You are on page 1of 55

TC.

MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ


2021 2022 DERS YILI
İSLAM MEZHEPLERİ TARİHİ DERSİ

MEHMET TOPRAK
(VİZE) DERS NOTLARI
7 Ekim 2021
Bir ders şu kısımlardan oluşur:
-İsm-i ders
-Fenn-i ders: Bu ders neyden bahsediyor, konusu nedir?
-Tadad-ı füsul: Kaç bölümden oluşur?
-Tebyin-i garaz: Amacı ne?
Üç kavramımız vardır: İslam, mezhep ve tarih.

A) İSLAM KAVRAMI:
Tüm mezheplerin kabul ettiği ortak/genel tanıma göre İslam; Hazreti Peygambere
indirilen en son vahiydir. İhtilaf, bu vahyin yorumlarında ortaya çıkmaktadır. “En son vahiy”
ifadesi ondan önce de dinler olduğunu ifade etmektedir.

Din: Yüce bir varlığa tapınmadır. Bu varlığın ismi değişebilir. Ancak öz itibariyle yüce
bir varlıktır.
Relagion(din) latincedir.
Re(yeniden) + Legare(bağlanmak)

“Bir zamanlar bu yüce varlıkla birlikteydik, dünyaya gönderilişimizle ondan ayrıldık. Şimdi
yeniden yüce varlığa din aracılığı ile bağlanabiliriz.” anlamını ihtiva etmektedir.
Yüce varlık konusunda(mevcudiyeti hakkında) tarihte üç görüş oluşmuştur:

1-Evet, bu varlık vardır. Bu da iki gruptur:


A)Teizm: Her şeye müdahil bir tanrı anlayışı vardır. Ölümden sonra bile durum böyle devam
eder. Kendi içinde 4’e ayrılır:
A.1: Monoteizm: Tek tanrı.
A.2: Biteizm(Düalizm): İkili tanrı anlayışı. Zerdüştlük’teki iyi ve kötünün tanrısı gibi.
A.3: Panteizm: Pan, her şey demektir. Spinoza bu görüştedir. Vahdet-i Vücud da buna
benzer.
Ayrım ise: Panteizm’de “her şey O’dur”; Vahdet inancında ise “her şey O’ndandır.”
(Fukahaya göre vahdet anlayışı küfürdür. Çünkü tevhid anlayışına terstir.)
A.4: Politeizm(Çok tanrıcılık)

B)Deizm: Tanrının yalnızca yaratıcı olarak var olduğunu ve olaylara müdahale etmediğini
savunur. Filozofların tanrısı kabul edilir.

2-Hayır, bu varlık yoktur.


-Ateizm bunu savunur.

3-Böyle bir varlığın olup olmadığını bilemeyiz.


-Agnostisizm
Gnostik: İrfan demektir. Başındaki -a ise olumsuzluk bildirir. Böyle bir bilgiyi tanımayan
anlamındadır. Agnostisizm de gizli ateizm kabul edilir.

1
Monoteist inançlar: Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam (İbrahimi dinler)
Hristiyanlık’ta bilinenin aksine çok tanrı anlayışı yoktur. Yaratıcı tek bir özdür. Bu cevherin
üç yansıması vardır: Baba-Oğul ve Kutsal Ruh. Tıpkı bir ayna gibi. Hristiyanlar yahudiliği din
olarak kabul eder ancak hükümlerini uygulamaz. Yeni Ahit’i
uygularlar. İslam’ı ise kabul etmezler.
Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ı Yahudiliğin sapıtmış mezhepleri olarak kabul eder.
İslam ikisini de muharref dinler olarak kabul eder. Peygamberimizin vefatıyla(632) birlikte
İslam’da farklı yorumlar ortaya çıkmıştır.

İki anlayış mevcuttur:

1- Sünni anlayış:
a)Fıkhi(ameli): Hanefi, Şafii, Hanbeli, Maliki
B)İnanç(itikat): Maturidi, Eşari, Selefi…

2- Şii anlayış: İmamete dayalı.


a) Zeydi B)İsmaili C)İmami
Ve alt kolları…
-Dünyada toplam 8 milyar insan yaşamaktadır.
Hristiyanlık: 2.3 milyar
İslam: 1.7 milyar(En hızlı gelişen din)
Hinduizm: 1.2 milyar
Seküler tayfa(ateizm, agnostisizm vs. yüce varlığa bağlanmayanlar): 800 milyon
Budizm: 600 milyon

Yahuilik: 14 milyon
Hepsinin amacı ve iddiası kişiyi yüce varlığa(marifetullaha) ulaştırmaktır.

İnsanoğlunun din tercihini açıklamak için evlilik türleri üzerinden bağdaştırma kurabiliriz:
1-Aşk evliliği: İlahi tecrübe
2-Mantık evliliği: Akla yatkın bulduğu için.
3-Beşik kertmesi: Doğuştan verilmiş zorunlu karar.
4:Görücü usülü: Büyüklerin uygun görmesi üzerine.
Ödev: Vizeye kadar “Nasıl müslüman oldum?” konulu bir kompozisyon!

11 Ekim 2021

DİN KAVRAMI:
Yüce varlıkla ilgili elimizde bulunan malzemeler 1300’lü yıllara tekabül etmektedir.
Hz. Musa (m.ö. 1300)
Buda(m.ö. 483)
Konfüçyüs (m.ö 479)
Sokrates (m.ö. 399)

2
Eflatun (m.ö. 347)
Aristo (m.ö. 322)
Hz. İsa (m. 1)
Hz. Muhammed (610-ilk vahiy)

İslam’ı anlamak için arkadaki birikimi görmek gereklidir. Tarihi tarih yapan geçmiştir.
Manipüleye açık bir alandır, kurgulanır. Kalabalıkları kontrol etme aracıdır.

Tarihte iki tane bilgi edinme yöntemi ile karşılaşılır:


1-Mith (rivayete/aktarıma dayalı bilgi)
2-Logos(akla dayalı bilgi)
Logos, herhangi bir şeyin önüne getirildiğinde şu üç anlamı ifade eder: Aklen nedir, nasıl
bilinir, nasıl açıklanır?

Theos+logos= theologhy

Aklen tanrı nedir, onu nasıl biliriz, bilsek de nasıl açıklarız? İşte bu, teolojinin
konusudur. Bu yönüyle mitten ayrıdır. Akaid mithe(rivayete) dayalıdır ve akla, bilime yer
vermez. Kelam ise logosa dayanır.
Alimler de logosu yabancı eserlerden kelam şeklinde tercüme etmişlerdir.
Bütün dinler rivayete dayalıdır. Deneysel alanla kanıtlanamadığı için farklılaşmalar vardır.
Logos denen sorgulama Sokrates’le başlar, Eflatun’la derinleşir ve Aristo ile deneysel alana
kayar. Bu üçlünün tartışmadığı şey yoktur.
“Düşünce tarihi denilen şey Eflatun’a düşülen dipnottur.” denilmektedir. Yüce varlık
hakkında da konuşmuşlardır. Bu sebeple baştaki tabloya eklenmişlerdir. Örneğin en nihai
mutluluk meselesi ruyetullah meselesi ile bağlantılılı kabul edilmektedir. Din kavramını
konuşmak için bu üçlünün fikirlerini de bilmek gerekir.

-Her dinin; Akaid, ilmihal, mabed ve sembolleri vardır.


Diğerlerini tanımadan kendimizi(İslam’ı) tanıyamayız.
Fars atasözü: “Din bir kandile benzer. Onunla evinizi aydınlatadabilirsiniz, yakadabilirsiniz.”

B) MEZHEP KAVRAMI:
Gidilen yol demektir. Terim olarak ise; mezhep imamları denilen kurucu şahısların
ictihadlarıyla ortaya çıkan yapılardır. Mezhep denildiğinde daha çok fıkıh mezhepleri
anlaşılmaktadır. Bu derste ise itikadi ve siyasi mezhepler görülecektir. Bu sebeple fırka
kavramının kullanılması daha yerindedir. Nitekim kaynaklarda da bu şekilde geçmiştir.

‫تاريخ فرق االسالمية‬


İtikadi ve siyasi islam fırkaları tarihi.

‫ فرق‬-‫فرقة‬
Mezhepler

3
‫ ملل‬-‫ملة‬
Din

Daha çok 3.yy’daki eserler için kullanılmıştır. Bir yada iki varaklık kısa metinler: ‫ات‬-‫مقالة‬
Hak olmayan mezhepler ‫ نحال‬-‫نحلة‬
Kendi arzusunun peşine düşmek: ‫اهوى‬-‫هوى‬
C) TARİH KAVRAMI:
Tarih: Geçmişte yaşanan olayları bize aktaran ilimdir. Tarih olması için: Yer,mekan, sebep ve
sonuç bildirmesi gerekir. Aksi takdirde dedikodudur.

İslam Mezhepleri Tarihi: Peygambere indirilen vahyin farklı yorumlanması sonucu ortaya
çıkan siyasi ve itikadi grupları yer ve zaman belirterek sebep sonuç ilişkiler çerçevesinde
olabildiğince tarafsız bir gözle aktaran ilim dalıdır.
-Batılıların kullandığı gibi Sünni islam, Şii islam, Radikal islam, ılımlı islam yoktur. İslam
tektir. Mezhepler ise sadece onun farklı yorumlarıdır. Ancak Sünni, Şii vs. müslümanlık
mevcuttur. Hristiyanlıkta ise pek çok farklı din var gibidir. Nitekim Katoliklik, Protestanlık
birbirinden son derece farklıdır.
Ehli sünnet karşılığı olarak Batı’da “ortodoks” kavramı kullanılır. Ehli sünnet dışı yapılar
içinde “heteredoks” kavramı kullanılır.
-Ortodoks: Orthos+ doksa: Doğru inanç
-Heteredoks: Heteros+doksa: Öteki inanç
Bizdeki ortodoks anlayış Ehli Sünnet’tir. İran’da ise Caferilik’tir. Dolayısıyla bir ülkenin
amentüsü siyasi yapısı ile de doğrudan alakalıdır
-Senkretik ve eklektik bir tür seçmeciliktir. Farklı din ve mezheplerden bir şeyleri toplayan
dinler için kullanılır. Nusaybilik, Anadolu Aleviliği vs. senkretiktir. Çünkü Hristiyanlık’tan,
İslam’dan, Şamanizm’den vs. pek çok şey alarak ortaya çıkmıştır.
Farkları: Senkretikte farklılıklar ayıplanmaz. Kırk farklı kumaştan elbise dikmek ve bu
farklılıkların görünmesine müsaade etmek gibi. Birbirinden farklı olan geleneklerin
birleştirilmesidir. Eklektik ise bu farklı kumaşları bir kazana koyup kaynatmak ve sonunda tek
renk elde etmek gibidir. Farklılık ve uyumsuzluklar giderilir.

14.Ekim 2021

İslam düşüncesinde iki normatif (hüküm veren) ilim dalı vardır: Fıkıh (helal ve haram
hükümleri) ve kelam (iman-küfür hükümleri) Fıkıh hukuku; kelam ideolojiyi belirler.
İslam mezhepleri tarihi tasviri/betimleyici bir ilim dalıdır ve kesin hükümleri yoktur. Bilmeyi
değil anlamayı dert edinir.
KAYNAKLARI
1-İyi derecede kelam, hadis, siyer bilgisi.
Bunlar islami ilimleri usül-ü selasesidir.
(Siyer noktasında Muhammed Hamidullah önerilir.)
KLASİK KAYNAKLARIN BAŞLICA ÖZELLİKLERİ
-Genelde kendi mezhebini ispat; diğerlerini reddetmek için yazılmış eserlerdir.
-Fırkaların tarihi, siyasi, içtimai, iktisadi vs. diğer gelişmelerle bağlantısını göstermez.

4
-Kaynakları okurken kitabın müellifi, onun yaşadığı dönem, ülke, dönemin dini, siyasi, sosyal
durumu önemlidir.
Tirmizi hadisi: “Yahudiler 71 fırkaya ayrıldılar. Hristiyanlar 72 fırkaya ayrıldılar. Ümmetim
ise 73 fırkaya ayrılacaktır.”
Hadisin devamında şu nakledilir: “Bu fırkalardan biri kurtuluşa erecektir. O da benim ve
ashabımın yolunda olanların fırkasıdır.”
Bu fırkaya fırka-i naciye denir. İhtilaflı bir konudur. Her fırka kendi doğruluğunu iddia eder.
BAZI İHTİLAFLAR:
-Eşari gibi bazı alimler bu hadise değinmemiş, sessiz kalmıştır.
-İbn Hazm hadisin zayıf olduğunu söylemiştir.
-Çoğunluğa göre bu sayı çokluktan kinayedir.
-Goldziher ise bunun anlamının “İman 70 ayrı şubedir.” hadisinden çıkarıldığını söylemiştir.
*Pencereye bakarsanız tozu, sinekliği, kiri görürsünüz; pencereden bakarsanız ise
manzarayı.*
18 Ekim 2021
Bugün biraz metodoloji, eskilerin deyimiyle usul konusuna bakacağız. Hani güzel bir
söz vardı “vusulsüzlük usulsüzlüktendir”. Yani bir şeye ulaşamıyorsanız usulünüz yanlıştır. O
açıdan da usul, ilimlerde en önemli şeydir. Fakat gariptir bizim İslami ilimlerde fıkıh usulü,
tefsir usulü, hadis usulü var ama tarih usulü yok. Oysa hepsinden önemlisi usuldür. Bu
konuda yazılan kaynaklardan birisi Zeki Velidi Togan’ın “Tarihte Usul” kitabı, 1950 yılında
yayımlanmış. Sonrasında da çok ciddi bir şey yazılmamış.
Tarihte usul, yani biz bu tarihi kaynakları nasıl okumalıyız, okurken nelere dikkat
etmeliyiz, yol ve yöntemimiz ne olmalı? Şimdi sadece tarihi eserler için değil, hangi eseri
okursak okuyalım kesinlikle:
➢ Eserin müellifini iyi tanımamız gerekir, ''bu eseri kim yazmış?''
➢ Bu müellif hangi dönemde yaşamış dini, siyasi ve
➢ Ve hangi bölgede yaşamış. sosyal yapısı
Bunları bilmeden okuyacağımız her kitap bizi hakikatten uzaklaştırır. Çünkü
hiçbir yazar kendi döneminden bağımsız değildir. Döneminin sosyal, siyasal ve
dini şartlarıyla kayıtlıdır. Yani müellif İran’da yazıyorsa Şiiliği, Arabistan’da
yazıyorsa Vehhabiliği, Osmanlı döneminde yazıyorsa Sünniliği dikkate almak
zorundayız. Bu açıdan da eğer biz müellifin yaşadığı bölgenin dini, siyasi ve
sosyal yapısını bilmiyorsak, idare, siyasi eğilim nedir haberimiz yoksa, sanki
müellif bütün gerçekleri aktarmış gibi okuruz ve yanılırız.
Bunlarla ilgili birkaç örnek aktaracağım size. Hani bir söz vardır “aslanın vücudu yediği
etlerden müteşekkildir” derler, biz insanların düşünce ve fikir yapısını okuduğumuz kitaplar,
çevremizden edindiğimiz tecrübeler ve izlenimler zihnimizi şekillendirir. En çok şekillendiren
de tarihtir. O sebeple ben birazda tarihi “bir tür zihin formatlama sanatı” olarak görüyorum.
Zihnimizi şekillendirmek için kurgulanabilen bir ilim. Eğitim sistemi de böyledir ama bunun
içerisinde tarihin yeri çok daha fazladır. O sebeple ilerleyen derslerde göreceğiz, mesela

5
Sünni zihinle Şii zihin ayrı formatlardır. Sünni kafa Sünniliğe göre formatlanmış, Şii kafa ise
Şiiliğe göre. Usul meselesinin anlaşılması bu yüzden çok önemlidir.
Örnekler:

