You are on page 1of 12

EDEBİ KURAM VE ELEŞTİRİ 2

Prof.Dr. Metin Toprak

Varoluşçuluk
Martin Heidegger / Soren Kierkegaard / Jean Paul Sartre

Mekselina KAZAN - 180112083


Barış BAYKUŞ - 170112072
Mertcan Deniz KUŞÇU - 180112034
Düşüm Yağmur BÜYÜK - 180112052
İÇİNDEKİLER

1) Giriş

2) Varoluşçuluk

3) Soren Kierkegaard

4) Martin Heidegger

5) Jean Paul Sartre


1) Giriş

Varoluşçuluk, her insanın kendi varoluşunun öznel deneyimleri, özgürlüğü, özgür iradesi ve seçimi
ile ilgilenen, onu bireyselleştiren, yaşamı soyut teorilerin boyunduruğundan çıkaran bir felsefedir.
İnsanlar, din gibi, kendi dışındaki otoritelerden uzakta kendi vicdanıyla hareket etme özgürlüğüne
sahiptir ve modernitenin teşvik ettiği bireyci toplumu ifade eden felsefi bir yaklaşım olarak
düşünülebilir. Bu anlamda, insan dışı güçlerin hegemonyasında olan veya inanç merkezli bir
toplumun izlerini silmeyi hedefleyen her birey kendi bacağından asılacaktır. İnsanın başlangıçta
Tanrı'nın eseri olduğu düşünüldüğünden, Tanrı'nın kulu olan insanların hayal gücü yeteneği
şüphesiz olmuştur. Fakat varoluşçu bakış açısına göre eğer insan yüce bir kader kavramı yerine
kendi davranışlarından sorumlu ise insanı nasıl bir varoluşun ve sonun beklediği koca bir soru
işareti olmuştur. Moderniteden önce, insanlığın her türlü davranışı Tanrı tarafından sorgulanabilir;
İyi kötü; doğru, yanlış birbirinden ayırt edilebilirdi. Tanrı yerine insan merkezli bir toplum ortaya
çıktığında, insanın maneviyatını bir arada tutan parça parçalanır. İnsanın kendi eylemlerinden tek
sorumlu olması, bundan sonra hayatın asla kolay olmayacağı anlamına geliyordu. Varoluşçu
felsefenin önde gelen filozoflarından olan Heidegger, Kierkegaard ve Sartre’ın her biri varoluşun ne
olduğunu ve bununla nasıl başa çıkılması gerektiği ile ilgili sorulara farklı cevaplar vermişlerdir.
Kierkegaard, çözümü inanç merkezli bir felsefede bulmuştur. Sartre ise insanları kendi Tanrıları
yaparak, yaptıkları her davranışın bir birey üzerinde değerlendirilmesi gerektiğini söyler. Heidegger
ise özgürlüğün, insan varlığının özü olduğunu söyler. Bu etki ile insan sürekli hareket halindedir ve
yeni tasarımların peşindedir. Bu nedenle varoluş bir sonuç değil, bir sürekliliktir.

2) Varoluşçuluk

Varoluşçuluk, varoluşun ve insanların kendilerini dünyada varolma biçimlerinin analizine


