Professional Documents
Culture Documents
Biyoloji Özet
Biyoloji Özet
a- Hiyalin Kıkırdak:
Ara madde kollagen lif bakımından zengindir ama lifler belirgin değildir.
İnsanların embriyo dönemindeki iskeleti hiyalin kıkırdaktan yapılmıştır. Gelişim sürecinde
hiyalin kıkırdak kemik dokuya dönüşür. Fakat ergin bireylerin, kaburga uçları ve oynar
eklemlerdeki kemiklerin eklem yüzeylerinde hiyalin kıkırdak varlığını devam ettirir. Ergin
memelilerde; kaburga uçları, soluk borusu, gırtlak, burun ve uzun kemiklerin büyüme
bölgelerinde bulunur.
b- Elastik Kıkırdak:
c- Fibröz Kıkrdak:
Kollagen ara maddesi boldur, hücre sayısı azdır.
Basınç ve çekmeye karşı dayanıklıdır.
Kemiklerin eklem yerleri ve omurlar arasındaki disklerde bulunur.
KEMİK DOKU YAPISI
Embriyonik dönemin başlangıcında iskelet kıkırdak yapılıdır. Embriyo döneminde 8. haftadan itibaren,
iskeleti oluşturan kıkırdakta mineral birikmesi ile kemikleşme başlar ve kemik doku oluşur.
Kemik dokusu canlı kemik hücreleri ile bu hücrelerin salgıladığı cansız ara maddeden oluşur. Kemik
hücresine osteosit, kemik dokunun ara maddesine osein denir.
NOT:
1. Yaş ilerledikçe bu inorganik tuzların birikimi arttığından yaşlıların kemikleri sertleşerek çabuk kırılan bir yapı
kazanır. Yaşlılarda kemik yıkan hücreler, kemik yapan hücrelerden fazla olduğundan özellikle kadınlarda
östrojen hormonunun da azalmasıyla kemik erimesi yani osteoporoz görülmektedir. İnorganik tuzların
yetersizliğinde ise kemik yumuşak kalır, iskelet eğilir. Buna raşitizm denir. C ve D vitamini ile onarılır.
2. Kemik doku embriyodaki mezenşim hücrelerinden meydana gelerek embriyonal bağ dokusu içinde oluşur.
3
Süngerimsi kemik doku, yassı kemiklerin ve kısa kemiklerin içinde, baş kısmında ve uzun kemiklerin
uç bölgesinde bulunur.
Süngerimsi kemik dokuda Havers kanal sistemi yoktur. Bunun yerine düzensiz boşluklardan
oluşan gözenekli yapılar bulunur.
Gözeneklerin içinde kırmızı kemik iliği bulunur. Gözeneklerde alyuvar üretilir.
Süngerimsi kemiğin etrafında sıkı kemik bulunur.
NOT:
3. Osteoklast hücreleri kemik yıkımını gerçekleştirir. Osteoblastlar ise osteosit oluşturarak kemik yapımını
sağlar.
İSKELETİN GÖREVİ
1- Vücuda şekil verir.
2- Vücuda desteklik sağlar.
3- Göğüs kafesi ve kafatası kemikleri ile yaşamsal organları dış etkilerden korur.
4- Kaslara ve organlara bağlanma yüzeyi oluşturur. Kaslarla beraber hareketi sağlar.
5- Süngerimsi kemiklerdeki gözeneklerde alyuvar, uzun kemiklerdeki sarı ilikte akyuvar hücrelerinin
üretilmesini sağlar.
6- Magnezyum, kalsiyum fosfat gibi mineral tuzlarını depolar.
4
İki ucu şişkin silindirik kemiklerdir. Uç kısımlara baş, ortada kalan kısma ise gövde denir.
Baş kısmında dışta ince tabaka halinde sıkı kemik dokusu, onun hemen altında süngerimsi kemik
doku bulunur. Süngerimsi kemik dokuda kırmızı kemik iliği bulunur. Kırmızı kemik iliğinde kan
hücreleri (alyuvar, akyuvar, kan pulcuğu) üretilir.
Gövde kısmı tamamen sıkı kemik dokudan yapılmıştır. Gövdenin dış kısmında periost olarak
adlandırılan kemik zarı bulunur. Periost üzerinde bol miktarda kan damarı ve sinir
bulunur. Periost kemiğin enine büyümesi, yenilenmesi ve onarılması gibi olaylarda görev
yapar. Gövdenin ortasındaki boşlukta sarı kemik iliği bulunur.
Uzun kemiklerin baş ve gövde kısımları arasında kıkırdak yapılı olan epifiz plak (büyüme
diski) bulunur. Bu yapı kemiğin boyca uzamasını sağlar.
Kol (ön kol, pazu ve dirsek) ve bacak (uyluk, kaval ve baldır) kemikleri ile ayak
parmak kemikleri uzun kemiktir.
NOT:
1. Kıkırdak yapılı olan epifiz plağı 19 – 23 yaşından sonra kemikleşir ve kemiğin boyca uzaması durur. İnsanlarda
boydaki uzamanın sınırlı olmasının nedeni budur.
b- Yassı Kemikler
Yassılaşmış plak şeklinde olan kemiklerdir.
Kemik zarı altında sıkı kemik dokusu ve bunun ortasında süngerimi kemik doku yer alır.
Kırmızı kemik iliği ile doludur. Sarı kemik iliğinin yer aldığı bir kanal yoktur.
Göğüs, kafatası, kürek, kalça ve kaburga yassı kemiklerdir.
c- Kısa Kemikler:
Boyu ve genişliği birbirine yaklaşık eşit olan kemiklerdir.
5
Kısa kemikler dıştan kemik zarı ile sarılmıştır. Kemik zarının altında sert kemik, ortada ise süngerimsi
kemik bulunur.
Süngerimsi yapıda kırmızı kemik iliği bulunur. Kısa kemiklerde kemik kanalı ve sarı ilik yoktur.
El ve ayak bilek kemikleri kısa kemiklerdir.
6
NOT:
2. İnsan iskeleti yaklaşık 207 kemikten oluşmuştur. İskeleti oluşturan kemik sayışı 207 olarak belirtilmesine
rağmen, bazı kaynaklarda bu sayıya kulak (6) ve dil (1) kemikleri de eklenerek sayı artırılmıştır. Bazı
kaynaklarda ise kuyruk sokumu ve sağrı omurları birleşmiş olarak kabul edildiğinden, kemik sayışı daha az
gösterilmiştir,
EKLEMLER
Kemikler yan yana ve uç uca geldiklerinde görevlerine ve hareket durumlarına göre aralarında
bağlantı yaparlar. Kemiklerin birleşme yerlerinde yapmış oldukları bu bağlantılara “Eklem” denir. Eklemler
hareket durumlarına göre üçe ayrılır.
7
a- Oynar (hareketli) Eklemler
Kemiklerin eklem yüzeylerinde eklem kıkırdağı bulunur. Eklem kıkırdakları hiyalin kıkırdaktan
meydana gelmiştir. Eklem kıkırdakları kemiklerin ucunu örterek hem kemiklerin uçlarına düzgünlük
verir hem de kısmen esneklik sağlar.
Eklemleri oluşturan kemikler ligamentlerle, kısmen de kaslarla birbirine bağlıdır.
Kemikler dıştan bağ dokudan yapılmış, eklem kapsülü denilen bir kapsülle çevrilidir. Kapsülün içi
kısmında sinoviyal zar denilen zar bulunur. Zarla örtülü iki kemik arası sinoviyal boşluk denilen
boşluk bulunur. Bu boşluk hareketi kolaylaştır. Sinoviyal zar, kan ve lenf damarlarından sinoviyal sıvı
(eklem sıvısı) süzerek boşluğa akıtır. Bu sıvı sayesinde kemiklerin hareketi kolaylaşır, aşınma önlenir
Vücudun hareketini sağlayan kemikler arasındaki hareket yeteneği fazla olan eklemlerdir. Kol ve
bacaklar arasında bulunur.
Bu eklemlere “Sinoviyal eklemler” de denir.
c- Oynamaz Eklemler
Kemikleri hareket edemeyecek şekilde sıkıca birbirine bağlı olan eklemlerdir.
8
Kemikler arasında boşluk yoktur. Aralarında eklem sıvısı yoktur.
Kafatası, yüzdeki (alt çene hariç) kemikler, leğen kemiği, kalça kemikleri birbirine oynamaz
eklemlerdir.
KAS DOKU
9
NOT:
KAS ÇEŞİTLERİ
İnsanda iskelet kası, düz kas ve kalp kası olmak üzere üç çeşit kas vardır.
a- İSKELET KASI (ÇİZGİLİ KAS)
Kemikleri ve vücudu hareket ettiren iskelet kasına çizgili görünmesinden dolayı çizgili kas da denir. Bu
kaslar çok çekirdekli ve silindirik şekilli hücrelerden oluşur.
Çizgili kaslar, miyofibril denilen proteinlerden meydana gelmiştir. Miyofibriller farklı kalınlıktaki
filamentlerden oluşmuştur. Bu filamentlerin ince olanlarına aktin, kalın olanlarına miyozin denir.
1- Aktin ; Aktin proteinlerinden meydana gelmiş ince filamentlerdir. İki zincirin birbirine sarmal
biçimde sarılmasıyla oluşur. Aktin filamentlerinin etrafı başka bir protein olan tropomiyozin ile
sarılıdır. Tropomiyozinin üzerinde belirli aralıklar ile protein yapılı troponin molekülü bulunur.
Troponin proteini üzerinde kas kasılmasında görev yapan kalsiyum iyonlarının (Ca +2) bağlanacağı
bölgeler bulunur.
10
2- Miyozin : Miyozin proteinlerinden meydana gelmiş kalın filamentlerdir.
İskelet kası hücrelerinde ince (aktin) ve kalın (miyozin) filamentlerin ışığı faklı oranlarda kırmaları sonucu bu dizilim açık
ve koyu bantlardan oluşan bir görünümün ortaya çıkmasına neden olur. Bu görüntü, iskelet kaslarının çizgili kaslar olarak
adlandırılmasına neden olur. Çizgili kaslarda filamentlerin dizilimi sonucu oluşan yapılar aşağıda verilmiştir.
11
Sarkomer : İki Z çizgisi arasında kalan bölgeye Sarkomer denir. Sarkomer aynı zamanda kasın
kasılma birimi olarak kabul edilir.
I bandı : Sadece aktin filamentlerinin bulunduğu açık renkli bölgedir. Aktin
filamentlerinin bağlandığı kısımlara Z çizgisi denir.
A bandı : Miyozin filamentlerin boyunu gösterir. İçinde hem aktin hem de miyozin filamentleri
bulunur. Koyu renklidir.
H bölgesi : A bandının ortasında sadece miyozin filamentlerinin bulunduğu
bölgedir. H bölgesinin ortasında çok dar olan bir M bandı bulunur.
Z bandı : I bandı tam ortasında bir çizgi bulunur. Buna Z çizgisi (bandı) denir.
b- DÜZ KAS
Düz kaslar, tek çekirdekli mekik şeklindeki hücrelerden meydana gelmiştir.
Hücreleri tek çekirdeklidir. Çekirdekleri oval şekilli olup hücrenin ortasında bulunur. Sarkoplazmik
retikulumları fazla gelişmediği için yeterli mineral depolayamaz. Bu nedenle kasılma için uyarı
aldıklarında, ihtiyaç duydukları kalsiyum iyonlarını doku sıvısından karşılarlar.
12
Aktin ve miyozin filamentleri (miyofibriller) sitoplazmada dağınık olarak bulunur. Bu nedenle çizgili
kaslardaki gibi bantlaşma görülmez. Miyozin filament miktarı çizgili kasa göre daha azdır.
Kasılmaları yavaş ve ritmiktir. Yorulmadan, çok uzun süre kasılıp gevşeyebilirler.
Otonom sinir sistemi ile bağlantılıdırlar. Bu nedenle istemsiz olarak çalışırlar.
Bazı hormonlar, düz kasların kasılmasını uyarabilir. Örneğin oksitosin hormonu, rahim duvarındaki
düz kasların kasılmasını sağlayarak doğuma yardımcı olur.
Düz kaslar kan damarları, üreme, boşaltım mide ve bağırsak gibi iç organların duvarında yer alırlar.
c- KALP KASI
Dallanmış silindirik hücrelerden meydana gelmiştir.
Aktin ve miyozin filamentlerinin düzenli diziliminden dolayı iskelet kasları gibi çizgili bir yapı
gösterirler. Ancak iskelet kasından farklı olarak hücreleri tek çekirdeklidir.
Sarkomer yapıları iskelet kasları gibidir. Hücrelerin uç kısımları birleşmiştir.
Kalp kası yapısal olarak iskelet kasına çalışa prensibi olarak düz kaslara benzer.
Otonom sinirler ile bağlantılıdır.
İstemsiz olarak kendi başına kasılıp gevşerler.
Kalp kasının çalışmasını sempatik sinirler hızlandırır, parasempatik sinirler ise yavaşlatır.
Kalp kası hücreleri, motor nöronlardan uyarı almadan kasılıp gevşeyebilir. Kalbin sağ kulakçığında
bulunan özelleşmiş hücreler (S.A düğüm), kalbin çalışması için gerekli olan impulsları ritmik olarak
üretir. Bu impulslar kalp kası hücreleri arasında hızlı bir biçimde iletilir. (kalbin çalışması dolaşım
sisteminde anlatılacaktır).
13
14
KAS KASILMASININ KİMYASAL İŞLEYİŞİ
NOT:
1. ATP enerjisi kullanılıp bitince Kreatin fosfat kullanılır. Yoğun kas çalışmalarında fazla enerjiye gereksinim
olacağından glikojen glikoza çevirerek glikozdan oksijenli solunum ATP elde edilir. Bunun sonucu CO 2 ve
H2O açığa çıkar.
2. Kaslarda yeterli oksijen bulunmadığı zaman glikoz, oksijen kullanılmadan yıkılır. Bunun sonucunda açığa
çıkan laktik asit kaslarda birikir ve oksijenli solunuma göre çok daha az enerji elde edilir. Kaslarda biriken
laktik asit yorgunluğa neden olur. Dinlenme sırasında kaslarda biriken kreatinlarden Kreatin fosfat
sentezlenir. Laktik asit ise karaciğerde glikoza dönüştürür.
3. Kasın kasılmasını sağlayan ATP’lerden elde edilen enerjinin bir kısmı ısı dönüştürerek ısı şekline kaybolur.
16
İSKELET KASININ KASILMA MEKANİZMASI
Kasın kasılmasını sağlayan en küçük uyarı şiddetine eşik şiddeti denir. Bir kas teli eşik şiddetin altındaki
uyarılara tepki vermezken, eşik şiddeti ve üzerindeki uyarılara ise tepkiyi verir. Bu durum ya hep ya hiç
prensibi olarak adlandırılır (impuls iletiminde nöronlarda da aynı kural olduğunu hatırlayınız).
UYARI:
1. Bir kas demetinde eşik değerden itibaren verilen uyartının şiddeti arttırılırsa kasın tepkisi giderek artar ve bir
süre sonra bütün kas telleri uyarılacağı için tepki maksimum düzeyde sabit kalır (Nöronlarda merdiven kuralını
hatırlayınız).
Dinleme durumundaki kaslar belirli derecede kasılma durumundadır. Buna kas tonusu denir. Tonus
haldeki kas tamamen gevşemiş kasa göre daha güçlü ve hızlı bir tepki verir ve daha güçlü kasılabilir. Bu sayede
canlının tehlikeler karşısında ani hareket yaparak yaşama şansını arttırır.
Uyarılan bir kasın bir kez kasılıp gevşeyerek eski halini almasına kas sarsı ya da kasıl sarsılma denir. Bu
süreçte sırasıyla gizli evre, kasılma evresi ve gevşeme evresi görülür.
a) Bekleme evresi(Latent=durgun evre=gizli evre): Kasın uyarıldığı an ile kasılmaya başladığı an
arasında geçen süredir. (A-B 0,005-0,01sn sürer.)
b) Kasılma evresi (Kontraksiyon): Kasın kasılmaya başladığı an ile gevşemeye başladığı ana kadar
geçen süredir. (B-C arası 0,04-0,05sn)
17
c) Gevşeme evresi (Ekspansiyon): Kasın gevşeyerek tekrar eski durumuna gelinceye kadar geçen
süredir. (C-D 0,05 sn)
NOT:
1. Kas sarsını ölçen alete miyograf denir. Bu aletin çizdiği grafiğe ise miyogram demir.
Bir kasa kısa aralıklarla uyaran gönderilirse kas gevşemeye zaman bulamadan tekrar kasılır. Kasılmaların
ard arda gelmesi ile kas normalden fazla kasılır. Bir süre sonra kas kasılı kalır. Bu olaya Fizyolojik
Tetanos denir. Örneğin, kramp doğal olarak meydana gelen bir tetanos şeklidir. Bu durumun geçmesi için
krampa neden olan uyarandan daha şiddetli bir uyaran ile uyarılmalıdır. Örneğin bacakta kramp meydana
gelmişse, kramplı bacağa iğne batırmak veya kıl çekmek gibi.
Kas ve iskelet sistemi birlikte çalışmadığı sürece hareket meydana gelmez. İskeletin hareketteki en önemli
görevi kaslara bağlanma yüzeyi oluşturmasıdır. İskelet kasları bir ucuyla hareketli kemiğe diğer ucuyla az
hareketli kemiğe bağlanır.
İki kemik birbirine ligament denilen bağlarla bağlanır.
İskelet kaslarını kemiklere bağlanmasını sağlayan sıkı bağ dokudan oluşan yapılara tendon (kas
kirişi) denir.
18
Tendonlar lifli bağ dokudan yapılmış olan oldukça dayanıklı yapılardır. İskelet kaslarının bir tarafı
kemiğe bağlanırken diğer tarafı hareketli bir ekleme ya da deriye bağlanır. Kemiğe bağlandığı
bölgeye başlangıç noktası, ekleme bağlandığı yere de sonlanış noktası denir.
İskelet kasları genellikle çiftler halinde çalışır. Bu kaslardan biri kasılırken diğeri gevşer.
Birbirine zıt çalışan kaslara antagonist kaslar denir. Kol ve bacaktaki kaslar antagonist kaslardır.
Örneğin kolun hareketini sağlayan kaslardan biri bükücü kas, diğeri de açıcı kas olarak görev yapar ve
antagonist çalışır.
Aynı anda kasılıp aynı anda gevşeyen kaslara sinerjist kaslar denir. Karın ve sırt kasları bu gruba girer.
Yüzde bulunan ve kasıldığında yüzde değişiklikler meydana getiren kasalara mimik kasları denir.
Alt çeneyi hareket attirerek çiğneme ve konuşma hareketlerinin yapılmasını sağlayan kaslara çiğneme
kasları denir.
İskelet kasları kırmızı kas ve beyaz kas olmak üzere iki çeşittir. Kırmızı kaslardaki miyoglobin miktarı,
mitokondri sayısı ve kan damarı miktarı çok fazladır. Enerji ihtiyacının büyük bir kısmını
oksijenli solunumdan karşılarlar. Yorulmaya karşı dayanıklı olup görece olarak yavaş kasılıp gevşerler.
Beyaz kaslardaki miyoglobin miktarı, mitokondri sayısı ve kan damarı miktarı daha azdır. Enerji
ihtiyaçlarının çoğunu glikolizden karşılarlar. Çok hızlı çalışan bu kaslar çabuk yorulurlar.
NOT:
19
1. Miyoglobin kaslarda bulunan bir protein olup oksijenin depolanmasını sağlar.
Kaslardaki hazır ATP miktarı çok azdır ve hızla tükenir. Bu durumda gerekli enerji kasta hazır olarak bulunan kreatin fosfat
(CP) molekülünden karşılanır. ATP bitince kreatin fosfat(CP), hidroliz edilerek yüksek enerjili fosfatı ADP’ye aktarır ve
ATP sentezlenir. ATP’de gerekli enerjiyi sağlamada kullanılır. Dinlenme sırasında ise kasılma anında kullanılacak kreatin
fosfat sentezlenerek depolanır.
b- Glikolitik sistem
Kaslarda hazır olarak bulunan ATP ve kreatin fosfat birkaç dakikalık bir süre içinde tükenir. Bu durumda
gerekli olan enerji sitoplazmada gerçekleşen glikoliz tepkimeleri ile karşılanır. Ancak glikoliz süreci sonunda
kaslarda oluşan laktik asit glikolitik sistemi yavaşlatır.
c- Oksidatif sistem
Yaklaşık bir dakika içinde tamamen aktif hale gelir. Böylece karbonhidratlar ve yağlar oksijenli
solunumla CO2 ve H2O’ye kadar parçalanır. Bu süreçte bol miktarda ATP üretilir.
20
UYARI:
1. Oksijenli solunum ile üretilen fazla ATP’ler depolanamadığı için ihtiyacın fazlası kreatin fosfat üretiminde
kullanılır. Gerekli olduğu durumlarda kreatin fosfattan tekrar ATP elde edilir.
NOT:
1. Kasta depolanan glikoz yaklaşık 2 dakikada tüketilir. Çünkü glikoz fazla miktarda depolanabilen bir molekül
değildir. Bu nedenle kasta depolanmış olan glikojenler önce glikoza hidroliz edilir. Sonra glikozlardan
oksijenli solunum ile ATP elde edilir.
Kas Yorgunluğu:
Hızlı ve yoğun kas hareketlerinde (Örnek spor yaparken) kasa yeterli miktarda oksijen gelmediği zaman
oksijenli solunum ile üretilen ATP yeterli olmaz. Bu durumda kaslarda laktik asit fermantasyonu meydana
gelir.
Laktik asit, sinir uçları ile kas tellerinin arasını kapatarak uyartının iletilmesin engeller. Bu da kas
yorgunluğuna neden olur. Yorulan kas enerji üretmediği için hızlı çalışamaz. Kasın tekrar eskisi gibi
çalışabilmesi için dinlenerek ortamda biriken laktik asitlerin ortamdan uzaklaştırılması gerekir. Çünkü
dinlenme sırasında laktik asidin bir kısmı önce piruvata dönüştürülür daha sonra oksijenli solunumla ATP
üretilir. Bir kısmı ise glikozlara dönüştürülerek karaciğerde glikojen şeklinde depo edilir.
21
DESTEK VE HAREKET SİSTEMİNİN GELİŞİMİ VE SAĞLIĞI
Kemiklerin sağlıklı olarak büyüyüp gelişebilmesi için, bir yandan yeterli miktarda kemik hücresinin
yapılması bir yandan da yeterli ara maddenin oluşması gerekir. Bu olaylar bazı iç ve dış faktörler tarafından
düzenlenir. Kemik oluşumunda etkili olan faktörleri teker teker inceleyecek olursak;
a- Hormonlar:
Kemiğin sertleşmesi için gerekli olan Ca, P, K minerallerinin kemiğe geçmesi ve bunların kandaki
miktarının belirli bir seviyede tutulması gerekir. Özellikle,
1- Tiroksin: Tiroit bezi tarafından üretilir. İskelet ve zeka gelişimi için çok önemlidir. Büyüme
dönemindeki çocuklarda tiroksin hormonunun yetersiz salgılanması durumunda iskelet gelişimi ve
zihinsel gelişim yavaşlar. Bu durum kretinizm olarak adlandırılır.
2- Kalsitonin (tirokalsitonin) ve Parathormon : Kan ve kemik dokudaki mineral madde
miktarlarının belirli bir dengede olması kemik gelişiminin sağlıklı olması için gereklidir. Kan ve
kemik dokudaki kalsiyum-fosfat dengesi kalsitonin ve parathormon tarafından düzenlenir.
Kalsitonin: Tiroid bezi tarafından üretilir. Kandan kemiğe kalsiyum ve fosfat geçişini sağlar.
Parathormon: Paratiroit bezi tarafından üretilir. Kemiklerden kana kalsiyum geçişini sağlar.
22
3- Büyüme hormonu (STH =GH=Somatotropin hormon): Hipofiz bezi tarafından salgılanır. Kas
düzenli gelişimini sağlar. Uzun kemiklerdeki epifiz plağı (büyüme diski) uyararak bölünmesini
sağlar. Böylece kemiklerin boyca uzamasını denetler. Büyüme dönemlerinde yetersiz
salgılanırsa cücelik (nanizm), aşırı salgılandığında devlik (jigantizm) ortaya çıkar. Büyüme
hormonunun ergin dönemde fazla salgılanması el, ayak ve yüzde orantısız büyümeye neden olur.
Bu duruma akromegali denir.
4- Östrojen ve Androjenler (testesteron): Yumurtalıklardan, testislerden ve böbrek üstü
bezlerinden salgılanan androjenler ve östrojen, kemik dokunun gelişimine etki eder. Ergenlik
döneminde, bu hormonların kandaki miktarlarının artması büyümenin hızlanmasını ve boyun hızlı
bir biçimde uzamasını sağlar.
5- Timus bezi: Hormonu embriyonik gelişimde iskeletin oluşumunda etkilidir.
NOT:
1. Kadınların menopoza girmesiyle beraber kanlarındaki östrojen seviyesi aniden düşer. Bu değişim
kemiğin protein dokusunun azalmasına neden olarak osteoporoz olarak adlandırılan bir hastalığa neden
olur. Osteoporozda kemik erimesine bağlı olarak kemik kırılmaları kolaylaşır. Östrojen miktarının
azalması dışında vücuda yeterli kalsiyumun alınamaması, sürekli hareketsiz kalmak, kontrolsüz rejim,
alkol ve sigara kullanımı gibi faktörlerde kemik erimesine neden olabilir.
23
b- Vitaminler:
D vitamini bağırsaklardan kalsiyumun emilimini sağlar. D vitamini eksikliğinde bağırsaktan
kalsiyum ve fosfatın emilmesi azalır. Bunun sonucunda kanda kalsiyum miktarı azalır. Kandaki
kalsiyum eksikliğinde kemiklerde şekil bozuklukları veya çarpıklık ortaya çıkar. Bu durum
çocuklarda raşitizm, yetişkinlerde ise osteomalazi adı verilen kemik hastalıklarına neden olur.