• İbn İshak (ö. 151/768): “es-Sire”. Uzak dönemden, İbn Hişam’a kadar gelen,
elimizdeki en eski tarih eseri. İbn İshak’ın kendisi değil de ondan nakleden İbn
Hişam’ın eseri daha meşhur olmuş. Tarihi kaynaklar genelde bilgileri İbn Hişam
aracılığıyla aktarırlar. İbn Hişam da bizzat kendisi diyor ki, İbn İshak’ın es-Sire’sinde
gördüğüm her şeyi aktarmadım çünkü bazı bilgiler hoşuma gitmedi ve kafa
karışıklığına sebep olur diye düşündüm ve onları nakletmedim.
Yani erken dönemde mesela 3. 4. asırda tarihçi bir metin alıyor, o metinden yeni
bir metin çıkarıyor ama önceki metindeki bütün her şeyi de aktarmıyor. Mesela bunu
şöyle bir metaforla düşünebilirsiniz, tarihçilerin bir depo metaforu vardır, arşive girip
bir konu araştıracaksınız ve o konuda yüzlerce malzeme var. Müellif o malzemeden
kendine göre o malzemeden bir seçki yapıyor. Dolayısıyla biz okuyucular o müellifin
kitabını okurken sadece onun seçtiklerini görüyoruz. Geriye kalan yüzlerce eseri
göremiyoruz. Yani falancanın tarihi dediğimiz şey onun seçkisidir, falancanın
İslam’da şu yorumu onun seçtiği malzemelerle oluşan bir yorumdur, çünkü resmin
tamamını vermesi mümkün değil. Ayrıca dönemin ideolojisi belli bir dönemde yazılan
eserlerde müellif ona göre kalem oynatıyor, yani dönemin iktidarı metinleri doğrudan
etkiliyor.
• Fazlur Rahman (Ö. 1988): “İslam” adlı en meşhur eseri 1977-1978 yıllarında
yazıldı. Bu yakın dönemden bir örnek. O zaman Selçuk İlahiyat Fakültesinde Mehmet
Dağ ve Mehmet Aydın hocalar bu eseri Türkçeye tercüme etmeye başlıyorlar ve 1979
da tamamlıyorlar. 1980 yılında yayımlanacakken darbe gerçekleşiyor. Kenan Evren
yönetime el koyuyor. Kitabın içerisinde de Mustafa Kemal, laiklik, Türkiye ile ilgili
bazı bölümler bulunuyor. Olduğu haliyle yayımlanırsa tutuklanma söz konusu olacak.
Fazlur Rahman’a mektup yazarak durumu açıklayarak bazı bölümleri çıkarmayı teklif
ediyorlar. Oda kitabın bütünlüğünü bozmayacaksa yapabilirsiniz diyor. Böylece 1981
yılında Türkçe tercümesi yayımlanıyor ve bazı bölümlerin çıkarıldığına dair hiçbir
açıklama yapılmıyor. 1992 yılında Turgut Özal varken, mütercimler o çıkarılan
bölümleri ekleyip 1992 de yeniden baskıya veriyorlar. Bu yakın zaman örneği, tarihte
ise eserler Sultanlara sunulur, ilk sayfalarında sultana övgüler vardır.
• DİA, bu örnekte 21 yy. için. Bu ansiklopedi 1988 de yazılmaya başladı 2000'lerde de
44 cilt halinde tamamlandı. Yakın dönemde de online erişime açıldı. 2016’dan sonra
bu ansiklopedide de bazı değişiklikler yapıldı, matbu kısmı aynı olsa da birçok madde
müellifini göremezsiniz. Fetö ile bağlantılı oldukları düşünülen bütün yazarlar
kaldırıldı, maddelerin altına başkalarının isimleri yazıldı.

Tarih karanlık bir ilim derken kastettiğim bu. Dolayısıyla tarih ölü bir ilim
değildir, sürekli canlıdır. Her gün üzerine bir şeyler eklenir, silinir, yeniden toparlanır,
yeniden üretilir ve insanların zihinleri ona göre şekillendirilmeye çalışılır. İktidarlar
bir tarih göstermeye çalışır ama bizim görevimiz bize gösterilmeyeni görebilmek.

6
Metodoloji, usul dediğimiz şey bize bunu öğretir. Metodoloji bizden saklanan kısmı
görmemizi sağlar. Tarihte 2 tür bakış açısından söz edilir:
1. Tarihi çok iyi bilirseniz bugünü daha iyi anlarsınız, yani geçmişten hisse
çıkarırsınız.
2. Bugünü iyi anlarsanız tarihi de iyi anlarsınız çünkü bugün bu olaylar içinde
yaşıyorsunuz. Dolayısıyla bizim görevimiz hem bugünü çok iyi
anlayabilmek hem de geçmişi bu anlamda değerlendirmek.
Bununla alakalı İrfan Ancar’ın “İdeolojik Tarih Okumaları”
kitabın özellikle -giriş- kısmını okumanızı tavsiye ediyorum.
(merak edenler için)

Soru: (Soru tam olarak anlaşılamıyor.)


Cevap: Taberi tarihçiler arasında çok muteber bir yerde değil. Kendi içerisinde bir tutarlılığı
vardır. Bazı müellifler onun eserlerini kullanıyor. En azından şunu diyebilir; ben şu konuları
almadım oraya müracaat edilebilir. Halk nazarından baktığımızda peygamber ve sahabiler
bunları mı yapmış diye şaşkınlık ortaya çıkaracak şeyler. Aktarılan tarih genelde süzgeçlerden
geçerek gelir. Biz o süzgeçten geçmemiş halini görmek zorundayız.
Şimdi bir tane İslam var ama binlerce cemaat, tarikat, mezhep adına ne dersek diyelim,
bugün paramparça olmuş bir Müslüman topluluk var. 1,7 milyar Müslümandan söz ediyoruz.
İslam dini tevhid dinidir (birlik-beraberlik). Kur-an’ Kerim’de de “Allah’ın ipine sımsıkı
sarılın, tefrikaya düşmeyin.” mealindeki ayeti kerimede direk bu fırka kelimesine atıfta
bulunuluyor. “Ve le teferrağu” fırkalaşmayınız. Fakat tarih bu şekilde cereyan etmemiş. Farklı
sebeplerle Müslümanlar gruplara ayrılmışlar.
632’den sonra her şey değişiyor. Bu değişimin pek çok sebepleri var. Farklı yorumların ortaya
çıkmasında genel sebepler vardır.
Mezheplerin ortaya çıkış sebepleri:
1. İnsan tabiatı (yaratılış). İnsan tabiatı farklı değişikliklere meyyaldir. Peygamber
döneminde henüz Müslümanlık, Hicaz dışına çıkmamıştı. Ama sonraki dönemlerde
altı kıtaya yayılınca gerek yöresel gerek farklı sebeplerle birçok değişiklikler meydana
gelmiştir.
2. Toplumsal yapı ve coğrafya. Günümüzde Afrika’ya Avrupa’ya baktığımızda pek çok
farklılık görünür.
3. Naslar ve dini metinler. Muhkem-Müteşabih ayetler. Arş, istiva, yedullah kelimeleri
gibi. Birileri gerçek anlam demiş, diğerleri mecazi anlam demiş, bazıları biz yorum
yapmayız demiş; Mutezile’nin anlayışı farklı, diğer kelamcıların anlayışı farklı
gruplaşmaları ortaya çıkmıştır.
4. Farklı din ve medeniyetlerle karşılaşma: Müslümanlar zaman içerisinde farklı
bölgelere göç edince değişik kültürlerle, dinlerle, anlayışlarla karşılaştılar. Özellikle
Abbasiler döneminde Grek felsefesinin Arapçaya tercümesi Müslüman alimler
üzerinde çok büyük bir etki bıraktı. Eflatunu özellikle, adeta ilahi, peygamber

7
seviyesine çıkardılar. Çünkü Eflatuna göre hakikat evrende gördüğümüzün ötesinde
bir şeydi. Felsefeciler bunu savunurken, kelamcıların onlara reddiyesi Gazzâlî’nin
tekfir faaliyeti olarak ortaya çıkmıştır. 17 meselede dalâletle 3 meselede küfürle
suçluyor. Bir anda farklı meseleler, yorumlar ortaya çıkıyor.
5. İmamet ve hilafet meselesi: Dersimiz açısından en can alıcı sebep Müslümanlar
arasındaki ilk ayrılık bu konuda ortaya çıkacaktır.

➢ İslam vahyinin başlangıcı 610 (ilk vahiy)


➢ Vahiy gelmeye devam eder 632 (bu süreçte tek bir isyan bile olmaz. Herhangi bir çelişki
ve tenakuzdan uzak bir İslam anlayışı.)
Hz. Peygamberin Müslümanlar üzerinde 3 otoritesi var:
1- Dini otorite
2- Siyasi otorite
3- Manevi otorite
Dini, siyasi, manevi konularda ne derse o olur, tek otorite O'dur. 632 yılından sonra bu 3
otorite ne oldu? Burada gelenek ikiye ayrılıyor:
➢ Sünni gelenek; bu üç otoriteden dini otoriteyi ulema, siyasi otoriteyi umera (emirler),
manevi otoriteyi evliya almıştır. Üç ayrı grup üzerinde oluşur. Ulema; fukaha ve
mütekellim. İslam düşüncesinin iki normatif hüküm koyucusu. Fıkıh helal ve haram
hükümlerini, Kelam da iman ve küfür hükümlerini verir. Devletin anayasasını koruma
komisyonu üyeleri gibidirler. Fıkıhçılar hukuk alanının, kelamcılar da ideoloji
alanının koruyucusudur. İman-küfür, helal-haram üzerinden yapılan konumlamalar,
anayasaya uygundur veya değildir tartışmaları gibi anlaşılmalıdır. Manevi alanda
veliler üzerinden bu böyledir.
➢ Şii gelenek; her üç otoritede imam üzerinde. Şii düşüncede ilahi bilgi kesintiye
uğramamıştır. Allah Teâlâ’nın her devirde ilahi bilgi sahibi birini bulundurması
zorunludur. Aksi taktirde insanlık yolunu şaşırır. İşte bu ilahi bilgi sahibi kişiler
imamlardır. Hz. Ali ile başlar, devam eder. Bu imamların tayini bizzat Allah
tarafından peygambere bildirilmiş, peygamber tarafından da ümmetine bildirilmiştir.
Bu geleneğin oluşumu nas ve tayin dedikleri faaliyet ve hadislerle oluşmuştur. Bu
sebeple Şii gelenekte peygamberden sonra yegâne otorite imamdır.
Hz. Peygamberin üç otoritesi de hem Sünnilikte hem Şiilikte devam ediyor. Şiilik bunu tek
şahısta toplarken, Sünnilik ise üç farklı müessese de toplamıştır. Ve tarih içerisinde yapılanlar
buna göre şekillenecektir.
632-634 Hz. Ebubekir Dönemi: Seçilmesi sırasında bazı tartışmalar yaşanıyor.
Sakifetü Beni Saide gölgeliğinde olaylar cereyan ediyor. Ensar, Sa’d b. Ubade’yi,
muhacirler, Hz. Ebubekir’i destekliyor, Haşimoğulları ise açıktan söylemeseler de içlerinden
bu işin kendi hakları olduğuna dair bir düşünceye sahipler. Ehl-i beyt cenaze işleri ile
ilgilenirken, Sakife gölgeliğinde tartışmalar başlıyor. Hz. Ebubekir çok etkili bir konuşma
yapıyor, riyaset meselesinin öteden beri Arapların Kureyş kabilesine ait olduğu, Arapların

8
Kureyş ’ten başka bir kabilenin reisliğini kabul etmeyeceğini aktarıyor. İlk olarak Hz. Ömer
biat ediyor. Sa’d b. Ubade ve arkadaşları, o sırada orda olmayan Hz. Ali ve Ehl-i Beyt biat
etmiyor. Burada önemli olan ilk günden bir kırgınlık çıkması, ama bu bir mücadele haline
gelmemiş, Hz. Ebubekir’in seçilmesiyle yatışmış. Şia’ya göre orada ayet okunmuş ve hadisler
söylenmiştir. Ama oradaki sahabilerden böyle bir hadis nakli olmamıştır.
Hz. Ebubekir dönemi Müslümanlar açısından sakin bir dönem. İmamet tartışması yok.
Ridde olayları ve zekat ödemek istemeyenlerin olayları var.
İki sene sonra 634’te Hz. Ebubekir, Hz. Ömer’i yerine tayin ediyor. Adaleti ile meşhur
herkesin tanıdığı birisi olması hasebiyle ona karşı bir itiraz yok. Hz. Ömer’in hilafetiyle geçen
bu 10 yıl yapılan fetihlerle dönemin en müreffeh, huzurlu dönemidir. Vefatına yakın Hz.
Ömer olabilecekleri bilerek bir seçim yapmıyor. Ya Hz. Osman olacak ya Hz. Ali, Hz. Osman
olursa Ümeyyeoğulları, Hz. Ali olursa Haşimoğulları. İki ezeli düşman kabile. Zaten Hz.
Ömer’den sonra ortalığın karışmasının sebebi de budur. Şahıslarla ilgili bir çatışma değil.
Cahiliyye devrine dayanan bir kabile çatışması. Hz. Ömer hangisini seçse diğerinin kabul
etmeyeceğini bilerek işi şûra’ya bırakıyor. Altı kişiden biri seçilecek kendi oğlu Abdullah’ta
seçilmemek sadece oy vermek için şûra’ya dahil ediliyor. Şûra’dakiler hem Hz. Ali’ye hem de
Hz. Osman’a şu soruyu soruyorlar: Halife olursanız Hz. Peygamberin ve ondan sonraki iki
halifenin yolundan yürüyeceğinize söz verir misiniz? Hz. Osman’ın evet dediği, Hz. Ali’nin
ise gücümün yettiği nispette dediği rivayet edilir. Bunun üzerine orada bulunanların Hz.
Osman’ı halife seçtiklerini biliyoruz. 3. Halife Hz. Osman, aslında 656 tarihi Emeviler’in
başlangıcıdır.
21 Ekim 2021

Mezheplerin ortaya çıkış sebeplerini konuşuyorduk. İnsan tabiatı, coğrafya, dini


metinler, farklı kültür ve medeniyetlerle karşılaşma ve bir de siyasi sebepler özellikle de
imamet ve hilafet meselesi… Bir tane İslam var fakat çok farklı İslam anlayışları,
Müslümanlıklar var. Niye böyle çünkü insan tabiatından kaynaklı, her insan psikolojik yapısı
itibariyle değişikliklere meyilli demiştik.
Gündelik hayatta da hepimiz bu farklılıkları görüyoruz. Bunun dışında özellikle aile ve
coğrafyanın etkisi, dini metinler, kelam dersinde gördüğünüz gibi müteşabihat konusundaki
farklı yaklaşımları bir de Müslümanlar, Grek felsefesiyle Yunan felsefesiyle karşılaştıklarında
Sokrat, Aristo, Eflatun gibi filozofların fikirlerinden etkilenecekler. Bu etkiyle bir kısmı
bunları benimseyip öykünmeye çalışacak, bir kısmı da bu felsefe yoluyla gelen bilgilerin
küfür olduğunu savunacak. Mesela Gazzali’nin Tehafütül Felasefe’de 17 konuda delaletle 3
konuda küfürle suçladığı İslam filozoflarını, sonra İbn Rüşd’ün gelip Tehafütü Tehafütül
Felasefe ona bir reddiye yazdığını, bu tartışmalardan farklı grupların ve yapıların ortaya
çıktığını gördük. Bizim dersimiz açısından Müslümanlar arasındaki ilk ihtilaf Hz.
Peygamber’in vefatı süreciyle başlayan tartışmadır. Yani bu imamet ve hilafet meselesi Hz.
Peygamber’in yerine kimin geçeceği konusu..

