You are on page 1of 26

ÇELEBİLER ZAMANI I

RIZA AYDIN
HACI BETAŞ MÜCERRET MİYDİ?
Ahmet Yaşar Ocak’ın, “Kalenderiler” adlı kitabında yer alan, “Kalenderilik ve Bektaşilik”
adlı bir makalesini okudum. Bizim köyde bir söz vardır, “ağzını açınca Ömer diyeceği
belliydi” derler, bu hesaptan, Ahmet Yaşar Ocak’ta sözü döndürüp dolandırıp, Hacı Bektaş’ın
evlatları olup olmadığı sorununa getirmiş. Yazın ortalarında bir yerde şöyle diyor:
“Bu vesileyle yeri gelmişken şu noktaya da temas etmekte fayda vardır: Bilindiği üzere,
Osmanlı döneminden beri Bektaşiler arasında Hacı Bektaş’ın evlenip evlenmediği, soyunun
sürüp sürmediği hep anlaşmazlık konusu olagelmiştir. Bizim kanaatimizce, bir Haydarî
Kalenderîsi olduğunu düşündüğümüz Hacı Bektaş’ın, bu mensubiyeti sebebiyle, Haydarilik’te
genellikle uygulanan mücerretlik erkânına uyması, dolayısıyla hayatının sonuna kadar bekâr
yaşamış olması güçlü bir ihtimaldir. Acaba -istisnai bazı örneklerde olduğu gibi- Hacı
Bektaş’da buna uymamış ve evlenmiş olabilir mi? esasen Başta Velâyetnâme olmak üzere,
hiçbir eski kaynak onun evlenip çoluk çocuk sahibi olduğundan söz etmez. Kanatimizce
Çelebiler geleneğinin temeli olan Hacı Bektaş’ın neslinin devam ettiği iddiası, Velâyetnâme
metninde zikredilen, Hacı Bektaş’ın Yunus Mukri’nin1 eşi Kadıncık Ana’dan (Kutlu Melek)
olma “nefes evladı” meselesinin zamanla gerçek evlat olarak telakki edilmesi ve bu
dönüşümün tahrirler arasıda Osmanlı merkezi yönetimi tarafından da –kanaatimizce tamamen
pragmatik amaçlarla- resmi belgelere kaydedilmesisûretiyle ortaya çıkmış olmalıdır2.”
Bu konuya başlarken, bundan önceki paragrafın sonunda şöyle diyor: “Mücerretlik erkânı ise
Hacı Bektaş-ı Veli’nîn kendi hayatında da uyguladığı gibi, Velâyetnâme’ye bakıldığında,
etrafındaki bütün dervişlerin de mücerret oldukları görülür.”
Bir defa hemen belirtelim ki: Alevilikte “Mücerretlik erkânı (Yani Mücerretlik yolu)” diye bir
şey yoktur; bu külliyen uydurma bir tezdir. Bu söylenenin tam tersine, Alevilik de evlilik
esastır, evli olmayanı yola almazlar, yola ancak evli olan dört kişi birbiri ile müsahip olmak
kaydıyla alınır.
Alevi bir çocuk büyüyüp biraz akıl balik olunca onları ceme, muhabbete alınması için
ikrarları alınır. Bu Buyrukta “Oğlan İkrarı almak”, “Kız ikrarı alma” diye iki başlık halinde
anlatılır bu3. İkrarı alan gençlere seven, taraftar olan meyleden anlamında “Muhip” denir.
Muhip olan bir genç, herhangi bir hizmet edip, dededen gülban istediğinde, dede ona “Başın
iki ayağın dört olsun” diye gülbenk verir yani dua eder. Evli çiftlerin birbiri ile musahip olup,
bir ocağa talip olarak yola kabul edilmesi ise, ikrar ceminde olur. Yola kabul edilip, talip
olmanın en önemli koşulu evli bir çift olmaktır, evli olmayan yola alınmaz. Bunu ilerde tekrar
anlatacağız.
Görmek istemeyenden daha büyük kör yoktur derler, biz Hacı Bektaş’ın etrafındaki dervişlere
bakalım bakayım hepsi mücerret mi?

1
Burada Ahmet Yaşar Ocak’ın şanına yakışmayan bir dikkatsizli görülüyor. Yunus Mukri, Kutlu Melek’in eşi değil
kayın babası, Kutlu Melek, Yunus Mukri’nin oğlu İdris Hoca ile evli. Sayın A. Y. Ocak bu kitabın ilk baskısını 1990
yapmış, elimde kitabın, 2016’da yapılan üçüncü baskı var. Bu hatanın görülüp düzeltilmemiş olması
düşündürücü.
2
Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğu’nda Marjinal Sûfilik: Kalenderiler, 3. baskı, sayfa 271
3
Buyruk, yayına hazırlayan Fuat Bozkurt, sayfa 97 - 100
Velâyetnâme’nin başlarında anlatılan Hacı Bektaş’ın hocaları olarak anlatılan Lokman’ı
Perende ile Ahmet Yesevi’nin eşleri var. Her şeyden evvel inanılır ki, Hacı Bektaş bu yolun
bir takipcisidir. Hacı Bektaş’ın Hacı adını alması anlatılırken, Hacı Bektaş’ın, Hacda olan
hocasına bişi götürmek için, hocasının eşinden bişi pişirmesini istiyor.
Hacı Bektaş Rum ülkesine yaklaşınca mana âleminden Rum ülkesindeki erenlere bir selam
gönderiyor. Hacı Bektaş’ın selamı Rum ülkesinde Fatma Bacıya malum oluyor. “Bu kadın
Sivrihisar’da Seyyid Nurettin’in kızıydı henüz evlenmemişti” deniyor Velayetname’de4.
Hacı Bektaş – Akçakoca, adlı bölümde anlatılan, Develideki Akçakoca adlı erenin eşi var.
Hacı Bektaş Velayetname’sinin Güvenç Abdal destanı adlı bölümde, Güvenç Abdal’ın “Şeyh
kimdir”, “muhib kimdir”, “âşık kimdir” sorusu ile başlayan öyküde, Güvenç Abdal, bir kıza
âşık oluyor. Bir haylı uzun olan bu öyküyü merak eden Velâyetname’yi açıp okusun, sonunda
Güvenç Abdal ile dünyalar güzeli bu kız, Suluca Karahöyüğe, Hacı Bektaş’ın yanına
geliyorlar. Bu öykünün anlatıldığı bölüm şöyle bitiyor: “Sonra emretti (Hünkâr emrediyor), o
kız Güvenç Abdal’a nikâhlandılar. Düğün – dernek oldu, murat alıp murat verdiler5.
Yunus Emre öyküsünde, Tabduk Emre’nin, Yunus’a, “Bizim Yunus mu?” demesi sırasında
anlatılan öyküde, Tabtuk Emre’nin eşi olduğu, Yunus ermenin kafasındaki o müşkülünü “ana-
bacı” denilen Tabduk Emre’nin eşine sorduğu anlatılır. Alevi öykülerini bilen her can, Tabtuk
Emre’nin de bir eşi olduğunu bilir.
Kaygusuz Abdalın deyişlerinde, Kaygusuz Abdalın evli olduğu çok açık bir şekilde anlatılır,
hatta bir değişinde Kaygusuz “Avrat beni döve yazdı” der.
Gelelim diğer bölüme Hacı Bektaş evlimiydi?
Burada evlik sözüyle ne anladığımızı açıklığa kavuşturmamız gerekiyor.
Eğer evlilikten, olgunluğa erişmiş, bir kadınla bir erkeğin, bir araya gelip, birlikte yaşamasını,
kastediyorsanız ki, bence evlilik budur; evet Hacı Bektaş ile Fatma bacı evliydi, bu evlilikten
üç tane çocukları dünyaya geldi, bunların hem adları hem de nasıl dünyaya geldikleri
Velâyetname’de anlatılır. Velâyetname’de anlatılan bu bölümü aşağıda yazacağım.
Ama eğer Hacı Bektaş ile Fatma Bacının nikâhını kim kıydı, nikâh şahitleri kimdi diye
soracaksanız bana, o zamanda ben size diyeceği ki, o zamanlar Aleviler evlenmek için,
böylesi törenlere ihtiyaç duymuyorlarmış, iki olgun canın bir araya gelmesini yeterli
sayıyorlarmış.
Peki eskiden Aleviler, nikah töreni gibi törenlere ihtiyaç duymadığını nereden çıkardın, buna
kanıtın ne diye bana sorarsanız, size Burukta, Rıza Şehrinde anlatılan, Dünyalı ile Rıza
Şehrindeki bir kadının evlenip, ayrılmasını anlatıldığı bölüme bakın diyeceğim. Burada bu iki
can evleniyor kimse bunlara nihak kıyın demiyor. Rıza Şehrinde bu bölüm şöyle anlatılıyor.
“… Sofu şehri iyiden iyiye sever oldu. Dünyayı gezme düşüncesinden vazgeçti. Bu şehirde
kalmaya karar verdi. Ama hala yalnızdı. Bir gün yakın bulduğu bir arkadaşına açıldı:
‘Sizin bu şehirde nasıl evlenilir, ne yapılır?’ diye sordu.
Arkadaşı:
4
Abdülbaki Gölpınarlı, Vilâyet –Name, sayfa, 18
5
Abdülbaki Gölpınarlı, Vilâyet –Name, sayfa, 78
‘Şehrin ortasındaki bahçe var ya, işte orada her Cuma günü tanışmak, dost edinmek isteyenler
toplanır. Gençler gelirler. Herkes orada beğendiği anlaştığı biri ile evlenme yolunu arar.
Orada tanışırlar. Anlaşırlarsa evlenirler’ dedi.
Sofu Cuma günü söylenilen bahçeye gitti. Kocaman bahçe tıklım tıklım doluydu. Türlü
giysiler içinde genç kızlar kelebek gibi dolaşıyorlardı. Genç kızlar, oğlanlar sohbet
ediyorlardı. Birbirini beğenip anlaşanlar uzaklaşıyorlardı. Anlaşamayanlar ayrılıp başkasına
yaklaşıyordu. Sofu, olup bitenleri bir süre hayranlıkla izledi. Sonra kanının kaynadığı bir kıza
yaklaştı. Ama o bacının ilk sorusu:
‘Sen Dünyalı mısın?’ oldu.
Sofu aylardan beri hep bu sözü duymaktan iyiden iyiye bıkmıştı.
‘Evet, Dünyalıyım. Ne olacak’ diye karşılık verdi.
Bacı:
‘Davranışlarından hemen belli oluyor. Alınma, zararı yok. O ki, beni kendine eş seçmek
istiyorsun, bu konuda bende sana yardımcı olurum, davranışlarını düzeltirsin’ dedi.
Bacı ile sofu anlaşmaya niyet ettiler6.” Konu böyle uzayıp gidiyor.
Gördüğünüz gibi, şöyle nikâh kıyılacak, şu kadar nikâh şahidi getirilecek denmiyor. İki can
evlenmeye niyet edip birlikte yaşamaya başlıyorlar; bunlar evlenmiş kabul ediliyor.