C vitamini kemiğin ara maddesinde bulunan ve kemiğe esneklik kazandıran kollajen liflerin
sentezi için gereklidir. A vitamini eksikliğinde kemikler iyice sertleşir ve kırılganlığı artar.
A vitamini, normal gelişim sürecinde kemiğin yıkılıp yapılması için gereklidir. Bu vitaminin
eksikliğinde kemik gelişimi olumsuz etkilenir.
UYARI:
1. D vitamini steroit yapıdadır. Besinlerden pasif olarak provitamin-D olarak alınır. Pasif provitamin güneş
ışığının doğrudan derimize değmesi sonucu aktif D vitaminine dönüşür. Bu nedenle vücudumuzun D
vitamini üretebilmesi için düzenli güneşlenmek gerekir
c- Mineraller:
Kalsiyum, magnezyum, fosfor gibi mineraller kemiklerin yapısına katılarak kemiklerin
gelişmesini ve sertleşmesini sağlar. Bu nedenle büyüme ve hamilelik sırasında fazla miktarda
alınması gereklidir. Mineral eksikliğini önlemek amacıyla, bu mineraller bakımından zengin olan
Baklagil, yeşil sebze, balık süt, peynir, yoğurt, yumurta gibi besinler düzenli olarak tüketilmelidir.
d- Genetik Faktörler:
Kemiğin büyümesi ile son şeklini almasında genetik faktörler de önemlidir.
Zorlayıcı fiziksel faaliyetler eklemlerde bazı bozulmalara sebep olabilir. Çıkık, burkulma, eklem
iltihapları ve yüzey bozulmaları eklemlerde oluşabilecek sorunlara örnek olarak verilebilir.
24
1- Burkulma olayında, eklemi oluşturan kemikler normal konumlarını kaybetmez. Eklem bölgesinde yer
alan tendon, ligament veya bağ doku liflerinin aşırı zorlanması veya yırtılması burkulmaya neden olur.
İlgili bölgede ağrı ve şişme gözlenir. El ve ayak bilekleri burkulmanın en fazla görüldüğü bölgelerdir. Acı,
şişme ve morarma oluşur.
2- Çıkık, bir eklemi oluşturan iki kemiğin eklem bölgesinde birbirinden uzaklaşmasıdır. Bazı eklemler,
ligamentlerle yeteri kadar desteklenmemiş olması, eklem yüzeylerinin basit oluşu ve yeterli kas desteğinin
bulunmaması nedeniyle çıkmaya daha yatkındır. Düşme, darbe ve kontrolsüz hareketler eklem bölgelerinde
çıkık oluşmasına neden olabilir. Bunun sonucunda ilgili bölgede ağrı, şişme ve hareket yeteneğinde azalma
gibi belirtiler oluşur. Çıkık olayı bilek, diz, omuz, parmak ve kalça gibi eklemlerde gerçekleşebilir. Ayrıca
ülkemizde günümüzde bile görülebilen ve çok yanlış bir uygulama olan bebeklerin kundaklanması, kalça
çıkıklarına neden olabilmektedir. Çıkıklarda tedavi gecikirse kalıcı bozukluklar ortaya çıkabilir.
3- Menisküs, diz eklemlerinde bulunan kıkırdak disklerinin zedelenmesi veya yırtılması durumudur.
Herkeste görülebilen bu rahatsızlığın sporcularda görülme oranı daha yüksektir. Yürüme ve
merdiven çıkma gibi etkinliklerde dizlerde oluşan şiddetli ağrılar bu rahatsızlığın en önemli
belirtileridir.
4- Artrit, eklem bölgesinin iltihaplanması, şişmesi ve ağrı duyulmasıyla ortaya çıkar. Eklem
yüzeylerindeki kıkırdak dokunun yumuşaması ve pürüzlü hale gelmesi sonucu ortaya çıkan bu
durum hareket halinde eklemlerde ağrıya neden olur. Artrit özellikle yaşlı bireylerin diz, kalça ve
parmak eklemlerinde görülür.
5- Kırık, bir darbe sonucu kemik dokuyu oluşturan hücrelerin birbirinden ayrılması,
durumudur. Yüksek aktivite, dikkatsizlik veya yaşlanmaya bağlı olarak inorganik maddenin
azalmasından dolayı ortaya çıkabilir. Osteoporoz ve kemik kanseri gibi hastalıklar kemiklerin
kırılmasını kolaylaştırır. Kırık bölgesinde şişme ve şiddetli ağrı gibi durumlar gözlenir. Kemik
kırıkları, kemik zarı (periost) tarafından onarılır. Omurga kırığı sonucunda omurilik zarar görebilir
ve kişi felç olabilir. Omurga kırığından şüphelenilen bir kişi kesinlikle hareket ettirilmemeli ve
profesyonel sağlık desteği almalıdır.
6- Menisküs; Menisküs, diz yaralanmalarının en yaygın tiplerinden biridir ve özellikle futbolcu ve
atletlerde görülür. Genellikle dizin yan kısmına darbe gelmesi sonucu oluşur. Darbeden sonra diz
şişer. Şişmenin sebebi, darbe alan bölge de yırtılan kan damarlarından kanın ve zarar gören sinovial
zardan sinovial sıvının sızmasıdır. Ligamentlerin kopması veya yırtılması sonucu dizin hareketi çok
zorlaşır, diz kapağı kilitlenebilir.
7- Osteoporoz; Halk arasında “kemik erimesi” olarak bilinen hastalık, nadiren erkeklerde de
görülebilirken, özellikle menopoz sonrası eşeysel hormon azaldığı için kadınlarda daha sık görülür.
Osteoporoz hastalığında yaşlanmaya bağlı ola rak kemik yıkımı, kemik yapımından daha fazla
olduğu için kemik erimesi başlar. Buna bağlı olarak da kol, omurga ve kalça kemiği kırıkları
yaşanır.
8- Osteomalazi; Yetişkinlerde görülen raşitizm şeklidir. D vitamini ve Ca +2 eksikliğine bağlı olarak
kemik yumuşar ve kolay kırılabilir hâle gelir. Sık doğum yapan kadınlarda Ca +2 ihtiyacı arttığından
bu hastalığın görülme sıklığı da artar. Ayrıca böbrek yetmezliği görülen kişilerde Ca+2 geri emilimi
yeterli olamadığından osteomalazi görülme ihtimali artar.
9- Raşitizm; D vitamini azlığı nedeniyle ortaya çıkan, Ca+2 (kalsiyum) ve P (fosfor) eksikliğinde
görülen bir iskelet sistemi hastalığıdır. D vitamini, güneş ışığı etkisiyle deride son hâlini alan bir
25
vitamindir. Bu nedenle yeteri kadar güneş ışığı almamış çocuklarda bu hastalık daha sık görülür.
Kemik gelişimi bozukluğuna bağlı olarak ortaya çıkan bacak kemiklerindeki güçsüzlük nedeniyle
vücudu taşıyamayan bacakların eğildiği görülür.
10- Bel Fıtığı; Omurga kemiklerinde bulunan diskler herhangi bir şekilde aşırı baskıya maruz kalırlarsa
geçici veya kalıcı olarak zarar görür. Yapısı bozulan disk, omurga kanalına ve sinirlere baskı
yapmaya başlar. Bunun sonu cunda şiddetli bel ağrıları ortaya çıkar. Ayrıca omurilikten çıkan ve
ayaklara kadar uzanan siyatik sinire baskı yapıldığı için ağrı, ayaklarda hissedilir.
DOLAŞIM SİSTEMİ
KALP
GİRİŞ
İnsanlarda iyi gelişmiş kapalı dolaşım sistemi vardır. Bu sistem, kalp, atar
damarlar, toplardamarlar ve kılcal damarlardan meydana gelmiştir. Kan bu sistem içinde vücudun tüm
kısımlarındaki hücre ve dokulara kadar ulaşır.
Hücrelerde meydana gelen metabolizma artıklarını boşaltım organı böbrek ve solunum organı
akciğerlere taşımak.
26
Vücut sıvılarının pH’ını düzenler.
Bağışıklığı sağlar.
I- KALP
Kanı damarlar aracılığı ile tüm vücuda pompalar. Göğüs boşluğunda, iki akciğer arasında yer alan yumruk
büyüklüğünde (300 g) bir organdır.
A- KALBİN TABAKALARI
Kulakçıklarda ince, karıncıklarda ise kalındır. Sol karıncık tüm vücuda kan pompalayacak güçte
olduğundan sağ karıncıktan daha kalın bir kas yapısı gösterir.
Zarların arası sıvı ile doludur. Bu sıvı kalbin kasılıp gevşemesi sırasında meydana gelebilecek
sürtünmeleri en aza indirir.
27
NOT:
1. Kalp kası (Miyokard), besin maddelerinin ve O 2’nin geçemeyeceği kadar kalın ve sık dokuludur. Bu nedenle
kalp, içinde dolaşan kandan yararlanamaz. Kalp, ihtiyacı olan besin ve O 2’yi, aorttan ayrılan atardamardan
(Koroner damar) sağlar. Bu nedenle kalpten geçen kanın yoğunluğu değişmez. Daralma veya tıkanma gibi
nedenlerle koroner damarların kalbi besleyememesi sonucu kalp krizi (Enfarktüs) meydana gelir.
B- KALBİN YAPISI
Kalp (Kard) göğüs boşluğunda, diyaframın üstünde, iki akciğer arasına yerleşmiş ve biraz sola eğik ve
tabanı yukarı dönük olan yumruk büyüklüğünde ve koni şeklindedir.
Kalp üstte iki kulakçık (Atrium), altta iki karıncık (Ventrikulus) olmak üzere toplam dört odacıklıdır.
a- Sağ Kulakçık: Vücuttan alt ve üst ana toplardamarlarla gelen kirli kanın toplandığı kısımdır
b- Sağ Karıncık: Sağ kulakçıktan gelen kirli kanı akciğer atardamarıyla akciğerlere pompalayan kısımdır
c- Sol Kulakçık: Akciğerlerden, akciğer toplardamarıyla gelen temiz kanın toplandığı kısımdır.
d- Sol Karıncık: Sol kulakçıktan gelen kanın aort’la vücuda pompalandığı kısımdır
Kalbin ortasından dikey uzanan perde kalbi sağ ve sol bölüm olmak üzere ikiye ayırır. Bu perde kirli ve
temiz kanın karışmasını önler.
28
Kalpte dört tane kapakçık bulunur. Bu kapakçıklar kanın geri dönmesini engeller. Kapakçıkların tek yönlü
açılması sonucu kan ger zaman tek yönlü ilerler.
Her bir kulakçık ve karıncık arasında atrioventriküler (AV) kapakçık bulunur. Bu kapakçıklar;
Sağ kulakçık ile sağ karıncık arasında üç parçalı Triküsbit kapakçık vardır.
Sol kulakçık ile sol karıncık arasında iki parçalı Biküsbit (Mitral) kapakçık vardır.
AV kapakçıklar, kulakçıklar kasıldığında kanın karıncıklara girişine izin verir. Ancak, karıncıklar
kasıldığında, kanın kulakçıklara geri dönmesine izin vermezler. Yani kapakçıklar, kanın kulakçıklardan
karıncıklara geçişine olanak verecek şekilde tek yönlü açılma özelliğine sahiptir.
29
Karıncıklardan çıkan aort ve akciğer atardamarlarının başlangıcında kalpten dışa doğru tek yönlü
açılan yarımay kapakçıkları (Semilunar kapakçıklar) bulunur. Yarımay kapakçıklar, kanın atardamarlara
girişine izin verirken, kalbe geri dönmesine izin vermeyecek şekilde tek yönlü açılırlar.
C – KALBİN ÇALIŞMASI
Kalbin kendisine özgü uyartı (impuls) yaratan ve ileten kan ve sinirlerden oluşmuş bir çalışma sistemi
vardır.
Kalp çalışması için gerekli uyarıyı kendisi başlatır. Bu nedenle kalp siniri sisteminden uyarı almadan da
çalışmaya devam eder. Ancak kalbin hızlı veya yavaş çalışması otonom sinir sistemi ve hormonlar tarafından
kontrol edilir.
Kulakçık ve karıncıkların kasılıp gevşemesi birbirine zıttır, yani kulakçıklar kasılırken karıncıklar gevşeme
durumuna geçer. Karıncıklar kasılırken, kulakçılar gevşerler.
Kalbin her odacığı kasılma sırasında içindeki kanı pompalar. Gevşeme anında ise içi kanla dolar.
Kanın yaptığı basınç ile kulakçık ve karıncıklar arasındaki kapakçıklar karıncık yönünde açılır ve kan pasif
çalışarak karıncıklara akmaya başlar.
İlk uyarı S.A.(Sinoatriyal düğüm)’dan başlar ve kasılma dalgalar halinde yayılarak sağ ve sol kulakçıkları
çalıştırır.
30
b- Kalbin çalışma işlemi sırasıyla:
1- Kalbin kulakçık ve karıncıkları yaklaşık 0.4 saniye gevşeme halinde bulunur. Bu sırada alt ve üst ana
toplardamardan gelen kan kulakçıklara ve karıncıklara dolar.
2- Kalbin sağ kulakçığında bulunan S.A. düğümde impuls başlatılır. Oluşan impuls ile kulakçıklar
kasılmaya başlar. Kulakçıkların kasılması 0.1 saniye sürer. S.A’da başlayan uyarı A.V’ye gönderilir.
Uyarı A.V’de 0.1 saniye bekletilir. Bu bekleme sırasında kulakçıklardaki kan karıncıklar dolması
sağlanır. Kulakçıklar kasılınca triküsbit ve biküsbit kapakçıklar (kulakçılar ile karıncıklar arasındaki
kapakçıklar) açılır ve kan karıncıklara dolar. Kan kulakçıklardan karıncıklara geçtikten sonra triküsbit
ve biküsbit kapakçıklar (kulakçılar ile karıncıklar arasındaki kapakçıklar) kapanır ve kanın kulakçıklara
geri dönmesi engellenir.
3- Karıncıklar kan ile dolduğunda A.V düğümde ikinci bir impuls başlatılır. A.V düğümü uyarıyı sağ ve
sol his demetleri aracılığıyla kalbin uç noktasına gönderir
4- Uyarı his demetlerinden Purkinje liflerine iletilir. Purkinje lifleri de uyarıyı karıncık kaslarına iletir ve
karıncıklar kasılır. Karıncıklar kasılınca semilunar (Atardamar başlangıcındaki kapakçıklar) kapakçıklar
açılır ve sağ karıncıktaki kirli kan akciğer atardamarına; sol karıncıktaki temiz kan aorta verilir.
Karıncıklar kasılarak kanı atardamarlar verdikten sonra atardamar başlangıcında bulunan semilunar
kapakçıklar kapanır ve kanın kalbe geri dönmesi engellenir. Kan, karıncıkların kasılması ile atardamara
verildiğinde kulakçıklar gevşeyerek toplardamardan gelen kanın kulakçıklara girmesi sağlanır.
31
Kalbin çalışması, kasılma ve gevşemeler ile sağlanır. Kasılma aşaması sistol, gevşeme aşaması diastol
olarak adlandırılır. Kalp, belli bir düzen içerisinde kasılıp gevşer. Kalbin bölmeleri kasıldığında (sistol
durumunda) kanı pompalar, gevşediğinde (diyastol durumunda) kanla dolar. Kulakçık ve karıncıkların kasılıp
gevşemesi birbirine zıttır. Kalbin bir pompalama, bir kanla dolma döngüsüne kardiyak (kalp) döngü denir.
NOT:
1. Peysmeyker: Hareketi başlatıcı
1- Kulakçık ve Karıncık Diastolü (Kalbin dinlenmesi): 0.4 saniye. Kalbin kulakçık ve karıncıkları
yaklaşık 0.4 saniye gevşeme halinde bulunur. Bu sırada alt ve üst ana toplardamardan gelen kan önce
kulakçıklara sonra karıncıklara dolar. Bu sırada yarımay kapakçıkları kapalıdır.
2- Kulakçık Sistolü, Karıncık Diastolü: 0.1 saniye. Kulakçıklar kasılır ve kulakçıklarda kalan kanın
tamamı karıncıklara dolar.
3- Karıncık Sistolü, Kulakçık Diastolü: 0.3 saniye. Karıncıklar kasılınca yarımay kapakçıklarının açılır
ve karıncıklardaki kan atardamarlara geçer. Bu sırada AV kapakçıklar kapanır ve böylece karıncıktaki
kanın kulakçıklara dönmesi engellenir.
32
NOT :
2. Eğer kan, yapısı bozuk kapakçıktan geriye doğru fışkırırsa, kalp üfürümü adı verilen anormal bir ses oluşturur.
Bazı insanlar kalp üfürümü ile doğarlar; bazı insanlarda ise kapakçıklar bir enfeksiyon sonucu bozulabilir.
3. Kalbin ritmik kasılma ve gevşemesinin atardamarlarda hissedilmesine nabız denir. Dinlenme halindeki bir
bireyin nabzı 75 civarındadır.
33
2- Adrenalin (epinefrin) ve Tiroksin hormonu gibi hormonlar kalp atışını hızlandırır.
3- Ruhsal gerginlikler, heyecan, korku, stres vb. durumlarda adrenalin miktarında artış meydana
geldiği için kalp atışı hızlanır.
4- Kandaki CO2 miktarının artması kanın pH’ını düşürür. Bunun sonucunda kanın asitliği artar.
Kandaki bu değişiklik omurilik soğanı tarafından algılanır ve kalp atışı hızlanır.
5- Vücut sıcaklığının artışı Sinoatriyal düğümü (SA) uyarır ve kalp atışı hızlanır. Ateşli hastalıklarda
kalp atışının hızlanması bu nedendendir.
6- Kafein, çay ve nikotin gibi bazı kimyasal maddeler kalp atışını hızlandırır.
NOT :
1. Kalbi hızlandıran ve yavaşlatma merkezi ayrıca hipotalamus tarafından da kontrol edilir.
KAN DAMARLARI
İnsanın dolaşım sisteminde kanın vücut içinde dolaşmasını sağlayan atardamar, toplardamar ve kılcal
damar olmak üzere üç çeşit damar vardır.
34
A – ATARDAMARLAR (Arter)
Görevi, taşıdıkları kan içinde bulunan oksijeni, besin maddelerini vb. vücudun her tarafına ulaştırmaktır.
Akciğer atardamarı dışındaki atardamarlar bol O2 bulunduran temiz kan taşırlar. Akciğer atardamarı ise;
vücutta kirlenerek kalbin sağ karıncıktaki kirli kanı temizlenmek üzere akciğere götüren atardamardır ve
kirli kan bulundurur.
Atardamarların karıncıklara bağlandığı yerde kanın kalbe geri dönmesini engelleyen yarımay
kapakçıkları bulunur. Bunun dışında atardamarlarda kapakçık bulunmaz. Çünkü kalp zaten kanı sürekli
olarak ve çok kuvvetli bir şekilde pompalamaktadır.
Kalbin kasılıp gevşemesi sırasında kanın atardamar çeperine yaptığı basınca tansiyon adı verilir.
Karıncıkların kasılması sırasında oluşan basınca büyük tansiyon, karıncıkların gevşemesi sırasında
oluşan basınca ise küçük tansiyon denir. Sağlıklı bir insanda dinlenme halinde büyük tansiyon 120
35
mmHg, küçük tansiyon 70mmHg’dır. Tansiyon sfigmomanometre adı verilen alet ve stetoskop ile
ölçülür.
a) Dış Tabaka
En dış tabaka lifli bağ dokudan meydana gelmiştir. Bu lifli bağ doku elastik liflerden meydana
gelmiştir. Kalpten çıkan
Dış örtüdeki lifli bağ dokusu her kalp atışı atardamarın genişleyip daralmasını ve böylelikle kalp atışı
sırasında oluşan kan basınca karşı damarların dayanıklılığını arttırır.
b) Orta Tabaka
Bu elastik lifler, hem kan basıcına karşı atardamarın dayanıklılığını artırır hem de atardamar duvarına
esneklik sağlayarak kanın akışını kolaylaştırır
Atardamarların iç yüzü tek sıralı yassı örtü epiteli (Endotel) ile kaplıdır.
Endotel, damar içinde pürüzsüz bir yüzey oluşturur. Bu sayede kanın damar içinde kolay akması
sağlanır.
3) Basınç farkı.
NOT:
1. Atardamar duvarına iki tip sinir bağlıdır. Bunlardan birisi tarafından taşınan impulslar düz kasların
kasılmasına diğeri ise gevşemesine neden olur. Bu şekilde kas tabakasının kasılıp gevşemesi, atardamar
lümeninin(iç boşluk) genişliğini bu da belli bir oranda giden kan miktarını düzenler.
B – TOPLARDAMARLAR
36
Karbondioksitçe zengin kan taşır (akciğer toplardamarı hariç).
Akciğer toplardamarı, akciğerlerde temizlenen kanı kalbin sol kulakçığına getiren toplardamardır ve
temiz kan bulunur.
Çapları atardamarlara göre daha büyük olduğu için fazla miktarda kan taşır.
Vücudun alt kısımlarındaki toplardamarlarda yukarı doğru açılan tek yönlü kapakçıklar bulunur. Bu
kapakçıklar kanın aşağı geri dönmesini engeller.
Atardamarlardan farklı olarak dış tabakada bağ dokusu lifleri az, orta tabakada ise elastik lifler yoktur,
bu nedenle esnek değildir.
3) Damar içinde, kalbe doğru tek yönlü açılan kapakçıkların kanın geri dönmesini engellemesi.
4) Toplardamarların çevresindeki iskelet kaslarının kasılıp gevşemesi ile damara dışarıdan yapılan
basınç.
5) Soluk alıp verme sırasında göğüs boşluğunda meydana gelen basınç farkı. Nefes alırken göğüs
boşluğu genişler ve basınç düşer. Kan bu boşluğa dolar.
7) Yerçekimi. Kalbin üstünde bulunan doku ve organlardaki kanın kalbe dönmesini sağlar.
Yerçekimi, kalbin altında kalan damarlarda negatif etki yapar.
37
C – KILCAL DAMARLAR
Bağ doku ve kas doku bulunmaz. Bu nedenle kasılıp gevşeme özelliği yoktur. Tek sıralı epitel dokudan
(endotel) meydana gelmiştir.
Kılcal damarların çapları çok küçüktür. Ancak bir atardamar çok sayıda kılcal damara açıldığı için
kılcalların toplam kesit alanı, kendisine kan getiren atardamardan daha fazladır. Bu nedenle kılcal
damarlardan geçen kan iyice yavaşlar. Madde alışverişinin tamamlanabilmesi için kılcal damarlardaki
kanın akış hızı çok yavaş ve sabit hızdadır.
Kılcal damarlar, yarı geçirgen özelliktedir. Bu nedenle kan plazmasındaki büyük protein molekülleri
dışındaki kısmı doku aralıklarına sızarak doku sıvısını oluşturur. Kan ile doku hücreleri arasında madde
alışverişinin gerçekleştiği damarlardır. Bu nedenle dokular içine yayılarak yüzey alanını arttırırlar.
1) Basınç farkı.
NOT:
2. Atardamarlarım kılcal damarlara ayrıldığı yerlerde, düz kaslardan oluşan ve prekapiler sfinkter olarak
adlandırılan yapılar bulunur. Bu yapılar kasılıp gevşeyerek kılcal damarlardan geçen kan miktarını ayarlarlar.
Böylece metabolik faaliyetin fazla olduğu organlara ulaşan kan miktarı artarken, metabolik faaliyetin az
olduğu organlara ulaşan kan miktarı azalmış olur.
38
Damarlar Arasındaki İlişki
39
KAN DAMARLARI İLE DOKU HÜCRELERİ ARASINDA MADDE ALIŞVERİŞİ (Starling
Hipotezi)
Doku hücrelerinin çevresi doku sıvısı ile kaplıdır. Kan ile hücreler arasındaki madde alış verişi, doku
sıvısı aracılığı ile olur. Madde alış verişinin gerçekleşmesinde, kan basıncı ve kanın ozmotik basıncı olmak
üzere iki gücün etkisi vardır.
40
Kan basıncı (hidrostatik basınç): Kalbin kasılıp gevşemesiyle kan plazmasının damara yaptığı
basınca denir. Kan basıncı kanı damardan dışarı iten güçtür.
Ozmotik basınç: Kan plazmasında bulunan kan proteinlerinin meydana getirdiği basınçtır. Osmatik
basınç, doku sıvısını damarın içine çeken güçtür. Osmatik basıncı sağlayan kan proteinlerinden
bazıları Albumin, globulin ve fibrinojen’dir.
Kılcallarda, atardamar ucundan toplardamar ucuna doğru gidildikçe kan basıncı düşer. Ancak kandaki
büyük proteinler sayesinde osmatik basınç sabit kalır.
41
Kılcal damarların atar damar ucunda kan basıncı, ozmotik basınçtan daha yüksek olduğu için su ve
çözünmüş maddeler kılcal damarlardan doku sıvısına itilir (süzülme). Kılcalların toplardamar ucunda ise
ozmotik basınç, kan basıncından büyüktür. Bu yüzden kılcalların toplardamar ucunda dokular arasındaki
maddeler doku sıvısından kılcal damarlara geçer (emilim).
Kılcal damarlarda kan ile doku hücreleri arasında gerçekleşen madde geçişlerini açıklayan bu
görüşe Starling Hipotezi denir. Kılcal damarlarda madde geçişinde etkili olan kan basıncı ve kanın
ozmotik basıncı, Starling kuvvetleri olarak bilinir.
Açıklanan bu olay sayesinde kan ile oksijen ve besin monomerleri doku hücrelerine, doku hücrelerinde
meydana gelen atık maddelerde kana verilerek dokulardan uzaklaştırılmış olur.
42
Kılcal damarlarda difüzyondan başka çok az miktarda endositoz ve ekzositoz olur. Bazı küçük
proteinler endositoz ile alınır, ekzositozla doku sıvısına iletilir.
