You are on page 1of 7

İNSANIN BELİRLENİMİ

[1800]

III. Bölüm: İnanç [Glaube]

Müthiş Tin, seninle bu söyleşi beni yere çaldı. Ama beni kendime getirdin. Ve
dışımda bir şey beni kendime gelemezcesine yıksaydı, acaba ne olurdum?
Nasihatinin ardından gideceğim, elbette gideceğim.
Ne arıyorsun öyleyse, şikâyetçi yüreğim? Anlama yetimin en ufak bir itirazda
bulunamayacağı bir öğreti yapısına başkaldırışıma neden olan şey nedir?
Şudur: Sırf tasavvurdan ibaret olanın, şimdi burada bulunanın, bulunmuş ve
bulunacak olanın ötesinde bir şeyi, tasavvur olmasa bile, talep ediyorum; tasavvurun
sadece kaydettiği, meydana getirmediği, ne de en küçük bir değişiklik yaptığı bir
şeyi. Sırf tasavvurun aldatıcı olduğunu şimdi görüyorum. Tasavvurlarımın bir
anlamı olmalı; ve bütün bilgim bana bilgiden başka bir şey sunmuyorsa, kendimi
bütün ömrüm boyunca aldatılmış hissederim. Tasavvurlarımdan başka hiçbir şeyin
varolmayışı, insanoğlunun doğal anlayışı için gülünç ve saçma bir düşüncedir; bunu
hiç kimse ciddiye almaz, çürütülmesine de gerek yok. Bu düşüncenin daha derin


Almanca özgün metnin başlığı Die Bestimmung des Menschen’dir; çeviri-de Almanca ve İngilizce her iki baskıdan
da yararlanılmıştır: J.G. Fichte (1845-46) Sämtliche Werke III, haz. I.H. Fichte, Berlin ve J.G. Fichte (1956) The
Vocation of Man, haz. ve çev. R. M. Chisholm, Indianapolis; New York: The Library of Liberal Arts.
temellerini –sırf akıl yürütmeyle sökülemeyecek temelleri– bilen, eğitimli yargı sahibi
kimse için, umutsuzluk ve hiçlik düşüncesidir o.
Öyleyse, kendisine bunca ateşli özlemle uzandığım, tüm tasavvurların ötesindeki
bu ‘şey’ nedir? Beni kendisine çeken güç nedir? Onun içten bağlı olduğu ve yalnız
onunla birlikte mahvedilebilecek ruhumun merkezi nerede?
“Senin belirlenimin sadece bilmek değil, bilgine uygun eylemektir.” Kendimi bir an
için toparladığım ve gözlemimi kendi Ben’imin içine çevirdiğim zaman, ruhumun
derinliklerinden yüksek sesle çağıran ses budur. “Sen kendin hakkında başıboş
düşüncelere dalmak ya da sofu duyumlamalar üzerinde kendinden geçmek için
burada değilsin. Hayır, sen eylem için buradasın; eylemin ve yalnızca eylemin senin
değerini belirler.”
Bu ses beni tasavvurun dışına çıkarıyor; sadece bilmekten, onun ötesinde ve ona
karşıt bir şeye, bütün bilgiden daha büyük, daha yüksek olan ve içinde bütün
bilginin amacını, hedefini taşıyan bir şeye yönlendiriyor. Eylediğimde, eylemekte
olduğumu ve nasıl eylemekte olduğumu kuşkusuz biliyorum; yine de bu bilgi
eylemin kendisi değil, yalnızca onun gözlemlenmesi. Böylece bu ses bana aradığım
şeyi kesinkes bildiriyor; salt bilmenin ötesinde olanı ve doğasında bilgiden
tamamıyla bağımsız olanı.
O böyle, onu dolaysızca biliyorum. Ama kendimi bir kez spekülasyonun alanı
içine bırakmışım ve içimde uyanmış olan kuşku gizlice sürecek, beni rahatsız
edecek. Kendimi bu duruma soktuğum için, kabul ettiğim her şey spekülasyonun
mahkemesi önünde haklı çıkana kadar tam bir doyuma ulaşamam. Kendime şunu
sormalıyım: Nasıl böyle olur? Beni salt tasavvurun ve bilginin ötesinde bir şeye
yönlendiren ruhumdaki bu ses nereden doğuyor?
