümsüz
eseri Çocukluğun Sonu’nda ifade ettiği gibi “Hiçbir ütopya, toplumun bireylerine sonsuza dek
tatmin sağlayamaz”. Yazar, “ütopya ile distopya arasındaki çizginin ta kendisi” olarak
nitelenen bu kitabında, en mükemmel sistemlerin bile en azından bir zaman zarfında ve bir
grup insan için tatminkar olmaktan çıkıp tam aksine çekilemez olabileceğini vurguluyor.
Zaten en başta zamanın devinimine bağlı olarak sürekli bir değişimin yaşanması
kaçınılmazdır. Dolayısı ile en iyi sistemlerin bile belirli bir zaman içinde güncelliğini kaybedip
beklenen faydayı vermekte yetersiz kalması doğa kanunlarının bir sonucudur. Bu bakış
açısıyla önerilerimizi de herkes için mutlak bir çözümden ziyade daha iyi bir dünya için
atılması elzem adımlar olarak görmek daha yerinde olacaktır.

136
Geri mi Gidiyoruz?
Önerilerimizin olası olumsuz yanlarını sıraladıktan sonra, yüzyıllardır sürekli ilerleyen
insanlığın bu gelişmeler yaşanırsa geri mi gitmiş olacağı sorusu ister istemez akla geliyor.
Şimdiye dek neredeyse durmaksızın artan tüketimi azaltmak istememiz, teknolojinin gelişim
hızının biraz da olsa yavaşlayacağını öngörmemiz, regülasyonlar ile serbest piyasayı daha çok
kontrol etme isteğimiz gerçekten de kulağa geri gitmek gibi geliyor.

Oysa yaşayacağımız bu değişiklikler ile atmosferi ısıtmaktan vazgeçmek, denizleri plastikle


doldurup öldürmeye son vermek, kendimiz dışındaki türleri yok etmeyi durdurmak gibi
birçok olumlu sonuç elde etmeyi hedefliyoruz . Bu sayede milyarlarca insanın yaşam
koşullarını çok kötü etkileyecek, insanlığı gerçek anlamda geri götürecek ve hatta belki de
uzun vadede türümüzü yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakacak tehditlerden korunmuş
olacağız. Örneğin, bugün yeni doğan bebekler bile vücutlarında plastik kalıntılarıyla dünyaya
geliyor. Bu duruma son verip sağlıklı beslenmek ve hayat kalitemizi arttırmak da geriye
gitmek sayılmasa gerek.

Teknolojik gelişim hızının düşmesi de bir anlamda hormonlu büyümenin yerini sağlıklı
büyümeye bırakması anlamına gelecektir. Savaşların yön verdiği bilimsel araştırmalar
insanlığın asıl ihtiyaçları doğrultusunda yapılmaya başlanacaktır. Sözgelimi, güvenli
haberleşme ihtiyacı nedeniyle özellikle 2. Dünya Savaşı sırasında büyük ilerleme gösteren
Kriptografi savaş olmasaydı muhtemelen o dönemde ciddi ilerleme kaydetmeyecekti. Ancak
sonrasında artan iletişimin gizliliği ve kişisel verilerin korunumu gibi ihtiyaçlarla yine de
önemli bir olgunluğu ulaşacaktı. En nihayetinde güvenli haberleşme insani bir gereksinim ve
insanlık bugüne kadar tüm gereksinimlerini karşılamada oldukça başarılı oldu. Benzer şekilde
havacılık da Dünya Savaşları olmasa bile gelişecek ve insanlara hizmet edecekti. Değişen
sadece zamanlaması olacaktı.

Dolayısı ile dezavantajlarına karşın sürdürülebilir bir dünya için önerdiğimiz çözümlerin geriye
gitme olduğunu iddia etmek çok da doğru değil. Daha çok, insanoğlunun karşılaşabileceği
ciddi bir çöküşten kaçınıp çoğunluğun daha iyi bir yaşama kavuşması için ödenmesi gereken
görece küçük bedeller olarak nitelenebilir.

Dönüşüm Kendiliğinden Gerçekleşebilir mi?


Kapitalizmden kapitalizm sonrası bir döneme geçmek bahsettiğimiz gibi hemen her alanda
etkilerini şiddetle hissedeceğimiz değişimler sonucu gerçekleşecektir. Böyle bir değişimin
kendiliğinden ve görece sancısız gerçekleşmesi içinde bulunduğumuz ortamda pek mümkün
görünmüyor. İnsanların konforlu yaşamlarını bir yana bırakıp tüketim kültürlerini
değiştirmeleri, sermaye sahiplerinin zenginliklerinin azalacağı bir sistem için çalışmaları,
politikacıların çevrenin korunması ve finansal piyasaların düzenlenmesi için tepki çekecek
kararlar almaları ve bunlar gibi alışılmış düzeni alt üst edecek uygulamaların kendiliğinden
devreye alınmaları en azından şimdiki bilinç düzeyimizde çok düşük bir olasılık.

137
Ancak bu karamsar tablo da geleceğe dair umut ışıkları barındırıyor. Özellikle son 20 yılda
dünyanın birçok noktasında olumlu yönelimlerin ortaya çıktığını ve güçlendiğini rahatlıkla
söyleyebiliriz. Bu yönelimler çoğu zaman toplumda artan bilinç düzeyiyle ilintili olduğu gibi
yansımaları da pozitif geri besleme ile bilinç düzeyimizin yükselmesine katkıda bulunuyor. Bu
sayede en azından uzun vadede toplumun geleceğine sahip çıkıp sorunlarımızı çözmeye aday
yeni ekonomik sistemleri zorlaması olasılık dahilinde. Sürecin yeterince hızlı gelişip sorunlar
geri dönülemez noktaya gelmeden daha ciddi adımlara dönüşüp dönüşmeyeceği ise tam bir
muamma.

Olumlu Yönelimler
İnsanlığın her ilerlemesi bir çöküşü takiben olmuştur. Ortaçağın en karanlık dönemlerinde
yaşanan veba salgını sonrası coğrafi keşiflerin ve takiben Rönesans ve Reform ile aydınlanma
çağının başlaması, İkinci Dünya Savaşı’nda fiziksel ve ekonomik olarak yerle bir olan ve tarihin
en ağır barış anlaşmalarından birini imzalayan Almanya’nın çok değil 10 yıl içinde Avrupa’ya
entegre olması ve hızla Avrupa’nın sanayii liderliğini üstlenmesi bu duruma örnek olarak
verilebilir.

Zor koşullar, çöküşler insanlığı farklı çözümler bulmaya, farklı düşünmeye zorlar ve deyimi
yerindeyse zihniyet devrimi yaşanmasını tetikler. Umudumuz ve hedefimiz bugün içinde
bulunduğumuz sürdürülemez koşulların da er ya da geç bir zihniyet devrimi ile özellikle
gelecek nesiller için daha yaşanabilir bir dünyayı oluşturacak koşulları tetiklemesidir.

Son dönemde öğrencilerin iklim değişikliğine karşı önlem almaya çağıran etkili protestoları
özellikle gelişmiş ülkelerde farkındalık yaratmayı başardı. 2018 yılı eylül ayında İsveç’li Greta
Thunberg’in ülkesini Paris İklim Sözleşmesine uymadığı gerekçesiyle protesto etmek için
derslere girmeyi reddedip oturma eylemi başlatmasıyla momentum kazanan protestolar
birçok ülkede karşılık buldu. 2018 Aralık ayında Birleşmiş Milletler (BM) İklim Zirvesi’nde BM
Genel Sekreteri ve dünya liderlerine de seslenen Thunberg mesajını tüm dünyaya ulaştırmayı
başardı. 2019 yılı şubat ayında İngiltere’de 15000’den fazla katılımcının 60’tan fazla şehirde
gerçekleştirdiği eylemlerde İngiliz hükümetinden iklim aciliyetinin deklare edilmesi, durumun
ciddiyeti hakkında toplumun bilgilendirilmesi, ulusal ajandanın ekoloji krizine göre
şekillendirilmesi ve seçme yaşının 16’ya indirilerek gençliğin karar alma aşamalarında daha
etkili olabilmesi talep edildi. Protestocular İngiltere Başbakanı tarafından ders zamanını boşa
harcamakla eleştirilirken, Enerji Bakanı Claire Peryy ise gençlikle gurur duyduğunu, 40 yıl
önce olsa kendisinin de orada olacağını düşündüğünü söyleyerek destek verdi.