Starling hipotezine göre, süzülme ile çözünmüş madde önce dokular arasına geçer. Doku aralıklarına
sızan sıvı içerisinde; küçük proteinler, amino asitler, glikoz, gliserol, yağ asitleri, vitaminler, su,
madensel tuzlar ve O2 bulunur. Doku sıvısındaki maddelerin bir miktarı osmos, difüzyon, aktif taşıma gibi
yöntemlerle hücreler tarafından alınır, hücrelerde oluşan CO 2 ve amonyak gibi maddeler doku sıvısına
verilir. Doku sıvısının bir kısmı kılcalların toplardamar ucundan tekrar kana geçer. Ancak bu geçiş yeterli
olmadığı için dokularda normalden fazla sıvı kalır. Bu doku sıvısı lenf damarları ile emilerek tekrar dolaşıma
katılır. Lenf sistemi ile dokularda sıvı birikimi önlenmiş olur.
43
KAN DOLAŞIMI
A – KÜÇÜK DOLAŞIM
Kalpteki oksijence fakir kanın akciğer atardamarı ile sağ karıncıktan çıkıp akciğerlere giderek
oksijence zenginleştikten sonra akciğer toplardamarıyla sol kulakçığa dönmesine küçük kan
dolaşımı denir. Bu işlem sırasıyla;
3- Kan, sağ ve sol akciğerdeki kılcallardan (akciğer kapilleri) geçerken alveollerden oksijeni alır,
karbondioksiti verir.
4- Akciğeri terk eden oksijence zengin kan, akciğer toplar damarı (venleri) ile kalbin sol
kulakçığına gelir.
44
Oksijence zengin bu kan kulakçığın kasılması ile gevşemiş olan sol karıncığa iner.
B – BÜYÜK DOLAŞIM
Oksijence zengin kanın aortla sol karıncıktan çıkıp tüm vücudu dolaştıktan sonra alt ve üst ana
toplardamarlarla kalbin sağ kulakçığına dönmesine büyük kan dolaşımı denir. Bu işlem sırasıyla;
2- Aort atardamarı oksijence zengin kanı dokulara taşır (aorttan ayrılan ilk kol, şekilde
görülmeyen koroner damardır, koroner damarlarla öncelikle kalp kasına kan sağlanmış olur).
3- Aortun yukarı giden kolu (şah damarı), baş ile kolların kılcallarına kanı taşır.
4- Aortun aşağı giden kolu karın iç organları ile bacakların kılcallarına kanı taşır.
Kılcalların birleşmesi ile oluşan ince toplardamarlar, kanı kalın toplardamara taşır.
5- Baş, boyun ve kollardan gelen oksijence fakirleşmiş kan, üst ana toplardamara yönelir.
6- Her iki ana toplardamar da oksijence fakir kanlarını sağ kulakçığa boşaltır.
45
UYARI !!: Kanın dolaşımını daha iyi anlayabilmek için büyük ve küçük kan dolaşımı ayrı ayrı anlatılmıştır.
Gerçekte ise büyük ve küçük kan dolaşımı aynı anda gerçekleşir. Çünkü sağ ve sol karıncıklar aynı anda kasılır.
Sağ ve sol kulakçıklar aynı anda kasılır. Karıncıklar kasıldığı zaman sağ karıncıktaki kan akciğerlere, sol
karıncıktaki kan ise aort ile dokulara taşınır.
46
C – ORGANLARIN DAMAR BAĞLANTILARI
a- Böbrek
Böbrekler kanı süzerek idrar oluşturan organlardır. Bu nedenle böbreklerden geçen kanın atık
madde derişimi azalır.
b- Karaciğer
47
Karaciğer üç farklı damarla bağlantı yapar. Bu damarlardan karaciğer atardamarı ve kapı
toplardamarı karaciğere kan getiren damarlardır. Karaciğer toplardamarı ise kanı karaciğerden
uzaklaştırır.
2- Kapı toplardamarı sindirim organlarından (ince bağırsak, mide, kalın bağırsak, dalak ve
pankreas) aldığı kanı karaciğere getirir.
Bol karbohidratlı besinler tüketildikten sonra kapı toplardamarından gelen glikozun bir
kısmı karaciğerde glikojen olarak depolanır. Bu nedenle;
48
Karaciğer toplardamarındaki glikoz derişimi > Kapı toplardamarındaki glikoz derişimi
KAN DOKU
A – KANIN İŞLEVLERİ
a- Taşıma işlevi
B – KANIN YAPISI
Ergin bir bireyde ortalama 4 – 5 litre kan bulunur. Kan santrifüj edildiğinde plazma ve kan
hücreleri olarak adlandırılan iki kısma ayrılır.
50
a- Plazma
Kan plazmasının %90 kadarı su, geriye kalanı suda çözünmüş olan organik ve inorganik
maddelerdir.
1- İyonlar: İyonların toplam derişimi kanın ozmotik dengesinin sağlanmasında önemli rol
oynar. Bazı iyonlar kan pHʼsının düzenlenmesinde görev alır.
51
Albümin ve globülinler damarlardan dışarı çıkamazlar ve osmatik basınç
oluşmasını sağlarlar. Bu basınç vücut hücreleri ile plazma arasında madde alış
verişinin yapılmasında etkilidir. Ayrıca hormon ve daha birçok maddeyi
bağlayarak plazmada taşınmasına yardımcı olurlar.
Bazı proteinler, suda çözünmeyen ancak kanda proteinlere bağlı olarak bulunabilen
lipitlerin taşıyıcısıdır.
Globülinler alfa, beta ve gama olarak üç sınıfta incelenirler. Bunlardan alfa ve beta
globülinler karaciğer tarafından yapılıp, kanda lipidler ile yağda eriyen vitaminleri
taşırlar. Gama globülinler ise immunoglobülinlerdir. İmmunoglobülinler bağışıklıkta
görevlidirler.
Fibrinojenler, kan damarları yaralandığında pıhtılaşma yolu ile buraları tıkama işini
üstlenmişlerdir.
3- Kan ile taşınan maddeler: Plazmada, vücudun bir bölümünden diğerine taşınan besin
maddeleri, metabolik artıklar, solunum gazları ve hormonlar bulunur.
NOT:
1. Pıhtılaşma maddesi olan fibrinojeni uzaklaştırılmış kan plazmasına, serum denir.
2. Kan plazması ve doku sıvısının (plazmanın çok daha yüksek derişimde protein içermesi
dışında) içerikleri aynıdır. Doku sıvısı ile de lenfin içeriği aynıdır.
b- Kan Hücreleri
52
1- Alyuvarlar (eritrositler)
Ömürleri 120 gün kadardır. Ömrünü tamamlayan alyuvar hücreleri dalak, lenf
düğümleri ve karaciğerde parçalanır. Yıkım ile oluşan demir, dalak ve kırmızı kemik
iliğinde depolanarak yeniden alyuvar yapımında kullanılır. Hem’in diğer kısmı ise
bilirubine çevrilerek karaciğere taşınır. Biluribin karaciğerde safra üretiminde
kullanılır. Safra bağırsağa gönderilir daha sonra dışkı ile atılır.
Bir alyuvarda yaklaşık 250 bin hemoglobin bulunur. Her hemoglobin dört oksijen
bağlayabilir. Dolayısıyla her hemoglobin yaklaşık bir milyon oksijen taşıyabilir.
2) Oksijen azalır.
2- Akyuvarlar (lökositler)
Renksiz, iri çekirdekli, büyük ve sabit bir şekli olmayan kan hücreleridir.
Lökositler vücuda giren yabancı maddeleri hem fagositoz yaparak hem de antikor
üreterek vücut savunmasında görev alan hücrelerdir.
Sağlıklı bireylerin 1 mm3 kanında 5000 – 10000 akyuvar bulunur. Vücuda mikrop veya
toksin girdiğinde akyuvar sayısı arttırılır.
54
Çekirdek ve mitokondri gibi organelleri vardır. Enerji ihtiyaçlarını oksijenli solunum
ile karşılarlar. Amip gibi yalancı ayak oluşturup aktif hareket ederler. Gerekli durumlarda
kılcal damarlardan doku sıvısına ve lenf sistemine geçerek mikroplarla savaşabilirler.
Trombositler birbirine ve bağ dokusu ipliği olan kollajene bağlanarak pıhtı oluşumunda
rol oynarlar.
Tüm kan hücreleri, kemik iliğinde bulunan kök hücreler (pluripotent kök hücreler)
tarafından yapılır
55
KANIN PIHTILAŞMASI
Vücudumuzda oluşan kesikler veya sıyrıklar kanda bulunan maddeler sayesinde tıkanarak
tamir edilir. Böylece kan kaybetmemiş oluruz. Kanda sürekli olarak bulunan tıkayıcı madde
inaktif durumdaki fibrinojendir. Fibrinojenin aktif şekli fibrindir. İplikçikler halinde olan fibrin
kanın hücrelerini toplayarak çöker ve pıhtıyı oluşturur.
2) Trombositler, kan kaybını acil olarak önlemek amacı ile bir tıkaç oluşturur.
56
KAN GRUPLARI
Kan grubunu alyuvar zarında bulunan antijenler belirler Alyuvar zarında A antijeni bulunanlar
A kan grubunda; B antijeni bulunanlar B kan grubunda; hem A hem B antijeni bulunanlar AB kan
grubunda; A ve B antijeni bulunmayanlar ise O kan grubundandır.
Genel anlamda antijen (aglütinojen) vücut tarafından yabancı görülen veya reddedilen madde
demek, antikor (aglütinin) ise bu yok edilmek istenen antijene karşı oluşan karşı madde demektir.
Ancak vücut sadece kendi yapısında bulunan antijenlere “self-antijenlere” karşı
antikor yapmamaktadır.
57
Kan grubunu belirlemek amacıyla bireyden alınan kan örneklerinin üzerine A ve B antikorlarını
içeren serumlar ayrı ayrı damlatılır. Çökelmenin olması, ilgili antijenin varlığını kanıtlar. Böylece kan
grubu belirlenir. Aynı zamanda Anti-D serumu damlatılarak Rh durumu belirlenir.
I numaralı bireyin kanına Anti-A serumu damlatıldığında çökelmenin olursa bireyin kanında A
antijeni olduğu anlaşılır. Anti-B serumu damlatıldığında çökelme olmaz ise bireyin kanında B
antijeninin olmadığı anlaşılır. Çökelme olup olmadığına bakılarak I numaralı bireyin A kan grubunda
58
olduğu anlaşılır.
UYARI:
Kan alış verişinin yapılabilmesi için alıcının Antikoru ile vericinin antijeninin uyumuna bakılır. Eğer Alıcının
antikoru ile vericinin antijeni aynı tip değilse kan alış verişi gerçekleştirilir.
Eğer vericinin kanında alıcı için yabancı bir antijen (A ya da B antijeni) var ise alıcı tarafından
üretilen antikorlar (anti A ya da anti B) yabancı antijene tutunur ve kan hücreleri birbirine yapışarak
kümelenir. Bu olaya çökelme (aglütinasyon) adı verilir. Oluşan çökelme damarın tıkanmasına yol
açacağından ölüme neden olur.
Yukarıdaki şemaya göre; O kan grubu, alyuvarlarının zarında antijen içermediğinden bütün
gruplara kan verebilir. AB kan grubu, plazmasında antikor olmadığından bütün gruplardan kan
alabilir. Bu nedenle O grubu genel verici, AB grubu ise genel alıcı olarak bilinir. Ancak bu, pratikte
uygulanmaz. Çünkü B grubundan bir kişi, AB grubuna sahip birine kan verecek olursa, vericinin
plazmasındaki B antikorları alıcı kişinin A antijenleri ile birleşerek çökelmeye neden olabilir. Bu
nedenle genel alıcı ve genel verici teorik olarak doğru olsa da pratik olarak doğru değildir.
Kan nakillerinde esas olan aynı kan grupları arasındaki nakillerdir. Kan nakli yapılacağı zaman
alıcı ve vericinin kanları dış ortada karıştırılır. Eğer çökelme olmaz ise kan nakli yapılır, aksi halde
kan nakli yapılmaz.
Rh Faktörü
Kan alış verişlerinde kan gruplarından başka etkili olan diğer bir faktör de Rh faktörüdür.
Normal durumda Rh (–) kan gruplu bireyin kan plazmasında anti – Rh antikoru (Anti–D)
doğal olarak bulunmaz. Ancak Rh (+) antijenli kanla karşılaştığı zaman antikor oluşur. Bu
nedenle Rh (–) grubunda olan bir insana ilk kez Rh (+) kan verilecek olursa kuvvetli bir
reaksiyon görülmeyebilir. Çünkü alıcının kanında hazır halde anti–Rh antikoru yoktur. Bu
andan itibaren Rh (–) bireyin kanında Rh antikorları oluşur ve birikir. Aynı kişiye ikinci kez
59
Rh (+) kan verilirse önceden oluşan antikorlar, Rh antijenine sahip alyuvarların çökelmesine
neden olur ve birey ölür. Bu nedenle Rh (–) bir birey, Rh (+) bir bireye kan verebilir fakat
ondan kan alamaz.
NOT:
1. İnsanlarda kan gruplarını belirleyen alyuvar zarındaki antijen ve plazmadaki antikordur. Antijen
i1e antikor birleşmesine aglütinasyon (çökelme) denir.
2. “D proteinine sahip” olan kişiler Rh(+), “D proteinini olmayan” kişiler Rh(–) olarak isimlendirilir.
Rh(-) kişilerin vücudunda Rh antikoru (D proteini) hiç yoktur ve bu protein bağışıklık sistemi için
tamamen yabancı bir maddedir.
B – KAN UYUŞMAZLIĞI
Rh (–) anne ile Rh (+) babanın Rh (+) grubundan fetüsün meydana gelmesi durumunda görülür.
Fetüs Rh (–) olduğu için fetüsün alyuvarlarında Rh antijeni bulunur. Hamileliğin başlarında
anne ve embriyo arasındaki madde alış verişini sağlayan plesanta, bu antijenlerin anneye
geçmesini engeller. Ancak doğuma yakın dönemlerde plesantanın geçirgenliğinin artmasıyla
fetüsteki Rh antijenleri annenin kanına geçer. Rh grubundaki annenin akyuvarları bu antijene
karşı Rh antikoru üretir. Plesanta aracılığı ile fetüse geçen antikorlar, fetüsün alyuvarlarını
parçalar. Bu olay “eritroblastosis fetalis” olarak adlandırılır. Sonuçta bebekte kansızlık ve
sarılık görülür.
İlk hamilelikte, annenin fetüsün antijenlerine karşı antikor üretimi belirli bir süre alır. Bu
nedenle, ilk Rh (+) bebek antikorlara yakalanmadan doğabilir. Ancak ikinci ve daha sonraki
Rh (+) bebeklerin kurtulma şansı yoktur. Çünkü annenin akyuvarları Rh antijenini daha
önceden tanıdığı için kısa sürede antikor oluşur ve fetüse geçerek kan uyuşmazlığına neden
olur.
Bunu önlemek için anneye Rh (+) kana ilk bebeğini doğurduktan sonra, Rh antikorları
enjekte edilir. Bu antikorlar annenin bağışıklık sistemi devreye girmeden Rh antijenlerini
parçalar. Dolayısıyla annenin Rh antikoru üretimi engellenerek, bundan sonra doğacak Rh
(+) kana sahip bebekler kurtarılmış olur.
60
LENF SİSTEMİ
Balıklar hariç tüm omurgalılarda kan dolaşım sistemi dışında lenfatik sistem (lenf sistemi) adını
alan ikinci bir dolaşım sistemi bulunur.
Lenfatik sistem; lenf kılcalları, lenf damarları ve lenf düğümlerinden oluşmuştur. Lenfʼin
alyuvarı ve atar damarı yoktur.
A – LENF KILCALLARI
Bir ucu kapalı diğer ucu lenf toplardamarına açılan tüp şeklinde borucuklardır. Doku hücreleri
arasına bir ağ gibi yayılmışlardır. Tek tabakalı epitel hücre yapısındaki duvarları çok geçirgendir. Kan
61
kılcalları, büyük kan proteinlerinin doku sıvısına çıkışına izin vermediği halde bir miktar küçük
protein doku sıvısına çıkar. Bu proteinlerin yeniden kana taşınması gerekir. Doku sıvısına çıkan
proteinler lenf kılcallarına geçer ve lenf yolu ile kana taşınır. Lenf kılcallarına geçen doku sıvısı lenf
(akkan) adını alır.
B – LENF DAMARLARI
Lenf damarları birleşerek daha büyük lenf damarlarını oluşturur. Lenf damarlarının çeperlerinde
düz kaslar vardır. Düz kasların ritmik kasılmaları ile lenf sıvısı ileri doğru hareket ettirilir. Ayrıca
iskelet kaslarının sıkıştırıcı etkisi ve lenf damarları içindeki kapakçıklar lenfin tek yönlü hareket
etmesinde önemli etkendir. Lenf damarları kalbe yaklaştıkça sürekli birleşerek iki büyük lenf
damarını meydana getirir. Bunlar;
a- Birinci lenf damarı: Göğüs lenf kanalı adını alır ve vücudun alt bölgesinin lenfini, sol
köprücük kemiği altındaki kan toplardamarına taşır.
b- İkinci lenf damarı: Büyük lenf damarı adını alır ve vücudun üst bölgesinin lenfini sağ
köprücük kemiği altındaki toplardamara taşır.
C – LENF DÜĞÜMLERİ
Lenf düğümleri lenf damarlarının dolaşım sistemi ile birleştiği yerlerde bulunan özel hücre
kümeleridir. Bu yapılarda lenfosit denilen akyuvarlar meydana getirilir.
62
En önemli lenf düğümleri dalak ve bademciklerdir. Bundan başka koltuk altlarında, kasık
bölgesinde, göğüs kemiğinin üzerinde, timüs bezinde ve boyun bölgesinde bulunur.
Lenf düğümlerinin içinde çok miktarda akyuvar bulunur. Lenf bu düğümlere girer, lenf
düğümlerinde bulunan lenfositleri alarak çıkar. Lenf düğümleri bakteri ve virüslere karşı vücut
savunmasında önemli işleve sahiptir
Sindirim sisteminden (ince bağırsaktan) yağları (şilomikron şeklinde) alıp kana taşımak
b- Ödem:
Doku hücreleri arasında sıvı birikmesine ödem denir. Ödem durumunda sıvı, hücre içinde
hareket eder ve hücreler şişer. Beyin hücreleri sıvı artışına en hassas yapılardır.
Ödem Nedenleri:
63
DOLAŞIM SİSTEMİ HASTALIKLARI
A – Ateroskleroz
B – Anemi (Kansızlık)
Kan miktarının veya kandaki alyuvar sayısının normalin altına düşmesi durumudur. Farklı
sebepleri olabilir. Bunlar arasında;
64
Demir alımının veya emiliminin yetersizliği sonucunda ortaya çıkabilecek demir eksikliğine
bağlı olarak hemoglobinin yetersiz üretilmesi,
Kemik iliklerinin çeşitli sebeplerden dolayı görevini yapamaması sonucunda kan yapımının
azalması,
Kandaki akyuvar sayısının kontrolsüz ve zarar verici düzeyde artmasıdır. Kanserli akyuvar
hücrelerinin fonksiyon yapabilme gücü çok azdır veya yoktur. Löseminin en karakteristik özelliği,
diğer dokulara hızla yayılmasıdır. Lösemik hücreler karaciğere, lenf bezleri gibi bölgelere yayılır.
Lösemik hücrelerin çoğalması kontrol altına alınmazsa vücut sıvısındaki besin maddelerini, amino
asitleri, vitaminleri hızla tüketir. Protein kaybı ve kişinin enerjisinin azalması sonucu kişide hayati
tehlike oluşturur.
Büyük tansiyonun 140 mmHg’dan, küçük tansiyonun 90 mmHg’dan yüksek olması durumudur.
Hipertansiyonun sebebi; beslenme bozuklukları, aşırı kilo, metabolizma bozuklukları, stres, genetik
gibi faktörler olabileceği gibi hormonal sistem, böbrek rahatsızlıkları gibi başka hastalıkların etkisi
de olabilir. Hipertansiyon şayet tedavi edilmezse uzun vadede ölümle sonuçlanabilecek kalp krizi,
beyin kanaması, böbrek hasarı, felç veya görme bozuklukları ortaya çıkar. Uzun süre yüksek kan
basıncına maruz kalan damarlarda kalınlaşma olur. Bu durum damarların esnekliğini azaltır.
Damarlarda daralmalar meydana gelir.
65
E – Koroner Damar Rahatsızlıkları
Kalbi besleyen damarlara koroner damar adı verildiği anlatılmıştı. Bu damarların çapları
küçüktür ve kolesterol, bağ dokusu, kalsiyum gibi maddeler birikerek damar çeperinin kalınlaşmasına
ve dolayısıyla daralmasına neden olur. Damarların daralması ve tıkanması, daralmanın olduğu yerde
kanın pıhtılaşmasına ve böylece bu bölgenin devamındaki kan miktarının yetersiz hâle gelmesine
neden olur. Bunun sonucu olarak dokular kan ile beslenemez ve bir süre sonra doku ölümü görülür.
Böyle bir durumda ortaya çıkan kalp krizi kişinin ölümüne dâhi sebep olabilir. Koroner damarların
daralması durumunda koroner damarın tıkalı bölgesinin yerine o bölgenin işlevini gerçekleştirecek
şekilde kişinin kendi vücudundan alınan damar, bypass operasyonu ile aorta bağlanır ve kalbin
beslenmesi sağlanır.
Kalp krizi, kalp kasının bir bölümünün o bölgeye yetersiz kan akışından dolayı kalıcı hasara
uğraması sonucu meydana gelir. Kalbi besleyen damarların kan akımının çeşitli nedenlerle ani
azalması veya kesilmesi sonucu kalp kasında hücre ölümü gerçekleşir. Kalp krizinde erken tanı ve
müdahale çok önemlidir. Her geçen zaman harap olan kalp kası miktarı arttığından ritim
bozukluklarından yaşamı yitirme olasılığı da artar. Bu nedenle hastaların kalp krizinden
kaybedilmelerinin önlenmesi, krizin gerçekleştiği andan itibaren mümkün olan en kısa sürede
hastaneye ulaşmasına bağlıdır. Kalp krizinin risk faktörleri hipertansiyon, hiperkolesterolemi,
diyabet, sigara ve ailede erken yaşta koroner kalp hastalığı görülmesidir. Kalp krizinin en önemli
belirtisi göğüs kemiğinin arkasındaki göğüs ağrısıdır, fakat özellikle diyabet hastalarında ve
yaşlılarda, bu ağrı çok belirsiz olabilir ya da hiç hissedilmeyebilir (sessiz kalp krizi). Beraberinde
sıklıkla soğuk terleme, sıkıntı ve ölüm korkusu da vardır. Ayrıca nefes darlığı, öksürük, baş dönmesi
ve sersemleme, bayılma, mide bulantısı ve kusma görülebilir. Hastaya zamanında müdahale edilebilir
ise tıkalı damarın açılması ile kalp kasının ölmesi önlenebilir.
Kalp krizinden korunmak için kan basıncının, kan şekerinin ve kolesterol seviyesinin düzenli
aralıklarla kontrol edilmesi, meyve ve sebze bakımından zengin, az hayvansal yağ içeren diyetler
uygulanması, sigara kullanılmaması, fazla kilolu olanların kilo vermesi, spor yapılması ve stresten
uzak durulması tavsiye edilmektedir.
66
G – Varis
Varis özellikle bacaklarda görülür. Deri yüzeyine yakın toplardamarlar genişler ve büklüm
büklüm olur. Bu durum deri yüzeyinde gri-mor çizgiler hâlinde gözlenir. Kanın kalbe doğru tek yönlü
olarak akmasını sağlayan toplardamarlarda bulunan kapakçıklar genetik faktörler, gebelik, sigara
kullanımı, meslek gereği uzun süre ayakta kalmak gibi nedenlerden dolayı gerilir ve deforme olur.
Gerilen kapakların kapatma özellikleri zayıfladığı için kan toplardamarlarda toplanır ve neticede varis
oluşur (Şekil). Varisli kişiler uzun süre ayakta durmaktan kaçınmalı, düzenli egzersiz, spor gibi
aktivitelerde bulunmalıdırlar.
Lenfoma, en hızlı ilerleyen kanser türlerinden biri olmasına karşın iyileşme sürecinde en çok
başarı sağlanan kanser hastalıkları arasındadır. Lenfomalar lenfatik yapılardaki normal hücrelerin
yerinde anormal şekil ya da hızlı bölünme özellikleri olan hücrelerin ortaya çıkması neticesinde lenf
düğümlerinin şişmesiyle kendini gösteren ve lenfositlerden oluşan urlardır. Lenfomanın belirtileri
arasında en sık görülen boyunda, koltuk altında veya kasık bölgesinde rastlanan ağrısız şişliklerdir.
Ayrıca ateş, kilo kaybı, hâlsizlik, yorgunluk hissi, gece terlemesi, iştahsızlık da diğer belirtiler
arasındadır. Her lenfoma hastası için tedavi kendine özgü olup hastalığın evresine, hücre tipine,
hastanın yaşına, hastanın tedaviyi kaldırıp kaldıramayacağına ve lenfoma tipinin hızlı ya da yavaş
seyirli oluşuna göre değişmektedir.
67
I – Kangren
Kangren, dokuları besleyen atardamarların herhangi bir sebeple, yetersiz hâle gelmesi
sonucunda yaşanan doku ölümleridir. Örneğin kan dolaşımına, hasta bir kalpten bir pıhtı atılabilir. Bu
pıhtının atardamarı tıkamasına emboli denir ve sonuçta tıkanan damarın beslediği dokuda kangren
oluşur. Şeker hastalığı da atardamarların yapısını bozarak tıkanmalarına ve sonuçta kangrene neden
olur. Bu durum daha çok ayak parmaklarında görülür. Darbe ve kemik kırıkları sonucunda da o organı
besleyen damarın sıkışıp tıkanmasıyla kangren meydana gelebilir. Aşırı soğukların yol açtığı donma
durumları da kangren sebebidir. Soğuk, damar çeperindeki hücrelerin zedelenmesine neden olur ve
kan dolaşımını engelleyen bir ödem oluşur. Birey etkilenen bölgede bir yanma ve ağrı hissi duyar.