İçimde mutlak, bağımsız öz-etkinliğe doğru bir dürtü var. Sadece bir başkasıyla
beraber, bir başkası için ve bir başkası sayesinde varolmaktan daha katlanılmaz bir
şey yok benim için. Kendim için ve yalnız kendi başıma bir şey olmalıyım. Bu
dürtüyü kendi varoluşumu algılamamın yanısıra hissediyorum; kendimin bilincinde
olmama ayrılmazcasına bağlı o.
Bu duyguyu kendime refleksiyonla açıklıyorum; ve kendi başına kör olan dürtüye
içgörü bahşediyorum. Bu dürtüye göre mutlak bağımsız bir varlık olarak edimde

“Aber ich habe mit der Speculation mich einmal eingelassen.” (“But I have entered within the domain of
speculation.”) –çev. n.
bulunmalıyım –dürtüyü böyle anlıyor, böyle tercüme ediyorum. Bağımsız
olmalıyım. Ben kimim? Tek olanda aynı zamanda özne ve nesne –bilinçli varlık ve
bilincinde olduğum varlık, sezgisel bilgiye sahip olan ve bu sezgide bildirilmiş olan
kendim, düşünen zihin ve düşünce nesnesi olan kendim– ayrılamaz ve hep
birbirleriyle varolur. Ne isem, her ikisi olarak kendi başı-ma mutlak anlamda o
olmalıyım; benden kavramlar kaynaklanıyor; benden bu kavramların ötesinde olan
bir durum ortaya çıkıyor. Ama ikincisi nasıl olanaklı? Hiç’e hiçbir varlığı
bağlayamam, hiçten bir şey hiçbir zaman çıkmaz. Benim nesnel düşüncem
zorunlulukla dola-yımlıdır. Ama başka bir varlığa bağlanmış bir varlık, tam da böyle
olmakla, o başka varlıkça temellendirilir ve artık birincil ve ilksel kaynak değildir;
diziyi başlatan değildir, yalnızca ikincil ve türetilmiş bir varlıktır. Bir şeye kendimi
bağlanmaya zorlanırım; kendi varoluşumun koşulu olan o bağımsızlığı
kaybetmeksizin başka bir varlığa bağlanamam.
Oysa bir erek kavramını düşünüşüm ve tasarlayışım, doğası gereği mutlak
anlamda özgürdür –ve hiçlikten bir şey meydana getirir. Eğer o, özgürce ve yalnızca
benden mutlak olarak kaynaklanmış addedilebilecekse, eylemimi böyle bir
düşünüme bağlamalıyım.
Demek ki, ben olarak bağımsızlığımı şöyle düşünüyorum. Kavram oluşturma
yetimi, sırf onu oluşturduğum için, kendime atfediyorum. Bu kavramı oluşturmamı
da, akıl sahibi olarak kendimin mutlak hükümranlığıyla sırf bu kavramı
oluşturduğum için, kendime atfediyorum. Ayrıca, bu kavramı bir eylemle kendi
dışında gerçekleştirme gücünü kendime atfediyorum. Kendi dışında bir şey
meydana getirmeye muktedir olan gerçek, etkin gücü –salt kavrayış gücünden
bütünüyle farklı bir gücü– kendime atfediyorum. Tasarlama kavrayışları denilen bu
kavrayışlar ya da erekler, zaten varolan şeylerin salt bilgisinin kavramları değildirler;
o şeylerin nüshaları değildirler. Onlar, meydana gelecek olanların asıllarıdırlar;
gerçek güç, onların ötesindedir ve onlardan kendi başına bağımsızdır [Bu güç,
onlardan yalnızca bilginin tanık olacağı kendi dolaysız belirlenimlerini alır]. İşte bu
dürtüden dolayı kendimi donattığım bağımsız güç böyledir.