Velayetname’den anlaşıldığı kadarıyla, Hacı Bektaş ile Fatma Bacı en az 33 yıl birlikte
yaşıyorlar, bu süre içinde de adları Velâyetname’de net olarak belirtilen üç erkek çocukları
dünyaya geliyor. Hatta bu çocuklarından Habib’i evlendiriyorlar, bu evlilikten bir de torunları
oluyor, torunlarının adını Umur7 koyuyorlar.
Hacı Bektaş ile Fatma Bacının 33 yıl birlikte yaşadıkları sonucuna nereden vardığım sorusu
haklı olarak sorulacaktır. Bu kanaatimin nedenini hemen söyleyeyim. Sarı İsmail, Hacı
Bektaş’ın bu dünyadan göçtüğünde, onun cenazesini kaldıran yüzü peçeli erle, vedalaşıp
giderken, Sarı İsmail, acaba bu er kimdi, diye merak edip, koşup, ardından yetişerek, o ere,
“Namazını kıldığın yüzünü gördüğün er hakkı için, kimsin, bildir bana” der.
O er, Saru İsmail’in, ısrarına dayanamayıp yüzünü gösterir. Sarı İsmail bakar ki peçenin
altındaki O er de, Hacı Bektaşın ta kendisi. O zaman Saru İsmail, o erin atının ayağına
kapanıp, şöyle der: “lütfet Erenler Şahi, otuz üç yıldır hizmetindeyim, kusurum var, seni
bilememişim, suçumu bağışla8.” Babalıların huruç eyleminin 1239 – 1240 yıllarında olduğu
düşünülürse, 33 rakamını bunun üzerine koyarsak, Hacı Bektaş’ın, bu dünyadan göçtüğü
tarihi buluruz. Genellikle tarihçilerde Hacı Bektaş’ın 1272 ya da 1273 tarihlerinde bu
dünyadan göçtüğü görüşündeler9. Buradan şu sonucu çıkara biliriz, demek ki Saru İsmail
Babalıların huruç eyleminden sonra, hayatının sonuna kadar Hacı Bektaş’ın yanında
bulunmuş. Kadıncık lakabıyla da anılan Fatma Bacının da Hacı Bektaş daha Urum diyarına
gelmeden önce onun selamını aldığını bildiğimize göre, Fatma Bacı’nın da Hacı Bektaş ile en
6
Buruk, yayına hazırlayan Fuat Bozkurt, s, 152,155
7
Vilâyet –Nâme, yayına hazırlayan Abdülbaki Gölpınarlı, 2. Baskı, sayfa 54
8
Vilayet- Nâme, yayına hazırlayan Abdülbaki Gölpınarlı, 2. Baskı, sayfa 89.
9
Vilayet -Nâme, yayına hazırlayan Abdülbaki Gölpınarlı, 2. Baskı, sayfa, xxıı, xxıx.
az 33 yıl birlikte yaşadığını düşünebiliriz. Bu birlikte yaşamaya evlilik diyecek miyiz
demeyecek miyiz? Ben evlilik diyorum.
Şimdi de Velayetname’de, kadıncığın, Hacı Bektaş’ın evlatlarını nasıl dünyaya getirdiğinin
nasıl anlattığına bakalım. Bu “Hacı Bektaş – Kadıncık ana” başlıklı bölümde şöyle anlatılıyor:
“… Kadıncığın âdetiydi, Hünkâr, abdest alsa, yemekten sonra ellerini yıkasa o suyu, hemen
içerdi. Bir gün Hünkâr, abdest alırken burnu kanadı. Kadıncık dedi, bu suyu, ayak
değmeyecek bir yere dök. Kadıncık leğeni kaldırıp götürdü. Şimdiye kadar o tertemiz suyu
içerdim, bunu ne diye dökeyim, hayırlısı bu, tiksinmeden bunu da içeyim dedi. Leğeni
kaldırıp içti, tekrar Hünkâr’ın önüne getirdi.
Hünkâr, Kadıncığın yüzüne baktı, bu hal, malûm olmuştu zaten kendisine, Kadıncık dedi, bu
suyu da içtin mi? Kadıncık, erenlere ne malum değil, erenlerden aratanın bir yudumunu bile
dökecek yer bulamadım; ancak karnımı buldum dedi. Hünkâr, Kadıncık dedi, bizden
umduğun nasibi aldın10; senden iki oğlumuz gelecek adımızla, onlar, yurdumuz oğlu olacak,
halkın yetmiş yaşındakileri, onların yedi yaşında olanının elini öpsünler. Dünya, bozulsa onlar
sırtları üstüne yatsınlar, hiç zahmet görmesinler.
Bu söz üzerine Kadıncık üç oğul doğurdu. Bunlardan biri Hünkâr’ın sağlığında öldü, ikisi
kaldı, onların soyu sopu türedi. Bir müddet sonra, Kadıncık, gene gebe kaldı. Hünkâr,
umudum atası Habib’im gelecek dedi. Kadıncık, bir oğul doğurdu, Hünkâr’a haber verdiler,
umudun atası Habib’imdir dedi, adını Habib koydular. Bir zaman sonra Kadıncık gene gebe
kaldı, , zamanı gelince bir oğul doğurdu. Saru İsmail, Hünkâr’ın huzuruna vardı, el bağladı.
Hünkâr, İsmail’im dedi, gönlündekini dile getir. Saru İsmail, padişahım dedi; Kadıncık’ın bir
oğlu oldu. Hünkâr, Mahmut’tur dedi, adını Mahmut koydular. Derken Kadıncık’ın bir oğlu
daha oldu. Saru İsmail haber verdi. Hünkâr, şimdi kardeşim Hızır yanımdaydı, adı Hızır Lale
olsun dedi, ondan sonra Hızır Lalem gelmiş, Lale çiçeğim gelmiş diye onu sevdi. Hünkâr’ın
sözlerini, Kadıncık’a haber verdiler, pek sevindi, çocuğun adını Hızır Lale koydular.
Habib büyüdü, olgunlaştı. Erenler, Habib’i evlendirmek istedi, kadınlar saldı, Malya’da büyük
birinin kızını beğendiler, gelip Hünkâr’a haber verdiler. Hünkâr, adamlar gönderdi, kızı istedi.
O zat, ben meşhur bir adamım, onlardan birçok şeyler isterim, onlar yoksul kişilerdir,
dilediğimi, bilmem verebilirler mi dedi. Hünkâr, bu sözü duyunca Tanrı ganidir, ne kadar
nesne isterlerse istesinler dedi. Gittiler kızın atasına haber verdiler. O da pek çok nesne istedi,
bundaki maksadı da kızını vermemekti. Adamlar gelip Hünkâr’a bildirdiler, Hünkâr, dolabı
besmele ile açtı, bir torba aldın çıkardı, gidin, bu torbayı o devletliye götürün, masrafa
harcasın dedi. Götürüp verdiler. Düğün yapıldı, Habib’in o kızdan bir oğlu oldu, adını Umur
koydular11.”
Görüldüğü gibi burada, mücerretlik yani evlenmeme diye bir durum söz konusu değil, tam
tersine evlilik ilişkisi içindeler. Kadıncık’ın, oğulları olunca, meşru olarak babasına, yani
Hünkâr’a gelip söylüyorlar, o da bu çocukların adını koyuyor. Burada normal olmayan bir
durum var mı? Yok. Eğer bu çocuklar, Fatma Bacıdan değil de, İdris Hocanın eşi Kutlu
melekten dünyaya gelmiş olsaydı, o günlerde, yedi hanenin bulunduğu küçük bir köy olan
Hacıbektaş’ta dedikodular ayyuka çıkardı.

10
Buradan anlaşıldığı kadar, Kadıncık, Hünkârdan böyle bir nasip umuyormuş.
11
Vilayet –Nâme, yayına hazırlayan Abdülbaki Gölpınarlı, 2. Baskı, sayfa 63, 64
Yunus Mukri’nin oğlu, İdris Hoca’nın, SARU adlı kardeşi var. Saru, Hacı Bektaş ile İdris
Hoca ailesinin ilişkisini yanlış anladığı için, yörenin beyine şikâyet ettiğini Velâyetnâme
yazıyor12. Eğer bu çocukları, Kutlu Melek doğurmuş olsaydı, bu dedikoduların önüne
geçilemezdi.
Burada kendi kendimize şu soruyu da sorup, üzerinde düşünmemiz gerekir: Kadıncık’ın,
birinci oğlu Habib, Hünkâr’ın burun kanından dünyaya geldi, peki Kadıncık, diğer iki
çocuğana yani Mahmut ile Hızır Lale Civan’a nasıl hamile kaldı, onları dünyaya nasıl getirdi?
Eğer, üç çocuk dünyaya getiren Kadıncık, Hacı Bektaş’ın meşru eşi olarak kabul edilmeseydi,
bu ilişki ne kabul edilirdi, ne de bunun dedikodusunun önüne geçilebilinirdi. Burada anlatılan,
üç çocuğun dünyaya gelişi, meşru bir ilişkinin atmosferini yansıtıyor.
Kadıncık sözü bir lakaptır. Eskiden kadınlık, çocuk doğurup ana olmakla özdeşleşmiş bir
kavram olduğu için, çocuk doğuracak çağa gelip de çocuğu olmayan kadına, evli olsun bekar
olsun, “Kadıncık” denirmiş. Bundan dolayı, Hacı Bektaş Velâyetnamesinde “Kadıncık”
lakabıyla anılan iki ayrı kadın var. Bunların adları, sosyal kimlikleri, tamamen birbirinden
farklı olan, iki ayrı kadın var.
Kadıncık lakabıyla anılan bu kadınlardan birin adı Fatma Bacı, diğerinin adı Kutlu Melek
bunlar nasıl karıştırıl anlayamıyorum? Bu Kadıncıklardan Fatma Bacı, Seyit Nureddin’in kızı
bekar, erenler ceminde toplananların yemeklerini pişirmekle meşgul, Kutlu Melek ise İdris
Hocanın eşi, henüz çocuğu olmamış, köyde yaşayan sade bir kadın. Bunların iki ayrı kimlik,
iki ayrı kişilik olduklarını anlamak için arif olmaya gerek var mı?
Fatma Bacı, Seyyid Nureddin’in kızı, hiç evlenmemiş, bekar, Rum erenleri içinde, onların
yemeğini yapmakla görevli, Hacı Bektaş’ın mana aleminden gönderdiği selamı alıp, bunu
Rum erenlere söyleyen, daha da önemlisi Hacı Bektaş hakkında Rum erenlerini ilk defa
bilgilendiren bir kadın. Bu çok açık, net bir kimlik değil mi? Dikkat edin Hacı Bektaş Fatma
Bacıyı irşad etmiyor, Hacı Bektaş daha Urum diyarına gelmeden önce, Fatma Bacı erenlere
karışmış, erenlerin içinde bir eren.
Kutlu Melek ise, Suluca Karacahöyükte yaşayan, Yunus Mukri’nin oğlu İdris hocanın eşi,
daha da önemlisi, bunlar henüz irşad edilmedikleri için, köyde kendisinden ekmek isteyen
Hacı Bektaş’ı gördüğü halde onu tanımayan bir kadın. İdris hoca ile eşi Hacı Bektaş ile
karşılaştıklarında henüz Alevi bile değiller ama sade iyi insanlar, o kadar.
Üzerine basa basa tekrar edeyi, Fatma Bacı, sosyal bir kimlik olarak, Rum erenlerinden,
Seyyid Nureddinin kızı, kendisi de bir Rum ereni. Kutlu Melek ise irşad edilip, henüz Rum
erenlerine dahil olmamış, İdris Hocanın eşi; bu yüzden Hünkarı gördüğü halde tanımıyor.
Çünkü bunlar daha Alevi olmamışlar. Bu iki kadının adları gibi, sosyal kimliklerinin,
kişiliklerinin ayrı olduğunu anlamamak nasıl bir şeydir bunu düşünmeliyiz?
Velâyetnâme’de adları, sosyal kimlikleri birbirinden tamamen farklı, iki ayrı kadının
olduğunu, İrene Melikoff’, Kırkların Cemi’nde adlı kitabında yıllar önce yazmış, ama bunu
okuyup anlayan nerde?
İrene Melikoff'un, "Kırklar'ın Cemi'nde" adlı kitabında şöyle diyor:

12
Abdülbaki Gölpınarlı, Vilâyet –Name, sayfa, 28-29
"Bu Fatma Kadın'ı, Vilâyetnâme'nin başlıca kişilerinden biri olan bir başka kadın çehresi,
Kadıncık ile karıştırmamalıdır. İkincisinin adı Kutlu Melek'tir ve Çepni boyundandır13."

"Mikâil Bayram, dikkat gerektiren bir konuyu elindeki geniş belgelere dayandırmadığı için
hataya düşmüştür. Vilâyetnâme'nin başlangıcında yer alan ve Sivrihisarlı bir seyyidin Kızı
olan Fatma Bacı'yı, Çepni boyundan, "KADINCIK" diye anılan Kutlu Melek'le karıştırarak,
yazar, dönemi içinde olağanüstü uzun yaşamış ve en azından üç kez evlenmiş, gerçek-dışı bir
kadın ortaya koymuş bulunuyor14."

Bu konuda, Bingöl Üniversitesinin hazırladığı, Alevilik sempozyumuna “Kadıncık üzerine


Tefekkür” adıyla bir tez sunmuştum, bu tezim sonradan kitapçık olarak basıldı. Bu tezimi
hazırlarken, İrene Melikoff’un bu kitabını okumamıştım, bu yazdıklarından haberim yoktu;
bunun için o tezimde bundan söz etmedim. İrene Melikoff’un bu yazdıklarını okuyunca, hem
sevinmiştim hem de üzülmüştüm. Sevinmiştim, çünkü bu konuda tezimde yalnız değildim,
İrene Melikoff gibi, Alevilik konusunun uzmanı bir insanda bu görüşü savunuyordu.
Üzülmüştüm, çünkü bu konuyu benden önce İrene Melikoff, açık seçik yazmıştı.
Hal böyleyse, burada pek tabi olarak sorulacak soru şudur: Hacı Bektaş’ın üç çocuğunu
doğuran, Kadıncık lakabıyla anılan, bu kadının asıl adı ne? İşte bu sorunun cevabını, Hacı
Bektaş’ın vasiyet namesinde buluyoruz. Hacı Bektaş’ın elimde iki ayrı Velayetnamesi var;
bunlardan ilki 1958’de Abdülbaki Gölpınarlı tarafından nesir halinde yayımlandı, diğerini ise
Gazi Üniversitesi şiir şeklinde yayımladı; buraya iki kitabında ilgili bölümünü sırayla
alıyorum. Hacı Bektaş Vasiyetinde Saru İsmail’e şöyle diyor:
“Sen benim has halifemsin. Bugün Perşembe, ben bugün ahrete göçeceğim. Göçünce kapıyı
ört, dışarıya çık, Çiledağı tarafını gözle. Ordan bir boz atlı gelecek, yüzüne yeşil nikap
urunacak. Bu zat, atını kapıda bırakıp içeri girecek, bana Yasin okuyacak. Attan inip selâm
verince selâmını al, onu ağırla. Hülle donundan kefenimi getirir, beni o yıkar. Beni yıkarken
su dök, yardım et ona. Ceviz ağacından tabut yapar, beni tabuta kor, ondan sonra beni gömün.
Onunla söyleşmeyin sakın. Benden sonra Fâtma Ana (Kadıncık) oğlu Hızır Lâle Cüvan,
yerime geçsin15.”
Bu bölüm, Gazi Üniversitesinin yayımladığı Velâyetname’nin orijinal nüshasının da şöyle:
“Vir haber abdâllara ağlaşmusun
Hasret oduna ciger tağlaşmasın

Fâtıma ana oğlı Hızır Lâle civân


Tekye-dâr olsun eşikte bir zaman

Elli yıl olup müseccel tekye-târ


Oğlı Mürsel kala andan yâdigar
13
İrene Melikof, “Kırkların Cemi’nde”, sayfa, 41
14
İrene Melikof, “Kırkların Cemi’nde”, sayfa, 43
15
Vilâyet-Nâme, yayına hazırlayan Abdülbâki Gölpınarlı, sayfa 88
Kırk sekiz yıl ol da devrânın süre
Oğlu Yusuf Bâli’ye nevbet ire16

Bu vasiyet namede açıkça göründüğü gibi, Hacı Bektaş Tekedar olmasını önerdiği (yani
yerine postnişin olmasını buyurduğu), Hızır Lâle Civan için Fatma ananın oğlu diyor.
Buradan anlıyoruz ki, Hacı Bektaş’ın çocuklarını doğuran Kadıncık Fatma Ana. Sorun böyle
anlatılırsa burada hiçbir sorun var mı? Yok. Ancak bu kitabın orijinal metni böyleyken,
kitabın bu orijinal metnini günümüz Türkçesine çevirirken her nedense Fatma ana sözünü
Kadıncık diye çevirmişler. Bu bilinçli, taammüden yapılan bir tahrif midir yoksa iyi niyetle,
dalgınlıkla mı yapılmıştır bunu bilemem ama bu bazı kafaları karıştırmaya yetiyor.
Kitabın orijinal kısmında Fâtıma ana diye yazan sözlerinin, Türkçeye çevirirken kadıncık diye
çevirmiş olduğunu göresiniz diye, bu sayfaların resimlerini aşağıya koyuyorum:

Gazi Üniversitesi, Türk Kültürü ve Hacı Bektaşi Veli Araştırma merkezinin yayımladığı
Velâyetnâme sayfa, 857

16
Hünkâr Hacı Bektaş Veli Velayetnamesi, Gazi Üniversitesi yayını, sayfa 857, orijinal bölüm 203-B
Velâyetnameler de, kadıncık lakabıyla anılan, iki ayrı kadın var, bunlardan biri Seyit Nurettin
kızı Fatma Bacı, diğeri de İdris Hoca’nın eşi Kutlu Melek. Alevi geleneği içinde, Çelebiler
diye anılan, Hacı Bektaş’ın bu üç oğlunu dünyaya getiren Kadıncık’ın, Fatma Ana’dır diye
bilindi halde, kendilerine babağan denilen gurubun aydınları, Çelebilerden söz ederken, “İdris
Hocanın çocukları17” diye söz ederlerdi. Yukarda Velayetname’nin orijinal sayfalarında
gördüğümüz gibi, Hünkâr’ın yerime geçsin dediği, Hızır Lâle Civan’ın anası, İdris Hocanın
karısı, Kutlu Melek değil, Fatma Ana’dır. Buda açıkça göstermektedir ki, Alevilerin inanç
önderi olan Çelebilere karşı, yıllarca haksızlık edilmiş, onlara böyle kara çalınmaya
uğraşılmıştır. Ama unutmayalım ki, gerçekler inatçıdır, er ya da geç kendilerini kabul
ettirirler.
Alevi dünyasında zaten, Hacı Bektaş ile Fatma Ananın suplundan gelen Çelebiler için büyük
bir sevgi yumağı vardır, bu konuda zerre kadar bir sorun yaşanmamıştır.
**
Bende bu bilinç oluştuktan sonra, kendi kendime şu soruyu sordum: Hacı Bektaş ile Fatma
Ana toplumun gözünde evli kabul edildiklerine göre, Hünkâr ile Fatma ananın yola girmek
için bir musahip kardeşleri olmuş mudur acep? Velâyetnâmeleri yeniden düşünüp, yeniden

17
Bakınız Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba, Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik sayfa 319-320 - 321, birinci
cilit.
inceledim. Bu incelememde gördüm ki, Velâyetname’nin, Türkçeye çevrilmeyen, orijinal
kısmında Hacı Bektaş’ın, bir müsahip kardeşinin olduğu yazıyor. Aşağıya orijinal sayfanın
resmini de koyacağım, Gazi Üniversitesinin yayımladığı Velâyetnâme’de şöyle deniyor:
“Rivayetdür, Aksâ-yı Memleketde İslam feth olmadık Vilâyetlerde Bir Keşiş Salikinde
Velâyet Mertebesine irmiş Hazreti Hünkârun Bir Musahibi Varıdı.” Demek ki Hünkar’ın
böyle bir konumda, bir de musahibi var.