Bir süre sonra ağrı diner ve beslenemeyen doku canlılığını yitirir, bal mumuna benzer bir hâl alır.
68
J – Felç
O2 yokluğuna bağlı olarak beyindeki sinir dokusunun ölmesidir. Felç genellikle başta bulunan
atardamarların tıkanması ya da yırtılması sonucu oluşur. Felçin etkileri ve bireyin yaşama şansı,
hasarlı beyin dokusunun büyüklüğüne ve yerine bağlıdır. Pıhtı çözücü ilaçların kısa sürede
kullanılması, kalp krizi ya da felcin etkilerini azaltabilir. Damar tıkanıklığı sonucu oluşan diğer bir
hastalık da kangrendir. Kangren, belirli bir doku veya organı besleyen atardamarların tamamen
tıkanması durumudur. Bunun sonucunda besin ve oksijen alamayan doku veya organ canlılığını
kaybeder.
BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ
69
İnsanların su, hava ve besin yoluyla vücutlarına giren virüs, bakteri ve diğer patojenlerden korunması
gerekir. Patojenik organizmaların insan vücuduna girerek çoğalmalarına enfeksiyon denir. Vücudumuzun
enfeksiyonlara karşı gösterdiği tepkilere ise bağışıklık (immunity) adı verilir. Bağışıklığın oluşmasını
sağlayan yapı ve organların tamamına ise bağışıklık sistemi denir.
Bağışıklık sistemini meydana getiren organlar: kemik iliği, timüs, dalak, lenf düğümleri
(bademcik, lenf düğümleri) ve karaciğerdir.
a- Kırmızı kemik iliği: Retiküler hücrelerle karaciğerdeki kupfer hücreleri birlikte Retikulo-
endoteliyal sistemi oluşturur. Tüm kan hücreleri kemik iliğinde üretilir.
1- Bu sistem fagosite etme, antikor üretme gibi faaliyetlerle vücudu savunur.
b- Timüs bezi: Bağ dokudan yapılmıştır. Tiroit bezinin alt kısmında bulunur. Bölmeli yapıya sahiptir.
Timüs bezi bölmelerinde lenfositler ve retiküler hücreler bulunur. Timüs bezi 25 yaşlarından sonra
körelir.
1- Timüs bezi doğumdan hemen önce ve sonrasında lenfositleri aktifleştirir.
2- Kemik iliğinde üretilen lenfositler timüs bezinde olgunlaşarak T lenfositlere dönüşür. T lenfositler
daha sonra lenf düğümlerine yerleşir.
c- Dalak: Diyaframın altında, karın boşluğunun sol üst tarafında, bulunur. Temel görevi;
1- Kanı süzmek, lenfosit ve monosit üretmektir.
2- Embriyonik dönemde kan yapım yeridir.
3- Yaşlı alyuvarları, kan pulcuklarını fagosite eden hücrelere sahiptir.
4- Dalaktaki makrofajlar, bakteriler, hücresel atıkları, alyuvarları ve trombositleri parçalar.
d- Bademcikler: Yutak duvarına gömülmüş haldedir. Solunum ve sindirim yoluyla vücuda giren
mikroplara karşı savunma oluşturur.
e- Lenf düğümleri: Lenfositler bulunur. Lenf sistemine taşınan metabolik atıklar ve enfeksiyon
etkenleri lenf düğümlerinde süzülür. Bu esnada düğümler sertleşir ve büyür. Koltuk altında,
kasıklarda, çene altı, boyun, dirsek ve göğüs bölgelereinde bulunur.
f- Karaciğer: Karaciğerde kupffer hücreleri fagositoz yapar.
g- Mukoza içi düğümleri: Sindirim kanalı, nefes borusu, yemek borusu gibi yerlerde lenf dokusu
kümecikleri bulunur.
BAĞIŞIKLIK OLUŞMASI
İnsan vücudu, hastalık etkenlerine karşı koymak ve korunmak amacıyla birbirleriyle bağlantılı üç savunma
hattı geliştirmiştir. Bu üç savunma hatlarından ilk ikisi özgül olmayan savunma mekanizmalarıdır. Üçüncüsü ise
mikroplara karşı özgül bağışıklık sağlar. Özgül olmayan savunma hattı; tüm hastalık etkenlerini ayırt etmeden
vücuda girişini engeller veya yok etmeye çalışır. Özgül olan üçüncü savunma hattında ise her antijeni yok etmek
amacıyla özel savunma geliştirilir.
70
A – ÖZGÜL OLMAYAN BAĞIŞIKLIK (Savunmanın birinci ve ikinci hattı)
a- Savunmanın birinci hattı
Hastalık etkenlerinin vücudumuza girişini engeller. Savunmanın birinci hattında deri, ağız, burun, göz,
mide ve epitel doku ve bunların salgıları bulunur.
Savunmanın birinci hattında bulunan yapılar ile aşağıdaki işlevler yapılır.
Solunum yollarındaki mikroplar mukusa yapışarak dışarı atılır.
Beslenme yoluyla vücuda giren mikroplar midenin asit salgısı ve enzimleri ile yok edilir.
Gözyaşı, solunum kanalı ve sindirim kanalında bulunan lizozim salgısı mikropları parçalar.
Derideki keratin tabaka ile pH değerinin düşük olması mikropların vücudumuza girişini önler.
b- Savunmanın ikinci hattı
Özgül olmayan savunmanın ikinci hattı içte olup, birinci savunma hattını geçmiş mikroplara ayırım
göstermeksizin saldıran yapılardan oluşur.
Bu hatta fagositik akyuvarlar, antimikrobiyal proteinler, doğal katil hücreler ve iltihaplanma (yangısal
tepki) bulunur.
1- Fagositik akyuvarlar
Fagositik akyuvarlar, fagositoz ile yuttukları mikropları hücre içindeki lizozom organeli yardımıyla
parçalarlar. Nötrofil, monosit ve eozinofil olmak üzere üç çeşittir.
Nötrofiller: Enfeksiyonlu dokuya girerek, buradaki mikropları yutarak parçalarlar. Ömürleri birkaç
gündür.
Monositler: Oluştuktan birkaç saat sonra dokulara giderek makrofajlara dönüşürler. Makrofajlar
büyük ve uzun ömürlü hücrelerdir. Bazıları organlarda sürekli kalırken, bazıları vücutta dolaşır
ve mikropları fagositoz ile yutar.
Eozinofiller: Sayıları nötrofil ve monositlere göre çok azdır. Büyük parazitleri yok ederler.
2- Antimikrobiyal proteinler
Antimikrobiyal proteinlere örnek olarak virüslerle enfekte olmuş hücrelerin salgıladıkları interferonlar
verilebilir. İnterferonların etki mekanizması aşağıda şematize edilmiştir.
71
NOT:
1. İnterferonlar belirli bir virüs türüne özgü değildir. Bir virüse karşı üretilen interferonlar, başka virüs
çeşitlerine de etki edebilir.
2. Aynı zamanda interferonlar fagositoz yapan hücreleri uyararak mikroorganizmaların fagositoz ile yok
edilmesini sağlar.
İltihaplanma sırasında gerçekleşen ilk olay kılcal damarlarda genişlemedir. Genişleyen damarların
geçirgenliği artar. Böylece iltihaplanma bölgesinde sıvı ve hücre (özellikle lökosit) birikimi olur.
72
B – ÖZGÜL BAĞIŞIKLIK (KAZANILMIŞ BAĞIŞIKLIK) (Savunmanın üçüncü hattı)
İlk iki savunma hattından farklı olarak savunmanın üçüncü hattı mikroba özgü tepkiler verilmesini sağlar.
Bu hatta bir akyuvar çeşidi olan lenfositlerin ürettiği antikorlar görev yapar.
Özgül bağışıklıkta B lenfositleri ve T lenfositleri olmak üzere iki çeşit lenfosit görev yapar.
B lenfositleri ve T lenfositleri kemik iliğindeki kök hücrelerin farklılaşması ile oluşur. Kökenleri aynı
olan bu hücreler olgunlaştıkları yere göre adlandırılır.
– B lenfositleri fetüs döneminde karaciğerde, doğumdan sonra kırmızı kemik iliğinde
olgunlaşır.
– T lenfositleri timus bezinde olgunlaşır.
Vücuda girdiğinde yabancı olarak kabul edilen ve antikor oluşumuna sebep olan tüm
moleküllere antijen denir. Patojen virüsler, bakteriler, mantarlar, protozoalar ve parazit solucanlar
insanlar için antijendir. Polen ve nakledilmiş dokuların yüzeyinde de antijenler bulunabilir.
Vücudumuza antijenlerin girmesi B ve T lenfositlerini uyararak çoğalmalarına neden olur.
Antijenle karşılaşan lenfositlerin bir kısmı antijenle savaşan kısa ömürlü hücrelere, bir kısım ise antijeni
tanıyan uzun ömürlü hafıza (bellek) hücrelerine dönüşür. Bu olaya birincil bağışıklık denir.
Aynı antijen bir süre sonra tekrar vücuda girdiğinde hafıza hücreleri daha kısa zamanda, daha çok ve
daha uzun süre kanda kalan antikorlar üretir. Buna da ikincil bağışıklık denir.
Bağışıklık sistemi antijenlere karşı humoral bağışıklık ve hücresel bağışıklık olmak üzere iki çeşit tepki
gösterir.
a- Humoral bağışıklık
B lenfositleri tarafından üretilen antikorlar ile sağlanır.
Antijenle karşılaşan B lenfositlerinin bir kısım plazma hücrelerine dönüşüp antikor üretirken, bir kısmı
da hafıza hücrelerine dönüşür.
Antijene özgü olan antikorlar molekül olarak Y harfine benzerler. Antikorun iki kolunda bulunan uç
noktalar, antijenle anahtarın kilide uyması gibi özgün olarak bağlanır ve onları etkisiz hale getirir.
NOT:
73
Antikorlar antijenleri fagosite etmez. Yani B lenfositler antijenle doğrudan ilişkiye girmez. Antijene
özel antikorlar üretir. Antikorlar vücut sıvıları yoluyla (kan ve lenf) antijene ulaşır. Antikorlar,
mikropların yüzeylerinde bulunan antijenlerle tepkimeye girerek antijen – antikor kompleksini
oluşturur.
Antijen – antikor kompleksi; nötralizasyon, kümeleşme veya çökelme meydana getirebilir. Bu
durum, mikropların fagositik hücreler (nötrofiller, monositler, makrofaj) tarafından parçalanmasını
hızlandırır. Kompleman olarak adlandırılan bir grup protein enfeksiyon yokken işlevsizdir. Antikor,
bakteri gibi yabancı bir hücreye bağlandığında aktifleşir. Kompleman protein, antikora bağlanır ve
yabancı hücrenin duvarında bir delik açılmasını sağlar. Bu delikten yabancı hücre içine su girer ve
yabancı hücre patlar.
75
T lenfositler kanserli hücreler ve doku naklinde de savunma yaparlar. Kanser hücrelerinin yüzeyi
normal hücrelerin yüzeyinden farklı ise T lenfosit tarafından yabancı olarak görülüp yok edilir. Böbrek
gibi bir organ veya deri gibi bir doku parçası bir kişiden alınıp başka bir kişiye verilecek olursa bu
organ veya doku, T lenfositler tarafından yabancı olarak tanınır ve parçalanır. Doku uygunluğu çok
fazla olursa doku nakli yapılmaktadır.
76
BAĞIŞIKLIĞIN KAZANILMASI
A – DOĞAL BAĞIŞIKLIK
Canlının genetik özellikleri nedeniyle doğuştan sahip olduğu bağışıklıktır. Vücut savunmasının birinci ve
ikinci hattında bulunan yapılar (deri, epitel doku, fagositik hücreler ve antimikrobiyal proteinler gibi) canlıya
doğal bağışıklık sağlar. Doğal bağışıklık kalıtsal olup, türe ve ırka özgüdür. Örneğin zenciler sarı humma
hastalığına karşı doğal bağışıklıdır. Ayrıca diğer canlılarda ölümcül olan sığır vebası ve tavuk kolerası gibi
hastalıklar insanlarda etkili değildir.
77
B – KAZANILMIŞ BAĞIŞIKLIK
Canlının sonradan kazandığı bağışıklıktır. Aktif bağışıklık ve pasif bağışıklık olmak üzere ikiye ayrılır.
a- Aktif bağışıklık
Vücudun kendi ürettiği antikorlar ile bağışıklık kazanmasıdır. Aktif bağışıklık hastalığı
geçirme ve aşılama ile kazanılabilir.
1- Hastalığı geçirme ile
Suçiçeği, kızamık ve kabakulak gibi hastalıkları genellikle bir kez geçiririz. Bunun nedeni bu
hastalıklar sırasında bazı lenfositler bellek hücrelere dönüşür. Bellek hücreleri antijenle ikinci kez
karşılaştığında hızlı bir şekilde antikor üreterek hastalığa yakalanmamızı engeller.
2- Aşılama ile
Etkisizleştirilmiş bakteri toksinleri, öldürülmüş mikroplar veya canlı fakat hastalık yapma özelliği
zayıflatılmış mikrop kullanılarak hazırlanır. Yani aşı, hastalık yapma özelliği yitirilmiş antijenleri içerir. Aşı
yapılacak kişinin sağlıklı olması gerekir.
Aşı yapılan kişinin vücuduna antijen verildiği için bu antijenlere karşı antikor oluşur. Böylece kişide
bağışıklık hafıza meydana gelmiş olur. Daha sonra aynı mikrop vücuda girdiğinde (hastalık geçirmiş kişi
gibi) hafıza hücreleri sayesinde hızla antikor üretilir (ikinci tepki).
Bazı aşıların bağışıklığı bir yıl (tifo), bazılarının üç yıl (çiçek hastalığı), bazılarının ise beş-yedi yıl
(difteri, tetanoz) sürer.
Sağlıklı bireylere uygulanır.
Koruyucu bir yöntemdir.
Uygulandığı bireyde yapay yolla aktif bağışıklık sağlar.
Aşılama basamakları;
1) Sağlıklı insana aşı yapılarak zayıflatılmış hastalık etkine (antijen) enjekte edilir.
2) Vücuttaki lenfositlerden bir kısmı verilen antijeni tanıyan ve yok eden antikorlar üretir.
3) Lenfositlerin bir kısmı hastalık etkenini tanıyarak hızla antikor üretecek olan hafıza hücrelerine
dönüşür.
4) Aşılanan kişi daha sonra aynı hastalık etkeni ile karşılaştığında vücudu hızla antikor üretir ve
hastalık etkenini etkisiz hale getirir.
78
b- Pasif bağışıklık
Pasif bağışıklık başka bir canlıda üretilmiş antikorların hasta bir bireye aktarılması sonucu sağlanır.
Pasif bağışıklık doğal (anne sütü ve plasenta ile) ya da yapay (serum) yolla kazanılabilir.
1- Doğal yolla
Hamilelik sırasında annede bulunan bazı antikorlar (IgG) plasenta aracılığıyla anneden bebeğe geçer.
Doğumdan sonra da anne sütünde bulunan antikorlar (IgA) antikorlar emzirme ile bebeğe geçer. Bu yolla
bebeğe geçen antikorlar sayesinde doğal yolla pasif bağışıklık sağlanmış olur. Bu antikorlar bebekte kaldığı
birkaç hafta ile birkaç ey arasındaki bir süre boyunca bağışıklık devam eder.
2- Serum ile
Serum eldesi için at ve sığır gibi hayvanlar kullanılır.
Hasta bireylere uygulanır. Tedavi edici bir yöntemdir.
Uygulandığı bireyde yapay yolla pasif bağışıklık sağlar.
3) Attan alınan kan santrifüj edilerek ayrıştırılır ve antikor içeren serum elde edilir.
5) Serum içindeki antikorlar hastalık etkenini yok eder ve pasif bağışıklık kazanmış olan hasta iyileşir.
79
VİRAL HASTALIKLAR
AIDS, Kırım – Kongo kanamalı ateşi ve grip virüslerin neden olduğu hastalıklardan bazılarıdır. HIV,
insanlarda AIDS hastalığına neden olan bir virüstür. Bu virüs T lenfositlerini etkileyerek çalışmalarını baskılar.
Bu nedenle AIDS hastalarının enfeksiyonlara ve kansere karşı olan duyarlılıkları artar.
1- Kırım – Kongo Kanamalı Ateş (KKKA)
Bazı kene türleri aracılığı ile insanlarında aralarında bulunduğu bazı memeli ve kuş türlerine bulaşan
viral bir hastalıktır.
Hastalık etkeni virüsün insanlara geçişi genellikle virüs taşıyan kenelerin kan emmesi sırasında olur.
Ayrıca virüs bulaşmış diğer hayvanlardan da hastalık geçişi olabilir.
İnsanlarda Kırım-Kongo kanamalı ateşine sebep olan Nairovirüstür. Bu virüs bağışıklık sistemine ve
damar hücrelerine zarar verir, azaltır. Pıhtılaşmayı sağlayan trombosit sayısını azalttığından ölümle
sonuçlanabilen kanamalara neden olur. Nairovirüs, bir RNA virüsüdür.
Hastalık ateş, üşüme, titreme, baş ağrısı, halsizlik, kas ağrıları, yüzde ve gözlerde kızarıklık, bulantı,
kusma ve ishal şikayetleri ile ortaya çıkar. Bunların yanında kollarda, bacaklarda ve sırtta şiddetli ağrı, bazen
kusma, karın ağrısı veya ishal, duygu-durum değişiklikleri olabilir. Kanama-pıhtılaşma mekanizmalarının
bozulması sonucu yüz ve göğüste kırmızı döküntüler, gözlerde kızarıklık, gövde, kol ve bacaklarda
morluklar, burun kanaması, dışkıda ve idrarda kan görülür.
Vücuda yapışan kene, uzman kişiler tarafından kesinlikle ezilmeden ve kenenin ağız kısmı
koparılmadan (bir pensle sağa sola oynatılarak) çıkarılmalıdır. Kenenin ağız kısmının deri içinde
kalmamasına dikkat edilmelidir. Kenenin ezilmesi, sıkılması salgılarının deriyi enfekte etmesine neden
olabilir. İşlem sırasında ve sonrasında kene çıplak elle tutulmamalıdır. Spesifik bir tedavisi olmadığı için
ortaya çıkan semptomlara yönelik tedaviler ve destek tedavisi uygulanır.
80
2- AIDS (Acquired Immune Deficiency Syndrome) (Edinilmiş Bağışıklık Eksikliği Sendromu)
HIV (Human immunodeficiency virus) adı verilen virüsün sebep olduğu hastalıktır.
HIV virüsü vücuda kanla, üreme organlarının salgılarıyla ve anneden bebeğe plasenta yoluyla ya da
anne sütüyle geçebilir.
Virüs vücuda girdiğinde bir süre durgunluk dönemi geçirir, bu aşamada bireyde herhangi bir belirti
oluşmaz. Bir süre sonra aktif dönemin başlamasıyla belirtiler de kendini gösterir. Hücre içine giren virüs
ters transkriptaz adı verilen enzim ile DNA sentezler ve hücre DNA’sı ile birleşir. Bu viral DNA’lara göre
protein sentezi başladığında hücre ölür.
Hastalık, virüs vücuda girdikten 8 – 10 yıl sonra da ortaya çıkabilir. HIV virüsü bağışıklık sistemini
etkisiz hale getirir. Bu nedenle normalde hastalık yapmayan organizmalarda hastalık yapabilir. Bu virüs çok
hızlı mutasyona uğradığından aşısı geliştirilememiştir. Ancak tedavi yöntemleri ile hastaların daha uzun
süre yaşamaları sağlanabilir.
3- Grip
Grip, bazı virüslerin neden olduğu bir üst solunum yolu hastalığıdır. Halsizlik, yüksek ateş ve eklem
ağrıları gibi belirtileri vardır. Grip virüsü bir RNA virüsü olup çok sık mutasyona uğramaktadır. Bu nedenle
her yıl yeni bir aşı üretilmektedir. Grip olan bireyler yaklaşık bir hafta içinde iyileşirler. İyice dinlenmek ve
bol sıvı tüketimi bu süreyi kısaltır.
Grip insandan insana temas, öpüşme ve öksürük gibi yöntemlerle geçer. Bu nedenle hasta olan kişilere
temas etmemeli, onlarla ortak eşyalar kullanılmamalıdır.
4- Alerjik Tepkiler
Vücudumuza girdiğinde alerjik tepkilere neden olan antijenlere alerjen denir. Bağışıklık sistemimizin
alerjenlere karşı gösterdiği tepkilere ise alerji denir. Alerjenler beslenme ve solunum gibi yollarla vücuda
girerek tepkilere neden olabilir.
Alerji, alerjen (alerjiye neden olan) maddelerin uyarısı ile ortaya çıkan, şişme, ağrı, ısı artışı ve
kızarıklıkla kendini gösteren yangı tepkisidir. Bitki polenleri, yer sarmaşığı zehiri, böcek zehiri, yılan zehiri
ve penisilin gibi bazı maddeler alerjendir.
Alerjinin ortaya çıkmasında kişinin, genetik eğiliminin olması ve alerjenle karşılaşmış olması gerekir.
İlk karşılaşma kişide duyarlılık yaratır. Sonraki karşılaşmalar bağışıklık cevapların tekrarlanmasına ve zarar
verici etkilere yol açar.
En sık rastlanan alerji, IgE antikorları ile ortaya çıkar. Örneğin saman nezlesinde plazma hücreleri,
polenlere özgü IgE salgılar. IgE antikorları mast hücrelerine bağlanır. Daha sonra mast hücrelerine tutunmuş
IgE antikorları polene bağlanır. Bu durum mast hücrelerinin histamin salgılamasına neden olur. Histamin
etkisi ile yangı oluşur. Bunun sonucunda hapşırma, burun akması, göz yaşarması ve solunum zorluklarına
neden olan düz kas kasılmaları gibi alerjik belirtiler oluşur. Antihistaminler, histamin reseptörlerini
kapatarak bu belirtilerin yok olmasını sağlar. Arı zehiri veya penisiline karşı aşırı hasas olan kişilerde
anafilaktik şok ortaya çıkabilir. Bu durumda histamin etkisi ile aniden damarlar genişler ve kan basıncı
düşer. Birkaç saniye içinde ölüm olabilir.
81
5- Otoimmun Hastalıklar
Bağışıklık sistemi vücuda giren yabancı antijenleri yok etmek üzere özelleşmiştir. Vücudumuz
tarafından üretilen antijenler de vardır. Bu antijenlere self antijen denir. Self antijenler, vücudumuz
tarafından üretildiği için bağışıklık sistemimiz tarafından yabancı antijen olarak algılanmaz ve herhangi bir
sorun ortaya çıkmaz.
Ancak bazen bağışıklık sistemi bireyin kendine ait dokularını yabancı antijen olarak algılayarak
antikor üretir. Bunun sonucunda da çeşitli hastalıklar ortaya çıkar. Bu hastalıklara otoimmün
hastalıklar denir.
Çölyak hastalığı, eklem romatizması, multipl skleroz (MS) ve insüline bağlı
diyabet bu hastalıklara örnek olarak verilebilir.
Çölyak hastalığı genetik ve çevresel faktörlerin etkisiyle ortaya çıkan bir hastalıktır. Hastalığa buğday
ve çavdar gibi tahılların içinde bulunan gluten adı verilen bir protein neden olmaktadır. Bu hastalığa sahip
bireyler gluten aldıklarında bağışıklık sistemi tepki verir. Oluşan iltihaplanma sonucunda ince bağırsağın iç
yüzeyindeki villuslar azalır ya da kaybolur. Bu durum bağırsaktaki emilimi aksatarak gelişmenin
yavaşlamasına neden olur.
Diğer bir otoimmun hastalık olan eklem romatizması, eklemdeki ve kemik ve iç kıkırdaklarda ağrılı
yangınlara ve hasarlara yol açar.
Tip I şeker hastalığı böyle bir durumda ortaya çıkar. Pankreasta insülin üretiminden sorumlu beta
hücreleri bağışıklık sistemi hücreleri tarafından tahrip edilir ve insülin üretimi gerçekleşemez.
82
SOLUNUM SİSTEMİ ( GAZ ALIŞVERİŞİ)
Bütün canlıların yaşamlarını devam ettirebilmesi için enerjiye ihtiyaçları vardır. Gerekli olan bu
enerjiyi aldıkları organik besinlerin kimyasal bağlarından karşılarlar. (Organik besinleri meydana
getiren moleküllerin yapısındaki atomları bir arada tutan bağlar enerji taşırlar. Parçalandıklarında
bu enerji açığa çıkar).
Yani, reaksiyonların meydana gelmesi için oksijenin hücreye alınması ve reaksiyonlar sonucu açığa
çıkan karbondioksitin hücreden uzaklaştırılması gerekir.
Genel anlamda solunum, bir organizma ile organizmanın bulunduğu ortam arasındaki gaz değişimi
demektir.
Küçük organizmalar, oksijen ve karbondioksiti doğrudan doğruya etrafındaki havadan veya sudan
difüzyon ile alıp verirler.
İleri yapılı canlılarda ise durum biraz daha komplekstir. Özel solunum sistemleri gelişmiştir.
SOLUNUM ÇEŞİTLERİ
a- DIŞ SOLUNUM:
Solunum organlarıyla dış ortamdan (Hava veya su) O2 alınıp CO2 verilmesi olayına “Dış
Solunum” denir.
b- İÇ SOLUNUM:
Solunum organıyla alınan oksijenin hücrelere kadar taşınması, hücrelerde açığa çıkan
karbondioksitin aynı yolla solunum organlarına getirilmesi olayına “İç Solunum” denir.
Ayrıca kan ile hücreler (Dokular) arasındaki gaz değişimi de iç solunum kapsamındadır.
83
UYARI :
1. SOLUNUM (HÜCRESEL SOLUNUM): Solunum ile solunum sistemi karıştırılmamalıdır. Solunum sistemi O 2 ve
CO2 gazlarının alışverişini açıklar. Solunum ise organik besinlerin O 2 kullanılarak veya kullanılmayarak yıkılması ve
ATP elde edilmesi demektir. Detaylı bilgi için solunum konusuna bakınız.