Bu eylemleri on binlerce kişinin katılımıyla gerçekleştirilen Belçika, Almanya, İsveç,


Avustralya, İsviçre gibi ülkelerdeki protestolar izledi. Bugün ise artık her Eylül ayında bir hafta
süreyle düzenlenen Küresel İklim Grevi protestolarına 160 civarı ülkeden dünyamızı
önemseyen milyonlarca insan katılıyor ve farkındalık yaratıp siyasetçileri etkilemek için
yoğun bir çaba harcıyor.

138
Bunların yanında, birçok organizasyon da küresel ısınmayı sınırlama hedefiyle toplumları
bilinçlendirip bireysel davranış şekillerini değiştirmek ve hükümetler üzerinde baskıyı
arttırmak üzere çalışmalar yapıyor. Her yıl bu konu üzerine konferanslar düzenlenip çözüm
önerileri tartışılıyor.

Sadece iklim değişikliği ile mücadelede değil, bir grup imtiyazlı şirket sahibine hizmet edecek
ticari amaçlarla doğanın talan edilmesine karşı da dünyanın dört bir yanından öfke
yükseliyor. Hem şirketler hem de bu şirketlere izin veren hükümetler hedef tahtasına
oturtuluyor. Özellikle madencilik faaliyetleri bu tepkilerden nasibini alıyor. Eylemlerin
yanında özellikle gençlerin karbon ayak izini azaltacak, doğa dostu ürün ve hizmetlere
yöneliyor olması da umut verici bir gelişme.

Yiyecek israfını önleme konusunda da yapılan ciddi çalışmalar olduğunu söylemek mümkün.
Bu çalışmalar bireylerin bilinçlenmesini sağlayıp davranış kalıplarını değiştirmek ve ticari
işletmeleri gıda israfını önleyecek şekilde organize olmaya zorlamak olarak sınıflandırılabilir.
Yine bu konuda da Avrupa ülkeleri başı çekse de diğer ülkelerden de iyi haberler gelmeye
başladı. Örneğin, Filipinlerde otel, süpermarket ve restoranların yenebilir durumdaki
yiyecekleri bağışlaması zorunluluğu getirildi ve çöpe atmaları yasaklandı. Tabii ki yasaklarla
hayata geçirilen uygulamaların etkili olması her zaman mümkün olmasa da doğru yönde
atılan bir adım olduğunu kabul etmek gerek.

Bir önceki bölümde bahsettiğimiz AB ülkelerinde devreye girecek plastik ürün yasaklarına
dünyanın en büyük çöp üreticilerinden Hindistan’ın da katılması bir diğer olumlu haber
olarak değerlendirilebilir. Hindistan’da bazı tek kullanımlık plastik ürünler için 2019 yılında
devreye alınması planlanan yasağın 2022’de tüm tek kullanımlık plastikler için genişletilmesi
planlanıyor. Umarız tüm ülkeler bu konuda hassasiyet gösterir ve en azından tek kullanımlık
plastikleri hayatımızdan çıkarabiliriz.

Tekstil yeni yeni de olsa çevre hassasiyeti göstermeye başlayan bir diğer sektör. Küresel
ölçekte üretim ve satış yapan firmalardan Gucci tüm depo ve ofislerinde yenilenebilir enerji
kullanımına geçiş kararı almış durumda. 2018 yılında yayılan karbon miktarını %70 oranında
azaltmayı başaran firma 2020’de bunu %100’e taşımayı hedefliyor.

Çevre dostu uygulamalara geçiş kararı alan bir diğer büyük tekstil üreticisi de Zara. 2025’den
önce tüm ürünlerini doğada çözünebilir malzemelerden üretmeyi planlayan marka fabrika,
ofis ve mağazalarında harcanan enerjinin de %80’inin yenilenebilir kaynaklardan teminini
sağlayacak. Aynı zamanda 2016-2018 yılları arasında Dow Jones endeksine kayıtlı en
sürdürülebilir perakendeci de olan Zara’nın bir diğer hedefi üretim sırasında oluşan katı atık
miktarını sıfıra indirmek.

Karbon emisyonu açısından en kritik sektörlerden olan ulaşım sektöründe toplu ulaşımı
teşvik eden uygulamalar mevcut. Örneğin, France24’te yer alan habere göre, Fransa’nın
kuzey bölgesinde yer alan ve İkinci Dünya Savaşı sırasında Birleşik Krallık ve müttefik ülke
askerlerinin bölgeden tahliyesiyle tanınan Dunkirk kenti, ücretsiz toplu taşıma uygulamasına

139
geçtiğini duyurdu. Bugün, yaklaşık 88 bin kişinin yaşadığı kentte kurulan yeni altyapıyla toplu
taşıma kullanımı artırılırken, söz konusu kullanımın yaygınlaşması sonucu şahsi araç sayısında
düşüş bekleniyor ve daha yeşil bir ekonomik model hedefleniyor. İlk kez 1 Eylül 2018’de
oluşturulan sistem kapsamında, Dunkirk’ün 5 komşu kentine kadar yapılan ve kent
merkezinden on dakikada bir 5 ekspres rota üzerinde hareket eden otobüslerin yanında,
nüfusun daha az olduğu bölgelerde de 12 farklı rotanın bulunduğu belirtiliyor.

Bahsettiğimiz olumlu yönelimler karşı karşıya olduğumuz sorunlar karşısında güçsüz, önemsiz
gibi görünebilir. Dahası içinde bulunduğumuz politik ortam bu anlamda kemikleşmiş gelebilir.
Ancak halihazırdaki politik şartların değiştirilemez olduğunu düşünmek hata olur. Geçmişte
birçok kez geniş toplum kitlelerinin talebiyle değişimler yaşandı. Çocuk hakları, kadın hakları,
çevre koruma kanunları, köleliğin kaldırılması gibi ilerlemeler politikacılardan ziyade halkın
talepleriyle gerçekleşti. İlk başta bu talepler de tuhaf karşılandı, öfke duyuldu, küçümsendi
hatta çıkarları zedelenecek kişilerce saldırıya, iftiraya uğradı. Ancak zaman haklı talepleri
başarıya ulaştırdı.

Bugün doğru yönde adımları savunan birçok hareket mevcut. AB ülkelerinin uzun yıllardır
verdiği Ar-Ge projelerinin çevre ve insan odaklı olması bile başlı başına ilerleme kaydedilmesi
adına önemli bir husus.

Son olarak şunu söyleyelim ki her değişim ufak gruplarla, küçük, güçsüz hareketlerle, basit
kıvılcımlarla başlar. Zamanla değişime ilk anda mesafeli olanların da katılımıyla güçlenir ve
hedefe hızlı adımlarla gitmeye yönelir. Bu bağlamda şu aşamada zayıf gibi görünen olumlu
yönelimler gelecek adına umut vadetmekte ve büyük önem taşımaktadır.

Dönüşümü Zorunlu Kılacak Etmenler


Olumlu yönelimler sürdürülebilir bir dünya için doğru yönde ilerleyen en azından bir grup
insan olduğunu gösterse de çok geç olmadan tüm insanları etkilemeleri düşük bir olasılık.
Oysa iklim değişikliği başta olmak üzere birçok konu bizi acilen harekete geçmeye zorluyor.
İklim değişikliği ile mücadele amacıyla kurulmuş Deep Adaptation Forumu’nun raporunda yer
alan, NASA ve IPCC (Intergovernmental Panel on Climate Change) verilerine dayanarak
yapılan analiz, Antarktika’daki deniz buzunun beklenmedik bir hızla erimeye devam ettiğini,
acilen önlem alınmazsa 2100 yılında 1.5oC değil 3oC’lık bir ısınmayla karşılaşacağımızı
gösteriyor. Yine rapora göre şu an karbon emisyonunu sıfırlasak bile büyük ihtimalle 2 oC’lık
ısınmayı göreceğiz. Bu da böcek türlerinin %18’inin, bitki türlerinin ise %16’sının ortadan
kalkması anlamına gelecek. Sıcaklık artışı orman yangınlarını, orman yangınları sıcaklık artışını
tetikleyecek. Ormanların azalması tek yaşam alanı ormanlar olan birçok omurgalı hayvan
türü popülasyonunun da azalmasına sebep olacak. Kaldı ki Dünya Doğal Hayatı Koruma
Vakfı’nın (WWF) verilerine göre 1970-2014 yılları arasında ormanda yaşayan çok sayıda
hayvan türü popülasyonu zaten yarı yarıya azalmış durumda. Biyolojik çeşitliliğin azalması
aynı zamanda arılar ve kuşlar gibi çiçek tozlaşmasında etkin türlerin popülasyonlarını da
etkileyip gıda üretiminin tehlikeye girmesine neden olacak.