odaklanan 20. yüzyıl felsefesinin kapsayıcı bir terimidir. Varoluşçuluk zamanın egemen sistematik
felsefesine karşı çıkan, erdemin ve rasyonel düşüncenin insanların neden var olduğuna dair yetersiz
açıklamalar olduğunu savunan bir ideolojidir. 20. yüzyılın ilk yarısı kaotik bir düzene neden olan
savaşlarla geçmiştir. Sonuç olarak toplumdaki diğer insanlardan farklı düşünen bireylere sahip
olmuştur. Dünya Savaşları sebebi ile insanlar arasında hem mental olarak gelecek kaygısı hem de
ekonomik kriz sebebi ile bir buhran başlamıştır. Dolayısıyla varoluşçu düşüncenin kaynağı
toplumsal bir sorundur. Her düşünce sisteminde olduğu gibi varoluşçuluğun temelinde de kitlesel
bir yaşam deneyimi vardır. Bireylerin dünya savaşları sırasında ve sonrasında yaşamlarında
yaşadıkları kaygı, onları iç dünyalarına yönelmeye yöneltmiştir. Varoluşçuluk, insanların mantıksız
bir durumda olsalar bile hayattaki anlamlarını tanımladıkları ve rasyonel kararlar almaya çalıştıkları
felsefedir. Varoluşçu felsefeye göre insan, ilkel eğilimlerin ve insanın içgüdülerinin baskısı altında
dünyayı kaos içinde görür ve anlamsızlığının farkına varır. İnsan yalnızdır, kayıtsızdır, monoton bir
hayata hapsedilmiş, zamanın uzun olduğu, iletişimden yoksun, anlamsız ve bağdaşmaz bir dünya ile
iç içedir. Varoluşçuluğun özü eylemdir. İnsan, eylemiyle var olur. Varoluşçuluğun en etkili
filozoflarından ve yazarlarından birkaçı, yaşamın absürtlüğüne odaklanan Soren Kierkegaard,
Martin Heidegger, Jean-Paul Sartre'dır. Jean-Paul Sartre, varoluşçuluk hakkındaki ifadeleri kabul
edilen ilk filozoftur ve Varoluşçuluk akımının popülaritesini Jean-Paul Sartre’a borçlu olduğunu
söylemek yanlış olmaz. Sartre’nin varoluşçuluk felsefesinde gördüğümüz şey insan, önceden
tanımlanmamış bir varlıktır. Sartre’ye göre İnsan kararlarını ve bilincini kendi hareketleri ve
düşünceleriyle kontrol etmektedir. İnsanın içinde bulunduğu durum ve koşullar insanı
şekillendirmektedir. Ve o an aldığı kararlar ve düşündüğü şeyler insanın kişiliğini oluşturmaktadır.
Kötü veya iyi olmak insanın davranışlarının sonucunda oluşan bir şeydir. İnsanın kendisi bunlara
karar verir. Yaşamı tamamen seçimlerine göre şekillenir. Kierkegaard ile birlikte varoluşçuluk
felsefesi insanlar tarafından rahat bir şekilde anlaşılmaya başlamıştır. Kierkegaard’a göre insanın
dünyada var olması problematik bir şeydir. Ve felsefe buna göre yapılmalıdır. İnsanlar buna göre
düşünmelidir. Bunun yanı sıra çoğu otorite tarafından İsa modern varoluşçuluğun kurucusu olarak
kabul edilmektedir. Varoluşçuluğun önemli temsilcilerinden birisi de Martin Heidegger’dir
Heidegger, varoluşsal kaygıları olan insanı inceler; insanı insanda aramaz, kendini insanların içinde
yaşadığı deliğe dayandırmak ister. Gerçekten sadece insanın var olduğunu düşünür. Heidegger'e
göre dünyaya kaygıyla yaklaşan kişinin hareket halinde olması ve kaygının kaynağına doğru bir yön
göstermesi gerekir. Heidegger dünyanın insanın anavatanı olmadığını söyler. Bilinmeyen bir güçüm
insanı dünyaya fırlattığını ve bu nedenle insanın terk edilmiş ve çaresiz hissettiğini savunur. Kimse
bize buraya gelmek isteyip istemediğimizi sormadı. Kader dediğimiz hayati dönüm noktalarını
yaşayıp yaşamamamızı kimse bize sormadı. Onun bakış açısına göre dünyada var olan ve hayati
dönüm noktaları bize empoze edilir. Yani dünya bir yüktür.

3) Soren Aabye Kierkegaard

Soren Kierkegaard varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak kabul edilir. Varoluşçu felsefe her
varoluşçu filozof tarafından farklı olarak, kendine özgü bir nitelik kazanarak tanımlanır, ancak
bilinen genel özellikleri ve felsefi özgürlüğü bakımından varoluşçuluğun kurucu isimlerinin başında
Kierkegaard sayılmaktadır. Kierkegaard'ın belli bir felsefi sistematik geliştirmediği gerçeğiyle
birlikte, kullandığı kavramlar ve felsefe yapma tarzı sonradan varoluşçu felsefelerde görülen
özellikleri barındırır. Kierkegaard'ın itiraz ettiği ve sürekli eleştirdiği filozof Hegel'dir. Hegel'in
rasyonalist ve sistematik felsefesi Kierkegaard için kabul edilemezdir. Varoluşçu felsefelerde
görülen kavramların çoğunluğu öncül olarak Kierkegaard'da görülür: saçma, bunaltı, korku ve
kaygı. Kierkegaard'ın felsefî sorunsalı bir bakıma mevcut Hristiyanlık içinde ve hatta karşısında
nasıl iyi bir Hristiyan olunacağı noktasına da bağlıdır. Kierkegaard, felsefe tarihinin soyut mantıksal
kurgularla geliştiğini ve bu nedenle bireyi, bireyin gerçek yaşamını gözden kaçırdığını düşünür. Ona
göre varoluş, somut ve öznel insanın yaşamıdır. Bu nedenle felsefe somut düşünmeye, yani varoluşa
yönelmelidir.