Doku ve hücreler ile kanda H+ düzeyini dar sınırlar içinde sabit tutarak homeostazisi korumaktır.
İnsanda solunum sistemi organları, burun, yutak, gırtlak, soluk borusu ve akciğerlerdir.
A – SOLUNUM ORGANLARI
a- Burun:
Burun boşluğundan geçen hava kılcal damarlarla kısmen ısıtılır, nemlendirilir ve içindeki hava yabancı
maddeler süzülerek tutulur. Tutulan yabancı maddeler, yutularak veya balgam şeklinde dışarı atılır.
b- Yutak (Farinks):
Küçük dil ve bademcikler burada bulunur. Bademcikler zararlı mikropların tutulmasına yardım eder.
c- Gırtlak (Larinks):
Gırtlak, ağız boşluğunun son kısmında, soluk borusunun başlangıç kısmında bulunur.
85
Yutak ile soluk borusunu birbirine bağlar.Kıkırdaktan yapılmıştır.
İç yüzeyindeki epitel doku, gırtlağın yan duvarlarında bir çift kıvrıntı yaparak ses tellerini oluşturur.
Ses telleri, sakin durumda birbirinden ayrılır, ses meydana gelirken yaklaşır ve dudak şeklini alır. Ses
meydana geleceği zaman birbirine yaklaşan ses telleri, akciğere giren ve çıkan havanın etkisiyle
titreşerek sesi meydana getirir.
Gırtlakta, besinlerin soluk borusuna geçmesini engelleyen bir kapakçık bulunur. Buna “Epiglot-
Epiglottis-Küçük dil” denir.
Besinler yutulurken gırtlak yukarı kalkar, bu sırada küçük dil(=epiglot) soluk borusunu kapatarak
besinin soluk borusuna geçmesini engeller.
Soluk borusu, gırtlak ile akciğerler arasında bulunur. 10-12 cm. uzunluğunda, 2cm çapındadır.
İçten dışa doğru; epitel doku, kıkırdak ve bağ dokudan meydana gelmiştir.
İç yüzeyi silli epitel dokuyla kaplıdır. Ayrıca epitel dokuda bulunan goblet hücreleri mukus salgılar.
Mukus, hareketli siller üzerinde ince bir tabaka oluşturur. İnce mukus tabakası, hem epitel yüzeyin
nemli kalmasını sağlar, hem de solunumla giren havadaki toz ve diğer yabancı maddeleri tutar.
Soluk borusunun yapısında epitel tabakasından sonra “C” harfi şeklinde kıkırdak doku tabakası
bulunur. Kıkırdak doku, soluk borusunun duvarlarının birbirine yapışmasını önleyecek şekilde bir
gerginlik sağlar.
86
En dıştaki bağ doku ise koruyucu görev yapar.
Soluk borusu arkada dördüncü sırt omuru hizasında iki kola ayrılır. Bu kollara bronş adı verilir. (Sağ
bronş daha uzun) Bronşlar, akciğerler içerisinde daha küçük çok sayıda kola ayrılır. Bu kollara
“Bronşçuk” denir. Bronşçuklara da milyonlarca “Alveol” denilen hava keselerine açılır.
Bronşların yapısı soluk borusuna benzer, tek fark kıkırdak halkalarının tam halka şeklinde olmasıdır.
Bronşçuklarda kıkırdak halkalar bulunmaz. Ama kaslı bir yapı vardır.
Soluk borusunun, arka yüzü düzdür, kıkırdak yoktur ve yemek borusu ile komşudur. Yemek borusuna
bakan tarafta kıkırdak olmaması, besinlerin yemek borusundan rahat bir şekilde ilerlemesine olanak
verir.
e- Akciğerler:
Akciğerler solunumla alınan oksijenin kana geçmesini sağlar. Kanın getirdiği karbondioksiti alarak
soluk yolu ile dışarı verir
Sağ akciğer üç bölmeli sol akciğer iki bölmelidir. Sol akciğerde, üçüncü bölme yerine kalp
yerleşmiştir.
87
Akciğerlerin etrafını iki tabakalı pleura zarı sarar. Damar, sinir ve bronşların akciğere girdiği yerde
pleura zarı yoktur. Akciğerleri saran iki tabakalı pleura zarları arasında lenf sıvısı bulunur. Lenf sıvısı,
akciğerlerin hareketlerini kolaylaştırır.
Bir akciğerde 300 milyon kadar alveol bulunur. (Bir alveolün çapı 0.25mm kadar)
Bronşlar akciğerlere girdikten sonra bronşçuk denen küçük dallara ayrılır. Bronşçukların yapısında
siller ve kıkırdak halkalar bulunmaz. (şekil-a)
Bronşçuklar daha sonra üzüm salkımı gibi görünen hava keseleri ile son bulurlar. Bu hava keselerine
alveol denir (şekil-b/c)
Alveollerin yüzeyi tek tabakalı yassı epitelden oluşmuştur. Bu gaz alış verişini hızlandırır.
Oksijen; alveollerde yoğun olup difüzyonla kılcal damarlara geçerek, alyuvarlardaki hemoglobinle
birleşir (Oksihemoglobin) ve kan ile dokulara doğru taşınır (şekil-d).
CO2; ise dokularda yoğun olup kandan alveollere doğru difüzyonla taşınır ve dışarı atılır (şekil-d).
88
89
NOT :
1. Alveollerin iç yüzeyi sürfaktan adı verilen bir madde ile kaplıdır. Sürfaktan protein ve fosfolipid karışımı bir salgı olup alveoldeki
gaz alış verişinin verimli bir şekilde gerçekleşmesini sağlar.
90
SOLUK ALIP VERME
Akciğerlerde kas olmadığı için akciğerler, kasılıp gevşeyemezler. Bu nedenle soluk alıp verme olayı
akciğerlerde meydana gelen hava basıncı değişimleri ile sağlanmaktadır. Akciğerlerdeki hava
basıncı diyafram kası ve kaburgalar arası kasların kasılıp gevşemesi sonucu değişir.
Her nefes alıp verdiğimizde diyafram ile birlikte göğüs boşluğu da hareket eder. Akciğerler göğüs
boşluğunun genişleyip daralmasına bağlı olarak genişleyip daralır.
a- SOLUK ALMA
Bu olaya soluk alma denir. Soluk alma sırasında oksijen alveol boşluğundan alveolleri saran
kılcal damarlara; karbondioksit ise kandan alveollere geçer. Bunun
sonucunda alveollerdeki CO2 yoğunluğu artarken O2 yoğunluğu artar. Memelilerde görülen bu soluk
almaya, negatif basınçla nefes alma yöntemi denir.
91
Soluk almak için diyafram ve kaburgalar arası kasların kasılması gerekir. Bu nedenle soluk alma
aktif bir olay olup enerji harcanır.
b- SOLUK VERME
4) Diyafram kasının gevşemesi ile akciğerler aşağıdan sıkıştırır Kaburga kaslarının gevşemesi
ile kaburgalar akciğerleri yanlardan ve yukardan sıkıştırır.
6) Akciğer basıncı > atmosfer basıncı olduğundan akciğerlerde sıkışan hava dışarı verilir.
92
Bu olaya soluk verme denir. Soluk verme ile alveollerdeki kirli hava vücuttan uzaklaştırılır. Soluk
vermek için diyafram ve kaburgalar arası kasların gevşemesi gerekir. Bu nedenle soluk verme pasif bir
olaydır.
Her soluk alış verişle akciğere giren ve akciğerden çıkan havaya tidal hacim denir. Dinlenme
halindeki insanlarda bu ortalama 500 ml kadardır. Maksimum düzeyde soluk alma ve soluk vermedeki
tidal hacim ise vital kapasite olarak adlandırılır. Ergin bir erkekte vital kapasite 4,8 L’dir. Kuvvetli nefes
verdikten sonra akciğerlerde kalan havaya rezidüel hacim denir. Yaşlandıkça akciğerlerimizin esnekliğini
yitirmesine bağlı olarak vital kapasite azalırken rezidüel hacim artar.
Nefesimizi kısa bir süre tutabilir ya da derin ve hızlı bir biçimde nefes alıp verebiliriz. Ancak çoğu
zaman solunum sistemi istemsiz olarak kontrol edilir. Soluk alış verişi arka beyinde bulunan omurilik
soğanı ve pons merkezleri tarafından denetlenir.
Metabolizmanın hızlı çalıştığı veya kapalı ırtamlarda uzun süre kalınması gibi durumlarda
kanda karbondioksit miktarı da artar. Bunun sonucunda kanın kan pH’ı düşer. Bu durum sinir
sistemindeki solunum merkezini (omurilik soğanı) etkiler. Bu merkezler, sinirler aracılığıyla
diyafram ve göğüs kafesini uyarır, soluk alış verişi hızlanır. Hızla oksijen alınır, karbondioksit
atılır. Böylece kandaki karbondioksit miktarı normal seviyeye düşürülerek kanın pH’ı
düzenlenmiş olur.
NOT :
1. Egzersiz yapan bir bireyde sırasıyla kas, dolaşım ve solunum sistemleri hızlanır.
2) Deniz seviyesinden yükseklere doğru çıkılması durumunda havanın kısmi basıncı azalır
ve soluk alış verişi hızlanır.
3) Adrenalin ve tiroksin hormonları metabolizma hızını artırdığı için soluk alış verişini
hızlandırır.
NOT :
2. Soluk alış veriş hızını omurilik soğanındaki ve beyindeki solunum merkezleri düzenler.
93
4. Akciğerlerinizi oluşturan 300 milyondan fazla alveolün çevresi sürfaktan isimli bir madde ile çevrilidir. Sürfaktan maddesi
bu keseciklerin açılıp kapanmasına yardım eder, yüzey gerilimlerini düşürür. Bu maddenin bir diğer fonksiyonu da nefes
verirken keseciklerin tamamen boşalmasını engellemesidir. Sürfaktan sayesinde en güçlü nefes verişte bile akciğerlerde belli
miktarda hava kalır. Bu şekilde alveol çevresinde dolaşan kan her zaman havayla temas edip vücudun tüm hücrelerine düzenli
olarak oksijen iletir. Sürfaktan, alveollerin yüzeyinde bulunan çok özel bir hücre grubu (tip II granüler pnömositler)
tarafından sentezlenir. Vücudun akciğer hariç hiçbir bölgesinde olmayan bu hücreler sayesinde, rahatlıkla nefes alıp
verebiliriz.
94
GAZLARIN VÜCUTTA TAŞINMASI
İnsanlardaki solunum organı olan akciğerlerin temel görevi, oksijenin gazının vücuda alınması ve
karbondioksit gazının vücuttan uzaklaştırılmasıdır. Solunum gazlarının vücut içindeki taşınması ise
dolaşım sisteminin görevidir. Kandaki O2 ve CO2‘nin kısmi basınçları, dolaşım sisteminin farklı
noktalarında değişiklik gösterir.
Basınç farkından dolayı alveol kılcallarından geçmekte olan kandaki CO 2 alveol boşluğuna; alveol
boşluğundaki O2 ise alveol kılcallarına geçer. Bu nedenle akciğer atardamarından, akciğer toplardamarına
doğru ilerleyen kanın O2 derişimi artarken, CO2 derişimi azalmış olur. Bu şekilde kalbe dönen kan, kalp
ile vücuda pompalanır.
Doku kılcallarında, basınç farklılıkları O2‘nin kandan doku hücrelerine; CO2‘nin ise doku
hücrelerinden doku kılcallarına geçmesine neden olur. Bu şekilde kalbe dönen kan, kalp ile akciğerlere
gönderilir.
95
SOLUNUM PİGMENTLERİ
Birçok hayvanda CO2 ve O2 taşınması kan ile gerçekleşir. Kanın sıvı kısmında O2 çok az miktarda
çözünür. Bu nedenle kanın gaz taşıma kapasitesini arttırmak için kanda solunum gazlarını taşıyan protein ve
metal iyonlarından oluşan solunum pigmentleri bulunur. Farklı canlılarda hemoglobin, hemosiyanin ve
hemoeritrin gibi farklı solunum pigmentleri bulunabilir.
Trake solunumu yapan canlılar haricindeki gelişmiş omurgasız ve omurgalıların tümü O 2 ve CO2‘i kan
aracılığıyla taşırlar. Trake solunumu yapan canlılarda kanda solunum pinenti bulunmadığı için kanları
renksizdir. Kanın en önemli özelliklerinden biri; CO2 ve O2 taşıma kapasitesinin çok yüksek olmasıdır.
Eritrosit içerisinde bulunan hemoglobin aynı zamanda kana kırmızı renk verir.
1) Solunum gazları ile tersinir tepkime verirler. Gaz derişiminin fazla olduğu bölgede gaza
bağlanırken, derişimin düşük olduğu bölgede gazdan ayrılırlar.
96
3) Kanın gaz taşıma kapasitesini artırıp, kana rengini verirler.
Solunum pigmentleri bazı canlıların kan hücreleri içinde, bazı canlıların ise kan plazmasında bulunur.
Örneğin hemoglobin omurgasızların kan plazmasında; tüm omurgalıların ise alyuvarlarında bulunur.
NOT :
1. Karbonmonoksit solunum pigmentleri ile tersinir tepkime vermez. Bu nedenle zehirlenmelere neden olur.
Hemoglobin
1) Bütün omurgalı hayvanlar ile bazı omurgasız hayvanlarda solunum pigmenti olarak hemoglobin
bulunur. Omurgalı canlılardaki hemoglobin pigmenti, bir demir atomu (hem) ile dört farklı
polipeptit zincirinden oluşur.
2) Tüm solunum proteinleri gibi hemoglobin de oksijeni tersinir olarak bağladığından akciğerlerde
ya da solungaçlardan aldığı O2‘yi vücudun doku kılcallarında bırakabilmektedir.
97
3) Dokulardaki O2ʼnin kısmı basıncı düştükçe, oksihemoglobinin hemoglobin ve O 2ʼe ayrışma
eğilimi de artar bu nedenle bu grafiğe ayrışma eğrisi denir. Grafikte görüldüğü gibi
hemoglobin akciğerlerde yaklaşık %98 O2ʼye doymuştur. Buna karşın dinlenme durumunda
yaklaşık %68 lik doymuşluk gösterir. %98 – %68 = %30ʼluk O2 dinlenme durumundaki
dokulara bırakılan O2ʼdir. Demek ki oksihemoglobin O2ʼnin yarısından azını dokulara
bırakmaktadır. Egzersiz sırasında oksihemoglobin O2 nin daha fazlasını dokulara bırakır.
Egzersiz yapan bireyde %98 – %18 = %80’lik oksijen dokulara bırakılmış olur.
4) Hızlı çalışan dokulardan fazla CO2 çıkar. CO2 kanın pHʼsını düşürür. Bu durumda hemoglobin
daha fazla O2 bırakarak hücrelere daha çok O2 girmesini sağlar. Yani pHʼdaki bir düşüş
hemoglobinin O2 ye karşı ilgisini azaltır. Hemoglobin O2ʼyi vücut sıcaklığının üzerindeki
sıcaklıkta daha kolay bırakır. Ağır egzersiz sırasında kasların fazla O2 ihtiyacı bu şekilde
karşılanmış olur.
5) Deniz seviyesinden yükseklere çıkıldıkça atmosferdeki O2 oranı azalır. Yaklaşık 5000 metre
yüksekliğe çıkan bir insanda bulantı ve baş ağırısı olabilir. Çünkü alveol içindeki O2 yoğunluğu
belli bir değerin altına düştüğünde, kana, vücudun ihtiyacı kadar oksijen girmez. Ancak bir süre
sonra kanda alyuvar sayısı arttırılarak yükseklerde yaşamaya uyum gösterilir.
98
NOT :
2. Karbonmonoksit solunum pigmentleri ile tersinir tepkime vermez. Bu nedenle zehirlenmelere neden olur. Karbonmonoksit (CO),
hemoglobinle O2 den daha çabuk bağ kurar ve ayrılmaz. Bu durumda hemoglobin O2 ile bağlanamaz ve görmede, işitmede,
düşünmede bozukluk hatta ölüm meydana gelebilir. Kalıcı beyin hasarları da sık görülen bir sonuçtur. Kömür dumanında, egzoz
gazında, doğal gazda, tütün dumanında CO olduğu unutulmamalıdır.
a- Oksijenin Taşınması:
İnsanın alyuvarlarında hemoglobin bulunur. Hemoglobin, kanda O2 ve CO2 taşıma kapasitesini artırır.
Hemoglobin demir ve protein bulunan bir moleküldür. Solunum gazlarıyla kolayca birleşip ayrılabilir.
a) Alveol Kılcallarında:
Hemoglobin, oksijen oranının yüksek olduğu yerde O2 ile birleşme eğiliminde, düşük olduğu
yerde de ayrılma eğilimindedir. Bu nedenle alveollerdeki oksijen difüzyonla alveol kılcallarına
geçer. Akciğer kılcallarında hemoglobin O2 ile birleşerek oksihemoglobin (HbO2) haline gelir;
b) Doku Kılcallarında:
Oksihemoglobin taşıyan kan önce kalbe gelir. Kalpten vücuda pompalanır ve dokulara ulaşır.
Dokularda O2 miktarı az, CO2 miktarı fazla olup kan pH’si azaldığı için O2 hemoglobinden ayrılır
ve plazmaya geçer.
Plazmadaki oksijen difüzyonla önce doku sıvısına, doku sıvısından da doku hücrelerine geçer.
99
b- Karbondioksitin Taşınması:
Karbondioksit suda oksijenden daha fazla çözünür. Bu nedenle kan plazmasındaki çözünmüş
karbondioksit miktarı çözünmüş oksijenden fazladır.
1- Kana giren CO2ʼnın %7 kadarı kan plazmasında çözünmüş olarak akciğerlere taşınır.
a) Doku Kılcallarında:
Doku hücrelerinde oluşan karbondioksit doku kılcallarına geçerek alyuvarın içine girer. Alyuvarın
içine giren karbondioksitin bir kısmı hemoglobin molekülü ile birleşerek karbominohemoglobini
(HbCO2) oluşturur ve bu şekilde alveol kılcallarına kadar taşınır.
b) Alveol Kılcallarında:
Serbest kalan karbondioksit molekülü önce alyuvardan kan plazmasına, sonrada alveole geçer ve
soluk verme ile vücuttan atılır.
3- Kana giren karbondioksitin %70 kadarı kan plazmasında bikarbonat iyonları (HCO3–) şeklinde
akciğerlere taşınır;
a) Doku Kılcallarında:
Doku hücrelerinde oluşan karbondioksit doku kılcallarına geçer ve sırasıyla aşağıdaki tepkimeler
gerçekleşir.
100
(H+) ve bikarbonat (HCO–3) iyonlarına ayrılır.
Bikarbonat iyonları ( HCO3–) ise difüzyonla alyuvarlardan çıkarak kan plazmasına geçer.
Hidrojen iyonları hemoglobine bağlı olarak; bikarbonat iyonları ise plazmada çözünmüş olarak
alveol kılcallarına taşınır.
b) Alveol Kılcallarında:
Alyuvara giren bikarbonat iyonlarının hemoglobinden ayrılan H + iyonları ile birleşir ve karbonik
asit (H2CO3) oluşur. Karbonik asit karbonik anhidraz enziminin etkisiyle CO2 ve H2O’ya ayrışır.
Alyuvarda oluşan CO2 önce kan plazmasına sonra alveole geçer. Soluk verme ile atmosfere verilir.
101
HATIRLATMA: CO2 taşınması üç yolla olur
NOT :
1. O2 nin %2 si kan plazması ile, %98 i ise alyuvar yardımı ile taşınır.
2. Eğer ortamda CO2 fazla ise karboksihemoglobinin O2’e ilgisi azalır. Bu sebeple CO2 artınca
hemoglobin daha çok O2’i serbest bırakır.
3. Kan vücut kılcallarından geçerken; O2 ve besin azalır, CO2 ve artık maddeler artar. Kan
akciğer kılcallarından geçerken; O2 artar CO2 azalır.
5. Vücut içindeki sıvılarda erimiş durumda bulunan gazların, basıncın çok düştüğü durumlarda gaz haline
geçerek kılcal damarları tıkamasıyla vurgun ortaya çıkar. Dış ortamda basınç azalınca örneğin dalgıçlar hızla
su yüzeyine çıktığında yada uçaklarda kabin basıncı düştüğünde, vücut sıvısındaki erimiş gazlar hava
kabarcıkları halinde genişlemeye başlar. Oksijen ve karbondioksit kısmen dokular tarafından alınabilir yada
hemoglobine bağlanabilir. Fakat azot bağ yapmadığı için kabarcıklar oluşturur ve bu kabarcıklar kılcal
damarları tıkar. Felç ve ölüm meydana gelebilir.
102
SOLUNUM SİSTEMİ SAĞLIĞI
Solunum sisteminin sağlığı, diğer sistemlerin sağlığını da etkiler. Açık ve temiz hava bol oksijen
sağladığından park ve orman gibi alanlarda yürüyüş yapılmalıdır. Ayrıca spor yapmak, yeterli ve dengeli
beslenmek, kapalı ortamda uzun süre kalmamak, sigara içmemek ve içilen ortamda bulunmamak solunum
sisteminin sağlıklı olması için önemlidir.
Spor, kan dolaşımını hızlandırarak hücrelere daha fazla besin ve oksijenin taşınmasını sağlar. Hücrelerde
enerji üretiminin artması, yapım tepkimelerini hızlandırır. Yeterli ve dengeli beslenmek, bağışıklık sisteminin
güçlenmesini ve solunum sistemi hastalıklarına karşı vücut direncinin artmasını sağlar.
Sigara içilmesi, tozlu ve kirli havanın solunması solunum sistemi ile ilgili yapıların zarar görmesine neden
olur. Sigara dumanı, karbonmonoksit içerdiğinden kanın oksijen taşıma kapasitesini azaltır. Ayrıca sigaradaki
katran soluk borusundaki titrek tüyleri birbirine yapıştırarak görev yapmasını önler.
Solunan hava içinde egzos gazlarının, kömür tozlarının ve diğer zehirli gazların bulunması solunum
organlarının zarar görmesine, iltihaplanmasına, esnek yapısının bozulmasına neden olarak zatürre, verem,
zatülcenp, astım, bronşit gibi solunum yolu hastalıklarını oluşturur.
103
Solunum yollarının uzun süreli iltihaplanması sonucu oluşan astım hastalığı, solunum yollarının
daralmasına ve duyarlılığının artmasına neden olur. Hücrelerin ürettiği mukus oranı artarak soluk alıp vermeyi
zorlaştırır. Bazı kişilerde çiçek tozları alerjik astıma neden olabilmektedir. Bu kişiler solunum zorluğu nedeniyle
solunum spreyi kullanır.
Bronşların uzun süreli iltihaplanması kronik bronşite neden olur. Bu hastalığa bağlı olarak zamanla
alveollerin esnekliğini yitirmesi ve yırtılması sonucu amfizem oluşur. Bu iki hastalık, akciğerlerin yapısını
bozarak KOAH’nın gelişmesine neden olur. KOAH hastalığı kana oksijen girişini azaltır, hastalar nefes almakta
zorluk yaşar ve solunum aygıtına bağlanır.
Karbonmonoksitin hemoglobine bağlanması oksijene göre daha kolay, ayrılması ise daha
zordur. Solunan havada bulunan CO hemoglobine daha hızlı bir şekilde bağlanır. Böylece sonucunda
oksijenin hemoglobine bağlanması engellenmiş olur. Bunun sonucunda hücreler oksijen yetersizliği
çekmeye başlar. Müdahale edilmez ise ölümle sonuçlanır.
3- Amfizem
Uzun süre sigara içilmesi, hava kirliliği olan ortamlarda yaşama, egzoz dumanları, aşırı tozlu
ortamlarda bulunmak gibi faktörler solunum sisteminin yapısını bozar ve enfeksiyonlara neden olur.
Alveoller esnekliğini kaybeder. Nefes alıp verme zorlaşır şiddetli nefes darlıkları görülür.
4- Tüberküloz (Verem)
Mycobacterium tuberculosis türü bakteri tarafından oluşturulur. Bu bakteri farklı organlara yerleşip o
organlarda da vereme sebep olabilmekle birlikte (kemik veremi, cilt veremi gibi) çoğunlukla akciğerlere
yerleştiğinden hastalık, akciğer veremi olarak anılmaktadır. Veremli hastaların öksürüklerinden saçılan
bakteriler yoluyla insandan insana geçer. Genellikle kalabalık, havasız ortamlarda yaşayan ve bağışıklık
sorunları olan insanlarda görülür. Veremde akciğerlerin bağ dokusunun elastikiyetinin azalması ve solunum
yüzeylerinin kalınlığının artmasından dolayı gazların difüzyon kapasitesi düşer
104
5- Astım
Hava yollarının daralmasına sebep olan kronik bir iltihaplanmadır. Soluk alıp vermede sıkıntılara
neden olur. Polenler, mantar sporları, bazı besinler, asprin, soğuk hava, kirli hava, sigara dumanı akut astım
krizine neden olabilir. Bunların etkisi ile küçük bronşiollerde mukus salgısı çok fazla artarak ödem
oluşturur.
Metabolik reaksiyonlarda; karbonhidrat, yağ ve protein gibi maddeler yıkılır. Bu besinlerin solunumda kullanılması
sonucunda enerji üretilirken aynı zamanda istenmeyen maddeler de oluşur. Vücudumuzdaki fazla suyun, suda çözünmüş halde
bulunan zararlı maddelerin, gereğinden fazla olan metabolik ürünlerin hücrelerden ve doku sıvısından uzaklaştırılmasına boşaltım;
boşaltımı gerçekleştiren organ ve yapıların tümüne üriner (boşaltım) sistem adı verilir.
Boşaltım maddeleri iki grupta incelenebilir
A – Zehir Etkisi Yapanlar
Solunum tepkimeleri sonucu oluşan CO2
Azotlu bileşiklerin yıkımı sonucu oluşan amonyak (NH3)
Amonyağın dönüşümü ile oluşan üre, ürik asit ve oksalat kristalleri
105
Organizmanın asit baz dengesini ayarlayarak kan pH’sının 7,4 ‘te kalmasını sağlarlar.