Sonrasında burada görünür olan, bilincin kendisinin gerçeklikle bağlantıda
olduğu noktadır; kavrayışımın gerçek verimi ve onun so-nucunda kendime
atfetmeye zorlandığım eylemin gerçek gücü, bu noktadır. Dışımdaki duyumlanır
dünyanın gerçekliği nasıl isterse öyle olsun. Gerçekliğe ben sahibim ve onu
kavrıyorum; o benim içimde ve içimde olmakla yuvasında.
Benim bu gerçek eylem gücümü düşüncede kavrıyorum, ama onu düşünceyle
yaratmıyorum. Bağımsız eylemek için, dürtümün dolaysız duygusu bu düşüncenin
temelinde yatıyor. Düşünce, bu duyguyu resmetmekten ve kendi formu, düşünce
formu içine almaktan başka bir şey yapmıyor. Bu işleyiş, spekülasyonun mahkemesi
önünde haklı çıkabilir gibi görünüyor.
--------------------------------------
Nasıl? Kendimi maksatlı olarak, bilerek bir kez daha mı aldatacağım? Bu işlem o
ciddi mahkeme önünde hiç de haklı çıkarılamaz.
İçimde bir dürtü ve dışa doğru eylemek için bir çaba duyuyorum; bu hakiki
görünüyor ve konuya ait tek hakikat olarak görünüyor. Bu dürtüyü hisseden Ben
olduğuma ve kendi dışıma, ne tüm bilincimle ne de duyumlama yetimle kısmen bile
çıkamayacağıma göre; bu Ben’ in kendisi, dürtünün bilincine vardığım son nokta
olduğuna göre, dürtü bana, içime yerleşmiş, böylece yine içimde temellenmiş bir
etkinlik olarak görünüyor. Fakat, ne olduğunu bilmediğim bu dürtü, gerçeklikte
bana görünmeyen yabancı bir gücün dürtüsü olamaz mı? Ve bağımsızlık fikri,
kendimle sınırlı bakışımdan kaynaklanan yalnızca bir yanılsamadan ibaret olamaz
mı? Böyle olduğunu varsaymak için hiçbir nedenim yok, ama böyle olmadığına dair
de yok. Onun hakkında mutlak olarak hiçbir şey bilmediğimi ve bilemeyeceğimi
itiraf etmeliyim.
Hayret uyandırıcı bir şekilde kendime atfettiğim şu gerçek özgür eylem gücünü,
onun hakkında hiçbir şey bilmeden mi hissediyorum? Hiç de değil. O sadece
belirlenebilen öğedir. Biz onu, tüm yetilerin ve güçlerin içinden doğdukları iyi bilinen
düşünme yasalarınca varsayarız ve ona belirlenmiş öğeyi, benzer şekilde yalnızca bir
varsayım olan gerçek eylemi ekleriz.
Sırf bir kavramdan onun hayâlî gerçekleşmesine bu gidiş, tüm nesnel düşüncenin
olağan ve bilinen işleyişinden fazla bir şey midir? Düşüncenin sadece düşünce olarak
değil, kendini daha fazla bir şey olarak biçimlendirme arayışı mıdır bu? Hangi
kurnazca akıl yürütme, bu tutumu burada, herhangi başka bir yerde olduğundan
daha değerli kılabilir? Düşünce kavramına bu düşüncenin gerçekleştirilmesini
eklemek, bu masanın kavramına gerçek, buradaki bir masayı eklemekten daha derin
bir anlam ortaya koyar mı? “Bir erek kavramı, içimdeki olayların özel bir belirlenimi,
iki biçimde gözüküyor: Kısmen öznel, bir düşünce; kısmen de nesnel, bir eylem.” Bu
açıklamaya karşı, bir kaynaktan türetilmiş olma eksikliği bulunmayan akıl-sal bir
temeli nasıl gösterebilirdim?