140
Birleşmiş Milletler Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi tahminlerine göre; dünyada her sene
12 milyon hektar alan verimli arazi niteliğini kaybediyor. Bu tahminlere paralel bulgular
içeren Oxford Üniversitesi Gıdanın Geleceği Araştırma Merkezi’nin yayınladığı bir rapora göre
meyve ve sebze stoklarının giderek azalması, yetersiz beslenmenin giderek artarak 150’nin
üzerinde ülkeyi etkilemesiyle sonuçlanacak.

Gıdaya erişimin bugün bile zor olması sosyal olayları da tetikleyip yaşamın olağan akışında
devam etmesini engelleyebiliyor. Örneğin, Tunus’ta başlayıp birçok Arap ülkesine yayılan
isyanların ilk kıvılcımı da yüksek gıda fiyatlarına dayanıyordu.

Sadece gıda fiyatları değil, birçok husus kapitalizmden bekledikleri ekonomik kazanımları
elde edemeyen, hatta giderek durumları kötüleşen toplumları patlama noktasına getiriyor.
Fransa’da akaryakıt zamları nedeniyle başlayan ve sonunda zamların geri alınmasına kadar
uzanan Sarı Yelekliler eylemleri bunun bir örneği. Eşitsizliğin, gelir uçurumunun giderek
arttığı günümüzde toplumsal huzursuzlukların da güç kazanıp ekonomik sistemimizi değişime
zorlaması güçlü bir olasılık.

Dengesizleşen hava koşullarının artan felaketleri de beraberinde getirmesi etkisini bugünden


hissettirmeye başladı. Kasırgaların şiddetlenmesi, sellerin artması, aşırı sıcakların şiddetini
arttırması birçok insanın hayatını olumsuz yönde etkiliyor ve bu olayların giderek artacağı
tahmin ediliyor. Felaketlerin yanında iklim değişikliği sonucu özellikle orta önlemlerde
artacak çölleşme bu bölgelerde yaşayanların göçünü tetikleyeceği gibi yukarı enlemlerde
yaşayanların da bu göçlerden büyük oranda etkilenmesiyle sonuçlanacak.

Dünyanın en büyük insani yardım ağı, Uluslararası Kızılay Kızılhaç Federasyonu son raporuna
göre tüm bu etkenler sonucu insani yardıma ihtiyacı olan insan sayısının iklim değişikliği ile
yaklaşık iki katına çıkarak 2050 yılında 200 milyona yükselmesi bekleniyor.

Sadece doğanın zarar görmesi değil, doğrudan ekonomik koşullar da dönüşümü zorlayacak
koşullar arasında yer alacak. Özellikle 2008’den bu yana tarihte hiç görülmemiş miktarda
parasal genişlemeye rağmen çözülemeyen ekonomik problemler bunun en önemli
göstergesi. Basılan onca paraya karşın halen dünyanın her an resesyona girebileceği
beklentisi piyasadaki korkuları körüklüyor. Trilyonlarca dolar büyüklüğüne ulaşan tahvillerin
ödenememe riski, yani tahvil balonunun patlayacağı endişeleri de sık sık dile getiriliyor.
Bunun gerçekleşmesi şu andaki ekonomik düzenin çok ciddi sarsıntı geçirmesi ve hiçbir şeyin
bir daha eskisi gibi olmaması anlamına gelecek. En başta da devletlere olan güvenin
sarsılması sistemin tekrardan aynı şekilde ayağa kaldırılmasını neredeyse imkansızlaştıracak.
Çok uzun süredir dünyanın en büyük ekonomisi olan ABD’nin para biriminin istikrarlı olarak
değer kaybetmesi ve rezerv para statüsünün de sürekli tartışılır hale gelmesi düzenin
sürdürülemez olduğuna dair bir diğer kanıt. En nihayetinde yıllardır yaptığı gibi ABD’nin
Çin’den mal alıp yerine bastığı kağıtları göndermesi sonsuza kadar sürdürülemeyecek.

Bu sistem çöktüğü anda hiçbir şey eskisi gibi olmayacağı için neredeyse tüm ülkeler var olan
düzenin sürmesi için çaba sarf ediyor. Çin elindeki USD’ler ve ABD hazine bonoları pula

141
dönmesin diye ABD bonolarını tutup ona borç vermeye devam ediyor. ABD ise sistemin
çöküşünü geciktirmek ve mümkünse tersine çevirmek için hem dünya jandarmalığını tüm
gücüyle sürdürüyor hem de ticaret savaşları ile ithalatını sınırlamaya çalışıyor. Ancak bu
hamle ABD vatandaşlarına enflasyon olarak geri döneceği ve fakirleşmelerine neden olacağı
için sürdürülebilir bulunmuyor. Hatta ABD Başkanı Trump’ın 2020 başkanlık seçimi öncesinde
bile Çin’le anlaşma yolunu seçip savaşa ara vermesi, bu sayede de başkanlığını riske
etmemesi beklentiler arasında.

Kapitalizmin giderek güç kaybettiğinin bir göstergesi de uzun süredir ekonomiye yön veren
liberal düşüncenin hızla zayıflaması. Geçmişte her şart altında savunulan liberal düşünceler
bugün yerini eşitsizliğin eleştirildiği, kamusal eğitim, kamusal mülkiyet gibi fikirlerin sık sık
gündeme getirildiği bir ortama bırakıyor. Kendini liberal olarak tanımlayan ekonomist Paul
Krugman, Bir Liberalin Vicdanı isimli kitabında ekonomik sorunların temelinde liberal
akımların yer aldığını ifade etmekten çekinmiyor. Benzer şekilde kapitalizmin, serbest piyasa
ve küreselleşmenin güçlü bir savunucusu olan Financial Times baş ekonomi yazarı Martin
Wolf 18 Eylül 2019 tarihli kapak yazısında kapitalizmin düştüğü durumu sert bir şekilde
eleştirip ancak kapsamlı bir dönüşüm geçirirse yoluna devam edebileceğini ifade etti.
Ekonomik sistemimizin sadece sabık karşıtları tarafından değil bizzat savunucuları tarafından
da eleştirilmeye başlanması dönüşümün kaçınılmaz olduğunu gösteren bir diğer kanıt olarak
karşımızda duruyor.

Yeri gelmişken parasal sistemin çökmesinin pratikte hiçbir şeyi değiştirmeyeceği


düşünülebilir, fabrikalar yıkılmayacak, insanlar varlıklarını sürdürecek, toprak gıda,
okyanuslar deniz ürünü fışkırmaya devam edecek. Ancak iş yapma kapasitemiz kesinlikle
düşecek. Charles Eisenstein’ın deyimiyle havaalanı planlayabiliriz ama inşa edemeyiz.
Bankadaki bitler bize bu inşa kapasitesini sağlıyor. Dolayısı ile gelecekte paranın rolü
değişirse algılarımızın da bu yeni sisteme alışması gerekecek.

Tüm fabrikalar ve doğal kaynaklar yerli yerinde dururken, işgücü çalışmaya hazırken krizler
esnasında tüm ekonominin durması ve insanların adeta aç kalması sistemin bozuk
kurgusunun en büyük göstergelerinden biri. Bu kurgu şüphesiz tek seçeneğimi değildir.
Elbette ki insanoğlu daha insani sistemler tesis etme kapasitesine sahiptir. Yeter ki
kapitalizme hapsolmuş zihinlerimizin dışına çıkmayı başarabilelim.

