You are on page 1of 32

T.C.

ANADOLU ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ

FELSEFE BÖLÜMÜ

AKIL VE İKTİDAR

LİSANS BİTİRME TEZİ

Hazırlayan
Günter LALE

Danışman
Doç.Dr. Demet KURTOĞLU TAŞDELEN

ESKİŞEHİR-2020
İÇİNDEKİLER

İÇİNDEKİLER.............................................................................................................................2
GİRİŞ................................................................................................................................3
1. ANTİK YUNAN'DA AKIL.........................................................................................6
1.1.Herakleitos’un Oluş Anlayışı..............................................................................7
1.2.Antik Yunan Geleneği Ve Sokrates......................................................................8
2. ORTAÇAĞ GÜNAH KAYNAĞI OLARAK AKIL................................................11
2.1.Descartes Ve Sonrası..............................................................................................12
2.2.Mekanist Dünya Görüşü.......................................................................................15
3.AKIL VE İKTİDAR ..................................................................................................18
3.1.Kimlik Ve İktidar.................................................................................................20
3.2.Akıl Ve Söylem.....................................................................................................24
3.3.Hayal Gücü Ve İktidar.........................................................................................26
4. SONUÇ.......................................................................................................................29
KAYNAKÇA……………………………………………………………...…………...31

2
GİRİŞ

Delilik modern dünya için gerçek

Günü karşısında gece olmaktan başka

bir anlam taşıyorsa en gizli derinliklerinde,

insanın insandan daha eski gerçeğinden,


kurduğu ama yıkabileceği de
gerçeğinden söz edebiliyorsa,işte bu
gerçek,ancak delilik felaketinde
kendini insana açar ve bu
karşılaşmanın ilk ışıltılarında kaçar
ondan.Ancak deliliğin gecesinde
olasıdır,yaydığı gölge silindiğinde
yitiveren bir ışık.İnsan ve deli,
modern dünyada,Bosch'un yanan
değirmenlerini aydınlatan güçlü
hayvani dönüşümlerinde
olduklarından daha sıkı bağlıdırlar:
Karşılıklı ve karşıt bir gerçeğin
Dokunulmaz bağıyla;tam da biri
ötekine söylediği anda yok olan,
Tözlerin gerçeğini söylerler
Birbirlerine.Her ışık doğurduğu günde
Söner ve böylelikle,yırttığı,buna
Rağmen çağırdığı ve korkuççasına
Beliriverdiği geceye kavuşur.
Günümüzde hem olduğu hem
olmadığı deliliğin bilmecesindedir
İnsanın gerçeği;her deli,insanlığının

3
Düşüşünde çırılçıplak kıldığı insan
Gerçekliğini hem taşır hem taşımaz.1 Micheal Foucault

Tarihin derinliklerine baktığımızda orada bulduğumuz düşüncelerin en küçüğü


bile rastlantısal değildir. Bir benzetmeyle düşünce de kaderdir. Zaman ve coğrafyadan
ayrı düşünülemez. Akıl ve deliliğin birbirlerine zıt anlamlarda kullanıldığını
görebiliriz. .İki kavramın birbirlerine zıt olabilmesi için aynı düzlemde var olabilmeleri
gerekir. Ancak delilik çoğu zaman aşağı ve yok sayılayandır. O onunla bir savaşın
gerçekleşeği bir düşman bile olamaz. Hatta en küçük ruhsal çöküntünün hastalık
sayıldığı modern zamanda bile anti depresanlanların aspirin gibi satıldığı deliliğe savaş
açılmış gibi görünen bu dönemde iktidarın gözünde onun eşiti yada savaşacağı bir
düşman olamaz. Onun dışında delilik düzen için bir tehditten çok o tehdidin savrulduğu
alan olarak kullanılmıştır. Totaliter rejimler için isyancının sıfatı dinler içinse kötülüğün
kaynağı şeytanın ve günahın temsilcisi olmuştur. Bu anlamda düzen içinde sıkışan
bireyin kalkıştığı eylem onu delice gösterebilir. Çünkü isyana kalkıştığı düzen öylesine
güçlüdür ki bunun akıllıca bir tarafı yoktur çoğu kişinin bildiği bir olayda anlatıldığı
gibi Sovyet rejimin güçlü olduğu bir zamanda bir grup insan sovyet rejimini protesto
ederler. Ancak akıllı bir kimsenin bu kadar güçlü bir devleti protesto etmeyeceği
düşünülerek ciddiye alınmayıp akıl hastanesine gönderilirler. Düzenin akıl tasarımı
içerisinde bu bir yanlış veya hatadır. Ancak insan hata yaparak sınırlarını aşarak
yaratıcılığını ve özgürlüğünü keşfeder. Deliğin eylemi transgresiftir kurallar ve
yasaların anlamı yoktur. Sınırlar iktidarın akıl tasarımınca belirlenmişse daha radikal
anlamda bir isyancın kendini yakması yada intihar bombacısı olması akli sıkışmışlık
içinde kendini açığa çıkarır. Hayatının tüm alanlarını kurgulayan iktidarın gösterdiği
yolun dışına çıkmak delilikle eş tutulur hale geliyor. O uzun hikayeye göre hayat ağacı
ile sonsuza kadar yaşamayı seçmek yerine bilgelik ağacının meyvesini yiyerek
cennetten kovulan Adem ve Havva’nın kaderinde de bu vardır. Hata bilgeliğin ve
deliğin kapılarını açmıştır. İlk çağlardan başlayarak deliğin tanımları coğrafyalar ve
dönemler arası değişim gösterse de iktidara bağlı akıl tasarımları kendini evrensele
atfetmek için uğraşmıştır. Kendini evrensel olarak ifade eden batı tasarımları akıl başka
halklar ve coğrafyaları sömürmek için bir araç olarak kullanılmıştır. Evrensel olduğu
iddia edilen batı kökenli akıl tasarımları tarih boyunca halkları, cinsel yönelimleri

1 M,Faucault(2015). Kadıköy Underground Poetix XIV sayı:001

4
yaşayış biçimlerini yadsımıştır. Üremek için olmayan birliktelikler, yalnız yaşan
insanlar ve diğer ötekiler deli sıfatında kabul edilmiştir. Bu tasarımların hemen hemen
ortak karakteri faydacı, erkek, güçlü ve yanılmaz olmasıydı. Hitler döneminde akıllı bir
insanın özellikleri alman, sağlıklı, heteroseksüel ve Hitler rejimini destekliyor
olmasıydı. Delilik çoğu zaman çocukla, hayvanla ve eşyayla eş tutulmuştur. Kendi
seçimini yapamaz, düşünemez, gerektiğinde feda edilebilir. İktidarın da isyancısına
atfettiği gibi beyni yıkanmıştır çünkü hiçbir insan isteyerek, düşünerek iktidara karşı
çıkamaz, toplumun yaralı organıdır gerektiğinde kesip atılabir. Tarihte düşünce tipleri
arasında farklı olarak birkaç şey görebiliriz bunlara bakmadan önce bu bakış türünün bir
övgü yada yergi içermediğini belirtmek isterim. Amaç tıpkı Ursula.L.Guin’in yaptığı
gibi Annares’i tüm güzelliği ve yanlışlığı ile betimlemektir.‘’ -...İnsanlar özgürlükten
hoşlanmıyor, özgürlükten korkuyoruz. Burada şaşılacak şey ise özgürlükten korkulacak
bir şey olmaması. Diğer taraftan, düzen bazı zamanlar korkutucu olabilir.’’2 yani burada
bahsedilenin benzeri olarak delilik zararsızdır ama akıl bir zamanlar korkutucu
olmuştur. Bunun gibi 21.yüzyılın diğerlerinden farklı olarak sorunu ise belli bir akıl
tasarımının yanında deliliğin de iktidar tarafından belirlenmesidir. Delilik, tarihi avcı
tarafından yazılan avla aynı yazgıyı paylaşır.Burada göstermek istenilen akıl ve
akıldışılık bağlamlarının iktidar, kimlik, söylem ve hayal gücü arasındaki ilişkilerin bir
incelemesidir.

2 Tarr, B(1994). Satan Tango[Film].Almanya ve İsviçre:Vega Film

5
1. ANTİK YUNAN'DA AKIL
Antik yunan efsanelerinde evrenin, varlığın oluşu tanrılardan öncesine denk gelir bu
hikayeye göre Khaos karanlıkla dolu bir boşluk durumunda vardı. Sonra Gaia(Yer) var
oldu. Bunlardan doğanlar ise evrenin kısımları ile birlikte yasalarını meydana getirdiler.
Olympos tanrıları bu sıralamaların sonrasına denk gelir. Sistematik felsefe öncesi
düşünce tipi evrenin yasalarını tanrıdan öncesine koyar. Bu yüzden yunan düşüncesinde
tanrıları anmak doğa güçlerinden bahsetmek demekti. İlk felsefeciler olarak
adlandırılan Doğa Filozofları da yaşadıkları evreni anlamak için Phusis’e(doğa)
yönelmişlerdir. Bu düşünürleri ve kendilerinden önce gelen geleneğin neden anlamak
için doğaya baktıklarını bulmak kolaydır. Bu bir bebeğin hayatı keşfine benzetilebilir.
Bebekler de benzer şekilde ilk önce çevrelerini kavramaya çalışıp daha sonradan
kendilerini bu çevreden ayırıp kendilerinin farkına varırlar. Ancak basitçe doğa diye
dilimize çevrilen bu sözcük yunan dünyasında geçmişten gelen bir çok anlamı içinde
barındırır. Phusis kelimesi tanrılarla iç içe geçmiş doğa güçleri anlayışıyla birlikte
yasayı, düzeni, kanunu, siyaseti ve adaleti temsil eder. Yani doğaya bakmak tüm bunları
doğada görmek ve düzenin kaynağını ve tanrısallığını doğada aramak demekti. Mitoscu
geleneğin simgelerinde yatan tanrısallık doğa filozoflarının arkhe anlayışında azalsa da
devam etmektedir. Bu noktada arkhe sözcüğünün anlamı her şeyin temel nedeni,
kaynağı olmakla birlikte her şeyin tanrısal nedeni de ifade eder. Fakat düşüncenin
kendisi yaşadığımız dünyanın topraklarına ayak basmaya devam etmektedir. Peki bu
doğanın içinde bulunduğu yaşamın kavrayan düşünce yapısı nasıl başka dünyaya
yönelmiştir? Antik yunan dünyası gerek coğrafi yapısı gerek beşeriyeti itibariyle
sistematik felsefenin doğduğu yer olarak bütünlüklü ve anlamlı bir yapıdadır. İlk
filozoflar olarak görülen kişileri diğerlerinden ayıran şeyler bize felsefenin neliği
hakkında bilgi verir. Felsefe diğer düşünme biçimlerinden farklı olarak sistematik
olması bakımından ayrı bir yer olarak kabul edilir. O bilginin akılsal bir süreçten
geçirilerek sistemi bir yapıya dönüştürülmesi sonucunda oluşur. Antik yunan
geleneğinin ilk felsefecilerden önce savunulan evren anlayışlarından ayıran nokta onun

6
efsanelerden uzak ve akılsal bir yapıda bulunmasıdır. Oysa efsanelerin dünyası akılsal
sınırlılığın içinde değildir. Dünya logosun sınırları içine girmemiştir.