Bu dürtüyü hissettiğimi söylüyorum; bunu söyleyen benim ve söylerken öyle
düşünüyorum da. Gerçekten hissediyor muyum, yok-sa sadece hissettiğimi mi
düşünüyorum? His dediğimin hepsi, nesnel düşüncemle önüme konulmuş, bütün
nesnelleştirmenin asıl geçiş noktası olmasın? Ve yine, gerçekten düşünüyor muyum,
yoksa sadece düşünmekte olduğumu mu düşünüyorum? Gerçekten düşünmekte
olduğumu mu düşünüyorum, yoksa düşünme fikrine sahip olduğumu mu
düşünüyorum? Spekülasyonun böyle sorular sormasına ve onları bitmeden
sürdürmesine ne engel olabilir? Nasıl yanıt verebilirim ve böyle sorgulamaların
bitmesini buyuracağım nokta nerede? Bilincin belirgin bir ediminin refleksiyon
konusu yapılabileceğini biliyorum ve kabul etmeliyim; ilk bilinçliliğin yeni bir bilinci
böyle yaratılabilir. Bununla da dolaysız bilinç bir adım daha yükseltilir, ilk bilinç
karartılır, kuşkulu duruma getirilir. Bu merdivenin en üst basamağının olmadığını
da biliyorum. Bütün kuşkuculuğun bu sürece dayandığını ve beni bu kadar şiddetle
yere çalan öğreti yapısının, bu sürecin açık bilinci ve uygulanımı üzerine
kurulduğunu biliyorum.
Bu öğreti yapısıyla kafamı karıştıracak başka bir oyun oynamayacaksam, onu
gerçekten ve edimle yaşamak istiyorsam, içimdeki sese itaati reddetmem gerektiğini
biliyorum. Eyleme istenci gösteremem; çünkü o öğretiye göre gerçekten eyleyip
eyleyemeyeceğimi bilemem. Hakikaten eylediğime hiçbir zaman inanamam;
eylemim gibi görünen, bana tamamıyla anlamsız görünmek zorunda kalır, kandırıcı
bir resim olur. Bütün ciddiyet, bütün gerçeklik yaşamımdan silinip süpürülür; ve
düşünce olduğu kadar yaşam da, hiçten başlayıp hiçe giden bir oyuna dönüşür.
O içten sese itaati reddedecek miyim? Bunu yapmak istemiyorum. Bu dürtünün
bana ilettiği çağrıyı/belirlenimi özgürce kabul etmek istiyorum ve bu kararda,
düşünceyi tüm gerçekliği ve hakikatiyle hemen kavrayacağım –onda varsayılan her
şeyin gerçekliğini de. Bu dürtünün beni içine yerleştirdiği doğal düşüncenin ko-
numuna kendimi sınırlayacağım; ve beni onun hakikatinden kuşkulandırabilecek
yegâne durum olan abartılı ve safsataca irdelemelerin hepsini içimden atacağım.
--------------------------------------
Şimdi seni anlıyorum, yüce Tin! Bu gerçekliği kavramanın araçlarını buldum ve
bununla birlikte herhâlde tüm diğer gerçekliği kavramanın. Bu araç bilgi değildir;
hiçbir bilgi kendisinin temeli, kendisinin kanıtı olamaz. Her bilgi, üzerinde
kurulduğu daha yüksek başka bir bilgiyi öncel sayar ve bu yükselişin sonu yoktur.
Bu gerçeklik inançtır; bize doğallıkla sunulan bakıştaki iradî kabulleniştir; çünkü
ancak bu bakış sayesinde belirlenimimizi gerçekleştirebiliriz. Bilgiye ilk onayı veren
budur; onu kesinliğe ve tam ikna gücüne ulaştıran budur ve bu olmadan bilgi bir
hayâlden ibaret kalabilir. Bu bilgi değil, bilginin geçerliliğine izin veren istencin bir
kararıdır.
Bu öğretiye sonsuzca sımsıkı tutunuyorum; öğreti sırf sözel bir ayırım değil,
hakiki ve derindir; en önemli sonuçlarıyla bütün varoluşumu ve karakterimi etkiler.
