You are on page 1of 281

Margared Weis ve Tracy Hickman (Karakılıç) Cilt3 Karakılıçın Zaferi

MARGARET WEIS
Missoury'de doğdu ve büyüdü. Missoury Üniversi-
tesi'nde Yaratıcı Yazarlık Bölümü'nü bitirdi. Bir yayı-
nevinde 14 yıl süreyle editörlük yaptı. Daha sonra
fantazya ve rol yapma oyunları konusunda kurgu edi-
törü oldu. Bu yıllarda Tracy Hickman'la tanıştı. Bu iki-
li tanıştıkları günden itibaren birçok fantastik kurgu
kitabına birlikte imza attılar. Bunların içerisinde en ta-
nınmışları, Ejderha Mızrağı ve Ölüm Kapısı Serisi'dir.
TRACY HICKMAN
Utah'ta doğdu. İki yıl Endonezya'da misyonerlik
yaptıktan sonra gençlik aşkıyla evlenmek için Utah'a
geri döndü. Bir yayınevinde rol yapma oyun tasarım-
cılığı yaparken Weis'le ortak kitaplar yazmaya başladı.

MARGARET WEIS
Missoury'de doğdu ve büyüdü. Missoury Üniversi-
tesi'nde Yaratıcı Yazarlık Bölümü'nü bitirdi. Bir yayı-
nevinde 14 yıl süreyle editörlük yaptı. Daha sonra
fantazya ve rol yapma oyunları konusunda kurgu edi-
törü oldu. Bu yıllarda Tracy Hickman'la tanıştı. Bu iki-
li tanıştıkları günden itibaren birçok fantastik kurgu
kitabına birlikte imza attılar. Bunların içerisinde en ta-
nınmışları, Ejderha Mızrağı ve Ölüm Kapısı Serisi'dir.
TRACY HICKMAN
Utah'ta doğdu. İki yıl Endonezya'da misyonerlik
yaptıktan sonra gençlik aşkıyla evlenmek için Utah'a
geri döndü. Bir yayınevinde rol yapma oyun tasarım-
cılığı yaparken Weis'le ortak kitaplar yazmaya başladı.

İthaki Yayınları - 160


Fantastik Kurgu - 36
Karakılıç'ın Zaferi
Karakılıç Üçlemesi 3- Cilt
Margaret Weis-Traey Hickman
ISBN 975-8607-67-7
Özgün Adı: Darksıcord Trilogy
(Triumph of the Darksıvord)
İngilizceden çeviren: Niran Elçi
1. Baskı İstanbul, 2002
© Margaret Weis and Tracy Hickman, 1988
© İthaki Yayınlan, 2002
Yayın Koordinatörü: Füsun Taş
Sanat Yönetmeni: Murat Özgül
»
Sayfa Düzeni ve Baskıya Hazırlık: Yeşim Ercan
Kapak ve İç Baskı: Kitap Matbaacılık
Cilt: Fatih Mücellit
İthaki Yayınları
Mühürdar Cad. İlter Ertüzün Sok. 4/6 81300 Kadıköy İstanbul
Tel: 0216 330 93 08 Faks: 0216 349 14 35
penguenithaki@superonline.com
www.ithakiyayinlari.com

Tarayan: Eylem Yurtsever

KARAKILIÇIN
ZAFERİ
KARAKILIÇ ÜÇLEMESİ-3
ÇEVİREH: nİRAH ELÇİ
ilhakı

KARAKILIÇ ÜÇLEMESİNDEN YAYIMLANAN KİTAPLAR:


1. CİLT: KARAKILIÇIN DÖVÜLÜŞÜ
2. CİLT: KARAKILIÇIN YAZGISI
3. CİLT: KARAKILIÇIN ZAFERİ
1.
ŞEREF MEYDANI

1£6X
fc*

GOZETÇI
Thimhallan'ın sınırında nöbet tutan dokuz metrelik Gözet-
çi heykeli on dokuz yıl boyunca, o taş gözleri ile pek çok tu-
haf şey görmüştü. Bu Gözetçi yalnızca on dokuz yıldır bura-
daydı. Bir zamanlar insandı, bir katalistti, tek suçu sevmekti.
Bir kadını sevmişti, onunla fiziksel olarak birleşmek gibi affe-
dilmez bir suç işlemiş, bir çocuğu olmuştu. Dönüşüm'e mah-
kûm edilmişti ve yaşayan bedeni yaşayan taşa dönüştürülmüş-
tü. Sonsuza dek Sınır'da durmak, Öte âleme -tatlı huzumnu ve
dinlenmesini asla tanıyamayacağı o ölüm âlemine- bakmak
yazgısı olmuştu.
Bu Gözetçi, Dönüşüm'den sonraki ilk altı yılını düşündü.
Dayanılmaz bir boşlukla dolu, nadiren bir insan görerek, da-
ha da nadir olarak seslerini duyarak geçen altı yıl. Taş zinda-
nı içinde, zihninde ve ruhunda fırtınalar eserek geçen altı yıl.
O altı yıl geçti ve bir kadın ayaklarının dibine bir çocuk getir-
di. Çocuk çok güzeldi, uzun, siyah saçları, iri, koyu kahveren-
gi gözleri vardı.
"Bu senin baban," dedi kadın çocuğa, taş heykele işaret
ederek.
Gözetçi bunun doğru olmadığını biliyor muydu? Çocuğu-
nun doğumda öldüğünü biliyor muydu? Biliyordu. Yüreğinin

ITIftReARff U/EIS & tRACY HlCKIHAn


derinliklerinde, bu kadınla birleşmesinden hiçbir canlı bebek
doğmayacağını öngören katalistlerin yalan söylemediğini bili-
yordu. Bu kimin çocuğuydu? Bu, Gözetçi'nin bilmediği bir
şeydi ve çocuk için, şimdi ayaklarının dibinde, paçavralara bü-
rünmüş halde duran, ona deli gözlerle bakan, bir zamanlar
sevdiği kadın için ağladı.
Bundan sonraki uzun yıllar boyunca, Gözetçi dıştan rahat-
sız edilmeden, ama ruhu ona işkence ederek bekledi. Zaman
zaman tarikatından başkalarının -katalistlerin- ihlal ettikleri
kurallar sebebiyle taşa dönüştürüldüklerini gördü. Zaman za-
man bir büyücünün Öte'ye gönderilmesini izledi -Yaşam ar-
mağanına sahip olanlara verilen bir ceza. İnfazcı'nın kurbanı-
nı kumsalın kıyısına sürüklediğini gördü. Kurbanın, Dünyanın
Sınırı'nı işaretleyen, devamlı değişen sislerin içine fırlatıp atıl-
dığını gördü. Taştan kulaklarıyla, o dönen gri sislerin içinden
gelen dehşet çığlığını duydu, sonra sessizliği. Gözetçi o kur-
banlara imreniyordu. Onlan acı acı kıskanıyordu, çünkü ken-
disi yaşamaya devam etmek zorundayken, onlar huzur bul-
muşlardı.
Ama Gözetçi'nin gördüğü en tuhaf şey, yalnızca bir sene
önce olmuştu. Neden onu bu kadar etkilemişti? Dayanması en
zor olan, gecenin karanlık saatlerinde sık sık bunu düşündü.
Neden diğerleri bırakmamışken, taştan yüreğinde böyle hüzün
dolu bir iz bırakmıştı? Bilmiyordu, zaman zaman günlerce dü-
şündü, sahneyi zihninde tekrar tekrar canlandırdı.
Bir başka Dönüştürme olayı idi. Hazırlıkları tanıdı -Kori-
dorlar'da beliren yirmi beş katalist, kurbanın duracağı yerde
kumların üzerine çizilen işaret, gri adalet cüppesine bürünmüş
înfazcı. Ama bu sıradan bir Dönüştürme değildi. Gözetçi İm-
parator'un karısı eşliğinde gelmesine şaşırdı. Sonra Piskopos
8

KAR£Kjuçın HAFERJ
Vanya geldi -Gözetçi ona sessizce küfretti- ve Prens Xavier,
împaratoriçe'nin erkek kardeşi.
Sonunda mahkûmu getirdiler. Gözetçi hayretler içinde kal-
mıştı. Uzun, siyah saçları ve güçlü, kaslı bir bedeni olan bu
genç adam bir katalist değildi! Ve Gözetçi'nin bildiği kadarıy-
la, yalnızca katalistler Dönüştürme'ye mahkûm edilirdi. Bu
genç adam neden farklıydı? Suçu neydi?
Gözetçi hevesli bir merakla, varlığının korkunç can sıkıntı-
sını gideren her şeye minnettar, izledi. Sonra bir katalistin gel-
diğini gördü. Rahip, İnfazcı'nın yanındaki yerini alırken, Gö-
zetçi, katalistin bir kılıç, tuhaf görünüşlü bir kılıç taşıdığını gör-
dü. Gözetçi daha önce hiç buna benzer bir kılıç görmemişti ve
siyah, parlamayan metale bakarken ürperdi.
Kalabalığın üzerine bir sessizlik çöktü. Piskopos Vanya
suçlamaları okudu.
Genç adam Ölü'ydü. Cinayet işlemişti. Daha da kötüsü, Ka-
ranlık Sanatların Karabüyücüleri arasında yaşamış, orada bu
şeytani kötülük silahını yaratmıştı. Bunun için, Taşa Dönüştür-
me ile cezalandırılacaktı. Gözleri donarken göreceği son gö-
rüntü, bu dünyaya getirdiği silah olacaktı.
Gözetçi bu genç adamın, bunca yıl önce ayaklarının dibi-
ne çöken çocuk olduğunu fark etmedi. Neden fark edecekti
ki? Aralarında bir bağ yoktu. Yine de, ona acıdı. Neden? Belki
de, bir zamanlar kendi sevgilisinin orada durup izlemeye zor-
lanması gibi, orada durup izlemeye zorlanan altın saçlı kız yü-
zündendi -bir zamanlar sevdiği kadının o zaman olduğu yaş-
tan fazla büyük değildi. Gözetçi ikisine de acıdı -genç adama
ve kıza; özellikle de genç adamın Katalist'in önünde dizlerinin
üzerine çöktüğünü, utanmadan korku ve dehşet içinde ağladı-
ğını gördükten sonra.
9

Gözetçi, katalistin genç adamı kucakladığını gördü ve taş-


tan yüreği her ikisi için ağladı. Cezası ile yüzleşmek için genç
adamın dimdik durmasını izledi. Katalist, kılıç elinde, İnfaz-
cı'nın yanındaki yerini aldı. Yirmi beş katalist büyüyü, Yaşam'ı
dünyadan çektiler, kendi benliklerinde odakladılar, sonra İn-
fazcı'ya kanallar açtılar. Büyü onlardan İnfazcı'ya aktı. İnfaza
genç adamın etini taşa çevirecek büyüyü yapmaya başladı.
Ama aniden Katalist kendini feda etti ve büyünün yoluna
kendi bedenini attı. Katalist'in bacakları taşa dönmeye başladı.
Son gücüyle, kılıcı genç adama fırlattı.
"Kaç!" diye haykırdı.
Ama kaçış yoktu. Gözetçi, altı metre uzakta durduğu yer-
den bile, kılıcın korkunç gücünü hissedebiliyordu. Kılıcın
dünyadan yaşam çekmeye başladığını hissetti. İki Savaş Büyü-
cüsünü bir alev patlaması içinde yok ettiğini gördü. İnfazcı'yı
dizlerinin üzerine çökertmesini izledi ve eğer ciğerlerine hava
çekebiliyor olsaydı, bir zafer çığlığı atacaktı.
"Öldür!" diye bağırmak istedi. "Hepsini öldür!"
Ama güçlü kılıcın yapamadığı tek bir şey vardı. Dönüştür-
me büyüsünü tersine çeviremiyordu. Genç adam, Katalist'in
gözlerinin önünde taşa dönüşmesini izledi. Gözetçi onun acı-
sını hissetti ve nefret dolu bir yürekle, genç adamın intikam al-
masını bekledi.
Ama intikam gelmedi. Bunun yerine, genç adam kılıcı aldı,
saygıyla Katalist'in taştan ellerine bıraktı. Genç adam başım
dostunun taştan göğsüne eğdi; sonra döndü ve Öte'nin sisle-
rine doğru yürüdü. Altın saçlı kız adını seslenerek arkasından
gitti.
Gözetçi şaşkınlık içinde bakakaldı. Son dehşet çığlığını
bekledi, ama boşuna. Devamlı kayan sislerin içinden yalnızca
10

KARaKILIÇin ZAFERİ
sessizlik geldi.
Gözetçi'nin taştan bakışları arkada kalanlara kaydı ve sert
bir tatminle, genç adamın intikamının o olmadan alındığını
gördü. Piskopos Vanya, sanki yıldırım çarpmış gibi yere düş-
müştü. İmparatoriçe'nin bedeni çözülmüştü. İşte o zaman, Gö-
zetçi onun bir süredir ölü olması gerektiğini, ancak büyünün
yardımı ile varlığını sürdürdüğünü anladı. Prens Xavier Kata-
list'in taştan heykeline koştu ve kılıcı elinden almaya çalıştı,
ama Katalist kılıcı sıkı sıkı tuttu.
Kısa süre sonra yaşayanlar Sınır'ı terk etti, mekânı bir kez
daha yaşayan ölülere bıraktı. Onu yeni bir heykele bıraktılar
-yeni bir Gözetçi'ye. Ama bu Gözetçi diğerleri gibi dokuz met-
re yüksekliğinde yapılmamıştı. Yüzü, diğer Gözetçiler gibi,
korku, nefret ya da teslimiyet ile donmamıştı.
Ellerinde tuhaf kılıcı ftıtan Katalist'in taştan heykeli Öte âle-
me bakıyordu ve taştan yüzünde yüce bir huzur ifadesi vardı.
Ve bu yaşayan heykelde tuhaf bir şey daha vardı. Bir baş-
ka benzersiz ziyaretçisi oldu. Artık, Katalist'in taştan boynun-
da, portakal renkli ipekten bir flama neşeyle dalgalanıyordu.
II

Ol
U
g
H

I
...VE TEKRAR YAŞAYACAK
Gözetçiler Thimhallan Sınırı'nı yüzyıllardır koruyorlardı.
Uykusuz geceler ve kasvetli günler boyunca, büyülü âlemi
Öte'de her ne var ise ondan ayıran sınırda nöbet tutmak onla-
rın zorunlu görevleriydi.
Öte'de ne vardı?
Kadim büyücüler biliyordu. Artık istenmedikleri yurtların-
dan kaçarak bu dünyaya gelmişlerdi ve o sürüklenen sislerin
diğer tarafında ne olduğunu biliyorlardı. Kendilerini ondan
korumak için, dünyalarını büyülü bir engel ile sarmışlar, Sı-
mr'a Gözetçiler -ebedi, uyumayan muhafızlar- koymaya karar
vermişlerdi. Ama artık unutulmuştu. Yüzyılların olayları hafı-
zalarını yıpratmıştı. Öte'den gelecek bir tehdit vardıysa bile,
kimse bunun için endişelenmiyordu, büyülü engeli nasıl aşa-
bilirdi ki?
Gözetçiler sessiz nöbetlerini tuttular -başka seçenekleri
yoktu. Ve yüzyıllardan sonra ilk kez sisler aralandığı, sürükle-
nen gri sislerin içinde bir şekil dışarı adım attığı ve kumların
üzerine çıktığı zaman, Gözetçiler hayretler içinde kaldı ve uya-
rı çığlıklarını attılar.
Ama artık, taştan sözcükleri dinlemeyi bilen kimse kalma-
mıştı.

tTİARCARft lUEIS & tRACY HlCKniAn


Bu yüzden adamın dönüşü haber verilmedi, ilan edilmedi.
Sessizlik içinde gitmişti ve sessizlik içinde döndü. Gözetçiler
bağırdı, "Dikkat et, Thimhallan! Sonun geldi! Sınır aşıldı!"
Ama onları kimse duymadı.
Dikkatli olsalar, sessiz haykırışları duyabilecekler de vardı.
Piskopos Vanya, örneğin. O topraklarda, en yüksek rütbeli ka-
talistti ve bu sebepten tanrısının, Almin'in, hizmetkânnın dik-
katini böyle bir tehlikeye çekmesi olasıydı. Ama akşam yeme-
ği zamanı gelmişti. Piskopos Hazretleri'nin konuklan vardı ve
yemekten önce Piskopos harika bir şekilde, adanmışlıkla dua
etse de, herkes Almin'in aslında davetli olmadığını hissediyor-
du.
Prens Xavier taştan Gözetçiler'in uyarısını duymalıydı.
Hem, o bir Savaş Büyücüsüydü -bir DKam-duuk, bir Savaş
Ustası, o topraklardaki en güçlü büyücülerden biri. Ama dü-
şünmesi gereken daha önemli meseleler vardı. Prens Xavier
-afedersiniz, İmparator Xavier- Sharakan Krallığı ile savaşa
hazırlanıyordu ve onun için bundan önemli, yalnızca tek şey
vardı. Ya da daha doğrusu, hepsi birbirine bağlıydı. Taştan bir
heykelin sıkı sıkı tuttuğu Karakılıç'ı elde geçerse. Eğer güçlü
kılıç -büyü emebilen bir silah- eline geçse, Sharakan, İmpara-
tor'un gücü karşısında düşerdi.
Ve böylece Piskopos Vanya, Kaynak Dağı'nın tepesindeki
zarif odasında oturdu, yabandomuzu kafası, yavru domuz
kuyrukları, karides turşusu ile karnını doyurdu, konuklan ile
keseli hayvanlann doğası ve alışkanlıklannı tartıştı ve Gözetçi-
ler'in uyarıları şarabın içinde boğuldu.
Prens Xavier labarotuvannı adımladı, zaman zaman küf ko-
kulu, kırılgan yapraklı bir kitabın yapraklarına göz attı, düşün-
dü, sonra acı bir hırlama ile başını salladı. Gözetçiler'in uyan-
lf)

KARAKJLIÇin HAFERJ
lan küfürlerinin içinde kayboldu.
Thimhallan'da, uyarıları yalnızca bir kişi duydu. Sharakan
kentinde, mor çoraplar, pembe pantolon ve parlak kırmızı,
ipek bir yelek giymiş sakallı, genç bir adam, akşamüstü uyku-
sundan uyanmıştı. Başını doğuya doğru eğerek sinirle haykır-
dı. "Aman! Bir insan nasıl uykusunu alabilir ki! Şu korkunç şa-
matayı kesin!"
Elinin bir hareketi ile pencereyi çarparak kapattı.
Dikkatli ol, Thimhallan! Sonun geldi! Sınır aşıldı!
Sislerin içinden çıkan genç adam yirmilerinin sonundaydı,
ama daha yaşlı görünüyordu. Bedeni genç adam bedeniydi
-güçlü, kaslı, sıkı ve dik. Yüzü, yüzyıldır acı çeken bir adamın
yüzüydü.
Gür, siyah saçların çevrelediği yüzü yakışıklı, sert ve -ilk
bakışta- onu izleyen taştan yüzler kadar soğuk ve duygusuz
görünüyordu. Ama o yüze, bir Üstad'ın eliyle, acı ve tasa çiz-
gileri oyulmuştu. Bir zamanlar kahverengi gözlerde yanan öf-
ke ve nefret ateşleri sönmüş, geriye soğuk küller bırakmıştı.
Adam iyi yünden uzun, beyaz bir cüppeye bürünmüş, üze-
rine ıslak, çamur lekeli bir yolculuk pelerini atmıştı. Kumların
üzerinde durdu, uzun, çok uzun yıllardır evini görmemiş biri-
nin yavaş, dikkatli bakışları ile çevresine göz gezdirdi. Yüzün-
deki üzüntü ve acı ifadesi değişmedi, ama derinleşti. Dönerek,
elini sislere doğru uzattı. Elini bir el yakaladı ve uzun, altın
saçlı bir kadın sürüklenen sislerin içinden çıkıp yanında dur-
du.
Sersemlemiş gibi, uzak dağların arkasında batan güneşin
ışıkları altında gözlerini kırpıştırarak çevresine bakındı. Güne-
şin kırmızı, kırpılmayan gözü onlara şaşkınlık içinde bakıyor
17

mARGARft WEİS JJ TRACY HıcıynAn


gibiydi.
"Neredeyim ben?" diye sordu kadın sakinlik içinde, sanki
bir caddede yürürken yanlış yola sapmışlar gibi.
"Thimhallan," diye karşılık verdi adam, derin bir yaranın
üzerine merhem sürermiş gibi alçak sesle.
"Burayı tanıyor muyum?" diye sordu kadın. Ve adam yanıt-
lasa ve kadın bu yanıtları kabul etse de, ona bakmıyor, onun-
la konuşmuyor gibiydi, devamlı görünmeyen bir yoldaşa dö-
nüyor, onunla konuşuyordu.
Kadın adamdan daha gençti; yirmi yedi gibi. Ortadan ayrıl-
mış altın saçları, beline kadar sarkan iki örgü halinde, gevşek-
çe bağlanmıştı. Örgüler kadına çocuksu bir hava veriyordu, ol-
duğundan daha genç görünmesini sağlıyordu. Güzel, mavi
gözleri de bu çocuksu görüntüyü destekliyordu -ta ki insan iç-
lerine yakından bakana kadar. O zaman, çocukluğun masum
hayretine benzemeyen, iri iri açılmış gözlerde tuhaf bir parıltı
görülüyordu. Bu kadının gözleri başkalarının göremediği şey-
ler görüyordu.
"Burada doğdun," dedi adam sessizce. "Bu dünyada yetiş-
tirildin, tıpkı benim gibi."
"Bu garip," dedi kadın. "Hatırlardım gibi geliyor." Adamın-
ki gibi, pelerini çamur lekeliydi ve ıslaktı. Saçları da adamın
saçları gibi ıslaktı ve yanaklarına yapışmıştı. İkisi de bitkindi,
bir yağmur fırtınası içinde uzun süre yürümüş gibi görünüyor-
lardı.
"Dostlarım nerede?" diye sordu kadın, yarı dönüp arkala-
rında kalan sislere bakarak. "Gelmiyorlar mı?"
"Hayır," dedi adam, aynı sakin sesle. "Sınırı geçemezler.
Ama burada yeni arkadaşlar bulursun. Onlara zaman ver.
iVluhtemelen henüz sana alışmadılar. Bu topraklarda, uzun,
18

KARAKjLIÇin ZAFERİ
çok uzun zamandır kimse onlarla konuşmadı."
"Ah. gerçekten mi?" Kadın neşelendi. Sonra yüzü gölgelen-
di. "Kendilerini ne kadar yalnız hissetmişlerdir." Güneşin par-
lak ışıklarını engellemek için elini alnına kaldırarak, kumsal
boyunca her iki yanına baktı. "Merhaba?" diye seslendi, diğer
elini, temkinli bir kediye uzatır gibi uzatarak. "Lütfen, sorun
yok. Korkmayın. Bana gelebilirsiniz."
Adam -derin derin iç çektikten sonra- kadını boş havayla
konuşur bırakarak Katalist'in taştan heykeline yürüdü; taştan
ellerinde kılıcı tutan heykele.
Sessizlik içinde heykele bakarken, berrak, kahverengi göz-
lerinden bir gözyaşı damlası süzüldü ve sert, traşlı yüzün de-
rin çizgilerinin arasında kayboldu. Arkadaşı diğer yanakta kay-
dı, adamın omuzlarında dalgalanan gür, siyah saçların üzerine
düştü. Adam derin, ürpertili bir nefes alarak elini uzattı ve rüz-
gârla birlikte cesurca dalgalanan portakal renkli ipek flamayı
-şimdi yıpranmış, lime lime olmuştu- hafifçe tuttu. Onu hey-
kelin boynundan çıkardı, ipek parçasını elleriyle düzeltti ve
dikkatle üzerindeki uzun, beyaz cüppenin cebine koydu. İnce
parmakları uzanıp heykelin yıpranmış yüzünü okşadı.
"Dostum," diye fısıldadı, "beni tanıdın mı? Bildiğin oğlan
çocuğu değilim artık, o sefil ruhunu kurtardığın oğlan çocuğu
değilim." Elini serin taşa bastırdı. "Evet, Şaryon," diye mırıldan-
dı, "beni tanıdın. Hissediyorum."
Yarım bir gülümseme ile gülümsedi. Gülümsemesi, eski-
den olduğu gibi acı değildi. Gülümsemesi hüzünlüydü, piş-
manlık doluydu. "Durumumuz tersine döndü, Peder. Bir za-
manlar ben taş gibi soğuktum, senin sevgin ve merhametin ile
ısındım. Şimdi dokununca eti buz gibi gelen sensin. Keşke
-çok geç öğrendiğim- sevgim seni ısıtabilse!"
19

ITİAR.GARfT UJEİS & 1"R£CY HlCKJHAn


Acıya boğularak başını eğdi ve gözyaşlarının perdelediği
bakışları heykelin, taştan kavrayışı ile kılıcı tutan ellerine kay-
dı.
"Bu da ne?" diye mırıldandı.
Heykelin ellerini dikkatle incelediğinde, kılıcın üzerinde
durduğu avuçların, sanki çekiç ve keski ile vurulmuş gibi çat-
lamış, oyulmuş olduğunu gördü. Taştan parmakların çoğu kı-
rılmış, sakatlanmıştı.
"Kılıcı almaya çalıştılar!" dedi. "Ve sen vermedin!"
Heykelin yaralı ellerini kendi elleri ile okşarken, ölü oldu-
ğunu düşündüğü öfkenin bir kez daha içinde hayata döndü-
ğünü hissetti. "Ne acılara tahammül etmiş olmalısın! Ve biliyor-
lardı bunu! Onlar etini oyarken, kemiklerini kırarken savun-
masızca durdun! Her darbeyi hissedeceğini biliyorlardı, ama
aldırmadılar. Neden aldırsınlar ki?" diye sorguladı acı acı.
"Haykırışlarını işitmiyorlardı!" Adamın elleri silahına gitti, du-
raksayarak dokundu. Eli, içgüdüyle taştan kılıcın kabzasına
dolandı. "Anlaşılan boş yere gelmişim..."
Adam aniden konuşmayı bıraktı. Kılıcın hareket ettiğini
hissetmişti! Öfkesi içinde hayal gördüğünü düşünerek, sanki
taştan kınından çekmek ister gibi taştan silahı çekiştirdi. Hay-
retler içinde, kılıcın kolaylıkla dışarı kaydığını hissetti; şaşkın-
lıktan neredeyse yere düşürecekti onu. Elinde tutarken, soğuk
taşın dokunuşu ile ısındığını hissetti ve o şaşkınlık içinde iz-
lerken, taş metale dönüştü.
Adam Karakılıç'ı ışığa kaldırdı. Ölmekte olan güneşin ışın-
ları kılıca çarptı, ama yüzeyinde alevler parlamadı. Metali si-
yahtı, güneşin ışıklarını emiyordu, yansıtmıyordu. Uzun daki-
kalar boyunca silaha baktı. Bir parçası, kadının sesini dinliyor-
du; onun kumsalda uzaklaştığını, görünmeyen birine ya da bi-
20

KfiRAKJLIÇln HAFERJ
rilerine seslendiğini duyabiliyordu. Onu izlemedi. Yılların de-
neyimi sonucu, kadın onun varlığından habersiz görünse de,
asla uzaklaşmayacağını biliyordu. Bakışları ve düşünceleri kı-
lıca odaklandı.
"Senden kurtulduğumu sanıyordum," dedi, sanki canlı bir
şeymiş gibi silahla konuşurken. "Tıpkı kendi yaşamımdan kur-
tulduğumu sandığım gibi. Onu sana verdim, Katalist ve sen bu
fedakârlığı kabul ettin, sonra memnunlukla ölüme yürüdüm."
Gözleri beyaz kumsalda yuvarlanan gri sislere kaydı. "Ama
ölüm orada değil..."
Sustu, eli kılıcın kabzasını daha sıkı kavradı, şimdi daha
yaşlı olduğundan, bir adamın gücüne sahip olduğundan, nasıl
eline daha iyi uyduğunu fark etti. "Ya da belki de oradadır,"
dedi bir an düşündükten sonra, gür, siyah kaşlan bir araya ge-
lerek. Bakışlan kılıca döndü, sonra gözleri heykelin görmeyen
gözleriyle buluştu. "Haklıydın, Peder. Bu bir kötülük silahı.
Onunla temas kuran herkese acı ve üzüntü getiriyor. Ben, ya-
ratıcısı bile güçlerini anlamıyor, kavramıyomm. Sırf bu yüzden
bile tehlikeli. Yok edilmeli." Adamın bakışları bir kez daha,
kaşlarını çatarak, gri sislere kaydı. "Ama şimdi bir kez daha ba-
na verildiğine göre..."
Sanki telaffuz etmediği bir sorunun yanıtı gibi, deri km
heykelin ellerinden düştü ve adamın ayaklarının dibinde,
kumların üzerinde uzandı. Adam almak için eğildi, sonra de-
risine ılık bir şey damlayınca irkildi.
Kan.
Adam şaşkınlık içinde bakışlarını kaldırdı. Heykelin ellerin-
deki çatlaklardan kan sızıyor, taştan etin içindeki derin yarık-
lardan süzülüyor, kırık, taştan parmaklar boyunca akıyordu.
"Lanet olsun onlara!" diye haykırdı adam öfke içinde.
21

tTİARCAREt UİEIS §• ÎRACY HlCKIHAn


Ayağa kalkarak Katalist heykeline döndü, yalnızca ellerin-
den kan değil, taştan gözlerinden gözyaşları da aktığını gördü.
"Bana hayatımı verdin!" diye haykırdı adam. "Onu sana ge-
ri veremem, Peder, ama en azından sana ölümün huzumnu
verebilirim! Almin adına, artık sana işkence edemeyecekler!"
Adam Karakılıç'ı kaldırdı ve silah ürkütücü, beyaz-mavi bir
ışıkla parlamaya başladı. "Sonunda, ruhun huzur içinde yatsın,
Şaryon!" diye dua etti adam ve bedenindeki tüm güçle, kılıcı
heykelin taştan göğsüne sapladı.
Karakılıç kullanıldığını anladı. Mavi ışık kılıç boyunca do-
landı, büküldü, silah ona yaşam veren dünyanın büyüsünü su-
suzlukla içerken, adamın kollarında kabardı. Taşın derinlikle-
rine, heykelin taştan kalbine saplandı.
Heykelin soğuk, kıpırtısız dudaklarından bir haykırış kop-
tu -kulaklarla değil, aıhla işitilen bir haykırış. Kılıcın çevresin-
deki taş çatlamaya, ufalanmaya başladı. Heykelin bedenine,
Katalist'in acı dolu sesini boğan kırılma, sürtünme sesleri ile
birlikte çentikli çizgiler yayıldı. Bir kol omuzdan kırıldı. Göğüs
parçalara ayrıldı ve gövdeden düştü. Kafa boyundan çatladı ve
kumların üzerine yuvarlandı.
Adam kılıcı çekip kurtardı. Gözyaşları ile körleşmişti, göre-
miyordu, ama taşın parçalanmasını duyabiliyordu ve sevmeyi
çok geç öğrendiği adamın »ldüğünü anladı.
Karakılıç'ı kumların üzerine fırlatarak ellerini gözlerine bas-
tırdı, öfke ve acı gözyaşlarını durdurmaya çalıştı. Derin, titrek
bir nefes aldı.
"Bunu ödeyecekler," diye yemin etti boğuk bir sesle. "Al-
min adına, ödeyecekler..."
Bir el koluna dokundu. Alçak, gür bir ses tereddütle ko-
nuştu. "Oğlum? Joram?"
22

KARAKJLİÇHİ ZAFERİ
Başını kaldıran adam bakakaldı.
Taştan bedenin yıkıntıları arasında Şaryon dumyordu.
Titreyen elini uzatan Joram, Katalist'in kolunu tuttu ve par-
maklarının altında canlı etin sıcaklığını hissetti.
"Peder!" diye haykırdı kırık bir şekilde ve Saryon'u sıkı sı-
kı kucakladı.
23

2
VE ELLERİNDE...
İki adam birbirlerine sarıldılar, sonra ayrıldılar. Her biri, bir
diğerini dikkatle süzdü. Joram'ın gözleri Katalist'in ellerine git-
ti, ama Şaryon telaşla onları kavuşturdu ve cüppesinin yenle-
rine sakladı.
"Sana ne oldu, oğlum?" Katalist tanıdık, ama çok farklı, sert
yüzü inceledi. "Neredeydin?" Şaşkın bakışları sıkı ağızm çevre-
sindeki derin çizgilere, gözlerin çevresindeki ince çizgilere git-
ti. "Zamanın izini kaybetmişim, anlaşılan. Yalnızca bir yıl geç-
tiğine yemin edebilirdim -kanımı yalnızca bir kışın dondurdu-
ğuna, başımın üzerinde yalnızca bir yazın güneşinin parladığı-
na yemin edebilirdim. Ama senin yüzünde uzun yılların izleri-
ni görüyorum!"
Joram'ın dudakları konuşmak için aralandı, ama bir feryat
onu engelledi. Döndüğünde, kadının hayal kırıklığı içinde,
umarsızca kumların üzerine çöktüğünü gördü.
"Bu kim?" diye sordu Şaryon, kadına doğru yürüyen Jo-
ram'ı takip ederken.
Joram dostuna bir bakış fırlattı.
"Bana ne dediğini hatırlıyor musun, Peder?" diye sordu
sertçe. "Damadın armağanı hakkında. 'Ona tek verebileceği-
min acı olacağını,' söylemiştin."

KARAKiLiçın ZAFERJ
"Kutsal Almin," diye soludu Şaryon üzüntü içinde, kumsal-
da oturmuş ağlayan, altın saçlı kadını o anda tanıyarak.
Kadına yürüyen Joram eğildi ve ellerini onun omuzlarına
koydu. Sert ifadesine rağmen, dokunuşu nazik, sevgi doluydu
ve kadın ona teslim olarak, onun kendisini ayağa kaldırması-
na izin verdi. Başını kaldırarak doğrudan Katalist'e baktı, ama
iri, aşırı parlak gözlerinde tanıma belirtisi yoktu.
"Gwendolyn!" diye mırıldandı Şaryon.
"Artık benim karım," dedi Joram.
"Buradalar." Gwen hüzünle, Joram'a dikkat etmiyor gibi
konuşmuştu. "Hepsi çevremde, ama benimle konuşmuyorlar."
"Kimden bahsediyor?" diye sordu Şaryon. Kumsal onlar ve
uzaktaki diğer taş Gözetçi dışında boştu. "Çevremizde olan
kim?"
"Ölüler," diye yanıt verdi Joram, kadını göğsüne çekip,
güçlü göğsüne yaslanan altın başı teselli ederek.
"Ölüler mi?"
"Kanm artık canlılarla iletişim kurmuyor," diye açıkladı Jo-
ram, sesi, uzun zaman önce acısına alışmış gibi ifadesiz. "Yal-
nızca ölülerle konuşuyor. Ona bakan, onu koruyan ben olma-
saydım," diye ekledi yumuşak bir sesle, eliyle altın saçları ok-
şayarak, "sanırım onlara katılırdı. Yaşamla tek bağı benim. Be-
ni takip ediyor, beni tanıyor gibi, ama benimle hiç doğrudan
konuşmuyor, ismimi söylemiyor. Son on yıl boyunca, bir kez
dışında benimle hiç konuşmadı."
"On yıl!" Saryon'un gözleri iri iri açıldı, sonra kısılarak Jo-
ram'ı dikkatle inceledi. "Evet, tahmin etmeliydim. Demek her
nereye gittiysen, bizim bir yılımıza karşılık orada on yıl geçti."
"Bunun olacağını bilmiyordum," dedi Joram, kalın, siyah
kaşları çatılırken. "Ama düşünsem, tahmin edebilirdim." Bir
25

rfİARCAREt UİEIS & tRİVCY HlCKHlAn


süre düşündükten sonra ekledi, "Burada, merkezde zaman ya-
vaş akıyor, dışa doğru yayıldıkça hızlanıyor."
"Anlamıyorum," dedi Şaryon.
"Hayır." Joram başını salladı. "Diğerleri de anlamayacak..."
Sesi öldü. Dalgın dalgın Gwendolyn'in saçlarını okşarken,
kahverengi gözleri uzaklardaki Thimhallan topraklarına gitti.
Güneş yok olmuş, gökyüzünde yalnızca hızla solan bir ışık bı-
rakmıştı. Kumsalda gölgeler toplandı, orada duranları Gözetçi-
ler'in gözlerinden gizledi. Zaten sessiz, çılgınca haykırışlarını
kimse duymamıştı.
Kimse konuşmadı. Sanki kumların, ovaların, ormanların,
dağların ötesini görmek istercesine dikkatle uzaklara bakan
Joram, bir karar vermeye çalışır gibiydi.
Şaryon, onu rahatsız etmekten korkarak sessiz kaldı. Kafa-
sı bir sürü soruyla dolu olmasına rağmen, yalnızca bir soru
alev alev bir demirhanenin parlak ışığı ile yanıyordu ve bu so-
runun yanıtının, tüm diğerlerine ışık tutacağını biliyordu. Ama
Şaryon o soruyu sormaya cesaret edemiyordu, yanıttan korku-
yordu.
Sessizlik içinde, Gwendolyn'e bakarak bekledi. Kadın, ko-
casının güçlü kolunun koruması altından, hüzünlü ve özlem
dolu bir yüzle çevrelerinde yoğunlaşan karanlığa bakıyordıu.
Joram sonunda başını Salladı, siyah saçları yüzünün çevre-
sine döküldü, düşünceleri gezindikleri hangi ülkeyse, oradan
üzerinde durdukları kumsala döndü.
Gwendolyn'in soğuk gece havasında titrediğini hisseden
Joram ıslak pelerinini bedenine sardı. "Düşünseydim, tahmin
etmem gereken bir şey daha," dedi, Şaryonla konuşarak, "Ka-
rakıhç'ın seni tutsak eden büyüyü bozacağıydı. Ama tahmin
edemedim. Yalnızca sana huzur vermek istemiştim..."
26

KARAKJLIÇin HAFERİ
"Biliyorum, oğlum. Ve bunu memnunlukla karşıladım.
Dehşetini hayal edemezsin..." Şaryon gözlerini kapattı.
"Hayır, edemem!" dedi Joram, sesinde öfke yanarak. Ka-
ranlığın içinde çatık kaşlı yüzü gören Gwendolyn ondan uzak-
laşmak istedi. Joram onun korkusunu görünce, kendine hâkim
olmak için büyük çaba gösterdi. "Burada, benimle olduğun
için minnettarım, Şaryon," diye ekledi soğuk, ölçülü bir sesle.
"Benimle kalacaksın, değil mi?"
"Elbette," dedi Şaryon kararlılıkla. Kaderi Joram'ın kaderi-
ne bağlıydı. Amacı ne olursa olsun.
Joram aniden gülümsedi; kahverengi gözler ısındı, omuzla-
rı, sanki büyük bir yük üzerinden kalkmış gibi gevşedi. "Te-
şekkür ederim, Peder," dedi. Bakışlarını Gwen'e çevirdi, kolu-
nu ona doladı. Kadın tereddütle ona yanaştı. "O zaman, sen-
den bir iyilik isteyeceğim, eski dostum. Karıma gözkulak ol.
Onu koru. Yapmam gereken çok şey var ve her zaman onun
yanında kalamayabilirim. Benim için bunu yapar mısın?"
"Evet, oğlum," dedi Şaryon, ama içten içe kendi kendine
korkuyla sordu, Ne yapman gerekiyor?
"Bu Rahip'le kalır mısın, hayatım?" dedi Joram karısına na-
zikçe. "Onu eskiden, uzun zaman önce tanıyordun."
Gwendolyn'in mavi gözleri Saryon'a gitti, aklı karışmış gi-
bi baktı. "Neden benimle konuşmuyorlar?" diye sordu.
"Hanımefendi," dedi Katalist çaresizce, nasıl yanıt verece-
ğini bilemeyerek, "Thimhallan'ın ölüleri yaşayanlar ile konuş-
maya alışık değillerdir. Yüzlerce yıldır kimse onları dinlemeye
çalışmadı. Belki seslerini kaybetmişlerdir. Sabırlı ol."
Kadına güven verircesine gülümsedi, ama gülümsemesi
hüzünlüydü. Merilon'un kapısının önünde duran, elinde bir
buket çiçek tutan neşeli, canlı, on altı yaşındaki kızı düşün-
27

ITİAReARIf UJEİS 8t 1"R£CY HıcuniAn


mekten kendini alamıyordu. Mavi gözlere baktığında, onları
parlak kılan, aşkın ilk şafağını hatırladı. Artık Gwen'in gözle-
rindeki tek ışık, deliliğin tekinsiz ışığıydı. Şaryon, onun yaşa-
yanların dünyasından ölülerin gölgeli âlemine çekilmesine se-
bep olan, ne türde korkunç olaylar yaşadıklarını merak ede-
rek ürperdi.
"Sanırım bir şeyden korkuyorlar," dedi kadın ve Şaryon
onun kendisiyle ya da kocasıyla değil, boş havayla konuştu-
ğunu fark etti, "ve çaresizce birisine söylemek, uyarmak isti-
yorlar. Konuşmak istiyorlar, ama nasıl konuşacaklarını hatırla-
mıyorlar."

Şaryon, kadının söylediklerinin içtenliği karşısında şaşıra-


rak Joram'a baktı.
"Gerçekten..."
"Onları görüyor mu? Onlarla konuşuyor mu? Yoksa deli
mi?" Joram omuzlarım silkti. "Bana dediler ki," -durdu, kara
kaşları bir araya geldi- "Bu konularda deneyimli biri bana,
onun bir Ölüçağıran, yani ölüler ile iletişim kurabilen, eskinin
güçlü sihirbazlarından olabileceğini söyledi. Eğer bu doğruy-
sa, oldukça uygun düşüyor" -Joram'ın dudakları acı bir yarım
gülümseme ile büküldü- "Ölü bir adamla evli olduğuna göre."
"Joram," dedi Şaryon, sonunda zihninde yanan korkunç
soruyu telaffuz etmeyi başararak, "neden geri döndün? Neden
şeye döndün... şeye..." Joram'ın kahverengi gözlerindeki ifa-
deden sorunun beklendiğini okuyarak tereddüt etti.
Ama Joram yanıt vermedi. Eğilerek, kumların üzerinden
Karakıhç'ı aldı, dikkatle deri kınına kaydırdı. Elleri yumuşak
derinin üzerinde oyalandı, okşadı, kuşkusuz onu hediye eden
adamı düşünüyordu.
"Ekselansları," diye Joram'ın kendi kendine, başını sallaya-

KARfıKJLIÇin ZAFERİ
rak mırıldandığını duyduğunu sandı Şaryon.
"Joram?" diye ısrar etti Şaryon.
Joram, Gözetçiler'in sessiz haykırışları gibi çevrelerinde
yankılanan, telaffuz edilmemiş soruyu yine yanıtlamadı. Cüp-
pesini ve ıslak pelerinini çıkardı, deri kını çıplak göğsüne as-
tı, kılıcı, giysileri gizleyecek şekilde arkaya bıraktı. Kılıç rahat
bir konum aldığında -kının büyüsü kılıcın küçülmesini sağla-
mıştı- Joram beyaz cüppesini yine giydi, bir kemerle belini
sıktı ve pelerinini omuzlarına attı.
"Kendini nasıl hissediyorsun, Peder?" diye sordu aniden.
"Yolculuk yapabilecek kadar iyi misin? Bir sığmak bulup ateş
yaksak iyi olur. Gwendolyn üşüdü."
"Ben yeterince iyiyim," diye yanıt verdi Şaryon, "ama..."
"Güzel. Gidelim." Joram öne bir adım attı, sonra Saryon'un
elini kolunda hissedince durdu. Dönmedi ve Katalist onun çe-
virdiği yüzünü görmek için yaklaşmak zorunda kaldı.
"Neden döndün, Joram? Kehanet'i yerine getirmek için mi?
Dünyayı yok etmeye mi geldin?"
Joram Katalist'e bakmadı. Gözleri önündeki dağlardaydı.
Gece çökmüştü. İlk parlak gece yıldızları gökyüzünde par-
lıyordu, çentik çentik tepeler önlerinde, karanlıkları sayesinde
görülebiliyordu. Joram o kadar uzun süre sessizlik içinde dur-
du ki, ay dünyanın siyah kenarından doğdu -tek, beyaz, ka-
yıtsız gözü, Sınır'ın kumsallarında duran üç şekle dik dik bak-
tı.
Ayın ışığı altında, Şaryon, Joram'ın dudaklarının yarım bir
gülümseme ile karardığını gördü.
"Benim için on yıl geçti, dostum, babam, eğer sana böyle
hitap edebilirsem."
Katalist konuşamadan başını salladı. Joram uzanarak Sar-
2')

nİARPARft UJEİS fi- ÎRACY HlCKIHAn


yon'un ellerini kavradı, ama elinden gelse, Katalist onu durdu-
racakmış gibi gelmişti. Ama Joram onları sıkı sıkı tuttu. Avu-
cundaki ellere bakarak devam etti. "On yıl boyunca bir başka
dünyada, bir başka hayatı yaşadım. Bu dünyayı hiç unutma-
dım, ama dönüp baktığımda, sanki sislerin içinden görüyor gi-
biydim. Güzelliğini, harikalarını hatırlıyordum ve geri dönme-
min sebebi... sebebi..." Aniden durdu.
"Nedir?" dedi Şaryon, belli etmeden ellerini çekmeye çalı-
şarak.
"Fark etmez," diye yanıt verdi Joram. "Bir gün söylerim sa-
na. Şimdi değil."
Gözleri Saryon'un ellerindeydi.
"Kehanet ne diyor, Peder?" diye sordu yumuşak sesle.
"Şöyle bir şey demiyor muydu, -'Ve geri döndüğü zaman,
elinde dünyanın yıkımını tutuyor olacak.'"
Joram aniden, herhangi bir uyarı olmadan Saryon'un kol
yenlerini ittirdi. Şaryon kızararak ellerini örtmeye çalıştı, ama
çok geçti. Ayışığı, bileklerindeki ve avuçlarındaki uzun, beyaz
yaraların, çarpık ve şekilsiz iyileşmiş kırık parmakların üzerin-
de parladı. Joram sertçe dudaklarını birbirine bastırdı.
"Hiçbir şey değişmemiş. Hiçbir şey değişmeyecek." Rahip'i
bırakan Joram kumların arasında, dağlara doğnı yürüyüp
uzaklaştı.
Şaryon, gece havasına kendisi ile konuşması için seslenen
Gwendolyn ile kaldı.
"Yıkım benim elimde değil," dedi Joram acı acı. Karanlık
çevresinde kapandı, yükselen rüzgâr ayak izlerini kumlardan
sildi. "Benim değil, onların elinde!"
Yarı dönerek arkasına baktı. "Geliyor musunuz?" diye sor-
du sabırsızca.
30

3
YILDÖNÜMÜ
"Kardinal Radisovik?"
Kardinal okuduğu kitaptan başını kaldırdı ve ona seslene-
nin kim olduğunu görmek için döndü. Cam penceredeki kar-
maşık şekillerin arasından ışıyan, erken sabahın parlak günışı-
ğında gözlerini kırpıştırdı, ama yalnızca çalışma odasının kapı-
sında duran karanlık bir şekil gördü.
"Benim, Mosiah, Kardinal Hazretleri," dedi genç adam, Ka-
talist'in kendisini tanımadığını fark edince. "Umarım sizi rahat-
sız etmiyorumdur. Ediyorsam, başka zaman gelebilirim..."
"Hayır, etmiyorsun, oğlum." Kardinal kitabını kapattı, eliy-
le genç adamı yakına çağırdı. "Lütfen, içeri gir. Seni son za-
manlarda sarayda görmedim."
"Teşekkür ederim, efendim. Artık Karabüyücüler ile yaşı-
yomm," diye yanıt verdi Mosiah, odaya girerken. "İşlerim ço-
ğu zaman beni demirhanede tuttuğu için onların yanına taşın-
mak en kolayıydı."
"Evet." Kardinal başını salladı. Demirhaneden bahsedilince
yüzü hafifçe karardı, ama gölge hızla geçip gitti. "Daha dün
kentin, Karabüyücüler'in inşa ettiği yeni kısmındaydım. Bu ka-
dar kısa sürede başardıkları işlerden etkilendim. Evleri rahat
ve konforlu. Hızla, pek az Yaşam kullanılarak yapılabiliyor.

ITIARPAKEÎ U/EİS Ö ÎRACY HlCKITlAn


İnşaatta kullandıkları taşın adı nedir?"
"Tuğla, Kardinal Hazretleri," dedi Mosiah, içten içe gülüm-
seyerek. "Ve taş değil. Çamur ve samandan yapılıyor, kalıpla-

ra dökülüyor ve güneş altında pişirilip sertleştiriliyor."


"Evet, biliyorum," diye yanıt verdi Kardinal. "Geçen yıl
Prens Garald ile beraber köylerine gittiğimizde bu... tuğlala-
rı... nasıl yaptıklannı gördüm. Bir sebepten, tuğla sözcüğü ak-
lımda kalmıyor." Bakışları Mosiah'tan pencerenin dışındaki sa-
ray bahçesine gitti. "Bilmek ilgini çekecektir," diye sözlerine
devam etti Kardinal Radisovik, "asillere, Tarla Büyücüsü evle-
rini inşa ederken bu yöntemi kullanmalarını tavsiye ettim. Al-
banaralann çoğu dün benimleydi, konutları incelediler ve en
azından ikisi bunların mevcut yapılardan çok daha üstün ol-
duğu konusunda benimle aynı fikirdeydi."
"Ya diğerleri, efendim?" diye sordu Mosiah. Annesi, baba-
sı, pek çok erkek ve kız kardeşleri ile, büyüyle genişletilmiş,
ölü bir ağaç gövdesinde yaşamış eski bir Tarla Büyücüsü ola-
rak, doğal iklimin öngörülemez zorluklarına tahammül etmek
zorunda olanlar için tuğla binalann sıcaklığının, kuruluğunun
nasıl bir nimet olacağını biliyordu.
"Sanırım hepsi kabullenecek," dedi Radisovik yavaşça.
Okumaktan yorgun düşmüş gözlerini ovuşturarak başını salla-
dı, gülümsedi. "Dürüst dlacağım, Mosiah. Sözde Teknolojinin
Karanlık Sanatları ile karşı karşıya kalınca... şok geçirdiler.
Ama artık Karabüyücüler Sharakan'm kent duvarlarının içinde
yaşadığına ve becerilerini herkesin görmesi için teşhir ettikle-
rine göre, halkın zaman içinde teknolojiye daha çok alışacağı-
na ve bunu insan doğasının bir parçası olarak kabulleneceği-
ne inanıyorum."

Mosiah Kardinal'in, bu sözcükleri söylerken kaşlarını çattı-


32

KARAKjLIÇin ZAFERİ
ğım ve ardından içini çektiğini gördü.
"İnsan doğasının, savaşa yol açan bir parçası. Düşündüğü-
nüz bu muydu, Kardinal Hazretleri?" diye sordu Mosiah yumu-
şak sesle. Eli dalgın dalgın, ceviz ağacından büyüyle ve sev-
giyle şekilendirilmiş masanın üzerinde, yakınında duran bir ki-
tabın kapağını açtı.
"Evet, buydu," dedi Radisovik, Mosiah'a keskin gözlerle
bakarak. "Zeki bir gençsin."
Mosiah kızardı, memnun olmuştu, ama utanmıştı da. Kita-.
bı kapattı, eliyle deri cildi okşadı. "Teşekkür ederim, efendim,
ama böyle bir övgüyü haketmiyorum. Ben de aynı şeyi düşü-
nüyordum..." Duygularından bahsetmeye alışık değildi, tered-
düt etti. "Özellikle de çalışırken. Bir mızrak ucu yapıyorum ve
yaparken, bunun... bunun birini öldüreceğini düşünüyorum.
"Ah, Prens Garald'm aksini söylediğini biliyorum," diye ek-
ledi Mosiah telaşla, sözlerinin hükümdarını eleştirdiğini dü-
şündüreceğinden korkarak. "Mızraklar gözdağı vermek için
kullanılacak ya da... en fazla atadamlara karşı kullanılacak. Yi-
ne de, merak etmekten kendimi alamıyorum."
"Merakında yalnız değilsin, Mosiah," dedi Kardinal Radiso-
vik. Ayağa kalktı, pencereye yürüdü ve görmeden dışarıyı sey-
retmeye başladı. "Prens Garald üstün bir genç. Bildiğim en üs-
tün genç ve onun çocukluktan erkekliğe büyümesini izleyen
birinin avantajlı konumundan konuşuyomm. Albanaralarm
en iyi, en asil özelliklerine sahip. Bu kadar genç biri için mu-
azzam bir bilgeliğe sahip. Bazen yalnızca yirmi dokuz yaşında
olduğunu unutuyorum. Sık sık," -Kardinal'in sesi yumuşadı-
"senin arkadaşının karanlık ruhuna getirdiği ışığı düşünüyo-
rum. Adı neydi?"
"Joram," dedi Mosiah.
33

rrtAR£AR£Î U7EIS ft tR£CY HlCKJIIAn


Genç adamın sesindeki acıyı duyan Kardinal pencereden
döndü. "Üzgünüm," dedi nazikçe. "Eski yaraları açmak isteme-
miştim."
"Hayır, önemli değil, Kardinal Hazretleri," dedi Mosiah.
"Ne demek istediğinizi anlıyorum. Garald ona onur ve asale-
tin gerçek anlamını göstermeseydi Joram... yaptığı şeyi asla
yapmazdı."
"Garald ona bunu gösterdi, evet. Ama yüreğini sevgiye ve
fedakârlığa açan Katalist oldu. Tuhaf bir adam, bu Peder Şar-
yon," dedi Kardinal, Mosiah'tan çok kendi kendine konuşarak.
"Ve olaylar tuhaf ve trajik bir biçimde gelişti. Joram hakkında-
ki gerçeği bildiğim konusunda tatmin olmadım henüz. Ya sen,
Mosiah?"
Som sessizce sorulmuşaı. Beklenmedik bir soruydu ve Mo-
siah'ı hazırlıksız yakaladı. Evet, elbette tatmin olduğunu söyle-
di, ama sesi alçaktı ve gözlerini Kardinal'in delici bakışların-
dan kaçırdı. Kendi kendine başını sallayan Radisovik bakışla-
rını güzelim bahçeye çevirdi.
"Ama asıl konumuzdan saptık," dedi, sohbeti çevirerek ve
arkasından gelen endişeli, huzursuz kıpırdanma seslerine gü-
lümseyerek. "Garald ve bu savaştan bahsediyorduk. Eğer
prensimin bir kusuru varsa, bu da yaklaşan savaşı sevinçle
karşılaması -elde etmek istediğimiz şeyleri unutma noktasına
kadar. Birliklerini dizmek, savaş büyücülerini doğru konumla-
ra yerleştirmek, onları ve katalistlerini eğitmek, Savaş Tahta-
sı'na götürmek- bu günlerde aklını meşgul eden şeyler bun-
lar.
"Ama savaşlar, ya zaferle ya da yenilgiyle sona erir ve so-
nuçlarına göre planlar yapılması gereklidir. Ama o konuyu
Majesteleri ile tartışmayı reddediyor." Radisovik kaşlarını çattı
34

KARAKJLIÇin ZAFERİ
ve Mosiah irkilerek, Sharakan'ın düşük kullarının kulakları
duysun diye söylenmemiş şeyleri duyduğunu fark etti. "Konu
Garald'a geldiği zaman kral körleşiyor. Onunla gunır duyuyor
-haklı olarak- ama parlak halenin içindeki gerçek adamı gö-
remiyor. Garald mutluluk içinde parlak oyuncak askerleri ile
oynuyor ve fethettiğimiz zaman Merilon'u ne yapacağımız gi-
bi sıradan konulan düşünmek için durmayı reddediyor. Şehre
kim hükmedecek? Deli olduğuna ilişkin söylentiler duysam
da, artık tahttan indirilmiş olan İmparator mu? Kilisenin başı
olarak Piskopos Vanya'nm yerini kim alacak? Bizimle ittifak
yapmayı reddeden asillere ne olacak? Diğer kent-devletler
özenle bu savaştan uzak durdular, ama bizim gittikçe güçlen-
diğimizi görüp bize saldırırlarsa ne olacak?
"Sonınları anlıyor musun?" diye sordu Kardinal Radisovik,
huzursuz Mosiah'a dönerek. "Ama ne zaman Garald'a bu ko-
nuları açsam, elini sallıyor ve, 'Bunun için zamanım yok. Ba-
bamla konuş,' diyor. Ve kral ters ters, 'Benim bu âlemle ilgili
yeterince sorunum var. Savaşla ilgili konuları oğlumla konuş!"
diyor."
Mosiah ayak değiştirdi, sessizce yere batacak kadar Ya-
şam'ı olup olmadığını merak etti. Genç adamın rahatsızlığını
gören ve neler söylediğini fark eden Radisovik kendine hâkim
oldu. "Kendi sonınlarımla seni rahatsız etmek istemiyomm,
genç adam," dedi.
Pencereden ayrılarak odayı aştı ve gelip, onu bir tür huşu
içinde izlemekte olan Mosiah'ın yanında durdu. Rahip'in her
hareketi saray entrikalarını yansıtıyordu; hatta altın çevrili cüp-
pesinin etekleri bile, Kardinal yürürken sırlar fısıldıyor gibiydi.
-"Almin'in yardımıyla, bütün bunlar çözülecek. Şimdi, buraya
bir şey için geldin ve ben önemsiz meselelerden bahsederek
35

nİARCARft \JUEIS & tRftCY HlCKPlAn


seni engelledim. Özür dilerim. Senin için ne yapabilirim?"
Düşüncelerini toparlaması Mosiah'ın bir dakikasını aldı, bu
arada Radisovik'in uygunsuz bir durumu halletmekteki beceri-
sini takdir etmekten kendini alamadı. Kardinal, Prens hakkın-
daki eleştirilerini güzelce "önemsiz meseleler" başlığı altında
toplamış, Almin'in kucağına bırakmış, incelikle, Mosiah'a duy-
duklarını unutması ve tanrıya güvenmesini emretmişti.
Mosiah bunu memnunlukla yaptı. Sharakan sarayı, bu gün-
lerde Merilon sarayıyla ilgili söylendiği gibi tehlikeli bir yer de-
ğildi. Yine de, hiçbir kraliyet sarayı gerçekten güvenli olmaz-
dı ve Mosiah daha baştan çok fazla ya da çok şey bilmenin hiç
de iyi bir şey olmadığını öğrenmişti.
"Soracağım şey kadar basit bir konuyla sizi rahatsız ettiğim
için baştan özür dilerim, Kardinal Radisovik," dedi genç adam.
"Ama... benim için önemli... ve savaş durumunda olduğu-
muzdan, başka hiçbir katalist sizin onayınız olmadan yapma-
yı kabul etmiyor."
"İstediğin nedir, oğlum?" diye sordu Radisovik, aniden so-
ğuk ve ihtiyatlı olan ılımlı bir ses tonuyla.
"Ben... ben benim için bir Koridor açmanızı rica etmeye
geldim, efendim."
"Sharakan'dan ayrılmak istiyorsun," dedi Radisovik yavaş-
»
ça.
"Evet, efendim."
"Bu kentin büyülü sınırlarını geçmenin, yurttaşlarımızın
kendi iyilikleri için yasaklandığının farkmdasın. Bu günlerde
her tür yolculuk tehlikelidir, özellikle de kentimizin sakinleri
için. Şu anda Koridorlar'ı kendi Tfeon-Merimiz kontrol ediyor,
Duuk-tsarithlenn yardımıyla, elbette. Ama Merilon'un savaş
büyücülerinin Koridorlar'a girmeye teşebbüs etmesi her za-
36

KARAKjuçın ZAFERİ
man mümkün."
"Biliyorum, Kardinal Hazretleri," dedi Mosiah saygıyla, ama
kararlılıkla. "Ama bu yolculuk benim için önemli ve risk alma-
ya hazırım. Prens Garald'a bilgi verdim," diye devam etti, Ra-
disovik'in tereddüt ettiğini görünce. "Bana gitmem için izin
verdi. Ondan bir mesaj var elimde." Mosiah gömleğinin için-
den kristal bir küre çıkardı. Bir büyü sözcüğü söylenince, kü-
re Sharakan'ın genç ve yakışıklı prensinin imgesini yaratacak-
tı.
"Bu gerekli değil," dedi Radisovik, gülümseyerek. "Eğer
konuyu Prens Garald ile konuştuysan ve sana izin verdiyse, el-
bette bir Koridor açanm ve sana iyi yolculuklar dilerim. Şim-
di, nereye gitmek istiyorsun?"
"Sınırtoprakları'na," diye yanıt verdi Mosiah.
Radisovik irkildi, genç adama şaşkın bir ifade ile baktı.
"Ama neden..." Sonra kaşları düzeldi. "Ah," dedi yumuşak ses-
le. "Bugün yıldönümü."
"Evet, Kardinal Hazretleri," diye karşılık verdi Mosiah alçak
sesle. "Oraya hiç gitmedim. Karabüyücüler beni Yabantoprak-
lar'da buldukları zaman, canlıdan çok ölü gibiydim. Olan bi-
tenleri... çok daha sonrasına kadar duymadım. Gitmek iste-
dim, ama bir türlü yapamadım." Utanç içinde yere baktı. "Git-
meliydim, biliyorum, ama Saryon'u görmeye... değişmiş gör-
meye dayanamazdım..." Öksürerek boğazını temizledi.
"Biliyorum, oğlum. Anlıyorum." Radisovik elini genç ada-
mın omzuna koydu. "Çektiklerini duydum, korkunç olmalı.
Kendini daha güçlü hissedene kadar o korkunç yere gitmek
istemediğin için kimse seni suçlayamaz."
"Gitmeliyim. Gitmek zorundayım," dedi Mosiah inatla, san-
ki kendi kendisiyle tartışır gibi. "Bunun gerçek olduğuna ken-
37

ITIARCARJÎ UİEİS £c 1"RiicY HıCKniAn


dimi ikna etmek zorundayım. Gerçekten olduğuna. O zaman
belki kabullenebilir, anlayabilirim."
"Bir gün anlayacağımızdan şüpheliyim," dedi Radisovik,
genç adamı dikkatle izleyerek, gözleri açık, art niyetsiz yüzde-
ki ifadenin değiştiğini fark ederek. "Ama kuşkusuz olan biteni
kabullenmek zorundayız, aksi halde öfke ve acılık bizi kemi-
rir ve kendi hayatımızı yaşamaktan alıkoyar bizi."
Durdu, Mosiah'in başka bir şey söylemek isteyip istemedi-
ğini görmek için bekledi. Ama duyguları ile mücadele eden
genç adam konuşamıyor gibiydi. Kardinal hafifçe omuzlarım
silkti ve bir dua sözcüğü söyleyerek, odada bir Koridor açıl-
masını, havada oval bir boşluk oluşmasını sağladı,
"Almin'in takdisiyle git, Mosiah," dedi Radisovik, genç
adam kızarmış bir yüzle bir teşekkür mırıldanır, öksürürken.
"Umarım aradığın huzuru bulursun."
Koridor uzadı. Genç adam içeri adım attı ve kadimlerin
uzun zaman önce zaman ve mekân içinde oluşturdukları yol
arkasından kapandı. Mosiah kayboldu.
Alnını kırıştırarak arkasından bakan Kardinal Radisovik ba-
şını salladı. "Yüreğini hangi sır kemiriyor, genç adam?" diye
mırıldandı. "Merak ediyorum..."
Koridor o tanıdık sıkıştırma etkisi ile Mosiah'ın çevresinde
kapandı, sanki küçük, karanlık bir tünel boyunca sürükleniyor
gibiydi. Genç adam bir an dehşet verici bir panik yaşadı, bu
yoldan geldiği son seferi korkunç bir canlılık ile hatırladı...
Cadı ifadesiz bir yüzle bir sözcük söyledi ve sarmaşıkların
üzerinde tekrar dikenler çıkarken Mosiah korkuyla nefesini
tuttu. Bu sefer etini deliniyor, yalnızca rahatsız ediyordu.

KARAKJLIÇin HAFERJ
"Henüz değil," dedi cadı, solgun yüzdeki düşünceleri oku-
p gözlerin irileştiğini görünce. "Ama deriyi delene kadar
hüvümeye devam edecekler. Sonra kaslarını, sonra iç organla-
rını ve onlarla beraber hayatını. Şimdi, yine soruyorum. Adın
ne?"
"Neden? Ne fark eder ki?" diye inledi Mosiah. "Zaten bili-
yorsun!"
"Komik çocuk," dedi cadı ve bir sözcük daha söyledi. Di-
kenler azıcık büyüdü.
"Mosiah!" Başını acı içinde çevirdi. "Mosiah! Lanet olsun!
Mosiah, Mosiah, Mosiah..."
Sonra planları acı sislerini deldi. Mosiah boğulur gibi oldu,
sözcüklerini yutmaya çalıştı. Dehşet içinde izlerken cadı, Mo-
siah oldu. Yüzü -Mosiah'in yüzü. Giysileri-onun giysileri. Se-
si —onun sesi.
"Ona ne yapacağız?" diye sordu Savaş Büyücüsü alçak ses-
le. Hatasının acısını unutmadığı açıktı.
"Onu Koridor'a at ve Yabantopraklar'a gönder," dedi cadı
-şimdi Mosiah- ayağa kalkarak.
"Hayır!"
Mosiah, onu sürükleyerek ayağa kaldıran Savaş Büyücü-
sünün güçlü elleri ile mücadele etmeye çalıştı, ama en ufak bir
hareket bile dikenlerin bedenine saplanmasına sebep oluyor-
du. Acı dolu bir haykırış ile yere yığıldı, "foram!" diye haykır-
dı ümitsizce, Koridor'un karanlık boşluğunun yeşilliklerin
arasında belirdiğini görünce, "foram!" diye bağırdı, arkadaşı-
nın duymasını umarak, ama yüreğinde umutsuz olduğunu
bilerek. "Kaç! Bu bir tuzak! Kaç!"
Savaş Büyücüsü onu Koridor'a soktu. Koridor Mosiah'ın
üzerinde kapanmaya başladı. Dikenler etini deldi, kan derisi-
39

İTİARCARft U/EIS Q "ÎRACY HlCKJlIAn


nin üzerinde ılık ılık aktı. Dışarıya baktığı zaman şimdi ken-
disi olan cadının onu ifadesiz bir yüzle izlediğini gördü.
Sonra kadın ellerini açtı.
"Şimdi çok moda," dediğini duydu kendisinin.
Bundan sonra ne olmuştu, Mosiah emin olamıyordu. Kori-
dor'da bilincini yitirmişti. Günler sonra kendine geldiğinde,
Yabantopraklar'da Karabüyücüler'in kaba köyündeydi. An-
don, yaşlı, nazik önderleri, bir Theldara -bir otacı- ve Prens
Garald'm Karabüyücüler'in köyüne bizzat gönderdiği bir kata-
list yanındaydı. Mosiah dostlarının başına ne geldiğini söyle-
meleri için yalvardı, ama heryerden çok uzaktaki köyde kim-
se bilmiyordu -ya da söylemiyordu.
Takip eden haftalar uyanıkken acı, büyülü uykuya daldı-
ğında kâbuslarla doluydu. Sonra, onun duyacağı düşünülme-
miş bir konuşmada, Joram ile Peder Saryon'a neler olduğunu
duydu. Katalist'in trajik fedakârlığını, Joram'm kendi isteğiyle
Öte'ye gitmesini duydu.
Mosiah'm kendisi de ölüme yaklaşmıştı. Theldara her şeyi,
ama her şeyi denedi, ama Andon'a genç adamın büyülü Ya-
şam'ının onu kurtarmaya çalışmadığını söyledi. Mosiah aldır-
mıyordu. Ölmek, acı içinde yaşamaktan daha iyiydi.
Bir gün Andon ona Ziyaretçileri olduğunu söyledi, Prens
Garald'ın emriyle köye getirilen iki kişi. Mosiah onların kim ol-
duğunu tahmin edemiyordu ve aldırmıyordu da... Ve sonra
annesinin kollarını ona dolanmış, gözyaşları yaralarını yıkar-
ken buldu. Kulaklarında babasının sesi vardı. Anne babasının
kaba, işle yıpranmış elleri nazikçe, sevgiyle, oğullarını yaşama
döndürdü.
Acı ve ümitsizlik anıları Mosiah in üzerine üzerine geliyor-
40

KARAKjLIÇln ZAFERİ
Hu ve Koridor'un onu boğduğunu sandı. Neyse ki, yolculuk
kısa sürdü. Koridor açılırken panik duygusu çekildi. Ama deh-
şetin yerini, daha derin, ama hiç de az acılı olmayan duygular
aldı -acı ve ızdırap duyguları. Koridor'dan dışarı adım atan
Mosiah dişlerini sıktı, cesaretini topladı. Sınırtopraklan'nı daha
önce ziyaret etmiş olmasa da, neye benzediğini öğrenmişti ve
ne beklemesi gerektiğini biliyordu.
İnce, beyaz kumdan bir kumsal, orada burada yükselen,
daha ileride Öte'ye giden, sürüklenen sislerin yakınında tama-
men yok olan, kumsalı kemik kadar çıplak ve beyaz bırakan
ot kümeleri. Gözetçiler ve eti taşa çevrilmiş Şaryon bu kum-
salda olacaktı.
"Görüntü bekleyeceğin kadar korkunç değil," dediğini
duymuştu Mosiah, Prens Garald'ın, uzun zaman önce bir par-
tide. "Adamın taştan yüzündeki huzur insanı neredeyse kıs-
kandırıyor, çünkü bu, artık hiçbir yaşayan insanın bilmediği
bir huzur."
Mosiah kuşkuluydu. Bunun gerçek olduğunu umuyordu,
Saryon'un kaybettiği inancı bulduğunu umuyordu, ama inan-
mıyordu. Radisovik Garald'ın bir kuşum olduğunu söylemişti
-savaşa bayılıyordu. Bu doğruydu ve eğer bir kusuru daha
varsa, bu da insanlarda ve olaylarda gerçekten orada olanı de-
ğil, görmek istediğini görmesiydi.
Saryon'un taştan bedeni sonsuza dek Öte'ye, büyülü Sı-
nır'ın sonsuz spiraller ve burgaçlar halinde kendi kendilerine
dönen, dunnaksızın sürüklenen sislerine bakıyor olacaktı.
"Yabantopraklar sakin ve huzurlu bir yer," demişti Garald
kalabalığa ciddi bir sesle. "Oraya baktığında, kimse Ölüm Kı-
yısı'nda ne trajediler gerçekleştiğini hayal edemez."
Sakinlik...
41

ITİARPARft VJEİS 5: ÎRACY HiCKmAn


Huzur...
Koridor'dan kumların üzerine adım atan Mosiah, muazzam
bir rüzgâr esintisiyle dizlerinin üzerine çöktü.
Göremiyordu. Kumlar yüzünü acıtıyor, gözlerini açmayı
neredeyse imkânsız hale getiriyordu. Rüzgârın hızı inanılmaz-
dı, hayatı boyunca gördüğü hiçbir şeye benzemiyordu ve bir
zamanlar savaşan iki Sif-Hanar grubunun yarattığı fırtmalan
görmüştü. Ayağa kalkmaya çalıştı, ama bu kaybedilmeye mah-
kûm bir mücadeleydi ve yanından geçip giden, köklerinden
sökülmüş, bacaklarına takılan bitkiler gibi sürüklenip gidecek-
ti. Güçlü bir el uzanıp onun elini tutmasaydı.
Buna daha fazla dayanamayacağını bilen Mosiah hızla onu
ve onu kurtaran kişiyi çevreleyen büyülü bir kabarcık yarattı.
Koruyucu kabuk hemen ikisini de içine aldı, rüzgârı dışarıda
bıraktı, onları sessizlik ve sakinlik ile sarmaladı.
Gözlerindeki kumu süpüren Mosiah gözlerini kırpıştırdı,
imdadına yetişenin kim olduğunu görmeye çalıştı, herhangi
birinin Sınır'da ne işi olabileceğini merak etti. Dalgalanan por-
takal renkli bir ipek parçası görünce yüreği sıkıştı.
"Diyorum ki, eski dostum," dedi fazlasıyla tamdık bir ses,
"fena halde teşekkürler. Kabuk meselesi benim aklıma niye
gelmedi, bilmiyorum, gerçi asla kök salmayan, kumların üze-
rinde sıçrayarak giden bitkiler gibi yuvarlanırken oldukça eğ-
leniyordum. Ve yeni bir stil buldum. Buna Siklon diyorum.
Hoşuna gitti mi?"
42

4
BUNA SİKLON DİYORUM
Mosiah hoşnutsuz bir şaşkınlıkla büyülü kabarcığın içinde,
yanında duran şekle baktı.
"Simkin," diye mırıldandı, ağzına dolan kumlan tükürerek.
"Burada ne yapıyorsun?"
"Neden, bugün Almin Günü. Almin Günü'nde hep buraya
gelirim. Ne dedin? Bugün Perşembe mi? Eh," -omuzlarını silk-
ti- "dostlar arasında bir ya da iki günün ne önemi var ki?" Kol-
larını kaldırarak giysilerini teşhir etti. "Ne düşünüyorsun?"
Mosiah sakallı genç adama tiksinti içinde baktı. Simkin'in
giydiği her şeyin -mavi brokar ceketinden mor ipek yeleğine,
parlak yeşil pantolonuna kadar- içi dışına çıkmıştı. Yalnızca
bu kadar da değil, iç çamaşırlannı giysilerinin üzerine giymiş-
ti. Saçları kafasında diken dikendi ve normalde düz duran sa-
kalı her yöne fırlamıştı.
"Yine soytarı gibi göründüğünü düşünüyorum," diye mırıl-
dandı Mosiah. "Ve eğer sen olduğunu bilseydim, tepeüstü
dağlara çakılana kadar uçup gitmene izin verirdim!"
"Uçup gitmekten seni kurtaran bendim, unuttun mu?" dedi
Simkin tembel tembel. "Ne kadar kötü bir ruh hali içindesin.
Yüzün öyle donacak, seni daha önce de uyarmıştım. Aklıma
ölmeyip, uçup giden Tulkinghorn Dükü'nü getirdi. Neden ba-

ITİARCARff UJEIS S[ ÎRİİCY HlCKJTlAn


na karşısın, anlamıyorum, sevgili oğlum." Simkin bir ayna ya-
ratarak memnunlukla kendine baktı, etkiyi arttırmak için saka-
lını kabarttı.
"Ah, öyle mi?" diye şiddetle terslendi Mosiah. "O gece Ko-
ruluk'ta buluşacağımızı bilen bir avuç insan vardı -ben, foram,
Şaryon, sen ve, anlaşıldığı kadarıyla, Duuk-tsarith\ex\ Herhal-
de yalnızca tesadüftür, ha?"
Simkin aynayı indirerek inanamaz gibi Mosiah'a baktı. "Bu-
na inanamıyorum!" diye haykırdı trajik bir sesle. "Bunca za-
man benim size ihanet ettiğimden şüphelendin! Benim!" Ayna-
yı kumların üzerine fırlatan Simkin yüreğini tuttu. "Kırıldı! Kı-
rıldı!" diye inledi. "Ah, bu lekeli bedenin de çürüyüp gidece-
ğini bilmek."
"Kes şunu, Simkin," dedi Mosiah soğuk bir sesle, genç ada-
mın gırtlağına yapışıp boğmamak için kendini zor tutarak.
"Oyunların artık komik değil."
Titreşen gözkapaklarınm altından Mosiah'a bakan Simkin
aniden doğruldu, saçlarını düzeltti, giysilerini son derece uy-
gun ve muhafazakâr bir gri ipek, beyaz dantel, inci düğmeler
ve çok zevkli, leylak rengi bir kravata dönüştürdü. Bileklerin-
deki dantelleri düzelterek, kayıtsızca konuştu. "Böylesine bir
kızgınlığı içinde taşıdığını bilmiyordum. Daha önce söyleme-
liydin. Sana daha önce de söylediğim gibi, hain Saryon'du.
Kuşkusuz gerçeği öğrenmek için Prens Garald'ın kendi kay-
nakları vardı. Bana inanmıyorsan, ona sor."
"Sordum zaten," dedi Mosiah kaşlarını çatarak. "Ve hiçkim-
se, hiçbir şey bilmiyor... eğer bilecek bir şey varsa..."
"Ah, var ama," diye araya girdi Simkin.
Mosiah çileden çıkmışçasına başını salladı. "Katalist'in bize
ihanet etmesine gelince, Şaryon ve Joram hakkında uydurdu-
44

«ARAKJLlÇln ZAFERJ
- n o vahşi hikâyeyi biliyorum ve inanmıyorum. Peder Şaryon
asla bize ihanet etmezdi ve..."
" ..ve ben ederdim, öyle mi?" diye bitirdi Simkin sakinlik
içinde, saçlarını düzelterek. Elinin bir hareketi ile havadan
portakal renkli bir ipek parçası çekti ve burnuna götürdü.
"Haklısın, elbette," diye devam etti istifini bozmadan. "Size
ihanet edebilirdim, ama ancak olaylar can sıkıcı olmaya baş-
larsa. Ama buna gerek olmadı. İtiraf etmelisin, eski, güzel Me-
rilon'da oldukça heyecanlı zamanlar geçirdik."
"Bah!" Öfkeyle bakışlarını Simkin'den çeviren Mosiah ka-
buğunun koruması altından uçuşan kumlara, uluyan rüzgâra
baktı. "Yabantopraklar'da bunun gibi fırtınaların olduğunu bil-
miyordum. Ne kadar sürer?" diye sordu soğuk bir sesle, Sim-
kin ile sırf bilgi almak için konuştuğunu belli ederek. "Ve ya-
nıtını kısa tut!" diye ekledi acı acı.
"Olmaz ve uzun, çok uzun zaman," diye yanıt verdi Sim-
kin.
"Ne?" diye sordu Mosiah sinirle. "Ne demek istiyorsun, söy-
le?"
"Söyledim," diye terslendi Simkin, alınarak. "Bana kısa an-
mamı söylemiştin."
"Eh, belki o kadar da kısa değil," diye değiştirdi Mosiah,
burada kaldıkça kendini daha da huzursuz hissederek. Nere-
deyse öğle olmasına rağmen hava gece gibi karanlıktı ve git-
tikçe de karanyordu. Kabuk tarafından konmuyor olmalarına
rağmen, rüzgârın şiddetinin azalmadığını, tam tersine arttığını
anlayabiliyordu. Büyülü kabarcığı çevrelerinde tutabilmek için
gittikçe daha çok Yaşam enerjisi harcamak zonında kalıyordu.
Gücünün tükenmeye başladığını hissedebiliyordu ve bunu
uzun zaman devam ettiremeyeceğini biliyordu.
4S

IIİARCARft U/EIS & tRACY HlCKjTIAn


"Bana hakaret etmeye devam edecek misin?" diye sordu
Simkin kendini beğenmişçe. "Çünkü edeceksen, tek bir keli-
me bile etmeyeceğim."
"Hayır," diye mırıldandı Mosiah.
"Ve beni ihanetle suçladığın için özür diliyorsun, değil mi?"
Mosiah yanıt vermedi.
Ellerini arkasında kavuşturan Simkin şiddetle esen rüzgâra
baktı. "Acaba insan bir meşe gibi iri ve katı bir şeye çarpma-
dan önce ne kadar sürüklenir..."
"Tamam, üzgünüm!" dedi Mosiah öfkeyle. "Şimdi bana ne-
ler olduğunu anlat!"
"Pekâlâ." Simkin burnunu çekti. "Smırtoprakları'nda hiç fır-
tına olmaz. Büyülü sınırlarla falan ilgili olmalı. Ve bu yüzden,
bu fırtınanın ne kadar süreceği konusunda, uzun, çok uzun
zaman süreceği gibi bir his var içimde. Düşünmeye zahmet et-
meyeceğimiz kadar uzun, sanırım."
Bu sonuncusunu alçak sesle söyleyen Simkin'in yüzü, bü-
yülü kabuktan, rüzgârın uçurduğu kumlara bakarken gittikçe
ciddileşti.
"Bu şeyin içinde yürüyebilir miyiz?" diye sordu Simkin ani-
den. "Onu bizimle beraber hareket ettirebilir misin?"
"Ben... sanırım, evet," dedi Mosiah gönülsüzce. "Ama çok
fazla enerji alır ve ben şimdiden oldukça zayıfladım..."
"Endişelenme. Uzun sürmez," diye araya girdi Simkin. "O
tarafa git." İşaret etti.
"Biliyorsun, bu kabuğu yerinde tutmama yardım edebilir-
din!" dedi Mosiah, kumlara bata çıka ilerlerken. Hiçbir şey gö-
remediğinden nereye gittikleri hakkında en ufak bir fikri bile
yoktu.
"Mümkün değil," dedi Simkin. "Çok yorgunum. Giysileri-
46

«ARBKILIÇin HAFEBJ
nin uçuşup gitmesi, sonra tersyüz olmuş şekilde geri gelmesi
çok fazla enerji alıyor. Uzak değil."
"Ne uzak değil?"
"Katalist'in heykeli, elbette. Onu görmeye geldiğini düşün-
müştüm, öyle değil mi?"
"Nereden bildin? Ah, boşver," dedi Mosiah yorgun yorgun,
ayağının altından kayan kumların üzerinde sendeleyerek. "Bu-
raya sık sık geldiğini söyledin. Neden? Ne yapıyorsun?"
"Katalist'e arkadaşlık ediyorum elbette," dedi Simkin, Mo-
siah'a kendini üstün gören bir bakışla bakarak. "Sizlerin yapa-
mayacak kadar meşgul olduğunuz bir şey. Sırf adamcağızın ta-
şa dönmüş olması, duygularının olmadığı anlamına gelmiyor.
Bütün gün orada durup boşluğa bakmak fena halde sıkıcı ol-
malı. Kafana güvercinler konarken falan. Güvercinler ilginç ol-
sa, farklı olabilirdi. Ama, son derece sefil sohbetleri vardır.
Hem, ayakları gıdıklıyordur, sence de öyle değil mi?"
Mosiah kaydı ve düştü. Simkin uzanarak onu kaldırdı.
"Uzak değil," dedi genç adam güven verircesine. "Neredeyse
vardık."
"Eee, ne hakkında... ee... konuşuyorsunuz?" diye sordu
Mosiah, anlaşılmaz bir şekilde kendini suçlu hissederek. Dö-
nüştürme'ye mahkûm edilenlerin aslında canlı olduğunu bili-
yordu, ama onlarla konuşmanın, onlara bir miktar insan ilişki-
si sağlamanın mümkün olduğunu düşünmemişti hiç.
"Ne hakkında mı konuşuyoruz?" diye sordu Simkin, çevre-
sine bakmak için bir ah durarak; ama kör edici fırtınanın için-
de nerenin neresi olduğunu nasıl çıkardığı, Mosiah'ın anlama-
dığı bir şeydi. "Ah, evet. Doğru yöne gidiyomz. Birkaç adım
daha. Şimdi, nerede kalmıştım? Ah, evet. Eh, bizim heykelsi
dostumuza en son saray dedikodularını anlatıyorum. En yeni
47

ITlAReftRET UZEIS fr tRilCY HlCKJTlAn


modaları aktarıyorum, ama tepkilerinin bu kadar soğuk olma-
sını çok moral bozucu bulduğumu da söylemeliyim. Ve ona
kitap okuyorum."
"Ne?" Mosiah bu irkiltici ifade üzerine, kısmen biraz soluk-
lanmak ve gücünü yeniden kazanmak, kısmen Simkin'e hay-
retler içinde bakmak için kumların üzerinde debelenmeyi bı-
raktı. "Ona kitap mı okuyorsun? Ne? Metinler mi? Yazmalar mı?
Hayal edemiyomm, nasıl..."
"...bu kadar can sıkıcı şeyler mi okuyabiliyorum?" Simkin
tek kaşını kaldırdı. "Ne kadar da haklısın! Ah! Yazmalar!" Bu
düşünce karşısında solarak, portakal renkli ipek parçasıyla
kendini yelpazeledi. "Hayır, hayır, moralini yerinde tutmak
için ona neşeli şeyler okuyorum. Eski günlerde yaşamış, çalış-
kan bir adamın yazdığı oyunlardan oluşan kocaman bir kitap
buldum. Oldukça eğlenceli. Tüm karakterleri ben oynuyorum.
Dinle, bir kısmını ezberledim." Simkin trajik bir poz aldı.
'"Ama, şu pencereden hangi yumuşak ışık dökülüyor? Doğu-

dan geliyor ve Juliet camdan düştü. Ah, beni affet, seni kanlı
toprak parçası...'" Kaşlarını çattı. "Böyle miydi? Pek uymuyor
gibi." Omuzlarını silkerek devam etti. "Ya da, eğer ilmi bir ruh
halinde değilsek, ona şunu okuyorum."
Elinin bir hareketi ile deri ciltli bir kitap çıkardı ve Mosiah'a
uzattı. "Herhangi bir sayfayı aç."
Mosiah denileni yaptı. Gözleri irileşti. "Bu iğrenç!" dedi, ki-
tabı çarpıp kapatarak. Simkin'e dik dik baktı. "Bu... bu pisliği
ona... okuduğunu söylemiyorsun, değil mi..."
"Pislik mi! Seni köylü! Bu sanat!" diye haykırdı Simkin, ki-
tabı Mosiah'dan kapıp yoklara karıştırarak. "Dediğim gibi, mo-
ralini yüksek tutmasına yardımcı oluyordu..."
"Yardımcı mı oluyordu? Ne demek, yardımcı oluyordu?" di-

K_AR£KJLIÇin ZAFERİ
sözünü kesti Mosiah. "Neden geçmiş zaman kullanıyor-
sun?"
"Çünkü korkanm Katalist'imiz geçmiş zamanda kalmış,"
dedi Simkin. "Kabuğu azıcık kaydır. İşte, ayaklarının dibinde."
"Tanrım!" diye fısıldadı Mosiah dehşet içinde. Bakışlarını
Simkin'e kaldırdı. "Hayır, bu olamaz!"
"Korkanm olmuş, sevgili oğlum," dedi Simkin, başını hü-
zünle sallayarak. "Zavallı, kel dostumuzdan geriye kalan tek
şeyin bu taşlar, bu bloklar, bu, duygusuzdan da kötü şeyler ol-
duğundan kuşkum yok."
Mosiah diz çöktü. Büyülü kabuğun koruması altında, hey-
kelin başı gibi görünen şeyin üstündeki kumları süpürdü. Ani-
den gözlerine dolan yaşlar yüzünden gözlerini kırpıştırdı. Sim-
kin'in hata yaptığını umuyordu, bunun diğer Gözetçiler'den
biri çıkması için dua ediyordu. Ama bunun Şaryon olduğun-
dan kuşku yoktu -ılımlı, alim yüz, o kadar iyi hatırladığı na-
zik, sevgi dolu ifade. Hatta, Garald'ın söylediği gibi, taşa son-
suza dek kazılmış muazzam huzuru bile görebiliyordu.
"Bu nasıl olabilir?" diye sordu Mosiah öfkeyle. "Kim böyle
bir şey yapar? Büyüyü bozmanın mümkün olduğunu bilmiyor-
dum..."
"Değil," dedi Simkin tuhaf bir gülümsemeyle.
Mosiah ayağa kalktı. "Değil mi?" diye tekrarladı, Simkin'e
şüpheyle bakarak, "nereden biliyorsun? Bu konuda ne biliyor-
sun?"
Simkin omuzlarını silkti. "Yalnızca büyünün geri çevrile-
mez olduğunu. Dur ve düşün. Gözetçiler yüzlerce yıldır bura-
da. Bu süre boyunca hiçbir şey ve hiç kimse onları değiştirme-
yi ya da hayata döndürmeyi başaramadı." Kumların üzerinde-
ki kırık parçalara işaret etti. "Xavier ile neşeli topluluğu, Kara-
49

ITİAReARfî UJEİS Ö "ÎRACY HıcKmfln


kıhç'ı alabilmek için dostumuzun taştan ellerini çentip çekiç-
lerken burada duaıp izledim. Çabaları sonucunda tek elde et-
tikleri ufalanmış taş oldu. Savaş Büyücüsü'nün Saryon'a büyü-
ler yağdırdığını gördüm, ama birkaç güvercini ateşe vermek
dışında hiçbir şey olmadı. Ama şimdi, dünyanın en güçlü Sa-
vaş Büyücüsünün en güçlü büyüleri bile ona dokunamamış-
ken, taş heykeli paramparça buluyoruz."
Mosiah ürperdi. Büyülü kabuğa rağmen, hava sıcaklığının
düştüğünü hissedebiliyordu. Ağzı kurumuştu ve zaman geçtik-
çe, huzursuzluk duygusu büyüyordu. "Başka ne..."
"Orada. Sana göstereceğim," dedi Simkin, ısrarla işaret ede-
rek.
"Ne kadar uzakta?" diye sordu Mosiah tereddütle. "Daha ne
kadar dayanırım
"İyi gidiyorsun. Kabuk yerinde. Birazcık ötede. Dümdüz
ileri yürümeye devam et."
Mosiah, kırık heykelin parçalan olduğundan şüphelendiği,
kum kaplı çıkıntılardan kaçınmaya çalışarak yürüdü, Sar-
yon'un ölmüş olduğundan kuşkusu yoktu. Acı duyması gerek-
tiğini düşünüyordu, ama şu anda tek hissettiği, sersemlik ve
birşeylerin hiç de yolunda gitmediği hakkındaki, gittikçe bü-
yüyen korkusuydu.
"İşte," dedi Simkin, durup ellerini kalçalarına dayayarak.
Mosiah bakışlarını takip etti, dümdüz ileri baktı ve kanı da-
marlarında dondu, soğuk baştan ayağa ürpermesine sebep ol-
du.
Garald Smır'ı hafifçe sürüklenen sisler olarak tasvir etmişti.
Mosiah ise burgaçlanmakta olan çirkin, yeşilimsi bir bulut gör-
dü. Kıyılarında şimşekler çakıyor, rüzgâr bükülen huniler biçi-
minde kumlan yukarıya emiyor, sonra kaynayan ağzından tü-
50

KAR^Kinçın 2AFERJ
v "rüvor canlı bir şeymiş gibi nefes alıp, nefes veriyordu. Mo-
ah büyülü kabuğunun ufalanmaya başladığını hissetti.
"Yaşam'ın tükendi!" diye inledi. "Kabuğu artık yerinde tu-
tamıyorum!"
"Koridor!" dedi Simkin serinkanlılıkla. "Koş!"
Dönerek, kumların üzerinde tökezleyerek koşmaya başla-
dılar- Simkin yol gösteriyordu, aksi halde Mosiah fırtınanın
içinde bir anda kaybolurdu.
"Neredeyse vardık!" diye bağırdı Simkin, genç adam kum-
sala yığılınca kolunu tutarak. Simkin'in yardımıyla, Mosiah
ayağa kalktı, ama kabuk yok oldu. Kum üstlerine hücum etti.
Rüzgâr kükredi, kulaklarına çığlıklar attı, onları dev yumrukla-
rıyla dövdü, onları geriye doğru çekiştirdi, sonra hızla öne,
dizlerinin üzerine fırlattı.
Mosiah göremiyor, duyamıyordu. Her şey gürültü, kargaşa,
karanlık ve can yakıcı kumlarla doluydu.
Ve sonra sessizlik.
Mosiah gözlerini açarak, şaşkınlık içinde çevresine bakın-
dı. Koridor'da olduğu hissini bile yaşamamıştı ve işte, Radiso-
vik'in çalışma odasında, burnuna ve ağzına kapattığı portakal
renkli ipek parçası ile çok gülünç görünen Simkin'in yanında
duruyordu.
Yerinden doğrulan Kardinal Radisovik ikisine şaşkınlık
içinde baktı.
"Ne oldu?" diye sordu, solgun, titreyen Mosiah'ın bir san-
dalyeye oturmasına yardım etmek için seğirterek. "Sakinleş!
Neredeydin? Biraz şarap isteyeceğim..."
"Sınır... Sınırtoprakları!" diye kekeledi Mosiah, başarısız bir
şekilde titremesini bastırmaya çalışarak. Ayağa fırladı, Kardi-
nal'in onu yatıştırma çabalarını reddetti. "Prens Garald'ı gör-
5i

[TİARGARjT WEIS & tRüCY HlCKJTIAn


meliyim! Nerede?"
"Savaş Odası'nda sanırım," dedi Radisovik. "Ama neden?
Somn ne?"
"Bu kravat," dedi Simkin, Kardinal'in aynasında kendisini
eleştirel bir gözle süzerek. "Leylak... grinin yanında son dere-
ce sefil duruyor..."

SHARAKAN SAVAŞA HAZIRLANIYOR


Savaş Odası aslında Sharakan kent-devletinin kraliyet sara-
yının bir kanadındaki geniş bir balo salonuydu. Merilon'un
muhteşem, yüzen Kristal Sarayı'nın aksine, Sharakan ayakları-
nı sıkıca yere basıyordu. Granitin üzerine inşa edilmişti, gös-
terişsiz, sağlam, yurttaşları ve hükümdarları kadar gerçekçiydi.
Şato eskiden bir dağdı -küçük bir dağ, ama yine de dağ-
sihirbazların taş şekillendiren Pron-Alban sınıfı tarafından bü-
yüyle güçlü, son derece sert hatlı bir kaleye dönüştürülmüştü.
Sharakan'ın daha sonraki hükümdarları saraya kendi dokunuş-
lannı eklemiş, siperlerin sert çizgilerini yumuşatmış, merkez
avluya tüm Thimhallan'ın en güzel yerlerinden biri sayılan bir
bahçe eklemiş ve genel olarak, oturmak için daha hoş bir yer
haline getirmişlerdi.
, Ama saray hâlâ bir kaleydi; dünyadaki en önemli ayırt edi-
ci özelliği savaşta hiç düşmemiş olmasıydı; Zith-el ve Merilon
saraylarını dümdüz eden korkunç, yıkıcı Demir Savaşları esna-
sında bile. Böylece, Prens Garald için Sharakan sarayını bir or-
du kampına dönüştürmek, kentten ve çevresinden savaş sana-
tı konusunda eğitmek için savaş büyücüleri ve katalistler ge-
tirmek kolay olmuştu. Sharakan kentinin içine, Yabantoprak-
lar'daki sürgünlerinden Karabüyücüler getirmiş, onları silahlar,

ITİARGARfî UJEİS 8C 1"RACY HlCKjnAn


kuşatma makineleri ve başka karanlık, teknolojik yıkım araç-
ları yapmakla görevlendirmişti.
Sharakan sakinleri de savaşa hazırlanıyordu. İllüzyonistler
enerjilerini yaşayan resimler yaratmak ya da batan güneşin
renklerini vurgulamak için harcamayı bırakmış, dikkatlerini
daha dehşet verici ve korkunç illüzyonlar yaratmaya çevirmiş-
lerdi; düşmanın zihnini delecek, bedeni delen bir ok ucundan
daha fazla yıkım yaratacak illüzyonlar.
Taş Şekillendirenler, Ahşap Şekillendirenler, Kumaş Şekil-
lendirenler dahil tüm Pron-Alban loncaları dikkatlerini sıradan
görevlerden savaşa çevirmişlerdi. Taş Şekillendirenler, düşü-
nülemez olanın gerçekleşmesi -Xavier'in yeminini bozması ve
Şeref Meydanı'nda belirlenen kararı kabullenmeyi reddederek,
kente saldırması- olasılığına karşı kent duvarlarını güçlendiri-
yorlardı. Ahşap Şekillendirenler Karanlık Sanatların Karabüyü-
cüleri ile birleşmişler, mızraklar, oklar ve kuşatma makineleri
yapıyorlardı.
Bazı Şekillendirenler için Karabüyücüler ile bu kadar yakın
çalışmak, kabullenilmesi zor bir şey olmuştu. Thimhallan'ın
çoğuna göre Teknoloji konusundaki fikirleri daha özgürlükçü
olsa da (kentte tekerlekli arabalar görülebiliyordu), Sharakan
büyücüleri Teknoloji'yi çok kullanmanın Ölüm âlemine giden
yoldaki ilk adım olduğuna inanarak yetişmişlerdi. Sharakan
halkının dişlerini sıkıp ölümcül bir günah olduğuna inanılan
şeyi -Cansız olan bir şeye yaşam vermek- yapmaya devam et-
mesinin tek sebebi, yalnızca prenslerine ve krallarına duyduk-
ları sevgi ile saygı ve bu savaşın yaşam tarzlarını sürdürmek
için gerçekten gerekli olduğuna inançlarıydı.
Bu yüzden Lonca üyeleri Karabüyücüler ile çalıştı ve pek
çoğu Teknoloji'nin bazı avantajları olduğunu, büyü ile birlikte
54
KARAKJLIÇin HAFERJ
llanıldığında pek çok işlevsel ve faydalı nesne yaratılabile-
g:ni -örneğin Kardinal Radisovik'i bu kadar etkileyen tuğla
vıer_ memnunluk ve hayretle fark etti. Lonca üyeleri ve Ka-
rabüyücüler çalışırken, Sif-Hanaûar kentin havasının genelde
ivi olmasını, yine de bereketli bir hasat için dış topraklardaki
çiftliklere yağmur yağmasını sağlıyordu. Kentin kuşatılması
durumunda, Savaş Büyücüleri ile katalistlerin yiyecek yarat-
mak için enerjileri olmayacaktı.
Sharakan'ın asilleri -Albanaralzı- de savaşa kendi yöntem-
leri ile hazırlanıyorlardı. Çiftlikleri olanlar ve işletenler, Tarla
Büyücüleri'nin çok çalıştığından emin oluyorlardı. Şekillendir-
me konusunda biraz yeteneği olanlar, Lonca üyelerine işlerin-
de yardımcı olmayı öneriyorlardı. Bu fikir hemen tutuldu ve
Sharakan'da moda oldu. Kısa süre sonra, bir Marki'nin büyü
enerjisini kent duvarındaki bir çatlağı onarmak ya da bir Ba-
ron'un neşeyle demirhanenin körüklerini pompalarken gör-
mek sıradan bir şey oldu. Asiller oldukça iyi vakit geçiriyorlar-
dı, her hafta bu çetin işlerde bir saat kadar çalışıyor, sonra ev-
lerine dönüp bitkinlikten yıkılıyor, sıcak banyolar alıyor ve sa-
vaş çabalarına bulundukları katkılardan ötürü kendilerini kut-
luyorlardı. Ne yazık ki, Lonca üyelerine yardım etmekten çok
engel oluşturuyorlardı, ama Lonca üyelerinin onlara tahammül
etmek ve asiller sıkıldıktan sonra ellerine yüzlerine bulaştırdık-
ları işleri düzeltmekten başka bir şey gelmiyordu ellerinden.
Sharakan'ın aristokratik hanımefendileri de savaşı destekle-
mek konusunda kocaları kadar hevesliydi. Çoğu mücadeleye
kendi katalistleri ve Ev Büyücüleri ile katkıda bulunuyordu.
Bu oldukça büyük fedakârlık gerektiriyordu. "İnsanın kendi
saçını yapması" oldukça moda olmuştu, bir Baronesin içini
çekerek, "bugün Kuğunun Kaderi oynamak için yeterince Ya-
55

rriflRCARfî U/EİS Sı ÎRACY HıcKmAn


şam'ı olmadığını, çünkü katalistinin savaşmayı öğrenmek için
saraya çağrıldığını" söylemesi, katalistleri görev için uygun bu-
lunmayıp eve gönderilen, daha az talihli hanımefendiler ara-
sında kıskançlıkla karşılanıyordu.
Prens Garald bu saçmalıkları biliyordu ve görmezden geli-
yordu. Küçük bir taşı şekillendirmek için üç saat harcayan
Marki savaş için servetinin yarısını vermişti. Körük pompala-
yan Baron kentin bir aylık yiyecek stokunu karşılamıştı. Ga-
rald halkının yaklaşmakta olan savaşı karşılama şeklinden
memnundu. Kendisi de yorgunluk bilmeden çalışıyor, eğitim
ya da çalışmak için uzun saatler harcıyordu.
Eğer Garald'ın hayatta tek bir gizli dileği varsa, bu da bir
Savaş Büyücüsü olma arzusuydu. Albanara sınıfına doğdu-
ğundan olamamıştı, ama elinden gelen bir sonraki seçeneği
kullanmış, kendini ruhen ve bedenen savaşa vermişti. Savaş
sanatını detaylı olarak incelemişti ve neredeyse Savaş Ustaları
kadar, hayatlarını savaş eğitimi alarak geçiren savaş büyücüle-
ri kadar bilgi sahibi olmuştu. Garald bu adamların ve kadınla-
rın saygısını kazanmıştı -bu kolay bir iş değildi- ve Savaş Us-
talarının kralı yollarından uzaklaştırmaktan memnun olduğu
bazı krallıkların aksine, Sharakan'ın Savaş Ustaları prenslerinin
yardımını ve tavsiyelerini almaktan memnundu. Prens Garald
onlarla çalışarak çırak saVaş büyücülerine ve katalistlerine na-
sıl savaşılacağını öğretiyordu. Savaş için bir strateji geliştirmiş-
ti ve savaş başladığı zaman Oyun Tahtası'nda Meydan Komu-
tanı rolünü kendisinin üstleneceğini bildirmişti -doğal yetene-
ği görünce tanıyan Savaş Ustaları buna karşı çıkmamıştı.
Bu yüzden Kardinal Radisovik, Prens Garald'ı tam olarak
nerede bulacağını biliyordu. Ekselansları -pratik sebeplerin-
den dolayı- Savaş Odası olarak bilinen salona taşınmıştı. Onu
s<>

KARfIKJLİÇin ZAFERİ
van üç adam kolayca buldular. Binaya yaklaşan Mosiah,
rclinal ve Simkin (kravatı pembeydi) Garald'ın sesinin yük-
h- süslemeler boyanmış tavanlarda yankılandığını duyabili-
yorlardı.
"Tüm katalistler, şimdi, sihirbazınızın tercihlerine göre sa-
vaş büyücünüzün solunda veya sağındaki yerlerinizi alın." Bir
ara verdi, savaş büyücüleri solak ya da sağlak olduklarını açık-
larken bir mırıltı oldu. Sonra Garald'ın sesi mırıltıların üzerin-
de yükseldi. "Siz katalistler, beş adım yanda, beş adım arkada
durun" Ayak sürüme ve kargaşa sesleri geldi. Balo salonunun
büyük kapılarına ulaşan üçü, bir zamanlar daha az ölümcül
çiftlerin ayaklarının altında parlayan cilalı mermer zeminde ka-
talistlerin çevrede dolanarak, kendilerine has bir dansa hazır-
lanarak pozisyon aldıklarını gördü.
Hepsi savaş pozisyonu aldıktan sonra, Prens uzun kırmızı
cüppeli Savaş Büyücüsü ve gri cüppeli katalist sıralarının
önünde aşağı, yukarı yürüdü ve onları eleştirel gözle inceledi.
İki siyah cüppeli Duuk-tsarith -Prens'in kişisel muhafızları—
ellerini önlerinde kavuşturmuş, ciddiyetle arkasından geliyor-
lardı.
"Katalistin konumu savaşta hayati öneme sahiptir." Sıralar
boyunca ilerlerken Prens ders vermeye devam etti, bir katalis-
ti bir adım öne çıkardı', burada bir başkasına daha uzakta dur-
masını işaret etti. "Savaş sırasında Savaş Büyücüsüne Yaşam
bahşetmek katalistin sorumluluğudur. Bu kadarını biliyorsu-
nuz. Bu yüzden Savaş Büyücüsüne, bir kanal açacak ve büyü-
nün ondan ortağına akmasını sağlayacak kadar yakın durma-
lıdır. Bu katalistin tamamen yoğunlaşmasını gerektirdiğinden,
katalist kendini savunamaz. Bu yüzden Savaş Büyücüsünün
biraz arkasında durur, böylece ortağı katalistini korumak için
57

ITIAR£AR£Î U7EİS 5: ÎRACY HıcKjnAn


büyülü kalkan, ya da ne yöntemi uygun buluyorsa onu kulla-
nabilir.
"Elbette, zeki bir rakip ilk fırsatta düşmanının katalistini de-
virmek, böylece Savaş Büyücüsünü zayıf düşürmek isteyecek-
tir. Siz savaş büyücüleri buna karşı standart savunma yöntem-
lerini öğrendiniz, bunu daha sonra çalışacağız.
"Bugün, katalistlerin zaman zaman gözardı edilen bir bece-
rileri üzerinde yoğunlaşmak istiyorum. Siz katalistler sihirbazı-
nıza Yaşam vermenin yanısıra, rakibinizden Yaşam çekme ve
bu fazladan enerjiyi ortağınıza aktarma becerisine de sahipsi-
niz. Bu büyük bir yargı yeteneği ve keskin gözler gerektirir,
çünkü savaş büyücünüzün yardımınız olmadan savaşmaya de-
vam etmeye yetecek kadar Yaşam'ı olduğundan emin olabil-
meli, aynı zamanda düşman Savaş Büyücüsünün savaşa, onu
gafil avlayabileceğiniz kadar dalmış olduğunu bilmelisiniz. El-
bette, bundaki tehlike, düşmanın Yaşam'ınm çekildiğini he-
men hissedecek ve katalistin saldırısını durdurmak için hemen
eyleme geçecek olması. Bu yüzden hızla saldırmalı, tüm çaba-
nızı bu işe yoğunlaştırmalısınız."
Denetimini bitiren Garald birliklerinin başlarının üzerinde
havada süzüldü ve onlara tepeden baktı. "İki ön sıra, birbiri-
nize dönün. Kalanınız, duvarın yanında yerlerinizi alın. Sen,
oradaki! Dikkat et. Kısa süre sonra senin de sıran gelecek.
Şimdi izleyenlerin, ilk denemelerinde mükemmel performans
göstermelerini bekliyorum, çünkü diğerlerinin denemesini iz-
leme avantajına sahip olacaklar. Savaş büyücüleri -üçüncü ve
dördüncü tur savaş büyücülerine geçin. Büyülerinizi söyleye-
bilirsiniz; oda defetme büyüsü ile korunuyor. Siz katalistler,
karşınızdaki 'düşmanın' Yaşam'ını çekebiliyor musunuz, dene-
yin."
S8

K_ARAKJLIÇln ZAFERİ
Savaş büyücüleri harekete geçerken ateşler fırlatan, fırtma-
koparan, Şİmşekler çağıran sayısız ses havada yükseldi.
Y nlarında duran katalistleri Yaşam vermek yerine, çekmek
• ini denemeye başladı. Katalistlerin çoğu başarısızdı. Teknik
her birine Kaynak'ta öğretilmiş olsa da, pek azı nasıl yapıldı-
ğını görmüştü ve sayısız yıllardır Thimhallan'da savaş olmadı-
ğı için odadaki kimse denememişti. Bazıları yanlışlıkla kendi
savaş büyücülerinin Yaşam'mı çekti. Çoğu duanın, onlara güç
veren sözlerini doğru hatırlayamadı ve zavallı bir katalist o ka-
dar heyecanlanmıştı ki, kazayla kendi Yaşam'mı çekip tüketti
ve kendinden geçerek yere yığıldı.
Mosiah ağzı açık izledi, o kadar büyülenmişti ki, gelmesi-
nin sebebini neredeyse unutuyordu. Daha önce hiç eğitim se-
ansı görmemişti ve şimdiye kadar savaş konuşmaları onun için
yalnızca buydu -konuşma. Şimdi bir gerçeklik olmuştu ve ka-
nında bir heyecan kıpırtısı hissetti. Garald gibi, o da bir Savaş
Ustası olmaya can atıyordu, ama -yine Prens gibi- yetenekli
bir büyücü olsa da, Mosiah Ateş Gizemi'ne, bu sanatta ilerle-
mek için Almin'in bahşettiği yetenekle doğmamıştı. Ama Ga-
rald Mosiah'a, genç adamın okçular arasında olacağına söz
vermişti, çünkü ok ve yay kullanımında zaten eğitimliydi. Ok-
çuların eğitim seansları o günlerde başlayacaktı ve Mosiah ani-
den bekleyemeyeceğini hissetti.
Ama ziyaretlerinin sebebini genç adam unutmuşsa bile,
Kardinal Radisovik unutmamıştı. Mosiah ile Simkin'i yolda sor-
gulamıştı. İkisi Sınırtoprakları'nda gördüklerini anlatmıştı, Kar-
dinal tuhaf, doğal olmayan olayları dıştan sakinlik içinde din-
lemişti. Aslında, o kadar sakindi ki, Mosiah utandı, Rahip'in ta-
vırlarından, Simkin'in deyişiyle, çaydanlıkta kopan bir siklon-
dan korktuğu izlenimini edindi. Ama Radisovik iki genç ada-
59

ITİAReARft U/EIS § tRACY HlCKJTIAn


ma belli ettiğinden daha fazla endişelenmişti ve rahatsız ol-
muşaı ve kendinden geçen katalisti götürmek için eğitim se-
ansına ara verildiğinde, Kardinal aradan faydalanarak Prens
Garald'a yaklaştı ve Mosiah ile Simkin'e kendisini takip etme-
lerini işaret etti.
Kardinal'i gören Garald, hemen, saygıyla Katalist'in durdu-
ğu yere indi. Prens dar pantolon ve beyaz, bol kollu bir göm-
lek giymişti -son derece becerikli olduğu bilinen bir sanatı, kı-
lıç sanatını çalışırken giydiği giysilerdi bunlar. Onlara, yakışık-
lı adamın doğal tavn olan sevimli bir gülümseme, zarafet ve
duruş ile yaklaştı, ama yumuşak kaşların arasındaki karanlık
çizgiden, sinirlendiği belli oluyordu. Bu sinirin Kardinal'in ça-
lışmasını kesmesinden mi, yoksa öğrencilerinden mi kaynak-
landığım anlamak güçtü.
İlk sözleri konuyu hemen açıklığa kavuşturdu.
"Eh, Kardinal Radisovik," dedi Prens Garald, Sharakan Ki-
lisesi'nin başına kaşlarını çatarak. "Kardeşleriniz beni hiç etki-
lemedi."
Kafasında daha önemli konular olan Radisovik yalnızca gü-
lümsedi. "Sabırlı olun, Ekselansları," dedi yatıştırırcasına. "Ka-
talistler henüz acemi. Öğreneceklerdir. Sizin de kılıç sanatında
acemi olduğunuz zamanları hatırlıyorum."
Prens gözucuyla Radisovik'e bir bakış fırlattı, biraz utanmış
gibiydi. "Hadi ama, Radisovik. O kadar kötü değildim."
"Ekselansları'nın odaya girerken kendi kılıcına takılıp yü-
züstü düştüğünü hatırlar gibiyim..."
"Böyle bir şey yapmadım!" diye itiraz etti Garald, kızararak.