MÜCERRETLİK SORUNU NE ZAMAN ÇIKTI.


Ahmet Yaşar Ocak’ın da yazısında söylediği gibi, bu mücerretlik tartışması, 1550 yıllarına
kadar yok, bu tartışma bu dönemden sonra çıkıyor. Buradaki işin sırrını ya da nedenin ne
olduğunu anlamak için, yaşanılan tarihsel sürece kısaca bakmak gerekir. Çünkü bu sorunun
cevabı tarihsel sürecin içinde gizlidir.
Öyleyse biz de kısaca bu tarihsel sürece bakalım.
Hacı Bektaş Urum diyarı denilen Anadolu da 1239 – 1240 yıllarında yaşanan Babalıların
meşhur huruç eylemi sürecinde ortaya çıkıyor.
Velâyetname’de, “Hacı Bektaş –İbrahim Hacı” başlıklı bölümde, Hacı Bektaş’ın Rum
ülkesine gelişi şöyle anlatılıyor: “ Hacı Bektâş-ı Veli, Rûm ülkesine, Türkmen içinde,
Zülkadirli ilinde Bozok’tan girdi18.” Buradan da anlıyoruz ki Hacı Bektaş’ın Türkmen içinde,
Zulkadirli –Dulkadirli oymağı ile yakın bir ilişkisi var.
Hacı Bektaş’ın, Dergâhının kurulduğu yerde, Dulkadirli devletinin sınırları içinde.
Velâyetnamede, kıssadan hisse tarzıyla anlatılandan, anladığım kadarıyla, Hacı Bektaş’a üç
defa dergâhın yerini buradan taşıyalım diye öneri getiriliyor, Hacı Bektaş’da bu öneriyi
reddediyor. Bu konu Velâyetnamede “Hırkadağı” başlıklı bölümde şöyle anlatılıyor:
“Hünkâr, Sulucakaraöyük’te, Kadıncık’ın evinde yerleşince kerametini işitenler, ziyaretine
gelmeye başladılar. Fakat huzuruna toplanan muhipler ve halifeler, köyün havasından
incindiler. Hünkâr’a bir yolla anlatalım da deniz kıyılarında bir yere gitsinler, bizde bu sayede
sıcak bir yerde karar edelim dediler. Bir gün toplanıp Hünkâr’a, burasının yeli pek çok,
durmadan esiyor diye söz açtılar. Hünkâr, erenler, bizi ziyarete geliyor, onun için çok yel
esiyor dedi. Gene bir gün, bu Karaöyük’ün karı fazla, soğuğu şiddetli, erenler bir alçak ve
deniz kıyısı yerde karar etseler de gelen abdallar, çıplaklar, garipler de rahata kavuşsa dediler.
Hünkâr, bu sözlerden incindi. Hakk’a giden hak uğrun hakkıyçin dedi, bu yerden daha soğuk
ve daha yüksek bir yer olsaydı oraya gider, orada yerleşirdim.
Halifeler, Hünkâr’ın, Sulucakaraöyükten gitmeye razı olmadığını anladılar, artık bu işe ait
hiçbir sözde bulunmadılar19.”
Bu anlatılan kıssadan anlaşıldığı kadarıyla, Hünkâr’a, Dergâhın yerinin değiştirilmesi birkaç
defa teklif edilmiş ama sonunda Hünkâr’ın buna razı olmayacağı, bu tekliflerden rahatsız
olduğu anlaşılıp, bu ısrardan vazgeçilmiş. Bu anlatımlardan ben, Hünkâr’ın burada kalmayı
tercih etmesinin nedeninin, sadece coğrafya ile ilgili olmadığını düşünüyorum.
Hacı Bektaş’ın 1240’lı yılların sonunda bu günkü Hacı Bektaş’a gelip, Dergâhını burada
kurduğunu, bu dünyadan da 1272 ya da 1273 yılında göçtüğünü düşünürsek20, Serçeşmemiz
olan Dergâhın, Osmanlı Devletinin Dergâh’ın bulunduğu bölgeyi 1522’de ilhak edene kadar
yöredeki devletlerle hiçbir sorun yaşamıyor. Ne zamanki Osmanlı devleti buraları ilhak
ediyor, sorunlar da o zaman baş gösteriyor. Bu noktayı çok iyi anlayıp, bilince çıkarmamamız
gerekiyor.
Şimdi eskiden Rum diyarı denilen Anadolu’nun Osmanlı devletince işgal edilme sürecini de
kısaca hatırlayalım. Ben bunu “Tarih algımız değişmeli” adlı bir yazımda kısaca
anlatmıştım. Şimdi orada yazdıklarımı kısaca anayım.
Hem Babalılar isyanın hem de Moğol istilasını sonucu, Anadolu Selçuklu devleti zayıflayıp
dağılma sürecine girdiği için, eskiden buralarda uç beyleri olan Türkmen oymakları, Türkmen
boyları birer müstakil devletler haline geliyorlar21 . Yani Osman Oğulları Beyliğinin tarih
18
Vilayet –Nâme, yayına hazırlayan Abdülbaki Gölpınarlı, 2. Baskı, s, 21
19
Vilayet –Nâme, yayına hazırlayan Abdülbaki Gölpınarlı, 2. Baskı, s 35- 36.
20
Hacı Bektaş’ın Vasiyeti bölümünde, Saru İsmail, Hacı Bektaşın sırlanma erkanını yürüten, yüzü nikaplı erin
önünü kesip, yüzünü göstermesini söylediğinde o er yüzünü gösterir ki, O’da Hünkar. O zaman Saru İsmail, “…
Lûtfet Erenler şahı dedi, otuz üç yıldır hizmetindeyim, kusurum var, seni bilememişim, suçumu bağışla” der.
Saru İsmail’in, Babalıların huruç eylemi sırasında Hünkâr’la beraber olduğunu düşünürsek, Babalıların huruç
eyleminin de 1239- 1240 yılı olduğunu düşünürsek, bunun üzerine 33 yılını ekleyince Hacı Bektaşın dünyadan
göçtüğü tarihi buluruz. Bakınız sayfa 88.
21
Türkmenlerin oluşturduğu bu beyliklerle ilgili, Sovyetler döneminde yetişmiş Azeri kökenli bir tarihçi olan
Oktay Efendiyev “Safevi Devleti’nin kuruluşunda Türk aşiretlerin rolü” adlı bir yazısında şöyle diyor: “V.
Minorski, bu aşiretleri “Türkmen” diye adlandırır ve Safeviler’i, Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmen
hanedanlarının doğrudan mirasçıları olarak düşünür”. Bakınız “Tuttum Aynayı Yüzüme Ali Göründü gözüme”
adlı derleme kitapta. ANT Yayınları sayfa 30
sahnesine çıktığı zamanlarda, Anadolu’da buna benzer birçok beylik oluşuyor22; hatta bunlara
beylik yerine padişahlıklar oluşuyor demek daha doğru olur. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın
“Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri23” adlı kitabında saydım, 22 tane
beyliğin – ki ben buna devlet diyorum- adı sayılıyor. Konumuz açısından, bu konuya ilgi
duyan arkadaşların, Karaman Oğulları Devletini, Dulkadir Oğulları Devletini, Akkoyunlu
Devleti’nin tarihlerini incelemelerini öneriyorum. Burada bilinmesi gereken bir hususta, o
dönem Mısırda hâkimiyet sürdüren, resmi adı “Et devlet Et Türkiye” olduğu halde Memluklu
devleti ya da Kölemen devleti diye bilinen devlettir. Anadolu’da kurulan devletlerin birçoğu
şeklen, Mısır’daki Memluklu devletine bağlıdır, Memluklu Devletini kuzey sınırı Tarsus ile
Elbistan’dır24.
Burada asıl adı “Et devlet et Türkiye” olan kölemen devleti ile ilgili şu düşüncemi de
belirtmek isterim. Memluklu Devleti, Mısırda Türkmenler ile Çeçenlerden oluşan köle ya da
paralı askerlerin, isyan edip, iktidarı almalarıyla oluşan bir devlet. Bundan dolayı adlarına
Kölemenler ya da aynı anlama gelen Memluklular deniyor, kendilerinin, kendi kendilerine
verdikleri adsa “Et devlet Et Türkiye.” Bu tıpkı Roma’da Spartaküs’ün başlattığı isyanına
benziyor. Spartaküs yenilmeseydi eğer, zahir O’da böyle bir devlet kuracaktı. Bu konuyu,
yani köleler devleti ele geçirince yaşanılan süreci, kısaca Memluklukluların deneylerini,
konuya ilgi duyan herkesin incelemesi gerekir ama her ne hikmetse bu konuda kulaklar sağır,
diller lal. Konumuz bu olmadığı için burada bu kadar değinmekle yetiniyorum.
Anadolu’da kurulan bu Türkmen beyliklerinden - devletlerinden biride Osman Oğulları
devleti. Osman oğulları devleti batıda Bursa yakınlarında kuruluyor, ilk başkentleri Bursa
sonra başşehirlerini Edirne’ye taşınıyorlar.
Bence Osmanlı Devleti Bizans’ın geleneğinin yaşandığı bölgede kurulduğu için, oranın aklını,
tecrübelerini de alarak gelişip, Anadolu’da ki diğer Türkmen devletlerini sırayla işgal edip,
kendi topraklarına katıyor. Bunun üzerine Anadolu’daki bu Türkmen devletinin önderleri olan
aileler, Timur’a mektuplar yazıp, bizzat Timur’un yanına giderek, ondan kendilerini
kurtarmasını istiyorlar. Timur, bunun üzerine Osmanlının işgal ettiği Tük devletlerini
kurtarmak için Anadolu’ya akın düzenliyor. Timur’un bu akınında, bu Türkmen beyleri
Timur’a yardımcı oluyorlar. Timur’a yardımcı olan bu Türkmen beylerinin öncülüğünü
Akkoyunlular konfederasyonun başı olan, Uzun Hasanın dedesi Yürük Osman yapıyor.
Bundan dolayı da Timur Ankara savaşını kazanınca, bu yardımlarından dolayı, Diyarbakır
ülkesini Yürük Osman’ın başında olduğu Akkoyunlular konfederasyonuna veriyor.

22
Moğol istilasına uğrayan Anadolu’daki Selçuklu devleti yenilip güçten düşünce, Selçuklu Devletinin uç beyleri,
kendi egemenliklerini ilan ediyorlar. Bu durumu İsmail Hakkı Uzun Çarşılı şöyle izah ediyor: “İşte Anadolu’da
hükümet kuran ve eski tabirle kendilerine Tavaifi Mülûk denilen Karaman, Germiyan, Eşref, Hamit, Menteşe,
Pervane ve daha sonra Osmanoğulları hükümetleri bu suretle meydana çıkan Türkmen beyliklerinden idiler.”
İsmai Hakkı Uzun Çarşılı, “Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu Karakoyunlu Devletleri, Türk Tarih Kurumu yayını, 6.
Baskı 2011, sayfa XII. Kuzey Sınırı Tarsus, Adana bölgesine dayanan Mısırdaki Memluklu (Kölemen) Devletinin
oluşumunu bu gelişmenin dışında tutmak gerekir. Konu için Altan Çetin’in “Memluklu Devletinin Kuzey sınırı”
adlı kitabına bakılabilinir. Memluklu Devleti 1250 yılında kuruluyor 1517 yılında Osmanlının Mısırı istila
etmesiyle son buluyor.
23
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, Tü rk Tarih Kurumu.
24
Memluklu Devleti (1250 – 1517) kendini “Et Devlet et Türkiye, “Türkiye Devleti” diye tanıtıyorlar. Altan
Çetin’ın “Memluklu Devletinin Kuzey sınırı” adlı kitabından aktaran Reha Bilge 1514 sayfa 28. Anadolu’daki
Dulkadiroğlu devleti ile Ramazan oğlu devletleri de Memluklulara bağlılar.
O zamanlar Rum diyarı diye anılan, Anadolu’daki Türkmen beyliklerinin önderi olan beylerin
Timur’dan yardım istediklerini, Timur’un da Osmanlı padişahı Beyazıd’dan bunu talep
ettiğini hem Dukas’ın “Bizans Tarihi”, hem de Şikarı’nın “Karamaname’si anlatıyor.
Bu konuda Dukas şöyle diyor:
“Beyazıd, yukarda yazdığım gibi, Bursa’da günlerini geçirmekte iken, bir gün İran’dan elçiler
gelip, kendisini görmek istediler. Beyazıd bunların nereden ve kim tarafından geldiklerini
sordu. Bunlar da “İran ve Irak sultanı Timur han tarafından gönderildiklerini” söylediler.
Bunun üzerine bu elçilerin istirahatlarını teymin etmelerini emretti.”
“Birkaç gün geçtikten sonra, bunları davet ederek, ne vazife ile geldiklerini öğrenmek istedi.
Bu elçiler huzura çıkarak, dediler ki: “Büyük Timur Han, kulları olan bizler vasıtasıyla, size
şu haberi yolluyor: Başkalarına ait olan yerleri kaparak, bu yerler ile kendini büyük göstermek
doğru değildir. Allahın inayetiyle dinsizlerden zaptettiğin yerler ile iktifa et, diğer beylerden
hırhızcasına aldığın eyaletleri hemen kendilerine iade et ki, Cenap-ı Hak seni affetsin ve bu
beylerin şükran ve minnettarlığına mazhar olasın. Bunlar olmazsa, beylerin intikamını ben
alacağım” dediler ve daha birçok şey söylediler.”
“Beyazid, bu sözleri duyduktan sonra, bu elçilerin sakallarının tıraş edilmesini ve böylece
şerefsiz olarak kovulmalarını emrederek, bunlara dedi ki: ‘Gidin, bir an evvel gelmesini
efendinize söyleyin. Kendisini bekliyorum. Şayet gelmeyecek olursa, meşu karısından boş
olsun’. Daha bazı ağır sözler söyleyerek, bunları – Şerefsiz bir vaziyette – kovdu25.”
Şikâri ise, Karamannâme’ adlı kitabın da, buna daha geniş bir yer ayırarak, konuyu farlı bir
açıdan şöyle anlatıyor:
“Râvi eydur: Timur, Osmanoğlu ile cenk edeceğin mükerrer bildiler. Karamoğlu yazub
Aydın’oğlu’n, Hamidoğlun ve Menteşoğlu’n ve İbn Eşref ve Saruhan’ı Timur’a gönderdi.
Sivas’tan bir konak çıktuğu gün bu beş beg gelüb Timur’a Karamanoğlu’nun mektubun
sundular. Timur açıp okudu. Demiş ki: Osman’a tabl ‘âlem biz verdük’ ‘Âkibet yine dönüp
bize düşmân. Ve Hâkipâye varan beş begin kılıcıyla feth eylidikleri vilâyeti ellerinden alup
muhkem zulm eylemiştir. Zulumü cihanı tutmuştur dedi. …26”
Sözün kısası bu beş bey, mektubu verip kapıcıbaşına hallerini arz eyleyerek Timur’un
huzuruna çıkıyorlar.
“Bunlar dediler ki:
-Kılıcımız ile feth eylediğimiz diyarı zulüm edüb elimizden aldı.
Timur dahi ahd eyledi ki:
-Sizi diyarunuza beğ eylemeyince diyâr-ı Acem’e dönmeyeyim, dedi27.”
Bilindiği gibi, 1402’de Ankara Savaşı diye bilinen Osmanlı Devleti padişahı Yıldırım
Beyazıd ile Timur arasındaki savaşta, Türkmenler Timur’u destekleyip, savaş meydanında
Timur’un safına geçtikleri için, savaşı Timur kazanır.