Plazmanın osmotik basıncını ayarlarlar.
İç ortamın iyon-su dengesini düzenlerler.
Canlının su ve plazma hacmini düzenlerler.
Glikoz, amino asit gibi gerekli olan maddelerin vücutta kalması sağlanır.
Doku sıvısı bileşiminin ve derişiminin kontrol edilerek fazla miktarda bulunan çözünmüş maddelerin vücut dışına
atılmasını sağlar.
BOŞALTIM ORGANLARI
A – BÖBREKLER
Böbrekler karın boşluğunun arka tarafında bel hizasında ve omurganın iki tarafında bulunur.
İnsan böbreği fasulye biçiminde, 10–13cm uzunluğunda, 5–6 cm genişliğinde ve 120–200 gr ağırlığında bir çift organdır.
Böbreklere kan, sağ ve sol böbrek atardamarı ile girer, sağ ve sol böbrek toplardamarı ile çıkar.
Böbrek atardamarı üre ve diğer atık ürünler bakımından zengin olan kanı böbreğe getirir. İdrar oluşumu ile böbreklerde
temizlenen kan böbrek toplardamarı ile alt ana toplardamara iletilir.
106
Her böbrekten birer idrar kanalı çıkar. Bu kanallar idrarı idrar kesesi taşınır. İdrar kesesinde geçici olarak depolanan idrar
üretra ile vücut dışına atılır.
NOT:
1. İdrar kesesi düz kastan, üretra çevresindeki kaslardan biri çizgili kastan meydana gelmiştir. Çizgili kasların çalışması istemli olarak gerçekleşir.
Bu nedenle işeme isteğe bağlıdır. Bebeklerde bu kasın kontrolü gelişmemiş olduğu için idrar çıkışı istemsizdir.
2. Erkeklerde üretra kanalından farklı zamanlarda hem idrar hem de sperm atılır. Dişilerde ise üretra kanalından sadece idrar atılır.
1- Kabuk (Korteks)
Böbrek zarının hemen altında yer alan, toplu iğne başı görünümündeki kırmız renkli taneciklerden oluşan dış kısımdır.
Kabuk bölgesine böbrek atardamarı bağlıdır. Böbrek atardamarı ile gelen kandaki su, üre, ürik asit ve madensel tuzlar gibi
zararlı ve atık maddelerin korteks bölgesinde süzülür.
Süzme işlemini yapan birimlere nefron denir. Kabukta nefron kısımlarından Bowman kapsulü ve tüplerinin büyük bir
bölümü burada bulunur.
2- Öz (Medulla)
Kabuğun altındaki bölgedir. Nefronun henle kulpu (U-borusu) bu bölgede bulunur.
Kabuk bölgesindeki nefronlar tarafından kandan süzülen su, üre, ürik asit ve madensel tuzlar gibi zararlı ve atık maddelerin
yani süzüntünün yani idrarın idrar kanalcıklarından geçerek havuzcuğa taşındığı yerdir.
İdrarın havuzcuğa taşınmasını sağlayan toplama kanalları bulunur. İdrar toplama kanalları bir araya gelerek piramit
görünümlü demetler oluşturur. Bu bölgelere böbrek piramitleri (malpighi piramitleri) adı verilir.
Öz bölgesine böbrek toplardamarı bağlıdır. Süzülen ve temizlenen kan, böbrek toplardamarı ile alınarak böbreklerden
uzaklaştırılır.
3- Havuzcuk (Pelvis)
107
Böbreğin ortasında bulunan ve kandan süzülen su, üre, ürik asit ve madensel tuzlardan oluşan idrarın böbreklerde
toplandığı en iç bölümdür.
Havuzcuğa, idrar kanalı bağlıdır. Toplanan idrar buradan idrar kanalına verilir.
Öz bölgesindeki malpighi piramitlerinin tabanları kortekse doğrudur. Sivri uç kısımları ise havuzcuğa bakar.
NEFRON YAPISI
Nefron böbreğin iş yapan en küçük birimidir. Her bir nefronun uzunluğu 5 cm kadardır. Her böbreğin korteksinde süzme işini
yapan bir milyondan fazla nefron bulunur.
Bir nefronu oluşturan kısımlar sırasıyla: Glomerulus – Bowman kapsülü– Boşaltım kanalcıkları (Proksimal tüp – Henle
Kulpu – Distal Tüp şeklindedir. Şimdi bu yapılara bakalım.
108
a- Glomerulus
Böbreğe kan getiren “Böbrek atardamarı” böbreğin çukur bölgesinden girer ve kılcal damarlar ağı şeklindeki “Glomerulus”u
oluşturur. Bu kılcal damarlar birleşerek götürücü atar damar olarak bowman kapsülü boşluğundan ayrılır. Götürücü atardamar daha
sonra nefron kanalcığının etrafını saran kılcal damarları oluşturur. Bu kılcalların birleşmesiyle de böbrek toplardamarı meydana
gelir. Böbrek toplardamarı da aynı şekilde böbreğin çukur bölgesinden çıkar.
Kanın temizlenmesi ve süzülmesi işlemi glomerolustan kan geçerken yapılır.
Glomerulus kılcalları iki atardamar arasındadır.
109
1- Getirici ve götürücü atardamarlar arasında yer alır. 1- Atardamar ile bir toplardamar arasında yer alır.
2- Kan basıncı vücut kılcallarına göre daha yüksek ve 2- Kan basıncı glomerulus kılcallarına göre daha düşük
sabittir. olup, atardamar ucundan toplardamar ucuna doğru
gittikçe azalır.
3- Glomerulus içten dışa endotel, bazal zar ve tek katlı
epitel tabakadan meydana gelmiştir. 3- Tek katlı yassı epitel dokudan oluşur
4- Yüksek kan basıncının etkisiyle sadece madde çıkışı 4- Atardamar ucundan madde çıkışı (süzülme),
(süzülme) olur. toplardamar ucundan ise madde girişi (geri emilim) olur.
5- Madde geçişi tek yönlü (süzülme) gerçekleşir. 5- Madde geçişi çift yönlüdür.
b- Bowman Kapsülü
c- Proksimal Tüp
Nefron kanalcığı bowman kapsulünün devamında kıvrımlar yapar. Bowman kapsulüne yakın bu kıvrımlara proksimal tüp
denir. Proksimal tüp böbreğin kabuk bölgesinde bulunur.
NOT: Proksimal; Organın bağlanma noktasına yakın
d- Henle Kulpu:
Proksimal tüpün böbreğin öz bölgesine inen ve tekrar kabuk bölgesine çıkan uzantısına denir.
e- Distal Tüp
Henle kulpunun öz bölgesinden tekrar kabuk bölgesine çıkarak meydana getirdiği ikinci kıvrımlı kanaldır.
NOT: Distal; Organizmada ya da bir yapının bağlanma yerinden uzakta olan herhangi bir bölgesi.
110
f- Toplama Kanalı
Distal tüpten gelen süzüntüyü böbreğin havuzcuk denillen bölgesine götüren kanaldır. İdrar toplama kanalları böbreğin öz
bölgesinde bulunur. Bu kanallar tabanı kabuk bölgesine, tepesi havuzcuğa bakan piramit şeklinde (malpighi piramitleri) yapıları
meydana getirir. İdrar toplama kanallarının açık olan uçları, piramitin tepe noktasından böbreğin havuzcuk (pelvis) denilen kısmına
dökülür. Havuzcuktan çıkan idrar üreter ile idrar kesesine taşınır.
A – SÜZÜLME
Yüksek basınç etkisiyle glomerolus kılcallarındaki kanın plazmasının Bowman kapsulüne
geçmesine Süzülme denir. Bowman kapsulüne geçen sıvıya süzüntü denir.
Glomerolus kılcalları iki atardamar arasında olduğu için kan basıncı sabittir. Glomerulus kılcalları
tek sıra yassı epitelden meydana gelmiş, su ve suda çözünmüş küçük maddelere karşı geçirgen; kan
hücreleri ve plazma proteinleri gibi büyük maddelere karşı geçirgen değildir. Bu nedenle süzüntü içinde
glikoz, amino asit, tuz, vitamin, üre, ürik asit su ve diğer küçük moleküller bulunur. Kan plazma proteinleri
ve kan hücreleri bulunmaz. Süzülme ile plazma yaklaşık olarak %20 lik kayba uğrar.
Süzülme, glomerulus ile bowman kapsülünün birleştiği yerde meydana gelir. Burada getirici ve
götürücü kılcallar arasında bulunan glomerulustaki kan basıncı diğer kılcallara göre, iki kat fazladır (70
mm-Hg). Süzülme olayı yüksek kan basıncından dolayı pasif taşıma ile tek yönlü olarak gerçekleşir. Bu
nedenle süzülme olayı sırasında ATP harcanmaz.
Glomerulus kılcallarında kan basıncı (70 mm-Hg) ve buna zıt yönde etki eden plazma proteinlerinin
meydana getirdiği osmotik basınç (32 mm-Hg) olmak üzere iki yönlü basınç vardır. Glomerulusu
çevreleyen bowman kapsülünde ise içten dışa doğru bir basınç vardır (14mm-Hg). Buna göre net basınç
(süzme basıncı) 70 – (32+14) = 24 mm-Hg basıncı olur ve sıvının bowman kapsulüne süzülmesini sağlar.
111
a- Filtre edilen temel plazma ürünleri
Su, glikoz, amino asitler, üre, amonyak, ürik asit, çeşitli iyonlar, fosfatlar, kreatin çeşitli asitler ve
ilaçlar.
b- Filtre edilmeyen maddeler
Kan hücreleri, yağ, plazma proteinler vb. büyük moleküllere bağlanan demir, eser mineraller ve
bazı vitaminlerde süzüntüye geçmezler. Süzüntünün oluşumunda hidrostatik basınç etkendir.
NOT:
1. İki böbreğin tüm nefronlarından bir dakikada meydana gelen süzüntü miktarına böbreğin süzme
hızı denir. Süzülme hızını kan basıncı, sıcaklık değişimi ve kandaki madde derişimi etkiler. Böbreklerde
süzülme hızı kan basıncı ile ilgilidir.
2. Soğuk havalarda glomerolus kılcallarında büzülme olur, kan basıncı artar ve süzülme hızı artar.
Dolayısıyla daha sık idrara çıkma olayı olur. Sıcak havalarda terleme ile su kaybı olur. Kılcal damarlar
genişler ve kan basıncı düşer. Süzülme hızı azalır idrar miktarı azalır. Bu olaylar sonucunda böbrekler
vücut ısısının düzenlenmesini sağlar. Sağlıklı bir insandaki süzülme yaklaşık dakikada 120-125 ml dir.
B – GERİ EMİLİM
Bowman kapsulüne geçen süzüntü nefron kanalcıklarından geçerken, metabolizma için yararlı
maddeler nefronu saran kılcal damarlara verilerek tekrar dolaşıma verilir. Buna Geri emilim denir. Geri
emilim kanalcık epitel hücreleri tarafından gerçekleştirilir.
Süzüntü içindeki su, glikoz, amino asit ve inorganik tuzlar aktif taşıma, difüzyon ve osmosla geri
emilir. Aktif taşıma sırasında ATP harcandığı için kanalcık hücrelerinde bol miktarda mitokondri vardır.
Nefron kanallarına geçen süzüntünün tamamı dışarı atılmaz. Atılsaydı kanın bileşimi bozulurdu. Geri
emilim ile yararlı maddeler tekrar kana verilerek kanın bileşimi korunmuş olur. Bu nedenle bowman
kapsülündeki süzüntü nefronun kıvrımlı kanalcıklarından özellikle henle kulpunda (dakikada süzülen 125
ml lik sıvının 124 ml si) geri emilerek kana verilir.
Sağlıklı bir insanda glikoz ve amino asitlerin tamamı, suyun %99’u, Na iyonlarının %99,5’i ve ürenin
%50’si geri emilir.
Geri emilim olayı nefronun proksimal tüp, henle kulpu, distal tüp ve idrar toplama kanalında
gerçekleşir.
a- Proksimal tüpte:
Glikoz, vitaminler, aa., Na, K büyük kısmı, su ve ürenin bir kısmı geri emilir. Na+’lar aktif
taşıma ile Cl–’lar pasif taşıma ile taşınarak doku sıvısına geçer. Proksimal tüpte bikarbonat (HCO3 –)
iyonlarının %90’ının geri emilimi de olur.
Kanalda bulunan özel epitel hücreleri, kontrollü olarak H + salgılayarak vücut sıvısındaki pH
dengesini sağlar. Ayrıca bu hücreler amonyak (bazik) salgılayarak süzüntünün fazla asidik olasını da
engellerler. Memelilerin idrarında bu nedenle amonyak bulunur.
112
b- Henle kulpunda;
Henle kulpunun inen kolunda;
Henle kulpunun inen kolu suya karşı fazla geçirgendir. Ama tuz ve diğer çözünmüş maddelere karşı
fazla geçirgen değildir. Bu nedenle inen kol boyunca su ozmozla çevresindeki derişimi yüksek olan doku
sıvısına geçer ve inen kol boyunca akan süzüntünün madde derişimi giderek artar.
Henle kulpunun çıkan kolunda;
Henle kulpunun çıkan kolu, inen kolun tersine tuz ve çözünmüş maddelere karşı geçirgendir. Ama
suya karşı geçirgen değildir. İçinde yoğun tuz bulunan süzüntü yukarı doğru (kortekse doğru) çıkarken,
tuz doku sıvısına geçer. Tuzun doku sıvısına geçişi öz bölgesi kısmında difüzyonla, kortekse doğru olan
kısımda ise aktif taşıma ile gerçekleşir. Eksi yüklü Cl iyonları aktif taşıma ile geri emilir Bunun
sonucunda kanalcıklarda tuz miktarı azalırken su miktarında değişme olmaz. Bu nedenle süzüntü çıkan
kolda kortekse doğru ilerlerken seyreltik hale gelir.
NOT:
3. Henle kulpunun çıkan kolunda alt kısım ince üst kısım ise daha kalındır. Tuz, henle kulpunun çıkan
kolunun alt tarafında pasif taşıma ile üst kısmında ise aktif taşıma ile doku sıvısına geçer.
4. Çöl gibi kurak bölgelerde yaşayan memeli hayvan türlerinin henle kulpları oldukça uzundur ve öz
bölgesinin derinliklerine kadar uzanır. Bu adaptasyon sayesinde suyun geri emilimi artar ve idrarla atılan
su miktarı azalır (derişik idrar).
113
c- Distal tüpte;
Vücut sıvılarındaki NaCl ve K+ yoğunluğuna bağlı olarak, NaCl süzüntüden geri alınır. Süzüntüye
K+ salgılanır. Distal tüpte su geri emilimi devam eder. Ayrıca H + salgılaması, HCO3– geri emilimi
yapılır.
Vücut sıvılarının K+ ve NaCl derişimlerinin ayarlanmasında önemli rol oynar. Ayrıca distal tüp
hücreleri kontrollü olarak H+ salgılayıp, bikarbonat (HCO3–) geri emilimini sağlayarak pH
düzenlenmesine katkı yapar.
Distal tüpte su ozmoz ile NaCl ve diğer iyonlar aktif taşıma ile geri emilir. Suyun geri emilimi
hipofiz bezinden salgılanan ADH (antidiüretik hormon), etkisiyle düzenlenir. Bu hormon distal tüp
hücrelerinin suya karşı geçirgenliğini artırarak suyun geri emilimini sağlar. (Bakınız Antidiüretik
hormon-ADH)
Böbrek üstü bezinden salgılanan aldosteron hormonu, distal tüpten Na + ’un geri emilimini
sağlarken eş zamanlı olarak K+ atılımını sağlar. Na+ ’un geri emilimi suyun daha etkili bir şekilde geri
emilmesine neden olur. Bu durum kan hacminin ve kan basıncının korunmasına yardım eder.
NOT:
5. Na+’nın su tutma kapasitesi yüksektir. Tuzlu yemek yediğinizde susadığınızı hatırlayınız.
6. pH dengesini sağlamak amacıyla H+ salgılaması ve HCO3– geri emilimi hem proksimal tüpte hem de
distal tüpte gerçekleşir.
114
Toplama kanalında suyun geri emilimi ADH hormonu kontrolünde gerçekleşir. Hipofiz
Kanın su miktarı hipofiz bezinden salgılanan Antidiüretik (ADH) hormon diğer adıyla
Vazopressin tarafından büyük orandan sağlanır.
Kanın su miktarı azalırsa hipofizden ADH salgısı artar bu da distal ve idrar toplama
kanallarındaki su geri emilimini arttırır böylece kanın su miktarı artar.
Tüm bu ayarlamalar için reseptörler hipotalamusta bulunur ve hipofizi ADH salgılaması için
uyarır ya da baskılar.
115
NOT:
7. ADH’ın normalden fazla salgılanması durumunda daha fazla su geri emilimi olacağı için daha az
miktarda ve derişik idrar oluşturulur. Az salgılanması durumunda ise idrarla atılan su miktarı artacağı için
fazla miktarda seyreltik idrar oluşturulur. (Bakınız Aldosteron hormonu)
8. Kreatin fosfat nefron kanallarından geri emilmez. Kreatin karaciğer, böbrekler ve pankreasta doğal olarak
üretilip kanla kaslara gelen bir bileşiktir. Kaslarda ATP üretiminde kullanılır
C – SALGILAMA
Süzülme ile bowman kapsülüne geçemeyen bazı aktif taşıma ile nefronları saran kılcal damarlardan
nefron kanalcıklarına verilir. Bu olaya Aktif boşaltım veya Salgılama denir. Salgılama proksimal tüpte
ve distal tüpte gerçekleşir. Salgılama olayı geri emilimin tersi gerçekleşir.
Salgılama ile boya maddeleri, ilaçlar, bazı asit ve bazlar, hidrojen iyonları, potasyum iyonları,
amonyak, bikarbonat ve kreatinin gibi bazı maddeler kandan nefron kanalcıklarına geçerek vücuttan
uzaklaştırılır. Salgılama olayı ile Bowman kapsülü içindeki süzüntüde bulunmayan bazı maddelere idrarda
rastlanabilir.
a- İdrar bileşimi
Böbreklerde gerçekleşen süzülme, geri emilim ve salgılama sonucu oluşan süzüntü toplama
kanallarından geçerek havuzcuk bölgesine geçer ve artık bu idrardır. Havuzcuktaki idrar, üreter ile idrar
kesesine götürülür. İdrar kesesindeki idrar belli bir miktara ulaşınca idrar kesesinde bulunan düz kaslar
kasılıp gevşer. Kasların kasılması ile idrar kesesindeki idrar üretraya geçer ve dışarı atılır.
İdrarda su, amonyak, üre, ürik asit, kreatinin, Na+, K+, Ca+2, Cl–, PO4, gibi iyonlar, az sayıda lökosit
ve epitel hücreleri görülür. İnsanda salgılanan idrarın pH’ı, alınan besinin durumuna göre 4,4 – 8
oranında değişir.
İdrarda glikoz, amino asit, kan proteinleri, kan hücreleri ve yağ molekülleri bulunmaz. (Aslında
idrar tahlillerinde idrarda belli bir miktar glikoz bulunur)
b- Eşik değer
Çeşitli maddelerin kanda bulunması gereken normal konsantrasyonlarına Eşik
değer denir. Süzüntü içindeki maddelerin tüplerden geri emilmesi böbrek eşik değerine bağlıdır. Bir
maddenin kandaki yoğunluğu eşik değerin üzerinde ise bu değeri aşan kısım nefron kanalcıklarında geri
emilmez, idrarla dışarı atılır. Bu şekilde homeostasi korunur.
Örneğin bu değer glikoz için 100 ml toplardamar kanında 180 mg. kadardır. Kanda glikoz miktarı
bu değeri aşarsa glikoz tübüllerden geri emilmez, idrarla dışarı atılır. Bu nedenle şeker hastalarının
idrarında glikoz rastlanır.
Sağlıklı bir insanda glikoz, amino asit gibi organik maddelerin %100’ü, suyun yaklaşık %99’u,
tuzun (NaCl) %95’i, ürenin ise %50’si geri emilerek kan dolaşımına katılır.
116
2- Böbrekler, uzun süreli açlık durumunda amino asit ve gliserol gibi monomerlerden glikoz sentezler.
3- Kandaki ürenin fazlasını uzaklaştırır.
4- Vücudun su ve mineral dengesini korur.
5- Böbrekler, alyuvar üretiminin düzenlenmesinde görev yapar. Sağlıklı bireylerde, böbrekler
tarafından sentezlenip salgılanan eritropoietin hormonu, kırmızı kemik iliğini uyararak alyuvar
üretimini sağlar. Bu hormon, hücrelerde yeterli düzeyde oksijen bulunmaması durumunda
salgılanır.
6- Böbrek yetmezliği olan hastalarda, böbrekler tarafından yeterli miktarda eritropoietin hormonu
salgılanamaz. Bu durumda bireyde alyuvar üretimi azalır ve kansızlık (anemi) görülmeye başlar.
117
d- Sindirim kanalı
Sindirim kanalının son bölümü olan kalın bağırsakta sindirim artıkları bir süre kaldıktan sonra bir
miktar su ile dışarı atılır.
e- Deri
Deride bulunan ter bezleri ile su, tuz, üre ve ürik asit gibi maddeler dışarı atılır. Ter seyreltilmiş idrar
gibi düşünülebilir.
b- Suyun Düzenlenmesi
Böbreklerin vücuttaki doku sıvılarında bulunan su miktarını ayarlaması, hipofizden
salgılanan Antidiüretik (ADH= Vasopressin) hormonun etkisiyle gerçekleşir. Kanda su miktarı
azaldığında (kan yoğunlaşır) ADH salgısı artar ve böbreklerden suyun geri emilimi hızlanır denge korunur.
Vücutta su fazla ise ADH az salgılanır.
Kanda su dengesi; Hipotalamus – Hipofiz – ADH – Nefron kanallarından su geri emilir.
118
c- Tuzun Düzenlenmesi
Suyun vücutta tutulabilmesi için yeterince Na iyonu bulunmalıdır. Na ve Cl iyonlarının geri emilim
miktarını Aldosteron Hormonu düzenler. Aldosteron böbrek üstü bezinin kabuk bölümünden salgılanır.
Aldosteron fazla salgılanırsa gereğinden fazla Na geri emilir, potasyum idrarla atılır. Vücuttaki fazla tuz suyun
fazla tutulmasına neden olur. Bu da ödem oluşumuna neden olur.
Kanda Na – K dengesi
Hipotalamus – Hipofiz – Adrenokortikotropik hormon (ACTH) – Böbrek üstü bezinin kabuk bölgesi –
Aldosteron – Nefron kanallarından Na geri emilir, K idrarla atılır.
Kanda Ca dengesi
Tiroit bezinden salgılanan Kalsitonin ve Paratiroit bezinden salgılanan Parathormon tarafından
düzenlenir. Parathormon vücut sıvısındaki ve kandaki Ca–P dengesini düzenler. Nefron kanallarındaki Ca
iyonlarının geri emilerek kana geçmesini sağlar. Fosforun böbrekten atılmasını azaltarak kandaki miktarının
artmasını sağlar.
Deniz suyunu içen susuzluktan ölür.
Fazla miktarda deniz suyu içen insan ölür. İnsan kanında %0,9 oranında tuz bulunur. Deniz suyunda ise
bu oran %3 tür. İnsan böbreği en fazla %2 oranında tuz içeren sıvıyı süzebilir. Deniz suyu sindirim
sisteminden emilerek kana karışır ve kandaki tuz oranı yükselir. Kanın osmatik basıncı arttığı için doku
sıvısından ve hücrelerden kana su geçişi olur. Böbrekler kandaki fazla tuzu ve suyu kandan uzaklaştıramazlar.
Kanın hacmi artar. Hücreler çok su kaybettiği için plazmolize uğrar insan ölür.
Suda yaşayan bir hücreliler, sünger, sölenter, yassı solucan, kurbağa larvası ve balık gibi canlılarda
amonyak fazla enerji harcanmadan kolayca suya verilir.
Karada yaşayan canlılar su kaybını önlemek amacıyla enerji harcayarak amonyağı daha az zehirli olan
üre veya ürik asite dönüştürür. Üre veya ürik asit amonyağa göre daha az zehirli olduğu için vücuttan atılması
için de az su gerekir.
Amonyak: Amino asitlerin amino grubunun ayrılması (Deaminasyon) ile açığa çıkan çok zehirli bir
maddedir.suda çözünürlüğü çok fazladır. Bu nedenle vücuttan atılması için çok fazla suya ihtiyaç vardır. Suyu
kolay bulabilen suda yaşayan paramesyum, hidra, planarya ve balık gibi suda yaşayan canlıların boşaltım
ürünü amonyaktır.
119
Üre: Amonyaktan üretilir. Amonyaktan daha az zehirlidir. Sudaki çözünürlüğü amonyağa göre daha
azdır. Bu nedenle su kaybını önlemek için karada yaşayan memeliler ve kurbağalar amonyağı üreye
dönüştürerek vücutlarından atarlar. İnsanda amonyağın üreye dönüşümü karaciğerde gerçekleşir.
Ürik Asit: Vücutlarında amonyağı (NH3) seyreltecek kadar su bulamayan canlılar, amonyağı ürik aside
dönüştürerek atarlar. Ürik asit, azotlu artıklar içerisinde sudaki çözünürlüğü ve zehirlilik derecesi en az olan
maddedir. Suyu bulma imkanı zor olan canlılarda görülür.
İnsanlarda üreme, dişi ve erkek üreme organları ile yapılır. İnsanlarda dişi ve erkek üreme sistemlerinde meydana gelen olaylarda
benzerlikler olmakla beraber üreme organlarının yapısında farklılıklar bulunmaktadır.
a- Ovaryumlar (Yumurtalıklar)
Vücudun ön tarafında, karın boşluğunun hemen altında, sağ ve solda yer alan, rahime (uterus) bağlı, badem şeklinde bir
çift organdır.