1.2 Herakleitos’un Oluş Anlayışı

Herakleitos’un ilk filozoflar arasında farkı bütünü bütünlüğü içinde ele almış
olmasıdır. Varlığın, değişenin ardında değişmeyenin bilgisine ulaşmaya çalıştığı noktada
oluşun bilgisine yönelmiştir. Onun için dünya sürekli bir değişime ve oluşa tabidir.
Dünyada gördüğümüz her şey değişir ve hiçbir şey aynı kalmaz. Dünya bir oluş içinde
zıtlıkların savaşından ibarettir. Bu zıtlıklar oluş içinde bir araya gelir ve ayrılır. Bu
oluşun yasası ise logostur. Herakleitos’un kendisine bu yüzden seçtiği arke ateştir.
Bunun temel nedeni ateşin varlığının yapısıdır. O vardır ancak diğer her şey gibi var
değildir. Bir oluş olarak vardır ve kendisini meydana getiren hiçbir şey olmayarak
vardır. Dünyayı bu oluşun içinde kavramak onu belirsizliklerin ve düzensizliğin içine
itmek değildir. Herakleitos’un düşüncesinde evrenin bu oluş içindeki yapısı ile efsanevi
dünya görüşleri birbirine benzemektedir. Ancak bu oluş Herakleitos’ta bir düzen içinde
olmaktadır. Ateş logos ile yanar ve oluşun yasası logostur. Dünya belli bir akılsallığın
keskin sınırları içerisinde görülmektedir yine. Dünya logosun yasaları ile değişir ve ona
bağlıdır. Yunan düşüncesinde en büyük tartışmalardan biri de varlık-oluş tartışmasıdır.
Sürekli değişen dünyanın nasıl bilinebileceği konusu düşünürleri meşgul etmiştir.
Filozoflar değişen dünyanın gerisinde değişmeyen bir temel, ana madde yada yasa
aramışlardır. Su, hava gibi maddeler yerine Herakleitos oluşun kendisini değişmeyen
olarak kabul etmiştir. Bu düşünce oluşu, dünyayı olduğu gibi anlama ve kabul etme
açısından diğerlerinden farklıdır. Herakleitos söylevleri peygambervari ve didaktik
yapıdadır. Kendisini diğer düşünürlerden üstün görür. ’’Onun bu tutumu felsefi olarak
tek bir anlama gelebilir: Bu kendisinin onların asla görmemiş oldukları,
göremeyecekleri bir şeyi görmüş yakalamış olduğudur.’’ Arkhe olarak kendisine ateşi
seçmiş olan Herakleitos’un düşüncesine göre her şeyin göreli ve değişken olduğu bu
evrende bilinebilecek bir var olan ise bu değişimin varlığıdır. Değişim her şeyi
kapsayacak şekildedir ne kadar kendimize sağlam dayanak noktaları arasak da bu
değişimi kabullenmek zorundayız.’’ İnsanlar eğer şeyler(adaletsizlikler) var olmasaydı

7
adaletin adını bilemezlerdi.’’ Yaşamı salt iyi veya salt kötü olarak değil olduğu gibi
zıtlıkları ile kabul etmemiz gerekir. Onun bu değişim anlayışının tek yasası logostur.
Ateş logos(ölçü)ile yanar. Ancak bu Arkhe’nin bir ereği yoktur. Herakleitos’un bu
düşüncesi bizi nedensellik sorgusunun getirdiği metafizik açıklamalardan kurtarır. Var
olan var olduğu için vardır. Bu dünyanın ve yaşamın hatta tanrının bile amaçsızlığını
apaçık bir şekilde gösterir.’’ Zaman, dama oynayan bir çocuktur: hükümdarlık bir
çocuğun gücüdür.’’3

1.3 Antik Yunan Geleneği Ve Sokrates

Sokrates çok yönlü olması bakımından dikkatli incelenmesi gereken bir


karakterdir. Ancak burada bakacağımız şey onun düşüncelerinin tamamı değil düşünme
biçimidir. Sokrates tanrı ile bir diyaloğa girdiği söylenen hikayesinde tanrı ona en bilge
kişinin kendisi yani Sokrates olduğunu söyler. Bunu tanrının söylemesine rağmen
Sokrates en bilge kişi olduğu konusunda şüphelidir ve bunun doğruluğu konusunda
araştırmaya girişir. Kendine en bilge kişi olduğunu söyleyen kutsal Diamon’u bile
sorgulayarak kendi bilgeliğini araştırmaya kalkıp, aklı kutsallıktan da yüksek seviyeye
çekmiştir. Burada tanrının sözünün dahi sorgulanmasını görürüz. Yaptığı sorgulamalarla
kabul edilip, bilinmeden yaşanan doğruları tartışmaya açmış ve bu değerleri sarsmıştır.
Düşüncenin kendisi insana yönelmiştir. Artık akıl kendi yarattığı yasaları sorgular hale
gelmiştir. Doğanın yasaları açık olarak belli ve kaynağı kendinden başlayarak tanrıları
dahil her şeyi kapsayacak derecede büyüktü. Peki Polis’in yasaları nasıl oluşturulacak
ve kaynağı ne olmalıydı? Kaynağını tamamen doğadan alınan yasalar ile insanlar bir
arada yaşayamazdı geri tek bir kaynak kalıyordu o da akıl. Sokrates ne olduğu
bilinmeden yaşanılan bu yasaları ve hayatı sorgulamalarının konusu yaptı. O gerçek,
adalet, cesaret, doğru vb. gibi kavramları sorgularken bu kavramları aslında kimsenin
bilmediğini ancak kullandığını görürken sofistler gibi bunların var olmadıklarını,
değişken olduklarını değil, bizim göremeyeceğimiz şekilde bir yerlerde var olduklarını
söyleyip düşünceyi doğanın üstünde bir yerlere taşımıştır. İkincil bir dünya gizil bir

3 A,Arslan.(2016) İlkçağ felsefe tarihi 1 İstanbul:İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,s.189

8
şekilde doğmaya başlar. Kimileri sarhoş anına denk geldiğini söylese de Platon’un
sofistle girdiği bilgelik diyaloğunda ‘bir şeyi bilenin her şeyi bildiği’ safsatasını
savurmaz. İnsanın bilgi ile birlikte doğduğunu ve bunları hatırlayarak elde ettiği
düşüncesini söyler. Platon’a göre idealar bizde vardır biz onları sadece hatırlarız. Artık
düşüncenin kendisi doğadan uzaklaşmış ve Sokrates’in bir yerle olduğunu söylediği
gerçek bize ikincil bir dünyanın kapılarını aralamış bulunmaktadır.

Hatta Nietzsche tüm düşünce geleneği üzerinde metafiziğin başlangıç noktası olarak
Sokrates’i görür. Sokartes’le ilgili bir başka konu ise Sokrates’i Sokrates yapan onu
ölüme götüren daimonu şu şekilde ele almak onu ve antik yunan dünyasını başka bir
açıdan tanımamıza olanak sağlar. Bilindiği üzere antik yunan dünyasında tanrılara
hakaret etmek en büyük suçlardan birisidir. ’’Tanrılara hakaretin küfür olduğuna ve
küfrün ise tanrıları kızdıracak bir haksızlık olduğuna inanılır. Tanrılara saygı
göstermeyenlerin cezalandırılmaları gerektiği inancının amacı, diğer kimselerin
tanrıların gazabına uğramalarını önlemektir.’’4Sokarates’in Daimon’u tanrılara hakaret
olarak sayıldı ancak bu daimon tanrılar arasında bir tanrı değildir.O vicdanı, akılsal
doğru yolu da içinde barındırır. Sokrates Euthyphron diyaloğunda yaptığı
sorgulamalarda bir şeyin doğruluğunun aslında tanrılarla ilgisi olmadığını kanıtlamıştır.
Burada İnsan(vicdan)ve tanrı, gerçeklik ve iktidarın çarpışmasını görürüz. Sokrates
felsefe tarihinde milat olarak kabul edilen bir düşünürdür. Onun gibi tarihi kendisinden
önce ve sonra diye ayırdığımız bir kimse daha vardır bu da hıristiyan inancının simgesi
olan İsa’nın kendisidir. Sokrates’ten önce doğa filozoflarının doğaya yönelmiş
düşünceleri ondan sonra insana ve insanın yaşamına yönelmeye başlayacaktır. Bu bakış
açısındaki değişimi görmek için Sokrates’i düşüncelerini tanımamız gerekmektedir.
Sokrates yaptığı sorgulamalar ile bize gerçekliğin kendisini ne kadar bildiğimizi
göstermeye çalışmıştır. İçinde yaşadığımız değerlerin gerçekliğinin sorgulanması ile
insan yaşamının değerini göstermek ifade etmiştir. Tıpkı İsa’dan önce ve İsa’dan sonra
gibi Sokrates öncesi ve sonrası diye ayrılan düşünce tarihinin onunla birlikte insana
dönüşün gerçekleşmesini görürüz. Bu doğadan insana yönelme durumu çok kapsamlı
bir şekilde olmuştur. İnsan düşüncesini kendine çevirmiş ve dış dünyayı insandan

4 M,Bal, (2017), ‘’Tanrı Felsefeye Nasıl Girer?’ Sorusuna Cevaplar Olarak

Platon’un Euthyphron Diyaloğu ve Heidegger’in Ontoteoloji Eleştirisi’’Felsefi Düşün,Sayı8.s.28

9
görmeye başlamıştır. İnsan doğaya ait özelliklerinden sıyrılmış ve doğadan bir kopuş
sergilenmiştir. Sokrates insan yaşamının önemini gösterirken insanları ruhlarına özen
göstermeye çağırmıştır. O ruhta bilinçli kişiliğin ve ahlaki karakterin bulunduğunu
söylemiştir. Ruhun ilk defa böyle kullanılmış olması onu bedenin ve maddesel olandan
üstünlük noktasına taşımıştır. Sokrates hayata ve onu yaşarken kendimize edindiğimiz
erdemlere önem verirken bu erdemleri sorgulamaya tutarak onların neliğini ve
gerçekliğini görmeye iter. İnsan yaşamı erdemleri ile yaşıyorsa bunların gerçekliğini
görmeli ve öyle yaşamalıdır. Peki bu gerçeklik nerededir? Bilginin bir hatırlama olayı
ile elde edildiğini söyleyen Platon için de ruhun sonsuzluğu ve gerçekliği söz
konusudur. İdealar evreninin bilgisi ile yaşayan insan gökyüzünden düşmesi ile birlikte
bu bilgiyi unutmuş ve ruhu bedene hapsolmuştur. İdeaların bozuk bir kopyası olan
dünyada insanın bir şeyi öğrenmesi aslında bu düşme sonucu unutmuş olduğu bilgiyi
tekrar hatırlamasıdır. Platon için bedene hapsolmuş ruhun üç temel kısmı vardır. Bunlar
akıl, irade ve istek olarak görülür. Onun için ruh tanrısal bir niteliktir. Platon’un bu ruh
ayrımı anlayışı karşısında Aristoteles ise ruhun bir töz olduğunu ve maddeye içkin
olduğunu söylemiştir. Sokrates’in sarsılmaz gerçeklik arayışında Platon öteki bir
dünyayı gösterirken Aristoteles ise bu sarsılmaz gerçekliğin bu dünyaya içkin olduğunu
söylemiştir. Ne şekilde olursa olsun gerçeklik sihire, efsaneye ve deliliğe yer
bırakmamak yolunda artık kendisinden önceki düşünce sistemlerinden ayrılmıştır.
Tanrılar tarafından düzenlenmiş olan evrenin insanın akılsallığının düzeni içine girmeye
başlayacaktır.