25
Dukas, Bizans Tarihi, İstanbul 1956, sayfa 34.
26
Şikârı, Karamannâme, Karaman Valiliği ile Karaman Belediyesinin ortak yayını 2005, sayfa 227
27
Şikârı, Karamannâme, Karaman Valiliği ile Karaman Belediyesinin ortak yayını 2005, sayfa 227-228
Reha Bilge, 1514 adlı kitabında, ilginç bir detay vererek, Ankara savaşında ki durumu şöyle
anlatıyor: Bu savaşta, “Osmanlı hükümdarı, Sırp kralı ve Bizans veliahtı, Türkmenlere karşı
birleşmiştir. Sanki ortada Türkmenlere karşı bir Balkan ittifakı vardır ve Saruhan,
Aydın, Germiyanoğulları, Aydınoğulları, Menteşe ve Hamit beyliklerinin hepsi bu hareketin
hedefi olur28.” Reha Bilge’nin bu tasviri son derece yerinde önemli bir tahlili içerir. Aslında
Yeniçeri Ordusu vasıtasıyla, Avrupa’dan devşirilen kişilerin denetimi altında olan Osman
oğulları devleti, Anadolu’daki Türkmen halkın karşısında, bir Balkan konfederasyonu
konumundadır. Çandarlı Halil Paşa’dan sonra Türkmen kökenli tekbir kişinin bile, Osmanlı
devletinde paşa bile yapılmadığı söylenir. Bu günlerde Kızılbaş katliamları diye bilinen
katliamların, bir yüzü de bunların aynı zamanda bir Türkmen katliamı niteliğinde olmasıdır.

1402’de Ankara savaşını kazanan Timur, Türkmen beylerinin, kendi beyliklerinin olduğu
bölgeler de yeniden beyliklerini kurulmalarını sağlayarak, Anadolu’dan gider.
Timur’un, o zamanlar Urum diyarı denilen Anadolu’dan giderken yaptığı, etkileri uzun bir
süre kendini hissettirecek olan iki işin üzerinde durmak gerekir. Bunlardan biri, yukarda
değindiğimiz gibi, Akkoyunlu konfederasyonu başkanı, Uzun Hasan’ın dedesi olan, Kara
Yülük Osman beye Diyarbakır ülkesini vermiş olmasıdır. Burada önemle belirtelim ki, O
zamanlar Diyarbakır bir şehirden ibaret değil bir ülkedir; bu ülkenin başşehrinin adı önceleri
Tiğran sonrada Amed denen bu günkü Diyarbakır’dır.
Timur’un yaptığı, uzun süre etkileri olan bir diğer işte şu, Timur, Rum’dan yani Osmanlıdan
aldığı otuz bin savaş tutsağını (savaş esirini), Erdebil’de Safevi Dergâhının şeyhi olan Şeyh
Ali’ye bağışlıyor29. Bu esirler, Erdebil’de, Rumlu denilen bir bölgeye yerleştiriliyorlar.
Özgürleşen bu insanlar, orada Safevi Dergâhının dervişlerinin, rahleyi tedrisatından geçirilip,
eğitildikten sonra, ülkelerine geri gönderiliyorlar. Bu aileler de, zaman zaman çocuklarını
Safevi Dergâhına bağışlayarak, Dergâha gönderip, oranın rahleyi tedrisatından geçmesini
sağlıyorlar. İşte Şah İsmail’ın öncülüğünde kurulan Safevi devletin Anadolu’da, bu kadar
benimsenip, bu kadar sevilmesinde bunların da çok büyük etkisi olmuştur. Burada, dergâhın
rahleyi tedrisatından geçerek, Anadolu’ya gelen insanların çocukları, Safevi devleti
kurulunca, Şaha gidiyoruz diye, toplu halde Anadolu’dan sökün edip, Şahın yani Safevi
Devletini yolunu tutuyorlar. Bunu iyi anlamak gerek; bu bir isyan değil Şaha gidiştir. Örneğin
bunların en meşhurları olan, Şah Kulu, Erdebil şeyhi Şeyh Haydar’ın uzun süre yanında
bulunmuş olan, Hasan Halifenin oğludur30.
28
Reha Bilge, 1514, Sayfa 275
29
Konu hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız Walther Hınz, “UZUN HASAN ve ŞEYH CÜNEYT” sayfa 8–9. Türk Tarih
Kurumu yayınları. 2.baskı
30
Rumlu Hasan’ın, Ardıç yayınlarından “Şah İsmail tarihi” adıyla çıkarılan Ahsenü’t Tevarih de, her yılın olayları
anlattıktan sonra o yılda ölenler “ölenler” diye bir başlık altında ayrıca veriyor. Bu bölümün “Ölenler” kısmında
Şah Kulu hakkında önemle not edilmesi gereken şu bilgiyi veriyor.

“Tekeli Şah Kulu Baba, Hasan Halifenin oğludur. Hasan Halife iki kez Sultân Haydar’ın ( Bahsi gecen kişi Şah
İşmail’in babası. R) hizmetinde bulundu. Hazret onu sufilerden kırk kişi ile birlikte Çile-haneye ? gönderdi. Her
birisine de, kırk günlük yiyecek ve içecek olarak, bir testi su ve bir parça ekmek verdi. Sürenin bitiminde çile-
haneden çıktıklarında hepsi yiyeceklerini bitirmişlerdi ancak, Hasan Halife kendisiyle götürdüklerini aynen
dönemin en büyüğüne geri getirdi. Mükemmel mürşit, ona izin verdi ve Teke vilayetine gönderdi. Oda orada
kendi evine yerleşti. Sultan Haydar’ın sufilerinden Pire Sinan, toplantıda bulunanlara Hasan Halifenin geldiğini
duyurdu. Fakat, Teke iline de yakıcı ateş getirdi diye ekledi. Yüce Tanrı Şah Kulu Baba’yı burada Hasan Halifeye
bağışladı. Kış aylarında Teke Yahırlu topluluğunun yanında geçirirdi. Yaz aylarında ise, Tekermeşlu’ların arasında
bulunurdu. Kerametleri vardı, (bu nedenle de) halk kendisine bağlanırdı. Daha önce anlatıldığı gibi Rum’da
(Anadolu) ayaklandı
Şah İsmail’in önderliğinde kurulan Sefevi devletinin, Anadolu Türkmenleri içinde bu kadar
etkili olması ile ilgili, Franz Babinger de, önemli bir bilgi veriyor, bunun da konumuz açısında
burada anılmasında fayda var:
“Anadolu’nun her köşesinden akın akın gelen insanlar Şah İsmail’e baş koyarlar. Müritlerinin
geliş yerleri Teke (Antalya) ve Hamit ili (Isparta) dolaylarıdır. Burada özellikle üzerinde
durulması gereken olgulardan biri, Şeyh Bedreddin’in bu bölgede kısa zamanda kendisine
bağlı güçlü bir Türkmen ahalisi yaratmış olmasıdır. Şah İsmail’in kısa süre içerisinde bu
başarısının arkasında Şeyh Bedreddin’in Timur ile yaptığı görüşmede aramak gerekir. Şeyh
Bedreddin’in, Timur’dan Kızılbaşların yaşadığı bölgelere dokunmamasını talep ettiği
biliniyor. Şeyh Bedreddin’in bu talebi Timur tarafından kabul görür ve Kızılbaşlar’ın yaşadığı
bölgelere dokunmaz31.”
Timur Anadolu’dan gittikten sonra, Anadolu’daki Türkmen beylikleri (aslında Türkmen
devletleri demek gerek) yeniden kuruluyor. Bu döneme Osmanlı tarihçileri fetret dönemi
diyorlar. Osmanlı beyliği on yıl süren bir iç çalkantı dönemi geçirdikten sonra, kendini
toparlayıp tekrar, eski günlerine geri dönüyor32.
Osmanlı Beyliği kendi iç çalkantılarını bitirip, başşehirleri olan Edirne’de iç birliğini
sağladıktan sonra, tekrar Anadolu’daki Türkmen beyliklerini işgal edip, kendi topraklarına
katmaya başlıyor. İşte sorunlarda, tam da buradan çıkıyor. Osmanlı Beyliği ya da Osmanlı
Devleti tarafından işgal edilen, bu Türkmen yurtlarında (Türkmen beyliklerin de) yaşayan
halkın, bu işgalden belirli bir zaman sonra, Osmanlının işgalci güçlerine karşı baş
kaldırdıklarını görüyoruz. Bu yüzden, bu başkaldırılara, isyan yerine başkaldırı ya da huruç
etme denmesini öneriyorum. Mesela Aydın oğulları beyliği işgal edildikten birkaç yıl sonra,
oranın yerel güçlerini bir araya getiren, Şeyh Bedrettin ile Börklüceli Mustafa önderliğinde
huruç ediliyor, yani başkaldırılıyor. Bu yüzden bu başkaldırıları, yaşanılan tarihsel süreci göz
önüne almadan, tek başına değerlendirmenin doğru olmayacağını düşünüyorum; bu güne
kadar isyan denilen bu başkaldırıları, oranın tarihsel süreci içinde, Osmanlının işgaline karşı,
oradaki yerel halkın başkaldırısı olarak değerlendirilmesinin daha doğru olacağına
inanıyorum. Zaten Osmanlı tarihçileri de, o günlerde bunu anlatırken, Türkmenlerin isyanı
demişlerdir.
Bakınız, Yavuz Sultan Selim ile Kanuni döneminde Divan Kâtipliği yapan, Celalzade
Mustafa Çelebi, “Tabakâtü’l Memâlik ve Deracâtü’l – Mesalik” adlı kitabında, Türkmenlerin
bu isyanı ile Osmanlının 1526 yılında Macaristan’ın işgalini sağlayan Budapeşte’nin
alınmasını şöyle anlatıyor: “ Bu büyük zafer, dünya kurulalı hiçbir padişaha kısmet
olmamıştır. Avrupa’nın en tanınmış devletlerinin muazzam askerleri ile desteklenen ve son
sistem silahlar ile teçhiz edilen iki yüz bin kişilik bir orduyu, iki – üç saat içinde bu derece
perişan etmek, dünya tarihinde görülmüş değil değildir. Buna rağmen Türklerin (Siz
Osmanlı okuyun) bütün zayiatı, yüz elli kadar şehitten ibarettir 33.”

Celalzade Mustafa Çelebi, aynı yıl baş gösteren, Türkmenlerin başkaldırısında, Osmanlı
ordusunun kayıplarını ise şöyle anlatıyor: “Karaman vilayetinde beylerbeyi Hürrem Paşa,
Türkmenlerin isyan ettiklerini, vilayetine bağlı olan beylere haber verdi34.” … “Asiler,
Hürrem Paşanın harekete geçtiğini duydular ve Kayseri’nin kuzeyinde Kurşunlubeli
31
Franz Babinger, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedrettin, sayfa 102-103
32
Franz Babinger, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedrettin, sayfa 23.
33
Celalzade Mustafa Çelebi Tabakâtü’l Mem’lik ve Derecâtü’l – Mesalik, (Muhteşem Çağ adlı yeni baskısı) saffa,
121
dedikleri yere gidip onunla karşılaştılar. Zilkade’nin yirminci günü ve daha doğrusu Padişahın
Mohaç Ovası’nda gayet büyük bir savaşa giriştiği gün, asilerle Hürrem Paşa’nın askerleri
dehşetli şekilde birbirlerine saldırdılar. Asiler bu savaşta, Karaman beylerinden İçel sancağı
beyi Bostancı oğlu Ali ile Kayseri Hâkimi Behram Bey’i öldürdüler ve Hürrem Paşa’yı da
yaralayıp Karaman askerlerin bir kısmını esir ettiler.

Sözün kısası, birçok alet edevât, erzak ve mühimmat elde ettiler. Sayıları üç bin beş yüzden
fazla olan bu topluluk ortalığa hâkim oldular. Savaşta canlarını kurtaran üstsubay ve askerler,
kendilerini Kayseri’ye zor atabildi. … Asilerin en dişlileri, Kadiroğullarından Zünnûn Baba
ve Süklen boyu reisi Musa idi. … Türkmenler, İskender Bey’e karşı çıkınca, İskender sahte
ricat ederek pusu tarafına çekildi. Ne fayda ki pusuda bulunanlar, İskender Bey’in bu aldatıcı
çekilişinden maksadın ne olduğunu anlamayarak hemen pusudan kalkıp kaçtılar. Asi
Türkmenler, bunların takibine koyuldular ve İskender Bey’in kuvvetleri üzerine
saldırarak dört yüz eri şehit ettiler.”