120
Yumurtalıklar hem gamet üretir hem de östrojen ve progesteron gibi hormonları salgılar. Bir dişi birey,
yumurtalıklarında 300 bin kadar birincil oositle dünyaya gelir. Ergenlik çağından menopoz devresine kadar bu oositlerin
ancak 300-500’ü kullanılır, geri kalanlar küçülerek yok olur.
Birincil oositler, dişi eşeysel olgunluğa erişinceye kadar yumurtalıklardaki küçük kesecikler içinde bekler. Bu
keseciklere folikül denir. Her âdet döneminde birkaç folikül gelişmeye başlar ancak genellikle bir folikül gelişerek
olgunlaşan yumurta hücresini (ikincil oosit) serbest bırakır. Folikül hücreleri aynı zamanda östrojen de salgılar.
121
c- Uterus (Döl Yatağı=Rahim)
Döl yatağı, embriyonun doğuma kadar geliştiği bölgedir. Karın bölgesinin alt tarafında, idrar kesesinin arkasında, armut
şeklinde, kalın duvarlı ve kaslı bir yapıdır.
Döl yatağının iç kısmı mukus salgılayan ve bol kan damarı taşıyan endometriyum denilen bir tabaka ile astarlanmıştır.
Âdet döngüsüne bağlı olarak mitoz bölünmeyle endometriyum kalınlığı artar. Böylece zigotun gelişimi için uygun ortam
hazırlanır.
Embriyonun endometriyum dokusunun içerisine gömülmesi (implantasyon) döllenmeden 6 veya 7 gün sonra gerçekleşir.
Embriyo, gelişiminin ilk 2-4 haftasında doğrudan endometriyumdan beslenir. Daha sonra embriyonun besin
alışverişi plasentadan karşılanır.
UYARI:
1. Embriyo döl yatağı dışında başka bir dokuda (fallop tüpü gibi) yerleşirse dış gebelik ortaya çıkar.
UYARI:
2. Dişilerde erkeklerden farklı olarak üreme kanalının boşaltım sistemi ile bağlantısı yoktur. Dişilerde üretra sadece boşaltım sisteminin
atık maddesi idrarın atılmasında görevlidir.
122
Eşey hormonları ile hipofiz hormonları birbirini pozitif ve negatif geri bildirimlerle etkilerler. Bu karşılıklı etkileşime “geri
bildirim (feed back)” mekanizması denir.
3- LH (Lüteinleştirici Hormon)
Hipofiz bezinden salgılanır.
Ovaryumdan yumurtanın atılmasını sağlar. Buna ovulasyon denir.
Yumurtayı bırakan folikülün korpus luteuma (sarı cisim) dönüşmesini sağlar
Korpus luteum, az östrojen, bol miktarda progesteron salgılar.
Östrojen ve Progesteron hormonu, uterusun büyümesini ve süngerimsi bir hal almasını sağlar.
Uterusta bu değişikliğin olmasının sebebi eğer döllenme olursa embriyonun uterus duvarına rahatlıkla tutunmasını ve
gömülmesini sağlamak içindir.
123
5- ÖSTROJEN:
Ovaryumdan salgılanır.
Dölyatağındaki mitoz bölünmeleri hızlandırır.
Dölyatağındaki mukus salgısını arttırır.
Uterus iç çeperinde mitoz bölünmeyi hızlandırır. Oluşan bu hücrelere bol miktarda kan gelmesini sağlar ve doku sıvısı
miktarını arttırır. Bunun sonucunda rahim içi endometriyum tabakası kalınlaşır.
Bunun yanında östrojen, yumurtanın rahime iletilmesi için fallopi tüpünü hazırlar.
Adet kanamasının (Menstruasyon) düzenlenmesini sağlar.
Dişiye has ikincil eşey karakterlerinin gelişmesini sağlar. Örneğin ergenlik döneminde süt bezlerinin büyümesi bu
hormonun etkisiyle gerçekleşir.
Pozitif ve negatif geri bildirim ile hipofizden FSH ve LH hormonlarının salgılanmasını düzenler.
NOT:
1. Östrojen hormonu karaciğerde parçalanır ve idrarla atılır.
6- PROGESTERON:
Ovulasyondan sonra Korpus luteum oluşur. Korpus luteumdan progesteron hormonu salgılanır
Östrojen gibi dölyatağının iç çeperinde mitoz bölünmeleri hızlandırır.
Dölyatağı iç duvarının kalınlığının korunmasına sağlar.
Korpus luteumun bozulmasını engeller.
Bu sayede, hamileliğin devamını sağlar.
Döllenme olmamışsa menstruasyona iki gün kala progesteron salgılaması durur.
7- OKSİTOSİN
Uterusun kasılmasını sağlayarak doğuma yardımcı olur.
Sütün alveollerden süt kanallarına geçmesini sağlar. (Süt salgılanması emme olayına bağlı olarak gerçekleşir.)
NOT:
2. Kandaki östrojenin derişimi artınca hipotalamustan salgılanan RF(FRF) salgısı azalır, LRF salgısı artar. Bu sayede hipofizden
salgılanan FSH azalır, LH artar.
124
MENSTRUAL DÖNGÜ
Dişilerde ergenlik ile beraber yumurtalıklarda ve rahimde meydana gelen değişikliklere menstrual döngü adı verilir. Menstrual
döngü ergenlik dönemi ile başlar ve 45-55 yaşına kadar devam eder. Yumurtalıkların aktivitelerini kaybetmeleri sonucu adet
döngüsünün kalıcı olarak kesilmesi menopoz olarak tanımlamaktadır.
Dişiler ergenlik dönemine ulaştıkları zaman hipotalamustan GnRH salgılanır. GnRH, ön hipofizi uyarır ve daha fazla FSH ve
LH salgılaması sağlanır. Salgılanan FSH ve LH miktarı artması ergenliği başlatır.
Hipofizden salgılanan FSH ve LH, ovaryumların olgunlaşmasını ve dişi eşey hormonlarının (östrojen ve progesteron)
salgılanmasını sağlar.
Dişi eşey hormonlarında östrojen, rahim (uterus) ve vajinanın büyümesini sağlar. Aynı zamanda ikincil eşey özelliklerin ortaya
çıkmasını sağlar (kalçanın genişlemesi, sesin incelmesi, yağ dokusunun artması, göğüsün büyümesi, kılların çıkması).
Döngü temel olarak beş hormon tarafından kontrol edilir.
125
FSH folükülleri uyarır. Foliküllerden biri gelişir, folikül kılıfı kalınlaşır ve içi sıvı ile dolar. Foliküldeki yumurta döllenme
özelliği kazanır.
Olgunlaşan foliküllerden çok az miktarda progesteron, çok fazla miktarda östrojen hormonu salgılanır. Östrojen, uterusa
giden kan miktarını arttırır ve uterus duvarında mitozu hızlandırır. Böylece uterus duvarı kalınlaşır.
Kanda östrojen miktarı arttığında hipofiz uyarılır. Hipofiz uyarılınca FSH salgılamayı bırakır. (geri besleme).
Bu evre 10 – 14 gün sürer.
NOT:
1. Ovaryumdaki folikül hücrelerinden bir tanesinin gelişmesiyle (oogenez) olgun yumurta hücresi oluşur. Her döngüde 10-20 tane kadar
folikül hücresi gelişmeye başlar ancak genellikle bir tanesi olgunlaşırken diğerleri parçalanır.
YORUM:
Ergenlik dönemine ulaşmamış genç dişi maymunun kanına FSH enjekte edilirse FSH ovaryuma etki ederek ovaryumda
değişmelere neden olur. Ovaryumun ağırlığı artar. Ovaryumda östrojen salgısı başlar. Östrojende uterusta değişmeye neden olur. Kişide
dişilik özellikleri artmaya başlar.
YORUM:
Ergenlik dönemine ulaşmamış genç dişi maymunun kanına östrojen verilirse, uterusta değişmeler başlar dişilik özellikleri
artmaya başlar.
YORUM:
Ergenlik dönemine ulaşmış dişiye folikül evresinin başında maksimum düzeyde östrojen verilirse, hipofizin FSH salgısı azalır
ya da durur. Uterusta kalınlaşma artmaya başlar.
126
FSH salgısını kesen hipofiz, LH hormonunu salgılar.
LH etkisi ile folikülün içine su girer, folikül şişer.
Bu sayede, LH hormonu olgunlaşan folikülün yırtılmasını ve yumurtanın (=ikincil oosit) folikülden çıkmasını sağlar.
Yumurtanın foliküden atılmasına “ovulasyon” denir.
Atılan yumurta kirpikli huni tarafından yakalanarak fallop tüpüne (yumurta kanalı) geçer. Yumurta burada spermle
karşılaşırsa döllenme meydana gelebilir.
Ovulasyon, menstrual döngünün yaklaşık olarak ortasında (14. gününde) gerçekleşir ve 1 gün sürer.
Vücut sıcaklığı 0,5 0C kadar yükselir.
127
Yumurta folikülden çıktıktan sonra, hipofizden LH salgılanır.
LH sayesinde, yırtılan folikül hücrelerinin ortası çöker ve LH etkisiyle değişerek sarı renkli, bol miktarda yağ taşıyan lutein
hücrelerinden oluşan “korpus luteum”a dönüşür.
LH etkisiyle korpus luteumdan az miktarda östrojen ve fazla miktarda progesteron salgılanır. Östrojen ve progesteron
hormonları uterusun büyümesini ve süngerimsi bir hal almasını sağlar.
Böylece, eğer döllenme olursa embriyo rahatlıkla uterusa tutunarak gelişebilir.
Kan plazmasında östrojen ve progesteron miktarı arttıkça negatif geri bildirim ile FSH ve LH salgısı azalır.
Bu evre 10–14 gün sürer.
128
NOT:
2. İnsan yumurta hücresi ovulasyondan 12-24 saat sonra döllenme özelliğini kaybeder. Spermler, ovulasyondan sonraki 12-24 saat
arasındaki sürede fallopi tüpünün yaklaşık üçte birlik kısmında bulunursa döllenme gerçekleşir.
Hamile kadınlarda LH hormonunun etkisiyle korpus luteum bozulmaz ve hamileliğin 5. ayına kadar progesteron salgılamaya
devam eder. Hamileliğin ilerleyen dönemlerinde progesteron hormonu plasentadan salgılanmaya devam eder.
NOT:
3. Progesteron hormonu, endometriyumu uyararak embriyonun tutunup gelişmesi için hazır hale getirir. Progesteron etkisiyle
endometriyumda şu değişimler meydana gelir.
a– Kılcal damarlar genişler.
b– Kan miktarı artar.
c– Mukus salgısı artar.
d– Kalınlaşarak süngerimsi bir yapı kazanır.
129
Kandaki östrojen ve progesteron miktarları düşünce, uterusun uyarılması durur. Uterusa giden kan miktarı azalır ve rahim
iç duvarının (endometriyum) sonradan sentezlenen kısmı parçalanır.
Döllenmemiş yumurta hücresi ile rahime ait doku parçalarının bir miktar kanla beraber atılmasına menstruasyon (adet
görme) denir. Kanamanın ilk günü menstrual döngünün birinci günüdür. Bu evre yaklaşık 4-5 gün sürer. Bu olaydan sonra
kandaki FSH miktarı artmaya başlar. Böylece yeni döngü başlamış olur.
Menstruasyondan sonra tekrar folikül evresi başlar. Döllenme olmuşsa gebelik başlar ve döngü durur
NOT:
4. Luteal fazın sonundaki kanama fazı sırasında, östrojen ve progesteron düzeyinin düşmesi genellikle fizyolojik ve psikolojik
rahatsızlıklara neden olur. Bu rahatsızlıklar arasında alınganlık, depresyon, mide bulantısı veya rahim kasılmaları sonucu oluşan karın
krampları sayılabilir.
İnsanlarda üreme, dişi ve erkek üreme organları ile yapılır. İnsanlarda dişi ve erkek üreme sistemlerinde meydana gelen olaylarda
benzerlikler olmakla beraber üreme organlarının yapısında farklılıklar bulunmaktadır.
ERKEK ÜREME SİSTEMİ
A – ERKEK ÜREME SİSTEMİ BÖLÜMLERİ
Erkek üreme sistemi, testisler, penis, epididimis, vas deferens (sperm kanalı) ve yardımcı bezlerden (prostat bezi,
bulboüretral bez=cowper bezi, seminal kesecikler) meydana gelmiştir.
130
a- Testisler (Erbezi)
Erkek eşey bezleri olan testisler bir çifttir ve skrotum adı verilen testis torbasında bulunur. Testislerin iki önemli görevi
vardır. Bu görevler, hormon salgılamak ve erkek üreme hücrelerini (sperm) üretmektir. Embriyonal gelişim döneminde karın
boşluğunda bulunan testisler, doğumdan kısa bir süre önce veya doğumdan hemen sonra skrotuma iner. Normal vücut sıcaklığı
sperm oluşumu için uygun değildir. Spermlerin meydana gelmesi için ortam sıcaklığının, vücut sıcaklığına göre 3 oC kadar düşük
olması gereklidir. Bu nedenle testisler doğumdan sonra vücut dışındaki skrotuma iner.
Testislerde, çok sayıda kıvrımları olan seminifer tüpçükler bulunur. Seminifer tüpçüklerde mayoz bölünme ile spermler
oluşur (spermatogenez).
Seminifer tüpçüklerde iki belirgin hücre grubu bulunur. Bunlar sertoli hücreleri ve spermotogonik
hücreler (spermatogonyumlar, spermatositler ve spermatitler)dir.
1) Sertoli hücreleri spermlerin beslenmesini ve desteklenmesini sağlar.
2) Spermatonik hücreler spermatogenez ile spermleri meydana getirir.
Seminifer tüpçükler arasına dağılmış olan leyding hücreleri erkek cinsiyet hormonu olan testosteron salgılar.
UYARI:
1. Seminifer tüpçüklerde oluşan spermlerin döllenme ve hareket yetenekleri yoktur.
b- Epididimis
Seminifer tüpçükler, epididimis denilen tek ve büyük bir kanal sistemine açılır. Seminifer tüpçüklerde oluşan spermlerin
döllenme ve hareket yetenekleri yoktur. Bu spermler seminifer tüpçüklerden 6 metre uzunluğundaki epididimis kanallarına geçer.
131
Spermler epididimis kanallarında yaklaşık 20 gün tutulur. Bu süre içinde spermler olgunlaşarak hareket ve dölleme yeteneği kazanır.
Spermler, epididimisten çiftleşme sırasında salınır.
e- Erkek Üreme Sistemindeki Yardımcı Bezler (prostat bezi, seminal kesecikler, bulboüretralbez=cowper bezi)
Spermlerin üretra kanalından geçerek atılması seminal sıvı ile sağlanır. Spermler bu sıvı içinde canlı kalabilirler ve hareket
edebilirler.
Seminal sıvı, Seminal kese, prostat bezi ve bulboüretral bez (Cowper bezi) denilen üç yardımcı bez tarafından üretilir.
Yardımcı bezlerin salgıladığı sıvı ile içlerindeki sperm semen adını alır. Yani semen, sperm ve seminal sıvı karışımıdır.
Seminal sıvı:
Spermlerin taşınmasını sağlar.
Spermlerin geçtiği yolları kayganlaştırır.
132
Spermleri, dişi üreme kanalındaki asitlere karşı korur.
Spermlerin enerji kaynağı olarak kullanacağı şekeri bulundurur.
Prostat bezinin hafif bazik özellikte olan sıvısı spermlerin bulunduğu ortamın nötralleşmesini sağlar. Böylece prostat sıvısı
spermin yumurtayı döllemesi için uygun ortam hazırlar. Prostat bezi idrar kesesinin hemen dibinde üretrayı saracak şekilde
yerleşmiştir. Spermin atılması sırasında prostatı çevreleyen kaslar istemsiz olarak kasılıp spermi üretraya boşaltırken idrarın da
üretraya geçişini engeller. Böylece prostat bezi sperm ve idrarın aynı anda çıkışını önlemiş olur.
UYARI:
2. Erkeklerde üreme kanalı boşaltım sistemi ile bağlantılıdır. İkisi tek bir açıklıkla dışarı açılır.
3. Sperm ve seminal sıvının karışımına semen denir. 1mL semen içinde yaklaşık 50-150 milyon arası sperm bulunur.
ERKEK ÜREME SİSTEMİNİ KONTROL EDEN HORMONLAR
b- LH (Lüteinleştirici hormon)
Seminifer tüpçükleri arasında leyding hücreleri bulunur.
GnRH etkisi ile hipofizden salgılanan LH hormonu, leyding hücrelerini uyarır.
Uyarılan leyding hücreleri hem spermlerin olgunlaşmasını sağlar hem de testosteron hormonu salgılar.
Testosteron hormonu, erkeklere ait ikincil eşeysel özelliklerin oluşmasını sağlar.
133
NOT:
1. Bu iki hormondan birinin yetersiz salgılanması sperm üretimini etkiler. Yani FSH, sperm oluşumunu; LH, testosteron salgılanışını;
testosteron da spermlerin olgunlaşmasını sağlar.
GAMETOGENEZ
İnsanda mayoz bölünme ile gametler meydana gelir. İnsanda gamet oluşması olayına gametogenez denir. Erkekte sperm
oluşumuna spermatogenez, dişilerde yumurta oluşumuna oogenez denir.
134
Erkek üreme organı testislerdir. Testislerde seminifer tüpçükler vardır. Seminifer tüpçüklerde de diploit (2n) sperm ana
hücresi (spermatogonyum) bulunur. Spermatogonyumların mayoz bölünmesiyle spermler (gamet) meydana gelir.
Erkek üreme organı olan testislerdeki seminifer tüpçüklerde spermatogonyumların mayoz bölünme ile sperm
oluşturmasına spermatogenez denir.
135
1. Spermatogonyumlar(2n) mitoz geçirerek sayıları artar. Bunlar büyüyüp gelişerek primer spermatosit(2n) oluşur.
2. Primer spermatositlerin (2n) Mayoz I bölünmesi sonucunda haploit (n) kromozomlu iki hücre oluşur. Bu hücrelere ikincil
spermatosit (=sekonder spermatosit) denir.
3. Sekonder spermatositlerin de mayoz II bölünmesi sonucunda eşit büyüklükte dört haploit(n) hücre oluşur. Bu
hücrelere spermatit denir.
4. Spermatitler seminifer tüpçüklerden ayrılarak epididimis kanalına geçer. Burada farklılarak hareket etme özelliği kazanır ve
olgunlaşarak spermleri oluşturur.
Spermatogonyumdan hareketli sperm oluşuncaya kadar geçen zaman 65-75 gündür. Spermatitlerin farklılaşması sırasında enerji
için gerekli olan besin sertoli hücrelerinden karşılanır. Yetişkin erkeklerde her gün yaklaşık 3 milyon spermatogonyum bu sürece
başlamaktadır.
Spermatogenez sırasında oluşan sağlıklı bütün sperm (sperma) hücreleri eşit miktarda sitoplazma ve genetik materyal içerir ve
eşit büyüklüktedir.
Sağlıklı bir erkekte spermatogenez ergenlik döneminde başlar yetişkinlik dönemi boyunca (andropoz dönemine kadar) devam
eder.
136
a) Spermin yapısı
Bir sperm hücresi, baş, boyun ve kuyruk olmak üzere üç kısımdan meydana gelir.
137
1. Baş kısmında Akrozom ve haploit çekirdek bulunur. Akrozomda sindirim enzimleri bulunur. Bu sindirim enzimleri,
sperm yumurtaya değdiği an yumurta zarını eriterek sperm çekirdeğinin yumurtaya girmesini sağlar. Çekirdek genetik
bilgiyi taşır.
2. Boyun kısmında iki tane sentriyol ve mitokondri bulunur. Sentriyollerden bir tanesi farklılaşarak kamçıyı meydana
getirir. Kamçı spermin hareket etmesini sağlar. Diğer sentriyol ise döllenme sırasında yumurtanın içine girer. Spermin
yumurtaya ulaşması için hareket etmesi gerekir. Mitokondri ise kuyruğun hareketi için gerekli enerjiyi sağlar.
3. Kuyruk, gövdenin devamı olup spermin sıvı ortamda yumurtaya doğru hareket etmesini sağlar. Bağırsak solucanı
(Ascaris) gibi bazı canlıların spermlerinde kuyruk yoktur. Bunlar amipsi hareket ederek yumurtaya ulaşır. Çeşitli
türlerde ergin spermlerin şekil ve büyüklüğü farklılık gösterir.
Spermatogenezin başlaması türün üreme döngüsüne bağlıdır. Spermatogenez, yetişkin erkek bireylerde sürekli ya da belirli
aralıklarla olabilir. Üreme dönemi belirli mevsimlerle sınırlandırılmış hayvanlar sadece bu dönemde sperm üretir. Bütün yıl boyunca
verimli olan hayvanlarda sperm üretimi sürekli gerçekleşir.
Spermler yumurtaya göre fazla sayıda üretilirler. Çünkü yumurta kanalı spermin uzun süre canlı kalmasına uygun değildir.
Spermlerin birçoğu yumurta kanalında ölürler. Fazla sayıda sperm üretilerek spermlerin yumurtayı bulma olasılıkları dolayısıyla
yumurtayı dölleme olasılıkları arttırılmış olur.
GAMETOGENEZ
İnsanda mayoz bölünme ile gametler meydana gelir. İnsanda gamet oluşması olayına gametogenez denir. Erkekte sperm
oluşumuna spermatogenez, dişilerde yumurta oluşumuna oogenez denir.
A – OOGENEZ (YUMURTA OLUŞUMU)
Dişi üreme organı yumurtalıktır(=ovaryum). Ovaryumda oogonyumlar(2n) bulunur. Oogonyumlar, mayoz bölünme ile
yumurta hücresi (ovum) meydana getiren hücrelerdir. Dişi bireyde yumurtalıklarda mayoz bölünme ile yumurta hücresinin
üretilmesine oogenez denir.
Dişilerde oogenez embriyonik dönemde başlar. İnsanda embriyonik dönemde mayoz I’e başlanır, ancak mayoz I tamamlanmaz.
Oluşan birincil oositler profaz I evresinde kalır. Ergenlik döneminde folikül uayrıcı hormonların etkisiyle birincil oositler aktifleşerek
mayoz I’i tamamlar. Mayoz I sonucunda oluşan ikincil oositler mayoz II’nin metafaz-II evresinde kalırlar. Sperm ile karşılaştıkları
anda, mayoz II tamamlanarak oogenez sonlanır. Metafaz-II evresindeki sekonder oositler sperm ile döllenmezse dışarı atılır
(menstruasyon).
Dişilerde embriyoda oogonyumlardan birincil oositlerin oluşumu, embriyonik gelişimin üçüncü ayından sonra başlar ve doğum
öncesine kadar sürer. Doğumdan sonra ve ergenlikte yeni birincil oosit oluşumu görülmez.
Erkeklerde sperm sayısı çok fazla olmasına karşın yeni doğmuş bir kız çocuğunun yumurtalıklarında birincil oosit durumundaki
hücre sayısı yaklaşık 300.000 kadardır.
Yumurtalıkta çok sayıda kesecik (folikül) bulunur. Her kesecikte ise bir tane birincil oosit vardır. İnsanda her ay genellikle bir
yumurta hücresi olgunlaşarak döllenmenin gerçekleşebilmesi için yumurtalığın dışına bırakılır.
138
1- Oogonyumlar (2n) mitoz bölünme geçirerek çoğalır ve büyüyüp gelişerek primer (birincil) oositleri (2n) meydana getirir.
Embriyonik dönemde mayoz-I başlar ancak Profaz-I’de kalır.
2- Ergenlik döneminde Primer oositler mayoz I’i tamamlar ve haploit (n) iki hücre meydana getirir. Bu hücrelerinden biri büyük
diğeri ise küçüktür. Küçük hücreye primer kutup hücresi (kutup cisimciği), büyük olana ise sekonder (ikincil) oosit
(n) denir.
3- İkincil oosit, mayoz II bölünmesini tamamlayınca yine biri büyük diğeri küçük iki hücre oluşur. Bunlardan büyük
olanına ootit (n) küçük olanına ise sekonder kutup hücresi(n) denir. Birincil kutup hücreleri de mayoz II geçirebilir. Birincil
kutup hücreleri mayoz II geçirebilirse iki tane daha ikincil kutup hücresi meydana gelir. Oluşan kutup hücreleri eriyerek
kaybolur. Ootit ise farklılaşmalar geçirerek haploit olgun yumurta (ovum) hücresine dönüşür.
139
Dişi bireylerde oogenez embriyo döneminde başlar, menopoz dönemine kadar devam eder.
Oogenezde kromozomlar, mayoz bölünme sonucu oluşan hücrelere eşit olarak dağılırlar. Ancak sitoplazma eşit dağılmaz.
Bunun sonucunda besinin az kısmı kutup hücrelerine giderken tamamına yakını oositlere gider. Besinin az olduğu kutup hücreleri
eriyerek kaybolurken besinin çoğunu alan oositler gelişerek yumurtayı (ovum) meydana getirir. Besinin yumurtada toplanması zigotun
gelişimi için önemlidir. Çünkü döllenme sonucu oluşan zigotun rahime gidip rahim duvarına gömülünceye kadar geçen zamanda
besin ihtiyacı yumurtadan karşılanacaktır. Eğer besin hücreler eşit oranda paylaşılsaydı, zigotun gelişimi için gerekli besin
bulunamazdı. Yumurta hareketsiz olup, sperme göre daha büyüktür. Büyük olması fazla miktarda besin(=vitellüs) bulundurmasından
kaynaklanır. Yumurtalar sperme göre çok az sayıda üretilirler. (insanda normalde her 28 günde bir tane)
Canlılardaki yumurtalar farklı büyüklüktedir (Resim). Pek çok canlıda yumurta zarını çevreleyen örtüye vitellin zar denir.