Kierkegaard, dindar babasının etkisiyle din eğitimi alarak ve katı bir dini atmosfer içinde yetişti.
Tüm yaşamında bu çocukluğun etkisi görülür. Kendisi de dinsel düşünceleri olan birisi olmakla
birlikte sürekli din adamlarıyla, kurumlarıyla ve düşünceleriyle çatışma halinde oldu. Mevcut
Hristiyanlığın yozlaşmış olduğunu ileri sürdü ve Hristiyan inancının tamamen yenilenmesine
yönelik eleştiriler geliştirdi. Kierkegaard, din ve Tanrı'yı tamamen bireysel bir konu olarak
değerlendirdi. Bu yönde giderek sistematik felsefenin bireyi göz ardı eden bütüncüllüğünü de
reddetti. Felsefesinde bireyi merkeze aldı.

Varoluşçuluk deyince akla gelen isimlerin başında her ne kadar Sartre yer alsa da bu harekete yön
veren, felsefenin gamlı baykuşu Søren Kierkegaard. Onunla beraber girdiği yol ayrımı belirginleşen
Varoluşçuluk, “Hıristiyan” ve “Tanrıtanımaz” olarak adlandırılmaya başladı. Kierkegaard ilkin
“Ben başka kişilerden ayrı olmam nedeniyle varım.” diyerek işe koyulur ve Hegel’le hesaplaşmaya
girişir. İnsan aklının güçsüzlüğüne paradoks kavramıyla değinirken kesinlik yerine belirsizliği, umut
yerine umutsuzluğu, mantıksallığın ve ahlaki rahatlığın yerine duyguları öne çıkarır. Aklımızla ve
bilgimizle kavrayamayacağımız pek çok şeyin bulunduğu evrende Kierkegaard’un Hegel’i eleştirisi
tam buraya denk gelir: Kişisel duygu yoğunluğu ve öznellik ağır basar ve Kierkegaard bir anlamda
Hegel’i ters yüz eder.

Hristiyan Varoluşçuluğu’ndaki temel kavramlardan biri olan ahlaki kötülüğü Kierkegaard da sıkça
işler. Bunun yanında yazgı Kierkegaard’un vazgeçemediği bir kavram. Nihayet paradoks, öznellik,
umutsuzluk, duygu yoğunluğu ve bir başınalık gibi dönemeçler bizi asıl durağa; kaygıya götürür.
Yasemin Akış, Søren Kierkegaard’da Kaygı Kavramı adlı çalışmasıyla bu durakta olup bitenleri
inceliyor. Akış, Kierkegaard’un kaygı kavramını Hıristiyanlık’taki günah ve kalıtsal günahla bir
arada işleyişine ve eğitici bir tavır takındığına da değiniyor. Kaygıyı besleyen bu iki kavramın yanı
sıra korkudan da bahseden Kierkegaard, korkunun belli bir nesne veya olaydan kaynaklandığını
söyler ama kaygının membaında hiçlik bulunur. Kierkegaard için kaygı günahın koşulu değil.
Günahın aktif hale gelip kişinin kaygılanmasına neden olan şey, bireyin kendi sorumluluğuyla
yaptığı eylemler; bu yüzden Kierkegaard psikolojiyi esas yöntem olarak belirleyip çözümlemeler
yapar. Buradan bakınca, Akış’ın da altını çizdiği gibi Kierkegaard, psikoloji ve felsefi
antropolojinin harcını karmaya başlar. Kierkegaard’un kaygıyı “kişiyi ele geçiren ve korkulan” bir
durum değil de insan olmanın bir parçası şeklinde ele alması kendi dönemi için büyük yenilik. Akış
bunu “olağan dışı olan, var oluşun kendisi” diye özetliyor.

Kierkegaard’a göre insan nedensel olarak var olmaz, önce kendisi olması gerekir. Onu kendisi
yapan şey ise tarihselliği, aklı, inançları ve özgürlüğü. Yazıda belirttiği üzere Kierkegaard insanı bu
bakımdan bir sentez olarak algılar. Söz konusu sentez içinden özgürlük uçsuz bucaksız imkânlar
sununca kişi tutumlarıyla, kararlarıyla ve seçimleriyle doğadan uzaklaşır. İşte Kierkegaard’un
bahsettiği özgürlük karşısındaki tutum önce sancıyı sonra da kaygıyı doğurur. Kaygı aynı zamanda
özgürlüğü kısıtlayan bir şekle bürünür ve kişi kaygı içinde yaşamayı öğrenmeye başlar. Yani
“Kaygı, belirsiz ve bizi sürekli takip eden niteliğiyle hayatımızda varlığını sürdürür.” Dolayısıyla
Kierkegaard için kaygı, hem özgürlük hem de umutsuzlukla bir aradadır; umutsuzluk ve özgürlük
insan varlığının değerlendirilmesinde çok önemli birer tutamaç olur.

