You are on page 1of 7

13.11.

2022

Kıbrıs Sorununun Uluslararası Bir Nitelik Kazanması ve Gelişmeler


Kıbrıs, 1571-1914 yılları arasında Türk, 1914-1960 yılları arasında İngiliz
egemenliği altında yaşadıktan sonra, 1960 yılında bağımsız bir cumhuriyet
olmuştur. Adanın, Kıbrıslı Türkler ve Türkiye’nin muhalefetine rağmen
Yunanistan’a bağlanmak istenmesi, adada Türkler ve Rumlar arasında, ada dışında
ise Türkiye ile Yunanistan arasında “Kıbrıs Uyuşmazlığı” diye adlandırılan
mücadele ve çatışmaları ortaya çıkarmıştır.
Gelişmeler sonucunda, 1956 yılı sonu itibariyle yapılan resmî beyanlar, Türkiye’nin
Kıbrıs politikasının taksimi gerçekleştirmeye yöneldiğini göstermiştir. Taksimin
özü, Kıbrıs Rumlarının self-determinasyon ilkesine dayandırılan enosis isteklerine
karşılık, Kıbrıs Türklerinin de aynı hakka dayanarak, kendilerine ait bölümün
Türkiye’ye bağlanması isteğidir.
Kıbrıs sorununa getirilen çözümün en önemli unsuru, Kıbrıs Cumhuriyeti, İngiltere,
Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan “Garanti Antlaşması’dır. Bu andlaşma
ile, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın temel maddelerinin uluslararası niteliği teyit
edilmiş ve taraflar bu anayasa uyarınca kurulmuş ve düzenlenmiş olan Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, ülke bütünlüğünü ve güvenliğini tanımayı ve
sağlamayı taahhüt etmişlerdir. İngiltere, Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin taraf olduğu Garanti Andlaşması, Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti’nin
bağımsızlığını, ülkesel bütünlüğünü ve güvenliğini ve anayasanın temel hükümlerini
teminat altına almıştır. Garanti Andlaşmasında, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bir devlet ile
siyasî ve ekonomik birliğe girmesi yasaklanırken, aynı paralelde Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin bir başka devlete katılması ve taksimi de yasaklanmıştır.
Sonuç olarak Kıbrıs’ta iki ayrı ve birbirine eşit olan iki toplumun varlığını tescil
eden bir hukukî düzen oluşmuştur. Bu andlaşmalarla, Kıbrıs’ta iki toplumun işbirliği
yapmalarıyla idare edilebilecek bir devlet kurulmuş ve bu devletin anayasasıyla
birlikte ülke bütünlüğü, bağımsızlığı ve güvenliği uluslararası alanda garanti altına
alınmıştır.
Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin İlanı
Türk yönetimi, Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kurulduğunu 13 şubat 1975 tarihinde
açıklamıştır. Türk yönetiminde, Kıbrıs Harekâtı sonrasında 1976'da Kıbrıs Türk
Federe Devleti kurulmuştur
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Bağımsızlık İlanı
Türk halkı, 20 Mayıs 1983 tarihinde Rauf Denktaş’a bir muhtıra vererek bağımsızlık
ilan edilmesini istemiştir. Kıbrıs Rumları ve Yunanlılarla yapılacak görüşmelerden
bir sonuç alınamayacağını gören Kıbrıs Türk Federe Devleti Meclisi de 15 Kasım
1983 tarihinde oy birliği ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan
etmiştir.
TÜRKİYE HARİCİ ÜLKELER NEDEN KIBRIS’I DEVLET OLARAK
TANIMAZ?
Devlet, belirli bir toprak parçası üzerinde yerleşmiş insan topluluğunun oluşturduğu
egemen bir varlıktır. Burada devletin üç unsurunun vurgulandığını görmekteyiz.
13.11.2022

Bunlardan birincisi insan topluluğu, ikincisi toprak ve üçüncüsü egemenliktir. Georg