Böcek yumurtaları vitellin zarın yanı sıra sert ve su geçirmez yapıda protein tabakalara sahiptir. Kurbağalarda ise yumurtanın
kurumasını önleyen jel tabakası bulunur
140
Kuşlar, sürüngenler ve yumurtlayan memelilerde yumurta beyazı olarak adlandırılan yoğun bir protein çözeltisi vitellin zarını
sarar. Yumurta beyazının dışında yumurta kabuğu da bulunur. İnsanda yumurta hücresi, yaklaşık 150 mikron büyüklüğündedir. Bu
büyüklük insan vücut hücrelerinin (örneğin lenfosit) 100 katı kadardır. Spermin küçük ve hareketli olmasına karşın yumurta büyük
ve hareketsizdir. İnsanda yumurta hücresinin hacmi sperm hücresinin 250.000 katı kadardır.
141
Memelilerde oositin gelişimi veya döllenme sırasında yumurta örtüleri gelişir. Örtülerin yapısı ve sayısı türe göre değişebilir.
İnsanda yumurtanın yapısı dıştan içe doğru;
En içte çekirdek, sitoplazma ve bunları saran hücre zarı bulunur.
Hücre zarının dışında zona pellusida tabakası bulunur. Zona pellusida, protein, glikoprotein veya polisakkaritten meydana
gelmiştir.
Yumurtanın en dış kısmında folikül hücrelerinin farklılaşması ile meydana gelen Corona radiata denilen ince bir tabaka
bulunur. Bu tabaka zona pellusida oluşumuna da katılır.
DÖLLENME
Mayoz bölünme ile oluşan sperm ve yumurtanın birleşip çekirdeklerinin kaynaşmasına döllenme denir.
Canlılarda her türde yumurta kendi türüne özgü bazı salgı maddesi salgılar ve spermin yumurtaya doğru hareket etmesini sağlar.
Böylece spermi yumurtayı bulma ve dölleme olasılığı arttırılmış olur. İnsanda, yumurta hücresinin salgıladığı kimyasal bir
madde (fertilizin), spermin kuyruk hareketleri ile hareketsiz olan yumurtaya yaklaşmasına neden olur. Yumurta hücresi folikül denilen
koruyucu hücrelerin oluşturduğu ince bir tabaka ile çevrilidir. Yumurtalık dokusundan gelişen bu hücreler yumurtayı besler ayrıca zona
pellusida‘nın oluşumuna katılır. Sperm, yumurta hücresine yaklaştığı zaman akrozomundan salgılanan bir enzim ile folikül tabakasını
eriterek zona pellusidaya (yumurtanın hücre dışı örtüsü) ulaşır. Spermin baş kısmında bulunan bir reseptörün zona pellusida da
bulunan glikoproteine (reseptör) bağlanması sonucu sperm akrozomundan enzimler salınır. Akrozomdan salınan bu enzimler spermin
yumurta zarına ulaşmasını sağlar. Spermin zar proteinleri yumurta zarı üzerindeki reseptöre bağlanır, sperm ve yumurta zarları kaynaşır.
Böylece sperm hücresinin içeriği yumurtaya girer. Bundan sonra sperm ve yumurtanın haploit çekirdekleri de kaynaşır. Bu kaynaşma
yumurta zarının elektriksel yükünü değiştirir. Yumurta sitoplazmasında bir seri değişiklikler meydana gelerek zona pellusida örtüsü
sertleşir ve kalınlaşır.
Böylece diğer spermlerin yumurta zarına kaynaşması yani çok sayıda spermin yumurta içine girmesi engellenmiş olur. Döllenme
olayında sadece bir sperm hücresinin çekirdeği, yumurta hücresinin çekirdeği ile kaynaşabilir.
142
Döllenmiş yumurta hücresine zigot adı verilir. Mayoz bölünme ile gametlerde yarıya inen kromozom sayısı döllenme sonucunda
yeniden iki katına çıkar.
UYARI:
1. Sperm ve yumurtanın haploit çekirdekleri hemen kaynaşmaz. Sperm ve yumurta çekirdeklerinin kaynaşması zigotun ilk bölünmesi
sırasında gerçekleşir. Bölünme sonucu oluşan iki yavru hücrede diploit çekirdek meydana getirilmiş olur. Zigot hızlı mitoz
bölünmeler ile embriyoya dönüşür.
143
ÜREME SAĞLIĞI VE CİNSEL YOLLA BULAŞAN HASTALIKLAR
Üreme sağlığı tıbbi literatürümüzde yeni yeni duyulmaya başlayan bir kavramdır. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) üreme sağlığını
şu şekilde tanımlamıştır. “Üreme sağlığı, üreme sistemi işlevleri ve süreciyle ilgili sadece hastalık ya da sakatlık olmaması değil,
tüm bunlara ilişkin fiziksel; zihinsel ve sosyal açıdan tam bir iyilik hali ve sağlığa ilişkin riskleri taşımaksızın kişinin
cinselliğini kullanabilmesidir.”
Aynı zamanda bireylerin üreme yeteneğine, bu yeteneği kullanıp kullanmama ve kullanacaklarsa ne zaman ve ne sıklıkta
kullanacakları konusunda karar verme özgürlüğüne sahip olması olarak da tanımlanmaktadır. Üreme sağlığı her yaşta ve her cinste
insanı ilgilendiren bütüncül bir kavramdır. Üreme sağlığını oluşturan temel öğeleri, çocuk sahibi olup olmama ya da ne zaman ve kaç
çocuk sahibi olacağına karar verebilme; bu kararı istediği gibi uygulayarak planlanmış gebelikler sonucu sağlıklı çocuklara sahip
olabilme; genital yol ve cinsel yolla bulaşan enfeksiyon etkenlerinden korunabilme ve gerektiğinde tedavi olabilme şeklinde
özetlemek mümkündür.
Üreme sağlığını etkileyen tehlikelerden birisi cinsel yolla bulaşan hastalıklardır. Bu hastalıkların çoğu tedavi dilebilir. Tedavi
edilemediklerinde ise kısırlık, düşük, dış gebelik, rahim ağzı kanserleri, yeni doğan bebeklerde görülen bazı enfeksiyonlar, sakatlıklar
ve ölüme kadar giden pek çok olumsuz sonuca yol açabilirler.
Cinsel yolla bulaşan hastalıklara yakalanan bireylerin 1/3’ü 25 yaşın altındadır. Bu hastalıklara yakalanmamak için hastalıkların
neler olduğunu, belirtilerini, bulaşma yollarını ve nasıl korunma sağlanacağını bilmek gerekir. Cinsel yolla bulaşan hastalıkların en
yaygın olanları AIDS, frengi, hepatit B, HPV ve bel soğukluğudur.
144
AIDS virüsü insandan insana; kan ve kan ürünleri, cinsel temas ve anneden-bebeğe geçiş olmak üzere üç yolla bulaşır.
HIV birçok vücut sıvısında bulunmasına rağmen kan, kadın ve erkeğin cinsel salgıları ile bulaşabilmektedir. Buna karşılık HIV,
aynı ortamda bulunma, öksürükle, hapşırıkla, el sıkışmayla, aynı banyoyu ve tuvaleti paylaşmayla, aynı tabağı, bardağı, çatalı, kaşığı
kullanma ile bulaşmaz. AIDS’e karşı henüz kesin bir tedavi geliştirilememiştir. Ancak bazı tedavilerle hastanın yaşamı
uzatılabilmektedir. Ölümle sonuçlanan ve gençler arasında büyük bir yaygınlık gösteren bu hastalıktan korunmanın tek yolu bilgi
sahibi olmaktır.
145
b) Frengi (Sifiliz):
Hastalığa “Treponema pallidum” isimli bir bakteri çeşidi neden olur. Vücudun birçok bölgesinde etkili olabilen bu
hastalığın ana bulaşma yolu cinsel ilişkidir. Ayrıca anneden bebeğe bulaşma ihtimali de oldukça yüksektir.
Frenginin belirtileri, mikrop vücuda girdikten sonra üç evrede ortaya çıkar.
1. Birinci evrede; mikrobun vücuda giriş yerinde, cinsel organda, ağız ya da anüste sınırları belirgin, ağrı yapmayan çıban
şeklinde yaralar oluşur. Bu yaralar birkaç hafta içinde kendiliğinden iyileşir.
2. İkinci evre, birinci evredeki yaraların iyileşmesinden birkaç ay sonra ortaya çıkar ve bu evre birkaç yıl sürer. İkinci evrede
vücudun birçok yerinde kızarık lekeler ve yaralar biçiminde deri döküntüleri görülür. Bulaşıcı olduğu için oldukça tehlikeli
bir dönemdir.
3. Tedavi edilmemiş hastalarda üçüncü evreye özgü karakteristik belirtiler ortaya çıkar. Bu evrede kalp, damar, göz, iskelet ve
merkezi sinir sistemi başta olmak üzere vücudun birçok yerinde ölümle sonuçlanabilecek çok ciddi hastalıklar görülür.
146
d) Hepatit-B:
Hepatit-B, karaciğer iltihabı anlamına gelen hepatit hastalığının etkeni olan virüslerden bir tanesidir. Hepatit-B virüsü
karaciğerde çoğalır ve zamanla karaciğerde hasara yol açar. Bu virüs, kan yoluyla, cinsel yolla, gebelik ve doğum sırasında anneden
bebeğine bulaşabilir. Ayrıca derideki açık yaralar da hastalığın bulaşmasına neden olabilir. Hepatit-B virüsü vücuda girişinden sonra
karaciğerde iltihap ve kronikleşme (uzun süreli, süreğen), belirti vermeden sessizce vücutta kalma ya da vücut savunması tarafından
ortadan kaldırılabilme gibi sonuçlar ortaya çıkabilir. Kronikleşmiş hepatit-B hastalığı siroz ve karaciğer kanserine yol açabilir.
Bazı insanlar hepatit B virüsüne karşı doğal (doğuştan gelen) bağışıklığa sahiptir. Doğal bağışıklığı olmayan kişilerde, virüs
vücuda girmemişse aşı ile etkili bir biçimde koruma sağlanabilir. Ancak aşılama taşıyıcılara ve hepatit hastası olan kişilere
yapılamaz.
147
e) Bel Soğukluğu (Gonore):
Bir bakteri çeşidinin neden olduğu hastalıktır. Erkeklerde iltihaplı akıntı, idrar boşaltımı sırasında yanma hissi, testislerin
şişmesi ve ağrıması gibi belirtiler ile kendini gösterir. Kadınlarda ise iltihaplı akıntı, ağrılı idrara çıkma ve yanma, sık sık ve az
idrara çıkma, adet düzensizliği gibi belirtiler görülür. Bu hastalık tedavi edilmezse kısırlığa, üreme organlarında apselere ve dış
gebeliğe neden olur. Ayrıca hamile kadınlar doğum sırasında bu hastalığı bebeğine bulaştırabilir. Bu durum yeni doğan bebeklerde
körlük, zatürre, eklem veya kan enfeksiyonuna yol açar. Bel soğukluğu ilaçla tedavi edilebilen kolay bir hastalık olup erken tanı son
derece önemlidir.
TÜP BEBEK YÖNTEMİ VE MİKROENJEKSİYON
Anne ve baba adayı bazı çiftler istemelerine rağmen normal yollarla çocuk sahibi olamayabilirler. Bunun sebebi eşlerden biri
veya ikinde olabilecek çeşitli sorunlar olabilir. Normal yollarla çocuk sahibi olamayan birçok çift için, gebelik şansını artırmak
amacıyla yardımcı üreme teknikleri geliştirilmiştir. Günümüzde en yaygın olarak kullanılan yardımcı üreme teknikleri arasında klasik
tüp bebek ve mikroenjeksiyon yöntemleri yer alır.
148
Klasik tüp bebek yöntemi (İn Vitro Fertilizasyon; IVF) kadının yumurtalıklarından toplanan yumurtalarla erkekten alınan
spermlerin laboratuvar ortamında birleştirilmesi ve elde edilen embriyoların anne rahmi içerisine transfer edilmesi işlemidir. Klasik
tüp bebek yöntemi; yumurtalıklarda yumurta geliştirilmesi, yumurtaların toplanması, yumurtaların döllenmesi ve embriyonun rahim
içerisine yerleştirilmesi olmak üzere dört basamaktan oluşan bir tedavi sürecini kapsar. 1978 yılından beri tüm dünyada uygulanmaya
başlayan bu yöntem; yumurta sayısının fazla, yeterince hareketli ve kaliteli sperm olduğunda uygulanabilir.
1992 yılında tanımlanan mikroenjeksiyon (İntrasitoplazmik Sperm Enjeksiyonu; ICSI) yöntemi; yumurtalıklardan toplanan bir
yumurta hücresinin içerisine tek bir sperm hücresinin laboratuvar ortamında, mikroskop ve özel aletler kullanılarak yerleştirilmesidir.
Bundan sonraki aşamalar klasik tüp bebek yönteminde olduğu gibi ilerler. Mikroenjeksiyon yöntemi ile klasik tüp bebek yöntemi
arasında sadece laboratuvarda bir uygulama farkı vardır. Klasik tüp bebek yönteminde sperm hücreleri ve yumurta hücresi özel bir
ortamda doğal olarak döllenmeye bırakılırken, mikroenjeksiyon yönteminde her bir yumurta hücresine bir sperm hücresi enjekte
edilmektedir. Dolayısıyla klasik tüp bebek yönteminde olduğu gibi sperm hücreleri yumurta hücresini kendi kendine bularak döllediği
için mikroenjeksiyon yönteminde yumurta hücresinin döllenme olasılığı daha fazladır. Mikroenjeksiyon yöntemi sperm sayısı ve
hareketinin az olduğu, sperme ait yapı bozukluklarının olduğu durumlarda uygulanır. Ayrıca yumurta zarının kalın olduğu durumlarda
daha önceki tüp bebek uygulamalarında başarısız olan bireylerde mikroenjeksiyon yöntemine başvurulur.
149
150
2. ÜNİTE
ETOLOJİ
ETOLOJİ ( DAVRANIŞ )
Canlıların dış ve iç çevrelerinden gelen uyaranlara karşı gerçekleştirdikleri faaliyetlerin tümüne davranış
denir.
√ Dış faktörler: sıcaklık, ışık, nem, yer çekimi, kimyasallar ve fiziksel değişimler olabilir.
Örnek: aşırı sıcakta terleme fizyolojik tepki, elbisenin çıkarılması ve gölgeye gidilmesi davranışsal
tepkidir.
Örnek: Avcıdan korkma fizyolojik tepki, gizlenme veya kaçma davranışsal tepkidir.
Örnek: Soğuk havada titreme fizyolojik tepki, kalın giyinme, elleri ovuşturma davranışsal tepkidir.
Hayvanlarda davranışın kontrolünde sinir sistemi ve iç salgı sistemi, davranışın oluşmasında kas ve
iskelet sistemi rol alır. Yavaş tepkiler hormonlarla verilirken hızlı tepkiler sinirsel ve turgorla verilir.
Beslenme, avcıdan kaçma, ,yuva yapma davranışları ile yaşamda kalma şanslarını artırırken, üreme,
yavrularını koruma ile türün devamını garanti altına alırlar. Sonradan öğrenilmemiş davranışlara doğal davranışlar
denir. Doğal davranışlar kalıtsaldır atalardan alınır. Bu davranışlar otomatik şekilde gerçekleşir ve türe özgüdür.
Örnek: Örümcek yakalayacağı canlıyla hiç karşılaşmasa bile ağ örer ve avını yakalayarak beslenir.
Örnek: Her canlı türü üreme dönemlerinde kendilerine özgü davranışlarla cinsler arasında iletişim
kurarlar. Vücut şekli, feromen ve çıkardıkları seslerle karşı cinsin davranışlarında da etkili olurlar.
151
Bazı kalıtsal davranışlar canlı dünyaya gelir gelmez görülürken bazıları belli bir gelişim evresinden sonra
oluşur. Kelebek larvasının besin olarak yaprağı yemesi hemen gerçekleşirken koza örme davranışı belli bir
gelişim döneminden sonra gerçekleşir.
Euglena için ışık olumlu uyarandır ve ışığa yaklaşır. Amip için olumsuz uyarandır ve ışıktan uzaklaşır.
4- Bir canlı türü bir uyarana fiziksel ve fizyolojik olarak hazır olduktan sonra cevap verebilir
İnsanların yürüme, konuşma, üreme davranışları için belli dönemlerin geçirilmesi gereklidir
Yumurtadan çıkan larva belli bir beslenme döneminden sonra koza örer
Japon arılarının kovana saldıran eşek arılarını topluca ürettikleri yüksek ısı ile öldürmeleri.
b. Bireysel:
Bir kuşun yuva yapması
Akbabaların ölü hayvan vücutlarına yönelmesi, Kartalın canlı hayvan vücuduna yönelmesi
√ Işık: Fototaksi
√ Kimyasal: Kemotaksi
√ Su: Hidrotaksi
I- Bitkilerde davranış
Bitkilerde çimlenme, çiçek açma, yaprak dökme, tropizma ve nasti bitkilerde görülen önemli
davranışlardır. Uyaran ışık, ısı, su, kimyasallar ve travmalar olabilir. Tepkilerin verilmesinde hormonlar
düzenleyicidir. Tepki ise mitoz, turgor değişimi veya asimetrik büyüme ile gerçekleşir.
Yapılan çalışmalar bitkilerinde belli bir alanda ürettikleri özel salgılarla birbirlerinin metabolizmalarını kontrol
ettikleri görülmüştür. Ayrıca etilenin etkisinde unutmamak gerekir.
1- Tropizma(Yönelim):
Asimetrik büyümeler sonucu gelişir.Hormonların dağılımında görülen asimetri sonucu, dengesiz turgor
ve hücre bölünmeleri ile gerçekleşir.Yavaş gerçekleşen davranıştır. Bu durum bitkinin farklı kısımlarının
hormonlara farklı cevap vermesinden kaynaklanır.
Tropizmada daha çok uç meristeminden salgılanan oksin hormonu etkilidir.
Örneğin uç kısımdaki oksin hormonu ışık varlığına göre farklı dağılım gösterir Bu durum bitkide
yönelmeyi gerçekleştirir. Oksinlerin dağılımı karanlıkta ve ışığın tepeden geldiği durumlarda dengelidir. Bu
153
yüzden bitkide her hangi bir yönelme görülmez, ancak eğer ışık bir yönden geliyorsa ışığın geldiği yönde oksin
miktarı az, ışığın geldiği tarafın karşısında oksin miktarı fazladır
a. Fototropizma (Uyaran: ışık) Gövde pozitif tepki kök ise negatif tepki verir.
b. Jeotropizma (Uyaran: Yerçekimi) Gövde negatif kök ise pozitif tepki verir. Bataklık ve sulak ortam
bitkilerinin bazı kökleri negatif jeotropizma gösterir. Bu tip kökler havalandırma kökleri olarak adlandırılır
ve bataklık toprağında O2 nin az olmasından dolayı köklerin gaz alış verişinde rol alırlar.
c. Hidrotropizma (Uyaran: Su) Kökler pozitif hidrotropizma göstererek suyun fazla olduğu ortamlara doğru
yönelirler.
d. Kemotropizma (Uyaran: Kimyasallar=asitler, bazlar, gübre) Kökler kimyasallara karşı pozitif (Gübre)
veya negatif (Asit) tropizma gösterirler.
e. Travmatropizma (Uyaran: Yaralanma) Kökler yaralanmaya neden olan faktörlere karşı negatif tropizma
gösterir.
f. Haptotropizma (Uyaran: Temas) Sarmaşık ve fasulyenin sülük gövdelerinde değmeye karşı pozitif
tropizma gösterir.
2- Nasti (İrkilme): Bazı bitkiler ise uyartıların yönüne bağlı olmaksızın çok hızlı tepki gösterebilirler. Bu
tür davranışlarında etken olan faktör turgor olayıdır.
Örnek: Küstüm otunun duyarlı yaprakları dokununca hemen kapanır.
Örnek: Böcek yiyen bitkilerin çiçeğine böcek konunca çiçeğin yaprakları hemen kapanır.
Uyaranın yönüne bağlı olmaksızın gerçekleşen tepki tarzındaki hareketlerdir.Uyarana göre adlandırılır.
b) İçgüdüsel davranışlar
154
2-Öğrenilmiş davranışlar
Açıklamalar
Anahtar uyaran: İçgüdüsel davranışın başlamasını ve zincirleme devam ettiren uyarandır. Yırtıcının veya
annenin sesi, dişinin veya rakibin kokusu, sıcaklık azalması, günlerin kısalması, gece karanlığı vb uyaranlar
canlılarda uyarı oluşturur. Hayvanlarda bu uyarılar özel davranışların gerçekleşmesine neden olur. Ancak bir
uyaran bir tür için anlamlı iken başka bir tür için anlam taşımayabilir. Her çevresel değişken uyaran özelliği
taşımayabilir
a. Refleks:
Canlılarda dışarıdan gelen etkilere verilen ani ve değişmez tepkilere refleks denilir.
Refleks hareketleri beyne ulaşmadan, omurilik tarafından yönetildiği için hızlıdır. Sinir sistemine sahip
tüm canlılarda refleks davranışı vardır. Bilinç dışı gerçekleşir. Kalıtsal ve türe özgüdür. Değişebilirler Örneğin
insanın dizine vurulursa bacak öne doğru hareket eder (diz kapağı refleksi), kurbağanın bacağına asit değdirilirse
hemen bacağını çeker
b. İçgüdüsel Davranış:
Belli bir içgüdü davranışı bir seri faaliyeti içine alır. Örneğin kuşların yuva yapma içgüdüleri yuva
yapımında kullanılan malzemelerin bulunması, uygun yuva alanına taşınması, kendilerine özgü yuva şeklini
yapma gibi birçok faaliyeti kapsar. İçgüdü şeklindeki davranışlarda bir organizma belli bir uyartıya karşı daima
aynı şekilde tepki gösterir. Çevresel etkiler içgüdüsel davranışları etkilemez. İçgüdüsel davranışların şekli türe
özgüdür. İçgüdüsel davranışa bakılarak hayvanın hangi türden olduğu saptanabilir. Benzer içgüdüsel davranışlara
bakılarak hayvanlar arasındaki kalıtsal yakınlıklar ve evrimsel özellikler saptanabilir.
2- Öğrenilmiş Davranışlar
İçgüdüsel davranışlar öğrenmeyle değişebilir,farklı şekillere dönüşebilir. Öğrenilmiş davranışlar
doğuştan kazanılmış davranışlardan farklıdır. Çünkü hayvan yeni durumlara karşı, yeni tepkiler geliştirir ve bu
tepkileri uzun süre hatırlar. Öğrenme çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir
155
a. Alışkanlık yoluyla öğrenme:
Bir hayvan belli aralıklarla tekrar tekrar aynı şiddette bir uyarana maruz kalırsa, gösterdiği tepki yavaş
yavaş azalır ve sonunda o uyarana tepki göstermez.
Örneğin; örümceğin ağına çubukla dokunulursa, hayvan hemen dokunulan yere hızla hareket eder. Aynı
hareket sürekli tekrarlanırsa, örümceğin belli bir zaman sonra hiç tepki göstermediği görülür.
Pavlov, bir köpeğe besin verdiğinde ağzında salya salgısının arttığını gözlemlemiştir. Sadece zil sesi
duyurulduğunda köpek salya salgılamaz. Pavlov köpeğe besin verdiği anda zil çalmış ve bu işlemi birçok kez
tekrarlamıştır. Bu şekilde birçok deneyden sonra köpeğin zil sesini işittiği zaman besin verilmediği halde salya
salgıladığını görmüştür. Böylece araştırıcı yeni bir refleksin geliştiğini göstermiştir.
Burada şartlı refleks meydana gelirken, bir uyaranın yerini diğerinin aldığını hatırda tutmak gerekir. Yani
bir A uyaranının, B tepkisini meydana getirdiğini kabul edelim. Eğer C uyaranının da B tepkisini meydana
getirmesi sağlanırsa, C uyaranı A uyaranının yerini almış olur. Hayvan bu uyarana karşı, tıpkı eski uyarana
gösterdiği şekilde tepki gösterir.
c. İzlenimle öğrenme:
Bu tip öğrenme daha çok yeni doğmuş ya da yumurtadan yeni çıkmış yavrularda görülür. Bu çeşit
öğrenmeyle ilgili yapılan bir deneyde ördek yavruları üzerinde çalışılmıştır. Araştırıcı kuluçka makinesindeki
yumurtadan çıkan yavruların önünde çömelerek ve ördek gibi ses çıkararak iki yana sallanarak yürüdüğü zaman
genç yavruların kendisini izlediklerini görmüştür. Daha sonra yavrular gerçek ördeğin yanına götürülse bile, yine
ördek sesi çıkaran insanı takip etmişlerdir. Bu çalışmalar genç yavruların ilk gördükleri hareketli ve sesli şeyleri
takip etmeyi izlenimle öğrendiğini göstermektedir.
√ Sosyal hiyerarşi
√ Hayvanlar arası iletişim türe özgü yollarla (koku, ses, hareket ve organların şekli değiştirmesi
vb) sağlanır.
√ Korunma
√ Beslenme
√ Üreme
√ Sesle: Her tür özgün sesi ile eş bulma, tehlikeyi bildirme, besinin bulunduğu yere çağırma gibi
özel davranışlar sergilerler
√ Özel hareketlerle: Kabarma, belli organları (kanat, kuyruk, baş, kulak vb) hareket
Biyolojik saat
Belirli aralıklarla tekrarlanan davranış şekillerini ifade eder. Bu davranışlar, günlük, aylık, mevsimlik,
yıllık olabilir. İnsanın fizyolojik etkinliklerinin çoğu, günlük ritimler gösterir.
Son araştırmalara göre bu özellik, beyinde bulunan ve pineal bez denilen ışığa duyarlı bir yapı tarafından
düzenlenmektedir. Bu yapı, ışığın azalmasına bağlı olarak melatonin denen bir hormon salgılar. Melatonin
seratonin hormonundan ışığın olmadığı durumlarda üretilir. Salgılanması karanlıkta artar, ışıkta durur. Bu yolla
uyku ve uyanıklılık zamanı ayarlanır. Melatonin canlıdaki düzenleyici rolünü engellemelerle yapar.
Örnek: Yaban hayatta günlerin kısalması melatonin hormonunun döngüsel salgılanma süresini artırdığı
için üreme sistemine olumsuz etki yaparak üreme etkinliğini durdurur.
157
158