“Bu isyanlara Anadolu tarafında sık sık rastlanmakta idi. Bu isyanları çıkaranların
amaçları, memleketin bir parçasını ele geçirmek ve orada bağımsızlık ilan edip saltanat
sürmekti35.”

Bu bilgiler, bu isyanların en büyüğü olan Kalender Çelebinin hurucundan önceki isyanlar.


Burada Osmanlının kayıpları rakam olarak verildiği için Macaristan’ın işgalindeki kayıplarla
bir kıyaslama yapılabilsin diye bu bölümleri aktardım. Türkmenler hiçbir dönem, Osmanlının
sadık kulları olmayı kabul etmedikleri için, Osmanlı Hanedanlığı da hiçbir zaman
Türkmenleri “Millet-i Sadık’a dan” saymıyor. Celalzade Mustafa Efendinin bu kitabı,
Anadolu’nun gerçek tarihini, farklı bir pencereden bakarak bizlere gösteriyor; bu açıdan
önemli.

Celalzede Mustafa Efendi’nin yazdıklarını, böylesine uzun uzadıya almamın nedeni,


söylemek istediklerimin açıkça anlaşılması içindir. Bunları kısa kısa yazıp üzerinde tefekkür
edelim istiyorum:

Dikkat ederseniz, Osmanlı kuvvetleri bütün Macaristan’ı işgal ettiğinde, Celalzede Mustafa
Efendi “bütün zayiatımız 150 askerlerin şehit olması” diyor. Ama aynı günlerde baş gösteren
Baba Zunnun’un önderliğinde Türkmenlerin başlattığı isyanda, ilk çarpışmada “dört yüz
erimiz şedit oldu” diyor. Bu rakamlar kıyaslama açısından çok önemlidir.

Osmanlı kuvvetleri Macaristan’ı, Arabistan’ı, ya da Libya’yı nasıl istila ediyorsa,


Anadolu’daki Türkmen ellerini, Türkmen yurtlarını da aynen öyle istila ediyordu. Elleri istila
edilip, yurtları ellerinden alınan bu Türkmenlerde de, doğal olarak Osmanlıya karşı bir tepki
oluşuyordu. Elleri, yurtları zorla ellerinden alınan Türkmen beylerinin, bizi Osmanlı
zulmünden kurtar diye, Timur’un, hâkipâyına gittiğini yukarda gördük. Bu Türkmen beyleri,
kendi ellerini, kendi öz yurtlarını savunuyorlardı, peki buralarda var olan Alevi tekkeleri,
Alevi önderleri, bu durumda ne yapacaklardı, elbette ki, doğal olarak, yabancı, işgalci
Osmanlıya karşı yurt savunmasında bulunanlarla beraber olacaktılar, oldular da. Aslında

34
Celalzade Mustafa Çelebi Tabakâtü’l Mem’lik ve Derecâtü’l – Mesalik, (Muhteşem Çağ adlı yeni baskısı) saffa,
129
35
Celalzade Mustafa Çelebi Tabakâtü’l Mem’lik ve Derecâtü’l – Mesalik, (Muhteşem Çağ adlı yeni baskısı) saffa,
129- 130 – 132 .
anlatmak istediğim, konun özü budur. Bu olgu yani Alevilerin Osmanlıya tepkisini böyle
anlatmazsak yanlış yaparız.

Celalzade Mustafa Efendinin anlatımlarına dikkat ederseniz, “Türkmenler isyan ediyordu”


diyor. Bu isyanları çıkaran, Türkmenlerin amaçları, “memleketin bir parçasını ele geçirmek
ve orada bağımsızlık ilan edip saltanat sürmekti” diyor. Dikkat ederseniz burada Kızılbaşlık
söz konusu bile değil, hep Türkmenler diyor ama Türkmenlerin çoğu ekseriyetle Alevi –
Kızılbaş olduğu için, bu başkaldırılarda doğal olarak Alevi –Kızılbaş başkaldırıları da
oluyordu. Ama o zamanlar, olguyu daha çok kendi adıyla andıkları için, bunlara Türkmen
isyanları deniyordu; sonraları bu başkaldırıları, halkın gözünde kötü göstermek için, Türkmen
yerine Kızılbaş demeye başladılar.

Bu satırları okuyan her canın, bildiği, yaşadığı yerleri düşünmesini istiyorum; yaşayıp
bildikleri o ellerde, Osmanlının yaptığı, Osmanlıdan kalan bir sanat eseri var mıdır?
Osmanlının başkenti olan Bursa’yı, Edirne’yi, birde İstanbul’u saymasanız, Osmanlı
Anadolu’ya çivi bile çakmamış, buranın halkını savaşlarda, şurada burada öldürüp, telef etmiş
sadece. Buraların yerel halkı da buna tepki göstermiş doğal olarak; işte bu tepkiye daha
sonraları, Kızılbaş - Alevi isyanları deniyor. Bunun için Aleviler ile Osmanlı egemenlerinin
ilişkisini, sadece bir inançsal, düşünce farklılığından doğan bir çelişkiler olarak değil, sosyal
bir mücadele alanı olarak anlamak gerek; bence sorun sadece dini değil, sosyal egemenlik
sorunudur.

Osmanlı devletin Anadolu’da işgal ettiği en son beyliklerden biri Dulkadiroğlu beyliğidir,
yukarda Hacı Bektaş’in Dulkadiroğlu beyliği ile olan özel bir ilişkisinin olduğunu
Vilâyetnâme’de “ Hacı Bektâş-ı Veli, Rûm ülkesine, Türkmen içinde, Zülkadirli ilinde
Bozok’tan girdi36” dendiğini, Dergâhın yerinin buradan başka bir yere götürülmesi isteğine
Hünkâr’ın kaşı çıktığını belirtmiştik37. Bu yüzden Dulkadiroğlu beyliğinin işgalinden sonraki
gelişmeleri özenle incelemeliyiz.

**

DULKADİROĞLU BEYLİĞİNİN İŞGALİNDEN SONRAKI GELİŞMELER.

Osmanlının en son işgal edip, kendi topraklarına kattığı devlet, Dulgadıroğlu devletidir.

Dulgadiroğlu devletinin kuruluşunu, İsmail Hakkın Uzunçarşılı, 1339, Rafet Yinanç ise, 1337
yılı olarak veriyor; ancak devletin oluşum sürecinin daha öncelerden başladığı konusunda
bütün tarihçiler hem fikir38.

İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Dulgadir Ogulları devletinin oluşum sürecini şöyle anlatıyor:
“ibtidalarında (başlangıcında) Elbistan ve Maraş tarafında oluşmuş olan ve Oğuzların Boz ok
kolundan bulunan Dulgadir Türkmenleri şecaat ve cesaretiyle tanınmışlardır. Bunlar, birçok,
siyasi cerayandan istifade ederek 1339 da (Hicri 740) Maraş ve Elbistan tarafında Memlûk
Devletinin yüksek hâkimiyeti altında olarak bir beylik kurmuşlar ve daha sonra hudutlarını

36
Vilayet –Nâme, yayına hazırlayan Abdülbaki Gölpınarlı, 2. Baskı, s, 21
37
Vilayet –Nâme, yayına hazırlayan Abdülbaki Gölpınarlı, 2. Baskı, s 35- 36.
38
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu Karakoyunlu devletleri, Ankara 2011 sayfa 169,
Rafet Yinanç, Dulkadir Beyliği, Ankara 1989, önsöz
genişleterek Malatya, Harput tarafına kadar genişletmişlerdir. Şu halde bu beyliğin başlangıç
tarihi On dördüncü asrın ilk yarısı demektir39.”

Hasan'ı Rumlu, Ahsenü't Tevâhir’de, Osmanlı Devletinin 1488 yılında Dulkadirlioğlu


Devletine saldırdığını, Alâüddevle komutasında ki Dulgadirli oğlu ordusunun da, Osmanlı
Ordusunu yenip püskürterek kovaladığını yazıyor40. 1514’de, Osmanlı Orduları, Safevi
Devletini üzerine, Şah İsmail ile savaşmaya gideceği zaman, Dulgadirli oğlu beyi,
Alâüddevle’nin, Osmanlı Ordusunun ülke topraklarından geçmesine izin vermediğini
hatırlayalım.
Osmanlı Devleti 1514’de, Şak İsmail ile yaptığı Çaldıran savaşından sonra, bütün Anadolu’yu
işgal etmeye başlıyor. Bundan sonraki gelişmeleri, “Alevilikte Yol Ayrılıkları” adlı yazımda
şöyle anlatmıştım: “Osmanlı Devleti 1516’dan sonra, bütün Anadolu’yu istila etmeye
başladı41. Suluca Kara Höyük Köyünün (yani bugünkü Hacıbektaş’ın ) de içinde olduğu
Dulkadiroğluları beyliğini de zorla, kanlı bir şekilde istila edip42 oraya da hükmetmeye
başladı. Hacıbektaş Dergâhı Dulkadiroğlu Beyliğinin sınırları içinde üç yüz yıldır
gelenekselleşmiş bir yaşam sürdürüyordu. Osmanlı Devleti, Dulkadiroğlu Beyliğini İstila
edince, Dulkadiroğlu Beyliğinde faaliyetlerini sürdüren Hace Bektaş Tekkesinde
yaşayan Aleviliğin gelenekselleşmiş işleyişini de bozup, kendi sistemini oraya da
dayatmak istedi. İşte sorunda tam buradan çıktı.”
Buna göre, şu saptamayı yapabiliriz: Dulgadiroğlu devleti resmi olarak 185 yıl yaşamış
köklü bir geleneğe sahip bir beylik ya da devletmiş.
Osmanlı devleti, 1517 yılında işgal ettiği Dulgadiroğulları devletini 1522 yılında ilhak edip
kendi topraklarına katar43. Genel olarak Alevileri, özel olarak da Hacı Bektaş Veli Dergahının
devletle sorunları, Osmanlının Anadolu’yu işgal edip buralara hakim olmasıyla başlıyor.
Burada önemli bir konunu bilince çıkarıp, iyice bilmemiz gerekiyor. Hacı Bektaş 1239 - 1240
yılındaki Babıların huruç eyleminde tarih sahnesine çıkıyor, bundan yaklaşık olarak 3344 yıl
sonra 1272 -1273 yıllarında bu dünyadan göçüyor; yani ölüyor. Genel olarak Alevilerin, özel
olarak da Hacı Bektaş Dergâhının -1240 yılından 1527 yılına kadarki - yani bu 300 yıllık süre
içinde hiçbir devletle (hiçbir beylikle) sorun yaşamıyor, isyan çıkarmıyor. Ne zaman ki
buraları, Osmanlı Devleti işgal edip, buraları ilhak ediyor, bütün sorunlar bundan sonra
yaşanmaya başlıyor. Buradan varacağımız sonuç şudur, demek ki, burada sorunu çıkaran
Aleviler değil, işgalci Osmanlı devletinin kendisidir. Hacı Bektaş’ın bu dünyadan göçtüğü
39
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu Karakoyunlu devletleri, Ankara 2011 sayfa 169.
40
Hasan-ı Rumlu, Ahsenü’t Tevarih, Türk Tarih Kurumu yayınları ( 1. Cilt), sayfa 590.
41
O zamana kadar buralar Şah İsmail’in babasının dayısı, kendinin de dedesi olan Uzun Hasanın Akkoyunlu
devletine bağlıydı. Uzun Hasan Şah İsmail’in dedesi Şey Cüneyt’e bacısını vermiş bu evlilikten doğan Şah
İsmail’in bası Şeyh Haydar’a da kızını vermiş. Konu için Walther HINZ’ın “Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyt” adıyla
dilimize çevrilip Türk Tarih Kurumunca yayınlanan kitabın mutlaka okunmasını öneriyorum. Ayrıca bu
toprakların Osmanlılarca istilası sırasındaki durumu için Halil İnalcık’ın “Devlet-i’Âliyye” adlı eserinin Kızılbaş
Ayaklanmaları ile Şah İsmail ve çaldıran savaşı bölümlerine bakınız, sayfa 134-135, 138-139-140
42
Bakınız: Rumlu Hasan, Şah İsmail Tarihi, Ardıç yayınları 2004 sayfa 191. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, ANADOLU
BEYLİKLERİ, TTK yayınları 5. baskı sayfa 173, Halil İnalcık Devlet-i Âliyye, İş Bankası yayınları 1. cilt sayfa138–139-
140, 134-135
43
Dulkadiroğlu Devletinin resmi hayatı 185 yıl sürmüştür.
44
Bu Sarı İsmail’in, Hacı Bektaş’ın cenazesinin sırlayan kişiye söylediği söze atıfta bulunuyorum, bakınız Vilâyet –
Nâme, sayfa, 89.
(öldüğü), 1272 – 1273 yıllarından, 1522 yılına kadar, Alevilerin hiçbir devletle sorunu
olmamış, olmuyor da, neden Osmanlı devletiyle sorunu oluyor, bu iyice düşünülmelidir.
Şimdi, bundan sonra genel olarak Alevilerin, özel olarak da Hacı Bektaş yolunun Osmanlı
devletiyle yaşadığı sorunları, bu sosyal mücadele içinde anlatıp, anlamaya çalışalım.
Hacı Bektaş Dergâhının bulunduğu coğrafya olan Dulgadiroğlu ülkesini 1516 – 1517
yıllarında, Osmanlı Devletince işgal ettiğinde, Hacı Bektaş Dergâhının başında, postnişin
olarak, Hacı Bektaş Çelebilerinden Balımsultan lakabıyla bilinen Hızır Balı bulunuyordu.
Şimdi bu kavramları açıp, bilinmeyenleri bilince çıkararak anlatımımıza devam edelim.
Çelebi – Çelebilik, Alevi dilinde bir unvandır, Hacı Bektaş ile Fatma Ananın suplundan
gelen bütün insanlara Çelebiler denir45. Hilmi Ziya Ülken, Çelebi sözcüğünün etimolojik
gelişimini şöyle anlatır: “Haç kelimesinin kökü Ermenicedir. İsâ’nın asıldığı belirli şekilde
tahta anlamına gelmek üzere “asılmak” fiilinden Arapça Salib denir. Fakat bu kelime şekil
değiştirerek “celipa” şeklinde kullanıldığı gibi, İsa’nın Tanrı sayılmasından dolayı “celep”
veya “Çalap” şeklinde Allah anlamını almıştır. Nitekim Allaha mensup (Allahlık) insan,
derviş anlamında “çelebi” kelimesi doğmuştur. Alevilerin başkanına Çelebi dendiği gibi,
Mevleviler de bu kelimeyi benimsemişlerdir46.”