10
2. ORTAÇAĞ:GÜNAH KAYNAĞI OLARAK AKIL

Orta Çağ felsefenin çoğunlukla tanrıyı ve dini açıklamak amacıyla kullanıldığı


bir dönemdir. İlkçağ filozoflarının tartışmaları ve düşüncelerini kendi tanrı
kavrayışlarına destek amacıyla işleyen helenistik dönemin tamamlanmasıyla birlikte
felsefenin tamamen din ile birlikte anıldığı ortaçağ başlamış bulunmaktadır. ’’Öte
yandan, antik yunan felsefesinin bütünüyle dünyevî bir felsefe olduktan başka, klâsik
akım en temel özelliğinin sekülerizm olduğu yerde, Ortaçağ felsefesi kendisine öte
dünyasal bir ilginin hâkim olduğu bir felsefedir. Başka bir deyişle Yunan’da insanın
temel probleminin bu dünyada ve kent devleti sınırları içinde mutluluğa erişmek olduğu
kabul edilmiştir; Yunan’da, insanın bu problemi çözebilecek güce sahip bulunduğuna ve
kendi çabasıyla iyi ve mutlu bir havaya ulaşabileceğine inanılmışken, Orta Çağ’ da
problemler, bu dünyadaki hayattan ziyade, bu dünyadan sonraki hayatla ilgili olan
problemlerdir. ’’5 Orta çağ felsefesinin karakteristik özelliklerinden biri akla ve insana
getirdiği bakış açılarıdır. İnsanın ve aklın amacı dinin buyruğundadır. Bu bakış açısına
göre yegane amaç tanrıyı aramak ve onu bulmaktır. Bu amacın önüne engel teşkil eden
her şey kötüdür. Akıl da eğer buna engel oluyorsa o da terk edilmelidir. Tanrıya ulaşma
konusunda akıl bir araç olarak görülse de yaşanılan tartışmaların sonuçsuzluğu aklın
tanrıya ulaşmanın bir yolu değil bu yolda bir engel teşkil ettiği düşünülmüştür. Bu yolun
adı imandır ve odak noktası odur. İnsanın hakikate olan arzusu tanrıya yöneliktir: Ancak
akıl bunu gerçekleştirecek yetenekte ve güçte değildir. Augustinus ve tüm ortaçağın
ruhu bu sözdedir. ‘’Anlamak için inanıyorum’’ Ortaçağ din düşüncesinin kökleri hala
Platon’a ,Aristoteles’e yaslanmaktadır. Farklı olarak insanın ve duyusal dünyanın
küçümsenişi bir boyut daha atlayarak arkasına tanrıyı ve kilise iktidarının gücünü
almıştır. Platon’la birlikte bize göz kırpan öteki dünyanın benimsenişi ve duyusal olanın
terk edilmesi Augustinus’un tanrı anlayışı ile devam etmektedir.Onun tanrısı tıpkı

5 4A,Cevizci, (2001)Ortaçağ felsefesi..Bursa:Asa Kitapevi,s.17

11
Platon’un ideası gibi görünen, değişen ve bozulan dünyanın ötesindedir. Onun
mükemmelliği altında insanın ve dünyanın varlığı ezilir. Her şey ona dair ve onun
içindir. Augustinus’un sorgulamaları yanlılıktan uzak ve kendi içinde bir serbestliği olsa
da iktidarın etkisinden uzak olduğu söylenemez. Kendi hakikati bulmak amacıyla
düşüncelerini geliştirirken epistemoloji ve ontoloji açısından büyük sorgulamaların
peşinden gitse de sonu engisizyon benzeri bir tanrı devletini yaratmaktan çekinmez.
Onun tanrı devleti için cinayet işlemek bile olanaklıdır. Peki tüm bu dönem içinde
herkes için akıl sadece bu anlamlara mı geliyordu? Akla ve bilmenin kendisine farklı bir
şekilde anlam yükleyenler de olmuştur elbette.

2.1. DESCARTES VE SONRASI


Değişen dünyanın ve yanılgıların ötesinde kesin bilgi arayışı filozofları farklı
bakış açıları ve yollara sürüklemiştir. Kesin ve yanılmaz olan nedir onu ne ile bulabiliriz
diye yıllarca düşünülmüş ve farklı yollar izlenmiştir. Descartes bu arayışta olan
isimlerden biriydi. O kesin bir bilgi kaynağına ulaşmak için tüm bildiklerini askıya alıp
kesin bir bilgiye ulaşana kadar sorgulamalarını sürdürdü. En son ulaştığı yer ise
sorgulamalarının kendisi olmuştur. Sorgulamalarının ve şüphelerinin sonunda şüphe
edeceği tek şeyin yine kendi şüphesi olarak kaldığını bu yüzden de düşüncelerini
temellendirmek için en sağlam kalanın bu olduğuna karar verdi. Evet şüphe ediyordu ve
şüphe etmesinden asla şüphe duyamayacağını fark edip bu son varış noktasını temel
olarak kabul etti. Descartes bu düşüncesinden benliğine oradan da dış dünya ve tanrıya
ulaşmayı denemiştir. Descartes’ın düşüncesinin temeli ettiği şüphenin kesinlikle var
olduğu kanısına dayanır.’’ Descartes duyuların aldatıcılığından dolayı hiçbir şeyin,
duyular yoluyla duyumsadığımız gibi olmadığını, akıl yürütmelerde yanılan ve hatta en
basit geometri soruları ile ilgili olarak bile yanlış yargılar üreten insanlar olduğu için ve
kendisinin de yanılabilir olduğu sonucuna ulaştığını ve bu nedenle daha önceden doğru
saydığı tüm bilgileri yanlış kabul ettiğini ifade eder. Uyanıkken olduğu gibi uykuda da,
yanılabileceğini, herhangi bir biçimde anlığa girmiş olan her şeyin rüyaların
yanılsamalarından daha doğru olmadığına karar verdiğini ancak hemen ardından, her
şeyi yanlış olarak düşünmek isterken bunları düşünen bir beninin olmasını zorunlu
olarak görür’’…‘’ Delilik, on yedinci yüzyıl rasyonalizminin, özellikle de Kartezyen

12
felsefenin giderek egemen olması sonucu dışlanmaya başlamıştır. Akıl artık temel yasa
koyucu haline gelmiştir. O halde akıl dışılık durumu olan deliliğin de bertaraf edilmesi
gerekir. İnsanı insan yapan ayraç akıl olduğuna göre, bu yetenekten yoksun olanlar da
artık ‘insanlık dışı yaratık’ yani hayvan ya da canavar gibi algılanıyorlar ve her türlü
muameleye layık görülüyorlardı. Foucault Deliliğin Tarihi adlı eserinde bu dönemde
delilere reva görülen türlü türlü davranışları ortaya koymaktadır. Elbette Foucault bu
gelişmelerin, batı kültürünün dışavurumu niteliğindeki simalardan sadece biri olan
Descartes'ın suçu olduğunu ileri sürmemektedir. Foucault, bu gelişmelerin bizzat
Batı'nın akıl tasarısında içerildiğini ima etmektedir. Bu tasarı açısından paradigmatik
olan tutum, aklın kendisinden kuşkulanmayı reddetmektir ve Descartes bunun
örneklerinden sadece biridir. Foucault’ya göre Descartes kuşkuyu bilgide olanaklı bir
kesinliği keşfedebilmek amacıyla bir yöntem olarak kullanmıştır. Ama bu arada,
kuşkulanma ihtimalini beraberinde getirdiği için deliliği ele almak yerine düşünceden
tamamen dışlamıştır. Bu dışlama bir dönüm noktası olmuştur. Özgür irade sahibi ve aklı
başında öznenin, matematiksel mantık ve neden-sonuç hakkında doğal bir kavrayışa
sahip zihin tarafından şekil verilebilecek olan ve herhangi bir özsel nitelikten yoksun,
yer kaplayan şeyler dünyası üzerindeki egemenliğini onaylamaktadır. ‘’6Foucault
benzeri bir yaklaşımla Descartes’ın sisteminde fark edilen bir açık vardır. O da aklın
hatalı çalışma ve deli olma olasılığıdır. Deli bir akıl bizi yanıltabilir ve yanlış yollara
saptırabilir. Aklın deliliğinin her zaman göz önünde bulundurma kısmını ise şüphe
konusu altında daha rahatça işlenebilir.
Belirtildiği gibi buradan çıkacak sonuç deliliğin dışlanması, konusunda tek suçlunun
Descartes ve dönemi olmadığıdır. Suç diye betimlediğimiz ise dönemin ruhunda ifade
edilen bu dışlama ve akla getirilen koşulsuz güvenin nelere yol açtığı veya neler için
kullanıldığıdır. Ancak buradaki, görünürlük bizi çekiyor. Aklın ve insanın yükselişi,
Descartes’in yaptığı sorgulamada, çıkarılan insan aklı kesin ve yanılmazlığı konusunda
avrupalı genç sağlıklı erkekler tarafından beğenilecek ve akıl birden bir
kimlik kazanmış olacaktır. Nietzsche’in bahsettiği tanrının ölümü ve yerine geçen
insanın ilk izlerini burada görmek mümkündür.’’İnsan kendisini boğan düğümler