Jellinek’in bu tanımı “üç unsur teorisi” olarak anılmaktadır.
Devlet denen şey, bir insan topluluğu olduğuna göre, her şeyden önce bir devletin
kurulabilmesi için insanlara ihtiyaç vardır. İnsan topluluğu devletin ilk unsurudur. İkinci
olarak bir devlet kurmak isteyen insanlar bu devleti havada ve denizde
kurumayacaklarına göre, toprağa ihtiyaçları vardır.
Ülke, bir devletin egemenliği altında bulunan, başkenti ve bayrağı olan, genellikle
bağımsız toprakların tümü, memleket, yurt.
Tanınma, devletin kurucu unsurlarından dördüncüsü olarak sayılmalı mıdır,
yoksa tanınmamasının devlet olması bakımından bir önemi yok mudur?
Bir uluslararası hukuk süjenin, uluslararası hukuk kurallarından yararlanabilmesi, bu
hukuk düzeninin ona sağladığı haklardan özgürce faydalanabilmesi, bu haklarını
uluslararası yargı organları önünde ileri sürebilmesi ve yüklediği yükümlülükleri
kolaylıkla yerine getirebilmesi için bu hukuk düzeni içerisinde yer alan diğer süjeler
tarafından tanınması gerekmektedir.
Tanıma kurumu ile tanıma işlemini gerçekleştiren kendi açısından yeni birime
uluslararası hukuk düzeni içerisinde yeni bir hukuksal statü vermektedir.
Uluslararası hukukta tanıma işleminin, tanıyan tarafın belirli bir çıkarının veya ilgisinin
bulunduğu anlamına geldiği kabul edilir. Örneğin, bir devletin, önceden sömürgesi olan
yeni bir devleti tanımasında bu ilgi oldukça net bir şekilde görülebilir. Bunun yanında
ilgi veya çıkarın bu kadar net anlaşılmadığı durumlar da vardır. Örneğin, bir devletin
yeni oluşan bir devleti tanıması durumunda, tanıyan devletin bu yeni durumdan
doğrudan etkilenen hakkının varlığını gözlemlemek daha zordur. Ancak, bu son
durumda bile, tanıyan devlet, uluslararası topluma üyeliği doğrultusunda sahip olduğu
hak, çıkar veya ilgisini esas alarak hareket etmektedir.
Oppenheim, Anzilottii ve Kelsen’in savunucuları olduğu kurucu teoriye göre, bir devlet
tanınmadan önce var olamaz. Tanıma, devlet ancak tanındıktan sonra bir hukuk süjesi
olabileceği için geçmişe dönük hiçbir etkiye sahip olamayacaktır. Ayrıca, tanıma
iradesini gösteren bu iradesini geri alabilecektir. Kurucu teorinin devlet olma
iddiasındaki bir oluşumun unsurlarından herhangi birinin eksik olduğu veya tam olarak
yerleşemediği durumlarda bu eksikliği giderme etkisine sahip olduğu söylenmektedir.
Kelsen’e göre, hukuki tanıma bilme yetisidir ve hukuki tanıma olmadan, uluslararası
anlamda bir devletin kurulması gerçekleşemez. Kelsen hukuki tanımayı, devlet olarak
tanınmak isteyen yeni oluşumda uluslararası hukuk tarafından bir devletin oluşabilmesi
için aranan koşulların bulunduğunun saptanması şeklinde tarif eder. Hukuki tanımanın
kurucu bir etkisi vardır.

Devletlerin tanınması hususu incelendiğinde, dikkati çeken ilk ve en önemli tanımın,