Özgürlüğünü kavrayan insan kaygıyla da yüzleşir. Bu nedenle Kierkegaard, Akış’ın da hatırlattığı


gibi kaygıyı “özgürlüğün olanağı” şeklinde tanımlar. Yani kişi seçimde bulunur ve bundan sonra da
kaygı devreye girer. İnsan iyiyi tercih edip seçebileceği gibi kötüye de yönelebilir, bu da seçme
sorumluluğunun yaratacağı korkuyu ve en sonunda kaygıyı gündeme getirir; insana bir titreme gelir.

4 ) Martin Heidegger

Martin Heidegger (1889–1976), çalışmaları belki de en kolay fenomenoloji ve varoluşçulukla


ilişkilendirilen bir Alman filozoftu, ancak bu tür bir tanımlama son derece dikkatli ve nitelikle
yapılmalıdır. Fikirlerinin çağdaş Avrupa felsefesinin gelişimi üzerinde önemli bir etkisi olmuştur.
Ayrıca mimari teori, edebiyat eleştirisi, teoloji, psikoterapi ve bilişsel bilim gibi felsefe dışındaki
alanlarda da etkileri olmuştur.

Varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden olan Alman filozof Martin Heidegger 26 Eylül 1889
tarihinde Almanya’da Baden-Württemberg eyaletinde bulunan Messkirch kasabasında doğmuştur.
Çocukluğundan itibaren din ve felsefeye eğilimli olarak yetişen Heidegger felsefi çalışmalarının
yanı sıra politik tutumları ile de çokça tartışma konusu olmuştur. Freiburg Üniversitesinde Katolik
ilahiyatı ve Hıristiyan felsefesi okudu ve 1914 yılında ilk çalışması ve doktora tezi, Psikolojide
Yargı Kuramı ile dikkat çekmeye başladı. 1923’te Marburg Üniversitesinde profesör oldu.
Heidegger, 1927 yılında Varlık ve Zaman kitabını yayınladı. Bu kitabı yayınlandıktan sonra sadece
Varoluşçu felsefe için değil bütün felsefe tartışmalarında etkili oldu. Bu kitapta temel amacı Varlık
sorunu üzerine düşünerek varlığın anlamı, varlığın nasıl olup da var olabildiği, varlığın varoluşunu
nasıl ortaya çıkardığı, insanın diğer varolanlar arasında nasıl olup da kendi varlığını anlayabildiği
gibi soruları ortaya atarak felsefenin tekrar varlığa yönelmesine katkıda bulunmaktı. Heidegger, 26
Mayıs 1976'da Freiburg'da öldü ve Messkirch'e gömüldü.

Varlık ve Zaman, uzun ve karmaşık bir çalışmadır. Okuyucu, Mulhall'ın "Heidegger'in düzyazısının
eziyetli yoğunluğu" dediği şey karşısında hemen şaşırır, ancak metin orijinal Almanca'sında
okunursa, Almanca'yı yeniden canlandırma girişimleri olarak neolojizm gibi görünen çok sayıda şey
duyulabilir. Bu son açıklamaya göre, söz konusu dilbilimsel yapılar -ki bunlar tirelemeleri,
olağandışı ön ekleri ve olağandışı son ekleri içerirler- sıradan konuşmanın gizli anlamlarını ve
yankılarını açığa vururlar. Her halükarda, birçok okuyucu için, Varlık ve Zaman'ın başlangıçtaki
garip ve zor dili, Heidegger'in geleneksel terimlerimizin ve dilsel yapılarımızın nihayetinde yetersiz
olduğu şeyleri söylemek için mücadele ettiğinin anlaşılmasıyla tamamen doğrulanır. Heidegger'in
kendi niyetleri açısından bakıldığında, çalışma eksiktir. Her biri üç bölüme ayrılması gereken iki
bölüme sahip olması gerekiyordu. Heidegger'in Freiburg (1915–23) ve Marburg'da (1923–6), Varlık
ve Zaman'ın kendisini yazmaya başlamadan önceki felsefi çalışmasının en erken dönemi, bu
dönemin tarihöncesi olarak düşünülebilir.