6 M.Keha Kaya. (2010) Descartes’ın epistemolojisi ve Foucault’nun eleştirisi: akıl ve akıl dışılık

bağlamında bir eleştiri. Kaygı Dergisi Sayı.10.s112-122

13
arasında ölmek istemiyorsa, onu bir vuruşta kesip atması, kendi değerlerini kendi
yaratması gerekecektir. Tanrı’nın ölümü hiçbir şeyi bitirmez, ancak bir diriliş
hazırlamak koşuluyla yaşanabilir. “Büyüklüğü Tanrı’da bulamıyorsak, hiçbir yerde
bulamayız; onu yadsımamız gerekir ya da yaratmamız,” der Nietzsche.’7’İnsan aradığı
büyüklüğü yine kendisinde bulmaya çalıştı ancak onu tanrıda bile bulamamış ve onu
öldürmüşsek onu hiç bir yerde bulamayız. Descartes sorgulaması sırasında şüphe
etmenin kendisine gelindiği zaman orada şüphe edilecek bir şey olmadığı sonucuna var.
Bu sonucun incelenmesi modern düşüncenin nasıl oluştuğu konusunda bize farklı
açılardan izler gösterir. Descartes şüphe eden bir aklın var olduğunu görür ve buradan
şüphe eden bir bene varır ve düşünce sistemini ortaya koyar. Descartes’ın düşünce
sistemini kurarken yaptığı hatalar ve sonucunda vardığı durumlar birbiriyle ilişkilidir.
Yaptığımız hatalar bizim neye varmak istediğimizi gösterir ki insan görmek istediği şeyi
görmek için bakar ve onu diğerlerinden ayırır. Descartes’ın sorgulayan şeyden
sorgulayan bene sıçraması bunun örneği olarak kabul edilebilir. İkinci olarak
Descartes’ın aklın deli olma olasılığını konu dışında bırakması bu dönem kendini
göstermeye başlayan düşüncenin yapısı ile bütünlük gösterir. Doğmaya bağlayan artık
aklın ve insanın statüsün üstün olduğu onun karşıtı (akıldışılık ve delilik) olan her şeyin
aşağıda kabul edileceği bir dönem olacaktır. Tanrının ölmesi ile yerine geçecek olan
insanın sonrasında akıl tıpkı Aristoteles’in varlık sıralamasındaki gibi en üst tepeye
yerleşmeye başlayacaktır .Akıl bu sıralamanın ölçütü olarak görülmeye başlanacak.
Şuan ile belli zeka ölçümlerinin yapıldığını iddia eden testlerin ölçümlerinin sınıfsal ve
kültürel bir göz tarafından yapıldığını görebiliyorsak, aklın o çağlardan başlayarak nasıl
bir kategorilendirilmeye tutulduğu konusunda kafamızda bir kurgu oluşturabiliriz. Aklın
tepeye yerleşmesi ile birlikte bunun karşısında duran, dibe itilen delilik ve akıl dışılık
olacaktır. Geçmişte farklı kültürlerde deliliğin tanrısal bir imge veya saflığın temsili
olarak görüldüğünü bilmekteyiz. Ancak bu çağın sonrası akıl dışılığın bu olumlu
çağrışımları yok edilerek onu faydasız, değersiz hatta düşmanca şeyleri nitelendirmek
için kullanacaktır. Akıl bu çağlarda içine doğduğu yerin kimliğine büründürülecektir. O
genç, avrupalı, heteroseksüel erkeğin buyruğu altındadır artık. Onun dışındakilerin ise
akıldışı olmaklıkla karşı karşıya gelme riskleri bulunmaktadır. İyi ve kötünün de akıl ve

7 C.Albert, 2015)Başkaldıran insan. İstanbul:Can Yayınları,s.77

14
akıl dışı olmaklıkla sınanması yaşanacaktır. Toplumdaki ötekilerin dışlanması artık
onların günahları ile değil akıl dışı olmaları ile açıklanacaktır. Kötü ve öteki kabul
edilen her şey akıldışı olmaklığa itilecektir. Kadınların toplumsal alanda aşağıda
olmasını açıklamak için onlar kadar akla, düşünmeye yakın olmadıkları gibi savlar
kullanılacaktır. Farklı yaşam biçimleri akıl dışı, çıkara faydaya hizmet etmeyen akıl dışı
hatta günahkarlığın kendisi de akıl dışıydı başlangıçta. Cennet vaadini geri tepiyordu
akıl dışılık. Akıl iktidarın düşüncelerini meşru kılmak için başvurulanların en yararlısı
olmaya başlayacaktır. Çünkü kralın tanrıdan aldığını söylediği gücün yerine geçecek ve
orada büyüyecektir. Artık kral gücünü tanrıdan alacaktır. Tanrının yerdeki kurumsal
gücü olan krallık akılsallığın da kurumsal temsilcisi olacaktır. Avrupalı genç erkeğin
elinde tuttuğu akıl gücü diğer alanlara dağılsa da dağılma sırasında gücünü kaybetmek
yerine daha büyük bir ağ içerisine dağılarak yaşamaya devam edecektir. İktidarın akıl
kavrayışı sonucunda karşımıza çıkacak olan şeyleri tahmin etmek güç değildir. Akıl
insan olmanın bir koşulu, statü olarak daha yüksek olana yöneliktir. Ona sahip olan
insan daha insandır. Ve yeni dünyanın kurgusu bu merkezde düşünmenin sonucunda
ortaya çıkacaktır. Bu merkezin dışında kalanların ise önem tescil etmesi bakımından her
zaman kendilerini daha ötede bulacaklardır. Akla yakın olmak insana yakın olmaktır.
İnsana birey olmaklığa ve bu toplum içinde söylevi yada hakkı olana yakın olmaktır.
Akla ne kadar yakınsa o kadar hakkı ve söylevinin gücü var demektir. İktidarın yapısına
uygun olmayanlar deliler, uyumsuzlar, hayvanlar, kadınlar, çocuklar veya doğanın
kendisi akılsallıktan uzak olduğu kabul edilecektir. Bir zamanlar akılsallığını tanrı
dolayısıyla kazandığı düşünülen doğa insan ve ona indirgenen akıl karşısında salt
maddeye olarak görülecektir. İktidar meşruluğunu aldığı kaynaklarda biri olarak artık
kendisine akılsallığın yolunu tutacaktır.

2.2. Mekanist Dünya Görüşü

Modern felsefenin kurucusu olarak kabul edilen Descartes’ın düşünceleri büyük


eleştiriler alsa da onun düşünme biçimi kendisinden sonra gelecek yüzyılları bir
düşünme biçimi olarak etkisi altına almaya devam edecektir. Kartezyen düşünce
sisteminde yaptığı ayrım insanı düşünme edimi ve maddeyi yer kaplama yönüyle iki
farklı alana çıkaracaktır. Bu ayrımın keskinliği ve iki koldan koparılmışlığı şu sonuçları
doğuracaktır. İnsan zihinsel olması yönüyle maddi olandan ayrılır. Maddi olan da ruha

15
dair hiçbir şey kalmaz. Bu durumda bu ikisi arasında hiyerarşik bir yapı kurulur.
Zihinsel olan olan maddi olanı şekillendirebilir ve ona egemen olabilir. Ve maddi olan
kendinde bir nedenselliği bulunmadığı için zihinsel olanın işlevine açıktır. Doğanın bu
şekilde kavranışı onu bir makineymiş gibi düşünmeye itecektir. Kendi içinde
nedenselliği ve organikliği bulunmayan doğanın işleyişi bir insanın hükmedileceği bir
makinenin işleyişiyle bir tutulacaktır. Oysa daha önceki zamanda doğanın organikliği
konusunda söz etmek mümkündü. Ancak doğadaki her şey sırrı çözülebilen, her parça
insan için olan ve insana yararı olmayacak şeylerin değersiz ve anlamsız olduğu
savunulacaktır. Gelecek yüzyıllarda etkisini gösterecek olan bu düşüncenin devamında
doğanın kendi iç nedenselliğinden uzak ve mutlak yasalarla, apaçıklık içinde çözülebilir
olduğu düşüncesi üzerine çalışmalar yapılacaktır. ‘’Oysa yirminci yüzyıl fiziği bize
bilimde hiçbir mutlak doğru olmadığını; bütün kavram ve kuramlarımızın sınırlı ve
tahmini olduğunu çok güçlü bir şekilde göstermektedir. Yine de bilimsel doğruluğa olan
kartezyen inanç bugün oldukça yaygındır ve Batı kültürünün simgesi durumunu almış
olan bilimcilik (scientism)’te kendini göstermektedir. Bugün sadece Batıda değil, Batı
kültürünün egemen olduğu ya da etki altına aldığı bütün toplumlarda bilim adamı
olmayanlar kadar bilim adamları da, bilimsel yöntemin, bilgi edinmenin ve evreni
anlamanın tek geçerli yolu olduğu kanısındadırlar. Descartes’in düşünce yöntemi ve
doğa anlayışı modern bilimin tüm disiplinlerini etkilemiştir. Mutlak doğru olarak
kartezyen anlayışın ve bilgi için tek geçerli yol olarak Descartes’in yönteminin
benimsenmesi, bugün dünyanın birçok bölgesinde devam etmekte olan kültürel
dengesizliğin oluşumunda önemli rol oynamaktadır.’’ Bu dünya görüşünün temeli yeni
bilimsel çalışmalar sonucunda terk edilmiş olsa bile doğayı bir kez böyle kavramış olan
insan için etkileri ilerleyen dönemlere kadar sürecektir. Sadece doğanın kendisini değil
insanın bedeni ve zihni mekanik bir görüş çevresinde ele alınacaktır. Bu durumun,
doğanın salt maddi yapıda görülmesi sonucunda oluşan organizmanın tanrısı olan
insandır.
.‘’Descartes’in bu mekanistik evren anlayışında doğa bütünüyle değersizleştirilir ve bir
eksiklik olarak tanımlanır. Doğa, edilgen ve yaratıcılıktan yoksun olarak kabul edilir ve
eylem doğaya bir dış kuvvet tarafından dayatılır. Doğa, zihin ya da düşüncenin herhangi
bir özelliğinden yoksun, salt şey, salt madde olarak zihinsizdir. Kendine ait hiçbir hedefi
ya da maksadı yoktur. Tek tek bilim adamları tersine inanıyor olsalar bile, modern
bilimsel doğrultuda inşa edilmiş olan zihniyete mensup insanlar açısından kozmos

16
böylece saydamlığını yitirmiş, donuk ve anlamsız bir hal almıştır. Kozmik bir şenliği
andıran geleneksel ilimler, bütün öğelerin kutsiyetlerini yitirdikleri bilimlere
indirgenmişlerdir. Descartes’in düşüncelerine bağlı olarak tabiat, manevi yapısından
koparılmıştır. Dış dünyada yer alan nesneler sadece niteliklerden oluşur hale
getirilmişlerdir: Yer kaplama, şekil, büyüklük ve hareket. Eşyanın kendine ait olduğu
düşünülen nitelikler ve özellikler nesnelerin kendinde değil, sadece zihne özgü
kılınmıştır’’8Bu ruhtan bağımsız makine olma atfı doğayla ilgili olma olasılığı olan her
şeyin başına gelecektir. Tür olarak insanın dışında her şeyin salt madde olduğu görüşü
türün içine yayılarak bir gruptan diğerine, bir topluluktan ötekine yansıyacaktır.
Toplumun kendisi ve işleyişi de bu mekanik dünya görüşünden payını alacaktır. Onun
düzenlenmesi birlikte tutulması ve yönlendirilmesi belli yasaların çevresinde ele
alınacaktır. Toplumun bu şekilde ele alınmasının sonucunda doğacak modern batıcıl
bireysellik anlayışının doğuşundan izler taşıyacaktır. Kendisi dışındaki her şeyi
kendisine faydası olması ile değerlendirecek modern birey düşüncesi doğayı kendisine
hizmetkar olarak gören düşüncenin tohumlarından doğmuştur. Kendi dışında her şeyi
kendisi için görmek. İnsanı doğanın karşısında bir tanrı olmaktan öteye başka insanların
karşısında da tanrı yapacaktır