Uluslararası Hukuk Enstitüsü tarafından, 17-24 Nisan 1936 tarihleri arasında
gerçekleşen Brüksel toplantısında yapılmış olduğu görülür. Uluslararası Hukuk
Enstitüsü bu toplantıda, devletlerin tanınmasını şu şekilde tarif etmiştir: “Yeni bir
devletin tanınması, belirli bir ülke üzerinde, siyasî bakımdan teşkilatlanmış, var olan
diğer herhangi bir devletten bağımsız ve uluslararası hukuktan doğan yükümlülükleri
13.11.2022

yerine getirmeye muktedir bir insan topluluğunun varlığının bir veya birçok devlet
tarafından kabul edilmesi ve bu devletlerin yeni devleti uluslararası camianın bir üyesi
olarak sayma niyetlerini açıklayan serbest bir tasarruftur.” Yapılan bu tarife göre
tanıma, bir veya birden çok devletin bir birliğin tüm hukukî sonuçlarıyla bir devlet
oluşturduğunu onayladıkları bir tek taraflı hukukî işlem görünümündedir.
2. Tanımanın Fiilî şartları
1) Devletin oluşumunu sağlayan unsurlardan birincisi, sınırları tayin edilmiş bir toprak
parçasının, yani bir ülkenin varlığıdır.
2) Bir varlığın devlet niteliğini kazanıp tanınmayı talep edebilmesi için taşıması gereken
şartlardan biri de egemen-üstün bir otoritenin varlığıdır.
3) Tanınacak olan devletin uluslararası hukuktan doğacak yükümlülükleri yerine
getirmeye muktedir olması gerekir.
DEVLETLERİN TANINMASI KONUSUNDAKİ BAŞLICA SORUNLAR
1. Tanımanın Kurucu veya Açıklayıcı Olması Sorunu
a. Tanımanın Kurucu Olduğu Görüşü
Tanımanın kurucu nitelik taşıdığı iddiası, bu kurumu devletin kurucu unsurlarından biri
haline getirmektedir. Yani tanıma; devletin oluşumu için gerekli olan ülke, insan
topluluğu ve egemen-üstün kamu otoritesi unsurlarının yanında dördüncü unsur olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Bir devlet ancak tanıma ile uluslararası kişiliğini, uluslararası hukuk süjesi olma vasfını
ve kendisini tanıyan devletlerle ilişkilere girme ehliyetini kazanabilmektedir. Yani,
tanınmadan önce devletin hukukî şahsiyeti yoktur. Bu görüşe göre, mevcut devletin arzu
ettiği takdirde ve arzu ettiği zamanda ve kendisince gerekli şartların varlığı halinde
gerçekleşen tanıma, uluslararası hukuk kişiliğinin doğumunu sağlamaktadır. Sonuç
olarak, hak hâkim devletlerin iradesinden doğmakta, bir devlet tanınmadıkça
yaşayamamaktadır.
DEVLETLERİN TANIMA YOLLARI
De Facto (Fiilî) ve De Jure (Hukukî)Tanıma Yeni bir devletin tanınmasında ortaya
çıkan güçlükler, bu devletin bağımsızlığı, ülke üzerindeki otoritesi ve devamlılığı
konusundaki şüpheler ve erken tanımanın uluslararası alanda yaratacağı sorunlar,
devletlerin dereceli bir tanıma usulüne başvurmalarına yol açmıştır. Uluslararası
uygulamada, tartışmalı olmakla beraber, yeni devletlerin de facto ve de jure olarak
tanınabildiği görülmektedir
De facto tanıma, var olan devletlerin, yeni bir devleti tam olarak tanımakta belirli
şüphelerinin bulunduğu ve bu yüzden sınırlı ve geçici olarak hukukî ilişkilere girme
isteğini ortaya koydukları bir tanıma yoludur. De facto tanımada, tanıyan devletin, yeni
devletin bağımsızlığına, ülke üzerindeki otoritesine ve/veya devamlılığına ilişkin
birtakım şüpheleri bulunmakta ve kendisini tam olarak bağlamak istememektedir. Bu
tür bir tanıma yolu seçildiğinde, hem de facto tanınan devletle sınırlı da olsa ilişki
kurulabilmekte, hem de gerektiğinde bu işlem geri alınabilmektedir.
De jure tanıma ise tam tanımadır. Tanımanın bütün hukukî etkilerini bünyesinde taşır.
De jure tanıma ile, tanıyan devlet, yeni devletin varlığını tamamen kabul edip, bu yeni
13.11.2022