Heidegger'in temel kaygısını daha iyi görebilmek için biraz geriye gidelim. Metafiziğe giriş
derslerinden aşina olacağınız bazı felsefi problemleri düşünün: Önümde gördüğümü sandığım tablo
var mı? Tanrı var mı? Bedenden ayrı bir varlık olarak tasavvur edilen zihin var mıdır? Bu sorular şu
biçimdedir: x var mı? Bu formun soruları, 'var olmanın' ne anlama geldiğini zaten bildiğimizi
varsayar. Genellikle bu varsayımın farkına bile varmayız. Ama Heidegger yapar, bu yüzden daha
temel soruyu gündeme getirir: 'var olmak' ne anlama gelir? Bu, Heidegger'in Varlık'ın anlamı sorusu
dediği şeyi sormanın bir yoludur ve Varlık ve Zaman bu sorunun araştırılmasıdır.
Heidegger'e göre "gelenek", Varlığın ve dolayısıyla Varlık'ın anlamı sorusunu unuttu. Heidegger,
Batı düşünce tarihinin ontolojik ayrımı göz ardı ettiğini ve dolayısıyla Varlığı, idea, energeia, töz,
monad veya güç istenci gibi bir dizi Varlık adlandırmasının kanıtladığı gibi, tam olarak bir tür nihai
varlık olarak eklemlediği anlamına gelir. Böyle olmak böylece unutulmuştur. Böylece Heidegger,
Varlık'ın anlamını çözme görevini kendisine verir. Bu bağlamda, iki tür sorgulama arasında ayrım
yapar. İlk ayrım, ontik ve ontolojik arasındadır; birincisi, varlıklar hakkındaki gerçeklerle, ikincisi
ise Varlığın anlamı, varlıkların varlıklar olarak nasıl anlaşılır olduğu ile ilgilidir. Heidegger'e göre
ontik, bölgesel-ontolojik olanı, dolayısıyla da temel-ontolojik olanı varsayar.
Önceki düşünceler önemli bir soruyu gündeme getiriyor: Heidegger'e göre, bir tür olarak insanlarda
bu kadar benzersiz olan nedir? Genel olarak konuşursak, Varlık ve Zaman metninde izlenebilecek
iki yol vardır. Birincisi aşağıdaki gibidir. Parçacıklardan gezegenlere, karıncalardan maymunlara
kadar varlıklara genel olarak baktığımızda, var olmanın ne anlama geldiği sorusuyla yalnızca
insanların yüzleşebileceğini görüyoruz. Daha spesifik olarak, günlük faaliyetlerinde bir Varlık
anlayışıyla çalışan (her ne kadar örtük ve belirsiz olduğu için ontolojik-öncesi olsa da) yalnızca
insanlardır ve olmanın ne anlama geldiği üzerine düşünebilirler. Bu, "Dasein'ın ontik olarak, onun
Varlığının kendisi için bir sorun olduğu gerçeğiyle ayırt edilir" gibi ifadeleri anlamamızı
sağlar.Dasein'ı anlamanın ikinci yolu ve dolayısıyla insanları benzersiz kılan şey, daha önce
bahsedilen alma yapısıyla olan bağlantıyı vurgular. Bu iki kavrayış, Dasein'ın açık-olma
zorunluluğu olarak tanımlanmasına yol açar. Başka bir deyişle, Dasein (ve dolayısıyla insanlar) açık
olmalıdır: diğer-varlıkları-olarak almak için anlam verme kapasitesiyle hareket etmemiz, insanların
zorunlu bir özelliğidir.