8 N.Can, (2009),’’Mekanistik evren anlayışı ya da hakikatin bilgisinden fenomenler

bilimine’’Kaygı,Sayı13.S.105-106

17
3. AKIL VE İKTİDAR

Akılsallığın ağının her yeri sarmasıyla birlikte yerel çapta ötekiler ve muhalifler
üzerinde kurulan baskı, uluslararası düzeyde ise farklı kültürler veya toplumlara yapılan
sömürgeci hareketlerin kavranmasında kendini gösterecektir. Farklı kültürler, toplumlar
akılsal anlamda kendilerinden daha düşük olarak kabul edilip onlar üzerinde kurulan
sömürünün haklılık çıkarısı yapılacaktır. Farklı tendeki insanların akılsallığa uzaklığı
iddia edilip akla yakın insanların onları istedikleri gibi kullanma hakları olduğu
savunulacaktır. Tanrı adına yapılan haçlı seferlerinin arkasında olan tanrısal iyinin yerini
akılsal iyi alacaktır. Özellikle siyahilere yapılan şiddetin, özgürlükten mahrum
bırakmanın sebeplerine bakacak olursak onların insan dışı hayvanlara daha yakın
olduğu kabul edildikleri ve sömürünün gerekçelerinden birinin bu akılsallıktan uzak
olmaları iddiasına dayandığını görürüz. Siyahiler yıllarca akıl ve duygusuz varlıklar
olarak muamele görmüşlerdir. Akılsallığın büründüğü kimliğin dışında olanlar için bu
yazgının geçerliliği sürecek. Uluslararası çapta farklı kültürler üzerine uygulanan bu
baskı, dönüştürme veya yok etme politikalarında görmemiz gereken noktalar vardır. Bu
noktalardan bazıları meşruluğunu akılsallıktan alan gücün, tıpkı meşruluğunu tanrıdan
alan güç gibi sizin iyiliğiniz için düşünmesi. Tanrısal olan sizin öteki dünyadaki yeriniz
için sizin adınıza düşünür ve şiddetini göstermekte sakınca bulmaz. Akılsallıktan
gücünü alan ise sizin gelecek yaşamınız için sizin iyiliğiniz için yaşam şeklinizi
değiştirmeye çalışır. Sizi zorla fabrika, maden işçisi yapar çünkü siz nasıl yaşaması
gerektiğini bilmiyorsunuzdur. Şiddetin en korkutucu yanı bunu bir iyilik maskesi altında
yapılmasıdır. O sizin toprağınızı nasıl işlemeniz gerektiğini bilmediğiniz için size zorla

18
onu öğretebilir ya da sizin yerinize bunu yapabilir. İşe yaramayan inançlarınızı, fayda
sağlamayan mistik yaşamlarınızı batı kökenli pragmatist, akılsal pratiklere değişmenizi
gösterebilir. Şiddetin bu korkutucu iyilik maskesi altında gelmesi konusunda tarihte ve
şuan ki pratik yaşamda çokça örnekleri vardır. Burada bakmamız gereken şey ise
şiddetin doğuş noktasıdır. Şiddet kendi iyiliğini düşünemeyen birine onun yerine bunu
yaptığını söyleyen üst bir yapıdan geliyor. Sen senin için iyi olmayanı bilmiyorsun bunu
ben biliyorum ve senin iyiliğin için bu şiddeti sana uyguluyorum. Bu tıpkı küçük bir
çocuğa, bir akıl hastasına uygulanan davranış gibi iktidar tarafından diğer halklara
uygulanmaya başlandı. Afrika, Amerika ve diğer yerli halklara uygulanan şiddetin
devamında 20.yy da orta doğu halkları da eklendi. Emperyal ülkelerin bu ülkelere
girişlerindeki en büyük neden ülkelerde yaşanan iç karışıklıklar ve onların kendi
yaşamlarını idare ettirecek akılsal düzeyden uzak olmaları gösterilmiştir. Bu ülkelere
girişte vaat edilen şeyler demokrasi ve barış olmuştur. Burada gözden geçirilmesi
gereken barışı veya demokrasinin sağlayıcısı olarak akılsal yönün hala batı kökende
olduğudur. Orta doğu halkları kendileri bunları sağlayacak düzeyde değillerdir ve bunu
sağlayacak akılsal gücün kaynağı da batıdan gelmelidir. İktidar size sizin iyiliğiniz için
daha akılsal yaşam biçimleri sunar. Sizin iyiliğiniz için yaşa şeklinizi değiştirmeye
çalışır. Farklı kültürleri kendisi gibi pragmatist ve pozitivist yaşamı seçmediği için
akılsallıktan uzak olmaklıkla suçlar. Bu suçlama yeri geldiğinden tanrısal olmamak
suçundan daha büyük bir suçu temsil eder. Akılsallıktan uzak olan biri için bunu onun
yerine yapacak bir şey gerekir. Bu da iktidardır. O insanları ve doğayı aklın buyruğuna
hizmet ettirecek şekilde biçimlendirir. Farklı kültürleri ve mistik yaşamları onların mal
varlıklarını, doğalarını hatta kendi bedenlerini akıllıca kullanmadıkları için olanların
yerine bunu yapmakla nitelendirir kendini. Artık sörünün görünen bir kılıfı da
akılsallıktır. Akılsal iktidarın kutsal olanla karşılaştırılmasında şunu görürüz akılsal olan
göz önündedir, onun kanıtlanmaya veya inanca ihtiyacı yoktur. Bu onu tanrısallıktan
daha tehlikeli hem yapar hem de yapmaz. Akıl adına işlenen cinayetler, uygulanan
şiddet ve sömürü akılsallıktan uzak olan için gösterilen bu muamelenin sonucu doğayı
da etkileyecektir. Tanrının yerine oturan insan içindir her şey. Toplumları asimile eden
kendileri gibi yaşamaya yönelten sömürgeci düşünce biçimi küreselleşme ile birlikte
kendini dönüştürmeye ve farklı alanlara inmeye başlayacaktır. İktidarın meşruluğunu
aldığı akılsallığın kullanımı farklı şekillerde olsa da aynı şeye hizmet ediyordu. Onun
gücünü korumak ve ona zarar verebilecek her şeye karşı silah olarak kullanılmak. Onun

19
yanında olan her şey akılsal dışında kalan ise akıl dışı kabul edilecektir. Bu çokça
faaliyetin bir araya gelmesi ile birlikte anlaşılabirilir..İktidarı tek merkezli bir yapı değil
büyük bir ağ olarak görebilirsek bunun farkına varabiliriz. Akılsallığın şartlarını
belirleyecek kurumların oluşturulması bir örnek olarak kabul edilebilir. Yıllarca eş
cinselliği akıldışılık olarak açıklayan psikoloji kurumunun durumu da sağlığın
tekelleşmesi ile birlikte anılmalıdır. İktidarın kendinden olmayanı akılsallığın dışına
itmesine verilecek en büyük örneklerden biri muhaliflere ve muhalif eylemlere atfedilen
deliliktir. Yıllarca muhalif eylemleri delilik ile birlikte anılmıştır. Bu akıldışılık bir
aşağılama şeklinde yapılırken. Sağlıklı aklın da profili çizilmiş olur. Büyük bir iktidar
gücüne saldırmak onu yıkabileceğini düşünememek ya da bu durumdan zararlı
çıkacağını bilerek bunu yapmak delilik olarak adlanırılacaktır.. Akıl sağlığı yerinde
olan bu güce itaat eden kendi yararını düşünendir. Toplum için düşünmek, düşünceler
veya onlar için kendini tehlikeye atmak deliliğin ta kendisidir. Akıl sağlığı yerinde olan
kişinin düşünmesi gereken ilk şey böylelikle kendi çıkarı olacaktır. Bu yüzden muhalif
olan yıllarca delilik, çılgınlık, hasta akıl söylevini üzerinde taşımıştır. Ancak söylevde
delilik ile bağdaştırılan muhalifliğin cezalandırılması modern toplumdaki deliliğe
gösterilen bakış açısıyla değil, tıpkı içinde şeytandan bir şeyler taşıdığı düşünülen
birinin cezalandırılması gibi vahşice olmuştur. Türkiye’de geçtiğimiz yıllarda muhalif
kesimdeki eylemcilere atfedilen çapulcu kelimesi bunun örneklerinden biridir. Her ne
kadar çapulcu kelimesi yağma yapan anlamını taşısa da onun belirttiği yağmacılığın
disiplinsizliği ve akıldan uzak oluşudur. Birini akılsallıktan uzağa itmek onun politik
alandaki söylevini de değersizleştirmek ve yok etmek demektir. Burada kullanılan ‘’bir
avuç çapulcu’’ söylemi toplumun değersiz kesiminden olduklarını söylediklerinin ve
yaptıklarının bir değeri olmadığı yönündedir. Tıpkı bir delinin söylediklerinin değerinin
olmaması gibi. Onun dışında Türkiye siyasetinde en çok kullanılan kelimelerden biri de
maşa kelimesidir. Bu kelime kimler tarafından kimlere karşı kullanılmış olursa olsun
kendi düşünme yetisi olmayan, başkasının çıkarına hizmet eden ve bunu bilmemesi
nedeniyle akıl dışı olmaklıkla sonuçlanan bir anlamda kullanılmaktadır.

3.1. Kimlik Ve İktidar


Bize gösterilen veya incelenmeye açık olmasıyla sorunlu olduğu kabul edilen
iktidarın karşıtında yer alanlar olmuştur. Kendi canını kaybetme riskini göze alıp