devletle uluslararası ilişkiler kurma niyetini kesin olarak ortaya koyar. De jure
tanımanın de facto tanımanın aksine geri alınabilmesi mümkün değildir. Burada
belirtilmesi gereken önemli bir husus da bir devletin de facto tanıdığı yeni bir devleti,
gerekli şartları tanıdığı kanaatine vardığı takdirde de jure tanıyabilmesi, yani de facto
tanımayı de jure tanıma haline dönüştürebilmesidir. Nitekim, tanıyan devletin de facto
tanıdığı devlet hakkında istikrar ve otoriteye dair şüphelerinin ortadan kalkması halinde,
de facto tanımayı de jure tanımaya dönüştürebilmesi mümkündür
Kıbrıs’ta de facto tanımına uyar.

DEVLETLERİN TANINMASININ HUKUKÎ ETKİLERİ ve TANINMAYAN


DEVLETLERİN HUKUKÎ DURUMU
Tüm bunların yanında, devlet olmanın objektif unsurlarını yerine getirerek kurulmuş da
olsa, yeni kurulan bir devlet tanınmamış olması sebebiyle uluslararası alanda ciddi
güçlüklerle karşılamaktadır.
Bunlardan birincisi, yeni kurulan bir devletin tanınmamasından dolayı uluslararası
alanda devlet olarak muamele görmesinin güç olmasıdır. Bunun yanında, tanınmamış
devletin hukukî işlemlerinin, yasalarının ve yargı kararlarının hukukî değeri bulunmaz.
Tanınmamış bir devletin geleneksel yargı bağışıklığından yararlanması ve uluslararası
örgütlere üye olmasının güçleşmesi yanında, diplomasi ilişkileri kurması ve uluslararası
yargı ve hakemlik organlarına başvurması da imkânsız hale gelir.
DEVLETLERİN TANINMASI KONUSUNDA ULUSLARARASI HUKUKUN
GETİRDİĞİ SINIRLAMALAR
1. Kuvvete Başvurmanın Yasaklanması İlkesi (Stimson Doktrini)
Briand-Kellog Paktı’nda, kuvvet kullanma yoluyla elde edilen durumların kabul
edilemeyeceğinin, tanınmayacağının öngörülmesinin ardından, Amerika Birleşik
Devletleri Dışişleri Bakanı Stimson‟un, 7 Ocak 1932 tarihinde, Japonya’nın Çin’i
işgal ederek “Mançukuo” devletini kurması üzerine aynı yönde yaptığı açıklama
nedeniyle Stimson Doktrini olarak da adlandırılan bu ilkeye göre, uluslararası
hukuka aykırı biçimde, kuvvet kullanımı sonucu oluşan devletler ve ülke
kazanımları tanınmamalıdır.
Bizim konumuz açısından da bu, 'Türkiye de Kıbrıs cumhuriyetini işgal ederek
KKTC ‘yi kurmuştur’ şeklinde ortaya çıkmaktadır.
2. Self-Determinasyon İlkesi
Self-determinasyon ilkesinin çeşitli anlamları vardır. Bunlar; her devletin halkının
siyasî rejimini, anayasal düzenini serbestçe belirleme hakkına sahip olması ve ülke
topraklarının ayrılması veya katılmasının ilgili nüfusların serbestçe ortaya
koydukları iradeye aykırı Şekilde gerçekleşememesidir.
Uluslararası hukukta tanıma kurumu açısından önem arz eden bu hak, İkinci Dünya
Savaşı sonrasındaki gelişmelerin etkisiyle, yalnızca sömürgecilikten kurtulma
amacına yönelik olarak kullanılabilmektedir. Diğer ayrılıkçı hareketler ise, ülkesel
bütünlüğe aykırı düştüğü gerekçesiyle reddedilmekte ve bu gibi topluluklara self-
determinasyon hakkı tanınmamaktadır. Sonuç olarak, uluslararası hukukta, self-
13.11.2022