Varlık ve Zaman'ın yorumbilgisel sarmalı metnin 2. Bölümünde devam ederken, Heidegger analizde
iki yönlü bir geçişi duyurur. Dasein'ı anlamak için, Dasein'ın varlığını bir bütün olarak anlamamız
gerektiği fikrine dikkat etmemiz gerektiğini ve asıl ilgi odağımızı otantik olmayan benlikten otantik
benliğe kaydırmamız gerektiğini savunuyor. Heidegger ölümle ilgili tartışmasında bu geçişlerin her
ikisinden de söz eder. O halde elimizde olmayan şey, ölü kişinin Varlık kaybına fenomenolojik
erişimidir. Ancak, tercih edilen analizi gerçekleştirmek için tam olarak ihtiyacımız olan şey bu gibi
görünüyor. Sonuç olarak, başka bir yanıt gereklidir. Heidegger'in hareketi, Dasein'ın kendi ölümünü
gerçek olarak deneyimleyemezken, onunla her zaman mevcut olan bir olasılık olarak ilişki
kurabileceğini öne sürmektir - Dasein'ın kendi ölümünün kaçınılmaz olduğu anlamında her zaman
mevcuttur. O halde elimizde olmayan şey, ölü kişinin Varlık kaybına fenomenolojik erişimidir.
Ancak, tercih edilen analizi gerçekleştirmek için tam olarak ihtiyacımız olan şey bu gibi görünüyor.
Sonuç olarak, başka bir yanıt gereklidir. Heidegger'in hareketi, Dasein'ın kendi ölümünü gerçek
olarak deneyimleyemezken, onunla her zaman mevcut olan bir olasılık olarak ilişki kurabileceğini
öne sürmektir - Dasein'ın kendi ölümünün kaçınılmaz olduğu anlamında her zaman mevcuttur.
Heidegger'in zamansallık açıklamasının açıkça ortaya koyduğu şey, Dasein'ın varoluşunda bir "an"
oluşturan her anlaşılabilirlik olayının, üç zamansal esrimenin tümü kullanılarak paketlerinin
açılması gerektiğidir. Bu tür olayların her biri, fırlatılmışlık (geçmiş), yansıtma (gelecek) ve
düşme/söylem (şimdiki) tarafından oluşturulur. O halde, bir anlamda, bu tür her olay, ilgili anlamda,
bir şimdi ile birlikte bir geçmişi ve bir geleceği birlikte gerçekleştirerek, Varlığın anlık bir bölümü
olarak kendisini aşar (ötesine geçer). Bu, "geleceğin, olmuş olmaktan daha geç olmadığını ve olmuş
olmanın da Şimdiden daha erken olmadığını" açıklar. O halde önemli olan anlamında Dasein her
zaman geleceğin, tarihin ve şimdinin bir birleşimidir.

Anlamanın asla önyargısız olmadığını vurgulayan herhangi bir görüşün tatsız bir göreciliği
gerektirdiği düşünülebilir. Ama bu çok hızlı olurdu. Tabii ki, eğer otantik Dasein, kendi kendine
yeterli bir Kartezyen özne olma anlamında bireyselleştirilseydi, o zaman belki de aşırı bir öznelci
görecilik biçimi çağırırdı. Neyse ki, otantik Dasein Kartezyen bir özne değildir, çünkü kısmen
'onlar' ile dönüştürülmüş ve kopmamış bir ilişkisi vardır. Bu, Varlık ve Zaman'da savunulan felsefi
çerçevenin bir tür kültürel göreciliği zorunlu kılıyor gibi göründüğüne dair daha önceki
görüşümüzle yeniden bağlantı kurmamızı sağlar. Bu doğru görünüyor, ancak tam olarak ne tür bir
kültürel görelilik sunulduğunu anlamaya çalışmak önemlidir.
Bütün bunlar Heidegger'in hakikat açıklamasıyla nasıl ilişkilidir? Bu soruyu yanıtlamak, ortaya
çıkarmanın temel olgusuna yeni bir boyut katar. Heidegger, felsefi geleneğin standart olarak
hakikati önermelere bağlı olarak ve önermeler ile iş durumları arasında bir tür karşılıklılık içeren
olarak kavradığına işaret eder.

Varlık ve Zaman'ın II. Bölümünde tartışıldığı gibi tarihsellik sorunu, çalışmanın en az anlaşılan
bölümlerinden biridir. Varlık ve Zaman genellikle bireysel bir Dasein'ın bakış açısının lehinde
yorumlanır: toplumsal ve tarihsel kaygılar, yapıtın temel yaklaşımına özünde yabancıdır. Bununla
birlikte, Heidegger tarihsellik kavramıyla, tarihsel soru ve temaların ontolojik araştırmanın meşru
konuları olduğunu belirtmiştir.Dolayısıyla onun tarihselliği ele alışı, Leopold von Ranke, Johann
Gustav Droysen ve Wilhelm Dilthey'in insan yaşamını edilgen ve kasıtlılıktan yoksun bir anlamda
“tarihsel” olarak gören geleneksel tarihselciliğine karşı polemik bir yanıt oluşturur. Bu tür bir
tarihselcilik, tarihi, insanların kendi gelecekleri adına kolektif geçmişlerine yanıt vermek için
bilinçli olarak üstlendikleri bir proje olarak anlamada başarısız oldu.
5) Jean Paul Sartre

Jean Paul Sartre 21 Haziran 1905 tarihinde Paris, Fransa’da doğmuştur. Paris’te varlıklı burjuva bir
ailenin çocuğu olan Sartre, sadece felsefe alanında değil edebiyat ve siyaset alanlarında da 20.
yüzyıla damga vurmuştur. Dönemin siyasi karmaşasını ve savaşlarını yakından takip eden Sartre,
hiçbir konuda fikrini dile getirmekten çekinmemiştir. Sadece Varoluşçuluğun felsefe kanadında
değil, politika kanadında da çok büyük etkileri olan Sartre, Varoluşçu Marksizm’in şekillenmesi
sağlamıştır.