9
İslam tarihinin belli kırılma noktaları var demiştik. 610 İslam vahyinin başlangıcı ilk
vahyin gelişidir. Bu 632’ye kadar devam edecek 22 ya da 23 yıl. Bu süre içerisinde herhangi
bir tartışma yok Hz. Peygamber hem dini hem siyasi hem de manevi otoritedir. 3 alanda
da yegane otorite Hz. Peygamber’dir. Hz. Peygamber vefat edince 632’den sonra bu
konularda kim otorite olacak ilk tartışma budur yani Hz. Peygamber’in sonra kimin halife
olacağı meselesidir. Eş’ari’nin Makalat’ında da giriş kısmına bakarsanız bu tartışma ile başlar.
632’de ortaya çıkan yapı şu şekildedir. Ensar, Sa’d bin Ubade’yi kendi içlerinden halife
olarak düşünmektedir. Muhacir Hz. Ebubekir'i, Haşimoğulları ise açıkça söylemeseler de
gönüllerinde bu işin Hz Ali’ye ait olduğunu düşünüyorlar. Bu sırada Hz. Peygamber’in
cenaze işi devam etmektedir. İlk teşebbüs Ensar’dan gelecek. Ensar Sakifetü’s Beni Saide
gölgeliğinde toplanıp Sad bin Ubade’yi seçmek üzeredir. O sırada Hz. Ebubekir, Hz. Ali, Hz.
Ömer, Hz. Osman cenaze işleriyle uğraşıyor. Onlara Ensar’ın halife seçmek üzere toplandığı
haberi gidiyor. Hz. Ömer ve Hz. Ebubekir cenaze işlerini Ehl-i beyte Hz. Ali’ye bırakıyorlar
kendileri de bu Sakifetü's Beni Saide’ye geliyorlar.
Burada kaynakların bize aktardığına göre birtakım tartışmalar oluyor. Ensar ve muhacir
halifenin kendilerinden olması gerektiğini söylüyorlar. Haşimoğulları orada olmadıklarından
işin içinde değil. Hatta bir ara bir tane sizden bir tane bizden olsun fikri ortaya çıkıyor. En
sonunda Hz. Ebubekir etkili bir konuşma yapıyor. Arapların bu reislik riyaset meselesini
öteden beri Kureyş’e ait olduğunu, Kureyş’in dışında başka bir kabilenin riyaset makamına
gelmesi halinde Arapların itaat etmeyeceğini söylüyor. Ortam biraz yatışınca da Hz. Ömer
Hz. Ebubekir’e biat ediyor. Böylece ilk halife Hz. Ebubekir seçiliyor fakat Sad bin Ubade ve
yanındakiler biat etmiyor. Haşimoğulları kırgın kendilerine hiç danışılmamış olduğu için
küsüyorlar. Hatta Hz. Fatıma’nın biat etmediği Hz. Ali’nin de Fatıma’nın vefatından sonra
biat ettiğine dair rivayetler var. Durum ne olursa olsun bu rivayetler sahih değildir ayrı bir
tartışma konusu… Bütün bunlardan çıkan mana daha o ilk günde bu konuda ashap arasında
bir kırgınlığın olduğudur. Sonra Hz. Ebubekir bu tartışmalar olmasına rağmen ilk halife
olarak seçiliyor. Birinci halife Hz. Ebubekir 632-634
2 yıl sonra kendi yerine Hz. Ömer’i tayin ediyor. (Hz. Ömer 634-644) Bu duruma bir
itiraz yok. Çünkü Hz. Ömer hem adaletiyle hem duruşuyla bütün ashabın saygısını kazanmış
bir isimdir. Gerçekten de Hz. Ömer dönemi fetihlerin genişlediği beytülmalin zenginleştiği bir
dönemdir. Hz. Ebubekir döneminde de Hz. Ömer döneminde de artık hilafetle ilgili bir
tartışma görmüyoruz. Hz. Ömer vefatından önce kendisi gibi dirayetli biri bulamadığı için işi
şuraya bırakıyor. (6 kişilik bir şura) aslında kimin seçileceği bellidir. 2 aday var: Hz. Osman
ve Hz. Ali. Hz. Ömer bunlardan birini doğrudan atayabilirdi. Atamamasının sebebi var çünkü
bu ikisinden biri Ümeyyeoğullarından yani Emevilerden Hz. Osman ve Haşimoğullarından
Hz. Ali… Bunlar iki ezeli düşman kabile, İslam’ın başlangıcından itibaren çekişme
halindedir.
Ebu Sufyan'ı hatırlayınız Bedir'de Uhud’da vs. hep Hz. Peygamber’in karşısında
olmuştur. Şimdi Hz. Osman’a bıraksa Haşimoğulları, Hz. Ali’ye bıraksa Ümeyyeoğulları
itiraz edecek. Zaten tarihin seyri de bize bunu gösteriyor. Hz Osman’dan sonra işler karışıyor.
Şura içerisinden Hz. Osman’ın seçildiğini görüyoruz.

10
Hz. Osman (644’ten 656’ya kadar 12 yıl) bu 12 yılın ilk 6 yılı biraz daha ılımlı sakin
geçer ama ikinci 6 yılda birtakım olaylar var: Hz. Osman’ın akrabalarını önemli makamlara
getirmesi, İslam’a aykırı davranan birtakım valileri görevden almaması cezalandırmaması,
bazı kıraatleri yasaklatması, 11ushafları yaktırması, kendisi ve birtakım valileri eleştiren Ebu
Zer’i sürgün etmesi… Bütün bunlar birike birike halifeye karşı bir tepki oluşur. Hicaz
bölgesinde Basra’da vb bölgelerde isyancılar yola çıkarlar ve Medine’ye kadar gelirler. Hz
Osman’a ''Adaletini kaybettin ya görevi bırak yoksa biz seni görevden alacağız'' derler. Orada
ciddi tartışmalar yaşanır. Hz. Ali oğullarıyla birlikte bu çatışmayı önlemeye çalışsa da engel
olamaz. Önce yatışır gibi olurlar ama sonra dönüp tekrar gelirler ve Hz. Osman’ı şehit ederler.
İslam tarihinin ilk Müslüman’ın Müslüman’ı öldürdüğü hem de bir halifeyi (Hz.
Peygamber’ e bağlı halifeyi öldürdüğü) bir ortam. Hz. Osman vefat edince orada bulunanlar
Hz. Ali’nin halife olmasını isterler Hz. Ali mecburen hilafeti almak durumda kalır fakat
ortalık iyice karışmıştır. Bir de isyancılar Hz. Ali'yi isteyince, şöyle bir algı ortaya çıkar: Hz
Ali bunları kışkırttı. Öyle bir durum da var. Hz. Ali’nin üzerinde böyle bir suçlama da var.
Sanki Hz. Ali onları kışkırtmış Hz. Osman’ı alaşağı etmiş ve yerine kendisi gelmiş gibi
algılanır. Hz. Ali dönemi 2 önemli olay: biri Cemel vakası diğeri Sıffin savaşı yaşanır. Cemel
656 Sıffin 657
Cemel’de Hz. Ali’nin karşısında Hz. Aişe aşere-i mübeşşireden Talha ve Zübeyr vardır.
Sıffin' de de Muaviye vardır. Aynayı İslam tarihinin biraz karanlık ve çamurlu taraflarına
çevireceğiz dedik maalesef en karanlık bölgesi de bu taraftır. Hz. Peygamber’in terbiyesinde
yetişmiş insanların onun vefatından 25 yıl sonra geldikleri durum.
Hz. Ali önce Hz. Aişe, Talha ve Zübeyr'in üzerine yürür. Bu topluluk Basra’yı ele
geçirmiştir. Basra’da kendilerince bir yönetim ilan ederler. Hz. Ali’nin valisini derdest ederler
sonra bu Cemel savaşında, Hz. Aişe bir deve üzerinde bu savaşı idare ettiği için Cemel Savaşı
ya da Cemel vakası olarak geçer tarihte. Hz. Ali galip gelir ve karşı taraf esir muamelesi
yapılmaz. İki tarafta da çok sayıda insan ölür. Hz.Aişe esir alınır ama esir muamelesi
yapılmadan yanına birtakım hizmetçiler de verilerek Medine’ye gönderilir.
Sırada Şam valisi Muaviye vardır. Muaviye’de Hz. Osman’ın kanını iddia ederek Hz.
Ali’den katilleri bir an önce bulması gerektiği söyleyerek yola çıkar. Bu görünürdeki sebeptir,
asıl sebep daha derinlerdedir. Bazıları Emevilerin, Hz. Osman’la yani 656 yılıyla başladığını
söylerler. Muaviye ile değil. Çünkü Hz. Osman da Ümeyyeoğullarındandır. Onun hilafetiyle
birlikte büroksasiye vs artık Emeviler yerleşmeye başlamıştır. Muaviye de Hz. Ömer’den
itibaren Şam valisidir bürokrasiyi siyaseti çok iyi bilen birisidir. Yanında da Amr ibnül As
vardır. Kendisine Arap siyaset dâhisi diyorlar. Hz. Ali onun karşısında çok toy sayılır. Zaten
Kufe'dekiler biat etmişler bir avuç insan, diğerlerinin biatını almaya çalışıyor.
Şimdi böyle bir durumda Muaviye'nin üzerine yürür ama Muaviye tarafı daha güçlüdür.
Sıffın bugün Suriye sınırları içerisinde bir ovadır. Sıffin ovasında bu iki ordu karşılaşır. Hz.
Ali’nin ordusu galip geleceği sırada Muaviye’nin yanında bulunan Amr ibnül As bir hileye
başvurarak Muaviye’yi yenilgiden kurtarır. Şam’dan getirdikleri Kur’an sayfalarını
mızraklarının ucuna bağlayıp Kur’an aramızda hakem olsun Allah’ın hükmüne dönelim
derler. Hz. Ali bunun bir savaş hilesi olduğunu kanmamaları gerektiğini söylese de yanındaki

11
kurraları hafızları ikna edemez. Muaviye’nin amacı da Hz. Ali’nin ordusunda çok hafız var
Kur’an’ı görürlerse dururlar diyordu, gerçekten de duruyorlar ve Kur’an’ın hakemliğine
başvurmayı istiyorlar. Tarihe tahkim diye geçen olay budur.
Hz. Ali’nin hakemi Ebu Musa el-Eşari, Muaviye’nin hakemi Amr ibnül As. Bu
hakemler birkaç kere bir araya gelir toplanırlar ama bu görüşmelerden bir netice alınamaz
fakat yeni bir gelişme olur. Bu tahkim olayı İslam tarihinin hocaya göre en büyük kırılma
anıdır. Bu hadise yıl 657 de Hz. Peygamber’in vefatından sonra 25 yıl geçmiş. Hz. Ali
ordusundan hakeme gidilmesini itiraz eden bir grup -Hariciler diyeceğiz onlara- hem Ali
tarafını hem Muaviye tarafını tekfir ederek siz küfre düştünüz Allah’ın hükmünü reddettiniz
derler. Allah’ın hükmü nedir (Hariciliği daha sonra göreceğiz. Hariciler sıradan insanlar değil.
Kendilerini İslam’a gerçekten adamış insanlar imanları güçlü, amelleri güçlü, çoğu Kur’an
hafızı, Kur’an'ı okumaktan dilleri pelte pelte olmuş, namaz kılmaktan dizleri nasır olmuş
insanlardır. Diyorlar ki Kur’an’ı Kerim’de Hucurat suresinde 9. Ayette ''Müminlerden iki
topluluk savaşırsa aralarını düzeltmeye çalışın. Ama biri diğerine tekrar saldırır isyan ederse
onunla Allah’ın hükmüne boyun eğinceye kadar savaşın.''
Hariciler: ''Ayette hakeme gidiniz demiyor sonuna kadar savaşın diyor. Siz hakeme
gitmekle bu ayetin hükmünü çiğnemiş oluyorsunuz. Ayetin hükmünü çiğnemek küfürdür.
Küfre düşüyorsunuz'' diyorlar. Hariciler öyle tevil ve tefsire gitmezler doğrudan ayet ne
diyorsa odur. İki tarafı da tekfir ederek ayrılıyorlar. Şimdi bu durumda tahkim hadisesi bize 3
grup veriyor.
1-Hz. Ali ve taraftarları
2-Muaviye ve taraftarları
3-Haricilik
Tahkim en önemli dönüm noktası bizim için. Çünkü bu ayrım günümüze kadar
gelmiştir. Hz. Ali ve taraftarlarından Şii, Muaviye ve taraftarlarından Sünnilik, Haricilikten
ise diğerleri -günümüzde daha çok radikal diye tanımladığımız gruplar- geliyor.
İkinci kısım biraz kafanızı karıştırmış olabilir ama resmi tarih böyledir. Yoksa bu fertlerin
vicdani tercihi değil. Sünnilik dediğimiz yapı otoritenin sistemin devletin yanında olacaktır.
Emevi de olsa Abbasi de olsa Selçuklu da olsa Osmanlı da olsa devleti tanıyor reddetmiyor o
açıdan Sünniliği ikinci kısımdan getiriyoruz. Şimdi bu açılımlara bir bakalım. Bu kısmı
anlamak sonrasını anlamak açısından önemlidir.
610-632 Hz. Peygamber Dönemi
632-661 Hulefa-i Raşidin
661-750 Emeviler Dönemi (Burada 6 aylık Hz. Hasan dönemi var ama çok uzun ömürlü
olmamıştır.) Sonra Hz. Hasan hilafeti Muaviye’ye devretmiştir.
750-1250 Abbasiler (Abbasilerin son döneminde de Selçuklular hakimdir.)
1250-1300 Selçuklular

12
1300-1924 hilafetin kaldırılışına kadar Osmanlılar
Sonrasında Türkiye Cumhuriyeti
Sünni tarih algısı budur. Sünnilere göre İslam’ın bugüne gelişi böyle bir çizgi takip
etmiştir. Bizim zihinlerimiz bu sıralamaya göre eğitilmiş formatlanmıştır.
Diğer tarafta bir başka hikaye, Şiilik üzerinden baktığımızda:
610-632 Hz.Peygamber Dönemi
1-Hz. Ali
2- Hz. Hasan
3-Hz. Hüseyin
25- Ali Zeynelabidin
25- Muhammed Bakır
6- Cafer Sadık
7- Musa Kazım
8- Ali er-Rızai
9- Muhammed et-teki
10- Ali en-Naki
11- Hasan el-Askevi
12- halen hayatta olan Muhammed el- Mehdi
Şiilik dediğimiz zaman Caferiliği kabul ediyoruz. Şiilik içerisinde çoğunluk İsna
aşeriyedir. Muhammed el Mehdi 874’ten sonra kaybolmuş halen hayattadır. Şii tarih algısı bu
şekilde gelecektir. Ta ki 1500’lere kadar Şah İsmail İran’da Safevi devletini kurana kadar
ciddi anlamda bir devletleri yok onları destekleyen bazı beylikler olmuştur ama esas devlet
Safeviler olmuştur. Şii anlayış imamlar üzerinden yürüyecektir. Hatırlarsanız Hz.Peygamber’e
ait 3 otoriteden bahsetmiştik. Bunlar dini, siyasi ve manevidir. Sünnilik dini otoriteyi ulemaya
siyasi otoriteyi ümeraya manevi otoriteyi evliyaya verip 3’e ayırarak devam ettirirken Şiilik
her 3 otoriteyi de imamlarda toplayacaktır.
İmamlar ilahi bilgi sahibidir. Masumdur. Allah’tan aldıkları ilahi bilgiyle hareket
ederler. Dolayısıyla imamların sözleri hadis olarak kabul edilir. İlerde ayrıntılarını göreceğiz.
Bunu söylememizin sebebi mezhepler tarihi olsun İslam tarihi olsun göz ardı etmememiz
gereken şey, neden mezheplere gruplara ayrılıyoruz konusudur. Mesela bizde sünni tarih
üzerinden gittikleri için buna sünni format diğerlerine de şii format atılmıştır. Android ios
sistemleri gibi android sisteme ios sisteminden bir şey yükleyemeyiz. Sünni sistem
kullanıyorsan oradan bir şey yükleyeceksin Şii kısımdan bir şey yüklemeye kalkarsan sana
çalışmaz diyecektir. Zihin Şii sistemle formatlandıysa sünni uygulamayı yükleyemeyiz.
Mesela bizim zihnimizde imamet çalışmaz. İmameti yüklediğin zaman kasar. Bu ne saçmalık