determinasyon hakkına sahip olmayan birimlerin ayrılmaları durumlarında,


tanınmamaları yönünde güçlü bir kanaat mevcuttur.
SELFDETERMİNAYSYON PRENSİBİNE DAYANDIRILAN İDDİALAR
YUNAN TEZİ;
Yunanistan ve Kıbrıs Rum toplumunun gerçekleştirmeye çalıştığı siyaset, Kıbrıs
adasının Yunanistan egemenliğine tabii kılınması yani enosistir. Bu tez BM şartının
amaçlar ve prensipler bölümünde yer alan ;’’madde 1/2 ‘ye göre bütün milletler
arasında halkların eşit hakları ve self determinasyon prensibine dayalı dostça ilişkileri
geliştirmek hükmüne dayandırılarak işlenmiştir. Yunanistan şu gerekçeyi ortaya
koymuştur:’’ Kıbrıs binlerce yıldan beri Yunanlılar tarafından meskun olan bir yunan
adasıdır. Kıbrıs ada tarihte ilk belirdiğinde, adadan, tanrıları ve ahalisi nedeniyle söz
açılır. O zamanlardan beri hiçbir değişiklik olmamıştır. Tarihin 3000 yılı içinde adada
birbirini izleyen yabancı egemenlikler sadece geçici unsurlar olmuştur. Kıbrıs’ın Yunan
dünyasına ait olduğunu söylemek mümkün değildir. Kıbrıs Yunanistan’ın kendisidir.
Yunanistan’ın tezine göre adadaki Türk toplumu ayrı bir halk değil azınlıktır.
İNGİLİZ TEZİ;
2.Dünya savaşı ertesinde İngiltere ada üzerindeki egemenliğinden hiçbir biçimde
vazgeçme niyetinde değildir. Ada halkına iç işlerde özerklik öngören bir anayasa
hazırlama, ekonomik ve sosyal gelişmeyi sağlayacak bir program uygulamak yolundaki
girişimlerinin enosisten başka çözümü reddeden Kıbrıs Ortodoks kilisesi tarafından
kabul edilmemesi ve Yunanistan ın bu tezi belirleyerek uyuşmazlığın
milletlerarasılaştırılmasını sağlaması karşısında bu tutumunu haklı gösterme çabasına
girmiştir. 1958 yılına kadar İngiltere’nin ada üzerindeki egemenliğinden
vazgeçmemesinin asıl nedeni adanın stratejik önemidir.

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GÜVENLİK KONSEYİNİN 18.11.1983 TARİHLİ ve


541 SAYILI KARARI ve BU KARARIN TANIMA KURUMU AÇISINDAN
TAŞIDIĞI ANLAM
1. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 18.11.1983 Tarihli ve 541 Sayılı
Kararı
1. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bölünmesini destekleyen Türk Kıbrıs otoritelerinin
deklarasyonunu inceledi.
2. Yukarıda bahsedilen deklarasyonu yasal olarak geçersiz saydı ve geri çekilme için
çağrıda bulundu.
3. 365(1974) ve 367(1975) sayılı kararlarının acilen ve etkin bir Şekilde uygulanması
için çağrıda bulundu.
4. Kıbrıs’ta hemen ve uzun süreli bir oluşuma yönelik en erken muhtemel gelişmeyi
başarmak için Genel Sekreter’den iyiniyet misyonunu sürdürmesi istendi.
5. Taraflardan Genel Sekreter’in iyiniyet misyonuna tam destek vermeleri istendi.
13.11.2022