20
zorbalığa ya da yaşamsal sıkışmaya isyan eden kişinin düşünce yapısını anlamak için
tek taraflı bir gözlem ve çalışma yürütülmüştür. Ancak bu düşünce yapısını
anlayabilmek için tam tersi olana bakmamız gerekmektedir. Boyun eğen ve değişik
durumlar karşısında uyum sağlayan insanın düşünce yapısıyla beraber incelenmelidir.
Radikal bir eylemi çözümlerken burada iğdiş edilen veya hasta olduğu kabul edilen şey
sadece eylemin kendisi olmayabilir. Kendini bir protesto için yakan var olan düzenden
başka bir dünya görüşü için mücadele eden birinin eylemleri ile birlikte kendisi ve
düşünceleri de hasta kabul edilir. İktidara karşı gelmenin, başka türlü bir düşünce
yapısına sahip olmanın kendisi de hastadır artık. Sağlam olan aklım tanımının yapılması
ve sınırlarının çizilmesi onun yönetimini de kolaylaştıracaktır. İnsan aklı ilüzyon ve
bunun benzeri yanıltmalara çoğu zaman savunmasız olmasıyla zaten açık bir hedef iken
bu tanımlamalar sonucunda kolayca yönlendirilebilen bir yapı haline gelecektir.
Küreselleşme ile birlikte dünya görüşlerinin farklı alanlardan doğup yayılacağı
düşünülse de olan bu batı kökenli bireysellik anlayışının farklı noktalarda aynı şekilde
büyütülüp geliştirilmesi olacaktır. Bu sağlıklı aklın tanımı noktasında da aynı şeyi
göstermektedir. Bir şeyin tanımını yapmak o şeyin sınırlarını çizmek ve diğerlerinden
ayırıp koparmak demektir. Kimlik bu anlamda sınırlandırılmışlığımızı ifade eder.
Kimliğin neliğini sorgularken karşımıza birçok cevap çıkabilir. Bizi çevreleyen
kimliklerin sadece tek birini doğru olarak alamıyoruz ancak bir yandan da hepsinin
doğru olduğunu görüyoruz. İnsan yaşama belli kimlikleri üzerine alarak gelir.
Yaşamında bazı kimliklerden sıyrılabilir ve yeni kimliklerle ilişki içine girebilir. Kimlik
bizi bir gruba ait eder veya diğer gruptan ayırır. Peki bu kimliklerin gerçekliği nedir.
Kimlik bir kez içine girilen ve değişime kapalı bir şey midir? Yoksa yaşam boyu
inşasından söz edebileceğimiz bir süreci mi ifade eder? Kimliğin bir gruba ait olmak
üzere kullanıldığı yerlerde bu aidiyet üzerinden bir araya gelme ve hareket etme
konusunda iteleyici ve bağlayıcı rol oynamasından söz edilebilir. Bu ortak kimliğin
dışında kalanlar veya o kimliği kabul etmeyenler dışlamanın, baskının ve şiddetin
hedefi haline gelmiştir. Ortak kimliğin dışında kalanlar için ise kendi kimliklerinin
görünürlüğü, kendi kimliklerini ifade etmenin, taşımanın ve göstermenin kendisi ortak
kimliğe karşı bir mücadele biçimi halini almıştır. Burada bir kimliği ve o kimliği
taşımanın mücadele biçimi olduğundan söz edebilir miyiz? Ya da bazı kimliklerin
sınırlandırıcı yapısı nedeniyle var olan işleyişin bir yapı taşı olduğu için kimliksiz ve
sınırlandırılmamış olmanın iktidar tarafından tanımlanmış olmamanın bir mücadele

21
biçiminden mi yana olmalıyız? Kimliğin kişilik, benlik, ortaklık veya yapılardan yola
çıkarak birçok tanımı yapılabilir Fakat kimliğin işlevselliği konusunda ortak noktalar
vardır. Kimlik tanımlama ve sınırlandırma olarak kullanılır ve sınırlandırma sınırın
karşısını da yaratır. Yani ani öteki olanı. Kimlikler ve onun geçirdiği süreci küreselleşme
ile birlikte farklı kültürlerin bir aradalığı ve kaynaşma noktasında umut vaat ettiği
görülebilirdi. Ancak karşımıza çıkan şey daha önce kimliğin bir birliktelik ve ait olma
üzerine kurulu o kimliğin dışındakileri düşman olarak görme anlayışı küreselleşme ile
birlikte bir arada olma değil kimlikler üzerinden bir kutuplaşmaya dönüşmüştür. Tek tek
farklı olanların kimlik üzerinden bir araya gelmesinin sonucunda o kimliğin dışında
olanlar dışlamayı yaşamıştır. Bu çerçevede en çok bir arada olmanın ortak düşman
karşısında yaşandığını söyleyebiliriz. Tarih boyunca ortak düşmanların farklı olanları
nasıl birleştirdiğini görebiliriz. Bu ortak düşman farklı ve öteki olandır hiçbir şey
yapmasa bile yapma olasılığı olandır.’’ Düşman sahibi olmak sadece kimliğimizi
tanımlama açısından değil, aynı zamanda kendi değer sistemimizi ölçebilmek için bir
engel edinmek ve o engelle yüzleşirken kendi değerimizi sergilemek açısından da
önemlidir. Dolayısıyla düşman yoksa onu inşa etmek gereklidir. Verona'daki dazlakların
kendilerini bir grup gibi görebilmek için gruplarının dışındaki herkesi düşman ilan
etmekte gösterdikleri cömert esneklik de bu duruma bir örnek oluşturur. Ama bu
aşamada bizi asıl ilgilendiren, bizi tehdit eden neredeyse doğal bir olgu olan düşmanın
belirlenmesi değil, düşmanı üretme ve şeytanlaştırma sürecidir.’’...Düşmanlarımız
bizden farklıdır ve bizimkilerden farklı olan adetlere göre davranırlar. Yabancılar tanım
itibariyle farklı olanlardır. Roma dönemi kabartmalarında bile Barbarlar sakallı ve yassı
burunlu olarak tasvir edilmiştir ve Barbar nitelemesi de, bilindiği üzere,dil ve
dolayısıyla düşünce kusuruna işaret eder.Ancak başlangıçtan itibaren düşman olarak
inşa edilenler, bizim için doğrudan tehdit oluşturan farklı insanlar (örneğin Barbarlar)
değil de, bizi doğrudan tehdit etmemelerine rağmen birilerinin tehditkar olarak tasvir
etmeyi uygun bulduklarıdır, böylece tehditkar olmalarının farklılıklarını vurgulaması
yerine, farklı olmaları tehditkar olduklarının belirtisi haline gelir.’’9Kimliğin yaratılması
konusunda iki farklı soru bizi karşılayacaktır. Kimlik bize bizim dışımızdan giydirilen
bir şey midir? Yoksa bizim tarafımızdan oluşturulan bir şey mi? Bu soruların cevapları

9 U.Eco, (2014)Düşman yaratmak. Basmacı.İstanbul:Doğan Kitap,s.17

22
bizi tartışmanın içerisinden çıkararak onun ne olduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır.
Kimlik belli bir bizi ve o bizden olmayanlar için dışlamayı oluşturdu. Tarih boyunca
bizin dışındakiler yani ötekiler bu dışlamadan paylarını almışlardır. Peki bizin oluşumu
mu ötekiyi yaratır yoksa ötekinin var olduğu için mi biz oluşur. Herhangi bir öteki
olmasaydı biz oluşur muydu? Bizin varlığı bu ötekiye mi bağlıdır bu öteki yok
olduğunda biz dağılıp kendine yeni ötekiler yaratacak mıdır? Bu düşünce ırkçılığın ve
her türlü milliyetçiliğin bize ne kadar mantıksız olduğunu gösteriyor aslında. Çünkü
kendi karşıtını yok etmek isteyen ırkçı düşünce düşmanını yok ettikten sonra kendi
içinde bölünecek ve yeni düşmanlar yaratacaktır. Bu sonunda yaşayan tek bir kişinin
kalacağı bir bölünme olacaktır. Oysa ayrım konusunda değil birleşmek konusunda en
büyük dereceyi seçmeye çalışırsak sonucunda her şeyi kapsamaya yakınlaşabiliriz.
Tarih boyunca bizlerin ve dışlanan ötekilerin savaşı sürmüştür. Dışlamanın ele
alacağımız bir noktası ise akılsal dışlamanın kendisidir. Akılsal veya diğer türlü olsun
dışlama sonucunda iktidar kendini ve ötekisini yaratır. Dostoyevski’nin dediği gibi bazı
insanları duvarların ardına tıkayıp onların deli olduğunu söyleyip kendi akıllılığını
kanıtlamaya çalışmışlardır.’’Toplumumuzda bir başka dışlama ilkesi daha var: bu bir
yasak değilse bile,bir paylaşım ve bir kovuş. Akıl ile delilik arasındaki karşıtlığı
kastediyorum. Orta Çağ’ın derinliklerinden bu yana deli söyleminin diğer
insanlarınkiler gibi yayılabilmesine imkan bulunmayan kişidir: Söylediği şeyin bir hiç
ve söylenmemiş kabul edildiği ne doğrulu ne de önemi olduğu, adalet önünde değer
taşımadığı, bir eylemi veya bir sözleşmeyi doğrulamaya yetmediği, hatta kilisede bile
özün-biçim-değiştirmesine ve kutsal ekmeği bedene dönüştürmeye yardım etmediği
görülür; buna karşın, her türlü söylemin karşıtı olarak, ona gizli bir hakikati bildirmek,
gelecekten haber vermek, olanca saflığı içinde, başkalarının bilgeliğinin fark
edemediklerini görebilmek gibi tuhaf güçler yakıştırıldığı da olur.’’10 Bir dışlama ilkesi
olarak akılsallığın dışımdakileri ne derece etkilediği görülmektedir. Bu yüzden aklın ve
akılsallığının tanımının çağlar boyunca iktidardan bağımsız olduğunu düşünmemek
gerek. Aklın tanımı akılsal olmayanın da tanımını gösterir ve bir şeyi akılsal olamamak
üzerinden dışlamak onun her türlü alandan yaşamdan ve savaştan da dışlamaktır. Akılsal
olmadığı söylenenin hiçbir hakkı yoktur bunu daha ileriye götüren nazi düşüncesi deli

10 M.Foucault, (1992) Ders özetleri. İstanbul:Yapı Kredi Yayınları,s.11

23
olanı israf olarak görüp onun öldürülmesinde herhangi bir sakınca bulunmadığını
savunmuştur. Ve bu hastanelerde yüzlerce insanı katletmiştir. Akıl yönüyle yapılan
dışlamanın en kötü sonuçlarından biri de bu yaftayı yiyen birisinin kendini
savunamamasıdır. Delilik bir kez insanın üzerine bulaşınca kaybedilmesi çok zor
olandır. İnsan için akıl ve delilik arasındaki karşıtın kimliğin ve ötekinin üzerindeki
etkisini incelemek gerekir. Öteki olan delilikle deli olan ise öteki olanla bir ilişki
içerisindedir. Öteki olan ya da yabancı olan deliliğin dışlamasını içerisine almıştır.
Düşman olan deliliğin kötülüğünü içerisinde taşır. Bir şeyi delilik ile sınıflandırmak o
şeye kendisini savunacak bir güçten mahrum bırakmak demektir. Çoğu zaman birinin
söylemini saf dışı bırakmanın en kolay yolu onu delilikle yaftalamak ve onun
dediklerinin delice olduğunu söylemektir. Çünkü delinin söylediğinin ve yaptığının
herhangi bir değeri yoktur. İktidarın direniş odaklarını kırmak ve yok etmek için
kullandığı yöntemlerden biri de budur. Belli direniş liderlerini,grupları veya kocaman
bir halkı deli olarak göstermeye çalışır. Radikal sol örgütlerinin liderlerinin şüpheli
intiharlarının çoğunun arkasında bir devlet cinayeti çıkmasının temel nedeni budur.
Devlet eliyle işlenen cinayetleri bir psikolojik bunalım ve çıldırış olarak göstermeye
çalışır. Böylelikle toplum tarafından deli olarak görülen kişinin söyleminin ve
direnişinin değeri kalmayacaktır. Alman radikal solundan Ulrike Meinhof’un ölümü
buna bir örenektir. Bir iktidar için düşmanını küçük ve aşağı göstermek çok önemli
olaylardan biridir. Bu aşağılamanın en tehlikeli olanı ise akılsal olarak aşağılamaktır.