13
der. Şii kısma yükleyince sanki iki saat sonra ortaya çıkacakmış gibi Mehdi çıkacak dünyayı
kurtaracak yeniden adaletle yönetilecek diye heyecanla beklerler böyle bir anlayış vardır.
Haricilik ise başka bir yapıdır. Zaman zaman Harici zihniyet diye bir söz duyarsınız.
Hoca İngiltere’deyken İngiltere basını ile ilgili şöyle bir yazı okumuş. Ülkeyi
muhafazakarların yönetmesini isteyenler Daily telegraph okur, ülkeyi işçi partisinin
yönetmesini isteyenler the guardian okurlar, ülkeyi kimin yönettiği umurlarında olmayanlar
Sun gazetesi okurlar Ülkeleri kendilerinin yönetmesi gerektiğine inananlar ise İndependent
okurlar. Bu Hariciler de her şeyi en iyi kendilerinin bildiğini ve kendilerinin haklı olduğunu
kabul eden her dönemde rastlayabileceğimiz bir zihniyettir. İsimleri değişse de bugüne kadar
da bu damar gelmiştir.
Dikkat ederseniz Sünnilik, Şiilik bunların alt kolları zeydilik, İsna aşerilik gibi tek bir
İslam var ama Hz. Peygamber’den sonra bu İslam böyle yayılarak dağılarak bugüne kadar
gelmiştir. Bugün 1.6 milyar Müslümandan söz ediyoruz. Bu 1.6 milyar Müslümanın ortak
noktaları nedir derseniz Ehl-i sünneti anlatırken konuşacağız şöyle 5 10 tane bir madde var
onun dışında kalanlarda bir yeknesaklık yoktur, farklıdır. Bu da gayet normal çünkü din ve
inançlarda insan psikolojisi ve insan sosyolojisi devreye giriyor. Biz bazı şeyleri hep taklitle
yapıyoruz. Maalesef dinde ve inançlarda mezheplerde bu daha çok görülüyor. Ailenin
geleneği ne ise hatta eskiden şöyle bir şey vardı, bir aile x partisine oy veriyorsa bütün aile o
partiye oy verir, değişmez. Bir aile şu mezheptense ondan sonrakiler hep o mezheptendir niye
Şafii olmuyorum araştırıp da o yola gidiyim demiyoruz. Taklit daha kolayımıza geliyor ve
insanlar hep kalabalıkların gittiği yolu tercih ediyorlar. Bakıyorlar kalabalık neredeyse oraya
takılıp gidiyor. İnsan psikolojisi çok garip bir şeydir. İnsan beyninin ne olduğunu tam
çözemediler, beyin nasıl algılar nasıl kendi içinde bir sonuca ulaşır tam olarak bilemiyoruz.
Bu mezheplerde, dinlerde daha çok uydum kalabalığa meselesidir. Bizim derdimiz de uydum
kalabalığa meselesini anlamaya çalışmaktır.
Gustave le Bon’un Kitle Psikolojisi kitabı vardır. Bu kitle psikolojisi çok ilginç bir şey
Kitlesel aldanış diye bir kavram. Elazığ’da yaşanmış bir olay… Herkese yakın bir yerde akıl
hastanesi varmış. Bir gün hava güneşli güzelken 40-50 tane akıl hastasını bahçeye çıkarmışlar
güneşlensinler diye fakat bahçenin kapısını açık unutmuşlar. Akıl hastaları boş açık kapıdan
caddelere dalmışlar. Hemşireler heyecanla başhekime koşmuşlar demişler ki ‘Hepsi dağıldı bu
hastaları nasıl toplayacağız?’ Başhekim ‘Merak etmeyin bana bir direksiyon bir düdük bulun
bir de şapka bulun demiş. Bunları getirip başhekime vermişler. Başhekim şapkayı takmış
direksiyonu ve düdüğü almış caddeye gitmiş. Onlara durun şimdi sizinle trencilik
oynayacağım ben lokomotif olacağım siz de vagon arkama dizilin demiş. Hepsi arkasına
dizilmişler cuf cuf diye 30 40 dk dolaşmışlar hepsini içeri almış saymışlar 200 kişi oysa ki
giden 50 kişiydi ☺ 150 kişi kitle psikolojisiyle gelmiş dolayısıyla bu derslerde bunu
anlamaya çalışacağız.
Tek İslam var ama farklı yorumlar var diyoruz bunu bir video ile sizlere göstermeye
çalışacağım Biri mabed üzerinden diğeri kıyafetler üzerinden olacak. Biliyoruz ki İslam’ın
mabedi camidir, ama öyle tek bir cami modeli yok, bölgeye göre coğrafyaya göre değişen
cami modelleri, renkleri, mimarileri var. Klasikten çağdaşa doğru bir dönüşüm geçirmiştir.

14
Diğeri İslam dinin erkek kadın tesettür kıyafetleri üzerinden bölgeye ve anlayışa göre nasıl
değişim geçirdiğidir. Bu videoda bu şekilde bir yorum farklılığı göreceksiniz.
Hoca elimizdeki kılavuzun ilk sayfasındaki kelime-i şehadetlere bakmamızı istedi. Bu iki
resim iki uç İslam yorumudur. Her ikisinde de şehadet kelimesi vardır. Bir tanesi konforlu bir
salon şöminesi falan var oraya yazılmış. Diğeri cihad alanında bunu yazmış. Göreceğimiz
bütün mezhepler anlayışlar bu ikisi arasında gelip gidecektir. Bunlardan birisi Mürcii anlayış
diğeri Harici anlayıştır. Biri ne kadar katıysa öbürü de o kadar esnektir. Yani Mürcie’de
imandan çıkmanız mümkün değil ne yaparsan yap kalbinde iman varsa sıkıntı yoktur
anlayışıdır. Diğerinde ise cihad etmeden bunun mücadelesini vermeden inancını amele
dökmeden Müslüman olamazsın, hemen tekfir eder. Ehl-i sünnet ise bu iki uç noktayı
birleştirme uzlaştırma mücadelesidir. Orta yol mücadelesidir.
( Bu kısımda video izlerken hocanın yaptığı yorumlara değinilecek.)
İlk dinlediğimiz ezanda name yoktu. Bazı mezheplerde name günahtır. Haricilerde
camiler süslemelerden uzaktır. Süslemesi çok olan sarayı andıran camilerde namaz kılmazlar,
sünnete aykırı kabul ederler.
İkinci dinlediğimiz ezan Şii ezanıdır. Şii ezanı tamamen duygu üzerinedir. Zaten
Şiilikten duyguyu çekip alınca Şiilik kalmaz. Bir de Farsça’ nın edebi gücünü eklediğimiz
zaman artı değer katar, Osmanlı işte biraz bu yüzden korkmuştur.
"Kim ki bilmez Farisi gitti dilin yarisi
Kim ki bilir Farisi gitti dinin yarisi"
Bu yüzden bizde kolay kolay Farsça öğrenmezler. Şii ezanında Eşhedü enne aliyel veliyullah
ibaresini duyacaksınız.
Aynı farklılığı bir de kıyafetler üzerinden göreceğiz. Sünni gelenekte kadının Ak Parti
iktidarıyla görünürlüğü arttı siyasal alanda hala çok olmasa da. Fakat Şii gelenekte kadın
hayatın her alanında vardır. Mesela bugün İran sanat sinema spor olimpiyatlarda her alanda
kadının olduğunu görüyoruz. Bir grup buna izin verirken diğer grup haramdır diyecek. Daha
düne kadar kadının okutulması haramdır görüşü de vardı. Her mezhebin kendine göre
toplumda bir yaklaşımı olacaktır. Bir de gelenek meselesi var. Örneğin Asya’ya gittiğinizde
farklı bir örtünme şekli ve renkler görüyorsunuz Afrika’ya gittiğinizde farklı bir örtünme şekli
görüyorsunuz. Aynı şekilde Amerika'da, Avrupa’da Türkiye’de hep farklı bir yapının
karşımıza çıktığını görüyorsunuz. Gördüğünüz gibi tek bir İslam var ama milyonlarca yorum
var ve bu son yorumcu gelene kadar devam edecek.
25 Ekim 2021

Özellikle Hz.Osman döneminde başlayan, Hz Ali döneminde giderek artan bir takım
olaylar, Müslümanların 657 dediğimiz tahkim ya da hakem hadisesi diye adlandırdığı olaydan
sonra belli başlı üç gruba ayrıldığını ifade etmiştik. Bunlardan bir grup Hz ali ve taraftarları
demiştik ki, o gruptan Şiiliğin günümüze kadar geldiğini ifade ettik. Tabi bu bir anda ortaya

15
çıkan bir şey değil 657 de bir tohum ekiyorsunuz bu tohum zaman içerisinde gelişerek
büyüyerek bir ağaca dönüşüyor, bu da yüzyıllar alır. Şiilik de Sünnilik de bir anda ortaya
çıkmış yapılar değillerdir. Bunlar birer tarihi süreçtir. Orada tohumlar ekilmiştir. Orada ekilen
tohumlar zaman içinde devasa yapılara dönüşmüştür. Muaviye ve taraftarları dediğimiz siyasi
gruptan ise bugün Sünnilik dediğimiz yapı ortaya çıkmıştır.
Birde Haricilik dediğimiz bu iki yapının dışında kalan, bu ikisini de haksız bulan ve
kendilerince hakikatin şöyle veya böyle olmasına karar veren gruptur. Onlarda o tarihten bu
yana varlıklarını korumuşlardır, isimleri değişse de. İsimler değişir, birisi şu ismi koyar diğeri
başka isim koyar ama işin hakikati değişmez. Böyle hiç kimse ile geçinemeyen radikal
marjinal dediğimiz yapılar her zaman var olmuştur ve var olmaya devam edecektir.
Tarihin böyle bir tarafı vardır. Dünya bir tiyatro sahnesidir. Senaryo hep aynıdır, sadece
oyuncular değişir. Yani Hz Adem as. 'dan beri aynı senaryo oynanıyor fakat bir yüzyıl da
sahneye şu oyuncular çıkıyor, öbür yüzyıl da şu oyuncular çıkıyor. Gidiyorsunuz kostüm
odasına oradan kimisi kral, kimisi prens, zalimler, mazlumlar vs. bir oyun oynanıyor. Oyun
bittikten sonra oyuncular çıkıyor, tekrar oyunun sonu da ölüm biliyorsunuz. Ölümle birlikte
bitiyor bizim oyunumuz yeni oyuncular geliyor dünyaya. Aynı oyunu bu defa onlar
oynuyorlar. Tek mesele bunun bir oyun olduğunun farkında değiliz. Oysa Kur'an'ı kerim oyun
ve eğlence diyor, biz ciddiye almış durumdayız. Oyun bittikten sonra herkes aynı çukura
atılıyor. Oyun bittikten sonra şah da piyon da aynı kutuya atılır. Satranç tahtasının üzerinde
attır, vezirdir, şahtır, piyondur her neyse ama oyun bittikten sonra, şak kapattıktan sonra ne
vezir kalır, ne şah nede at hepsi aynı olur gider. Mezara girince hiçbir fark kalmaz fakat insan
oğlu bunun farkına varamaz.
(Bu kısımda derse giriş yapıyor)
657 tarihi, önemli bir kırılma noktası İslam tarihi açısından. Çünkü orada ekilen
tohumlar işte bugün içinde yaşadığımız bu büyük ‘’Şiilik, Sünnilik’’ gibi yapıları ortaya
çıkardı. Bu yapılar ortaya çıkarken de özellikle Hicri 1. 2. yy da peygamber in hemen vefatına
müteakip başlayan bu olaylar Müslümanların zihinlerinde bir takım soru işaretleri uyandırdı.
Şimdi bu soru işaretlerinden ilki
Büyük günah meselesidir (kebire);
Şöyle ki bir Müslümanı öldürmek büyük günahtır. Peygamberimizin vefatından kısa
süre sonra Cemel’de Sıffin’de Hz. Osman şehit edildiğinde Müslüman, Müslüman’ı
öldürmüştür. Bir Müslüman’ ı öldürmek büyük günahtır. Peki bu büyük günahı işleyen
Müslümanların durumu ne olacak?
Bir başka konu ise Hz. Peygamberin terbiyesinde yetişmiş sahabenin, onun vefatına
müteakip 25 Yıl sonra Müslümanların birbirlerine kılıç çeker hale gelmesinin sebebi nedir?
Bu Allah'ın kaderi midir? Bu kaderden kaçılabilir mi? İşte bunlar kader tartışmalarıdır.
Kelam derslerinde gördüğünüz gibi Kelamullah, sıfatlar meselesi, imamet ile ilgili
tartışmalar… Bu meseleler artık konuşulmaya başlanacak ve konuşuldukça da farklı görüşler,
farklı yapılar ortaya çıkacaktır.

16
Önceleri pek isim konuşulmasada 3.4. yy’dan sonra isimlendirmeler ortaya çıkmıştır.
Haricilik, Mutezile, Mürcie, Ehli sünnet, Ehli hadis, Selefiyye gibi yavaş yavaş ekilen
tohumlar meyvelerini vermeye başlamıştır.
Şimdi bunların hepsinde daha önce de ifade ettiğim gibi şöyle bir yelpaze
düşüneceksiniz. Ortaya çıkan bu gruplaşmalarda şu iki aşırı ucu vardır.Çizginin bir ucunda
Hariciler diğer ucunda ise Mürcie vardır. Ehli sünnet ise orta yolu kurmaya çalışan sistemin
adıdır. Şimdi Hariciler kim olursa olsun bu kebireyi işleyen kişi Hz. Ali' de olsa Hz Osman’da
olsa aşere-i mübeşşereden de olsa kafirdir. İmandan çıkmıştır, mürtekib-i kebireden kurtuluşu
yoktur, demişlerdir.
Bunlara tamamen zıt bir diğer gurup Mürcie; hayır kalbinde zerre kadar iman varsa,
ameli her ne olursa olsun fark etmez, bu insan dinden çıkmaz demiştir. Hani iman olduğu
sürece günahlar o imana zarar veremez. (Ebu Hanife ve arkadaşları da zaman zaman Mürcie
olarak eleştirilmiştir.) Ama Ehli sünnetin bu konuya yaklaşımı ile Mürcie bin yaklaşımı
arasında ciddi bir fark vardır. Mürcie de iman olduğu sürece günahlar o kişiyle zarar vermez
anlayışı vardır. Bir kâfir düşünün namaz kılıyor, oruç tutuyor bu namazın orucun ona faydası
var mı? Hayır yok. O zaman müminde imanı varsa yaptığı günahların onun imanına bir zararı
olmaz. Mürcie böyle extrem bir örnek verir.
Halbuki Ehli sünnet de iman, güzel amellerle güçlenir. Kötü amellerle zayıflar yani
hiçbir zaman günah kavramı küçümsenmez. İnsan işlediği günahım cezasını her zaman çeker
demiştir.
Şimdi Mutezile çıkıp daha farklı bir çözüm önerecek. ''El menzile beynel menzileteyn''
diyecek. Büyük günah işleyen kişi imanla küfür arasında fısk denilen bir mertebededir,
fasıklık derecesindedir demiştir. Kişi tövbe etmeden ölürse ebedi cehennemde, tövbe ederse
ölmeden önce cennete gider, gibi bir yaklaşım mevcuttur.
Ehli sünnetin genel yaklaşımın da kebire, başlı başlı başına bir edebiyattır. Yani kebire
üzerine yazılmış metinler vardır. Bunu hadislerde dokuza kadar çıkarılıyor sayısı. İşte haksız
yere adam öldürmek, zina etmek, faiz, anne babaya itaatsizlik vs gibi dokuz tane sayılıyor.
Fakat bazı âlimler ayetlerden, hadislerden elli üçten, yüze kadar çıkaranlar da bulunuyor.
Öylesine bir külliyat vardır. Bu sebeple de Ehli sünnetin genel yaklaşımı Müslüman günah
işleyebilir, hata edebilir bunun için çekirdek prensipler oluşturulmuştur.
Nübüvvet, tevhit ve ahiret "usulü selâse" dediğimiz herhangi bir kişi veya grup, şu üç
konuda sapkın bir anlayışa sahip değilse, bu sapkın anlayıştan maksat Allah‘ın varlığı ve
birliği konusunda sapkın değilse, nübüvvetin Adem aleyhisselam ile başlayıp Muhammet
aleyhisselamla bittiğine ondan sonra başka bir peygamber gelmeyeceğine inanıyorsa,
öldükten sonra hesaba çekilmeye, cennet cehenneme inanıyorsa Müslüman‘dır. Ne kadar
günahı olursa olsun. Yani bizim burada sapkınlık dediğimiz şey ahiret ilgili temel
meselelerden birsi olmayan ( mesela ruyetullah gibi) Allah’ın görülüp görülemeyeceği
meselelerde durum farklıdır. Ahirete iman meselesinde dışlanmaz. Bir kişi ruyetullaha
inanmıyorsa Ehlisünnet olmaz, fakat bir kişi tenasühe inanıyorsa onu artık Müslüman saymak
mümkün değildir. Çünkü öldükten sonra dirilme, hesaba çekilme, cennet cehennem, anlayışı