6. Tüm devletlerden egemenlik, bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne saygı göstermeleri


istendi.
7. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin haricinde hiçbir Kıbrıs Devleti’ni tanımamaları istendi.
8. Devletlerden ve iki taraftan durumu zorlaştıracak herhangi bir eylemden kaçınmaları
istendi.
2. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 18.11.1983 Tarihli ve 541 Sayılı
Kararının Uluslararası Hukukta Tanıma Kurumu Açısından Taşıdığı Anlam
15 Kasım 1983 tarihli Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulmasının hemen
ardından , Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan’ın ve pek çok devletin yanı sıra Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi’nin de tepkisini çekti.
15 Kasım 1983 tarihinde, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulmasının hemen
ardından Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından alınan 18.11.1983 tarihli ve
541 sayılı kararla, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşu batıl ilan edilmiş ve
diğer devletlere, Kıbrıs Cumhuriyeti’nden başka bir devletin tanınmaması çağrısında
bulunulmuştur. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bu kararını, bu kuruluşun Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin Kuruluşuna ilişkin Andlaşma‟ya ve Garanti Antlaşması’na aykırı
olduğu ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin uluslararası hukuka aykırı kuvvet
kullanma yoluyla kurulduğu varsayımına dayandırmıştır. Güvenlik Konseyi, 18
Kasım’da aldığı bir kararla bağımsızlık kararını kınadı. 13 Mayıs 1984’te de Güvenlik
Konseyi 550 sayılı kararı ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanını ayrılıkçı bir
hareket olarak tanımladı.
Kıbrıs’ın paylaşılamaması ve bazı çatışmaların ortaya çıktığı görülür. Sebebi ise
Kıbrıs’ın, Doğu Akdeniz’in ortasında batmaz bir uçak gemisi olarak, çok değerli bir
mavi vatana sahip olmasından kaynaklanan jeostratejik, jeopolitik ve jeoekonomik
önemi ve değeridir. Bu bağlamda;
 Kıbrıs Adası, Anadolu’nun en önemli ihracat ve ithalat limanları olan ve NATO’nun
Orta Doğu’daki bir harekâtında silah, malzeme ve personel transferi maksadıyla
kullanılmak üzere ‘hub-port (toplanma limanı)’ olarak benimsediği Mersin ve
İskenderun’a giriş ve çıkışı kontrol etmektedir.
 Doğu Akdeniz’deki, hatta Türk Boğazları’nın ve Süveyş Kanalı’nın açıldığı
Akdeniz’deki bütün deniz ticaretini, deniz ulaştırmasını kontrol edebilecek olanaktadır.
 Kafkas, Hazar havzası ve Kerkük-Musul petrollerinin ve doğal gaz boru hatlarının
ulaştığı İskenderun Körfezi’ni koruma ve kontrol bakımından eşsiz bir stratejik konuma
sahiptir.
 Kıbrıs’ta konuşlandırılacak askeri güçler, özellikle deniz ve hava kuvvetleri ile
orta/uzun menzilli füzeler, adanın merkezi konumu nedeniyle, Anadolu ve güney
sahillerimiz dâhil bölge ülkelerini etkileri altına alabileceklerdir.
 Türkiye, yeni gelişmekte olan Asya ekonomik pazarının batı kapısı üzerindedir.
Asya, dünya ile deniz bağlantısını Batı’da, Türkiye’nin Akdeniz kapısı üzerinden
sağlayacaktır. Dolayısıyla bu batı kapısının kilidi Kıbrıs’tır.
13.11.2022

 Kıbrıs, Türkiye’nin güney sahillerinin emniyetini ve denizden/havadan güvenliğini


sağlamakta ve bu bölgedeki kuvvetler için ileri bir harekât üssü, ikmal üssü vazifesi
görmektedir.
 Kıbrıs, bir mütecaviz devletin elinde bulunması durumunda, Türkiye’yi güneyden
tehdit ederek, güney bölgesinde büyük çaplı bir askeri kuvvet bulundurulmasını zorunlu
kılacaktır.
 Kıbrıs, Ege’de Yunanistan’a verilmiş adalarla batıdan kuşatılmış durumda bulunan
Türkiye’ye güneyden Akdeniz’e emniyetli çıkış imkânı sağlamakta, bölgeye yönelik
deniz ulaştırma hatlarını kontrol altında bulundurmakta ve Türkiye’nin stratejik
savunma derinliği açısından hayati önemi bulunmaktadır.

You might also like