Radisovik'in ona sert bir ifadeyle baktığını görünce omuzları-


nı silkti. "Tamam, kılıca takılıp sendeledim, ama düşmedim...
Ah, nasıl istersen öyle olsun!" Pişmanlıkla gülümseyerek gev-
60

KARAKJUÇln ZAFERİ
,. aşlarının arasındaki çizgi kayboldu. "Ve haklısın, Kardi-
1 her zamanki gibi. Ben sabırsız davranıyorum. Mosiah, se-
• tekrar görmek güzel." Genç adamı sıcak bir gülümsemeyle
elamladı, elini öpülmek üzere değil, dostlukla uzattı. "Uma-
rım iyisindir. Demirhanede işler nasıl?"
Prens'i birkaç aydır tanıyan Mosiah, adamın elini tutup, so-
rusunu kekelemeden yanıtlayacak kadar heyecanından kurtul-
muştu. İlk heyecanı gitmiş olsa da, yerini saygı, hayranlık ve
sevgi almıştı. Mosiah için tüm Sharakan'ın neden yakışıklı
prenslerini takip ederek savaşa gittiklerini anlamak kolaydı.
Garald denize atlamaya niyetli olduğunu açıklasa, yine aynısı-
nı yaparlardı.
"Simkin," dedi Garald, sakallı genç adama dönerek, "kıya-
fetini tuhaf bir şekilde moral bozucu buldum. Kendini iyi his-
setmiyor musun?"
"Çok önemli meseleler, Ekselansları," dedi Simkin, cenaze
alayındaki baş tabut taşıyıcısına yakışacak kederli bir sesle.
Garald bunun üzerine kaşlarını kaldırdı, dudaklarının ke-
nannda bir kahkaha bekleşirken, şakanın geri kalanını dinle-
meye hazırlandı. Ama Radisovik'in ciddi yüzüne fırlattığı bir
bakış Prens'i, konunun önemli olduğuna dair uyardı.
"Herkesi öğle yemeğine yolla," diye emretti Garald, yakın-
da, havada süzülen bir Savaş Ustası'na. "Yarım saat sonra gel-
melerini söyle. Eğer ben dönmüş olmazsam, biraz önceki ça-
lışma tekrarlanacak."
"Peki, Ekselansları," dedi Savaş Büyücüsü eğilerek. Elleri
uzun, kırmızı cüppesinin yenlerine gizlenmişti.
Prens Garald Kardinal ile iki genç adamı, şimdi rahatlamış
iç çekişler ve neşeli seslerle dolu Savaş Odası'ndan çıkardı.
Sharakan şatosu bir odalar labirentiydi ve Prens'in, özel ko-
61

ITİARCftREt UJEİS & ÎRACY HlCKITIAn


nuşmak için boş bir oda bulması zor olmadı.
Uzun zamandır kullanılmayan oda boş ve penceresizdi.
Garald elini sallayarak ışık kürelerinin yüksek tavanın gölge-
leri arasında ışıldamasını sağladı. Işık güneş gibi parlaktı, du-
varlardan sıcak sıcak yansıyor, yerleri karmaşık kuş ve çiçek
desenleri ile süsleyen seramiklerin üzerinde kıvılcımlamyordu.
Odada mobilya yoktu. Garald'ın burada uzun süre oyalanma-
yı beklemediği açıktı ve Kardinalin önünde beklenti dolu, sa-
bırsız bir havada durarak konuşmasını bekledi.
"Bu odayı mühürlemeniz gerektiğine inanıyorum, Ekse-
lansları," dedi Radisovik.
Şaşırmış ve zaman kaybı yüzünden sıkılmış görünen Ga-
rald, ona daima eşlik eden iki Duuk-tsarith'e mühürlemeyi
gerçekleştirmelerini emretti. Oda -hem içeri girilmesine, hem
de meraklı göz ve kulaklara karşı- güvenli olunca Kardinal'e

döndü.
"Pekâlâ, Radisovik. Aklında ne var?"
Kardinal Radisovik konuşması için Mosiah'a işaret etti.
Hem Prens'in, hem de Kardinal'in tüm dikkatinin kendisin-
de olmasına alışık olmayan, aynı zamanda Simkin'in arada bir
gelen, ilgisiz yorumlan -"İç çamaşırlarım boynuma dolanmış-
tı!... Sizi temin ederim bu resimler en yüksek seviyeden sa-
nat!"- ile başa çıkmak z®runda kalan Mosiah dura dura Sınır-
toprakları'nda neler gördüğünü, neler yaşadığını anlattı.
Hikâye aktarılırken Prens Garald'ın yüzü gittikçe ciddileşti.
Mosiah Saryon'un kırık, saygısızlık edilmiş heykelini bulmala-
rını anlatırken, Prens öfkeden kızardı.
"Sanırım bunun ne anlama geldiğini biliyorsun, değil mi?"
diye sordu Radisovik'e, Mosiah kumsalda kopan fırtınayı tas-
vir ederken sözünü keserek.
62

KARAKILIÇin ZAFERİ
"Emin değilim, Ekselansları," dedi Radisovik nazikçe, pay-
asına. "Bence genç adamın tüm anlatacaklarını dinlemeli-
siniz."
"Mosiah kaba davranmak istemediğimi anlıyor," diye karşı-
lık verdi Prens sabırsızca. "Bu bilginin ne kadar ciddi olduğu-
nu biliyor..."
"Ama fırtına..."
"Fırtınalar! Fırtınalar her zaman vardır!" Odayı adımlayan
Prens konuyu elinin bir hareketiyle bir kenara itti.
"Ama Sınırtoprakları'nda değil," dedi Radisovik sessizce.
"Bu önemli değil!" diye haykırdı Garald, yumruğunu sıka-
rak. Sesi neredeyse bir bağırışla çıkmıştı ve Kardinal ona en-
dişeli gözlerle bakıyordu. Prens derin bir nefes çekerek ken-
dine hâkim oldu. "Anlamıyor musun, Radisovik! Bu, aldı de-
mek!"
"Kim neyi aldı?" diye sordu Simkin esneyerek. "Yani, isti-
yorsanız hepiniz ileri geri yürüyebilirsiniz, ama ben çok yoru-
cu bir gün geçirdim. Hayvan gibi yoruldum. Oturmamın sakın-
cası var mı?"
Portakal renkli ipek parçasını şöyle bir silkeledi, odada bir
divan belirmesini sağladı ve Kardinal'in sert bakışlarını gör-
mezden gelerek boylu boyunca uzandı. İzin almadan kimse
Prens'in huzurunda oturamazdı.
Mosiah'a bakan Garald alçak sesle konuştu, "Teşekkür
ederim, dostum. Bu bilgi için sana borçlandım. Şimdi, eğer bi-
ze izin verirsen, bu konuyu Kardinal ile özel olarak tartışmak
istiyorum..."
"Hayır, burada kalsınlar, Ekselansları," dedi Radisovik bek-
lenmedik bir şekilde, Prens'e yaklaşarak. "Bu konuda bizim
kadar çok şey biliyorlar, Garald. Belki daha fazla," diye ekle-
63

MARCARTf WEİS & TRACY HıcmnAn


di alçak sesle.
Prens bir an Radisovik'e şüpheyle baktı, sonra bakışlarını
Mosiah'a çevirdi. İncelemenin ve belki de Kardinal'in ne fısıl-
dadığının farkında olan Mosiah, delici bakışların altında hu-
zursuzca kıpırdandı. Garald'ın gözleri, uzanmış yatan Simkin'e
gitti. Prens kaşlarını çattı.
"Pekâlâ, Radisovik," dedi alçak sesle. "Şimdi söyleyecekle-
rim bu odadan çıkmamalı, baylar!"
Mosiah anlaşılmaz birşeyler mırıldandı. Siyah cüppeli Du-
uk-tsarithlerin görünmeyen gözlerinin, üzerinde olduğunun
farkındaydı.
"Bana sonuna kadar güvenebilirsiniz, Ekselansları," dedi
Simkin, portakal renkli ipek parçasını sallayarak. "Yürekten ve
ölümüne yemin ediyonım, ama Düşes Malborough kadar ani
olmaz umarım. Oracıkta devrilivermişti. Her söze inanırdı..."
Garald Simkin'e sinirli bir bakış fırlattı, Simkin hemen ağzı-
nı kapattı. "Mosiah, Saryon'un yanında, kumların üzerinde kı-
lıcı gördün mü?"
Mosiah başını salladı. "Hayır..."
"Görüyor musun?" diye sözünü kesti Garald, Radisovik ile
konuşarak.
"-ama çevrede uçuşan çok kum vardı, kolayca gömülmüş
olabilir, Ekselansları," diye devam etti Mosiah.
"Evet," diye araya girdi Simkin neşeyle. "Katalist'in zavallı,
ihtiyar, kel kafası kaşlarına kadar örtülmüştü. Kazmak zorun-
da kaldık. Hayvani bir iş. Kendimi biraz mezar soyguncusu gi-
bi hissettim."
Mosiah yüzünü elleriyle kapatarak boğuluyormuş gibi bir
ses çıkardı.
"Geçekten üzgünüm, Mosiah," dedi Garald sertçe. "Acını
64

K_ARAKILIÇln ZAFERİ
lasıyorum. Ama bu eylem ve intikam zamanı, gözyaşı za-
manı değil"
"İntikam mı?" Mosiah irkilerek başını kaldırdı.
"Evet, genç adam," dedi Garald sertçe. "Dostun Şaryon öl-
dürüldü."
"Ama... neden?" diye soludu Mosiah.
"Bu açık değil mi?" dedi Garald. "Karakılıç. Onun artık düş-
manın ellerinde olduğunu güvenle varsayabiliriz sanırım. Xa-
vier sonunda ele geçirmeyi başardı." Prens odayı adımlamaya
başladı yine. "Ne aptalım!" diye mırıldandı kendi kendine.
"Nöbet tutturmalıydım! Ama bunu yapmasının bir yolu oldu-
ğunu düşünmedim..."
Mosiah ağzını açtı, sonra hükümdarının huzurunda oldu-
ğunu hatırlayarak kendine hâkim oldu. Hayretler içinde, Kar-
dinal Radisovik'in ona baktığını ve -telaşlı bir hareketle- genç
adama konuşması için işaret ettiğini gördü.
"Ama ya fırtına, Ekselansları?" diye sordu Mosiah sonunda,
Radisovik'in ikinci bir ısrarlı hareketinden sonra. "Çok... çok
korkunç!" dedi çaresizce, tanık olduğu dehşet verici manzara-
yı tasvir etmeye yetecek kadar güçlü sözcükler bulamayarak.
"Korktum, Ekselanslan! Her şeyden daha fazla korktum, hatta
Komluk'ta Duuk-tsarithlerm beni yakaladığı zamandan daha
fazla! İçimden, derinliklerden gelen bir korkuydu," -elini yü-
reğine bastırdı- "ve içimden buz gibi geçti."
"Xavier'in büyülerinden biri, kuşkusuz."
"Hayır, Ekselansları!" diye haykırdı Mosiah. Garald'ın pay-
layan bakışlarından hükümdarına karşı çıktığını fark eden Mo-
siah kızardı. "Özür dilerim, Ekselansları. İmparator Xavier'in
Karakılıç'ı ele geçirmesi olasılığının ciddi olduğunu biliyorum,
ama bu, gerçekte neler olup bittiğinin yanında hiçbir şey. Baş-
6s

ITİAR£ARJEÎ U/EIS §r "TRACY HlCKJTIAn

ta Simkin'e inanmadım, ama şimdi..." Durdu.


Simkin divana uzanmış, portakal renkli ipek parçasını ha-
vaya üfleyip, yüzünün üzerine inmesini izleme işiyle meşgul-
dü. Genç adamın sakallı dudaklanndaki zafer dolu gülümse-
meyi gören Mosiah öfke ve utanç içinde soldu. Bakışlarını ye-
re dikti ve Garald ile Radisovik'in hızla bakıştıklarını görmedi.
"Bu konuda ne biliyorsun, Simkin?" diye sordu Garald ya-
vaşça.
"Ah, hayli çok şey, aslında," dedi Simkin havalı havalı, por-
takal renkli ipek parçasını havaya üfleyip, kıpırtısız havada dö-
ne döne aşağı inmesini seyrederek. "Bunların arasında ilginç
ve pek az bilinen, sevgili ve hüzünle özlediğimiz Joram'ın
ölümden dönmesinin ve dünyayı yıkıma götürmesinin beklen-
diği gerçeği var."

1,1,

6
KURBAĞA PRENS
Prens Garald Kardinal'e paylarcasına baktı. "İlgilenmem
gereken önemli konular var," dedi soğuk bir sesle, topukları-
nın üzerinde dönerek. "Artık kılıç Xavier'in elinde olduğuna
göre, savaş planlarımızı ö öğrenmeden önce hızlandırmak..."
"Ekselansları," dedi Radisovik, "bunu sonuna kadar dinle-
mek için zaman ayırmanızı tavsiye ederim."
Sessizce konuşsa da, Kardinal'in ses tonu kararlı ve sorgu-
lanamaz çıkmıştı. Orta yaşlarında bir adam olan Radisovik
Prens'in büyümesini, bir çocuktan bir adama dönüşmesini iz-
lemiş, ona dersler vermiş, eğitimi ile ilgilenmiş, yaşam yolun-
da ona rehberlik etmişti. Mosiah, ani bir kavrayışla, Garald'ın
karakterinin şekillendirilmesinde -çocuğunun üzerine titreyen
babanın değil- bu rahibin asıl rolü oynadığını görmüştü. Bir
Yaşam Sihirbazı'nm sevgiyle ve dikkatle büyüyen bir ağacı
beslemesi gibi, Radisovik de bu kuşkusuz şımartılmış, inatçı
çocuğu almış, sevgi ve örnek olma yoluyla onu güçlü, disip-
linli bir prense dönüştürmüştü. Şimdi konuşan öğretmenin
-şekillendiricinin- sesiydi ve öğrenci gönülsüzce, ama saygılı
bir itaatle dinlemek için döndü.
"Pekâlâ, Simkin," dedi Garald soğuk bir sesle, "hikâyeni
anlat. Çevrede çocuk olmaması ne yazık," diye ekledi, ama al-

FTlARCARft UJEİS 5r ÎRftCY HıcKjnAn


çak sesle. Kardinal Radisovik duymuşsa bile, yüz ifadesini
bozmadı.
"Beni affedin, Ekselansları," dedi Radisovik, sesi daha ılım-
lı, "ama ilk önce neden Simkin'in ya da Mosiah'ın bize daha
önce söylemediğini sormak istiyorum. Biliyor olmalısınız," de-
di, Mosiah'a dönerek -Mosiah huzursuzca kızardı ve bakışla-
rını çizmelerine indirdi- "Merilon'dan gelen resmi bildiriyi ka-
bullenmekte güçlük çektik."
"Bu hangi resmi bildiriydi?" diye sordu Simkin, portakal
renkli ipek parçasını bir üfleme ile havaya uçururken.
Garald sert bir ifadeyle uzandı, portakal renkli ipek parça-
sını havada yakaladı ve belindeki kuşağın içine sokuşturdu.
"Doğrulup otur ve edepli davran," diye emretti. Öyle öfkeli
konuşmuştu ki, Simkin bile bu sefer ileri gittiğini anladı. Diva-
. nı dik sırtlı, rahatsız bir sandalyeye dönüştüren Simkin onu
odanın bir köşesine uçurdu. Bir çocuk denizci kıyafetine bü-
ründü, somurtarak alnını duvara dayadı ve başparmağını em-
meye başladı.
Prens Garald ona doğru bir adım attı, ama Radisovik telaş-
la araya girdi.
"Eminim ki," dedi Kardinal, "susturulacak kadar tuhaf olay-
lar olmasaydı resmi açıklama da olmazdı. Vanya ve Xavier
mahkemeyi gizlice yaptılar ve Dönüştürme'yi mahkemeden
sonra, zaman kaybetmeden gerçekleştirdiler. Çok açık -hiç-
kimsenin bu olayı bilmesi istenmemişti. Planlan işe yarayabi-
lirdi, ama İmparatoriçe'nin ölümü inkâr edilemezdi. Ne de Pis-
kopos Vanya'nm ölümcül krizi ya da tahttan indirilen İmpara-
tor'un ortadan kayboluşu. Bütün bunlara çok fazla insan tanık
olmuştu.
"Bu yüzden Merilon sarayı resmi bir açıklama yaparak, Jo-
68

KARİiKJLlÇin ZAFERİ
' n Ölü olduğu için Dönüştürme'ye mahkûm edildiğini ilan
• Katalist Şaryon, bir tür yanlış yönlendirilmiş bağnazlık yü-
den fendini şehit etmeyi tercih etmiş ve Joram da bu fır-
ttan faydalanarak kaçmaya çalışmış. Duuk-tsarithlerce sarıl-
, gınl görünce kaçamamış ve adil cezası ile yüzleşmek yerine
Öte'ye gitmiş."
"Sanırım buna benzer şeyler duymuştum." Kafası duvarın
köşesinde ve başparmağı ağzında olduğu için sesi boğuk çık-
mıştı-
"Böyle olmadı mı?"
Simkin başını salladı.
"Nereden biliyorsun?"
"Oradaydım," diye yanıt verdi Simkin, bir 'plop' sesiyle
başparmağını ağzından çıkararak. "Soldan üçüncü palmiye."
Prens Garald sabırsızca içini çekti, ama Radisovik'in elini
kaldırdığını görünce kendine hâkim oldu. "Devam et."
"Devam etmek istediğimden emin değilim," dedi Simkin,
somurtarak. "Hem, Garald bana inanmıyor... Eh, ısrar ediyor-
sanız," diye ekledi telaşla, arkasından uğursuz bir homurdan-
ma duyunca. Sandalyesini arkadan sürükleyerek arkasına dön-
dü ve seyircileriyle yüzleşti. "Görüyorsunuz, bizim Joram kur-
bağa giysileri içinde bir Prens'ti." Kardinal'in yüzünde şaşkın
bir ifade görünce açıkladı. "İmparatoriçe'nin minik bebeği. Ço-
cuğun ölümüne ilişkin bildiriler oldukça abartılmıştı."
"Elbette!" diye mırıldandı Garald, irkilerek. "Joram'ın bana
birisini hatırlattığını biliyordum. O saçlar, gözler -annesinin!"
Simkin ısınıyordu. "Göçmen işçiler tarafından kraliyet beşi-
ğinden çalınan iribaş küçük bir ortabatı çiftçi topluluğuna gö-
türüldü. Sağlıklı, genç bir kurbağa olarak yetiştirildi, kötü ar-
kadaşları tarafından yoldan çıkarıldı," -Simkin Mosiah'a pay-
69

nİARpAREt UİEIS Q- fRACY HlCKfflAn


larcasma baktı- "ve o karanlık yolda, cinayet ve metalürjiye
yürüdü.
"Bizim kurbağa kılıcı elinde, damarlarında akan prens ka-
nından habersiz, Merilon'a gitti, iyi bir kadının aşkı ile kurta-
rıldı, sefil Bir katalistin sevgisiyle ihanete uğradı ve Piskopos
Vanya'nm tombul ellerine teslim edildi. Fıçı Hazretleri tarafın-
dan şap diye kafasından öpülünce, bizim siğilli delikanlı teh-
likeli bir prense dönüştü ve sonuç olarak geri kalan hayatını
bir heykel olarak geçirmeye mahkûm edildi..."
"Bu kısmı mantıklı gelmiyor," diye araya girdi Garald, Ra-
disovik'e dönerek.
Peki geri kalanı geliyor mu? diye sordu Mosiah sessizce,
Simkin'e dik dik bakarak.
"Daha bitirmedim!" dedi Simkin yüksek sesle, ama Garald
dinlemiyordu.
"Eğer Joram Merilon'un gerçek prensi olsaydı, Xavier için
onu öldürmek çok daha güvenli olurdu. Neden Dönüştürme?"
"Ah, görüyorsunuz," diye açıkladı Simkin çileden çıkarak,
"eğer sabırlı olsaydınız, bu konuya geliyordum. Hepsi Keha-
netle bağlantılı..."
Bu sözcüğü duyunca iki Duuk-tsaritti'm başlıklı başlan ses-
sizce birbirlerine döndü, görünmeyen gözlerin bakışları buluş-
tu, aralarında telaffuz edilmeyen konuşmalar geçti.
"Bir hatırlayabilsem..." Simkin kaşlarını çattı. Düşüncelere

dalarak, yine duvara döndü ve başını duvara vurmaya başla-


dı. "Hepsi karmakarışık. Ah, buldum! Kehanet şu. "Kraliyet ai-
lesine bir çocuk doğacak, sonra ölecek, sonra yaşayacak, son-
ra ölecek, sonra yaşayacak, sonra ölecek ve sonunda herkesin
canı tüm bunlara sıkılıp onu boğana ve bir kuyuya atana ka-
dar devam edecek."
70

KARAKJLIÇin ZAFER]
s Garald topuklarının üzerinde dönerek kapıya yönel-
di "Mühürü kaldırın," diye emretti.
"Affınıza sığınırım, Ekselansları." Duuk-tsarithlerden biri
• e çıktı. "Ama bu konuda ben yardımcı olabilirim."
Prens hayretler içinde Savaş Büyücüsüne bakmak için dön-
dü Tlümhallan'ın sessiz, dikkatli yasa koruyucuları nadiren
konuşurdu ve konuştukları zaman da, genellikle bir somya ya-
nıt veriyor olurlardı. Garald hayatında içlerinden birinin kendi
isteği ile bilgi verdiğini hiç görmemişti.
"Siz savaş büyücüleri bu konuda bir şey biliyor musunuz?"
diye sordu Prens. "Sizi olaydan önce bir kez sorgulamıştım ve
hiçbir şey bilmediğinizi söylemiştiniz!"
"O zaman, Joram hakkında yalnızca sizin bildiklerinizi bi-
liyorduk, resmi açıklamada söylenenleri," diye yanıt verdi Du-
uk-tsarith soğuk bir sesle, Prens'in öfkesinden etkilenmeden.
"Farkında olduğunuz gibi, Ekselansları, Tarikatımız hizmet et-
tiklerimize karşı katı sadakat yeminleri eder. İnfazda bulunan
Tarikatımız üyeleri Piskopos Vanya ile İmparator Xavier'e hiz-
met ediyor. Biz nasıl Majesteleri'nin ve sizin sırlarınızı açıkla-
yamıyorsak, onlar da onların sırlarını açıklayamazdı."
"Elbette," dedi Garald, paylamayı hakettiğini bilerek. "Beni
affedin."
"Ama genç adamın bahsettiği Kehanet hakkında birşeyler
biliyoruz."
"O çocuk masalı mı? Ölmek, yaşamak, yine ölmek, yine ya-
şamak..."
"Hayır, Ekselansları. Korkarım Kehanet bir çocuk masalı
değil. Demir Savaşları'nın ardından gelen karanlık günlerde,
Thimhallan Piskopos'u tarafından yapılmış ve şöyle diyor:
Kraliyet Evi'ne, ölü olan ama yaşayacak olan, tekrar ölecek ve
71

ITlARSARft U/EİS & ÎRACY HlCKTUAn


tekrar yaşayacak olan biri doğacak. Ve o geri döndüğünde,
elinde dünyanın yıkımını tutuyor olacak..."
"Yaklaşmıştım." Simkin burnunu çekti.
"Almin bizi korusun!" diye dua etti Radisovik, bir kutsama
işareti yaparak.
"Gerçekten de öyle!" dedi Garald hararetle. "Bunu nereden
biliyorsun?" Simkin'e döndü.
"Oradaydım işte!" dedi Simkin tembel tembel.
"Nerede?"
"Orada, katalistler ile birlikte. Yüzlerce yıl önce. Yaşam Ku-
yusu'nun çevresinde toplanmış, Almin'i bekliyorduk. Bu ara-
da, o da oldukça kötü giyiniyor. Kendini giysilerin üstünde
görüyor kuşkusuz, ama bu bir bahane değil..."
"Hıh!" diye sözünü kesti Garald öfkeyle, yine savaş büyü-
cüne dönerek. "Başka kim biliyor? Bahsedildiğini hiç duyma-
dım."
"Hayır, Ekselanslan. Bu..." başlıklı baş hafifçe Simkin'e
döndü -"tüm Thimhallan'da, saklanması için en çok dikkat
edilen sırdır. Ekselanslarının tahmin edebileceği açık sebep-
lerden dolayı."
"Evet." Garald ürperdi, sonra sonuçları aklına gelince sol-
du. "Hiçbir kraliyet bebeği güvende olmazdı!"
"Kesinlikle, Ekselansları. Bu yüzden Kehanet Duuk-tsarith-
lere emanet edildi. Bunu Tarikatımızın dışından yalnızca bir
kişiye açıklarız, mevcut Thimhallan Piskoposu'na. Eğer bu Jo-
ram gerçekten İmparator'un oğluysa ve Ölü'yse..."
Savaş Büyücüsü durdu. Prens Garald, bir an derin düşün-
celere daldıktan sonra, başını sallayarak kabul etti.
"...onun öldürülmesinin neden imkânsız olacağını görebi-
lirsiniz. Dönüştürme ideal sonuç olacaktı, onu hayatta tutacak,
72

KftRAKJLIÇin ZAFERİ
zararsız kılacaktı. Görünüşe göre işe yaramadı. Yakalana-
- nı anlayınca kendini Öte'ye atarak ölmeyi seçti -böylece
Kehanet'in başlangıcını gerçekleştirdi."
"Yakalanmak mı? Ama öyle olmadı! Bir dinleseniz!" diye
rava girdi Simkin. "Size söyleyip duruyorum, anlatacaklarım
daha bitmedi..."
"Ama kuşkusuz, o zaman gerçekten öldü, değil mi?" diye
sözünü kesti Garald alçak, titrek bir sesle. "Kimse Öte'den
dönmedi!"
Duuk-tsarith yanıt vermedi. Görevi bilgi vermekti, gerçek-
liği konusunda talıminlerde bulunmak değil."
"Ekselansları," diye denedi Simkin yine.
"Buna inanıyor musun, Radisovik?" diye sordu Garald ani-
den, Simkin'i duymazdan gelerek. Simkin içini çekerek kolla-
rını kavuşturdu ve yavaşça sandalyesine oturdu.
"Emin değilim, Ekselansları," dedi Kardinal, sarsıldığı açık
bir şekilde. "Bu konu daha fazla araştırma gerektiriyor."
"Evet," dedi Garald. Sessiz kaldı, odayı adımlamaya başla-
dı. Sonra karar vererek başını salladı. "Eh, ben inanmıyorum.

Bir adam -dünyayı yok edecek gücü olan, ha? Bah!"


"Ekselansları..."
"Ve bu peri hikâyesine inansam bile," diye devam etti
Prens Simkin'in konuşmasının üzerinden, "bizim savaş planla-
rımıza karışmasına izin veremem. Bunun gibi bir şey olması,
Vanya ile Xavier'in altedilmesi için daha iyi bir sebep! Ve Ka-
rakıhç'ın Xavier'de olduğu varsayımı ile hareket edeceğiz,
Ote'den gelen bir hayalette değil. Ben Savaş Odası'na dönü-
yorum."
Prens sözünü bitirmişti ve bu sefer engellenemeyeceği
açıktı. Radisovik sessizlik içinde eğildi ve Garald Duuk-tsarüh-
73

mARCAREÎ U/EIS £f ÎR£CY HlCKIHAn


lere işaret etti. Savaş büyücüleri odanın üzerindeki mühürü
kaldırdılar ve uzun adımlarla odadan çıkan prenslerinin arka-
sından sessizce süzüldüler. Radisovik arkasından bakarak, ba-
şını sallayarak yerinde kaldı. Sonra içini çekerek, Mosiah'a hü-
zünle gülümseyerek odayı terk etti.
"Her zamanki gibi, her şeyi güzelce berbat ettin." Mosiah
Simkin'e döndü. "Savaş Büyücüsü araya girdiği için şanslısın.
Bence Garald seni bir kuyunun dibine atmaya hazırdı..."
Simkin yanıt vermedi. Bir kolunu kayıtsızca sandalyenin ar-
kasına atarak oturmaya devam etti. Üzerindeki aptalca deniz-
ci kıyafeti kayboldu, yerini muhafazakâr gri, ipek takım elbise
aldı.
"Biliyor musun, sevgili Mosiah," dedi, kayıtsız bir dikkatle
boşluğa bakarak, "bana çok önemli görünen bir şey var ve
kimse beni dinlemiyor."
"O nedir?" diye sordu Mosiah dalgın dalgın, Sınırtoprakla-
rı'ndaki fırtınayı düşünerek.
"Garald'a söylemeye çalıştım, ama savaşa o kadar aç ki,
önüne konan başka hiçbir şeyi yemek istemiyor. Xavier bili-
yor ve korkuyor. İşte bu yüzden kılıcı almaya çalıştı. Vanya bi-
liyor, bu yüzden kriz geçirdi. Merhum ve özlerimeyen İmpa-
rator -Joram'ın gerçek babası- biliyordu, bu yüzden ortadan
kayboldu. Joram Duuk-tsaritblerden kaçmaya çalıştığı için<
Öte'ye geçmedi. Buna ihtiyacı yoktu."
"Neden? Ne demek istiyorsun?" Mosiah endişeyle başını
kaldırdı, o soğuk korku yine üstüne kapanmaya başlamıştı.
"Joram'ın elinde Karakılıç vardı... Joram kazanıyordu."

7
SAVAŞ KURALLARI HAKKINDA
Karakıhç'ın Prens Xavier'in elinde olduğundan korkan ve
Savaş Büyücüsü onun tüm güçlerini öğrenmeden saldırmayı
uman Garald savaş hazırlıklarını hızlandırdı. Katalistler ve sa-
vaş büyücüleri çalışmalarına sabahın erken saatlerinde başlı-
yor, gecenin geç saatlerine kadar devam ediyorlardı; çoğu o
kadar yoruluyorlardı ki, Savaş Odası'nda yere yığılıyor, oracık-
ta uyuyorlardı.
Karabüyücüler'in demirhanesi gece boyunca parlak gözler-
le uyanık kalıyordu, metal dişlerin gıcırtısı, körüklerin nefesle-
ri, sanki bir canavar yakalanmış ve kentin ortasına zincirlen-
miş gibi bir atmosfer yaratıyordu. Karabüyücüler de savaş bü-
yücüleri gibi katalistler ile birlikte çalışmayı öğreniyorlardı; da-
ha önce, tarihlerinin son karanlık yıllarında, yalnızca bir kata-
listleri olmuştu -Şaryon. Büyü ile Teknoloji'yi birleştirdiklerin-
de, silahlarını daha kolay ve hızlı bir şekilde imal edebiliyor-
lardı -herkesin bir nimet olarak görmediği bir gerçek.
Sonunda, Garald kent-devletinin savaşa hazır olduğuna ka-
rar verdi. Resmî, yüzyıllar yaşındaki törene uygun olarak kır-
mızı cüppeler ve tuhaf görünüşlü şapkalar giyildi (asiller ara-
sında büyük oranda bastırılmış eğlence ve spekülasyona se-
bep oldu, çünkü kimse şapkaların nereden ya da neden gel-

ITİARPARft UİEIS <T ÎRACY HlCKJrtAn


diğini bilmiyordu) ve Prens Garald ile ülkenin önde gelenleri
Kral'in önüne çıkarak, Merilon'u şikâyet ettiler ve savaş talep
ettiler.
Kral kabul etti, elbette. O gece Sharakan da muazzam bir
parti verildi ve sonra herkes bir sonraki adıma hazırlandı
-Meydan Okuma'ya.
Thimhallan'da savaş konusunda, insanların bu dünyaya ilk
geldikleri zamana dayanan katı kurallar vardı. İlk Thimhallan
sakinleri, doğdukları dünyadan önyargı ve şiddet yüzünden
sürülenlerin bu yeni dünyada barış içinde yaşayabileceklerini
ummuştu. Ama insan doğası böyle değildir, yeni sakinlerin en
bilgelerinin bildiği gibi. Bu yüzden Savaş Kuralları belirlendi
ve yüzyıllar boyunca, yıkıcı Demir Savaşları dışında, katı bir
şekilde takip edildi ve uygulandı.
Karabüyücüler işte bu kuralları ihlal ettikleri için toprakla-
rından sürüldüler. Katalistlere göre (tarihi kaydeden onlardı),
Karabüyücüler efendilerinin -Savaş Ustalarının- tasmasından
kurtulmuş, dünyayı güç kullanarak ele geçirmeye teşebbüs et-
mişlerdi. Şeref Meydanı'nın sonucunu -Oyun Tahtası'nı kulla-
nan Savaş Ustalarının karar verdiği sonucu- kabul etmeyi red-
deden Karabüyücüler, ülkeye gerçek ve ölümcül bir savaş ge-
tirmişlerdi. Bu yüzden Prens Garald'ın bu savaşta Karabüyücü-
leri kullanması, Prens'innüm müttefiklerini (ve düşmanını) on-
ları tamamen kontrol altında tuttuğu konusunda temin etmesi-
ne rağmen, tüm Thimhallan'da öfke çığlıkları doğuruyordu.
Savaş Kuralları kadimler tarafından, düello kurallarına ben-
zer şekilde oluşturulmuştu. Düello, erkekler arasındaki anlaş-
mazlıkları gidermenin centilmence bir yolu olarak görülüyor-
du. Küçük düşürülen taraf şikâyetlerini açıklar, sonra Meydan
Okuduğunu ilan ederdi -bu düşmanın yüzünü bir eldivenle
76

KARftKJLIÇin ZAFERİ

to
tlamakla aynı şeydi. Meydan Okuma'nın iki sonucu olabi-
u A Kabul edilebilir- bu savaş anlamına geliyordu- ya da
dan okunan taraf özür dilediğini ilan eder ve kent-devlet-
slim 0ıma şartlarını tartışırdı. Bu olayda özür dileme kor-
u ,su yoktu; Merilon'da da, Sharakan'da olduğu gibi savaş
planları yapılıyordı.
Meydan Okunan değil de Meydan Okuyan olmanın avan-
tajları ve dezavantajları vardı. Eğer Meydan Okuma etkileyici
olursa, Meydan Okuyan psikolojik üstünlük sağlamış sayılırdı.
Bunun karşılığında, Meydan Okunan'a Şeref Meydanı'ndaki
pozisyonunu seçme ve Oyun Tahtası'ndaki ilk hamleyi yapma
hakkı verilirdi.
Uzun zamandır beklenen Meydan Okuma günü sonunda
geldi. Tüm Sharakan gece boyunca uyanık kalmış, olay için
hazırlanmıştı. Her şey gün ortasında, Thon-Lûer (Koridor Us-
taları) ve Prens'in güçleri arasındaki törensel savaş ile başlaya-
caktı.
Kadim günlerde bu, gerçek bir savaş olurdu -Savaş Ustala-
rı ile Koridor'u yapanlar, Kahinler arasında gerçekleşirdi. Ama
geleceği görme yeteneğine sahip o büyücüler Demir Savaşla-
rı sırasında yok olmuşlar, geriye yalnızca, Thimhallan halkının
zaman ve mekân içinde yolculuk yapmasını sağlayan yolların
bakımını yapan yardımcıları olan katalistler -Thon-Mer- kal-
mıştı.
Thon-Lûer yalnızca katalist olduğundan ve kendilerinde
pek az büyülü Yaşam bulunduğundan, Savaş Ustaları -Thim-
hallan'daki en güçlü büyücüler- onları kolayca yere serebilir-
di. Ama bu, Thimhallan'daki ulaşım sisteminin yıkımı anlamı-
na gelirdi, kimsenin düşünmeyi bile başaramayacağı bir şey.
Bu yüzden Savaş Kurallan'na göre, simgesel bir direnmeden

rflAR£AR£î U/EIS & fRACY HlCKHlAn


sonra 7fron-Z2İer'in teslim olmasına ve Koridorlar'ı Sharakan
ordularına açmasına izin verilirdi.
Prens Garald o gün halkı için muazzam bir gösteri yaptı.
Savaş, halkı savaşa çağıran boru ve trampet sesleri ile başladı.
Halkı, en iyi giysilerini giyerek, çocuklarının elini sıkı sıkı tu-
tarak dışarı çıktı. Sokaklarda kabaran kent sakinleri, Savaş Us-
talarının ve katalistlerinin savaş giysileri içinde -büyücüler için
kırmızı cüppe, katalistler için kırmızı şeritli gri cüppe- bekle-
dikleri, önceden belirlenmiş noktalara toplandılar.
Marş durdu. Sessizlik çöktü. Kalabalık nefesini tuttu. Son-
ra, saray siperlerinin üzerinde, Prens Garald'm yanında duran
bir borazancının çaldığı tek bir boru sesi, berrak, serin hava-
da çınladı (o gün Sif-Hanariar kendilerini aşmışlardı). Bu işa-
ret üzerine Prens Garald sesini yükselterek, Sif-Hanatiarm
Sharakan Kralı adına Koridorlar'ı açmasını talep etti. Sesi Sa-
vaş Ustaları tarafından tüm kentte yankılandı.
Koridorlar teker teker açıldı, sokakların ortasında büyük
boşlukları oluşturdu. İçlerinde Thon-LAer, Koridor Ustaları du-
ruyordu.
"Sharakan Kralı ve sadık kulları adına, Merilon kent-devle-
tine güven içinde ulaşma hakkı bahşetmenizi istiyoruz, ki sa-
vaş için onlara Meydan Okuyabilelim," diye haykırdı Prens
Garald, karşısındaki Tfion-Lûere.
"Bu dünyadaki barışa gözkulak olan Almin adına, reddedi-
yoruz," diye yanıt verdi Thon-Lı\eı~ Prens'e. Bu önemli rol için
özellikle seçilmiş, katalistlerin üst düzey rütbeli bir üyesi, ro-
lünün havasına kendini kaptırarak, sanki Garald onu fırtınalar-
la alt etmeyi düşünürmüş gibi ona dik dik baktı.
Katalistin hararetli karşılığı karşısında biraz şaşıran Prens,
boaı sesi için işaret etti. Katalistleri yanlarında, Savaş Ustaları
78

KARAKILIÇin ZAFERİ
öne çıktı ve "savaş" başladı.
Katalistler sihirbazlara kanallar açtı, bedenlerine topladıkla-
Yasam, mavi bir ışıkla büyücülerine aktı. Büyüye boğulan
Savaş Ustaları büyülerini yaptı. Ateş topları göklerde patladı.
Siklonlar berrak havada belirdi, Savaş Ustalarının avuçlarında
dönerek öfkelerini Thon-Mer'in üzerine salıvermekle tehdit
ettiler. Parmakuçlarında şimşekler çaktı, alev alev dolular so-
kaklarda cızırdadı. Çocuklar heyecanla çığlıklar attı ve genç
bir savaş ustası kendini rolüne öyle kaptırdı ki, kazayla yerde
bir çatlak açılmasına ve tüm halkın, özellikle de Thon-Lılenn
korkuya kapılmasına sebep oldu.
Neyse ki, Koridor ustaları bu güç gösterisi karşısında he-
men teslim oldular, hatta Prens Garald'a incinmiş bir vakarla
bakmaya devam eden sert katalist bile. Koridor'dan dışarı
adım atarak ellerini bir araya getirip uzattı. Diğer Thon-L&er de
aynısını yaptılar. Savaş Ustaları katalistlerin bileklerini ipek şe-
ritlerle gevşekçe bağladılar. Bora zaferle öttü ve halk arasında
büyük bir tezahürat koptu.
Sonra Thon-Mer Koridorlarına, halk evlerine geri döndü-
ler ve Prens ile güçleri Meydan Okumak üzere yola çıktılar.
Sharakan halkının bilmediği, Prens'in ihtişamlı bir oyun oy-
namadığıydı. Garald içten içe, Xavier'in Oyun Tahtası'ndaki
bir zaferle yetinmeyeceğine inanıyordu ve bu inancını kimsey-
le paylaşmamıştı, ne babasıyla, ne de Kardinalle, ama Radiso-
vik'in de aynı şeyden şüphelendiğinden oldukça emindi. He-
le Xavier kaybederse, hiç tatmin olmayacaktı. Şeref Meyda-
nı'nın sonucu ne olursa olsun, Prens Garald bu dünyaya bir
kez daha savaş -gerçek savaş- geleceğine inanıyordu.
Yüreği heyecanla kabarıyordu. Savaş meydanındaki başarı-
lara, cesaret gösterilerine, kötü düşmanlarının karşısında kaza-
79
"1
mAR0ARft, WEIS Ö t^ACY HlCKTUAn
nacakları zaferin ihtişamına dair hayaller kanını tutuşturuyor-
du. Gökyüzüne bakan Prens, dünyadaki kötülükleri düzelt-
mek üzere doğduğu için Almin'e hararetle şükretti.

8
MEYDAN OKUMA
Şafağın ilk ışıklarında Merilon'un Kristal Saray'ı güneşten
daha parlak ışıldıyordu. Bu zor bir iş değildi. Dün, Sif-Hanar-
lar günlerinin çoğunu, o parlak küreye karşı savaş büyülerini
deneyerek geçirmişlerdi -onu kara bulutlarla örtmüş, ürkütü-
cü renklere büründürmüş, hatta bir kez gökyüzünde tamamen
yok etmeye çalışmışlardı. Bugün güneş dağlann arkasından
solgun ve surat asar gibi, havadurumu büyücülerini görecek
olursa bir anda batmaya hazır gibi yükseldi.
Bu yüzden solgun güneş, ışıkları tüm gece yanmış olan
Kristal Saray'ın parlaklığına mum tutamazdı. Şafakta, sarayda-
ki her odanın penceresini kaplayan duvar halıları yukarı yu-
varlandı, perdeler açıldı, kepenkler ve güneşlikler kaldırıldı.
Büyülü ışık dışarı dökülerek aşağıdaki kentin üzerinde ışıdı.
Eski İmparator ile büyüleyici İmparatoriçe'nin zamanında,
bu parlak ihtişam gece boyunca süren neşe ve eğlenceyi ifa-
de ederdi. Eski günlerde, güzel hanımlar ile zarif beyler sara-
ya doluşur, odaları kahkahalar ve parfümle doldururdu. Yeni
Imparator'un hüküm sürdüğü bu günlerde, parlak bir şekilde
yanan ışıklar gece boyunca süren savaş planlarını ifade edi-
yordu. Bu günlerde, salonlarda kırmızı cüppeli savaş büyücü-
leri dolanıyor, odaları sert tartışmalar ve hafif bir sülfür koku-

ITİARİÎARjf U/EIS SC "ÎRACY HlCKITlAn


su ile dolduruyordu.
Bu sabah, Meydan Okuma sabahı, İmparator Xavier Kristal
Saray'daki çalışma odasının saydam duvarının yakınında süzü-
lerek ayaklarının altındaki kente baktı. Görünüşte, sabırsızca
düşmanını bekliyordu. Bir bakış ona Savaş Ustalarının görev
yerlerinde olduğunu, Kristal Saray'ın içindeki ve dışındaki ko-
numlarından gözlemekte olduklarını gösterdi. Xavier ve yanın-
dakiler, Sharakan'm askeri gücünü Meydan Okuma'ya bakarak
ölçebilmeyi umuyordu. Özellikle, Garald'ın savaş saflarında
Karabüyücülerin Karanlık Sanatları'nı nasıl kullanacağı konu-
sunda bir işaret görmeyi bekliyorlardı. Xavier, Prens Garald'ın
tüm sırlarını ortaya sereceğini düşündüğünden değil. Hayır,
Prens bunu yapmayacak kadar zeki bir askeri stratejiciydi. Yi-
ne de, Meydan Okuma'nın ciddiye alınması ve eski âdetlere
göre, Merilon'u "korkutarak" teslim olmaya zorlamak için Ga-
rald askeri gücünün bir kısmını teşhir etmek zorunda kalacak-
tı.
Elbette, Xavier Sharakan'daki casuslarından Karabüyücü-
ler'in kentte oturduğunu ve gece gündüz silah yaparak çalıştı-
ğını biliyordu. Ama casusları, sürgün günlerinin yabancılara
karşı ihtiyatlı kıldığı o kapalı toplumun içine girmeyi başara-
mamıştı. DKarn-Duuklar^n, ne tür silahlar yaptıkları ve miktar-
ları hakkında en ufak bir fikirleri bile yoktu. Xavier'i ilgilendir-
diği kadarıyla en kötüsü, Karabüyücülerin karataşı nasıl kulla-
nacaklarını keşfedip keşfetmediklerini, Joram'ın yaptığı Kara-
kılıç'ın büyü-çeken cevherden imal edilmiş tek silah olup ol-
madığını bilememesiydi.
Bir Havai, Thimhallan'ın kanatlı habercilerinden biri, Xavi-
er'in duvarının dışında belirdi. Mutasyona uğramış adam dev
kanatlarını sabah esintisinde yavaş yavaş çırparak, Saray'ın
82

KARfIKJLIÇin ZAFERİ
indeki hafifçe esen hava akımlarının üzerinde kaldı.
çevresn**-1
Flinin bir hareketi ile duvarı yok eden Xavier, Havai'nin
içeri uçması için işaret etti.
"Koridorlar'ın alınması tamamlandı, efendim," diye bildirdi
Havai, İmparator'una.
"Teşekkür ederim. Görev yerine dön." Haberciyi gönderen
Xavier dalgın dalgın duvarı eski yerine döndürdü, sonra önce-
den anlaşılmış işareti verdi. Gökyüzünü kırmızı bir duman
kapladı. Savaş Ustaları kendi aralarında konuşmayı bıraktılar
ve beklenti içinde izleyerek duvarların yanma toplandılar.
DKarn-Duuk da olayı en avantajlı noktadan izlemeye ha-
zırlandı; çalışma odasını büyüyle, kristal kuleli sarayın en yük-
sek yerine nakletmişti. Aşağı baktığında, gelişmeleri en iyi yer-
den izlemek için koşuşturan Merilon halkını görebiliyordu.
Zenginler görkemli, kanatlı arabalarını sürüyor ya da Yukarı
Şehir'in bulutlarının arasında süzülüyordu. Orta sınıftan olan-
lar Aşağı Şehir'e akıyor, Kapılar'ın çevresinde toplanıyor, Ko-
nıfuk'a doluşuyor, büyülü, koruyucu kubbenin çevresine yığı-
lıyordu.
Kalabalıkta bir kutlama havası vardı. Aralarındaki en yaşlı
kişiler bile en son ne zaman bir Meydan Okuma yapıldığını
hatırlayamıyordu. Bu tarihi bir olaydı ve heyecan herkese ya-
yılmıştı. Bu gece, Meydan Okuma'dan sonra savurgan partiler
verilecekti. Her çağ ve türden askeri giysiler moda olmuştu;
şehir Julius Caesar'm, Attila'nın ve Aslan Yürekli Richard'ın bir-
leşmiş askeri kampları gibi görünüyordu. Ama bütün bu baş-
döndürücü heyecanın içinde, tek bir hayal kırıklığı iplikçiği
asılıydı. Aksi halde mükemmel olacak günün üzerinde tek bir
minik bulut vardı.
Kristal Saray'da parti verilmiyordu.
83

ITİARpARfî U/EİS ör TRACY HıcıynAn


Herkes buna hayret etmişti. İmparator Xavier'in ciddi tavır-
lı bir adam olduğu biliniyordu (hatta bazıları onu tasvir etmek
için aksi sözcüğünü kullanmıştı -ama yalnızca fısıldayarak).
Herkes bu savaşa ciddiyetle yaklaşmasını son derece doğru ve
uygun buluyordu. Ama bu tarihi ânın onuruna bir parti verme-
si bekleniyordu ve bu beklenti gerçekleşmediği zaman, İmpa-
rator'un rahatsız edilmek istemediğini özellikle belirttiği söy-
lentisi yayıldığı zaman, insanlar karanlık ifadelerle bakıştılar ve
başlarını salladılar. Eski Imparator'vm zamanında böyle bir şey
asla olmazdı, dediler özlemle (ve yine fısıldayarak). Ve birden
fazla kişi belki de bu savaşın, DKarn-Duuk'un beklediği kolay
zaferle sonuçlanmayacağı hakkında spekülasyonlar yapmaya
başladılar.
Xavier, halkının bu akşam kutlama yapmayı reddetmesi
yüzünden rahatsız olduğunu biliyordu. Moral Bakanı son iki
gün boyunca bu konudan başka hiçbir şeyden bahsetmemiş-
ti. DKarn-Duuk aldırmıyordu. Ellerini arkasında kavuşturmuş,
dalgın ve huzursuz bir biçimde geniş kristal duvarın önünde
öne arkaya yürüyüp duruyordu. Xavier'in bu sıradışı sinirlilik
görüntüsünü vermesinin tek sebebi, çalışma odasında yalnız
kalmasıydı. Dışarıyı görebilmesi için duvarlar saydamlaştırılmış
olsa da, onlara bir Ayna İmge büyüsü yapmış, böylece başka-
larının içeriyi görmesini engellemişti. Son derece eğitimli ve
disiplinli bir Savaş Büyücüsü olan Xavier, dünyanın geri kala-
nına aşılamaz bir bilmece gibi görünüyordu. Zamanın çoğun-
da öyleydi gerçekten de. Ama şu anda değil. Aklından geçen
düşüncelerle değil.
Ve düşünceleri Meydan Okuma'da değildi.
İmparator'un çalışma odasına birisinin girmesi, Xavier'in
adımlamayı bırakmasına sebep oldu. Koridor'u kullanan adam'l

KARAKJLIÇin ZAFERİ
sizce gelmişti, ağır cüppenin hışırtısı ve zorlanan nefesi,
damın girdiğini gösteren ilk işaretler oldu. Xavier bunun kim
i Huğunu biliyordu -dünyada yalnızca bir kişi Koridorlar'ı kul-
lanarak yanına gelebilirdi- ve gelen adamın yüzündeki ifade-
yi görmek için arkasına bir bakış fırlattı; bu, yüzün kendisin-
den daha çok ilgisini çekiyordu.
İfadeyi görünce, Xavier kaşlarını çattı. Dudağım ısırarak,
dönüp altında uzanan şehrin manzarasına dikkatle bakmaya
devam etti. Henüz görecek hiçbir şey yoktu. Meydan Okuma
başlamamıştı ve aslında gerçekten izlemiyordu; düşünceleri ve
bakışları çok daha uzaklardaydı. Yaklaşan olayı düşünüyor-
muş gibi yapmak, yüzünü ziyaretçisinden saklamak için bir fır-
sat sunuyordu yalnızca.
"Haberlerin kötü olduğunu anlıyorum, Piskopos Hazretle-
ri," dedi Xavier soğuk, düz bir sesle. Havada süzülerek odayı
adımlamayı bırakmış, ellerini sessizce önünde kavuşturarak
-nasıl bir irade kullanmak zorunda kaldığını ancak Almin bi-
lebilirdi- kıpırtısızca duruyordu şimdi.
"Evet," diye iç geçirdi Piskopos Vanya.
Geçirdiği kriz sonucunda Piskopos'un sol kolu felç olmuş,
yüzünün sol kısmı hareketsiz kalmış olsa da, Vanya -Thelda-
raların yardımıyla- bu özürleri aşarak oldukça normal bir ya-
şantı sürmeyi başarıyordu. Alem üzerindeki gücü hiç azalma-
mıştı kuşkusuz. Tam tersine, Xavier'in yönetimi altında artmış-
tı bile.
Ama yaşlı Piskopos bugünlerde kolayca yoruluyordu. Kay-
nak'taki çalışma masasından Koridor'a, Koridor'dan Meri-
lon'un Kristal Saray'ına attığı bir kaç adım bile onu bitkin dü-
şürüyordu. Vanya bir sandalyeye yığıldı ve Xavier dıştan sa-
kin, içten bastırdığı bir sabırsızlık ve korkuyla beklerken, zor-
8S

IT1AR.GAR.ET U/EİS 5- TRACY HıCKjflAn


lukla aldığı nefesler ıslık çalarken dinlendi.
Biraz kendine geldiğinde, Piskopos Vanya yarı kapalı göz-
kapaklarının altından Savaş Büyücüsü'ne keskin bir bakış fır-
lattı. DKam-Duuk dikkatle duvardan dışarı bakıyordu ve gö-
rünüşe göre Piskopos'a dikkat etmiyordu. Vanya telaşla felç
olmuş sol elini sağ eli ile tuttu, sandalyenin koluna koydu ve
dikkatle parmaklarını, her tür felç işaretini saklayacak şekilde
düzenledi. Elbette herkes Piskopos'un bunu yaptığını biliyor-
du ve Vanya kolunu düzeltene kadar herkes nazikçe gözleri-
ni kaçırıyordu. Bu halk, gerçeğin gizlenmesine alışık bir halk-
tı. Hem, bir yıl boyunca hepsi İmparatoriçe'nin cesedi canlıy-
mış gibi yapmışlardı.
Piskopos'un sonunda sandalyesine yerleştiğini duyan Xavi-
er yarı dönüp omzunun üzerinden baktı. "Eee, Piskopos Haz-
retleri?" diye sordu aniden. "Sizi oyalayan ne? Dün gece gel-
menizi bekliyordum."
"Duuk-tsarithlev bu sabaha kadar dönmedi," dedi Vanya,
kolunun pozisyonunu bozmamaya özen göstererek ihtiyatla
sandalyesinde arkaya yaslanarak. Sözcükleri açıkça, teker te-
ker söylüyordu, yüzünün sol tarafındaki felç, konuşmasını pek
az bozuyordu. Büyü sayesinde yüzündeki şekilsizlik, dudakla-
rının köşesinin aşağı eğilmesi, bir gözkapağının sarkması zar
zor fark ediliyordu. VaTıya'yı tedavi eden Theldarahş onu ha-
yatta olduğu için şükretmesi ve bu tür sıradan konular hakkın-
da şikâyet etmemesi gerektiği konusunda temin etmeseydi,
Piskopos bu durumu tahammül edilemez bulabilirdi.
"Yüz ifadenizden haberin iyi olmadığını anlıyorum," dedi
Xavier, dönüp kente dik dik bakmaya devam ederek. "Karakı-
lıç yok oldu."
"Evet, Majesteleri," diye yanıt verdi Vanya, sağlam elinin
86

KARAKJLIÇin ZAFER]
klan sandalyenin kolunda örümcek gibi kıpırdanarak.
"Bunu keşfetmeleri neden bu kadar uzun sürdü?" diye sor-
du Xavier sertçe.
"Sınır'daki fırtına şiddetleniyor," dedi Vanya, dudaklarını ıs-
ı tarak "Duuk-tsarithler varana kadar, Katalist'in heykeli ta-
nen kumlarla kaplanmış. Tüm kumsal değişmiş, Majestele-
ri Sınırtoprakları'nı tanıyamamışlar bile, üstelik İnfaz sırasında
oraday.."
"Nerede olduklarının farkındayım, Piskopos Hazretleri," di-
ye sözünü kesti Xavier sabırsızlıkla. Adamın, önünde olması
' gerektiği gibi kavuşturduğu elleri dış sakinliğini korumaya ça-
lışırkenki gerginliği yüzünden beyazlamıştı.
"Evet, Majesteleri," diye mırıldandı Vanya. Buyurgan ses to-
nuna sinirlenen Piskopos, adamın sırtını dönmesinden fayda-
lanarak ona nefret içinde dik dik baktı. "Heykelin yerini belir-
lemek bile savaş büyücülerinin epey zamanını aldı, sonra üs-
tündeki kum tepesini kaldırmaları gerekti. Çevrelerinde şid-
detle esen fırtınadan korunmak için Duuk-tsarithler büyülü
kalkanlar altında çalışmak zorunda kaldı. İşin devam edebil-
mesi için kalkanı yerinde tutmak bile iki Savaş Büyücüsü ve
dört katalist gerektirdi. Sonunda, heykelin kalıntılarını çıkardı-
lar..."
"Katalist -Şaryon- ölmüş mü?" diye sordu Xavier.
Vanta ter içindeki alnını beyaz bir kumaşla silmek için dur-
du. Bugünlerde hava ya çok sıcak, ya da çok soğuk oluyordu.
Hiç arası yokmuş gibiydi.
Sonunda konuştuğunda, sesi alçak çıkıyordu. "Büyünün
bozulduğu, ruhun uçtuğu kesin. Ama ölüm âlemine mi, yok-
sa yaşam âlemine mi, kimse emin olamıyor."
"Lanet olsun!" diye mırıldandı Xavier alçak sesle, bir elinin

ITİARSAREÎ U/EIS S[ ÎRÜCY HlCKJIIAn


parmakları yumruk olarak. "Ve kılıç gitmiş, öyle mi?"
"Kılıç ve km."
"Emin misiniz?"
"Duuk-tsarith\er hata yapmaz, Majesteleri," diye yanıt ver-
di Vanya ekşi ekşi. "Heykelin çevresindeki geniş bir alanı ta-
radılar ve hiçbir şey bulamadılar. Daha da önemlisi, kılıcın
varlığına ilişkin hiçbir iz hissetmediler, orada olsaydı hissede-
cekleri kesin."
Xavier hırlarmış gibi bir ses çıkardı. "Kılıç daha önce de sa-
hibini Duuk-tsarithlenn gözünden saklamayı becerdi..."
"Ancak kendini ve sahibini kalabalığın içinde kaybederek.
Yalnız kaldığı zaman, kullanılmıyor olsa bile büyü çeken etki-
si yüzünden Duuk-tsarithler Karakılıç'ı hissedebilir. En azın-
dan, cadı bana böyle söylüyor, Ekselansları. Sefil katalistin
kollarında taşa dönmeden önce kılıcı denemek için pek az za-
manları olduğunu söylüyor.
"Hayır," diye devam etti Vanya kasvetle, "Karakılıç yok...
Dahası, Duuk-tsaritbler Saryon'un çevresindeki büyüyü ancak
onun gücünün çözebileceğini söylüyor."
DKarn-Duuk sessizlik içinde, duvara bakarak durdu. Meri-
lon'un görünmez, büyülü duvarlarını çevreleyen Koridorlar
açıldı. (Kente girişe yalnızca birkaç Koridor izin verirdi ve
bunlar da, normalde yamızca Kan-Hanatiar tarafından koru-
nan Kapılar'da bulunurdu. Şimdi, savaş zamanında, Merilon
Kapıları'nda Duuk-tsarithler ve DKarn-Duuklar da nöbet tutu-
yordu. Ama bu aslında yalnızca bir formaliteydi. Savaş Kural-
ları'na aykırı olmasının yanısıra, düşmanın şehre Koridorlar'ı
kullanarak girmesi şehri ve sakinlerini tehlikeye atacak büyü-
lü bir savaşa yok açardı; her iki tarafın da istemediği bir şeydi
bu -en azından ilk aşamalarda. Şehre girip çıkan tek diğer Ko-
88

K_AR£KjLiçın ZAFERİ
ı x sarayı Kaynak'a bağlayan Koridorlardı.)
f çl arakan ordusu -kırmızı savaş cüppeleri içinde görkemli,
üstleri tarafından takip edilen yüzlerce Savaş Büyücüsü
dorlar'dan çıktı. Savaş büyücüleri şehri çevirecek şekilde
A-yenli aralıklarla dizildi, katalistleri de yanlarında durdu.
osi yerleştikten sonra, tek bir boru öttü ve dokuz siyah atın
ktiği altından bir savaş arabası sürerek Prens Garald belirdi.
Büvülü hayvanların burun delikleri alev üfürüyor, toynakları
havayı döverken şimşekler çakıyordu. Hayvanların tiz kişne-
meleri o kadar yüksekti ki, büyülü kubbenin ötesinden bile
duyulabiliyordu.
Alev alev atlarını idare eden Prens Garald görkemli bir
manzara sunuyordu, ailesinde nesilden nesile aktarılan gümüş
bir zırh giymişti; bazıları zırhın kadim dünyadan geldiğini, gi-
yene zafer ve koruma büyüleri bahşettiğini söylüyordu. Kolu-
nun altında miğferini taşıyor, kestane rengi saçları rüzgârda
dalgalanıyordu. Merilon sakinlerine resmi bir şekilde eğilerek
selam verdikten sonra, atlarının başını çevirdi ve arabasını
kent duvarlarının çevresinde sürmeye başladı. Dörtnala geçer-
ken, Sharakan flamaları havada açıldı, ta ki Merilon düşmanı-
nın kıvılcımlanan renkleri ile kuşatılana kadar. Prens o kadar
yakışıklı, siyah, alev üfüren atların görüntüsü o kadar müthiş,
flamalar o kadar güzeldi ki, Merilon sakinleri olağanüstü man-
zarayı bir tezahürat kopararak karşıladı.
Kentin ön kapısına ulaşan Prens Garald arabasını durdur-
du. Elini kaldırarak borunun tekrar ötmesini sağladı. Aniden,
Koridorlar'dan -yarı insan, yan hayvan yüzleri öfkeyle çarpıl-
mış, toynakları yeri döverek- vahşi Atadamlar fışkındı. Gözle-
rinde ölüm yanarak doğmdan kubbeli şehre koştular. Ellerin-
de mızraklar tutuyorlardı -Karanlık Sanatların silahları.
89

rrİARCARfî U/EIS S; ÎRACY HlCKHIAn


Üstlerinde, pençeleriyle havayı yırtan, pis nefesleriyle ze
birleyen ejderler uçuyordu. Sonra, dev başları Yukarı Şehir ile
aynı hizada duran, altlarındaki minik insanlara sersemce sırı-
tışlarla bakan devler belirdi. Aslanbaşlar, çimeralar1, satirler2
sfenksler -her tür büyülü hayvan- Koridorlar'dan dışarı Fırla-1
di, öfke içinde, insan kanı tatmak için can atarak uludu.
Artık Merilon'da kimse alkış tutmuyordu. Çocuklar dehşet
içinde feryat ediyordu. Anneler çığlıklar atan bebeklerini ku-1
cakladılar, erkekler ailelerini korumak için önlerine atladılar.
Bu meydan okuma karşısında öfkelenen asiller küfürler hay-
kırdılar; hanımefendi eşleri bu fırsatı kullanarak zarifçe bayıl-
dılar.
Atadamlar duvarlardan bir mızrak atımı mesafeye gelince,
devler iri elleri ile aşağı eğilince, ejderler büyülü kubbeyi pa4
ramparça edecek gibi görününce, Prens Garald borunun son
bir kez çalması için emir verdi.
İllüzyonlar teker teker, rengarenk, yeri sarsarak kükreyen
patlamalarla yok oldular. Geride kalan, illüzyonların yaratıcısı]
bitkin savaş büyücüleri ve aynı derecede yorgun katalistleri-
nin, ancak Merilon'un sersemlemiş halkma gunırla eğilecek
kadar güçleri kalmıştı.
Sancağını başının üzerine kaldıran Prens Garald, tüm kent-
te duyulabilecek bir s^sle haykırdı.
"Merilon halkına, kötü önderlerini ve kurbağa piskoposla-
rını tahtlarından indirmeleri için sesleniyonım. Merhum impa-
ratoriçeniz gibi trajik bir şekilde ölü olan bir rüyada yaşıyorsu-
nuz, merhum imparatonmuz gibi hüzün verici bir şekilde çili
1 Grek mitolojisinde aslan başına, keçi bedenine ve yılan kuyruğuna sai
hip dişi canavar. Ç.N.
2 Grek mitolojisinde, bazı at ya da keçi özelliklerine sahip, Dionysusça;
eğlencelerden hoşlanan orman tanrısı. Ç.N.
90

K_AR£KUIÇln ZAFERİ
• rüyada. Sizi gerçek dünyadan saklayan kubbeyi yok
alH
Riv Sharakan'dakiler, size yaşam sunuyoruz. Yaşayan-
edin. ÖU,
lar'ın topraklarına donun.
"Fğer kanınızla beslenen bu parazitlerden kurtulmayı red-
derseniz, dünyanın geri kalanına bulaşmasınlar diye bunu
?z yaparız. Krallıklarımız arasında savaş çıkar.
"Yanıtınız nedir?"
"Savaş! Savaş!" diye haykırdı Merilon halkı, büyük heyecan
içinde. "Savaş!" diye bebeklerinin sözcüğü haykırması için zor-
ladı anneler. "Savaş!" diye bağırdı onlar da, anlamadan, se-
vinçle taklit ederek. Çocuklar, "Savaş!" diye çığlık attılar ve
oracıkta, atadamlann ellerinde tuttukları mızrakları taklit ede-
rek sivri çubuklar yarattılar. Üniversite öğrencileri, "Savaş!" di-
ye haykırdı ve en kısa zamanda orduya yazılacaklarına yemin
ettiler. "Savaş! Savaş!" diye tekrarlayan bir genç katalist kalaba-
lığı oradan geçen bir Diyakoz tarafından, Almin'in kan dökül-
mesine karşı olduğu konusunda sertçe uyarıldı. Ama Diyakoz
telaş içinde olduğundan -savaş büyücülerine yardım etmeye
gidiyordu- gençlere gözkulak olmak için kalamadı ve o gider
gitmez katalistler haykırışlarına devam ettiler.
"Öyle olsun!" diye bağırdı Prens Garald sertçe, ama söz-
cükleri kargaşa içinde duyulmadı. Son bir soğuk, resmi eğil-
meden sonra Prens savaş arabasını Koridor'a sürdü ve gözden
kayboldu. Savaş büyücüleri ile katalistleri de gittiler.
Öğle olmuştu. Merilon'da çanlar çalıyor, Sif-Hanarisı va-
tanperver bir çılgınlık içinde bulutları Merilon'un kendi renk-
lerine boyuyor, gökyüzünün bayraklarla bezenmiş gibi görün-
mesini sağlıyorlardı. Asiller, dudaklarında savaş şarkıları ve
Merilon'un ulusal marşı, partilerine koştular. Aşağı Şehir sakin-
leri hazırlıksız sokak dansları ettiler, şenlik ateşleri yaktılar. Şe-
9!

ITİAReARET U/EIS & fRACY HlCKJTIAn


hir ışıklarla alev alevdi, partiler ve eğlenceler gecenin geç sa-
atlerine kadar sürecekti.
Kargaşa ve sevinç gösterilerinin çok yukarısında, kristal du-
varlı çalışma odasında sessizce duran Merilon İmparatom gör-
meden, duymadan izledi. Onun için, Meydan Okuma gelin
geçmişti ve gözünün önünde gerçekleşmesine rağmen kaçır-
mıştı onu. Onun gözünde, elinde karanlık silahı tutan tek bir
şekil yürüyordu.
Merilon'daki partiler zirveye ulaşıyor, günışığı somurtarak
alacakaranlığa çöküyordu, ilk akşam yıldızları solgun solgun
yukarıda pırıldamaya başlamıştı. Sonunda DKarn-Duuk kıpır-
dandı ve konuştu. Arkasındaki Piskopos Vanya ağır ağır nefes
alarak oturuyordu. Zaman zaman alnını bir kumaş parçası ile
silerek, akşam yemeği vaktinin oldukça geçtiğini düşünüyor-
du ki, Xavier'in uzun sessizliğini bozması ile irkildi.
"Joram ölüm âleminden döndü," dedi DKarn-Duuk yumu-
şak sesle. "Eğer onu durdurmazsak, Kehanet gerçekleşecek.
Duuk-tsarith\ere haber verin. Joram'ı bulurlarsa, hemen, ora-
da öldürülecek. Bu sefer yok edilebilir ve edilmeli!"
92

9
ZAFER
? Meydan Okuma'dan bir hafta sonra, savaşan ulusların tem-
silcilerinin kararlaştırdığı bir gün, Merilon ile Sharakan arasın-
daki savaş başladı.
Sabahın erken saatlerinde, şafaktan uzun zaman önce,
prens Garald ve maiyeti Oyun Tahtası'm kurmak üzere Şeref
Meydanı'na geldi. İmparator Xavier ile maiyeti de hemen he-
men aynı saatlerde gelmiş, kilometrelerce uzakta aynı şeyi ya-
pıyorlardı.
Şeref Meydanı, Thimhallan'ın yaklaşık olarak merkezinde
bulunuyordu. Geniş bir araziydi ve göreceli olarak düzdü.
Orada burada ağaç kümeleri ile beneklenmiş, gür, yumuşak,
yeşil otlarla kaplanmıştı. Şeref Meydanı kadim günlerde ulus-
lar arasındaki anlaşmazlıkları çözmek için kurulmuştu. Kimse
buraya başka sebepten gelmezdi. Meydan kutsanmıştı -hem
dualar, hem de kanla- ikincisi Demir Savaşları'nm kasıtsız so-
nucuydu.
O zamandan önce ve sonra, Thimhallan'da savaş, büyü ye-
teneğine sahip üstün insanlardan oluşan bir halka yakışacak
şekilde (ve eski dünyada bıraktıkları Ölü insanlardan oluşan
düşük halkın aksine) medenice savaşılırdı. Şeref Meydanı'nın
en büyük özelliği Oyun Tahtaları idi. Kaynak dağının kutsal

ITİARCARfT U/EIS & "ÎRACY HlCKJTlAn


taşından -bu dünyadaki büyünün kaynağından, Yaşam Kuyu.
su'ndan alınan granitti bu- yapılan Oyun Tahtaları, meydanın
zıt uçlarına yerleştirilmişti. Her tahta mükemmel bir kare şekJ
ünde yapılmıştı, üç metre uzunluğunda ve üç metre genişliğin.
deydi. Meydan kullanılmazken, düz ve özelliksiz tahtalar yeri
de yatardı. Yaşam Sihirbazları tahtalara dikkatle bakmaya özen
gösterirlerdi; çevrelerindeki otlar düzgünce kesilir, hayvanların
ve kuşların onları kirletmemesi için koruma büyüleri yapılırdı.
Bugün olduğu gibi savaş gününde, savaşanların önderleri
ve eşlik eden asiller, Savaş Ustaları ve yüksek seviyeli katalist-
ler Oyun Tahtası alanına gelirler, şafağın ilk ışıkları meydanı
aydınlatırken Eylem ve Kutsama Töreni'ni yaparlardı.
Prens Garald, Kardinal Radisovik ile birlikte, kuzeydeki
tahtanın başındaki yerini aldı. Yanındakiler -Sharakan'daki
asiller arasında en asil olanlar- her yanda dokuz tane olmak
üzere tahtanın çevresine dizildiler. Her asilin katalisti yanında
duruyordu. Prens Garald'ın bir işareti ile, Kardinal duaya baş-
ladı.
"Yüce Almin," diye dua etti, kilometrelerce ötede sözleri-
nin Piskopos Vanya tarafından tekrarlandığının farkında, "bu-
günkü mücadelemizi gör ve kutsa. Bu savaşı veren bizleri
kendine layık bul ve bize zafer bahşet, çünkü biz senin göz-
lerinde şeref bulmak ve senin emirlerine karşı gelenleri, barış
dolu topraklarımıza kargaşa ve savaş getirenleri terbiye etmek
için savaşıyoruz."
Bunu, Almin'in unutmuş olması olasılığına karşı Sharakan

adına, Merilon hakkında yakınmalar takip etti (meydanın kar-


şı ucunda tam tersi): saldırgan eylemler, köleleştirme teşeb-
büsleri ve düşmanlarının işlediği başka haince suçlar.
"Bize bugün zafer bahşet, Almin," diye devam etti Radiso-
94

KARAKILIÇln ZAFERJ
likle "Sharakanh bizler Merilon'un açgözlü asillerinin
• H n boyunduruğu altında yaşayan köylülerin yaşam ko-
dlarını iyileştirmeye söz veriyoruz."
("Biz Merilonlular Sharakan halkını büyü altında tutan kö-
.. Karabüyücüleri yok etmeye söz veriyoruz.")
"Biz Sharakanlılar Merilon şehrini çevreleyen büyülü kub-
vi yıkacak, onu senin kutsal ışığına ve havana açacağız."
("Biz Merilonlular Sharakan halkına aydınlanma ve kültür
getirecek, şehirlerini büyülü kubbeyle çevreleyeceğiz.")
"Biz Sharakanlılar Merilon'u yöneten kötü adamı tahttan in-
direceğiz."
("Biz Merilonlular Sharakan'ı yöneten kötü adamı tahttan
indireceğiz.")
"-ve Kilise'nin sapkın ilan ettiği Piskopos'u devireceğiz."
("-ve Kilise'nin sapkın ilan ettiği Kardinal'i devireceğiz.")
"...ve senin adına Thimhallan'a barış getireceğiz. Amin."
("...ve senin adına Thimhallan'a barış getireceğiz. Amin.")
Törenin bu noktasında, fantastik uçan arabaları yukarıda
pırıldayarak, izleyicilerin çoğu gelmeye başladı. Duasını biti-
ren Kardinal Radisovik tuhaf bir şekilde, Almin de gelmiş, yu-
karıda bir yerde oturmuş, bir kadeh şarap içerek tavuk baca-
ğı kemiriyormuş gibi hissetti. İmge irkilticiydi ve Radisovik te-
laşla, içinden bu saygısızlık için Almin'den af dileyerek imge-
yi yok etti.
Prens Garald, görünüşte konukların gelmesini izlemeye da-
lan ve Tören'in henüz tamamlanmadığını unutan katalistini
dürttü. Kardinal Radisovik kızararak lorduna Yaşam bahşetti.
Mevcut katalistlerin her biri de kendi lordlanna aynısını yaptı.
Toplanan büyücülerin çoğu Albanara idi. Ama Sif-HanaAaı-
dan iki üye, Kan-HanaAavdan bir üye ve bir Karabüyücü var-
95

rriARSARfî U/EİS S[ TRİİCY HiCKjnAn


di -halkının önderi olan bir demirci. Başlarını eğerek, he
adam saygıyla katalistinin bahşettiği Yaşam'ı kabul etti ve
Prens Garald'ın bir başka işareti ile Yaşam'larını Oyun Tahta-
sı'nı eyleme geçirmek için kullandı.
Dev granit levha mavi bir ışıkla parlamaya başladı. Büyü-
cüler yavaş yavaş ellerini kaldırdılar ve Oyun Tahtası yerden
havalandı. Büyücülerin rehberliği altında gittikçe yükseldi, ta
ki yerden bir metre yüksekte süzülmeye başlayana kadar.
Prens Garald buyurgan bir hareket yaptı ve büyücüler büyü-
lerini durdurdular. Oyun Tahtası oynanmaya uygun bir yük-
seklikte süzülmeye devam etti; düz, özelliksiz yüzeyi günışığı
altında kıvılcımlanıyordu.
Sonra, o âna kadar büyüye katılmamış olan Prens Garald
elini tahtanın üzerine koydu ve taşın kendisi kadar eski ayini
söylemeye başladı. Bu, Eyleme Geçirme ayiniydi. Emri üzeri-
ne, Şeref Meydam'nda yerini alan gerçek suretleri ile aynı an-'
da, minik büyülü şekiller -savaşa katılan gerçek insanların ve
hayvanların minyatürleri- Oyun Tahtası üzerinde yerlerini al-
dılar.
İlk önce Savaş Ustaları ve katalistleri belirdi. Şimdi, oyuûj
taşlarının daha kolay hareket ettirilebilmesi için altıgenlere bö-
lünmüş Oyun Tahtası'nın üzerindeki yerlerini aldılar. Zaman
zaman yanmdakilerin* tavsiyesini alan, ama genellikle kendi
iradesi ile hareket eden Prens Garald minik, canlı taşları Tah-I
ta üzerinde düzenledi -örneğin bir savaş ustasına birkaç altı-
gen kuzeye gitmesini söyledi ya da bilmeden düşman bölge-
sine giren bir diğerini geri çağırdı.
Savaş Ustaları Garald'ı tatmin edecek şekilde yerleştirildik-
ten sonra, Sif-HanaAzn getirdi -hava duaımunu kontrol eden
sihirbazları ve Tahta üzerinde (eski geleneklere uygun şekil-
96

KARAKJLIÇin ZAFERİ
ı tplif aralıklarla dizdi. Sonunda, her şey hazır öldüğün-
de) mıwltc
• liklerini getirmeye başladı; Savaş Ustalarının emri altın-
da olacak insanları ve varlıkları.
Vahşi atadam çeteleri -Yabantopraklar'da yakalanmışlar ve
,b-tsaritbler tarafından büyü altına alınmışlardı- Şeref Mey-
ı'na aktı. Savaş büyücülerinin emri altındaki atadamları Sa-
Tjstaları kontrol ediyordu ve kendi iradeleriyle ya da
Prens'in doğrudan komutu ile serbest bırakılacaklardı. Kanatlı
Havailer Garald'ın yanında, meydan üzerinde herhangi birine
emir taşımaya hazır, bekliyorlardı.
Atadamlarla birlikte devler geldi -atadamlar gibi Yabantop-
raklar'da yaşayan mutasyona uğramış insanlar. Ama, öldürmek
için yaşayan atadamlann aksine, devler aslında küçük çocuk-
ların zekâsına sahip nazik yaratıklardı. Normalde barışçı olan
devler, bu aşırı iri insanları öfkelendiren tek şey bu olduğun-
dan, etlerinde patlatılan şimşekler ya da başka acı veren yön-
temlerle savaşmaya zorlanıyordu.
Sonra ejderler, aslanbaşlar ve özellikle bu savaş için yara-
tılmış olanlar dahil başka büyülü hayvanlar belirdi: arka ayak-
larının üzerinde doğruldukları zaman yüz seksen santim yük-
sekliğe ulaşan dev sıçanlar, sıçanlarla savaşmak için dev kedi-
ler ve büyücülerin yaratıcılığına ve becerisine kalmış benzeri
hayvanlar. Hayvan-insanlar en tehlikeli olanlarıydı. Bunlar, Sa-
vaş Ustaları tarafından, insan zekâsı ve becerileri korunarak
hayvana dönüştürülmüş erkekler ve kadınlardı.
Son olarak, tahtanın kenarlarında, savaşta yaralanan her iki
tarafın insanlannın yardımına koşmaya hazır Theldamlar, Ya-
şam Sihirbazı otacılar yerlerini aldılar.
Prens Garald çalışırken, İmparator Xavier'in ordularının
Oyun Tahtası'nın karşı tarafında maddeleştiğini görebiliyordu.
97

ITİARpARft UJEİS & ÎRACY HiCKjnAn


Garald dikkatle, rakibinin de aynısını yaptığını bilerek düşman
güçlerin yerleşimini inceledi. Zaman zaman, Xavier'in adamla-
rını nasıl yerleştirdiğine bakarak orada, burada bir taşın yerini
değiştirdi. Ama Garald gördüklerinin kendisini fazla etkileme-
sine izin vermedi. Stratejisi hazırdı. Stratejisine, Savaş Ustaları-
na ve halkına güveniyordu.
Sonunda her şey hazır oldu. Sihirbazlar, savaş büyücüleri,
katalistler, uluyan atadamlar, sırıtan devler, uçan ejderler, hır-
layan kurtadamlar ve başka savaşçılarla dolu Oyun Tahtası'na
bakan Prens Garald gurur ve tatminle gülümsedi. Elinde ani-
den bir kadeh şarap belirdi ve şerefe kadeh kaldırmayı teklif
etti.
Konukları hemen onu taklit ettiler, kendi kadehlerini kal-
dırdılar. Çoğu Oyun Tahtası'nm üzerinde toplanmış, hevesle
savaşın başlamasını bekleyen izleyiciler de onlar gibi yaptı.
"Zafere!" diye bağırdı Prens Garald. "Bugün, bizim olacak!"
Şaraplar yürekten içildi, asiller birbirlerine ve özellikle
prenslerine gururla baktılar. Garald hiç, kırmızı ve altın rengi
şeritlerle çevrilmiş beyaz cüppe -komutan giysisi- giydiği bu-
günkü kadar yakışıklı ve şahane görünmemişti. Yüzü heye-
canla kızarmıştı, berrak gözleri ülküsünün haklılığına içten
inancı ve düşmanını savaşta yenme arzusuyla parlıyordu. Ka-
dehini bir kez daha kaldırdı, kırmızı şarap büyüyle içine aktı.
İzlemekte olan Radisovik'in aklına, bir yaradan akan kan can-
lı bir şekilde geldi; ürpererek, telaşla sere karşı işaret yaptı ve
neden bugün böyle rahatsız edici ve nahoş düşüncelere kapı-
lıp durduğunu merak etti.
"Gizli silahımıza," dedi Garald, Karabüyücü'ye dönüp ka-
dehini ona doğru kaldırarak.
"Gizli silahımıza," diye karşılık verdi diğerleri. Tüm gözler
98

KARAKILIÇln HAFERJ
. in üzerindeydi. Adam gururla öyle şaşkınlaşmıştı ki
HerrurC
1 indeki tüm şarabı tek yudumda içti, boğulacak gibi ol-
? yanında duran Baron'un sırtını yumruklaması gerekti.
Tüm gözler Oyun Tahtası üzerinde, büyülü bir bulutla kap-
s bölgeye gitti. Prens Xavier'in de tahtanın kendi tarafın-
, benzer, bulutla saklanmış bir bölgesi vardı. Savaş kuralları
akiplerm güçlerinin çoğunun açıkça görülebilir bir yerde ol-
masını zorunlu kılsa da, oyuncuların bazı güçlerini gizli tutma-
sına yedekte saklamasına izin vardı.
İşte savaşın kimin lehine olacağına bu yedekler karar vere-
cekti ve her iki komutanın -Garald'ın ve Xavier'in- gözleri o
bulut kaplı altıgenlerdeydi, Tahta üzerindeki pozisyonların-
dan, casuslarının raporlarından ve başka yüz değişik faktörden
o sisin içinde nasıl bir tehdidin saklandığını çıkarmaya çalışı-
yorlardı.
Xavier bunun Karabüyücü ordusu olması gerektiğini bili-
yordu, ama hangi silahları taşıyorlardı? Saldırı planları neydi?
Tüm somlar arasında en acili, Karakılıç taşıyorlar mıydı?
Prens Garald, Xavier'in bulutunun altında ne olduğu konu-
sunda pek az şüphe besliyordu. Karakılıç'la silahlanmış bir Sa-
vaş Büyücüsü. Prens en güçlü savaş büyücülerine özel silah-
larla donanmış bir alay asker ve tek bir talimat vermişti -ne
pahasına olursa olsun, Karakılıç'ı ele geçirin.
Garald, İmparator Xavier'in kendi en güçlü savaş ustasına
bir alay asker ile birlikte aynı talimatı verdiğini bilse şaşırırdı.
Karakılıç'ı ele geçirin.
Onu bir başka Tarikat daha arıyordu. Kehanet korkusu ile
hareket eden Duuk-tsarith Tarikatı savaştan önceki gece, dün-
yanın çok derinlerindeki, yerini kralların ve kraliçelerin bile
bilmediği mağaralarında nadir, gizli bir toplantı ile bir araya
99

tTİARCARft U/EIS & TRACY HlCKJIIAn


gelmişti.
Mağaraların sonsuz gecesinde, yüzsüz, siyah cüppeli şekil-
ler, karanlıktan da derin bir sessilik içinde, taş zemine kakıl-
mış dokuz uçlu yıldızın çevresinde toplanmıştı. Tarikatların-
dan biri önlerinde, gözle değil zihinleri ile görülerek havalan-
dı. Bir soru sordu.
"Karakılıç Sharakan orduları ile mi savaşıyor?"
"Hayır." Yanıt mağaranın bir tarafından, pek çok sesten
gelmişti.
"Karakılıç Merilon orduları ile mi savaşıyor?"
"Hayır." Yine, pek çok ses yanıt verdi, bu sefer karşı taraf-
tan.
"Ölü adam, Joram ya da Katalist, Şaryon bu dünyada gö-
rüldü mü?"
"Evet." Bu sefer tek bir ses yanıt verdi, çemberin arkasın-
dan gelmişti.
O an cadı toplantıyı dağıttı. Siyah gölgeler geceye kaydılar,
görevlerinin başına döndüler. Biri dışında hepsi. Cadı onu ça-
ğırdı.
"Joram nerede?"
"Bilmiyorum. Karakılıç onu iyi koruyor."
"Ama görüldü. Kim tarafından? Kaynağın kim?"
Adamın düşüncelerinde bir isim oluştu. Belki de sırrını ge-
cenin de paylaşmasından korkarak, telaffuz etmedi.
Düşüncesini algılayan cadı tatmin içinde başını salladı.
Adam kararsız gibiydi. "Bu kaynak güvenilir mi?"
"Kesinlikle," dedi cadı.
100

10
SİSLERİN İÇİNDEN
Mosiah çevresine soğuk, yapış yapış bir el gibi sarılan yo-
sun baskın sise karşı sırtını kamburlaştırarak küçük, çimen
kaplı bir tümseğin üzerinde oturdu. Günün hangi saati oldu-
ğuna, burada ne süredir oturduğuna dair en ufak bir fikri bile
yoktu. Birliğine pozisyon alması emredildiğinden beri yarım
gün geçmiş olabilirdi. Ya da yarım ay. Bu bulutlarla kaplı dün-
yada zaman kavramını yitirmişti ve başka duyularını da kay-
betmeye yakın olduğunu hissediyordu.
Delinmez sisin içinden hiçbir şey göremiyordu, hatta birli-
ğinden diğer askerlerin şekillerini bile. Düşmanın da onu gö-
remediği gerçeğinin bir teselli olması gerektiğini varsayıyordu.
Ama hissettiği huzursuzluğun gittikçe büyümesini engelleye-
miyordu -içinden bir şey insanlığın geri kalanının uzun zaman
önce buraları terk ettiğini, onu arkada bıraktıklarını, bu dün-
yadaki tek kişinin kendisi olduğunu fısıldıyordu.
Bunun doğru olmadığını biliyordu. Sesler duyabiliyordu.
Sis tarafından çarpıtılan gürültüler, sessizlikten de kötü uğur-
suz, sinir bozucu bir nitelik kazanmışlardı. Bu soğuk ve boş
sesler insan sesleri miydi, yoksa hayaletlere mi aittiler? Bunlar
ayak sesleri miydi? Arkadan gizlice yaklaşan düşman mıydı?
"Kim var orada?" diye sordu Mosiah sislere, titrek bir sesle.

niARGARff UJEİS §? tıy>CY HıcKmAn


Yanıt gelmedi. Sis sözcüklerini ağına dolayarak sü:
götürdü.
Omzunda bir el mi vardı...?
Mosiah hançerini çekip ayağa fırladı, hızla döndü ve bece-
riyle bir ağacı hançerledi.
"Dangalak!" diye mırıldandı. Hançerini kınına koyarak
boynuna sürtünen pençeli dalı uzaklaştırdı. Kimsenin kendisi-
ni görmediğini umarak telaşla çevresine bakındı, sonra rahat-
layarak nefes verdi ve tümseğe oturarak elindeki yarayla ilgi-
lendi; dal etini bir sürü küçük dalla çizerek intikamını bir öl-
çüde alrnıştı.
Savaş başlamış mıydı? Mosiah kendini burada saatlerdir
oturduğuna ikna ettiğinden, bunun olası olduğunu düşündü.
Belki de bitmişti. Belki birliği savaşa çağrılmıştı, ama o duy-j
mamıştı. Bu düşünce o kadar korkutucuydu ki, ağır, metal ya-
yı kaldırıp birkaç adım yürüdü ve neler olup bittiğini bilen bi-
risini bulmayı umarak sislerin içine baktı.
Sonra kararsızlık içinde durdu.
Aldığı emirler açıktı. Sis kalkana kadar sessizce, kıpırdama-
dan bekle. Prens Garald emirlerine harfi harfine itaat etmenin
önemini vurgulamıştı.
"Zaferimizin anahtarı siz, Karabüyücülersiniz," demişti on-:
lara, Şeref Meydanı'na nakledilmek üzere Koridor'un yanında
toplandıkları, şafaktan önceki karanlık saatlerde. "Neden?
Çünkü siz büyüye bağımlı değilsiniz! Savaş büyücülerimiz Xa-
vier'in savaş büyücülerinin Yaşamlarını çektikten sonra, düş-
manın katalistleri dünyadan büyü çekemeyecek kadar bitkin
düştükten sonra, siz öne çıkacaksınız ve düşmanımız merha-
metimize kalmış olacak. Xavier'e şah çekilecek, meydanı bize
teslim etmek zorunda kalacak."
102

KARAKJLIÇln ZAFERİ
t ini çekerek, burada beş haftadır değil, muhtemelen beş
f-r durduğunu söyleyerek, Mosiah çimenli tümsekteki yeri-
• îmak üzere geri döndü, ama çimenli tümseğin yok oldu-
- nu eördü. Kıpırdamadan durarak, biraz önce attığı adımları
?hninden geçirdi. Tümsekten kalkmış, sola dönmüştü, bun-
Han emindi. Yalnızca dört, beş adım atmıştı. Bu yüzden eğer
sağa dönerse, yerini kolayca bulabilmeliydi.
Yirmi adım sonra, henüz bulamamıştı. Daha da kötüsü, ka-
fası tamamen karışmıştı, sisin içinde sağa, sola, her ayırt edile-
bilir yöne dönmüştü.
"İşte şimdi becerdin!" dedi sağ kulağında sinirli bir ses. "Ta-
mamen kaybolduk."
Mosiah yerinden sıçradı, yüreği dehşetle gırtlağına kadar
tırmandı. Titreyen elinde hançer, hızla dönüp yoklukla yüzleş-
ti.
"Yine bir ağaca saldırmayacaksın, değil mi?" diye sordu ses
sertçe. "Hiç bu kadar küçük düşürülmemiştim..."
"Simkin!" diye tısladı Mosiah öfkeyle, bir o yana, bir bu ya-
na dönerek, yüreğini sakinleştirmeye ve normal bir şekilde at-
maya ikna etmeye çalışırken. "Neredesin?"
"Burada," dedi ses acılı bir tonda. Mosiah'ın kulağının ya-
kınından bir yerden geliyordu. "Ve hayatımda hiç bu kadar sı-
kıcı birkaç saat geçirmemiştim, eski İmparator tüm hayatını
anlatmaya karar verdiği zaman bile, ana rahminden... artık her
nereyse."
Sırtına astığı sadağı çözen Mosiah onu yere fırlattı.
"Agh!" diye haykırdı ses. "Yani, bu kesinlikle gereksizdi!
Tüylerimi bozdun!"
"Ya korkudan beni neredeyse öldüreceğine ne demeli!"
dedi Mosiah dişlerinin arasından fısıldayarak.
103

rtİARGARft U/EİS £r 1"RACY HiCKjnAn


"Eh, çok ısrar edersen bunu da yaparım," dedi ok, şaşkln
bir sesle, "ama neden seni korkutmamı istediğini anlamak-
ta..."
"Hayır, seni aptal!" diye haykırdı Mosiah, sadağı öfkeyle
tekmeleyerek. "Demek istediğim, çoktan beni korkudan öl-
dürdüğün." Elini göğsüne götürdü, yüreğinin hızla attığını his-
setti. "Sanırım bir yerlerim incindi," diye mırıldandı, dizleri tit-
reyerek yakındaki bir ağaç kütüğünün üzerine çökerken.
"Fena halde üzgünüm," dedi ok, kıvranarak sadaktan çı-
karken. Onu sert bakışlarla izleyen Mosiah, bunun parlak ye-
şil ve portakal rengi tüyleri olan bir ok olduğunu gördü -taşı-
dığı sade, metal oklardan oldukça farklıydı. "Bana yardım ede-
bilirdin, biliyorsun," dedi ok, otların üzerine çıkmak için kıv-
rılıp bükülerek.
Mosiah yalnızca oka yardım etmemekle kalmadı, son dere-
ce anlaşılır terimlerle ona ne yapabileceğini açıkladı.
"Basit bir hayır yeterdi," diye yorum yaptı ok, burnunu çe-
kerek. Son bir kıvranma ile sadaktan çıktı. Yeşil ve portakal
rengi bir bulanıklıktan sonra, hayattaki gerçek boyuyla Simkin
Mosiah'ın önünde duruyordu. Kollarını yanlarına yapıştırmış,
ayaklarını bitiştirmişti. "Merhum Imparatoriçe kadar katılaştım
ve ayak parmaklarımdaki tüm his kayboldu," diye yakındı kas-
vetle. "Yani, kıyafetim Koşuna gitti mi? Buna Lincoln yeşili di-
yorum. Önderleri ormanda ipek pantolon ve tüylü, sivri şap-
kayla gülüp eğlenen bu haydut çetesi vardı. Geyiklere tuhaf
şeyler yaparken yakalandılar. Yerel şerife şikâyetlerde bulu-
nuldu ve sonuç olarak..."
"Sen burada ne yapıyorsun?" diye homurdandı Mosiah, si-
sin içinde çevresine bakınıp bir şey görmeye ya da işitmeye
çalışarak. Solundan gelen karmaşık sesler duyduğunu sandı,
104

KAR^KJLIÇin ZAFERİ
. değildi. "Garald'ın savaş alanından senin portakal
r oek mendilinin ucunu bile görmek istemediğini söyle-
fenkl1 ıp
diğini biliyorsun."
?Tarald çok iyi bir çocuk ve ona bayılıyorum," dedi Sim-
rahatça gerinerek, "ama itiraf etmelisin ki, zaman zaman
bir eşek kadar tantana yapıyor..."
"Sşş!" diye fısıldadı Mosiah dehşet içinde. "Sesini alçalt!"
"Bunu sana söylemekten nefret ediyomm, ihtiyar budala,"
dedi Simkin neşeyle, "ama şu anda Meydan'dan kilometreler-
ce ötede olduğumuzdan eminim. Suratını öyle asma. Zaten
baştan sona can sıkmtısıydı. Bir avuç yaşlı Savaş Büyücüsü bir-
birlerine büyüler fıriaüyor, o da sözcükleri hatırlayabildiklerin-
de. Katalistler güneşte kestiriyor. Ah, bazen arbedeye bir iki
atadam atacak, ateşi başına vurmuş, genç birini bulabiliyor-
sun. İhtiyarların cüppelerinin eteklerini toplayıp çalılara koş-
malarını izlemek eğlenceli oluyor. Ama seni temin ederim, fe-
na halde can sıkıcı. Kimse öldürülmüyor falan."
"Eh, kimsenin ölmemesi gerekiyor!" diye mırıldandı Mosi-
ah, huzursuzca Simkin'in haklı olup olmadığını, meydandan
çıkıp çıkmadığını merak ederek.
"Biliyorum. Ama bir atadamın kontrolden çıkacağını ya da
bir devin başıboş koşturacağını umuyordum biraz. Ama hiç
böyle bir şans olmadı. Oldukça sıkıldığımı anladım. Daha da
kötüsü, arabayı Baron Von Licktenstein ile paylaşıyordum. Ge-
nelde harika soğuk yemekler sunar. Yanında, içinden iştah
açıcı kokular yükselen büyük bir yiyecek sepeti vardı. Ama
öğle yemeğine daha bir iki saat vardı ve Baron can sıkıntısın-
dan perişan etti beni, tüm oyunlarını bana anlatmakta ısrar et-
ti- Ona açlıktan başımın döndüğünü söyledim, ama çöken mo-
ralimi biraz yemeğin düzelteceği yolundaki ince imalarımı an-
ıo5

ITİAReARJÎ U/EIS § TRACY HlCKJIIAn


lamadı. Sonunda seni bulmaya karar verdim, sevgili oğlujv.
Hem, sana söyleyecek önemli bir şeyim vardı."
"Öğle yemeğine var mı? Şimdi saat kaç?" diye sordu Mosi-
ah, Simkin'in yiyecekten bahsetmemiş olmasını dileyerek.
"Bir, iki gibi, sanırım. Bu arada, oklarının arasına öyle sü-
rünüp girmem şeytancaydı, değil mi..."
Mosiah yine sözünü kesti. "Bana söyleyecek önemli bir şe-
yin olduğunu söylerken ne demek istedin?"
Simkin tek kaşını kaldırdı. "Evet, gerçekten de," dedi Mo-
siah'ı ürperten tuhaf, yarı alaycı, ama yine de tamamen ciddi
bir gülümsemeyle. "Merilon'da eski bir tanıdığına rastladım."
"Benim mi?" Mosiah Simkin'e şüpheyle, dik dik baktı.
"Kim?"
"Dosam, cadı. Duuk-tsariMefm başı."
"Tanrım!" Mosiah soldu, ürperdi.
"Almin'in sakalı, sevgili oğlum!" dedi Simkin, onu alayla iz-
leyerek. "Böyle yapma. Kendini suçlu hissediyormuşsun gibi
görünüyorsun ve hiçbir şey yapmadın... en azından benim
bildiğim kadarıyla."
"Nasıl bir şey olduğunu bilmiyorsun!" Mosiah yutkundu.
"Bazen üzerime eğilen yüzünü görüyorum rüyalarımda..."
Mosiah, aniden ne dediğini' fark ederek Simkin'e baktı. "Dün
gece Merilon'da ne yakıyordun?"
"Tüm hafta oradaydım," dedi Simkin esneyerek. Mosiah'ın
üzerinde oturduğu ağaç kütüğüne beğenmeyerek baktı ve eli-
nin bir hareketiyle bir divan yaratarak üzerine uzandı, ellerini
ensesinde kavuşturdu. "Oradaki partiler oldukça harikaydı."
"Ama Merilon düşmanımız!"
"Sevgili oğlum, benim düşmanım yoktur," dedi Simkin.
"Ama düşünce zincirimi tamamen bozdun. Önemliydi üstelik."
106

KARPKiLiçm ZAFER]
sıvazlayarak kaşlarını çattı. Yoğun sis çevresinde, üze-
«ııvarlandı, onu kısmen gözlerden gizledi, ta ki Mosi-
[•inde yL1
tek görebildiği, Simkin'in parlak renkli, portakal rengi
, yeşjl kıyafeti ve portakal rengi ayakkabılarının uçları
kadar. "Ah, evet. Cadı bana, büyük bir kayıtsızlıkla, son
zamanlarda Joram'ı görüp görmediğimi sordu."
"joram mı!" diye tekrarladı Mosiah, hayretler içinde. Endi-
sevle ayağa kalktı, Simkin'e yaklaştı ve ormandaki divana, ka-
tı ve gerçek bir şeye dokunmaktan memnun, elini koydu.
'.'Ama... bu mantıklı değil! Belki yanlış duymuşsundur, ya da
başka bir şey demek..."
"Kesinlikle sana söylediğim şeyi söyledi. Şaşkınlıktan yere
yıkıldım. Sözün tam anlamı ile. Havadan plop diye yuvarlanı-
verdim. 'Kulağım biraz tıkalı,' dedim cadıya. 'Pek iyi duyama-
dım. Joram'ı görüp görmediğimi sorduğunu sandım.'"
'"Öyle yaptım,' dedi. Açıksözlü bu Duuk-tsarith\er. Lafı do-
landırmıyorlar.
'"Joram mı?' diye tekrarladım. 'Olağanüstü kılıcı olan... ha-
ni bir yıl önce ölmüştü, o mu?'
"'Evet, o,' dedi cadı.
'"Burada hayaletlerden mi bahsediyoruz?' diye sordum,
korkarım titrek bir sesle. 'Takırdayan kemikler, şıngırdayan
zincirler, gece bam güm bir yerlere çarpan eşyalar, Joram'm
koridorlarda geceliğinin içinde dolaşması gibi mi?'
"Yanıt vermedi, bana şöyle, dik dik baktı," Simkin cadının
delici, hançer bakışlarını öyle iyi taklit etti ki, Mosiah yine ür-
perdi ve telaşla başını salladı.
"Anlıyorum," diye mırıldandı. "Devam et."
"O zaman şöyle dedi, 'Seninle temas halinde olacağım,' ki
onlar söz konusu olduğuna göre, kesinlikle söylediğini kastet-
107

rflARCARft UJEIS & TRACY HlCKIIIAn


mistir. Yemin ederim," diye devam etti Simkin ciddiyetle, ta
mamen numara olmayan bir ürpertiyle, "o buz gibi parmakla-
rın kulağımın dibinde oyalandığını hissettim..."
"Böyle şeyler söyleme!" Mosiah'ın dudakları ter damlalarıy.
la kaplanmıştı. "Özellikle şimdi." Çevresine bakındı. "Bu ber-
bat sisten nefret ediyorum! Bir şey duydun mu?" Durdu, din-
ledi. Sislerin içinde tuhaf bir ses, alçak bir mırıltı geliyordu.
"Neler oluyor? Neden birşeyler yapmıyoruz?"
"Eh, bütün bunların ne anlama geldiğini anlıyorsun elbet-
te, değil mi?"
"Hayır," diye terslendi Mosiah, başını eğip tuhaf sesin yö-
nünü belirlemeye çalışarak. "Ama sen bana söyleyeceksin, sa-
nırım..."
"Şu anlama geliyor, sevgili oğlum," dedi Simkin kendini
beğenmişçe, "Karakıhç Xavier'de değil. Yalnızca bu kadar da
değil, o ya da Duuk-tsarith\cr ya da her ikisi birden Joram'ın
döndüğüne inanıyor. Ve Joram'la beraber -Kehanet'in."
Mosiah bir şey söylemedi. Artık hiçbir şey duyamıyordu ve
sesi hayal ettiğini düşündü. Sislerin içine bakarak başını salla-
dı. "Xavier haklı, biliyorsun," dedi sonunda alçak sesle, gönül-
süzce. "Joram gerçekten de döndü. O kumsala adım atıp, Sar-
yon'u orada yatarken gördüğümde yüreğimde anladım. O bü-
yüyü bozabilecek tek kflşi Joram..." Durdu, sonunda ağır ağır
konuştu. "Garald'ı ikna etmeliyiz..."
"Şşş! Sis kalkıyor!" diye haykırdı Simkin, başını kaldırıp
ayağa kalkarak.
Tek bir boru sesi geldi. Keskin, soğuk bir rüzgâr çıktı, sis
ince ince şeritlere ayrıldı, yerin üzerinde kıvrıldı, sonra tama-
men yok oldu. Öğle güneşi üstlerinde parlıyordu.
Parlak ışıkta gözlerini kırpıştıran, kanını ısıttığını hisseden
108

K_ARttKiLiçın ZAFERJ
I telaşla yayını kaptı ve ok sadağını omzuna geçirdi.
"i re birliğim!" Demircinin oğullarından birinin emri altında
an bir grup adama işaret etti. "Altı metre bile yokmuş!
I n kaybetmemişim! Buradayım!" Mosiah kolunu sallayarak
"ınnaya başladığında o tuhaf mırıltıyı yine işitti, şimdi çok
A ha yakından ve yüksek geliyordu. Dönüp arkasına baktı.
Mosiah dehşetle inledi. Korku, keskin ucunu göğsüne dal-
dırdı derinlere sapladı, tüm gücünü tüketti. Kıpırdayamıyor,
düsünemiyordu. Bakmaktan başka bir şey yapamıyordu.
"Simkin!" diye bağırdı Mosiah perişan halde, canlı etin do-
kunuşu için dua ederek, üzerine gelen, bu, sisten daha yoğun,
daha soğuk, kör edici dehşetin ortasında kendi gerçekliğinden
emin olmaya ihtiyaç duyarak. "Simkin!" diye inledi, korku için-
de donarak. "Beni bırakma! Neredesin?"
Yanıt gelmedi.
109

11
GÖRÜNMEZ DÜŞMAN
Prens Garald neler olup bittiğini kavrayamıyordu. Oyun
Tahtası'na şaşkınlık içinde, anlamadan baktı.
Kuzey kanatta oyun taşlan saldırıya uğramıştı. Çaresizce
çarpışıyorlardı, hayatları için savaşıyorlardı.
Ve ölüyorlardı...
Ve orada hiçbir şey yoktu! Görünürde düşman yoktu!
"Bu da ne?" diye bağırdı Garald boğuk sesle. Sanki yanıtı
suskun ahşaptan sıkıp çıkarabilirmiş gibi, tahtanın kenarını el-
leri ile kavrayarak sıkıca tuttu. "Neler oluyor?" diye sordu, ona
boş boş bakan komutanlarına.
"Kardinal?" Garald bakanına dik dik baktı. Ama Katalist'in
yüzü kül gibiydi, dudakları bir duayla kıpırdanıyordu, prensi-
ne bakarak başını salladı.
"Bilmiyorum," diye mırıldanmayı başardı.
"Xavier!" diye hırladı Garald öfkeyle, parmaklarını taşa bas-
tırarak. "Sorumlusu o! Karakılıç! Ama..."
"Hayır, Ekselansları," diye yanıt verdi Radisovik, tahtaya tit-
rek ellerle işaret ederek. "Bakın! Bize saldıran her ne ise, Xa-
vier'e de saldırıyor."
Garald bakışlarını Oyun Tahtası'na çevirdi. Gözleri irileşti,
sesi boğuldu.

K_ARf>KILIÇin ZAFERİ
ator'un oyun taşları aynı görünmez düşmanla savaşı-
bivdi çünkü Garald'ın taşlarına saldırmayı bırakmışlar,
, Ha canlarını kurtarmak için savaşıyorlardı,
onlar u<*
n aşları! diye homurdandı Garald. Onlar, orada ölen
ek adamlar ve kadınlardı, yaşayan bedenleri büyülü tah-
tı üzerinde minik imgelerle temsil ediliyordu. Çaresiz kar-
sayı izleyen Prens tahtanın kuzey kısmındaki Savaş Ustaları
saflarının bozulmaya, ufalanmaya başladığını gördü.Küçük şe-
killer dönüp kaçıyorlardı, kırmızı cüppeli savaş büyücülerinin
bazıları, görünmeyen bir güç tarafından vurulmuş gibi yere
düştü, yaşam bedenlerini terk ederken tahtanın üzerindeki im-
geleri solup gitti. Diğer savaş büyücüleri ve cadılar dayanma-
ya, Garald'ın göremediği düşmanla savaşmaya çalışıyor gibiy-
di, ama bu minik şekiller de kısa süre sonra, arkada hiçbir iz
bırakmadan yok oldular.
Katalistlere gelince -onlara saldıran yoktu, bedenleri can-
sız bir şekilde tahtaya düşmüyordu. Katalistler basitçe ve ani-
den yok oluyorlardı.
"Neler oluyor? Soran ne?" diye çılgınca bağırdı Garald. Eli-
ni tahtadan çekip yumruklarını sıktı. "O bölgenin Havaileri!
Neredeler?" diye haykırdı aniden, gökyüzünü tarayarak. "Ne-
den rapor vermiyorlar?"
Kardinal Radisovik de gözlerini kaldırdı ve Prens'i yakala-
dı.
"Ekselansları! İzleyiciler," dedi Kardinal telaşla. "Neler olup
bittiğini bilmiyorlar. Sakinleşmelisiniz, aksi halde panik başla-
tacaksınız."
Prens Garald üstündeki gökyüzünde çemberler çizen ya da
park etmiş, pırıltılı arabalara baktı, zengin sürücüleri öğle ye-
meklerinin tadını çıkarıyorlardı. Seslerin mırıltısına karışan,
II I

^
HİAR.GARJÎ WEİS § ÎR£CY HlCKjnAn
şampanya kadehlerinin hafif tıngırtılarını duyabiliyordu.
"Teşekkür ederim, Radisovik," dedi Prens, derin bir nefes
alarak. Doğrularak ellerini arkasında kavuşturdu ve kayıtsız bir
tavır takınmaya çalıştı. "Tahtanın çevresine yaklaşın," diye em-
retti komutanlarına sertçe. "Gözlerden saklayın. Onları bura-
dan uzaklaştırmamız gerek!" diye ekledi alçak sesle, asiller sol-
gun yüzlerle yakına, tahtanın çevresine toplanınca. "Ama ne
bahaneyle..."
"Belki bir fırtına, Garald," diye öneride bulundu Radisovik.
Katalist'in halk içinde Prens'e ilk adıyla hitap etmesi korkusu-
nu gösteriyordu. "Sif-Hanatiar..."
"Mükemmel bir fikir!" Garald yakında duran Havailerden
birine işaret etti. "Sif-HanaAzta uç," diye emretti Prens kanat-
lı adama. "Onlara tüm tahtayı süpürecek fırtınalar istediğimi
söyle! Yağmur, gökgürültüsü, dolu, şimşek. Bu bize kuzeyden
saldıranları da durdurabilir," diye ekledi Prens, kaşlannı endi-
şeyle çatıp tahtaya dönerek. "İzleyicileri uyarmak için başka
haberciler gönderin" -Garald yukarıya işaret etti- "hem bura-
dakilere, hem de meydanın diğer kısımlarmdakilere, fırtınalar
kopacağını bildirin."
Havai eğildi, kanatlarını açtı ve türünden diğerlerine ken-
disini takip etmeleri için işaret ederek yükseldi. Arkalarından
bakan Garald çoğunun* aniden rota değiştirdiğini, iki arabanın
arasında beliren kara bir nesneye doğru uçtuğunu gördü.
"Bu bir Havai," diye bildirdi Garald, dikkatle duygusuz tut-
tuğu bir sesle. "Onu buraya getiriyorlar. Sanınm yaralanmış."
İki Havai -arkadaşlarının her iki yanında uçuyor, onu na-
zikçe kollarından tutuyorlardı- diğerleri emirleri yerine getirir-
ken prenslerine yaklaştı. Havailer aralarındaki yüzü taşıyarak
yavaşça uçuyorlardı. Sabırsızca aşağıda bekleyen, sakin kal-
112

KARfiKJLiçm ZAFERJ
iı«an Garald izleyici kalabalağının üzerine aniden çö-
sizliğin farkındaydı. Sonra neler olup bittiği anlaşılınca
< at hr mırıltı yükseldi. Havailer yaklaşınca, Garald taşıdıkla-
A mı gördü ve dehşet içinde nefesini tuttu. Çevresine top-
lananlardan da benzer tepkiler duydu.
Havai'nin bedeni yanmış, dev kanatlarının üzerindeki tüy-
kararmıştı. Başı eğikti, arkadaşlarının nazik kollarında gev-
şekçe asılmıştı.
"Lordum, onu havadan düşerken yakaladık," dedi Hava-
ilerden biri, Prens'in önünde yere inip, yaralı adamı otların
üzerine yatırırken.
"Theldara çağırtın!" diye emretti Garald. Yaralı adamın ha-
li ve o korkunç durumda uçmak için gereken cesaretin düşü-
nünce yüreği merhametle burkuldu.
Birisi otacı bulmak için telaşla uzaklaştı, ama kanatlı ada-
mın yanında diz çöken Garald çok geç olduğunu anladı.
Adam bilincini yitirmişti, ölmekte olduğu açıktı. Prens dişleri-
ni sıktı. Neler olup bittiğini anlamak zorundaydı! Bir sözcükle,
avcımda su belirmesini sağladı. Havai'nin yanık dudaklarını ıs-
lattı, yüzündeki çatlak ve kararmış deriye serinletici maddeden
serpti.
"Beni duyabiliyor musun, dostum?" diye sordu Garald al-
çak sesle. Yanında diz çöken Kardinal Radisovik ölenlere bah-
şedilen törensel ayini sessizce yapmaya başladı.
"Per istam Sanctam..."
Havai'nin gözleri kırpışarak açıldı. Nerede olduğunu anla-
mamış gibiydi, çılgın gibi çevresine bakındı ve dehşet içinde
haykırdı.
"Güvendesin, dostum," dedi Garald yumuşak sesle, dudak-
larına suyla dokunarak. "Anlat bana, ne oldu?"
113

ITİARSARET U/E1S §? tRACY HlCKjnAn


Havai'nin gözleri Prens üzerinde odaklandı. Kanlı elin'
uzatarak Garald'ın kolunu yakaladı. "Canavar yaratıklar... de_
mirden!" Adam nefes almak için durdu, Garald'ın kolunu sık,
sıkı, acı vererek kavradı. "Ölüm... sürünüyor... Kaçış yok.!»
Havai'nin gözleri arkaya yuvarlandı, dudakları hiç duyulma,
yan bir çığlıkla aralandı, ses boğazında hırıldayarak öldü.
"... Untionem indulgeat tibi Dominus quidquid deliqusti. i
Garald'ın yenindeki el kaydı. Prens dizlerinin üzerinde kal-
dı, görmeden cüppesinin üzerinde lekelere baktı. Kadifenin
kızıllığı üzerinde, kan siyahtı.
"Demirden yaratıklar mı?" diye tekrarladı.
"Zavallı adam sayıklıyordu, Ekselansları," dedi Kardinal Ra-
disovik kararlılıkla, cesedin boş boş bakan gözlerini kapata-
rak. "Ben olsam bu çılgınca sözlere fazla önem vermezdim."
"Bunlar sayıklayan bir adamın çılgınca sözleri değildi," de-
di Garald düşünceli düşünceli. Kardinal'in elinin sıkıca koluna
kapandığını hissetti. Bakışlarını kaldırdığında Radisovik'in ba-
şını hafifçe salladığını gördü. Onları solgun yüzler ve iri göz-
lerle izleyen komutanlarına doğru uyarırcasına kaydırdı.
"Belki de haklısmdır, Kardinal Hazretleri," diye değiştirdi
Prens, kum dudaklarını yalayarak.
Üstlerinde, fırtına bulutları maddeleşip, Garald'ın zihninde-
ki karmaşık düşüncele* gibi kabarıp dalgalanırken, parlak ma-
vi gökyüzü karardı. Bilinçli olarak farkında olmasada, izleyi-
cilerin seslerini duydu'. Sinirle tiz, öfkeyle gür, neler olduğunu
bilmek istiyorlardı. Yanıt veren, fırtına bütün öfkesiyle kopma-
dan evlerine dönmeleri için onları uyaran Havailerin sert ses-*
lerini duydu.
Bütün öfkesi... Demirden yaratıklar... Ölüm... sürünüyor.
Ne tuhaf bir ifade. Ölüm sürünüyor...
I 14

KARAKJLIÇin HAFERJ
ı r feryat kopardı. Herkes aynı anda konuşuyor, dikka-
tJçlkmeye çalışıyordu.
sinizi kesin! Beni rahat bırakın! Bırakın da düşüneyim!"
•Ljler gırtlağında yükseldi, ama -büyük bir iradeyle- on-
vuttu. Herkese durumun kontrolünü yitirdiğini gösterecek-
Kontrolü kaybetmek mi? Garald acı acı gülümsedi. Kaybe-
ek kontrolü yoktu ki! Neler olup bittiği hakkında kesinlik-
"i en ufak bir fikri bile yoktu. Hâlâ bunun Xavier'in bir nu-
marası olduğunu düşünme eğilimindeydi -ya da çaresizce bu-
na inanmak istiyordu. Ama Oyun Tahtası'na fırlattığı bir bakış,
onu durumun bu olmadığı konusunda ikna etmeye yetti. Me-
rilon güçleri, Sharakan güçleri ile birlikte bozuluyor, yok edi-
liyordu.
Görünmeyen bir düşman tarafından...
Demirden yaratıklar...
Ölüm sürünüyor...
"Gidip kendim göreceğim," dedi Prens Garald aniden.
Bulutlar gökyüzünü karartmıştı, daha da yoğunlaşmış, si-
yahlaşmıştı. Ani bir rüzgâr uzun otları yatırmış, ağaç dallarını
gıcırdatmaya başlamıştı. Çatal dilli bir şimşek ve keskin bir
gökgürültüsünden sonra, fırtına çevrelerinde koptu. Şiddetli
yağmur giysilerini bir anda sırılsıklam ıslattı, dolu derilerine acı
vererek çarptı. Fırtınanın serbest kalması, her adamın içindeki
gerilimleri de serbest bıraktı. Kaos koptu, maiyet arasında, ot-
ların üzerindeki rüzgâr gibi esti.
Birisi Prens'i gitmekten vazgeçirmeye çalıştı, Sharakan'a
dönmesi için yalvardı. Diğerleri giderken onları da yanında
götürmesi için ısrar etti. Bir hizip bunun Merilon'un akıllıca bir
Planı olduğuna karar verdi ve sahip oldukları her şeyi Xavi-
er'in güçlerinin üzerine yığmalarını önerdi. Çoğu suçlayan par-
115

nflARCARTr UİEIS & ÎRACY HlCKMAn


maklarını demirciye çevirdi.
"Demirden yaratıklar!" diye haykırdı biri. "Bu Karabüyücü
lerin lanetli işleri!"