17
ortadan kalkıyor. Bir kişi nübüvvete inanıyor ama benim Şeyhim de vahyi alıyor
(kadıyanileride de göreceğimiz gibi) dediği anda o kişi İslamdan çıkmış olur.
Tevhid konusunda Allah’ın varlığına birliğine inanan kimse, sıfatlar konusunda farklı
bir anlayışa sahip ise bu mezhep farklılığıdır. Doğrudan din farklı değildir. Bu açıdan
günahkarlık dediğimiz şeyle, doğrudan dini hedef alan inançları birbirinden ayırmak gerekir.
Ehlisünnet bunu yaparak bir insan ne kadar büyük günah işlerse işlesin yine de Müslüman’dır
Allah’a şirk koşma haricinde ve şurada belirttiğimiz hususlar dışında günahın cezasını
çektikten sonra cennete girecektir anlayışı hakimdir. Hatta bu ehli sünnetin prensiplerini
konuşurken bazı önemli prensipler vardır. Onlardan en önemlilerinden birisi ise ''ehli kıble
tekfir edilmez'' anlayışıdır.
Kader meselesine gelince yine aynı iki uç vardır. Mutezile bir uçta kader diye bir şey
yoktur darken, öbür tarafta Cebriyye kader dışında bir şey yoktur görüşünün savunmuştur.
Yine ortada Ehli sünnet bu iki uç anlayışı birleştirme gayretindedir. Araya cüzi irade, külli
irade düşüncesini ortaya koyar. Ve işin içinden çıkamayınca "kader haktır, kul ise icbar
altında değildir." anlayışını benimsemiştir. Yani kader haktır fakat hiç kimse, kulağından
tutup da şunu yapacaksın diye zorlanmaz. Bu konudada Mutezilenin kendine göre delilleri,
Cebriye’nin kendine göre delilleri, diğerlerinin de kendine göre delilleri vardır.
Kader meselesinin siyasetle bağlantısı çok konuşulmaz. Ama esas itibari ile bu siyasi
tartışmalardan ortaya çıkmış bir yapı gibi gözükmektedir. Yani Allah‘ın kaderi denen şey
Allah Teala bazı seçkin kişileri yönetmek için, diğerlerine itaat için yaratmıştır gibi bir
yaklaşım öne sürmüşlerdir. Dolayısıyla başımızdaki idareci zalim de olsa, şöyle de olsa, böyle
de olsa fitne çıkmasın diye itaat ediniz gibi bir anlamda, fitne topluluklarını itaat altına alma
bastırma, sindirme aracı olarak kullanıldığı tarihi kayıtlarda geçmektedir.
Bu sadece İslam için değil genel anlamda din için söylenen bir şeydir. Karl Marx o
meşhur "Din afyondur ifadesini hepiniz biliyorsunuz". Bu kader meselesinde arkadaşlar
mutlaka kelam derslerine konuşmuşsunuzdur ama kelam müteşabihattandır. Allah’ın
sırlarından bir sırdır dolayısıyla kader meselesi, metinlere bakılarak anlaşılacak bir mesele
değildir. Kader meselesini anlamanın tek bir yolu vardır. Hazreti peygamberin hayatıdır.
Demiştik ya hani kuran, hadis ve Siyer İslam’ı anlamanın "usulü selasesi" üç olmazsa olmaz
ilimdir. Kaderi anlamak için siyere bakacağız. Çünkü Hazreti Peygamber’in bütün hayatı
aksiyondur. Tevekkül var ama kadercilik dediğimiz şey yok ki tehlikeli olan da budur. İkisini
birbirinden ayırmak gerekir.
Biz kadere inanırız kader arka planda çalışan bir uygulamadır. Ama asla kaderci değil.
Hazreti Peygamber de bir kadercilik yok, savaşa gidecek; bütün tedbirlerini alıyor. Hendeğe
girip hendek kazıyor. Peygamber, Mekke’den Medine’ye hicret edecek, bütün tedbirleri alıyor
gece yarısı Hazreti Ali’yi yatağına yatırıyor, gizlice yola çıkıyor, mağarada saklanıyor, bütün
tedbirler alınıyor. Tedbir üzerine bir hayat sürüyor bunun neresinde kadercilik var? Zalime
baş kaldırıyor. Evet, Mekke otoritesine baş kaldıran bir Peygamber var. Siyasi açıdan
baktığımız zaman Hz. Peygamber başlı başına isyancı bugünün gözüyle baktığımız zaman.
Mekke aristokrasisine bütün tehditlere rağmen karşı çıkmıştır. O açıdan o şunu demiş, bu

18
bunu demiş bu kader konusunda yüzlerce fikir tartışılsa da bir şey çıkmaz. Ölçümüz Hazreti
Peygamberdir. Hayatı ortada! Hiçbir zaman öyle yatıp da Allah ne dediyse olur dememiştir.
Yani bu kadercilik, atalet, tembellik maalesef birileri tarafından tamamını olmasa da bir
takım Müslümanları uyuşturmak için kullanılmıştır. Burada dikkat etmek lazım. Bizim
örneğimiz Peygamber. Peygamber efendimiz hayatında dinlendiği vaki değil ibadet dışında,
ki o da zaten peygamberlik görevi gereği vahyi alması gerekiyor. Onun dışında bütün hayatı
aksiyon yani.
Onun ümmeti olarak biz nasıl bir kadercilik anlayışında olabiliriz? Şimdi buradan
bakacağız Cebriye’si Mutezilesi, Ehli sünneti grupları şunlar bunlar hep bir tartışma ortamı
içerisinde olmuşlar. Bu kelamunullah ve sıfatlar meselesinde Müşebbihe, Mürcie, Ehli
sünneti, Mutezile, Ehli hadis Selefiyye; sıfatlar şöyle mi anlaşılmalı böyle mi anlaşılmalı? Bu
kelam sıfatı ile ilgili mahluk mudur? değil midir? yüzlerce tartışma ve ortaya çıkan
gruplaşmalar ve tartışmalar mevcuttur.
Bir diğer mesele ise imamet meselesi: İmametin nasıl kime ait olması gerektiği konusu.
Burada Hariciler kendilerince bir yöntem geliştirecekler. Haricilere göre bu seçimle olmalıdır.
Belirli şartlar getiriyorlar: ilim sahibi, takva sahibi, adalet sahibi, mü’min bir köle bile olsa
seçilebilir imam olabilir.
Şia ise bunun bir imamla yürüyeceğini nas ile tayin edilebileceğini zaten bu konuda
Allah'ın peygamberine bildirmiş olduğunu, Peygamber Efendimiz de Hazreti Ali ve
imamların başa geçmesi gerektiğini ifade etmiştir. Dolayısıyla bu imamet işi oradan devam
etmiştir.
Ehlisünnete baktığımız zaman; İmam Kureyş' den olacaktır. (el eimme minel Kureyş)
kısmi bir seçim olarak görülüyor bu düşüncede. Seçilecek ama Kureyş kabilesi içerisinden
olacak. Fakat bu anlayışın yanında bir sürü tartışmalar mevcut olmuştur.
Şimdi görüldüğü gibi arkadaşlar 610 yılında başlayan İslamla, vahiy 632’den itibaren
tohumları atılan bazı grup, mezhep, tarikat, cemaat diyeceğimiz yapılara dönüşecek ve
bugüne gelecektir. Bugün baktığımız zaman Haricilik, Mürcie, Şiilik, Cebriyye, Kaderiyye,
Müsebbihe, Mücessime, Mutezile Selef, Eşarilik mevcuttur. Bunların alt kolları cemaatleri ve
tarikatleri de yazarsanız, yüzlerce binlerce gruplaşma ortaya çıkar. Evet 632’de başlayan bu
yorum süreci ve halen de devam etmektedir.
Şimdi bunlar içerisinde bu ortaya çıkan başta üçlü yapı; Şiilik dediğimiz, işte bu da
Zeydiye, İsmailiye ve İsna Aşeriyye,dir. Sünnilik dediğimiz yapı zaman içerisinde Selef ya da
ehli hadis Eş’arilik Mâturidîlik olarak karşımıza çıkacak. Bunun dışında Ehli sünnetin
aşırılıkları da daha çok Haricilik üzerinde, Vahabilik üzerinde yürüyecektir. Bakın Selefilik
demiyorum yani bunu karıştırmayalım. Selef akidesinde aşırı bir yorum değildir.
Yeni selefilik denen şey de Vehhabiliği merkeze alıyor ana selefiği değil. İkisini
karıştırmayalım.
Zaten Sünnilik kısmını daha önce gördünüz. Sünnilik kısmına fazla girmeyeceğim daha
çok bilinmeyen taraf olan Şiilik kısmına ağırlık vereceğiz. Sünnilik kısmına mezhepler tarihi

19
metodolojisi ve din siyaset ilişkisi açısından bakmamız gerekecek. Kronolojik olarak
bakacağız ilk olarak Haricilik meselesi ve ona tepki olan Mürcii anlayıştan bahsedeceğiz
sonrasında biraz Mutezileye değineceğiz ki Mutezile biraz yanlış anlaşılıyor.
Rivayet dediğimiz şey şudur 632' den sonra Kur’an metni elimizde var ve insanlar
Kur’an’a dayandıklarını söylüyorlar. Kur’an metni geleneğe bağlı olarak yorumlanabilir ki
buna rivayet tefsiri denir. Yani ashab, tabiun, tebei tabiun bu konuda ne demişse onlara
bakarım ve kendim bir şey katmam düşüncesi var. Dirayet dediğimiz ise işin içerisine aklı da
katan bir yaklaşım sergiler.
İkisinin dışında kalan batıni/esoterik/işari tefsirdir. Yani kelimenin işaret ettiği mana
herkesin göremediği sadece ehlinin görebildiği mana. Bu yaklaşım İbn Arabi gibi o gelenekle
yetişen alimlerin yaklaşımıdır.
İslamda akılcı ya da rasyonalist düşünce hiçbir zaman felsefedeki akılcılık ya da
rasyonallikle karıştırılmamalıdır. Bazen böyle bir algı oluşuyor fakat Mutezile gibi akılcılığı
merkeze alanlar da sarıklı sakallı, hafız, vaaz veren insanlardır. Akılcılık meselesini Mutezile
ile alakalı ya da Maturidilikle alakalı konuşurken katı akılcılığı bir kenara bırakmamız
gerekiyor.
İktidarı rahatsız ederseniz, iktidar her türlü etiketi yapıştırır Sokrates gibi. Mutezile ve
Harici anlayış da böyledir. Muhalefet hareketi sergiledikleri için kitaplara negatif ve
ötekileştirilmiş olarak yansıtılmıştır. Buna daha aklıselim olarak ve siyasi açıdan
değerlendirerek bakmak lazım.
Rivayet geleneğine, dirayet geleneğine, işari geleneğe bugün baktığımız zaman her
birine ait devasa kitaplarla karşılaşırsınız. Bin yıl önce alim olmakla şimdi alim olmak
arasında çok fark vardır. Önceden on kitap ezberleyen alim olur iken şimdi on kitapla bir
dersin sınavına çalışamazsınız bu sebeple olabildiğince özet anlatacağız kalan boşlukları siz
kendiniz tamamlarsınız. Biz bu gelenekleri ana hatlarıyla anlatmaya çalışacağız.
HARİCİLİK
657 de Hz. Ali tarafını ve Hz. Osman tarafını tekfir ettiler. Tekfir sebepleri ise şudur:
Allah Teala Hucurat suresinde şöyle buyurmuşur: “Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle
savaşırlarsa aralarını düzeltin. Eğer biri ötekine karşı haddi aşarsa, Allah'ın buyruğuna
dönünceye kadar haddi aşan tarafa karşı savaşın. Eğer (Allah'ın emrine) dönerse, artık
aralarını adaletle düzeltin ve (onlara) adaletli davranın. Çünkü Allah, adaletli davrananları
sever.” (Hucurat 49/9)
Bu ayeti delil gösterdiler ve şöyle dediler: Ayette hakeme gidin demiyor hem Ali tarafı
hem Muaviye tarafı olarak siz hakeme giderek bu ayeti çiğnemiş oluyorsunuz. Bu grupları
tekfir ettikten sonra ayrıldılar sonra ise 657 de Hz. Ali’ye karşı Muaviye varken bir de
Hariciler çıkıyor. Hariciler 12 bin kişilik bir grupla kendilerine bağlılık göstermeyenlere karşı
işkence ediyorlar ve bir kısmını öldürüyorlar. Durum böyle olunca Hz. Ali önceliği Haricilere
veriyor. Öce İbn Abbas’ı gönderiyor ve onlarla konuşmasını emrediyor ve bu işten geri
dönmelerini artık kan dökülmesini istemediğini belirtiyor. Bu uyarıya sadece 3 bin kişi itibar

20
ediyor. Geriye kalanlar yollarından vazgeçmeyince Hz. Ali Nehrevan’da bunların tamamını
kılıçtan geçiriyor. ''Nehrevan Haricilerin kerbelasıdır''.
Hariciler de intikamını İbn Mülcem ile 661 yılında Hz. Ali’yi şehit ederek alıyor.
Aslında 3 tane suikastçı hazırlıyorlar bir tanesini Muaviye’ye gönderiyorlar birini Amr b.
As’a diğerini Hz. Ali’ye. Muaviye hafif bir yarayla kurtuluyor. Amr b. As da kurtuluyor. Hz.
Ali ise şehit oluyor. Sonrasında hariciler dağınık bir vaziyette hem Emevi hem Abbasi
iktidarıyla uzlaşamadıkları için muhalefet hareketi olarak görülüyor fakat bir varlık
gösteremiyorlar. Kendileri de farklı gruplara ayrılıyorlar.
İçlerinde sadece bir grup ''İbadiyye'' (ibaziyye ) Umman’da resmi mezhep
durumundadır. Onlar da haricilerle bir alakalarının olmadığını iddia ederler. Kurucusu
Muhammed b. İbad’tır. (diada Abdullah b. İbad olarak geçiyor. Teyit etmek için hocaya
danışabilirsiniz.) Bunlar öncelikle küfür konusunda fikirlerini yumuşatarak varlıklarını devam
ettirebilmişlerdir. Küfrü dinden çıkma anlamında değil de Allah’ın verdiği nimete nankörlük
edenler anlamında almışlardır yani ashabı ve büyük günah sahiplerini tekfir etmemişlerdir.
Sahabe konusunda hariciler gibi keskin davranmayıp onları hayırla yad etmişler.
Haricilerin temel yaklaşımı hayatın merkezinde yer alması gereken ana prensip
Kur’an’dır şeklindedir. Yalnız Kur’an tevil ve tefsire ihtiyaç duymadan doğrudan ne diyorsa o
şekilde anlaşılmalıdır. Gelenek esas alınmalıdır. Akli, bilimsel, işari, batını yorumlar
olmamalıdır. Örneğin Kur’an’da Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kafirlerdir ayeti
geçiyorsa böyledir. Hariciler bu ayet nasıl anlaşılmalı şeklinde bir duruma girmezler. Kur’an
hayatın merkezindedir. Aslında zaten hepsi Kur’an ehli. Hepsinin Kur’an okumaktan dilleri
pelte pelte olmuş, namaz kılmaktan dizleri nasır bağlamış, kendilerini ölüme severek atacak
insanlar. Hariciler harici ismini benimsemezler çünkü huruc eden, isyan eden manasına gelir
ve onlar huruc ettiklerini düşünmezler. Biz Allah’a isyan etmiş değiliz Allah için yola çıktık
derler. Kendileri için seçtikleri isim Şurat tır yani nefislerini Allah’a satanlar. Harici ismini
onlara muhalif olanlar kullanır.
Mezhep isimlendirmelerinde iki yaklaşım vardır.
1) Muhaliflerin o mezhebe verdiği isim
2) Mezhebin kendine seçtiği isim