Balım Sultan lakabıyla tanınan, Hacı Bektaş Dergâhının postnişini Hızır Bali47, 1516- 1517
yıllarında sırlanacağı türbesini yaptırır, 1520 yılında bu dünyadan göçer: yani 1520 yılında
ölür. Bir kişinin ölmeden önce, kendi mezarını yaptırma geleneğini bilmeyen kimi yazarlar,
konuyu araştırmak yerine akıl yürütmesi yaparak, Balım Sultan’ın 1516 – 1517 yıllarında
öldüğünü, mezarının da 1520 yılında yapıldığını sanıp böyle yorumlar yapmışlardır ama
doğrusu benim anlattığım gibidir. Bu konuda ciddi araştırmalar yapan kişilerin görüşleri
şöyledir:
Cemalettin Celebi Müdefa adlı kitabında, Balım Sultanın ölüm tarihi olarak1520 yılını
verir48, Şevki Koca ise, “Balım Sultân 1520 yılında Hakk’a yürümüş olup, 1516 yılında daha
sağlığında ve kendisinin gözetiminde Şâhsuvaroğlu Ali Bey’e bir türbe inşa ettirmiştir. 1520
yılında bu türbeye defnedilmiştir49” diyor. Yar. Doç. Dr. Belkıs Temren ise şöyle diyor:
“Balım Sultan 927 (1520 M) yılında Pir evinde vefat etmiştir. Ölümünden iki yıl önce
bitirilmiş olan ve Şahsuvaroğlu Ali Bey tarafından Hacı Bektaş Veli Tekkesinde yapılan özel
türbesine gömülmüştür50. Bedri Noyan’da, Bektaşilik Alevilik adlı kitabının 1. Cildi sayfa
321de “1520 M. (927 H.)’de Balım Sulta’nın Hakka yürümesinden sonra” diye başlar bir
cümlesine; aynı Kitabın 306. Sayfasında ise Balım Sultan’ın 1516 öldüğü tezine karşı şöyle
mantıklı bir ihtiraz ileri sürer : “Ne var ki, Kanuni’nin padişahlığı 1520-1566 yıllarındadır.

45
Nejat Birdoğan’ın, “Çelebi Cemalettin Efendinin Savunması ”, adlı kitabın önsözünde, bunu özlü bir biçimde
açıklarken şöyle der : “Çelebilik, din tarihi bakımından bir unvandır. Hacı Bektaş Veli soyunun Mürseli veya
Hüdâdatlı ayrımı yapılmadan tüm erkeklerine verilen bu unvandır.”. Nejat Birdoğan Çelebi Cemaletin Efendinin
savunması sayfa 9, Berfin yayınları.
46
Hilmi Ziya Ülken’in, Anadolu’da Örf Ve Adetlerde Eski Kültürlerin İzleri” adını taşıyan bu yazı 1970 yılında
Strasbourg Üniversitesi Türkoloji kongresinde okunmuş tebliğin Türkçe çevirisidir. Bakınız, Nejat Birdoğan’ın
Anadolu Aleviliğinde Yol Ayrımı, sayfa 630-631. Kitapta bu yazının tamamı vardır.

47
Abdülbaki Gölpınarlı, Vilâyet – Nâme, sayfa XXIX
48
Cemalettin Çelebi, Müdefa (Savunma), yayına hazırlayan Nejat Birdoğan, Berfin yayınlar, sayfa 52-53
49
Şevki Koca, Bektaşilik ve Bektaşi Dergâhları, Cem yayın evi, sayfa, 289.
50
Belkıs Temren, Bektaşiliğin Eğitsel ve Kültürel Boyutu, Kültür Bakanlığı Yayınları, sayfa, 86-87
Balım Sultan, 922 H. (1516 M.) de vefat ettiyse Kanuni ile Padişah olduğu zaman görüşmesi
mümkün olamaz51”.

Balım Sultan ile ilgili bu bölümü geçmeden, Balım sultan hakkında söylenen son derece
yanlış bir görüşü de belirtmeliyiz. Tarihsel süreci göz önüne almadan, yazan kimi insanlar,
Balım Sultan’ın bir Sırp olduğunu, onun buraya Osmanlı Padişahı 2. Beyazıd tarafından
getirilip Hacı Bektaş Dergâhı’nın başına yerleştirilmiştir diye yanlış, yanlış olduğu kadarda
saçma bir görüşü savunup, yazıyorlar. O tarihlerde, böyle bir şeyin olması, şundan dolayı
mümkün değildir. Hacı Bektaş Dergâhı, o dönemde yani Balım Sultan’ın post’a oturduğu
1501’de, Dulkadiroğlu beyliğinin sınırları içinde. Yukarda gördük, bütün bu Türkmen
beylikler için Osmanlı Beyliğinin bir tehlike oluşturduğu ayan beyan biliniyor. Ayrıca Rumlu
Hasan, Ahsenü’t – Tevarik’te, Osmanlı Devletinin 1488 yılında, Dulkadiroğlu devletine
saldırdığını, Alaüddevle önderliğindeki Dulkadiroğlu ordusunun, Osmanlı ordusunu yenip
çırıl çıplak gönderdiğini söylüyor52. Türkmenlerde bir gelenek var, esir aldıkları askerleri,
öldürmeyip, onları soyutarak, kıçları açık bir şekilde, serbest bırakıyorlar, bunun için
Dulkadiroğlu askerleri de, yendikleri Osmanlı askerlerini kıçları açık geri gönderiyorlar.
1514’te Yavuz, Safevi devletinin üzerine, Şah İsmail’le savaşmaya giderken, Osmanlı
ordularının Dulkadiroğlu devletinin topraklarından geçmesi için izin istiyor, Dulkadiroğlu
Alaüddevle izin vermiyor. O dönem Kalender Çelebi Dergâhta, Şah İsmail ününün
doruğunda, Pir Sultan yine öyle. Böyle bir dönemde, üstelik 12 yıl önce Dulkadiroğlu
devletine saldırmış olan, Osmanlı devletinin ajanı bir adamı, Hacı Bektaş Dergâhı gibi önem
bir yerin başına getirmesine hiç izin verirler mi? bu olabilecek bir iş mi? Onu kıl ipinen
boğarlar. Ayrıca böyle bir şey olmuş olsa, Şah İsmail Hatayi, Pir Sultan Abdal, Kalender
Çelebi, bu konuya şiirlerinde değinirlerdi; yok böyle bir şey. Kısaca o dönemde böyle bir
şeyin olması eşyanın tabiatına aykırıdır. Bedri Noyan, Balım Sultanın türbesinde yazılı olan
hitabede, “Kendisinin (yani Balım Sultan’ın- R) Hacı Bektaş Veli hazretlerinin soyundan
gelme ve torunu olduğu gösterilmiş ise de” deyip bunu kendilerinin yanlış bulduğunu
söylemektedir53.

Hacı Bektaş Dergâhı Postnişini Balım Sultan (Hızır Bali) 1520’de bu dünyadan göçünce,
Kanunu Sultan Süleyman, Hacı Bektaş Dergâhının başına geçip, oradan Alevileri yönetmesi
için, kayınbiraderi Server Ali Paşayı, Hacı Bektaş Dergâhının başına atıyor. Bunu o dönemin
Hacı Bektaş Dergâhı yönetimi ile Şahı Kalender Çelebi diye bilinen, Kalender Çelebi kabul
etmediği, buna şiddetle karşı çıktığı için, bundan sonra Sersem Ali Baba diye anılacak olan
Kanunu Sultan Süleyman’ın kaynı Hacı Bektaş’ı terk etmek zorunda kalıyor. Şimdi bu
konuyu, Alevi yolundaki bu ayrılıkta, Çelebilerin karşısında yer alan Babagan kolunun ileri
gelenlerinin yazdıklarına bakarak, durumu anlamaya çalışalım.

Değerli okur, bu konuyu etüt edip, incelerken, daha çok bu konularda babağan kolunun
taraftarlarının yazdıklarını okudum, acaba onlar bu konularda ne demişler, ne diyorlar diye
onları inceledim. Zaten bu konularda asıl kaynaklarda onların elinde bulunuyor. Bakınız bu
konuda babağan kolunda çok tanınan, bir hayli ünlü bir Baba olan, Şevki Koca, Cem
Vakfınca yayınlanan, “Bektaşilik ve Bektâşî Dergâhları” adlı kitabında şöyle diyor:
“Sersem Ali Baba Kanuni Sultân Süleyman Han’ın zevcelerinden Mâh-ı Devran Sultanın
ağabeyidir. Asıl ismi Server Ali Paşa olup Kanuni’nin vezir-i azamlarındandır. Enderun’da
yetişmiş bir devşirmedir. Acemi oğlanlığı esnasında Bektaşiliğe intisab etmiştir. Mürşidi
Balım Sultandır. Muhtemel Kalenden Çelebi İsyanı’nda tarafsız kalabilmek amacıyla
51
Bedri Noyan, Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik, 1. Cilit, sayfa 321, 306.
52
Rumlu Hasan, Ahsenü’t – Tevarih, Türk Tarih Kurumu yayınları sayfa 590.
53
Bedri Noyan, Bütün yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik, sayfa 483
veziriazamlık görevinden sarfınazar ederek Pîrevi’ne yerleşmiştir. … Hicri 927 (M. 1520)
Hacıbektaş İlçesi Pir Evi Postnişinliği’ne atanır. Bektâşi kültürü boyunca dedebaba mahlâs-ı
şerifini ilk kullanan tarikat şeyhi Sersem Ali Dedebaba’dır. … Kalender Çelebi’nin Huruc-u
Alel Sultân etmesinden ürken padişâh, dedebaba ile organik bağı olan Yeniçeri ordusu
üzerinde mutlak etkisini sürdürebilmek amacıyla, ikinci eşi Hürrem Sultân’ın önerisi ile
Kanuni üzerinde etkinlik sağlayıp Mâh-ı Devran Sultân’ı gözden düşürmüştür. Pîrevini
kapatır ve Sersem Ali Dedebaba’yı dönemin Yunanistan sınırları içinde bulunan Vardan
Yenicesi’ne zorunlu ikamete icbar eder. … Bu arada 1527 yılında Kalenden Çelebi İsyanı
oldukça kanlı olarak bastırılır. Kalender Çelebinin kesik başı Pirevine getirilerek defnedilir.
Bugün Balım Sultan’ın hemen yanındaki türbe Kalender Çelebiye aittir. Bu tarihten sonra
İstanbul’da veba (taun) salgınının baş göstermesi üzerine bir şefaat arzusu duyan Kanuni, bu
defa Sersem Ali Babayı yeniden Pirevi’nin başına getirir. Hicri 957 (Miladı 1550) yılında
yeniden Pirevi postişinliğine getirilen Dedebaba, Hicri 977 (Miladi 1569) yılında Hakk’a
yürür54.”