Tüm korkuların odaklandığı bir yer vardı.


"Karanlık Sanatlar!" diye haykırdı çoğu. "Karabüyücüler
dünyayı ele geçiriyor!"
"İmparator Xavier bunun olacağını söylemişti," dedi öfkeli
bir bağırış.
"Lordum, yemin ederim!" Karabüyücü demircinin acı dolu
sesi gökgürültüsünün üzerinden gürledi. "Biz değiliz! Bizim
asla size ihanet etmeyeceğimizi biliyorsunuz...!"
Demirden yaratıklar...
Yüzündeki yağmuru, bedenini döven doluyu görmezden
geldiği gibi yakarıları, itirazları ve ona tutunan elleri de gör-
mezden gelen Garald komutanlarını bir kenara itti. Kardinal
Radisovik kendi pelerinini Havai'nin üzerine örtmüş, Prens
ona yaklaşırken ayağa kalkıyordu.
"Bana bir Koridor aç, Radisovik," dedi Garald, Katalist'e
muhalefet etmesini bekleyip dik dik bakarak.
Garald şaşkınlıkla, Kardinal'in kabullenerek başını salladı-
ğını gördü. "Bir an içinde açarım, Ekselansları." Elini Garald'ın
koluna koyan Radisovik dikkatle Prens'e baktı. "Yokluğunuz-
da emirlerin nelerdir?" diye hatırlattı Kardinal ona nazikçe.
Garald'ın ilk dürtüsü Katalist'i terslemek, onu da diğerleri
gibi kenara itmekti. Ama Kardinal'in, kolundaki eli kararlı ve
güven vericiydi, bakanının sesi sakin ve düzdü. Yaşlı adamın
yüzünde korku olsa da, bilgelikle kontrol altında tutuluyordu.-
Garald Radisovik'in gözlerinde kendi yüzünün yansımasını
gördü. Vahşiydi, gözleri iri iri açılmıştı, paniğin ilk işaretlerini
gördü.
116

KiiRAKJLiçın ZAFER]
s kendini gevşemeye zorladı. Mantık geri döndü.
•Herim," diye tekrarladı, elini ıslak saçlarından geçire-
Bunu yaparken, yağmurun artık üzerine değil çevresine
:-jwinii fark etti. Birisi -Duuk-tsarithler olduğunu tahmin
düştugunu la
,. nrciu- grubun ve Oyun Tahtası'nın üzerine büyülü bir kal-
örtmüş, onları doğal unsurlardan korumuştu. Garald da
«- 'linine aynı şekilde bir kalkan çekti, zihinsel karmaşasının
rinde minik bir sükunet merkezi oluşturdu. Yavaşça Oyun
Tahtası'na döndü.
"Savaş büyücüleri ile katalistleri cephenin yakınından he-
men geriye çekin," dedi, henüz saldırıya uğramamış doğu ka-
nadını işaret ederek. Henüz orada savaşma işaretleri yoktu, o
bölgede kimse kaçmıyor ya da ölmüyordu. Her ne oluyorsa,
kuzeyden batıya doğru yayılıyordu. "Onları güneye, şimdi
durduğumuz yere getirin. Geri çekilirken atadamlar, devler ve
ejderlerle onları koruyun." Tahta üzerinde başka alanları gös-
terdi. "Bu yaratıklar" -durdu- "orada her ne varsa, onları dur-
duruyor gibi..."
"Burada da güçlü bir direnç cebi var, Ekselansları," dedi
komutanlardan biri, herkesin dikkatini tahtanın kuzeybatı kö-
şesindeki bir alana çekerek.
"Evet," dedi Garald, orada bulunan herkes gibi fark ederek.
Burası, İmparator Xavier'in Oyun Tahtası'nın çevresiydi. Prens
sessizce savaşan küçük gmbu izledi... neyle savaşıyorlardı?
Garald dalgınlığından uyandı. "Benden haber alana kadar baş-
ka bir şey yapmayın," diye ekledi, dönüp hızla tahtadan uzak-
laşarak. "Radisovik, Koridor'u aç. Benim yerime sen bakacak-
sın..."
"Ben de seninle geliyorum, Garald," diye sözünü kesti Kar-
dinal, gelip Prens'in yanında durarak.
I 17

nİARGARjt UjEIS & ÎRACY HlCKJflAn


"Teşekkür ederim, Radisovik," dedi Garald alçak sesle
"ama burada kalsan daha iyi olur bence." Komutanlarına bak-
tı, tahtaya ve birbirlerine fırlattıkları endişeli bakışlara dikkati-
ni çekti. "Bırak, diğer katalistlerden birini alayım. Senin bilge.
ligin ve serinkanlılığına..."
"...benim çabuk kızan prensimin ihtiyacı olacak," diye bi-
tirdi Radisovik, hafif bir gülümsemeyle. Yalnızca Garald'in du-
yabilmesi için yaklaşarak, yumuşak sesle ekledi. "Sınırtoprak-
ları hakkında duyduklarımızı unutma."
Kafası karışan Prens Garald, ne demek istediğini merak
ederek ve Katalist'i gözleriyle sessizce sorgulayarak, dikkatle
Radisovik'e baktı. Ama diğerlerine anlamlı anlamlı bakan Kar-
dinal başka hiçbir şey söylemedi. Ama Radisovik'in yüzü
Prens'in bakışlarının altında görünür şekilde yaşlanarak Ga-
rald'm sorusunu sözcüklerden daha etkili bir biçimde yanıtla-
dı.
Prens aniden anladı. Kehanet...
"Pekâlâ, Radisovik," dedi Garald, sesini kontrol altında tu-
tarak. Yüreği demire dönüşmüş gibiydi, bu yeni korku yükü
altında o kadar ağırdı.
Radisovik bir Koridor açılmasını sağladı. Fırtınanın savur-
duğu ağaçlar ve şiddetle yağan yağmurun önünde sessiz bir
yokluktu. Prens, Kardinal ve iki Duuk-tsarith içeri adım atma-
ya hazırlandı.
"Rapor vermeleri için Havaileri göndereceğim," dedi Ga-
rald, çevresinde toplanan komutanlarına dönerek. "Karabüyü-
cü, yokluğumda komuta sende," diye ekledi, itiraz eden mırıl-;
tıları bir bakışla susturarak. Bu, güvendiği bir karardı. Bunun
Karabüyücülerin dünyayı ele geçirmek için yaptıkları plan olfl
ması olasılığını çoktan değerlendirmiş ve reddetmişti. Bu hah'
118

KARAKJLIÇin HAFERİ
tanıyordu, sadakatlerine güveniyordu. Daha da önemlisi,
eteneklerini ve sınırlarım biliyordu.
Demirden yaratıklar.
Garald aklında, demirhane ateşinden iblisler çağıran demir-
ciyi canlandırdı.
Hayır. Mantıklı gelmiyordu. Onları gece gündüz çalışırken,
mızrak uçları ve kaba hançerler yaparken görmüştü.
Demirden yaratıklar. Neredeyse gülünçtü.
"Hedefimiz neresi, Ekselansları?" diye sordu Radisovik,
Prens Garald Koridor'a girerken.
"Beni İmparator Xavier'e gönder."
1 19

12
DEMİRDEN YARATIKLAR
Yaşam büyüdür. Büyü yaşamdır. Büyü Thimhallan'ın kal-
binden fışkırıyor, Kaynak isimli dağ kalenin içindeki Yaşam
Kuyusu'ndan dünyadaki her nesneye akıyordu. Her çakıl taşı,
her ot, her su damlası büyüye boğulmuştu. Dünyadaki her ki-
şi -hatta Ölü ilan edilenler- büyü yeteneğine sahipti. Thimhal-
lan'da yalnızca tek bir gerçekten Ölü insan vardı ve o da sınır-
larının ötesine sürülmüştü.
Ama şimdi, sanki yaşam kuyusu zehirlenmişti. Büyüye,
yüzyıllardır unutulmuş olan bir kaynaktan fışkıran bir korku
karıştırılmış gibiydi. Gözetçiler'in sınırdan işitilmeyen uyarıla-
rını bağırmaları gibi, şimdi de Thimhallan'ın kayaları dehşet
içinde haykırıyor, ağaçlar dallarını çılgınca sallıyor, yer sarsılı-
yordu. »
Mosiah kıpırdayamıyordu. Bir Eksibüyü, onu bu korkudan
daha etkili biçimde yaşamdan mahrum bırakmamıştı, soğuk
parmakları sağduyuya, nefese, enerjiye dolanıyor, düşünmesi-
ni, sis aralanıp Thimhallan'a çöken dehşeti gördüğü zaman bi-
le yerinden kıpırdamasını engelliyordu.
Bu demirden bir yaratıktı. Demirhanede aylarca çalışan
Mosiah, Thimhallan'da başka pek az büyücünün tanıyabilece-
ği parlak pulları tanıdı. Yaratığın alçak, kurbağamsı bedeni bir

K_ARAKjLlÇin ZAFERİ
kadar büyüktü, ama kanatları yoktu, uçamıyordu. Ba-
. yoktu ve karnının üzerinde sürünmek zorunda ka-
Raşı bir baykuşun başı gibi dönebiliyordu ve Mosiah
ı^sı gerektiğini düşündü, çünkü amaçsızca ilerliyor gi-
kör oim^31 &
Tünüyordu. Yolundaki hiçbir şeye aldırmadan, ağaçlara
ıvor onları biçiyor, canlı köklerini söküyordu. Kayaları
çalıyor, toprağı altüst ediyor, beceriksiz geçişinin izlerini
İmi? otların ve çamurların üzerinde bırakıyordu.
Mosiah savunmasız bir dehşet içinde, bunun nasıl bir var-
lık olduğunu ve nasıl bu dünyada başıboş kaldığını merak
ederek izledi. Sonra dehşetle, yaratığın kör olmadığını fark et-
ti. Gözleri vardı. Basilisk gibi, onları görmek... ve öldürmek
için kullanıyordu.
Yaratıktan yaklaşık altı metre ötedeki bir ağaç topluluğu-
nun içinde saklanan Mosiah aniden, canavardan kaçan bir Sa-
vaş Büyücüsünün ona doğru uçtuğunu gördü. Havada vahşi
bir panik içinde, kırmızı cüppesi arkasında dalgalanarak iler-
leyen Savaş Ustası, yavaş, hantal yaratıktan kolayca uzaklaşı-
yordu.
Yaratığın başı döndü, avını anlıyor, kokluyor gibiydi. Ani-
den tek bir göz -boş, karanlık- başta açıldı ve uçan büyücü
üzerinde odaklandı. Göz kırpıldı hızla yanıp sönen ince bir
ışık gönderdi. O kadar hızlıydı ki, Mosiah sonradan ne gördü-
ğünden emin olamadı.
Gözün ışığı Savaş Büyücüsüne arkadan çarptı, adamın ye-
re çakılmasına sebep oldu. Çılgın uçuşunun momentumu onu
öne fırlattı. Mosiah'ın yakınına yuvarlandı. Mosiah Savaş Bü-
yücüsüne umutla baktı. Artık yalnız değildi! Kuşkusuz bu Sa-
vaş Ustası neler olup bittiğini biliyordu. Mosiah Savaş Büyücü-
sünün ayağa kalkmasını bekledi, çünkü düşüşü özellikle sert
12 i

ITlARÇAREÎ U/EIS fr 1"RACY HlCKJTIAn


olmamıştı. Ama Savaş Büyücüsü kıpırdamadı.
"Ölü değil," dedi Mosiah kendi kendine, gırtlağında bo&ı
cu bir yumru gibi toplanan korkusunu yutarak. Başını kaldır
dığında, yaratığın bir anlığına durduğunu, başının ileri baktıS,
nı gördü. "Nasıl ölmüş olabilir? Yara yok, cüppesinin üzerinde
yanık bir delik dışında hiçbir şey... Sersemlemiş olmalı. Yar-
dım etmek zorundayım..."
Ama paniğin kuvvetten kesen kavrayışından kurtulması
birkaç saniyesini aldı. Sonunda, bir gözünü yaratıktan ayırma-
dan, ağaçların arasından çıktı ve Savaş Büyücüsü'nü yakasın-
dan kavrayıp gölgelere çekti. Yaratığın başı, muhtemelen ye-
re düşen avını arayarak dönmeye başlamıştı.
Mosiah Savaş Büyücüsü'nü çevirdi, ama sabitleşmiş gözle-
ri ve açık ağzı görmeden önce bile adamın öldüğünü anlamış-
tı. Büyücü'nün göğsünden ince bir duman tütüyordu. Mosi-
ah'm nefesi boğazında kaldı, cesetten uzaklaştı.
Bir saniyenin onda biri süreyle yanıp sönen ışık sihirbazın
bedeninde, kor kızıl bir çubuğun yumuşak ahşap üzerinde de-
leceği gibi bir delik açmıştı.
Mosiah'ın ayaklarının altındaki yer sarsılıyordu. Yaratık
kurbanını aramaya geliyordu. Mosiah kaçmak istedi, ama ba-
cakları hissizdi; ölü Savaş Büyücüsü'nün görüntüsü, adamın
ölümünün hızı ve aniliği cesaretini kırmıştı. Bakışlarını ceset-
ten kaldırarak büyük yaratığa baktı. Düşen büyücüyü arama-
ya geldiğinde kendisini göreceğini biliyordu. Ama yine de kı-
pırdayamıyordu.
Yaratık yaklaştı. Mosiah pis kokusunu, bedeninin altından
fışkıran, nefes almasını engelleyen zehirli dumanları alabiliyor-
du. Kaçmayı aklına getiremeden, korkusu dışında hiçbir şey
düşünemeden, öksürerek ağaçların arasında büzüldü.
122

KARAKILIÇin ZAFERİ
Hayatım kurtaran buydu, kuşkusuz.
yaratık yön değiştirdi ve gürleyerek yanndan geçti. Tıpkı,
vetin dikkat çekeceğini içgüdüyle bilen ve düşmanının
? de kıpırdamadan duran bir tavşanın yanından geçip gi-
den bir kurt gibi.
Mosiah yaratığın uzaklaşmasını izledi. Tiksinti verici kafası
imdi yine kör gibi görünüyordu- başka avlar arayarak bir o
vana bir bu yana dönerek Savaş Büyücüsü'nün yanından tek
bir bakış fırlatmadan, hatta bir kez bile koklamadan geçip, git-
ti..
Bir atadam nefreti yüzünden öldürür ve bedeni parampar-
ça eder. Ejderler yemek için öldürür, aslanbaşlar ve çimeralar
da. Bir dev cahillikten, kendi gücünün sınırlarını bilemediğin-
den öldürür. Ama bu nesne soğukkanlılıkla, kararlılıkla, her-
hangi bir sebebi ya da çıkarı olmadan öldürmüştü.
Sis şimdi kalkmıştı ve Mosiah artık birliğinin geri kalanını
bulabilir, onlara katılabilirdi, ama kıpırdamaya korkarak, ama
kalmaktan daha fazla korkarak korulukta büzülmeye devam
etti. Demirden yaratığı hâlâ görebiliyor ve duyabiliyordu, pis
nefesi havayı zehirliyor, bitki örtüsünün arasında ilerlerken
kör kafası bir o yana, bir bu yana dönüyordu.
Çevrede bu şeyden başkaları da var mı? diye merak etti
Mosiah, bir ağaca zayıfça yaslanarak. Sarsılmaya başlamıştı,
dehşetine karşı bir tepki. Bakışları gönülsüzce, biraz uzakta
yatan, Savaş Büyücüsü'nün cesedine gitti. Xavier nasıl bir ca-
navar yaratmıştı? Mosiah gözlerini telaşla cesedin solgun, şaş-
kın yüzünden cüppesinin kömürleşmiş kumaşından yükselen
minik duman kıvrımlarına çevirdi...
Cüppe.
Mosiah gözleri irileşerek bedene baktı. Savaş Büyücüsü
123

lîlARCARft UJEIS S[ ÎRÜCY HlCKJTIAn


Merilon cüppesi giyiyordu!
"Kutsal Almin!" diye fısıldadı Mosiah, gözleri küçük bir t
penin ötesinde kaybolmakta olan yaratığa dönerek. "Bu... ^
zim mi? Bu yüzden mi bana saldırmadı?"
Karabüyücüler! diye düşündü sonra. Titreyen elini dudak-
larına götürdü, soğuk terleri sildi. Telaşla, birliğinden birileri-
ni görmeyi umarak çevresine bakındı. Onların çoğu Karabvj-
yücü'ydü, Teknoloji'nin Karanlık Sanatlarını uygulayan gizi}
Ocak'ta doğan ve büyüyen insanlardan. Onlar bilirdi. Belki bu
şeyi gizlice, dünyayı ele geçirmeyi planlayarak yapmışlardı.
Bundan bahsettiklerini sık sık duymuştu.
Mosiah gözlerini kapatarak yaratığı aklında canlandırdı
-metal pullan, ona demirhaneden yükselen kokuları hatırlatan
nefesi.
Evet, diye düşündü, hızlı bir öfke ve nefretle. Evet! Onlar
yapmış olmalıydı. Onlara hiç güvenmemişti, hiç...
Ama bu karara vardığı zaman bile, içindeki, paniğe kapıl-
mak yerine düşünmeyi tercih eden serinkanlı bir şey, hayır,
dedi. Mosiah elinde tuttuğu yaya baktı. (Dehşet içindeyken,
elinde bir silah olduğunu tamamen unutmuştu.) Kabalığını, şe-
kilsiz hatlarını gördü. Bu aracı yapmak için harcanan zamanı,
demirhanede saatlerce çekiç sallayan, terleyen adamları dü-
şündü. Demirden yaratığı hatırladı -parlak metal pullarını, dü-
zensiz zeminde kolayca ilerlemesini. Güç ve ihtişam günlerin-
de bile Karabüyücüler buna benzer bir şey imal edememişler-
di. Şimdi nasıl yapabilirlerdi? İşleyen yaylar yapmayı bile zor
beceriyorlardı...
Mosiah'ın yanağına yağmur damlaları düştü, yükselen rüz-
gâr titreyen bedenini soğuk soğuk dövdü. Büyülü bir fırtına
geliyordu; gökyüzü bulutlarla karanyordu. Çentikli şimşekler
124

KARAKiLiçın ZAFER]
?nü yırttı, gökgürültüsü çevresinde gürledi, ona yaratı-
lıtarak yüreğinin durmasına sebep oldu. Tekrar sihirba-
, benine baktı... Mosiah aniden koşmaya başladı.
panik onu saklandığı yerden çıkarmıştı. Ağır yayı peşinde
"kleverek düzensiz zeminde sendelerken, çevresine korku
1 bakışlar fırlatırken kendi kendine bu kadarını itiraf etti.
nik ve başka insanlar, herhangi biri, ona neler olup bittiği-
i söyleyecek biri bulma ihtiyacı. Bilgi ihtiyacı -bilme ihtiya-
yaratıklardan duyduğu korkudan daha büyüktü. Bu dehşet
ve panik dolu duygudan, neler olduğunu öğrenir öğrenmez
kurtulacaktı!
Fırtına onu dövdü, onu rüzgârdan, yağmurdan ve doludan
kırbaçlarla ileri sürdü. Gözlerine su doluyordu; hiçbir şey gö-
remiyordu, ama yine de koşaı, ağaçları çılgına dönmüş bir
oyun taşı gibi dolandı, ıslak otların üzerinde kaydı, onu sıkı sı-
kı yakalayan çalılara dolandı.
Sonunda, yara bere içinde durdu, küçük bir ağaçlıkta bü-
züldü. Bir ağacın gövdesine yaslanarak nefes nefese oturdu ve
aniden aklına geldi, "Simkin!"
Dehşet içinde, eski yoldaşını tamamen unutmuştu. "Simkin
ne olup bittiğini biliyordur. Simkin her zaman bilir," diye mı-
rıldandı Mosiah acı acı. "Ama ne cehenneme gitti?" Ok sadağı-
nı indiren Mosiah, onu yere fırlattı ve tekmeledi. "Simkin?" di-
ye bağırdı fırtınanın üzerinden, kendini inanılmaz derecede
aptal hissederek, ama yine de tatsız, "Yani, ihtiyar dostum!"
yanıtını duymayı umarak.
Metal okların arasında yeşil ve portakal rengi tüyleri olan
bir ok yoktu. Mosiah öfkeyle sadağı yine tekmeledi. Yalnızca
sessizlik.
"Zaten neden çevrede bir soytarı isteyeyim ki?" diye mırıl-
125
fflARPâRET WEİS §" ÎRACY HlCKJIlAn
dandı, yüzündeki yağmur suyunu silerek -yağmur korku
yal kırıklığı ve artık tamamen kaybolmuş olduğu bilgisincj
doğan gözyaşları ile karışmıştı. "Başbelasından başka bir s
değil. Ben..."
Mosiah sustu ve dinledi.
Gökgürültüsü çevresinde gürledi, şimşekler gri kasveti
gün gibi aydınlık olacak şekilde aydınlattı. Ama fırtınanın gü-
rültüsü ve kargaşası içinde, bir şey duyduğunu sandı... evet
işte yine.
Sesler!
Rahatlayarak gevşeyen Mosiah neredeyse yayını düşürü-
yordu. Titreyerek, onu dikkatle yere koydu ve sular damlayan
yaprakların altından dışarıyı gözetledi. Sesler yakınından, bir-
kaç adım ötedeki bir başka ağaç topluluğundan geliyordu.
Seslerin ne dediğini anlamıyordu; rüzgâr, yağmur ve gökgü-
rültüsünün üzerinden bağırışlarını anlamak zordu. Belki de
atadamlardı. Mosiah tereddüt etti, dikkatle dinledi. Hayır, bu-
nun insan konuşması olduğu açıktı! Savaş büyücüleri, kuşku-
suz.
Mosiah ihtiyatla ilerledi. Yeterince yaklaştığından seslen-
meyi planlamıştı. İstediği son şey, bir Savaş Büyücüsünü ür-
kütmek ve kendini bir kurbağaya dönüşmüş olarak bulmaktı.
Şimdi sesleri açıkça d«yabiliyordu; ağaçlıkta pek çok adam
varmış gibi geliyordu, emirler yağdırıyorlardı sanki. Rahatlama
sözcükleri Mosiah'ın dudaklarına geldi, dostlar bulduğu için
minnet sözcükleri, ama Mosiah onları hiç telaffuz etmedi.
Ağaçlığın kenarına geldiğinde adımlarını yavaşlattı. Neden?
Mosiah bilmiyordu. Zihni onu öne fırlaması için zorladı, ama
içinin derinliklerindeki bir içgüdü sessiz kalmasını, adımlarını
sessizce atmasını söyledi. Belki de bunun sebebi -fırtınanın
126

KARAKJLIÇin ZAFERİ
açıkça duyamasa da- bu adamların konuşmalarını
asıydı. Belki de Koruluk'ta Duuk-tsarithlerle yaşadığı
pvim ona ihtiyat konusunda acı bir ders vermişti. Ya
kötü deneyi ^ .
,, • onu demirden yaratıktan koruyan, aynı kendini şa-
da belK ...
vuruna içgüdüsüydu.
A&acın çevresini yavaşça dolanan, fırtınanın üzerinden
ı, seslerinin duyulmayacağını bilen, aynı zamanda, şiddetli
* ğmur yüzünden görülmesinin de güç olacağını bilen Mosi-
, seslerin yakınına süründü. Islak yapraklan hafifçe araladı-
ğında onları gördü.
Kıpırdamadan durdu -korkudan ya da ihtiyattan değil. Hiç
bir şey hissetmiyordu. Sanki beyni onu terk etmiş, "Bu kadar
yeter, bir süre başkası uğraşsın bunlarla. Hoşçakal," demiş gi-
biydi.
Konuşanlar insandı. Ama daha önce gördüğü ya da hayal
ettiği hiçbir insana benzemiyorlardı.
Altı taneydiler. Seslerine ve kaslı bedenlerine bakılırsa er-
kektiler. Başta Mosiah kafalarının demirden olduğunu sandı,
çünkü şimşeğin parlak kafa taslarından yansığını görmüştü.
Sonra biri kafasını çıkardı, alnından ter sildi ve Mosiah yaban-
cı insanların, Simkin'in zaman zaman kafasına geçirdiği kova-
ya benzer miğferler taktığını gördü.
Miğferlere ek olarak, yabancı insanlar kendi derileri gibi
üstlerine uyan, bir örnek giysiler giyiyordu. Aslında, Mosiah'a
göre kendi derileri bile olabilirdi, ama içlerinden birinin eldi-
venini çıkardığını, kendisininkine benzeyen derisini teşhir et-
tiğini görmüştü. Adam eldivenini çıkardıktan sonra elinde tut-
tuğu bir nesneyle oynadı -oval, avucuna tam oturan bir nes-
neydi bu.
Adam nesneyi arkadaşına gösterdi, anlaşılmaz dilinde, gö-
127

ITIARPARJT IUEİS §• ÎRACY HiCKjnAn


rünüşe göre elindeki nesne ile ilgili birşeyler söyledi, çı
sesi sıkkın gibiydi ve nesneyi salladı. Arkadaşı ağaçlığln
na doğru bakarak omuzlarını silkti. Gergin ve endişeli oldus
açıktı.
Elinde nesne tutan adam, diğer adam tıslayana kadar onu
sallamaya devam etti. Adam telaşla eldivenini eline geçirdi, di-
ğer beş arkadaşı ile aynı yöne döndü. Hepsi ıslak çalıların için-
de çöktü ve şimdi Mosiah yağmurun içinden her adamın elin-
de o oval şeylerden bir tane olduğunu, öne doğru uzattıkları-
nı görebiliyordu.
Mosiah, dikkatlerini çekenin ne olduğunu merak ederek iz-
lemeye devam etti. Korkmuyordu. Sersemlemişti, şok içindey-
di. Adamlar ona dönse, orada durup bakmaktan başka bir şey
yapamazdı. Bir kez içlerinden biri arkasına bir bakış fırlattı,
ama o kadar hızla, sinirle yaptı ki bunu, ilerideki şey hakkın-
da endişelendiği açıktı. Çalıların ve şiddetli yağmurun gizledi-
ği Mosiah kıpırdamadan, fark edilmeden bekledi.
Bir Savaş Büyücüsü, bir cadı ve katalistleri, Mosiah ile ya-
bancı insanların saklandıkları ağaçlıktan biraz uzaktaki bir
başka ağaçlığın içinden çıktı. Büyücüler ihtiyatla hareket edi-
yorlardı ve -Mosiah solgun yüzlerindeki vahşi bakışlı, dehşet
dolu ifadelerde kendi yüzünün yansımasını görüyordu- ben-
zer, korkutucu deneyimler yaşadıkları açıktı. Siyah cüppeleri
Duuk-tsarith olduklarını gösteriyordu ve büyücüleri gören, ça-
lılardaki metal derili insanlar iyice eğildi.
Anne babasını gören kayıp bir çocuk, Duuk-tsarith\en gö-
rünce Mosiah'ın hissettiği sevinç ve minneti hissedemezdi.
Ağacın gövdesine yaslanarak hararetle Savaş Büyücüsünün in-
sanlara yapacağı büyünün menzilinin dışında olduğunu umdu
ve kaçınılmaz olanı bekledi. Metal derili insanlar sessizce ha-
128

«ARAKIUÇin ZAFERİ
ek çalıların arasına, saklanma ve pusu sanatlarında
r iduklarını gösteren bir beceri ile çöktüler. Ama yete-
cci7 değillerdi. Duuk-tsarühlerin, nefesinin sesinden
rince sessin &
tavşanın varlığını anlayacağı söylenirdi.
f Sava§ Büyücüsü hemen eyleme geçti. Siyah cüppesi çevre-
• de dalgalanarak ağaçlığa döndü. Oraya işaret ederek bir
?? i vaptı, Eksibüyü, Duuk-tsarithlerin ilk saldırısı. Savaş Bü-
- üsü sıradışı bir güce sahipti; ek olarak, katalisti onu büyü-
boğnıuş olmalıydı, çünkü Mosiah düşmanından uzakta dur-
masına rağmen kendi büyüsünün bile hafifçe etkilendiğini his-
setti Metal derili adamların, büyü onları Yaşam'dan mahrum
kılarken kıvranarak yere yuvarlanmasını bekleyen Mosiah,
Duuk-tsarithleri sorgulamayı ve neler olup bittiğini anlamayı
umarak saklandığı yerden çıkmaya hazırlandı.
Ama sersemlemiş bir şekilde durdu. Yabancı insanlar Eksi-
büyü'den etkilenmemişlerdi. Savaş Büyücüsü'nün varlıklarını
fark ettiğini görünce, artık saklanmalarına gerek olmadığını
fark edip ayağa kalktılar. İzlemekte olan Mosiah'm aklına, Ek-
sibüyü'den etkilenmeyen bir başka adam geldi -Joram.
Bu yabancı insanlar Ölü'ydü!
Sağ kolunu kaldıran Ölülerden biri Savaş Büyücüsüne işa-
ret etti. Kör edici, yoğun ışıktan bir ışın avucundan fışkırdı.
Hava mırıldandı, cızırdadı ve Savaş Büyücüsü, katalisti ona
şaşkınlık içinde bakarken, haykırarak öldü. Adamın siyah cüp-
pesinden ince bir duman yükseldi ve Mosiah dehşet verici bir
açıklıkla daha önce tanık olduğu ölümü hatırladı; adamın etin-
de bir delik açılmıştı.
Mosiah bakışlarını Savaş Büyücüsü'nden diğer Duuk-tsa-
ritb'e çevirdi, ama cadı yok olmuştu. Yok olması Ölüleri rahat-
sız etmiş gibiydi, Mosiah'm daha önce gördüğü, büyük metal
129

ITlARCARfî U/EIS SC TRACY HlCKIHAn


kafa gibi, metal kafalarını bir o yana, bir bu yana çevire
ağaçların arasında çökmeye devam ettiler. Bir süre sonra
bun ortasında duran Ölü adam omuzlarını silkti. Efendisin-
bedeninin yanında diz çökmüş, Son Ayini yapmakta olan s
vaş Büyücüsü'nün katalistine işaret eden Ölü adam ileri yum
meye başladı.
Ağaca yaslanmış duran Mosiah ürpererek onların savunma-
sız katalisti öldürmesini bekledi. Ölü adam Rahip'e doğru yü-
rüdü. Katalist geldiklerini duydu, ama başını kaldırmadı. İnan-
cının sağlam cesareti ile ölü Savaş Büyücüsünün başını yağla
mesnetti ve kararlı bir sesle ayin sözlerini söyledi, "Per istam
sanctam unctionem indulgeat..."
Ölü adam elini indirmedi, ışık fışkırtan nesne kataliste doğ-
rultulmuştu. Mosiah hayretle yabancı insanların rahibi öldür-
mediğini gördü. Adamlardan biri (izlemekte olan Mosiah'a gö-
re büyük bir dikkatle) uzandı ve Katalist'in kolunu yakaladı.
Daha ayinini tamamlamamış olan Katalist öfkeyle Ölü ada-
mın elinden kurtuldu. Ölü, talimat bekler gibi diğer yabancı
insanlara baktı.
Mosiah'ın önderleri olduğunu anladığı bu adam Ölülerin
anlaşılmaz dilinde konuştu ve eliyle bir hareket yaptı. Metal
derili adam hafifçe geriledi ve Katalist'in ayini tamamlamasına
izin verdi. *
Bir hata, dedi onlara Mosiah sessizce, saklanma yerinden.
Elbette, Ölü olduklarından, havada yükselen gerginliği, çevre-:
lerinde oluşan, kaynayan büyüyü hissedemiyorlardı. Cadının
hâlâ yakında olduğunu bilmiyorlardı.
"... quidquid deliqusti. Amin." Katalist ayinin sonuna geldi.

Uzanarak Savaş Büyücüsü'nün açık gözlerini kapattı ve yavaş


yavaş ayağa kalkmaya başladı.
130

KARAKILIÇUI ZAFERİ
• iı Ölülerden birinin haykırdığını duydu -metal kafa-
• de tuhaf bir şekilde yankılanan bir korku ve dehşet
1 , „rri. hu Metal derili adam Savaş Büyücüsü'nün cesedi-
haykınŞ1}
• ,-rt ederek dehşet içinde bağırdı. Ceset dev bir yılana dö-
ne lŞ2rc
?' rdu. savaş Büyücüsü'nün biraz önce kapatılmış gözle-
• ? i iri açılmış, kırmızı, doğal olmaya bir yaşamla yanıyordu.
ş Büyücüsü'nün bedeni uzadı, büyüdü, bir meşe ağacın-
dı- n daha büyük bir kertenkele bedeni oldu. Islak otların üze-
rinde yükseldi. Artık kabarmış, dev bir kobra olan Savaş Bü-
yücüsü'nün düz kafası hafifçe hafifçe sallanarak metal derili
adamların tepesine dikildi, çatal dili zehirli ağzından fırladı ve
geri çekildi.
Ölülerin önderi dehşet içinde geriledi. Ölümcül ışını yılana
doğrulttu, ama kolu gözle görülür bir biçimde titriyordu ve
ışın hedefinden şaştı, bir ağaç dalına çarparak ateşe verdi. Hız-
la atılan dev yılan dişlerini Ölü adamın omzuna batırdı ve me-
tal deriyi kolaylıkla deldi. Ölü adamın acı ve dehşet çığlığı or-
manda yankılandı, tiz ölüm çığlığı sona erene kadar Mosiah'm
dişlerini sıkmasına sebep oldu.
Dişlerini kurbanından çeken yılan diğer düşmanlarının
üzerinde odaklanmak üzere yükseldi. Ama Ölüler panik için-
de kaçıyorlar, körcesine ağaçların arasında koşturuyorlardı. Yı-
lanın yanında duran Katalist onların kaçmasını izledi. Gözden
yittikleri ve çığlıkları artık duyulmaz olduğu zaman, yılan ha-
vada pırıldadı ve yere yıkıldı. Büyülü Yaşam'dan yoksun ka-
lan kobra bir kez daha Savaş Büyücüsü'nün cesedi oldu.
Nefes almayı bırakmış olduğunu fark eden Mosiah titrek
bir nefes aldı. Alnında ter damlaları boncuklanmıştı, şiddetle,
kontrol edilemez bir biçimde titriyordu. Yanında siyah cüppe-
li cadının belirmesi yüreğinin vahşice yerinden fırlamasına se-
13 1

HIARSARET U/EİS Qr TRACY HıcKjnAn


bep oldu. Neredeyse o da kaçacaktı, ama kadının güçlü elin'
uzandığını ve onu yakaladığını hissetti.
"Sana onu bulacağımızı söylemiştim!" dedi acılı bir ses, ça
dı'nın bileğine sardığı portakal renkli ipek parçasından. "senj
doğrudan ona getirdim!"
"Sen Mosiah mısın?" dedi Cadı, gözleri siyah cüppenin de-
rinliklerinden parlayarak dikkatle ona bakarken. "Evet," diye
kendi kendine yanıt verdi. "Seni tanıdım."
Mosiah da onu tanımıştı ve bu tanışıklık onu konuşma ye-
teneğinden yoksun bıraktı, çünkü bu onu yakalayan, neredey-
se ölüme yollayacak olan cadıydı.
Cadı'nın bileğindeki portakal renkli ipek parçası yok oldu,
Simkin'in uzun, ince bedeni oldu. Ama bu değişmiş bir Sim-
kin'di —solgun, endişeli bir Simkin, normalde zarif, modaya
uygun giysileri özenilmeden, düşünülmeden üzerine atılmış
gibi görünen bir Simkin.
Kaba pamuktan pantolon giyiyordu, en düşük Tarla Büyü-
cülerinin giydiği türden. Portakal renkli ipek parçası hâlâ ce-
surca elinde dalgalanıyordu, ama bir sonraki an onu ağzının
kenarına sokuşturdu ve dalgın dalgın kemirmeye başladı.
"Neler oluyor?" demeyi başardı Mosiah zayıfça, bakışlarını
Simkin'den Cadı'ya çevirerek.
"Tam olarak bizim mm sormak istediğimiz som!" diye tıs-
ladı cadı ona, kuvvetle yılanı hatırlatarak. Mosiah endişeyşe
Savaş Büyücüsü'nün bedenine baktı ve Katalist'in onlara doğ-
ru seyirttiğini gördü.
"Kalamayız!" diye seslendi Katalist yumuşak sesle. "Demir
yaratıklardan biri bu tarafa geliyor!"
"Koridor!" dedi Cadı ve Katalist hemen bir tanesini açtı.
Simkin, daha Koridor tam olarak açılmadan içeri sıçradı ve Ka-
132

KARAKJLiçın ZAFER!
|ist onu takip etti.
ah tereddüt etti. Demir yaratığın alçak mırıltısını duya-
,r^rin ayaklarının dibinde sarsıldığını hissedebiliyordu.
Kjüyor, yc*ul i
v,f> de neredeyse şansını kör canavardan yana kullana-
Ama yınc "
Cadı'nın varlığı ve dokunuşu onu bağlayan sarmaşıkla-
eti delen dikenlerin anısını hatırlatmıştı.
"Seni aptal!" Cadının eli kolunda kapandı. "Onun yolunda
h'r an bile hayatta kalamazsın. Gözleri yok, ama kör değil. Ha-
tasız bir doğrulukla öldürüyor. Sen gelmeyi seçsen de, seçme-
sen de, seni yanımda götüreceğim. Ama kendi isteğinle gelme-
ni tercih ederim. Yardımına ihtiyacımız var."
Mırıltı yükseldi. Mosiah kaçan büyücüyü hatırladı... Etkide-
ki deliği... Ama yine de tereddütlüydü -dik bir uçurumun te-
pesinde, üzerine gelen dev bir kaya ile karşı karşıya kalmış bir
adam gibiydi, tek umudu aşağıdaki karanlık uçunıma atlamak-
tı.
"Nereye?" diye sordu, sözcüğü şekillendiremeyecek kadar
katılaşmış dudakların arasından. Koridor kapanmaya başlamış-
tı bile.
"İmparator Xavier'in yerine," dedi Cadı, Mosiah'ı tutan el-
leri uğursuz bir kavrayışla sıkılaşırken.
"Yapma," dedi Mosiah yumuşak sesle, yutkunarak. "Ben
gelirim."
Koridor açıldı, onu içeri çekti ve arkasından kapandı.
133

13
ÖLÜM SÜRÜNÜYOR
Her şey çok sessizdi.
İhtiyatla Koridor'dan çıkan Garald kısa bir an TTjon-Lılenn
-şu anda açması bir kargaşa içindeydiler- bir hata yapıp onu'
dünyanın uzak, barış dolu bir kısmına gönderip göndermedik-
lerini merak etti. Ama Prens'in hedefine vardığını anlaması yal-
nızca bir an sürdü, sessizliğin bir barış sessizliği olmadığını an-
laması için yalnızca bir an.
Bu ölüm sessizliğiydi.
Koridor Garald'm ardından telaşla kapandı. Kardinal Radi-
sovik'in gözlerini örttüğünün, kırık bir sesle dua okuduğunun
belirsizce farkındaydı. Garald aynı zamanda muhafızlarının
-çocukluklarından beri sessizlik disiplini ile eğitilmiş Duuk-
tsarithler'm- şok ve öfke içinde, yüksek sesle inlediklerinin de
farkındaydı. Garald bunun farkındaydı, ama hiçbiri onu etki-
lemedi. Sanki bu dünyada yapayalnız durmuş, çevresine bakı-
nıyordu, sanki ilk defa görüyordu.
Biraz önce terk ettikleri fırtına havasının aksine, burada gü-
neş parlıyordu. Parlak mavi gökyüzünde yanan küre, enerjiy-
le alev alevdi, sanki tanık olduğu tüm dehşet izlerini yakıp
yok etmek ister gibi. Güneye baktığında, Garald kendi fırtına
bulutlarının bu yöne doğnı kabardığını görebiliyordu. Savaş

K_ARAKJLIÇln ZAFERİ
söre Sharakan'm Sif-Hanariaf mm bu saldırısı, Xa-
ı ırill^^^ '
• v ndi Sif-Hanar\arma karşı saldırı emri vermesine, ha-
•ddetli bir fırtına savaşı yaşanmasına yol açardı. Ama bu
artııştı Güneş çıkmıştı, hava güzeldi. Sebep açıktı,
ıvi rilon'un Sif-Hanariztı Oyun Tahtası'nm altında yatıyor-
, gedenleri, pek çok başka beden ile birlikte yanmış, ka-
•farmış otların üzerine yayılmıştı.
Tahta da zarar görmüştü, ikiye ayrılmıştı. Masif taştan ya-
nılmış, Prens Garald'ın kullandığı tahtanın aynısı olan tahtanın
varisi olanaksız görünen bir açıyla, altındaki bedenlerin deste-
ğiyle duruyordu. Diğer yarısı yerdeydi. Ona bakan Garald bü-
yülü taşı kırmak için gereken muazzam darbeyi hayal bile
edemiyordu.
Garald yavaş yavaş, çevresine ihtiyatla bakarak tahtaya
yaklaştı. Yanında diz çöküp, parmaklarının altındaki serin, pü-
rüzsüz yüzeye dokundu. Taş gibi, tahtanın büyüsü de kırılmış-
tı. Yüzeyinde havaya alev üfüren minyatür ejderler yoktu, üze-
rinde yürüyen küçük devler yoktu, büyülü savaşta düşmanla-
rı ile savaşan savaş büyücülerinin ve cadıların minik şekilleri
yoktu. Merilon'un Oyun Tahtası, altında yatan bedenlerin göz-
leri kadar boş ve cansızdı.
Bakışlarını Oyun Tahtası'ndan kaldıran Prens Garald ger-
çek savaş alanını gördü.
Bedenler saçılmıştı. Prens ölüleri saymaya bile başlayamaz-
dı. Kardinal Radisovik aralarında yürüyordu, resmi kırmızı
cüppesi yaklaşan fırtınanın rüzgârları ile çevresinde dalgalanı-
yordu. Şeref Meydanı'ndan acı bir rüzgâr esiyordu, güneşin sı-
caklığını emiyor, buzdan bir nefesle geri veriyordu.
"Hâlâ hayatta olanları arıyorsan, Radisovik, zamanını boşa
harcıyorsun," diye Katalist'e tavsiyede bulunacak oldu Prens
135

mAR£;ARjî U/EİS 8[ ÎRACY HıcoiAn


Garald. Orada yaşayan hiçbir şey yok... Hiçbir şey...
Ancak Radisovik'i dakikalar boyunca seyrettikten son
-Garald'a kayıp giderken görüp dokunabilirmiş gibi gelen m'
nik zaman birimleri- Prens, Kardinal'in canlı aramadığım an
ladı. Ölülere son ayinlerini bahşediyordu.
Ölü. Garald önünde uzanan, güneşli otlağa baktı. Bir za-
manlar pürüzsüz ve bakımlı olan yeşil otlar büyük bir güç ta-
rafından yolunmuş, köklenmiş, sanki güneş aşağı inip yalamış
gibi yanmış, kararmıştı. Alanın her tarafı ölülerle doluydu, be-
denleri ölüş sebeplerine göre muhtelif pozlarda ve tavırlarda
yatıyorlardı. Ama her yüzde aynı donuk ifade vardı: korku
dehşet.
Garald aniden öfkeyle bağırdı. Otların üzerinde sendeledi,
kaydı, bir kan birikintisine düştü. Duuk-tsarithler o anda ya-
nına geldiler, ayağa kalkmasına yardım ettiler, dikkat etmesi
için uyardılar; tehlike hâlâ yakında olabilirdi. Onların ellerini
reddeden, sözlerine aldırmayan Garald, siyah cüppeli genç bir
kadının bedeninin üzerinde dua etmekte olan Radisovik'e
koştu.
Kardinal'i kolundan yakalayan Garald adamı ayağa kalk-
maya zorladı.
"Bak!" diye bağırdı Prens boğuk bir sesle, işaret ederek.
"Bak!" *
"Biliyorum, lordum," diye yanıt verdi Radisovik yumuşak
sesle. Yüzü öyle değişmiş, acı ve ızdırapla öyle yaşlanmıştı ki,
Garald adamı tanımayacaktı neredeyse. "Biliyorum," diye tek-
rarladı Kardinal.
Merilon'un zenginlerinden birine ait süslü bir araba yere
düşmüştü. Kömürleşmiş, kararmış kalıntıları geniş bir alana
yayılmıştı. Bir zamanlar arabayı çeken büyülü kırlangıçlar ya-
136

KARAKJLIÇin ZAFERİ
•?İ-i yatıyorlardı. Kuşlar hâlâ altın şeritlerle birbirlerine
n"\ d) havada yanık tüy kokusu asılıydı.
rald'ın gözü dalgalanan mavi bir ipek parçasına takıldı.
,. ^yjk'in paylamalarını duymazdan gelerek arabaya seğirt-
R'r zamanlar kapı olan, dumanı tüten bir ahşap parçasını
kalayıp kenara attı. Altına genç bir kadın gömülmüştü, kırık,
k kolları, sanki son anlarında bebeğini kendi zayıf bedeni
le ölümden kommaya çalışmış gibi çocuğuna sarılmıştı. Acı-
sı çabası işe yaramamıştı. Bebek annesinin kollarında gev-
şek, cansız yatıyordu.
Kadının yanında, kalıntıların ortasında yüzüstü yatan bir
adamın bedeni vardı. Giyim tarzına ve giysilerinin zarifliğine
bakarak, Garald adamın arabanın sahibi, Merilonlu bir asil ol-
duğu sonucuna vardı. Bir yaşam kıvılcımı bulmayı umarak
adamı çevirdi.
"Tanrım!" Prens dehşet içinde geriledi.
Bir iskeletin sırıtan ağzı ve boş göz çukurları Prens'e bakı-
yordu. Giysileri, derisi, eti, kasları -adamın bedeninin tüm ön
kısmı- yanıp yok olmuştu.
Dünya tersyüz oldu. Güneş gökyüzünden düştü, toprak
Garald'ın ayaklannın altından kaydı. Güçlü elleri onu yakala-
dı, sıkı sıkı tuttu. Yere uzatıldığını hissetti, rüzgârlar her nere-
den geliyorsa, işte oradan, çok uzaklardan Radisovik'in sesinin
geldiğini duydu...
"Theldara... çabuk bir Theldarabulun."
"Hayır!" diye homurdanmayı başardı Garald. Boğazı şişmiş
gibi geliyordu, konuşmak acı veriyordu. "Hayır, ben iyiyim.
Bu... zavallı adam yüzünden! Ne tür bir şeytan bunu..."
Demirden yaratıklar.
"Ben... iyiyim!" Rahip'in ellerini ittiren Garald kendini doğ-
137

ITİAReARJÎ UJEİS §? TRACY HlCKJTIAn


rulup oturmaya zorladı. Başını dizlerinin arasına eğerek, so-
ğuk havadan derin nefesler aldı. Sertçe kendi kendini azarla-
dı, kendi can yakıcı eleştirisinin acısını tanık olduğu dehşetle.
ri silmek için kullandı. Nasıl bir hükümdardı o? Halkının ona
en çok ihtiyacı olduğu anda, zayıflığa teslim olmuştu. Bu orta
yaşlı adam -bir katalist- ondan -âlemin prensinden- daha faz-
la güç sahibiydi.
Garald kargaşa içindeki düşüncelerine bir düzen getirmeye
çalışarak başinı salladı. Ne yapacağına karar vermeliydi. Tan-
rım! Yapabileceği bir şey var mıydı? Gönülsüz bakışları asilin
bedenine korkunç bir büyülenmeyle kaydı. Ürpererek, telaşla
gözlerini kaçırdı. Sonra durdu ve dişlerini sıkarak kendini o
korkunç görüntüye bakmaya zorladı. Umduğu gibi, içinde bir
öfke alev aldı ve bu öfkeyi, soğuğun dondurduğu kanını ısıt-
mak için kullandı.
"Garald," dedi Radisovik, yanında diz çökerek, "imparator
Xavier ölülerin arasında yok, ne de Savaş Ustalarından her-
hangi biri. Sanırım en başta onu bulmak istiyordun. Hâlâ bu-
nu yapmak istiyor musun?"
"Evet," dedi Garald, zayıflığını gören ve beceriyle rehberlik
eden Katalist'e minnettar. Sesinin çatladığını duyunca, ağrıyan
boğazını ıslatmak için yutkundu. "Evet," diye tekrarladı karar-
lılıkla. Elini alnına götürerek zihnine kendi Oyun Tahtası'nın
imgesini çağırdı. Bir kez daha, o küçük direnç cebini görebi-
liyordu. "Yerleri... doğuda."
"Evet, Ekselansları," dedi Radisovik. "Doğuda."
Kardinal'in gergin, zoraki konuşması Garald'ın hızla bakış-
larını ona kaldırmasına sebep oldu. Kardinal'in gözleri, ağaç-
ların üzerinden bir duman sütunu yükseldiği doğu ufkunday-
dı.
138

K_AR.AKJLIÇln ZAFERİ
Hor'u kullanmalı mıyız, lordum?" diye sordu Kardinal
ir, hir kez daha belli etmeden rehberlik ederek. "Teh-
RadisoviK, v
likeli olabilir--"
«cihette," diye yanıt verdi Garald, hızla düşünerek. Öfke ve
1 ne geçme ihtiyacı ona güç vermişti. Yardım almayı redde-
ek ayağa kalktı ve kararlı, güvenli adımlarla kırık Oyun
*f htası'na yürüdü. "İlk defasında Koridor'u kullanmakla aptal-
ı k ettik. Bunun... bunun tam ortasına çıkabilirdik" -kekeledi,
Hislerini sıktı- "hazırlıksız, savunmasız. Ama başka ulaşım yo-
lu .." Durdu, kendini meseleyi soğukkanlılıkla, mantıkla de-
ğerlendirmeye zorladı.
"Sanırım biz..." -diye başladı Garald, ama Duuk-tsarithler-
den biri, elinin bir hareketi ile onu susturarak sözünü kesti.
Arkadaşı bir sözcük söyledi ve o anda büyülü bir kalkan Prens
ile Kardinal'i kapladı; siyah cüppeli savaş büyücüleri hemen
havalandı, biri önde, diğeri arkada nöbet tutmaya başladı.
Büyülü güçle çevrilmiş Garald keskin kulaklı savaş büyü-
cülerinin dikkatini neyin çektiğini duymaya çalıştı. Daha son-
ra, gömlekten çok hissetti onu -sanki büyük, ağır bir nesne
yakında ilerliyormuş gibi yerin sarsılması.
Demirden yaratıklar.
Çoğu ölümlü gibi, Garald da ölümü düşünmüştü. Ölümü
felsefi olarak tartışmış, ölüm sonrası hakkında öğretmenleri ve
Kardinal ile spekülasyonlar yapmıştı. Joram'ın ölümünü duy-
duğu zaman, Garald içinin derinliklerinde, o sürüklenen sisle-
re yürümeye kendisinin cesareti olup olmadığını merak etmiş-
ti. Ama, ölüm şimdiye kadar hiç ona yakın olmamıştı. Hiç ona
tiksinti verici, korkunç yüzünü göstermemişti.
Cesetlerin yüzlerindeki dehşeti görmüştü, ölümün huzuru-
nun bile hatlarından silemediği acıyı görmüştü. İçinde korku
139

mARGARff U7EIS ft "ÎRACY HlCKJTlAn


kabarmış, midesini burkmuş, bacaklarını zayıflatmıştı.
Kardinal'in bir dua fısıldadığını duyan Garald adamın in
^arı-
cını kıskandı. Prens'in de inançlarına sadık olmadı gerekiv
du, ama şimdi bunun yalnızca laf olduğunu fark etmişti. Alm'
neredeydi? Garald bilmiyordu, ama burada olduğundan kuşk,
duyuyordu.
Yerin sarsıntısı daha belirgin oldu. Garald bir gümleme se-
si duyabiliyordu. Midesi kasıldı, korkudan kusacağını sandı
İmge açıkça kafasında canlandı -Sharakan Prensi, Şeref Mey-
dam'nda kusarken.
Garald bunun efsane ve şarkılarla gelecek nesillere aktarıl-
dığını duyabiliyordu ve aniden kahkaha atmaya başladı, Kar-
dinal'in endişeli bakışlarını çeken tiz bir kahkaha.
İsteriye kapıldığımı sanıyor, diye düşündü Garald ve titrek
bir nefes aldı. Mide bulantısı geçti, korkusu dindi, onu ele ge-
çirmekten vazgeçti. Demek cesaret bu, dedi kendi kendine,
sert bir alayla. Sonuna kadar başkalarının gözünde nasıl görü-
neceğimizi düşünmek.
Gümleme yükseldi, daha belirgin oldu. Hareket Garald'ın
dikkatini çekti. Radisovik'in kolunu tuttu, işaret etti, yürekten
bir rahatlama iç çekişiyle nefesini bıraktı.
Tepenin ucunda dev bir baş belirdi. Başın arkasından mu-
azzam omuzlar ortaya çıktı; hayvan derilerine sarınmış, iki ka-
lın bacağın üzerinde hareket eden geniş bir beden göründü.
"Bir dev!" diye mırıldandı Radisovik, Almin'e şükrederek.
Şükretmek için fazla erkendi. Bu korktukları canavar olma-
sa da, Duuk-tsarith\ex yine de prenslerinin çevresindeki büyü-
lü kalkanı konıdular. Normalde nazik yaratıklar olan devlerin
davranışları öngörülemezdi. Bu dev yaralanmış ve sersemle-
miş gibiydi. Yaklaşınca, Garald yarasını gördü. Dev sol kolu-;
140

K_ARAKJLIÇln ZAFERİ
ıstı ve pis yüzünde gözyaşı izleri vardı.
1 bir dev daha da tehlikeli olurdu ve Duuk-tsarithler-
? ? APV ile Prens'in arasına girdi. Diğer muhafız, arkada-
Hen bin ucv
konuştuktan sonra, Prens ile konuşmak üzere dön-
cjyla bıra^ *?
"Tordum," dedi Duuk-tsarith, "bu İmparator Xavier'e ulaş-
mak için ideal bir yol olabilir."
Öneri ile irkilen ve korkusu yüzünen tepki duyan Garald,
... önce boş boş siyah cüppeli Savaş Büyücüsüne baktı. Bir
karar verebilecek kadar tutarlı düşünemiyordu. Ama adam
ona beklentiyle bakıyordu ve Garald sersemlemiş zihnini ça-
lışmaya zorladı.
İtiraf etmek zorundaydı, iyi bir fikir gibi görünüyordu. Dev
-büyük gücü ve mesafeleri yok eden adımları ile- onları Xa-
vier'in bilinmeyen düşmanları ile savaştığı yere götürebilirdi.
Dev onları uçarak gideceklerinden daha hızlı götürmekle kal-
mayacaktı, aynı zamanda, muazzam omuzların tepesinden,
hedeflerine varmadan önce orada neler olup bittiğini görebi-
leceklerdi. Ek olarak, Duuk-tsarithlerin kontrolü altına girdik-
ten sonra, saldırıya uğramaları durumunda dev oldukça fayda-
lı bir müttefik olacaktı.
"Mükemmel bir fikir," dedi Garald sonunda. "Yapman ge-
rekeni yap."
Ama Duuk-tsarith çoktan eyleme geçmişti. Arkadaşını nö-
betçi bırakan Savaş Büyücüsü -devin büyüklüğünün onda bi-
ri kadardı- havada yükseldi ve mutasyona uğramış insanın ya-
nına uçtu. Dev onu ihtiyatla, şüpheyle izledi, ama düşmanca
görünmüyordu.
"Demek onu yaralayan bir Savaş Büyücüsü değilmiş," diye
düşündü Garald yüksek sesle. "Öyle olsaydı, dev, Savaş Büyü-
141

rriARCARfT U/EİS SC Îİ^ACY HıcıynAn


cüsü'nü görür görmez saldırır ya da dehşet içinde kaçardı"
"Sanırım tahmininiz doğru, lordum," dedi Radisovik. "R
dev muhtemelen savaş büyücüleri tarafından savaş için eğiri
miş ve hâlâ onlara güveniyor. Onu yaralayan başka birisi
ys
da bir şey olmalı."
Savaş Büyücüsü deve yatıştırıcı sözler söyledi, tıpkı bir
ebeveynin yaralı bir çocuğa söylediği sözler gibi ve yaralı ko-
lunu iyileştirmeyi önerdi. İlgi gördüğü için şimdi gözyaşları da-
ha hızlı akan dev, Savaş Büyücüsü'ne hemen yaklaştı ve anla-
şılmaz şeyler geveleyerek, incelemesi için kolunu uzattı. De-
vin kolunu kaplayan alev alev, kırmızı yanığı gören Garald yi-
ne bu dünyada, bu tür bir hasara yol açabilecek nasıl bir güç
olabileceğini hayal etmeye çalıştı.
Devasa bir taşı ikiye kırabilecek, bir arabayı göklerden dü-
şürebilecek, bir adamın bedenini yakıp tüketebilecek, aynı
güç...
Demirden yaratıklar.
Duuk-tsarith, elinin bir hareketi ile devin kolunda merhem
belirmesini sağladı, gözyaşları ile lekelenmiş yüzdeki gülüm-
semeye bakılırsa, acısını dindiren bir etkisi olmuştu. Bir kumaş
rulosu yaratan Savaş Büyücüsü telaşla devin kolunu sardı, sar-,
gı yarayı iyileştireceğinden değil, daha çok bu çocuksu yara-
tık bu tür süslere bayıldığından. İşini bitirince Savaş Büyücü-
sü devin alnının üzerinde, havada bir hareket yaptı, sonra ra-
por vermek için döndü.
"Deve bir tılsım yaptım," dedi Duuk-tsarith, arkadaşı Prens
ile Kardinal'in çevresindeki büyülü kalkanı kaldırırken. "Ona,
onu inciten her ne ise, yakalaması gerektiğini söyledim. Bu
devin doğal eğilimi ile uyumlu olduğundan, bir sorun yaşama-
mamız gerekir."
142

«ARöKiLiçın ZAFERİ
?kemrnel," diye yanıt verdi Garald. Duman sütunlarının
..-ıvısii yoğunlaştığı ve çoğaldığı doğuya baktı. "Acele et-
tneliyiz"
"Flbette, lordum." Savaş Büyücüsü bir dizi sözcük söyleye -
Prens ile Kardinal'i havalandırdı ve nazikçe devin geniş
omuzlarının üzerine kondurdu.
günden geldiğince yerleşen Garald, devin hayvan derileri
* indeki yıkanmamış bedeninden yükselen koku karşısında
1 urnunu kıvırdı. Dev sürücülerini fena halde merak etmişti ve
onları yakından gönnek için kafasını bir o yana, bir bu yana
çevirirken birkaç dakika geçti. Nefesi derisinden de pis koku-
yordu. Sırıtan, kırık dişli ağız o tarafa döndüğünde Garald
öğürdü ve Kardinal Radisovik burnunu kol yeniyle örttü.
Ama sonunda Duuk-tsarith, sert bir emirle devi harekete
geçirmeyi başardı. Gitmek istedikleri yönü belirtmek için du-
manlara işaret eden Savaş Büyücüsü devin önünde uçarak
onun hantal adımlarına rehberlik etti.
Garald, tılsıma rağmen devin, yanığın verdiği acıyı hatırla-
yarak dumana yaklaşmayı reddedeceğinden korkmuştu. Ama
belki de dev dumanı acı ile bağdaştırmamıştı, çünkü tereddüt
etmeden yürümeye, bu arada fena halde heyecanlanıp, ufak
bir çocuğun gevezeliklerine çok benzeyen anlaşılmaz dilinde
konuşmaya başladı.
Konuşmaları yarım kulakla dinleyen Garald, aniden devin
onlara neler olduğunu anlatmaya çalıştığını anladı. Tekrar tek-
rar yaralı koluna işaret etti -bir kez kolunu öyle şiddetle salla-
dı ki, Prens neredeyse yere yuvarlanacaktı. Oturduğu yerde
tehlikeli bir şekilde tünemiş ve devin pis, keçeleşmiş tüylerine
sıkı sıkı tutunan Garald, bu aşırı iri insanlarla kimsenin iletişim
kurmayı denememiş olmasından acı bir pişmanlık duydu. Sa-
143

mARPARft UJEİS & ÎRACY HlCKJHAn


vaş için mutasyona uğratılmış devler efendileri tarafından h'
kez daha ihtiyaç duyulana kadar vahşi topraklarda gezinrnev
bırakılmışlardı. Dev'in kafasında Garald'ın somlarının yanıtlar
vardı, çünkü deve saldıranın, Merilon halkını katleden şey 0ı
duğundan kuşkusu yoktu.
Kırık Oyun Tahtası ile duman sütunları arasındaki kilomet-
releri hızla aşan dev, öyle bir heyecan ve hevesle ilerliyordu
ki, yolcularını korumak için Duuk-tsarith ona sert bir sesle ya-
vaşlamasını emretmek zorunda kaldı.
Durduğu yerden Şeref Meydanı'nı inceleyen Garald, daha
fazla ceset gördü ve öfkesi büyürken dudaklarını sıkıca birbi-
rine bastırdı. Düşmana ait başka işaretler de gördü -doğuya
giden, toprağı altüst etmiş, yılansı izler. Görünüşe göre düşma-
nı hiçbir şey durduramamıştı. Büyük ağaçlar köklerinden sö-
külüp kenara itilmişti, daha küçük olanlar ikiye biçilmiş ya da
ateşe verilmişti. Halkının cesetleri izlerin her iki yanında bulu-
nuyordu daha çok.
Bir noktada, yanmış ağaçlardan kalanların yakınında, Ga-
rald bir parıltı gördü -güneş altında pırıldayan metal. Devin
omzundan düşme tehlikesini göze alarak incelemek için dön-
dü. Bir. insan bedenine benziyordu ve aşırı fantastik gelmese,
Prens adamın derisinin metalden olduğuna yemin edebilirdi.
Garald'ın ilk düşündfesi durup araştırmak oldu, ama fikrin-
den vazgeçmesi gerekti. Tılsımın ve gittikçe artan heyecanının
etkisi altındaki devin durduaılması güç olacaktı ve muhteme-
len tek başına kalırsa fırlayıp gidecekti. Prens bu karara vara-
na kadar dev onları gördüğü şeyin ötesine taşıdı; arkasına ba-
kan Garald, değil altında yatan beden, ağaçlıkları bile gözden
kaybetmişti.
"Neler olup bittiğini muhtemelen kısa süre sonra öğrenece-
144

KARfiKiLiçın ZAFERİ
A di kendi kendine, duman sütunlarının en yoğununa
g1111 klarını fark edince. Garald aniden, devin gevezelikleri-
•• erinden, kutlamalarda illüzyonistlerin çocukları ürküt-
. :n allandıklarına benzer patlamalarla birlikte alçak bir
İti duymaya başladı. Bir kez daha midesinin kasıldığını,
"azının kuruduğunu ve dizlerinin tutmadığını hissetti. Ama
sefer korkusunun içine tuhaf bir heyecan ve ötede ne ol-
duğunu öğrenmek için güçlü bir arzu da karışmıştı.
O anda, devin önünde uçan Duuk-tsarithleı dik bir tepe-
nin üzerine çıkmıştı. Aniden yavaşladılar. Onlan dikkatle izle-
mekte olan Garald, başlıklarının birbirlerine döndüğünü gör-
dü. Savaş büyücülerinin yüzlerini göremiyor olsa da, bir ina-
namazlık ve huşu paylaştıklarını hissedebiliyordu, bu aşırı di-
siplinli mezhebe yabancı duygular.
Onların gördüklerini görmeye can atana Garald, dev tepe-
yi tırmanırken dizlerinin üzerinde yükseldi. İleriye bakan Ga-
rald ve dev, düşmanı aynı anda gördüler. Öfkeyle böğüren
dev aniden durdu ve Garald dengesini kaybetti. Kayarak
omuzları üzerinden arkaya düştü. Ama büyüsü onu korumaya
yetti. Yaşam gücünü kullanarak kendini havada tuttu, tepenin
üstündeki ağaçların arasında süzüldü.
Aşağı baktığında düşmanı gördü.
Demirden yaratıklar.
145

mARSARft UJEİS & 1"RACY HıcKjnAn


vaş için mutasyona uğratılmış devler efendileri tarafından h'
kez daha ihtiyaç duyulana kadar vahşi topraklarda gezinmev
bırakılmışlardı. Dev'in kafasında Garald'ın soaüarınm yanıtlar
vardı, çünkü deve saldıranın, Merilon halkını katleden şey Qı
duğundan kuşkusu yoktu.
Kırık Oyun Tahtası ile duman sütunları arasındaki kilomet-
releri hızla aşan dev, öyle bir heyecan ve hevesle ilerliyordu
ki, yolcularını korumak için Duuk-tsarith ona sert bir sesle ya-
vaşlamasını emretmek zorunda kaldı.
Durduğu yerden Şeref Meydanı'nı inceleyen Garald, daha
fazla ceset gördü ve öfkesi büyürken dudaklarını sıkıca birbi-
rine bastırdı. Düşmana ait başka işaretler de gördü -doğuya
giden, toprağı altüst etmiş, yılansı izler. Görünüşe göre düşma-
nı hiçbir şey durduramamıştı. Büyük ağaçlar köklerinden sö-
külüp kenara itilmişti, daha küçük olanlar ikiye biçilmiş ya da
ateşe verilmişti. Halkının cesetleri izlerin her iki yanında bulu-
nuyordu daha çok.
Bir noktada, yanmış ağaçlardan kalanların yakınında, Ga-
rald bir parıltı gördü -güneş altında pırıldayan metal. Devin
omzundan düşme tehlikesini göze alarak incelemek için dön-
dü. Bir insan bedenine benziyordu ve aşırı fantastik gelmese,
Prens adamın derisinin metalden olduğuna yemin edebilirdi.
Garald'ın ilk düşüncesi durup araştırmak oldu, ama fikrin-
den vazgeçmesi gerekti. Tılsımın ve gittikçe artan heyecanının
etkisi altındaki devin durdurulması güç olacaktı ve muhteme-
len tek başına kalırsa fırlayıp gidecekti. Prens bu karara vara-
na kadar dev onları gördüğü şeyin ötesine taşıdı; arkasına ba-
kan Garald, değil altında yatan beden, ağaçlıkları bile gözden
kaybetmişti.
"Neler olup bittiğini muhtemelen kısa süre sonra öğrenece-
144

KARAKILIÇin ZAFERİ
j- j^endi kendine, duman sütunlarının en yoğununa
idarini fark edince. Garald aniden, devin gevezelikleri-
rinden, kutlamalarda illüzyonistlerin çocukları ürküt-
• in kullandıklarına benzer patlamalarla birlikte alçak bir
rnek iç111
, duymaya başladı. Bir kez daha midesinin kasıldığını,
- -rmın kuruduğunu ve dizlerinin tutmadığını hissetti. Ama
sefer korkusunun içine tuhaf bir heyecan ve ötede ne ol-
duğunu öğrenmek için güçlü bir arzu da karışmıştı.
O anda, devin önünde uçan Duuk-tsarithleı dik bir tepe-
nin üzerine çıkmıştı. Aniden yavaşladılar. Onlan dikkatle izle-
mekte olan Garald, başlıklarının birbirlerine döndüğünü gör-
dü. Savaş büyücülerinin yüzlerini göremiyor olsa da, bir ina-
namazlık ve huşu paylaştıklarını hissedebiliyordu, bu aşırı di-
siplinli mezhebe yabancı duygular.
Onların gördüklerini görmeye can atana Garald, dev tepe-
yi tırmanırken dizlerinin üzerinde yükseldi. İleriye bakan Ga-
rald ve dev, düşmanı aynı anda gördüler. Öfkeyle böğüren
dev aniden durdu ve Garald dengesini kaybetti. Kayarak
omuzları üzerinden arkaya düştü. Ama büyüsü onu kommaya
yetti. Yaşam gücünü kullanarak kendini havada tuttu, tepenin
üstündeki ağaçların arasında süzüldü.
Aşağı baktığında düşmanı gördü.
Demirden yaratıklar.
145

14
ÖLÜ ALAYLAR
Görünürde köstebekler kadar kör, arkalarında ölüm ve yı-
kım bırakarak yeryüzünde sürünüyorlardı. Hiçbir canlıya acı-
mıyorlardı. Garald donakalmış bir biçimde, şaşkınlık içinde
demirden yaratıkların başlannın bir o yana, bir bu yana dön-
mesini, başların döndüğü her yöne, göz açıp kapayana kadar
ölüm gelmesini izledi.
Hareketleri eşgüdümlü, belirli bir amaca yönelikti. Yirmi
kadar canavar, kuzeydeki muhtelif pozisyonlarından gelerek
bir araya toplandı. Bir araya geldikleri zaman, dokuz metre
aralıklarla, düz bir çizgi halinde ilerlediler. Yaratıkların arka-
sında insanlar vardı, yüzlercesi. En azından Garald bunların in-
san olduğunu varsayıyordu. Kollan, bacakları ve başları vardı,
dik yürüyorlardı. Ama derileri metaldendi. Güneşte parladıkla-
rını gördü ve ağaçların arasında gördüğü bedeni hatırladı.
İlk düşüncesi, en azından öldürülebilirler, oldu. İkinci ve
daha korkutucu olanı, düşmanın -yaratıkların ve bu tuhaf in-
sanların- bir yöne gittiği, oldu -güneye. Bakışlarını onlardan
koparan Garald gözlerini ileriye, güneye çevirdi. Kendi hattını
işaret eden, Sif-HanaAarm bulutlarını görebiliyordu. Aklında
bilmeden ölümün üstlerine gelmesini bekleyen Savaş Ustaları-
nı, savaş büyücülerini ve cadıları canlandırdı. Arabayı, nasıl

KARAKJLIÇin ZAFERİ
.-?• {i hatırladı ve meyve ve şarap içeren hasır sepetleri
^ı'İStÜ^
ı re izleyiciyi düşündü. Kuşkusuz fırtına bazılarının
ile yüzle'c
ayrılmasını sağlamıştı, ama muhtemelen yalnızca, daha
? Şeref Meydanı'nın sınırlarına gitmişlerdi. Belki ba-
]aın' oıan, y
sünesin parladığını gördükleri bu tarafa geliyorlardı...
«Tordum!" Duuk-tsarithlcrden biri koluna dokundu, Ga-
Irl'ın gerçekleştiğini hiç hatırlamadığı, bu eğitimli ve disiplin-
I avac büyücülerinin sarsıldığını gösteren bir işaret. Garald
Savaş Büyücüsü'nün işaret ettiği yere, aşağı ve birkaç kilomet-
re öteye baktı.
Doğal bir kaya formasyonu telaşla kaba bir kaleye dönüş-
türülmüştü. Prens o kalenin içinde şekiller olduğunu gördü.
Kırınızı ve siyah cüppeleri bunların savaş büyücüleri ve cadı-
lar olduğunu gösterdi. Değişik kırmızı tonları, bu yeni tehdit
herkesi eşit kılmadan önce savaşın hangi tarafında olduklarını
gösteriyordu. Garald izlerken, kızıl giysilere bürünmüş bir şek-
lin uzun adımlarla, telaşla yaratılmış kale boyunca yürüdüğü-
nü gördü. Bu uzaklıktan sesi duyulamıyor olsa da, koUannı
sallamasından emirler verdiği anlaşılıyordu.
"Xavier," diye mırıldandı Garald.
"Lordum, o şeylerin tam önündeler!" dedi Duuk-tsarith. Se-
sindeki gerginlik kontrolünü kaybetmemek için büyük bir mü-
cadele verdiğini gösteriyordu.
Xavier bunu biliyor muydu? Yaratıkların yaklaştığını biliyor
ve orada direnmeyi mi planlıyordu? Yoksa yalnızca, ona karşı
toplanan güçlerden habersiz, oraya mı çekilmişti?
Ya bu demirden yaratıklar ne? Bu demirden adamlar? diye
merak etti Garald, bakışları dehşet dolu bir büyülenme içinde
onlara dönerek. Nereden gelmişlerdi? Thimhallan'daki bir baş-
ka kent devletin bu şeyleri yaratmaya yetecek bilgiyi ve gücü
147

ITlARGARît U/EIS İT ÎRACY HlCKITlAn


elde etmiş olması mümkün müydü? Hayır. Garald fikri redH
ti. Buna benzer hiçbir şey gizli tutulamazdı. Dahası, bu şevi
ri yaratımını, bilgisi ve gücü kadimlerin hayalini bile kurarn
yacağı kadar ileri olan Karabüyücüler'in üstlenmesi gerekird'
Bir soru daha. Neden Oyun Tahtası'ndan görünmemişler
di? Neden onları görememişti...?
Yanıt oradaydı, o kadar açıktı ki, baştan beri tahmin etmiş-
ti, baştan beri biliyordu.
Onlar Ölü'ydü. Her biri -demirden yaratıklar, metal derili
yabancı insanlar. Ölü.
Duuk-tsarith ona yine dokunuyordu. "Lordum, Kardinal
Radisovik, bu dev... Emirleriniz nelerdir?"
Garald bakışlarını canavarlardan kopardı. Son bir kez İm-
parator Xavier'in taştan kalesine baktıktan sonra döndü. Bunu
yaparken, yaratıklardan biri yolunu tıkayan dev bir kayanın
önünde durakladı. Gözünden bir ışın fışkırdı ve kaya binlerce
minik parçaya bölündü.
Taştan kale bu kadar işe yarayacaktı işte.
Garald artık hızla hareket ediyordu. Uzun zamandır gölge-
li korkuların işkence ettiği zihni şimdi eylemdeydi.
"Xavier'i uyaracağız," dedi, "ve çekilmesini sağlayacağız,
Bu şeylerin karşısına o kadar küçük bir birlikle çıkamaz. Be-
nim de mesajlarımın kendi hattımıza taşınmasına ihtiyacım
olacak."
Kendi kendine konuşarak havada dolandı. Yaratıkları gö-
rür görmez devi, Kardinal'i ve neredeyse başka her şeyi unut-
muştu.
Duuk-tsarithleı tarafından aşağı taşınmış olan Kardinal onu
yerde bekliyordu. Savaş büyücüleri öfke dolu devi zar zor
kontrol altında tutabiliyorlardı ve Garald Radisovik'in biraz ön-
148

KAR£KllIÇin 2AFERİ

cc

içinde olduğunu, prensinin onu -zayıf bir katalisti-


sının çaresine bakmak üzere yalnız bıraktığını fark et-

zaman
tig1
lem
vicdan azabı hissetti. Ama duygu çabucak geçti, ey
ihtiyacının ayakları altında ezildi.
r ördün mü?" diye sordu Garald Kardinal'e, o ve devin
nde durduğu yanık otlara doğru yaklaşırken.
"Gördüm," diye yanıt verdi Radisovik, solgun ve sarsılmış.
'«Almin bize merhamet etsin!"
"Etsin gerçekten!" diye mırıldandı Garald. Alaycı sesi Ra-
hip'ten endişeli bir bakış çekti. Ama inanç ya da inançsızlık
jCjn endişelenecek zaman yoktu. Eşlik eden Duuk-tsarith'e
işaret eden -diğer Savaş Büyücüsü deve gözkulak oluyordu-
Garald emirlerini vermeye başladı.
"Sen ve Kardinal Radisovik Koridorlar'a girin..."
"Lordum! Bence ben kalmalı ve..." diye araya girdi Kardi-
nal.
"...ve karargahıma dönün," diye devam etti Garald serin-
kanlılıkla, Rahip'in itirazlarım bastırarak. "Ne yöntem gereki-
yorsa kullarım, ama sivilleri bölgeden çıkarın. Hepsini..." Te-
reddüt etti, sonra çarpık bir gülümsemeyle devam etti, "hatta
bizim halkımızı da Merilon'a götürün. En yakın şehir orası ve
büyülü kubbe şehri koruyor. Xavier'in şehirde kontrolü kime
bıraktığını merak ediyorum," diye mırıldandı. "Muhtemelen
Piskopos Vanya'yı geri göndermiştir. Eh, elimizden bir şey gel-
mez. Kardinal Radisovik, sen Piskopos'a gitmelisin. Ona olan
biteni açıkla ve..."
"Garald!" dedi Radisovik sertçe, kaşları, Prens'in yaramaz-
lık yapan küçük bir çocuk olduğu zamanlardan beri görmedi-
ği bir şekilde çatılarak. "Beni dinlemen için ısrar ediyorum!"
"Kardinal, seni kendi güvenliğin için geri göndermiyorum!
149
mAR£AR£Î U/EIS fj TRACY HlCKJTIAn
Piskopos Hazretleri ile konuşman gerek..." diye başla H, n
rald sabırsızca.
"Lordum," diye araya girdi Radisovik, "katalistlerin cesed-
yok!"
Garald anlamadan Rahip'e bakakaldı. "Ne?"
"Oyun Tahtası alanında, üzerinden geçtiğimiz Şeref Meyda-
nında. .." Radisovik elini salladı -"katalistlere ait hiç ceset yok
lordum! Onların efendilerini ölüme kadar takip edeceklerini
ya da cesetlerini son ayinleri yapmadan bırakmayacaklarını siz
de benim kadar iyi biliyorsunuz. Ama tahtanın yanındaki ölü-
lerden hiçbirine son ayinleri yapılmamış. Katalistlerin beden-
leri nerede? Onlara ne olmuş?
Garald'ın bir yanıtı yoktu. Gördüğü bunca tuhaf şey içinde,
bu en tuhafı gibiydi. Açıklanamazdı, mantıklı gelmiyordu.
Ama mantıklı gelen ne vardı ki? Yolunun üzerindeki her şeyi
yok eden, sebepsiz yere öldüren demirden yaratıklar. Katalist-
ler hariç her şeyi öldüren.
"Bu yüzden lordum," diye devam etti Radisovik soğuk ve
resmi bir şekilde, "benim -Kilise'nin önde gelen bir üyesinin-
kalmak, bu gizemi çözmek ve kardeşlerime ne olduğunu öğ-
renmek için kalmama izin verilmesinde ısrar ediyorum."
"Pekâlâ," dedi Garald kafası karışmış bir şekilde, önünden
geçip duran düşüncelerinin kuyruğunu yakalamaya çalışarak.
Duuk-tsarittie döndü. "Sen... Vanya'ya açıkla. Merilon'a tah-
kimat yapılması gerek. Çiftliklere haberciler, Havailer gönder
ve halkı şehrin kubbesinin altına toplamaya başla. Tarikatını-
zın diğer kentlerdeki üyeleri ile iletişim kur ve onların saldırı-
ya uğrayıp uğramadığını öğren."
Duuk-tsarith sessizce başını salladı. Elleri bir kez daha uy-
gun şekilde önünde kavuşturulmuştu, bir kez daha disiplinli,
150

KARAKILIÇin ZAFERİ
1 altındaydılar. Belki de, Garald gibi, yapacak bir şeyi
k°n - , irin kendini daha iyi hissediyordu.
olduğu ıvUI
Ustaları mümkün olan son ana kadar kalmalı. Ben
• r'i çekilmeye, batlarımıza dönmeye ikna etmeye çalışaca-
c „ babama haber ulaştırmaksın. Ona neler olup bittiği-
nlat Sharakan da saldırıya hazırlanmalı. Ama bu şeylere
ı, rsı kendilerini nasıl savunacaklar..." Sesi kırıldı. Garald ok-
urdu, boğazını temizledi, öfkeyle başını salladı.
"Emirlerimi aldın. Anladın mı?" dedi boğuk bir sesle.
"Evet, lordum."
"O zaman git. Ama önce arkadaşına devi serbest bırakma-
sını söyle."
"Peki, lordum."
Garald hayal mi etmişti, yoksa başlığın derinliklerinde zar
zor görülen solgun yüzde bir gülümseme mi dolanmıştı? "Bu
bana ihtiyacım olan zamanı kazandırır," diye mırıldandı Prens,
Savaş Büyücüsü'nün devi büyü altında tutan arkadaşına doğ-
ru uçmasını izlerken. Siyah başlığın sallandığını gördü. "Bir
Koridor açsan iyi olur, Radisovik. Dev büyüden kurtulduğu
zaman, buradan hemen gitmemiz gerekecek."
Bir Koridor açıldı. İlk Duuk-tsarith çoktan Prens'in emirle-
rini yerine getirmek üzere yok olmuştu. İkincisi, bir sözcük ile
devi serbest bıraktı. Sağır edici bir öfke haykırışı koparan dev
kontrol edilmeyen, yönlendirilmemiş bir kızgınlık ile çevrede
dolandı, gümleyen, tekmeler atan ayaklan ağaçları devirdi, ye-
ri sarstı. Koridor'a sinen Prens ile Kardinal, büyülü kapıyı ka-
patıp yolculuklarına başlamak için yalnızca Duuk-tsarith'm
onlara katılmasını bekliyorlardı.
"Biraz zaman alabilir, ama demirden yaratıklar sefil şeyi öl-
dürecek. Bunu biliyorsun, elbette, Garald," dedi Radisovik na-
151

ITİAReARfî WEIS Ö tRACY HlCKHlAn


zikçe.
"Evet," dedi Garald, gözlerini önünde paramparça olan t
yayı düşünerek. Düşünce onu incitti, öfkelendirdi ve ned
olduğunu bilmiyordu. Bazı asillerin aksine, spor olsun di
dev avlamamış olsa da, şimdiye kadar onların yaşayıp yaşama
ması hiç umurunda olmamıştı.
Artık umurundaydı, çok umurundaydı. Dev umurundaydı
ölü anne ve bebeği umurundaydı. Oyun Tahtası'nm altında
yatan Sif-Hanar umurundaydı, köklerinden sökülmüş ağaçlar
ve yanmış otlar umurundaydı. Xavier, bu şeylerin yolu üstün-
de duran düşmanı umurundaydı.
İstemeden, düşünmeden Kehanet'in sözlerini hatırladı.
Kraliyet Evi'ne, ölü olan ama yaşayacak olan, tekrar ölecek
ve tekrar yaşayacak olan biri doğacak. Ve o geri döndüğünde,
elinde dünyanın yıkımını tutuyor olacak...
Devin dünyası, o küçük bebeğin dünyası.
Kendi dünyası.
152

15
KAÇIŞ YOK
Katil Kij sarmaşığının dikenlerinden daha keskin tırnaklar
Mosiah'ın etine gömüldü. Onu Koridor'dan itip, hemen arka-
sından takip etti, bir kez bile kolunu bırakmadı. Simkin Kori-
dor'da kalmaya eğilimli görünüyordu, ama Cadı'nın delici bir
bakışı -tırnakları kadar keskindi- genç adamın, hâlâ portakal
renkli ipek parçasını kemirerek dışarı çıkmasına sebep oldu.
"Onu kendini boğmak için kullan, hain!" diye hırladı Mosi-
ah.
Ona incinmiş gözlerle bakan Simkin yanıt verecek oldu,
boğulur gibi öksürdü. Portakal renkli ipek parçasını tükürdü,
ıslak yığına pişmanlıkla baktı, sonra havada yok etti.
"Yani, bu beni yaraladı," dedi hüzünle. "Ulusal acil durum,
falan. Ne yapabilirdim ki?" diye sordu, Cadı'ya çaresiz bir ba-
kış fırlatarak. "İyicil doğama başvurdu."
"Bu taraftan!" dedi Cadı, Mosiah'ı öne ittirerek.
Koridor onları büyük bir kaleye getirmişti. Taştan yapılmış
kalenin, Şeref Meydanı'nın ortasında duran doğal bir kaya for-
masyonundan aceleyle oluşturulduğu açıktı. Yaklaşık üç met-
re yükseklikteydi, duvarlar engebeli toprağın üzerinde kaba
bir çember oluşturuyordu. İnsanlarla doluydu -savaş büyücü-
leri, cadılar, otacılar, katalistler. Kayaya oyulmuş "pencereler"

ITI ARSA RET UJEİS & ÎRfiCY HiCKmAn


savaş büyücülerinin düşmana büyüler yapmasına izin veri
du. Ya da havalanıp alçalarak, büyülerini harcamak yerine d
varların onları korumasını sağlıyorlardı. Duvarlar onları
»ik-
damların ayakları altında ezilmekten de koruyordu. "Savaş"
rasında, bu kale çocukların kumsaldaki kumdan kaleleri il
aynı amaca hizmet ederdi. Kaleyi düşmanına karşı ele geçiren
Oyun Tahtası'nda bu bölgeyi kazanmış olurdu.
Kaleye doluşmuş büyücülerin solgun yüzlerine, gergin du-
daklarına, kenetlenmiş çenelerine bakan Mosiah, artık burada
çok daha önemli şeylerin tehlikede olduğunu anladı: yaşamın
kendisi.
Mosiah'a bu insanları bu kadar sert yüzlerle hangi düşman-
larını beklediklerini söylemeye gerek yoktu. Havada yükselen
duman kıvrımlarını görebiliyordu. Ayaklarının altındaki yer tit-
riyordu, uzaktan alçak mırıltıları duyabiliyordu.
"Geliyorlar, değil mi?" dedi, kum kalenin hayali zihninde
kalarak... ve acımasız dalgaların altında yok olarak. "Yaratık-
lar. Ne yapacaksınız?" diye sordu Cadı'ya. "Burada kalıp ölme-
yi mi tercih edeceksiniz?"
Onu Koridor'a götürdüğünden beri ilk defa Cadı ona doğ-
rudan baktı. "Burada kal ve öl, başka bir yere git ve öl. Ne fark
eder ki?" diye sordu yumuşak sesle, sırtını onlara dönmüş, kı-
zıl cüppeli bir Savaş Büyücüsüne hitap etmek üzere bakışları-
nı çevirerek. "Ekselansları," dedi, "genç adamı, Mosiah'ı bul-
dum."
Savaş Büyücüsü pek çok başka Savaş Ustası ile konuşuyor-
du. Cadı'nın seslenmesi üzerine hemen döndü, altın armalı kı-
zıl cüppesi parlak günışığında çaktı.
Adamın yüzünü görünce, Mosiah ani bir tanıma hançerinin
acısını hissetti. Adam Joram'a benzediğinden değildi, benze-
154

KARAKJLIÇin ZAFERİ

çünkü. Yüzü daha zayıf, daha yaşlı, daha keskindi.


.-lak siyah saçları aynıydı; berrak, kahverengi gözleri,
AıTia pana ' '
ı ince zarafeti, başının küstah eğilişi aynıydı.
8urlır ' . . -ıi5
joram -Imparator'un oğlu, ha?
Mosiah, Simkin'e daha önce inanmadıysa bile, şimdi inan-
Ailedeki benzerlik, inkâr edilemeyecek kadar güçlüydü.
sjah eski Prens Xavier'e, şimdi ki İmparator Xavier'e bakı-
yordu. Joram'ın dayısına.
Xavier gülümsedi, daha doğrusu ince dudakları alayla ge-
nişledi.
"Beni tanıdığını görüyorum, delikanlı," dedi. "Beni onun
yüzünden tanıyorsun, değil mi?"
Mosiah yanıt veremedi.
"Döndü! Biliyorum!" Xavier, soğuk gözleri Mosiah'ı incele-
yerek, bilgece başını salladı. "Geri döndü ve yanında dünya-

nın sonunu getirdi! Nerede o?" diye sordu İmparator aniden.


Elini uzatarak, pençemsi parmakları Mosiah'ın ensesini yaka-
ladı. "O nerede? Bana yanıt ver, yoksa tanrılar adına, sözcük-
leri yüreğinden yırtarak koparırım!"
Şok içindeki Mosiah kıpırdayamadı. Eğer Simkin kazayla
İmparator'a çarpıp neredeyse yere yıkmasaydı, Xavier tehdidi-
ni yerine getirebilirdi.
"Eyvah! Bu siz misiniz, Ekselansları? Yardım etmeme izin
verin... Yani! Ne şeytani bir ifade! Yüzünüz bir gün öyle do-
nacak, biliyorsunuz. Bırak beni, seni tosun!" Bunu, sakallı
genç adamı sıkı sıkı yakalamış olan Duuk-tsarittie söylemişti.
"Bu benim hatam değildi! Şu delikanlı" -belirsizce işaret etti—
"çok irkiltici bir yorum yaptı. Hepimizin korkunç bir şekilde
öleceğini söyledi. Aniden burayı terk etme arzusuna kapıldım
ve Ekselanslarını Koridor sandım."
ıss

lîİARÖAREt U/EIS Ö +RACY HlCKJTIAn


"Bu soytarıdan kurtulun!" Xavier'in dudakları tükürükle le_
kelenmişti.
"Gidiyorum. Tükürmene gerek yok!" dedi Simkin kendini
beğenmişçe, havadan portakal renkli ipek parçasını çekip yü-
zünü silerek. "Ama önce, bu köylüyle zamanını harcama." fy[0.
siah'a kavurucu bir bakış fırlattı. "Neden bana sormuyorsun ki?
Sana Joram'ın nerede olduğunu söyleyebilirim. Onu gördüm."
Xavier Simkin'e bakakaldı, DKarn-Duuk'un gözlerindeki
vahşi ışık öyle parlak yanıyordu ki, genç adamı yakıp küle çe-
virecekmiş gibi görünüyordu. Bir patlama kaleyi sarstı, hemen
hemen herkesin irkilip korkuyla kuzeye bakmasına sebep ol-
du. İmparator kıpırdamadı.
"Onu gördüm, derken neyi kastediyorsun?" diye sordu Xa-
vier. "Nerede o?"
"Burada," dedi Simkin istifini bozmadan.
"Aptal! Senin soytarılıklarını yeterince..." DKarn-Duuk öf-
keli bir hareket yaptı ve Mosiah, Simkin'in alevlere boğulma-
sını bekleyerek dondu.
Anlaşılan Simkin de aynı şeyi beklemişti.
"Burada burada değil," diye değiştirdi telaşla. "Buraya ya-
kın. Bir yerde. Ben -ah- Bir kart seç!" dedi aniden, yoktan bir
deste tarok kartı yaratarak. "Herhangi bir kart." Kartlan, gözle-
ri korkutucu bir biçimde kısılan İmparator'a uzattı. "İşte, ben
yaparım. Sen zahmet etme." Simkin bir kart kaldırdı. "Ölüm."
Bir tane daha çekti. "Yine ölüm." Bir üçüncü. "Üçüncü kez
ölüm. Bu Joram, görüyor musun? Ölü bir adam. Karısı ölüler-
le konuşuyor ve ölü bir rahiple dolaşıyor."
Xavier yumruğunu sıktı.
"Haklısın. A -aptalca bir oyun," diye kekeledi Simkin, kart-
ları havaya fırlatarak. Kartlar yere rengarenk, cafcaflı yapraklar
156

KARAKİLIÇln ZAFERİ
•hi saçıldı- Onlara baktığında, Mosiah destedeki tüm kartlann
Ölüm kartı olduğunu gördü.
Hava dumanla sislenmişti, yanık kokusu güçlüydü. Mırıltı
yükselmişti.
"Ekselansları!" diye seslendi birileri. Savaş Ustaları, DKarn-
Duuk'un dikkatini çekmeye çalışarak yanaştılar, birbirlerini
•ornıızladılar.
"Bu genç adamları ben hallederim, Ekselansları," diye öne-
ride bulundu Cadı.
. "Çabuk ol!" dedi Xavier, yumruğunu sıkarak. Karanlık ba-
kışları bir kez daha Mosiah'a gitti, uzun süre orada kaldı, so-
nunda İmparator dikkatini yanındakilere çevirdi.
"Joram hakkında hiçbir şey bilmiyorum!" diye haykırdı Mo-
siah çaresizce. "Bana dilediğin her şeyi yapabilirsin," diye de-
vam etti, Cadı'nm delici gözleri gözlerine dikilip, beynini araş-
tırmaya başlayınca. "Onu görmedim."
"Ama döndüğünü biliyorsun."
Yeni bir patlama yeri sarstı. Mosiah korkuyla çevresine ba-
kındı.
"Ben -bilmiyorum!"
"Elbette döndü!" diye bildirdi Simkin, çileden çıkarak.
"Onu gördüm, size söylüyorum! Kimse bana inanmıyor," diye
devam etti, incinmiş bir vakarla burnunu çekerek. "Ve eğer
burada oyalanıp beni yalancı sayan insanların arasında ölece-
ğimi düşünüyorsanız, düşünecek daha çok şeyiniz var demek-
tir. Hayır, özür dileme. Bunu ölümcül derecede sıkıcı buluyo-
rum. Korkarım, siz kısaca ölümcül bulacaksınız. Bu yüzden gi-
diyorum."
Mosiah'a bakan Simkin aniden gözyaşlarına boğuldu.
"Elveda, benim çocukluk arkadaşım!" Kollarını Mosiah'a
157

rrlARpARJÎ U/EIS & ÎRACY HlCKJHAn


doladı, ona sıkı sıkı, boğacak gibi sarıldı. "Güvenli bir yere ka
çacak olan bizler seni selamlıyoaız. Cesaretle git, oğlum! v
kalkanınla, ya da kalkanının üzerinde dön!" Simkin elini kal-
dırdı, portakal renkli ipek parçası havada vahşice dalgalandı
"Bir kez daha kuşanın, sevgili dostlarım, bir kez daha!" djye
haykırdı yiğitçe.
Portakal renkli ipek parçası sallandı ve Simkin yok oldu.
"Demek doğruyu söylüyormuş." Bu bir som değildi. Dü-
şünceli düşünceli, dalgın dalgın genç adamın biraz önce dur-
duğu yere bakan Cadı, görünüşe göre Simkin'in sözlerini dü-
şünüyordu.
"Gerçek mi? Simkin mi?" Mosiah kahkaha atacak oldu, ama
kahkahası boğazında kaldı.
Büyük bir patlama kale duvarına çarptı, kavaya keskin ka-
ya parçaları fırlattı. İnsanlar korku, acı veya her ikisi yüzünden
birden bağırmaya başladı.
"Geliyorlar! Tuzağa düştük!" diye bağırdı birisi ve kalabalık
amaçsızca, kutuya kapatılmış fareler gibi çevrede koşuşturma-
ya başladı. Patlamaya yakın olanlar kalenin arka duvarına doğ-
ru kaçtı. Arka duvarın önünde duranlar, neler olduğunu gör-
mek için ön tarafa doğru kabardı. Kaledeki birkaç Tbeldara
yaralananlara yardım etmek için seğirtti. Savaş Ustaları bir
ağızdan bağrışıyorlardı, imparator Xavier hepsine birden bağı-
rıyordu.
"Bu o yaratıklar olamaz! Daha çok uzaktalar!"
"Dahası, kör onlar..."
"Hayır, değiller! Ben birisinin..."
Her şey gürültü ve kargaşa kaplanmıştı. Cadı gitmişti; Mo-
siah'ın nerede gittiği konusunda en ufak fikri yoktu, ama onun
araştırmak için duvarın üzerinden uçtuğunu gördüğünü sanı-
[58
KARftKjnçın ZAFERJ
, galenin ortasında duran, korkmuş ve yalnız hisseden
•ah onu buraya getirip, sonra da bıraktığı için Simkin'e
nf etmeye başladı. Ama küfürleri yarım, isteksizdi.
"Hâlâ orada, dışarıda olabilirdim," diye mırıldandı ürpere-

. gjr başka patlama kayaları sarstı. İnsanlar acı ve dehşet


• nde haykırdılar; kalenin içindeki kargaşa herkese yayıldı.
»Kısılı kaldık!" Boğuluyormuş gibi hissetti. Aniden, buradan
.kmak istedi, bu duvarların içinde kalıp ölmeyi beklemekten-
se herhangi bir yeri tercih ederdi.
Vahşice, çıkış yolu arayarak çevresine bakman Mosiah'ın
bakışlan, Savaş Ustaları ile birlikte yakında duran Xavier'e
çarptı. Mosiah durup bakakaldı. Savaş Büyücüsü değişmiş gi-
biydi. Joram'ın nerede olduğunu sorarken çılgına dönen Xavi-
er, sakinlik içinde, solgun yüzü kendine hâkim, duruyordu.
Mosiah'ın hararetli konuşmadan duyduklarına göre, yaratıkla-
rı yok etmenin en etkili yolunu tartışan bakanlarını dinliyordu.
"Basilisk gibi gözleri ile öldürüyor, Ekselansları," dedi biri.
"Bizim de aynı şekilde saldırmamızı öneriyorum. Biri arkadan
dikkatini çeker ve diğeri yaratığa arkadan saldırır. Bir Ölüm
Uykusu büyüsü..."
"Affınıza sığınırım, Ekselansları, ama ölümcül olan yaratığın
gözünden fışkıran ışın. Basit bir Karanlık büyüsü..."
"Kertenkele. Yaratığın bir kertenkele olduğu açık, Ekse-
lansları. Ejder gibi pullan var. Bir Buz büyüsü ile kanını don-
duralım."
Umutsuz, dedi Mosiah onlara sessizce. Onları gördüm. Her
yöne dönebilen başı gördüm. Pulları gördüm, demirden yapıl-
mışlar. Bu canavarlara hizmet eden, gümüş derili, avuçları ile
öldürebilen Ölü adamları gördüm.
İmparator'u izleyen Mosiah, aniden Xavier'in de aynı şeyi
159

ITİAReARjf U/EİS & "ÎRACY HiCKjnAn


düşündüğünü fark etti. DKarn-Duuk tartışmalan dalgın bir
vırla dinliyordu, ağzı çarpık, acı bir gülümseme ile, sanki
vaş büyücülerini yalnızca eğlenceli buluyormuşçasına bükn
müştü. Gözleri düz, boş, aldırışsızdı. Çevresindeki hiçbir şev
tepki göstermiyordu. Yakından gelen bir patlama ayakta du
ran herkesin kollarını kaldırmalarına, yüzlerini örtmelerine se
bep oldu, ama onu hiç etkilemedi. Xavier gözlerini bile kırn
madı.
Bir başka patlama oldu, sonra bir başkası. Canavarların
gözlerinden çıkan ışınlar kaleye çarptı, kurbanlarını hatasız bir
kesinlikle vurdu. Ölümden kaçmanın, kaçınmanın yolu yok
gibi görünüyordu. Kendilerini yere fırlatanlar öldü. Havaya fır-
layanlar öldü. Kimse ölümcül ışığın şimdi kime çarpacağını
bilmiyordu. Işınlar asla ıskalamıyordu. Duvarın yanında duran
bir yaşam sihirbazı tek ses çıkarmadan yere yığıldı. Kafasında
bir delik vardı. Göklerden izlemekte olan bir Havai, kanatlan
alevler içinde, genç adamın ayaklarının dibine düştü.
Duvarlardan izleyenler yaratıkların görüş alanına girdiğini
haykırdılar, diğerleri aralarında bir devin yürüdüğünü bağırdı-
lar. Arada bir çakan şimşek ve alevlere bakılırsa, birkaç Savaş
Büyücüsü bir araya gelmiş, canavarın yaklaşmasını engelleme-
ye çalışıyordu.
"Birşeyler yapmam lazım," dedi Mosiah kendi kendine,
ama ne yapabileceği hakkında hiçbir fikri yoktu. Silahı yoktu,
yayı kaybetmişti. Fazla faydası olacağından da değil. Mosiah
ümitsizliğin onu karmaşık çarşaflarına doladığını, sıkı sıkı sar-
dığını, onu yaşama iradesinden bile mahrum bıraktığını hisset-
ti.
"Gidin!" dedi Xavier aniden ve Mosiah İmparator'un sesin-
de kendi ümitsizliğinin yankılandığını duydu.
I 60

KARAKJUÇln HAFERİ
... » jiye emretti Xavier Savaş Ustalarına, emrini kayıt-
ı hareketi ile vurgulayarak. "Kıymetsiz büyülerinizi ya-
5,Z NaS1ı arzu ederseniz, öyle ölün."
P ernleyen -onları tartışmanın ortasında yakalamıştı- Sa-
rjstaları sözcüklerini yuttular, imparatorlarına inanmazlık
• de baktılar. Xavier, sinirlenip alnını kırıştırarak yine elini
salladı.
Savaş Ustaları savunmasız bir şaşkınlık ve gittikçe artan bir
korku içinde birbirlerine baktılar. Sonra berrak, bariton bir ses
çınladı, ölenlerin feryatlarının, çatlayan kayaların, yaklaşan ca-
navarların mırıltısının üzerinden bağırdı.
"İmparator Xavier!"
İmparator döndü. Mosiah ve diğerleri de öyle. Prens Ga-
rald, Kardinal Radisovik ve siyah cüppeli bir Koridor'dan dışa-
rı adım attı. Prens'in -düşmanlarının- belirmesi kalabalıkta bir
kargaşa ve ilgi dalgası yayarak, bir anlığına paniği bastırdı.
Mosiah'ın karanlık ümitsizliğinin içinde minik bir ışık parılda-
dı ve diğerleriyle birlikte, işitebilmek için öne seğirtti. Duuk-
tsarithler hemen eyleme geçerek Imparator'un çevresindeki
alanı boş tuttular. Xavier ile Garald, gergin yüzlerden bir çem-
berin ortasında, birbirlerine baktılar.
"Demek sonunda sürünerek bana geldin, Karabüyücülerin
Prensi!" dedi Xavier. "Teslim mi oluyorsun?"
Bu beklenmedik som Garald'ı hazırlıksız yakaladı. Kafası
karışmış bir halde İmparator'a baktı. "Bu tarafa yaklaşan şey
hakkında en ufak bir fikrin var mı, Xavier?" diye sordu Prens
alçak sesle. Kalabalığa bir bakış fırlatarak, İmparator'a yaklaş-
to. "Başbaşa konuşmalıyız."
Xavier bir adım geriledi, kibirle cüppesinin eteklerini Ga-

rald'm dokunuşundan uzaklaştırdı. "Ne söyleyeceksen söyle,


16)

lTlAReARft lUEIS (Î 1*RACY HlCKJHAn


İblis Prens, sonra defol."
Kalabalığın geri kalanı ile birlikte yakında duran Mosj ı
Garald'ın yüzünün öfkeyle kızardığını, Kardinalin elini erig ı'
lemek istercesine Prens'in koluna koyduğunu gördü.
"Pekâlâ," dedi Garald, dudakları sertçe gerilerek. Yakında
kilerin üzerine bir sessizlik çöktü; patlayan kayaların ya da ya-
ralıların çığlıklarının bozduğu bir sessizlik. "Seninle yalnız ko-
nuşmak istedim, Xavier, çünkü panik yaratmak istemedim."
Yakında duranlara bir bakış fırlatan Prens, ciddiyet içinde
devam etti, "Ama halkın bunu yapmayacak kadar eğitimli. Bu-
rayı boşaltman gerek, İmparator ve hemen yapmalısın bunu!"
Xavier başını salladı. "Bu senin hatan, biliyorsun," dedi yu-
muşak sesle. Kollarını göğsünde kavuşturarak Prens'e sabit,
soğuk bakışlarla baktı. "O elindeydi ve gitmesine izin verdin."
"Kimin gitmesine izin verdim? Sen neyden bahsediyorsun?"
diye sordu Garald, kafası karışmış bir halde, ama Mosiah
Prens'in Xavier'in neyi kastettiğini anladığını biliyordu.
"Joram'm, elbette. Şimdi kavalcıya bedelini ödüyorsun."
"Joram mı! Sen delirdin mi? Joram öldü!"
Mosiah Garald bu son sözleri söylerken sesindeki titreme-
yi duydu. Kuşkusuz DKarn-Duuk da duymuştu, çünkü acı acı
gülümsedi, sonra omuzlarını silkip sırtını döndü.
Adamın serinkanlılığı karşısında çileden çıkan Garald Savaş
Büyticüsü'nün sırtına öfke ve hayal kırıklığı içinde, dik dik
baktı. Yer sarsılıyordu. Her birkaç dakikada bir, canavarların
ölümcül gözleri bir başka kurbanı delince, kalede birileri ölü-
yordu. Prens kuzeye işaret etti.
"Xavier, dinle! O canavarlardan yirmi, otuz kadarı doğru-
dan bu tarafa geliyor! Hiç şansın yok! Halkını buradan çıkar-
malısın!"
162

KARAKjLiçın ZAFERJ
•vücüler birbirlerine baktılar. Mosiah, demirden yaratık-
ta tanesini hayal etmeye çalışırken hızla nefesini çekti.
|arın °lu
«Onlarla savaşamazdın!" diye bağırdı Garald ve haykırışı
kalabalığm içinde yankılandı.
"Onlarla savaşamayız! Kaçmalıyız!"
«Koridorlar'ı açın!"
Garald'ın korktuğu panik alev aldı, ateşini öldürücü ışığın
"kan çınları besledi. Çevresindeki herkes gibi Mosiah'ın da
aklında tek bir açık, tutarlı düşünce vardı: "Kaç!" Yakınında bir
Koridor açıldığı zaman, yolunda duran herkesle mücadele
ederek içine dalmaya çalıştı. Büyücüler kavga etmeye başladı-
lar, her seferinde ancak birkaç kişinin girebildiği Koridorlar'ın
güvenliğine ulaşmaya çalışırken korkuyla çılgına dönmüşlerdi.
Öfkeli bir haykırış gürültüyü bastırdı.
"Durun!" diye bağırdı Xavier öfke içinde. "Siz Thon-LAer,
Koridorlar'ı mühürleyin! Beni duydunuz mu? Benim emrimle
Koridorlar mühürlenecek! Kimse burayı terk etmeyecek!"
Mosiah büyülü Koridorlar'dan dışarı bakan solgun katalist-
lerin yüzlerini gördü. Gözleri korkuyla iri iri açılmış Thon-Li-
ler Imparator'un emrine hemen itaat ettiler. Açılmış Koridorlar
hızla kapandı, insanları kalede kısılı bıraktı. Herkes çılgın çığ-
lıklar atıyor, hatta bazıları boş havayı tırnaklayarak Koridorlar'ı
açılmaya zorluyorlardı. Diğerleri Mosiah gibi duruyorlardı
-sersemlemiş, şaşkın.
"Sen delisin, Xavier!" diye bağırdı Garald. Kardinal'in elin-
den kurtulan Prens İmparator'a doğru atıldı -ya sarsarak aklı-
nı başına getirmeyi, ya da boğup canını almayı planlıyordu,
kimse bilmiyordu, hatta belki Prens bile.
Onu alayla izlemekte olan Xavier elini kaldırdı ve Garald
bir buz duvarına çarptı. Sersemleyen Prens geriledi, Kardinal
[63

ITİAR_GARft U/EIS ft ÎRİ4CY HlCKIHAn


ona yardımcı olmak için o tarafa seğirtti.
"Neden kaçıyorsunuz, aptallar?" diye bağırdı Xavier. Bü-
yüyle yükselmiş sesi kaosu bastırdı. "Neden erteliyorsunuz?
Hemen, burada, şimdi ölün. Dünyanın sonu geldi!" Kızıl cüp-
peli kollarını uzatarak, soğuk, ışıltılı engelinden bir çember çe-
virdi. Gözleri gökyüzüne yükseldi. "Kehanet gerçekleşti!"
"Hayır, dayı," dedi bir ses yanıt olarak. "Kehanet gerçekleş-
medi. Ben onu durdurmak için geldim."