Haricilere daha çok harici, isyan eden, uzlaşmasız gibi anlamlar yüklenir. Yine Maarika
muhaliflerin onlara verdiği isimlerden bir diğeridir. Marika dinden çıkanlar demektir. Ama
onlar kendilerine Şurat derler.
Kur’an tevil, tefsir olmadan hayatın merkezinde dedik. Dünyada adaletin sağlanması
için bir halife gereklidir. Bu halife adil, mümin, muttaki ve alim şeklinde 4 vasfı olmakla
birlikte seçimle belirlenir. Halife bu şartlardan birini kaybederse ona isyan meşrudur. Mesela
adaletini kaybettiyse ya görevini bırakmalıdır ya da isyan edilerek görevden alınır. Hz.
Osman’a karşı çıkan grupların içerisinde bunlar da vardır. Hz. Osman için dediler ki adaletini
kaybettin görevi bırak yoksa biz seni görevden alacağız.
İbadilerde bu isyan fikri de yoktur. Hayatta kalmalarının en önemli sebebi de budur.
Meşru otoriteye isyan yoktur. Ehli sünnette de benzer şekilde fitne çıkmasın diye asıl olan

21
halifeye itaattir. Fitne ölümden daha beterdir. Zalim de olsa sabredilmelidir. Haricilerde ise
böyle bir anlayış yoktur. Bu şartlara haiz olan biri seçimle belirlenir. Bu şartlar altında
kaynaklar der ki hariciler Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman’ın ilk 6 dönemini meşru
görürler. Hz. Osman’ın diğer 6 yıllık dönemi ve Hz. Ali dönemini meşru görmezler ve İslam
hilafeti olarak değerlendirmezler. Çünkü adalet kaybedilmiştir.
Harici tabiri daha sonra uzlaşmacı olmayan, hoşgörülü davranmayan, ılımlı olmayan
yapılar için kullanılan bir tabir haline gelmiştir. Kendileri gibi düşünmeyen herkesi tekfir eden
bir yaklaşımdır.
Hiçbir gruba haksızlık etmemek lazım eskiler der ki: “Kılıçlarınızla müdahil
olmadığınız olayları dillerinizle çok fazla deşmeyin anlayamazsınız.” Yani savaşlara vs
katılmadıysanız dilinizle şu şöyle olmalıydı bu böyle olmalıydı diye dedikodusunu yapmayın.
Bu insanların niyetleri neydi ne kadar samimiler bunu bilemeyiz çünkü haricilerin
kendilerinin yazmış olduğu kaynakları yoktur onları muhalifler bize böyle tanıttı. Ben samimi
olduklarını düşünüyorum.

Bu tür yapılarda şöyle bir formül vardır: Sevgide serbestiyet, saygıda mecburiyet vardır.
Yani bir grubu ya da kişiyi sevip sevmemek kişiye bağlıdır, gönül işidir. Zorla
sevdiremezsiniz. Ama saygıda mecburiyet vardır. Mezhep imamları, selefi, harici hiçbirine
saygısızlık edemeyiz. İlmi olarak eleştirilebilir ama saygı sınırlarını aşamayız.
1 Kasım 2021

Gruplaşmaları ele alıyorduk. Bunlardan ilki sayılabilecek grup da Hariciler 657 tarihi
Sıffin savaşından hemen sonra Hz. Ali’nin ordusundan ayrılıp kendilerince bir anlayış
geliştiren bu insanlarla ilgili çok şey söyleniyor, yazılıyor, çiziliyor. Hatta bugün bazı aşırı
radikal dediğimiz gruplarla bağlantılı şeyler söylüyor. Tarihi bugüne taşımak doğru değildir.
Yani o adamlar hangi şartlarda hareket ettiler neler yaptılar bunu anlamak zor. Bugünün
şartları farklı o günün şartları farklı. Dolayısıyla bugün bazı terörist diyebileceğimiz grupları
tutup da bu şahıslarla özdeşleştirmek çok da sağlıklı değil.
Şimdi bir başka anlayış bu süreçte MUTEZİLE konusu. Mutezile de ilk dönemden
itibaren Müslümanlar arasında farklı bir yorum, farklı bir anlayış geliştiren insanların
oluşturduğu bir topluluk. Bunlarla ilgili kafa karışıklığı var. Kelam derslerinde çokça
gördünüz onun üzerinde durmayacağım. Sadece birkaç noktada mutezilenin, İslam düşünce
tarihinde neye tekabül ettiğini, nereye denk düştüğünü anlamaya çalışacağız. Şimdi
Mutezilenin üzerinde durduğu en önemli kavramlardan birisi adalettir. Usulü hamsenin de
prensiplerinden birisidir. Bununla bağlantılı “aslah” kavramı. Bir de hepimizin yakından
tanıdığı “halku’l kuran” meselesi daha doğrusu sıfatullah konusu.
Eleştiriler bu üç noktada odaklanır mutezileye karşı. Işte adalet prensibiyle kader
kavramı ilgilidir. Dolayısıyla mutezilenin kaderi inkar ettiği, herkesin kendi iradesinde hür
olduğu şeklinde bir anlayışı benimsediği dile getirilir. Aslah prensibiyle de Allah sadece en

22
iyiyi yaratır kötüyü yaratmaz yani bu bir zorunluluk. “Vücubalellah” dediğimiz şey. Kötülük
Allah'tan değildir mutezileye göre. Halku’l Kuran meselesi ve sıfatullah meselesinde ise
mutezile sıfatların ezeli ebedi olmadığını ve Allah'ın zatından ayrı düşünülemeyeceğini ifade
ediyor. Bu da aslında tevhid konuludur. Ama önce adalet konusunu ele alacağız.
Mutezilenin bu konuya yaklaşımı öyle pür, bizim bugün tartıştığımız gibi akademik bir
yaklaşım değil. Mutezilede bu bir teorik tartışma da değil. Dönemin şartları çerçevesinde
özellikle siyasi irade bu kader meselesini insanların üzerinde bir baskı aracı olarak
kullandığından mutezile buna bir tepki olarak “hayır böyle bir şey yok Allah hiç kimseyi
illaki şunu bunu yapacaksın diye zorlamaz.” diyerek eğer bunun aksi bir düşünceyi
savunursak bunun Allah'ın adaletini zedeleyeceğini söylemiştir. Yani bunun aksinin adil bir
tanrı fikrini ortadan kaldıracağını düşünmüştür. Yani düşünün bir günahkar; eğer zaten
kaderinde günahkar olması yazılıysa cebriyyenin iddia ettiği gibi işlediği günahtan nasıl
sorumlu tutacağız. Ancak kendi iradesiyle hareket ettiğinde sorumlu tutarsınız ki o zaman adil
olursunuz.
Bu prensibe dayalı olarak mutezile şefaat kavramını da inkar etmiştir. Şefaat de yoktur
çünkü bu da Allah'ın adaletine uymaz. Buna bir de vaad ve vaid kavramlarını eklememiz
gerekiyor. Yani Allah birini mükafatlandıracaksa bunu yaparım dediyse o mükafatı vermek
zorunda, cezalandıracağım dediyse vaidde bulunduysa o vaidi de yerine getirmek
zorunda.Bunlardan vazgeçemez. Aslında bu tartışmaların hiçbirisi öte dünyayla ilgili
tartışmalar değil. Doğrudan bu dünyayı, yeryüzünü ilgilendiren şeyler.
Aslah prensibine göre Allah en iyisini yaratmak zorunda kötülüğü Allah yaratmaz.
Şimdi burada da özellikle demiştik ya Yunan-Grek felsefesi tercüme edildiğinde İslam
düşüncesinde yeni bir anlayış, felsefi bir düşünce ortaya çıkıyor. Müslümanlar eflatunun
Aristonun düşünceleriyle karşılaştılar. Bu felsefi sistemde de öteden beri adına ''teodise''
denilen kötülük problemi dile getirilir. Bugün ateizmin de en güçlü argümanlarından birisidir.
Tanrı kötülüğü yaratır mı yaratmaz mı? Biliyorsunuz bu sıfatlar meselesinde Allahın 99 ismi,
zati-subuti sıfatlar, fiili sıfatlar bu sadece bizim İslam düşüncesine has değil. Hristiyan
teolojisinde de Yahudi teolojinde de baktığımız zaman yaratıcıyla alakalı 3 temel sıfattan söz
edilir: Bunlardan birisi her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ve her haliyle iyi olan. Islam
düşüncesinde de alim, kadir ve rahman rahim sifatlarıyla ifade ediliyor.
Şimdi buradan hareketle bu problemi ortaya atanlar diyorlar ki evrende kötülük var
mıdır? Vardır. O zaman her şeye gücü yeten bir tanrı ise sizin tanrınız ya bu kötülükleri neden
gönderiyor. Her şeye gücü yetense ortadan kaldırabilir. Demekki sizin dediğiniz kadar güçlü
değil. Böyle bir yaratıcı olmaz. Yani önleyemezse güçsüz olacak. Peki önleyebileceği halde
önlemiyorsa kötülükleri o zaman iyi ve merhametli bir tanrı olamaz. Bu kötülüklerden haberi
yok bilmiyor ise o da yine onun sıfatlarıyla çelişir. Dolayısıyla da sizin bahsettiğiniz bu
sıfatlara sahip bir yaratıcı fikri mümkün değil. Bunu günümüzün ateistleri der.
Mutezile tüm bu tartışmalara kötülük denen şeyi Allah yaratmaz diyerek karşılık
vermiştir. Kötülük evrende insan eliyle ortaya çıkar. Savaşlar insanın suçudur. Seller
felaketler dere yatağına yapılan evler yüzündendir. Dolaysıyla o da kendi içinde mantıksal bir
açıklama getirmeye çalışıyor. Mutezilenin problemi metni görmemesidir. Çünkü kutsal kitap

23
hem hayrın hem şerrin Allahtan olduğunu açık olarak belirtiyor. Eleştiriler de buradan gelir
zaten mutezileye. Kader konusunda da öyledir. Insan kendi kaderini kendisi oluşturur
denmiştir ancak Kuran'a bakıyoruz bir yerde mutezilenin dediği gibi söylüyor başka bir yerde
Allah' ın iradesi olmadıkça yaprak dahi kıpırdamaz, O dilemedikçe hiçbir şey olmaz gibi
ayetler var. Mutezile buna kendince akli çözüm getirme yoluna gitmiş nassları görmezden
geldiği için de eleştirilmiştir. Fakat mutezilenin gayesi burada müslümanlara cevap vermekten
ziyade ateizm denen gruba cevap vermek olduğu için kendilerince bir mazeret ortaya
koymaya çalışmışlardır. Bu kabul görmemiştir.
Bu vaad ve vaid meselesinde olsun, adalet meselesinde olsun, halkul kuran konsusunda
olsun aslında Mutezilenin temel yaklaşımının kökeni devletle ilgilidir. Devlet ve devlet
başkanı. Yoksa Allahın adaletini biz tartışsak ne olacak tartışmasak ne olacak ama yöneticinin
adaleti öyle görülmemiştir. Çünkü yöneticiler öteden beri Allahın yeryüzündeki gölgesi gibi
algılanmıştır. Eğer Allah'ı sorumlu tutmazsanız sorumsuz bir tanrı fikrinden sorumsuz halife
anlayışına gidersiniz.
Islamın kökeninde adaletsiz bir yönetici-idareci kavramı yoktur. Bu ilk halifelerde Hz.
Ebubekir, Hz. Ömer dönemlerinde sorun olmamış çünkü devlet yeni kuruluyordu ama Hz.
Osman dönemine gelindiğinde zenginlik vs hele ki Emevi ve Abbasilerde baktığınız zaman o
saray hayatının adalet ve islamın temel prensipleriyle alakası olmayan yaklaşımlar toplumda
bir takım tedirginlikler oluşturuyor. Mutezilenin yaklaşımı bunun biraz sorgulanmasıdır. Öyle
körü körüne itaat kavramı değil. Şefaat kavramı da öyle öte dünyadan çok bu dünyayla
ilgilidir. İhtiyacı olan bir öğrenci burs başvurusu yapıyor. Falanca siyasinin kartıyla giden
öğrenci hemen alabiliyor. Diğer gariban kırk kapı çalsa bir şey çıkmıyor. Şefaat kavramı da
böyledir. Bunu eleştirmeyi neden İslam’a saldırı olarak görelim. Bu İslam’a değil yanlış
Müslümanlara saldırıdır. Hatalı Müslümanlarla uğraşmak, İslam’la uğraşmak değildir. Hedef
saptırıyorlar. Evet teolojik tartışmaların öte dünyayı ilgilendiren bir tarafı var ama daha çok
bu dünya ile ilgilidir. Biz öte dünyaya nizâmât veremeyiz. Buradan cenneti cehennemi dizayn
edemeyiz. Biz bu dünyayı düzeltmekle sorumluyuz. Bu dünyada adaleti sağlamakla
sorumluyuz. Bunun mücadelesini vermemiz lazım. Bunun için de biraz düşünmemiz
gerekiyor. Zihnimize nasıl bir format atılmışsa olayları öyle görmeye çalışıyoruz. Mutezileyi
de biraz bu yönüyle görmek lazım. Saf bir akıl-vahiy tartışması olarak görmemek lazım. İşin
hayata yansıyan, gündelik hayatı ilgilendiren ciddi bir boyutu var.
Bu dersimizde ve önümüzdeki hafta Ehl-i sünnet meselesini de ana hatları ile ele
alacağız. Sonrasında şiî ve diğer konulara geçeceğiz.
Ehl-i sünnet ve’l cemaat. Burada iki kavram var:
1- Ehl-i sünnet
2- Cemaat

Sünnet kısmı dini boyutu; cemaat kısmı siyasi boyutu ifade ediyor. Dini boyutu
yani sünnet, Hz. Peygamber’in (sav) yolundan gidenleri, onun sünnetine bağlı olanları ifade
ediyor. Hadiste farklı, fıkıhta farklı, başka alanlarda farklı tanımlar yapılır ancak genel tanım
budur.