Sersem Ali Dedebaba ile ilgili Badri Noyan ise şu bilgiyi verir: “Dedebaba’lık, Balım Sultan
dervişi olan Sersem Ali Baba tarafından başlatılmıştır. ... Sersem Ali Baba’nın Dedebaba
unvanı ile posta oturmasıyla Dedebaba’lık müessesesi esaslı olarak kurulmuştur55.” “Dergâh-ı
Pîr’de 958-977 H (1551-1969 M) yılları arasında 19 yıl Dedebaba’lık yapmıştır. Mîr-i Mîrân
(Beylerbeyi- Paşa) rütbesinde bir kişi imiş. Onun “Sadr-ı a’zam olduğunu” yazan kaynaklar
var ise de, bu yanlıştır. … Kanûnî Sultan Süleyman’ın nikâhlı ilk karısı M’ah-ı Devrân
Sultan’ın ağabeyidir. Mâh-ı Devrân, Şehzâde Musta’nın da anasıdır56.”
Burada dikkatinizi çekmek istediğim bir konuda şudur: Dedebabaları, Osmanlı padişahı ile
Yeniçeri ordusu atıyor. Bu konuyu 2011 yılında, Şakir Keçelinin bana yönelttiği eleştirilere
cevap verirken şöyle anlatmıştım.
Adülbâki Gölpınarlı, düşüncelerini İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya dayandırarak, Dedebaların
Osmanlı ile ilişkisi hakkında şöyle yazıyor: “Hacı Bektaş tekkesindeki57 Dedebaba ölünce
yerine geçen baba, İstanbul’a gelir, Ocaklı, onu Ağakapısına götürür, Yeniçeri ağası, tacını
giydirir, alayla Bâbıâli’ye gider, orda vezîria’zam, ona bir ferace giydirirdi. Dedebaba,
Pirevine gidinceyedek ocağın misafiri sayılırdı 58.”
Cevdet Paşa tarihinde, Yeniçeri Ocaklarının kapatılması anlatılırken, vakti zamanında (yanı
kapatılmadan önce) bunların Dedebabalarla ilişkileri şöyle anlatılıyor: “O kadar ki Bektaşî
babalarından biri daima Hacı Bektaş vekili namı ile 94 kışlasında otururdu.” “Hacı Bektaş
türbesinde bir şeyh ölünce, halife İstanbul’a gelir, ocaklılar onu merasimle Ağakapısı’na
götürürlerdi. Burada şeyhe Yeniçeri ağası taç giydirir, sonra şeyhe Babıâli’de ferace
giydirilirdi 59.”
Buna benzer bir tasviri Bedri Noyan, Mithat Sertoğlunun Osmanlı ansiklopedisinden şöyle
naklediyor: “Pir - Evindeki Baba (Dedebaba), Hacı Bektaş Veli türbesinde oturan Baba’ya
54
Şevki Koca, Bektâşîlik ve Bektâşî Dergahları, sayfa 290 - 291. Bu bilgilerin aynısı, Şevki Kocanın yayınladığı
“Es-Seyyid Halife Koca Turgut Baba Divanı” adlı kitapta da vardır.
55
Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba, Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik sayfa 319, birinci cilt
56
Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba, Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik sayfa, 325 cilt 1
57
Doğrusu Hacı Bektaş Dergahı demektir ama gördüğünüz gibi bazen böyle küçük dil sürçmeleri oluyor, bu
konuda beni uyarıp hatamı görmeme yol açtığı için Şakir Babaya teşekkür ediyorum. O hatamı o yazımda da
düzelttim.
58
Abdulbâki Gölpınarlı Velayet –Namene sayfa, 128, yeni baskı 126
59
Ahmet Cevdet Paşa, Cevdet Paşa Tarihinden seçmeler 2cilt, Sayfa 273-274, MEB. Yayınları 1994
verilen isim. Bu vefat edip yerine yenisi geçtiği vakit, İstanbul’a gelir ve Yeniçeriler kendisini
alıp alayla Ağakapıs’ına götürürler, Baba orada da sadr-ı a’zam’dan kürk giyerdi. Kendisinin,
pir-Evi’ne dönünceye kadar Ocak’ta misafir olması kanundu60.”
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Çaldıran savaşından sonra, Osmanlı ordusunun Dulgadirli ülkesine
gönderildiğini, 1515’de Turnadağı Muharebesinde, Osmanlı ordusunun galip gelerek
Alâüddevle ile dört oğlunun kellelerinin kesilip Osmanlı padişahına gönderildiğini, Dulgadirli
ülkesini bir müddet Dulgadirli oymağından Şahsuvar beyin oğlu Ali beyin yönettiğini,
1521’de de Şahsuvaroğlu Ali bey ile dört oğlunun bir desise ile Artuva yakınlarında Ferhat
paşanın çadırına çağrılıp öldürüldüğünü yazıyor 61. Yani buradan anlayacağımız şu Osmanlı
Devleti 1521 -1522 de Dulgadiroğlu beyliğini ilhak edip kendi ülkesine katıyor.
1339 yılarında oluşan Dulgadiroğlu ülkesi, 1521- 1522 yılarında Osmanlı devletince ilhak
edilip ortadan kaldırılıyor. Dulgadiroğlu ülkesinin işgal edilmesinden yaklaşık olarak dört –
beş yıl sonra 1526 - 1527’de, İşgalci Osmanlı devletine karşı güçlü bir başkaldırı, güçlü bir
direniş ortaya çıkıyor. Bu direnişi daha çok Dulgadiroğlu beyliğinin ileri gelenleri
örgütlüyorlar, direnişin önderliğini Hacı Bektaş evlatlarından Kalender Çelebi ile
Dulgadiroğlu beylerinden Veli Dündar bey yapıyor. Aslında bu başkaldırıyı, 1526 da baş
gösteren Baba Zünnin hareketinin bir devamı olarak düşünmek gerekir. Kalender Çelebi ile
Dulgadiroğlu Veli Dündar önderliğindeki bu başkaldırı sırasında birkaç yerde Osmanlı
ordusunu yenip bozguna uğratsalar da sonunda yeniliyorlar.
Hiç kuşkusuz bu toprakların en önemli huruç eylemi, Kalender Çelebi’nin manevi
öncülüğünde gelişen Şah Kalender Çelebinin hurucudur. Ancak bu yazının konusu farlı
olduğu için, bu yazımda Kalender Çelebi ile Dulgadiroğlu Veli Dündar öderliğindeki bu
başkaldırının detaylarını uzun uzadıya anlatmayacağım ama bu konuda Ali Haydar Avcı’nın,
“Kalender Çelebi İsyanı” adlı kitabının okunmasını önereceğim. Benim Ali Haydar Avcının
kitabına tek eleştirim kitabın adınadır. Bana göre kitabın adı, “Kalender Çelebinin
Başkaldırısı ya da Kalender Çelebinin hurucu” olmalıydı. Çünkü bu önemli çalışma, bir işgale
karşı direniş olarak kurgulanıp, öyle anlatsaydı, kitaba hiçbir diyeceğim kalmazdı. Benim
yaklaşımım bu anlamda biraz farkı ama öz olarak aramızda bu nüans hariç hiçbir fark yok.
Bana göre Osmanlı Devleti, Anadolu’daki Türkmenlerin ellerini, yurtlarını, ülkelerini işgal
ediyor, onlarda haklı olarak bu işgale karşı direniyorlar. Bu yüzden bu direnişlere isyan değil,
huruç etmek ya da direnişler demek doğru olur.
Mesela Solak –Zade tarihinde, bu işgaller bir yerde şöyle anlatılıyor: “Zirâ, Türkmen vilayeti
ile Karaman ülkesi cihan padişahının fermanı ile feth olunduğundan, çok kimsenin tımarları
ellerinden alınmış ve dirlikleri çalınmış, başkalarına verilmiş idi 62.” İşte buna karşı olan
tepkiye de, bir isyan değil direniş ya da başkaldır dememiz gerekir; zaten Alevi literatüründe
de buna huruç etmek diyorlar. Ali Haydar Avcı ile kitabın yazılışı sırasında, bu konuyu çokça
konuştuk ama niyeyse o, böyle bir isim vermeyi uygun görmüş. Mahir Çayan bir yazısında,
“teoride sınıf mücadelesi kelimeler üzerinden yürür” der. İsyan daha çok, kurulu bir düzene
karşı başkaldırır. İsyan ettiler sözü, baştan isyan edenleri suçlu gösterir. Hâlbuki sen bu
insanların ülkelerini, ellerini, yurtlarını işgal ediyorsun, onları ellerinden, yurtlarından
kovuyorsun, doğal olarak o insanlarda yurtlarını savunup sana karşı direnecekler; bunun
aksini düşünmek eşyanın tabiatına aykırıdır. Amerikan filmlerini hatırlayın, Amerika kıtasının
60
Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba, Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik sayfa 320
61
İsmail Hakkı Uzunçarşili, Anadolu Belikleri ve Akkoyunlu, Karkoyunlu Devletleri, sayfa 173.
62
Solak-Zade Tarihi, sayfa, 156
asıl yerlisi olan halk63, o ülkeleri işgal edilenlerin çektiği filimler de, kendilerine karşı direnen
yerli halkı haksız gösterirler. Buda aynen öyle bir öykü. Anadolu’da Türkmenler, işgalci
Osmanlının karşısında, Amerika’nın “Kızılderilileri” konumuna düşmüşlerdir. Osmanlı
taraftarlarının yazdığı tarih kitaplarını, Amerika’yı işgal edenlerin çektiği filmlerle kıyaslayın,
işgalcilerin anlatımında ki ruhsal benzerliklerini göreceksiniz. Tarih, egemenlerle ezilenlerin
arasındaki mücadelelerin anlatımı olduğu için, bu mücadelelerin ruhunu yansıtan öyküler de
türküler de birbirlerine çok benzerler. Çağlar değişip, o çağlara ait olan değer yargıları geçip
gitse de, işte bu mücadelenin ruhunu yansıtan türkülerin, o havası bizleri bu günde etkiler. İşte
bu yüzden, bu kavganın türküsünü söyleyen ozanlar, Pir Sultan Abdal’da, Dadaloğlu’da sanki
çağları aşıp günümüze gelip, günümüzün türkülerini söyleyen ozanları gibidirler. İşte bu
yüzden, bu türkülerin ruhu ne zaman söylense, bizi tutup ayağa kaldıran bir dost eli gibidir.
Dara düşen, işkence hanelerde kalan, her devrimci, bu türkülerin değeri hissedip, anlar.

Alevi Dünyasında Şah Kalender Çelebi diye anılan, Kalender Çelebinin başını çektiği Huruç
eylemi 1527 yılında bastırılınca, Dergâh bir dönem uyuma dönemine girer; kapanır demeye
dilim varmadığı için böyle diyorum. Bu uyuma dönemi 1550 yılına kadar sürüyor. 1550’de
Kanunu Sultan Süleyman’ın kaynı, Server Ali Paşa, “Sersem Ali Dedebaba” adıyla tekrar
Hacı Bektaş’a gelip, Hacı Bektaş Dergâhının başına geçerek, Dergâhı yeniden açarak,
Dergâhı Osmanlılar adına yönetmeye başlar. Bu gelişmeyi (bu işgali) , Dergâhı kurulduğu
günden buyana yöneten Alevi uluları ile Çelebi zadeler kabul etmiyorlar. İşte, “Bozuk
düzenin düzgün çarkı olmaz” sözü bu ortamın bir ifadesidir. Sersem Ali Baba (aslında
Dedebaba denmesi gerekir ama kısaca Sersem Ali Baba denilir olmuş), Osmanlı devletinin
gücüyle, Çelebilerin Dergâhla ilişkisini fiilen keser, onları Dergâhtan çıkarır. Alevi
dünyasında Çelebi, Babağan ayrılığı denilen, ilk ayrılıkta böylece doğmuş olur. Bu yüzden,
bu ayrılık, sosyal bir ayrılık olarak doğmuş, sonradan ideolojik gerekçeler yaratılmıştır.
Yaratılan o ideolojik gerekçeleri anlamanın yolu da bu sosyal zemini kavramaktan geçer.
Çünkü insanlar, yaşadıklarının düşüncesini de üretirler.
Şimdi bu ayrılıkla başlayan sorunlara geçmeden önce, başka bir ayrıntıya dikkatinizi çekmek
istiyorum. Bu ayrılıktan önce, mesela Kalender Çelebinin hurucu sırasında, Kalender Çelebi,
tarih kitaplarında hep Hacı Bektaş’ın torunu olarak anılır. Bunun görülmesi için, Peçevi tarihi
ile Solakzade tarihinde Kalender Çelebiden nasıl söz edildiğini burada anmak istiyorum.
Peçevi tarihi şöyle diyor: “Yıl 932 (1525-1526). Kalender, Hacı Bektaş-ı Veli’nin
torunlarındandır, yani Hacı Bektaş-ı Veli’nin Kadıncık Ana’nın burnu kanı damlasıyla doğma
öz oğlu olan Habib Efendi’nin soyundan gelmedir 64.”
Solak Zade tarihi ise şöyle diyor: “Bundan başka, velâyet-penâh Hacı Bektaş Veli (kuddise
sarrihu) evlâdından ve o hidayet hankâhının çocuğu olarak geçinen Kalender adlı kötü yollu
bir âşık, bazı bedhahların ve divane meşreplerin iğvâsıyla başına pek çok fesat ehli topladı.
“Zamanın mehdisiyim” diyerek, kendisini halkın diline düşürdü. Böylece alemler kaldırarak,
tabllar ve nefirler çaldırdı.”

63
Amerikan yerlilerine “Beyaz adam”, “Kızılderili” diyor ama Amerikan yerlileri kendi kendilerine ne diyor tam
bilmiyorum. Kanada’da yaşayan bir arkadaşım bunlar kendilerine “Aborjin” diyor dedi ama bilmiyorum, bizde
Anadolulun Aborjinleriyiz.
64
Peçevi Tarihi, Kültür Bakanlığı yayınları, sayfa 92.
Zikri geçen Kalender, Hacı Betaş Veli’nin Kadıncık anadan burun kanı damlasıyla olan
Nefes-oğlu Habib Efendinin evladından olmakla haylı kuvvet ve kudret sahibi idi 65.”
***
Kanuninin kaynı Server Ali paşa, Sersem Ali Dedebaba unvanı ile Hacı Bektaş Dergâhı’nın
başına atanınca, Hacı Bektaş ile Kadıncık ana lakabıyla tanınan Fatma ananın suplundan
gelen, Çelebizadeler bu atamaya karşı çıktıkları için, Osmanlı Devletinin yanlıları Çelebilerle
hakkındaki söylemlerini değiştiriyorlar.
O tarihten sonra, Osmanlı Devletinin Dergâhın başına atadığı Dedebabalar ile Osmanlı
devletinin taraftarları diyorlar ki, Hacı Bektaş evlenmemişti, kendilerine Çelebiler denilen bu
insanlar, aslında İdris Hoca ile Kutlu Meleğin çocuklarıdır, bundan dolayı da Çelebilerin
Hacı Bektaş ile bir akrabalığı yoktur, bundan dolayı da Çelebilerin Dergâhla her türlü ilişkisi
kesilmiştir. Dikkatlice okunursa bu düşünceler, Babagan kesimin çok önemli bir temsilcisi
olan, Bedri Noyan Dedebaba’nın kitaplarında çok açık bir şekilde görülür.
Bedri Noyan Dedebaba’nın bu konudaki görüşlerini, “Şakir Keçeli’nin eleştirilerine cevabım”
adlı yazımda şöyle toparlayıp anlatmıştım, oradan buraya alıyorum: “Hacı Bektâş Veli
Dergahı gibi kutsal bir kuruluşun başında bulunan İdris Hoca çocukları, sonradan bu
mevkiye yakışmayacak maddi, manevi yetersizliklere düşmüşlerdir 66.” Başka bir yerde de
şöyle diyor: “Hacı Bektâş soyundan geldikleri yalan ve asılsız, dayanaksız iddiası ile ortaya
çıkan ve kendilerine Çelebi(!) adı takan kimseler aslında “biz Bektâşîyiz” dahi demezler 67.”
Bundan sonra, Bedri Noyan Çelebilerin Dergâhtan uzaklaştırılmasını ise şöyle izah
etmektedir: “1520 Miladi, (927 Hicri)’de Balım Sultan’ın68 Hakka yürümesinden sonra
Hüdedatlılar ile ötekiler arasında geçimsizlikler olmuş, bu geçimsizlik yüzünden 1569 m69.
(977H.)’ye kadar dergah postnişinsiz kalmış70, sonunda Sersem Ali Baba, Dedebaba unvanı
ile dergaha atanmıştır. Böylece İdris Hoca oğullarının tüm ilişkileri kesilmiştir 71.” Bedri
Noyan’ın dediği gibi, Osmanlı Devletinin, Hacı Bekteş Dergâhına, Sersem Ali Babayı,
“Dedebaba” unvanıyla atamasıyla beraber, dergâhta bir dönem kapanıyor; o güne kadar Hacı
Bektaş ile Fatma ananın sulpundan geldiğine inanılan Çelebiler dönemi bitiyor, Çelebilerin
dergâhla ilişkisi kesiliyor. Sersem Ali Baba’dan önceki döneme yol dilinde “Çelebiler
zamanı” deniyor. Dikkat edin, Bedri Noyan’da hep dedebabalar için “dergâha atanmıştır”
diyor; peki kim atamıştır diye bunu diyene sormazlar mı, elbette ki Osmanlı padişahı atıyor.
Bertolt Brecht, “Vahşi fillerin en büyük düşmanı evcilleştirilmiş fillerdir” der; sanki bu sözü
doğrularcasına, Osmanlı Devletinin atadığı Babağanların Çelebilere karşı olan tavrı herkesten

65
Solak –Zâde Tarihi, Kültür Bakanlığı yatınlı, 2. Cilit sayfa 154
66
Bakınız Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba, Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik sayfa319
67
Bakınız Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba, Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik sayfa 319
68
Bedri Noyan Balım Sultan’ın türbesin de yazılı olan hitabe ile ilgili şu bilgiyi verip bakın nasıl bir düzeltme
yapıyor: “Yazıtta, kendisi (yani Balım Sultan-R), Hacı Bektâş Velî hazretlerinin soyundan gelme ve torunu olarak
gösterilmiş ise de, bütün bilimsel kaynakların bunu reddettiği bilinmektedir. Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba,
Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik sayfa 483. Gördüğünüz gibi 1520 yılında Balım Sultan’ın kabrinin başana
yazılan hitabede ki bilgileri düzeltiyor.
69
Burada Bedri Noyan dedebanın bir yazım yanlışı var bu tarihin 1551 olması gerekir. Bu bir dizgi hatası olabilir.
70
Bedri Noyan Balım Sultandan sonra buraya Çelebilerden Şahı Kalenderin geldiğini, Şahı Kalender’in 1528
yılında Osmanlı Padişahı Kanuni’nin Veziri İbrahim Paşa Tarafından kellesinin kesildiğini, bundan sonra
Çelebilere Osmanlının göz açtırmadığını unutuyor yada unutmak işine geliyor. Ne demişler Hafızayı beşer nisyan
ile maluldür.
71
Bakınız Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba, Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik sayfa 321
daha çok acımasızdır. Bakınız Bedri Noyan Dedebaba, Kalender Çelebinin, Osmanlı
kuvvetlerince öldürülmesini şöyle anlatıyor: “1527’de kafası uçurularak idam edilen bu
Kalender’in, Balım Sultan Türbesi’inde gömülü olan Kalender adına izafe edilen şahıs olup
olmadığı da belli değildir. İdamdan sonra cesedinin alınıp buraya getirilmesi olasılığı
zayıftır72.” Şah İsmail gibi Alevilerin, Şahı Kalender diye andığı, Kalender Çelebi için bir
Alevi, “kafası kılıçla uçurularak idam edilen” der mi? Bendi Noyan böyle diyor işte. Konuyu
böyle anlattığım için bana kızanlar çok oluyor ama ne yapabilirim, gerçeklik böyle.