16
DÜNYANIN SONU
Bir zamanlar, Garald gençken, rakip Sif-Hanar grupları
arasındaki bir savaşa açık havada yakalanmıştı. Yakınına yıldı-
rım düşmüştü; o kadar yakındı ki, Garald havadaki cızırtının
kokusunu almıştı. O sersemletici, felç edici heyecanın içinde
kabarmasını, saliseler sonra üzerinde patlayan, ciğerlerindeki
nefesi söken gökgürültüsünü hâlâ açıkça hatırlayabiliyordu.
"Kehanet gerçekleşmedi. Ben onu durdurmak için geldim."
Bu sözleri söyleyen sesin de böyle bir etkisi oldu. Zengin
tınısı -tanıdık, ama farklı- kanını ürperten bir heyecan doğur-
du; tüm benliği korkunç, güçlü bir hale ile parlamaya başla-
mış gibi geldi.
"Joram!" diye haykırdı, dönerek.
Sesin tanıdık, ama farklı olması gibi, Garald önünde duran
adamın da tanıdık, ama farklı göründüğünü fark etti.
Gür saçları güneş ışığı altında parlıyordu. Garald o saçla-
rın, on sekiz yaşındaki bir gencin yüzünü uzun, dolaşık buk-
leler halinde çevrelediği zamanı hatırlıyordu. Ama şimdi siyah
bukleler kısa kesilmişti, omuz hizasındaydı ve zarifçe taran-
mıştı. Bembeyaz saçlardan bir tutam alından sol tarafa doğru
adamın yüzüne düşüyordu.
Yüzün karanlık, ince güzelliği de tanıdıktı. Ama orada bu-

mARGARfî U/EİS & f R£CY HıounAn


rada, Büyük Usta'nın keskisi kaymış, yüz hatlarını acı, yaşı.,
ve tuhaf, tanımlanamaz bir hüzünle bozmuştu. Adamın wl???
o kadar değişmişti ki, gözler olmasaydı Garald ilk izlenim,n
den kuşku duyardı. Ama o gözleri tanıyordu. Gözler Joram'm
di. Garald demirhane ateşinin içlerinde hâlâ yandığını görü.
yordu -gururun, acının, öfkenin parlak kömürleri.
Prens Garald bir şey daha fark etti -adamın arkasına astığ,
kın; Joram'a bir hediye olan kın. O kının içinde Karakılıç'ı ta-
şıdığını biliyordu Garald.
"Joram?" diye tekrarladı Prens yumuşak sesle, kalenin orta-
sında, düz, beyaz cüppesinin içinde duran adama bakarak.
Kardinal Radisovik dizlerinin üzerine çöktü.
"Evet, Kardinal," diye alay etti Xavier. "Almin'e merhameti
için dua et. Kehanet gerçekleşti. Dünyanın sonu geldi." Elinin
bir hareketiyle çevresindeki buzdan kalkanı yok etti, sonra
öne çıkarak parmağını adama uzattı. "Ve bu iblis getirdi onu!
Öldürün onu! Öldürün..."
Kör edici bir ışık parladı ve İmparator'un sözleri korkunç
bir hırıltıyla kesildi. Garald'ın gözlerinin önünde akan kırmızı
bir ışından sonra DKarn-Duuk, yıldırım düşen bir ağaç gibi yü-
züstü yere devrildi.
Herkes sersemlemiş, şok geçirmişti, kimse konuşmaya ya
da kıpırdamaya cesaret edemiyordu.
Aklı başına gelen bir Duuk-tsarüh hemen İmparator'un ya-
nında diz çöktü. Bedeni çevirirken, Theldara çağıracak oldu.
Sözcükler dudaklarında öldü.
Kararmış, kömürleşmiş bir delik -adamın ağzının olduğu
yerde- kafatasını delip geçmişti. Cadı telaşla korkunç yarayı
kapattı, Xavier'in cüppesinin kırmızı başlığını yüzünden kalan-
ların üzerine örttü.
166
KARAKJLIÇin ZAFERİ

k geçti. Dehşet verici görüntüye tanık olanlar çılgı


dü bazıları yere çöktü, diğerleri havaya fırladı, başka
ndorlar'ın açılması için feryat etmeye başladı. İmpara-
lan
cnn sözleri -"dünyanın sonu geldi"- bir ümitsizlik ve
tor'un ^uil
aresizlik marşı gibi tekrarlanıyordu.
Xavier'in muhafızları beyaz cüppeli adama doğru fırladı.
Ham arkasına uzanarak Karakılıç'ı çekti ve önünde tuttu. Si-
lah mavi bir ışıkla parlamaya başladı.

"Durun!" diye bağırdı Garald. Savaş büyücüleri gönülsüzce


durdu. Prens cesede baktı, sonra bakışlan mavi alevler içinde-
ki kılıcı tutan adama çevrildi.
"Beni dinleyin!" dedi adam, gözleri tehditkâr Duuk-tsarith-
lerin üzerinde. "Bir an önce eyleme geçmezseniz, hepiniz da-
yım gibi ölürsünüz." Kılıcı kendisi ile Duuk-tsarithler arasında
tutarak, Prens'e doğru bir adım attı.
"Daha yakına gelme!" diye bağırdı Garald, mezardan gelen
bir ruhu kovarmış gibi elini kaldırarak. "Xavier haklı mıydı?
Sen bir iblis misin? Bu yıkımı bize sen mi getirdin?"
"Siz kendiniz getirdiniz," diye yanıt verdi adam sertçe.
Sol eliyle aniden uzanarak Garald'ın kolunu yakaladı.
Prens inledi, dokunuşundan uzaklaşmaya çalıştı ve Duuk-tsa-
rithler hemen adamın çevresinde kenetlendi. Kılıç alevlendi
ve hepsi kararsızca durdu. Karakılıç'ın Yaşamlarını emdiğini
hissedebiliyorlardı, büyü güçleri sızıp gidiyordu.
Adam Prensin kolunu acı verici bir şekilde sıktı. "Ben et-
ten ve kandanım! Öte'ye gittim ve döndüm. Bu düşmanı tanı-
yonım ve onlarla nasıl savaşabileceğinizi biliyomm! Beni din-
lemeli ve emirlerime uymalısınız, yoksa dayımın dediği gibi,
sonunuz gelecek!"
Garald kolunu tutan ele baktı. Duyularından kuşku duyu-
167

İTİARCARft UJEİS §• ÎR^CY HıcıonAn


yordu, ama canlı birinin dokunuşunu hissettiğini biliy0lr|
"Sen nereden geldin?" diye sordu boş bir sesle. "Bu düşm
kim? Sen kimsin?"
"Somlar için zaman yok!" diye haykırdı adam sabırsızca
"Dev, tankları bir anlığına durdurdu, ama sefil şey öldü vp
düşman hızla ilerliyor. Dakikalar içinde, bu kalede canlı kal-
mayacak!" Aniden Karakılıç'ı kınına soktu. "Bakın," dedi, kol-
larını açarak, "silahsızım -tercihiniz buysa, tutsağınız."
Duuk-tsarith\er öne fırlarken bir patlama yeri sarstı.
"Taş duvar aşıldı!" diye bağırdı biri. "Onları görebiliyoruz!
Geliyorlar."
"Ölüm sürünüyor..." diye mırıldandı Garald.
Hayal kırıklığı, öfke ve korku yaşları ayaklarının dibinde
yatan cesedin görüntüsünü bulanıklaştırdı. Kafası karışmış,
sarsılmış, dehşet ve korku içinde, gözlerini elleriyle sakladı,
kendini salıvermemesi gerektiğini bilerek, bu zayıflık için ken-
di kendine küfretti. Bir başka patlama kaleyi salladı. Herkes
Prens'e haykırdı, onlan kurtarması için yalvardı. Ama nasıl? O
da onlar kadar kaybolmuş, ümitsizdi...
Yakınında, Kardinal'in Almin'e dua ettiğini duydu. Bu Jo-
ram mıydı? Bu kurtuluş muydu, yoksa son mu?
Fark eder miydi...
"Onu bırakın!" diye emretti sonunda savaş büyücülerine.
Derin bir nefes alarak beyaz cüppeli adama döndü. "Pekâlâ,
her kimsen, seni dinleyeceğim," dedi sertçe. "Ne yapmamız
gerektiğini düşünüyorsun?"
"Büyücüler ile katalistlerini toplayın. Hayır, Kardinal, bu-
nun için zaman yok," dedi adam, İmparator'un yanında diz
çöktüğü yerden başını kaldıran Radisovik'e. "Şu anda yaşayan-
ların size ihtiyacı var, ölülerin değil. Bu büyüyü yapmak için
168

KARAKJLIÇin HAFERJ
. jn hem de diğer katalistlerin tüm gücüne ihtiyaç ola-
hern s
Tüm yapının çevresine buzdan bir duvar çekmemiz la-
' ve bunu, tüm büyü gücümüzü harcamadan yapmalıyız."
"Buz mu?" Garald ona inanmayan bakışlarla baktı. "O ya-
rklann kayayı ışınlarıyla parçaladığını gördüm! Buz..."
"Dediğimi yap!" diye emretti adam. Yumruğunu sıkmıştı,
huvurgan, kibirli sesi çevresindeki kaosa bir çekiç gibi inmiş-
ti Sonra, aniden, sert yüz gevşedi. "Dediğim gibi yapın, Ekse-
lansları," diye değiştirdi, karanlık bir yarım gülümseme du-
daklannı bükerken.
Garald'ın gözlerinin önüne bir manzara geldi, uzun zaman
önce, kendisi ve kibirli, ateşli bir mizaca sahip bir genç arasın-
da...
"Güzel sözler!" diye terslendi Joram öfkeyle. "Ama 'Ekse-
lansları ' ve 'Efendimiz' laflarını yutarken pek heveslisin! Köy-
lülerin kaba giysileri içinde seni göremiyorum. Senin şafakla

kalktığını, ruhun dokunduğun otlar gibi içinde kurumaya


başlayana kadar günlerini tarlalarda çabalayarak geçirdiği-
ni göremiyorum!" Prens'e işaret etti. "Harika konuşmaydı! Sen
ve cici giysilerin ve parlak kılıçların, ipek çadırların ve muha-
fızların! İşte sözlerin hakkında bunu düşünüyorum!" foram
edepsiz bir hareket yaptı, bir kahkaha attı ve uzaklaşmaya
başladı.
Garald uzanarak onun omzunu yakaladı ve arkasına çe-
virdi, foram silkinip kendini kurtardı. Yüzü öfkeyle çarpılmış-
tı, yumruğunu vahşice sallayarak adama vurdu. Prens darbe-
ye kolaylıkla tepki verdi ve foram'm kolunu tuttu. Çalışılmış
bir beceriyle foram'in bileğini yakaladı ve bükerek genç ada-
mı diz üstü çökmeye zorladı. Acıyla inleyen foram ayağa kalk-
169

ITIARSARET UJEİS & fRACY HıcıcraAn


mak için mücadele etti.
"Bırak artık! Bana karşı mücadele etmen faydasız. Bir /»••
yü sözcüğü ile kolunu koparabilirim!" dedi Garald serinkanl
lıkla, genç adamı sıkı sıkı tutarak.
"Lanet olsun sana, seni —!" Joram pislik tükürerek ona küf
retti. "Sen ve senin büyüne de!Kılıcım olsaydı ben... "Hararet-
le çevresine takınarak kılıcını aradı.
"Sana o lanetli kılıcını vereceğim," dedi Prens sertçe. "Son-
ra ne istersen yaparsın. Ama ilk önce beni dinleyeceksin. Bu
yaşamda görevimi yerine getirebilmem için, mevkime uygun
şekilde giyinmeli ve davranmalıyım. Evet, güzel giysiler giyiyo-
rum, saçımı yıkıyorum ve tarıyorum ve Merilon'a gitmeden
önce senin de bunları yapmanı sağlayacağım. Neden? Çünkü
insanların senin hakkında ne düşündüklerine aldırdığını gös-
terir. Unvanıma gelince, insanlar konumuma saygılarından
bana 'lordum' ve 'ekselansları' diyorlar. Ama bana insan ola-
rak duydukları saygının da işareti olduğunu umuyorum. Sen-
ce neden seni böyle davranmaya zorlamıyorum? Çünkü söz-
cükler senin için boş. Sen kimseye saygı duymuyorsun, Joram.
Kimseye aldırmıyorsun. Hele kendine, hiç!... "
"Tanrım!" diye fısıldadı Garald. "Olamaz! Olamaz..."
"Sen Joram'sın!" Mosiah, beyaz cüppeli adama iri iri açılmış
gözlerle bakarak kalabalığın içinde kendine yol açtı. "İlk kez,
Simkin gerçeği söylemiş! Geçekten de dünyanın sonu gelmiş
olmalı," diye mırıldandı.
"Bana güvenin, Ekselansları. Emri verin!" diye ısrar etti
adam.
Garald adamın yüzünü incelemeye çalıştı, ama uzun süre
bakamayacak kadar acı verici ve sinir bozucu buldu. Bakışla-
170

KARAKİLİÇİİİ ZAFER]
rerek solgun, sarsılmış Mosiah'a baktı, sonra sessizce
i'le konuştu. Adam yalnızca omuzlarını silkti ve gözle-
Kardınan
- yukan çevirdi.
Almin'e inanç mı? Güzel, ama onun ihtiyacı olan kendisi-
ne içgüdülerine inançtı.
"Pekâlâ," dedi Garald aniden, içini çekerek. "Mosiah, habe-
*•• vav Kaleyi buzdan bir duvarla kaplayacağız."
Mosiah bir an adama bakarak tereddüt etti -adam ona hu-
yun ve pişmanlık dolu bir ifadeyle bakıyordı- sonra sersem
sersem emri yerine getirmek için uzaklaştı.
Ama artık çok geç gibiydi. Büyücüler -hatta disiplinli Du-
uk-tsaritMer ile DKarn-Duuklar- bir araya gelemeyecek kadar
altüst olmuş görünüyorlardı. Paniğe teslim olmayanlar kendi
başlarına hareket ediyor, öğrendikleri biçimde savaşıyorlardı.
Duvarın üzerinde süzülüyor, yaratıklara alev topları fırlatıyor-
lardı. Ateşin, canavarların demirden pullan üzerinde hiç etkisi
yoktu. Savaş büyücülerine dikkat çekmek dışında işe yaramı-
yorlardı. Kör göz onlara dönüyor, ışınlar fışkırıyor, büyücüler
ölü yapraklar gibi yere dökülüyordu.
Diğerleri çılgınca çalışarak taş duvardaki deliği onarıyorlar-
dı. Topraktan kaya çağırıyor, telaşla deliğe uyacak biçimde şe-
killendiriyorlardı. Ama demirden yaratıklar büyücülerin yapa-
bildiğinden daha büyük hızla, duvarda delikler açıyordı ve kı-
sa süre sonra duvarın yakınındakiler mırıldanarak yaklaşan,
pis nefesli canavarların önünden kaçtılar.
Bir kişi Garald'm emriyle eyleme geçti. Merlyn Korusu'nda
Joram'ı yakalayan -ve Duuk-tsarith Tarikatı'nın başı olan- Ca-
dı onu hemen tanıdı. Joram Karakılıç'ı kaldırdığı zaman, cadı
zihin araştırma yeteneklerini kullanarak adamın beynini tara-
dı. Cadı orada gördüklerinin pek azmi anlayabilse de, Joram'ın
171

ITIAR£;AR£Î UJEİS & ÎRACY HıCKjnAn


düşüncelerini paylaştığı kısa sürede öğrendiklerinden f;
narak planını kavradı.
Kalabalığın içinde sakinlik içinde, güçlükle konuşarak d
lanan Cadı Duuk-tsarithleri ve yakında duran başkalarım to
ladı. Tüm büyücüler ona sorgulamadan itaat ettiler; bazıla
ona itaat etmeye alışık olduklarından, ama çoğu o otorite ni
duğu için, bu dehşet verici kâbusun içinde bir gerçeklik oda
ğı olduğu için.
Cadı katalistleri organize etti. Dualarını mırıldanan rahipjer
çevrelerindeki dünyadan Yaşam çektiler ve savaş büyücüleri-
nin, cadıların, sihirbazların, hatta Mosiah gibi dağılan birlikle-
rinden ayrı kalan birkaç karabüyücünün bedenine aktardılar.
Düşüncelerini tek bir büyü üzerinde yoğunlaştıran büyücüler
buzdan bir duvarın pırıldayarak yükselmesini, kaleyi tamamen
kuşatmasını sağladılar.
Hemen o anda, ölümcül ışınlar durdu. Ölümler durdu.
Sihirbazlar şaşkınlık içinde bakakaldı. Buzun soğuk nefesi
sıcak havada görülebiliyordu. Büyücülerin ayaklarının dibinde
kıvrılarak ateşli kanlarını serinletti, birkaç dakika önce panik
ve kaosun hülüm sürdüğü yere sakinlik ve düzen getirdi. Ka-
lenin içindeki kalabalığın üzerine sessizlik çöktü. Güneş ışığı
altında parlayan buzdan duvara yarı körleşmiş biçimde, gözle-
rini kırpıştırarak baktılSr.
Buzun içinden bir ışın geçti, ama hedefsiz, amaçsızdı. Ya-
ratıklar artık hedef göremiyorlardı, anlaşılan ve buza ateş et-
meye devam etseler de, çoğu ışın zarar vermeden boş hava-
dan geçti.
"İşe yaradı," dedi Garald aklı karışmış bir biçimde. "Ama...
nasıl? Neden?"
"Tanklar -sizin 'yaratık' dedikleriniz- lazer silahlarını -'göz-
172

KARAKinçın ZAFER]
l areket eden ya da ısı veren şeylere odaklıyorlar," di-
herdi beyaz cüppeli adam. "Bunu kullanarak, hedef-
kilitleniyorlar. Artık kalenin içindekilerin beden ısılarını
Cayamıyorlar."
Yansıyan güneş ışığına karşı gözlerini gölgeleyen Prens bu-
un içinden yaratıklara baktı.
"Demek güvendeyiz." Nefesini yavaşça verdi.
"Yalnızca şimdilik," dedi adam sertçe. "Bu onları durdur-
mayacaktır, Ekselansları. Yalnızca yavaşlatacaktır."
"Bize Thon-Lûeûe iletişim kuracak ve Koridorlar'ı açmala-
rını sağlayacak zamanı verecek," diye bildirdi Garald. "Bizi
kurtardın! Geri çekilmeye başlayacağız..."
"Hayır, Ekselanslan." Prens uzaklaşmaya hazırlanırken
adam Garald'm yırtık, kan lekeli gömleğini yakaladı. "Geri çe-
kilemezsiniz, henüz olmaz. Savaşmaksınız. Dayım bir konuda
haklıydı, kaçış yok, kaçacak yer yok. Eğer onları burada dur-
duramazsak, dünyayı ele geçirecekler."
"Onlarla savaşmak mı? Nasıl? Bu imkânsız!"
Garald'm bakışları yaratıklara çevrildi. Görünüşe göre bu
yeni, beklenmedik durum ile başa çıkmakta güçlük çeken de-
mirden canavarlar bir araya gelmiş, ışıklarını buza odaklamış,
onu eritip yok etmeye çalışıyorlardı. Bunun pek etkisi olmu-
yordu -büyücüler büyülerini kullanarak eriyen buzun yerine
yenisini yaratıyorlardı. Diğer yaratıklar gelişigüzel ateş etmeye
devam ediyor, zaman zaman bir kurbana isabet ettiriyor, ama
genelde pek az zarar yaratabiliyorlardı. Yabancı insanların
parlak bedenlerinin yaratıkların arasında dolandıkları, korama
ister gibi onlara yakın durdukları görülebiliyordu.
Ama Garald halkının savunmayı uzun zaman sürdüremeye-
ceğini biliyordu. Büyücüler çoktan zayıflamaya başlamıştı, dev
173

FTİARSARjf U/EİS SC TRACY HlCKJTIAn


buzdan duvarı yerinde tutmak için gereken Yaşam yavaş
vaş tükeniyordu. Güçleri tükendiği zaman, demirden yarat >
ların ve metal derili insanların merhametine kalacaklardı
"Büyümüz onlara karşı etkisiz!" diye ısrar etti Garald. "g
nu gördün..."
"Yalnızca onları tanımadığınız için, Ekselansları!" diye SA
zünü kesti adam sabırsızlıkla. "Onlarla nasıl savaşacağınızı bil
iniyorsunuz!"
"O zaman bana neler olup bittiğini anlatmalısın! Bu kararı
vermeden önce bilmeliyim."
Adam sinirle yumruğunu sıktı. Garald'ın aklına sabırsız, ki-
birli genç geldi. Ama adam kendine hâkim oldu, öfkeli sözle-
rini yuttu. Kendini kontrol edebilmek için içsel bir savaş ver-
dikten sonra, belki de dokunuşun yatıştırıcı etkisini hissetmek
için, parmaklarını göğsünü çapraz kesen deriye sürttü. Konuş-
tuğu zaman, sesi sakindi.
"Yüzüme bak."
Prens gönülsüzce isteneni yaptı. Tanıdığı, ama yabancı ge-
len yüze baktığı zaman, bu adama bakmaktan, bu açıklana-
maz, korkutucu değişimle yüzleşmekten kaçınarak, baştan be-
ri adama bakmayı reddettiğini fark etti.
"Kimim ben? İsmimi söyle."
Garald bakışlarını kaçırmaya çalıştı, ama kahverengi gözler
onu sıkı sıkı tuttu. "Joram," dedi sonunda, gönülsüzce. "Sen
Joram'sın," diye tekrarladı.
"Ben bu dünyayı terk edeli ne kadar oldu?" diye sordu Jo-
ram yumuşak sesle.
"Bir yıl," dedi Garald tereddütle.
Gerçeklik çarpıcı bir darbe indirdi. Daha birkaç yüz gün
önce bu gençle ormanda yürüdüğü gerçeğiyle yüzleşmek zo-
174

KARAKjLiçın ZAFER]
kaldı- Şimdi yaşı kendisininkine denk bir adamla karşı
karşıyaydl-
k "Anlamıyorum!" diye haykırdı korku içinde.
"Renim için on yıl geçti," diye yanıt verdi Joram. "Her şeyi
. ıarnarna yetecek kadar zaman yok. Eğer bu savaşta hayat-
kajmaZsam, Merilon'da Peder Saryon'u ara. Ona hayatımın
vdını bıraktım. Sana şimdi anlatacaklarıma inanmalısın. Eğer
bildiğin ve yardım ettiğin nankör gence olmasa bile," -Joram
içini çekerek durdu- "son eylemim olduğunu sandığım şeye
inan: yarattığım kılıçtan vazgeçmeme ve kendi isteğimle ölü-
me yürümeme."
Konuşurken Joram'ın yüzü acılıydı; eli deri kayışların üze-
rinde kapanarak onları yüreğine bastırdı.
Garald Joram'ın bu dünyadaki son günü hakkında duydu-
ğu korkunç şeyleri hatırladı ve son kuşkulan da yok oldu. Bu
konuda birşeyler söylemek istedi, ama sözler bir türlü ağzın-
dan çıkmadı. Joram gördü ve anladı, uzanıp Prens'in elini tu-
tarak sözcüklere ihtiyaç bırakmadı.
"Ölüm olduğunu sandığım şeye yürüdüm, ama Öte'de
ölüm yok, Ekselansları," diye devam etti Joram sessizce. "Ya-
şam var! Kendimizi aldatarak, güvende olduğumuzu, büyülü
Sınır'ımızla evrenin geri kalanından korunduğumuzu hayal et-
tik. Bu dünyaya gelmek için kadim dünyayı terk ettiğimizde,
bizim onları unuttuğumuz gibi Eski Dünya'nm da bizi unuta-
cağını sandık, umduk."
Joram bakışlarını kaçırarak buzdan duvarın ötesine, yalnız-
ca onun gözlerinin görebildiği dünyalara baktı. "Unutmadılar,"
dedi yumuşak sesle. "Büyünün eksikliğini hissettiler ve bir
yerlerde hâlâ yaşadığını bilerek aradılar." Joram gülümsedi,
arna bu karanlık bir gülümsemeydi ve Garald'ı baştan ayağa
173

ttİARGAREÎ U>EIS S TRİİCY HlCKJTlAn


ürpertti. "Daha önce Öte'de ölüm olmadığını söylemiştim, v
nıldım. Aslında, orada Ölüm dışında hiçbir şey yok. Öte'd
yatan dünyalar Ölülerle dolu. Biraz Yaşam, biraz büyü va
ama uzayın derinliklerinde yayılmış atomlar gibi evrene saçıl.
mış."
"Atomlar... uzayın derinlikleri." Sözcükler yabancıydı, an-
lamsızdı. Garald'ın bakışları, Joram'mkileri takip ederek gök-
yüzüne döndü. Kafa karışıklığı yok olmak yerine, korkusu ile
birlikte büyüyordu. Dehşet içinde kaçtıkları kadim dünya on-
ları mı arıyordu? Neredeyse bulutsuz gökyüzünden aşağı ba-
kan yüzler görmeyi umacaktı.
"Üzgünüm. Anlamadığını biliyorum." Joram'ın bakışlan Ga-
rald'a döndü, büyük bir yakarıyla doluydu. "Ne diyebilirim
ki?" Prens'in elini daha sıkı kavradı, sanki sözlerle aktaramadı-
ğını dokunuşu ile aktarmak ister gibiydi. "Onlar, sizin deyişi-
nizle Ölüler" -Joram'm sesinde, Garald'ın irkilmesine sebep
olan bir ironi vardı- "bunu 'keşif kolu' diye adlandırıyorlar. Bu
dünyayı araştırmak, fethetmek, altetmek ve işgal yolunu aç-
mak için gönderildiler."
"Ne?" diye tekrarladı Garald, sersemlemiş bir halde. Fetih,
altetmek, işgal: bunlar bildiği, anladığı sözcüklerdi. Kendisini
dikkatle dinlemeye, daha bu sabah gerçeklik kabul ettiği şey-
leri salıvermeye zorladt "Diyorsun ki, onlar, Ölüler" -sözcük-
te takıldı, zihni hâlâ, tek yapması gereken kanıt için buzdan
duvarın ötesine bakmak iken, inatla inanmıyordu- "bizi altet-
mek mi istiyorlar? Neden? Sonra ne olacak?"
Elini arkadaşının elinden çeken Joram onu kolunun, yeni-
ne soktu. Buzla kaplı kalenin içindeki sıcaklık yavaş yavaş dü-
şüyor, hava gittikçe soğuyordu.
"Sınırlan yok etmek, büyüyü evrene salıvermek istiyorlar,"
F76

KARAKiLiçın ZAFERİ

diye
lar.'
nlt verdi. "Sizi tutsak alıp kendi dünyalarına taşıyacak-
,, a [sedefleri buysa," diye itiraz etti Garald, anlamsız bir
da tartışırmış gibi hissederek, "neden önlerine çıkan her-
? hatta sivilleri öldürüyorlar?" İşaret etti. "Tutsak almıyorlar!
Y da alıyorlarsa da," diye ekledi, Radisovik'in gözlemini ha-
tırlayarak, "yalnızca katalistleri alıyorlar!"
"Öyle mi?" Joram korkmuş göründü, bakışları hızla Ga-
rald'a kaydı.
"Evet! Gördüm -asiller, eşleri, çocuklan, parlak arabaları-
nın içinde, şarapları ve öğle yemekleri ile birlikte bir oyun sey-
retmeye geldiler. O yaratıklar hepsini öldürdü!" Garald bir kez
daha o cesedi çeviriyor, bir iskeletin sırıtan yüzünü görüyor-
du. "Öte'de böyle mi savaşıyorlar?" diye sordu öfkeyle. "Sa-
vıınmasızlan katlederek mi?"
"Hayır," dedi Joram, ciddi ve endişeli görünerek. "Atadam-
lar gibi vahşi değiller. Öldürmekten zevk almıyorlar. Onlar as-
ker. Yüzyıllardır uygulanan savaş kuralları var. Anlamıyorum.
Tutsak istiyorlardı." Durdu, yüzü karardı. "Eğer..." Devam et-
medi.
Garald başını salladı. "Anlayabileceğim şekilde anlat, Jo-
ram."
"Keşke yapabilsem!" Bu, neredeyse kendi kendine söyledi-
ği bir mırıltıydı. "Onları tanıdığımı sanıyordum. Ama şimdi ba-
na ihanet ettiklerine dair kanıtım var. Daha fazlasını da yapar-
lar mı...?"
Garald ona dikkatle baktı. Joram'ın sesinde o tanıdık tonu
hissetti ve bir şey daha -bir acı ve kayıp yankısı.
"Onlarla savaşmamız için daha iyi bir sebep," dedi Joram
aniden. Sesi buzdan duvardan gelen nefes kadar soğuktu.
177

ITİAReAREÎ U/EIS & ÎRftCY HlCKTTIAn


"Onlara bu dünyayı bekledikleri kadar kolay ele geçirernev
çeklerini göstermeliyiz. Onların bizden öyle korkmasını sağı
malıyız ki, gittikleri zaman, bir daha asla dönmesinler."
"Ama silahlarımız ne olacak?" diye sordu Garald çaresizCe
"Buz mu?"
"Buz, ateş, hava. Büyü, dostum," dedi Joram. "Yaşam -si-
lahımız Yaşam olacak... ve Ölüm."
Arkasına uzanarak Karakılıç'ı kınından çekti. "Bunu yan-
mamın üzerinden uzun yıllar geçti. Ama sık sık o geceyi dü-
şündüm -metali dövdüğüm, Saryon'un ona yaşam verdiği ge-
ceyi." Joram kılıcı çevirerek inceledi. Adamın eli, gencin elin-
den daha iyi uyuyordu ona, ama hâlâ ağır, hantal ve denge-
sizdi, kullanılması zordu. "Hatırlıyor musun?" diye sordu Ga-
rald, yarım gülümseme dudaklarına dokunarak, "karşılaştığı-
mız günü hatırlıyor musun? Sana açıklıkta saldırdığım günü?
Bu kılıcın gördüğün en çirkin kılıç olduğunu söylemiştin."
Joram'ın bakışları Prens'in yanında sarkan kılıca gitti. Gü-
neş kabzanın parlak gümüşü üzerine işlenmiş süslerde kıvıl-
cımlanıyordu. Aksine, Karakılıç'm dövülmüş metali üzerinde
hiçbir ışıltı yaratmıyordu. İçini çekti.
"Kehanet'i bilmesem de, bu kılıçla beraber dünyaya kötü
bir şey getirdiğimi biliyordum. Şaryon da biliyordu -kılıç beni
yok etmeden benim kılıcı yok etmem için uyardı beni. O za-
mandan bu yana bu konuyu düşündüm ve bu dünyaya kılıç
ile beraber kötülük getirenin ben olmadığım sonucuna var-
dım." Bakışlarını silaha indirdi, parmaklarını kaba, şekilsiz
kabzanın üzerinde dolaştırdı. "Kılıç, bu dünyadaki kötülük."
"O zaman neden hâlâ saklıyorsun?" Garald ürpererek kılı-
ca baktı.
"Çünkü tüm kılıçlar gibi, bunun da iki ağzı var," diye yanıt
178

KARAKILIÇin ZAFERİ
ram- "Şimdi, Almin'in izniyle, onu bizi kurtarmak için
'bilirim- Savaşacak mısın, Ekselansları?"
p .ens hâlâ tereddütlüydü. "Neden bizim için bunu yapıyor-
Toram? Eğer söylediğin gibi bu kaderi kendi kendimize
j,vsak, sen neden aldırasın? Bizim sana yaptıklarımızdan
sonra-??"
"Bana Ölü diyorsunuz!..." diye mırıldandı Joram, Öte'ye
•'irümeden önce söylediği son sözleri tekrarlayarak. "Ama öl-
müş olan sizlersiniz. Ölmüş olan bu dünya."
Elinde karanlık, çirkin duran kılıca baktı.
"On yıldır yoktum. Dünyayı değişmiş bulmayı umarak dön-
düm, amacım..." Aniden, kaşlarını çatarak sustu. "Ama bunu
boş ver. Artık önemli değil. Döndüğümde sizi -bu dünyayı-
değişmemiş bulduğumu söylemem yeterli. Güç kazanmak için
savunmasız bir varlığa işkence etmiştiniz. Planlarımı, umutları-
mı terk ederek acı içinde, her yerde zulüm ve adaletsizlik iz-
leri görerek yürüm.
"Öfkem içinde, Öte'ye dönmeyi planlıyordum, ama sonra
onun da bana ihanet ettiğini öğrendim." Karanlık yarım gü-
lümseme dudaklarını büktü. "Görünüşe göre benim bir dün-
yam yok. Sizi, hepinizi terk etmeye gönüllüydüm" -acı bakış-
ları buzdan duvarlara saldıran demirden yaratıkları da içine al-
dı- "kaderinize terk etmeye, kazanıp kaybettiğinize aldırma-
dan. -
"Sonra bir adam, çok bilge bir adam bana unutmuş oldu-
ğum bir şeyi hatırlattı. 'Nefret etmek sevmekten kolaydır,'" Jo-
ram sustu, bakışları parlak buz duvarına, ağaçlara, çevredeki
tepelere, mavi gökyüzüne, alev alev güneşe gitti. "Bu dünya-
nın evim olduğunu fark ettim. Halkının benim halkım olduğu-
nu. Ve bu yüzden buradan bir yabancı gibi bahsedemiyonım.
179

rriAReARjt UJEİS S- ÎRACY HıcıtmAn


'Siz' Saryon'a işkence ettiniz diyorum, ama o iyi adama 'b
işkence ettim, demeliyim. Ben olmasaydım, acı cekmeyecek
ti."
Joram dalgın dalgın parmaklarını siyah, dolaşık saçlarında
geçirdi. "Ve bir sebep daha var," dedi, yüzünü ifade edilerne2
bir hüzün gölgeleyerek. "O diğer dünyada geçirdiğim on yj
içinde, Merilon'un güzelliğini hayal etmediğim bir gün bile
geçmedi."
Som sorarcasına Garald'a baktı. "Nefret etmek sevmekten
kolaydır. Hiçbir şeyi kolay yoldan yapmadım. Bu dünya için
savaşacak mıyız... Ekselansları?"
"Savaşacağız," dedi Prens. "Ve bana Garald, de," diye ekle-
di çarpık bir gülümsemeyle. "Hâlâ 'Ekselansları' sözcüğünün
boğazına takıldığını işitebiliyorum."
180

17
ÖLÜM MELEĞİ
? Daha sonra, hayatta kalanlar onları savaşa Ölüm Meleği'nin
götürdüğünü söylediler.
Joram hakkında karmaşık söylentiler, taş ve buzdan kalede
canları için savaşan büyücüler arasında yayılmaya başladı. Pek
azı gerçek hikâyeyi biliyordu -Mosiah, Garald, Radisovik ve
Cadı. Ama daha fazlası birkaç parça şey biliyordu ve bu par-
çalar, buzdan duvarın yaratılmasından sonra verilen savaştaki
kısa aralarda hızla arkadaşlarına fısıldandı. İmparator Xavier
ölümünden önce, insanların bu parçalan, kırık bir taş heykeli
bir araya getirmeleri gibi bir araya getirmelerine yetecek kadar
çok şey söylemişti. Ne yazık ki, bu başta bütün olarak görül-
memiş bir heykeli bir araya getirmek gibiydi.
Kalede savaşan katalistlerin pek çoğu Joram'ın Yargı'sında
vardı. Prens Garald'ın yakınında duranlar onun ismini söyledi-
ğini duymuşlar, Joram'ı hatırlamışlardı. Xavier'in sözleri, Keha-
net gerçekleşti. Dünyanın sonu geldi, sözleri alçak sesle tek-
rarlanıyordu, bu adamın, bu Joram'ın Öte'ye yürüdüğü o kor-
kunç günde kumsalda neler olduğuna ilişkin katalistlerin hikâ-
yeleri de öyle.
"O Ölü..."
"Kurbanlarından yaşam çeken bir karanlık kılıcı taşıyor..."

ITİAReARft IUEIS 8C fRACY HlCKKIAn


"Sayısız insan öldürdü, ama yalnızca kötüleri, ben ••
duydum. Haksız yere suçlandı ve şimdi intikam almak ?
ölümden döndü..."
"Xavier ayaklarının dibinde yere yıkıldı! Sen de görd"
Başka ne kanıt istiyorsun? Eski İmparator DKarn-Duuk'un tal
ta çıkması için uygun şekilde gözlerden kayboldu, değil mo
Artık kimin duyduğu kimin umurunda? Xavier artık öldü ve id
diaya girerim o da dönmeyecek..."
"Kehanet mi? Bir zamanlar bir Kehanetle ilgili bir hikâye
duymuştum, yaşlı sihirbaz Merlyn ve ihtiyaç zamanında ton-
raklarına dönüp onları kurtaracak parlak kılıçlı bir kral hakkın-
da..."
Joram'ın bir kılıcı vardı, ama parlamıyordu. Savaş çağrısı
yaptığında ve insanlar çevresinde toplandığında, izleyenlere
elinde geceden bir parça tutuyor gibi gelmişti. Yüzü, taşıdığı
silahın metali gibi karanlık ve yılmazdı. Sözlerinde ya da ses
tonunda ihtişam yoktu.
"Bugün efsane ve şarkılarda kutlanan bir gün olmayacak.
Eğer başarısız olursak, başka şarkı da olmayacak..."
Ölülere dinlenecekleri yere kadar eşlik edenler gibi beyaz
cüppe giymişti -tabut taşıyanların beyaz cüppesinden. O gün
sözlerini dinleyen büyücü ve katalistler, tıpkı o Öte'ye gider-
ken olduğu gibi, umutsuzlukla yürüyeceklerini biliyorlardı.
"Bu dünyadan olmayan bir düşmanla savaşıyorsunuz. Ölü
olan, bir şimşek kadar hızlı ölüm verebilen bir düşmanla sava-
şıyorsunuz. Tek avantajınız Yaşam'ınız. Bunu bilgece kullanın,
çünkü o yok olduğu zaman, onların merhametine kalmış ola-
caksınız."
Joram'ın sesi sustuğu zaman, kimse tezahürat yapmadı. Bü-
yücüleri sessizlik sarmıştı, yalnızca buzu kesen ışınların ve de-
182

KAR£KJLIÇln ZAFERİ
yaratıkların korkutucu gürlemelerinin bozduğu bir ses-
' rk Büyücüler savaşa, sessizlik içinde gittiler.
m'ın emirleri uyarınca, buzdan duvar indirildi. Büyüler
İması gerekiyordu ve duvar büyücüler ile katalistlerinin
v amim tüketiyordu. O andan sonra her Savaş Büyücüsü,
, ve sihirbaz, ölümcül ışınlardan kendini korumakla sorum-
. luydu.
joram'ın tavsiyesi üzerine görünmez oldular. Bu onları ışı-
nın çarpması durumunda ölümden korumasa da, açık hedef
olmayacaklardı ve görülmeden düşmana yaklaşabileceklerdi.
Diğerleri kendilerini canavarların ısı arayan "gözlerinden", ki-
şisel buz duvarlara sararak ya da beden ısılarının büyük ölçü-
de düşmesini sağlayarak konıdular. Yine başkaları, insan-hay-
vanlara; kurban neler olup bittiğini anlamadan avlarına saldı-
ran korkutucu yaratıklara dönüştürdüler.
Kadim günlerde katalistler koruyucu cinlere dönüşürlerdi
-büyücüler ile yolculuk eden, kolayca çalıların arasında, dal-
ların üzerinde ya da kayaların altında saklanabilen küçük hay-
vanlara.
Prens Garald'ın Thon-Men açmaya zorladığı Koridorlar'da
yolculuk eden büyücüler bölgeye girdi, bölündü, dağıldı, kü-
çük gnıplar halinde savaşmaya başladı. Karmaşık bir strateji
planlayacak kadar zamanları olmamıştı. Joram, düşmanın ka-
fasını karıştıracak, onları hazırlıksız yakalayacak vur-kaç tak-
tikleri uygulamalarını emretmişti. Bir kez savaş alanına girin-
ce, o ve Prens Garald Koridorlar'da yolculuk etmiş, gruptan
gmba giderek onlara en iyi savaşma yöntemleri konusunda
tavsiyelerde bulunmuştu.
Joram Duuk-tsarith\eve, daha önceki gibi demir pullardan
yansımayacak, demirden yaratıkları öldürecek şimşekleri nasıl
183

ITİAReARfî U/EİS £r TRACY HlCKjnAn


fırlatacaklarını gösterdi.
"Yaratığın başının bedene bağlı olduğu yeri görüyor mı
nuz? Ejderin yumuşak karnı gibi, orası da en zayıf yeridir S'
sekleri oraya fırlatın, pullara değil."
Savaş büyücüleri böyle yaptı ve demirden yaratıkların n
ladığmı, alev alıp yandığını görünce şaşkınlık içinde kaldı
"Yeşil Zehir büyüsünü kullanın," diye öneride bulundu T0
ram Cadı'ya. "Yaratıkların tepesinde saldırıya açık bir nokta
vardır. Orasını zehirli sıvıyla kaplayın ve izleyin."
Bu aptalca gelse de -hem, zehir canlı eti etkilerdi, metali
değil- Cadı emredileni yaptı. Zarif elinin bir hareketi yeşil, ya_
nan sıvının demirden yaratığın kafasını, bir insan kurbanın de-
risi gibi kaplamasını sağladı. Hayretler içinde, yaratığın kafası-
nın açıldığım gördü. Acı içinde haykıran yabancı insanlar ya-
ratığın içinden fırladılar. Derileri, görünüşe göre yaratığın ka-
fasından içeri sızan ve içerideki insanların üzerine damlayan
yeşil sıvı ile kaplanmıştı.
Joram'ın emri ile, yaşam sihirbazları ormanı savaşa sürdü-
ler. Yüzyılların gücüne sahip dev meşe ağaçları yerden yüksel-
diler, gümbürdeyerek saldırıya geçtiler. Demirden yaratıklar-
dan birini yakalayarak dev köklerini çevresine sardılar, meşe
palamutlarından biriymiş gibi kırıp açtılar. Taş şekillendirenler
demir canavarların altında yerin açılmasına, onları bütün ola-
rak yutmasına, sonra üstlerine kapanarak düşmanı gömmesi-
ne sebep oldular. Sif-HanaAav yağmur ve dolu çağırdılar, düş-
manlarını geceye boğdular, sonra günışığı ile körleştirdiler.
"Metal derili insanlarla savaşırken, metalin deri olmadığını
hatırlayın," dedi Joram halkına. "Bu bir tür zırhtır, tıpkı eski Ev
Büyücüsü masallarında anlatılan şövalyelerin giydikleri gibi-
Zırhta boşluklar vardır -en büyüğü miğfer ile boyun arasında.'
184

KARAKİLİÇUİ ZAFERJ
. îjuftadama dönüşen Mosiah yabancı insanlardan birini
ıktı ve dişlerini korunmasız boğazına gömdü. Bir ayı-in-
jev pençesinin bir darbesi ile bir miğferi paraladı. Bir
', n_insan pençelerini gümüş deriye batırdı, eti paramparça
etti.
«gu insanlar büyüden çok az anlıyor. Ondan korkuyorlar.
rkularını onlara karşı kullanın, özellikle de bilinçaltındaki
korkuları, bunlar bizimkine çok benzer," dedi Joram.
İllüzyonistler ağaçlardan inen, tüylü bacakları seğiren, çok
vüzeyü, kırmızı gözleri alev alev yanan dev tarantulalar yarat-
tı. Otları sallanan, tıslayan kobralara dönüştü. Kemikli ellerin-
de solgun kılıçlar tutan iskeletler yerden yükseldi.
"Yardıma gelmesi için bizim dünyamızın yaratıklarına ses-
lenin."
Bir atadam kuvveti çağrıldı. Vahşi kan açlığı heyecanına
boğulan atadamlar yabancı insanlara saldırdı, öldürdü, beden-
lerini paramparça etti, kurbanlarının çiğ, kanlar içindeki etleri
ile beslenmeye başladı.
Ejderler göklerden süzüldü, yanlarında alev ve karanlık ge-
tirdi. Basiliskler ve efsanevi yılanlar kendi ölümcül bakışlarını
kullanarak demirden yaratıkların ölümcül gözlerini dondurdu-
lar. Bir çimeranın yılansı kuymğu yabancı insanları süpürüp
yok etti. Hydraların hızlı başları kurbanlarını yakaladı ve bü-
tün olarak yuttu.
Savaş meydanında o gün olan belki de en tuhaf olay, pek
çok büyücünün aniden açıklıkta bir mantar halkasının belirdi-
ğini raporlamalarıydı. Halkaya dalan bir düşman takımı dışarı
Çıkamadıklarını anlamışlardı. Yabancı insanlar teker teker ye-
re emildiler. Sihirbazlar ürpererek, işitilen son sesin peri halkı-
nın yüksek kahkahaları olduğunu bildirdi.
185

ITİAR_GARff WEİS d ÎRACY HlCKHIAn


Sabah saldırı başladığında, demirden yaratıklar zafe H
emindiler. Akşamın geç saatlerinde, büyücüler durumu ter ı
çevirdiler. Ama akını durdurmayı başaramadılar. Demirden
ratıklar gelmeye devam ettiler, gümüş derili insanlar kuşatıl
büyücüleri sırf sayıları ile boğmakla tehdit etti. Büyücüler ?
yırlıyordu, Yaşamları tükeniyordu, katalistleri baygın düşüy0r
du. Demirden yaratıklar dinlenme ve yiyecek ihtiyacı hisset-
meden ilerlemeye, toprağın üzerinde sürünmeye, zehirli du-
manlarını üfürmeye, ölümcül ışınlarını fışkırtmaya devam edi-
yorlardı.
İşte mucize, büyük savaşın daha sonraki anlatımlanna gö-
re, o sırada oldu. Ölüm Meleği bizzat meydana indi, ya da öy-
le anlatıldı. Ellerinde, bir ölüm kılıcı tutuyordu ve düşmanı
dizleri üstüne çökerten bu kılıç oldu.
Aslında olan bitenler, kimseyi Ölüm Meleği kadar şaşırtma-
mıştı, ama hikâyenin o kısmı hiç anlatılmaz, yalnızca Joram ve
Prens Garald tarafından bilinir.
İkisi demir canavarlardan birini yok etmeyi bitirmişlerdi ki,
durdukları yer yabancı insanlardan bir birlik tarafından istila
edildi. Garald'ın büyüsü hemen hemen tükenmişti. Yaşam'dan
yoksun, kılıcını çekti ve sert bir ümitsizlik içinde, bu gümüş
derili insanların avuçlarından fırlatabileceklerini bildiği ölüm-
cül ışınlar karşısında asla hayatta kalamayacağını bilerek düş-
manıyla yüzleşti. Joram da, dostunun yamnda ölmeye hazırla-
narak kılıcını çekti. O da bu düşmana karşı kılıçla savaşmanın
boşuna, gülünç bir hareket olduğunu biliyordu. Saniyeler için-
de, bir darbe vurmaya fırsat bulamadan öleceklerdi. Ama, en
azından, silahları ellerinde öleceklerdi...
Ama Joram Karakılıç'ı çektiğinde metal, mavi-beyaz bir
186

KARAKJLIÇin ZAFERJ
ndı elinde gittikçe daha fazla ışıldadı. Ona şaşkınlık
'S1 baktı- Kılıcın böyle parladığını yalnızca Mahkeme'de
?stü katalistlerin İnfazcı'ya yönelttikleri Yaşam'ı kendisi
, -?. Zaman. Şimdi de aynı şekilde tepki gösteriyordu, çev-
? deki bir şeyden Yaşam çekiyordu. Ama neden? Kuşkusuz
kadar Ölü olan düşmandan değil. Çevrede katalist de
ktu. Prens Garald, Radisovik'e, yaralılar ile birlikte kalede
, a]masını emretmişti. Kimin Yaşam'mı çekiyordu?
Gümüş derili bir insan elini kaldırdı, ölümcül ışınını Joram
ile Garald'a doğrulttu ve ateş etti.
Işın insanın avucundan fışkırdı, ama hedefini vurmadı. Işın
Karakılıç'm metaline aktı, öyle bir parlaklıkla yanmasına sebep
oldu ki, Joram kör edici ışık yüzünden hiçbir şey göremez ol-
du. Kılıç elinde titriyor, elektrik akımları bedeninden geçiyor-
du. Tek yapabildiği silahı tutmaktı, kullanmayı deneyemiyor-
du bile. Hiçbir şey göremiyordu. Daha sonra, gözlerini gölge-
leyen yabancı insanların kurbanlarına ışın göndermek için el-
lerinden geleni yaptıklarını söyleyen Garald oldu. Bu imkân-
sız hale gelmişti.
Karakılıç Ölülerin silahlarının enerjisini, tıpkı dünyanın Ya-
şam'ını emdiği gibi emmişti. Işınlar ölmüş, Karakılıç yaşamıştı,
şiddetle alevlenmiş, ürkütücü bir sesle mırıldanmıştı. Faydasız
silahlarını yere fırlatan yabancı insanlar dönüp kaçmıştı.
Savaşa uzaktan tanık olanlar Ölüm Meleği'nin, dilerse gü-
neşi söndürecek güce sahip olduğu hikâyesini yaydı.
Sonunda Thimhallan'a gece -gerçek gece- çöktüğünde, sa-
vaş bitmişti. Büyücüler kazanmıştı, ya da en azından öyle gö-
rünüyordu. Demirden yaratıklar ve onlarla gelen yabancı in-
sanlar, bilinmeyen bir yere çekilmişti -demir canavarların da-
ha da büyük canavarların bedenlerine girdiği ve bu devasa de-
187

rrİARCARft U/EIS S[ ÎRACY HlCKMAn


mir yaratıkların gökyüzüne uçup kayboldukları yoluncj ,
şık raporlar geliyordu.
Ama kimse bu süslü söylentilere inanmıyordu. Bir kic-
JŞ! dı-
şında kimse -Joram. O sert bakışlarla gökyüzüne baktı ve K
şını salladı. Ama hiçbir şey söylemedi. Bunun için daha so
zaman olacaktı. Şimdi yapılacak çok şey vardı.
Zaferin bedeli acı olmuştu.
Kurtadam şeklinden normal haline dönüşen Mosiah kaleye
dönerken Cadı'nın bedenini görmüştü. Düşmanları çevresine
saçılmıştı ama çok fazla düşman vardı. Mosiah nazikçe sol-
gun, güzel yüzü siyah başlığıyla örttü. Bedeni kollarına alarak
kaleye taşıdı.
Burada ölüler -çok fazla vardı- taş yığınlarının altına gö-
müldü; Kardinal Radisovik, gözyaşları ve öfkeyle boğulmuş
bir sesle onlara son ayinin sözlerini söyledi. Savaş meydanın-
da ölenlerin bedenleri oldukları yerde bırakıldı. Hayatta kalan
büyücüler buna itiraz etti, ama Joram kararlıydı. Yabantoprak-
lar'da yaşadığından, atadamlarm ve başka hayvanların beden-
lere nasıl zarar vereceğini kimse ondan iyi bilemezdi, ama ay-
nı zamanda onları bulmak, geri getirmek ve gömmek için çok
fazla zaman harcayacaklarını da biliyordu.
Yalnızca Duuk-tsarithlenn savaş alanına dönmeye izni var-
dı. Onlar ölülere ilgi duyuyordu. Kendi ölüleri değil -düşma-
nın ölüleri. Gecenin örtüsü altında hızla, sessizlik içinde çalı-
şarak bedenlerdeki, silahlardan kişisel eşyalara kadar her şeyi
aldılar, nesnelerin hiçbirine dokunmadılar, güçlü havalandır-
ma büyüleri ile taşıdılar ve gelecekte incelemek üzere gizli
odalarına götürdüler.
Savaş büyücüleri işlerini etkin bir biçimde yerine getirdiler,
sonra Joram onlara da alanı terk edip Merilon'a dönme emri
188

KARPKILiçm HAFERJ
VeI«*^ rkacak ne var ki?" diye sordu Garald bitkin bir biçim-
kadar yorgundu ki, zar zor ayakta duruyordu. "Onları
Ot-
sürdük.-"
"Belki de," diye yanıt verdi Joram. "Casuslarımız rapor ver-
k üzere dönene kadar kesin olarak bilmemizin yolu yok."
"Hah! Dünyayı terk ettiler."
"Ben aynı fikirde değilim. Çekilmeleri düzenliydi, planlıydı
ve hızla gerçekleştirildi. Hiçbir şekilde bozgun değildi. Benim
taliminin, durumu değerlendirip stratejilerini tekrar oluştur-
mak için geri çekildiler."
İkisi kalenin ortasında durmuş, alçak sesle konuşuyorlardı.

Koridorlar'ı kullanan büyücüler Merilon'a dönüyorlardı. Yara-


lananlar ve ölmekte olanlar önden gönderilmişti, sonra kata-
listler, sonra da sihirbazlar. Bazıları o kadar bitkindi ki, içeri
sendeledi ve yere yıkıldı. Diğerleri yürüyemedi bile, taşınma-
ları gerekti.
Kaleyi karanlığın örtüsü altında boşalttılar. Yorgun Sif-Ha-
naAar sonunda kadar çalıştılar; Joram üstlerine yıldız ışığının
bile parlamasına izin vermedi.
Joram'm sert sesi, önlemleri ve durmaksızın gökyüzünü ta-
raması Garald'ın gittikçe daha huzursuzlanmasma sebep oldu.
"En azından yapmayı hedeflediğimiz şeyi yaptık," dedi. "Biz-
den korkmalarını sağladık. Onlara, acı hasadını toplamadan
ölüm tohumları ekemeyeceklerini kanıtladık."
"Evet," diye kabul etti Joram, ama sert davranmaya, gözle-
ri dikkatli nöbetlerini tutmaya devam etti.
"Şimdi ne yapacaklar?" diye sordu Garald sessizce.
"Bir umut; korkmuş, kafaları karışmıştır, hatta belki kendi
aralarında tartışıyorlardır," diye yanıt verdi Joram. "Eğer şans-
189

rrİARSARET U/EIS ft ÎRÜCY HlCKJTIAn


lıysak, bu dünyayı terk edebilirler. Ama etmezlerse, bir So
ki saldırılarında ne beklemeleri gerektiğini biliyor olacakı
Hazırlıklı olacaklar. Ve bu yüzden bizim de hazırlanmamız
rek."
Zaman içinde, tüm büyücüler gitti. Joram ve Prens art u
yalnız kalmışlardı, Şeref Meydanı'ndaki kalenin yıkıntısı iCi
de, moloz yığınlarının arasında duruyorlardı.
Yalnızız -ölüleri saymazsak, diye düşündü Garald. Parça-
lanmış duvarlardan yapılmış dev mağaraya bakarken, bugünün
başlangıcını düşündü, acıyla savaşın ihtişamı hakkında düşün-
düklerini, oynadığı aptalca oyundan aldığı zevki hatırladı.
Ne oyundu ama. Joram olmasaydı, şimdi taş yığınları altın-
da yatıyor olacaktı. Hayır, olmayacaktı. Onu gömecek kimse
hayatta kalmış olmayacaktı.
"Lütfen, lütfen bütün bunlar bitsin!" diye dua etti hararetle.
"Lütfen bize huzur bahşet. Söz veriyorum ben..."
Ama konuşurken, Koridorlar'dan karanlık bir şeklin çıktığı-
nı gördü. Gelip Joram'ın yanında duran Duuk-tsarith, dağlık
kuzeye doğm işaret etti. Joram konuşamadan başını salladı ve
Garald'a baktı. Bitkinlik ve ümitsizlik içindeki Prens fark etme-
miş gibi yaptı. İşitmeden de Savaş Büyücüsü'nün raponınun
ne olduğunu biliyordu. Düşman kaçmamıştı, Joram'ın öngör-
düğünü yapmış, saklarimıştı.
Şimdi ne olacak? diye merak etti Garald kasvetle. Şimdi ne
olacak?
Koluna bir el dokundu. Döndüğünde, Joram'ın yanında ol-
duğunu gördü. Birlikte, sessizlik içinde, Koridor'a girdiler ve
yok oldular. Kaleyi geceye ve ölülere bıraktılar.
190

ÖTE
Düşman ile ilk karşılaşmamda hayatta kalamama olasılığı-
na karşılık bu kaydı Peder Saryon'a bırakıyorum...
Düşman.
Onlara böyle diyorum, ama geçmiş on yıl içinde araların-
dan kaç tanesi dostum oldular? Onları hatırlıyorum, özellikle
de karıma bu kadar iyi bakanları ve benim de aklımı kaçıraca-
ğımı sandığım ilk birkaç korkunç ay boyunca bana yardım
edenleri. Eğer yaptıklarımı duyarlarsa, anlayacaklarını biliyo-
rum. Çünkü onlar onunla —Karabüyücü olarak bilinenle— ben-
den çok daha uzun süredir savaşıyorlar.
Bunu okuyanlar, size her şeyi anlatacağım. Bir taraftan bu
kaydı kimlerin okuyacağını merak ediyomm. Eski dostum
Prens Garald mı? Eski düşmanların Xavier ya da Piskopos Van-
ya mı? Fark etmez herhalde, çünkü bu çatışmada hepiniz ken-
dinizi aynı safta bulacaksınız. Bu yüzden başıma gelen her şe-
yi elimden geldiğince açık anlatacağım. Bu düşmanla benim
yardımım olmadan, yalnız savaşmak zorunda kalmanız duru-
munda, onu anlamanız şart.
Baştan başlayacağım, ya da belki sondan, demeliyim.
Ölüme, Öte'ye yürürken -sanırım yaptığım buydu- aklım-
dan ve yüreğimden geçen düşüncelerin ve duyguların pek azı-

ITİAReARfT U/EİS & 1"RACY HıcıcraAn


nı anlatabilirim. Zaman zaman üzerime, kontrol ederried'---
bir karanlık çöküyor. Bu karanlık, şimdi Öte diyeceğim H-
yadakiler tarafından bir tür psikoz olarak tanımlandı -bu
bebi fiziksel olmayan zihinsel rahatsızlıkları anlatmak için u
landıkları sözcük.
Thimhallan'a dönüşümden kısa süre sonra Peder Şaryo
ölüme yürümeye karar verdiğimde Kehanet'i bilinçli olarak
düşünüp düşünmediğimi sordu. Dünyadan intikamımı almak
için kehanetin gerçekleşmesine mi çalışıyordum?
Bir kez daha, Kehanet'in sözlerini düşünüyorum. Hayal
edebileceğiniz gibi, bir kez Piskopos Vanya'nın Karakılıç'ln
resmini taştan göğsüme işlettireceğini söylediği gibi, yüreğime
işlendi.
Kraliyet Evi'ne, ölü olan ama yaşayacak olan, tekrar ölecek
ve tekrar yaşayacak olan biri doğacak. Ve o geri döndüğünde,
elinde dünyanın yıkımını tutuyor olacak...
Sanırım Saryon'un sorusunu evet, diye yanıtlasam itibarım
artardı. En azından açık ve mantıklı bir şekilde düşündüğüm
anlamına gelirdi. Ne yazık ki, bu doğru değil. Geçmişi düşün-
düğüm zaman, o zamanki halimi görüyorum -kibirli, kaba,
benmerkezci- ve hayatta kalacak zihinsel ve fiziksel gücüm
olmasını mucizevi buluyorum. Bunu yaptım ve kendimden
çok Peder Saryon'a borçluyum bunu.
Dönüştürme'den önceki saatleri hücremde geçirdim. Ora-
da, zihnim içimdeki karanlığa kurban düştü. Korku ve ümitsiz-
lik beni boğdu. Gerçek anne babamın kimliğini ve yetiştiriliş
tarzıma yol açan tuhaf kazayı aniden öğrenmek, Kehanet'i ger-
çekleştirmem için yollanacağım son -bunlar neredeyse aklımı
kaçırmama sebep olacaktı. O gün kumların üzerinde durur-
ken, çevremde olan bitenlerin pek azının farkındaydım. Sanki
192

KüRaKjLiçın HAFERİ
„ tasa dönmüştüm.
A t Saryon'un korkunç, asil, sevgi dolu fedakârlığı ruhu-
k ranlığ1 içinde parlayan bir ışık oldu. Onun parlak ay-
111 - altında kendimin ve sevdiklerimin üzerine çektiğim kö-
??-?i gördüm. Sevmek ve hayranlık duymakta çok geç kal-
-ım bir adam için duyduğum acıya boğulmuş, dünyada gör-
.. ~üffl yozlaşmadan -bende yansıdığını gördüğüm bir yozlaş-
vdı bu- midem bulanmış bir durumda, tek düşündüğüm
Hünvayı ona getirdiğim kötülükten kurtarmaktı. Karakılıç'ı Sar-
von'un cansız ellerine verdim ve ölüme yürüdüm.
O sırada, Gwendolyn'in beni takip ettiğinin farkında değil-
dim -kendi ümitsizliğim içinde öylesine kaybolmuştum. Sisle-
rin içine adım atarken onun ismimi söylediğini, beklemem için
seslendiğini duyduğumu hatırlıyorum ve o noktada tereddüt
etmiş olabilirim. Ama ona duyduğum aşk, hayatımdaki başka
her şey gibi bencil bir aşktı. Soğuk sis üzerime kapanırken
onu düşüncelerimden çıkardım ve diğer tarafta onu yerde bay-
gın yatarken görene kadar da düşünmedim.
Diğer taraf.
Bunu okurken elinizdeki parşömenin titrediğini görebiliyo-
rum neredeyse.
Diğer taraf.
Uzun zaman yürüdüm. Ne kadar uzun, bilmiyorum, çünkü
bu dünyayı saran büyü alanı zamanı bile çarpıtıyor ve değişti-
riyor, dünyanın geri kalanından soyutluyor. Yürüdüğüm,
ayaklarımın altında katı zemin olduğu, gri bir boşluk içinde
kaybolduğum ve dolandığım gerçekleri dışında hiçbir şeyin
bilincinde değildim.
Korktuğumu hatırlamıyorum, sanırım bir şok yaşıyordum.
Ama Öte'de tanıdığım diğerlerinden, büyülü sınırı geçen di-
193

rriARCARfî U/EİS S- ÎR£CY HlCKITIAn


ğerlerinden, Ölü olduğum için korkmadığımı öğrendim R-
sahibi olanlar için korkunç bir deneyimdi. Akıllarını kavh
memeyi başaranlar (ve sayılan çok değildir) güçlük çekrned
bu konuda konuşamazlar. Ve Gwendolyn gözlerini ilk acı!
zaman içlerinde gördüğüm korku ve dehşeti ölene kadar a ı
unutmayacağım.
İnanıyorum ki, o ümitsiz ve mantıksız durumda, gri, sürüW
lenen sislerin arasında yere düşüp ölene kadar yürüyebilirdim
Sonra —nefesimi kesen bir anilikle- sisler sona erdi. İnsanın
yoğun bir sis tabakasından çıkıp kendini günışığında bulması
gibi, ben de ölüm âleminden çıktım (öyle düşünüyordum) ve
kendimi açık bir çimenlikte buldum.
Geceydi, açık ve güzel bir geceydi. Üzerimdeki gökyüzü
-evet, bir gökyüzü vardı- pürüzsüz, koyu bir siyahtı ve her
santimetresi sayısız yıldızla doluydu. Hava soğuk ve gevrekti,
parlak bir dolunay gümüş ışıklarını altındaki topraklara dökü-
yordu. Derin bir nefes aldım, verdim, sonra bir tane daha al-
dım, verdim ve orada durup, nefes alıp vermeye devam ettim,
Tanrı bilir ne kadar uzun süre. Ruhumdaki karanlık kalktı. Ne
yaptığımı düşündüm ve hayatımda ilk defa iyi, doğru bir şey
yaptığımı anladım.
Kargaşa dolu çocukluğumda dini eğitimim ihmal edilmişti.
Büyüdüğümde, insanlığa ya da kendime karşı inanç beslemi-
yordum; sonuç olarak Almin'e de inanmıyordum. Ölümden
sonraki yaşam hakkında, gerçekten var olması durumunda
korku duymaktan başka herhangi düşünce beslememiştim.
Hem, benim için yaşam her gün çektiğim bir yüktü. Neden
onu uzatmak isteyecektim ki? Ama o anda, cenneti bulduğu-
mu sandım. Gecenin güzelliği, beni çevreleyen huzur ve yal-
nızlık, o kutsal bir başınalık duygusu...
194

KflR^Kiuçın HAFERJ
hum uçup geceye kaymaktan memnundu. Ama bede-
• atla yaşamaya devam etti ve bana, zayıflığı ile canlı ol-
- mu hatırlattı. Otların üzerinde soğuk bir rüzgâr esiyordu.
- rimde gömleğim yoktu. Duuk-tsarithlerin bana zindanda
ijgj eski bir pantolon dışında hiçbir şey giymiyordum. So-
- k ve kuşkusuz yaşadığım deneyimlere tepki olarak titreme-
haşladım. Aç ve susuzdum da, tutsaklığım süresince yemek
yemeyi ve su içmeyi reddetmiştim.
İşte o anda, nerede olduğumu, buraya nasıl geldiğimi me-
rak etmeye başladım. Herhangi bir yönde, boş, ayışığı ile ay-
dınlanmış otların dışında hiçbir şey görmüyordum. Yalnız, tu-
haf bir şekilde, otuz metre uzağımda küçük, kırmızı bir ışık ça-
kıyordu. Sanırım ışık baştan beri vardı, ama benim ruhum yıl-
dızlarla beraber uçtuğundan ona dikkat etmemiştim.
Bunun bir ateşin kömürleri olduğu gibi belirsiz fikirlerle
ışığa doğru yürümeye başladığımı hatırlıyorum. Bu, hâlâ açık-
ça düşünemediğimi gösterir, aksi halde hiçbir ateşin bu şekil-
de ısrarla yanıp sönmeyeceğini fark ederdim. Işığa doğru yü-
rürken Gwen'i fark ettim.
Çimenlerin üzerinde bilinçsiz yatıyordu. Yanında diz çök-
tüm, onu kollarıma aldım ve göğsüme bastırdım. O sırada na-
sıl ve neden burada olduğunu merak etmek aklıma geldi. O
anda, sislerin içine adım atarken duyduğum sese, beyaz bir el-
biseye ilişkin karışık izlenimler hatırladım. Belki de birbirimiz-
den bir iki metre uzaktaydık ve hiç farkına varmadık, sis o ka-
dar yoğundu. Fark etmezdi. Bir şekilde, doğru olan bu gibi
görünüyordu.
Dokunuşumla uyandı. Ayışığı altında yüzünü açıkça göre-
biliyordum ve işte o zaman gözlerindeki deliliği fark ettim. Ne
olduğunu biliyordum -nasıl bilmezdim? Tüm çocukluğum bo-
I9S

ITlARfiARJT U7EIS ft tRACY HlCKmAn


yunca onunla yaşamıştım. Ama kabullenmem için aylar
mesi gerekti. Ama o anda kabul etmedim.
"Gwendolyn!" diye fısıldadım, onu kollarımla sararak
Sesimi duyunca gözlerindeki ürkütücü parıltı söndü. Ban
benim için nimet olan aynı sevgi dolu bakışlarla baktı -benini
bir lanete çevirdiğim bir nimet!
"Joram," dedi yumuşak sesle, yüzüme dokunmak için elin'
uzatarak.
Gözlerinde yansımamı gördüm, sonra dehşet ve delilik be-
ni gözlerinden silerken dalgalandı, soldu. Onu, sanki fiziksel
olarak beni terk edecekmiş gibi sıkı sıkı tuttum. Bedeni kolla-
rımda kaldı, ama ruhunun kaçmasını engelleyemedim.
Rüzgâr çıkıyordu. Beyaz ışık geceyi aydınlattı ve gökgürül-
tüsü gibi bir çatırtı geldi. Başımı kaldırdığımda, karanlığın yıl-
dızları gökyüzü boyunca sürünen büyük bir canavar gibi yut-
tuğunu gördüm. Gökyüzünden yere yıldırım aktı. Fırtına he-
nüz bizden uzakta olduğu halde, rüzgânn gücü beni yere yık-
tı. Bulutlar bize doğru sürüklendi, ben izlerken ay yok oldu.
Yağmurun kokusunu alabiliyor, serpintisinin yüzüme doğm
estiğini hissedebiliyordum.
Bu fırtınanın hızlılığına ve gücüne inanamıyordum. Panik
içinde çevreme bakındım. Sığınabileceğimiz hiçbir yer yoktu.
Açıkta kalmıştık. Bir yıldırım o kadar yakına düştü ki, gürültü-
sü neredeyse kulaklanmı sağır edecekti. Dev toprak parçaları-
nın havaya fırladığını gördüm. Rüzgâr arttı, kulaklarımda tiz
çığlıklar attı. Yağmur başladı, gökyüzünden yıldırım gücüyle
düşmeye başladı. Bir anda, hem Gwen hem de ben sırılsıklam
olmuştuk. Onu bedenimle koruyabilmek için elimden geleni
yaptım.
Yardım bulmak zorundaydım! Şimşek çevremizde dans
196

KARARU-İÇUİ HAFERJ
Hu rüzgâr gittikçe kuvvetleniyordu. Buz parçalan yüzü-
£ tornaya, derimi berelemeye ve kesmeye başladı. Topra-
Idırım düştüğü sırada yaşanan kısa gündüzler dışında her
simdi mutlak karanlık içindeydi. Ve sonra yağmur perde-
? in içinden parlayan kırmızı ışığı gördüm. Fırtınadan etkilen-
fdİRİ açıktı, yanıp sönüyordu. Belki de orada, bir ateşin çev-
sine toplanmış, büyülerini kullanarak ateşi canlı tutan insan-
lar vardı. Gwen'i kollarımda kaldırarak kırmızı ışığa doğru ta-
şıdım. Almin'e ettiğim ilk bencilce olmayan duada, Gwen'e
yardımcı olacak birilerini göndermesini diledim.
Ateşin yanında kimi bulmayı umuyordum? Bilmiyordum.
Melekler ya da şeytanlar bulsam fazla şaşırmazdım. Herhangi
birini memnunlukla karşılardım. Bu fırtınada uzun zaman ha-
yatta kalamazdık. Şiddeti gittikçe artıyordu ve dehşetin orta-
sında gelen belirsiz, hayal gibi bir fikirle, onun dünyanın Sı-
nır'ını dövdüğünü, içeri girmeye çalıştığını düşündüm.
Rüzgârın muazzam gücüne karşı yürüyemediğim anlar ol-
du; rüzgâr beni döverken, yağmur ve buz parçaları derime
keskin iğnelerini batırırken, Gwen'in soğuk, kıpırtısız bedeni-
ni bedenime bastırırken sırf ayakta kalmak için tüm gücümü
kullanmam gerektiği anlar.
Sırf irade gücüyle çabalamaya devam ettim. Zaman içinde
kırmızı ışığa ulaştım. Bu bir ateş değildi. Çevrede hiç kimse
yoktu, ne şeytan, ne melek, hiçkimse. Kırmızı ışık yağmurun
ıslattığı toprağa saplanmış tuhaf görünüşlü bir nesneydi, sıcak
bile değildi. Hayal kırıklığı ve ümitsizlik beni ele geçirdi. Ba-
caklarımdaki güç tükendi ve Gwen kollarımda, yere çöktüm.
O anda, fırtınanın gürültüsünün üzerinde, bir gürleme duy-
dum. Ben dinlerken yükseldi. Yerin sarsıldığını hissedebiliyor-
dum. Yıldırımlar şimdi durmaksızın düşüyordu. Yağmurun içi-
197

rrtARSARrr UJEİS S ÎRACY HıcıonAn


ne doğru baktığımda, çakan yıldırımların ışığında, bize dos
sürünen dev bir canavar gördüm. Alçak, köşeli hatları, örm
de iki kocaman, alev alev gözü vardı ve inanılmaz bir h12ı
yaklaşıyordu!
Demek böyle bitecek, diye düşündüm! Pis bir hayvan tara
fında paramparça edilerek. Kendimi içimdeki karanlığa teslim
ettim. Hatırladığım son düşünce, Gwen baygın olduğu için
ölüme son dehşet anlarını yaşamadan kayacağı için duydu-
ğum minnet oldu.
Bana beni buldukları zaman bilincimin yerinde olduğunu
söylediler. Onlarla konuşmuşum ve mücadele etmeye hazır
görünüyormuşum, ama söylediklerimi anlayamıyorlarmış. Ba-
na, bir çocuk ile bile dövüşemeyeceğimi söylüyorlar ve hatır-
larken gülümsüyorlar. Çabalarım zayıfmış ve bayılmışım.
Bana gelince, sesleri duyup uyanana kadar geçen hiçbir şe-
yi hatırlamıyorum. Dehşete kapıldım, sonra kendi kendimi sa-
kinleştirdim. Bir rüyaydı! Yüreğim umutla çarptı. Mahkeme,
mahkûmiyet, infaz, fırtına... hepsi rüyaydı ve gözlerimi açtı-
ğımda kendimi Lord Samuels'in evinde bulacaktım...
Gözlerimi açtım ve parlak bir ışığa baktım, o kadar şiddet-
liydi ki, gözlerimi acıtıyordu. Yattığım yer sert ve rahatsızdı,
aniden tamamen demirden yapılmış bir şeyin içinde olduğu-
mu fark ettim. Hareket ediyor gibiydik, çünkü mide bulandı-
rıcı bir şekilde bir o yana, bir bu yana sallanıyorduk. Rüyam
gerçekti.
Ama hâlâ sesler duyuyordun. Doğrulup oturdum ve gözle-
rimi ışığa karşı perdeleyerek görmeye çalıştım.
Sesler yakından geliyordu. İki belirsiz şeklin yakınımda
durduğunu, demirden şeyin hareketi ile sallanarak yürüdükle-
rini gördüm. Ben doğrulunca beni fark ettiler ve biri yanıma
198

KARAKJLIÇln ZAFERİ
^ A lamadığım kir dilde konuşuyordu ve bunu fark etmiş gi-
J- ninkü konuşurken, korkmuş bir çocuğu teselli eder gi-
biydi, ç"»
bj omzumu okşayıp duruyordu.
Ama ben korkmuyordum. Almin adına! Yaşadıklarımdan
a bir daha herhangi bir şeyden korkacağımı sanmıyor-
, ^k düşündüğüm, benim için her şeyden vazgeçen za-
vallı kızdı. Neredeydi? Çevreme bakındım, ama göremedim.
Avağa kalkmaya çalıştım, ama adam beni yerimde tuttu -çok
nazik davranıyordu. Beni hareket etmekten alıkoymak güç de-
ğildi, uzun zaman oturamayacak kadar zayıftım.
Tüm bu süre boyunca, demirden şeyin içindeki diğer şekil
birisiyle -cızırtılı bir sesle konuşan birisiyle- konuşmaya de-
vam etti.
Elbette, şimdi bir iletişim aracına konuştuğunu biliyorum.
Bir arazi aracının içindeydik, arabaya benzer bir şey, yalnız
büyü ile değil, Teknolojinin Karanlık Sanatları ile işleyen bir
araba. Adamın sözlerini hâlâ açıkça duyabiliyorum, ama o sı-
rada anlamlarını bilmiyordum. Bundan aylar sonra, deliliğe
karşı mücadele ederken, sözleri rüyalarıma tekrar tekrar girdi.
"Alarmı kontrol ettik. Bu sefer Sınır'da iki kişi var -bir er-

kek ve bir kadın."


Bundan sonra hiçbir şey hatırlamıyorum. Yanımda diz çö-
ken adam koluma soğuk bir şey bastırdı ve uykuya daldım.
Uyandığım zaman, Gwendolyn ve benim, yeni bir hayata
başlamak üzere yeni bir dünyaya nakledildiğimizi anladım -ya
da belki bunu çok eski bir dünya sayabilirsiniz. Zavallı Gwen
ile evlendim -güvenliğini sağlamak için- ve her günün belli
bir kısmını onunla birlikte, Öte'nin şifacıları ona yardım ede-
bilmenin bir yolunu ararken kaldığı sessiz, sevgi dolu yerde
199

ITİAReARft U/EIS & TRACY HlCKjnAn


geçiriyorum.
Bana ya da canlı bir insana tek sözcük söylemeden on
geçti... yeni dünyamızda on yıl. Yalnızca, ancak kendi PÖ2İ
rinin görebildiği kişilerle konuşuyor. Ölülerle konuşuyor.
Bu Öte dünyada çok insan tanıdım, bu dünyadan değil hi
zim dünyamızdan olan bir adam da bunların içinde. Adı Men-
ju, ama kendine Karabüyücü, diyor ve o on yılın çoğunu onun
gerçek doğasını keşfederek ve güç kazanmasını engellemeye
çalışarak geçirdim.
Öte dünyayı anlatmak için ne zamanım var, ne de bu bel-
genin amacı bu. Öte dünyanın bir Teknoloji dünyası olduğu-
nu, kavrayışınızın ötesinde bir dünya olduğunu söylemem ye-
terli. Anlatacaklarımın pek azını anlar, daha da azma inanırdı-
nız. Heyhat, o dünyayı çok iyi tanıyacağınız bir günün gelme-
si olası...
Bitirirken, size bizim dünyamız ve evrendeki yeri hakkın-
da bazı düşüncelerle veda edeceğim. İçinizden birinin anlaya-
cak ve kabul edecek kadar bilge olması için dua ediyorum,
bunca yüzyıldır yaptığınız gibi gözlerinizi kapatmamanız için.
"Farklı" oldukları için zulüm gören kadim büyücüler, öl-
mekte olduğunu düşündükleri dünyadan kaçtılar -büyüyü
reddeden, ondan korkan bir dünyadan. Barış içinde yaşayabi-
lecekleri bir yer arayarak, zaman ve uzayda yolculuk yaptılar.
Bu dünyaya gelmeleri tesadüf değildi, çünkü evrendeki büyü-
nün kaynağı burasıydı. Büyünün seslenişi büyücüleri buraya
getirmişti. Bu dost kıyılara geldikten sonra, kadimler gemileri-
ni yaktılar ve buradan asla aynlmamaya yemin ettiler.
Yalnızca eski dünya ile her tür iletişimi kesmekle kalmadı-
lar, bu dünyanın çevresine bir engel inşa ederek Dışarı'dan
herhangi birinin içeri girmesini de engellediler. Ama bu büyü-
200

KARAKJLIÇln HAFEBJ
İ o kadar güçlüydü ki, yalnızca evreni dışarıda tutmak-
|1' kalmadı, büyüyü de içeriye kapattı.
K dimler içinde bulundukları ânı güvene almak için öyle
kli davranmışlardı ki, geçmişi de yok etmişlerdi. Eski dün-
ilişkin anılan canlı tutmak -ve böylece kendilerine onun
ilâ orada olduğunu hatırlatmak- yerine, kayıtları yok ettiler,
ilan uzaklaştırdılar, ta ki sizin için bütün bunlar periler âle-
minden daha az gerçek Ev Büyücüsü masalları olana kadar.
Ve dışarıda, ne kadar uzak ve sapa olsa da, bir dünya ol-
duğunu unuttuğunuz için, kendinizi güvende hissettiniz
^ölüyken bile bu dünyaya ait olmadığına inandıklarını sürgü-
ne gönderecek kadar güvende. İnsanları "Öte"ye gönderme
âdeti böyle başladı. Farklı olanlarla başa çıkmak için temiz,
basit bir yöntemdi. Dünyayı onlardan hızla ve etkin bir şekil-
de kurtarıyordu. Ceza o kadar korkunçtu ki, çok etkili bir göz-
dağı olarak işlev gösteriyordu. Fark etmediğiniz, bu büyücüle-
ri dışarı ölüme değil, yaşama gönderdiğinizdi.
Biz onlan unutmuş olsak da, Öte dünya bizi hiç unutmadı.
Büyünün çoğu onlara kapalıydı, mühürlenmişti, bu doğru.
Ama zaman zaman minik parçalan kaçıyor, engeldeki çatlak-
lardan sızıyordu. Öte dünya Yaşam'a açtı ve Teknoloji'nin ile-
ri kullanımları bunu mümkün kıldığında, Öte dünyanın insan-
ları büyüyü aramaya başladılar.
Onu buldular, elbette, ama ona ulaşamadılar. Büyülü en-
gel, aşamayacakları kadar güçlüydü. Ama sürgüne gönderilen-
leri, Sınır'ın ötesindeki topraklarda -Gwen ve benim gibi- do-
lananlan buldular. Burası, benim yaşadığıma benzer dehşet
verici fırtınaların süpürdüğü korkunç bir yer. Burada pek az
insan var. Burası bir ileri karakol, burayı işleten adamların tek
bir amacı var -büyü edinme yollarını araştırmak.
201
m A RP A Rf T IUEİS & TRACY HiCKJnAn
Bizi böyle buİdular, başkalarını böyle buldular. Sınır K
yunca, hareket eden her şeyi sezen alarmlar -o kırmızı ışıkl
yerleştirdiler. Olanak buldukları her seferinde, büyücüleri k
tardılar ve artık sürülmüş bu insanlar Öte dünyada yaşryorı
Çoğu, benim zavallı Gv/en'im gibi deli. Ama bazıları de&ı
Bazılarının -özellikle de "Karabüyücü" olarak bilenen birinin
aklı oldukça başında. Sayısız defa Smır'ı aşmaya çalıştı. On
göre, engel bu dünyanın ve her Yaşayan varlığın içindeki bü-
yü enerjisinden yapılmış bir enerji alanı. Dışarı sürülen Yaşa-
yanlar, kendi enerji güçleri yüzünden geri dönemiyorlar. Tıp-
kı birbirini iten benzer manyetik alanlar gibi, bu dünyanın bü-
yüsü onların büyüsünü itiyor. Tüm bu yıllar boyunca, bu dün-
yanın bir hata yapmasını bekledi, onun içeri girmesine izin ve-
recek bir hata.
Sizin hatanız bendim.
Büyülü sınırı Ölü bir adam geçti. Büyü ufalandı, kilit kırıl-
dı. Benim büyü enerjim yok, itilmiyorum. Geri dönebilirdim.
Ve dönseydim, teorilere göre, enerji alanını bozacaktım. Kapı-
yı arkamdan açık bırakacaktım.
Dediğim gibi, Karabüyücü aylar süren çalışmalardan sonra
bu sonuca vardı: Biz hep düşman değildik, görüyorsunuz. Bir
zamanlar ona güveniyor, hayranlık duyuyordum...
Ama bu başka bir nikâye.
Güç sahibi olanlar beni iki dünyanın bir araya gelmesi, ka-
rışması gerektiğine ikna ettiler. Bunun Thimhallan için bir ni-
met olacağını düşündüm. İki dünyanın birleşmesinin evrene
yeni bir düzen getireceğine inandım. Hayallerim parlaktı. Ama
başkalarının hayalleri çarpık ve sapkınmış.
Geri döndüm... ve onlar beni takip ettiler, savaş getirdiler.
Beni aldattılar, bana ihanet ettiler. Tıpkı diğerlerini fethet-
202

KARAKİLİÇİİİ HAFERJ
?ı ? bu dünyayı da fethetmeye kararlı olduklarını şim-
tiKleri giD1-

.. fark ediyorum.
net gerçekleşecek mi? Bir yamaçtan aşağı yuvarlanan
ibi yıkımımıza mı koşuyoruz? Bu korkunç bir düşünce.
matınızda başka seçeneğimiz yokmuş gibi, her şeyi bilen,
Ve yaz»1
aldırış etmeyen bir Efendi zayıf yaşamlarımızı kontrol

_ı miş ezelden beri kontrol etmiş göründüğü için daha da


korkunç geliyor.
Kaçış y°k mu? Olmadığını düşünmeye başlıyorum. Haya-
tım boyunca yaptığım iki doğru ve iyi şey -bu dünyayı terk et-
mek ve onu kurtarmak için geri dönmek- Kehanet'i gerçekleş-
meye daha da yakınlaştırmış, anlaşılan.
Eğer bu doğruysa, eğer yaşamlarımız tarok kartları gibi da-
ğıtıldıysa, eğer Oyuncu'nun dilediği gibi bir el kazanmak ya
da kaybedilmek üzere masaya fırlatıldıysak ve yaşamda bun-
dan başka bir şeyin önemi yoksa, Simkin'i ve dünyayı nasıl al-
gıladığını anlamaya başlıyorum.
Oyun önemsiz, onu oynamak ise her şey demek.
203

İKİnCİ KİTAP

I
DÜŞMAN
Hava Kuvvetleri'nin beşinci taburunun komutanı Binbaşı
Tames Boris'e, adamları arasında (gayrıresmi olarak ve o işit-
me mesafesinde değilken) sevgiyle 'Kütük' olarak hitap edilir-
di. Kısa, kalın, kaslı bir bedeni vardı -ona lakabını kazandıran
bu fiziksel niteliklerdi kuşkusuz. Otuz yaşındaydı, bedenini iyi
dunımda tutardı ve her yıl, üs, üst düzey askerler ve hükümet
görevlileri tarafından teftiş edilirken, Binbaşı Boris dileyen tüm
yeni askerleri, kafataslarım kırmak pahasına hep beraber hü-
cum etmeye ve onu yere yıkmaya çalışmaya davet ederdi. (Ef-
saneye göre, bir acemi bir tank çalmış ve dosdoğm Binbaşı
Boris'in üzerine sürmüştü. Yine efsaneye göre, tank Binbaşı'ya
çarptığında James Boris ayakta kalmış, ama tank devrilmişti.)
Ama acemilik zamanlarında James Boris ile birlikte görev
yapmış olanlar, lakabının gerçek kökenini biliyordu. Bu ders-
haneden geliyordu, giyinme odasından değil.
"James Boris, sende ancak bir ağaç kütüğü kadar hayal gü-
cü var!" demişti eğitmen, yakıcı bir şekilde.
İsim adamın üzerine yapışıp kalmıştı.
Yorum -ve lakap- James Boris'i azıcık bile rahatsız etmi-
yordu. Aslında onu, tıpkı madalyalarını taşıdığı gibi, gururla ta-
şıyordu. Bu hayal gücü eksikliğinin, rütbesinin hızla yüksel-

mARCAREt WEİS fi- +RACY HlCKjnAn


meşini sağlayan en önemli etken olduğuna inanıyordu Bi
şı Boris, kuralları harfi harfine uygulayan bir komutandı K"u
lerini kurallardan ve düzenlemelerden oluşan sıkı toprağln H
rinlerine salmıştı, yönettikleri için rahatlatıcı ve güven ve
bir düşünceydi bu. Herhangi bir konuda, James Boris'in nos-
yonunu merak etmeye hiç gerek yokaı. Eğer kurallar ve dü-
zenlemeler o konuyu içeriyorsa, o zaman Binbaşı Boris tam
tepesinde duruyor olacaktı ve hiçbir şey -hatta efsanevi tank
bile- onu yerinden kıpırdatamazdı. Eğer kurallar ve düzenle-
meler o konuyu kapsamıyorsa...
Eh, bu tartışmalıydı. James Boris kurallann ve düzenleme-
lerin kapsamadığı bir konuyla hiç karşılaşmamıştı.
Şimdiye kadar.
Binbaşı Boris'in kişiliğinin bu yanı -hiç hayal gücünün ol-
maması- Thimhallan'da gönderilen keşif gücünün başına geç-
mek üzere seçilmesindeki en önemli etkenlerden biri olmuş-
tu. Yüksek hükümet görevlileri bu tuhaf dünyaya ilişkin tas-
virler almışlardı, iki adamın sağladığı tasvirler: biri halk arasın-
da Karabüyücü olarak tanınıyordu, diğeri ise belirli gizli hükü-
met dairelerinde Joram olarak. Yüksek görevliler, ki araların-
da duyduklarına inanan pek az kişi vardı, sağduyusunu kay-
betmeden Thimhallan'da hayatta kalması için bir adamın cesa-
rete ve soğuk, katı mantığa sahip olması gerektiğine karar ver-
diler.
Bu karara nasıl vardıklarını anlamak kolaydı ve kuşkusuz
bu düşüncenin biraz kıymeti de vardı. Ne yazık ki, kararları fe-
laket derecede yanlış çıktı. Güvenli teknoloji dünyasından ya-
bancı, dehşet verici büyü dünyasına gönderilen herhangi bin
varlığının özüne dek sarsılacak olsa da, hayal gücü olan bir
komutan akıl karıştıran durumlarla başa çıkabilecek kadar es-
208

KARAKJLIÇln ZAFERİ
.şiirdi. Diğer yandan Binbaşı Boris, hayatında ilk defa
n -i dayanıklı kütüğünün ayaklarının altındaki topraktan
...j.igünü hissetti. Şimdi kökleri açıkta, savunmasızca yatı-
rdu, acınası bir manzaraydı.
«Ne önerdiğimi bilmek ister misiniz, Binbaşı?" diye mırıl-
J, yüzbaşı Collin. "Buradan defolup gitmeyi öneriyorum!"
Kırk beş yaşlarında, Dış Bölgeler'de verilen zorlu tank sa-
* aslarından birinde bulunan Yüzbaşı, titrek ellerle bir sigara
İdi yere düşürdü, bir tane daha aldı, ikiye böldü ve sonun-
da sigara paketini cebine geri koydu.
Binbaşı Boris kasvetle diğer yüzbaşılara baktı ve bir tanesi
hariç hepsinden ısrarlı onaylar aldı. Son kişi dikkat etmiyor,
sandalyesine oturmuş, titriyordu.
"Çekilmemizi mi öneriyorsunuz..." diye hırladı James Bo-
ris.
"Basıp gitmeyi öneriyorum, hepimiz ölmeden ya da şey gi-
bi kaçırmadan..." Yüzbaşı Collin ağzını hızla kapatıp cümlesi-
ni yarım bıraktı, yanında titreyerek oturan yüzbaşıya bir bakış
fırlatarak cümleyi onun tamamlamasına izin verdi.
Binbaşı Boris standart imalat metal masasının arkasına yer-
leşmiş, önünde, standart imalat, metal, katlanan sandalyelere
oturan komutan ekibiyle, Binbaşı Boris'in standart imalat, sa-
ha karargâhında, en gelişmiş jeodezik tasarıma sahip plastik
kubbenin içinde toplantı yapıyordu. Bir dizi başka kubbe -ba-
zıları daha büyük (erzak kubbesi, yemekhane kubbesi), bazı-
ları daha küçük, yatak kubbeleri- kilometrelerce öteye kadar
manzarayı kaplıyordu. Kubbeler birkaç dakika içinde söküle-
bilirdi; tüm tabur birkaç saat içinde gemiye yüklenebilir, bu
kâbus dünyasını terk edebilirdi.
Elini sıkıca masanın metal yüzeyine koyan Binbaşı, onun
209

UlARPAREt UİEIS 6r tRACY HlCKjnAn


serinliğinden, vurdumduymaz, teslim olmaz... neyimi
güven aldığını hissetti. James Boris boşluğu dolduracak ı
sözcük aradı. Metalliğinden mi? Vurdumduymaz, teslim ol
metalliğinden mi? Metallik diye bir sözcük olduğundan e
değildi, ne kastettiğini anlatıyordu. Saat 0300'de burayı t
eder, metal dünyasına dönerlerdi...
Eli masanın üzerinde sıkıldı. Dikkatle çevresine bakındı i
tediğini hatırlamadığı, parlak portakal rengi kapağı olan yesi
çaydanlıktan -şu anda James Boris'in içmek istediği son şev
çaydı- standart imalat saha bilgisayarının yanında düzgünce
yığılmış kâğıtlara kadar. Binbaşı sinirle, ne yaptığını fark etme-
den elindeki boğumları yumuşak bir şekilde masaya vurmaya
başladı. Bakışları plastik kubbenin yan tarafına yerleştirilmiş
küçük, saydam, plastik pencereye kaydı.
Geceydi, hiperuzay kadar karanlıktı, ne ay, ne de yıldız gö-
rünüyordu. James Boris derinleşen bir kasvet içinde, bunun
gerçek gece mi, yoksa onun ve adamlarının üzerine dev, bo-
ğucu bir battaniye gibi örtülen o dehşet verici büyülü geceler-
den biri mi olduğunu merak etti. Saatine fırlattığı hızlı bir ba-
kış zaman konusundaki endişelerini giderdi: 2400. Yalnızca
kırk sekiz saattir buradaydılar.
Kırk sekiz saat. Üst düzey komutanlar bu dünyanın halkı-
nı sindirmek için bu zamanın yeterli olacağına karar vermişler-
di. Raporlara göre, Orta Çağ'ın başlarında yaşayan bir halk.
Kırk sekiz saat sonra Binbaşı Boris durumun kontrol altında
olduğu, güçlerinin önde gelen başkentleri işgal etmekte oldu-
ğunu, barış içinde, birlikte yaşamak için pazarlıkların başlaya-
bileceğini raporlayacaktı...
Kırk sekiz saat. Adamlarının yarısı ölmüş, tanklarının yan'
dan fazlası ya yok edilmiş, ya da ellerinden çıkmıştı. Hayatta
210

KARAKJLIÇin HAFERJ
fkmlann yaklaşık üçte biri, titremekte olan yüzbaşıdan
• ı durumda değildi. Binbaşı Boris, adamı doktorlara tes-
i u 'i iyi *-* L
_^vi ve komuta etmeye uygun olmadığını bildirmeyi ak-
lim etrncy ,
hmn bir köşesine yazdı.
K rk sekiz saat. Burada, dağların arasında gizlendikleri bu
. yeterince güvende olduklarını düşünüyordu, ama izleni-
lmiş gibi tuhaf bir his vardı üzerinde, görünmeyen gözler
' ona bakıyormuş gibi.
Pencereden dışarı bakan Binbaşı Boris yüzbaşılarının ko-
nuştuğunu duydu. Son kırk sekiz saatin olaylarının üzerinden
geçiyor, sanki onları inkâr edecek birilerine meydan okur gi-
bi, gergin seslerle yüzüncü kez anlatıyorlardı. James Boris söz-
cük denizinin üzerinde yüzüyor, zaman zaman aklından bir
kural ya da düzenleme parçasının süzüldüğünü görüyordu.
Çırpınarak onu yakalamaya, tutunmaya çalışıyordu. Ama gör-
düğü şey her seferinde batıyor, onu çaresizlik içinde boğulma-
ya bırakıyordu...