24
Hz . Ali (ra) 661’de (h.41) İbn Mülcem tarafından şehit edildiğinde hz. Hasan’ın (ra) 6
aylık bir halifeliği vardı. Kûfe’deki Ali taraftarları Hasan’a biat ettiler. Şam tarafındakiler de
Muâviye’ye biat ettiler. İki sancak iki halife. Sonra Hz. Hasan bir anlaşma karşılığında
sancağı Muâviye’ye devretti. İşte bu h.41 yılına cemaat yılı denilmiştir. Cemaat yılı, eskiden
olduğu gibi bütün Müslümanların tek bir sancak altında toplanmasına denir. Dolayısıyla bu
cemaat meselesi Müslümanların tek bir sancak altında toplanmasını ifade ediyor.
Ehl-i sünnet demek, İslam’ı hz. Peygamber’in sünneti üzere yaşayan ve tek bir sancak
altında toplanan Müslümanlar demektir. Bu sancak;
661-750: Emevîler
1250’ye kadar Abbasiler
1300’lere kadar Selçuklular
1924’e kadar Osmanlı
1924’de bu cemaat fiilen de teorik olarak da dağılıyor. Teoride de olsa şu an bütün
Müslümanları tek bir sancak altında toplayan siyasi bir yapı yok. Bugün sadece Ehl-i
sünnetten söz edebiliriz. Çünkü siyasi yapı, İran’ın siyasi anlayışı, Arabistan’ın siyasi
anlayışı, Türkiye’nin siyasi anlayışı hepsi birbirinden farklı. Hepsinin sancağı kendi elinde.
Sünnet kavramına gelince buradaki sünnetten maksat Hz. Peygamber’in ve O’nun
ashabının yolundan gidenler şeklinde ifade ediliyor. Fakat burada problem şu, Kur’an
meselesinde olduğu gibi sünnet meselesinde de; hangi Kur’an, hangi sünnet? Sonuçta
karşımıza yorum çıkacak. Herkes peygamberin yolundan gittiğini söylüyor. Peki işin içinden
nasıl çıkacağız? İşin içinden çıkmanın yolu çoğunluğa (sevâd-ı âzam) uymak denilmiş.
Müslümanların büyük çoğunluğunun üzerinde uzlaştığı sünnet. O zaman Şiiler, Mutezile,
Haricîler vs. dışarda tutuluyor. Dolayısıyla bugün Hz. Peygamber ve O’nun ashabının
yolundan gitme meselesi tıpkı o ilk dönemde olduğu gibi tartışmaya açık bir konudur. Nedir
Hz. Peygamber’in yolundan gitmek? Bir hikaye anlatayım. Ateşi bulan adamın hikayesi.
Bu adam çok hayırsever birisiymiş. Her gittiği kasabada ateş nasıl kullanılır
öğretiyormuş. İnsanlar da onu çok sever sayarlarmış. Her gittiği yerde adama ikramlarda
bulunurlarmış. Kimseden öğrettiğinin karşılığında para da almazmış. Bir gün büyükçe bir
kasabaya geliyor. Onlara da aynı şekilde ateşin nasıl yakılacağını öğretiyor. Kasaba halkı bu
adamı neredeyse aziz ilan ediyor. Haliyle bu durum diğer din adamlarının zoruna gidiyor. Bir
anda kendi şöhretleri yerle bir oluyor. Halkın tepkisinden korktukları için bir şey de
söyleyemiyorlar. Adamı zehirlemek için bir davet veriyorlar. Kendi yaptıkları anlaşılmasın
diye de adam için mâbedde büyük bir cenaze töreni yapıyorlar ve heykelini yaptırıyorlar. Ateş
yapmayı öğrettiği aletleri müzeye koyuyorlar. Orası bir türbe haline geliyor. Kasabada ateşi
icat eden adamın türbesini ziyaret, ona dua etme, heykeline dokunma, ateşi yaktığı aletlere
elini sürme ritüeli başlıyor. Böylece artık ateş nasıl yakılır unutuluyor.
Peygamberler bize ateş getirdiler. Biz ise ateşi unuttuk, mâbedler yaptık. Mâbedlere
sakal-ı şerifler, kaftanlar vs. koyduk. Peki ateş nerede? Bizi ısıtacak, dünyaya, evrene ışık
saçacak ateş nerde? Dolayısılya bu sünnete uyma ya da uymama meselesi bir takım taklidi

25
yaklaşımlardan ziyade işin özünü, peygamberin ne getirdiğini anlamakla alakalı. O adaleti, o
sadeliği biz kirlettik. Bir konferansta Hz. Peygamber’i sevmekle alakalı şöyle bir kavram
kullanılmıştı; ‘’ Sevmek, sevgilinin sevdiğini sevmektir.’’ Ben peygamberi seviyorum, ben
Allah’ı seviyorum diyoruz. Peki sevdiği şeyleri sevebiliyor muyuz? Esas sevgi orada. Bugün
hangimiz peygamberin yaşadığı sade hayata sahibiz?
Sezai Karakoç Diriliş Neslinin Amentüsü kitabında ‘‘Ölülerin başlarına dikilen mezar
taşları gibidir putlar’’. Der. Peygamberler bu putları devirmek, insanlığı yeniden diriltmek
için geldi. O putların devrilmesi taşın devrilmesi falan değil. Taşın devrilmesi kolay. Asıl
mesele içimizdeki putları devirmek. Ama biz peygamberlerden hemen sonra o putları
yeniden dikiverdik. Bugünkü sıkıntılar da biraz bu yüzden kaynaklanıyor.
Herkes kendine göre ‘Ehl-i sünnet benim’ etiketini yapıştırıyor. Mesele etiket
yapıştırma meselesi değil işin özüne baktığımızda kim bu mirasa hakkıyla sahip çıkabiliyor ya
da çıkamıyor onu görmek lazım. Bu isimlendirme konusunda her ne kadar Ehl-i sünnet ve’l
cemaat dedikse de cemaat kavramını bugün kullanmak zor. Daha çok sünnet kavramı
üzerinde konuşuluyor. Bakıldığı zaman tarihte de ehl-i sünnet, ehl-i cemaat, ehl-i sünnet ve’l
cemaat, ehl’i sünnet ve’l cemaat ve’l asar, ashab-ı hadis, ehl-i sünnet ve’l istikâme, sevâdu’l
âzam ve sünni kavramları kullanılmıştır.
Bugün daha çok sünni kavramı kullanılıyor. Bu topluluğa Şiilerin ve mutezilenin
verdiği isimler var. Şiilere göre bu topluluk ‘el-âmme’dir. Kendilerini seçkin bir topluluk ehl-i
sünneti de avam olarak görüyorlar. Bir de Mürcie veya ehl-i sünnet için‘etbâu’l mulûk’
ifadesini kullanırlar. Sünniler, meliklerin, kralların, halifelerin emrinden çıkmayan, her zaman
iktidarın yanında duran çoğunluktur.
Mûtezile ise özellikle hadisleri toplayıp onların izinden gidenler manasında ‘haşviyye’
ifadesini kullanır. Sıfatlara yorum getirmedikleri için selefiyyeyi kastederek ‘müşebbihe’,
‘mücessime’; kader meselesinde özgür iradeyi kabul etmedikleri için ‘mücebbire’ şeklinde
sünni kesime lakaplar takmışlardır.
Ehl-i sünnet kavramının altında bir selef bir de halef kısmı vardır. Selef kısmında
eşarîlik ve maturidîlik bulunur. Selef, öncekiler anlamındadır. Halef ise sonrakiler
anlamındadır. Selef ve halef arasındaki en önemli fark halefin aklı da kullanmış olmasıdır.
Te’vil ve tefsiri de kullanmıştır. Selef ise te’vile gitmez.
Elinizdeki metinde Vâsıl b. Atâ’dan başlayarak mutezilî alimlere baktığınız zaman
Vâsıl b. Atâ’nın vefatı 748, İmam Maturidî’nin ve İmam Eşârî’nin 910’dur. Yani mutezilî
alimler sünnî alimlerden neredeyse 150-200 yıl önce bu meseleleri tartışmışlardır. Kelam
metodu mutezileye ait bir metot.

4 Kasım 2021
Bugün Ehl-i Sünnet ve’l cemaati konuşacağız. Geçen hafta kısa bir giriş yapmıştık. Bu
İslam düşünce tarihinde ortaya çıkan farklılıklar işte Hariciler’den bahsettik, Mutezile’den
önce din anlayışlarından bahsettik. Bugün de ana çoğunluk dediğimiz Ehl-i Sünnet ve'l

26
cemaat. Geçen hafta konuştuk biraz bunla ilgili kavramları. Sünnet ve cemaat kavramlarını,
cemaatin siyasi bir boyut olduğunu konuştuk.
Bu kavram arkadaşlar şemsiye bir kavram yani tek bir Ehl-i Sünnet anlayışı yok.
Kaynaklara göre Tarih olarak hicri/3 miladi/9. Yüzyılda kullanılmaya başlanan bir ibare. Yani
o zamanlar Müslümanların çoğunluğunu ifade etmek için Ehl-i Sünne tabirinin kullanıldığını
görüyoruz. Sünni kelimesi de daha çok sağlam ve doğru inancı benimseyenler manasında
kullanılmış. Bunun yanında klasik kaynaklarda birçok isim verildiğini görüyoruz bu
topluluğa. Yani sadece ehli sünnet değil ehli cemaat, ehli sünnet ve’l cemaat, ehl-i sünnet ve’l
cemaat ve’l âsâr(eser, hadis anlamında). Ehl-i hadis ve sünne, ashab-ı hadis, ehl-i sünne ve’l
istikame, sevâdu’l azam(büyük çoğunluk demek, ümmetin çoğunluğu), ehl-ül hak ve bugün
itibariyle herhalde daha çok sünniler olarak anılıyoruz. Sünniler, şiiler, aleviler.. birtakım
tanımlamalar var.
Bu Sünnilik dediğimiz şey nedir, tarih içerisinde nasıl oluşmuş, bize nasıl ifade edilmiş
kısaca bunları anlatmaya çalışacağız ama, bu meselenin bir kelâmi boyutu var. Onu kelam
derslerinde görüyorsunuz zaten ona çok girmeyeceğiz. Bizi asıl ilgilendiren bunun toplumsal
hayata yansımaları, özellikle de siyasi açıdan ne ifade ediyor buna bakacağız. Çünkü bu ders
bir anlamda siyasi mezhepler tarihidir. Ehl-i sünnet düşüncesinin siyaset anlayışı nedir, tarih
boyunca nasıl bir şekil verilmiş yoğrulmuş, bugüne nasıl intikal etmiş ana hatlarıyla görmeye
çalışacağız. Tabi yukarıdaki isimler ehl-i sünnetin kendisi için kullandığı isimler. Bir de
Şianın ve mutezilenin ehl-i sünnete verdiği isimler var kaynaklarda. Mesela şii kaynaklarda
ehl-i sünnet için el- âmme(çoğunluk, avam, halk) ifadesi kullanılır. Çünkü kendileri ehl-i
beytten geldikleri için daha seçkin olarak görüyorlar kendilerini. Mürcie veya ehl-i sünne
olarak da itham edilmiş. Mürcie, mürtekib-i kebire yani büyük günah işleyenleri tekfir
etmediği için ehl-i sünnet mürcie olmakla itham edilmiş, suçlanmış. Ve en çok da etbau’l
muluk(meliklere tâbî olanlar, halifelerin emrinden çıkmayanlar) tabirini de görmekteyiz.
Ehl-i sünnet bir, iki istisna dışında tarih boyunca sistemin yanında durmuş bir yapıdır.
En önemli istisnası Ebu Hanife’dir. İlginçtir o da yani, Ebu Hanife direnmiş fakat talebeleri
İmam Muhammed ve Ebu Yusuf görev almışlardır. Kadılık görevlerini onlar reddetmemiştir.
Ondan sonra da gelenek daha çok sistemin yanında duran bir yapı olarak bize intikal etmiş, bu
suçlamalar da biraz oradan gelir Şiilerin. Çünkü Şia kendisini, Sünni iktidara karşı hep
muhalif olarak görmüş ama kendi iktidarına bir muhalefeti var mı, yok. Yani o açıdan
baktığınız zaman Şii ulemanın tavrı da bugün ki İran’da, mesela baktığımızda oradaki
Ayetullahlarda mevcut olmayı destekler bir konumdadır.
Mutezili yazarlar ise Ehl-i Sünnetle alakalı olarak eserlerinde Haşviyye, yani özellikle
Ehl-i hadisi kastederek, Selefiyyeyi kastederek (biliyorsunuz selefiyye hiçbir yorum
yapmadığı için işte bu müteşabihat konusunda, yedullah, vechullah, istivâ, arş) bunları olduğu
gibi anladığından dolayı, işte bu boş sözleri toplayanlar hadis toplayıcılar, müşebbihe,
mücessime gibi suçlamalar. Mücebbire tabiri vardır mesela (özgür iradeyi kabul etmediği için
ehl-i sünnet). Yani bu gibi isimlemeler vermişlerdir. Klasik metin okurken karşınıza böyle
ifadeler çıkarsa bunları da bilmiş olalım ama daha çok kullanılan tabir Ehl-i sünnet ya da
Sünnîler tabiridir.

27
Bu Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat kavramı Harici, Şii, Mutezili olmayanlar anlamında 3.
Yüzyılda kullanılıyor. Yani ilk dönem eserlerinde Ehl-i Sünnet ve’l cemaat ifadesine
rastladığımızda anlamamız gereken şu: Bir insan harici değilse, şii değilse, mutezili değilse
Ehl-i Sünnet ve’l cemaattir. Daha sonraları ise sistemli yapılar için kullanılmış, mesela
Eşari’lik ve Maturidi’lik gibi.
Artık 4. Yüzyıla geldiğimizde daha böyle mezhebi bir kavram kazanacak. Bizim
konuşacağımız da bu kavram olacaktır. Yani artık mezhep durumuna gelmiş yapı. Bunun da
bir şemsiye kavram olduğunu ifade ettik. Bunun içerisinde işte selef, Ehl-i hadis, Eşarilik ve
Maturidilik giriyor. Genelde bu üçü ehl-i sünnet ve’l cemaat olarak anılıyor. Aralarında
farklılıklar var ama ortak noktaları daha çok. Şimdi bir de en başta değinmedik, hani böyle
konuların başına o mezhebi ifade etmek için verdiğimiz kılavuzda birtakım resimler koymaya
çalıştık. İşte Şia için on iki imam, Zeydiler için tavus kuşu koyduk. Dürziler için yıldız resmi
koyduk. Peki Ehl-i Sünnetin sembolü ne?
Daha çok benim gördüğüm kadarıyla 4 halife üzerinden tanımlanıyor. Yani Ebubekir,
Ömer, Osman, Ali. Yani sünni sembol olarak, mesela sünni camilere gittiğiniz zaman Allah,
Muhammed, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali sonra da ehl-i beytten birkaç isim
gelir. Şii camiine gittiğinizde doğrudan Allah, Muhammed ile başlar. Ali, fatıma, ehl-i beyt…
O bakımdan siyasi anlamda 4 halife (Hulefa-i Raşidin) meselesi Ehl-i Sünnetin bir
sembolü olarak algılanmıştır.
Görsellik anlamında yani bugün bir alevi ya da şii evine gitseniz onlarda resim yasak
olmadığı için on iki imamın resmi, Hz. Ali’nin resmi vs. görürsünüz.
Sünni evlerde daha çok Ayetel Kürsi, belli ayetler ya da kabe vs. tablosu görürsünüz.
Fakat sünniler hiçbir zaman bu semboller konusunda ısrarcı olmamıştır. Yani sünni kolye,
sünni bilezik, yüzük vs yok ama hanefî ve şiilerde var. Sünnilerde en fazla hulefa-i raşidin
üzerinden bir tanımlama görürüz.
Selef anlayışı da en saf haliyle akideyi benimsediği için ihlas üzerinden belki
tanımlanabilir. Yani Allah her şeye sahiptir ama bizim anlayacağımız manada değil. Hani
vardır ya bila keyf kavramı yani keyfiyyetsiz. Yani Allah’ın eli var mı var ama nasıl bir el
bilemeyiz. Yüzü var mı var, ama nasıl bir yüz bilemeyiz. Yani nasıllığını bilemeyiz,
meçhuldür. İmam Mâlik bir eserinde '' İstivâ dediğimiz şey bellidir. Keyfiyeti meçhuldür. Bu
konularda soru sormak bidattır." der. Te’vil yok tefsir yok sade haliyle naslarda nasıl gelmişse
o şekildedir Ehl-i hadis ve selef anlayışı. Biraz da katı bir anlayış. Bunun dışına asla çıkmayan
ve bunun dışına çıkanları da hoş görmeyen.
Mesela kelamcılarla selef arasındaki en ciddi tartışma bu alanda yaşanacaktır. Eşari,
Maturidi geleneği biraz felsefeye kayınca buradan çok sert tepkiler gelecek. Kelamla
felsefeyle uğraşan zındık olur gibi ağır ithamlar. Çünkü gerek sıfatullah konusunda gerekse
dinin temel prensipleri konusunda asla bir te’vil istemiyor. Geleneğin dışına çıkmayan bir
yapı yani selefiyye. Fakat bu selefiyye ile yeni selefilik dediğimiz anlayışı birbirine
karıştırmamak lazım. Yeni selefilik 18. yüzyılın Vehhabilikle başlayan bir anlayışı. Onu
konularımızın sonuna doğru göreceğiz. Burada bizim konuşacağımız selef anlayışı Tevbe