Sistem bir birçok teorisyenin beklediği gibi bir gün çökerse, kağıt paralar tam anlamıyla
tuvalet kağıdı olabilir ya da hesabımızda gördüğümüz ama erişemediğimiz bitler haline
dönüşebilir. Böyle bir ortamda elimizdeki birçok varlığın bir anlamı kalmayacaktır. En anlamlı
zenginliklerimiz ise kapitalizmden kurtardığımız bitki örtüsü, orman, temiz su gibi doğal
kaynaklarımız ile toplumsal ilişkilerimiz olacaktır.

Dünyamızın yaşadığı sorunların temellerine inmeye çalıştığımız ikinci bölümde büyümenin


sistemin devamı açısından ne kadar kritik rol oynadığını açıklamıştık. Son 50 yıllık verileri
incelediğimizde dünyada üretilen tüm GSYH’nin her sene ortalama %3’ün üzerinde bir hızla

142
arttığını gözlemliyoruz. Bu artış hızı GSYH’nin o dönemden bugüne 5 kata yakın arttığı demek
oluyor. Bu zaman dilimi aynı zamanda küresel ısınmanın çığırından çıktığı, plastiklerin
denizleri kapladığı, hava, su, toprak kirliliği gibi kavramlarla tanıştığımız döneme de denk
geliyor. Bir elli yıl daha bu hızla büyüyeceğimiz varsayımı GSYH’nin bugüne göre yine 5 kata
yakın büyümesi anlamına gelecek. Şu andaki ekonomik aktivitemizde bile dünya üzerindeki
yaşam bu denli etkileniyorsa 5 kat daha büyümüş bir ekonomide yaşam şansı bulup
bulamayacağımız, bulursak da bu yaşamın koşullarının nasıl olacağı son derece şüpheli.
Ayrıca fosil yakıt tüketimi de dahil olmak üzere ekonomik büyüme anlamında son 50 yıldaki
hızla bir 50 yıl daha büyümemize de, çok şükür ki, imkan görünmüyor.

2012 yılında Hollandalı Adjiedj Bakas tarafından ortaya atılan Slowbalizasyon kavramı
globalleşmenin de katkısıyla sürdürülmeye çalışılan büyüme tabanlı ekonominin artık devam
ettirilemeyeceği ve çok düşük düzeyde büyüme ya da hafif küçülmelerle devam edecek bir
ekonomi anlamına geliyor. Çin’in de son dönemde büyümekte zorlanmaya başlaması
Slowbalizasyon tehlikesinin arttığını destekleyen bir gelişme. Büyümenin zayıflaması ise en
temel dayanaklarından birini kaybeden kapitalizmin yeni bir faza geçtiğinin göstergesi olacak.
Dolayısı ile büyümenin sürdürülemez oluşu da değişimi zorunlu kılacak bir diğer etmen olarak
karşımıza çıkıyor. Kaldı ki daha önce de vurguladığımız gibi teknolojinin getireceği işsizlik,
kapitalizmin işini daha da zorlaştıracak.

Ekonomik krizler söz konusu olduğunda sistemi savunma içgüdüsüne sahip olanların sarıldığı
bir argüman da geçmişteki krizler nasıl eninde sonunda atlatıldıysa yeni krizlerin de bir
şekilde atlatılacağı varsayımıdır. Krizler genelde bir sistem çok uzun süre işleyişte kaldığında
ve ona hükmedenler eleştirel düşüncelerini, adaptasyon yeteneklerini kaybettiklerinde
meydana gelir. Bu nedenle ortaya çıkan krizler giderek şiddetini arttırır ve etki alanlarını
genişletir. Nasıl ki birkaç depremden sağlam çıkmış yapıların sadece bu veriye dayanarak
daha güçlü depremleri de atlatacağı iddia edilemezse, geçmişte olduğu gibi her kriz öyle ya
da böyle atlatılır, kapitalizm daha da güçlenir tezi de doğru değildir. Kapitalizm de radikal
değişimlere bir noktada uğramak zorunda kalacak. Eşitsizlik, açlık, ekolojik yağma, servet
kutuplaşması, birbirini takip eden ekonomik krizler, savaşlar, çatışmalar bugün tek gerçeklik
olarak görünse de aslında kaderimiz değildir.

Zaten geçmişe doğru baktığımızda görüyoruz ki ekonomik sistemler hep bir değişim içinde
olmuş. Kurulduğu şekliyle çakılıp kalan, değişmeden uzun çağlar boyu işlemeye devam eden
bir sistem yok. Kapitalizm de işin doğası gereği bir başka sisteme doğru sancılı ya da sancısız
evrilecek. Hangi yöne evrileceğine de biz karar vereceğiz. Kapitalizmin de önceki sistemler
gibi geçici bir evre olduğunu, gelişime katkı sunduğunu, ancak geldiği nokta itibariyle aynı
şekilde devam edemeyeceğini kabul etmek tek çıkar yol. Yerine gelecek sisteminse insanların
maddi varlıklarıyla değil topluma sağladıkları fayda çerçevesinde saygı görecekleri bir sistem
olması bugün yaşadığımız sıkıntıları hafifletmeye aday olacaktır.

Kapitalizm bireyciliği ön plana çıkarıp özgürlük vurgusu yapar. Gerek kişilerin birbirine
gerekse devletin vatandaşlara minimum müdahalesi mutlak özgürlük olarak ifade edilir. Oysa

143
maddi yeterlilikler sağlanmadan verilen özgürlük hakkı kağıt üstünde kalmaya mahkumdur.
Örneğin, özellikle gelişmekte olan ülkelerde insani bir yaşam sağlamaktan çok uzak olan
asgari ücretle çalışmamayı seçmek bir özgürlüktür. Ancak hepimiz biliyoruz ki çok büyük bir
çoğunluğun iş beğenmemek gibi bir özgürlüğü yoktur. Hatta önemli bir bölümü iş güvenliği
dahi olmadan çalıştırılmaya ses çıkaramaz. Çünkü birçok işsizin o işi, o koşullarda yapmayı
beklediğinin farkındadır. Çoğu zaman beyaz yakalılar için de bu durum geçerlidir. Her sene
birçok kişinin üniversiteli işsizler ordusuna katıldığı bir ortamda çalışanın işverenle arasındaki
sözleşmeye uygun olmayan koşullarda, örneğin çok daha uzun saatler çalışması sık
karşılaşılan bir durumdur. Teoride kimse bu koşullara boyun eğmek zorunda olmasa da
pratikte hayatını sürdürebilmek için mecburdur. Ya da bir ülkede seyahat özgürlüğü olması o
ülkede tüm vatandaşların yılda bir kere bile olsa gönlünce seyahat edebileceği anlamına
gelmez. Dolayısı ile kapitalizmde eylem özgürlüğü ancak küçük bir kitleye sağlanan bir
ayrıcalıktır. Kapitalizmden sonra ortaya çıkacak bir ekonomik sistemi ya da kapitalizmin
evrileceği yeni versiyonunu özgürlüğü sadece kağıt üzerinde bırakmayıp gerçek anlamda
arttıracak uygulamalara dayandırmak tüm toplumun çıkarına olacaktır. Bu amaca hizmet
edecek esaslardan bazıları herkesin temel yaşamsal ihtiyaçlarının karşılanması, toplumsal
kaynakların daha adilane kullanımı ve teknolojik kapasitenin geliştirilmesi olarak sayılabilir.

Kapitalizmin alternatifinin komünizm ya da sosyalizm olduğunu düşünüp kapitalizmi yeğ


tutmak ve savunmak da çok rağbet görse de doğru bir yaklaşım değildir. Lester Brown’ın
ifade ettiği gibi “Sosyalizm ekonomik gerçeği anlayamadığı için başarısız oldu; kapitalizmse
ekolojik gerçeği anlayamadığı için başarısız olabilir”. Bu koşullar altında yapmamız gereken
daha iyi, daha farklı sistemler bulunacağına güvenmek ve doğrularımız çerçevesinde
yaşamaya çalışmaktır.