Binbaşı kendi düşüncelerine öyle dalmıştı ki, bir başka


adamın sessizce içeri girdiğini hiç fark etmedi.
Diğerleri de fark etmedi. Belki de bu, adamın karargâh ka-
pısından girmemesi, kubbenin içinde basitçe maddeleşmesi
yüzündendi. Uzun boylu, geniş omuzlu, yakışıklı biri olan
adam pahalı kaşmir takım elbise giymiş, ipek bir kravat tak-
mıştı. Savaş alanı için garip bir giyim tarzıydı ve eğer giyimi
tuhafsa, tavırları daha da tuhaftı. Güzel bir restoranda masa
beklerken barda oyalanıyor da olabilirdi. Sakinlik içinde beyaz
gömleğinin manşetlerini düzeltti; bileğinde mücevherli bir kol
düğmesi pırıldadı. Sakinlik içinde Binbaşı Majör Boris'i süzdü.
Üzerinde resmi bulunan plastik bir kimlik kartı dikkatle ceke-
tinin cebine takılmıştı. Üzerinde kırmızı harflerle ismi, Menju,
211

niARSARfî U/EIS Si fR£CY HlCKJHAn


yazılmıştı ve bir sözcük daha: Danışman.
Adam dikkati üzerine çekecek hiçbir ses çıkarmamış ol
sına rağmen, varlığını gizlemek için de hiçbir şey yap™ .
Yüzbaşıların sırtı ona dönüktü. Kendi sorunlarıyla sarıl
Binbaşı Boris hâlâ masasına bakıyordu. Yeni gelen adam w
basıların raporlarını ilgiyle dinledi, zaman zaman kimlik kan
nı uzun va hassaslıkları ile dikkat çeken parmaklarının uçlanv
la okşadı. Üzerinde tek sözcük, Danışman, yazılı kimliğiyu
oynarken, bunu son derece eğlenceli bulurmuş gibi gülümse-
di.
"Ucubelerin kısılı kaldığı söylenen taştan kaleye saldırıyor-
duk." Yüzbaşı Collin'in ses tonu acı ve alaycıydı. "Tankçılarım-
dan biri bir kadın, bir kadın, sözlerime dikkat edin" -Yüzba-
şı'nın ses tonu karardı- görmüştü ki kapaktan yeşil bir madde
sızmaya başladı. Onlar neler olup bittiğini anlamadan bu... bu
çamur derilerini yemeye başladı! Parlamaya başladılar sanki ve
saniyeler içinde titrek yeşil jöle yığınlarına dönüştüler..."
"Çocuk gözlerimin önünde kurda dönüştü! Rankin'in üze-
rine atladı, onu yere yıktı ve ben kıpırdayamadan boğazını
parçaladı. Tanrım, bana yardım et! Rankin'in çığlığını hiç unut-
mayacağım. .. Ne yapabilirdim? Kaçacak mıydım? Lanet olsun,
evet, kaçtım! Ve koştuğum tüm süre boyunca ensemde sıcak
nefesini hissettim, tar« arkamda nefesini işittim. Hâlâ da duya-
biliyorum..."
"Bu şeye ateş ettik, ama dokuz metre yükseklikteydi her-
halde. Sanki ona lazer ateşi değil de, kibrit çöpleri fırlatıyor-
duk. Bir ayağını kaldırdı ve bam! Mardec ile Hayes'in sonu
geldi. Yıkıntının altından cesetlerini bile çıkaramadık..."
"Beyaz cüppeli bir adam, Pazar okulu kitabından lanet bir
resim gibi, önümüze atlayıp çocuklara kılıcı ile saldırdı. Evet,
212

KARAKJLIÇin ZAFERJ
, ja onu faz tabancaları ile ikiye biçmeye hazırlandılar
bl\atnl Ateş ettiler ve kılıç..."
" ..ışığı saptırdı mı?"
«Saptırmak mı! Lanet ışığı emdi! O silahları gördüm. Hepsi
arnen boşalmıştı ve daha savaştan önce şarj edilmişti. O la-
«eyleri bir daha şarj etmeden önce bir ay kullanabiliyor ol-
*. mız lazımdı. Bu kadar da değil, ama cüppeli adam aynı şe-
yi bir tanka da yaptı."
"Yok ya..."
? "Gördüm, yemin ederim! Mürettebat göstergelerin çılgına
döndüğünü, sonra her şeyin öldüğünü raporladı. Ama bu kı-
lıç ve cüppeli adam önlerinde durmuş, o tuhaf ışıkla parlıyor-
du ve mürettebatın raporladığı son şey parlak bir ışık çakma-
sı oldu... Bir patlama duyuldu... ve sonra yerde bir delik açıl-
dı; tankın yarısı havaya uçmuştu..."
Titreyen Yüzbaşı aniden konuştu. "Yarım. Yarı adam, yarı
at. Yüzleri kıllarla kaplıydı, ama gözlerini gördüm, korkunç
gözler ve toynaklarını, keskin toynaklar..." Yüzbaşı ayağa fır-
ladı. "Jamesson'u ezdiler! Durdurun onları! Ah, tanrım! Onu
yakaladılar... kollarını kopardılar. O... hâlâ hayatta! Tanrım!
Haykırışları! Vumn onu! Susturun! Sustumn!" Yüzbaşı ellerini
kulaklarına kapatarak ağlamaya başladı.
"Onu buradan çıkarın," diye emretti Binbaşı Boris, başını
kaldırarak. Sonunda bir şey dikkatini çekmişti.
Komutanlarının geri kalanı tartışmayı bıraktılar ve kendini
koyuvermiş yoldaşlarına bakmaktan kaçınarak sustular. Yüz-
başı, ofisi ana kubbeye bitişik bir başka, daha küçük jeodezik
kubbede bulunan çavuşu çağırmak için ağzını açmıştı ki, pa-
halı takım elbisesinin üzerinde Danışman kartını taşıyan ada-
mın varlığını fark etti.
213

ITİAReARfî U/EIS & ÎR&CY HlCKjnAn


Binbaşı Boris tamamen buz kesti, neredeyse zavallı Y-
şı kadar şiddetle titremeye başladı. Komutanlarının sabit b L-
larını fark eden, masanın üzerinde sıktığı yumruklarının
den gevşediğini gören yüzbaşılar telaşla arkalarına döndi'l
Onları izleyen adamı görünce hepsi dönüp -bazıları di&erı
rinden daha yavaş, özellikle de Yüzbaşı Collin- Binbaşflar,
huzursuz bakışlar fırlattılar.
Bana güvenlerini kaybediyorlar, diye düşündü James Bori
acı acı. Onları nasıl suçlayabilirim? Ben de kendime, çevrem,
deki her şeye güvenimi kaybediyorum! Bakışları gönülsüzce
ama kaçınılmaz bir şekilde ağlamakta olan Yüzbaşı'ya kaydı
Ben de Walters gibi delireceğim... Kendimi toplamam lazım.
Kendini dik oturmaya zorlayan, geniş çenesini sıkan ve
öne çıkartan Binbaşı Boris çavuşa bağırdı.
Kapı açıldı, Çavuş girdi. "Efendim?"
"Kimsenin içeri alınmaması için emir verdim. Bu adam bu-
rada ne yapıyor? Görev yerini terk mi ettin?"
Çavuş ziyaretçiye baktı, gözleri iri iri açıldı, derisi solgun
bir renk aldı. "Hayır, efendim! Onu içeri ben almadım, Binba-
şım, yemin ederim! Ben -ben tüm gece masamdan ayrılma-
dım, efendim."
Danışman etiketli adam gülümsedi.
James Boris gerildi, o gülümsemenin beyaz, düzgün dişle-
rini ipek kravatlı boğazdan aşağı göndermeye can attı. Eli bek-
lenti içinde seğirdi ve yumruklarını sıkmak zorunda kaldı. Bin-
başı Menju'nun nasıl içeri girdiğini çok iyi biliyordu; bu numa-
rayı daha önce de görmüştü, yalnızca birkaç saat önce. Ama
bu bir numara değil, diye kendi kendine hatırlattı James Bo-
ris. Bu çocukların ağzını açık bırakacak, yetişkinlerin başlarını
sallamalarına sebep olacak büyük bir yanılsama değil. Bu ay-
214

KARAKJLİÇin ZAFERİ
vaoılmadı. Bu gerçek, en azından bu gerçekdışı dün-
adaki her şey kadar gerçek.
nsver, çavuş," diye mırıldandı Binbaşı Boris, yüzbaşıları-
ittikçe sinirlendiğini fark ederek. "Sıhhiyeye gönder." İs-
? e kapılmış Walters'a doğru bir hareket yaptı. "Komuta et-
uygun olmadığını bildirmelerini söyle. Teğmen şeyi ter-
f ettireceğim.?• Teğmen..." James Boris kızardı. Emri altında-
ki subayların hepsinin ismini hatırlamakla övünürdü, hatta er-
lerin hepsinin. Şimdi bir teğmeni, bir yıldan fazla zamandır
emri altında görev yapan bir adamı hatırlamakta güçlük çeki-
yordu. "Lanet olsun, sırada kim varsa, yarım saat içinde," -zi-
yaretçisine baktı- "burada, bana rapor vermesini söyle," diye
bitirdi soğuk sesle.
"Başüstüne, efendim," dedi Çavuş, kapıya yönelerek.
"Çavuş!" diye bağırdı Binbaşı Boris.
"Buyrun, efendim." Çavuş döndü.
"Şu lanet çayı da al götür! Ben hiç içmem. Bunu biliyorsun.
Neden getirdin ki?"
Çavuş çaydanlığa şaşkınlık içinde baktı. "Onu ben getirme-
dim, efendim," sözcükleri dudaklarına kadar geldi. Ama sert
yüzlü Binbaşı'ya bir bakış fırlattıktan sonra, "Özür dilerim,
efendim," diye mırıldanarak çaydanlığı sapından tuttu ve ofi-
sine götürdü.
"Geldiğiniz için teşekkür ederim, baylar," dedi James Boris
bitkinlik içinde. Konuşan Kurallar ve Düzenlemeler idi, kendi-
si değil. Ne söyleyeceğini bilinçli olarak düşünmüş olsaydı, tek
söz bile etmezdi. "Tavsiyelerinizi değerlendireceğim. Gidebi-
lirsiniz."
Yüzbaşılar doğrulup dışarı çıkarken yere sürtünen metal
sesleri çıktı. Sessizlik içinde gittiler -kötü bir işaretti bu, James
215

nİARPARf? U/EİS & TRACY HlCKTOAn


Boris biliyordu.
Bilgisayarı açarak ekranda bir şey okumaya dalmrc
Ş gibi
yaptı, ama aslında neye baktığı konusunda en ufak bir fit • u
le yoktu. Artık aralarından hiçbiri ile konuşmak istemiyo H
onlarla karşı karşıya gelmek, gözlerinin içine bakmak iste
yordu. Ona fırlattıkları yan bakışları görmekten çok hissetti
birbirleri ile de bakıştıklarını biliyordu. Sorguluyorlardı, merak
ediyorlardı.
Ne yapacak? Gemileri çağırtacak mı? Çekilecek miyiz?
Emirleri neydi? Elbette, söylentiler çoktan başlamıştı; artık ta-
burun komutası Binbaşı'da değildi... Savaş kötü gidince kont-
rolü Karabüyücü Menju ele geçirmişti.
Binbaşı Boris, saha telefonuna bağırarak sıhhiye görevlile-
rini uyandırmaya çalışan çavuşun sesini duyabiliyordu. Tele-
fonlarda sorun yaşamışlardı, teknisyenler bu tuhaf, enerji do-
lu atmosfer yüzünden olduğunu söylemişti. Yüzbaşılardan bi-
ri, muhtemelen Collin, savallı Walters'ı yakalamış, dışarı götü-
rüyordu. Herkes gittikten sonra, telefon hâlâ elinde olan Ça-
vuş kapıyı tekmeleyerek kapattı.
"Pekâlâ, ne istiyorsun?" diye hırladı Binbaşı Boris, gözleri
bilgisayar ekranının üzerinde, ziyaretçisine bakmayı reddede-
rek.
Menju odayı aşıp masasımn önünde durdu. Büyücünün
gözleri iriydi ve güven verici bir cazibeyle parlıyordu. Derisi
bronzlaşmıştı, yüzü traşlıydı. Saçları gürdü. Alnından arkaya
düzgünce taranmış, gümüş grisi rengi bronzlaşmış cildi ile hoş
bir zıtlık oluştunıyordu. Işıklandırma bunu en etkin şekilde
teşhir ediyordu. Parmaklarının ucunu metalin üzerine koyarak
düzgün burnunun tepesinden kalın enseli, köşeli çeneli Bin-
başı'ya dik dik baktı.
216

KARAKjuçın ZAFER!
? lentilere göre çekilmeyi planlıyormuşsun," dedi adam.
rüntüsüyle uyum içindeydi -seyirci önünde gösteri ya-
S k geçirdiği yılların eğittiği gür, tok bir bariton.
P «nvle olsa ne °lur' Burada komuta hâlâ bende!"
Binbaşı Boris sinirli bir hareketle bilgisayarı kapattı, bunu
arken, kadın memurlann askeri giyim kodunu ihlal etme-
. je ilgili, aylar önce yazılmış bir nota bakmakta olduğunu
f rk etti. Yumuşak sesle kendi kendine küfretti. Menju ile yüz-
leşmek üzere döndü ve elini sıcak bir şeyle yakarak daha yük-
sek sesle küfretti.
"Ne halt -Çavuş!" diye kükredi öfkeyle.
Yanıt gelmedi. Sandalyesinde doğrulan James Boris öfkey-
le odayı aştı ve kapıyı hızla açtı. "Çavuş!" diye gürledi. "Şu la-
net çaydanlık..."
Orada kimse yoktu. Saha telefonunu kaldırarak kulağına
tuttu. Çıkardığı statik sesleri başka tuhaf sesler neredeyse ku-
lağını sağır edecekti. Anlaşılan telefon hatları da kesilmişti. Ça-
vuş sıhhiye bulmak için gitmiş olmalıydı. Binbaşı Boris yine
küfretmeye başladı, ama sonra kendine hâkim oldu. Öfkeli
sözlerini yuttu, onlann geçtiği yerleri yakıp kavurduğunu his-
setti, en azından öyle gelmişti. Elini ağrıyan midesine bastıra-
rak, ağır adımlarla ofise döndü, -ziyaretçisine hiç bakmadan-
kendini sandalyeye attı ve parlak portakal rengi kapağı olan
yeşil çaydanlığa dik dik baktı.
"Her şeye lanet olsun! Ona lanet şeyi buradan götürmesini
söylemiştim!"
"Öyle dedin," dedi, tüm önemli sistemlerdeki tiyatro çadır-
larında Karabüyücü olarak bilinen Menju. Kayıtsızca masaya
oturmuş, şimdi çaydanlığa büyük bir ilgiyle bakıyordu. "Evet,
öyle dedin," diye mırıldandı. "Hayır, ona dokunma." Hızlı, in-
217

İTİAReARfT U/EİS & ÎRACY HıcıcraAn


ce parmaklı elini uzatarak, çaydanlığı kapıp bir şev ya
hazırlanan -Binbaşı bunun ne olduğu konusunda emin d '
di, ama pencereyi düşünmüştü-James Boris'i engelleyer ı
Menju'nun güçlü eli Boris'in bileğine kapandı.
"Düşüncesizce planladığın bu geri çekilmeyi tartışah
dedi Karabüyücü hoş bir şekilde.
"Düşüncesizce..."
"Evet, düşüncesizce. Yalnızca askeri kariyerin açısında
değil -benim etkisiz bir adam olmadığımı bilirsin- aynı za-
manda senin ve adamlarının hayatları açısından. Hayır, hiç de-
neme, Binbaşı."
Yüzü öfkeyle kızaran James Boris Karabüyücü'nün elinden
kurtulmak için hızlı bir hareket yaptı. Büyücünün yüzündeki
gülümseme hiç silinmedi. Ezilen kemik sesi Binbaşı'dan bir in-
leme koparttı.
"Güçlüsün, ama ben daha güçlüyüm." Menju'nun eli James
Boris'in bileğini sıkmaya devam etti. Binbaşı öfkeyle büyücü-
nün kolunu tuttu ve efsanevi gücünün tümünü kullanarak
adamın elini sökmeye çalıştı. Tanklarından birinin çelik lazer
silahlarından birini bükmeye çalışıyordu sanki.
"Kırk sekiz saat önce tavuk bacağı gibi kemiklerini ikiye
bölebilirdim!" diye homurdandı James Boris, sıktığı dişlerinin
arasından, Karabüyücü'ye korkusunu saklayan -öyle umuyor-
du- bir öfke ile bakarak. "Bu senin numaralarından biri mi..-
büyü!" Sözcüğü tükürür gibi söyledi.
"Evet, Binbaşı James Boris. Bu mamalarımdan biri... büyü!"
Sözcüğü yabancı bir dilde söyleyen Menju, Binbaşı'nın eli-
ni kaldırdı.
James Boris çığlık attı, elini -ya da eskiden eli olan şeyı-
Karabüyücü'nün elinden kurtardı. Büyücü kahkaha atarak bı-
218

KAR£KJLIÇin HAFERJ
Rinbaşı Boris, dehşet içinde bakarak sandalyesine
13 eli gitmişti- Yerinde pençeli bir tavuk ayağı vardı.
Hanlıktan gelen bir gurultu Menju'nun ona hızlı bir ba-
ı rinasına sebep oldu. Ama çaydanlık hemen sustu, ama
ndan bir duman bulutu tembel tembel yükseliyordu.
»Onu düzelt!" James Boris bileğini yakaladı, eskiden eli
tavuk ayağı seğirdi. "Kurtul şundan!" Sesi tiz bir çığlığa
dönüştü, boğulur gibi oldu.
«Artık geri çekilmek söz konusu olmayacak," dedi Karabü-
yticü soğuk bir sesle.
"Lanet olsun!" Boris'in alnında ter damlacıkları belirdi. "Ye-
nildik! Bu... bu... bununla savaşamam." Sözcük aradı, bula-
madı. "Adamları duydun! Kurtadamlar, devler! Enerji çeken bir
klıcı olan bir adam..."
"Onları duydum," dedi Menju sertçe. Elinin bir hareketiyle
bir katlanan sandalyenin sürünerek gelmesini ve arkasında
durmasını sağladı. Rahatça oturarak kaşmir pantolonundaki
bir kırışığı düzeltti ve gözlerini mutasyona uğramış elinden
ayırmayan Binbaşı'yı izlemeye devam etti. "Kılıcı olan adamı
da duydum. Dürüst olmak gerekirse, bırak korkutucu olmayı,
birazcık ilgi çekici bulduğum tek şey oydu."
Zarif parmaklarının bir hareketiyle Karabüyücü bir başka
yabancı sözcük söyledi ve Binbaşı'nın eli geri döndü. Rahatla-
yarak ürperen James Boris elini hararetle inceledi, gerçekliğin-
den emin olmak ister gibi derisini ovaladı. Sonra, üst dudağın-
daki teri silerek Karabüyücü'ye kısık, korku dolu gözlerle bak-
tı.
"Kendini topla, Binbaşı," diye terslendi büyücü. "Elbette,
kılıcı olan adamın kim olduğunu biliyorsun."
Dirseklerini masaya dayayan Binbaşı, standart askeri biçim-
219

rUARCARft U/EİS §• ÎRACY HiCKinAn


de kesilmiş saçları ile başının ellerine dayanmasına izin v
"Hayır," diye mırıldandı boş bir sesle, "bilmiyorum..."
"Joram."
"Joram mı?" Binbaşı Boris başını kaldırdı. "Ama bana ta
sız kalacağını söylediler..." Binbaşı sustu, ağzı acıyla çarnıln
"Ah, anlıyorum. Eğer halkını katletmeye başlamasaydık tar f
sız kalacaktı!"
"Herhalde." Menju omuzlarını silkti. "Dürüst olmak gerekir
se, bir şekilde bizi durdurmak için eyleme geçmeden bu dün-
yayı fethetmemize izin vereceğinden kuşkuluydum. Ama rolü-
nü iyi oynadı ve artık oyundan alınabilir. Aslında, ödülü ol-
dukça arttırdı!"
Karabüyücü alt dudağını iki üst dişinin altına kaydırdı, ya-
kışıklı yüzüne kötücül bir görünüş veren bir alışkanlıktı bu, ya
da büyücüye ürkütücü bir büyülenmeyle bakmakta olan Ja-
mes Boris öyle düşündü.
"Joram Karakılıç'ını almayı başardı," dedi Karabüyücü, işa-
ret parmaklarını bir araya getirip gamzeli çenesine vurduğu bir
anlık duraklamadan sonra. "Lanet olsun!" Duygularını açığa
vurarak konuşmuş olsa da, sesi hâlâ yumuşak ve kontrollüy-
dü. "Analiz etmek için o cevherden bir miktar bulmalıyız! Ka-
rataş! Ona göre, bu dünyadaki büyü enerjisini çekiyor. Şimdi
de, bizim dünyamızda kullanılan fiziksel enerjiyi de çekme ye-
teneğine sahipmiş gibi görünüyor.
"Bir düşün, Binbaşı!" Menju ellerini indirdi, kravatını dü-
zeltti, dalgın bir alışkanlıkla manşetlerini düzeltti. "Bir kaynak-
tan enerji çekebilen ve o enerjiyi kendi kullanacağı şekle dö-
nüştürebilen bir cevher! O silahı ele geçiren, savaşı kazanabi-
lir. Yalnızca bu dünyada değil, istila etmek istediğimiz tüm di-
ğer dünyalarda. Şimdi, Binbaşı, destek kuvvetlerin gelmesi
220

KARAKILIÇln ZAFERİ
kadar zaman geçer?"
•Ç"1 k kuvvet mi?" Binbaşı Boris camlaşmış gözlerini kır-
A "Destek kuvvet yok! Biz keşif koluyuz, görevimiz ba-
P'Ş1İ ya da öyleydi." Sesi çatladı.
«Fvet barışçıldı. Pazarlık yapmaya çalıştık, ama vahşi bir
, ya uğradık, halkımız merhametsizce katledildi," dedi Ka-
rabüyüdi serinkanlılıkla.
' "Demek oyunun bu, öyle mi?" diye karşılık verdi James Bo-
ris cansız bir sesle.
"Oyun bu." Menju ellerini açtı. "Buraya gelmemiz için bizi
kandıran Joram önderliğinde, bu dünyanın halkı bize pusu
kurdu ve herhangi bir uyarı olmadan saldırıya geçti. Mücade-
le ettik, elbette, ama şimdi burada kısılı kaldık. Kendimizi kur-
tarmak için yardıma ihtiyacımız var."
"Ve bu destek kuvvet geldiğinde, tıpkı adamlarım gibi, be-
nim gibi senin kontrolün altına girecekler," diye devam etti Ja-
mes Boris, aynı donuk, aldırışsız sesle.
"Ve emirlerim üzerine bu dünyadaki her erkeği, kadını ve
çocuğu öldürecekler. Katalistler hariç, elbette, onlar, senin de
gördüğün gibi, büyü güçlerimi arttırmama yardımcı oluyor."
"Bu soykırım!" Yüzü öfkeyle kızaran Binbaşı inledi. "Tan-
rım, tüm bir halkı yok etmekten bahsediyorsun! Neden?"
"Neden mi?" Karabüyücü, tüm dünyalarda seyircilerin ser-
semlemiş gözleri önünde ördüğü illüzyon kumaşına inanması-
nı sağlayan çekici gülümsemesiyle gülümsedi. "Bu açık değil
mi? Yalnızca ben büyü sahibi olacağım. Ben ve oğullarım, kız-
larım. Aklıma gelmişken, üremek için pek çok kadına ihtiya-
cım olacak. Bunu kişisel olarak halledeceğim. Büyü sayesin-
de, ailem ve ben evrene hükmedeceğiz! Ve beni durdurabile-
cek hiçbir büyücü hayatta kalmayacak!"
221

mARÖAREt U/EIS & TR£CY HlCKITlAn


"Sana itaat etmeyeceğim! Seni ihbar edeceğim! Sen'
vedeceğim..." James Boris şiddetle küfretti. Yavaş yav
ğa kalkan Karabüyücü kayıtsızca bir parmağını James R
sağ eline uzatınca, sözcükler dudaklarında dondu.
Ölü gibi beyazlayan Binbaşı elini kaçırdı ve masanın ı
sakladı.
"İnsanları mahvetmekten bahsetmişken, Binbaşı, birkaç
zemli sözcük söyleyerek tüm kemiklerini kırabileceğimi hat
lamanı öneririm. Ne kadardı -iki yüzden fazla mı? Unutrm
şum, biyoloji beni hiç ilgilendirmemiştir. Ama sanırım ölmek
için oldukça acı verici bir yol olur."
"Adamlarım masum halkı öldürmez..."
"Ah, ama çoktan öldürdüler, Binbaşı Boris," diye sözünü
kesti Karabüyücü omuzlarını silkerek. "Adamların bu dünya-
nın halkından korkuyor. Joram'ın o antika deyişi nasıldı? 'An-
lamadıklarından korkuyorlar. Ve korktuklarını yok ediyorlar.'
Bugünküne benzeyen birkaç savaş daha ve sonra bu büyücü-
leri yeryüzünden silmeye can atacaklar. Şimdi, sana destek
kuvvetler hakkında bir sora sormuştum. Ne kadar sürer?"
Binbaşı Boris dilini dudaklarının üzerinde gezdirdi. Konuş-
madan önce defalarca yutkunmak zorunda kaldı. "En az yet-
miş iki saat."
Karabüyücü düşünceler içinde başını salladı. "Yetmiş iki
saat! Korkarım bu imkânsız. Fazla uzun. Bu süre içinde büyü-
cüler saldırıya geçer. Joram onları zorlar."
"Senin büyün bile bunu çabuklaştıramaz, Menju!" dedi Ja-
mes Boris acı bir gülümsemeyle. "Mesaj göndermeyi başarma-
mız gerekiyor ve iletişim hatlarında soran yaşıyoruz. Yıldız üs-
sü tetikte, ama adamların erzak alması ve gemiye binmesi ge-
rekecek. Sonra bir de atlayış var. İstersen beni ve tüm adam-
222

KARAKJLİÇin ZAFERİ
msa dönüştür," diye ekledi, büyücünün bronzlaşmış,
,ı yüzünün öfkeyle kızardığını görerek. "Olayları hız-
>a dırmaya hiç de yardımcı olmaz."
rabüyücü, James Boris'e dikkatle baktı, ama Binbaşı Bo-
1 akışlarına sertÇe karşılık verdi. Bir adamı -perişan bir
ja olsa- zorlamanın sınırları vardı. Anlaşılan büyücü o
rlara ulaşmıştı. "Demek zaman kazanmamız gerekiyor," de-
*\. vjenju, terleyen, gergin dudaklı Binbaşı'ya sırtını dönerek.
"Ve her şeyden öte, o kılıca ihtiyacım var!"
James Boris içini çekerek dirseklerini masaya dayadı ve ağ-
rıyan başını ellerine dayadı.
Düşünceler içinde kaşlarını çatan Karabüyücü görmeden,
adamın bakışlarının altında aniden sessizleşen çaydanlığa bak-
tı. Artık burnundan duman çıkmıyordu, içinden gelen gurultu-
lar kesilmişti.
Büyücü gülümsemeye başladı. "Bir planım var," diye mırıl-
dandı. "Barış... buraya barış içinde geldik... tıpkı söylediğin
gibi, Binbaşı Boris." Menju eğilerek parlak portakal rengi ka-
pağı olan yeşil çaydanlığı kaldırdı. "Şimdi, tek ihtiyacımız, me-
sajı bir adama, eğer kartlarımızı doğnı oynarsak bize yardımcı
olmak için can atacak dindar, kutsal kişiye taşıyacak biri."
223

2
BEDELİ BÜYÜK
Artık Merilon'da bahar yoktu.
Tıpkı şehrin büyülü örtüsünün dışına geldiği gibi, kubbeli
şehire de kış gelmişti. O gün kışın gelmesine karar verildiğin-
den ya da Sif-Hanariar görevlerini ihmal ettiğinden değil. Me-
rilon'a kış gelmişti, çünkü mevsimi değiştirmek için çok az Sif-
Hanar kalmıştı. Savaş Alanı'ndaki savaşta hayatta kalanlar o
kadar zayıf düşmüşlerdi ki, pembe ve yumuşak bahar bulutla-
rı yaratmak bir kenara, buz gibi havayı sislendirecek nefesleri
bile ancak kalmıştı.
En yaşlı sakinlerinin bile hatırlayamadığı zamanlardan beri
ilk kez şehrin içinde kar yağıyordu. Yağmur olarak başlamış-
tı; binlerce canlı varlığın yaydığı ısı ve Koruluk ile Merilon
Bahçeleri'nden yükselen nem şehirde kapalı kalmış havayı
yağmur yüklemeye yetmişti. Onu yönetecek Sif-HanaAar ol-
madan, kubbenin içindeki nem seviyesi öyle yükselmişti ki,
hava ağlamaya başlamıştı -ölüler için ağlıyordu, hikâyeler öy-
le diyordu. Gecenin çökmesi ile birlikte, yağmur kara dönüş-
müştü ve şimdi şehir beyaz bir battaniyenin altına gömülmüş-
tü...
"...bir ceset gibi," dedi Lord Samuels ağır ağır, pencereden
dışarı bakarak.

KARftKjLiçm HAFERJ
,-ğj donmuş, karlara bürünmüş bahçe, Gwendolyn'in
ve bayıldığı aynı bahçe değildi. Joram'a duyduğu aşkın
y1 .. .uğü çiçeğe durduğu bahçe değildi. Karanlık sırrını sak-
Saryon'un, çiçekleri korumak için bitkiyi köklediği bah-

A &ildi. Hayır, bu bahçe, karanlık topraklarında bunca ha-


re u&o
I vetiştiren bahçeden çok daha ihtişamlı, çok daha gürdü.
Bahçe daha ihtişamlıydı ve evde öyle. Bahçe gibi, daha
•'rkemli boyutlara sahipti. Lord Samuels ile Leydi Rosamund
nıında hayallerine kavuşmuştu. Sonunda, asil olmuşlardı.
Bedeli, harcamaya hazır oldukları şeyden daha büyük değildi
-kızları. Basit bir gösteriş için nadir bir inciyi harcadıklarını
çok geç fark etmişlerdi.
Kızlarının yok olmasından kısa süre sonra, Lord Samuels
onu arayarak Sınırtoprakları'nın terk edilmiş kumlarında do-
lanmaya başlamıştı. Lonca'daki işlerini tamamladıktan sonra,
her gün bu ıssız, çıplak yere geliyor, hava kararana kadar is-
mini seslenerek kumsal boyunca bir o yana, bir bu yana yü-
rüyordu. Sonra bitkinlik ve ümitsizlik içinde evine dönüyordu.
Uykusu huzursuzdu, bazen uyanıyor, Gwen'in ona seslen-
diğini duyduğunu söyleyerek gecenin ortasında Sınır'a dön-
mek konusunda ısrar ediyordu. Pek az yiyordu, hatta hiçbir
şey yemiyordu. Sağlığı etkilenmeye başladı. Tbeldara -Peder
Saryon'a bakan aynı lafını sakınmaz kadın- Leydi Rosamund'a
kocasının, ölümüne yol açabilecek tehlikeli bir bedensel
ahenksizlik içinde olduğunu söyledi.
Bu noktada Leydi Rosamund İmparator Xavier tarafından
ziyaret edildi. İmparator anlayış ve nezaket timsaliydi. Lord Sa-
muels'in tuhaf davranmaya başladığını duymuştu -İmpara-
tor'un dikkatle seçtiği sözcüklerle- halkın son derece üzücü
bir konuya yenilenmiş bir merakla bakmalarına sebep olan bir
225

ITlAR£AR£Î U/EIS S( ÎRACY HlCKJTTAn


şekilde davranmaya başlamıştı. Kimse yaslı anne baba '
vier kadar üzülemezdi. Ama artık Lord Samuels'in hı
traiju
olayı doğru açıdan gömıeye başlamasının zamanı gelmişi-
muştu işte, hiçbir şey bunu değiştiremezdi. Almin gizemi'
killerde çalışırdı. Lord Samuels inanç duymalıydı.
Xavier bu sonuncusunu ciddi bir ses tonuyla, Leydi Rn
mund'un elini okşayarak söylemişti. Neden Leydi R0
mund'un içini, daha önce hiç tanımadığı bir dehşetle doldu
muştu acaba? Belki de soğuk gözlerdeki sabit bakış yüzünden
di. Elini İmparator'un rahatsız edici dokunuşundan uzaklaştı-
rarak hızla çarpan kalbine bastırmış, dalgın dalgın Thelda-
ra'nın bir değişim... bir çevre değişikliği önerdiğini söylemiş-
ti.
Mükemmel bir fikir, demişti İmparator. Tam da onun aklın-
da olan şeydi bu. Talihli bir adama ufak bir mülk bahşetme
gücüne sahipti. Bu önemsiz hediyeyi kabul ederek Lord Sa-
muels İmparator'a büyük bir iyilik yapmış olacaktı. Mülk kü-
çük bir büyücü köyü, dış topraklarda bir şato ve şehirde bir
evden oluşuyordu. Vâris bırakmayan eski sahibinin -Kont De-
von isimli birinin- ölümünden beri harabeye dönüşüyordu.
Geriye dönük vergiler konusunda küçük bir sorun vardı, ama
Lord Samuels'in konumuna sahip bir adam...
Leydi Rosamund, "kocasının düşüncelerini acısından uzak-
laştıracak şeyin tam da böyle bir şey olduğundan kuşku duy-
madığı gibi birşeyler kekelemeyi başardı. İmparator'a derin te-
şekkürlerini sundu. Xavier teşekkürleri başını zarifçe eğerek
kabul etti ve veda etmek üzere ayağa kalkarken, kocasının ar-
tık Sınırtoprakları'na gece yolculuğu yapamayacak kadar meş-
gul olacağını tahmin ettiğini söyledi. Kocasının yeni görevleri-
nin, Joram isimli genç adamla ilgili duydukları ya da tanık ol-
226

KARflKILlÇin ZAFERİ
dan daha neşeli konular sağlayacağını umduğunu da
! v vier Leydi Rosamund'a, küçük bir deyişle veda etti: Geç-
bakarak geri geri yürüyen bir adam, sonunda takılıp ken-
Jjni incitmeye yazgılıdır.
O gece Lord Samuels'in Sınır'a yaptığı yolculuklar sona er-
Ertesi hafta, o ve ailesi Devon Şatosu'na taşındılar, Meri-
n'daki Devon evine yalnızca, zenginlerin ve güzellerin alış-
kanlıklarına uyarak tatillerde ve kış sezonunda döndüler. İste-
dikleri her şeye sahiptiler: servet, konum, artık emsalleri olan,
kendilerinden üstünlerce kabullenme.
Artık Gwendolyn'den bahsedilmiyordu. Eşyaları kuzenleri-
ne verildi, ama bu sade kızlar güzel elbiselere, mücevherlere
ağlamadan bakamıyordu ve kısa süre sonra onları bir kenara
kaldırdılar. Küçük erkek ve kız kardeşlerine Gwen'i sormama-
ları öğretildi.
Lord Samuels ile Leydi Rosamund tüm önemli saray olay-
larına ve partilere katıldılar. Yaşamlarındaki sevinç yok olmuş
gibi görünse de -ve sık sık çevrelerinde olan bitenle ilgilenmi-
yormuş gibi görünüyorlardı- yalnızca uygun asil kayıtsızlığı
teşhir ediyorlardı. Yeni emsallerine mükemmel bir şekilde
uyum göstermişlerdi.
Lord Samuels ile ailesi, Havailerin getirdiği savaşa ilişkin
haberler yüzünden Devon Şatosu'nu terk etmek zorunda kal-
mış, Merilon'daki evlerine henüz dün gece gelmişlerdi. Onun
için çalışan köylülerin korunacağı konusunda temin edilme-
den topraklarını terk etmemesi, Lord Samuels'in düşünceliliği-
ni gösteriyordu. Tarla Büyücülerinin hayatları hakkında Jo-
rarn'dan duyduklarını hatırlayan ve mülkü devraldıktan sonra
köydeki şaşkınlık verici durumu gören Lord Samuels, halkının
227

[TİARGARfT U/EIS ft ÎR£CY HlCKJTlAn


yaşam koşullarını iyileştirmek için, kendi parasını ve K-
enerjisini harcayarak elinden geleni yapmıştı, Artık bos
ISS17
hayatındaki birkaç zevkten biri, halkının eski donuk ve r
bakışlarının saygı ve minnetle dolmasını izlemekti.
"Duyduklarımız doğru mu sence?" diye sordu Leydi R0
mund yumuşak sesle, Ev Büyücülerinin işitmeyeceğini
emin olmak için çevresine bakınarak.
"Ne konuda, hayatım?" diye sordu Lord Samuels, dönün
ona bakarak.
"Dünkü savaş ve İmparator'un ölümü hakkında. Tüm sa-
bah çalışma odana kapalı kaldın. Senin birisi ile konuştuğunu
duydum, sonra Havailer geldi. Ne mesajlar getirdiler?"
Lord Samuels içini çekti. Karısının elini tutarak onu yakını-
na çekti. "Haberler iyi değil. Evet, anlatılanlar doğru. Sana söy-
leyecektim, ama Marie, çocuklar ve hizmetkârlar bu akşamlık
çekilsin diye bekledim."
"Ne oldu?" Leydi Rosamund'un yüzü solgundu, ama kendi-
ne hâkimdi.
"Bu sabah konuştuğum kişi Rob'du."
"Rob mu?" Leydi Rosamund ona hayretle baktı. "Denetçi-
miz mi? Şatoya mı döndün? Hem de bizi uyarmalarından son-
ra..."
"Hayır, hayatım. ROD burada, Merilon'da. Tüm halkımız bu-
rada. Bu sabah Duuk-tsarith\ex onları şehre getirmiş. Ve yal-
nızca bizimkileri de değil, çevre köylerdeki tüm Tarla Büyücü-
lerini getirmişler."
"Almin adına!" Leydi Rosamund kocasına yaklaştı, kocası
rahatlatmak için kolunu ona doladı. "Demir Savaşları'ndan be-
ri böyle bir şey olmadı! Neler oluyor? Sharakan Savaş Meyda-
nı'nı kabul etmişti. Neden yeminlerini bozdular..."
228

KfVRflKJLIÇin ZAFER]
rakan değildi, hayatım," dedi Lord Samuels.
"Ama.--"
«Riliyorum- Piskopos Vanya buna inanmamızı istiyor. Ama
s; bilen ve savaştan dönüp anlatan çok fazla insan var.
•? nanın Öte'den geldiği söyleniyor. Yiğitliği ve onuru ile ta-
Sharakan Prensi Garald'ın bu yeni düşmana karşı İmpa-
rator ile yan yana savaştığı söyleniyor."
"O zaman neden Piskopos Vanya bize yalan söylüyor?"
"İşte, hayatım, çoğumuzun bilmek istediği şey de bu," de-
di Lord Samuels kaşlarını çatarak. "Tanıklar öne çıkıp gördük-
lerini anlattıkları halde, halka Xavier'in öldüğünü bile açıkla-
mıyor. Piskopos -Almin beni affetsin— yaşlı ve sakat. Korkarım
taşıdığı sorumluluk onun için çok fazla. Bu benim ve bana
gönderdikleri mesajlara-bakılırsa, başkalarının inancı. Bu gece,
ne yapılması gerektiğini tartışmak için Saray'da bir toplantı dü-
zenlenecek. Ben de katılmayı düşünüyorum."
Lord Samuels konuşurken karısına dikkatle bakmıştı. Karı-
sı kolunu daha sıkı tuttu.
"Bu geceki toplantıyı kim istedi?" diye sordu, kocasının
gözlerinde endişeli bir bakış görerek.
"Prens Garald, hayatım," diye yanıt verdi Lord Samuels sa-
kince.
Leydi Rosamund nefesini tuttu, dudakları itiraz etmek için
aralandı, ama kocası onu engelledi.
"Evet, Vanya'nın bunu muhtemelen ihanet sayacağını bili-
yonım. Ama birşeyler yapılması şart. Şehirde, özellikle de Aşa-
ğı Şehir'de huzursuzluk gittikçe büyüyor. Koruluk'ta Tarla Bü-
yücüleri için geçici konutlar yapıldı, ama o zavallı insanlar bir
deliğe doluşmuş tavşanlar gibi yaşıyor orada. İçlerinde hep
tatminsizlik ve isyan olmuştu. Şimdi evlerinden buraya sürük-
229

rrİARGARjt UJEIS £r fRACY HlCKJIlAn


lendiler ve tutsak gibi tutuluyorlar. Aralarında, eski zaman
damları gibi mutasyona uğratılıp savaşa gönderilecekleri
lentileri dolaşıyor, isyan etmeyi planlıyorlar..."
"Merhametli Almin!" diye mırıldandı Leydi Rosamund
"Merilon'un aşağı sınıfları da aynı durumda. Aralan
vahşi dedikodular dolaşıyor. Katedralin önünde toplanın p-
kopos Vanya'nm kendisini göstermesi için bağırdıklarını du
dum. Asiller arasında bile, sevdiklerini kaybedenler öfkelile
ve yanıt istiyorlar. Ama Piskopos Katedral'deki odasına kapan
di ve kimseyi, hatta Dük d'Chambray ya da diğer önde gelen
asilleri bile görmeyi reddediyor. Prens Garald ve maiyeti Dük
ile kalıyor..."
"Dük ile mi?" diye inledi Leydi Rosamund. "Burada, Meri-
lon'da mı? Konuk olarak mı?"
"Hayatım," dedi Lord Samuels. "Durum ciddi. .Hatta ümitsiz
bile diyebilirim. Seni korkutmak istemiyorum, ama gerçekle
yüzleşmek zorunda kalabilirsin. Dük'ten aldığım mesaja göre,
Merilon da tehlike içindeymiş."
"Bu saçma," dedi Leydi Rosamund kısaca. "Bu şehir hiç alı-
namadı, Demir Savaşları sırasında bile. Hiçbir şey burayı ko-
ruyan büyüyü..."
Lord Samuels kansını paylayacak oldu, ama büyük evin
uzak bir yerinde çalan zille sözü kesildi.
"Ön kapı," dedi Leydi Rosamund, dinlemek için başını eğe-
rek. "Ne tuhaf. Bu fırtınada birisi dışarı çıkmış! Beklediğin bi-
ri var mıydı?"
"Hayır," diye yanıt verdi Lord Samuels, şaşırarak. "Bu ha-
vada Havailer bile uçamaz. Koridorlar'ı kullanırlardı. Acaba. ?•
İkisi hiçbir şey söylemeden endişeyle ve sabırsızca Ev Bu-
yücüsü'nün belirmesini bekledi.
230

KARAKJLIÇin ZAFERJ
•dum " dedi gözleri iri iri açılmış, şaşkınlık içindeki hiz-
"r oturma odasının kapısını açarak. "Sharakan Prensi Ga-
01 A ve Şaryon isimli bir katalist sizi çok önemli bir konuda
örmek istiyorlar."
"İçeri davet et, lütfen," dedi Leydi Rosamund hafifçe. Prens
ald! Burada, evinde! Kocasına hızlı, sorgulayıcı bir bakış
ıatacak zamanı oldu. Kocası sessizce ondan daha fazlasını
h'lmediğini ifade etmişti ki, konukları içeri davet edildi.
P ns'in yanında her zamanki gibi Duuk-tsarith\enn siyah göl-
geleri vardı.
"Ekselansları." Leydi Rosamund reverans yaptı, ama mer-
hum Xavier'e yaptığı reverans kadar etkileyici değildi; hem,
Prens Garald düşmandı. En azından, kırk sekiz saat önce öy-
leydi. Bu o kadar kafa karıştırıcı, o kadar korkutucuydu ki...
"Ekselansları." Lord Samuels eğildi. "Onur duyduk..."
"Teşekkür ederim," diye yanıt verdi Prens Garald, lordun
sözünü keserek. Bunu kabaca, hatta bilerek yapmadı, yalnız-
ca çok bitkindi. "Peder Saryon'u tanıtmama izin verin."
"Peder," diye mırıldandı lord ile leydi.
Ama Katalist başlığını çıkarınca, Lord Samuels şok ve deh-
şet içinde geriledi.
"Sen!" diye haykırdı boş bir sesle.
"Lordum, gerçekten üzgünüm!" Saryon'un yüzü gergin ve
acı doluydu. "Beni... Dönüştürme'den tanıyabileceğinizi unut-
tum. Aklıma gelseydi böyle aniden gelmezdim..."
Leydi Rosamund ölü gibi beyazladı. "Lordum, bu adam
kim?" diye haykırdı, kocasına tutunarak.
"Lord Samuels, Leydi Rosamund," dedi Prens Garald ciddi-
yetle. "Oturmanızı tavsiye ederim. Getirdiğimiz habere taham-
mül etmeniz zor olacak ve ikiniz de güçlü olmalısınız. Bunu
231

mARpflRfT U/EIS Sl tRfiCY HlCKJTIAn


böyle ani bir şekilde açmamız talihsiz bir şey, ama zaman
kısa."
"Anlamıyoaım!" dedi Lord Samuels, bakışlarını bir ad
dan diğerine çevirerek. Yüzü aniden solmuştu. "Ne haberi?"
"Gwendolyn hakkında!" diye haykırdı Leydi Rosarnund
aniden, bir annenin içgüdüsüyle. Durduğu yerde sallandı v
Prens Garald divana oturmasına yardım etmek üzere yaklast
kocası -hâlâ Saryon'a sersem sersem bakıyordu- karısının yar-
dımına koşmaktan acizdi.
"Ev Katalisti'ni çağırtın!" dedi Garald, yanında duran Duuk-
tsarithlerden birine. Adam denileni yaptı. Dakikalar içinde
Marie aromatik, şifalı otlardan bir tas ile hanımının yanına gel-
mişti. Sandalyelerin ateşin çevresine dizilmesini emreden
Prens, Lord Samuels'i de oturmaya ikna etti.
Bir iki yudum brendi lordu kendine getirdi -ama hâlâ Sar-
yon'a bakmaya devam ediyordu- Leydi, Prens'in onlara hiz-
met ettiğini görünce kıpkırmızı kesilecek kadar iyileşti. Ekse-
lansları'nın ateşin yanında oturup cüppesini kurutması için
yalvarmaya başladı.
"Teşekkür ederim, Leydi Rosarnund. Buraya arabayla gel-
dik," dedi Prens Garald, lordun yüzüne renk geldiğini fark
ederek, ama şimdilik sıradan konulardan konuşmanın daha
bilgece olduğuna karat vererek. "Buna rağmen sırılsıklam ol-
dum. Dük'ün arabaları kar fırtınaları ile başetmek için yapıl-
mamış ve bu sabah malikânesinde arabayı değiştirecek kadar
büyüsü olan hiçkimse yoktu. Biz gelene kadar, arabanın di-
binde üç santim kar birikti." Hüzünle zarif, şarap rengi, kadi-
fe cüppesine baktı. "Korkarım halınıza su damlatıyorum."
Leydi, Prens'in hiç endişelenmemesi için yalvardı. Fırtına
kesinlikle çok korkunçtu. Bahçeleri harabeye dönmüştü... Se-
232

KARAKJLIÇin HAFERJ
oitti Devam edemiyordu. Divana uzanarak, Marie'nin
,j 5OİUP s
• ,kı sıkı tuttu ve Prens'e baktı,
elini siivi
rarald Şaryon ile bakıştı, Peder hafifçe başını salladı. Aya-
kalkan Katalist odayı aşıp Lord Samuels'in önünde durdu.
2:1
de yuvarlanmış bir parşömen tutuyordu.
«Lordum," diye başladı Şaryon, ama sesini duyan Leydi Ro-
samund boğulur gibi bir ses çıkardı.
«Sizi tanıyorum!" diye haykırdı, yarı doğrulup Marie'nin na-
zik ellerini ittirerek. "Siz Peder Dunstable'sınız! Ama yüzünüz
farklı."
"Evet, ben sizin Peder Dunstable olarak bildiğiniz adamım.
Evinize kılık değiştirerek girdim." Şaryon utanç içinde kızara-
rak başını eğdi. "Affmızı dilerim. Merilon'a geldiğim zaman bir
başka katalistin yüzünü ve bedenini aldım, çünkü... kendi gö-
rünüşüm ile gelseydim -Kilise tarafından tanınır ve yakalanır-
dım. Joram'ın hikâyesinin ne kadarını biliyorsunuz, lordum?"
diye sordu Şaryon Lord Samuels'e tereddütle.
"Epeyce," diye yanıt verdi Lord Samuels. Sesi şimdi sakin-
di. Bakışları Saryon'a dikilmişti, gözlerindeki dehşet yok ol-
muş, yerini korkuyla karışık umuda bırakmıştı. "Aslında, çok
fazla biliyorum, ya da Xavier öyle düşünüyordu. Joram'ı bili-
yonım. Gerçek ailesini biliyorum. Hatta, kehaneti de biliyo-
rum."
Bunun üzerine Garald'ın yüzü ciddileşti. "Bunu bilen çok
kişi var mı?" diye sordu aniden.
"Kehaneti mi?" Lord Samuels bakışlarını Prens'e çevirdi.
"Evet, Ekselansları. Sanırım öyle. Açık açık konuşulmasa da,
yüksek sınıf asiller arasında arada sırada bahsedilirken yakala-
dım. Hatırlayacağınız gibi, o gün orada pek çok katalist var-
dı...»
233

nİAR£AR£Î U/EIS & ÎRACY HlCKJTlAn


"Kaynak'ın kulakları, gözleri ve bir de ağzı vardır" dfve
rıldandı Şaryon. "Diyakoz Dulchase biliyordu. Vanya'nm
ram için düzenlediği sözde mahkemede o da vardı." Kat ı
hafifçe gülümsedi, elindeki parşömeni çevirdi. "Dulchase H'U
ni tutma yeteneğiyle tanınmazdı."
"Bu her şeyi kolaylaştırıyor, Lord Samuels," dedi Prens G
rald, "en azından sizi ilgilendirdiği kadarıyla. Kehanet'ten ha
beri olan bunca kişi varken, bizim için daha sonra ne anlama
gelebileceğini bilmek güç."
Düşünceli düşünceli ateşe baktı. Pırıldayan alevler Prens'in
yüzünü aydınlatmadı. Yalnızca derin endişe ve üzüntü çizgile-
rini derinleştirerek daha da karanlık görünmesine sebep oldu-
lar. Katalist'e bir hareket yaptı. "Sözünüzü kestiğim için özür
dilerim. Devam edin, Peder."
"Lord Samuels," diye başladı Şaryon nazikçe, kılıfından bir
yaprak parşömen çıkarıp, bakan, ama eline almayan adama
uzatarak. "Önünüzde büyük bir şok var. Güçlü olun, lordum!"
Katalist elini asilin titreyen eline koydu. "Sizi hazırlamanın en
iyi yolunu konuştuk ve uzun tartışmalardan sonra, Prens Ga-
rald ve ben elimde tuttuğum bu belgeyi okumanız gerektiğine
karar verdik. Onu yazan da bizimle aynı fikirde. Okur musu-
nuz, Lord Samuels?"
Lord Samuels elini*uzattı, ama o kadar titriyordu ki, kuca-
ğına düşmesine izin verdi. "Yapamam! Benim için siz okuyun,

Peder," dedi yumuşak sesle.


Şaryon sorarcasına Prens'e baktı. Prens yine başını salladı.
Belgeyi dikkatle açan ve düzelten Rahip, yüksek sesle okuma-
ya başladı:
Düşman ile ilk karşılaşmamda hayatta kalamama olasıh-
234

KARAKILIÇln HAFERJ
uarşılık bu kaydı Peder Şaryon 'a bırakıyorum...
ram'ın Öte'ye girişini tasvir etmesini okurken, Şaryon
, ^ir Lord Samuels'in ve karısının tepkilerini görmek için
kışlarını kaldırıyordu. Yüzlerinde ilk önce şaşkınlık, sonra
rtikçe artan bir kavrayış ve sonunda, gönülsüz, korku dolu
t bir anlayış gördü.
Ölüme, Öte'ye yürürken-sanırım yaptığım buydu- aklım-
dan ve yüreğimden geçen düşüncelerin ve duyguların pek azı-
nı anlatabilirim.
Bu sözler üzerine Leydi Rosamund ağzından bir inleme ka-
çırdı, ardından Marie ona teselli veren sözler fısıldadı. Lord Sa-
muels hiçbir şey söylemedi, ama yüzündeki acı, hüzün ve şaş-
kınlık ifadesi Saryon'a çok dokundu.
Garald'a baktı. Prens gözlerini alevlere dikmişti. Belgeyi
okumuştu; dün gece savaş alanından döndükten sonra Joram
vermişti ona. Defalarca okumuştu ve Şaryon hâlâ tam olarak
anlayıp anlamadığını merak ediyordu. Rahip bu fikirde değil-
di. Kavranamayacak kadar fazlaydı. Doğru olduğunu biliyor-
du. Hem, kanıtlarını kendi gözleriyle görmüştü. Ama o kadar
gerçek dışıydı ki.
O sırada, Gtvendolyn 'in beni takip ettiğinin farkında değil-
dim -kendi ümitsizliğim içinde öylesine kaybolmuştum. Sisle-
rin içine adım atarken onun ismimi söylediğini, beklemem
için seslendiğini duyduğumu hatırlıyorum...
Lord Samuels homurdandı -derin, acı bir hıçkırıktı bu. Ba-
23S

ITlARSARFr U/EİS & fRflCY HıcKjıiAn


şını ellerinin arasına aldı. Şaryon okumayı bıraktı. Hızla
kalkan Prens Garald gelip adamın yanında diz çöktü. Eli 'i
dun koluna koyarak, nazikçe tekrarladı. "Güçlü olun ba
Lord Samuels yanıt veremedi, elini minnetle Prens'in el'
üzerine koydu ve zayıf bir baş sallama ile, Saryon'urı cK
edebileceğini belirtti. Katalist denileni yaptı. Kendi sesi de w
kaç kez kısıldı, dunıp boğazını temizlemeye zorladı onu
Uyandığım zaman, Gıvendolyn ve benim, yeni bir hayata
başlamak üzere yeni bir dünyaya nakledildiğimizi anladım
-ya da belki bunu çok eski bir dünya sayabilirsiniz. Zavallı
Gwen ile evlendim -güvenliğini sağlamak için- ve her günün
belli bir kısmını onunla birlikte, Öte'nin şifacılan ona yardım
edebilmenin bir yolunu ararken kaldığı sessiz, sevgi dolu yer-
de geçiriyorum.
Bana ya da canlı bir insana tek sözcük söylemeden on yıl
geçti... yeni dünyamızda on yıl...
"Çocuğum!" diye haykırdı Leydi Rosamund kırık bir şekil-
de. "Benim zavallı çocuğum!"
Marie, Leydi Rosamund'u göğsüne bastırdı, gözyaşlarını
hanımının gözyaşlarına karıştırdı. Lord Samuels kıpırdamadan
otumyordu; başını kaldırmadı, hatta hareket etmedi. Ona bir
an endişeyle bakan Şaryon, belgenin sonuna kadar kesmeden
okudu.
Oyun önemsiz, onu oynamak ise her şey demek.
Şaryon sustu. İçini çekerek parşömeni yuvarladı.
Pencerenin dışında, yağam kar tüm sesleri öldürmüştü. Me-
236

KARAKJLiçın ZAFERİ
aeır beyaz bir sessizlikle kaplamış olmalıydı. Rahip'in
A hışırdayan parşömen sıradışı bir şekilde yüksek ve ra-
edici bir ses çıkardı. Şaryon irkilerek durdu,
nra Prens Garald çok yumuşak bir sesle konuştu. "Lor-
dum, buradalar, evinizde."
Tord Samuels başını kaldırdı. "Burada mı? Gwen'im..."
Leydi Rosamund hevesli bir haykırışla ellerini kavuşturdu.
"Salonda bekliyorlar. Güçlü olduğunuzdan emin olmak is-
rivonırn, lordum," diye sözlerine devam etti Garald içtenlikle,
sandalyesinden fırlayacak gibi görünen Lord Samuels'in kolu-
nu tutarak. "Unutmayın! Onlar için on yıl geçti! O artık tanıdı-
ğınız genç kız değil! Değişti..."
"O benim kızım, Ekselansları," dedi Lord Samuels boğuk
bir sesle, Prens'i bir kenara iterek. "Ve eve döndü!"
"Evet, lordum," diye yanıt verdi Prens sessizce, hüzünle.
"Eve döndü. Peder Şaryon..."
Katalist tek kelime etmeden çıktı. Leydi Rosamund, yanın-
da Marie ile gelip kocasının yanında durdu. Kocası kolunu
ona doladı; Leydi telaşla yüzündeki gözyaşlarını silerek ona
tutundu, saçlarını düzeltti. Sonra Marie'yi yakaladı, bir eliyle
Katalist'in, diğer eliyle kocasının kolunu tuttu.
Şaryon, Joram ve Gwen eşliğinde döndü. İkisi kapıda, içe-
ri girmeye tereddüt ederek durdu. Buldukları ağır kürklere ve
başlıklara bürünmüşlerdi, hizmetkârlara gerçek kimliklerini
belli etmek istememişlerdi. İçeri girince, Joram başlığını arka-
ya attı, ilk bakışta taş gibi soğuk ve duygusuz görünen yüzü-
nü gösterdi. Ama Lord Samuels ile Leydi Rosamund'u görün-
ce adamın sert yüzü perişan oldu. Kahverengi gözlerinde yaş-
lar parıldadı. Bir şey söylemeye çalışacak gibi oldu, ama ko-
nuşamadı. Nazikçe karısına dönerek, Gwen'in başındaki baş-
237

rUARPAREt U/EIS & tRACY HlCKmAn


lığı çıkarmasına yardım etti.
Gwen'in altın saçlan ateş ışığı altında parladı. Solm)r,
' gü-
zel yüzündeki parlak, mavi gözleri merakla çevresine bak
"Çocuğum!" Leydi Rosamund kızına doğru süzülmek '
di, ama büyü enerjisi tükenerek yerde sendeledi. "Çocuğu
Gwendolyn'im!" Uzanarak kızını kollarına aldı ve aynı
hem gülerek, hem ağlayarak sanldı.
Annesini hafifçe iten Gwen, kadına şaşkınlık içinde bakı
Sonra mavi gözlerinde tekinsiz bir tanışıklık ışıldadı. Ama an-
ne babasının arzu ettiği tanışıklık değildi bu.
"Ah, Kont Devon," dedi Gwendolyn, Leydi Rosamund'dan
boş bir sandalyeye dönerek. "Bana anlattığınız insanlar bun-
lar olmalı!"
238

3
TUZLUKLAR VE ÇAYDANLIKLAR
. Henüz akşamın geç saatleri olsa da, kar yağışı Merilon'a
seceyi erken getirmişti. Ev Büyücülerinin büyüleri Lord Samu-
els'in zarif malikânesinden ışıkların yumuşak bir şekilde par-
layarak Leydi Rosamund'un Marie ve kızı ile oturduğu neşe-
siz odaya neşeli bir aydınlık getirmesini sağladı. Işık küreleri
uzun zamandır kapalı duran konuk odalarında parladı ve hiz-
metkârlar çarşafları havalandırdılar, yatakları ısıttılar, uzun za-
man kullanılmamaktan doğan küf kokusunu gidermek için
üstlerine gül yapraklan saçtılar. Hizmetkârlar çalışırken, birbir-
lerine ölümden dönen insanların hikâyelerini fısıldadılar.
Evde karanlık kalan tek oda, lordun çalışma odasıydı. Ora-
da toplanan baylar, konuşmalarının karanlık doğasına uygun
görünen gölgeleri tercih etmişlerdi.
"Karşı karşıya olduğumuz durum bu, Lord Samuels," diye
bitirdi Joram, pencereden dışarıya bakıp, yağmaya devam
eden karları izleyerek. "Düşman dünyamızı ele geçirmeye ve
büyüyü evrene salıvermeye kararlı. Onları böyle bir şeyin güç
olacağına ve onlara pahalıya mal olacağına ikna ettik."
Son saati elinden geldiğinde Şeref Meydanı'ndaki savaşı
anlatarak geçirmişti. Lord Samuels sersem bir sessizlik içinde
dinledi. Öte'de yaşam. Bir bakışla öldüren demirden yaratık-

rflARSARFT U/EIS ft ÎRÜCY HlCKJIlAn


lar. Metal derili insanlar. Bakışlarını Joram'dan Lord Sam
kaydıran Şaryon lordun duruma hâkim olmaya çahşuğln
dü, ama adamın yüzündeki hoşnutsuz ifadeye bakılırsa
yakalamaya çalışır gibi hissediyordu.
"Ne... şimdi ne yapacağız?" diye sordu çaresizce.
"Bekleyeceğiz," diye yanıt verdi Joram. "Öte'de bir dev'
vardır. En iyisini ummalı, ama en kötüsüne hazırlanmalıya»
"En iyisi nedir?"
"Onları izleyen Duuk-tsarithlere göre, istilacılar panik için-
de kaçtı. Bozguna uğradılar, beklediğimden de iyi. Savaş bü-
yücülerinin anlattıklarına göre, bölünmüş ve dağılmış görünü-
yorlardı. Bu sefer için seçtikleri subayı tanıyorum, Binbaşı Bo-
ris adında biri. Başka şartlar altında iyi bir subaydır, ama man-
tık ve sağduyuya dayanır. Bu dünyaya gönderilecek bir subay
için kötü seçim. Durum onu aştı. Onun açısından, korku ro-
manından çıkmış gibi görünen bir savaşla başa çıkmayı başa-
ramaz. Ben geri çekileceğini, adamlarını bu dünyadan götüre-
ceğini düşünüyorum."
"Ya sonra?"
"Sonra Smır'ı son kez ve sonsuza dek mühürlemenin bir
yolunu bulmalıyız. Bu zor olmamalı..."
"Duuk-tsarüb\er çoktan bu konu üzerinde çalışmaya baş-
ladılar," dedi Garald. 'Ama muazzam bir Yaşam gücü gerekti-
recek. Belki Thimhallan'da yaşayan herkesten bir parça -ya
da böyle diyorlar."
"Peki ya en kötüsü?" diye sordu Lord Samuels, bir an du-
rakladıktan sonra.
Joram'ın dudakları gerildi. "Boris yardım ister. Onları sınır-
da durduracak zamanımız ya da enerjimiz yok. Merilon'u güÇ"
lendirmeliyiz. Bu şehri büyülü uykusundan uyandırmalı, hal'
240

KARAKİLİÇİİİ ZAFERİ
savunmaya hazırlamalıyız."
kını ofl*-
«tlk önce birisi kontrolü, Kristal Katedralinde büzülüp, onu
ması için Almin'e sızlanan jöle yığınından almalı," dedi
İd "Affınıza sığınırım, Peder Şaryon."
Katalist solgu solgun gülümsedi ve başını salladı.
"Haklısınız elbette, Ekselansları, ama halk kimi takip ede-
k?" Lord Samuels sandalyesinde kıpırdandı, öne eğildi. Bu
*' olitikaydı, anlayabildiği bir şey. "d'Chambrey gibi bazıları fi-
kir ayrılıklarını bir kenara bırakıp bu ortak düşmanla savaşa-
cak kadar zekidir. Ama başkaları da var -kalın kafalı, inatçı bir
katır olan Sör Chesney gibileri. Bu diğer dünyalar hakkında
anlattıklarınızın herhangi birine inanacağından kuşkuluyum.
Merhametli Almin!" Lord Samuels elini grileşmekte olan saçla-
rından geçirdi. "Ben de inandığımdan emin değilim ve kanıtı
gözlerimin önünde..."
Bakışları adamların oturmuş, konuştukları çalışma odasın-
dan yan taraftaki oturma odasına kaydı. Yarı açık kapısından
zar zor görülebilen zarif mobilyalı soğuk, resmi odadan
Gwen'in sesi geliyordu. Saryon'a, bu savaş ve ölüm konuşma-
larına eşlik etmeye uygun, hüzünlü, büyüleyici bir müzik gibi
geldi.
"Lütfen yanlış anlamayın," diyordu Gwendolyn kafası ka-
rışmış, şaşkın annesine. "Kont Devon evinde yaptığınız deği-
şikliklerin çoğundan memnun. Ama her şeyi çok kafa karıştı-
rıcı buluyor, yeni mobilyalar, falan. Bir de, o kadar çok mo-
bilya var ki! Bütün bunların gerekli olup olmadığını merak
ediyor. Özellikle de bu sehpalar." Gwendolyn elini salladı.
"Döndüğü her yerde bir başka sehpa buluyor. Geceleyin on-
lara çarpıp duruyor. Ve tam onlara alıştığını sandığı bir anda,
porselen dolabının yerini değiştiriyorsunuz. Yıllarca aynı yer-
241

fflARSARft U/EIS & 1"RACY HlCKJHAn


de durmuştu -yemek odasının kuzey duvarında övl
mi?" ' ^
"O... doğudan gelen... sabah ışığını kesiyordu. " Hj,
"£ rtiı.
rıldandı Leydi Rosamund hafifçe.
"Zavallı adam bir gece dolaba çarpmış," dedi Gwen «n
Bir
tuzluk kırmış -yalnızca kazaymış, sizi temin etmek istiv
Ama Kont onu eski yerine koymanızın büyük sorun yaraf
yaratmayacağını merak ediyor."
"Zavallı çocuğum!" dedi Lord Samuels. Elinin ani bir hare
ketiyle çalışma odası ve oturma odası arasındaki kapının ses-
sizce kapanmasını sağladı. "Neden bahsediyor?" diye sordu al-
çak, acı dolu bir sesle. "Bizi tanımadı, ama her şeyi biliyor.,
porselen dolabı... tuzluk! Tuzluk! Tanrım! Hizmetkârlardan bi-
rinin kırdığını sanmıştık!"
"Bu malikânenin bir önceki sahibinin adı neydi?" diye sor-
du Joram. O da karısını dinliyordu. Gözlerindeki acı sesinde
yankılandı.
Şaryon teselli etmek istedi, ama Lord Samuels, Joram'ın so-
rusunu yanıtlıyordu ve Katalist dudaklarını kapattı. Sandalye-
sinde huzursuzca kıpırdanan Rahip şekilsiz parmaklarını, ağ-
rıyormuş gibi ovuşturmaya başladı. Hem, nasıl bir teselli vere-
bilirdi ki? Boş sözler, o kadar.
"Önceki sahip mi?pidü. Adı..." Lord Samuels sustu, Joram
dehşet dolu bir kavrayışla baktı. "Kont Devon!"
"Size anlatmaya çalıştım," dedi Joram, içini çekerek. "Ölü-
lerle konuşuyor. Bu dünyada, Ölüçağıran olarak bilinirdi."
"Ama Ölüçağıranlar yok oldu! Türleri Demir Savaşları sıra-
sında yok edildi!" Lord Samuels bakışlarını oturma odasına çe-
virdi; kızının sesi kapalı kapının ardından hâlâ hafifçe duyu-
labiliyordu.
242

K£R£KJLIÇln ZAFERİ
dalgın dalgın parmaklarını saçlarından geçirdi. "Öte

• ja onun deli olduğunu sanıyorlar. Ölüçağırıcılığa inan-


lar Şifacılar yaşadıklarının, kendi hayallerinden oluşan,
Hini güvende hissedeceği bir fantazi âlemine kaçmasına
olduğunu düşünüyor. Deliliğinde belli bir aklıbaşında-
olduğuna, ölülerle gerçekten iletişim kurabildiğine yalnız-
ca ben inanıyorum."
"Yalnızca sen değil..." diye düzeltti Şaryon uğursuzca.
joram'ın kara kaşlan çatıldı. "Evet, haklısın, Peder," dedi
alçak sesle. "Yalnızca ben değil. Karabüyücü Menju -belgem-
de bahsettiğim adam- o da onun bir Ölüçağıran olduğuna
inanıyor. Bu kadim becerinin ne kadar kıymetli olabileceğini
fark edince, onu kaçırmaya çalıştı. Onun gerçek karakterini o
zaman anladım."
"Kıymetli mi?" Garald sandalyesinde kıpırdandı. Lord Sa-
muels'in masasında oturmuş, Thimhallan haritalarını inceliyor-
du, ama oda okumaya izin vermeyecek kadar kararmıştı ve
şimdi konuşmaları dinliyordu. "Nasıl? Ölüler yaşayanlara ne
sunabilir?"
"Ölüçağıranların çalışmalarını hiç incelediniz mi, Ekselans-
ları?" diye sordu Şaryon.
"Fazla değil," diye itiraf etti Garald kayıtsızca. "Ölülerin
allılarının gönüllerini alıyorlardı -hataları telafi ediyor, bitiril-
meden kalmış işleri tamamlıyorlardı. Tarihçelere göre, Demir
Savaşları'nda yok olmaları büyük bir kayıp değilmiş."
"Fikirlerinize karşı çıkmak zorundayım, Ekselansları," dedi
Şaryon içtenlikle. "Ölüçağıranlar öldüğü zaman, Kilise bunun
büyük bir kayıp değilmiş gibi görünmesi için çalıştı. Ama ba-
na öyleymiş gibi geliyor. Gwendolyn ile saatler geçirdim, yal-
nızca onun görebildiği ve duyabildiği kişilerle konuşmalarını
243

ITİAR_GAR£Î U/EIS S[ ÎKACY HlCKlnAn


dinledim. Ölülerin kıyaslanamaz kıymete sahip birşeyler-
-yaşayanlardan sonsuza dek esirgenecek bir şey."
"Nedir o?" dedi Garald sabırsızlıkla, anlaşılan kormc,
? vuuuŞmay1
daha önemli konulara çevirmek isteyerek, ama Katalist'i o-
o"*
cendirmeyecek kadar nazikti.
"Eksiksiz anlayış, Ekselansları! Öldüğümüz zaman, Yarat
cı ile bir oluruz. O'nun evren için yaptığı planları biliriz. So
nunda, Kozmik Plan'ı anlarız!"
Garald aniden ilgilenmiş göründü. "Buna inanıyor musun?"
diye sordu.
"Ben -ben emin değilim." Şaryon kızardı, yüzünü çevirip
ayakkabılanna bakmaya başladı. "Bize böyle öğretildi," diye
ekledi zayıfça. İnancına dair eski, işkence dolu sorgulama -Jo-
ram'ın "ölümü" ile yanıtlandığını sandığı sorgulama- yine ru-
hunda yayılmaya başlamıştı.
"Bunun doğru olduğunu söyle," diye ısrar etti Garald.
"Ölüler geleceğe ilişkin bilgiyi yaşayanlara verebilir mi?"
"Ben inansam da, inanmasam da, Ekselansları" -Şaryon
hüzünle gülümsedi- "bu bana imkânsız geliyor. Ölülerin gör-
düğü dünya bizim kavrayışımızın ötesinde, tıpkı Joram'ın gör-
düğü dünya gibi. Biz zamanı tek bir yöne bakan, tek bir pen-
cereden görürüz. Öüler zamanı her yöne bakan yüzlerce pen-
cereden görürler." Kat»list yara izleriyle dolu ellerini, bu man-
zaranın muazzamlığını ifade edebilmek için açtı. "O zaman,
gördüklerini nasıl tasvir edebilirler? Ama tavsiye önerebilirler.
Ve bunu yapıyorlardı da -Ölüçağıranlar aracılığıyla. Kadim
günlerde, ölüler yaşayanlara tavsiyelerde bulunma fırsatına sa-
hipti. İnsanlar ölülerine saygı duyarlardı, onlarla iletişim halin-
de olurlardı ve ölülerin benzersiz Engin Zihin kavrayışların-
dan faydalanırlardı. İşte kaybolan buydu, Ekselansları."
244

KARAKJLIÇin HAFERJ
„ Aniıyorum." Garald, bakışlarını kapalı kapıya çevirerek
düşündü-
Sary°n başını salladı.
«jjayır, Ekselansları," dedi sessizce. "O bize yardım ede-
mez. Bildiğimiz tek şey, porselen dolaplarından ve tuzluklar-
dan bahseden bu talihsiz Kont'un daha önemli bir şey açıkla-
"mak İÇİn dikkatimizi çekmeye çalışıyor olabileceği. Ama eğer
öyleyse, Gwendolyn bu bilgiyi bize aktaramaz. Ölülerle ileti-
şim kurabiliyor, ama yaşayanlarla, hayır."
Prens ısrar edecek oldu, ama Şaryon -Lord Samuels ile Jo-
ram'a birer bakış fırlatarak- başını hafifçe salladı ve Prens'e,
en azından iki kişi için, bunun acı verici bir konu olduğunu
hatırlattı. Baba, yüzünde bir şaşkınlık ve acı ifadesiyle kapalı
kapıya bakıyordu. Acı bir teslimiyet içinde ölmüş, karla kap-
lanmış koca bahçeye bakıyordu. Prens Garald boğazını temiz-
leyerek konuyu değiştirdi.
"Merilon'un bir öndere, halkı harekete geçirebilecek birine
ihtiyaç duyduğundan bahsediyorduk," dedi. "Daha önce de
söyledim, aklıma yalnızca bir kişi geliyor..."
"Hayır!" Joram sabırsız bir hareket ile pencereden döndü.
"Hayır, Ekselansları" diye ekledi daha nazik bir şekilde, yanı-
tının sertliğini yumuşatmak için gecikmiş bir çaba göstererek.
"Joram, beni dinle!" Garald tartışmak için eğildi. "Şu anda
sen..."
Aniden odanın ortasında bir Koridor açılarak Prens'in sö-
zünü kesti. Odadaki herkes beklenti içinde içine baktı, bir an
hiçbir şey görülmedi. Ama Şaryon içeriden gelen sesleri duya-
biliyordu ve bir mücadele gibi geldi ona.
"Çek ellerini üzerimden! Tosun! Kadifeyi mahvettin. Bir
hafta boyunca kolumda parmak izleri olacak! Ben..."
24S

tTİARPARft IUEIS & tRüCY HlCKHIAn


Parlak yeşil pantolon, portakal rengi bir şapka ve ve ı
dife yelek giymiş olan Simkin Koridor'dan dışarı yuvarla
bir yığın halinde yere indi. Arkasından, hâlâ Sharakan ü f
ması içindeki Mosiah ve iki siyah cüppeli, başlıklı Duuk
rith geliyordu.
Bu, hiç de zarif olmayan girişine bozulmamış görün
Simkin ayağa kalktı, içerideki baylara eğildi ve ihtişamla, el"
ni ve portakal renkli ipek parçasını sallayarak konuştu. "Ekse
lansları, beni tebrik edin. Onlan buldum!"
Son zaferi ile kabarmakta olan Simkin'i görmezden gelen
Mosiah, Prens'e döndü. "Ekselansları, biz onu bulduk. Düş-
man kampındaydı. Emirleriniz üzerine, Thon-Lûer, Koridor
Ustaları onu yakaladı ve bana getirdi. Onların yardımıyla"
-savaş büyücülerini işaret etti— "onu buraya sürüklemeyi ba-
şardım."
"Ben de tam olarak buraya geliyordum!" dedi Simkin, acı
dolu bir ifadeyle. "Ya da buranın neresi olduğunu bilseydim,
öyle yapacaktım. Heryerde sizin yakışıklı yüzünüzü arıyor-
dum, ey Prensim. Görüyorsunuz, vermek istediğim fena dere-
cede önemli bilgiler..."

"Thon-Mere göre, Katedral'e gidiyormuş," diye sözünü


kesti Mosiah sertçe.
Simkin burnunu çekti. "Ekselanslarının orada olduğunu
düşünüyordum, elbette. Birazcık önemli sayılan herkes Kated-
ral'de. Köylüler son derece eğlenceli bir isyan koparıyorlar..."
"İsyan mı?" Prens Garald doğrulamaları için Duuk-tsarith-
lere baktı.
"Evet, Ekselansları," dedi siyah cüppeli Savaş Büyücüsü,
elleri önünde kavuştumlmuş bir şekilde. "Bunu size raporla-
maya geliyorduk ki, Mosiah yardımımızı istedi. Tarla Büyücü-
246

KARAKJLIÇln ZAFERİ
nıluk'tan çıktılar ve Katedral'e doluştular. Piskopos'u
k istiyorlar." Siyah başlık hafifçe eğildi, bir el önemse-
bir hareket yaptı. "Onları durduramadık, Ekselansları,
larında pek az katalist olsa da, büyüleri hâlâ güçlü ve bi-
zim gücümüz zayıfladı."
"Anlıyorum," dedi Prens Garald ciddiyetle, Lord Samuels'e
•'korku dolu bir bakış fırlatarak. Şaryon ikisinin de Joram'a bak-
gını gördü, ama Joram onlarla gözgöze gelmeyi reddetti, sır-
unı dönüp, artık kararan havada zar zor görülebilen bahçeye
baktı. "Piskopos ne yapıyor?"
"Onları görmeyi reddediyor, Ekselansları. Katedral kapıla-
rının büyüyle mühürlenmesini emretti. Tarikatımızda büyü ya-
pacak gücü kalanlar kapıları koruyor."
"Demek şimdilik Katedral güvende, öyle mi?"
"Evet..."
"Oraya saldırmayacaklar, Ekselansları!" diye haykırdı Mosi-
ah. "Kimseyi incitmek istemiyorlar! Korkuyorlar ve yanıt arı-
yorlar. "
"Baban aralarında mı, Mosiah?" diye sordu Prens Garald
sessizce.
"Evet, lordum," dedi Mosiah. Yüzü kızarmıştı. "Önderleri
babam. Dünkü savaşta neler olduğunu biliyor. Ona ben söy-
ledim. Belki hata yaptım," diye ekledi yarı gururlu, yarı utanç
dolu bir meydan okumayla, "ama gerçeği bilmeye hakları
var!"
"Gerçekten de öyle," dedi Prens Garald, "ve umarım onla-
ra bu bilgiyi verme fırsatı bulumz." Joram'a baktı. Joram sert
ve duygusuz bir ifade ile geceyi izlemeye devam etti. Harita-
ları bir kenara iten Prens Garald ayağa kalktı ve ellerini arka-
sında kavuşturup odayı adımlamaya başladı. "Demek, Sim-
247

[TİARSARIÎ UJEİS ft TRACY HlCKjnAn


kin," dedi aniden, yeşil kadifelere bürünmüş genç adam
nerek, "düşmanı görmeye gittin."
"Yani! Elbette!" dedi Simkin. Elinin bir hareketiyle bi
van yarattı. "Umarım beni affedersiniz," dedi tembel temb
çalışma odasının tam ortasında duran ve Prens'in odayı ad
lamasını engelleyen divana uzanarak. "Giysilerimi değiştirm
me de aldırmazsınız umarım. Saatlerdir bu yeşili giyiyonirn v
korkarım cildime hiç iyi gelmiyor. Sarılık olmuşum gibi görün
meme sebep oluyor."
O konuşurken, yeşil pantolon ve yelek, kenarları ve kol
yenleri kaim kürklerle çevrilmiş kırmızı brokar sabahlığa dö-
nüştü. Uçları kıvrık, kırmızı terlikler ayaklarını süslüyordu.
Simkin bunlara bayılmış gibiydi, sevinçle seyretti onlan.
"Düşman?" diye hatırlattı Garald.
"Ah, evet! Eh, başka ne yapabilirdim, Ekselansları? Biraz
savaş alanında dolandım, ama -eğlenceli olduğu inkâr edile-
mez olsa da, deyim yerindeyse, ışığı son derece acı verici bir
şekilde görebileceğim aklıma geldi. İnsanın kafatasına bir de-
lik açılması benim aydınlatıcı bir deneyim olarak ifade edece-
ğim şeylerden değil. Buna rağmen," diye devam etti Simkin,
portakal renkli ipek parçasını havadan çekip zarifçe burnuna
götürerek, "ülkem için birşeyler yapmaya kararlıydım. Böyle-
ce, muazzam kişisel risklere atılarak," -portakal renkli ipek
parçasını dramatik bir şekilde salladı- "bir casus olmaya karar
verdim!"
"Devam et," diye emretti Garald.
"Elbette. Bu arada, Joram, sevgili dostum," dedi Simkin, sa-
yısız ipek yastığın arasına uzanarak, "seni gördüğüme çok se-
vindiğimi söylemiş miydim?" Portakal renkli ipek parçasını
salladı. "Çok iyi görünüyorsun, ama hiç de iyi yaşlanmadığını
248

KARAKİLIÇln ZAFERJ
söylerneliym-
«pöer düşman kampına gittiysen, bize ne gördüğünü an-
r diye ısrar etti Joram.
«Ah gittim," dedi Simkin, ince parmağı ile bıyığını düzel-
gk "Sana kanıtlayayım mı, Kralım? Hem, ben senin soytarı-
Unuttun mu? İki Ölüm kartını? Senin iki kere ölmeni? O
-aman t>ana gülmüşlerdi," -kurnaz gözlerle Mosiah ile Sar-
von'a baktı- "ama şimdi güldüklerini göremiyorum. Kampa
sirmek için bayağı uğraşmam gerekti. Koridorlar'da siyah ve
ürkütücü şeyler dolanıyor" -Duuk-tsarithlere kavurucu bir ba-
kış fırlattı -"hepsi düşmanın çevresinde bekleşiyor...
"Bu sona erecek, bu arada," diye ekledi Simkin kayıtsızca.
"Kendine Karabüyücü İt Şeyi ya da öyle bir şey diyen eski bir
dostun Koridorlar'ı mühürledi..."
Joram dudaklarına kadar beyazladı, o kadar soldu ki, Şar-
yon yanına gidip destek veren elini koluna koydu. Demek
buydu, diye düşündü Şaryon. Baştan beri korktuğu gerçekleş-
meye başlıyor.
"Menju," dedi Joram, zar zor duyulan bir sesle.
"Ne dedin? Menju mu? Şeytani bir isim! Ama sevimli bir
adam. Yanında kaba bir tip var -kısa, kalın enseli, çay içme-
yen bir asker. Her neyse, orada, masasının üzerinde mükem-
mel bir çaydanlık olarak oturdum. Kaba olan, beni eli ağır bir
Çavuşla dışarı yolladı, neyse ki aklı kıt bir adamdı. O bakmaz-
ken geri dönmek çok kolay oldu. Yani, sevgili oğlum, beni
dinliyor musun?"
Joram yanıt vermedi. Saryon'un elini nazikçe ittirerek kör
gözlerle, beyaz cüppesi yeri süpürerek şömineye yürüdü. Şö-
mine rafına tutunarak gergin, endişeli bir yüzle ölmekte olan
ateşin közlerine baktı.
249

İTİAReARft IUEİS fj TRACY HiCKmAn


"O burada!" dedi sonunda. "Elbette, bunu bekliyorH
Ama nasıl? Kaçtı mı, yoksa onu serbest mi bıraktılar?" DönH"
Simkin'e kor gibi kömürlerden daha parlak yanan gözle 1'
baktı. "Bu adamı tarif et. Neye benziyor?"
"Yakışıklı bir şeytan. Altmış yaşlarında, ama otuz doku
numarası yapıyor. Uzun boylu, geniş omuzlu, gri saçları ve
çok güzel dişleri var. Dişlerinin orjinal olduğunu sanmıyorum
bu arada. Son derece kasvetli giysiler giyiyor..."
"Bu o!" diye mırıldandı Joram, yumruğunu ani bir öfkeyle
şömine rafına indirerek.
"Ve komuta onda, sevgili oğlum. Görünüşe göre Binbaşı
Boris çekilme taraftarıymış ve -Ha, ha! Söz arasında, son de-
rece komik bir olay olduğunu anlatmam gerek. Karabüyücü...
ha, ha... Binbaşı'nın elini... tavuk ayağına dönüştürdü! Zaval-
lı adamın yüzündeki ifade... paha biçilmezdi. Sizi temin ede-
rim! Ah, pekâlâ," dedi Simkin, gözlerini silerek, "sanırım ora-
da olsanız anlardınız. Nerede kalmıştım? Ah, evet. Binbaşı gı-
daklayıp çekilme emri verecekti, ama bu -adı ne demiştin?
Menju mu? Evet. Bu Menju dostumuz zavallı ihtiyar Boris'in
elini bir tavuk bacağına dönüştürdü ve Binbaşı'nın, ifademi
bağışlarsanız, tavuk gibi korkmasına sebep oldu."
Simkin kendi esprisine bayılmış gibiydi.
"Ve?" diye ısrar etti Joram.
"Ve ne? Ah, o. Binbaşı gitmiyor."
"Joram..." diye başladı Garald sertçe.
"Ne yapmayı planlıyorlar?" diye sordu Joram, Prens'i sus-
turarak.
"Kullandıkları bir sözcük vardı," dedi Simkin, düşünceler
içinde bıyığını sıvazlayarak. "Oldukça uygun bir şekilde tarif
eden bir sözcük. Bir düşüneyim... Ah! Buldum! Soykırım!"
250

KARfıKJLIÇin ZAFERJ
«coykınm mı?" diye tekrarladı Garald şaşkınlık içinde. "Bu
fle anlama geliyor?"
«3ir insan ırkının yok edilmesi," diye yanıt verdi Joram
etçe. "Elbette mantıklı geliyor. Menju'nun hepimizi öldürme-
si gefek"
251

4
ALMIN MERHAMET ETSİN
"Joram, sesini alçalt!" diye emretti Mosiah.
Ama çok geçti. Odaların arasındaki kapı açıldı ve Leydi R0.
samund belirdi. Yüzü solgundu. Anlaşılan o ve Marie Joram'ın
sözlerini duymuşlardı. Yalnızca Gwendolyn etkilenmemişti,
oturma odasında oturmuş, merhum Kont Devon ile gevezelik
ediyordu.
"Ben açıkladığıma göre, eminim porselen dolabını kuzey
duvarına geri koyacaklar," diyordu. "Başka bir şey var mıydı?
Tavanarasında fare var, demek. Orada saklanan portrenizi yi-
yorlar. Söylerim, ama..."
Leydi Rosamund dalgın bakışlarını kızından kocasına çevir-
di. "Fareler! Porselen dolapları... Şimdi... burada söyledikleri-
ni duydum! Bizi öldürecekler mi? Neden? Bütün bunlar neden
oluyor?" Ellerini yüzüne götürerek ağlamaya başladı.
"Hayatım, sakin ol," dedi Lord Samuels, karısının yanına
seğirterek. Onu kollarına aldı ve saçlarını okşayarak başını
göğsüne dayamasını sağladı. "Çocukları unutma," diye mırıl-
dandı, "ve hizmetkârları."
"Biliyorum!" Mendilini ısıran Leydi Rosamund ağlamayı bı-
rakmaya çalıştı. "Güçlü olacağım. Olacağım!" dedi, boğulur gi-
bi. "Yalnız... bu kadarı çok fazla.. Zavallı çocuğum! Benim za-
KARAKjLiçın HAFERJ
valb çocuğum!"
vlar, Ekselansları," dedi Lord Samuels, çalışma odasına
ak "lütfen beni affedin. Gel, hayatım," dedi, karısının
- kalkmasına yardım ederek. "Seni odana götüreyim. Her

voluna girecek. Marie, kızımın yanında kal."


"Gwendolyn'e ben gözkulak olurum, lordum," diye araya
irdi Peder Şaryon. "Ben onunla kalırım. Marie hanımının ya-
nında olmalı."
Lord Samuels, Marie'nin yardımıyla karısını yukarı kata çı-
kardı. Peder Şaryon, Gwendolyn'in yanındaki sandalyeye
oturdu, bu haberin onu rahatsız edip etmediğini görmek için
endişeyle yüzüne baktı. Anlaşılan etmemişti. Ölülerin dünya-
sında son derece rahat olan Gwendolyn, yaşayanların dünya-
sında neler olup bittiğiyle hiç ilgilenmiyordu.
"Peder," dedi Joram aniden, şöminenin yanında durduğu
yerden dönerek, "lütfen yakına, bizi duyabileceğiniz bir yere
yaklaş. Tavsiyene ihtiyacım var."
Ben ne tavsiye sunabilirim, diye merak etti Katalist acı acı.
Joram kendisine âşık olan kadına, anne babasına, bu dünya-
ya, kendisine bu sonu getirmişti.
Başka seçeneği var mıydı? Bizim var mıydı?
Gwendolyn'in elini okşayan Şaryon onu Kont ile bir kedi
edinme ihtiyacı üzerinde sohbet etmeye bıraktı. Sandalyesini
oturma odasını lordun çalışma odasından ayıran kapıya yanaş-
tırarak oturdu. Yüreğindeki yük taşıyamayacağı kadar ağırdı.
Şimdi ne yapacak, diye sordu Şaryon kendi kendine, gözleri
Joram'ın üzerinde. Ne yapacak?
Telaffuz edilmemiş soruyu duymuş gibi başını kaldıran Jo-
ram ona baktı. Saryon'un yüreğindeki kurşun ağırlık çöktü,
korkuları onu aşağı çekti. Yüzündeki acı ve ızdırap dolu hat-
253

niARSARrf U/EIS d ÎRACY HlCKfflAn


lar yıpranmış, geriye pürüzsüz, sert, teslim olmaz olanı
rakmıştı. Kanayan ruh taştan kalesine çekilmiş, orada « 11
. a saKİarn.
yor, yaralarını sarıyordu.
"Soykırım. Bu her şeyi açıklıyor," dedi Joram serinkanl
la. "Sivillerin öldürülmesi, katalistlerin ortadan kaybolrnas
"Joram, beni dinle!" diye sözünü kesti Prens Garald sert
Prens gözlerini kapatmış, divanın üzerinde uzanmakta ol
Simkin'e işaret etti. "Onların ne söylediğini o nasıl anladi?"
"Almin adına!" Joram yumuşak sesle küfretti. "Bu doğru!"
Şömine rafından döndü. "Onların ne dediklerini sen nasıl an-
ladın, Simkin? Dillerini bilmiyorsun ki?"
"Bilmiyor muyum?" Simkin'in gözleri iri iri açıldı. Büyük bir
şaşkınlık içinde gibi görünüyordu. "Vay canına, keşke birisi
bana söyleseydi! İşte, tüm zamanımı Binbaşı'nm masasında
oturarak, o et yumruklu çavuşun benimle dışarı koşmasına
izin vererek, onların destek kuvvet istemekten bahsetmelerini
dinleyerek ve destek kuvvetlerin buraya yetmiş iki saatten ön-
ce gelemeyeceklerini duyarak geçirdim... Şimdi siz bana söy-
ledikleri tek bir sözcüğü bile anlamadığımı söylüyorsunuz, öy-
le mi? Fena halde moralim bozuldu!" Simkin öfkeyle çevresi-
ne dik dik baktı. "Hiç olmazsa önceden söyleseydiniz!"
Burnunu çeken, portakal renkli ipek parçasıyla silen Sim-
kin kendini ipek yastıkların üzerine fırlattı ve kasvetle tavanı
seyretmeye başladı.
"Yetmiş iki saat," diye mırıldandı Joram kendi kendine. "En
yakın yıldız üssüne bu kadar mesafe var..."
"Ona inanıyor musun?" diye sordu Garald.
"İnanmalıyım!" diye karşılık verdi Joram. "Ve siz de öyle,
diye ekledi sertçe. "Nasıl açıklayabilirim, bilmiyorum, ama Ka-
rabüyücü'yü görmüş. Onu ve Binbaşı Boris'i tarif etti! Ve ku-
254

KAR£Kjnçın ZAFERİ
isafiri olduğunu söylediği şeyler mantıklı geliyor. Boris
bizi katletme emri alarak gelmedi! Kuşkusuz, bir güç
ijtifâyd
rerisi ile bizi sindirmek için geldi. Teslim olacağımızı he-
hyordu. Ama Menju bunu istemiyor." Joram bakışlarını Ga-
sap
Id'dan titreşen közlere çevirdi. "Büyü istiyor. O bu dünyada
, gjnuş. Geri dönmek ve gücünü kazanmak istiyor. Ve bu
dünyadaki, ona karşı tehdit oluşturabilecek herkesin ölmesini
"istiyor!"
"Demek bu yüzden katalistleri tutsak alıyor," dedi Şaryon,
aniden anlayarak. "Onları kendisine Yaşam vermeleri için kul-
lanıyor..."
"...ve o Yaşam'ı kullanarak Binbaşı Boris'i sindirdi ve Ko-
ridorlar'ı kapattı."
"Buna inanmıyorum! Çok saçma!" Çalışma odasının gölge-
leri içinde duran, şimdiye dek unutulmuş Mosiah, Simkin'in
hikâyesini inanamayarak dinlemişti. Şimdi, öne çıkarak
Prens'ten Joram'a, Saryon'a yalvarırcasına baktı. "Simkin bütün
bunları uydurdu! Hepimizi öldüremezler, değil mi -Thimhal-
lan'daki herkesi! Binlerce, milyonlarca insanı!"
"Öldürebilirler ve öldürecekler," dedi Joram basitçe. "Ken-
di dünyalarında, kadim günlerde soykırım yaptılar ve yıldızla-
ra gidip orada yaşam bulduklarında, yine yaptılar —tek suçlan
"farklı" olmak olan varlıkları katlettiler. Öldürmek için son de-
rece etkili yöntemler geliştirdiler -dakikalar içinde büyük ka-
labalıkları yok edebilen silahlar.
"Ama onları bu dünyada kullanmayacaklar," diye ekledi Jo-
ram düşünceli düşünceli. "Menju bu dünyadaki büyünün etki-
lenmesini istemiyor. Yüksek enerjili, Yaşam'ı bozabilecek bir
silah kullanma riskini alamaz..."
Garald sinirle başını salladı, anlaşılan anlamamıştı. "Mosi-
2S5

HİAR£AR£T UJEİS ft TR^CY HlCKJIIAn


ah'a katılıyorum. Bu imkânsız!"
"Hayır, değil!" diye bağırdı Joram öfkeyle. "Bunu akl
çıkar! Tehlikeyi kabullen! Orada milyonlarca insan var
Ama Ote'de yüzlerce, binlerce milyon insan var! Orduları
azzam. İsteseler, Thimhallan'ın tüm nüfusunun üç katı k ri
asker getirirler!
"Savaşacağız. Şehirlerimizi savunacağız." Joram omuzlan
silkti. "Sonunda kaybedeceğiz, sırf sayılarıyla bizi altedecekle
Kuşatmalardan ve savaşlardan hayatta kalanlar düzenli bir $e
kilde çevrilecek ve öldürülecek: erkek, kadm, çocuk fark et-
meden. Karabüyücü birkaç yüz katalist Uıtacak, türlerinin de-
vam etmesini sağlayacak, ama o kadar. Bu dünyanın, büyü-
nün kontrolünü ele geçirecek, o ve onun gibi birkaç kişi
Öte'de altedilemez olacak."
"Dünyanın sonu..." Garald düşünmeden konuştu. Şaryon
yüzünün kızardığını, Joram'a hızlı bir bakış fırlattığını gördü.
"Lanet olsun!" dedi Prens aniden, ellerini masaya indirerek.
"Onları durdurmamız gerek! Bir yolu olmalı!"
Joram hemen yanıt vermedi. Ateş şiddetlendi ve bir anlığı-
na, Şaryon onun ışığı altında adamın dudaklarının karanlık bir
yarım gülümsemeyle kıvrıldığını gördü ve Katalist aniden artık
Lord Samuels'in evinde, karla kaplı Merilon şehrinde değildi.
Şaryon bir kez daha Karabüyücüler'in köyündeki demirhane-
de duaıyordu; sıcak kömürlerin ateşinin karanlık gözlerin için-
de parladığını gördü; tuhaf bir şekilde parlayan bir metali dö-
ven genç bir adam gördü; bir kez daha, Karakılıç'ı döven acı,
intikam peşindeki genci gördü...
O genci biri daha görmüştü. Odadaki birisi daha görmüş
256

KflRiiKjuçın ZAFERJ
taffüştı. Mosiah bir yıl önce en iyi ve tek arkadaşı olan
^ama bak«
Artl]< tanımadığı adama baktı.
Geçmiş gün ve gecenin heyecanı ve tehlikesi içinde, Mosi-
I foram'3 bakmaktan kaçınmayı başarmıştı -Mosiah'ın bir yı-
I na karşı on yıl yaşlanmış, bir başka dünyada yaşamış, Mosi-
jjj'ın hayal bile edemediği, kavrayamadığı harikalar görmüş
hjr [oram. Şimdi, suskun, korku dolu sessizlik içinde, Mosiah
artık o kadar iyi bildiği, ama hiç tanımadığı yüzü incelemek-
ten kaçınamıyordu. Gözleri yaşlarla doldu ve bu büyük traje-
di hakkında, halkının ve dünyasının yaklaşan yok oluşu hak-
kında endişelenmesi gerektiğini bilerek kendi kendini azarla-
dı.
Ama bu kavranamayacak kadar büyüktü. Kendini bencil,
ama bunun dışında savunmasız hissederek kendi küçük, kişi-
sel trajedisine odaklandı. Joram'ın sesini dinlemek, ölmüş bi-
rinin sesini dinlemek gibiydi. Mosiah için, bu yabancı aracılığı
ile konuşan, dostunun hayaletiydi.
Şaryon için de öyle miydi? Mosiah, gözleri Joram'a dikilmiş
olan Rahip'e baktı. Katalist'in yüzünde acı ve üzüntü, gurur
ve sevgi ile kanşmıştı ve Mosiah'ın yalnız hissetmesine sebep
oldu. Hayır, Katalist'in adama hissettiği sevgi, gence hissettiği
kadar güçlü ve kalıcıydı. Neden olmasındı ki? Şaryon o sevgi
için hayatını feda etmişti.
Ya Garald? Mosiah'ın bakışları Prens'e kaydı. Bu farklıydı.
prens için bu adamda, genç Joram'da gördüğü hayranlık du-
yulacak yoldaşı bulmak kolaydı. O zamanlar, yaş ve konum
farklılıkları dostluklarını güç kılmıştı. Şimdi, sonunda eşittiler.
Mosiah'ın yerini Garald almıştı.
Simkin'e gelince, Mosiah ona acı bir bakış fırlattı. Joram ge-
2S7

mARPARJÎ U/EIS & ÎRACY HlCKjnftn


riye bir semender olarak gelse de, aptalın duygularını •?
da böyle etkilemezdi. Önemli olan başka hiç kimse
Lord Samuels ile Leydi Rosamund hâlâ şok içindeydik
karışıklığı, acı ve korku dışında hiçbir şey hissedemiyor!
Mosiah başta böyle hissetti, ama baştaki korku daha 1
korkular içinde kayboldu, şok azalıp yok oldu. Şimdi bo
hüzünlü hissediyordu -Joram ona ne zaman baksa, kötüle
bir duygu. Çünkü Mosiah, adamın gözlerinde kendi acı kav
hissinin yansıdığını görüyordu. İkisi de bir zamanlar sahip Qı
dukları şeyi tekrar edinemezlerdi. Onun için, Joram Öte've
adım attığında ölmüştü. Mosiah dostunu, bir daha bulmamak
üzere kaybetmişti.
Uzun dakikalar geçti. Lordun çalışma odasındaki sessizliği
bozan tek ses Gwendolyn'in yükselip alçalan, oyuncu bir ço-
cuk gibi içeri dalıp geri çekilen sesiydi. Ses rahatsız edici de-
ğildi. Tuhaf bir şekilde, bunu sessizliğin bir parçası gibi görü-
yordu. Eğer sessizliğin dili olsa ve konuşabilse, onun sesiyle
konuşurdu. Ve sonra, Gwen'in sesi duyulmaz oldu. Geçmişten
gelen korkunç bir rüyada kaybolan Şaryon tarafından fark
edilmeden, sessizce oturma odasından dışarı kaydı.
Şimdi, saniyeleri sayan bir su saati duyulabiliyordu. Şıp,
şıp, şıp diye geçen zaman, sessizliğin yüzeyinin minik dalga-
larla bozulmasına sebep oluyordu. Dışarıda, kar yağmura dö-
nüştü. Çatıyı kasvetle döverek kalın kar tabakasına donuk pa-
tırtılarla düştü. Yağmurun gevşettiği minyatür bir çığ, çatıdan
gürleyerek, sürtünerek kaydı ve pencerenin dışında, bahçeye
düştü. Oda o kadar sessiz, içindekiler o kadar gergindi ki, bu
herkesin, hatta disiplinli, kıpırtısız Duuk-tsarithlerin bile irkil-
mesine sebep oldu. Siyah başlan kıpırdandı, parmakları seyir-
2S8

KARAKILIÇin HAFERİ
1 Sonunda Joram konuştu.
"Yetmiş iki saatimiz var," dedi, onlara dönerek. Sesi karar-
sertti. "Onların bize yapmaya niyetlendiklerini onlara
yapmak için yetmiş iki saat."
"Hayır, Joram!" Şaryon sandalyesinden kalktı. "Bunu kas-
tetmiş olamazsın!"
"Seni temin ederim, kastettiğim bu, Peder. Bu bizim tek
umudumuz," dedi Joram soğuk sesle. Ölmekte olan ateşin ışı-
ğını yakalayan beyaz cüppesi, gecenin gelişiyle kararan oda-
nın gri kasvetinde hafifçe parıldadı. "Düşmanı tamamen, son
adamına kadar yok etmeliyiz. Öte'ye dönecek canlı kalmama-
lı. Onları yok ettikten sonra Sınır'ı onarabilir, kendimizi evren-
den sonsuza dek soyutlayabiliriz."
"Evet!" dedi Garald kararlılıkla. "Hızla saldırırız, onları ha-
zırlıksız yakalarız!"
Masaya yürüyen Joram, bir haritanın üzerine eğildi. "Düş-
manın bulunduğu yer burası." İşaret etti, parmaklan ile bir yol
çizdi. "Buraya Zith-el'den Savaş Ustaları getiririz. Yabantop-
raklar'dan atadamlar ve devler. Bu noktalardan saldırırız..."
Sabırsızca çevresine bakındı. "Göremiyorum. Işığa ihtiyacımız
var..,"
Alev küreleri' canlandı, Duuk-tsarithler gölgeleri kovmak
için onları havaya bıraktı.
"Savaş Büyücüleri savaşır!" dedi Mosiah hevesle, Joram ile
Prens'e katılmak için masaya seğirterek.
"Bu planı bu geceki toplantıda asillere sunarız." Prens te-
laşla haritayı yuvarlamaya başladı. "Bundan bahsetmişken, yo-
la çıkmamızın zamanı geldi."
"Ne kadar zamanda hazırlanırız?"
259

ITİARCAREt U/EIS §T tR£CY HlCKJIIAn


"Yarın geceye kadar. O zamana kadar halkımız dini
olur. Yarın gece saldırabiliriz."
"Ve hepsini öldürürüz, her birini! Kimseyi canlı bırak
yız!"
"Ah, ne kadar eğlenceli!" Simkin uyandı. "Tanı da uygı
kıyafet üzerimde. Kan ve YüreM."
"Almin ruhlarımıza merhamet etsin!" dedi Prens Garald se
rinkanlılıkla, Duuk-tsarithleve kılıcını ve pelerinini getirmeleri
için işaret ederek.
"Almin merhamet etsin ha!" Saryon'un boğuk haykırışı
hepsini ürküttü. Joram ile Mosiah döndü, Prens Garald çevre-
sine bakındı.
"Affınıza sığınırım, Peder," dedi Prens özür dilercesine.
"Saygısızlık etmek istemedim."
"Saygısızlık mı? Siz aptallar, görmüyor musunuz? Nasıl bu
kadar kör olabilirsiniz? Almin yok! Merhamet de olmayacak!
Şimdiye kadar kendime bunu itiraf edemedim." Şaryon hara-
retle konuştu, bakışları onların üzerinde değildi, dalgın dalgın
uzaklara bakıyordu. "Ama uzun, çok uzun zamandır biliyor-
dum.
"Vanya'nın o minik bebeği ölümüne götürmesini izlerken
biliyordum. Joram'ın Öte'ye adım atmasını izlerken biliyor-
dum. Aletleri ile etimf oyarlarken, parmaklarımı kırarlarken,
karanlıktan dövülmüş silahı almaya çalışırlarken, o sonsuz sis-
lerin sürüklenmesini gün be gün izlerken biliyordum! Demir-
den yaratıkların dünyamızda gürleyerek dolaşmasını izlerken
biliyordum."
Şaryon şekilsiz ellerini, dua edecekmiş gibi bir araya getir-
di, ama bükülmüş parmakları hareketini açması bir komediye
çevirdi. "Ve şimdi sizi daha fazla cinayetten, daha fazla katlet-
260

KARAKlLIÇIfl ZAFERİ
bahsederken dinliyorum. Almin yok! Aldırmıyor! Bu
?«eden
msız oyunu oynamak üzere yalnız bırakıldık!"
"peder!" Şaşkın Mosiah elini paylarcasına Saryon'un koluna
vmak için yanına seğirtti. "Böyle şeyler söyleme!"
Şaryon öfkeyle kolunu kurtardı. "Almin yok! Merhamet
yok!" diye haykırdı acı acı.
Bir başka odadan gelen bir çatırtı Katalist'in sözünü kesti.
Hizmetkârların bağırışı, Duuk-tsarithler dahil herkesin çalışma
odasından yemek odasına koşmasına sebep oldu. Simkin dı-
şında herkes. O kargaşadan faydalanarak sessizce, hızla orta-
dan kayboldu.
"Gwendolyn!" Joram karısını tuttu. "Sen iyi misin? Peder,
çabuk gel! Kendini yaralamış!"
Porselen dolap paramparça olmuştu, tahtaları kırılmıştı;
içindeki kırılgan porselenler ve camlar yere saçılmış parçalar-
dan başka bir şey değildi. Yıkıntının ortasında Gwendolyn diz
çökmüş, elinde bir parça kırık cam tutuyordu. Parmaklarından
kan damlıyordu.
"Çok üzgün, gerçekte çok üzgün," dedi Gwen, çevresine
parlak mavi gözlerle bakarak. "Ama her şeyi o kadar değiştir-
mişsiniz ki, artık kendi evini bile tanıyamıyor."
261

5
İMPARATORUN OĞLU
aDışarıdaki kalabalığın mırıltıları Kristal Katedral'in duvar-
larının içinde duyulabiliyordu. Sokaklardan kabaran, yuvarla-
nan dalgalar halinde saydam yüzeyine çarpan bir okyanus gi-
biydi.
Sandalyesinin yanında duran, dışarıdaki, yağmurla sırılsık-
lam olmuş alacakaranlıkta havada süzülen yüzlerce insana ba-
kan Piskopos Vanya sağ yumruğunu iktidarsız bir öfkeyle sık-
tı. Sol elini de yumruk yapmak isterdi, ama o yanında gevşek-
çe sarkıyordu. Vanya dalgın dalgın uzandı ve emirlerine itaat
etmeyi reddeden kolunu ovaladı. Gözleri aşağıdaki kalabalığa,
gittikçe artan bir sinirle dik dik bakıyordu.
"Benden ne istiyorlar?" diye sordu, bakışlarını Kardinal'e
çevirerek. Kardinal kötücül bakışları karşısında geriledi. "Be-
nim ne yapmamı bekliyorlar?"
"Belki de onlarla konuşmanızı, birkaç söz söylemenizi...
Onlara Almin'in yanlarında olduğunu söylemenizi," diye öne-
ride bulundu Kardinal yatıştırıcı bir tavırla.
Piskopos burun kıvırdı, o kadar yüksek bir ses çıkarmıştı
ki, zaten endişeli bir korku ile titremekte olan Kardinal irkildi.
Piskopos papazına o fikir hakkında ne düşündüğünü söyleme-
ye hazırlanırken aşağıdaki kalabalığın üzerine bir sessizlik

KARAKJLİÇin ZAFERİ

ve
her iki adamın da dikkatini çekti.
*tü
ç° J". JJ ne oldu?" diye mırıldandı Vanya, kristal duvardan
bakmak için dönerek. Kardinal yanına seğirtti. "Gördün
Piskopos yine burun kıvırdı. "Ne demiştim?"
Kalabalığın arasında, siyah bir kuğu sürmekte olan Prens
„\A belirmişti. Yanında Joram vardı. Beyaz cüppeli adamı
(3araıu
-,en kalabalığı bir heyecan dalgası sardı. Kristal duvara yas-
lanan Piskopos bağırışlarını duyabiliyordu.
"Ölüm Meleği!" diye tekrarladı acı acı. Titreyen papazına
baktı- "Onlara Almin'in yanlarında olduğunu söylememi ister
misin, Kardinal? Hah! Karabüyücü Prens yönetiyor onları, in-
san şeklindeki şeytan, Ölü bir adamla ittifak halinde! Onları
doğrudan sonlarına götürüyor! Ve koyun gibi takip etmekten
tatmin olamayan onlar, koşturup, kendilerini yamaçtan aşağı
atıyorlar!"
Dudaklarını öfkeyle büzen Piskopos duvarlarının dışındaki
sahneyi izlemek üzere döndü yine.
Kuğunun sırtından inen Prens Garald, kalabalığın tepesin-
de süzülen mermer bir platformun üzerinde yürüdü. Pelerinin
başlığını arkaya atarak, başı açık bir şekilde yağmurun altında
durdu ve sessizlik isteyerek ellerini kaldırdı. Joram sessizce ta-
kip etti. Huzursuz görünüyordu. Platformun yağmurla kaygan-
laşmış yüzeyinden, yerden oldukça yüksekte duruyordu.
"Thimhallan yurttaşları, beni dinleyin!" diye bağırdı Prens
Garald.
Kalabalığın bağrışması kesildi, ama yerini alan sessizlik öf-
keli bir sessizlikti, neredeyse önceki gürültüden de yüksekti.
"Biliyorum," dedi Garald sessizliğe. "Ben sizin düşmanını-
zın!. Ya da, düşmanınızdım, çünkü artık değilim!"
Vanya bunun üzerine birşeyler mırıldandı.
263

ITİAReARîf U/EIS & tRACY HlCKITIAn


"Piskopos Hazretleri?" diye sordu Kardinal, anlarnav
Prens'in sözlerini dikkatle dinleyen Piskopos kristal d
ların ardından güçlükle duyuyordu, sinirle, Kardinal'e
kalmasını işaret etti.
"Savaş hakkındaki söylentileri hepiniz duydunuz" div
Prens. "Alev alev gözlerinin bir bakışı ile öldürebilen d«
den yaratıkları duydunuz. Ellerinde ölüm taşıyan yabancı ı
sanları duydunuz."
Sessizlik bozulmadı, ama her adam yanındakine bakarken
onayla başını sallarken bir kıpırdanma ve hışırtı oldu.
"Hepsi doğru," diye devam etti Prens Garald, alçak ve sert
bir sesle. Ne kadar alçak olsa da, suskun kalabalık tarafından
açıkça duyulmuştu. Üstlerinde, Piskopos'un odasında duran
Piskopos ile Kardinal de açıkça duyabilmişti.
"Doğru!" Garald sesini yükseltti. "İmparator Xavier'in öldü-
ğü de doğru."
Sessizlik o anda bozuldu. Kalabalıktakiler öfke içinde hay-
kırdı, kaşlarını çattı, başlarını, daha sonra yumruklarını salladı.
"Eğer bana inanmıyorsanız," diye seslendi Prens Garald,
"yukarı bakın ve gerçeği görün!" İşaret etti -bazılarının başta
düşündüğü gibi gökyüzüne değil, Piskopos Vanya'ya.
Saydam duvarın yanında duran, ofisindeki ışıkların aydın-
lattığı Piskopos aşağıflaki kalabalık tarafından açıkça görüldü.
Hareket etmeye çalışmakta çok geç kaldı, ve edemedi. Sol ba-
cağı sol kolu gibi felç olmuş olmasa da, zayıftı ve iri gövdesi-
ni eskisi kadar hızlı hareket ettiremiyordu. Bu yüzden, odasın-
da durup, aşağıdaki insanlara bakmak dışında bir şey yapama-
dı. Yüzü içsel bir sakin görünme mücadelesi ve dışsal bir öf-
ke ile çarpılmıştı. Adamın çenesindeki rengi, sarkık yüzünde-
ki ifadeyi, seğiren ağzının buruşmasını yanlış anlamak imkân-
2 64

KARftKjuçın ZAFER]
, puvardan kayan yağmur damlaları Piskopos eriyormuş
... Sinmesine sebep oluyordu. İnsanlar bakışarak, mırılda-
rak bakışlarını Piskopos'tan uzaklaştırdılar ve Prens'i dinle-
meye devam ettiler.
"pusman orada," diye sözlerine devam etti Prens Garald
«inansızca, kalabalığın huzursuz seslerini bastırmak için bağı-
rarak, "hayal edebileceğiniz tüm düşmanlardan daha korkutu-
cu- Bu düşman Sınır'ı aştı! Öte'den, Ölüm âleminden geldi! Bu
düşman dünyamızın ölümü için çalışıyor!"
Kalabalık yüksek sesle haykırarak Prens'in sözlerini boğdu.
Piskopos başını salladı, dudakları alayla kıvrıldı. "Kraliyet
Evi'ne, ölü olan ama yaşayacak olan, tekrar ölecek ve tekrar
yaşayacak olan biri doğacak. Ve o geri döndüğünde, elinde
dünyanın yıkımını tutuyor olacak... " diye tekrarladı Vanya
yumuşak sesle. "Takip edin onu, sizi aptallar. Takip edin..."
"Bu düşmana karşı birleşmeliyiz!" diye haykırdı Garald ve
kalabalıktan bir tezahürat koptu. "Kent-devletinizin asilleri ile
toplantı yaptım. Benimle aynı fikirdeler. Savaşacak mısınız?"
"Evet, ama bizi kim yönetecek?"
Ses kalabalığın ön taraflarından gelmişti, Sade, perişan Tar-
la Büyücüsü giysileri giyen bir adamdan. Tereddütle, sanki ar-
kadan itilmiş gibi öne süzüldü. Yamrı yumru şapkasını kafa-
sından çıkardı, beceriksizce elinde tutaı ve 'başta, Prens'in
önünde durduğu için utanmış göründü. Ama orada, platfor-
mun önünde süzülmeye başlayınca omuzlarını dikleştirdi,
Prens'e ve beyaz cüppeli adama sessiz bir vakarla baktı.
O anda, sessizce, fark edilmeden siyah kuğunun arkasında
oturmakta olan genç bir adam yükseldi ve süzülerek gelip Tar-
la Büyücüsünün yanında durdu.
"Prens Garald," dedi genç adam, "babamı tanıtmama izin
26S

ITİARGARfT U/EIS & ÎRACY HlCKtnAn


verin."
"Onur duydum, bayım," dedi Prens, zarafetle eğil
"Oğlunuz dün düşmanla yan yana savaştığım yiğit bir sava
Oğlunun bu şekilde övüldüğünü duyan Tarla Biiyücf
memnunlukla kızardı, ama bu onu amacından vazgeçirmen-
Utançla boğazını temizleyerek takipçilerine bir göz attı, sem
sözlerine devam etti.
"Affınıza sığınırım, Ekselansları. Artık düşmanımız olmadı
ğınızı söylüyorsunuz. Orada hayal edebileceğimizden de bü-
yük bir düşman olduğunu söylüyorsunuz. Sanırım bunun doğ-
ru olduğunu biliyoruz. Hepimiz oğlumun ve sizinle savaşan
başkalarının anlattığı hikâyeleri duyduk. Ve her kimse ya da
her nereden geliyorsa, bu düşmanla savaşmaya gönüllüyüz."
Mırıltı yükseldi, kalabalıktan destek haykırışları geldi.
"Ama," diye devam etti Tarla Büyücüsü, sinirli sinirli şap-
kasını nasırlı, işle sertleşmiş elleriyle düzelterek, "siz ne kadar
onurlu ya da asil bir adam olsanız -ve itiraf etmeliyim ki hak-
kınızda iyi şeyler anlatıldığını duydum- bize yabancısınız. Sa-
nırım yalnızca biz tarla işçileri için değil, bu şehirde çalışanlar
adına da konuşuyorum," -kalabalıktan onay haykırışlan geldi-
"ve içimizden birinin önderliğinde savaşa gitsek kendimizi da-
ha iyi hissedeceğimizi söylüyorum. Bizi katledilmeye götürdü-
ğü sığırlar değil de, tanıdığı, kendi halkı sayan biri."
Joram kaygan platformda nereye bastığına dikkat ederek
öne çıktı. "Ben seni tanıyorum, Jacobias. Ve, inanmayı güç
bulsan da, sen de beni tanıyorsun. Sana yemin ederim..." -el-
lerini uzatarak kalabalığa baktı- "hepinize yemin ederim," di-
ye bağırdı, "bu adama, Prens Garald'a canlarınızı emanet ede-
bilirsiniz! Albanaralzr ile yaptığımız toplantıdan yeni geldik!
Onlar önderleri olarak Prens Garald'ı seçtiler. Ben desteğimi
266

KARfıKJLiçın ZAFERJ
veriyorum ve sizden de..."
' »Havır hayır! Biz Sharakan'ı takip etmeyiz!"
-içimizden biri!"
Utanç içinde kızaran Mosiah babası ile tartışıyordu. Garald
m'a "Dememiş miydim," dercesine bir bakış fırlattı. Bakış-
joranı a,
i ndan kaçınan Joram, sesini duyurmaya çalışıyordu ki, kala-
balığın ortasından gelen tek bir ses gürültünün üzerinden yük-
seldi.
"Onları sen yönet, oğlum!"
Kalabalık sustu. Ses tanıdık geliyordu. Sessizce söylenmiş
0lsa da sözler, derin bir hüzünle karışık öyle bir gururla telaf-
fuz edilmişlerdi ki, yüreklerde bir haykırıştan daha yüksek
yankılandı.
"Kim söyledi bunu?" Havada süzülenler ayaklarının dibine
baktılar, çünkü ses aşağıdan gelmiş gibiydi.
"O söyledi! Yaşlı adam! Kenara çekilin, bırakın konuşsun!"
Yaşlı adamın üzerinde süzülen pek çok kişi onu işaret et-
ti. Gerileyerek onu gittikçe genişleyen bir çemberin ortasında
yalnız bıraktılar. Yaşlı adam yerde kaldı; diğerleri ile birlikte
havalanmadı. Yanında katalist yoktu, hiçbir dost, hiçbir akra-
ba yoktu. Giysileri perişan ve lime limeydi, sanki paçavralar
halinde üzerinden dökülecek gibiydi. O kadar eğilmiş, kam-
buru çıkmıştı ki, platforma bakmak için başını kaldırmakta

güçlük çekiyordu. Yağmur damlaları düşerken gözlerini kır-


pıştırdı.
Kalabalık arasında, daha iyi görebilmek için alçalanlar ani-
den yukarı fırlayıp arkadaşlarına katıldılar. Huşu dolu bir fısıl-
tı dolanmaya başladı.
"İmparator! Eski İmparator!"
Yaşlı adamın çevresindeki çember genişledi, insanlar gör-
267

ITlflRCARft WEİS S- f RACY HiCKinAn


mek için başlarını uzattı. Onu tanıyan Piskopos Vanya K.
sonra öfkeyle bembeyaz kesildi. Kardinal yüksek seslp ?
ıe ınlçHj
Prens Garald tepkisini görmek için bakışlarını hızla T
çevirdi. Tepki yoktu. Joram yaşlı adama sessizce, ifacj
baktı. Prens Duuk-tsarithlere işaret etti ve üzerinde dıırdı l\
rı platform yavaş yavaş alçaldı, çevresindeki insanlar hortı
yakalanmış yapraklar gibi döndüler.
Platform inip, taşların üzerine konduğu zaman, Prens v
vaş yavaş yürüyen yaşlı adamın öne çıkması için işaret etti
Yaşlı adamın yüzüne dikkatle bakan Prens Garald eğildi
Yumuşak sesle, "Majesteleri," dedi.
İmparator dalgın dalgın başını salladı. Prens'e bakmamışta
bile. Gelip Joram'm önünde duran yaşlı adam dokunmak için
uzandı, ama Joram -yüzü duygusuz, gözleri babasının başının
üzerinde bir yere sabitlenmiş— bir adım geriledi. Hüzünle gü-
lümseyen İmparator başını salladı ve elini yavaşça çekti.
"Seni suçlamıyorum," dedi yumuşak sesle. "Bir zamanlar,
uzun yıllar önce sana sırtımı döndüm ve seni ölmen için gö-
türdüler." Joram'a baktı. Onunla aynı hizada olsa da, kambur
bedeni platformun üzerinde duran uzun boylu adama bakmak
için başını kaldırmasını gerektiriyordu. "Bu seni beşinci kez
görmem anlamına geliyor, oğlum. Oğlum..." İmparator'un se-
si sözcüğün üzerinde oyalandı. "Gamaliel. Adın bu olacaktı.
Kadim günlerden kalan bir sözcük. 'Tanrı'nın ödülü,' demek.
Sen bizim ödülümüz olacaktın, annenin ve benim." İmparator
derin bir iç geçirdi. "Bunu yerine, deli kadın sana Joram ismi-
ni verdi -'bir tas'. Uygun bir isim. Gumrumuz ve korkumuz
içinde, seni kendimizden uzaklaştırdık. Zavallı deli kadın seni
yakaladı ve içine bu dünyanın hüzünlerini doldurdu."
İmparator hâlâ ona bakmayan oğlunun yüzüne baktı.
268

KARAKİLİÇİİİ HAFERİ
i benden aldıkları günü hatırlıyorum. Annenin döktü -

lan, bedenine düşen kristal gözyaşlarını hatırlıyorum.