3.2. Akıl Ve Söylem


Peki akıl, delilik, kimlik kavramlarını incelersek söylem neden bu kadar
önemlidir? Söylem çok basit bir ifadeyle bir dışavurum şeklidir. Ve akılsal olan
söylemin bir önemi vardır.Öteki veya delinin söylemi akılsal olmadığı için bir
dışlamaya maruz kalır ya da engellenir. Söylemin engellenmesi onun söz hakkının
engelenmesidir.Peki sözün önemi nedir. Birinin delilikle ithamı onun söz hakkının
elinden almaktır. Söylemin kurulumu bilginin oluşumu ve doğru bilginin edinilmesi
hakkında oluşturulan kuramlarla ilintilidir. Epistemeolojinin oluşturduğu kuramaları var
olan düzenden bağımsız olarak ele almak mükün değildir. ‘’Epistemoloji üzerine bir
kitapta okuduğunuz şeye inanmak, bir tiyatro sahnesinde her şeyin seyrettiğiniz
eylemden ibaret olduğuna, sahnenin arkasında ışıkları açan, renkleri değiştiren, eşyaları,

24
meselâ bir küpü veya telefonu, olmaları gereken yere koyan, telefonu çaldıran ve
perdeyi indiren insanlar olmadığına inanmak gibidir.’’11 Descartes’ın epistemolojisinde
gördüşümüz gibi onun akılsal dayanağın üzerine kurduğu şey çağından bağımsız olarak
ele alınamaz. Doğru bilgiye erişmek için doğru kuramı kullanmayan ise zaten söylemin
dışındadır. Söylemi yok sayılan ise diğer tüm haklarından mahrum kalandır. Gerek antik
yunan dünyasının agorasında gerek modern toplumda söylemin önemi her zaman çok
fazla olmuştur. Söylemin kendisi saygı duyulan ve itibar edilen bir şeydir.Söylemin
içine alınmayanlar ise söylem için tehlikeli olanlardır. Deliler ve çocuklar bunun için iki
örnek olabilir. Bakmamız gereken şey delinin söyleminin tehlikesidir. Deli neyi,kime,ne
zaman söyleyeceğini bilmediği için onun söylemi, söylemin düzenini her zaman tehdit
etmiştir. Delinin söyleminin tehlikesi muhalifin söylemi gibi tedirgin edici ve yıkıcıdır.
Onun söyledikleri veya söyleme şekli tüm dil ve ahlak kurallarını yıkabilir.Akıl
söylemin düzenini oluşturur. Söylem içinde söylemeyi bilen zeka içinde bulunduğu
toplumun izini taşır." Zekâ, bir ahlak kategorisidir. "12 Delice bir hata zincirlerin
kırılmasına, iktidarın sarsılmasına ve düzenin bozulmasına yol açabilir.
Deli olan bu yüzden sınırlandırmaya ve tecrite mazuz kalmıştır. Belki ancak bir deli
kralın gücü karşısında onun çıplak olduğunu söyleyebilir. Peki deli olarak söylemin
içine alınmayanın dışlanması gibi akıl sahibi oldukları söylenenlerin söylemin düzeni
içine girerek başka bir sınırlandırmaya maruz kaldığından bahsedebilir miyiz? Söylemin
içindeki düzen varolan düzenin yansımasıdır. Orada kime,neyi,ne şekilde
söyleyeceğimizin bilgisi yatmaktadır. Bu sonuçtan söylemin kendisinin bir denetleme
mekanizması olduğundan bahsedebilir miyiz? Söylemin gücü onun çalışma şeklinden
gelir. Daha somuta indirgersek dilin kültürel sınırlandırmasını onun içinde yaşarız.
Burada akılsallıkla ilişkisi söylemin akılsal olan ile kurulması ve akılsal olduğu
iddiasının izini taşıyor olmasıdır. Biz çoğunlukla akılsal olana güveniriz ve
sorgulamayız. Bizim için akılsal olduğu kabul edilen bir otoritenin sözü çoğunlukla
güvenilir olmuşur. Hesap makinesi etkisi denilen olay bunun bir örneğidir. İnsanlar
alışveriş yaparken veya bir şeyler hesaplarken hesap makinesinin doğru olanı
göstereceğinden emindirler. Bu insanlar karşısında hesap makinesi ile rastgele tuşlara

11 P.Feyarabend, (2015) Bilimin tiranlığı,,İstanbul:Sel Yayıncılık,s.112

12 T.Adorno, (2014) Minima moralia. İstanbul:Metis Yayıncılık,s.19

25
basıp tutarın çıkan sonuç olduğunu gösterirseniz çoğu insan bunu sorgulamayacak ve
kabul edecektir. Aynı şeyi akılsallığı veya doğruluğu kabul edilmiş kurumların
karşısında toplumlarda gösterecektir. Akılsallığın düzeni,söylemin düzenini belirleycek
ve söylemin kendiside düşünmenin kendisini. ’’İnsanlar iktidar hakkında düşünmezler;
iktidardakilerin onlara telkin ettiği şeyi düşünürler.’’13 Bu şekilde akılsal olanın tanımı
söylemi,söylemin kendisi ise düşünceyi ve hayal gücünü etkisine alır.

3.3. Hayal Gücü Ve İktidar

Delinin söylemini dışladığımızda sonraki söylemlerimize o olmadan devam edeceğiz.


Bir sonraki hayalimiz akılsal olanlar arsından seçtiklerimiz olacaktır. Dışladığımız
delice gelen söylemleri bırakıp yolumuza elimizde olan söylemlerle düşünce
oluşturmaya çalışacağız. Akılsal olanın ve söylemin sınırlandırmasının çok daha
korkunç bir boyuta vardığını görmemiz gerekecektir. Bu da hayal gücünün
sınırlandırılmasıdır. Başka türlüsünü düşünememenin zorunluluğudur bu. Hayal
gücünün sınırlandırılmış olması olmasının etkisini hissettiğimiz alanlardan biri de
sanattır. Sorun var olan düzene karşısında yeni ütopyalar üretemiyor oluşumuz değildir.
Var olan düzen dışında başka bir düzeni düşleyemiyor oluşumuzdur aslında .Hayal
gücünün en fazla olduğu söylenen alanlarda bile bu böyledir. Fantastik ve bilim kurgu
filmlerinde bile devam eder düzenin yansıması. Canavarların, yaratıkların veya uzay
yolculuklarının mümkün olduğu bu yerlerde, düzen aynı şekilde devam edebiliyor.
Yaratıklar, canavarlar ve süper kahramanlar dünyası modern birey ve kapitalist
toplumun dünyasını yaşıyorlar. Peki bu kadar şeyi kuran hayal gücünün kapitalist
düzenin dışına çıkamadığı için gerçekten güçlü olduğundan söz edebilir miyiz ?
Buradan hayal gücü ve sınırlandırılmışlığımızın hangi seviyeye geldiğini görebiliyoruz.
Bu tür filmlerin en korkuç boyuta ulaşmış olanları ise geleceği gösterdiğini iddia eden

13 R.Sennet, (2014) Otorite, ,İstanbul:Ayrıntı Yayınları,s.33

26
filmlerdir. Despotların ve zorbaların şimdiye kadar tarihin hep geçmiş noktası ile
ilgilendiğini gördük. Onlar kendinden olmayan önceki tarihi yok ederek geçmişi ve
toplumsal hafızayı kontrol etmeye çalışmışlardır. Hitler’in yüzlerce kitabı,sanat eserini
ve tarihi yapıları yok etmesinin temel nedeni bunur.Despotlar zamana hükmetmeye
çalışır despotlar zamana hükmetmek ister.’’ Tarih zorbalarla dolu. Bütün zorbalar,
‘henüz başa geçmiş olduklarını’ unutturmaya çalışmıştır.’’14 Şimdi gördüğümüz şey ise
düzenin geleceğe hükmetmek istemesidir. Gelecekte geçen bilimkurgu filmleri her ne
kadar teknolojinin ilerlemesini ve bir değişimi gösterse de var olan düzen ışın
silahlarıyla devam etmektedir. Burada söylenmek istenen şeyin bilerek bir el tarafından
propaganda amacıyla yapıldığını kabul edersek. İnsanları gelecekte bile kapitalist
toplumun devam edeceğini başka türlü bir düzen olmayacağı için ona isyan etmenin
hatta onun dışında bir düzenin hayalini kurmanın imkansızlığını dayattığını görürüz.
Ancak burada yönetmenin bilinçli olmayarak hayal gücünün bu şekilde çalıştığını
düşünürsek asıl korkunç olan budur. Burada insanın istese bile bu düzeni içselleştirmiş
olmasından dolayı hayal gücünün bunu hayal edemeyeceği noktasına varırız. Başka
türlüsünü hayal eden için ise delilik sıfatı kullanılacaktır. Hayal gücünün
sınırlandırılması onlar için geçerli olmayacaktır. "Delilik yalnızca hayal gücünün
ayarının bozulmasına ilişkindir"15 Peki bu hayal gücünün, gerçeklikle olan ilişkisi nasıl
belirlenir? Hangi durumlarda hayal deliliğe yaklaşır? Çoğu zaman hayal gücünün
zekayla ilgisi olduğu söylenir. Hayal gücünü etkileyen zekanın ahlaktan bağımsız
olduğu düşünülebilir. Başka bir düşünceyle zekice olduğu kabul edilen bir şeyin aslında
o toplumun yapısından izler taşıdığından bahsedebilir miyiz? Kolektivist bir toplumda
herkesin yararına olan bir düşünce zekice olarak kabul edilir. Modern kapitalist dünyada
ise daha bencilce ve kurnazca olan şeylerin zekice olduğu kabul görür. Burada zeka ve
zekice olanın tanımının toplumsal yaşamdan izler taşıdığını görebiliriz. Bu bilimin
kendisinde de böyledir bilimin çoğunlukla sadece bilgi amaçlı olduğu görüşü yaygındır.
Ancak pazarlanamayacak bir bilgiye ulaşmak zekice olarak kabul edilmeyecektir.
Günümüz toplumunda bireyin çıkarı her şeyden önemli olarak görülür. Bireyin kendi