Şurası bir gerçek ki artık standart yöntemler sorunları çözmekte yetersiz kalıyor. Sık sık
kamuoyunda yoksulların dertlerinin bitirilmesi umuduyla yardım kampanyalarına rastlıyoruz.
Oysa bunların sorunun kökünü kurutmaya faydası olmadığı gibi anlık yararları da marjinal
düzeyde kalabiliyor. Hatta yeterince iyi planlanmadığı durumlarda zararı dahi dokunabiliyor.
Bu duruma bir örnek olarak 1980’li yıllarda düzenlenen LiveAid etkinlikleri verilebilir. Bu
dönemde ünlülerin de katkısıyla Afrika’daki açlığa son verebilmek amacıyla yüklü miktarda
yardım toplandı. Etkinliğe destek olanlar vicdanlarını rahatlatma imkanı bulurken, toplanan
paralarla yapılan gıda yardımı ise özellikle iç savaşın yaşandığı bölgelerde silahlı milislerin
eline geçerek çözüme değil sorunun daha da kronikleşmesine katkıda bulundu. Bu örnek
elbette yardım yapılmasın anlamına gelmiyor. Ancak maddiyatla ilgiliymiş gibi görünen her
sorunun maddi yardımlarla çözülemeyeceğini ve zihniyet değişimine ihtiyaç
duyulabileceğinin de farkında olmamız gerekiyor.

İnsanlar için paradan daha önemli değerler vardır. Şu anda bu değerler unutturulup
insanların kapitalizme hizmet etmeleri sağlansa da bu sürekli devam edebilecek bir durum
değildir. Bir noktada aydınlanma olacaktır. Bugün en azından gençliğin deneyimlere daha
fazla önem vermeye başlamış olması da bunun bir göstergesidir.

144
Problemlerimizin kaynağı olarak görebileceğimiz olgulardan biri de İnsanoğlunun bir noktada
kendini doğa yasalarından muaf görmeye başlamasıdır. Öyle ki türümüz ormanları büyüme
hızından daha hızlı kestiğinde yok olacaklarını görmezden geldi. Fosil yakıtları acımasızca
kullanmanın dünyayı cehenneme çevireceği gerçeğini kulak arkası etti. Kendi türünün
dışındaki canlıların yaşam haklarını ellerinden almanın aynı zamanda kendi yaşamına da
kastettiğinin farkına varamadı. Nehirlere, okyanuslara bırakılan atıkların kimseye zarar
vermeksizin kendiliğinden yok olduğunu tasavvur etti. Artık bunların doğru olmadığını kesin
olarak biliyoruz. Kendi çıkarlarını koruyabilmek için halen bu sistem sürdürülebilirmiş, küresel
ısınma yokmuş, herkes mutluymuş gibi yapanlar elbette var. Ancak onlar ne düşünürse
düşünsün gerçek, sistemin bu şekilde sürdürülmesinin bizleri her geçen gün daha yıkıcı
sonuçlara doğru götürdüğüdür. Dolayısı ile tekrar doğa yasalarıyla uyumlu yaşamanın zamanı
gelmiş hatta geçmekte. Bir önceki bölümde sunulan çözüm önerilerinin hemen hepsi de
doğayla uyumlu yaşamanın kapısını aralayacak nitelikte. Yeni bir yola girmeyip burnumuzun
dikine gitmeye devam ettiğimiz takdirde soyumuzun tehlike altına girmesi dahi söz konusu
olabilecektir.

Bireysel Olarak Ne Yapmalıyız?


Sorunlarla boğuşan dünyamızın siyasi kurumlar, liderler ya da bizim dışımızdaki birileri
tarafından topyekün değiştirilip yaşanabilir ve insani bir ortama dönüştürülmesini beklemek
maalesef fazla iyimser bir yaklaşım. Uzun yıllardır gerek BM gerek AB, G7, G20, Bilderberg vb.
kurumların çatısı altında yapılan toplantıların çok bir fayda vermediği açık. Bu toplantılarda
üst düzey ve etkili kişilerce konuşulan son derece kritik konular hakkında hayata geçirilen
ciddi bir eylem planına rastlamak zor.

Üzerimizdeki sorumluluğu atabilmek için bireysel rollerimizi küçümsemek ya da zenginlerin


de dünyamızın iyiliğini isteyeceği ve harekete geçecekleri düşüncesine kapılmak ise tüm
toplumu harekete geçmekten alıkoyan yaklaşımlar. Oysa sermaye sahipleri ile aynı gemide
değiliz. Söylem olarak elbette onlar da küresel ısınmaya karşıdır ancak küresel ısınmayı
yavaşlatmak için alınacak tedbirlerin servetlerini azaltmasına daha çok karşıdır. En
nihayetinde Maldivler gibi adalar ile kıyı bölgeler sular altında kaldığında hayatları neredeyse
hiç etkilenmeyecektir. Milyonlarca kişinin hayatı ise bir daha hiç düzelmemek üzere rayından
çıkabilir.

Bu tip olaylarda toplumdaki genel kanı nedense mükemmel birilerinin çıkıp tüm yükü
sırtlanması ve kahramanca bir mücadele vermesidir. Oysa mükemmel olan bir avuç insan
sistemi değiştirmeyi başaramayabilir. Ama mükemmel olmasa da o yönde adım atan geniş
kitleler çözüm yolunda büyük katkı sağlayacaktır. Dolayısı ile birey olarak bizim
yapacaklarımız ne kadar küçük olursa olsun çok önemlidir. Mükemmel olamayacağımızı
düşünüp motivasyonumuzu kaybetmeyelim. Onun yerine atabildiğimiz her küçük adımın
kritik olduğunun ve giderek daha çok motive olacağımızın farkında olalım.

Bireysel mücadelemiz esnasında asıl amacımızın kapitalizme engeller çıkarmak, onunla


savaşmak ya da ondan taviz koparmak olmadığını da not düşelim. Amacımız mümkün
145
olduğunca kapitalizmin kendisi, aynı zamanda da kölesi olmaktan vazgeçmek. Şu anda
hemen hepimiz çalışma-tüketme döngüsünde yaşıyor ve bize uzatılan havuçların peşinden
koşarak bu düzeni ayakta tutuyoruz. Kapitalizm bireyler olarak biziz, bir başka varlık değil. Biz
yavaşlarsak kapitalizm de yavaşlar. Biz durursak o da durur. Bu sayede de geleceğimizi kendi
elimize almamız mümkün olur.

Kapitalizmle bir anlamda savaşmak üzere ortaya çıkan Occupy gibi bireylerin bir araya
gelerek yarattığı hareketler geçmişte bir heyecan dalgası yarattı. Ancak hem tam ne
istediklerini bilmediklerinden hem de isteklerinin yerine gelmesi için ihtiyaç duydukları güç
ve araçlardan yoksun olmaları nedeniyle anlamlı bir başarı sağlamaları mümkün olmadı.
Dikey bir örgütlenmeleri olmadığı için gücü elinde tutanlarla aynı masaya oturup taleplerini
dillendiremediler. Burada örgütlenmenin önemini yadsımıyoruz. Aynı amaca yönelik organize
bir hareketin gücü elbette bireylerin toplam gücünden yüksektir. Ancak ömürleri genelde
sınırlıdır. Oysa alışkanlıklarını değiştirmeyi başarmış bireylerin gücü ömürleri boyunca sürer.
En nihayetinde ekonomi de formüller ve sayılardan ibaret olmayan, insana dair hemen her
şeyi kapsayan bir bilim. Kendimizi soyutlayıp konu ile ilgili her şeye ekonomistlerin işi diye
bakmak yerine, attığımız adımların ekonominin kendisi olduğu bilinciyle hareket etmek bizim
sorumluluğumuzda.