? minik kan sızıntıları akıyordu. Sana sırtımı döndüm
perınoc . .... _
ğü rA$
rinde
ölme
lise<nin hatası mı?"
ve
... en için götürdüler seni. Benim hatam mı, diyorsun? Ki-
tmparator aniden doğrularak, neredeyse tüm boyunu gös-
erek kalabalığa sert bir bakış fırlattı. Bir an, adamın yüzü
alet kazandı, çarpık yaşlı adam gururlu bir hükümdar oldu.
«Benim hatam mı?" diye sorguladı İmparator yüksek sesle.
«Eser sizi Ölü bir çocuğun yöneteceğini bilseydiniz siz ne ya-
pardınız, Merilon halkı?"
İnsanlar birbirlerine som dolu gözlerle bakarak gerilediler.
Deli sözcüğü fısıldandı ve başlar sallandı. Ama aralarında, yaş-
lı adamın suçlayan bakışlarını karşılayabilen tek bir kişi yoktu.
Joram'ın eli, sanki acı veriyormuşcasma bilinçsizce göğsü-
ne gitti.
"Evet, oğlum," -İmparator hareketi fark etmişti- "bana an-
nenin gözyaşlarının izlerini taşıdığını söylediler. Bana o yara
izlerinin kimliğinin kanıtlanmasına yardımcı olduğunu söyledi-
ler. Seni ondan uzun zaman önce tanımıştım! Göğsündeki ya-
ra izlerini görmeme gerek yoktu. Ruhundaki yara izlerini gör-
düm. Hatırladın mı? Lord Samuels'in evine, Simkin'i, Soytan'yı
en son budalalığından kurtarmaya geldiğim gündü. Yüzünü
günışığmda gördüm, saçlarını gördüm." İmparator'un gözleri
Joram'ın, yağmur altında parlayan siyah saçlarına gitti. "O za-
man on sekiz yıl önce doğan oğlumun hayatta kaldığını anla-
dım! Ama hiçbir şey yapmadım. Hiçbir şey söylemedim. Kor-
kuyordum! Kendim için, ama daha çok senin için! Buna ina-
nabiliyor musun?"
Joram'ın dudakları gerildi; göğsündeki eli seğirdi; babası-
269

rTİARCARft U/EİS 8C 1"W>CY HiCKjıiAn


nın sözlerini duyduğunu gösteren tek işaret buydu.
"Sonra seni Kristal Saray'da gördüm, ölümünün vılH-
münde. Gamaliel. Benim ödülüm! İsmin yüreğimde ya
du. Senin annenle karşılaşmanı izledim. Annen -bir rPCQf ,
ct>et, da.
marlarında akan Yaşam sahte. Ve sen -canlı, ama Ölü F
sen benim ödülümsün."
Joram yüzünü çevirdi, boğazından alçak, boğuk bir havle
rış kaçtı. "Götürün onu!"
Duuk-tsarithler Prens Garald'a baktılar, Prens başmı iki ya
na salladı. Garald elini arkadaşının omzuna koydu, ama Joram
dokunuşundan kurtuldu. Öfkeyle işaret ederek bir şey söyle-
yecek oldu, ama sözcükleri boğuldu. İmparator ona yalvarır-
casına baktı.
"Seni en son, Dönüştürme'de gördüm," dedi, yağmur dam-
laları kadar yumuşak, değişmez bir sesle. "Beni tanıdığın za-
man gözlerine doğan umudu gördüm. Ve ne düşündüğünü
anladım..."
"Beni kabullenebilirdin!" Joram ilk kez babasına doğrudan
baktı, gözleri demirhanenin alevleri ile yanıyordu. "Beni oğlun
olarak kabullenseydin Vanya beni yaşayan ölüye çeviremezdi!
Beni kurtarabilirdin!"
"Hayır, oğlum," dedi İmparator nazikçe. "Kendimi kurtar-
mazken seni nasıl kuTtarabilirdim?" Başını eğdi, bedeni yine
eğildi, yine o çökmüş, paçavralar içindeki yaşlı adam oldu.
"Kalamam! Nefes alamıyorum!" Göğsünü tutan, nefes alma-
ya çalışan Jöram platformdan inmek için döndü.
"Oğlum!" Yaşlı adam titrek elini uzattı. "Oğlum! Gamaliel!"
diye haykırdı İmparator. "Senden beni affetmeni isteyemem.'
Joram'ın sırtına baktı. "Ama belki onları affedebilirsin. Şimdi
sana ihtiyaçları var... Sen onların ödülü olacaksın..."
270

KARBKJLIÇin HAFERJ
"Bunu söyleme!" Joram bir kez daha gitmeye çalıştı, ama
k cok geÇu- İnsanlar sorular sorarak, yanıtlar talep ederek,
sh adamı dirsekleyip yollarından iterek çevresinde kabardı,
tmparator'un son sözleri duyulmadı, kalabalığın şamatası için-
ae kayboldu.
"Geveze, ihtiyar aptal," diye hırladı Piskopos Vanya yuka-
rıdan. Xavier haklıydı. Ölümünü hızlandırmalıydık..."
Kardinal şok dolu bir paylama dillendirdi.
Şişman derisinin tabakaları içinde başını çeviren Piskopos
papazını horgören bir bakışla sabitledi. "Bana kutsal saçmalık-
lardan bahsetme. Almin'in kutsal adına neler yapıldığını bili-
yorsun. Dualarını ederken sen gözlerini kapatabiliyorsun, ama
ben gittikten sonra onları açıp ödülleri kapmakta hiç geç kal-
mayacaksın!"
Kalabalığı izlemek için sırtını dönen Piskopos Vanya sadık
hizmetkârının ona fırlattığı düşmanca, nefret dolu bakışı kaçır-
dı.
Hava kararıyordu. Fırtınanın çabuklaştırdığı gece, parmak-
larını Merilon'un üzerine kapatıyordu. Kalabalığın içinde ora-
da burada, sihirbazlar büyülü ateşler yaktı. Rengarenk alevle-
ri ile aydınlanan Mosiah'ın babası -anlaşılan artık resmi söz-
cüydü- bir adım öne çıktı.
"Söylediği doğru mu, lordum?" diye sordu Tarla Büyücüsü,
Prens'e.
"Evet," diye yanıt verdi Prens Garald. Herkesin duyabilme-
si için sesini yükselterek tekrarladı. "Evet, duyduklarınız doğ-
ru -sırf Merilon değil, Thimhallan'daki herkesin utancı-
Korkumuz bu adamın," -elini Joram'ın omzuna koydu— "ölü-
me mahkûm edilmesine yol açtı, bir kez çocukken, bir kez ye-
tişkin olarak. Joram merhum Merilon İmparatoriçesi ile İmpa-
271

rrlARCARff U/EIS Si 1"RftCY HlCKITIAn


ratoru'nun oğludur. Amcası Xavier varlığını biliyordu vP
onu
yok etmeye çalıştı. Bu konuda, Piskopos Vanya ile i5k- ..
yaptı."
Kalabalıktaki herkesin gözleri Katedral'deki ofise o> ?
Hepsine dik dik bakan Vanya sağlam elini uzattı ve kablo
hızla çekerek kristal duvarı kaplayan halıyı indirdi.
Gözleri dışarıda tutabiliyordu, ama sesleri değil.
"İhtiyaç ânımızda Almin bize Joram'ı gönderdi!" Bu Prens
Garald'ın sesiydi. "Bu O'nun bizimle olduğunu kanıtlar! Jo-
ram'ı -imparatorunuzun ve Merilon'un hak sahibi hükümdarı-
nın oğlunu takip edip savaşa gider misiniz?"
Kalabalık muazzam bir haykırış ile karşılık verdi.
Perdedeki bir aralıktan dışarı bakan Piskopos Vanya, Jo-
ram'ın dönüp halka bakmadığını, başını eğmiş, yüzünü çevir-
miş bir şekilde sırtını onlara döndüğünü gördü. Prens Garald
ona doğru eğildi, içtenlikle konuştu ve Joram sonunda başını
kaldırdı ve yavaş yavaş dönerek, beyaz cüppesi büyülü meşa-
le ışığında parlayarak kalabalıkla yüzleşti.
Kalabalık onay dolu sesler haykırdı. Öne doğru kabaran
halk yeni imparatorlarını çevreledi; ona dokunmaya çalıştı,
onları kutsaması için yalvardı. Bir anda, Duuk-tsarithler Jo-
ram'ın çevresinde kenetlendi. Prens Garald platformun yüksel-
mesini sağladı. İnsanlar» onunla beraber yükseldi, tezahürat
yaptı, alkışladı.
Yaşlı adamın onlara katılacak büyü gücü yoktu, bu yüzden
yağmur altında yerde kaldı ve unutuldu.
"Kehanet!" diye mırıldandı Vanya boş bir sesle. "Geliyor!
Kaçış yok!" Alnındaki ter damlacıkları korkuyla kabardı ve za-
rif cüppesinin boynuna doğru süzüldü. Sendeleyerek geriledi,
Kardinal'in yardımıyla sandalyesine çöktü.
272

KARAKJLIÇin ZAFERİ
jl Kaçış yok mu?" Ne kadar edilgen bir tavır! Oldukça
aklı bir birleşme, sizce de öyle değil mi, Piskopos Haz-
•? Gözyaşlarını ve yağmur yüzünden neredeyse boğula-
çaktım'"
ceS Piskopos Hazretleri'nin arkasından gelmişti. Piskopos
kuyla irkilerek, özel odasına habersiz, davetsiz kimin girdi-
- ni görmek için sandalyesinde kıvrandı.
«Bu rezaletin anlamı ne?" diye püskürüyordu Kardinal.
Genç bir adam -çenesi ve üst dudağı yumuşak, özenle ke-
silmiş kıllarla süslenmişti- kayıtsızca Koridor'dan dışarı adım
attı. Siyah kürklerle süslü, parlak kırmızı brokar sabahlık giyi-
yordu. Kırmızı ayakkabılarının uzun, sivri uçları geriye doğru
kıvrılmıştı. Bir elinde, alev gibi bir portakal renkli ipek parça-
sı dalgalanıyordu.
"Boğulayım emi, Fıçı Hazretleri," dedi sakallı genç adam,
halının üzerinde Piskopos'a doğru yürürken kıvrık uçlu ayak-
kabılarına takılarak, "hiç de iyi görünmüyorsunuz! Sen, orada-
ki" -sersemlemiş Kardinal'e- "bir bardak brendi. Canlan biraz.
Teşekkür ederim." Genç adam kadehi kaldırdı, "Sağlığınıza,
Piskopos Hazretleri," ve tek yudumda bitirdi. "Teşekkür ede-
rim." Genç adam kadehi Kardinal'e uzattı. "Bir tane daha.
"Ah, Piskopos," diye devam etti neşeyle, "daha iyi görün-
meye başlamışsınız bile. Bir kadeh daha ve neredeyse insan
gibi görüneceksiniz. Ben kim miyim? Beni tanıyorsun, sevgili
Vaııya. Adım Simkin. Neden mi buradayım? Çünkü, Ey Yuvar-
lak ve Sarkık Adam, seninle görüşmeye can atan iki yeni ar-
kadaşım var. Onları ilginç bulacağını düşünüyomm. Sözün
tam anlamıyla, başka gezegenden geliyorlar."
273

6
DONA NOBIS PACEM
"Bu dünyaya barış ile geldik, Piskopos Vanya," dedi Kara-
büyücü Menju pürüzsüz, melankolik bir sesle. "Şimdi anlıyo-
ruz ki, sizin... mm... savaş oyunlarınıza rast gelme hatasını
yaptık. Size göre tamamen kazayla, saldırıya uğradık." Vanya
paylayacakmış gibi göründüğü zaman, yatıştırırcasma söylen-
mişti bu sözler. "Ama bunu bilmediğimizden, ancak bizim
dünyamızda kanun kaçağı olan Joram'ın planlarımızı keşfetti-
ğini ve bizi yok etmek için pusu kurduğunu varsayabildik."
Karabüyücü derin bir iç çekti. "Gerçekten de üzücü bir olay.
Her iki yandan can kaybı, içler acısı. Öyle değil mi, Binbaşı
Boris?"
Piskopos Vanya, yumuşak, yastıklı bir sandalyenin kenarı-
na ilişmiş, sırtı dimdik önüne bakmakta olan askere baktı.
Simkin iki adamın Korfdor'da kullandıkları kılıkları yok etmiş-
ti ve Binbaşı şimdi bir kez daha, Vanya'nın türünün askeri üni-
fonnası olduğunu düşündüğü kıyafete bürünmüştü.
"Öyle değil mi, Binbaşı?" diye tekrarladı Karabüyücü.
Binbaşı yanıt vermedi. O, Simkin ve kendine Karabüyücü
diyen bu adamın odaya girmesinden bu yana tek kelime bile
konuşmamıştı. Vanya büyücünün tekrarladığı onay isteğine
nasıl tepki vereceğini görmek için dikkatle izledi ve sarışın

KARAKJLIÇln ZAFERİ
. ı-,aşı'nın açık renk gözlerinde kıvılcımlanan nefret ve mey-
n okuma parıltısını kaçırmadı. Adamın güçlü, buldog çene-
? 0 kadar sıkılmıştı ki, kalın boynundaki kaslar açıkça görüle-
biliyordu.
Vanya, Karabüyücü'nün tepkisini görmek için baktı. Tuhaf
bir tepkiydi. Sağ elini kaldıran büyücü, defalarca elini esnetti
dalgın dalgın parmaklarını kuş pençesi gibi açtı. Bunu gören
ginbaşı'nın fena halde solması Vanya'nın çok ilgisini çekti.
Kefret dolu bakışları korkuyla doldu, dev omuzlar çöktü,
adam çirkin üniformasının içinde büzülür gibi oldu.
"Bu doğru değil mi, Binbaşı?" diye tekrarladı Karabüyücü
sorusunu.
"Evet," dedi Binbaşı kısaca, sessizce. Dudakları yine sıkı sı-
kı kapandı.
"Binbaşı bu büyülü dünyada son derece rahatsız ve elbet-
te, kendim burada çok tuhaf hissediyor," dedi Menju Van-
ya'ya, özür dilercesine. "Dilinizi aylardır çalışıyor ve söyledik-
lerimizi çok iyi anlıyor olsa da, henüz konuşacak kadar güven-
li hissetmiyor. Umarım sohbetimize katılmamasını mazur gö-
rürsünüz."
"Elbette, elbette," dedi Piskopos, tombul, sağlam elini sal-
layarak. Diğeri Piskopos Hazretleri'nin arkasında oturduğu
dev masanın altında saklanmıştı.
Piskopos bir saat önce kendisi için var olmayan bir dünya-
dan konuklar gelmesinin şokundan hızla kurtulmuştu. Geçir-
diği krize rağmen, Vanya'nın bunca sene zirvede kalmasını
sağlayan keskin gözlem yeteneği ve insanoğlu hakkındaki bil-
gisi hâlâ yerli yerindeydi. Karabüyücü ile iki dünyanın dillerin-
deki benzerlikler ve farklılıklar hakkında -ikisinin de kökleri
kadim zamanlara uzanıyordu- boş boş gevezelik ederken, as-
275

İTİARPARfî U/EIS S[ T RACY HlCKHlAn


lında iki ziyaretçisini içinden değerlendiriyor, neden gelrVı,
rini tahmin etmeye çalışıyordu.
Bu iki adam Thimhallan'daki herkes gibiydiler. Yalnız R-
başı oldukça Ölü idi ve Karabüyücü -yıllardır büyüden m ı
rum kaldığından- sanatın kullanımında beceriksiz ve kabavd
Binbaşı'yı inceleyen Vanya, Boris'i hemen hesaplarında
çıkardı. Bu derin suların, açıksözlü, dürüst bir asker olan Bin
ba sının boyunu aştığı ve adamın boğulmak üzere olduğu açık-
tı. Bu dünya karşısında şaşkınlık içindeydi; Karabüyücü'den
korkuyordu. Boris'i büyücü kontrol ediyordu ve bu da, bu
oyundaki asıl oyuncunun Karabüyücü olduğunu gösteriyordu.
Karabüyücü Menju, buraya barışçıl amaçlarla geldiğini söy-
lerken yalan söylüyordu. Vanya'nın bundan kuşkusu yoktu.
Menju Vanya'yı hatırlamıyordu, ama Vanya Menju'yu çok iyi
tanıyor ve hatırlıyordu. Piskopos adamın geçmişini hatırladı.
Teknolojinin Karanlık Sanatları'nı gizli gizli uygulayan Menju,
Zith-el yakınında bir düklüğü ele geçirmek için becerilerini
kullanmaya çalışmıştı. Duuk-tsarithler tarafından yakalanmış,
kısa bir mahkemeden sonra Öte'ye sürülmeye mahkûm edil-
mişti. İnfaz hızlı ve sessizce yapılmıştı; muhtemelen Thimhal-
lan'daki çoğu kişinin haberi yoktu. Bu ne zamandı -dört yıl
önce mi? Menju o zaman yirmi yaşındaydı, şimdi altmış yaşın-
da görünüyordu ve Vanfa'ya, Öte dünyada kırk yıl geçirdiği-
ni söylüyordu.
Karabüyücü sabırla açıklamaya çalışmış olsa da -ışığın hı-
zı ve boyut kapıları ile ilgili bir şeydi- Piskopos bunu hiç an-
lamamıştı. Almin gizemli şekillerde çalışır, dedi Piskopos ken-
di kendine, bunu önemsiz bir konu olarak bir kenara iterek.
Önemli olan, bu güçlü adamın burada olması ve bir şey iste-
mesiydi. Ne istiyordu? Ve karşılığında vermeye gönüllü oldu-
276

KARAKJLİÇİÜ ZAFER!
v neydi? Acil sorular bunlardı.
Ne istediğine gelince, başta Piskopos'a bu açık göründü.

Men)11
büyü istiyordu. Yaşam olmadan geçen kırk yıl Karabü-
cü'yü kemirmişti. Vanya, Menju'nun gözlerindeki açlığı gö-
biliyordu. Şimdi, evine dönen Karabüyücü bir kez daha kıs-
men Yaşam edinmişti. Tıka basa yemişti ve Piskopos, Men-
•iu'nun bir daha asla aç kalmamaya kararlı olduğunu gördü.
Buraya barış içinde gelmek konusunda yalan söylüyor, di-
ye tekrarladı Vanya içinden, yüksek sesle isimler, zamirler, fi-
iller söylerken. Güçlerimize saldırmaları kaza değildi. Çok hız-
lı çok düzenliydi. Xavier'in raporlarından bu kadarını biliyo-
nım. Duuk-tsarithlere göre, yabancı insan ordusu şimdi ciddi
sorunlar yaşıyor. Büyücülerimiz onları ağır kayıplara uğrattı ve
çekilmeye zorladı. Karabüyücü neden burada? Planı ne?
Onu nasıl kullanabilirim...?
"Dilden bahsetmişken, Simkin'in bizim dilimizi öğrenmesi
beni çok şaşırttı," dedi Karabüyücü.
"Simkin hakkında hiçbir şey beni şaşırtmaz," diye hırladı
Vanya, kırmızılara bürünmüş şekle dik dik bakarak. Pisko-
pos'un ofisindeki divana rahatça uzanmış genç adam, edatlar
ile ilgili konuşma sırasında anlaşılan uykuya dalmış, yüksek
sesle horlamaktaydı.
"Joram'ın onun hakkında bir teorisi var," dedi Karabüyücü
kayıtsızca. Piskopos adamın gözlerinde bir parıltı fark etti, ra-
kibinin elini hesaplamaya çalışan bir kart oyuncusunun bakış-
larıydı bunlar. "Simkin'in bu dünyanın kişileşmiş hali olduğu-
nu düşünüyor -en saf haliyle büyü."
"Çirkin bir düşünce ve Joram açısından çok tipik," dedi
Vanya ekşi ekşi, Simkin'e gösterilen bu ani ilgiden hoşlanma-
yarak. Soytarı destedeki kestirilemez karttı ve Piskopos bir sa-
277

ITlARPARfî U/EIS ft ÎRACY HlCIOnAn


attir ondan nasıl kurtulacağını hesaplamaya çalışıyordu "p
kımızın bu disiplinsiz, ahlaksız, duygusuz adamın yapaca"
dan daha iyi temsil edildiğini umuyorum..."
"Ah!" Simkin doğrulup oturdu, gözlerini kırpıştırarak s
semlemiş bir şekilde çevresine bakındı. "Adımın söylendiği •
mi duydum?"
Vanya iç geçirdi. "Canın sıkıldıysa, neden bizi yalnız bırak-
mıyorsun?"
"Aman!" Simkin esnedi, divana çöktü. "Daha fazla dilbilgi-
si konuşacak mısınız? Çünkü, eğer konuşacaksanız, sanırım
ben gidip sıfatlarımı daha eğlenceli ve ilginç çevrelerde salla-
yacağım..."
"Hayır, hayır," dedi Menju, dişleri çekici bir gülümsemeyle
parlayarak. "Seni sıkıntıdan uyuttuğumuz için afedersin Sim-
kin, benim iyi dostum. Dilbilim hobilerimden biridir," diye ek-
ledi, tekrar Piskopos Vanya'ya dönerek, "ve dilimiz hakkında,
sizin kadar bilgili biri ile konuşmayı gerçekten çok zevkli bu-
luyorum. Umarım, eğer sizin için de uygunsa Piskopos Haz-
retleri, gelecekte bu tür tartışmalarla uzun, keyifli saatler geçi-
ririz." Vanya soğuk soğuk başını salladı. "Ama Simkin haklı bir
şekilde, bize zamanımızın kısa olduğunu hatırlatıyor. Bu hoş
konuları başka, daha ciddi olanlarla değiştirmeliyiz."
Menju'nun yakışıklı yüzü ciddileşti. "İki dünya arasındaki
ilişkilere onarılamaz bir zarar vermeden önce bu trajik ve ka-
za eseri savaşa bir son verme arzuma katılacağınızdan eminim,
Piskopos Hazretleri."
"Amin!" dedi Kardinal hararetle.
Papazının varlığını unutan Vanya irkildi ve buz gibi bir ba-
kışla, sırası gelmeden konuştuğu için adamı sessizce azarladı.
Kardinal büzüldü. Simkin gösterişli bir esnemeyle ayaklarını
278

KARAKJLİÇin ZAFERİ
nın koluna koydu ve uzanıp, odadaki herkesin sinirlerini
tiz ve ahenksiz bir sesle bir ezgi mırıldanarak ayakka-
bılarını seyretmeye başladı.
"Barış arzunuza katılıyorum," dedi Piskopos Vanya ihtiyat-
tornbul eli masada sürünürken el yordamıyla ilerleyerek,
„ ıa söylediğiniz gibi, trajik bir şekilde, çok fazla can verildi.
-Ve sevgili imparatorumuz Xavier de bunların arasındaydı. Hal-
kımız kayıplannın acısını derinden hissediyor -Şunu keser mi-
sin!" Bunu, bir cenaze marşı mırıldanmaya başlayan Simkin'e
söylemişti.
"Pardon," dedi Simkin uysallıkla. "Vefat edenler için hisset-
tiklerime kaptırdım kendimi!" Yüzünü divan yastıklarından bi-
rine gömerek, yüksek sesle ağlamaya başladı.
Vanya burnundan derin bir nefes aldı ve iri gövdesini san-
dalyesinde kıpırdattı. Daha sonra pişman olacağı bir şey söy-
lememek için ağzını sıkı sıkı kapattı. Karabüyücü'nün dudak-
larında dolanan, bilgiç gülümsemeyi fark etti. Anlaşılan büyü-
cü Simkin'i tanıyordu...
Ama bu beni neden şaşırtıyor, diye düşündü Vanya teslim
olmuşçasına, çektiği nefesi hızla, sönen bir balon gibi vererek.
Herkes Simkin'i tanır.
"Halkınızın acısını gerçekten anlıyorum," diyordu Menju,
"ve eminim ki, sevgili önderinizi tekrar hayata döndürmek im-
kânsız olsa da, bir şekilde telafi edilebilir."
"Belki, belki." Vanya derin derin iç çekti. "Ama sizinle ne
kadar hemfikir olsam da, bayım, korkarım bu konu benim el-
lerimde değil. Joram, o ünlü suçlu, yalnızca sizin halkınızın
değil, bizim halkımızın da gözünü boyadı. Hatta," diye ekledi
Piskopos Vanya kayıtsızca, "Xavier'in ölümünden Joram'ın so-
rumlu olduğu söylentileri bile yayıldı..."
279

ItİARSAREf U7EIS & +RACY HlCKjnAn


Menju, Vanya'nın planını hemen anlayarak gülümse^'
Piskopos şişman elini çevirerek, gönülsüzce tüm kartı
l'3rin,
gösterdi. "Bir şekilde, Joram, Merilon imparatoru ilan edil
sini sağladı. O ve aşın kibirli bir adam -Garald isimli biri sı
rakan kent-devletinin prensi- bu korkunç savaşı devam ett'
çekler."
Bunun üzerine büyücü ve Binbaşı bakıştılar -gönülsi'
müttefiklerin soğuk, ihtiyatlı bakışmasıydı bu, ama yine A
müttefiktiler.
"Teknik olarak düşman olduğumuzu biliyorum, Piskopos
Vanya," dedi Karabüyücü tereddütle, "ama barış adına, eğer
planlan hakkında bildiklerinizi anlatırsanız, belki onları önle-
menin, daha fazla can kaybedilmesini engellemenin bir yolu-
nu buluruz..."
Piskopos Vanya kaşlarını çattı, yumruğunu sıktı. "Ben hain
değilim, bayım..."
"Yarın gece size saldıracaklar," diye araya girdi Simkin tem-
bel tembel. Divan yastığını bir kenara fırlatarak portakal renk-
li ipek parçasıyla burnunu sildi. "Joram ve Garald sizi silip sü-
pürmeyi planlıyor. Sizi bu dünyanın yüzünden silecekler. Ce-
setlerinizden iz bile kalmayacak," diye devam etti neşeyle,
portakal renkli ipek parçasını havaya fırlatarak.
"Joram'ın fikriydi. Dünyanız sizden hiçbir haber alamayın-
ca, en kötüsünün olduğunu düşünecekler. Yumurta kırılmış,
civciv ölmüş; gugukkuşu, bu yuvaya yumurtlamadan önce bir
kez daha düşünecek. Elbette, bu arada kümes onarılmış, bü-
yülü Sınır sapasağlam olacak. Harika, değil mi?"
"Hain! Neden onlara söyledin!" diye haykırdı Piskopos
Vanya büyük bir öfke gösterisiyle, sağlam elini masasına vu-
rurken.
280

KARAKJLiçın HAFERJ
«Çok adil de ondan," diye karşılık verdi Simkin, Piskopos'a
kınlık içinde bakarak. "Hem," diye devam etti, bir ayağını
ldırıp ayakkabının ucundaki kıvrımın açılmasını sağlayarak,
»Toram'a da onların planlarını söyledim -destek kuvvet gele-
sini-?• Aldığım talimatlara harfi harfine uyarak..."
"Destek kuvvet mi! Simkin talimat mı aldı! Bütün bunların
' anlamı nedir?" diye sordu Vanya. "Buraya barış için geldiğini-
zi söylediniz! Şimdi askeri gücünüzü arttırdığınızı öğreniyo-
rum. Bu kadar da değil," -şişman elini Simkin'e doğru salladı-
"üstelik bu genç adamı casus olarak kullanıyorsunuz! Belki de
şimdi burada olmanızın sebebi budur! Duuk-tsarithleri çağıra-
cağım."
Karabüyücü'nün yüz ifadesi biraz değişti. Piskopos, Men-
ju'nun gözlerinde bir an alevlenen öfkeyi kaçırmadı, ne de
Simkin'e fırlattığı bakışı. Eğer bu Karabüyücü bir Duuk-tsarith
olsaydı, Simkin şimdi divanın üzerinde bir yağ lekesinden baş-
ka bir şey olmayacaktı. Demek, diye düşündü Vanya kendin-
den hoşnut bir şekilde, Menju, Soytarı'yı o kadar da iyi tanı-
mıyor.
"Lütfen aceleyle karar vermeyin, Piskopos Hazretleri," de-
di Menju yatıştırıcı bir sesle. "Kuşkusuz kendimizi korumak
için harekete geçmemizi anlayışla karşılarsınız! İstediğimiz
destek kuvvetler ancak halkınızın saldırısına uğramamız duru-
munda kullanılacak."
Binbaşı Boris'in çizmesi yere sürtündü. Ona hızlı bir bakış
fırlatan Vanya adamın sinirli sinirli yerinde kıpırdandığını gör-
dü.
"Casuslara gelince, bu adam bizim karargâhımızı gizlice
gözetlerken bulundu ve..."
Simkin gülümseyerek ayakkabılarının ucunun yine kıvrıl-
281

rflARCARfî U/EIS 5r ÎRACY HlCKJTTAn


masını sağladı. "Ne diyebilirim ki?" diye karşılık verdi alc 1
nüllülükle. "Canım sıkılmıştı."
"...ve durum hakkında sağduyulu bir görüşe sahip oldır
nu anlayınca," diye devam etti Karabüyücü, sözünün kesilm
sine sinirlenerek, "korkutup barışa zorlamayı umarak onu T
ram'a gönderdik."
Menju durdu, sonra öne eğilip elini Vanya'nın masasına
koydu. Konuştuğu zaman, sesi alçak ve içtendi. "BirbirimiZe
karşı açık olalım, Piskopos Hazretleri. Bu korkunç savaşın se-
bebi Joram. Onunki gibi karanlık, tutkulu bir doğa keskin bir
zekâ ile birleşince, onu bir suçlu, toplumdışı bir insan yapı-
yor." Karabüyücü'nün yakışıklı yüzü gölgelendi. "Bu dünyada
cinayet işlediğini anlıyorum. Bizimkinde de bunu, hatta daha
kötüsünü yaptı."
Piskopos Vanya ihtiyatlı bir şüpheye bürünü.
"Joram Thimhallan'da on yıldır yoktu! Neden dönmeye
zahmet etti, dersiniz? Bu dünyaya beslediği büyük sevgi yü-
zünden mi?" Karabüyücü alayla güldü. "Siz ve ben, ikimiz de
daha iyi bir tahmin yürütebiliriz! Joram sık sık bana hakettiği
bir cezadan nasıl kaçtığı hakkında övünüyordu. Aynı şekilde,
bizim dünyamızda mahkûm edildiği cezadan da kaçtı. Buraya
takip edildiği, kovalandığı için geldi! Buraya, intikamını almak
için döndüğünü söyledi bana! Kehanet'i gerçekleştirmek için!"
Binbaşı Boris ayağa fırladı. Ellerini ceplerine sokarak hızla
odanın diğer ucuna yürüdü. Vanya adamın kalın ensesinde,
gömleğinin yakasının hemen üzerinde bir kırmızılığın yayıldı-
ğını gördü. Saydam duvara gelince, duvar halısını kenara it-
mek için elini uzattı.
"Sizin yerinizde olsam bunu yapmazdım, Binbaşı," dedi
Piskopos Vanya serinkanlılıkla. "Katedral'in dışında Duuk-tsa-
282

KARAKJLIÇin ZAFERİ
nöbet bekliyor. Eğer sizi görürlerse, benim yapacağım
yçbü" Şey sizi koruyamaz.»
«Burası lanet derecede sıcak!" dedi Binbaşı boğuk sesle,
yakasını çekiştirerek.
«Binbaşı'da biraz klostrofobi vardır," diye başladı KarabÜ-
yİİCÜ.
"Binbaşı için özür dilemenize gerek yok," diye sözünü kes-
ti piskopos Vanya. "Bu tip adamları bilirim."
Sandalyesinde arkasına yaslanan Menju, Piskopos'u kısık
gözlerle, sorgularcasına inceledi. Odanın karşı tarafında duran
Binbaşı Boris terle kaplanmış kafasını bir mendille sildi ve ya-
kasını çekiştirdi. Piskopos'un hızlı bir hareketine yanıt veren
Kardinal sessizce sandalyesinden kalktı ve Binbaşı'ya eşlik et-
meye gitti. Binbaşı'nm yanma gelerek gelişigüzel, tek taraflı
bir sohbet başlattı.
Piskopos Simkin'e baktı, ama divandan gelen bir horultu
genç adamın yine uykuya dalmış olduğunu gösterdi.
İkna edilmesine izin vermiş görünen Piskopos Hazretleri
Menju'ya ciddiyetle baktı. "Dünyanın hatırı için, şimdilik öne-
rinizi dinleyeceğim. Askerleri bu konularla endişelendirmenin
gerekli olduğunu düşünmüyorum, ya siz? Pazarlık ve diploma-
si sanatlarından hiç anlamazlar."
Karabüyücü zarif eliyle onaylar bir hareket yaptı. "Daha
fazla katılamazdım, Piskopos Hazretleri."
"Pekâlâ. Tek arzum, bu trajik savaşın sona ermesi. Söyledi-
ğiniz gibi, ben de sebebinin Joram olduğunu düşünüyorum.
Bu durumda, benden istediğiniz nedir?"
"Joram... ye karısı. Canlı olarak."
"İmkânsız."
"Neden?" Karabüyücü omuzlarını silkti. "Kuşkusuz siz..."
283

[TlAR£AR£T U7EIS & TRACY HlCKTTIAn


Vanya sözünü kesti. "Joram Duuk-tsarithler tarafırıd
runuyor. Uzun zamandır burada yoktunuz, ama onları h
yorsunvız, değil mi?"
Karabüyücü'nün hatırladığı açıktı. Yüzü solarak Van, >
aya ya
sinirli sinirli baktı. "Siz katalistlerin, yalnızca sizin için çal
bir Duuk-tsarithiniz olduğunu hatırlıyorum."
"Ah, İnfaza." Piskopos başını salladı.
Karabüyücü daha da soldu, nefesi hızlandı.
"Umarım sizde de klostrofobi yoktur," dedi Piskopos.
"Hayır," diye yanıt verdi Karabüyücü, solgun bir gülümse-
meyle. "Ben... eski anılar rahatsız etti." Sinirli sinirli kolağızla-
rını düzeltti.
"İnfaza amacımıza hizmet edebilir," diye başladı Vanya
kaşlarını çatarak. Büyücünün rahatsızlığını tatmin içinde izle-
di. "Ama, Kaynak'ın kulakları, gözleri ve bir de ağzı vardır. Jo-
ram şimdi halkın sevgilisi. Ona karşı herhangi bir olaya karış-
mam..."
"Diyorum ki," dedi bitkin bir ses, "zaten Joram'a ne yapma-
yı düşünüyordunuz ki?"
Piskopos keskin gözlerle büyücüye baktı. Büyücü keskin
gözlerle bakışlarına yanıt verdi. İkisi de ihtiyatla Simkin'e bak-
tılar. Hâlâ divanda uzanmakta olan, başını eline dayayıp kal-
dırmış Simkin onlara sıkkın bir merakla bakıyordu.
"Cezasının verilmesi için dünyama götürülecek," dedi Men-
ju.
"Ya deli karısı?"
"İhtiyaç duyduğu bakım sağlanacak!" dedi Karabüyücü
sertçe. "Dünyamda, deliliği tedavi etmek için eğitim almış in"
sanlar vardır. Joram onların karısına yaklaşmasını engelledi..-
"Demek Joram sizin dünyanıza gidecek," diye devam etti
284

KARAKJLIÇln HAFERJ
. sözcüğü vurgulayarak," ve bu dünyadaki herkes..."
« burada kalıp barış ve güven içinde, şeytan Joram'ın
lanndan uzak yaşayacak, tıpkı daha önce konuştuğumuz
•ı ?" diye araya girdi Karabüyücü telaşla, bakışları Simkin'e
dikilerek.
"Kesinlikle," dedi Simkin ve sırtüstü yuvarlandı.
«Aslında," diye devam etti Menju, Simkin'i bir an daha iz-
ledikten sonra Piskopos'a dönerek, "Joram'ın bu gezegene ya-
yınlanması için ayarlamalar yapabilirim. Bu dünyalarımız ara-
sında bir bağ olur. Sanırım bunu oldukça büyüleyici bulacak-
sınız, Piskopos Hazretleri. Buraya, ofisinize kurabileceğimiz
büyük, metal kutular var. Bazı kablolar ve teller bağladıktan
sonra bu kutuya bakıp, milyonlarca kilometre uzaktaki bizim
dünyamızda olup bitenleri görebilirsiniz..."
"Metal kutular! Kablolar ve teller! Karanlık Sanatların alet-
leri!" diye gürledi Vanya. "Joram'ı bu dünyadan götürün ve bi-
zi rahat bırakın!"
Menju gülümsedi, omuzlarını silkti. "Nasıl isterseniz, Pisko-
pos Hazretleri. Ve bütün bunlar bizi, Joram'ın nasıl..."
"Ah, yeter!" dedi Simkin sinirle, doğaılup oturarak. "Akşam
yemeği vaktinin geçtiğinin farkında değil misiniz? Ve tüm gün
bir lokma yemedim! Tüm bu Duuk-tsarithler ve İnfazcılar laf-
ları hiç de iştah açmıyor." Portakal renkli ipek parçası dalgala-
narak havadan indi ve Simkin'in eline kondu. "Joram'ı mı isti-
yorsunuz? Çok kolay. Sen, ey, Dişli Adam" -ipek parçasını Ka-
rabüyücü'ye doğru salladı "onu yakalama becerisine sahipsin,
sanırım."
"Evet, elbette. Ama gafil avlanmalı -o ve karısı. Kuşkulan-
mamak..."
"Çok kolay! Benim bir planım var," diye araya girdi Simkin
28S

rrİARÇARff U/EIS & TRACY HlCKJIIAn


kendini beğenmişçe. "Her şeyi bana bırakın."
Karabüyücü ve Vanya Simkin'i ihtiyatla süzdü.
"Affınıza sığınarak, dostum Simkin," dedi Menju v&
mert teklifinizi kabul etmekte tereddütlü görünmüşsem ??
dilerim. Ama sizi, Joram'ın anlattıkları dışında pek az ta
mm ve onun aldatmaya ve sahtekârlığa yatkın olduğunu K-İ
yoruz. Size güvenebilir miyim?"
"Ben olsam yapmazdım," dedi Simkin dürüstçe, bryık]ar
sıvazlayarak. "Kimse bana güvenmez -bir kişi dışında." Yin
kendi kendine mınldanmaya başlayarak portakal renkli ipek
parçasını halka yaptı.
"O kim?"
"Joram."
"Joram mı! O neden size güvensin?"
"Çünkü aksi bir karakteri var." Simkin portakal renkli ipek
parçası ile halkanın üzerinde bir düğüm yaptı. "Çünkü ona,
bana güvenmesi için hiç sebep vermedim. Tam tersine. Yine
de bana güveniyor. Bunu daimi bir eğlence kaynağı olarak gö-
rüyorum."
Başını portakal renkli ipek parçasından yaptığı halkanın
içinden geçiren Simkin, Karabüyücü'ye baktı ve göz kırptı.
Menju kaşlarını çattı. "İtiraz etmeliyim, Piskopos Hazretle-
ri. Bu plandan hoşlanmadım."
Simkin esnedi. "Ah, hadi ama! Dürüst ol. Hoşlanmadığın
plan değil. Benim!" Burnunu çekti. "Fena alındım. Ya da alı-
nırdım," diye ekledi, biraz düşündükten sonra, "eğer korkunç
derecede aç olmasaydım."
Piskopos Vanya, kahkaha gibi bir ses çıkardı. Onunla yüz-
leşmek için dönen büyücü, Piskopos'un yüzündeki alayı gör-
dü ve kızardı.
286

KARAKJLIÇln HAFERİ
«Ona güvenemeyeceğimizi itiraf ediyor!" dedi Menju;
«Bu onun tarzı," dedi Vanya kısaca. "Simkin daha önce de
•7im için çalıştı ve tatminkâr iş çıkardı. Söylediklerinize daya-
rak, sizin için de çalıştığını anlıyorum. Zamanımız kısa. Baş-
^a bir öneriniz var mı?"
jvlenju Piskopos'u soğuk, düşünceli bakışlarla süzdü. "Ha-
yır;' diye yanıt verdi.
"Ah!" Simkin neşeyle güldü. "Düşes d'Longville'in altıncı
kocası ayaklarının dibine düşüp öldüğü zaman söylediği gibi,
'Sonunda! Sonunda!' Şimdi, işimize dönelim." Heyecanla elle-
rini ovuşturdu. "Bu inanılmaz ölçüde eğlenceli olacak! Ne za-
man yapalım?"
"Yann olmalı," dedi Karabüyücü. "Eğer, size göre, bize ge-
ce saldırmayı planlıyorlarsa, o zamandan önce olmalı. Yaka-
landıktan sonra barış görüşmelerine başlayabiliriz."
"Küçük bir mesele var," diye araya girdi Piskopos. "Joram'ı
elinizde tutabilir, ona istediğinizi yapabilirsiniz, ama Karakı-
lıç'ın bize iade edilmesini istiyoruz."
"Korkarım bu söz konusu bile olamaz," diye karşılık verdi
Karabüyücü tereddütsüz.
Vanya kaşlarını çatıp dik dik baktı ona. "O zaman görüşe-
cek konu da yok! Şartlarınız kabul edilemez!"
"Hadi ama, Piskopos Hazretleri! Güçlerinizin tehdidi altın-
da olan bizleriz! Kendimizi saldırıya karşı korumalıyız! Karakı-
lıç bizde kalacak."
Piskopos'un kaşları daha fena çatıldı -yüzünün bir kenarı
gibi gevşek, sarkarken yapılması zor bir şeydi bu. "Neden? Si-
zin ne işinize yarayabilir ki?"
Karabüyücü omuzlarını silkti. "Karakılıç halkınız açısından
bir simge oldu. Onu kaybetmek -ve 'imparatorlarının aslında
287

rflARCARfî U/EIS & ÎRACY HlCKIHAn


bir cani olduğunu anlamak- onlann moralini bozacakt
ufak mesele üzerinde tereddüt mü ediyorsunuz, Efendimi?!
yalnızca bir kılıç, öyle değil mi?" diye sordu masum masu
"Bu bir kötülük silahı!" diye yanıt verdi Vanya sert bir
da. "Şeytanın bir aracı!"
"O zaman ondan kurtulma fırsatını memnunlukla karsıl
manız gerekir!" Karabüyücü kollarını uzatarak kolağızlarm
düzeltti. Ama bu sefer, kendine güvenli bir tavrı vardı, sakin-
lik geri dönmüştü. "Sizin dünyanızın bu iyiniyet gösterisine
karşılık, Binbaşı Boris aracılığı ile dünyama mesaj yollayarak
destek kuvvet talebimi iptal edeceğim. O zaman sizin ve bi-
zim halklarımız ciddi barış görüşmelerine başlayabilir. Kabul
ediyor musunuz?"
Piskopos'un burun delikleri seğirdi. Karabüyücü'ye dik dik
bakarak burnundan nefes aldı, tombul eli aniden masanın
üzerinde örümcek gibi sürünmeyi bıraktı, parmaklar Simkin'in
ayakkabılarının ucu gibi kıvrıldı. "Başka seçeneğim yokmuş
gibi görünüyor."
"Şimdi, Joram'ı nerede ve nasıl yakalayacağımız konusun-
da bir öneriniz var mı?"
Piskopos bedenini sandalyesinde kıpırdattı ve sol kolunun
kucağına düşmesine sebep oldu. Gizlice kolunu yakaladı ve
büyücü izliyor mu, diye yan yan baktı. Bu aptal beni ne sanı-
yor? dedi Vanya kendi kendine, kolunu bir kez daha yerine
yerleştirerek. Demek kılıcın peşindeymiş! Neden? Kılıç hakkın-
da o ne biliyor?
Piskopos kayıtsız göründü. "Joram'ı yakalama işini siz ve
Simkin halletmelisiniz, korkarım. Ben aşağılık işlerden anla-
mam. Ben bir kilise adamıyım."
"Ah, gerçekten!" Simkin çileden çıkmışçasına içini çekti.
288

KARftKJLIÇin ZAFERİ
yeterince uzadı! Altıncı kocası bir türlü ölmeyince Dü-
,n söylediği bir başka şeydi bu. Size benim her şeyi plan-
jadığımı söyledim zaten."
portakal renkli ipek parçasını Vanya'nın masasına yayan
kin elini üzerinde salladı ve yüzeyinde harfler belirdi.
«Şşş..." diye tısladı, Menju yüksek sesle okuyacak olunca.
"Kaynak'ın kulakları ve gözleri vardır, biliyorsun. Benimle bu-
rada buluş," -ipek mendilin üzerinde beliren ismi gösterdi-
"yarın, öğlen. Joram ve karısını orada tamamen merhametine
kalmış, bebekler kadar masum bulacaksın."
Dudaklarını büzen, gözleri yağ tabakaları arasına gömül-
müş Piskopos Vanya ipek parçasının üzerine yazılmış ismi
gördü ve bembeyaz kesildi. "Bu yer söz konusu bile olamaz!"
"Neden?" diye sordu Menju soğuk bir sesle.
"Kuşkusuz geçmişini biliyorsunuzdur!" dedi Vanya, Kara-
büyücü'yü inanamayan gözlerle izleyerek.
"Hah! Beş yaşımdan beri hayaletlere inanmıyorum! Bu yer
hakkında okuduğum tasvirlere dayanarak, amacımıza çok uy-
duğunu söyleyebilirim. Artı, Simkin'in Joram'ı şüphe uyandır-
madan yakalamak için yaptığı planı anlamaya başlıyorum. Da-
hice, dostum." Büyücü zarif burnunun üstünden Piskopos'a
baktı. "Anlaşmamızdan vazgeçmek için bu bahaneyi kullanmı-
yorsunuz, değil mi, Piskopos Hazretleri?"
"Tam tersine!" diye itiraz etti Vanya içtenlikle. "Yalnızca si-
zin güvenliğiniz için endişeleniyorum, Menju."
"Teşekkür ederim, Efendimiz." Karabüyücü sandalyesin-
den kalktı.
"Unutmayın, sizi uyardım. Her şeyi halledeceksiniz, değil
mi?" Piskopos yerinde kalarak sakatlığını sakladı.

rrİARPARff U/EIS & TRACY HlCKlnAn


"O zaman, birbirimize söyleyecek başka şeyimiz kal
gına inanıyorum."
"Evet, ama halledilmesi gereken bir konu daha var." K
büyücü Simkin'e döndü. "Hizmetleriniz için iyi bir ödülü l
kediyorsunuz, Simkin. Bütün bunları yapmanızın sebebinin h
olduğunu varsayıyorum..."
"Hayır, hayır!" diye itiraz etti Simkin, fena halde alınmış PÖ
rünerek. "Vatanperverlik. Ülkem için feda edecek birden faz-
la dostum olmadığı için üzgünüm."
"Bir şey kabul etmeniz için ısrar ediyorum!"
"Hayatta olmaz," dedi Simkin kendini beğenmişçe, ama
Menju'ya yarı kapalı gözkapaklarının ardından baktı.
"Benim dünyam ve bu dünya," -Menju Vanya'yı işaret et-
ti- "son derece minnettar olacak."
"Eh, madem konuyu açtın, belki benim için yapabileceğin

küçük bir iyilik vardır." Simkin portakal renkli ipek parçasını


yavaş yavaş parmaklarının arasından geçirdi.
"Söyleyin, yeter! Mücevherler mi? Altın mı?"
"Hah! Kıymetsiz şeyler ne işime yarar? Yalnızca bir şey is-
tiyorum -beni dünyana götür."
Karabüyücü bu talebe oldukça şaşırmış göründü. "Ciddi
misiniz?" diye sordu. ,
"Herhangi bir konuda olabildiğim kadar," diye karşılık ver-
di Simkin düşünmeden. "Hayır, bekle. Bunu geri alıyorum. Sa-
nırım bu sefer her zamankinden daha ciddiyim."
"Pekâlâ, pekâlâ. Bu kadar mı? Sizi yanımda götüreceğim,
öyle mi?" Menju gürültülü bir kahkaha attı. "Çok kolay! Aslın-
da, oldukça parlak bir fikir! Oyunumun gözdesi olacaksınız!
Evrenin el üstünde tuttuğu biri olacağınızdan kuşkum yok,
dostum! İlanları şimdiden görebiliyorum!" Büyücü elini salladı.
290

KARAKİLİÇİİİ ZAFERJ
«J^ARABÜYÜCÜ ve Simkin!"
"jvdmmm..." Genç adam düşünceli düşünceli bıyığını dü-
|tti. "Pekâlâ. Bunu daha sonra tartışırız. Şimdi, artık gerçek-
ten gitmek zorundayım. Binbaşı'yı toparla, kılık değiştirelim ve
siz tuhaf insanların yaşamayı tercih ettiğiniz o son derece çir-
kin binalara dönelim."
Yavaşça havalanan, kırmızı brokar sabahlığı Piskopos'un
odasının parlak ışıkları altında alev gibi çakan Simkin halı kap-
lı duvara gitti.
O yanından geçerken, Menju mırıldandığı sözlerin süzüle-
rek geldiğini işitti. "SİMKİN ve Karabüyücü..."
291

7
GÖKTEKİ GÖZ
Güneş telaşla, kendine dikkat çekmeden ufukta battı. Ge-
ce Thimhallan'a hızla çöktü ve yeniay yükseldi. Kötücül bir sı-
rıtışla kıvrıldı; bakışları altında insanoğlunun yaptığı budalalık-
lara gülüyordu sanki...
"Büyücü beni aptal sanıyor!"
Simkin ile "dostlarının" ayrılmasından sonra Kardinal ile
yalnız kalan Piskopos Vanya masasını arkasında oturdu ve Ka-
rabüyücü'nün oturmuş olduğu boş sandalyeye dik dik baktı.
Piskopos, konukları gidene kadar hoş bir şekilde gülümse-
yip durmuştu -ya da en azından yüzünün gülümseyebilen ya-
rısı gülümsemişti. Ama onlar gittikten sonra- Simkin'in geve-
zelikleri gittikçe uzaklaşmıştı, Koridor arkalarından kapanır-
ken Vanya'nın son duyduğu şey, onun sinir bozucu sesi ol-
muştu -yüzünün gülümseyen yansı, felç olmuş arkadaşı kadar
soğuk ve donuk oldu.
"Karakılıç! İstediği bu," diye hırladı Vanya, tombul eli ma-
sanın üzerinde sürünerek. Kardinal ona korkunç bir büyülen-
me ile baktı. "İyi niyet işaretiymiş! Hah! Onun hakkında, güç-
leri hakkındaki gerçeği biliyor. Joram ona söylemiş olmalı.
Hem, Menju Simkin'i tanıyordu. Dönüştürme'yi biliyordu, Jo-

KARAKjLIÇin ZAFERİ
, öte'ye geçmesini biliyordu. Evet! Kılıcı biliyor!
.?Ondan vazgeçeceğimi düşünüyorsan, sen bir aptalsın,
njU!" diye mırıldandı Vanya. Planlan kabarcıklanıp mayala-
r köpüklü bir sona varıyordu. Alnındaki tere bakılırsa, zi-
hinsel kupası taşıyor gibiydi.
"Seni Karabüyücü! Seni Karanlık Sanatların şeytanı! Pis
maçlanna ulaşmak için seçtiğin o lanetli yerdeki iblislerden
korkun olmamasına şaşmamak lazım. Senin de onlardan biri
olduğun açık. Ama Karanlık Efendi'ye hizmet edeceğine bana
hizmet edebilirsin. Beni bu Kehanet'ten kurtar. Beni Jo-
ram'dan kurtar. Onu bir şehit yapar, seni kanını dökmek için
uluyan Prens Garald ile kalabalığa atabilirim. Seni ve acınası
ordunu ele geçirip haça gererler. Karakılıç benim olur..."
Duygularının ısısı ile buz çözüldü ve yarım yüze gülümse-
me döndü.
"İnfazcı'yı çağırt," diye emretti Piskopos.
"Şişman Rahip beni aptal sanıyor," dedi Karabüyücü ken-
dinden hoşnut bir şekilde.
Yarattığı aynaya bakarak dikkatle kravatını ve görünmez
kırışıkları düzeltti. O ve Binbaşı karargâha dönmüş, Binba-
şı'nın ofisinde oturuyorlardı. Simkin'in sağladığı kılıktan kur-
tulmuştu —ama Simkin gitmeden önce, kırmızı brokar sabahlı-
ğın "tam ona göre!" olduğu konusunda temin etmişti onu.
"Bence sen delisin!" diye mırıldandı Binbaşı Boris, boş bir
sesle.
"Ne dedin, James?" diye sordu Karabüyücü, çok iyi duymuş
olmasına rağmen.
"Dedim ki, anlamıyorum!" diye karşılık verdi Binbaşı ağır
ağır. "Bizi her zamankinden daha çaresiz bir duruma sokmak-
293

niAR£AR£T U/EİS $ tR^CY HlCKjnAn


tan başka bir şey yapmadın! Neden planlarımızı Joram'
ettin? Destek kuvvetler gelmeden saldırmaya zorlanacağ
liyordun..."
"Kesinlikle," dedi Karabüyücü serinkanlılıkla sür H„İ
saçlarını tararken.
"Ama neden?"
"Binbaşı1," -büyücü aynaya eleştirircesine bakmaya deva
etti- "bir de şöyle düşün. Dünyamıza çılgına dönmüş bir des
tek kuvvet talebi gönderiyoruz. Geliyorlar ve bizi sakinlik için-
de, bu büyülü âlemde oturur buluyorlar, tek bir el bile ateş
edilmiyor. Sonra biz onları devler ve ejderler hakkındaki hikâ-
yelerimizle eğlendiriyoruz ve kötü öcüler bizi yiyeceği için sa-
vaşmaya cesaret edemediğimiz konusunda sızlanıyoruz! Kah-
kahadan kırılırlar!" Her zamanki kendinden emin ve düzenli
görüntüsünü kazanan Karabüyücü, ellerini çırparak aynayı
yok etti. Binbaşı'ya döndü. "Bunun yerine, bizi canavarlar ve
deli sihirbazlara karşı canlarımızı kurtarmak için savaşırken
bulacaklar! Savaşa girecekler, merhamet göstermeden öldüre-
cekler ve bu şeytani halkı yeryüzünden silmekten çok mem-
nun olacaklar."
"Ve Joram'ı saldırmaya kışkırtarak, beni de savaşmaya zor-
ladm," dedi Binbaşı Boris, dışarıdaki geceye cam gibi, görme-
yen gözlerle bakarak. ,
"Sana güvenmediğimden değil, Binbaşı." Masanın üzerinde
uzanan Karabüyücü, James Boris'in sağ elini okşadı. Dokunuş-
la ürperen Binbaşı elini çekti ve korumak istercesine cebine
soktu. "Yalnız... emin olmak istedim. Zaten Joram'm bu dün-
yadan zarar görmeden kaçmana izin vereceğini düşünmek bi-
raz safçaydı bence. Onları Merilon'u savaşa hazırlarken gör-
dün..."
294

KflRfiKjLiçın ZAFERJ
başı Boris görmüştü ve hatırlıyordu. Kararan odada, Pis-
Vanya konuklarını, onlar ayrılmadan önce Güzel Meri-
lon'a bakmaya davet etmişti.
Savaşa hazırlanan Merilon'un alacakaranlığı gündüze dö-
? nirülmüştü -sokakları sayısız öfkeli, alev alev güneşle ay-
, njatılmıştı. Binbaşı'nın sert yüzü, kâbuslardan fırlamış gibi
örünen canavarlar havada uçuşurken, iskeletlerden birlikler
sokaklarda yürürken daha da sertleşmişti. Piskopos'un horgö-
rii dolu sözlerini tekrarlayabilir, kendi kendine bunların zarar
verme gücünden yoksun illüzyonlar olduğunu söyleyebilirdi.
Ama bunu savaş alanında bu şeylerle karşı karşıya gelecek
adamlarına kim anlatabilirdi? Ve anlatsa bile, ona inanırlar
mıydı? Özellikle de yoldaşlarının gerçek canavarların gagala-
rında lime lime edildiğini, altedilemez tanklarının gerçek dev-
lerin ayaklarının altında ezildiğini gördükten sonra. Bu kor-
kunç dünyada illüzyonu gerçeklikten ayırt edebilmenin yolu
yoktu.
Korku, yaşayan kurbanlarının etlerini çiğneyen atadamlar
gibi Boris'i çiğniyordu. Pantolonunun sağ cebine sakladığı sağ
eli titriyordu. Çıkarıp bakmamak, hâlâ bir el olup olmadığını
görmek için kendini zor tutuyordu...
"Adamların senin tuzağındaki et parçaları olabilir," dedi
Karabüyücü'ye acı acı, "ama sihirbazların üzerimize aç kurtlar
gibi saldırmasını beklemeyeceğiz. Yarın şehirlerine saldıraca-
ğım. Onları gafil avlayacağım."
Karabüyücü omuzlarını silkti. "Ne yaptığın umurumda de-
ğil, Binbaşı, Karakılıç'ı ele geçirme planlarıma karışmadığın
sürece."
"Karışmayacağım," diye karşılık verdi James Boris, ağır bir
sesle. "Lanet kılıca ihtiyacım var, unuttun mu? Öğle olduğun-
295

rflARCAREf U/EİS & tRACY HlCKJÜAn


da saldırıyı başlatacağım. O zamana kadar Joram'ın y0l
çekileceğinden emin misin?"
"Kesinlikle," dedi Menju, ayağa kalkıp oradan avri
hazırlanırken. "Ve şimdi, eğer bana izin verirsen, Birıba
rın için yapacak, kendi planlarım var."
Binbaşı surat asmaya devam etti.
"Ya şu... Simkin? Ona güvenmiyorum."
"O züppe mi?" Karabüyücü omuzlarını silkti. "Söz verdr
şeyi yapacak. Ödülü istiyor, değil mi?"
"Ama onu yanımızda götürmeye niyetin yok, değil mi Ka-
rabüyücü?" Binbaşı Boris de ayağa kalktı, ellerini ceplerinden
çıkarmadı. "Züppe olabilir, ama tehlikeli bir züppe. Gördükle-
rime dayanarak, senin olmayı umabileceğinden çok daha iyi
bir büyücü olduğunu söyleyebilirim!"
Karabüyücü, Binbaşı'yı soğuk, sabit bakışlarla süzdü. "Bu
lafın kendini daha iyi hissettirdiğini umarım, James. Artık üze-
rinden sarkan vakar parçacıkları ile yatmaya gidebilirsin. Açık-
lamak zorunda değilim, ama dürüst olmak gerekirse, onu ya-
nımda götürmeyi düşünüyordum gerçekten. Oyunuma fayda-
lı olacağından kuşkum yok. Ama haklısın. O çok güçlü. Tabi-
ri caizse, assolist parası ister. Bana Joram'ı verdikten sonra,
Simkin de bu dünyadaki herkesle aynı sonu paylaşacak."
"Ya Joram?" »
"Onu canlı istiyorum. Bana faydalı olacak. Bana Karakı-
lıç'ın güçlerini ve o silahlardan daha fazlasını nasıl yapabilece-
ğimi anlatacak..."
"Bunu yapmaz, biliyorsun."
"Başka seçeneği olmayacak. Karısı elimde olacak..."
Ay gökyüzünde, belki de yeni bir eğlence arayarak gezin-
296

KARAKJLIÇln ZAFERİ
di. Ama pek az buldu.
infaza üe son derece tatmin edici bir toplantı yapan Pisko-
vatak odasına çekildi. Burada, bir çömezin yardımı ile ol-
kca geniş bir geceliğe büründü ve yatağa yatırıldı. Oraya
rınca, Vanya gecenin heyecanı içinde dua etmeyi unuttuğu-
fark etti. Kalkmadı. Kuşkusuz Almin bu seferlik papazın-
dan talimat ve tavsiye almadan da yapabilirdi.
Dünyanın bir başka kısmında, Binbaşı Boris de yatağa gi-
riyordu. Standart imalat yatağında yatarken, görünüşte dinlen-
meye çalışıyordu, ama aslında hangisinden daha çok korktu-
ğuna karar veremiyordu -uykuya dalamamaktan mı... yoksa
dalmaktan mı. Her durumda, rüyalarının oldukça nahoş olaca-
ğından kuşkusu yoktu.
İki adam hâlâ uyanıktı -Karabüyücü ve İnfazcı, ikisi de er-
tesi gün avlarını nasıl ele geçireceklerini planlıyordu.
Burada ilgi çekici hiç bir şey bulamayan ay, tam batmaya
hazırlanıyordu ki, eğlendirici bir şeye rastladı.
Başka bir dünyadan gelen ordunun karargâhı olarak hiz-
met veren jeodezik kubbenin bir köşesinde, parlak portakal
rengi sapı olan bir kova duruyordu. Bu hiç de sıradan bir ko-
va değildi. Öfke ile dolup taşmakta olan kova, kelimenin tam
anlamıyla çatlayacak hale gelmişti.
"Menju, seni sahtekâr! Hiç de adil oynamıyorsun! Joram'ı
cesur, yeni bir dünyaya götüreceksin ve beni götürmeyecek-
sin!" Koca sapını şiddetle salladı. "Eh, görürüz bakalım!" diye
öngörüde bulundu kova uğursuzca. "Görürüz..."
297

PER ISTAM SANCTAM...


"Kont Devon porselen dolabı için gerçekten çok üzgün
ama aklı portresini kemiren farelere takıldığı için olduğunu
düşünüyor. Birisi talimat verse, resim duvardaki eski yerine
dönmekten memnun olacak. O denedi, ama resim sesini duy-
muyor.
"Portrenin zarar görmesini istemiyor, çünkü o olmadan na-
sıl göründüğünü hatırlamıyor.
"Fareler onu endişelendiriyor. Çok fazla fare olduğunu
söylüyor. Herhangi bir avcı olmadan, rahat bir tavanarasma
kapalı olmaktan dolayı olduğunu söylüyor; merhum kansı ke-
dilerden çok korkarmış. Fareler rahat bir yaşam sürmüş ve
şimdi şişman, sağlıklı ve sanata düşkünlermiş. Ama yalnız ba-
şına, uyanık dolaşırken (çünkü uyuyabilen ölüler, hiç uyan-
madan uyurlar ve uyuyamayanlar, uyumanın bir yolunu ara-
yarak durmaksızın gezinirler) tavanarasında bir sürü küçük ce-
set görmüş.
"Fareler ölüyor, ama Kont neden olduğunu anlamıyor. Her
gün daha fazla minik bedeni yerlerde yatar buluyor. Ve çok
tuhaf bir şey daha var. Bir zamanlar caddenin karşısında yaşa-
yan, görünüşe göre önem verilmediği için ölen ve cesedi bu-
lunana kadar üç gün geçen bir kadın, kendi tavanarasındaki

KARAKJLIÇin HAFERJ
lerin de aynı sona uğradığını söylemiş.
"içeri mühürlenmiş, güven içinde, boğuluyorlarmış."

?? ?? ?? ?
uçuncu KİTAP

I
MERILON İMPARATORU
Gece Merilon'u uykuya yatırmaya çalıştı, ama yatıştırıcı eli
savaşa hazırlananlar tarafından bir kenara ittirildi. Joram şeh-
rin yönetimini devraldı ve Prens Garald'ı askeri önder ilan et-
ti. O ve Prens hemen nüfusu harekete geçirdiler.
Joram halkı ile Koruluk'ta bir araya geldi. Onları bu dün-
yaya getiren büyücünün kadim mezarının çevresinde toplanan
Merilon sakinleri, o neredeyse unutulmuş ruhun yüzyıllar sü-
ren uykusunda, huzursuzca kıpırdanıp kıpırdanmadığını me-
rak ettiler. Rüyası sona erecek miydi, bir başka büyülü âlem
yok mu olacaktı?
"Bu ölümüne bir savaş," dedi Joram halka sertçe. "Düşman
tüm ırkı yok etmek, bizi yeryüzünden tamamen silmek istiyor.
Şeref Meydanı'ndaki sivillere yaptıkları ahlaksızca saldırı bu-
nun kanıtıdır. Bize merhamet etmediler. Biz de onlara etme-
yeceğiz." Durdu. Kalabalığın içinde yayılan sessizlik derinleş-
ti, ta ki her biri içinde boğulur gibi hissetmeye başlayana ka-
dar. Mezann üzerindeki platformda durduğu yerden onlara
bakan Joram, yavaş yavaş, her sözcüğü vurgulayarak konuştu.
"Her biri ölmeli."
Joram Koruluk'tan ayrılırken kimse tezahürat yapmadı. Bu-
nun yerine, sessizce ve hızla görevlerinin başına döndüler. Ka-

ITlAReARfî U/EIS & ÎRACY HlCK.fflAn


dmlar da erkeklerin yanında eğitim alıyorlardı; çok yaşh Ve
yıf olanlar, çocuklara bakmak için arkada kaldılar. O çocukl
rın çoğu Thimhallan'a gece çöktüğünde yetim kalacaktı.
"Ölmekten daha iyi," dedi Mosiah'ın babası karısına, iki ?
de savaş eğitimine hazırlanırken.

Dünyanın her tarafından, Koridorlar'ı kullanarak Merilon'a


gelen Savaş Ustalarına bir çağrı yapıldı. Onların eğitimi altın-
da, Tarla Büyücüleri dahil tüm siviller, kendi katalistleri yardı-
mıyla düşmanla savaşmak konusunda hızlı dersler aldılar.
Mosiah'ın anne babası yaşlı Peder Tolban'm, Walren köyü-
ne yıllardır hizmet eden Rahip'in yanında yerlerini aldılar. İle-
ri yaşı sayesinde, uysal, kurumuş Tarla Katalisti çocuklara bak-
mak üzere arkada kalabilirdi. Ama halkı ile savaşa gitmek ko-

nusunda ısrar etti.


"Tüm hayatım boyunca önemli bir şey yapmadım," dedi Ja-
cobias'a. "Hiç gurur verici bir an yaşamadım. Bırak, bu o an
olsun."
Dış dünya karanlık ve uykuda olsa da, Merilon şehri ışıl
ısıldı. Kubbenin altı gündüz gibiydi -güneşi demirhanenin
ateşleri olan dehşet verici, korku bezeli bir gündüz. Pron-Al-
banlar aceleyle demirci için bir atölye yaratmışlardı. O, oğul-
ları ve Mosiah gibi çırakjar önceki savaş sırasında zarar gören
silahları onarmak ve yeni silahlar yapmak için çalışıyorlardı.
Merilon'daki pek çok kişi Teknolojinin Karanlık Sanatlan'nı
uygulayan Karabüyücülere korku ile baksa da, kent sakinleri
korkulannı bastırdı ve yardımcı olabilmek için ellerinden ge-
leni yaptılar.
TheldaralzLi yaralılara baktılar, ölüleri gömdüler ve telaşla
Şifa Evlerini ve Mezarlıkları genişletmek için çalışmaya başla-
dılar. Otacılar biliyordu ki, ertesi gece ay doğduğunda, çok da-
304

KARAKILIÇin ZAFER]
f zja yatağa... ve mezara ihtiyaçları olacaktı.
Aşağı Şehir insan kalabalıklarıyla doluydu: Thimhallan'ın
yerinden gelmeye devam eden Savaş Ustaları, Kaynak'tan
? n katalistler, Yabantopraklar'dan akın eden, isimsiz bir
A hsetten kaçan mülteciler. Sokaklar o kadar kalabalıktı ki, ne
cmak, ne de yürümek mümkündü. Üniversite öğrencileri
kahveleri ve meyhaneleri dolduruyor, savaş marşları söylüyor,
savaşın ihtişamına susuzluk duyuyorlardı. Kalabalığın arasında
dolanan Duuk-tsarithler sokaklarda ölümün kişileşmiş hali gi-
bi yürüyor, düzeni sağlıyor, paniği önlüyor, büyü yetenekleri-
ni deneyen öğrencilerin hevesi düşmandan çok kendileri için
tehlikeli hale geldiğinde, onları sessizce götürüyordu.
Yukarı Şehir de uyanıktı. Tarla Büyücüleri gibi, asillerin ço-
ğu da savaşa hazırlanıyordu. Bazen, kanları da yanlarında du-
ruyordu. Ama asil hanımefendiler daha çok büyük evlerini
mültecilere açarken ya da yaralılara bakarken bulunabiliyordu.
Bir kontesin kendi elleriyle bitki çayı demlediği oluyordu. Bir
düşes köylü çocuklan ile Kuğunun Kaderi oynuyor, anne ba-
balar savaşa hazırlanırken onları oyalıyordu.
Joram her şeyi izliyordu. Gittiği her yerde, insanlar onu al-
kışlarla karşılıyordu. O kurtarıcılarıydı. Garald'm Joram'ın ger-
çek soyu konusundaki gerçek hikâyesinin çevresine ördüğü
romantik yarı doğmları alan halk, onu tanınmaz hale getirene
kadar süslemiş, donatmıştı. Joram itiraz etmeye çalıştı, ama
Prens onu susturdu.
"Halkın şu anda bir kahramana ihtiyacı var -parlak kılıcı ile
onları savaşa götürecek yakışıklı bir krala! Piskopos Vanya bi-
le senin hakkındaki gerçekleri açıklamaya cesaret edemez.
Onlara sen ne verirdin?" diye sordu Garald küçümseyerek.
"Dünyanın sonunu getirecek, Karanlık Sanatların bir silahını
30S

rflAR_GAR£T U/EIS & ÎRACY HlCKJIlAn


kullanan Ölü bir adam mı? Bu savaşı kazan. Düşmanı h
raklardan sür. Kehanet'in yanlış olduğunu kanıtla' M
? 'Utlajç
açıklayacaksan, ondan sonra halkın önüne çık ve oerr„..
s ıvegı arı_
lat."
Joram gönülsüzce kabul etti. Garald haklıydı kuşkusuz
nim gücüm onura yeter, demişti Prens ona bir zamanlar A
senin yetmez.
Hayır, herhalde yetmez, diye düşündü Joram. Ellerime)
binlerce insanın hayatı varken değil.
"Gerçek sizi özgür kılacak!" diye tekrarladı kendi kendine
acı acı. "Anlaşılan, hayatımı prangalar içinde geçirmeye yazgı-
lıyım!"
Neredeyse geceyarısı olmuştu. Joram yalnız başına Lord
Samuels'in evinin bahçesinde geziniyordu. Şehri terk edip, Pe-
der Saryon'un ısrarı üzerine ertesi gün gelmeden elinden gel-
diğince dinlenmeye çekilmişti.
Kristal Saray'a gidebilirdi. Yukarıya baktığında, bir mersin
ağacının yapraklarının arasından Saray'ın tepesinde karanlık
bir yıldız gibi asılı olduğunu görebiliyordu. Işıkları söndürül-
müş, solgun yeniayın ışığından zar zor görülebiliyordu.
Joram başını sallayarak bakışlarını kaçırdı. Asla oraya dö-
nemezdi. Saray çok fazla acı anıyla doluydu. Ölü annesini ilk
kez orada görmüştü. Anja'nın çocuğunun ölümünün hikâyesi-
ni orada dinlemişti. Orada kendini isimsiz, terk edilmiş, isten-
meyen bir çocuk olarak görmüştü.
İsimsiz...
"Almin'den, o kaderin benim olmasını dilerdim!" Boynunu
eğmiş bir leylak çalısının kar yüklü dallarının altında durakla-
yan Joram, yapraklardan damlayan ve beyaz cüppesini ıslatan
soğuk suları görmezden gelerek, destek için ağaca yaslandı.

KARfiKjLiçın ZAFERİ
ladan bir ismin olacağına isimsiz olmak daha iyi!"
ramaliel. Tanrı'nın ödülü. İsim aklından çıkmıyordu. Ba-
ının anısı aklından çıkmıyordu. Yaşlı adamın gözlerini hâ-
ı* görebiliyordu... Şiddetle titremekte olduğunu fark edenjo-
ısınmak için karanlık patikalarda yürümeye başladı yine.
Yağmur sonunda durdu. Koridorlar'ı kullanarak diğer kent-
Hçvletlerden gelen pek çok Sif-Hanar, sağanağa bir son ver-
di. Asillerin birkaçı büyücülerin havayı yine bahar yapmasını
istedi, ama Prens Garald reddetti. Sif-HanaAara., yaklaşan sa-
vaşta ihtiyaç olacaktı. Yağmuru durdurup Merilon'daki ısıyı
ılık yapabilirlerdi, ama o kadar. Asiller homurdandı, ama Jo-
ram -yeni imparatorları- Garald ile aynı fikirdeydi ve asillerin
yapabileceği hiçbir şey yoktu.
Ama Joram gelecekte böyle tartışmaları özleyeceğini düşü-
nüyordu. Yürürken sendeledi. Yorgunluktan bitkin düşmüştü,
savaştan sonraki gece huzursuz uyumuştu, iki dünyaya ait rü-
yalarla rahatsız olmuştu. İkisi de Joram'ı istemeyen dünyalar
-gerçek Joram'ı.
Ben de onları istemiyorum, diye düşündü bitkin bitkin. İki-
si de bana ihanet etti. İkisi de .benim için yalanlardan, aldat-
maca ve hilelerden başka bir şey barındırmıyor.
"İmparator olmayacağım," dedi kendi kendine, ani bir ka-
rarla. "Bütün bunlar sona erdiğinde, hükmetmesi için Meri-
lon'u Prens Garald'a teslim edeceğim. O iyi bir adam; burayı
değiştirebilir, daha iyi bir yer yapabilir."
Ama yapar mıydı? Yapabilir miydi? Ne kadar iyi, asil ve
onurlu olsa da, Prens Albanara smıfındandı, hükmetmek için
kullanılan büyü güçleri ile doğanlardan. Diplomasiye, uzlaş-
maya alışıktı; saray entrikalarından hoşlanıyordu. Değişim gel-
se bile, gelişi uzun sürecekti.
307

ITlAReARft II/EİS & TR^CY HlCKJIlAn


"Umurumda değil," dedi Joram yorgunluk içinde, "ovı
ğim. Gwendolyn ve Peder Saryon'u alırım ve adımın ne OIH
ğunun kimse için önemli olmadığı bir yerde sessizce yasa
Kendini uykunun -derin, rüyasız uykunun- ele geçirm
ne izin verecek kadar yormayı umarak bahçeyi dalgın dalp
adımlarken, Joram kendini evin yakınında yürürken buldı
Sesler duyunca, bir pencereye baktı.
Gwendolyn için yatak odası yapılan alt kat odalarından bi-
rinin dışında duruyordu. Uzun kollu, gül renkli bir geceliğe
bürünmüş olan karısı makyaj masasında bir sandalyeye otur-
muş, Marie'nin güzelim, altın rengi saçlarını taramasına izin
veriyordu. Bu sırada, ölü Kont ve topluluğa katıldığı anlaşılan
başka birkaç ölüyle hararetli hararetli konuşuyordu.
Lord Samuels ve Leydi Rosamund da kızlarının odasınday-
dılar. Joram'ın dikkatini çeken onların sesleri olmuştu. Pence-
renin yakınında dumyor, Samuels'lerin evinde hastalandığı za-
man Peder Şaryon ile ilgilenen Theldara ile konuşuyorlardı.
İçeriden gelen ışığın üzerine düşmemesine özen gösteren
Joram yumuşak adımlarla ıslak otların üzerinde yürüdü ve ka-
ranlık bahçenin gölgeleri arasına saklanarak, konuşmalarını
dinlemek için pencereye yaklaştı.
"Demek onun için yapabileceğiniz hiçbir şey yok, öyle
mi?" diye sordu Leydi Rosamund yalvarırcasına.
"Korkarım hayır, hanımefendi," dedi Theldara açıksözlü-
lükle. "Hayatım boyunca pek çok değişik delilik gördüm, ama
buna benzeyenini görmedim. Eğer bu delilikse, ki bundan
kuşkuluyum."
Yaşam sihirbazı başını sallayarak, itaatkârca arkasında sü-
zülen geniş, ahşap bir tepside taşıdığı toz paketlerini tohum ve
bitki demetlerini dürtükleyip elledi.
308

KfvRaKJLiçın ZAFERJ
«jsfe demek istiyorsunuz? Delilik değil mi?" diye sordu Lord
„ „,ı<=ls "Ölü kontlarla konuşmak, tavanarasmdaki fareler
Samuc
hakkında gevezelik edip durmak..."
"Delilik, kişinin istese de, istemese de düştüğü bir durum-
dur " dedi Theldara, çenesini çıkarıp Lord Samuels'e dik dik
bakarak. "Bazen beden ahenginin bozulması ile ortaya çıkar,
bazen de ruhun ahenginin bozulması ile. Ve size söylüyorum,
lordum ve leydim, kızınızın hiçbir şeyi yok. Eğer ölülerle ko-
nuşuyorsa, bu yaşayanların arkadaşlığından çok onların arka-
daşlığını tercih etmesindendir. Ve yaşayanların ona nasıl dav-
randığı hakkında duyduklarıma dayanarak, onu pek suçlaya-
mam."
İlaçlarını tatmin edici bir şekilde düzeltmeyi başaran Thel-
dara, sertçe pelerinini istedi.
"Şifa Evi'ne dönüp o korkunç savaşta yaralananlarla ilgilen-
meliyim," dedi, hizmetkâr pelerinini giymesine yardım eder-
ken. "Buranın yakınında bir yere uğramakta olduğum için
şanslısınız, aksi halde bu vakaya bakmak için zamanım olma-
yacaktı. Yaşam için bana güvenen çok fazla insan var."
"Size minnettarız," dedi Leydi Rosamund, parmaklarındaki
yüzüklerle oynayarak, "ama anlamıyorum! Yapabileceğiniz bir
şey mutlaka vardır!"
Theldara'yı Gwen'in yatak odasının kapısına kadar takip
ettiler. Pencereye yaklaşan Joram, yaşam sihirbazının yanıtını
duyabilmek için yüzünü pencereye bastırmak zorunda kaldı.
Ama zahmet etmesine gerek yoktu aslında, çünkü Theldara
yüksek, açık bir sesle konuştu.
"Hanımefendi," dedi, bir parmağını sanki bir bayrak dire-
ğiymiş ve sözlerini üzerine asacakmış gibi kaldırarak, "kim ol-
duğunu ya da nerede olduğunu seçen bizzat kızınız. Yarm
309

ITlAR£AREÎ U/EİS $ ÎRÜCY HlCKjnAn


kahvaltıda artık bunu istemediğine karar verebilir. O dün
terk edip, bana ondan daha iyi görünmeyen bir dünyaya
mesi için onu zorlayamam. Artık bana gerçekten ihtiyacı ol
lara dönmem gerek. Eğer tavsiye isterseniz, kızınızın dediğ-
yapın -Kont Her-kimse'nin resmini asın ve bir kedi alın."
Koridor kocaman açıldı ve yaşam sihirbazını tümüyle yut
tu. Lord Samuels ve karısı arkasından kasvetle bakakaldılar
Neşesizce dönerek, Marie'nin Gwendolyn'i yatmaya ikna et-
meye çalıştığı yatak odasına baktılar. Ama katalisti neşeyle
görmezden gelen Gwendolyn, görünmeyen arkadaşları ile ko-
nuşmaya devam ediyordu.
"Dostlarım, hepiniz ne kadar heyecanlısınız! Neden oldu-
ğunu anlayamıyorum. Yarın korkunç şeyler olacağını söylü-
yorsunuz. Ama yarın korkunç şeyler hep olur. Neden bu, ya-
rının farklı olacağını anlayamıyorum. Ama yardımcı olacağım
düşünüyorsanız, bu gece sizinle beraber otururum... Şimdi,
Kont Devon, bize farelerden biraz daha bahsedin. Ölüyorlar,
diyorsunuz, hem de hiçbir kan izi bırakmadan..."
"Ölü fareler!" Leydi Rosamund başını kocasının göğsüne
dayadı. "Keşke o da ölmüş olsaydı, zavallı çocuğum!"
"Şşş, böyle şeyler söyleme!" dedi Lord Samuels, karısına sa-
rılarak.
"Ama doğru!" diye haykırdı Leydi Rosamund. "Nasıl bir ha-
yat yaşıyor böyle?"
Kolunu karısına dolamış olan Lord Samuels, onu kızının
odasından çıkardı. Marie, Gwen ile kaldı, yatağının yanındaki
bir sandalyeye oturdu. Gevşeyen Gwen yastıklarının arasında
oturarak havayla sohbet etmeye devam etti.
Kemiklerine kadar üşümüş olmasına rağmen, Joram başını
cama yaslayarak karanlık bahçede durmaya devam etti.
310

KARAKJLIÇin ZAFERJ
Damadın hediyesi acı olmuştu...
Katalist'in sözleri ruhunda yasla yankılandı. Bir zamanlar,
7lın zaman önce Joram bir Baron olmayı hayal etmişti. Ser-
vet ve güç sahibi olduğunda hayatındaki her şey yoluna gire-
cekti. Şimdi Merilon İmparatoru'ydu. Şimdi serveti vardı, ama
satm almak istediği hiçbir şey yoktu. Değeri olan tek şeyini
harcamıştı. Şimdi gücü vardı. Ve onu savaşmak için kullanı-
yordu -sayısız cana malolacak bir savaşta.
Kararmış otların üzerinde yatan ölü bedenler...
Tavanarasmda yatan minik, tüylü bedenler...
Benim hatam! Benim işlerim! Yaptığım her şeye rağmen
Kehanet gerçekleşiyor. Belki onu durdurmak için yapabilece-
ğim hiçbir şey yoktur! Belki başka seçeneğim yoktur. Belki ka-
çınılmaz bir şekilde uçurumun kenarına sürükleniyorumdur...
"Lanet olsun sana!" Karanlık, neşesiz gökyüzüne küfretti.
"Neden bunu bana yaptın?"
Ümitsiz, acı bir öfkeyle yumruğunu genç bir ladin ağacının
gövdesine indirdi.
"Oooof!" diye inledi ladin ağacı. Acı bir haykırışla devrildi.
Dalları kıvranarak, yapraklan hışırdayarak, Joram'ın ayakları-
nın dibinde inleyerek yattı.
311

2
SİMKİN'İN KABUĞU
"Yani!" diye inledi ladin. "Beni öldürdün!"
Ağacın çevresindeki hava ışıldadı ve zaman içinde, Sim-
kin'in zayıf, baygın şekline dönüştü. Simkin karnını tutarak,
saçlarına ve sakallanna yapraklar takılmış, portakal renkli ipek
parçası boynuna sarılmış bir halde yerde yuvarlandı.
"Simkin! Özür dilerim!" Çılgın bir kahkaha atma arzusuyla
savaşan Joram genç adamın ayağa kalkmasına yardım etti.
"Beni affet. Ben -ben o ağacın... sen olduğunu bilmiyordum."
Ağzından küçük bir kahkaha kaçtı. İçinde bir isteri notası
fark eden Joram kararlılıkla kendini onu yutmaya zorladı. Ama
dizleri tutmayan, iki büklüm olmuş Simkin'in eve girmesine
yardım ederken dudakları seğiriyordu.
"Kutsal Almin!" diye haykırdı Leydi Rosamund, onları giriş-
te karşılayarak. "Ne oldu? Simkin! Sen iyi misin? Ah, yazık!
Theldara biraz önce gitti!"
İnleyerek soluyan Simkin, Leydi Rosamund'a acı dolu göz-
lerle baktı, ağzı brendi sözcüğünü oluşturdu ve bayılıp yerde
acınası bir yığın oluşturdu.
Joram, Mosiah ve Prens Garald yardımlaşarak kendinden
geçmiş Simkin'i -kırmızı brokar sabahlığı, kürk çevrili kolağız-
ları, kıvrık uçlu ayakkabıları ile birlikte- oturma odasına taşı-

KARAKJLIÇin ZAFERİ
i r Leydi Rosamund, elleri çaresizce çırpınarak yanlarında
«turdu, şaşkın şaşkın Marie'ye seslendi ve sonuç olarak tüm
eV halkını ayağa kaldırdı.
"Ona ne oldu?" diye sordu Garald, Simkini kabaca divana
bırakırken.
"Ona vurdum," dedi Joram sertçe.
"Zamanı gelmişti!" diye mırıldandı Mosiah.
"İsteyerek olmadı. Bahçede duruyordu, kılık değiştirmiş..."
"Ahhhhh!" diye inledi Simkin, divanda yuvarlanıp kolunu
başının arkasına atarak. "Ölüyorum, Mısır, ölüyorum!"
"Ölmüyorsun!" dedi Garald tiksinerek, hastayı incelemek
için eğilirken. "Yalnızca soluğun kesildi. Doğaılup otur. Ken-
dini daha iyi hissedersin."
Prens'i zayıf bir hareketle kenara iten Simkin, Joram'a yak-
laşmasını işaret etti.
"Seni affediyorum!" diye mırıldandı açması bir şekilde, ye-
ni yakalanmış alabalık gibi nefes almaya çabalayarak. "Hem,
dostlar arasında cinayetin lafı mı olur?" Sönük bakışlarla oda-
ya göz gezdirdi. "Sevgili hanımefendi! Leydi Rosamund. Nere-
desiniz? Gözlerim görmez oluyor. Sizi göremiyoaım! Hızla gi-
diyorum!"
Yanında duran Leydi Rosamund'a elini uzattı. Bakışlarını
Prens Garald'dan kararsızca kocasına çeviren Leydi Rosamund
Simkin'in elini tuttu.
"Ah!" diye nefes verdi Simkin, kadının elini alnına yerleşti-
rerek. "Bir kadının nazik dokunuşu ile cennete uğurlanmak!
Çok yaşayın, Leydi Rosamund. Oturma odanızı... cesedim ile
kirlettiğim için... son kez özür dilerim. Elveda."
Gözleri kapandı, kolu sarktı, başı divanın yastıkları üzerine
düştü.
313

tTİAReARfT U/EIS 6l ÎRACY HlCKHIAn


"Aman tanrım!" Leydi Rosamund fena halde solarak eli
ki eli bıraktı.
Simkin gözlerini açıp başını kaldırdı.
"Son dua için... zahmet etmeyin." Leydi Rosamund'un el'
ni tekrar tuttu. "Gerekli değil. Bir... aziz gibi yaşadım... Büyük
olasılıkla... aziz olacağım. Elveda."
Gözleri yuvarlandı. Başı arkaya düştü. El gevşedi.
"Brendiyi getirdim, hanımefendi," dedi Marie hafifçe, oda-
ya girerek.
Bir göz açıldı. El kıpırdandı. Bir ses divan yastıklarının de-
rinliklerinden fısıldadı.
"Yerli mi... yoksa ithal mi?"
"Tam bir şok, sizi temin ederim!" dedi Simkin hararetle, bir
saat sonra. "Bahçede durmuş, güzel gece havasından bir nefes
alıyordum ki -bam! Karnıma beklenmedik bir biçimde, acıma-
sız bir yumruk yedim."
Leydi Rosamund'un kendi ipek şalına sannmış, dördüncü
brendi kadehi yanıbaşmda havada süzülen Simkin sayısız yas-
tığa yaslanmış, görünüşe göre "ölümüne ramak kalmasından"
kurtulmuştu.
"Özür diledim," dedi Joram, sıcak ışıltısı düşünceli gözlere
dokunan gülümsemesini saklamaya çalışmadan. Hüzünle sırı-
tarak elini kaldırdı, ağaç gövdesine vurduğu zaman çizilen ve
berelenen boğumlarını sergiledi. "Benim de senin kadar canım
yandı."
"Kabuğumun dişlerimden daha kötü olduğu söylenir!" diye
yanıt verdi Simkin, brendisini yudumlarken.
Joram kahkaha attı, o kadar beklenmedik bir sesti ki,
Gwen'in ziyaret etmekten dönen Peder Şaryon arkadaşına şaş-
314

KARAKILIÇIll HAFERJ
hk içinde baktı. Simkin'in rahatça yattığı divanın yanındaki
sandalyede oturan Joram -dönüşünden beri ilk defa- dert-
lerini unutmuş, gevşemiş görünüyordu.
"Soytarının günahlarını affet," diye mırıldandı, inanmadığı
, :r tanrıya dua etme alışkanlığından vazgeçemeyen Katalist.
"Ve ben de özürünü kabul ediyorum, sevgili oğlum," dedi
Simkin, uzanıp Joram'ın dizini okşayarak. "Ama gerçekten de
bir şok oldu," diye ekledi, irkilip, kendini bir başka brendi ka-
dehi ile teselli ederek. "Özellikle de sana iyi haberler vermek
için geldiğim düşünülürse!"
"Nedir o?" diye sordu Joram tembel tembel, Prens Garald'a
göz kırparak. Prens hoşgörü ile başını salladı ve omuzlannı
silkti.
Bakış açısına göre değişmek üzere, ya gecenin geç saatle-
riydi, ya da sabahın erken saatleri. Günün olaylarının yorduğu
Leydi Rosamund Marie eşliğinde yatmaya gitmişti. Lord Samu-
els bayların Simkin ile birlikte oturma odasına toplanmasını
(böylece hastayı hareket etmeye zorlamamış olacaklardı), ya-
tağa gitmeden birer brendi içmelerini ve yatmadan önce, yan-
nın neler getireceğini düşünmeden birkaç dakika geçirmeyi
önermişti,
"Ne haberi?" diye tekrarladı Joram, ateşin bedenini ısıtması
gibi brendinin de kanını ısıttığını hissederek. Üzerine uyku çö-
küyor, yumuşak elleriyle gözlerini örtüyor, yatıştırıcı sözler
söylüyordu.
"Gwendolyn'i tedavi etmenin bir yolunu buldum," diye bil-
dirdi Simkin.
Joram irkilerek doğruldu ve brendisini döktü.
"Bu komik değil, Simkin!" dedi sessizce.
"Komik olmaya çalışmıyorum..."
3IS

ITİARCARft U/EIS ft ÎRi»CY HlCKMAn


"Bence konuyu kapatsan daha iyi olur, Simkin " Hj
ya girdi Prens Garald sertçe, bakışları Joram'dan, titrek lı
brendi kadehini bir kenara iten Lord Samuels'e giderek "~ e
ten bu gecelik dinlenmeye çekilmemizi önerecektim. Gön
şe bakılırsa bazıları bunu çoktan yapmış." Sandalyesinde
yakalan Mosiah'a baktı.
"Ben çok ciddiyim!" diye terslendi Simkin, incinerek.
Garald sabrını yitirdi. "Saçmalıklarına yeterince tahammül
ettik. Peder, siz..."
"Bu saçmalık değil."
Battaniyesini bir kenara atan Simkin divanda doğrulun
oturdu. Garald'ı yanıtlıyor olsa da, Prens'e bakmıyordu. Bakış-
ları tuhaf, yan ciddi, yarı alaycı bir ifade ile, meydan okurca-
sına Joram'daydı.
"O zaman açıkla," dedi Joram kısaca, elindeki brendi kade-
hiyle oynayarak.
"Gwendolyn ölülerle konuşuyor. Anlaşılan eski Ölüçağı-
ranlardan." Simkin kıvrılarak daha rahat bir pozisyon aldı.
"Şimdi, tamamen tesadüf eseri, bu benim küçük erkek karde-
şim Nate'in de muzdarip olduğu bir şeydi. Yoksa Nat miydi?
Her durumda, geceleri bir sürü hayalet ve gulyabani eğlendi-
rir, annemin dertlerine dert katardı; durmaksızın şıngırdayan
zincirler, sakırdayan kırbaçlar ve ürkütücü çığlıklar, ulumalar
tarafından uyandırılmaktan hiç bahsetmiyorum. Yoksa bu
Betsy Hala ve Ernest Enişte balayılarım bizimle geçirmeye gel-
diklerinde miydi?
"Her neyse, sözün özü," diye telaşla devam etti Simkin, Jo-
ram'ın yüzünün karardığını görünce, "komşularımızdan biri
zavallı Nat'i... Nate miydi? Nat," diye mırıldandı, "eminim..-
Nerede kalmıştım? Ah, evet. Eh, adı her neyse, zavallı afacanı
316

KARAKILIÇln ZAFERİ
....çağıranların Tapınağı'na götürdük."
v rırn kulakla dinleyerek sabırsızca brendi kadehine bak-
ışta olan Joram bakışlarını Simkin'e çevirdi.
«^e dedin?"
"Gördün mü, kimse beni dinlemiyor," diye şikâyet etti Sim-
. • acı dolu bir sesle. "Küçük Nate'i Ölüçağıranların Tapına-
- '-na götürdüğümüzü anlatıyordum. Kaynak'ın tepesinde, da-
zirvesinde. Elbette, artık kullanılmıyor. Ama bir zamanlar,
kadim zamanlarda Ölüçağıranlar Tarikatı'nın merkeziydi. Ölü-
ler kilometrelerce öteden gelip, son haberleri alırlarmış, ben
öyle duydum."
Simkin'i duymazdan gelen Joram dönüp Peder Saryon'a
baktı. Karanlık gözlerinde umut öyle parlak yanıyordu ki, Ka-
talist o alevi söndürmek zorunda olduğu için kendinden nef-
ret etti.
"Bu düşünceyi aklından çıkarmalısın, oğlum," diye yanıt
verdi gönülsüzce. "Evet, Tapınak orada, ama harabeye dön-
müş sütunlar ve taş duvarlardan başka bir şey değil. Sunak bi-
le yıkılmış."
"Eee?" dedi Joram, hevesle öne eğilerek.
"Bırak da bitireyim!" dedi Şaryon, alışılmadık bir sertlikle.
"Kötücül, kutsal olmayan bir yere dönüştü, Joram! Katalistleri
kutsallığının geri dönmesi için uğraştı, ama anlatılanlara göre,
geri sürülmüşler ve döndüklerinde korkunç hikâyeler anlattı-
lar. Daha da kötüsü, bazıları hiç dönmedi! Piskopos sonunda
Tapınak'ın lanetli olduğunu ilan etti ve oraya gidilmesini ya-
sakladı!"
Joram sözleri bir kenara itti. "Tapmak Kaynak'ın tepesinde,
Yaşam Kuyusu'nun tepesinde -bu dünyadaki büyünün kayna-
ğının tepesinde! Bir zamanlar muazzam bir gücü olmalı."
317

ITlAReARfî U/EIS § TRACY HlCKJIIAn


"Bir zamanlar*." diye tekrarladı Şaryon vurgulayarak
Joram'ın koluna koydu, heyecanının gerginliğini hissetti "ev'
lum," dedi içtenlikle, "evet, bu eski ve kutsal bir yer, Gw
dolyn orada aradığı yardımı bulur, diyebilmek için her şev'
verirdim. Ama mümkün değil! Eğer orada bir güç varsa bil
Ölüçağıranlar ile birlikte yok oldu!"
"Ve şimdi bir Ölüçağıran geri döndü!" Joram nazikçe, am
kararlılıkla Katalist'in dokunuşundan uzaklaştı.
"Disiplinsiz ve eğitimsiz biri!" diye itiraz etti Şaryon sinirle
"Beni affet, Joram, ama deli biri!"
"Korkunç bir yer olduğu söyleniyor," dedi Lord Sarnuels
yavaşça, gözleri Joram'ın umudunu yansıtarak. "Ama itiraf et-
meliyim ki, iyi bir fikir gibi görünüyor! Korama olarak Duuk-
tsarithleri alabiliriz."
"Hayır, hayır!" dedi Simkin, başını sallayarak. "Hayatta ol-
maz, korkanm. O ürkütücü savaş büyücüleri hayaletlerden de
korkunç. Joram ve Gwen yalnız gitmeli, ya da belki buradaki
kel Peder ile birlikte. Çevrede gizlenen Karanlığın güçleri var-
sa araya girerek faydalı olabilir. Her şey yoluna girecek, sizi
temin ederim. Ben zavallı küçük Nat'in yanındaydım. Tama-
men iyileşti." Simkin yürek paralayıcı bir iç çekti. "En azından,
biz öyle olduğunu düşünüyorduk. Asla kesin olarak bileme-
dik. Kayaların arasında sevinçle dans ederken ayağı kaydı ve
dağdan aşağı yuvarlandı!"
Gözlerini portakal renkli ipek parçasıyla silen Simkin göz-
yaşlarını tutmak için yiğitçe mücadele etti. "Beni teselli etme-
ye çalışmayın," dedi boğulurcasına. "Tamam. Dayanabilirim.
Yarın, güneş tam dağın tepesindeyken gitmelisiniz."
"Joram, ben buna karşıyım!" diye ısrar etti Şaryon. "Tehli-
ke..."
318

KARAKJLIÇIn ZAFERİ
"O -hoo!" Simkin burnunu çekti, esneyerek yastıkların ara-
ma uzandı. "Joram'ın yanında, kendisini korumak için Kara-
kıhç olacak zaten."
"Elbette! Karakılıç!" Joram zaferle Katalist'e baktı. "Eğer
orada kötücül bir büyü varsa, Peder, kılıç bizi koruyacaktır!"
"Kesinlikle. Yarın, savaştan önce gidin," diye tekrarladı
Simkin, kayıtsızca battaniyeyle oynayarak.
"Neden yarın konusunda bu kadar ısrar ediyorsun?" diye
sordu Garald.
Simkin omuzlarını silkti. "Mantıklı geliyor. Eğer Gwen ken-
di tavanarasındaki farelerden kurtulursa -alınma, sevgili oğ-
lum— uzun zaman önce aramızdan ayrılmış olanlarla iletişim
kurabilir. Ölüler yaklaşan olaylarda bize yardımcı olabilir.
Hem, Joram, dönüşünde, porselen dolaplarını devirmeyen,
sevgi dolu bir eş tarafından karşılanacağını bilerek savaşa git-
menin ne kadar rahatlatıcı olacağını düşünsene!"
Joram bu son söylev sırasında dilini tutabilmek için duda-
ğını ısırdı, yüzü lanetlilerin çektiği işkencelere maruz kalan bi-
rinin yüzüydü. Kimse konuşmadı. Oda sessizlikle doldu -hu-
zursuz, rahatsız, telaffuz edilmemiş sözlerle dolu bir sessizlik.
Kaşlarını çatarak, sallanan başı bakışları ile delmeye can
atarmış gibi dikkatle Simkin'e bakan Prens Garald ağzını açtı,
sonra fikrini değiştirdi ve dudaklarını sıkıca kapattı. Peder Şar-
yon Prens'in ne söylemek istediğini biliyordu. Aynısını kendi-
si de söylemek istiyordu -Simkin bu sefer nasıl bir oyun oy-
nuyor? Çıkarı ne? Her şeyden öte, hiçbirimizin göremediği
hangi kartlar elinde?
Ama Prens ne kadar istese de, hiçbir şey söylemedi. Bu
son derece kişisel bir konuydu, yalnızca Joram açısından de-
ğil, zavallı kızın babası açısından da. Prens'in Joram'a İmpara-

319
rriAR£AR£î U7EİS S[ TRACY HıCKjnAn
tor olarak sorumluluklarını, halkına karşı görevlerini hatırl t
ması iyiydi. Ama Garald'ın bildiği gibi, Peder Şaryon da T
ram'ın karısını tedavi etmek ve kendi vicdanını rahatlatmak
için her şeyden vazgeçeceğini biliyordu.
Katalist Lord Samuels'a baktı. Adam yüzünü dikkatle ifade-
siz tutuyordu. Başını eğmiş, dokunmadığı brendi kadehi elin-
deydi.
Lordun düşüncelerini okuyan Şaryon, Lord Samuels başıru
kaldırıp ona baktığı ve sonunda sessizliği bozduğu zaman şa-
şırmadı. "Bu yer hakkında birşeyler biliyor gibisiniz, Peder.
Tehlike olduğunu düşünüyor musunuz?"
"Kesinlikle var," diye yanıt verdi Şaryon duygularını ele ve-
ren bir sesle. Lord Samuels'in şimdi ne soracağını biliyordu ve
yanıtını hazırlamıştı.
"Peki... umut var mı?" diye sordu lord, titrek dudaklarla.
"Hayır!" demeye karar vermişti Şaryon. Joram'ın gergin, sa-
bit bakışlarını üzerinde hissedince, inansa da, inanmasa da,
bunu kararlılıkla söylemek istedi.
Ama Katalist umutlarını soğuk mantıkla söndürmek için ağ-
zını açtığı zaman, tuhaf bir duyguya kapıldı. Yüreği göğsünde
acıyla çırpındı. Konuşmaya çalıştığı zaman, boğazı şişti, ciğer-
leri havasız kaldı. Taşa dönüşme duygusu yine korkutucu bir
biçimde içini doldurdu. Ama bu sefer, onu donduran bir bü-
yü yoktu. Şaryon büyük bir elin bedenine uzandığını, onu
boğduğunu, yalanını engellediğini hissetti. Katalist mücadele
etti, ama faydası olmadı. El onu sıkı sıkı tuttu, Şaryon yanıt ve-
remedi.
"O zaman umut var, Peder!" dedi Joram, sabit bakışları Sar-
yon'un yüzünden ayrılmadan. "Bunu inkâr edemezsin! Açıkça
görüyorum!"
320

KARAKJLİÇİİİ HAFERJ
Katalist ona yalvarırcasına baktı, hatta boğuluyormuş gibi
bir ses çıkardı, ama çok geçti.
"Gideceğim," dedi Joram kararlılıkla. "Eğer siz ve Leydi Ro-
sarnund da kabul ederseniz, lordum," diye ekledi sonradan,
rord Samuels'in titrek bir nefes aldığını duyunca.
Lord kekeledi, sesi kısıldı. Ama konuştuğu zaman, sessiz
5jr vakarla konuştu. "Kızım şimdi ölülerin arasında yaşıyor.
Onlara katılmaktan daha kötü, nasıl bir kader bekliyor olabi-
lir ki onu? Eğer bana izin verirseniz, gidip karımla konuşaca-
ğım" Eğilerek, telaşla odayı terk etti.
"O zaman kararlaştırıldı," dedi Joram, ayağa kalkarak. Kah-
verengi gözleri içsel bir ateşle ışıldadı; yüzündeki karanlık ve
sert acı çizgileri yumuşadı. "Sen de bizimle gelir misin, Peder?"
Bu konuda şüphe olamazdı. Saryon'un yaşamı Joram'ınki-
ne bağlanmıştı; o minik, ölüme mahkûm çocuğu kollarında
tuttuğundan beri... El, Saryon'u serbest bıraktı. Aniden özgür
kalınca inleyen, bu açıklanamaz deneyimle sarsılmış Katalist
yanıt olarak ancak başını sallayabildi.
"Yarın," diye tekrarladı Simkin üçüncü kez. "Öğlen."
Bu, Prens Garald'ın sessizce kabullenebileceğinden çok
fazlaydı. Simkin'e keskin bakışlarla bakarak ayağa kalktı, Jo-
ram odayı terk edecekken durdurdu. "Bana bu işe karışmama-
mı söyleme hakkına sahipsin."
"O zaman karışma," dedi Joram soğuk bir sesle.
"Korkarım karışmak zorundayım," diye devam etti Garald
sertçe. "Sana hatırlatmalıyım, Joram, dünyamıza karşı bir so-
rumluluğun var. Tanrım, yarın savaşa giriyoruz! Tekrar düşün-
men konusunda ısrar ediyorum!"
Joram'ın dudakları hafif bir alayla kıvrıldı. "Bu dünya ce-
henneme gidebilir..." diye başladı.
321

fil ARSARfî U/EIS ft ÎRİ4CY HlCKlnAn


"...ve Kehanet'i gerçekleştirir!" diye bitirdi Garald.
Ok hedefini buldu. Joram keskin bir nefes çekti. Yü>?•
-ll sol-
du, kahverengi gözleri camlaştı. Saryon'un aklına yine, ^
kılıç'ı döven genç geldi. Joram'ın Prens'e vurmasından un ,
rak telaşla araya girecek oldu, ama Simkin konuyu kap;itt
"Ah, dövüşecekseniz, lütfen başka yerde yapın." Ççneı
çatırdayarak esnedi. "Son derece yorucu bir gün oldu -mjj
sızlatıcıyı da unutmamak gerek. Ben tamamen bittim. [ş!kıa
söndüreceğim." Odadaki tüm ışıklar sönerek hepsini yarı K
ranlığa gömdü. Yalnızca ölmekte olan ateşin kömürleri aydın-
lık veriyordu. "Gözdağlarını sessiz devam ettirin."

Hiç yoktan portakal renkli bir gece takkesi belirdi, havada


süzüldü ve Simkin'in kafasına kondu. Rahatça divan yastıkları
arasında kıvrılan genç adam, görünüşte hemen uykuya daldı.
Joram aniden dönüp kapıya yürüdü.
Garald bir an Joram'ın sırtına bakarak durdu, bir şey söy-
lemek istediği, ama kararsız olduğu açıktı. Eliyle telaşlı bir ha-
reket yapan Peder Saryon'a baktı. Garald Joram'ın arkasından
seğirtip arkadaşı ile kapı arasına girdi.
"Israr ettiğim için özür dilerim, Joram. Her gün yaşadığın
işkenceyi ancak tahmin edebilirim."
Elini Prens'in koluna koyan Joram, Garald'ı bir kenara ite-
cek oldu. *
"Joram, beni dinle!" dedi Garald. Joram durdu, onu engel-
leyen elden çok, adamın sesindeki sevgi ve merhamet yakala-
mıştı onu.
"Bunu dikkatli düşün!" diye devam etti Prens. "Neden Sim-
kin aniden Gwen'in ya da senin iyiliğini bu kadar çok düşün-
meye başladı? Daha önce kimseye aldırış etmezdi. Neden git-
meniz için bu kadar ısrar ediyor ve neden yarın gitmeniz ge-
322

KARBKJLiçm ZAFER]
rekiyor?"
"Bu onun tarzı!" dedi Joram sabırsızca. "Ve bundan önce
de bana yardımı dokundu. Hatta belki hayatımı kurtardı..."
"Joram," diye sözünü kesti Garald kararlılıkla, "bu bir tuzak
olabilir. Seni orada hayaletlerden fazla birşeyler bekliyor ola-
bilir. Bir düşün. Ben bütün gün düşündüm. Simkin düşmanın
söylediklerini nasıl anladı? Bu imkânsız, hatta onun 'becerile-
rine' sahip biri için bile. Ne diyeceğini onlar söylememişse,
nasıl anladı?"
. Koridor karanlıktı. Gece için çekilmeden önce, hizmetkâr-
lar büyülü ışıkları kısmışlardı. Koridorun örümcek ağı kaplı
köşeleri beyaz, soğuk bir ışıkla pırıldıyor, sanki yıldızlar evin
içinde böcek gibi uçurken, örümceklerin ağlarına takılmış gi-
bi görünmesine sebep oluyordu. Çok uzakta -kahvaltı odasın-
dan gelir gibi— bir gümleme ve çatırtı duyuldu. Peder Şaryon
kısaca zavallı Kont Devon'ın odalarda dolanıp dolanmadığım
merak etti.
Joram yanıt vermedi. Onun yüzüne bakan ve ayın yüzü gi-
bi beyaz ve soğuk olduğunu gören Şaryon, düşünceli ifadesin-
den, son itirazın, sonunda onu etkilediğini anlayabiliyordu.
Prens Garald da bunu fark etmişti ve akıllıca oradan ayrıldı.
Şaryon da hiçbir şey söylemedi. Kendi kendine, korktuğu-
nu itiraf etti. Hâlâ yaşadığı sinir bozucu deneyimin etkisi altın-
da olan Katalist, herhangi bir şey eklemeye cesaret edemedi.
Ancak Garald'm ektiği kuşku tohumlarının köklenip büyüye-
ceğine güvenebiliyordu.
En azından, bereketli topraklara düşmüş gibiydi. Derin de-
rin iç çeken Joram dönmeye hazırlanırken, boğuk ve hafifçe
tüy dolu bir ses divanın derinliklerinden geldi.
"Soytarına güven..."
323

3
DÜŞÜŞ
Thimhallan'daki tüm asillerin ve üst sınıftan insanların ev-
lerinde olduğu gibi, Lord Samuels'in evinde de bir aile mabe-
di vardı. Mabeüer genelde aynı görünümde olsa da, bazıları
son derece farklıydı, kubbeli tavanlardan daha yüksek, cilalı
gül ağacından daha parlak bir fark. Bazı evlerde, mabedin ko-
nutun kalbi olduğu belli olurdu. Burada herkes -evin hanımı
ve beyi, çocuklar ve hizmetkârlar (başka yerde olmasa da, bu-
rada hepsi eşit sayıldığından- günlük dualarını etmek için, Ev
Katalisti'nin önderliğinde burada toplanırlardı. Bu mabetler
Yaşamla nefes alırdı. Ahşap çok kullanılmaktan parlardı. Al-
min'in ve Dokuz Gizem'in simgesinin işlendiği vitraylı pence-
reler sabah güneşi altında ışıldardı. Geceleyin minik, büyülü
ışıklar mabedi yumuşak »bir parlaklıkla doldurur, ruhu gevşe-
tir, insanı dua ve meditasyona davet ederdi. Almin'in böyle
huzurlu, güzel bir yerde yaşadığına inanmak kolaydı. Böyle
bir yerde onunla konuşmak kolaydı. Yanıtlarını duymak ko-
laydı.
Evin Lord Samuels'den önceki sahibi Kont Devon son de-
rece dindar bir adamdı. Onun zamanında, mabet ışık ve Ya-
şam'la doluydu. Kont'un ölümü üzerine mabet, evin geri kala-
nı gibi kapanmıştı; ışıkları söndürülmüş, mobilyaları siyah ku-

KARAKJLIÇin HAFERJ
cjarla örtülmüş, güzelim vitraylı camların önüne kepenkler
/»İçilmişti. Lord Samuels taşındığında evin geri kalanını dış
dünyaya açmıştı, ama mabet kapalı ve kilitli kalmıştı. Bunu öf-
kesinin ya da sevgili kızını kaybetmenin acısından yapmamış-
tI Lord Samuels, Almin'e yumruğunu sallayıp, "bir daha asla
seninle konuşmayacağım!" diyen adamlardan değildi. Daha
çok sanki, ruhunun içinde birşeyler ölmüştü. Hizmetkârlar
mabedin yine hizmete açılıp açılmayacağını sorduğu zaman,
kendi kendini "Ne faydası var ki!" derken yakalamıştı.
Bu yüzden mabet açılmadı, oymalı gül ağacı kapıları kapa-
lı, pencereleri karanlık ve cansız kaldı. Kapıya yapılan büyülü
mühür sıradışı güce sahipti ve onu kaldırmak için Peder Sar-
yon'un olağanüstü zihinsel çaba göstermesi gerekti. Sonunda
başardığında, içeri girdi, en yakın sıraya yığıldı. Kendi Yaşam
gücünden bu kadar çoğunu kullanmanın gerginliğine alışık
değildi.
Sıralar ince bir toz tabakası ile kaygandı. Yerler de öyle.
Mabetteki her şey tozla kaplıydı. Şaryon tozun nereden geldi-
ğini merak etti. Ele yumuşak geliyordu. Küçük ateş küresini
yaklaştırdığında, kırmızımsı renkli olduğunu ve tatlı koktuğu-
nu gördü. Saryon'un analitik zihni, gerginliğini yok edecek bu
ilgisiz bilgiye sevinerek, hemen çalışmaya başladı. Küçük kü-
reyi yükseğe tutan Şaryon tepesindeki tavanın ahşap kirişleri-
ni zar zor görebiliyordu. Bunların büyüyle şekillendirilmiş se-
dir olduğu kararına vardı. Mabetteki diğer ahşapların aksine,
kirişler kaba ve cilalanmamıştı, muhtemelen kokularını vurgu-
lamak için. Ahşap tozu buradan geliyordu.
Bu sorun çözülünce, Şaryon içini çekti ve düşünmeden
gözlerini ovuşturdu, ama bunu yaptığına hemen pişman oldu,
Çünkü gözlerindeki acıdan, içlerine toz dolmuş olduğunu an-
32S

rrİARCARîî U/EIS fi- ÎRBCY HlCKHlAn


ladı. Yaşaran gözlerini kırpıştırarak, kol yenine sildi.
Yatakta olmalıydın, dedi kendi kendine. Bitkin düşmü
ve Theldara'mn geçmişte yaptığı uyanlardan, gücünü z0rl
maması gerektiğini biliyordu. Ama aynı zamanda, uyuyamad
ğını da biliyordu. Uyumaya korkuyordu. Korku yavaş yava
üzerini kaplıyor, etini taşa çeviren büyü gibi üşütüyor, kıpın.
sız bırakıyordu. Hepsi dün gece, üzerine çöken, onu Jorarn'a
tapınağa gitmemesini söylemekten alıkoyan o El duygusu ile
başlamıştı.
Aptalcaydı, tehlikeliydi. Gwen için hiç umut yoktu. Ölüça-
ğıranlar yok olmuştu. Şaryon ona yardımcı olabileceklerinden
kuşkuluydu zaten. Joram'ı buna ikna edebilirdi. Onun ve Ga-
rald'm itirazları kuşkusuz Joram'ı gitmemeye, bu budalaca te-
şebbüs ile kendisinin ve karısının yaşamını tehlikeye atmama-
ya ikna ederdi.
Kuşkusuz gitmeyecekti! Kuşkusuz!
Başını, önündeki sıranın arkalığına koyduğu eline yaslayan
Şaryon, korkuyla titredi. Ahşap tozunu analiz ettiği gibi, ken-
di korkusunu analiz etmeye, kaynağını bulup mantık temelin-
de başa çıkmaya çalıştı. Ama bulamadı. Bu yüzsüz, isimsiz bir
dehşetti ve onu ışığa çekme işine ne kadar yoğunlaşsa, o ka-
dar karanlık oluyordu. Şaryon pek çok korkutucu deneyim ya-
şamıştı. Sersemletici darbeyi ilk hissettiğinde, yaşayan bedeni-
nin yavaş yavaş taşa dönüşmekte olduğunu anladığında his-
settiği korkuyu hâlâ hatırlayabiliyordu.
Ama onu şimdi ele geçiren korku ile karşılaştırıldığında bu
hiçbir şeydi -hiçbir şey. O zaman bu boğucu kayıp ve ümitsiz-
lik duygusunu yaşamamıştı. Hayır, dedi kendi kendine, mabe-
din karanlığını aydınlatan tatlı kokulu, yumuşak ışığa bakar-
ken. İlk dehşet dalgası çekilmeye başladığı zaman, huzur ve
326

KARAKJLIÇin ZAFERİ
vince boğulduğunu hissetmişti. Doğru olanı yapmıştı. Feda-
iliğinin Joram'ı derinden etkilediğini, sevgisinin ışığının oğ-
ı nın ruhundaki karanlığı kovduğunu görmüştü. Bu bilgi, Ka-
talist'e sonsuz nöbetinin geceleri ve gündüzleri boyunca des-
rel< olmuştu. Tanrısı ile barış yapmasa da, onu kendi içinde
bulmuştu.
Ya da bulduğunu sanmıştı. Karakılıç taştan eti gibi huzuru-
nu da paramparça etmişti.
Saryon'un elleri acıyordu ve bakışlarını aşağı indirdiğinde,
tatlı canını kurtarmak ister gibi sıranın kenarına tutunmakta ol-
duğunu gördü. Gevşemeye çalıştı. Ama korku duygusu kay-
bolmadı.
"Yarın geceki savaş yüzünden," diye mırıldandı kendi ken-
dine. "Çok şey savaşın sonucuna bağlı. Yaşamlarımız! Bu dün-
yadaki varlığımız! Kaybedersek her şey ne kadar korkunç ola-
cak!"
"Kazanırsak her şey ne kadar korkunç olacak?"
Kim konuşmuştu? Şaryon sözcükleri, tüm hayatı boyunca
duyduğu her şeyden daha açık duymuştu, ama yalnız olduğu-
na yemin edebilirdi. Urpererek çevresine bakındı. "Kim var
orada?" diye seslendi titrek bir sesle.
Yanıt gelmedi. Belki de hiçbir şey duymamıştı. Odada kim-
se olmadığı açıktı, muhtemelen evdeki kimse uyanık değildi.
"Bitkin düştüm," dedi Şaryon kendi kendine, alnındaki so-
ğuk ter damlacıklarını cüppesinin yeniyle silerek. "Zihnim ba-
na oyun oynuyor."
Ayağa kalkmaya çalıştı, bedenine kalkmasını emretti, ama
oturduğu yerde kaldı. El onu aşağı bastırıyordu. Sonra, onu
çağırarak işaret etti.
Şaryon dehşet dolu gözlerinin önünde, savaş sonrasını gör-
327

rrlARCARJÎ U/EIS St ÎRACY HlCKlnfln


dü: Yabancı insanların hepsi -hepsi yerde ölü yatıyor P
Albanlar büyülerini, dev bir mezar kazmak için kullanrv
Bedenler -bulunabilenler ve atadamlann yemedikleri- çuk
atılıyor, üstleri toprakla örtülüyor. İnsan olarak -koca bah
kardeş, dost olarak bıraktıkları tüm izler siliniyor. Yüz yıl so
ra, bu dünyadaki hiç kimse onları hatırlamıyor.
Ama Thimhallan hatırlıyor. O toplu mezarın üzerinde hic
bir ağaç, hiçbir çiçek, hiçbir ot yetişmiyor. Pis kokulu, zehirli
yabani otlar bitiyor. Bu, toprağı lekeleyen bir hastalık halini
alıyor. Hastalık yavaş yavaş, kararlılıkla dünyaya yayılıyor ta
ki üzerinde yaşayan her şey ölene kadar.
"Ama alternatifi ne?" diye haykırdı Şaryon yüksek sesle.
"Ölüm mü? Bu, değil mi? Başka seçeneğimiz yok! Kehanet! Ke-
hanet gerçekleşti! Bize seçme şansı vermedin!"
Onu yakalayan El aniden gevşedi ve Şaryon bir Varlık'ın
farkına vardı. Engin ve güçlü, mabedi öyle doldurdu ki, duvar-
lar baskıdan patlayacak gibi oldu. Ama aynı zamanda minik ve
önemsizdi, tavandan aşağı süzülen her toz tanesinde vardı.
Ateş ve suydu, Saryon'u yakıyor ve serinletiyordu. Korkunçtu,
Şaryon O'nun gözlerinin önünde büzüldü. Sevgi doluydu ve
yorgun başını O'nun avucuna koymayı, affedilmeyi dilemeyi
istedi.
Ne için affedilmeyi? *
Bir oyuncunun eğlenmesi için oynanan büyük bir kozmik
oyunda bir kart olduğu için mi?
İşkence gördüğü, zulmedildiği, bir uçurumun yamacından
aşağı itildiği için mi?
Ses aniden, sertçe yine konuştu. "Anlamıyorsun. Tann'nın
zihnini anlayamazsın."
"Hayır!" diye inledi Şaryon. "Anlamıyorum! Ve artık Seni
328

KARÖKJLIÇin ZAFERİ
-1 dinneyeceğim. gen- tanımıyorum! Seni reddediyorum!"
Sendeleyerek ayağa kalkan Şaryon sallanarak mabetten
ktı DıŞarlYa ulaşınca kapıyı çarparak kapattı ve kapıya yas-
ı ndı nefesi ürperti dolu hıçkırıklarla çıkıyordu. Ama orada,
bedeni ile kapıyı kapalı tutarak dururken, o Varlık'ı asla o
odada kapalı tutamayacağını biliyordu. Kendi varlığını reddet-
meden onu reddedemezdi. O her yerdeydi. Çevresinde...
İçinde...
Şaryon elini yüreğinin üzerine bastırdı, parmaklarını etine
batırdı.
329

4
GÖZ AÇIP KAPAYANA KADAR
Şaryon çılgınca, içine kısılı kaldığı derin uçurumdan kurtul-
maya çalıştı. Her iki yanındaki dik duvarlar gökyüzünü görme-
sini engelliyordu. Kayalık yamaçların arasında kükreyen öfke-
li ırmak onu beyaz, köpük köpük sulanyla kaplamakla tehdit
ediyordu. Sarmaşıklar ayaklarına dolanıyor, ağaç dalları pen-
çemsi parmaklarını onu aşağı çekmek için uzatıyordu. Kaybol-
muş, yapayalnız dolanıyor, bir çıkış yolu arıyordu. Aniden, bir
yol buldu! Dik kaya yüzey üzerinde bir kesik, bir güneş ışığı
ve mavi gökyüzü parçası. Tırmanmak kolaydı. Gücü yerine
geldi ve o tarafa seğirtti.
Başta gerçekten de kolaydı ve kısa sürede uçurumun taba-
nını arkada bıraktı. Ne yazık ki, mavi gökyüzüne yaklaşamı-
yordu. Sonra fark etti ki^ ne kadar yükseğe tırmanırsa, yamaç
o kadar yükseliyordu. Duvara tırmanmak güçleşmişti. Siyah
yarasalar mağaralardan fırlamış, ona doğru dalışa geçiyor, bas-
tığı yeri şaşırmasına sebep oluyor, ayağını kaydırarak uçuruma
düşürmekle tehdit ediyorlardı. Ama Şaryon çabalamaya devam
etti ve sonunda tepeye ulaştı. Son bir çabayla, kendini kenar-
dan çekti ve dev, hiç kapanmayan bir göze baktı.
Şaryon yüzünü kayaya yapıştırarak gözden kaçındı. Ama
onu göremeyeceği bir yere saklanamayacağını biliyordu.