Alevi yolunda bu ayrılık sosyal olarak yaşandıktan sonra, ilerleyen süreç içinde bu ayrılığın
ideolojik gerekçeleri de oluşmaya başlıyor. Yazımın ilerleyen bölümünde Alevilikte “YOL”
kavramını anlatacağım, bu ayrılıktan sonra, bu ayrılığı haklı göstermek için yolda yeni
kavramlar, ideolojik tartışmalar yaratılıyor.
Alevi yolunda, Hacı Bektaş Dergâhının başına, dergâhı yönetmek üzere Osmanlı devletinin
atadığı adamların geçip “Dede baba” unvanıyla Dergâhı yönetmeye başlamasına en çok
Çelebilerin karşı çıktığı için, Çelebizadelere karşı sözel, bu günün diliyle söylersek ideolojik
saldırılar başlıyor. İşte bu dönemde, Çelebilerin Hacı Bektaş ile Fatma ananın suplundan
geldiği inancını yıkmak için, Hacı Bektaş’ın mücerret olduğu sözü söylenmeye başlanıyor;
böylece de o zamana kadar yol dilinde olmayan “mücerretlik kavramı” yol diline giriyor.
Hacı Bektaş’ın, mücerret olduğunu söyleyenler, Çelebilerin Hacı Bektaş’ın değil, İdris Hoca
ile Kutlu Melek’in çocukları olduğunu söyleyip, bunun için de Velâyetname de iki ayrı sosyal
kimliği ifade eden Kadıncık lakabını muhtevasını bozup revize ediyorlar, tartıştığımız sorunda
buradan çıkıyor.
Dikkatlice okunup incelendiğinde görülecektir ki, Velâyetname de yol açısından iki ayrı insan
tipi vardır. Bu insanlardan bir gurubu, daha Hacı Bektaş Urum diyarı denilen Anadolu’da
bilinmeden önce irşad olup, yol ehli olmuş insanlardır, diğer bir gurup yol ehlini ise Hacı
Bektaş, Anadolu’ya geldikten sonra irşad edip, yola kazanır.
Velâyetnamenin anlatımına göre, Hacı Bektaş, Urum diyarına gelmeden önce, “Urum
diyarında elli yedi bin Rum ereni sohbet meclisindeydi73.” Velâyetnamede, bu sohbet
meclisinde olan, eli yedi bin Rum ereninden bazılarının adları anılıyor. Velâyetname’de bu
elli yedi bin urum erinden adları anılanları, sırayla bizde analım: Gözcü Karaca Ahmet,
Seyit Nureddin, Seyid Nureddinin kızı Fatıma Bacı, Hacı Doğrul.
Bu bölüm Velayetnamede aynen şöyle anlatılıyor: “Hünkar Hacı Bektâş-ı Veli, Rum ülkesine
yaklaşınca mâna aleminden Rum erenlerine, esselâmü aleyküm Rum’daki erenler ve kardeşler
diye selam verdi. Bu sırada Rum ülkesinde, elli yedi bin Rûm ereni, sohbette, meclisteydi.
Rûm’un gözcüsü de Karaca Ahmed’di.
Hünkar’ın selam verdiği, Fatıma Bacı’ya malûm oldu. Bu kadın Sivrihisar’da, Seyid
Nureddin’in kızıydı, henüz evlenmemişti, meclisteki erenlere yemek pişirmekteydi. Karaca
Ahmet Seyit Nureddin’in müridiydi. Fâtma Bacı, ayağa kalkıp Hünkârın bulunduğu tarafa
döndü, elini göğsüne koydu, üç kere aleykümselam dedi, yerine oturdu.”
Meclistekiler, bu hali görünce, kimin selamını aldın dediler. Fâtıma Bacı, Râm ülkesine bir er
geliyor, siz erenlere selâm verdi, onun selâmını alıyoruz dedi. Erenler, dediğin er, nerden
72
Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba, Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik sayfa124-125
73
Abdulbâki Gölpınarlı Velayet –Namene sayfa, 128, yeni baskı sayfa 18
geliyor dediler. Fatıma Bacı, kendisi dedi, Horasan erenlerinden, fakat şimdi Beyt- Allah
tarafından geliyor 74.”
Gördüğünüz gibi, burada ki “Fatıma Bacı” net bir kimliktir. Hünkâr daha Rûm diyarına
gelmeden önce, onu hiç kimse bilmezken, onu bilen tek eren, eli yedi bin Rûm erenine
Hünkârı tanıtan kişi, Seyit Nureddin’in kızı Fatıma Bacı’dır. Velâyetname’de Hünkâr’ın
vasiyeti bölümünde, “Benden sonra Fâtıma Ana (Kadıncık) oğlu Hızır Lâle Cüvan, yerime
geçsin75” deyişinden de anlıyoruz ki, Hünkarın kendi yerine tekkeyi yönetmesini önerdiği
Hızır Lale Cüvan’ın da anası da Fatıma Bacı’dır. Kadıncık lakabıyla da anılan bu kimlik,
Fatıma Ana kimliği başka bir kimlikle karıştırılacak bir kimlik mi? Bunu başka bir kimlikle
karıştırmak için, Osmanlının kapıkulu olmaktan başka bir meziyete sahip olmaya gerek yok.
Hacı Bektaş’ın, efsanevi hayatını anlatan Velâyetnamede, Hacı Betaş’ın Suluca Karaöyük
köyüne vardığında karşılaştığı “Kadıncık” lakabıyla anılan Kutlu Melek ise şöyle bir kimlik.
Çepni ulularından Yunus Mukri, Konya’da oturan Selcuklu Sultanı Alayüddin’den berat
alarak Suluca Karaöyük’e yerleşip orayı yurt edinerek orada ölmüş. Bundan sonrasını
Velâyetnameden aktaralım:
“Yunus Muhrî’nin, İbrahim, Süleyman, Saru ve İdris adında dört oğlu kaldı. İdris, babası gibi
bilgin ve üstün bir kişiydi. Saru da okumuştu, fakat ikisi, okuma bilmezdi. İdris’in, âhiret
Hatunlarından bir karısı vardı. Adına Kutlu Melek derlerdi, aynı zamanda kendisini sayıp
ağırlarlar, Kadıncık diye hitap ederlerdi. Yunus Mukri’nin ölümünden sonra oğulları,
evleriyle barklarıyla Kayı’dan göçüp Sulucakaraöyük’e geldiler76.”
“… Birgün Kadıncık, bazı kandınlarla beraber çamaşır yıkamaya, kaynak başına gitmişti.
İlerden Hacı Bektaş, belirip çıka geldi. Başında kızıl tâc, elinde Arabistan kerrakisi vardı.
çamaşır yıkayan kadınlara, bacılar dedi, karnımız aç, Tanrı rızası için yiyecek bir şeyiniz
varsa verseniz. Kadınlar, derviş dediler, burada yemek ne gezer ki sana verelim. Kadıncık,
hemen kalkıp koştu, evine vardı, bir parça ekmeğin içine yağ koydu, getirip Hünkar’a verdi.
Hacı Bektaş, artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin dedi. Ordan kalkıp doğruca Sulucakaraöyük
mescidine vardı, Mescide gidip oturdu. O vakitten bu ana değin o mescidin damını, duvarını
yenilenmediler, öylece durur.
Akşam oldu, köylüler, mescide gelip namaz kıldılar, dağıldılar. Yatsı vakti, gene geldiler,
namazlarını kılıp evlerine gittiler. Hiçbir Tanrı kulu, Hünkâr’a, kimsin, nesin demedi.
Kadıncık, çamaşır yıkamaya gidince İdris’in anası, gelin çamaşıra gitti, dedi, bari yemeği ben
pişireyim. Yemeği ocağa koydu, yağ almak için yağ küpünü açtı. Bir de ne görsün? Küp
ağzına kadar yağla dopdolu. Kadıncık, çamaşırı yıkayıp eve gelince gelin dedi, yağı nerden
aldın da küpü doldurdun? Kadıncık, ben yağ filan almadım, yalnız çamaşır yıkarken bir derviş
gelmişti, yemek istemişti. Koşup eve geldim, biraz ekmekle yağ aldım, götürdüm; olsa olsa
onun duası bereketiyle küp dolmuştur dedi. İdris gelince, hali anlattılar. O, bu derviş,
Mesciddeki derviş olsa gerek, ne yazık ki biz, onu gördüğümüz halde hizmet edemedik dedi.
Yatıp uyudular. Gece yarısı İdris, belinleyip uyandı. Kalkıp elbiselerini giydi, abdest aldı,
sabaha kadar ibadet etti77.”

74
Abdulbâki Gölpınarlı Velayet –Namene sayfa, 128, yeni baskı sayfa 18
75
Abdulbâki Gölpınarlı Velayet –Namene sayfa, 128, yeni baskı sayfa 88
76
Abdulbâki Gölpınarlı Velayet –Namene sayfa, 128, yeni baskı sayfa 26.
77
Abdulbâki Gölpınarlı Velayet –Namene sayfa, 128, yeni baskı sayfa 27
Bu anlatılanlarda açıkça görüldüğü gibi, gerek Kutlu Melek gerekse İdris hoca, gerekse de
ailesi Hacı Bektaş’ı tanımıyorlar, Hacı Bektaş’ın varlığından haberleri bile yok, henüz irşad
olup Rum erenleri safına katılmamışlar. Bunlar zaman içinde Hacı Bektaş’ın kerametlerini
görerek irşad oluyorlar. Burada ki Kutlu Meleğin sosyal kimliği ile Fatıma Bacının sosyal
kimliği tamamen farklı. Bu İki sosyal kimliği aynı gibi görüp, bu iki kişiyi tek kişi sanmak
mümkün değil. Bu Osmanlı Devletinin çaldığı minareye uydurduğu, kötü bir kılıftan öte bir
şey değil. Ama ne yazık ki, bu iki kadının, bir tek kadın olduğunu düşünen, Osmanlının
kapıkulu zihniyetinde insanlar hala var; üstelik bunların adlarının önünde bir sürü takılar var.
1550 den sonra başlayan, bu sosyal ayrılıktan sonra, Osmanlı Devletinin atadığı Babaganlar
denilen Dedebabaların başını çektiği gurup, temel düşünce olarak, Hacı Bektaş’ın mücerret
yani evlenmemiş olduğunu, Çelebiler denilen sülalenin İdris hoca ile Kutlu Melek çiftinin
çocukları olduklarını savunurlar. Bu yüzden, kendilerine Bababağan, Bektaşileri, diyen bu
gurup, Hacı Bektaş’ın da mücerret olduğunu savundukları için, yola (Erkana) girmek koşulu
olarak, evli olmayı şart saymazlar. Babagan Bektaşi yoluna evli olmayan tek tek kişiler
alınırlar. Babagan Bektaşileri ile Çelebilerin başını çektiği eskiden bu yana gelen Alevi
yolundaki insanların arasındaki temel ideolojik dini ayrılık Hacı Bektaş’in mücerret olup
olmadığından, Çelebilerin hangi aileden dünyaya geldikleri tartışmasına dayanır gibi görülür
ama işin özünde devletin Alevi dünyasına müdahalesi vardır. 1550’den sonra, Alevi
dünyasındaki her şey, her kişi, bu ayrılıktan etkilenip, bu ayrılıkta bir taraf olmak durumunda
kalmıştır. 1550’den sonra bir devlet Aleviliği konumunda olan Babagan Bektaşilikten dolayı,
Devlet Alevilere Sünni olun demiyordu, Çelebilerin karşısında Babagan Bektaşilerden yana
olun, o safi desteklelyin diyordu. Bu yüzden, Çelebilere tavır alıp, Çelebilerin Hünkar ile
Fatıma ananın suplundan değil de, İdris Hoca ile Kutlu Meleğin suplundan geldiklerini,
örneğin bugün Bedri Noyan’ın yazdığı gibi, Çelebilere “İdris Hocanın çocukları78” diyenlere,
Osmanlı Devletinin Nakubül Eşraflık kurumunca, Şecereler verilmiş, bunların Ehli Beyt
soyundan geldiklerini, bunlardan vergi alınmayacağını, bunların askere gitmeyeceklerini,
kendilerine maaş bağlanacağını söyleyen beratlar verilmiştir. Bu yüzden Osmanlı Devletinden
1550’den sonra alınan bu Şecereler iyi incelenmelidir. Çelebilerin Hünkâr Hacı Bektaş Veli
ile Fatıma Ananın suplundan geldiğini söyleyenler ise, Osmanlı Devletinin hışmına uğrayıp
eza ceza görmüşlerdir. İşte Pir Sultan Abdal tamda bu tarihsel süreçte yaşayıp, Çelebilerden
yana tavır koymuştur. Pir Sultan her şeyden evvel bu dönemin tanığıdır. Şiirlerinde bu
dönemin izlerini çok açık bir şekilde görürsünüz. Asılmasının asıl nedeni de bana göre bu
tutumudur. “Ben bir yol oğluyum, yol sefiliyim” diyen Pir Sultan, bu ayrılıktan sonra, bütün
Alevi coğrafyasını gezerek, halkı bu konuda aydınlatmıştır. Bunu ayrı bir başlık altında
inceleyeceğim.

78
Bakınız Bedri Noyan Dedebaba, Bütün Yönleri ile Bektaşilik ve Alevilik, birinci cilt, sayfa, 319, 320, 321

You might also like