Bu konuda yapabileceklerimizi daha da somutlaştırmak, yer yer kısa açıklamalarla okuyucuya


sunmak istiyoruz. Mücadelemizin ana eksenini tüketimimizi azaltmak, banka kullanımını en
aza indirmek ve bilinçli olmak oluşturacak. Bu kapsamda yapılabileceklerden bazıları
şunlardır:

o Tüketimimizi azaltmak
 İhtiyaçlarımızı satın almak
 Bir şey almadan önce iki kere düşünmek, gerçekten almaya ihtiyacım var
mı diye sormak, gerekirse satın almamızı bir süre erteleyip tekrar
değerlendirmek bu konuda işimizi kolaylaştıracaktır.
 Satın almaya karar verdiğimiz bir ürün olmadığı sürece alışveriş
merkezlerinden uzak durmak da faydalı bir yaklaşımdır. AVM’ler insana
gerçekte ihtiyacı olmayan ürünlerin ihtiyacını hissettirmekte çok
başarılıdır.
 Kişinin tüketici rolünden sıyrıldığında düşeceği boşluğu doldurabilmek için
de spora ve doğada yapılan aktivitelere daha çok zaman ayırması stres
düzeyini düşürüp daha sağlıklı bir yaşama adım atması açısından
önemlidir. Bunun yanında, hep yapmak isteyip bir türlü başlayamadığımız
hobiler, edinmek istediğimiz deneyimler için de doğru zaman bu sayede
gelmiş olabilir.
 Plastiklerden uzak durmak
 Poşet, çatal, bıçak, tabak gibi tek kullanımlık ürünleri kullanmayı
reddetmek, uzun ömürlü alternatif ürünlere yönelmek, poşet yerine bez

146
çanta, şişe su yerinme matara kullanmak, cam ambalajlı, mümkünse
depozitolu ürünleri önceliğimiz haline getirmek bu konuda ilk akla
gelenler.
 Ambalajlı ürünleri minimuma indirmek
 Özellikle gıdada işlenmiş ürünlerden uzak durmak.
 Daha çok kar elde etmek için marketlerde ambalajlanmış satılan
işlenmemiş sebze meyvedense pazar usulü satılanları tercih etmek.
 Kimyasal temizlik, boya, makyaj malzemesi gibi ürünlerin kullanımını minimuma
indirmek, doğal alternatiflerine yönelmek
 Bilinçli tüketim
 Balıkları uygun dönemlerde avlamak ve tüketmek.
 Çinakop gibi henüz yavru vermemiş olanları tüketmemek.
 Yaban hayata ait ürünleri tüketmemek.
 Çocuklarımıza kısa sürede sıkılacakları oyuncaklar yerine yaratıcılıklarını
geliştirebilecek oyuncaklar almak.
 Sık sık değiştirmemiz gerekecek ürünlerdense daha dayanıklı ve uzun süre
işimizi görecek olanları tercih etmek.
 Tüketimimizi azaltacak teknolojik ilerlemelerden faydalanmak. Evimize ısı
yatılımı yaptırmak, iş yerimize susuz pisuar taktırmak, çok kitap okuyorsak
E-Kitap okuyucu gibi ürünlerden faydalanmak da yine bu kapsamda
değerlendirilebilir.
 İkinci el kullanım ve satış
 Ekonomik ömrü dolmamış ürünleri çöpe dönüştürmek yerine kullanılıp
fayda sağlamaya devam etmelerini temin etmek önemli bir
sorumluluğumuzdur.
 Satın alacağımız ürünleri de imkan varsa ikinci el temin etmek kendi
bütçemize olduğu kadar çevremize de faydalı bir metottur.
 Kiralama ve paylaşım
 Sürekli kullanmayacağımız ürünleri satın almak yerine kiralama ve ödünç
alma seçeneklerini değerlendirmek anlamlıdır. Bu ürünleri, sahip olup
kullanmayan kişilerden ödünç almaktan çekinmeyin. Bu davranış sadece
size değil, tüm dünyaya fayda sağlar. Örneğin, yılda bir sefer kullanacağınız
matkabı satın almak hiç mantıklı bir yatırım değildir. Kullandıktan sonra
evde kaplayacağı yer, kullanılmasa bile zamanla eskiyecek olması, bakım
ihtiyacı gibi dezavantajları da cabası.
 Kiralamak ve ödünç almak gibi elimizde olan ve kullanmadığımız ürünleri
ödünç vermek ya da kiraya vermek de tüketimi azaltmada fayda
sağlayacak eylemlerdir.
 Minimalist yaşam
 Eşya yerine anı biriktirmenin tadına varın. Ömür boyu unutmayacağımız
hatıralar bizi her daim eşyalardan daha fazla mutlu edecektir.

147
 Sık yapılan bir hata da eşyalarla aramızda duygusal bağ kurmaktır. Eşyalar
bize hizmet için vardır. Ara ara kullanmadığınız eşyaları ayıklayıp
hayatınıza yer açın. Farkında olmasak bile hayatımızdaki her fazlalık yaşam
kalitemizi düşürür.
 Atıkları değerlendirmek, bozulan, eskiyen ürünleri mümkünse tamir etmek,
ettirmek
 Hemen her tür ürünü bozulunca atmak yerine ufak tamirlerle çok daha
uzun süreler kullanmak mümkün. Eskiden olduğu gibi ayakkabımızı ya da
elektrikli ev aletimizi tamire götürmek, kıyafetlerimizde oluşan ufak
kusurları basit müdahalelerle düzeltip ömrünü uzatmak çözüm yolunda
önemli bir adımdır.
 Reklamların ve toplum baskısının kölesi olmaktan vazgeçmek
 Her şeyin ötesinde daha önce de belirttiğimiz gibi tüketimimizi
ihtiyaçlarımızdan çok sosyal çevremiz ile algılarımızla oynayan reklamlar
yönlendiriyor. Çevremizin tüketim alışkanlıkları bizim için ideal
olmayabileceği gibi, reklamların da bizim iyiliğimize değil, sermaye
sahiplerinin çıkarlarına hizmet ettiğini aklımızdan çıkarmamalıyız.
 Tüketiciler bugün adeta programlanmış robotlar gibiler. Programlayanlar
da reklamcılar. Zaman zaman firmaların reklam maliyetleri, ürünün
üretim maliyetinden bile daha yüksek olabiliyor. Böyle bir ortamda
kendimizi reklamlara kaptırmak yerine ihtiyaçlarımıza odaklanmalıyız.
o Bankacılık Sisteminin dışına çıkmak
 Parasal sistemin dışına çıkmaya çalışmak
 Bugün elbette paranın olmadığı bir dünya hayal etmek mümkün değil.
Ancak finansal okuryazarlığı olan herkes kabul eder ki sürekli para basılan,
bir başka deyişle havadan para yaratılan bir sistemde para biriktirmek
daha çok paramızın çalınmasına hizmet etmek demektir. Bu hırsızlık da
enflasyon adı altında yapılır. Hiçbir yatırım yapmasak bile altın, gümüş gibi
sınırlı miktardaki ürünlerden satın almak ise uzun vadede paramızın
değerini korumamıza yardımcı olur.
 Banka kullanımını minimuma indirmek
 Kredi kullanmayın. İhtiyaç kredisi, tüketici kredisi gibi sadece tüketime
hizmet edip bizi borca sokan kredileri ise asla ve asla kullanmayın. Bugün
gücümüz yetmediği için alamadığınız bir ürüne kredi ile sahip olmak ve
yarın hem ürünün parasını hem de banka faizini ödemek bankalara
hizmet, kendimize eziyet etmek demektir.
 Kredi kartından nakit çekmeyin. En yüksek faiz ödenen durumlardan biri
kredi kartından nakit çekmektir. Genelde çekilen meblağlar çok yüksek
olmadığından ve kısa süreli çekildiğinden faizi de göze fazla
görünmeyebilir. Ancak hesaplandığında bankaların mevduat sahiplerine
verdiği faizden kat kat fazla faiz aldığı hemen ortaya çıkar.