KARAKjnçın ZAFERJ
"Kalk, Katalist!" dedi bir ses.
Şaryon başını kaldırdı. Yanında bir ağaç duruyordu. Cüp-
psini toparlayan Şaryon ağacın gövdesine tırmandı. Yeşil
aprakların arasında saklandı ve rahatlayarak derin bir iç çek-
„• Göz onu orada göremezdi. Tam bunu söylediğinde, yaprak-
lar kahverengileşti ve birer birer dökülmeye başladı. Göz onu
tekrar buldu. Sonra ayaklarının altındaki dal kırıldı. Sonra bir
diğeri.
"Peder!" Bir el omzunu sarsıyordu. "Kalkma zamanı."
İrkilerek uyanan Şaryon, dünya kendinden gittikçe uzakla-
şırken eli yakaladı. Elin kavrayışı güçlü ve sıkıydı ve Şaryon
ona minnetle tutundu. Ama el onu bıraktı ve Katalist, sanki ge-
ceyi uçurumlara tırmanarak geçirmiş gibi yorgun, berelenmiş
bir şekilde yastıkların üzerine düştü.

Joram pencereye yürüdü ve kepenkleri açtı. Soğuk, beyaz


güneşin soğuk, kasvetli ışığı odaya doldu, Saryon'un irkilme-
sine sebep oldu.
"Saat kaç?" diye sordu, parlak ışığa karşı gözlerini kırpıştı-
rarak.
"Öğleden bir saat önce. Tüm sabah uyudun, Katalist ve bu-
gün yapılacak çok iş var."
"Öyle mi? Ben... üzgünüm," dedi Şaryon, sersem sersem
doğmlup oturarak. Yüzünü güneşten çevirdi. Göz o muydu?
Onu izleyen.
Ne saçmalık! Bu yalnızca bir rüyaydı.
Şaryon yataktan çıkarak yüzünü soğuk suyla yıkadı ve Jo-
ram'ın gittikçe sabırsızlandığını hissederek telaşla giyindi. Jo-
ram her zamanki sert, duygusuz yüzünde gergin, hevesli bir
ifadeyle odayı adımlıyordu. Şaryon onun yolculuk etmeye ha-
zırlanmış olduğunu fark etti huzursuzca. Beyaz cüppesinin
331

ttİARÖARET WEİS §• ÎR£CY HlCKiTTAn


üzerine gri bir pelerin atmıştı. Şaryon göremese de
nin altında, sırtına Karakılıç'ı taktığını biliyordu.
"Tapınak'a gitmeye karar verdin," dedi Şaryon alçak
Yatağın kenarına oturarak ayakkabılarını giymeye ba 1
Ama eğilirken başı döndü ve zayıflık geçene kadar bir daku
durmak zonında kaldı.
"Aslında verilecek bir karar yoktu. Önceden belli bir s
nuçtu." Joram Saryon'un hiçbir şey yapmadan durduğunu fa k
etti. "Acele et, Katalist!" Eliyle pencereye ve güneş ışığına doğ-
ru sinirli bir hareket yaptı. "Oraya bugün öğle vakti ulaşmamız
lazım, yarın değil! Bizimle geleceğini söyledin. Bunda içten
miydin? Yoksa bu oyalanmalar beni gitmekten alıkoymak için
papazca bir hile mi?"
"Seninle geleceğim," dedi Şaryon yavaşça, bakışlarını ayak-
kabılarından Joram'a kaldırarak. "Bunu sormadan da biliyor
olman gerekirdi, oğlum. Benden şüphe duyman için nasıl bir
sebep verdim sana?"
"Sen bir rahipsin. Bu yeterli sebep değil mi?" dedi Joram
alayla ve kapıya yöneldi.
Şaryon ayağa kalkarak onu takip etti. "Joram, sorun ne?"
diye sordu, nazikçe beyaz cüppesinin koluna dokunarak. "Hiç
kendin gibi değilsin."
"Bu sabah başka kirn olabilirim, bilmiyorum, Katalist!" diye
terslendi Joram, kolunu Saryon'un elinden kurtararak. Rahibin
endişeli bakışlarını görünce tereddüt etti, sert yüzü gevşedi.
Parmaklarını gür, siyah saçlarından geçirerek başını salladı.
"Beni affet, Peder," dedi içini çekerek. "İyi uyuyamadım. Ve
bu gece yada belki önümüzdeki sayısız geceler boyunca uyu-
yabileceğimi de sanmıyonım. Yalnızca bu yere gitmek ve
Gwendolyn için yardım bulmak istiyorum! Hazır mısın?"
332

K_ARAKJUÇIn ZAFERİ
^?^'Fvet ve kendini nasıl hissettiğini biliyorum, Joram," diye
baŞladı Şaryon, "ama..."
Torarn sabırsızca sözünü kesti. "Şimdi bunun için zaman
b- peder! Gwen'i bulmalı ve Garald ya da o aptalların geri
talanı beni durdurmaya çalışmadan gitmeliyiz!"
Yüzü sertleşti. Şaryon Joram'a şaştı, bu değişimin sebebini
^nerak etti. Ama neden şaşırıyorum ki, diye sordu kendi ken-
dine, hüzünle. Geldiğini görmüştüm. Demirhane ateşlerinin
gözlerinde parladığmı görmüştüm. Sanki, ona merhamet öğre-
ten, arada geçen bunca yıl, acılar, güçlükler yok olmuş, onun
sıcak eti taşa dönmüş gibi.
Saryon'un biraz önce kaçtığı uçurum önünde açıldı. Her
adım onu kenarına daha da yaklaştırdı. Kuşkusuz, kuşkusuz
ondan uzaklaşan bir yol var! Arkama dönüp bulmalıyım.
Bir el acı verici bir şekilde kolunu yakaladı. "Nereye gidi-
yorsun, Katalist? Gitme zamanı!"
"Lütfen tekrar düşün!" diye kekeledi Şaryon. "Bir başka yol
olmalı, Joram!"
Demirhane ateşi alevlendi, rahibi kavurdu. "Bir seçeneğin
var, Peder," dedi Joram ısırır gibi. "Ya benimle gelirsin, ya da
arkada kalırsın. Tercihin ne?"
Bir seçenek! Şaryon kahkaha atmak istedi. Yamaçtan uzak-
laşan patikayı görüyordu. Yıllar önce düşmüş kaya parçaları
ile kapanmıştı. Geri dönemezdi.
"Geleceğim," dedi Katalist, başını eğerek.
Beyaz güneş Lord Samuels'in evini, günlerden sonra ilk
kez ışıkla doldurdu. Kör edici bir şekilde eriyen karların üze-
rinde parlayan ışık sıcak ya da neşeli bir ışık değildi. Bahçe
beyaz örtüsünün altında çok güzel görünüyordu, ama bu
333

nİAReflRft U/EIS 6[ 1"RikCY HlCKJTIAn


ölümcül bir güzellikti. Bitkiler donmuş, karla kaplanmış
r "'aştı glt
zun ağırlığı dev ağaç dallarını kırmıştı. Dev ağaçlar ikiye
mıştı.
Soğuk havanın yarattığı rahatsızlığa rağmen, Lord Sa
els'in evinin önündeki cadde dolaşıp duran, Joram'ı görm
çalışan, dışarı çıkanlardan haber isteyen bir kalabalıkla dolu
du. Şafaktan beri Savaş Ustalarından, Havailerden, Lonca üs
tadlarından, AlbanarcAzrdan ve başka insanlardan oluşan bi
sel eve girip çıkıyordu. Savaş hazırlıkları devam ediyordu.
İçeride, Lord Samuels, Prens, Kardinal Radisovik, asil sını-
fın pek çok üyesi ve Savaş Ustaları telaşla Savaş Odası'na dö-
nüştürülmüş, üst kattaki balo salonlarından birinde toplanmış-
lardı.
Önündeki büyük masaya haritalar sermiş Prens Garald,
planlarını toplanmış kişilere açıklamaya başladı. Balo salonun-
daki havanın dışarıdaki kadar soğuk olduğunu fark ettiyse de,
fark etmemiş gibi yaptı.
"Geceleyin, onlar uyurken saldıracağız. Kafaları karışmış,
düzensiz olacaklar. Onlar için bir tür korkunç kâbusun deva-
mı gibi görüneceğiz, bu yüzden ilk önce illüzyonistleri kulla-
nacağız. Kont Marat, siz güçlerinizi buraya getireceksiniz"
-Garald parmak uçlarının altında büyüyle beliren bir gnıp je-
odezik kubbeye işaret etti- "ve siz..."
"Affınıza sığınarak, Prens Garald," diye sözünü kesti Kont
Marat pürüzsüz bir sesle. "Planlarınız çok iyi, ama önderimiz
İmparator'dur. Buraya, konuyu onunla konuşmayı umarak
geldim. Nerede?"
Prens Garald bakışlarını hızla, bir köşede gölge gibi duran
bir Duuk-tsarüh'e çevirdi. Başlık yanıt olarak hafifçe titredi-
Garald kaşlarını çatarak Kont'a döndü. Marat taleplerinde yal-
334

KAR£KİLIÇln ZAFERJ
değildi- Merilon AlbanarcAarmm pek çoğu onaylayarak
başla""1 sallıyordu.
"İmparator iki gecedir hiç uyumuyor," diye karşılık verdi
prens Garald serinkanlılıkla. "Bu, size açıklamaya çalıştıklarım
onun planları olduğundan, varlığının gerekli olduğunu düşün-
memiştim. Ama," diye ekledi, Kont'un konuşmaya hazırlandı-
ğını görünce, "Mosiah'ı ona gönderdim. İmparator her an ge-
lebilir. .."
Savaş Odası'nın mühürlü kapısının vurulması sözünü kes-
ti.
Garald başını salladı ve Duuk-tsarithlerden biri kapıdaki
büyülü mühürü açtı. Herkes bakmak için döndü, asiller impa-
ratorlanmn önüne eğilmeye hazırlandı. Ama yalnızca Mosiah'ı
gördüler.
"Jor -İmparator nerede?" diye sordu Garald.
"O... o benimle bir mesaj gönderdi," diye kekeledi Mosi-
ah, Garald'a hızlı bir bakış fırlatarak.
"O benimle bir mesaj gönderdi, Ekselansları" diye payladı

Kardinal Radisovik, ama Mosiah duymadı. Dikkatle Prens Ga-


rald'a bakmaya devam etti.
"Bu... ee... gizli bir mesaj, Ekselansları." Eliyle, Prens'in
pencereye yaklaşması için bir hareket yaptı.
Prens Garald doğruldu. "Bir mesaj mı?" diye tekrarladı si-
nirle. "Ona yarım saattir kendisini beklediğimizi söyledin mi?
O -Ah, pekâlâ. Af edersiniz, baylar."
Aralarında mırıldanmaya başlayan asilleri görmezden gelen
Mosiah hızla büyük, cam pencerelere doğm yürüdü. Prens
Garald ve Lord Samuels onunla gittiler. Albanara\a.x her hare-
ketlerini şüpheyle izliyorlardı.
"Ekselansları!" dedi Mosiah yumuşak sesle. "Neredeyse öğ-
33S

ffİARPARft U/EIS & 1"RACY HlCKDIAn


le oldu!"
"Zamanı bildirmene gerek yok!" diye terslendi GaralH
lcUa- Son-
ra, yavaş yavaş hatırlayınca aniden sustu, bakışları istem ?
zarif balo odasının şömine raflarından birinde duran saate -
ti. İçeride kısılı kalmış minik güneş neredeyse zirvesine ul
mıştı ve minik dünyanın tepesinde parlıyordu.
"Lanet olsun!" diye küfretti Prens yumuşak sesle. Asille
sırtını dönüp pencereye baktı, ellerini arkasında kavuşturdu
"Onu gitmemesi için ikna ettiğimi sanıyordum!"
"Belki de yalnızca bahçede yürüyüş yapıyordur," diye öne-
ride bulundu Lord Samuels.
"Baktım! Yok! Peder Şaryon ve Gwendolyn de yok!" Mosi-
ah Prens Garald'a yaklaşarak, bahçeyi ilgiyle incelermiş gibi
yaptı. "Daha kötü haberler var!" diye mırıldandı. "Simkin de
yok olmuş!"
"Lord Samuels, hizmetkârları sorgulayın," diye emretti Ga-
rald sessizce. "İçlerinden biri bu sabah Joram'ı ya da Saryon'u
görmüş mü, sonın. Bunu kimseyi korkutmadan yapmaya çalı-
şın," diye ekledi, ama çok geçti. O adamı durduramadan, en-
dişeden çılgına dönmüş lord, balo salonundan koridora koş-
muş, hizmetkârlara bağırmaya başlamıştı bile. Asiller, yüzleri
gittikçe sertleşerek ve soğuyarak onun gitmesini izlediler.
"Prens Garald!" diye" seslendi Kont Marat yüksek sesle.
"Neler olup bittiğini öğrenmek konusunda ısrar ediyorum. İm-
parator nerede?"
"İmparator nerede?" Seslenişi yankılandı. Kaos patlak ver-
di, herkes ayni anda konuşmaya, sesini duyurmaya çalışmaya
başladı.
"Susun!" diye gürledi Garald sonunda ve şamata durdu.
"Deliye dönmüş peri halkıyız sanki!" diye ekledi sertçe. "Mo-
336

KARAKJLIÇin ZAFERİ
I bana İmparator'un karısının bu sabah fena halde hasta-
lığını ve İmparator'un onu yalnız bırakmak istemediğini
•vledi. Lord Samuels hizmetkârlarını Theldara getirmeye yol-
Aı Lord Samuels aynı zamanda, öğle yemeği servisinin baş-
ı dıgrnı bildirdi. Yemek yemek için bu fırsatı kullanmanızı
öneririm. İmparator sizi yemekten sonra görecek. Lordlarım,
bu taraftan. Hizmetkârlar size yol gösterecek. Teşekkür ede-
rim bensiz gidin. Birazdan size katılırım."
Merilon'un asilleri ve Savaş Ustaları birbirlerine karanlık
bakışlar fırlatarak ve aralarında homurdanmaya devam ederek
yavaş yavaş odayı terk ettiler. Odada kalmayı düşünenlere na-
zikçe, ama kararlılıkla, Prens Garald'ın savaş büyücüleri tara-
fından kapı gösterildi. Herkes gittikten sonra Prens Duuk-tsa-
rittie, kapıyı mühürlemesi için işaret etti.
"Dışarıda bekleyin," dedi Garald savaş büyücülerine. "Lord
Samuels'ten başka hiç kimseyi içeri almayın."
Duuk-tsarithler yok oldu, Prens, Kardinal Radisovik ve
Mosiah'ı odada yalnız bıraktı. Güneş ışığı pencerelerden içeri
doluyor, mermer zemine akıyor, masada açılmış haritaları ay-
dınlatıyordu. Kimse konuşmadı. Radisovik soru sorarcasına
Prens'a baktı, ama haritalarla oynayan Garald rahip ile gözgö-
ze gelmekten kaçındı. Mosiah sakinlik içinde durup bekleme-
ye çalıştı, ama sinirli sinirli ayak değiştirmeye, terleyen elleri-
ni okçu üniformasına silmeye başladı. Lord Samuels, yanında
Şaşkına dönmüş bir hizmetkârla içeri girdiği zaman herkes ra-
hatladı.
Prens'in huzurunda olduğu için utanan hizmetkâr başta tu-
tarsız konuştu. Garald'ın nezaketi onu sakinleştirene ve soru-
larına yanıt vermesini sağlayana kadar biraz zaman geçti.
Evet, İmparator'u görmüştü. O sabah yatak çarşaflarını de-
337

ITlARPARfT U/EIS & ÎRACY HlCKTTıAn


ğiştirirken, yolculuk pelerini giymiş Joram'ın, Peder Sarv
odasına girdiğini görmüştü. Bir süre sonra, odadan çıkm °
koridorda yürümüşlerdi. Onların Leydi Gvvendolyn ile k
tuklarını duymuştu.
Evet, İmparator gergin ve sinirli görünüyordu, ama evd k-
herkes böyleydi. Hizmetkârın kendisi de o kadar altüst olm
durumdaydı ki, bayılıp gitmediğine şaşıyordu.
Evet, şimdi düşününce, Peder Şaryon da sinirli görünüyor
du. Solgundu ve sanki Öte'ye gönderilmiş gibi yürüyordu. Bu
sabah aşçının söylediği gibi, korkunç zamanlardı bunlar.
Hayır, sakallı, cafcaflı giyinen genç adamı görmemişti ve
buna pek sevinmişti. Genç adam dün gece kıza son derece
şok edici şeyler söylemişti ve kız bir daha bu tür şeyleri asla
işitmek istemiyordu, aksi halde görevi bırakmak zomnda ka-
lacaktı.
"Teşekkür ederim, kızım," dedi Prens Garald aniden. Hiz-
metkâr selam verdi, Mosiah'a gizlice gülümsedi ve gitti. Duuk-
tsarithler bir kez daha kapıyı mühürlediler. "Eh, bu yeterince
açık görünüyor," diye devam etti Garald, ağır bir iç çekişle.
"Joram Tapınak'a gitmiş ve Peder Şaryon ile Gwen'i de yanın-
da götürmüş."
"Tapmak mı? Ne tapınağı, Ekselansları?" diye sordu Kardi-
nal Radisovik şaşkınlık »içinde.
"Ölüçağıranlar Tapınağı."
"Almin onlarla yürüsün!" dedi Kardinal hararetle, sere kar-
şı işaret yaparak.
"Affınıza sığınarak, Kardinal Hazretleri, ama Almin'in yeter-
li olacağını sanmıyorum," dedi Mosiah. "Bence biz de oraya
gitmeliyiz. Bu bir tür tuzak, değil mi, Ekselansları?"
"Bilmiyorum!" diye terslendi Garald, dalgın dalgın odayı
338

KARftKjLiçın ZAFERJ
Jayarak. "Simkin'in Nat ya da Nate hakkındaki hikâyesi-
• yalan olduğu açık, ama içinde, Joram'ı inandırmaya yete-
cek kadar gerçek vardı. Ve diğerlerini de, diyebilirim." Onlar-
dan ayrı duran, görmeyen gözlerle bahçeye bakan Lord Samu-
els'e bir bakış fırlattı.
"Eğer kızım gerçekten bir Ölüçağıran ise, bu Tapınak bu
dünyada yardım bulabileceği tek yer olabilir!" Lord acı dolu
"yüzünü Prens'e çevirdi. "Eğer işlerine karışırsak, Ekselansları,
her şeyi mahvedebiliriz."
"Ya da hayatlarını kurtarabiliriz!" diye araya girdi Mosiah.
"Koridorlar'ı kullanabiliriz, Ekselansları, sırf her şeyin yolunda
olup olmadığını kontrol etmek için. Hem, Simkin düşmanın
yanında bulundu!"
"Biliyorum! Biliyorum! Biliyoaım!" diye bağırdı Garald sa-
bırsızca, elini masaya indirerek. "Simkin'i tanıyorum! Eğer ilgi-
sini çekerse, dans eden bir tavuk ya da haşlanmış patates için
kendi ruhunu, Joram'ın mhunu, hatta bu dünyadaki herkesin
mhunu satacağını biliyorum!"
"Bu durumda," dedi Kardinal Radisovik yumuşak sesle,
"Joram gerçek bir tehlike içinde. Belki de Mosiah haklıdır, Ga-
rald..."
Savaş Odası'nm ortasında siyah bir şekil belirdi, bir gökgü-
rültüsünün aniliği ile aralarına karıştı. Duuk-tsarith'in elleri,
uygun şekilde önünde kavuşturulmuştu -ancak çok sıkı ka-
vuşturulmuştu, parmaklar gerginlikle kıvranıyordu. Konuştuğu
zaman, sesi daha da gergin çıktı.
"Ekselansları, düşman hareket halinde!"
"Ne?" diye sordu Garald şaşkınlık içinde. "Gidiyorlar mı?"
"Hayır, Ekselansları. Onlar..."
Gözlerinde parlak, kör edici bir ışık patladı. Dev, cam pen-

rtİARSARft U/EIS § 1"R£CY HlCKjnAn


cereler parçalandı. Oda kırık kristal parçalarıyla kapland
variardaki resimler düştü; duvarlar çatladı, çöktü. Büvi'l*-
tavan kirişi yarıldı ve sarktı. Duvarlar, tavan, evin temeli s
di ve titredi.
Yakından gelen başka patlamalar, bedeni cam parçalar
kalbura dönmüş, yerde ölü yatan Savaş Büyücüsünün iletem
diği mesajı tamamladı.
Merilon saldırıya uğramıştı.
Lord Samuels'in evi son bir kez ürperdi. İlk şok dalgasına
dayanan saat, şömine rafından yuvarlandı, cam muhfaza bin-
lerce pırıltılı parçaya bölündü. Sınırlarından kurtulan minik
güneş halının üzerinde yuvarlandı. Minik dünya, zıplayıp şö-
minenin ateşlerinin arasına düştü.
340

5
ÖLÜÇAĞIRANLAR TAPINAĞI
Ölüçağıranlar Tapmağı dünya üzerinde şerefli bir yere sa-
hipti -Thimhallan'ın en yüksek dağının, Kaynak'ın zirvesinde
duruyordu. Üzerine inşa edildiği temel büyüyle düzlenmişti,
ama Tapınak sağlamca kaya yatağının üzerinde duruyor gibi
değil, kayalık yamaca tünemiş gibi görünüyordu. Bu kuşku-
suz, dedikleri gibi, göz aldanmasıydı, Tapınak ile bahçesinin o
baş döndürücü yükseklikteki tek düz mekân olduğu gerçeği
tarafından vurgulanıyordu.
Efsanelere göre, Ölüçağıranlar Tapınağı, ölülerin elleri ta-
rafından dağın taşlarından yapılmıştı. Dağın tepesi tapınağın
mağaramsı arka duvarını, büyüyle değiştirilmiş zirve zarifçe
bulutların arasında spiraller çizerek tapmağın tavanını oluştu-
ruyordu. Doğuya ve batıya bakan iki yan duvar dağın kayala-
rından yapılmıştı. Dağın doğal çizgilerini takip ederek, dik u-
çummların üzerinde yükseliyorlardı. Piskopos Vanya'nın bah-
çesi, bugünlerde dağın tepesi olarak adlandınlsa da, aslında
yüz elli metre aşağıdaydı.
Tapınağın kuzeye bakan sütunlu sundurması geniş, daire
Şeklindeki düz zemine açılıyordu. Burada, kaldırım taşlan te-
kerlek şeklinde yerleştirilmişti. Dokuz yürüyüş yolu, dış yol-
dan tekerleğin merkezinde duran dev bir sunak taşına giden

ITlARCARft U/EIS fr İRACY HlCKjnAn


dokuz çubuğu oluşturuyordu. Her yürüyüş yolunun ucuna
Dokuz Gizem'den biri oyulmuştu. Dokuz simgenin tümü su
nak taşma oyularak tekrar edilmişti.
Bu alan bir zamanlar bakımlı tutuluyordu. Rahat ahşap sı-
ralar tekerleğin merkezinde düzenli aralıklara dizilmişti. Do-
kuz çubuğun aralarında çiçek yatakları, yaşam sihirbazlarının
elleri tarafından çiçek vermeye zorlanıyorlardı.
Bu, bir zamanlar harika olan Bahçede, bu muhteşem or-
tamda, Thimhallan'ın her tarafından gelen insanlar ölülerine
danışıyor, tavsiye alıyor ya da yalnızca ziyaret ediyorlardı.
Ölüçağıranlar -Ruh Gizemi'ne doğanlar ve Almin tarafından
her iki dünyada, ölülerin ve yasanların dünyasında yaşamala-
rına izin verilenler- tercüman olarak görev yapıyor, bir dünya-
dan diğerine mesaj taşıyorlardı.
Ölüçağıranlar bir zamanlar güçlü bir tarikattı, Demir Savaş-
ları esnasında en güçlü tarikat, ya da öyle fısıldanıyordu. Ölü-
lerin söylediği bir sözün tahtları devirdiği, kraliyet ailelerini ye-
rinden ettiği bilinirdi. Yaşayan hiçbir şeyden korkmayan Du-
uk-tsaritbleün, Ölüçağıranların Bahçeleri'ne yaklaştığı zaman
titrediği söylenirdi. Bu güce kıskanç gözlerle bakanlar olmuş-
tu, özellikle de ülkenin hükümdarları, savaş büyücüleri ve ka-
talistleri arasında. »
Kimse Ölüçağıranların Demir Savaşları sırasında tam olarak
nasıl yok olduğunu bilmiyordu. Karışık bir dönemdi. Sayısız
insan o kanlı çatışma sırasında yaşamlarını yitirmişti. Ölüçağı-
ranlar hep küçük bir mezhep olmuştu; Ruh Gizemi'ne yalnız-
ca birkaç kişi doğardı, daha da azının bir ölüm hayatına daya-
nacak disiplini olurdu. Bu kadar küçük bir topluluğun nasıl
yok olduğunu ve bu yok oluşun hiç fark edilmediğini anlamak
kolaydır.
342

KARAKİLİÇHİ ZAFERİ
Savaşın sonunda, katalistlerin Ölüçağıranların yok olduğu-
oll söylediklerini belirtmek yeterli. Karanlık Sanatların uygula-
yıcıları, Teknolojistler, son yüzyıl boyunca ülkeye olan her kö-
tü şeyden olduğu gibi bu ölümlerden de suçlu bulundu.
Ölüçağıranları pek az kişi özledi. Ülkenin ölüleri -ve sayı-
sız vardı- genelde acı şekilde ölmüşlerdi. Yaşayanlar acılarını
•akıllarından çıkarmaktan ve yeterince zor olan yaşamlarına
devam etmekten memnundular.
Neden artık Ruh Gizemi'ne hiç çocuk doğmadığını merak
edenler olmuşsa bile, katalistlere, Duuk-tsarith\ere ya da za-
man zaman başkalarını duymadığı sesler duyan, orada olma-
yan arkadaşları ile konuşan çocukların anne babalarına sora-
bilirlerdi. Bu çocuklar ya büyüdükleri zaman bu tuhaf aşama-
yı atlatıyorlar, ya da eğer "safha" ısrarlı çıkarsa, yok oluyorlar-
dı.
Peder Saryon'un tapınak hakkında söylediği doğruydu -in-
sanların tapmağa ayak basmaları yasaktı gerçekten. Ama -ve
yalnızca Kaynak'ta duyduğu söylentileri tekrarlayan Katalist'e
saygısızlık etmek için değil- tapınağın lanetli olduğu doğru
değildi. Bazı güçlü katalistlerin laneti kaldırmaya çalıştıkları ve
bir daha geri dönmedikleri doğru değildi.
İşin doğrusu basitti -kimse zahmet etmemişti. Ölüçağıran-
lar Tapmağı 'nın sahip olduğu tek lanet, unutulmuş olmanın la-
netiydi.
Kılık değiştirmek için giydiği giydiği kırmızı cüppe ayak bi-
leklerine gelen Karabüyücü Menju, ihtiyatla Koridor'dan dışa-
rı, tapınağın uzun zamandır ihmal edilen bahçesine adım attı.
Onu buraya getiren Tbon-Lıler, buraya geldiği için ölçülemez
derecede şaşırmış ve onu içtenlikle vazgeçirmeye çalışmıştı.
343

İTİARCARfT U/EIS 8[ 1"RACY HlCKHIAn


Karabüyücü adamları, ancak bunun bir savaşın gerekr
acil bir durum olduğunu söyleyerek ikna edebilmişti.
Ama onların korkuları Karabüyücü'nün kendine Hİ,„J -
uyuUgy
güvenini sarsacak hiçbir şey yapmamıştı. Elleri cebinde saki
dığı faz tabancasının üzerinde, dudaklarında ölüleri iten l
büyü, Menju hızla çevresine bakındı ve buranın nasıl bir v
olduğunu hemen anladı. Gevşeyerek nefes verdi.
Güneş bulutsuz bir gökyüzünden parlıyor olsa da, tapına-
ğın üzerinde yoğun bir sis gibi bir hüzün ve melankoli havası
asılıydı, kırık duvarlann ve ufalanan taşların üzerine zar zor al-
gınanan bir gölge düşürüyordu. Aynı zamanda, burada tekin-
siz bir kıpırtısızlık vardı; doğal olmayan bir sessizlik, sanki sa-
yısız görünmeyen kişi çevrede dumyor, nefeslerini tutarak bir
şeyin olmasını bekliyor gibi.
Durgun, soğuk dağ havasında titreyen Karabüyücü taban-
casını kaldırdı, korkularına sırıttı. Ama bu zayıf bir sıntıştı, diz-
lerinin bağının çözülmesi sonucunda, niyetlenmediği bir ani-
likle çürüyen taş sıralardan birinin üzerine oturuverdi.
Ne beklemiştim ki? diye azarladı kendini. Uluyan ölülerden
bir topluluğun çığlıklar atarak, saygısızlığına itiraz ederek üze-
rine atlamasını mı? Ona dokunan iskelet eller mi? Beyaz çar-
şaflara bürünmüş, zincirlerle donanmış şekillerin çevresinde
dolanmasını, aklının yozlaşmışlığına hayıflanmasını ve sabah
olmadan üç hayalet ziyaretçi vaat etmesini mi?
"Hah! Saçmalık!" dedi yüksek sesle ve yalnızca hafifçe ür-
pererek kendi küçük şakasına gülmeyi başardı.
Menju alnındaki soğuk terleri silerek kendini toplamak ve
çevresini incelemek için bir an durdu. Buraya, bunu yapabil-
mek için özellikle erken gelmişti. Güneş sol omzuyla aynı hi-
zadaydı. Öğleye kadar bir saatten fazla zamanı vardı.
344

KARAKlUÇin ZAFERİ
günde faz tabancası, dikkatle ve serinkanlılıkla tapınağın
vresindeki her taşı, her kayayı inceledi. Büyük bir özenle
vresini taradı. Burada hiçkimse olmadığını görmesine rağ-
men> Menju tuhaf bir şekilde birisinin onu incelediği hissine
kapıldı. Ama hiçkimse ve hiçbir şey göremeyince, bu düşün-
ceyi kararlılıkla aklından çıkardı, bunun tıpkı şıkırdayan zin-
cirler ve beyaz çarşaflar gibi çocukluğundan kalan bir düşün-
ce olduğuna karar verdi.
Yamacın kenarından ayrılan Karabüyücü, sunak taşına da-
ha yakından bakmak için Ölü bahçeye giden patikalardan bi-
rinde yürüdü. Seçtiği patika kendi gizemine ait olandı -Tek-
noloji. Bu yolu batıl inançtan mı, özlemden mi, yoksa yalnız-
ca içinden geldiğinden mi seçtiğini düşünmeye zahmet etme-
di.
Dağın yükseklerindeki soğuk ve kuru havada çürümemiş
olan bitki sapları, yolun her iki yanındaki donmuş topraktan
fırlıyordu. Küçük, ölü, süslü filizler kış rüzgârları tarafından
koparılmış kökleri havada yatıyorlardı. Karabüyücü bahçenin
kalıntılarına ilgi duymadan baktı. Sunak taşına vardığında me-
rakla ona baktı, parmaklarını taşa oyulmuş Dokuz Gizem sim-
gesinin üzerinde gezdirdi. Bunun sıra dışı bir taş olduğunu fark
etti. Bir tür cevher. Belki de karataş, diye düşündü, heyecan-
la titreyerek.
Yakından inceledi, sunak taşı hakkında duyduğu efsanele-
ri hatırlamaya çalıştı. Çok aşağıdaki, Kaynak'ın temelindeki
Yaşam Kuyusu'ndan nasıl çıkarıldığını. Nasıl bir zamanlar Ku-
yu'nun tıpası gibi görev yaptığını ve taş kaldırıldığı zaman, bü-
yünün magma gibi, dünyaya aktığını.
Bu mantıklı geliyor, diye düşündü aniden. Karataş Kuyu'yu
kapatıyordu! Bu heyecan verici bir düşünceydi.
34S

ITlAReAREî Wus Sc "FRACY HıcıunAn


Dünyanın merkezinde, büyü kaynağının tam tepesinde H
ran Menju, Yaşam'ın çevresinde attığını, içinde kabardr
hissedebiliyordu. Duygu onu sevince boğdu. Tekrar büyii
sahip olmanın nasıl heyecan verici olduğunu unutmuştu
Karabüyücü sunak taşını eleştirel gözle inceledi. Dev eibiv
di! En az iki metre yükseklikte olmalıydı. Kolları yarısını bile
çeviremiyordu. Ağırlığı ne kadardı -bir ton mu? Eğer bu oer.
çekten karataş ise, değeri hesaplanamazdı bile! Ona dokunan
eli beklentiyle titriyordu.
"Joram bunun karataş olup olmadığını anlar," diye mırıl-
dandı Karabüyücü, kendi kendine gülümseyerek. "Onu yaka-
ladığımda bilincinin yerinde olmasına dikkat etmeliyim, en
azından bana söyleyene kadar."
Sunak taşını sevgiyle ve özlemle okşayarak incelemesine
devam etti ve sonunda tapmağa ulaştı.
Taştan şekillendirilmiş dokuz merdiven sundurmaya gidi-
yordu. Kırık çatıyı destekleyen dokuz, ufalanmakta olan süaın
dağın sarmallar çizen zirvesinin altında çıkıntı yapıyordu. Yak-
laştığı zaman, Karabüyücü tavanın bazı kısımlarının kayaların
ve yılların ağırlığı altında yıkılmış olduğunu gördü. İri taş par-
çaları yere saçılmıştı. Gölgelerin arasında zar zor görülen su-
nak, bir tavan kirişi tarafmdan kırılmış gibiydi. Ufalanan mer-
divenleri tırmanan Menju tatminle, tapınağın içindeki karanlı-
ğın yoğun ve siyah olduğunu gördü.
Menju kendi kendine başını salladı. Çevresine son bir kez
göz gezdirdi, kuzeye, Merilon şehrinin güneş altında parladığı
yere baktı. Gözlerini kısarak, bir metal parıltısı gördüğünü sa-
narak şehre daha dikkatli baktı. Binbaşı Boris'in, büyülü kub-
beyi bombardımana tutmak için pozisyon alan tanklan mıydı?
Yoksa buzla kaplanmış bir gölden yansıyan güneş ışığı mıydı?

KARftKiLiçın ZAFER]
Emin olamıyordu.
Karabüyücü omuzlarını silkerek döndü. Karakılıç'ı ele ge-
çirdikten sonra fark etmeyecekti zaten. Bu arada Boris ile
adamları biraz eğlensinler. Binbaşı'nın zihnini meşgul tutacak-
tı Ve askerlerin kanını ateşleyecek, bu dünyanın halkını yok
etmek için gerekli olacak korku ve nefretle dolduracaktı onla-
rı.
Güneş tepesinde yükselmişti. Zaman neredeyse gelmişti.
Seçtiği saklanma yerine dönen Menju, aklındaki konular üze-
rinde düşündü. Bu dünyadaki savaş muhtemelen uzun süre-
cek, bedeli yüksek olacaktı, Karakılıç'ı ele geçirse bile. Bu in-
sanlar mücadele etmeden ölmeye yanaşmayacaklardı. Binala-
ra ve benzerlerine zarar vermeden öldüren, nüfus yok edici
bombalardan kullanamaması yazıktı. Büyüyü de yok eder
miydi acaba? Muhtemelen hayır. Fizikçilere danışması gereke-
cekti. Aslında düşününce, Joram bilirdi.
Peki ya Joram? İşbirliği yapacak mıydı? Tapmağa girince,
Karabüyücü kendine tatminle gülümseme izni verdi. Planı ku-
sursuzdu. Joram'ın deli karısına ne kadar bağlı olduğu bilinir-
di. Menju'nun Gwendolyn'i tutsak aldığını fark edince, Joram
işbirliği yapmaktan memnun olacaktı. Kadın deli de olsa, en
azından bir şekilde mantıklı düşünebiliyordu. Zihinsel yete-
neklerinin çürük domatesle aynı seviyeye geldiğini görmekten
iyi.
Menju faz tabancasının ayarını "öldür"den "sersemlef'e ge-
tirdi. Yıkık tapmağın sütunlarından birinin arkasındaki karan-
lığa çöktü, dünyanın tepesine yayılan nefessiz bir suskunlu-
ğun farkında, bekledi.
347

6
İNFA2CI
Menju'nun içgüdüleri haklıydı. Gerçekten de izleniyordu
Ve onu izleyen gözlerin çoğu ölülere ait olsa da, bir çifti de-
ğildi. Bir çift yaşayan birine aitti. Ölüçağıranlar Tapınağı'na bi-
ri daha gelmişti. Biri daha bekliyordu.
İnsanların varlığı, yüzyıllardır kutsal mekânlarında yaşayan-
ları görmemiş olan ölüleri rahatsız etmişti. Ama ruhların hu-
zursuzluğunun tek sebebi bu iki adamın varlığı değildi. Tapı-
nağın çevresinde toplanmış, görmeyen gözleri ile izliyor, sağır
kulakları ile dinliyor, kıpırtısız ağızları ile konuşuyorlardı. On-
ları anlayacak, duyacak hiçkimse olmadığı için, hayal kırıklık-
ları büyüktü. Almin'in zihni ile bir olan ölüler tehlikeyi biliyor-
lardı, ama eyleme geçemiyorlardı. Tek yapabildikleri izleyen-
lerle birlikte izlemek, bekleyenlerle birlikte beklemekti.
Bu ikinci izleyici, aslında birinciydi. Ölüçağıranlar Tapına-
ğı'na sabahın erken saatlerinde, solgun, soğuk güneş, dağların
zirvelerinin arkasından çıkmaya çabalarken, neden doğmaya
zahmet ettiğini merak edercesine yavaş yavaş gökyüzünde
yükselirken gelmişti. Zamanın yaşayanların gördüğü gibi sani-
ye saniye değil, tek bir engin, daima değişen okyanus gibi ak-
tığını gören ölülerin gözleri bile neredeyse adamı fark edeme-
yecekti. Koridor'dan çıktığı anda yok olmuş, göründüğü anda

KARAKİLIÇin HAFERİ
örünmez olmuştu.
Biraz zaman almıştı, ama ölüler onu bulmuştu, en azından
kısmını, çünkü bu adam işinde iyiydi. Hiçbir insan gözü
orünmezlik zırhını aşamazdı ve ruhların tek yapabildiği, im-
esini zihinlerinde tutmaktı. Gördükleri adam adaleti yerine
getirenlerin resmi üniformasını giyiyordu, Dokuz Gizem'in
simgeleri işlenmiş gri bir cüppe. Ölülerin çoğu onu tanıdı -İn-
fezcı'ydı bu- ve ya titrediler, ya da küfrettiler.
Thimhallan'ın en güçlü savaş büyücülerinden biri olan İn-
faza Kaynak'ta yaşardı. Hizmetlerini yalnızca, genelde katalist-
lere, özelde Piskopos Vanya'ya sunardı. Onlar için Taşa Dö-
nüştürme, Öteye Sürgün gibi görevleri yerine getirmesine kar-
şılık, İnfazcı'ya sınırsız Yaşam bahşedilir, bu Yaşam'ı dilediği
gibi kullanma hakkı verilirdi. Böylece büyü becerilerini mes-
lektaşlarından çok daha fazla geliştirebilirdi.
Ama bugün İnfaza büyüsünü kullanmayacaktı. Tapınakta-
ki diğer İzleyici gibi, gri cüppesinin cebinde bir Araç, Tekno-
loji'nin Karanlık Sanatlarının yarattığı şeytani bir alet tutuyor-
du.
Alet ilgisini çekmiş, bütün geceyi onu inceleyerek geçir-
mişti. İnfaza onu çıkardı ve dikkatle baktı. Merakın cezbettiği
ölüler çevresine toplandılar, alete şok ve dehşet içinde baktı-
lar. Bunun ne olduğu, ne işe yaradığı konusunda bir fikirleri
vardı, çünkü onlar Her şeyin Yaratıcısı ile birdiler. Ama kor-
kunç aleti anlamakta zorlandılar, belki, zaman zaman insanoğ-
luna kötücül amaçlar için kullandığı zekâyı bahşetmekten piş-
man olan Yaratıcı da öyle.
Önceki gece, Piskopos Vanya, İnfazcı'yı ofisine çağırmıştı.
Emirlerini vermiş, Savaş Büyücüsünün kendinden bekleneni
tam olarak anladığından emin olmuştu.
349

niARSARfT UJEIS S- ÎR£CY HlCKJnAn


"Bu âleme döndüğü ve üzerine anlatılamaz tehlike]
diği için, Joram isimli adam ölüme mahkûm edildi" di
dirmişti Piskopos gür bir sesle. "Halkını aldatarak kendi ?
parator ilan etti; bu yüzden, Duuk-tsarithlerin geri kalan
tikleri katı yeminler sonucunda onu korumaya zoaınJu
-İnfazcı- kendini bu yasaların üzerinde göreceksin, çünkü K-
lise -Almin'in takdisi ile var olan, ülkedeki en yüksek otorit
Joram'm ölmesi gerektiğine karar verdi. İnfaz yerine getirildik
ten sonra Karakılıç'ı alacaksın ve bu dünyadaki varlığının da

ha fazla zarar yaratmasını engellemek için hemen bana getire-


ceksin."
Piskopos burada nefes almak için durmuştu ve anlaması
gerekeni anladığından, anlamaması gerekeni anlamadığından
emin olmak için İnfazcı'yı dikkatle incelemişti.
"Dahası," diye devam etmişti Piskopos, bir burun dolusu
hava çektikten sonra, "Joram'm infazı kesinlikle haklı sebeple-
re dayalı olsa da, sinirli ve huzursuz bir durumda olan halkın
imparatorlarının düşmanın elinde öldüğüne inanmasının en
iyisi olacağına karar verdik. Karabüyücü Menju adında bir
adam, senin bizzat Öte'ye sürdüğün bir suçlu, Joram' ile Ölü-
çağıranlar Tapınağı'nda buluşacak -imparator'muzun halkına
ihanet etmeyi planladığının açık kanıtı, bu arada. Bu ikisi, Jo-
ram ile Karabüyücü, İmparator'un ölümü ile sonuçlanan bir
kavgaya tutuşurlarsa, ilgili tüm taraflar için faydalı olur..."
Mükemmel bir şekilde anlayan İnfazcı kabullenerek eğil-
miş, tek bir söz etmeden Piskopos'un huzurundan çekilmişti.
Koridor'a giren Savaş Büyücüsü Kaynak'ı terk etmiş, za-
man ve mekân içinde yolculuk ederek Duuk-tsarithler'm gizli,
yeraltı odalarına ulaşmıştı. İhtiyaçlarını yetkili kişilere bildiren
İnfazcı, başka kimsenin girmesine izin verilmeyen belirli oda-
3S0

KARAKJLIÇin HAFERJ
alınmıştı. Bu odalarda, yabancı insanların bedenlerinden
lınan kişisel nesneler inceleniyordu.
Nesneleri sınıflandırmak ve kaydetmek ile uğraşan muhte-
lif puuk-tsarithler, tarikatlarının bu yüksek seviyeli üyesine
sayaı ile eğilmişler, sonra onun nesneleri incelemesi için ke-
nara çekilmişlerdi. Adam olağanüstü zaman ölçme aletleri ya
da çirkin mücevherler ya da başka yabancı insanların, çoğun-
lukla da kadınların ve çocukların imgelerinin bulunduğu par-
şömen parçalan ile ilgilenmemişti. İnfazcı bunların üzerinde
şöyle bir göz gezdirmişti. O yalnızca silahlarla ilgileniyordu.
Kendisi Dokuzuncu Gizem'e doğmamış olsa da, İnfazcı
Karanlık Sanatların araçlarına aşinaydı, bu dünyadaki başka
her şey gibi, onlan da incelemişti. Silahların üzerine dikkatle
eğilmiş, yanına geldiği her silahı incelemiş, hiçbirine dokun-
mamaya özen göstermişti. Zaman zaman saygıyla kenarda
bekleyen Duuk-tsarüh'e sorular sormuştı. Ama infazcı, bu si-
lahlar hakkında en az onlar kadar, hatta bazı durumlarda on-
lardan çok şey bildiğini anladı.
Savaşa katılmamış olsa da, ilgi ile izlemiş, silahların fışkırt-
tığı ışınlann ne kadar çabuk öldürdüğünü fark etmişti. İlk ön-
ce bunlan inceledi. Avuca sığacak kadar küçük olan metal
aletlerin üzerinde, nasıl işledikleri konusunda en ufak bir işa-
ret bile yoktu, en azından dıştan bakınca.
İnfazcı şansına güvenmek zorunda kalacağını düşünmeye,
nasıl çalıştığını anlamaya çalışırken kendini yakmamayı um-
maya başlamıştı ki ona çok daha uyan başka bir silaha rastla-
dı.
Mermi atan silah.
Bunlan, Karanlık Sanatların kadim metinlerinde okumuştu.
Bilindiği kadarıyla bu araçlar Thimhallan'da hiç yapılmamış ol-
3SI

[ÜAReARjT U/EIS & ÎRACY HlCKJTTAn

a
sa da, tasarlanmıştı ve nasıl çalışacağı konusunda birka
yorum yapılmıştı. Elbette bu silah, İnfazcı'nm gördüğü - ?
lerden çok daha karmaşıktı, ama aynı ilkeler doğrultus
çalıştığını sanıyordu.
Silahı ihtiyatla bir kumaş parçasına saran İnfaza, onu
mermiye benzeyen şeylerden epeycesini bir kutuya koyrm
tu. Kutuyu ateş ve patlamaya karşı güçlü koruma rünleri il
mühürlemiş, sonra kutuyu dikkatle taşıyarak Duuk-tsarithlerin
karanlık ve gizli odalannı terk etmiş, Koridorlar'ı kullanarak
Merilon'a gitmişti.
Yorgunluktan yıkılmak üzere olan demirci Merilon'daki eğ-
reti demirhanesinin dışında, bir Koridor'dan gri cüppeli şeklin
çıktığını görünce oldukça ürkmüştü. Thimhallan'daki herkes
Infazcı'yı tanırdı, şahsen olmasa da, anlatılanlardan. Ne kadar
güçlü ve yapılı bir adam olsa da, Savaş Büyücüsü yaklaşırken
demirci korku ile ürpermekten kendini alamadı.
Demircinin bitkin aklından panik dolu bir düşünce geçti.
"Düşmanın saldırısı yüzünden beni suçlayacaklar ve mahkeme
düzenlemeden infaz edecekler." Demirci çekicini kaldırıp ha-
yatını pahalıya satmaya hazırlandı.
Ama serin, gür sesiyle konuşan İnfazcı, Savaş Büyücüsü-
nün demirciyi bilgisi için aradığı konusunda temin etti, kelle-
si için değil. »
Cüppesinin kıvrımlarının arasından kutuyu çıkaran İnfazcı,
rünleri sildi, kumaşı açtı ve silahı demirciye gösterdi.
Huşu içinde içini çeken demirci dilahı kaldırdı ve sevgiyle
okşadı. Tasarımın ve işçiliğin dehası ve mükemmelliği gözle-
rinin yaşlarla dolmasına sebep oldu. Ama İnfazcı demircinin
coşkusunu kısa kesti ve bu şeyin nasıl çalıştığını sordu.
Demirci silahı sökmeye başlayınca İnfazcı'nın hafifçe irkil-
352

KARAKJLiçın ZAFERİ
JŞ olması mümkün. Mümkün... ama şüpheli. İnfazcı son de-
dece disiplinli biriydi ve duyguları vardıysa bile, asla kimseye
göstermezdi. Dıştan bakıldığında, etkilenmemiş bir biçimde,
kıpırtısızca, demircinin silah üzerinde çalıştığı süre boyunca
2ri başlığı tarafından gizlenerek bekledi.
Demirci aleti inceleyerek bir saat harcadı ve sonunda, par-
çaları saygıyla topladıktan sonra, açıksözlülükle bildirdi, "Na-
sıl çalıştığını biliyorum, lordum, ama onca gücü nasıl elde et-
tiklerini anlayamadım."
"Bu," diye yanıt verdi İnfazcı, "yeterli."
Silahı elinde tutan ve sevgiyle okşayan demirci, meseleyi
açık ve kısaca açıklamıştı.
"Silahı hedefe doğrultun. Bu küçük kolu," -demirci işaret
etti- "parmağınızla çektiğiniz zaman, silah mermiyi öyle bir
güçle atacak ki, hemen hemen her şeyi delip geçebilecek."
"Eti de mi?" diye sordu İnfazcı kayıtsızca.
"Et, taş, demir." Demirci silaha özlemle baktı. "Nasıl yapıl-
dığını göstermemi ister misiniz, lordum?"
"Hayır," diye yamt verdi Savaş Büyücüsü. "Açıklaman tat-
minkâr."
İnfazcı silahı alıp Koridor'a adım atmış, yok olmuştu. De-
mirci ağır bir iç çekişle çekicini almış, kaba bir mızrak ucunu
dövmeye başlamıştı. İşinden aldığı tüm zevk silinmişti.
Kaynak'taki odasının -yerin çok altında, herkesin özenle
kaçındığı, Kaynak'ın gözlerinin kör, kulaklarını sağır olduğu
tek yer- güvenliğine ve gizliliğine dönen İnfazcı, silahı kendi-

si denemişti. Onu duvara yöneltmiş, demircinin söylediği gibi


parmağını küçük kola dolamış, çekmişti.
Sarsıcı patlama İnfazcı'yı neredeyse sağır etmiş, geri tepme-
si sendeletmişti. Nesneyi yere düşürmüş, eli daha sonra daki-
353

niARSARfî lUEIS & 1*R£CY HlCKIHAn


kalarca sızlamıştı. Kendine geldikten sonra duvardaki hed
ni incelemeye giden İnfazcı, mermiden iz bulamayınca h
kırıklığına uğramıştı. Duvar pürüzsüz ve yarasızdı. Ama bi
daha inceleyince, hatanın alette değil, onu kullananda olduö

nu görmüştü. İnfazcı hedefini, bir kilometreyle olmasa bil


neredeyse bir ev boyu uzaklıkla ıskalamıştı.
İnfazcı yılmamış, kendine bir sağırlık büyüsü yapmıştı. Si-
lahı her iki eliyle tutarak, bir saatin sonunda, en azından he-
defini vurmaya yaklaşmıştı. Duvarda yaptığı delikleri incele-
yen İnfazcı, bir insanın üst bedenini oluşturacak kadar geniş
bir aralıkta olduklarını görmüştü. Bu yeterince iyiydi. Zaten
neredeyse şafak sökecekti ve görülmeden, fark edilmeden po-
zisyon alacağından emin olmalıydı.
Tapınak'a ulaştığı zaman, İnfazcı sunak taşının yanına, gö-
rünmezlik kalkanı sayesinde ölülerinki hariç tüm gözlerden
uzakta konuşlanmıştı. Bulunduğu avantajlı noktadan, Karabü-
yücü'nün gelişini gördü (İnfazcı uzanıp adama dokunabilirdi)

ve Menju kendi saklanma yerini seçerken keskin bir ilgiyle iz-


ledi.
İnfazcı güneşe baktı. Fazla zaman kalmamıştı. Parlak günı-
şığı altında, dünyanın tepesine çöken nefessiz suskunluğun
farkında, bekledi.
354

7
İZLERKEN, BEKLERKEN
. Peder Şaryon, adımını atmadan önce kötücül olduğu söy-
lenen bu mekânı incelemeye niyetlenerek ihtiyatla Ölüçağı-
ranlar Tapınağı'na baktı.
"Hadi, ama."
Gönülsüz katalisti itip geçen Joram Koridor'dan dışarı, ufa-
lanan mermer patikaya adım attı. Dikkatli, hevesli bakışları
alanı hızla taradı: arkasındaki yıkık tapınağı; tekerleğin orta-
sındaki sunak taşını; önünden uzanan engin manzarayı; uzak-
ta, yeryüzünün üzerinde bir gözyaşı damlası gibi parlayan Me-
rilon'u.
Şaryon, her sinir iplikçiği gergin ve tetikte, takip etti. Ya-
şam çekerken olduğu gibi varlığıyla uzanarak, kör bir adamın
parmaklan gibi çevresini yoklaması gibi, zihinsel parmaklarla
çevresini yokladı. Yaşam hissetti —büyü burada oldukça güç-
lüydü, ama bu sıradışı bir şey değildi. Hem, tam Yaşam Kuyu-
su'nun yukarısında duruyorlardı. Ölüm de hissetti, ama bu aşı-
rı heyecanlı hayal gücü yüzünden olabilirdi.
Görünüşe göre korkulan temelsizdi. Tapınak boş görünü-
yordu. Hiçbir şey hareket etmiyordu, hava bile. Aşağıdaki ya-
şayan dünyaya ilişkin hiçbir ses yukarı yükselmiyor, buradaki
tenhalığı bozmuyordu. Sessizlik mutlak, tamam ve kesintisiz-

niARCARJt UİEIS & ÎR^CY HlCKmAn


di.
O zaman neden korkuyordu?
"Zamanında geldik," dedi Joram, güneşe bakıp tatmin i •
de başını sallayarak. Soğuk dağ havasının etkisini giderm
için ellerini birbirine sürttü. "Neredeyse öğle oldu." Doru'
merakla çevresine bakmarak, Koridor'dan dışarı adım atmakt
olan karısının yanından tek bir söz etmeden, tek bir bakış fır-
latmadan geçti.
"Burada kana susamış gulyabaniler görmüyorum, sen gö-
rüyor musun, Katalist?" diye devam etti Joram acı acı, gidip su-
nak taşını incelerken.
"Hayır, ama bu..."
Saryon'un sözleri öldü, şaşkınlık içinde baktı.
Joram'ın sırtı ona dönüktü. Yürürken uzun yolculuk pele-
rini yeri süpürüyordu. Pelerinin altında, büyülü kınının içinde,
Karakılıç vardı. Silah iyi gizlenmişti. Joram'a gelişigüzel bakan
hiç kimse onda sıradışı bir şey fark etmezdi. Ama Joram'la
bunca uzun zaman yolculuk yapmış Şaryon, kılıcı taşırken yü-
rüyüşünün nasıl değiştiğini fark edebiliyordu. Belki de kılıcın
ağırlığı yüzündendi, ya da kının garip yapısı yüzünden, ama
ne zaman Karakılıç'ı taşısa, sanki görünmez bir yükün altına
girmiş gibi, hafifçe kambur dururdu Joram.
Şimdi yük taşımıyordu. Sırtı düzdü, yürüyüşü serbest ve ra-
hattı.
Kılıcı yoktu... Savunmasızız! Saryon'un ilk düşüncesi Kori-
dor'dan uzaklaşmamak oldu ve uzaklaşmaya niyetlenen
Gwendolyn'i yakaladı.
Kadın uysallıkla onun kendisini alıkoymasına izin verdi ve
Katalist'in yanında durarak, mavi gözleri sakin, bu dünyaya ait
hiçbir şey görmeden, neler olduğu ile hiç ilgilenmeden, tapı-
356

KARüKjuçın ZAFER!
u çevresine bakındı. Joram da aynı şeyi yapıyordu! Kılıcı ar-
kada bırakarak ne yaptığını düşünmüştü?
foram hiç de endişeli ya da sinirli görünmüyordu. Sunak
tasın10 yanında durmuş, sanki birisini bekliyormuşçasına oya-
ıanlyordu. Neden bu kadar tuhaf davranıyordu? Belki de bu
korkunç yerle ilgili bir şeydi.
Şaryon Ölüçağıranlar Tapınağı'nda kötücül bir şey görme-
miş Ya da hissetmemiş olsa da, korkusu gittikçe büyüyordu.
Belki de tapınağın üzerinde asılı olan baskın hüzün duygusu
yüzündendi -uzun zaman önce unutulmuş olanların korkunç
hüznü. Ya da belki havadaki nefessiz suskunluk yüzündendi.
Sanki her şey izliyor, bekliyordu. Güneş bile gelip, tam tepe-
lerinde durmuş gibiydi.
Gitmeliyiz, Koridor'a dönmeliyiz. Bir şekilde Joram'ı tehli-
ke konusunda uyarmak zorundaydı. Bu kolay olmayacaktı,
çünkü bu tanımlayamadığı bir tehlikeydi, ama denemek zo-
rundaydı. Savlarını hazırlayan Şaryon arkadaşına doğru ilerle-
meye hazırlanıyordu ki, Gwendolyn aniden elinden kurtuldu.
"Hayır! Hayır! Ne kadar çoksunuz!" diye haykırdı, Sar-
yon'dan uzaklaşarak. "Bana dokunmayın!" Katalist'e değil,
onun ötesine bakıyordu. Kollarını uzatarak, görünmeyen elle-
ri savuşturdu. "Ne kadar çoksunuz! Sizi anlayamıyorum! Bağır-
mayı bırakın! Beni rahat bırakın! Beni rahat bırakın!"
Gwen, sanki gürültüden kurtulmak ister gibi ellerini kulak-
larına örttü. Şaryon çaresizlik içinde ona bakıyordu. Onun
duyduğu tek ses, Gwen'in bu kıpırtısız, sessiz havadaki haykı-
rışlarıydı. Ona uzandı, ama Gwen dönerek, saldırıdan kaçar
gibi patikada uzaklaştı. Bir o tarafa, bir bu tarafa döndü, geli-
şigüzel hareketleri, görünmeyen bir eşle yaptığı dehşetli bir
dans gibi görünüyordu.
3S7
irlARPARft WEİS & tRACY HıcıonAn
"Yardım edemem! Neden bana yalvarıyorsunuz? Hiçbir s
yapamam, diyorum size! Hiçbir şey!"
Avuçlarını kulaklarına bastıran, altın saçlan soğuk ışığm aı
tında solgun ve çirkin bir biçimde parlayan Gwen, görürün»
yen kalabalıktan kaçmak için ümitsizce tapmağa koştu. Sunak
taşına kadar ulaştı. Elbisesinin uzun eteğine takılarak dizleri-
nin üzerine çöktü ve ona işkence edenlerden kaçınarak orada
kaldı.
Arkasından seğirten Şaryon, Joram'ın dehşet içindeki karı-
sından üç metre uzakta olduğunu gördü. Ama ona gitmek için
hiçbir hareket yapmamıştı. Bunun yerine, sunak taşına yaslan-
mış, onu eğlenerek, sanki zamanın geçmesine yardımcı olacak
bir eğlence sunduğu için minnet duyarcasına izliyordu.
Saryon'un içinde öfke kabardı. Joram'a ne olduğunu bilmi-
yordu. Aldırmıyordu da, artık değil. Bırak karanlığa çöksün!
Gwen'in yanına seğirten Şaryon eğildi, nazikçe elini tuttu.
Açıkça duyulan, keskin bir çatırtı havayı böldü.
Sonra bir daha.
Ve bir daha.
Ve bir daha.
Saryon'un yüreği dondu, kanı dondu, ayaklan ve bacakla-
rı, elleri dondu. Kıpırdayamıyordu. Ancak taşların üzerinde
çöküp, Gwen'e sarılabildi. Taşların arasında ilerleyen, tapmak
duvarlarında yankılanan sersemletici sesleri dinledi.
Sonra çatırtılar sustu.
Şaryon korkuyla dehşet verici sesin tekrarlanmasını bekle-
di. Tek duyduğu, dağın yamacında takırdayan boş yankılar ol-
du. Sonunda bunlar da soldu, boşluğun enginliği tarafından
yutuldu.
Hiçbir şey hareket etmedi, hiçbir şey kıpırdamadı. Gwen'in
3S8

KARAKJLIÇin ZAFERJ
İ avkınşlan bile susmuştu. Sanki sesler havayı parçalamıştı ve
eşsizlik boşluğu doldurmak için hücum etmişti.
Katalist'in aklında tek bir açık düşünce vardı -buradan git-
mek. Bu lanetli tapmaktaki hiçbir şeyin kollarında titreyerek
büzülen Gwendolyn'e yardımcı olamayacağı açıktı. Aslında,
bu tapmağın ve burada bulunan ölülerin onu deliliğe daha
•çok çekmesi fazlasıyla olasıydı.
"Karını eve götürüyorum..." diye başladı Şaryon titrek bir
sesle, Joram'ı arayarak. Katalist'in nefesi kesildi. "Joram?" diye
frsıldadı, Gwendolyn'i bırakıp, yavaş yavaş ayağa kalkarken.
"Oğlum, sorun ne?"
Joram zayıfça sunak taşına yaslanmış, Saryon'a derin bir
şaşkınlık içinde bakıyordu. Kahverengi gözleri iri iri açılmıştı.
Dudakları konuşmak için aralandı, ama hiçbir sözcük çıkma-
dı. Bir elini göğsüne bastırmıştı ve Şaryon elinin altında, kızıl
bir lekenin canlı bir şey gibi büyüdüğünü, yavaş yavaş beyaz
cüppesinin üzerine yayıldığını gördü. Bedeninde üç leke da-
ha belirdi, parlak, kırmızı çiçekler gibi açıldı.
Joram kızıl lekeli elini yavaş yavaş kaldırarak, şaşkınlıkla
baktı. Kafası karışmış bir şekilde bakışlarını Saryon'a çevirdi ve
sunak taşını ittirerek, Katalist'e doğnı bir adım attı. Sendeledi
ve ona ulaşamadan düştü.
Şaryon onu kollarıyla yakaladı. Kızıl lekeli cüppenin kuma-
şına dokunan Katalist, Joram'ın bedeninden dökülen yaşamın,
parmaklarının arasından parçalanan bir lalenin taç yaprakları
gibi dökülen kanının sıcak ıslaklığını hissetti.
359

8
ZAVALLI SOYTARIM...
Ses arkasından geldi, alçak, boğuk bir küfür.
"O neydi?" Şaryon başını kaldırdı. "Kim konuştu? Orada bi-
risi mi var? İmdat! Bana yardım edin!"
Tapınaktan gelmiş gibiydi.
"Kim var orada?" diye seslendi Şaryon çaresizce. Kolların-
daki yaralı adamı incitmemeye dikkat ederek, dönüp baktı.
Ama Ölüçağıranlar Tapmağı'nm içindeki gölgeler, korudukla-
rı âlem kadar kıpırtısız, karanlık ve sessizdi.
Hayal kurdum, o kadar. Burada kim olur ki, diye sordu
Şaryon kendi kendine acı acı. Bakışları yakınında, patikada
çökmüş olan Gwendolyn'e kaydı. Beklenti içinde, sanki bek-
liyormuş gibi çevresine bakmıyordu.
Onun sesi miydi? O mu konuşmuştu? Joram'ı seviyordu!
Şaryon, hâlâ sevdiğini biliyordu.
"Gwendolyn!" Yumuşak sesle, nazikçe, onu korkutmaktan
korkarak konuştu. "Bana gel! Ben yardım bulana kadar Jo-
ram'la kal."
Gwen, Saryon'un sesini duyunca öne döndü. Bakışları ko-
casına gitti, üzerinden kelebek kanatları gibi aştı, cansız bitki-
lerin sapları üzerinde dolaştı. Ölüler şok içinde sessiz kalmış
olmalıydılar, çünkü Gwen'in korkusu geçmişti. Yavaş yavaş

KARAKJuçın HAFERJ
ağa kalkmaya başladı.

aniden, Saryon'un aklına, kendilerinin de tehlikede olabi-


leceği geldi! Joram'ı bu gizemli ve dehşet verici şekilde yere
kan her ne ise, kırbaç gibi çatlamalarla yine saldırmak için
bekliyor olabilirdi!
"Hayır! Gwen! Yerde kal!" diye haykırdı Şaryon çılgınca ve
V3 korku, ya da sesindeki aciliyet, zihnine doluşan Öte'nin sis-
lerini aştı ya da görünmeyen elleri onu yakalayıp kalkmasını
engelledi. Şaryon, bu heyecanlı halinde, ikinci seçeneğin doğ-
ru, olduğu izlenimi altındaydı.
Düşmanı arayarak tapınağı tekrar taradı, sonra bahçeyi,
sonra patikaları, zirvenin çentikli kenarlarını.
"Kendim için korktuğumdan değil," diye mınldandı yaşlı
rahip, gözlerinde yaşlarla, başını kollarında tuttuğu bedene
eğerek. Hâlâ soluk alıyor olsa da, Joram bilincini kaybetmişti.
Şaryon nazikçe gür, siyah saçları ölü gibi beyazlamış yüzden
arkaya taradı. "Bu yaşamdan, korkmaktan, öldürmekten ve öl-
mekten bıktım. Eğer Joram burada ölmek zomndaysa, onun
için daha iyi bir dinlenme yeri bulamazdım."
Başını öfkeyle sallayan Şaryon gözyaşlarıyla mücadele etti.
Ümitsizliğe teslim ol ve ölürsün. Joram ve Gwendolyn de öy-
le! Kız güvenli bir yere gitmeli. Eğer böyle bir yer varsa... Ta-
pınak! Bir zamanlar kutsal bir yerdi. Belki Almin'in takdisi hâ-
lâ orada oyalanıyordur.
"Gwen, tapınağa koş," dedi Şaryon, kendini sakince, ses-
sizce konuşmaya zorlayarak. "Çabuk ol, çocuğum! Tapınağa
koş."
Gwendolyn yerinden kıpırdamadı. Çevresine aynı beklenti
dolu bakışlarla bakıyordu, onu işittiğini gösteren hiç bir işaret
vermedi.
361

IIİARGARft UJEİS §? 1"RACY HıcıanAn


"Onu oraya götürün!" diye haykırdı Şaryon, boş bah
gölgelere. "Onu tapmağa götürün! Orada onu koruyun!"
Bu ümitsizlikten doğan bir haykırıştı ve Gwen'in görü
yen kollarda ayağa kaldırıldığını, görünmeyen ellerin av ı
dyakta
durmasına yardım ettiğini görünce Katalist şaşkınlık iri H
kaldı.
"Acele edin!" diye soludu, korku içinde keskin çatırtıv
bekleyerek.
Ölüleri Gwen'i taşıyarak yanından geçtiler. Varlıklarının
yumuşak fısıltısını yanağında hissedebiliyordu; Tapmağa taşı-
nırken Gwen'in elbisesinin dalgalandığını, altın saçlarının kı-
pırdandığını gördü. Sendelediği zaman, yakalandı ve destek-
lendi. Şaryon onun takılarak tapmağa giden dokuz basamağı
tırmandığını, sonra gölgelerin içinde kaybolduğunu gördü.
Katalist rahatlayarak içini çekti, endişelenmesi gereken bir
şeyden kurtulmuştu. Ve şimdi, diye tekrarladı kendi kendine
inatla, Joram için, hepimiz için yardım bulmalıyım. Kollarında-
ki adama baktı ve yüreği büzüldü, zihnindeki soğuk, mantıklı
kısım, en azından Joram'a artık yardım edilemeyeceğini söylü-
yordu.
"Onu kurtarmanın bir yolu olmalı!" diye bağırdı Şaryon
gökyüzüne doğru vahşice, meydan okurcasına.
»
Alaylı bir yanıt gibi, kollarındaki beden ürperdi, dudakla-
rından hafif bir acı inlemesi kaçtı. Katalist, Joram'a sıkıca sarıl-
dı, akan her damla kanla süzülüp giden ruhu tutmaya çalıştı.
"Keşke ona ne olduğunu bilseydim!" diye haykırdı soğuk, boş
gökyüzüne.
"Gömüleyim emi!" dedi zayıf bir ses. "İki kişi olduk demek-
tir!"
Şaryon irkilerek gözlerini gökyüzünden yeryüzüne, kolla-

KARAKJLIÇin ZAFER]
M tuttuğu adama çevirdi. Yüksek elmacık kemikli, kararlı
neli sert y^z gitrniŞÜ' Beyaz tutamlı parlak, siyah saçlar git-
isti Karanlık, alçak kaşlar, derin, içsel bir alev ile yanan kah-
erengi gözler gitmişti. Bunun yerine belirsiz bir yaşta, sivri
neli, yumuşak sakallı ve bıyıklı bir yüz gördü; ona bakan
gözlerde, neredeyse komik, şaşkın bir öfke vardı.
"Simkin!" diye inledi Şaryon.
"Eti ve kemiğiyle," dedi Simkin, nefes almaya çalışarak.
"Ama... o kısmım... delik deşik olmuş. Böbreklerin çevresin-
de... cereyan yapıyor..."
"Ama... Joram nerede?" diye kekeledi Şaryon aklı karışa-
rak.
"Burada," diye geldi sert bir yanıt.
Başı beyaz başlıkla kaplı beyaz bir şekil tepelerinde dikili-
yordu. Elinde Karakılıç'ı tutuyordu. Joram Simkin'in yanında
diz çöktü ve sesi sert olsa da, yaralı genç adama uzanan el na-
zikti. Joram'ın parmaklarından, keskin bir bıçak tarafından iki-
ye kesilmiş gibi duran portakal renkli ipek parçası sarkıyordu.
"Ah, akıllı çocuk!" Simkin boğulur gibi oldu, ağzının kena-
rından küçük bir kan sızıntısı aktı. "Benim... kurnaz düğü-
mümden... kurtuldun." Başı arkaya sarktı, gözleri kapandı.
"Ona ne oldu?" diye sordu Şaryon alçak sesle.
Kılıcı yanma bırakan Joram dikkatle Simkin'in beyaz cüp-
pesinin kanla ıslanmış kumaşını kenara sıyırdı ve göğsündeki
yaraları inceledi. Karnındaki diğer yaralara baktı ve başını sal-
ladı.
Simkin inledi, ürperdi.
Joram'ın sert ifadesi yumuşadı. Portakal renkli ipek parça-
sını alarak nazikçe terle kaplanmış alnı sildi. "Benim zavallı
soytarım," dedi yumuşak sesle.
363

rriAReARjT U/EİS $ ÎRÜCY HıcKjnAn


"Yapabileceğimiz bir şey yok mu?" diye sordu Şaryo
"Yok. Eğer büyüsü değilse, onu bu kadar uzun süre h
ta tutan ne, bilmiyorum," diye yanıt verdi Joram.
Dua etmeliyim. Birşeyler söylemeliyim, diye düşündü s
yon kafası karışmış bir şekilde, ama Simkin'i duanın kanatl
üzerinde gökyüzüne gönderme fikri, bir şekilde saçmaydı
Titreyen bedeni yere yatıran Katalist elini genç adamın al
mna koydu. Başım eğerek mırıldandı. "Per istam Sanctam
Unctionem indulgeat tibi Dominus quidquid..."
"Diyorum ki, Kel Adam," dedi zayıf, aksi bir ses, "gidin
başka yerde quidquidicr misin? Fena halde sinir bozucu!"
"Bunu neden yaptın, Simkin?" diye sordu Joram yumuşak
sesle.
"Yani!" Simkin, Joram'a ateşli gözlerle baktı. "Fena halde...
soldun." Yüzünü buruşturdu. "Bu hayvanca bir oyun. Hiç
de... beğenmedim. Neredesin, sevgili oğlum? Her şey... karar-
dı. .. Korkuyorum. Nerede? Neredesin...?" İnledi, eli zayıfça se-
ğirdi.
Kan lekeli eli yakalayan Joram sıkıca tuttu. "Buradayım,"
dedi. "Ve karanlık, çünkü kafanda o aptal miğfer var, kova gi-
bi görünmene sebep olan."
Simkin gevşeyerek gülümsedi. "Kova... olmaya., bayılıyor-
dum. Çok da... iyi bir k"bvaydım. Hiç... şüphelenmediler, as-
lında. Oradan... biliyorum..."
"Neyi biliyorsun?"
Gözleri odağını yitirdi, uzaklardaki solgun, soğuk güneşe
baktı.
"'Cesur yeni dünya...' Seni götüreceklerdi! Simkin'i değil."
Gözlerinde bir yaşam ışıltısı, bir aıh kıvılcımdandı. Bakışları ya-
vaş yavaş geri geldi, Joram'a odaklandı. "Ben de... sen oldum!
364

KARAKJLIÇin ZAFERİ
rika bir... numara olacaktı. Oyunu... ben kazanacaktım."
Vizü acıyla kasıldı. Kalan son gücüyle Joram'ın elini yakala-
Simkin, onu yakına çekti. "Yine de, çok eğlendik... değil
mj?" diye fısıldadı. "Çok eğlendik -Düşes d'LongeviUe'in dedi-
ği gibi... son kocası onu asmadan önce..."
Dudaklarında bir gülümseme dolandı, sonra sabitleşti, ka-
tılaştı. Ses solup gitti, el gevşedi. Joram eli nazikçe Simkin'in
göğsüne koydu, portakal renkli ipek parçasını cansız parmak-
lann arasına tutuşturdu.
"...deliquisti. Amen," diye mırıldandı Şaryon.
Uzanarak, ifadesiz gözleri kapattı.
365

9
ÖLÜ OLAN... BİRİ DOĞACAK
"Joram, anlamıyorum!" Şaşkına dönmüş Şaryon, Simkin'e
acıyan bakışlarla baktı. "Ona ne oldu?"
"Yere düşmeden hemen önce keskin çatırtılar duydun
mu?"
"Evet! Korkunçtu..."
"Karanlık Sanatların kadim uygulayıcılarının metinlerinde
okuduğumuz patlayan toz. Kurşun mermiler atıyor." Joram'ın
gözleri, güneş ışığı altında kısılarak alanı taradı. "Birisini gör-
dün mü? Ses nereden geldi?"
"O taraftan, sanırım," dedi Şaryon tereddütle, dağın zirve-
sinin kenarını işaret ederek. "Anlamak... güçtü. Ve hiçbir şey
görmedim." Sustu, kum dudaklarını yaladı. "Joram, bunu Sim-
kin'e her kim yapmışsa, seni öldürmeye çalışıyordu."
"Evet. Ve sanırım ikimiz de kim olduğunu biliyoruz."
"Karabüyücü mü?"
"Elbette. Muhtemelen yamacın kenarındaki kayaların ara-
sında saklanıyor. Ama neden bir tabanca kullandı ki? Hiç de
onun tarzı değil..." Joram'ın kaşları çatıldı, düşüncelere daldı.
"Gerçekten, neden?" diye mırıldandı. "Belki o değildir."
"Başka kim olabilir?"
"Yalnızca İmparator olmamdan değil, Kehanet'ten de kor-

KARAKJLIÇln ZAFERİ
n biri. Bunun düşmanın işi gibi görünmesini sağlayacak ka-
dar kurnaz biri."
"Vanya!" Şaryon soldu.
joram hızla çevresine bakındı, başlığını yüzüne doğru çek-
ti "Kıpırdama," diye uyardı, sıkıca Katalist'in bileğini kavraya-
rak. "Bunu hemen şimdi düşünmeliyiz, orada her kim varsa
kafası karışmışken ve benim kim olduğumu merak ederken."
"Belki katil gitmiştir," dedi Şaryon. "Eğer başardığını düşü-
nüyorsa..."
"Bundan kuşkuluyum. Hem, almak için geldiği şeyi alma-
dı."
Joram ve Katalist, sunak taşının kaidesinde yatan Karakı-
hç'a baktılar.
"Hatasını fark edecek ve yine deneyecek," dedi Şaryon se-
rinkanlılıkla. Korkusu yok olmuştu. Yerinde kayıtsız bir boş-
luk vardı. Savaş Büyücüsü ile yaptığı savaşta olduğu gibi, uzak
bir izleyiciydi, bu trajik maskaralıktaki rolünü oynamasını izli-
yordu.
"Bir süre denemez. Yere düştüğümü gördü, sonra kılıç ile
bir başkasının geldiğini gördü. Bunu beklemiyordu. Planları
yolunda gitmedi. Tekrar düşünmesi gerek!" Joram, Saryon'u
aşağı çekti, Simkin'in bedeninin üzerinde büzüldü. "Eğil!"
"Neden bizi öldürüp kurtulmuyor? O... silahı üzerimizde
kullanmıyor?"
"Kullanacak -daha sonra. Ama iyi nişan alamıyor. Bir ada-
mı öldürmek için dört el ateş etti. Kısa süre sonra mermisi bi-
tecek ve sonra yerinden doldurması gerekecek. Eğer tabanca-
nın taşıyabildiğinden daha fazlasını getirdiyse. Muhtemelen
Duuk-tsarittidİT. Bu bize bir şans veriyor."
"O zaman İnfazcı'dır," diye tahminde bulundu Şaryon.
367

FTİARPARft U/EIS & tRACY HlCKITlAn


"Vanya'nın güvenebileceği tek insan. Ama Savaş Büyüci'
duğunu nasıl anladın?"
"Çünkü Karabüyücü beni canlı istiyor!" diye tısladı Tn
Katalist'in bileğini yakalayıp acı verecek şekilde sıkarak "s '
kin, Karabüyücü'nün odasına saklanmıştı. Onların beni ces
yeni dünyaya götüreceklerini söylediklerini duydu -Simki ?'
değil! Beni canlı yakayacaklarını düşünüyor olmalıydı aks'
halde asla bu aptalca planı yapmazdı! Bu sabah bana geldi ve
bir Korjdor'a girmem için kandırdı. Beni kuş uçmaz kervan
geçmez bir yere götürdü, ellerimi bu sefil portakal renkli ipek
parçası ile bağladı ve sonra ben oldu!"
"Sen kılığında Karabüyücü'nün dünyasına gitmeyi planlı-
yordu. Ama neden Simkin Karakılıç'ı almadı?"
"Alamazdı! Büyüsünü bozuyor. Karabüyücü beni canlı isti-
yor -onu kılıç hakkında eğitmem ve daha fazla karataşı nere-
de bulabileceğini göstermem için. Ölmemi isteyen tek kişi
Vanya. Katili gönderen o."
Joram yavaşça, ihtiyatla hareket ederek Karakılıç'ı aldı.
"Ne yapıyorsun?" diye sordu Şaryon korkuyla.
"Eğer bu gerçekten bir Savaş Büyücüsüyse, bir görünmez-
lik büyüsünün arkasında saklanıyor. Büyüsünü tüketmeli, gö-
rebileceğimiz hale gelmesi için zorlamalıyım. Eğer bunu yap-
mazsam, bize herhangi teir yönden yaklaşabilir ve istediği ka-
dar yakına gelebilir. O zaman, ne kadar iyi nişan alabildiğinin
hiç önemi kalmaz."
"Ama yanılmışsan!" Şaryon Joram'ı yakaladı. "Eğer bu bir
Savaş Büyücüsü değilse, eğer Karabüyücü seni öldürmeye ça-
lışıyorsa..."
"Per istam Sanctam, Peder," diye yanıt verdi Joram sertçe.
Ayağa kalkıp Karakılıç'ı kaldırdı.
368

KARAKJLIÇin ZAFERİ
Yaşama susayan silah hemen büyü içmeye başladı. Şaryon
zayıfladığını hissetti, ama yalnızca birazcık, çünkü Katalist, kı-
lıcın açlığını beslemek için pek az büyü sahibiydi. Ama Ya-
sam'ı, kaba, çirkin kılıç boyunca minik mavi ışık parıltıları
göndermeye yeterdi.
Kılıcın gücü büyü çektikçe arttı, gittikçe parladı, beyazımsı
mavi bir renk aldı.. Aniden bir ışık akımı Saryon'un arkasın-
dan bir yerden gelip yanından geçti. Kılıca çarptığında ışık cı-
zırdadı, mavi bir alev topu kılıcın kabzasından ucuna fışkırdı.
Şaryon şaşkınlık içinde döndü, ışığın sunak taşından geldiğini
gördü! Kayanın kendisi parlak mavi ışıldamaya başlamıştı;
üzerinde Dokuz Gizem'in simgeleri beyaz beyaz ışıldıyordu.
Taştan bir başka ışık yayı fırladı, sonra bir tane daha.
Şaryon, fark edip fark etmediğini görmek için Joram'a bak-
tı, ama adamın sırtı sunak taşına dönüktü. Joram kılıcı önün-
de tutarak bir o yana, bir bu yana döndü, dikkatle çevresinde-
ki boş havaya bakarak düşmanını aradı.
Hava artık boş değildi. Pırıldadı, karardı ve uzun, gri cüp-
peye bürünmüş bir adam belirdi. Görünmezlik büyüsünün
kalkanı altında, patika boyunca onlara doğru yürüyordu ve üç
metre uzaklarındaydı. Joram'ın gözlerinin üzerine odaklandı-
ğını görünce, fark edildiğini anladı. İnfaza elini kaldırdı.
"Peder, dikkat et!" diye haykırdı Joram.
Saryon'un kıpırdamaya, hatta gözlerini kapatmaya bile za-
manı olmadı. Hava çatırdadı. Joram, Karakılıç'ı düşürdü, acı
içinde inleyerek geri geri sendeledi. Sağ kolunun beyaz yenin-
de kızıl bir leke belirdi.
Savaş Büyücüsü kılıca doğru daldı, ama Joram daha hızlıy-
dı. Kılıcı yakalayarak İnfazcı'nın üzerine atıldı, ama Savaş Bü-
yücüsü, sınıfının disiplinli serinkanlılığı ve hızlı düşünme ye-
369

ITİARCARJÎ U/EIS $ tRACY HlCKHlAn


teneği ile, büyüsüne başvurdu. İçinde kalan Yaşam'ı kul]
rak havalandı, rüzgâr gibi dağın yamacına yakın duran ka
lara doğru uçtu ve aralarında kayboldu.
Joram, Saryon'u yakalayarak Katalist'i sunak taşının di»
tarafına sürükledi ve kırık taşların üzerinde dümdüz yatmav
zorladı.
"Burada kal!" diye emretti.
"Yaralandın!"
"Adam benim düşündüğümden daha iyi nişancı," dedi Jo-
ram sertçe. Kılcı bırakarak, elini yarasına bastırdı. Parmakları-
nın arasından koyu kırmızı kan fışkırdı. "Piç herif bütün gece
pratik yapmış olmalı! Mermi koluma saplandı!" İnleyerek, yu-
muşak sesle küfretti. "Elimi oynatamıyorum."
"Bırak bakayım..." Şaryon doğrulup oturacak oldu.
"Lanet olsun, Peder! Başını eğ!" diye emretti Joram öfkey-
le. "Kıpırdama!" Kayanın kenarından, düşmanının kaybolduğu
yöne baktı. "Şimdi yeterince güvendeyiz, ama burada kalama-
yız. Kayaların arkasında saklanarak dolanacak ve bizi bir baş-
ka açıdan yakalamaya çalışacak."
Joram tapmağa doğru işaret etti. "Orada daha fazla güven-
de oluruz."
"Gwen içeride!" dedi Şaryon aniden, pişmanlıkla o kargaşa
ve tehlike içinde onu tarrf&men unuttuğunu hatırlayarak.
"Gwen!" Joram, Katalist'e dik dik baktı. "Karımı buraya mı
getirdin? Simkin'in getirmesine izin mi verdin?"
"Ne yapmamı isterdin, Joram?" diye sordu Şaryon. "O sen
olmuştu! On sene önceki sendin! Acı, kaba, kendi bildiğini
okumaya kararlı."
"Ve değiştiğimi unuttun..."
"Beni affet, Joram," dedi Şaryon tereddütle, "ama senin es-
370

KARAKjuçın ZAFERİ
ki haline döndüğünü gördüm. Karanlığın içinde her gün bü-
yüdüğünü gördüm."
joram mavi mavi parlayan sunak taşma dayanarak içini
çekti. Alnı terle kaplandı, yüzü soldu ve çene kasları kasıldı,
perin, titrek bir nefes çekerek, dudaklarında acı bir yarım gü-
lümsemeyle Saryon'a baktı. "Haklısın, Peder. Senin hatan de-
ğildi. Bunu başımıza ben sardım. Hem, Simkin yalnızca en iyi
bildiği şeyi taklit ediyordu. Ve değişiyoaım... kötü yönde bel-
ki de." Yüzü karardı, demirhane ateşleri gözlerinde canlandı.
"Ama bu sefil dünyayı kurtarmak için eski halime dönmem ge-
rekiyor gibi görünüyor."
Sesi soldu, taşa doğru yığıldı.
"Joram!" Şaryon, bayıldığından korkarak sarstı onu. Katalist
onları izleyen gözler hissetti. Her an, o dehşet verici çatırtıları
duymayı bekliyordu. "Joram!" dedi telaşla. "Burada kalamayız!
Korunaklı bir yere ulaşmamız gerek!"
Joram sersem sersem başını kaldırdı ve bitkinlik içinde sal-
ladı. "Kılıcı senin taşıman gerekecek, Peder."
Eğer burada bırakırsak, belki İnfazcı alır ve gider, oldu Sar-
yon'un ilk, telaffuz edilmemiş düşüncesi. Sözcükler dudakları-
na kadar geldi, ama onları yuttu. Hayır, kılıç benim sorumlu-
luğum. Ona Yaşam verdim.
Şaryon silahı aldı.
Joram yavaşça ayağa kalktı, taşa dayandı. "Ben önden gi-
dip ateşi çekeceğim. İtiraz etme, Peder. Sen kılıcın yükünü çe-
kiyorsun." Karanlık ve acı dolu gözler dikkatle Katalist'e dön-
dü. "Eğer düşersem, durmadan devam etmeye söz ver. Hayır,
dinle, eski dostum. Eğer bana bir şey olursa, her şey sana bağ-
lı olacak. Karakılıç'ı yok etmelisin."
"Yok etmek mi? Nasıl?" diye sordu Şaryon istemeden.
371

mARCARJt U/EIS & ÎRflCY HlCKJrlAn


"Ben nereden bileyim?" diye karşılık verdi Joram sab
ca. Acı nefesini tutmasına sebep oldu. Gözlerini kapattı
nı kayaya yasladı. "Bilmiyoaım," dedi kül rengi dudaklar
arasından sakince. "Dağdan aşağı at, erit." Yine karanlık
pik gülümsemesi ile gülümsedi. "Zaten ilk yaptığımdan be
yapmak istediğin buydu. Eğer düşersem, devam et. Yemin
ediyor musun? Almin adına?"
"Almin'e... yemin ederim," diye mırıldandı Şaryon. Daha
kolay koşmak için cüppesini toplayarak, yemin ederken Jo-
ram'a bakmaktan kaçındı.
"Güzel!" Joram içini çekti. "Şimdi," dedi, derin bir nefes ala-
rak, "koşacağız. Eğil. Hazır mısın?"
Joram sorarcasına Sâryon'a baktı. Katalist bir kez gönülsüz-
ce başını salladı ve Joram sendeleyerek koşmaya başladı.
Joram'm önden gitmesini kabul etmesine rağmen, Şaryon
yakından takip ediyordu. "Ateş çekmek" deyiminin ne olduğu
konusunda belirsiz bir fikri vardı ve arkadaşına yakın kalmak
doğal geliyordu.
Düşmesi durumunda Joram'a yardım etmek için durmaya
gelince!
Eh, bu Almin'e ettiği bir yemindi. Saryon'u ilgilendirdiği
kadarıyla kutsal bir yemin. Gözlerini önünde, düzensiz zemin-
de sendeleyen beyaz cüppeli şekle çevirdi.
Tekerleğin ortasındaki sunak taşından, tekerleğin güney
kenarında duran tapınağa mesafe, Katalist'e bir dakika gibi
gelmişti -ta ki hayatının o mesafeyi ne kadar hızlı aştığına bağ-
lı olduğunu anlayana kadar. Aniden tapınak ve koruyucu du-
varları geriye dev bir adım atmış gibi geldi.
Şaryon elinden geldiğinde hızlı koşuyordu, ama pek de
hızlı değildi. Hastalığının ardından eski gücünü hiç kazanama-
372

KAR£Kiuçın ZAFERJ
mıştı. Ağır kılıcın yükü altında, ayak bileklerinin çevresinde
çırpınan uzun cüppesi tarafından engellenerek, ancak birkaç
adım atmıştı ki, ciğerlerindeki nefesin hırıldadığını duydu. Ze-
min taşları kırık ve düzensizdi, koşmayı çok daha güç kılıyor-
du. Şaryon birkaç kez döşeme taşlarının ayaklarının altında
döndüğünü hissetti ve dengesini kaybedip düşmekten korka-
cak yavaşladı. Tüm bu süre boyunca, gözlerini arkadaşından
ayınnamıştı.
Ve sonra Joram düştü. Kırık bir mermer parçasına takıldı,
destek olması için içgüdüyle yaralı kolunu uzattı. Kolu ağırlı-
ğının altında yıkıldı ve Joram yere yuvarlanıp, acı içinde kıv-
ranmaya başladı.
Şaryon, Joram'ı yakaladı ve onu rahat bırakması için hırla-
masını duymazdan gelerek, bu yaşlı, yorgun bedende var ol-
duğuna inanamadığı bir güçle ayağa kaldırdı. Birlikte koşma-
ya devam ettiler ve dokuz basamağa ulaştılar.
Öfkeli bir eşek arısının vızıltısı gibi yüksek bir sızlanma
Saryon'un kulağının o kadar yakınından geçti ki, kanatlarını
hissettiğine yemin edebilirdi. Birkaç salise sonra, tapınak sü-
tunlarının bir kısmı patladı ve her tarafa taş parçaları fırlattı.
Sersemlemiş, bitkin düşmüş Katalist bunun ne olduğunu anla-
madı.
İkisi basamakları tırmanarak, minnetle tapınak duvarlarının
serin, gölgeli içine girdi. Joram ölü gibi yere yığıldı. Sırtüstü
yuvarlanarak, gözlerini kapattı. Nefesi hızlı ve sığdı. Sağ kolu
kanla sırılsıklam olmuştu. Şaryon ağır kılıcı bırakarak yanma
çöktü. Katalist ancak o zaman vızıltıların o ölümcül mermiler-
den olduğunu düşünebildi. Şaryon aldıracak durumda değildi.
Kan kulaklarını dövüyordu. Başı o kadar dönüyordu ki, zar
Zor görebiliyordu.
373

fflARGARfT U/EIS § ÎRftCY HlCKHlAn


Nefes nefese, tapınağın içinde çevresine bakındı.
"Gwen?" diye seslendi Şaryon yumuşak sesle.
Yanıt gelmedi, ama Katalist kısa süre sonra onu buldu K
yan gölgelerin arasında zar zor görülebiliyordu. Sakinlik için
de tapmağın arkasındaki kırık sunağın üzerinde oturmuş on-
ları sıra dışı bir ilgiyle izliyordu.
Onun incinmemiş olduğunu gören ve Joram'm bayıldığlni'
düşünen Şaryon, yarasını incelemek için üzerine eğildi. Doku-
nunca Joram irkildi.
"Ben iyiyim," Saryon'un elini ittirip, doğrulmayı başardı,
"Sanırım kanama durmuş," dedi Şaryon tereddütle.
"Kumaş yaraya yapıştı. Dokunma! Gwen nerede? İyi mi?"
Şaryon yanıt verecek oldu, ama bir başka ses -yabancı bir
ses- onun yerine yanıt verdi.
"Güzel karın güvende, Joram. Her zamanki kadar kaçık,
ama güvende. Ve sen de güvendesin, en azından şimdilik.
"Gerçekten de, Joram," diye devam etti yabancı ses, Thim-
hallan dilinde konuşarak, "çok etkilendim. Bir kez daha ölüm-
den döndün. Mesih'lik konusunu hiç düşündün mü?"
374

10
VE ELLERİNDE
Siyah cüppeli uzun bir adam tapınağın gölgelerinden çıktı.
Yakışıklı olduğunu gördü Şaryon, gri saçları ve çekici bir gü-
lümsemesi vardı. Ama o gülümseme sahteydi, eğitimli bir il-
lüzyonistin işiydi. Gergin dudakları ve yüz kasları, yerlerinde
kalmak için zorlanıyorlardı. Ve adamın sesi rahat olsa da, düz-
gün yüzeyi bozan bir huşu ve korku akıntısı vardı altında.
"Gerçekten de öldüğünü sandım, dosRım," dedi adam, ge-
lip Joram'ın yanında durarak ve ona dikkatle bakarak. "Tiyat-
ro ilanlarını görür gibi oluyorum: Yoğun İstek Üzerine, Ölüm-
den Döndü!."
Değil yanıt vermek, Joram adama bakmaya bile zahmet et-
medi. Adam gülümsedi.
"Hadi, hadi, eski dostum. Dört kurşun yarasından sonra ha-
yatta kaldın. İçlerinden herhangi biri bile ölümcül olabilirdi.
Bu numarayı nasıl yaptığını bilmek isterdim. Kurşun geçirmez
yelek mi kullandın? Ya da belki de..."
Konuşurken Saryon'a baktı ve Katalist o zeki gözlerin bir
bakışı ile dikkatle incelendiğini, sınıflandığını ve gelecekte
kullanılmak üzere dosyalandığını hissetti.
"...belki de dostumuzu yaşama döndüren sensindir, Peder
Şaryon. Evet, seni tanıyorum. Joram senin hakkında çok şey

mARPAREt UJEİS 5- ÎRACY HıcmnAn


anlattı ve karşılığında, sanırım sana da benim hakkımda
şey anlattı. Ben Karabüyücü Menju'yum -oldukça dramatik h-
unvan. Kabul ediyorum, ama tiyatro afişlerinde iyi duruyor v
Joram'ı dirilten sensen, Peder, sana dindar yüreğinin istedi"'
gibi bir >çadır ve dilediğin kadar katlanır sandalye alırım!"
"Eğer Joram'ı iyileştirip iyileştirmediğimi kastediyorsan
ben bir katalistim, bir yaşam sihirbazı değil." Şaryon rüyasın-
daki uçurumun önünde karanlık ve ölümcül, açıldığını gördü
Dikkatle, ihtiyatla yürümeliydi. "Eğer Joram'a anlattıkların
doğaıysa, katalistlerin sınırlı iyileştirme güçleri olduğunu ve
yaşam sihirbazlarının bile ölüleri kaldıramadığını bilecek ka-
dar bu dünyada yaşamış olmalısın..."
"Başının etini yemesine izin verme, Peder," diye sözünü
kesti Joram soğuk sesle. "Beni iyileştirmediğini çok iyi biliyor."
Menju zarif bir yakarı işareti yaptı. "Bana merhamet edin.
Merakımı tatmin edin. Yemin ederim, öldüğünü görünce çok
üzüldüm. Oldukça büyük bir şok oldu."
"Eminim öyle oldu," dedi Joram kuru kuru. "Ayağa kalk-
mama yardım et," diye emretti Katalist'e. Saryon'un paylama-
larını duymazdan gelerek ayağa kalktı. Kırık bir sütuna daya-
narak Menju'ya ihtiyatla baktı. "Orada ölen ben değildim. Ko-
ridor'dan çıktığımı gördün."
"Belki de gördüm," dedi Menju kayıtsızca, bakışları Joram'a
dikilerek. "Tekinsiz bir benzerlik. Kim..."
"Simkin." Joram'ın nefesi çok hızlı, çok hafifti. Şaryon yak-
laştı.
Menju başını salladı. "Ah, anlamaya başlıyoaım. Çaydanlık.
Seni küçümsemişim, dostum. Oldukça akıllıca bir plan, kendi
kılığında birini buraya yollamak. Tuzak olduğunu tahmin et-
miş miydin? Yoksa o mu söyledi? Onun güvenilmez bir piç ol-
376

KARaKinçın ZAFERJ
Huğunu düşünüyordum, tıpkı ödülü benden kapmak için ka-
tilini gönderen şişman rahip, Vanya gibi. Ama Piskopos ihane-
tinin bedelini ödeyecek." Büyücü omuzlarını silkti. "Hepsi
ödeyecek."
Joram sendeledi, düşecek gibi oldu. Kendini toparladı, Sar-
yon'un yardım önerisini başını öfkeyle sallayarak reddetti.
"Tıbbi bakıma ihtiyacın var, Joram," dedi Menju, onu serin-
kanlılıkla süzerek. "Neyse ki, Koridorlar sayesinde yakınında.
Peder'in bir sözcüğü bizi karargâhıma götürür. Katalist, bir Ko-
ridor aç."
"Yapamam..." diye başladı Şaryon, ama sözleri memnun
bir haykırışla kesildi.
"İçeri gelin! Korkmayın!" Üzerinde oturduğu kırık sunaktan
fırlayan Gwendolyn, parlak gözleri tapınağın gölgelerinin için-
de ürkütücü bir ışıkla pırıldayarak sundurmaya doğru koştu.
"Gwen, hayır!" Joram onu yakaladı. "Dışarı çıkamazsın..."
Gwendolyn kocasının zayıf kavrayışından rahatlıkla kurtul-
du, ama dışarıya koşmak için değil. Sundurmanın hemen için-
de durdu, ellerini uzattı. "İçeri gelin! İçeri gelin!" diye tekrarla-
dı, uzun zamandır beklediği konuklarını karşılayan ev sahibe-
si gibi.
"Korkmayın," diye devam etti, sesi şimdi hüzünle dolu.
"Hâlâ acı içinde misiniz? Zamanla geçecektir. Bu yalnızca ya-
şama tutunan parçanızın hatırladığı, hayalet bir acı. Bırakın git-
sin. Çok daha kolay olacak. Sizin için, savaş bitti."
"Savaş mı? Hangi savaştan bahsediyor?" diye sordu Joram,
Karabüyücü'ye dönerek.
"Gettysburg?" Karabüyücü omuzlarını silkti. "Waterloo?
Belki bugünün Napoleon'u olduğunu sanıyordun"
"Sen daha iyisini bilirsin!" diye yanıt verdi Joram. Gözleri
377

ITlAReARjt UİEİS S[ TR^CY HlCKjTlAn


ateşle parlıyordu, solgun yüzünden aşağı ter damlaları süzüKI
yordu. "Gücünü biliyorsun. Ölülerle konuşuyor... Tanrım!" H-
ye fısıldadı, aniden anlayarak. "Merilon'a saldırdın!"
"Binbaşı Boris'e karşı sert olma, Joram. Hem, o bir asker v
mezbahaya giden öküz gibi beklemesini bekleyemezdin."
"Bir işe yaramayacak. Şehrin büyülü kalkanını delernezsi-
niz."
"Ah, işte bu konuda yanılıyorsun, dostum. Kalın kafalı Bin-
başı dahice bir fikir buldu. Uçan birlik nakliye araçlarını saldı-
rı gemilerine dönüştürdü. Onların lazerlerini kullanarak büyü-
lü kubbeyi yok etmeyi planlıyor. Büyüyü delemez belki, ama
o büyüyü yerinde tutanların Yaşam enerjilerini tüketir. Kalkan
kısa süre sonra çözülecek. Kristal Saray göklerden düşecek,
yanında o dev mermer taraçaları da götürecek -onlara ne di-
yordunuz, Üç Kız kardeşler mi? Zavallı hanımefendiler. Onlar
da yere düşecek."
"Binlerce kişi ölecek!" diye haykırdı Şaryon, dehşet içinde.
Düzlüklerin ötesine baktığında, parlak bir ışık gördü, karınca
gibi şehrin çevresinde sürünen yaratıkların metal bedenlerin-
den yansıyan güneş ışığı. Gözleriyle görebildikleri yalnızca bu
kadardı; zihinsel olarak, çok, çok daha fazlasını gördü.
Prens Garald -eğer hâlâ hayattaysa- cesaretle, ama şaşkın-
lıkla ve cesareti kırılmış bir şekilde, bu beklenmedik saldırı
karşısında direniyordu. Lord ve Leydi Samuels, küçük çocuk-
ları ve evleri o yüzen mermer taraçaların üzerinde yapılmış sa-
yısız asil aile dehşet verici bir şekilde, yere düşen yıkıntılar
içinde ölecekti. Kristal Saray yerde parçalanacak, milyonlarca,
bıçak gibi keskin parça fırlatarak patlayacaktı...
"Yaşamı bırakın, gitsin," diye tekrarladı Gwendolyn hüzün-
le.
378

KARPKjLiçın ZAFER]
"Bir oraya gidebilsem!" diye haykırdı Joram alçak sesle.
"Yardım edebilirdim -Ben neler diyorum?" Acı acı güldü. "Bu-
nu onların başına ben sardım!" Sütuna yaslanarak, kan lekeli
eliyle gözlerini örttü.
"Kehanet tamamlandı o zaman, Joram," dedi Karabüyücü.
"Onları kendi kaderlerine bırak. O harika alıntı nasıldı? 'Ve el-
lerinde dünyanın yıkımını tutuyor olacak...' "
"...ya da kurtuluşunu," dedi Gwendolyn.
Ümitsizliğe boğulmuş olan Joram onu duymuş görünmedi.
Ama Şaryon duydu. Dönerek, ona dikkatle baktı. Gwen de
kuşatılmış şehre bakıyordu. Gözleri iri iri açılmıştı ve odaklan-
mamıştı, dudaklarında tatlı, hüzünlü bir gülümseme vardı. Ka-
talist onu ürkütmemek için yavaşça ve sessizce hareket ede-
rek elini omzuna koydu.
"Ne dedin, hayatım?"
"Sayıklıyor!" diye terslendi Karabüyücü sabırsızca. "Bu ka-
dar yeter. Eğer unuttuysan, orada bir katil var. Katalist, bir Ko-
ridor aç..."
Bir El uzandı, Saryon'un uçurumun kenarından dönmesine
yardım etti. Uzanıp onu tutması yeterliydi...
"Devam et, hayatım," dedi telaşla, sesi titreyerek, kadını
korkutmamak için heyecanını bastırmaya çalışarak.
Gwendolyn çevresine hayaller içindeymiş gibi baktı.
"Burada birisi var -çok, çok yaşlı bir adam- bir Piskopos.
Neredesin? Ah, evet. İşte, arkada." Belirsizce işaret etti. "Birisi-
nin onu dinlemesi için yüzyıllardır bekliyor. Hepsi bir hataydı,
diyor, evimizden şımarık, öfkeli bir çocuk gibi kaçmamız. Son-
ra Demir Savaşları geldi ve her şey yok oldu. Dünyayı nasıl
değiştirebileceğini anlamak için dua etti. Almin, insanoğlunun
üzerinde yürüdüğü tehlikeli yoldan döneceğini umarak duası-
379

DİARCARfT UJEİS 8c TRÜCY HıcıynAn


ateşle parlıyordu, solgun yüzünden aşağı ter damlaları süz"i-
yordu. "Gücünü biliyorsun. Ölülerle konuşuyor... Tanrım!" ri-
ye fısıldadı, aniden anlayarak. "Merilon'a saldırdın!"
"Binbaşı Boris'e karşı sert olma, Joram. Hem, o bir asker v
mezbahaya giden öküz gibi beklemesini bekleyemezdin."
"Bir işe yaramayacak. Şehrin büyülü kalkanını delernezsi-
niz."
"Ah, işte bu konuda yanılıyorsun, dostum. Kalın kafalı Bin-
başı dahice bir fikir buldu. Uçan birlik nakliye araçlarını saldı-
rı gemilerine dönüştürdü. Onların lazerlerini kullanarak büyü-
lü kubbeyi yok etmeyi planlıyor. Büyüyü delemez belki, ama
o büyüyü yerinde tutanların Yaşam enerjilerini tüketir. Kalkan
kısa süre sonra çözülecek. Kristal Saray göklerden düşecek,
yanında o dev mermer taraçaları da götürecek -onlara ne di-
yordunuz, Üç Kız kardeşler mi? Zavallı hanımefendiler. Onlar
da yere düşecek."
"Binlerce kişi ölecek!" diye haykırdı Şaryon, dehşet içinde.
Düzlüklerin ötesine baktığında, parlak bir ışık gördü, karınca
gibi şehrin çevresinde sürünen yaratıkların metal bedenlerin-
den yansıyan güneş ışığı. Gözleriyle görebildikleri yalnızca bu
kadardı; zihinsel olarak, çok, çok daha fazlasını gördü.
Prens Garald -eğer hâlâ hayattaysa- cesaretle, ama şaşkın-
lıkla ve cesareti kırılmış bir şekilde, bu beklenmedik saldın
karşısında direniyordu. Lord ve Leydi Samuels, küçük çocuk-
ları ve evleri o yüzen mermer taraçaların üzerinde yapılmış sa-
yısız asil aile dehşet verici bir şekilde, yere düşen yıkıntılar
içinde ölecekti. Kristal Saray yerde parçalanacak, milyonlarca,
bıçak gibi keskin parça fırlatarak patlayacaktı...
"Yaşamı bırakın, gitsin," diye tekrarladı Gwendolyn hüzün-
le.
378