Bulantı, Varoluşçuluk, Varlık ve Hiçlik kitaplarını yazan ünlü yazar, 1964 yılında Nobel Edebiyat
Ödülüne layık görülmüştür ancak resmi ayrımcılığı reddettiğini ve kurumsallaştırmak istemediğini
söyleyerek bu ödülü reddetmiştir.

Varoluşçuluk akımının ateist kanadında olan Sartre, bu akımdaki en önemli filozoflardan biridir.
Varlık anlayışının Tanrı’nın yokluğu üzerine inşa etmiştir. Onun için mutlak iyi, mutlak kötü,
mutlak doğru yoktur. İyi de kötü de tamamiyle insanın hareketlerinden oluşan bir tepkimedir.
Sartre'ın varoluşçuluk teorisi, “varolmanın özden önce geldiğini”, yani ancak varolarak ve belirli bir
şekilde hareket ederek yaşamlarımıza anlam verdiğimizi belirtir. Ona göre insanın nasıl olması
gerektiğine dair sabit bir tasarım ve bize bir amaç verecek bir Tanrı yoktur. Jean-Paul Sartre,
insanların sadece hayat sefil olduğu için değil, aynı zamanda 'özgür olmaya mahkum' olduğumuz
için sürekli ıstırap içinde yaşadığımızı söyler. Doğduğumuz ve yetiştirildiğimiz koşullar
kontrolümüz dışında olsa da, bir kez kendimizin farkına vardığımızda , özümüzü tanımlayan
seçimler yapmak zorunda olduğumuzu savunur. Bu nedenle, kendimizi ve dolayısıyla insanlığı
tanımlama sorumluluğu tamamen bizim omuzlarımıza düşen bir yük. Hali hazırda olan tanımlanmış
amaç eksikliği ile birlikte bize sonsuz seçenekler sunan 'absürt’ bir varoluş, Sartre'ın “özgürlük
ıstırabına” atfettiği şeydir. Tanrının eksikliği ile özgür iradeyi savunan Sartre için bizi kısıtlayacak
hiçbir şey olmadan, olmak istediğimiz kişi olmak ve yaşamak istediğimiz hayatı sürdürmek için
harekete geçme seçeneğine sahibiz. Yaptığımız her seçimde sadece kendimizi tanımaz bununla
beraber bir insanın ne olması gerektiğini de görmüş oluruz. Çünkü Sartre’ın varlık anlayışı 2’ye
ayrılır. Kendi başına varlık ve kendisi için varlık. Ona göre kendi başına varlık, kendisi için
varlıktan her zaman öncedir.

Jean-Paul Sartre, özgürlüğün peşinden gitmeden yaşama fikrine radikal bir şekilde karşı çıkmıştır.
İnsanların her şeyin belirli bir şekilde olması gerektiğini kabul etmesi ve daha sonra alternatif
seçenekleri kabul etmeyi veya takip etmeyi reddetmesi olgusu, onun "kötü niyetle yaşamak" olarak
adlandırdığı bir şeydir. Sartre için insanın kendisini belirli bir şehirde yaşamak, belirli bir işi
yapmak zorunda olduğuna inandırması absürt ve kötü bir şeydir. Ünlü kitabı Varlık ve Hiçlik’te bu
durumu işine o kadar dalmış bir garsonun bir noktadan sonra kendisini özgür bir birey olarak değil,
garson olarak görmesiyle örnekler. Sartre, gerçekte olduğumuz her şeyden yalnızca bizim sorumlu
olduğumuza ve hayatın bize sunduğu sayısız olasılığı keşfetmeyerek, özgürlüğümüzü kısıtlamaktan
yalnızca bizim sorumlu olduğumuzu söyler ve ekler; Mazeretsiz yalnız bırakıldık. Sartre’ın insanın
dünyaya gelmeden önce kutsal bir amacının olmamasını, seçimlerimizde özgür olduğumuzu
savunması bizi Varoluşçuluğun ilk ilkesineyani “İnsan, kendisinin yaptığı şeyden başka bir şey
değildir” ya da daha basit bir ifadeyle, insan öznelliğinin dünyasına götürür.