148
 Kredi kartı borcunuzu ödemeyi geciktirmeyin, taksitlendirmeyin, asgari
tutarı ödeyip kalanı ileriki aylara devretmeyin. Ödeyeceğiniz yüksek faizle
bankanızı zengin edip kendiniz fakirleşmeyin.
 Peşin fiyatına bile olsa kredi kartına taksit yaptırmayın. Taksit yaptırmak ilk
olarak aldığımız ürünün parasını hemen ödemediğimiz için bir süreliğine
bütçemizi rahatlatıp tüketimimizi arttırabilir. Bunun yanında vade farkı
alınmasa bile çoğu zaman satıcıya banka tarafından yapılacak ödeme de
vadeli ya da vade farkı kesilmiş olarak iskontolu yapılacağı için satıcının
maliyetlerine, dolayısı ile ürünün fiyatına, yani bize yansıyacaktır.
 Kredi kartı kullanmanın nakit taşıma gereksinimini ortadan kaldırması
pratik olarak büyük fayda sağladığından kullanmayın demek çok gerçekçi
olmayacaktır. Ancak kredi kartının en zararsız kullanımı olan borcumuzun
tamamını ay sonunda ödemenin bile yukarıda değindiğimiz diğer
kullanımlarına kıyasla daha az da olsa zararı vardır. Kredi kartımızı bir ay
boyunca kullanır ve borcumuzu hesap kesim tarihinden itibaren 10 gün
sonra öderiz. Yani ay başında satın aldığımız ürünlerin bedelini 40 gün
sonra, ay sonunda satın aldığımız ürünlerin bedelini ise 10 gün sonra
ödemiş oluruz. Bu durumda ortalama 25 gün sonra borcumuzu ödemiş
oluyoruz. Bankalar ise satıcıya satış tutarını 25 gün sonra değil ortalama 40
gün sonra öder. Dolayısı ile paramızı 15 gün boyunca kullanma imkanına
sahip olur. Kredinin hormonlu büyümenin ve takip eden çöküşlerin asıl
sebebi olduğundan bahsetmiştik. Biz sadece kredi kartı kullanarak bile bu
sisteme hizmet etmiş oluyoruz.
 Bankada tuttuğunuz parayı minimuma indirin. Bir önceki paragrafta
yazdığımız gibi bankada tutulan her miktar kredi olarak kullandırılarak bu
sisteme hizmet eder. Siz faiz alın ya da almayın bu sistemin parçası olur ve
hizmet edersiniz.
 2008 krizi ile birlikte ortaya çıkan paranı taşı hareketi bankada tutulan
birikimlerin küresel bankalardan yerel bankalara taşınmasını öneriyor ve
yerel şirketlerin bölgenin problemlerine daha kolay çözüm olabileceğini
iddia ediyordu. Bu öneri ilk bakışta anlamlı gibi görünse de bankacılık
sisteminin bugün her anlamda birbirine entegre olduğu göz önüne
alındığında bankanın faaliyet gösterdiği bölge, sahibinin milliyeti ya da
görünürdeki amaçlarının halka faydası ya da zararı hususunda herhangi bir
fark yarattığını söylemek güçtür.
 Merkezi otoriteden bağımsız, organik, içsel para yaratımı olarak
değerlendirilebilecek kripto paralar, merkez bankalarının karşılıksız para
basımına alternatif olarak düşünülebilir. Ancak her birinin özellikleri
birbirinden farklı ve kullanımları da henüz olgunlaşmadığı için faydaları ya
da zararları hakkında kesin bir yorumda bulunmanın henüz erken olduğu
değerlendirilebilir.

149
o Bilinçli olmak
 Sağlıklı ve yerel beslenmek
 İşlenmiş ve paketlenmiş gıdaları minimuma indirmeye çalışın
 GDO’lu ürünlere karşı bilinçli olun
 İmkanınız varsa az da olsa gıdalarınızı kendiniz yetiştirmeye başlayın
 Mümkün olduğunca yerel ürünlere yönelin
 Zincir marketler yerine esnafları tercih edin.
 Çevresel hassasiyet göstermek
 Tekrar kullanılmayacak ürünlerin kullanımını azaltın, kullandıklarınızın geri
dönüşümüne özen gösterin
 Çevresel hassasiyetleri hükümetlerden talep edin
 Çevre dostu ürünleri tercih edin
o Az emisyonlu araç ya da bisiklet kullanımı ulaşım kaynaklı küresel
ısınma ve çevre kirliliği sorunları ile mücadelede atılması gereken
ilk adımlardandır.
o Biyoçözünür malzemeden yapılmış ürünler üretim süreçlerinde
olmasa bile en azından atıldıktan sonra kirlilik yaratmayarak
amaçlarımıza hizmet ederler.
 Sorunlar olduğunu kabul etmek
 Dünya üzerindeki sorunlarla yüzleşmek istemiyoruz. Her şey yolundaymış
ve iyiye gidiyormuşçasına yaşamak elbette rahatlık demek olsa da aslında
sistemi avcunun içinde tutanların işine geliyor. Ancak sorunlar olduğunu
kabul ettiğimizde çözüm mümkün olabilir.
 Çevresel ve ekonomik sorunlar başta olmak üzere çocuklarımızı ve çevremizi
bilinçlendirmek
 Çocuklarımıza iyi bir eğitim vermek
 Bugün dünyanın birçok yerinde eğitim sistemleri çocukları emirleri hızla
yerine getiren iyi çalışanlar olarak yetiştiriyor. Derinlemesine
düşünmelerini, dünya üzerine kafa yormalarını, otoriteyi sorgulamalarını
ise istemiyor. Düşünen, sorgulayan, inisiyatif alan nesiller yetişmesi
geleceğimiz adına umut verici olacaktır.
 Sağlığımızı ve dünyamızı tehdit eden mekanizmalarla ilgili daha çok bilgi sahibi
olmak
 Tehditlerden ne kadar haberdar olursak onlarla mücadele konusunda da o
kadar güçlü oluruz. Bu konularda farkındalık yaratacak çalışmalara destek
olmak da atabileceğimiz bir diğer adımdır.
 Zararlarını duyduğumuz, bildiğiniz ama kulak arkası ettiğimiz konularda daha
duyarlı olmak, aksiyon almak
 Cips gibi kanserojen gıdalardan uzak durmak, plastik yerine cam şişeler
tercih etmek, deterjan, temizlik malzemesi gibi kimyasalları azaltmak,
doğal ürünleri tercih etmek gibi eylemler bu kapsamda değerlendirilebilir.

150
Dijital dünyada ürün olmaktan vazgeçmek
 Bugün özellikle sosyal medyada attığımız her adım izleniyor,
telefonumuzun bulunduğu ortamlarda muhtemelen sürekli sesimiz
dinleniyor ve paraya dönüştürülecek her bilgimiz istemeden de olsa kendi
sunduğumuz imkanlarla toplanıyor. Bu durumun farkında olmak, dijital
dünyaya daha az, gerçek dünyaya daha çok zaman ayırmak, doğaya
yönelmek, sürekli ellerini cebimize atmaya çalışan şirketlere karşı uyanık
olmak gerekiyor.
 Her konuda fikir sahibi olmak, bilinçli olmak, sisteme karşı güçlü olmak üzere bol
kitap okumak
 Yaşadığımız sistem daha doğduğumuz andan itibaren hepimize empoze
ediliyor. Davranış kalıpları medyanın, reklamcılık sektörünün çabalarıyla,
hatta bu şekilde yetişmiş ebeveynlerin doğrudan örnek olmasıyla
çocuklara aktarılıyor. Değerler sistemimizin çarpıklığı bu safhada oluşuyor.
 Televizyondan uzak durmak
 Televizyon bizi tek bir noktaya bakmaya zorlayarak çevremizde olan biten
her şeyden soyutlar ve adeta beynimizi uyuşturur. Televizyon izlediğimiz
saatler boyunca ve hatta bıraktıktan bir süre sonra bile bize ne
düşündürmek istiyorlarsa onu düşünürüz. Bizi bir nevi zombileştiren
televizyon bir anlamda irademizi de elimizden alır. İradesi elinden alınmış
bir bireyin de ne kendine ne de topluma tam manasıyla fayda sağlaması
beklenemez. Televizyondan uzak durduğumuz oranda düşünebilir,
kendimiz olup özgür bir birey gibi davranabilir, daha anlamlı bir hayat
yaşama imkanına kavuşabiliriz.
 Taleplerimizi dile getirmek
 Tüm bunlar kadar önemli bir diğer nokta ise insanlık için iyi olanları
hükümetlerimizden talep etmektir. Hükümetler vatandaşlara hizmet için
vardır ve onların taleplerine kulak tıkayarak varlıklarını uzun süre
sürdüremezler. Taleplerimizi ısrarla dile getirmek, ilgili vaatlerin takipçisi
olmak mutlaka yöneticiler nezdinde er ya da geç karşılık bulacaktır.
 Demokrasiyi, temel hak ve özgürlükleri korumak, özellikle ifade ve
düşünce özgürlüğüne sahip çıkmak da tüm bu talepleri dile getirebilmek
için elzem ön şartlardır.
o Toplumsal Fayda
 Sivil Toplum Kuruluşlarında görev almak, sosyal sorumluluk projelerine katılmak
 Aynı hedefe yürüyen insanlarla beraber olmak, daha güzel bir dünyaya
ulaşma konusunda ihtiyaç duyduğumuz motivasyonu sağlayabilmemizde
büyük destek olacaktır.
 Unutmayın ki birçok değişim ufak hareketler sayesinde yaşanmıştır.
 Becerileri ve bilgileri paylaşmak
 Kullanmadığınız eşyaları hediye etmek ya da ödünç vermek