14 G.Debord,(1996) Gösteri toplumu, İstanbul:Ayrıntı Yayınları,s.174

15 M.Foucault, (2006) Deliliğin tarihi, Ankara:İmge Kitapevi Yayınları,s.345

27
çıkarı için yapılmayan şeyler aptalca ve delice olarak nitelendirilebilir. Başka biri için
kendini tehlikeye atan, fedakarlıkta bulunan biri modern toplum tarafından alkışlansa
bile içten içe bu davranışın aptalca olduğu düşüncesi içlerinde dolanıp durur. Bu
durumun sorasında eleştirilir hatta gülünür. Bireyin zekası o toplumda hayatta kalmak
veya statü kazanmak adına neler yapabileceği ile ilgilidir. Burada yapabilecekleri ile düş
kurarken ahlaki süzgecin etkisi altındadır. Ve o ahlaki süzgecin içinden geçirerek hayal
gücünü Bireyci ve davranışlarını sınırlar yada açar. anlayıştaki dünyada kendisi için her
şey zekice olarak kabul edilecektir. Burada zekice olanın kendi çıkarına hizmet etmesi
ile doğrudan bir ilişki vardır. Peki bir delinin veya modern bireyin hayal güçleri ne
kadar benzemektedir. Deli olarak kabul ettiğimiz biri örnek olarak kendini dünyanın
efendisi veya bir bomba olarak düşleyebilir. Bir delinin hayal gücünün ayarının bozuk
olduğunu söyleyebiliriz. Ancak tüm dünyayı satın alıp yönetmek isteyen bir kapitalistin
hayali delininkinden daha farklı görülür. Yüzlerce insanı öldürecek silahlar yapmak
zekice olarak kabul edilirken kendini silah olarak gören biri delilikle yaftalanacaktır. Bu
durumda deliliğin karşısında olan akıllının tanımında oluşturulan bir şey olduğunu
toplumlardan toplumlara göre değiştiğinden söz edebilir miyiz? Başka toplumlara göre
çıldırmış diye baktığımız bir şeyin o toplumun içinde gayet olağan bir şey olarak kabul
edildiğini görebiliriz. Naziler kendilerini çıldırmış olarak görüyorlar mıydı? Yaptıkları
vahşetin onların düşünme yapısında akılsal bir yönü var mıydı? Akılsal olduğu
maskesinin altına sığınıp ne kadar delice şeyler yapılıyordu. İnsanlar, doğa ve yaşam
Mantığa ve akla uygun olduğu gerekçesiyle yok edilebiliyordu. ‘’İnsanları
öldürebiliyorlardı ve bunu yaparken gayet normaldiler.Bunu anlayamıyorum. -Toplama
kampından kurtulmuş bir polanyalı’’16 Bir delinin hayal gücünün tüm bu tolama
kamplarınıı hayal edecek kadar sınırsız olduğunu kimse söyleyemez. Ancak insan aklın
kensini dayanarak ve onun adına tüm bunları yapabilir.‘’Felsefe tarihi neredeyse
bütünüyle akıl kavramı hakkındaki bir tartışmanın tarihi olarak da okunabilir. Çünkü
Herakleitos’tan bu yana insan, eylem ve toplum bağlamlarına yönelen bütün düşünsel
çabaların, bir biçimde “aklın doğası” sorununa da yönelmek zorunda kaldığı görülüyor.
Aklın ne olduğu ve aklın taşıyıcısı bir varlık olmanın insansal yaşam üzerindeki
etkilerinin neler olduğu konusundaki tartışmalar neredeyse başlangıcından günümüze

16 A.Gruen. (2007). Normalliğin deliliği,(Çev:İ.İga),İstanbul:Çitlembik Yayınları, s.7

28
kadar felsefenin bütün disiplinlerinde temel bir yer tutuyor’’17 Görülmesi gereken tüm
bunlardan yola çıkıp kesin ve tam bir sebep sonuç ilişkisi bularak aklın ve deliliğin yeni
bir tanımını yapmaya çalışmak değil. Aklın ne olduğu konusundaki tanımlamaların,
araştırmaların veya bu konuya yönelme biçimlerininin sonucunda çıkan delilik ve akıl
kavrayışlarının değişkenliğinin hangi faktörler çerçevesinde geliştiğini görmek.

3. SONUÇ
Akılsal olanın tanımı tarih ve coğrafya etkisiyle bir değişime uğramıştır. Ancak her
tanım kendi kendini evrensel olmaklıkla nitelendirmiştir. Bu evrensel olma iddiaları
içindeki akıl tanımları anlaayışları kendinden sonraki düşüncelere yenilmiş olsalar bile
akılsallığın kendini evrensel olarak nitelendirme arayışı devam etmiştir. Aklın ne olduğu
ve tüm insanlarda yada bazı insanlarda nasıl çalıştığı konusundaki tartışmalar sürerken
her dönem onu kendi şartları ile ele almıştır. Antik yunan dünyası onu tanrıların üzerine
çıkarırken Orta Çağ tanrıyı anlamak için bir yol yada tanrının bahşettiği bir yeti olarak
görmüştür. Modern felsefenin kurucusu olarak görülen Descartes dönemine gelince,
gerek bilimsel çalışmaların etkisi gerek felsefe ve toplumsal yaşamdaki değişimin
etkisiylle tanrının tahtı sallanmıştır. Burada doğrunun kaynağı konusunda akla bir
yakınlaşma gerçekleşti. Doğrunun ancak akıl ile bulunabileceği ve akla verilen önem
kendini göstermeye başladı. Peki doğruluğun kaynağı olan aklın nasıl bir tanımı vardı?
Öncelikle doğrunun kaynağı olan akla tam bir güven gerekmektedir. Bunun için de aklın
tanımında deli olma durumunu içermemesi gerekir. Bu tanımın dışında kalanlar deli ve
akıl dışı olanlar olmalıdır.aklın en yüksek değer olmaya başladığı bu çağla beraber

17 T.Ketenci.(2014). Descartes ve Hume’un akıl anlayışlarının karşılaştırılması. Temaşa Erciyes

Üniversitesi Felsefe Bölümü Dergisi,,s.61-77,

29
akılsal olanın dışında kalanlar uğradığı dışlama artık kurumsal ve güçlü bir ifadeye
sahip olacaktır. Akıl ve akıl dışı olan yani düşünen ve yer kaplayanlar olarak yapılan bu
ayrımda yer kaplayan ve ona yakın olanlar aklın hükümdarlığı altına girecektir. Bu
anlayışla birlikte doğanın ve doğaya yakın olanın salt madde ve akla sahip olanın
emrinde olduğu düşüncesi doğmuştur. Bir karşılaştırma yapılacak olursa daha önceden
tanrıdan gücünü alan, yerdeki temsilcisi olarak görülen bu yüzden de kutsallığı taşıdığı
için her şeyi hizmetkarı olarak gören kralın yerine akılsallığı taşıdığı için her şeyi
hizmetkarı olarak gören düşünce geçmiştir. Aklın bu gücü karşısında onun tanımı akıl
dışı olanları ve onların kaderlerini belirleyecektir. Akılsal olanın tanımı onun giyeceği
kimliğin sonucunda belirlenecektir. Akılsal olan yıllarca geç, avrupalı bir erkek
kimliğini taşımıştır. Akıl adına yapılan tüm eylemlerin nedenine onun akıl adına akıl
sahibi tarafından yapıldığı açıklaması konulacaktır. Başka kültürlere, yaşam biçimlerine,
farklı renkteki insanlara veya farklı cinsel yönelimler yani yapılan akıl tanımının içine
girmeyenler hatta doğanın kendisi bu aklın hükmü altında ezilmeye mahkum oldu.
Yıllarca siyahilere yapılan muamelenin temel sebepleri arasında onların akıl yönünden
beyaz insanlardan aşağıda olması gösterildi. Akla yakın olanın kimliği de bu akıl
tanımlamasının ile birlikte verilidir. Akıl ve onun getirdiği kimlikle öteki olan da akıl
dışılık ve delilikten payını alacaktır. Burada ötekinin akıl dışı olması sebebiyle mi öteki
olduğu? Yoksa öteki olduğu için mi akıl dışı olarak nitelendirildiği? Sorusu yatar. Ancak
bu soruların ikisi de doğrudur. Bu akıl dışı olmaklıkla yapılan dışlamanın iktidar
tarafından kullanımı yapılan akıl tanımı ile akıl sahibi insanın tanımının da yapılması ile
ilgilidir. Akıl sahibi olan itaatkar ve düzenin kurallarına uygun bir şekilde yaşayandır.
Bu kavrayış muhalifliği de delilik safına itecektir. Uyumsuz yada muhalif bu düzen
içinde yaşayamadığı veya ona isyan ettiği için delilik dışlaması ile karşı karşıya
kalacaktır. Aklın tanımın iktidarca belirlenmiş olması onun karşısında olanları
tanımlayacak bir delilik tanımını da oluşturacaktır. Akılsal olanın düzen içinde
tanımlanması düzen dışı olan her şeyi sınırlandıracaktır. Sınırlandırılmanın en fazla
etikisini gösterdiği alanlardan biri ise aklın içinde yani hayal gücünün kendisinde
gerçekleşecektir. Söylemi yasaklanan delilik ve onun sınırsız hayal gücü karşısında, akıl
sahibi olanın hayali bu akıl tanımı içinde sınırlandırılması olacaktır. Aklın
tanımlanması sırasında getirilen sınırlandırma etkisini hayal gücü üzerinde de
gösterecektir.

30
KAYNAKÇA

Adorno, T. (2014). Minima moralia,(Çev:O. Koçak ve A. Doğukan),İstanbul:Metis


Yayıncılık
Arslan, A. (2016). İlkçağ felsefe tarihi 1,İstanbul:İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
Bal, M. (2017), ‘’Tanrı felsefeye nasıl girer?’ sorusuna cevaplar olarak Platon’un
Euthyphron diyaloğu ve Heidegger’in ontoteoloji eleştirisi’’Felsefi Düşün,Sayı8,17-44

Baudrillard, J. (1991). Sessiz yığınların gölgesinde,(Çev:O. Adanır),İstanbul:Doğu Batı


Yayıncılık

Camus, A.(1967). Başkaldıran insan,(Çev:T. Yücel),İstanbul:Varlık Yayınları

Cevizci, A.(2015). Felsefe tarihi,İstanbul:Say Yayınları

Debord, G. (1996). Gösteri toplumu,(Çev:A. Ekmekçi ve O. Taşkent,)İstanbul:Ayrıntı


Yayınları
Eco, U(2014). Düşman yaratmak,(Çev.L. Tonguç)Basmacı.İstanbul:Doğan Kitap
Gruen, A. (2007). Normalliğin deliliği,(Çev:İ.İga),İstanbul:Çitlembik Yayınları

31
Feyarabend, P. (2015). Bilimin tiranlığı,(Çev:B. Düşmez)İstanbul:Sel Yayıncılık
Foucault, M. (2006). Deliliğin tarihi(Çev:M.A. Kılıçbay),Ankara:İmge Kitapevi
Yayınları
Foucault, M. (1992). Ders özetleri,(Çev:S. Hilav)İstanbul:Yapı Kredi Yayınları,

Faucault, M. (2015). Kadıköy Underground Poetix XIV sayı:001

Kaya Keha,M. (2010).’’Descartes’ın epistemolojisi ve Foucault’nun eleştirisi: akıl ve


akıl dışılık bağlamında bir eleştiri’’,Kaygı,Sayı:14. 111-121

Ketenci, T. (2014). Descartes ve Hume’un akıl anlayışlarının karşılaştırılması. Temaşa


Erciyes Üniversitesi Felsefe Bölümü Dergisi.61-77
Sennet, R.(2014). Otorite,(Çev:K.Durand)İstanbul:Ayrıntı Yayınları

Tarr, B(1994). Satan Tango[Film].Almanya ve İsviçre:Vega Film

32

You might also like