İnsan ancak ahlakını seçme özgürlüğünü kullanmaya başladıktan sonra var olmaya başlar. İnsan
seçtiği şeyden sorumlu olduğu için, kim olduğundan da sorumludur. Ancak insan kendinden
sorumlu olmanın ötesinde, insanlığın geri kalanından da sorumludur. Çünkü insan kendisi için
seçtiğini tüm erkekler için de seçer. Sartre'a göre, "bir seçim yapmak, aynı zamanda, seçtiğimiz
şeyin değerini onaylamaktır." Yani bir kişi dürüst bir yaşam sürmeye karar verirse, aslında tüm
erkeklerin dürüst bir yaşam sürmesi gerektiğini söylüyor demektir. Sartre ayrıca insanın her zaman
iyiyi seçmesi gerektiğine ve herkes için her şeyin iyi olmadıkça hiçbir şeyin hiçbirimiz için iyi
olamayacağına dikkat çeker. İnsan bu gerçeklerle yüzleştiğinde, ıstırabın, terk edilmişliğin ve
umutsuzluğun ağırlığını yaşar.

Varoluşçu Marksizm akımının şekillendirilmesine yardımcı olan Sartre, parayı bir kişinin
özgürlüğünü kısıtlayan tek faktör olarak lanse etti. Ona göre para ihtiyacı insanların alışılmamış
yaşam seçimlerini keşfetme fikrini kapattıklarında kendilerine sundukları bahaneydi. Toplumun
paraya boyun eğmesi Sartre'ı çileden çıkardı ve bu fenomen için suçladığı siyasal sistem
kapitalizmdi. Kapitalizmi, insanları ihtiyaç duymadıkları şeyleri satın alabilmeleri için sevmedikleri
işlerde çalışma döngüsüne hapseden bir makineye benzetti. Maddi şeylerin bu zorunluluğunun
gerçekte var olmadığını, daha çok insanların özgürlüklerini inkar etmeye ve başka şekillerde
yaşamayı gözüpeklik olarak görmelerine neden olan insan yapımı bir yapı olduğunu savundu.

"Ne istediğimizi bilmiyoruz ve yine de ne olduğumuzdan sorumluyuz - gerçek bu."

Nihayetinde Sartre, kendimize bağlı prangalarımızdan kurtulmamızı ve muazzam potansiyelimizi


elde etmemizi isteyen bir hümanistti. Özgürlüğümüzü kabul etmemizi, gerçekliğin popüler
tanımıyla kısıtlanmamamızı ve hayatı istediğimiz gibi yaşamamızı istedi.
6) Sonuç

Sonuç olarak, dünya savaşlarının acısını çektikten sonra insan varoluşçuluğu keşfetti ve bu nedenle
ilk kaygısı hayatın anlamı olan bir felsefe oldu. Felaketlere neden olan savaşlar nedeniyle insanlar
hayatın anlamını, inançlarını ve ahlaki değerlerini sorgulamaya başladı. Dolayısıyla felsefenin o
zaman, bugün bile temel ilgi alanlarından birinin varoluşçuların incelediği anlamsızlıklarla dolu bir
dünyada insanın varlığı olduğunu söyleyebiliriz. Bu akımın en önemli ve iz bırakan filozofları olan
Kierkegaard, Heidegger ve Sartre farklı yollardan varoluşun ne olduğunu, neden olduğunu
anlamlandırmaya çalışmışlardır. Kierkegaard için varoluş inançtır, Sartre için varoluş özden önce
gelir, Heidegger için ise insanın varlığının özü özgürlüktür. Fakat hepsinin ortak noktası içinde
yaşadığımız hayatın absürtlüğüdür. Hayat absürttür ve bundan kaçış yoktur. O nedenle bir amaç
aramak, kovalamak saçmadır.

7) Referanslar

https://www.felsefe.gen.tr/varolusculuk-egzistansiyalizm-nedir-ne-demektir/
https://www.britannica.com/biography/Martin-Heidegger-German-philosopher
https://www.the-philosophy.com/heidegger-philosophy
https://thebadbread.com/2016/02/07/sartre-simplified-a-review-of-existentialism-is-a-
humanism/
http://www.beytulhikme.org/Makaleler/1254238668_05_Celebi_(63-76).pdf
https://dergipark.org.tr/en/pub/sanatvetasarim/issue/20663/220429

You might also like