151
 Örneğin, uzun süredir giymediğimiz kıyafetleri olur da bir gün giyerim diye
saklamak yerine ihtiyacı olanların kullanmasına vesile olabiliriz
 Yerel hizmetleri desteklemek
 Küresel şirketler yerine yerel firmaları biraz daha yüksek fiyatlı da olsa
desteklemek hem global ticaretin yarattığı karbon ayak izini azaltacak hem
de karların tek elde toplanmasının önüne geçecektir.
 Yerel lezzetlerin korunmasına, tanıtılmasına destek olmak tekdüzeleşmeye
karşı çıkarak kültürlerin korunmasına hizmet edecektir.
 İnsanlara dokunmak
 Zor şartlarda yaşayan, her gün bin bir türlü sıkıntılarla boğuşan insanlara
destek olmak, dertlerini, acılarını paylaşmak dünyamızın herkes için daha
yaşanabilir bir yere dönüşmesinde önemli bir katkı sağlayacağı gibi bize de
huzur verip yaşamımızı daha anlamlı hale getirecektir.

Elbette bu maddeler ve örnekler kolaylıkla çoğaltılabilir. Ancak çözümün özü en nihayetinde


az üretmek, az tüketmek, az çalışıp rahat bir yaşam sürmekten geçiyor. Çok üretip çok
tükettiğimiz ve dünya kaynaklarını alabildiğine kullandığımız bir yaşam küçük bir kesim için
mümkün olsa da insanlığın çoğu için sefil bir hayat, dünyamız içinse giderek kötüleşen
koşullar demek.

İnsanlık artık gelişimini sürdüremez bir noktaya hızla yaklaşıyor. Dünyayı adeta kanser
hücreleri gibi sarmış insanlar olarak yaptıklarımızla sadece kendi türümüzü değil tüm dünya
yaşamını tehdit ediyoruz. Bir paradigma değişimi gerçekleşmediği takdirde belki de 100 yıl
içinde bugünden çok daha zor koşullarla karşı karşıya kalmış, neslini sürdürmekte zorlanıyor
olacağız. Kapitalizmi ne kadar sürdürürsek gelecek kuşaklara o kadar yaşanmaz bir dünya
bırakacağız. Savaşların esir aldığı, iklimin sıcağıyla, soğuğuyla, seliyle, kasırgasıyla kasıp
kavurduğu, toprağın, suyun iyice kirlenip yaşam sağlamakta zorlanır hale geldiği bir dünya
kulağa çok korkutucu gelse de gidişata baktığımızda olasılık dışı değil maalesef.

İşte bu distopyanın gerçeğe dönüşüp yerküremiz üzerine gece karanlığının çökmemesi, hatta
bugünden daha iyi koşullarda yaşanan ütopik bir dünya için bireysel ve topluluk olarak
yapabileceklerimizi tartıştık bu kitapta. Somut verilere dayandırdığımız sorunlarımızdan yola
çıkarak mantık silsilesi içinde sorunların sebeplerine, sebeplerden çözüm önerilerine
uzanmaya çalıştık. Son bölümde ise çözüm önerilerimizin olası dezavantajlarını tartışıp
değişimi zorunlu kılacak olgulara yer verdik ve bireysel olarak yapabileceklerimizi
somutlaştırdık.

Gerek bireysel olarak gösterilmesini önerdiğimiz davranışlar gerekse çözüm önerilerimizin


bütünü çoğu insana başlı başına bir felaket senaryosu gibi gelebilir. Bunun temel nedeni
halen kapitalizmin dayattığı normlarla düşünüyor olmamız. Günümüzde mümkün olduğunca
fazla tüketim hedeflenirken, imkanı varken tüketmemek ise adeta aptallık olarak
nitelendiriliyor. Ancak bu bir noktada tersine dönecek ve gençler doğayla uyumlu yaşamayı
ahlaki bir erdem olarak görürken, gereksiz tüketimi yozlaşma olarak niteleyecekler.

152
Kullandıkları arabaların motor güçlerini, en yüksek hızlarını önemsemek yerine bisiklet
sürmenin keyfinden, yıldızların altında yaptıkları kamplardan ya da belki denizin
derinliklerinde gördükleri güzelliklerden dem vuracaklar. İstifledikleri varlıklara değil,
yaşadıkları maceralara, edindikleri deneyimlere değer verecekler. Rotalarını AVM’lere değil,
ormanlara, parklara çevirecekler. Hükümetlerinden imar artışı ya da affı değil tam aksine
yapıların azaltılıp yeşil alanların arttırılmasını talep edecekler. Geleceğin değer yargıları
şüphesiz bugünden çok farklı olacak. Önerdiğimiz çözümlere uygun davranışlar da büyük
ölçüde distopya olarak değil erdem olarak nitelendirilecek. Ve muhtemelen o gün geldiğinde
insanlar şimdi bizim yaşadığımız zaman dilimine baktıklarında sanki karanlık çağa bakıyor
hissine kapılacaklar…

İstanbul – Ekim 2019

153
1. Bölüm Referanslar
1* Dünya Sağlık Örgütü - World Malaria Report 2017
2* statista.com
3* ourworldindata/litracy
4* http://www.unwater.org/publications/world-water-development-report-2019/
5* https://www.oceanacidification.de, http://www.epoca-project.eu/ Altıncı Yokoluş
6* Data from “Export of Plastic Debris by Rivers into the Sea” by Christian Schmidt, Tobias
Krauth, and Stephan Wagner, published in Environmental Science & Technology (2017).
7* Data from “Plastic waste inputs from land into the ocean” by Jenna Jambeck and others,
published in Science (2015)
8* https://www.unenvironment.org/interactive/beat-plastic-pollution/
Geyer, R., Jambeck, J. R., & Law, K. L. (2017). Production, use, and fate of all plastics ever
made.
9* KAOS - Hasan Köni
10* https://www.foodaidfoundation.org/
11* 50 Ekonomi Fikri – Edmund Conway
12* Toplumların Sonu - Alain Touraine S41-44

2. Bölüm Referanslar

1* https://www.mahfiegilmez.com/2019/01/ekonomi-nedir-neyi-inceler.html
2* Para Harekatı - Yaşar Erdinç
3* Küreselleşmenin Sonu - Harold James
4* Gelecek Daha Güzel Günler mi Getirecek – A. Botton, S. Pinker, M. Ridley, M. Gladwell S13
5* İstif Çağı – James Wallman s116

3. Bölüm Referanslar
1* http://www.sddt.com/News/article.cfm?SourceCode=20031014f, w#.XMs0JmgzaUk
2* http://www.washingtonpost.com/wp-
dyn/content/article/2010/01/01/AR2010010101196_pf.html
Aughts were a lost decade for US economy
3* Robotların Yükselişi - Martin Ford s60
4* Machine Learning predicts individual cancer patient responses to therapeutic drugs with
high accuracy. https://www.nature.com/articles/s41598-018-34753-5
5* https://www.eurekalert.org/pub_releases/2009-09/mc-aih090909.php
6* İstif Çağı – James Wallman s69
154
7* İstif Çağı – James Wallman s.54
8* İstif Çağı – James Wallman s126
9* https://www.youtube.com/watch?v=Hr5s0ps9rAQ&list=WL&index=30&t=0s
10* https://www.huffpost.com/entry/how-technology-is-reducing-food-
waste_b_5a2f6bcfe4b012875c465e11
11* Sustainability Report sustainability-10-00145.pdf
12* https://www.weforum.org/agenda/2018/08/here-s-how-technology-can-help-us-save-
the-planet/
13* https://www.bbc.com/news/technology-48853230
14* Geleceği İcat Etmek – N. Srnicek, A Williams
15* Gerçekçiler İçin Ütopya – Rutger Bergman
16* https://www.businessinsider.com/giving-all-americans-a-basic-income-would-end-
poverty-2013-11
17* Kutsal Ekonomi – Charles Eisenstein s24
18* Eşitsizlik – Anthony B. Atkinson S58-68

155

You might also like