KARfıKJLiçın ZAFER]
"Bir oraya gidebilsem!" diye haykırdı Joram alçak sesle.
"Yardım edebilirdim -Ben neler diyorum?" Acı acı güldü. "Bu-
nu onların başına ben sardım!" Sütuna yaslanarak, kan lekeli
eliyle gözlerini örttü.
"Kehanet tamamlandı o zaman, Joram," dedi Karabüyücü.
"Onları kendi kaderlerine bırak. O harika alıntı nasıldı? 'Ve el-
lerinde dünyanın yıkımım tutuyor olacak...' "
"...ya da kurtuluşunu," dedi Gwendolyn.
Ümitsizliğe boğulmuş olan Joram onu duymuş görünmedi.
Ama Şaryon duydu. Dönerek, ona dikkatle baktı. Gwen de
kuşatılmış şehre bakıyordu. Gözleri iri iri açılmıştı ve odaklan-
mamıştı, dudaklarında tatlı, hüzünlü bir gülümseme vardı. Ka-
talist onu ürkütmemek için yavaşça ve sessizce hareket ede-
rek elini omzuna koydu.
"Ne dedin, hayatım?"
"Sayıklıyor!" diye terslendi Karabüyücü sabırsızca. "Bu ka-
dar yeter. Eğer unuttuysan, orada bir katil var. Katalist, bir Ko-
ridor aç..."
Bir El uzandı, Saryon'un uçurumun kenarından dönmesine
yardım etti. Uzanıp onu tutması yeterliydi...
"Devam et, hayatım," dedi telaşla, sesi titreyerek, kadım
korkutmamak için heyecanını bastırmaya çalışarak.
Gwendolyn çevresine hayaller içindeymiş gibi baktı.
"Burada birisi var -çok, çok yaşlı bir adam- bir Piskopos.
Neredesin? Ah, evet. İşte, arkada." Belirsizce işaret etti. "Birisi-
nin onu dinlemesi için yüzyıllardır bekliyor. Hepsi bir hataydı,
diyor, evimizden şımarık, öfkeli bir çocuk gibi kaçmamız. Son-
ra Demir Savaşları geldi ve her şey yok oldu. Dünyayı nasıl
değiştirebileceğini anlamak için dua etti. Almin, insanoğlunun
üzerinde yürüdüğü tehlikeli yoldan döneceğini umarak duası-
379

ITİARPARft U/EIS fr tRACY HlCKJIIAn


na karşılık verdi. Ama Piskopos çok zayıftı. Geleceği görd"
korkunç tehlikeyi gördü. Vaat edilen kurtuluşu gördü, ön
rüsü ile sersemleyerek, ölüp gitti. Almin'in uyarı sözleri
marnlanmadan kaldı. Ve insanoğlu, korkusu içinde, bu söz]
ri bir kehanete çevirdi."
"Korku... bir uyarı..." diye mırıldandı Saıyon, ruhunu ışık
doldurarak. "Joram, anlamıyor musun?"
Joram başını kaldırmadı bile. Başını eğmiş, yüzü dolaşık
saçlarının altında saklanmıştı. "Kes şunu, Peder," diye mırıl-
dandı sertçe. "Mücadeleye devam etmek anlamsız."
"Hayır, değil!" Şaryon kendinden geçmiş bir şekilde elleri-
ni gökyüzüne kaldırdı. "Tanrım! Yaratıcım! Beni affedebilir mi-
sin? Joram, bir yol var.
Bir çatırtı, bir inleme. Taş parçaları çevrelerinde uçuştu.
Joram, Saryon'u yere yıktı. Menju bir sütuna dayandı.
"Gwen!" diye haykırdı Joram, karısına ulaşmaya çalışarak.
Gwen gürültü karşısında şaşkınlaşmış, çevresine bakmıyordu.
Ama Joram ona ulaşamadan, görünmeyen eller onu tehlike-
den uzaklaştırdı, tapınağın arkasına taşıdı.
"Sorun yok, Joram! Ölüler onu koruyacaktır!" diye bağırdı
Şaryon.
Bir başka çatırtı tapınakta sekti, arkalarındaki duvara sap-
landı.
"Buradan çıkmamız gerek!" Menju cüppesinin cebine uza-
narak faz tabancasını çıkardı, ayarladı ve sunak taşının yakı-
nında yakaladığı harekete doğru bir ışık patlaması ateşledi.
Taştan bir duman bulutu ve kaya tozu patladı, geriye kömür-
leşmiş bir çizgi bıraktı.
Koruyucu ateşten faydalanan Joram Karakılıç'ı kavradı ve
Karabüyücü'nün yanındaki bir sütunun arkasına daldı.
380

KARAKJLIÇln ZAFER]
"Buraya, Peder! Eğil!"
Şaryon soğuk taş zemin üzerinde kıvranarak süaınlara
ulaştı- Joram bir sütuna dayanıp bahçeye baktı. Düşmanları
görünürde yoktu. Menju yine ateş etti, yine ıskaladı.
"Bir Koridor aç, Peder!" diye hırladı.
"Yapamam!" diye inledi Şaryon.
Bir başka çatırtı havayı böldü. Menju kendini sütuna doğ-
ru attı. Şaryon yere büzüldü. Joram kıpırdayamayacak, belki
de aldırmayacak kadar zayıf görünüyordu. Karakıhç'ı gevşek
bir şekilde tutuyordu. Yarası yine kanamaya başlamıştı; kolun-
daki leke büyüyordu.
Katalist bakışlarını endişeyle Joram'dan Gwen'e çevirdi.
Onu zar zor görebiliyordu. Bir şekilde, ölüler onu ufalanan su-
nağın arkasına saklanmaya ikna etmişlerdi. Tavandaki bir çat-
laktan giren tozlu bir güneş ışığı huzmesi altın saçlarının üze-
rinde parlıyor, parlak mavi gözlerini aydınlatıyordu.
Menju bakışlarını takip etti. "Bizi buradan çıkar, Katalist,
yoksa tannlar adına, bunu onun üzerinde kullanırım!" Silahı
Gwendolyn'e doğrulttu. "Işıktan daha hızlı hareket edemiyor-
san, Joram, hiçbir şey yapmayı deneme."
"Joram, dur!" Elini arkadaşının koluna koyan Şaryon dönüp
büyücüyle yüzleşti. "Burada bir Koridor açamam, çünkü açıla-
cak Koridor yok!"
"Yalan söylüyorsun!" Karabüyücü silahını indirmedi.
"Almin'den bir Koridor olmasını dilerdim!" dedi Şaryon ha-
raretle. "Olüçağıranlar Tapınağı'nda Koridor yoktur! Burası
kutsal bir yerdir; yalnızca Ölüçağıranlann girmesine izin veri-
lirdi. Burada bir Koridor açılmasına hiç izin vermediler. Tek çı-
kış yolu," -Şaryon başını salladı— "sunak taşının yanında."
"Ve İnfazcı bunu biliyor!" dedi Joram sertçe. Alnı terle kap-
381

ITlAReARfT lUEIS & TRACY HlCKlHAn


lanmıştı, ıslak saçları solgun yüzünün çevresinde kıvrıhv
"Bu yüzden orada pozisyon aldı."
Saryon'a bir bakış fırlatan Menju, Katalist'in yüzünü dikk
le inceledi, sonra küfrederek silahını indirdi. "Demek bur rt
kısılı kaldık!"
Bir başka keskin çatırtı Karabüyücü'nün yanındaki sütun
çarptı, bir taş parçası yüzünü çizdi. Karabüyücü küfrederek
elinin tersiyle yanağındaki kanı sildi ve yine ateş etmeye bas
ladı. Sonra durdu, düşünceler içinde ovaların ötesine baktı
"Kısılı kaldık," diye tekrarladı, cüppesinin cebine uzanarak
"ama uzun sürmez."
İkinci bir metal alet çıkararak başparmağını bastırdı. Bir
ışık yandı, içinden cızırtılı bir ses geldi. Saryon'a, aletin içinde
uzun tırnaklı bir hayvan kaçmaya çalışıyormuş gibi geldi.
Karabüyücü aleti ağzına kaldırarak içine konuştu.
"Binbaşı Boris! Binbaşı Boris!"
Ses yanıt verdi, ama o kadar çok cızırtı vardı ki, sözcükle-
ri anlamak güçtü. Karabüyücü kaşlarını çatarak metal aleti ha-
fifçe salladı. "Binbaşı Boris!" diye seslendi öfkeyle yine.
Şaryon alete dehşet içinde baktı.
"Kutsal Almin!" diye fısıldadı Joram'a. "Binbaşı Boris onun
içinde kısılı mı kaldı?" -
"Hayır," diye yanıt vardi Joram bitkinlik içinde, neredeyse
gülümseyerek. Ayakta duruyordu, ama, görünüşe göre, salt
irade gücüyle. "Binbaşı Merilon'da. Buna benzer bir alet taşı-
yor. Bunlar aracılığı ile, iki adam birbirleri ile iletişim kurabili-
yorlar. Hayır, şşş! Bırak, dinleyeyim!" Saryon'a susmasını işaret
etti.
Şaryon, Menju'nun ne söylediğini anlamıyordu, çünkü
adam kendi dilinde konuşuyordu. Neler olduğu konusunda
382

KARAKjLIÇln ZAFERİ
bir ipucu yakalamak için Joram'ın yüzüne baktı.
Arkadaşının dudaklarını düz, sert bir çizgi halinde birbiri-
ne bastırdığını görünce, yumuşak sesle sordu. "Ne oldu?"
"Bir hava saldırısı istedi. Gemilerden birini Merilon'dan bu-
raya gönderiyorlar."
"Evet, basit bir çıkış yolu, aslında," dedi Karabüyücü ken-
dinden memnun bir şekilde, aleti kapatıp cüppesinin cebine
koyarak. "Geminin lazerleri tüm bahçeyi süpürecek, tabancalı
dostumuzu etkili bir şekilde küle dönüştürecek. Sonra gemi
bizi alıp buradan götürecek. Gemide bir sıhhiye eri var, Joram.
Dayanmanı sağlayacak bir uyarıcı verecek, böylece Karakı-
lıç'ın sayesinde Merilon savaşını kazanmama yardım edebile-
ceksin. Elbette, güzel karının elimin altında olduğunu hiç ak-
lından çıkarmayacaksın. Katalist'ten hiç bahsetmiyorum bile.
İkisi de -nasıl söylesem- rol çalmaya kalkarsan acı çekecek."
Kolunun yenini arkaya iten Menju, bileğine taktığı alete
baktı. "Birkaç dakika içinde gelir."
Şaryon aşina olmayan sözleri anlamadıysa bile, anlamlarını
kavradı. Joram'a baktı. Yüzü ifadesizdi, gözlerini kapatmıştı.
Pes edecek kadar ümitsiz, yenilmiş, incinmiş miydi? Söylediği
gibi, savaşmak anlamsız mıydı?
Şaryon, Almin'e dua etmeye çalıştı, o Varlık'ı çağırmaya ça-
lıştı, ümitsizce ona uzanan El'i tutmaya çalıştı. Ama bunun ye-
rine korku onu ele geçirdi. Taştan parmaklarla boğazını yaka-
layarak, Saryon'un inancını boğdu. El tereddüt etti, sonra yok
oldu ve Katalist acı acı, bunu yalnızca bir yanılsama olduğunu
anladı.
383

11
DÜNYANIN YIKIMINI TUTUYOR OLACAK
Alçak bir mırıltı yavaş yavaş yükseldi, yükseldi. Şaryon ir-
kilerek Menju'nun yüzünde bir tatmin ifadesi gördü. Büyücü-
nün gözleri beklenti içinde gökyüzüne çevrilmişti ve Şaryon
sütunun arkasından bakma tehlikesini göze aldı. Bunu yapar-
ken, aklına son birkaç dakika boyunca hiç mermi atılmadığı
geldi. Belki de İnfaza vazgeçmişti.
"Aptalca bir hayal!" diye mınldandı Şaryon kendi kendine,
acı acı. Açık, mavi göğü taradı, hiçbir şey görmedi, ama mırıl-
tı gittikçe yükseliyordu. İnfaza asla vazgeçmez, asla görevini
başaramadığını kabullenmezdi. Tarikatı ölümü başarısızlığın
tek bahanesi olarak görürdü ve İnfaza öldürmesi kolay bir
adam değildi. Joram büyülü Yaşam'ınm bir kısmım çekmiş ol-

sa da, hâlâ bir tehdit, hâlâ bir tehlike kaynağıydı. Hem, o


Thimhallan'ın en güçlü savaş büyücülerinden biriydi.
Başka bir dünyadan gelen bu Karabüyücü karşısında ne ol-
duğunu biliyor mu, diye merak etti Şaryon, Menju'ya sorgular-
casına bakarak. Adamın sakin tavrını, kendinden emin gülüm-
semesini görünce, şüphe etti. Hem, bu dünyadan sürüldüğü
zaman Menju çok gençti -yalnızca yirmi yaşında, Joram öyle
demişti. Muhtemelen Duuk-tsariMeı hakkında pek az şey bi-
liyordu, tarikatlarının gücü hakkında pek az şey biliyordu: çır-

KARaKjLiçın ZAFERJ
man kanatlarından bir kelebeğin yaklaşmasını duymalarını
ağlayan keskin işitme duyuları, bir adamın kafatasının içinde-
ki düşünceleri görmelerini sağlayan keskin görme yetenekle-
ri-
Menju yeniden elde ettiği büyü güçlerinden memnundu,
ama gerçek gücünü unutmuştu. Bunu bir oyuncak, bir eğlen-
ce olarak görüyordu, o kadar. Kriz anı geldiğinde, Teknolo-
ji'sine güvenmeyi tercih ediyordu.
"Saldırı gemisi geldi," dedi kısaca. "Fazla zaman kalmadı."
joram'a bir bakış fırlattı. "Dostumuz yürüyebilecek mi, Peder?
Ona yardımcı olman gerekecek. Ben geminin ateşini yönlen-
dirmeliyim."
Yine aletin içine konuştu. Bu sefer cızırtı oldukça azalmış-
tı; elinde tuttuğu aletin içinde yanıt veren ses daha açıktı ve
Şaryon -Menju'nun konuşurken gökyüzüne dikkatle bakma-
sından- çağırdığı her nasıl bir canavarsa, onunla konuştuğunu
talimin etti.
Şaryon büyücünün bakışlarını takip ettiği zaman bir şey
göremedi. Yaratığın görünmez olup olmadığını merak etmeye
başlamıştı ki, alev alev bir parıltı gözüne çarptı. Nefesini tuttu,
nesnenin muazzam bir hızla gelmesini beklememişti. Bir an
çok küçüktü, kafası karışıp gece yerine gündüz çıkmış parlak
bir yıldızdı. Bir sonraki an, nesne güneşten daha büyüktü;
sonra on güneşten daha büyük. Onu şimdi açıkça görebiliyor-
du ve şok içinde bakakaldı.
Katalist, Şeref Meydanı savaşında yoktu. Büyük, demirden
yaratıkların, gümüş derili, metal kafalı yabancı insanların tas-
virlerini duymuştu yalnızca. Karanlık Sanatların yaratımlarını
ilk defa görüyordu ve ruhu korkuyla huşu içinde titredi.
Canavar gümüşten yapılmıştı, bedeni güneş altında parlı-
385

ITİAReARfT U/EIS & tRACY HlCKJnAn


yordu. Kanatları vardı, ama katı ve kıpırtısızdılar, Şaryon
bu kadar hızlı uçtuğunu anlayamadı. Canavarın kafası ve b
nu yoktu. Bedeninin tepesinde kırpışan, çok renkli gözl
vardı. Çıkardığı tek ses mınltıydı ve şimdi o kadar yükselm'
ti ki, Menju'nun sesini boğuyordu.
Şaryon, Joram'ın sıcak, güven veren elini kolunda hissetti
"Sakin ol, Peder," dedi Joram yumuşak sesle. Onu yanına
çekerek, alçak sesle ekledi. "Yarama bakıyormuş gibi yap."
Canavar çağırma işine dalan Büyücü'ye bir bakış fırlatan
Şaryon, Joram'a doğru eğildi.
"Onun bizi gemiye götürmesine izin veremeyiz. Oraya çık-
tığı zaman, işaretimi bekle." Joram sustu, sonra yumuşak ses-
le konuştu. "Gemi geldiği zaman, Gwen'i uzaklaştır."
Şaryon bir an, yanıt veremeden sessiz kaldı. Konuştuğu za-
man, sesi boğuktu. "Oğlum, Karakılıç'la bile hepsiyle birden
savaşamazsın! Ne söylediğini biliyor musun?" Yarayla ilgileni-
yormuş gibi yaparak başını eğdi. Yüzüne dokunan Joram'ın
eli, başını kaldırmasına sebep oldu ve Joram'ın berrak, kahve-
rengi gözlerinde yanıtı gördü.
"Böylesi daha iyi, Peder," dedi kısaca.
"Ya karın?" diye sordu Şaryon, göğsündeki yakıcı acı izin
verince.
Joram, Gwendolyn'in»gölgelerin arasında oturduğu, tek bir
parlak güneş ışığı huzmesinin saçında parladığı yere baktı.
"Ona acıdan başka hiçbir şey vermeyen, Ölü bir adama âşık
oldu." Dudaklarında karanlık, alaycı gülümsemesi kıvrıldı.
"Ölüyken ona daha fazla faydam dokunabilir gibi görünüyor.
En azından," -yarı acı, yarı özlem dolu bir iç çekti- "belki o
zaman benimle konuşur." Saryon'un kolunu sıktı. "Onu sana
emanet ediyorum, Peder."
386

KARAKJLIÇin ZAFERJ
Oğlum, bunun sonuna kadar yaşayamam! sözcükleri Sar-
yon'un yüreğindeydi ve neredeyse dışarı fırlayacaklardı. Ama
onları engelledi, gözyaşlarıyla birlikte yuttu onları. Hayır, Jo-
ram'ın son anlarında huzur bulması daha iyiydi.
Bebekken olduğu gibi onu kollarıma alacağım. Ve kahve-
rengi gözleri sonsuza dek kapandığında, huzur bulduğunda,
hayatının mücadelesi sonunda bittiğinde, ayağa kalkacağım ve
bu beceriksiz, sakar halimle, ben de ölene kadar o soğuk, ka-
yıtsız varlığa saldıracağım.
Kör edici bir parıltı Saryon'un kasvetli hayallerini sarstı. Ca-
navardan gelen bir ışın, sunak taşının yanında yere düştü ve
Simkin'in bedeninin yakınında, toprakta dev bir delik açtı. Du-
manlar havada kıvnldı. Yukarıda süzülen metal yaratık yavaş
yavaş yere iniyordu.
Menju, sesi soru dolu, aletin içine bağırdı.
"Ne söylüyor?" diye fısıldadı Şaryon.
"Savaş Büyücüsünü yok edip etmediğini soruyor." Joram
durdu, dinledi, sonra eğlenerek Katalist'e baktı. "Yok ettikleri-
ni söylüyorlar. En azından, ekranlarında canlı görünmüyor."
"Canlı görünmüyor mu?" Aptallar," diye mırıldandı Şaryon,
ama Joram'ın uyaran bakışını görünce sustu. Menju, ihtiyatlı
bakışlarını bahçeden ayımaadan yaklaştı.
"Görünüşe göre tabancalı dostumuzun işi bitti," dedi büyü-
cü. "Dışarı çıkmaya hazırlanalım." Tapınağın arka tarafına işa-
ret etti. "Karının burada kalıp hayran kulübünün daimi üyesi
olmasını istemiyorsan, Joram, onu o hayalet muhafızlardan
uzaklaştırsan iyi olur."
"Onu ben getiririm," diye öneride bulundu Şaryon.
Katalist yavaş yavaş yürüdü. Ayaklarını yakalayan, cüppe-
sinin eteklerine takılan, onu yere yıkmakla tehdit eden ürnit-
387

mARCARET WE1S & tRACY HlCKHIAn


sizliğe yenik düşmüştü,
Gwendolyn kırık sunağın yanında, tozlu yere oturmuş ba
şını iri, taştan bir vazoya yaslamıştı. Şaryon yaklaşırken başım
kaldırmadı, dümdüz boşluğa bakmaya devam etti. Katalist ona
acıyarak baktı. Altın saçları dağılmış, elbisesi yırtılmış ve kir-
lenmişti. Nerede olduğuna, neler olup bittiğine, Joram'a, ken-
dine aldırmıyordu.
"Acele et, Peder!" diye emretti Menju, "yoksa onu burada
bırakırız. Sen de rehine olarak işime yararsın."
Belki bu daha iyi olurdu, diye düşündü Şaryon, elini uza-
tarak. Gwen bakışlarını kaldırdı. Her zamanki gibi uysallıkla,
onunla gelmeye gönüllü göründü ve sunağın arkasında sak-
landığı yerden kalkacak oldu. Ama görünmez eller onu yaka-
layıp geri çekti.
Tozun içinde süzülen bir ışının içinde, Şaryon görünmeyen
gözlerin ona şüpheyle baktığını, ağızların bu kutsal yeri terk
etmesini haykırdığını gördüğünü sandı. İzlenim o kadar can-
lıydı ki, neredeyse duyamadığı sesleri susturmak için ellerini
kulaklarına götürecek, göremediği öfke ve üzüntü manzarası-
nı dışarıda tutmak için gözlerini kapatacaktı.
"Peder!" dedi Menju uyarırcasma.
Şaryon, Gwen'in elini sıkı sıkı tuttu. "Yaptıklarınız için min-
nettarım," diye seslendi boş havaya. "Ama o hâlâ yaşayanların
arasında. Size ait değil. Gitmesine izin vermelisiniz."
Bir anlığına başarısız olmuş gibi göründü. Gwen'in soğuk
parmakları kendi parmaklarının üzerine kapandı, ama Şaryon
çekmeye çalıştığı zaman öyle bir dirençle karşılaştı ki, tapına-
ğı dağdaki yerinden sökmeye çalışıyor da olabilirdi.
"Lütfen!" diye yalvardı telaşla, o Gwendolyn'i öne, ölüler
arkaya çekiştirirken. Bu saçma durum karşısında çılgınca gül-
388

KARfiKJLİÇin ZAFERİ
me isteği doğdu içinde. Ama kahkahasının kendini kaybedip,
korkmuş bir çocuk gibi isterik bir biçimde ağlamasıyla son bu-
lacağını bilerek boğdu onu. Çevresindeki sessiz seslerin hay-
kırışları, tek bir kelime duyamamasına rağmen kulaklarında
yankılanıyordu.
Sonra aniden, sanki tek bir sözle susturulmuş gibi, işitilme-
yen kargaşa kesildi.
Gwen özgür kalmıştı, o kadar beklenmedik bir şekilde ki,
öne, Katalist'in kollarına yuvarlanarak ikisini birden yere yu-
varlayacak oldu. Şaryon onu yakaladı, ayağa kalkmasına yar-
dım etti, yüzüne düşen altın saçları geriye taradı. Kadın olan
bitenden rahatsız olmuş gibi görünmüyordu, kayıtsız bir ilgiy-
le, sanki bütün bunlar bir başkasının başına geliyormuş gibi
çevresine bakınmaya devam etti.
"Gelmiyor musunuz?" diye sordu, Şaryon telaşla onu çeker-
ken başını gölgelere çevirerek.
Katalist, hayalet birliklerinin çevrelerini almış, işitilmeyen
ayak sesleri tapınağın sessizliğinin içinde yüksek sesle yankı-
lanırmış gibi ürkütücü bir hisse kapıldı.
Menju, tapınak merdiveninin başında durmuş, silahını
Gwen ile Katalist'e doğrultmuş, sabırsızca bekliyordu. Joram
yanında bir sütuna yaslanmış, sessizce izliyordu. İlk bakışta
değil savaşmak, ayakta duramayacak kadar zayıf görünüyor-
du. Karanlık gözlerin derinliklerinde yanan ateşi, teslim olmaz
iradenin şekil almasını, demirden bir kılıca dönüşmesini yal-
nızca Şaryon gördü.
"Hep beraber gideceğiz," diye bildirdi Menju, silahı ile Şar-
yon ile Gwen'in tapınaktan çıkmasını işaret ederek. Diğer elin-
de konuşma aracını tutuyordu. "Joram, Katalist ile karını ara-
mızda tutacağım. Herhangi bir şey yapmayı denersen, içlerin-
389

mflRGARfT UJEİS ft TRACY HlCKJIIAn


den biri hemen ölür."
"Ya İnfaza?" diye sordu Şaryon, ümitsizce zamanın durma
sini dileyip merdivenlerin tepesinde tereddüt ederek.
"O kül yığını mı?" Menju gülümseyerek sunak taşının yakı-
nındaki deliği işaret etti. Üzerinden duman iplikçikleri yükse-
liyordu. "Ondan korkacak bir şeyin kaldığını sanmıyorum, Pe-
der. Şimdi yürü!" Silahıyla işaret etti.
Hiçbir seçenek, hiçbir umut yoktu. Şaryon başını eğerek
Gwendolyri'i yakına çekti ve dışan adım attı. Tapınağın gölge-
li içinden sonra güneş ışığı kör ediciydi. Gwen elini gözlerine
götürdü, göremediğinden dokuz basamağın tepesinde sende-
ledi. Şaryon onu tuttu, adımlarına rehberlik etti, bunu yapar-
ken, Joram'ın önlerinde olduğunu fark etti.
Joram yavaş yavaş, zayıfça hareket ediyordu, her nefes alı-
şı acı veriyormuş gibi, ağır ağır nefes alıyordu. Ama Şaryon eli-
nin Karakılıç'm kabzasını kuvvetle kavradığını gördü.
Kendine güvenli tavrına rağmen, Menju'nun sinirli olduğu
açıktı. Zaman zaman Şaryon ile Gwen'i itekliyor, sabırsızca
acele etmelerini emrediyor, gözünü Joram'dan ayırmıyordu.
Ama Menju'nun dikkati daha çok -Saryon'un Menju'nun mırıl-
danmalarından anladığı kadarıyla- Büyücü'nün hoşuna gide-
cek kadar hızlı inmiyormuş gibi görünen gümüş yaratıktaydı.
Karabüyücü sinirle konuşma aletinin içine bağırdı.
Joram, görünüşte karısının durumunu görmek için hafifçe
dönerek, Saryon'a dikkatle baktı ve sessizce, "Geride durun!"
sözlerini şekillendirdi.
Saryon'un içindeki acı öyle dayanılmazdı ki, kısa süre son-
ra her şeyin bitecek olmasından minnet duyuyordu neredey-
se. Joram'ın emirlerine uyarak adımlarını yavaşlattı -kolay bir
işti bu; çünkü Gwendolyn, olan bitene karşı ilgisiz, merakla
390

KARAKJLIÇin ZAFERİ
çevresine bakmıyordu. Menju şimdi bir, iki adım önlerindey-
Hj. Kanatlı canavarına yoğunlaştığından, yürümeyi bıraktıkları-
nı fark etmemişti. Büyücü konuşmak için aleti ağzına kaldır-
mıştı ki, aletten gelen sesler sözünü kesti. Menju irkilerek, al-
çak sesle küfrederek döndü, arkasındaki gökyüzüne baktı.
Üzerlerine karanlık, dev bir kertenkele bedeninin yeşil ka-
natlarından düşen bir gölge yayıldı. İnfaza hiç yoktan belirdi.
Sunak taşının arkasında durarak, serinkanlılıkla ejdere, saldır-
masını emretti. Ejder nefretle çığlıklar atarak, dev, pençeli
ayaklarını uzatarak, doğrudan gümüş yaratığa daldı.
Menju'nun elindeki aletten boğuk haykırışlar geldi. Gümüş
canavar hemen savuşturma manevrası yaptı, düşmanından ka-
çınmak için yana döndü. Ejderin pençeleri bir gümüş kanadın
ucunu kopardı ve havada yuvarlanmaya başlamasına sebep
oldu. Ejder hava akımlarınn üzerinde yükseldi ve tekrar saldır-
mak için döndü. Gümüş yaratık dağın kenarına çarpmak üze-
reyken son anda kurtuldu. Kuyruğundan bir alev patlaması
çıktı ve dalarken doğruldu.
Ejder yine saldırdı ve bu sefer gümüş yaratık saldırıya ha-
zırdı, parlak yeşil ve altın rengi düşmanına tek bir ışın fırlattı.
Ejderin kanadının ucu alev aldı. Acı ve öfke içinde haykıran
ejder alev alev bir nefes saldı. Gümüş yaratığı bir ateş topu
sardı. Dinleme aletinden gelen haykırışlar tiz ve panik doluy-
du ve sonra Şaryon başka ses duyamaz oldu, çünkü aniden
onun dünyası, çevresinde alev aldı.

İnfazcı'nın yarattığı bir büyülü ateş duvarı katı kayalardan


fırladı. Yeşil ve altın rengi yanarak, Şaryon ellerini ve yüzünü
yaraladı, aşırı ısınmış hava ciğerlerini kavurdu. Gwendolyn'in
yakınına çekti, onu bedeniyle korumaya çalıştı, ama kadın
kollarından kurtuldu ve parlak ışık ile yoğun dumanın içinden
391

nİARPARît IUEİS & ÎW>CY HıcıcmAn


ona ne olduğunu göremedi.
Önünde, duman ve ateşlerin içinden korkunç bir haykırış
koptu. Şaryon ayaklarının dibindeki basamakları yalayan alev-
lerden kaçınmaya çalışarak, sulanan, acıyan gözlerle çılgınca
dumanın içine baktı. Bir şekil çıktı -alevlerle kaplanmış bir şe-
kil! Bu Menju'ydu, gri cüppesi büyülü yeşil ateşle yanıyordu.
Izdırap içinde çırpınırken haykırışlan korkunçtu. Katalist, Bü-
yücü'nün sonuna kadar açık, çığlık atan ağzını, ateşle kararan
yüzünü bir anlığına gördü, sonra Karabüyücü merdivenin üze-
rinde dönen dumanların içinde kayboldu.
Sırada ben varım, diye düşündü Şaryon, yeşil alevlerin
merdivenlerden yukarı, ona doğru sürünmesini izleyerek. Son-
ra Joram, Karakılıç'ı çekerek Saryon'un önüne atladı ve ateşle
arasında durdu.
Joram kılıcı kaldırır kaldırmaz ateş taşlardan doğrudan kılı-
ca atladı ve Şaryon aniden Joram'ın büyülü alevlerle kaplandı-
ğı izlenimine kapıldı. Ama kılıç açgözlülükle alevleri içmeye
başladı. Ateş azaldı, Karakılıç'ın mavi alevi yeşil alev ölürken
gittikçe daha parlak yandı ve Şaryon, İnfazcı'mn önünde dur-
duğunu gördü.
Savaş Büyücüsü tabancadan kurtulmuş, bunun yerine bü-
yüsünü kullanıyordu. Karakılıç hızla büyüsünü tüketiyordu.
Ama adam bununla daha önce de karşı karşıya kalmıştı ve ne
beklemesi gerektiğini biliyordu. Savaş Büyücüsü tapınağın
üzerindeki dağ tepesine baktı ve bir işaret yaptı. Emri üzerine,
dağın büyük bir parçası yerinden kurtuldu. Dev kaya parçası
dağın yamacında sıçradı, doğrudan Joram'ın üzerine atıldı.
Dikkati İnfazcı'ya yoğunlaşmış olan Joram içinde bulundu-
ğu tehlikeyi göremiyordu. Onu uyaracak zaman yoktu. Kendi-
ni öne fırlatan Şaryon, Joram'ı yere yıktı. İkisi merdivenlerden
392

KARAKJLIÇln ZAFERİ
aşağı yuvarlandı; Joram'ın kavrayışı gevşeyince Karakılıç fırla-
yıp gitti.
Şaryon kayanın merdivenlerde parçalandığını, bedenine
çarpan taşlan, başında patlayan acıyı hissetti. Sonra engin bir
karanlığa kaydı...
Ama ölemem. Joram! Joram'ı terk edemem...
Karanlık ve acıya karşı mücadele eden Şaryon gözlerini aç-
tı. Tapınak gözlerinin önünde karıştı, titreşti. Başını salladığı
zaman aniden acıyla irkildi ve midesi bulandı.
"Joram!" diye tekrarladı sersem sersem, dostu için hissetti-
ği korkunun içinde acısını boğarak. Başını kaldırıp çevresine
bakındı, merdivenlerin dibinde, parçalanan kayanın parçaları-
nın arasında yattığını gördü. Joram yanında yatıyordu, gözleri
kapalıydı, yüzü beyaz, pürüzsüz ve sakindi... sonunda huzur
içinde.
"Elveda, oğlum!" diye mırıldandı Şaryon. Acı hissedemiyor-
du. Böylesi daha iyiydi, çok daha iyi. Karmakarışık saçlara do-
kunmak için uzandığında, gözucuyla bir hareket fark etti.
İnfazcı belirdi, tepelerine dikildi. Şaryon yukarıdan bir yer-
den patlama sesleri duydu. Gökyüzünden taş ve toprak parça-
ları yağdı. Şaryon hiç dikkat etmedi. İnfazcı'ya kısa bir bakış
fırlattıktan sonra, düşmanına da dikkat etmedi. Katalist'in eli
Joram'ın elinin üzerine kapandı. Öldür beni, diye düşündü
Şaryon. Beni şimdi öldür. Çabucak bitir.
Ama İnfazcı, Joram'ı dikkatle inceledikten sonra sırtını dön-
dü. Şaryon fazla ilgi duymadan arkasından baktı. Savaş Büyü-
cüsü'nün işi bitmişti, gidiyordu. Sonra Katalist dondu, soğuk
bir korku rüzgârı acı sisini dağıttı. Savaş Büyücüsü işini bitir-
memişti! Henüz değil. İnfazcı eğilip, basamakların üzerinde
karanlık ve cansız yatmakta olan kılıcı aldı.
393

ITİARCAREt U/EİS O- fRACY HıCKiimn


Eğer bana bir şey olursa, her şey sana bağlı. Karakıhç'ı y0u
etmelisin.
Saryon'un yapabileceği yalnızca tek bir şey vardı. Kafasın-
da zonklayan acı yüzünden duanın sözlerini zar zor hatırlaya-
bilen Katalist, Savaş Büyücüsü'nün Yaşam'ını çekmeye başla-

dı.
Bu ümitsizlikten doğan bir teşebbüstü. Yaşam tüketmek
yavaş bir süreçtir. Şaryon, Karakılıç'm Savaş Büyücüsü'nün bü-
yüsünün çoğunu zaten tükettiğini umuyordu. Böyle ise, Kata-
list onu hemen savunmasız bırakabilirdi.
Savaş Büyücüsü, Katalist'in saldırısını hemen hissetti. Kılıcı
kırık basamakların üzerine bırakan İnfaza, Saryon'a döndü.
Katalist, İnfazcı'nın gri cüppesinin başlığının altında gizlenen
yüzünü göremiyordu. Ama adamın gülümsediğini hissedebili-
yordu ve başarısız olduğunu anladı. Savaş Büyücüsü'nün Ya-
şam'ı hâlâ güçlüydü. İnfaza elini kaldırarak, Katalist'i yok ede-
cek bir büyü yapmaya hazırlandı.
Şaryon başını eğerek, en azından sonunun hızlı gelmesi
için dua etti.
Işık alevlendi, onu kör etti. Bir cızırtı duydu ve ateş fırtına-
sını, son korkunç acıyı bekleyerek hazırlandı.
Yakınından boğuk bir acı ve öfke haykırışı geldi.
Şaryon irkilerek gözlerini açtı. İnfaza önünde duruyordu,
ama Katalist'e bakmıyordu. Yüzünü yeni bir düşmana dön-
müştü.
Menju tapınağın alevlerin süpürdüğü basamaklarında yatı-
yordu. Bedeni fena halde yanmıştı. Büyücü kanlı ve kararmış
elini kaldırdı. Silahını uzatarak İnfazcı'ya bir kez daha ateş et-
ti.
Aynı anda, Savaş Büyücüsü sözcükler haykırdı. Güneş ışı-
394
KARAKiLiçın ZAFER]
Sı altında çakan buzdan hançerler İnfazcı'nın parmaklarından
fırladı. Havada uçarak Menju'nun bedenine saplandı ve adamı
basamaklara yapıştırdı. Karabüyücü bağırmadan düştü. Sanki
çoktan ölmüştü.
Şaryon aniden boynundan aşağı akan ılık bir sıvının farkı-
na vardı. Başındaki zonklama artmıştı, başının dönmesi de öy-
le. Görüntü kırmızımsı bir sisle bulutlanıyordu ve bir kez da-
ha ona dönen İnfazcı'nın başlıklı başını zar zor görebiliyordu.
Şaryon hiçbir şey yapamazdı. Adamın Yaşam'ını tüketme-
ye bile devam edemezdi, çünkü kendisi de bilinçliliğin kıyısın-
da sendeliyordu. Savaş Büyücüsü'nün döndüğünü izledi... ve
göğsündeki kocaman deliği gördü. Savaş Büyücüsü'nün eli se-
ğirdi, sonra yüzüstü, ölü, düştü. Şaryon hiçbir şey hissetmedi,
sevinç ya da rahatlama bile. Acı ve ümitsizlik dışında hiçbir
şey.
Taşların üzerine çöktü, soğukluklarını yanağında hissetti.
Gözlerini kapattı. Yoğun bir sisin içinde kayboldu, körlemesi-
ne, tek bir yanlış adımın onu uçuruma düşüreceğini bilerek
yamacın kenarında yürüdü. El'in orada olduğunun, ona yar-
dım etmek istediğinin belirsizce farkındaydı.
Çevresinde, ötesinde, üzerinde, dünyanın öldüğünü işitebi-
liyordu.
"Yaptıklarını asla affedemem," diye fısıldadı Şaryon. El'i
reddederek kıyının ötesine adım attı.
El onu yakaladı ve nazikçe tuttu.
39S

12
KARAKILIÇ'IN ZAFERİ
"Peder?" Bir tehlike duygusu Joram'ı dövdü, demirhanenin
çekiçleri gibi üzerine indi, uyumayı imkânsız kıldı. Yine demir-
cinin atölyesindeydi, Karakılıç'ı yaratıyordu. Şaryon ona Yaşam
veriyordu. Sonra, aniden, her şey ters gitti. Gözlerinin önünde
Katalist taşa dönüyordu...
"Peder!" diye haykırdı Joram.
Terle sınlsıklam, uyandı. Çekiç sesleri yok oldu.
Çevresindeki her şey sessizdi, dehşet verici, doğal olmayan
bir sessizlik, sanki dünya boğulan bir adam gibi nefesini tutu-
yormuş gibi, bir nefes daha alamayacağını biliyormuş gibi.
Üzerindeki güneşışığıyla aydınlanmış, mavi gökyüzüne ba-
kan Joram nerede olduğunu hatırladı, ama bir an neler oldu-
ğunu hatırlayamadı. Zihninde alev alev bir büyülü ateş gördü,
muazzam ısısını hissetti ve Karakılıç'ı kaldırdığını, ateşi durdur-
duğunu hatırladı. Gwen'in haykırışını, Saryon'un bağırmasını
duydu. Arkadan bir ağırlık çarptı. Kılıç elinden uçtu... ve...
hiçbir şey.
"Şaryon," diye mırıldandı boğuk bir sesle, doğrulup otur-
maya çalışarak. "Şaryon, ben..."
Döndü ve Katalist'i gördü.
Şaryon parçalanmış taşların ortasında yatıyordu. Kafasının

KARAKjuçın ZAFERİ
yanındaki çentikli bir yaradan fışkıran kan ve toz yüzünü kap-
lamıştı. Gözleri kapalıydı, ifadesi huzurluydu. Uyuyor gibiydi.
"Peder?" dedi Joram, ona nazikçe dokunarak.
Saryon'un derisi soğuktu, nabzı zayıf ve düzensizdi. Sarsın-
tı şok. Tedaviye ihtiyacı vardı. Joram çevresine bakınarak Ka-
talist'i örtecek bir şey aradı, ama gözlerinin önündeki dehşet
verici manzaraya donarak bakakaldı.
Sunak taşının yanında, İnfazcı'nın bedeni yatıyordu, Savaş
Büyücüsü'nün sırtında bir delik vardı. Menju'nun kararmış be-
deni tapınağın merdivenine yayılmıştı. Kan derecikleri beden-
den çıkıyor, birleşiyor, ayrılıyor, tekrar birleşerek aşağıdaki
kaldırımda küçük birikintiler oluşturuyordu.
"Gwen?" diye seslendi korkuyla, merdivenlerden tapınağa
bakarak. Sesi dudaklarında öldü. Tapınağın sundurması parça-
lanmıştı, gümüş saldırı gemisinin parçaları kırık taşların arasın-
da pırıldıyordu. Gemi pilotunun bedeni ezilmiş kokpitten kor-
kunç bir açı ile sarkıyordu. Ejderin çarpılmış cesedi yakında
büzülmüştü.
"Gwen!" diye bağırdı Joram.. Korkudan güç alarak ayağa
kalktı, karısının adını seslenerek moloz kaplı basamakları tır-
mandı. Yanıt gelmedi. Sundurmaya ulaştığında, içeride kısılı
kalmış olması olasılığına karşılık yıkıntıdan bir parçayı kenara
ittirmeye çalıştı. Ani bir baş dönmesi ve kolunda yırtıcı bir acı
yarasını hatırlattı. Sendeledi, düşecek gibi oldu.
Uzaktan gelen, boğuk bir gümleme gibi bir patlama sesi
dikkatini çekti, ümitsizliğini aştı. Joram dönerek dağın tepesin-
den aşağıdaki ovalara baktı. Güneş ışığı yüzlerce metal yüzey-
den yansıyordu -Merilon'un çevresinde sürünen tanklar. Be-
yaz lazer ateşleri büyülü kubbeyi bombardımana tutuyordu.
Bu uzaklıkta, hayal görmüş olması mümkünse de, Saray'ın par-
397

ITİAReARfî U/EIS & ÎRACY HlCKJTlAn


lak kristal kulelerinden birinin devrildiğini gördüğünü sand
Çevresindeki her şey, herkes ölüydü. Şimdi de Merilon öl"
yordu. Kehanet gerçekleşiyordu.
"Neden ben ölmedim?" diye haykırdı Joram kederle A
gözyaşları gözlerini yaktı. Sonra, aniden gözlerini kırpıştırarak
ovaların ötesine baktı. "Belki de bu yüzden..." diye mırıldan-
dı.
Ölecekti, ama burada değil. Merilon'da, savaşırken ölecek-
ti. Kehanet gerçekleşmemişti. Henüz değil.
Telaşla çevresine bakman Joram kırık taşların altına nere-
deyse gömülmüş siyah metale baktı. Her hareketinin yarattığı
acıya karşı dişlerini sıkarak yıkıntıların arasından, basamakları
indi. Karakılıç İnfazcı'nm bedeninin yanında yatıyordu. Ölü Sa-
vaş Büyücüsünün ellerinden biri uzanmış, neredeyse kılıca do-
kunuyordu.
Joram kılıcı almak için eğildi. Bacakları tutmadı ve kılıcın
yanında dizlerinin üzerine çöktü. Elini uzattı, tereddüt etti.
"Onları kurtarabilirim," dedi, "ama ne için? Bunun için mi?" Ba-
şını kaldırdığında, ölümden başka hiçbir şey göremiyordu.
Elinde dünyanın yıkımını tutuyor olacak...
Joram bakışlannı Karakılıç'a çevirdi. Güneş üzerinde ışıldı-
yordu, ama kılıç ışığı yansıtmıyordu. Metali ölüm gibi karanlık
ve soğuktu...
Ve Joram anladı.
Merilon'a gidip düşmanlarına ölüm götürmek. Bu Kehanet'i
gerçekleştirirdi. Bu savaş biterdi, ama sonra yeni bir tane ge-
lirdi, sonra yerıi bir tane. Korku ve güvensizlik büyüdü. Her
dünya diğerlerine karşı kapanırdı. Sonunda, her biri hayatta
kalmanın tek yolunun diğerini tamamen yok etmek olduğuna
inanır, bunu yaparak kendini de yok ettiğini hiç fark etmezdi.
398

KfiRAKinçın ZAFERJ
"Pencereyi aç. Yaşam'ı serbest bırak," dedi arkasından ber-
rak, tatlı bir ses.
Döndü, Gwendolyn'in sakin sakin tapınak merdivenlerinin
tepesinde, yıkıntıların arasında oturduğunu gördü. Parlak, ma-
vi gözleri kocasının üzerindeydi. Tanıma işareti yoktu, ama
onunla konuşuyordu.
"Nasıl?" diye haykırdı Joram, kılıcın yanında diz çöktüğü
yerden. Kollannı gökyüzüne kaldırarak, hayal kırıklığı içinde
bağırdı. "Bütün bunları nasıl durdurabilirim? Bana nasıl olaca-
ğını söyle."
Sesi yankılanıp geri döndü. Tapmağın sütunlarından yansı-
dı, dağın yamaçlarında tekrarlandı, gittikçe daha yüksek sesle
haykırdı, "Nasıl?" Binlerce ölü ses haykırışı aldı, her biri en yu-
muşak fısıltıdan daha yumuşak, fısıldadı, "Nasıl?"
Gwendolyn susmaları için işaret etti ve yankılar sustu. Dün-
yadaki her şey sustu ve bekledi...
Kollannı dizlerine dolayan Gwendolyn kocasına, yüreğini
delen sakin bir gülümsemeyle baktı, Joram onun hâlâ kendisi-
ni tanımadığını gördü.
"Dünyaya, ondan aldığın şeyi iade et," dedi.
Ondan aldığın şeyi dünyaya iade et. Elindeki silaha baktı.
Karakılıç, elbette. Onu bu dünyanın taşından yapmıştı. Ama
onu nasıl iade edecekti? Eritecek demirhane ateşi yoktu. Onu
dağın yamacından aşağı atabilirdi, ama aşağıdaki kayaların
üzerine düşerdi ve birisi bulana kadar orada yatardı.
Gözleri sunak taşına gitti. İlk defa yakından baktı ve Men-
ju'nun daha önce talimin ettiği şeyi gördü -karataştan yapıl-
mıştı.
Gwen'e döndüğünde, onun gülümsediğini gördü.
"Ne olacak?" diye sordu.
399

ITİAReARlT U/EIS & ÎRACY HlCKHIAn


"Son," dedi Gwendolyn. "Sonra başlangıç."
Joram anladığını düşünerek başını salladı. Kılıcı kaldırarak
Saryon'un yanma yürüdü. Katalist'in yanında diz çökerek ılım-
lı, nazik yüzü öptü.
"Hoşçakal, dostum... babam," diye fısıldadı.
Tuhaf bir şekilde, zayıflığının yok olduğunu fark etti ac
gitmişti. Ayağa kalktı, kararlı, tereddütsüz adımlarla sunak taşı
na yürüdü.
Sunağa yaklaşırken kılıcı kaldırdı ve kılıç mavi bir alevle
yanmaya başladı. Sunak taşı karşılık verdi, Dokuz Gizem sim-
geleri beyaz-mavi bir ışıkla parlamaya başladı. Kayaya oyul-
muş her simgeye dokundu, parmakları ile çizdi onları. Toprak,
Hava, Ateş ve Su. Zaman, Ruh ve Gölge. Yaşam. Ölüm.
Karısına dönerek elini uzattı. "Gelip yanımda durur mu-
sun?"
Sanki onu dansa davet etmişti. "Elbette!" diye yanıt verdi
Gwen, kahkaha atarak. Ayağa fırladı, hafif adımlarla, elbisesi
kanın içinde sürüklenerek basamaklardan aşağı indi.
Kocasına yaklaştığında, yaralı koluna merakla baktı. Mavi
gözleri Saryon'a, sonra ölü İnfazcı'ya, sonra Simkin'in bedeni-
ne gitti ve yüzünü hüzünlü, şaşkın bir ifade gölgeledi. Bakış-
larını Joram'a çevirerek uzandı, kanla ıslanmış koluna parmak
uçlarıyla dokundu. Joram irkildi ve Gwen elini hızla çekti,
utangaç utangaç bakarak arkasına sakladı.
"Beni incitmedin. En azından kolumu," diye değiştirdi Jo-
ram, çünkü Gwen yüzündeki acıyı görmüş olmalıydı. "Düşü-
nüyordum... uzun zaman önce, bana ilk kez böyle dokundu-
ğun zamanı." Ona sorgularcasma baktı. "Gerçekten de ölümde
huzur buldular mı? Mutlular mı?"
"Onları özgür bıraktığın zaman olacaklar," diye yanıt verdi
400

KARfıKjLiçın ZAFER]
kadın.
Joram'ın istediği yanıt bu değildi, ama zaten, yüreğindeki
soruyu sormamıştı. Ölümde huzur bulacak mıyım? Seni yine
bulacak mıyım? Asla bu soruyu soramayacağını fark etti, çün-
kü Gwen için bir anlamı olmayacaktı.
Kadın onu beklentiyle izliyordu. "Bekliyorlar," dedi, berrak
sesinde biraz sabırsızlıkla.
Bekliyorlar... Sanki bütün dünya bekliyordu, belki de, doğ-
duğu andan beri.
Joram ona sırtını dönerek, iki eliyle Karakılıç'm kabzasını
tuttu. Silahı başının üzerine kaldırdı, ayaklarını ölü bahçenin
toprağına sıkıca bastı. Derin bir nefes aldı, sonra, tüm gücüy-
le Karakılıç'ı sunak taşının kalbine sapladı.
Kılıç kayaya kolayca girdi, o kadar kolayca ki, Joram şaş-
kınlık içinde kaldı. Sunak taşı parlak bir beyaz-mavi ateşle çak-
tı, titredi. Joram ellerinin altındaki titremeyi hissetti, sanki kılıcı
canlı ete saplamıştı. Titreme taştan yayıldı, daha uzaklara gitti.
Ayaklarının dibinde, dağ ürperdi. Yer yaşayan bir şey gibi
titredi, kabardı, parçalarına ayrıldı. Tapınak temellerinin üze-
rinde sarsıldı; duvarlarda çatlaklar açıldı; tavan çöktü. Joram
dengesini yitirdi ve elleri ile dizlerinin üzerinde düştü. Gwen-
dolyn yanında diz çöktü, gözlerini iri iri açarak, büyülenmiş gi-
bi çevresine bakındı.
Sonra, sarsıntı aniden durdu. Her şey bir kez daha kıpırtı-
sız ve sessizdi. Sunak taşının parıltısı soldu. Taşta hiçbir şey
değişmemiş gibiydi, yalnız kılıç yok olmuştu. Ondan hiçbir iz
yoktu.
Joram ayağa kalkmaya çalıştı, ama çok zayıftı. Sanki kılıç
son kurbanını ele geçirmiş, bedenindeki yaşamı tüketmişti. Su-
nak taşına bitkinlik içinde yaslanarak ovalara doğru baktı, hâ-
401

nİARGARfî UJEİS SÎ TRACY HlCKjnAn


lâ öğle olmasına rağmen neden ortalığın karardığını merak
ti.
Belki de kendi gözleri kararıyordu, ölümün ilk gölgeleri co-
küyordu. Joram gözlerini hızlı hızlı kırpıştırdı, ama gölgew
azalmadı. Gökyüzüne dikkatle baktığında, kendi gözlerinin
kararmadığmı anladı. Gerçekten de hava kararıyordu.
Ama bu tuhaf, ürkütücü bir karanlıktı. Yerden geliyor, hız-
la ilerleyen bir dalga gibi, toprağı hâlâ yukarıdan aydınlatmak-
ta olan güneşle mücadele ediyordu. Karanlık ile aydınlığın bu
tuhaf savaşında, nesneler doğal olmayan bir açıklıkla belirgin-
lik kazanıyor, her çizgi keskin bir biçimde görülüyordu. Her
ölü bitki sapına, neredeyse canlı görünmelerine sebep olan bir
parlaklık dokunuyordu. Taşların üzerindeki minik kan damla-
ları parlak kırmızı pırıldıyordu. Katalist'in kafasındaki gri saç
telleri, yüzündeki çizgiler, ellerinin kırık parmakları Joram'ın
gözlerinde o kadar berraktılar ki, gökyüzünden bile görünebi-
liyor olmaları gerektiğini biliyordu.
Gökyüzü saldıran tankların alevlenen ışıklarını, savunmaya
geçen sihirbazların çentikli şimşeklerini de böyle görüyor ol-
malıydı. Karanlık derinleşmeye devam ederken ve rüzgâr yük-
selmeye başlarken, Joram, Merilon'un çevresinde şiddetlenen
savaşı izledi.
Herhangi bir varlığın izleyip izlemediğini görmek için başı-
nı gökyüzüne kaldırdığında, karanlığın sebebini gördü. Güneş
yok oluyordu. Güneş tutulması. Daha önce de görmüştü. Şar-
yon sebebini açıklamıştı. Thimhallan ile güneşin arasından ge-
çen ay gölgesini dünyaya düşürüyordu. Ama Joram daha önce
buna benzer bir tutulma hiç görmemişti. Ay güneşin önüne ge-
çiyor, onu yiyip bitiriyordu. Her seferinde küçük bir parça ısır-
maktan tatmin olmayan ay, iri iri parçalarla kendine ziyafet çe-
402

KAR£KJLiçın ZAFERİ
kiyor, geriye tek bir kınntı bile bırakmıyordu.
Karanlık derinleşti. Dünyanın kenarına, ufuk boyunca, ge-
ce çökmüştü. Yıldızlar belirdi, kısa bir an çaktı, sonra geceden
de derin bir başka karanlık onları kaplayınca yok oldu. Bu ka-
ranlığın kenarlarında şimşekler ışıldıyor, yeryüzünün üzerinde
bir gökgürültüsü yuvarlanıyordu.
Gökyüzü karardı, karardı. Gölgeler Joram'ın çevresinde ya-
vaş yavaş yükseldi. Dağın domğu hâlâ aydınlıktı -tepelerinde
minik bir güneş ışığı parçası parlıyor, ümitsizce hayata tutun-
maya çalışıyordu. Karanlığın aşağıdaki düzlüklerden yüksel-
mesini izleyen Joram, Gwen ile birlikte, bir gece okyanusunda
sürüklendikleri hissine kapıldı.
Ama zaman içinde karanlık onları da ele geçirecek, fırtına-
nın çalkaladığı denizler onların kırılgan gemisini alabora ede-
cekti. İçinde birşeyler korkuyor, gelen fırtınadan komnacak bir
yer bulması için yalvarıyordu. Öyle yapması gerektiğini biliyor-
du, ama kıpırdayamıyordu. Derin bir uykunun getirdiği felç gi-
biydi; olup bitenleri, rüyadaymış gibi izliyordu. Acısı yok ol-
muştu ve artık kolunu hissetmiyordu. Sağ eli bir başkasına ait-
ti sanki.
Rüzgâr güçlendi, her yönden dövdü onu. Küçük taş parça-
ları etini acıttı. Gwendolyn'in altın saçları onu parlak bir bulut
gibi sarmıştı.
Joram karısını yakma çekti, kadın sunak taşının yanında
ona yaslanarak büzüldü. Korkmuyordu, yaklaşan fırtınaya he-
vesle bakıyordu; gözleri çentikli şimşekleri yansıtıyordu, du-
dakları rüzgârı içmek için aralanmıştı.
Ve o korkmadığı için, Joram'ın korkulan da yok oldu. Ar-
tık Merilon'u göremiyordu. Güneşten geriye kalanlar, yalnızca
dağın zirvesini aydınlatıyordu; dünyanın geri kalanı karanlık-
403

fflAR£ARfî U/EIS & tR£CY HlCKHlAn


taydı.
Ölen ışık, Saryon'un yüzünde yumuşak yumuşak parladı
onu takdis edercesine dokundu. Sonra karanlık onu da kapla-
dı. Son bir minik hale Gwendolyn'in saçlarına dolandı ve Jo-
ram bakışlarını ona dikti. Bu dünyadan giderken bu görüntü-
yü yanında götürecekti ve bir sonraki dünyada saklayacaktı
biliyordu. Orada Gwen onu tanıyacaktı. Orada ona ismiyle
seslenecekti.
Karanlık daha yakına kabardı. Joram yalnızca Gwen'i, onun
fırtınanın önündeki parlak gözlerini görebiliyordu. Ve yüzünü
incelediğinde, değiştiğini fark etti. Yüzü sakindi, korku yoktu.
Ama daha önce bu deliliğin sakinliğiydi. Şimdi bir zamanlar,
uzun zaman önce, kendini yalnız ve isimsiz sandığında gözle-
rine bakan kadının sakin, güzel yüzüydü. Elini sevgi ve güven-
le uzatan kadının sakin ve güzel yüzü.
"Benimle gel." O zaman ona söylediği sözcükleri mırıldan-
dı.
Gwendolyn mavi gözlerini ona çevirdi. Karanlık çevrelerin-
de yoğunlaştı. Sanki güneş yalnızca Gwendolyn'in gözlerinde
parlıyordu.
"Geleceğim;'Joram," dedi, ona gözyaşlannm arasından gü-
lümseyerek. "Geleceğim, kocam, çünkü artık özgürüm -tıpkı
ölüler gibi, tıpkı büyü gibi!" Uzanarak ona sarıldı, sıkı sıkı tut-
tu, başını göğsüne yasladı. Nazik eliyle saçlarını okşadı, yumu-
şak dudakları alnına dokundu.
Joram'ın gözleri kapandı, Gwen üzerine eğildi, ona kalkan
oldu.
Güneş yok oldu, karanlık üstlerini kapladı ve dünyanın
üzerinde korkunç bir fırtına koptu.
404

13
REQUILEM AETERNAM
Sınır'daki Gözetçiler birer birer, rüzgârın şiddetli dalgalarıy-
la devrildi. Onları yüzyıllarca tutsak eden büyü, taştan beden-
leri gibi kırıldı. En son düşen, fırtınanın öfkesine sonuna ka-
dar dayanan tek heykel, yumruğunu sıkmış olandı.
En yaşlı meşeler köklerinden söküldükten ve toprağın üze-
rinde dal parçaları gibi yuvarlandıktan sonra, kabaran dalgalar
kıyıları dövdükten sonra, şehir duvarları yıkıldıktan ve yandık-
tan, Merilon'da savaş orduları her yöne dağıldıktan sonra bile,
bu heykel fırtınaya meydan okumuştu ve yakında birisi olsay-
dı boş bir kahkaha duyabilirdi.
Zaman zaman rüzgâr çarptı ona, kumlar taştan etini acıttı.
Şimşekleri üzerinde çaktı, gökgürültüsü güçlü yumruklan ile
dövdü. Sonunda, karanlık iyice derinleşince, heykel düştü. Kı-
yıya devrildi, taşı parçalandı, milyonlarca minik parça uluyan
rüzgâr tarafından neşeyle yakalandı ve toprağın üzerinde sa-
çıldı.
Ruhu özgür kalan Katalist, görmeyen gözleriyle sonu izle-
yen Thimhallan'm ölülerine katıldı.
Fırtına bir gün ve bir gece sürdü, sonra -dünya rüzgâr ta-
rafından tertemiz süpürüldükten, ateş tarafından dağlandıktan
ve su tarafından arındırıldıktan sonra- fırtına durdu.

rflARSARît U/EIS & tRACY HlCKjnAn


Her şey çok sessiz, çok hareketsizdi.
Hiçbir şey kıpırdamıyordu. Hiçbir şey kıpırdayamıyordu.
Yaşam Kuyusu boştu.
4 Of

SONSOZ
Merilon'un son sakinleri yıkılmış şehir Kapı'smm gölgesin-
de büzülerek, sahip oldukları birkaç eşya çevrelerinde kaba
bohçalar içinde yayılmış, kuyruk olup beklediler.
Genellikle sessizlik içinde bekliyorlardı. Büyüden yoksun
olduklanndan yerde yürümek zorunda kalıyorlardı. Yaşam'ın
zarafeti olmadan bedenleri hantal, ağır ve kontrol edilmesi güç
geliyordu ve büyücülerin konuşmak için enerjileri kalmamıştı.
Zaten moral bozucu, ümit kırıcı olmayan hiçbir şey yoktu ko-
nuşacak.
Zaman zaman bir bebek feryat ediyordu ve sonra bir an-
nenin sesinin sakinleştirici mırıltısı duyuluyordu. Ve bir kez,
neler olduğunu anlayamayacak kadar küçük üç erkek kardeş,
moloz saçılı sokakta savaş oyunu oynamaya başladı. Birbirle-
rine taşlar fırlattılar, sevinçle haykırdılar, sesleri cansız sokak-
larda tiz ve sinir bozucu bir şekilde yankılandı. Kuyrukta otu-
ran ya da ayakta duran diğerleri onlara sinirle baktı ve baba-
ları keskin bir paylama ile oyunlarını kesti, acı sesi masumluk-
ları üzerine tokat gibi indi, asla unutmayacakları yaralar açtı.
Sessizlik çöktü ve insan kuyruğu beklemeye devam etti.
Çoğu duvarın gölgesinde büzüldü; hava soğuk olmasına rağ-
men -özellikle de kışı hiç tanımayan Merilonlular için- güneş

ITİARÖARff U/EIS Çr ÎRACY HlCKJIlAn


acımasızca parlıyordu. Yüzyıllar boyunca Merilon üzeri H
süslü süslü parlayan uysal güneşe alışık olanlar, bu yeni
alev alev güneşten korkuyorlardı. Ama parlak güneş ışığı d
yanılmaz olsa da, gökyüzü bir gölgeyle kararınca korku ve en
dişelerle bakışlarını kaldırıyorlardı. O zamana kadar o dünya,
da hiç görmedikleri korkunç fırtınalar yeryüzünü düzenli ola-
rak harap ediyordu.
İnsan kuyruğunda, orada burada, gümüş derili ve metal ka-
falı yabancı insanlar nöbet tuaıyor, büyücüleri dikkatle izliyor-
lardı. Nöbetçilerin elinde Merilon halkının bildiği, ya insanı bi-
linçsiz bir uykuya daldıran, ya da daha derin, rüyasız bir ölüm
uykusuna yatıran metal aletler vardı. Büyücüler gözlerini ya-
bancı insanlardan kaçırmaya özen gösteriyordu, ya da baktık-
larında, hızlı, kaçamak korku ve nefret bakışları atıyorlardı on-
lara.
Yabancı insanlar —görevlerini dikkatle yapsalar da- aşırı
endişeli ya da huzursuz görünmüyorlardı. Başlarında nöbet
tuttukları bu büyücüler ailelerdi, genellikle aşağı, orta sınıftan
işçiler ve tehlikeli sayılmıyorlardı. Sokakta yürütülen uzun, si-
yah cüppeli Savaş Büyücüsü sırasından çok farklıydılar. Baş-
lıkları arkaya atılmış, yüzleri sert ve ifadesiz, başlarını eğerek
yürüyorlardı. Lime lime, siyah cüppelerinin altında çelik ke-
lepçelerin pırıltısı seçilebiliy<3rdu. Ayakları bileklerinden birbi-
rine zincirlenmiş olduğundan, ayak sürüyerek yürüyebiliyor-
lardı. Savaş Büyücüleri ile cadılar iyi konmuyordu; her birine
karşılık iki yabancı insan nöbet tutuyor, her birini, bir elin en
hafif oynamasını hemen engelleyen endişeli bir dikkatle izli-
yorlardı.
Duuk-tsarith tutsaklar hızla Kapı'dan geçirildiler, onlar ge-
çerken Merilon halkı bakmadı bile. Kendi acılarında sarınmış
408

KARamıçın HAFERJ
Merilon halkı, başkalarının acıları için pek az duygudaşlık his-
sediyordu.
Aynı ilgisizlik, kırık Kapı'dan sedye üzerinde geçirilen bir
kişi için de geçerliydi. Ağır, şişman biri olan adam, yüklerinin
altında terleyen, sendeleyen altı, yapılı katalist tarafından taşı-
nıyordu. Son derece hasta olduğu ve yürüyemediği halde,
adam mevkisinin zengin, kırmızı cüppesine bürünmüş, tacı
başında dikkatle dengelenmişti. Hatta sağ elini zayıfça kaldı-
rıp, önünden geçtiği kalabalığa takdislerini bahşetmeyi başar-
dı. Birkaç kişi başını eğdi ya da şapkasını çıkardı, çoğu pisko-
poslarının şehri terk edişini sessiz bir ümitsizlik içinde izledi-
ler.
Kapı'nın yakınında duran birkaç üniversite öğrencisi ovala-
ra baktı, neler olduğunu görmeye çalıştı; öğrenciler arasında,
Savaş Büyücülerinin öldürüleceği söylentisi yayılmıştı. Ama
tutsak, siyah cüppeli Duuk-tsaritbler, Piskopos Vanya'nın acı-
nası maiyeti ile birlikte gümüş yaratıklardan birinin bedenine
yüklendi. Tutsakların dizilip ateşe verilmediğini gören öğren-
ciler -biraz hayal kırıklığı içinde- ufalanan, kararmış duvarla-
ra yaslandılar, nöbetçilere beddualar mırıldandılar ve asla
meyve vermeyecek isyan planları fısıldaştılar.
Merilon halkının geri kalanı rüzgârın süpürdüğü düzlükle-
re bakmayı reddettiler. Son hafta içinde çok tanıdık bir man-

zara olmuştu -yabancı insanları "hava gemisi" dedikleri dev,


gümüş bedenli yaratıklar ağızlarını açıyor, binlerce insanı yu-
tuyor, sonra gökyüzünde yükseliyor ve kayboluyordu. Kısa
süre sonra yaratıkların karınlarında yok olma sırası onlara ge-
lecekti.
İnsanlar, tekrar tekrar ölüme götürülmedikleri konusunda
temin edilmişlerdi. Yer değiştiriyor, artık güvensiz olan bu
409

ITlARPARfî WEIS & ÎRACY HlCKJllAn


dünyadan götürülüyorlardı. Karanlık Sanatların şeytani v"
temlerini kullanarak bu diğer "cesur yeni dünyaya" nakledil
dostları ve akrabaları ile konuşmuşlardı. Yine de, sonuna ka
dar parçalanmış şehirlerinin içinde büzüldüler. Yalnızca birkaç
kişi Merilon'un yıkıntılarına gözlerine yaşlar dolmadan bakabi-
liyor olsa da, ümitsizlik içinde, ellerinden geldiğince uzun sü-
re anısına tutunmaya çalışıyorlardı.
Piskopos'un ayrılmasından sonra sokak boş kalmıştı ve ka-
labalık sıralarının gelmesini bekleyerek kıpırdanmaya başla-
mıştı; insanlar bohçalarını almış, çocuklarını bulmaya çalışı-
yorlardı. Gümüş yaratıktan bir kişi çıkıp, düzlük boyunca Me-
rilon'a doğru yürümeye başlayınca, özellikle de öğrenciler ara-
sında bazı yorumlar yapıldı. Şekil yaklaştı ve bunun çökük
omuzlu, orta yaşlı, kahverengi cüppesi fazla kısa, kemikli ayak
bilekleri ortada bir katalist olduğunu görünce öğrenciler ilgile-
rini kaybettiler.
Kapı'dan girerken yabancı, gümüş derili insanlardan biri
Katalist'i durdurdu. Katalist sıkı sıkı korunan, halkın geri kala-
nından uzak tutulan birine işaret etti. Duuk-tsarithler gibi, bu
adamın bilekleri de kelepçelenmişti. Ama bu adam siyah cüp-
pe giymiyordu. Kadife ve ipeklere bürünmüştü. Ama bir za-
manlar zarif ve zengin olan giysiler şimdi yırtık, kirli ve kan le-
keliydi. *
Nöbetçi başını salladı ve Katalist Kapı'dan içeri girdi, ada-
ma yürüdü. Adam onu fark etmedi. Tutsağın başı eğikti, yere
bakıyordu. O kadar derin bir karanlık ve acı içindeydi ki, kuy-
rukta bekleyen insanlar ona acıma ve saygı ile, varlığında te-
selli bularak, acılarını paylaştığını bilerek baktılar.
"Ekselansları," dedi Katalist yumuşak sesle, gelip yanında
durarak.
410
KARAKiLiçın ZAFER]
Prens Garald başını kaldırarak Katalist'e baktı ve yüzü sol-
sun bir tanıma ışığıyla aydınlandı. "Peder Şaryon. Nereye git-
tiğinizi merak etmiştim." Katalist'in güzelce sarılmış başına
baktı. "Korkmuştum ki, yaranız..."
"Hayır, iyiyim," dedi Şaryon, elini uzatıp sargıya dokunup,
hafifçe irkilerek. "Acı gelip gidiyor, ama 'sarsıntı' dedikleri şey-
den sonra bunun beklenmesi gerektiğini söylüyorlar. Gemide-
ki şifa odalarında bulundum, ama yalnızca genç hastamızı zi-
yaret etmek için."
"Mosiah nasıl?" diye sordu Garald ciddiyetle, gülümsemesi
silinirken.
"Durumu iyiye gidiyor... sonunda," dedi Şaryon içini çeke-
rek. "Gecenin çoğu boyunca yanında kaldım, neredeyse kay-
bedecektik onu. Ama sonunda, Theldaralar güçlerini kaybet-
tiklerinden, onların... onların otacılarının," -yabancı insanlara
doğru işaret etti- "tedavisini kabul etmeye ikna ettik. Sonunda
Mosiah sözümü dinledi. Yardımlarını kabul etti ve yaşayacak.
Onu Lord ve Leydi Samuels'in gözetimine bıraktım ve size
söylemeye geldim."
Prens Garald'm yüzü karardı. "Mosiah'ı suçlamıyorum. Ben
de onların tedavisini kabul etmezdim," dedi acı bir küfürle.
"Ölmeyi tercih ederim!"
Gözlerini öfke gözyaşları doldurdu. Kelepçeli ellerini salla-
dı, yumruklarını sıktı, bilekleri bağlarını gerdi. Bunu gören nö-
betçilerden biri silahını kaldırdı ve hiç de insanca gelmeyen
keskin bir sesle, metal miğferinin içinden bir şey söyledi.
"Ölmeyi tercih ederim!" diye tekrarladı Garald boğuk bir
sesle, nöbetçiye dik dik bakarak.
Şaryon, elini Prens'in koluna koydu, aklına gelen teselli
sözlerini söyleyecek oldu, ama bekleyen kalabalığın içinde bir
411

rTİARSARET WE1S & ÎRACY HlCKjTIAn


kıpırdanma onların ve nöbetçilerinin dikkatlerini çekti.
Merilon'un yıkık sokağında üç şekil yürüyordu. Saçdm
molozların arasında dikkatle ilerleyerek koruluğun hâlâ tüten
ateşle kararmış ağaçlarının arasından geçtiler ve Kapı'ya yak-
laştılar. İçlerinden biri -kısa yapılı, kaslı, sade, düzgün bir üni-
forma içindeki adam- yıkıntılara dikkat etmedi, bu tür şeyleri
sık sık gören birinin sert yüzüyle çevresine baktı. Ama ona eş-
lik eden iki kişi görüntü karşısında etkilenmiş, üzülmüş görün-
dü.
Özellikle biri -iyilik dolu, güzel bir yüzü olan altın saçlı ka-
dın- oraya buraya işaret etti, alçak sesle arkadaşıyla konuştu,
daha mutlu zamanları hatırlar gibi başını salladı. Arkadaşı -be-
yaz cüppe giymiş, kolu askıda siyah saçlı bir adam- onu du-
yabilmek için eğildi; adamın yüzü sert ve karanlık olsa da, an-
cak birkaç kişinin bildiği ya da anlayabildiği derin bir acı taşı-
yordu.
İzleyenler arasında bir kişi gördü, bir kişi anladı. Şaryon
hızla elini gözlerinden geçirdi.
Üç kişiye en az bir düzine gümüş derili, silah taşıyan insan
eşlik ediyordu. Gözlerini ve silahlarını kalabalığın üzerinde tu-
tuyorlardı.
Merilon halkının sessizliği bozuldu. Kalabalık ayağa kalktı.
Beyaz cüppeli adama yumrttklarını sallayarak küfürler ve teh-
ditler yağdırdılar. Taş attılar. İnsanlar sıradan ayrıldı, adama
saldırmaya çalıştı. Gümüş derili insanlar komutanlarının, kadın
ile adamın çevresinde kapandılar, başka nöbetçiler saldırgan-
ları duvara doğru sürdüler, sersemleten ışıklarını üstlerine çe-
virdiler, yere yığılmalarına sebep oldular. En vahşiler gözaltı-
na alındı ve Kan-HanaAann ofislerinden geriye kalanlarla ya-
pılmış geçici nöbetçi kulübesine götürüldüler.
412

KARAKJLiçın HAFERJ
Beyaz cüppeli, siyah saçlı adam öfkelenmiş ya da kork-
muş görünmüyordu. Hatta kalabalığın arasında fırlayıp ona tü-
küren genç bir kadının ttıaıklanmasım engelledi. Altın saçlı
kadın için endişeleniyor gibiydi, çünkü kolunu ona doladı ve
korumak istercesine sarıldı. Kadın solmuştu, ama kendine hâ-
kimdi ve halka hüzünlü bir duygudaşlıkla bakarken adama te-
selli sözleri söyledi.
Üçü Kapı'nın yakınında duran insan kuyruğu boyunca yü-
rürken bağırışlar ve taş fırlatmalar devam etti. Küfürler acı, teh-
ditler çirkin ve aşağılıktı ve kaşlarını çatan Prens Garald, Pe-
der Saryon'a baktı. Katalist solgun ve sarsılmıştı.
"Buna tanık olmanıza üzüldüm, Peder," dedi Garald ani-
den, sert bakışları beyaz cüppeli adama dönerek. "Ama gelme-
meliydi. Kendi kendine yapıyor bunu."
Şaryon, söyleyebileceği hiçbir şeyin Prens'in acı öfkesini
yatıştırmayacağını bilerek sessiz kaldı. Yüreği üzüntüyle bur-
kuluyordu -halkı için, Garald için, Joram için duyduğu üzün-
tüyle.
Binbaşı Boris bir emir verdi ve nöbetçiler insanları Ka-
pı'dan dışarıya, bekleyen hava gemisine yürütmeye başladı.
Bu, düzeni sağladı, insanlar eşyalarını toplamaya zorlandı. Ya-
vaş yavaş şehirlerinin yıkıntılarından çıktılar. Hepsi giderken
Joram'a kısık gözlerle baktılar, son bir beddua bağırdılar, sık-
tıkları yumruklarını salladılar.
Joram yürümeye devam etti. Gwendolyn ve Binbaşı Boris
eşliğinde, muhafızlarca çevrilmiş durumda, insanların nefret
çığlıklarından habersiz görünüyordu; yüzü o kadar soğuktu ki,
taştan oyulmuş gibiydi. Ama o yüzü çok iyi tanıyan Şaryon,
kahverengi gözlerde yanan derin acıyı, çene kaslarının buna
karşılık sıkı sıkı kasıldığını gördü.
413

ITİAReARfî U/EIS S[ ÎRACY HlCKTTIAn


"Eğer o bizimle gelecekse, ben gitmeyi reddediyorum! B
na istediğinizi yapabilirsiniz!" diye bağırdı Garald sertçe Bin
başı'ya, üçü yakma geldiği zaman.
Dimdik duran, kelepçeli ellerini, sanki sağlam çelik değil
de nadir mücevherler takıyormuş gibi asil bir tavırla önünde
tutan Prens Joram'a karanlık bir bakış fırlattı -horgörüsünü öf-
kesini ve ihanete uğramışlığını öyle keskin ifade eden bir ba-
kıştı ki bu, en kötü küfürden daha kötüydü ve Joram'ı en kes-
kin taştan daha kötü yaraladı.
Joram tereddüt etmedi. Garald'ın bakışlarını kaçınmadan
karşıladı, onunla yalnızca üzüntünün yaraladığı bir gururla
yüzleşti.
İkisini izleyen Şaryon canlı bir şekilde, Garald ile Joram'ın
ilk karşılaştığı zamanı hatırladı, Prens'in genç adamı bir hay-
dut sandığı ve onu tutsak aldığı zamanı. Joram'ın omuzlarında
aynı gururlu duruş, aynı asil hava vardı. Ama oğlan çocuğu-
nun gözlerinde alevlenen kibir ve meydan okuma gitmiş, ye-
rine acı ve üzüntünün küllerini bırakmıştı.
Aynı anılar Garald'ın da içinde kıpırdanmış gibiydi, ya da
belki de Joram'ın utanmadan, özür dilemeden onun bakışları-
nı karşılayan sabit, tereddütsüz bakışlarıydı, çünkü bakışlarını
ilk kaçıran Prens oldu. Kızararak Merilon şehrinin yıkıntıları-
nın üstünden, fırtınanın süpürdüğü topraklara baktı.
Binbaşı Boris bir süre kendi dilinde konuştu ve Joram din-
ledi, sonra tercüme etmek için Garald'a döndü.
"Ekselansları," diye başladı Joram.
Garald alay etti. "Ekselansları değil!" dedi ısırır gibi. " 'Tut-
sak' desen daha iyi!"
"Ekselansları..." diye tekrarladı Joram ve şimdi irkilen Ga-
rald oldu, o sözcüğün derin bir saygı ve daha ela derin bir
414

«ARAKjLiçın ZAFERJ
üzüntüyle, kaybedilen ve bir daha asla bulunamayacak bir şey
için duyulan hüzünle söylendiğini duymuştu. Prens, Joram'a
bakmadı, uzaklara bakmaya devam etti. Ama gözlerini hızlı
hızlı kırpıştırdı, dudaklarını birbirine bastırdı, gururun engelle-
diği gözyaşlarını yuttu.
"...Binbaşı Boris gemide kendini konuk saymanızı diliyor,"
dedi Joram. "Odasını senin gibi cesur ve asil bir askerle pay-
laşmaktan gurur duyacak. Yolculuğun uzun saatlerini ona hal-
kımız hakkında daha fazla şey öğreterek geçirme iyiliğini gös-
tereceğini umuyor..."
"Halkımız mı?" Garald'ın dudakları kıvrıldı.
"...ve hedefimize ulaştığımızda onlara daha iyi hizmet ede-
bilmesi için âdetlerimiz ve geleneklerimiz hakkında," dedi Jo-
ram, sözünün kesilmesine aldırmadan.
"Köle kamplarına ulaştığımızda, demek istiyorsun!" Garald
sözcükleri tükürürcesine söylemişti. "İçimizden bazıları, yani!"
diye ekledi, Joram'a bakmayı reddederek. "Sanırım, hain, sen
dostlarına geri döneceksin..."
Binbaşı Boris'in, Garald'ın acı sözlerini anladığı açıktı. Yan-
lış anlaşıldığı için pişmanlıkla başını sallayarak Joram'a bir şey
söyledi, sonra -bir işaretle- muhafızın kelepçeleri açması için
işaret etti.
Garald ellerini çekerek onu tersledi. "Halkım zincirli kaldı-
ğı sürece ben de zincirli kalacağım!" diye haykırdı öfkeyle.
"Ekselansları," diye araya girdi Peder Şaryon, alçak, kararlı
bir sesle konuşarak, "babanız öldüğünden beri, halkınızın ön-
deri olduğunuzu hatırlayın, lütfen. Halkınız size güveniyor ve
-sürgündeki önderleri olarak- onların çıkarlarını düşünmelisi-
niz. Nefrete teslim olamazsınız. Bu daha fazla nefret doğurmak
ve bizi buna döndürmekten başka bir işe yaramaz..." Katalist
4IS

rrİAReARîî UJEİS ft ÎRACY HıcKmAn


şekilsiz eliyle çevrelerindeki yıkıntılara işaret etti.
Prens Garald kendi kendisiyle mücadele etti. Yanında du-
ran Şaryon güçlü bedenin titrediğini hissedebiliyordu ve Prens
gururunu, öfkesini ve acısını altetmeye çalışırken dudaklarının
titrediğini gördü.
"Politika hakkında fazla bir şey bilmediğimin farkındayım,
Ekselansları," diye ekledi Şaryon. "Ama çok şey çekmiş, baş-
kalannın acı çekmesini izlemiş biri olarak konuşuyorum. Bu
acının sona ermesini istiyorum. Sizin talebinizle, danışmanınız
olarak hareket ettiğimi de hatırlayın. Son nefesinde size beni
tavsiye eden o bilge adamın yerini tutamayacağımı biliyorum,
ama Kardinal Radisovik'in de aynı öğütü vereceğine inanıyo-
rum."
Garald başını eğdi, gözyaşları serbestçe yanaklarından aşa-
ğı döküldü. Yanıt veremeden, ya da bvmu istemeden dudağı-
nı ısırdı. Onu endişe içinde izleyen Binbaşı Boris yine Joram'a
konuştu ve Binbaşı'nın sesinden, söylediği şeyde içten olduğu
açıktı.
Joram dinledi, başını salladı ve çevirdi. "Binbaşı halkımızın
köle olmadığını yineliyor. Üzerinde yaşayacağınız yeni dünya-
lara alışmak için kamplara götürülüyorsunuz. Zaman içinde,
akıllıca olduğuna karar verildiğinde, dilediğiniz yere gitmekte,
dilediğiniz gibi yaşamakta özgür olacaksınız. Elbette tek bir kı-
sıtlama var -bu dünyaya dönemeyeceksiniz. Bu yalnızca sizin
iyiliğiniz için. Bu toprakları süpüren şiddetli fırtınalar burada
yaşamayı imkânsız kılıyor."
Bu ifade üzerine, Şaryon, Gwendolyn'in hüzünle gülümse-
diğini, kocasına yanaştığını gördüğünü sandı. Konuşurken Jo-
ram ona daha sıkı sarıldı, sabit, tereddütsüz bakışları Garald'ın
yüzünü hiç terk etmedi.
4I6

KARBKiuçın HAFERJ

"Bu dünyada büyü yoğunlaşması artık olmadığından büyü


güçleriniz şimdi yok olmuş görünse de, Öte dünyanın bilge
hükümdarları, zaman içinde Yaşam'ın size döneceğini biliyor-
lar. Büyü bir kez daha bütün evrene yayıldığından, güçlerimi-
zin kadim zamanlarda olduğu gibi algılanır ölçüde güçlenece-
ğine inanılıyor. Halkımız Öte dünyalar için muazzam bir kıy-
met olabilir."
"Aynı zamanda muazzam bir tehlike de olabilir," diye mı-
rıldandı Garald karanlık karanlık.
Binbaşı Boris, sözlerini ellerinin hareketleriyle vurgulaya-
rak yanıt verdi.
"Binbaşı bunun doğru olduğunu kabul ediyor," dedi Jo-
ram. "Gücü bencilce çıkarları için kötüye kullanmanın bazı in-
sanların doğası olduğunu biliyor. Karabüyücü Menju böyle bi-
riydi. Ama aynı zamanda, halkın iyiliği için kendilerini feda et-
menin ve dünyayı daha iyi bir yer kılmak için ellerinden gele-
ni yapmanın diğerlerinin doğası olduğunu da biliyor."
Burada Şaryon konuşacak gibi oldu, ama Joram bir bakış
ve baş sallamasıyla onu susturdu ve devam etti.
"Binbaşı, Menju ile işbirliği yapan diğer büyücülerin önder-
lerinin ölümü ve onun baştan beri onlara da ihanet etmeyi
planlaması yüzünden engellendiklerini duymuş. Gizli yerlere
kaçmışlar ve büyü artık evrene döndüğüne göre, yeni güçleri-
ni kullanarak savaşmaya devam etmeyi planlıyorlarmış.
"James Boris bunu söylemedi, ama ben ekleyeceğim," de-
di Joram sessizce, "bu kötü büyücüler bir açıdan bizim sorum-
luluğumuz, çünkü onları toplumumuzdan atan bizlerdik. El-
bette, oradaki büyücüler sizi ve sizin gibileri tehdit sayacaklar
ve sizi yok etmek için ellerinden geleni yapacaklar. Öte dün-
yaların hükümdarları halkımızın onları bulmak ve altetmek
417

IHAR£AR£t U/EIS S[ ÎRACY HlCKJTIAn


için yardımcı olacağını umuyor."
"Ve, elbette, Ekselanslan," dedi Şaryon ince bir ironiyle
"aramızda, bu yeni dünyalarda da kendi kalelerini kurmaya
çalışacak, Piskopos Vanya gibileri olacak. Siz ve Binbaşı Boris
gibi güçlü ve onurlu insanlara ihtiyacımız olacak. Bir arada ça-
lışarak, iyi olan pek çok şey başarılabilir."
Gwendolyn öne çıkarak nazik elini Garald'ın koluna koy-
du. "Nefret, üzerinde hiçbir şeyin büyümeyeceği zehirli bir
topraktır," dedi. "Ne kadar güçlü olsa da, böyle bir toprağa
ekilmiş bir ağaç eninde sonunda solup ölecektir."
Garald sert, uzlaşmaz bir yüzle dümdüz önüne baktı. Bin-
başı kelepçelerin çıkarılması için yine işaret etti ve muhafız bir
kez daha öne çıktı. Prens ellerini bedenine yakın tuttu, onları
yırtık, kanlı cüppesinin altına gizledi. Sonra, yavaşça, gönül-
süzce kollarını uzattı. Muhafız kelepçeleri çıkardı ve Garald'ın
gururlu bakışları gönülsüzce Binbaşı Boris'e gitti.
Kısa, gürbüz Binbaşı, Garald'ın göğsüne bile gelmiyor olsa
da, omuzları güçlü Prens'in omuzlarıyla aynı genişlikteydi. İki
adamın yaşlan yakındı, ikisi de otuzlanndaydı ve -biri kırmızı
kadife, ipek yelek ve pantolon, diğeri kasvetli hakiler giymiş
olsa da, ikisinde, duruşlarının dikliğinde, dürüst, içten tavırla-
rında belli olan bir benzerlik vardı.
"Teklifinizi kabul ediyorum, Binbaşı Boris," dedi Garald
katı katı, "size yardımcı olmak için elimden geleni yapaca-
ğım... halkımı anlamak konusunda ve karşılığında ben...
ben," -yutkundu, sonra boğuk bir sesle devam etti- "dilinizi
öğreneceğim. Bununla beraber bazı şartlarım var."
Binbaşı Boris, yüzü hafifçe gölgelenerek dikkatle dinledi.
"İlk olarak, danışmanım Peder Saryon'un yanımda kalma-
sına izin verilmesini istiyorum." Garald, Saryon'a ciddi bir ifa-
418

KARAKJLIÇin ZAFERJ
deyle baktı. "Siz de kabul ederseniz, Peder."
"Teşekkür ederim, Ekselansları," dedi Şaryon kısaca.
Ayarlanması daha kolay bir şey olamazdı. Binbaşı Boris de
aynı şeyi önerecekti.
"İkinci olarak, halkımın kelepçelerinin ve zincirlerinin çıka-
rılmasını istiyorum," dedi Garald kararlılıkla. "Onlarla konuşa-
cağım," diye ekledi, Binbaşı'nın kaşlarını çattığını görünce, "ve
bize söz verdiğiniz gibi davrandığınız sürece, size ve hüküm-
darlarınıza endişelenmek için sebep vermeyeceğimiz konu-
sunda söz veriyorum. Aynı zamanda, şimdilik kendi kendimi-
zi yönetmemize izin vermenizi rica ediyorum."
Binbaşı Boris bir an tereddüt ettikten sonra başını salladı,
Joram'la konuştu.
"Kendi adına kabul ediyor," dedi Joram, "ama üstleri adına
konuşamıyor. Ama bir arada hareket ederseniz, ikinizin, bu-
nun ilgili taraflar için en iyisi olduğu konusunda Öte dünyala-
rın hükümdarlarını ikna edebileceğinizi düşünüyor."
"Eliniz, bayım?" dedi Binbaşı James Boris beceriksizce, Ga-
rald'ın dilinde söylediği sözcükleri tereddütle telaffuz ederken.
Elini uzattı.
Garald yavaşça kendi elini uzattı. Bunu yaparken, kelepçe-
lerin izleri bileklerinde açıkça görülebiliyordu. Garald acısını
hatırladığında tereddüt etti ve eli titredi. Binbaşı'nın nezaketi-
ni reddedecek gibi göründü ve Şaryon, yüreğinde bir dua, ne-
fesini tuttu.
Garald dudaklarım ince bir çizgi halinde bastırarak gömle-
ğinin kolunu yaraların üzerine çekti, sonra Binbaşı'nın elini
kabul etti. James Boris, Prens'in elini sıkıca tuttu, dudakları ge-
niş bir sırıtışla genişlerken, yürekten sıktı.
Gwendolyn ancak kendisinin sesini duyabildiği birilerini
419

rriARCAREî WEİS îr +RACY HiCKjnftn


dinlemek için başını eğdi, sonra ikisine gülümseyerek baktı
"Ölüler bana bugün kurduğunuz dostluğun Öte dünyalarda
bir efsane olacağını söylüyor. Evrene düzen getirmek için sa-
vaşırken defalarca biriniz diğeri için kendi hayatını vermeye
gönüllü olacak. İyilik potansiyelinin dünyalara büyünün dön-
mesi ile büyümesi gibi, şimdi hayal edebileceğinizin de ötesin-
de kötülük potansiyeli de büyüyecek. Ama birbirinize ve Tan-
rı'nıza..." -Peder Saryon'a baktı- "inancınız sayesinde zafer ka-
zanacaksınız."
Utanmış ve ölülerden ders almaktan dolayı biraz da şaşır-
mış görünen Binbaşı Boris telaşla boğazını temizledi ve muha-

fızlara emirler havladı. Prens'e, Peder Saryon'a ve -son olarak,


büyük bir saygıyla- Joram'a selam veren Binbaşı James Boris
döndü ve diğer görevleriyle ilgilenmek üzere gitti.
El sıkmasının sıkılığı ve dik, askeri duruşundan etkilenmiş
gibi görünen Garald, kendi kendine gülümseyerek arkasından
baktı. Ama Joram'm onu izlediğini görünce gülümsemesi silin-
di.
Elinin öfkeli, ani bir hareketiyle, konuşmak üzereyken Jo-
ram'ı susturdu.
"Aramızda sözlere yer yok." Prens'in soğuk gözleri Jo-
ram'm omzunun üzerindeki bir yere dikildi. "Bana dünyamı
kurtaracak gücün olduğunu itiraf ettin ve bunu yapmadın. Bu-
nun yerine, bilinçli olarak onu yok etmeyi tercih ettin. Ah, bi-
liyorum!" dedi sertçe, Saryon'un araya girme teşebbüsünü en-
gelleyerek. "Sebeplerinizi dinledim! Peder Şaryon büyüyü ev-
rene salıverme kararını açıkladı. Belki, zaman içinde anlama-
ya başlayabilirim. Ama seni asla affetmeyeceğim, Joram. Asla."
Prens Garald, Gwendolyn'e soğuk bir selam verdikten son-
ra topuklarının üzerinde döndü. Joram kolunu yakalamasaydı
420

KfiRAKiuçın HAFERİ
yürüyüp gidecekti.
"Ekselansları, beni dinle. Affını istemiyorum." dedi Toram
Garald'ın yüzünün soğuk ve sert bir ifade kazandığım görün-
ce. "Ben de kendimi affetmekte güçlük çekiyorum. Kehanet
gerçekleşmiş gibi görünüyor. Bunu yapmak kaderim miydi?
Yoksa seçme şansım var mıydı? Tıpkı başkaları gjbj secme
şansım olduğuna inanıyomm. Bütün bunlar, hepimizin yaptı-
ğı seçimler yüzünden oldu. Bunun bir Kehanet'ten cok bir
Uyarı olduğunu öğrendim, anlıyor musun? Ama biz onu duy-
mazdan geldik. Korku, sevgi ve merhameti altetnieseydi bana
bu dünyaya ne olurdu? Babam ve annem beni sürmek verine
yanlarında tutsalardı ne olurdu? Ben Saryon'u dinleseydim ve
güç elde etmek için kullanmak yerine Karakılıç'ı yok etseydim
ne olurdu? Belki Öte dünyayı barışçıl bir şekilde keşfederdik
Belki sınırları açar, büyüyü serbest bırakırdık..."
Garald'ın ifadesi değişmedi; dimdik, gerginlik içinde ileriye
bakmaya devam etti.
Joram içini çekerek Prens'in kolunu daha sıkı tuttu "Ama
bütün bunları yapmadık," dedi yumuşak sesle. "Bu dünva da
annem gibi oluyordu -bir ceset, ancak büyü sayesinde yaşı-
yormuş gibi görünen çürüyen bir ceset. Halkımı?.)n yüreğinin
dışında, dünyamız da ölüydü. Gittiğin her yere Yaşam'ı yanın-
da götüreceksin, dostum. Yolculuğun kutsansın... Ekselansla-
rı."
Garald başını eğdi, gözlerini acı içinde kapattı. Bileği yara-
lı, kanayan eli kısa bir an Joram'm elinin üzerinde durdu
Ufukta fırtına bulutlan toplandı, kenarlarında şimşekler çaktı
Minik hortumlar Merilon'un yıkıntılarının üzerinde kabardı
toz ve taş parçaları emdi, onları havaya fırlattı. Prens, loram'ın
elinden kurtularak sırtını döndü.
421

niARpAREt U/EIS § TR^CY HlCKITIAn


Lime lime pelerini çevresinde dalgalandı, çizmeli ayakları-
nın altına döküntüler saçıldı. Prens Garald arkasına bakmadan
ufalanan Kapı'dan çıktı ve hava gemisinin beklediği çıplak
düzlükteki uzun yürüyüşüne başladı.
Şaryon içini çekerek, can acıtan kumlardan korunmak için
başlığını başına çekti.
"Bizim de gitmemiz gerek, Joram," dedi. "Kısa süre sonra
yeni bir fırtına patlayacak. Gemiye doğnı yola çıkmamız ge-
rek."
Katalist hayret içinde, Joram'ın başını salladığını gördü.
"Sizinle gelmiyoruz, Peder."
"Yalnızca hoşçakal demeye geldik," diye ekledi Gwen-
dolyn.
"Ne?" Şaryon onlara şaşkınlık içinde baktı. "Bu son gemi!
Binmelisiniz..." Aniden, ne demek istediklerini anladı. "Ama
bunu yapamazsınız!" diye haykırdı, çevresine, Merilon'un yı-
kıntılarına bakınarak; gittikçe alçalan, hızla ilerleyen fırtına bu-
lutlanna baktı. "Burada kalamazsınız!"
"Dostum," -Joram uzanarak Saryon'un kınk elini tuttu-
"başka nereye gidebilirim? Onları gördün, duydun." Kapı'dan
dışarı, bekleyen gemiye götürülen mültecilere işaret etti. "Be-
ni asla affetmeyecekler. Nereye giderlerse gitsinler, başlarına
ne gelirse gelsin, adım hep bir lanetle söylenecek. Çocukları-
na beni anlatacaklar. Zamanın sonuna dek Kehanet'i gerçek-
leştiren, dünyayı yok eden kişi olarak kötüleneceğim. Benim
ve sevdiklerimin hayatları hep tehlikede olacak. Burada, hu-
zur içinde kalmamız karım, ben ve çocuklarım için daha iyi."
"Ama yalnız!" Şaryon, Joram'a ümitsizlik içinde baktı. "Ölü
bir dünyada! Fırtınalar içinde! Yeryüzünün kendisi sarsılıyor.
Nerede yaşayacaksınız? Şehirler yıkıntı halinde..."
422

KAR£KJLlÇin HAFERJ
"Kaynak'ın dağ kalesi zarar görmemiş bir halde duruyor,"
dedi Joram. "Evimizi orada kuracağız."
"O zaman ben de sizinle kalacağım."
"Hayır, Peder," dedi Gwendolyn, yumuşak elini kocasının
elinin üzerine koyarak. "Bu dünyayı ölüler miras alacak. Biz
onlara arkadaşlık edeceğiz ve onlar da bize arkadaşlık ede-
cek."
Şaryon, Gwen'in arkasında duran belirsiz, hayalet gibi şe-
killer gördü. Ona derin, bilen gözlerle bakıyorlardı. Hatta,
doğrudan baktığında kaybolsa da, bir portakal renkli ipek par-
çası dalgalanması gördüğünü sandı.
"Elveda, Peder," dedi Gwen, kırışık yanağı öperek. "Oğlu-
muz büyüdüğü zaman, Joram'ı eğittiğin gibi eğitmen için onu
sana yollayacağız."
O kadar tatlılıkla, o kadar neşeyle gülümsedi ki, kocasına
öyle bir sevgi ifadesi ile baktı ki, Şaryon yüreğinde ona acıya-
cak güç bulamadı.
"Hoşçakal, Peder," dedi Joram, Katalist'in titreyen elini sıkı
sıkı tutarak. "Sen benim babamsın, bildiğim tek gerçek ba-
bam."
Şaryon Joram'a sıkı sıkı sarıldı, başını omzuna yaslayan kü-
çük bebeği hatırladı. "Bir şey bana, seni bir daha hiç göreme-
yeceğini söylüyor, oğlum ve ayrılmadan önce şunu söylemeli-
yim. Ölüme yaklaştığım zaman, gördüm -sonunda anladım."
Boğuk, çatlayan bir sesle konuştu, "Yaptığın doğruydu, oğ-
lum! Buna daima inan! Ve daima, seni sevdiğimi bil! Seni se-
viyorum ve seninle gumr duyuyorum..." Devam edemedi.
Joram'ın gözyaşları Saryon'unkilere karışarak omuzlarında
kıvrılan siyah saçlara düştü. Fırtına çevrelerinde şiddetle eser-
ken öyle kaldılar. Dönen bulutlara endişeyle bakan bir muha-
423

nİARSARft WEİS § "FRACY HlCKlnAn


fız öne çıkıp Katalist'in omzuna saygıyla dokundu.
"Gitme zamanı geldi. Almin sizinle olsun, Peder," dedi Jo-
ram sessizce.
Şaryon gözyaşlarının arasından gülümsedi.
"O benim oğlum," dedi, elini yüreğinin üzerine koyarak.
"Oğlum."
424

EK
TAROK OYUNU
Tarok, ondördüncü ve onbeşinci yüzyılda Avrupa'da nasıl
göründüğü hâlâ bir sır olan tarot kartları kullanılarak oynanan
en eski oyunlardan biridir. Alegorik ve mistik kartların kayna-
ğına ilişkin pek çok teori vardır ve bunlar Mısır Thoth Kita-
bı'ndan İbrani Kabbala'sına, kartlardaki simgesel resimleri ca-
hil halkı eğitmek için kullanan Hristiyan ayrılıkçılara kadar
pek çok şeyle ilişkilendirilirler.
Çoğu alim kartları Avrupa'ya getirenin çingeneler olduğu-
nu düşünür. Zamanın çoğu Avrupalısı -yanlış olarak- çinge-
nelerin Mısır'dan geldiğini düşündüğünden, kartların kaynağı-
nın Mısır olduğu teorisinin nasıl ortaya çıktığını anlamak ko-
laydır. Ama bu teori tartışmaya açıktır. Kartları çingenelerin
keşfettiği şüphelidir. Çingeneler kartları kaba kehanet şekille-
ri için, kartların karmaşık simgeselliğini anlamadan kullanıyor-
lardı.
Kilise'nin uygun görmemesine rağmen kartlar Avrupa'da
popülerlik kazandı. Tarot kartlarına atıfta bulunan ilk belgeler,
onların kullanılmasını yasaklayan fermanlardı. Ama kartlar
zengin asiller arasında popülerdi ve bu varlıklarını devam et-
tirmelerini sağladı. Elle resmedilmiş, altın varak, ezilmiş lapis
lazuli ve "ejder kanı", "mumya tozu" gibi egzotik isimli mad-

HİARSARfT U/EİS fr ÎR^CY HıcıonAn


delerle süslenmiş kartlar kraliyet saraylarında belirdi.
Kilise'nin gelecekten haber vermeyi yasaklanması yüzü
den, kartların kullanıldığı oyunların icat edildiği tahmin edil
mektedir. Hareketli matbaa harflerinin icat edilmesi ile birlik-
te kartlar geniş kitleler için ulaşılabilir oldu ve zaman içinde
tarot desteleri o kadar popülerleşti ve yaygınlaştı ki, kilise ve
politikacılar mücadele etmekten vazgeçtiler. Hatta, belki onla-
rı Hristiyan memurlar için daha hoş kılmak için, Hristiyan sim-
geleri kartlarda kullanılmaya başlandı.
Bugün var olan tarot desteleri son beş yüz yıl içinde pek
az değişti. Tarot destesi yirmi iki Büyük Arkana ve elli altı Kü-
çük Arkana ya da takım kartı içerir. İlk yirmi iki kart koz kart-
ları olarak bilinir. Koz kartları, isimlerini, Latince triumphi, ya-
ni zafer sözcüğünden alırlar. Tarot sözcüğü onaltıncı yüzyıl
İtalyanca tarocchi sözcüğünden gelir ve başta Büyük Arkana
kartlarını, daha sonra tüm desteyi ifade eden tarocco sözcüğü-
nün çoğuludur. Arcana, gizem ya da sır anlamına gelen Latin-
ce bir sözcüktür. Tarot, Fransızlar'm tarocchfden türettikleri
bir terimdir ve İngiliz dilinde bu kartlar için popüler olan te-
rim budur.
Yüzyıllar boyunca, alimler tarot kartlarının, özellikle de Bü-
yük Arkana kartlarının alegorik ve mistik anlamlarım analiz et-
meye çalışmışlardır. 0 ya da 22 sayısı ile numaralandırılan,
Soytarı olarak bilinen ilk karttan başlayarak, deste Büyücü,
Güneş, Ay, Ölüm, Münzevi, Asılmış Adam, Yıldırım Düşmüş
Kule, Şeytan ve Dünya kartlarını içerir.
Tarotun alegorik anlamı ile ilgili sevilen bir teori, kartların
Soytarı'nm (insanın) yaşam yolculuğunu temsil ettiğidir. Soyta-
rı genellikle pervasızca bir uçurumun kıyısında yürüyen bir
genç olarak gösterilir. Gözleri güneştedir nereye gittiğine dik-
426

KARAKILIÇIII ZAFERİ
kat etmemektedir ve her an düşme tehlikesi ile karşı karşıya
görünür. Küçük bir köpek (insanın düşük, fiziksel doğası)
Soytarı'yı uçurumun kenarından uzaklaştırmak veya uçuruma
düşürmek için çabalayarak ayaklarını dibinde havlamaktadır.
Soytarı'nın karşılaştığı insanlar -Büyücü, Münzevi gibi- ve ya-
şam yolculuğunda yaşadığı deneyimler ona yolculuğunu başa-
rı ile tamamlamak için ihtiyaç duyduğu kendini-bilişi sağlar.
Kartlardan büyülenmemiz ve onları kullanarak oynadığı-
mız oyunlar bugüne dek sürmüştür. Çoğu modern kart tarot
destesinin elden geçirilmiş versiyonudur, Küçük Arkana'nın
neredeyse tüm kartları ve Soytarı ya da Joker kartı kullanıl-
maktadır. Küçük Arkana arasında saray kartları da vardır: kral-
lar, kraliçeler, şövalyeler ve uşaklar, ayrıca her takımda, birden
(astan) ona kadar sayılar da vardır. Eski Küçük Arkana kartla-
rı kılıç, kupa, para ve değnek idi ve şimdi maça, kupa, karo
ve sinek olarak bilinir.
Tarok oyunu -Avrupa'nın bazı yerlerinde hâlâ popülerdir-
Minor Arkana'ya ek olarak Büyük Arkana'yı da kullanması açı-
sından sıradışıdır. İki ya da üç oyuncu tarafından oynanır, ama
daha sonraki kurallar dörde kadar oyuncu kabul eder.
Tarok kurallarının pek çok değişik versiyonu vardır. Aşağı-
daki kurallar Stuart Kaplan'ın Tarot Ansiklopedisinden alın-
mıştır. Oyun, yetmiş sekiz karttan oluşan deste kullanır; dağı-
tıcı her biri yirmi beş karttan oluşan üç el dağıtır, masaya üç
kartı yüzü yere bakacak şekilde bırakır. Oyuncular ellerini dü-
zenler ve dağıtıcı en faydasız üç kartını atarak yerdeki üç kâ-
ğıdı alır.
Oyun başlamadan önce puanlar kaydedilir. Yirmi iki koz
kartının değerleri değişir ve kaydedilen puanlar, her oyuncu-
nun elinde hangi ve kaç tane koz kartı tuttuğunu belirlemek
427

rriARGARfî U/EİS Sr TRACY HıcıynAn


içindir. Sonra oyuncular, değerli kartların değersizleri almaş
na göre ek puanlar kazanır. Yüz puan oyunu kazanır.
Destedeki en değersiz kart Soytarı kartıdır. Hiçbir takımdan
kart alamaz, ama istenen takıma oynanabilir. Bizi ilgilendirdi-
ği kadarıyla Soytarı kartının büyüleyici yanı, daha değerli bir
kartı konıyabilmesidir. Örneğin, eğer kupa kralı atılırsa ve bir
sonraki oyuncunun elinde kupa kraliçesi varsa, o oyuncu kra-
liçesini kurtarmak için Soytarı kartını kullanabilir.
Tarot kartları ya da tarok oyunu hakkında daha fazla bilgi
almak isteyenler için, aşağıdaki kaynaklar önerilmektedir:
Tarot Ansiklopedisi, 1. Cilt, Stuart Kaplan, U.S. Games
Systems, Inc., New York, 1978.
Eksiksiz Tarot Rehberi, Eden Gray, Bantam Books, New
York, 1981.
428

KRONDOR DÜNYASINDAN...
GEDİKSAVAŞLARI EFSANESİ
Raymond E. Feist
Adalar Krallığı'ndaki Crydee'de, bir öksüz olan Pug,
büyücü ustasının yanma çırak olarak verilir -ve iki
dünyanın yazgısı sonsuza dek değişir. Esrarengiz
yabancılar istilaya başlarken Krallık'taki huzur aniden
bozulur. Pug da çatışmanın orta yerine sürüklenecek-
tir, ancak o ve savaşçı arkadaşı Tomas için bilin-
meyene yolculuk daha yeni başlamıştır. Pug'ın kaderi
onu zaman ve uzamda açılan bir gedikten geçirerek
yeni ve yabancı bir büyünün olağanüstü güçlerinde
ustalaşma yoluna götürecektir.
İ. Cilt:
BÜYÜCÜ (Çırak)

2. Cilt:
BÜYÜCÜ (Usta)

ÖLÜM KAPISI SERİSİ


Margaret Weis - Tracy Hickman
Binyıllar önce Sartanlar ile Patrynler arasında bir
savaş çıktı. Sartanlar dünyayı dört âleme ayırdılar
-gök, ateş, taş ve su âlemlerine -ve sonra yok oldular.
Ama şimdi bu iki ırk, birbirlerini Ölüm Kapısı'nın
büyüsü sayesinde yeniden buldular
-ve yeni bir savaş çıkmak üzere.
ÖLÜM KAPISI SERİSİ'NİN ALTINCI CİLDİ
LABİRENTTE
Nexus Lordu Xar, Ölümden Dönmüşler ordusundan,
gizemli Yedinci Kapı'nın
varlığını öğrenir. Bu kapının, içine girenlere dünyalar
yaratma gücü bahşettiği söylenmektedir -ve onları yok
etme gücü. Yerini yalnızca Haplo bilmektedir -ama
bildiğinden haberi yoktur. Eski sevgilisi, Haplo'ya
ihanet etmesi ve cesedini getirmesi için gönderilmiştir.
Bu arada, katil Usta Hugh da Haplo'nun peşindedir
-beraberinde Lanetli Hançeri taşıyarak. Haplo, eski
arkadaşı Alfred ile birlikte Labirent'e sığınır -sakinleri
ölüme mahkûm edilmiş bir zindan-bulmacaya.

AMBER YILLIKLARI 1
Roger Zelazny
Gözlerini bir hastane odasında açan ve vücudunun
sargılar içinde olduğunu gören Cari Corey, geçmişine
dair hiçbir şey hatırlamamaktadır. İnsanüstü kuvveti
ve siyah-gri kıyafetlere düşkünlüğü dışında, elinde
geçmişine ait pek az ipucu vardır.
Arayışı, onu hiç ummadığı gerçeklerle yüzleştirir:
Yaşadığımız dünya, ölümsüz şehir Amber'in sayısız
gölgelerinden yalnızca biri; kendisi de iradesiyle
gerçekliğe yön verebilen Amber Prensi Convin'dir.
Hafızasını yitirmiş bir şekilde asırlar boyunca
dünyamızda dolanmış olan Convin, geçmişini
araştırdıkça, iktidar uğruna hiçbir entrikadan,
savaştan ve cinayetten sakınmayan ölümsüz
kardeşlerinin, sayısız dünyayı, sihri, teknolojiyi ve
yaratığı içine sürükleyen mücadelesinin tam ortasında
bulur kendisini.
SADECE BİR TEK GERÇEK DÜNYA VAR.
DİĞERLERİ
-YAŞADIĞIMIZ DÜNYA DA DAHİL-
GÖLGELERDEN İBARET...

Büyünün yaşam olduğu âlemde, Joram Ölü sayılmıştı. Güç


sahibi olmadan doğduğundan kraliyet mirası reddedilmiş,
Dönüştürmeye mahkûm edilmişti —zihninin, yaşayan taştan
bir kabuğun içine hapsedilmesine.
Ama son anda, Şaryon onun yerini alıp genç efendisi için
sonsuza dek işkence çekmeye razı oldu. Joram ve karısı
Gvvendolyn ise Öte Dünya'yı ayıran sislerin içinde kayboldu.
Şimdi, on yıl sonra, Joram ve Gwendolyn, Merilon'a geri
dönüyor. Joram, büyüye aç Karakılıç'ı son bir kez çekerek,
Sınır'ın ötesinden gelen karabüyücü Menju ve Teknolojist
ordusuna, son bir kıyamet çarpışması için meydan okumak
zorunda.
Şaryon, büyücü Mosiah ve Simkin ile yeniden bir araya
gelen Joram, kadim Karakıiıç kehanetini gerçekleştirecek
—ellerine dünyayı yok etme gücünü veren kehaneti... ya
da kurtarma gücünü.
Görkemli büyü, fantazya ve macera destanı
Karakıiıç Serisi'nin üçüncü cildi.
ISBN 975-8607-67-7
Margared Weis ve Tracy Hickman (Karakılıç) Cilt3 Karakılıçın Zaferi

You might also like