Bütün bağlanışım inancadır; o duygudan yola çıkar, anlama yetisinden değil. Bunu
bildiğimden, hiçbir tartışmaya kılı kırk yarar incelikle girmiyorum; çünkü böyle
şeylerle hiçbir şey kazanılamayacağını önceden görüyorum. Şaşkınlığa uğ-
ramayacağım, çünkü inanmışlığımın kaynağı bütün tartışmalardan üstündür. Bu
inancı, zorlamalı akıl yürütmelerle başkasına kabul ettirme arzusunu duymayacağım
ve böyle bir girişim başarısızlığa uğrarsa hiç şaşırmam. Düşünme tarzımı önce
kendime uyguladım, başkalarına değil ve yalnız kendi önümde onu haklı kılmak
istiyorum. Bilincinde olduğum dürüst, dimdik amaca başka kim sahipse, benimkine
benzer inanca o da erişecektir; amaç olmazsa, inanca hiçbir şekilde erişilemez. Artık
bunu bildiğim için, kendimi ve başkalarını hangi hareket noktasından kalkarak
yetiştirmem gerektiğini de biliyorum: Anlama yetisinden değil, istençten. İstenç,
sürekli olarak ve dürüstçe iyiye yönlendirilirse, anlama yetisi hakikati kendiliğinden
kavrayacaktır. Yalnız anlayış çalıştırılır ve istenç ihmal edilirse, mutlak bir boşluk
içinde beyhude inceliklerin peşinde koşmaktan başka hiçbir şey olmaz. Bunu artık
bildiğimden, inancıma karşı çıkabilecek bütün yanlış bilgiyi çürütme gücüm var.
İnanca dayanmayan, salt spekülasyonla oluşturulmuş her hakikate yelteniş, mutlaka
yanlış ve hilelidir; çünkü salt bu şekilde oluşturulan bilgi, ancak hiçbir şey bile-
meyeceğimiz inancıyla son bulur. Bu tür yanlış bilginin, öncüllerine inanç sayesinde
önceden yerleştirilmiş olanlardan başka bir şeyi asla keşfedemeyeceğini, bu
öncüllerden tamamıyla yanlış sonuçlar çıkarabileceğini biliyorum. Artık bunu
bildiğimden, bütün hakikatin ve bütün inancın mihenk taşı elimde. Bütün hakikatin
kökü, salt vicdandır. Vicdana, yahut onun buyruklarının gerçekleşmesi yolunda du-
ran her ne olursa olsun, kesinlikle yanlıştır; oluşturulurkenki ya-nıltmacaları
keşfedecek durumda olmasam bile asla ikna olamam.
Bu dünyanın ışığını görmüş olan her insan için bu böyle olmuştur. Kendileri için
bir varoluşa sahip olan tüm gerçekliğin bilinci ol-maksızın, yalnız inançla kavrarlar;
ve bu inanç kendini onlara, varoluşlarıyla aynı zamanda yükler, onlarla birlikte
doğmuştur. Başka türlü nasıl olabilirdi? Eğer salt bilgide, salt algıda ve refleksiyon-
da, zihnimizdeki tasavvurları gözümüzün önünden zorunlulukla ge-çen resimler
olmaktan fazla bir şey olarak ele almak temelsizse, onla-rın bundan fazla olduklarını
neden söyleyelim ve bütün tasavvurlardan bağımsız varolan bir şeyi neden onların
temeli sayalım? Nesnelere ilk doğal bakışımızın ötesine geçecek yeti ve güdüye
hepimiz sahipsek, neden pek az kimse gerçekten ötesine geçiyor ve neden kendimizi,
bir parça acıyla olsa da, bu yola girmek için bizi ikna edecek her girişime karşı
savunuyoruz? Bizi bu ilk doğal inancın gücü içinde tutan nedir? Aklın çıkarımları
değil, çünkü böyle bir şey hiç yok. Bizi tutan, meydana getirmek istediğimiz bir
gerçekliğe ilgimizdir: Bütünüyle iyi uğruna iyiye; ve sundukları hoşnutluk uğruna,
olağan ve duyumsal olana. Hayatta hiç kimse bu ilgiden kendisini yoksun
bırakamaz, tıpkı bu ilginin beraberinde getirdiği inancı az da olsa silkip atamayacağı
gibi. Hepimiz inanç içinde doğarız; kör olan, gizli ve karşı konmaz dürtüyü körce
izler; gözleri gören, görmeyle izler ve inanır, çünkü inanmaya karar verir.

çev. Uluğ Nutku

You might also like