28
suresi 100. ayette geçen ‫ع ان ُه ام‬
َ ُ‫ّٰللا‬
‫ي ه‬ َ ‫ض‬
ِ ‫ان َر‬ َ ‫ار َوالَّذٖ ينَ ات َّبَعُوهُ ام بِ ِا اح‬
ٍۙ ‫س‬ ِ ‫ص‬َ ‫اال ان‬ ِ ‫اال َّولُونَ مِ نَ اال ُم َه‬
َ ‫اج ٖرينَ َو ا‬ َ ‫َوالسَّابِقُونَ ا‬
"ُ‫ع انه‬
َ ‫َو َرضُوا‬
Klasik selefi tavır bunun üzerinden gider. Bu ayatin açıklaması Buhari ve Müslimdeki
bir hadiste bu ayet şu şekilde tefsir ediliyor.
"İnsanların en hayırlısı benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları takip edenler ve sonra
onların peşinden gelenler..."
Bunu da meşhur hadis şairi Nevevi şu şekilde açıklıyor: doğru olan şudur ki Hz. Peygamberin
dönemi, zamanı; ondan kasıt sahabedir. 3 nesil oluyor; sahabe, tabiun, tebeut tabiun. Klasik
selefi anlayış budur.
Buna da kronolojik olarak baktığımız zaman tarihsel süreçte Hz. Peygamberin vefatı
632, en son sahabinin vefatı(kaynaklarda ihtilaf var) bazıları 710 diyor, bazıları 712 diyor. En
son tabiun vefat tarihi 796, en son tebeu’t tabiin 855. Yani şu dönem arası anlayış selef ya da
ehl-i hadis, fukaha mezhebi gibi adlarla anılan klasik selefi anlayışı temsil ediyor.
Henüz te’vilin felsefenin olmadığı bir dönem. Şimdi bu dönemdeki genel anlayışı için
kelam derslerinde görmüşsünüzdür işte mesela Ebu Hanife’'ye atfedilen fıkhu’l ekber' e
bakılabilir.
Şimdi fıkhu’l ekbere baktığınız zaman bir tartışma göremezsiniz. Allah’ın sıfatları
şunlardır, iman şudur, küfür şudur, melekler şu şekilde, kitaplar şu şekilde. Yani bunlarda
söyle mi anlaşılmalı böyle mi anlaşılmalı gibi te’vil, tefsir göremezsiniz. Tahavi akidesi
mesela aynı şekilde. Bu genel selefi anlayışı. Kaynaklarda da sahabe ve tabiun mezhebinde
bulunan fukaha ve muhaddislerin yolu olarak tanımlanıyor. Kuran ve sünnette belirtilen
esaslara akıl ve re’ye başvurmadan te’vile gitmeden olduğu gibi inandıkları belirtilir.
Bunun birtakım sakıncaları olmamış mı, olmuştur. Özellikle bu tecsimle teşbihle
suçlamalar te’vile gitmedikleri içindir. Fakat İslam düşüncesinde böyle bir damar var. Bugün
de bu damar devam ediyor. Selefe dönelim meseleleri öteden beri tartışılıyor. Selefe dönelim
anlayışı saf haliyle inanca, Hz. Peygamber ve ashabın yaşamış olduğu o sadeliğe yeniden
kavuşalım tartışmasıdır.
Fakat aradan uzun yıllar geçmiştir. Su bulanmıştır, tekrar o kaynağa ulaşmak o kadar da
kolay değildir. Tarihi tecrübe bize bunu gösteriyor. Bir ihtiyaç olmasaydı oradan halefiyye
ortaya çıkmazdı. Bir zorunluluk, bir gereklilik olarak ortaya çıkıyor. Müslümanlar yeni
bölgeler fethetmişler, o bölgelerde felsefeyle diğer dinlerle vs. ile karşılaşmışlar. Adama işte
inanacaksın demek olmuyor. Ayet böyle diyor ama o ayete inanmıyor ki. Mecburen te’vil ve
tefsiri kullanmak gerekiyor. Bu da halefiyye dediğimiz anlayışla ortaya çıkacak. Eşarilikle
başlayacak ve buna sonra Maturidilik de eklenecek.
Aslında arkadaşlar İslam düşüncesi Eşari düşüncedir. Benim kanaatim, okumalarım
maturidiliğin sonradan icat edildiği yönündedir. Yani biz Türklere bir kaynak bulma amacıyla
Türk İslam bölgesinden böyle bir anlayış önümüze getirilmiş. Fakat bu anlayışın adı var,
içeriği yok. Niye yok? Çünkü Osmanlı medreseleri de dahil olmak üzere bizim geleneği
şekillendiren, zihinlerimizi formatlayan şahıslar bunlardır. Size Maturidi alimlerden bir liste

29
yapın desem bunların karşısına kimi çıkarabilirsiniz, kaç tane var? İmam Maturidi’nin
kendisini koysanız oraya, Razi’nin, Gazali’nin neresinde yer alır?
Daha önce de konuşmuştuk, Cumhuriyet kurulduktan sonra bizim Türk Müslümanlığını
Arap müslümanlığından ayırmak için bir çaba başlatıldı. Birtakım alimlere siparişler verildi.
Siz işte Türk dininin kökenlerini araştırın, siz ahlak kısmını, siz tarih kısmını ve özel
müesseseler kuruldu bunlar için. Tarih, din vs. her alanda. Çünkü Cumhuriyet yeni bir bebek
olarak doğduğunda bu bebeğe bir format atmak gerekiyor. Bu format artık arap düşüncesi
olmayacaktı. O yüzden Türkçe merkezli Türkistan üzerinden tanımlamalar yapıldı.
Ahmet Yesevi ile başladı bu. Daha sonra Anadolu’ya geldiğinde Hacı Bektaşi Veli,
Yunus Emre, Hacı Bayramı Veli şeklinde eklemeler yapıldı. Türk İslamı gibi ifadeler, daha
akılcı bir İslam anlayışı gibi yaklaşımlar, bunun mezhepsel karşılığı olarak da Maturidilik öne
sürüldü. Bunu niye söylüyorum? Geçmişe dönüp baktığınız zaman Maturidilik ile ilgili
çalışmalar son dönemlerde ortaya çıktı. Yani son 20-30 yılın çalışmalarıdır. İmam
Maturidi’nin Kitabu’t Tevhid’i 2004’te Türkçe’ye tercüme edildi. Arapça neşri 20. yy’da
yapıldı. Bütün sistem bu şahısların üzerinden yürüdü.
Selçuklular da Gazali mesela Nizamiye medreselerinin rektörüdür. Bugünkü
tanımlamayla baktığınız zaman, devletin atadığı rektörüdür yani. Tafatazani olsun diğerleri
olsun yakın zamana kadar hep bunların üzerinden gitti. Merak edenler Yök’teki tez
kayıtlarına, kitabevlerindeki kitap listelerine İmam Maturidi yazıp bakabilirler. Hep yakın
dönemde girmiş bu kavramlar. Klasik döneme ait çok bir şey bulamazsınız. Çok
konuşulmamıştır, çok tartışılmamıştır.
Size ilginç bir şey anlatayım. Geçenlerde vefat eden Celal Yeniçeri hocamız vardı (Allah
rahmet eylesin). Siz tanımadınız ama ismini duymuşsunuzdur. O anlatıyor, 1960’lı yıllar
Türkiye’de. O dönemin en büyük tehlikesi olarak komünizm, komünistler var bugünün
fetöcüleri gibi, aranıyor taranıyor. İşte o sıralarda Diyanet Anadolu’daki köyleri, camileri
teftiş için müfettişler gönderiyor. Diyorlar ki bir bakın dolaşın, bu imamların durumu imamlık
yapmaya elverişli mi değil mi? Kontrol edin. Bir köye gidiyor 2 tane müfettiş. Tabi müfettiş
oldukları bilinmiyor. İşte öğle namazını kılıyorlar, namazdan sonra hasbihal ediyorlar. O
sırada müfettişlerden biri imama diyor ki sizin bu camiye Maturidiler de gelir mi? Adam hiç
duymamış. İlahiyat yok o dönemde tabi imam hatip de yok. Olur mu demiş gelse biz
koymayız zaten. Şimdi ailelerinize bakın, geçmişe doğru gidin İmam Maturidi ismini kaç kişi
duymuştur? Ne kadar anlamıştır ya da anlamamıştır. Fakat sistem Osmanlıdan itibaren var
olan bu yapı cumhuriyete geldiğimizde, cumhuriyet bu Maturidilik meselesini hele de 28
Şubat’tan sonra 1997 iyice ortaya çıkarmıştır. O zaman 97- 98’di 28 Şubat. Bizim buralarda
da Maturidilik rüzgarları esiyor. Dediler ki işte size bir sempozyum yapalım. Bizim fakülte
öncülüğünde Uluslararası İmam Maturidi sempozyumu yaptılar. Sempozyumun açılış
konuşmasını o gün Necla Kur (?) hanım yaptı. Tabi kendisi bu konuda bir şey bilmediği için,
bizim fakültenin kelam profesörlerine bir konuşma metni hazırlattırdılar. Kadıncağız çıktı
kürsüden ‘’Akılcı imamımız İmam Maturidi’’ diye çok etkili bir konuşma yaptı. Yani neyi
nereye koymaya çalışıyoruz, siyaset darmadağın ediyor her şeyi.

30
Soru: Hocam peki bu Eşariliğin kendiliğinden olandır şey mi yoksa devlet eliyle
desteklenmesinden dolayı mı yani Maturidiyi destekleseydi devlet o zaman Maturidilik mi
olurdu?
Hoca: Onuda konuşacağız Eşarilikle ilgili.
(Bu konuşmayı bulabilirseniz dinleyin) Sanırsın Aydınlanma çağının Kant, Descartres
gibilerinden birisi, yani neyi nereye koymaya çalışıyoruz. Siyaset darmadağın ediyor her şeyi.
Yani bir İslam alimini alıp bir aydınlanma filozofunun karşısına, öbürünü alıp başka bir yere
koymaya çalışıyorsunuz. Bu maalesef mezheplerde, mezhep deyince işte şey anlaşılmıyor tam
aslında ideolojiktir.
Cemil Meriç merhumun “ideolojiler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir” der.
Yani idrake akla gömlek giydiriyorsunuz aklı, öngörüyü, eleştiriyi vs. her şeyi örtüyor herkes
o ideolojiyle baktığı zaman, bir kemalist Mustafa Kemalden başkasını görmüyor, ne bileyim
bir diğeri ondan başkasını, diğeri öbüründen başkasını düşünemiyor. Bu ideoloji haline
getirilmiş şeklidir. Şimdi Maturidiliğin böyle bir yapısı var bunu anlatırken de hani
Maturidilik ne kadar akılcıdır değildir hiç şöyle merak edip Allah rızası için İmam Maturidi
Kitabı Tevhid’de ne demiş merak ederek baştan sona okuyanınız var mı içinizde?

Hoca: Ağırlıklı olarak nedir konu?


Öğrenci: Genel manada Eşarinin her konuya değindiği şekilde değil de daha çok düşünce
sistemi, bilgi üzerinden gidiyor.
Hoca: Ve ağırlıklı olarak mutezile eleştirisidir.

Şimdi siz oradan alıyorsunuz akılcı bir imam çıkartmaya çalışıyorsunuz. Halbuki metni
kendi bütünlüğü içerisinde okuduğunuz zaman, şu elinizdeki kılavuza da birkaç cümlesini
aldım orada şimdi oradan baktığınızda genel Sünni çerçevede fikirler beyan eden bir alimden
söz ediyoruz. Diğer görüşler zaten hepsinde var. Şimdi bilgi edinme yollarına baktığımız
zaman akılda bilgi edinme yollarında birisidir şimdi bunu söyleyince akılcı mı oluyorsunuz?
Ne deseydi akılla bilgi elde edilmez ? Eşarilerde diğerleri de aynı şeyi söylüyor. Zaten
insanlık tarihi boyunca Kuran aklı olmayanı sorumlu tutmuyor. Yani bir şeyi etiketlerken
içeriğine iyi bakmak gerekiyor. Burada benim bahsettiğim bugün hangi felsefeyi tanıma
alsanız hadisi tefsiri diğerlerini alsanız karşınıza şu gelenek çıkar şu alimler çıkar. Peki bu
alimlerin siyasetle ilişkileri neydi işte bizim problemimiz bu, yani şu alimleri okurken mesela
Gazali’yi okurken hani o ilk derslerde konuşmuştuk herhangi bir kitabı okurken o kitabın
yazarının müellifinin yaşadığı dönem, dönemin halifesi ideolojisi vs. bunları bilmeden
okumaya kalkarsak sağlıklı bir netice elde edemeyiz. Şimdi bir şekilde bu alimlerin hepsi belli
dönemlerde yaşadılar işte bakınız 935 yani Abbasiler dönemi, Abbasilerin sonlarına doğru
geliyor.
Gazali mesela Selçuklular dönemi Nizamiye medreseleri vs. siyasetten arındırarak
okuduğumuz zaman farklı sonuçlara götürüyor mesela denilir ki Gazali için ömrünün yaklaşık
10 yılını inzivada vs. de geçiriyor. Görevi bırakıyor Nizamiye medreselerinde Şam’a gidiyor
orada inzivada İhya’u Ulumu’d Dini vs. yazdığı dönemler. Şimdi o dönemle ilgili siyasetle
bağlantılı düşündüğümüzde İsmaililerin çok etkili olduğu bir dönem İsmailileri işlerken
göreceğiz suikastçılar kol geziyor etrafta, Nizamulmülkü öldürüyorlar, sırada Gazali var.
Gazali o bölgeden gidiyor inziva kendisini yeniden bir sorgulamaya alıyor. İşte siyaset

31
düşüncesi vs. yi İhya’u Ulumu’d Din gibi işte din ilimlerinin yeniden ihyası gibi eserini o
şartlar altında yazıyor.

Diğerleri de öyle yani bugünkü alimler hangi şartlarda yaşıyorlarsa onlarda benzer
durumlardan geçtiler. Bugün bir ilahiyat profesörünün neyi söyleyip neyi söyleyemeyeceği
bellidir, sosyal medya hesaplarından neyi yazıp yazmayacağı, bir televizyona çağırıldıkları
zaman ne kadar konuşup ne kadar konuşamayacağı hepsi belirlidir. Ve biz 21. yy’ da
böyleyiz, birde o dönemleri düşünün hayatınız sultanın iki dudağı arasında bir emre bakıyor, o
şartları görmeden saf haliyle okuduğunuz zaman işte İslam buymuş şu alimin görüşü şuymuş
vs. bu biraz kolaycılığa kaçıyor. O bakımdan hangi mezhep olursa olsun eğer devlet desteği
olmazsa fıkıh derslerinde görmüşsünüzdür yine kelam derslerinde de arkadaşlar, bugün
yüzlerce fıkıh mezhebi var niye içerisinde 4 tanesi bugüne kadar geldi de diğerleri gelmedi,
devlet ve siyasetin desteği olmadığı için çünkü bunlar alınıp korundular desteklendiler.
Diğerleri bir destek olmayınca söndü gitti.

Devlet destek verdiği zamanda sizden bir şeyler ister, işte halka belli bir şekil verilmesi
format atılması Sünni format mı, Şii format mı, Harici format mı, Mutezili format mı, her
dönemin kendine göre bir siyaset anlayışı bir ideolojisi var. Bu yapılardan bunlardan
besleniyorlar karşılıklı olarak. Zaman zaman farklı alimler çıkmıyor mu çıkıyor, onların
sesleri ya o zaman kesiliyor eserleri yakılıyor veya kıyıda köşede kalıp bize kadar gelen çok
az sayıda eser var. Çoğunluk ise sistemin izin verdiği eserlerdir. O sebeple bunlara yeniden bu
bakış açısıyla değerlendirmek durumundayız. (Hoca fotoğraflar gösteriyor) Türk devletinin
sırtını Maturidiliğe yasladığının resmidir. Devlet politikamız tamamen Maturidilik üzerine
kuruludur. Evet bu da az önceki tablodan sonra Maturidi alimler:

-Hakim es Semerkandi (342)


-El-Pezdevi (493)
-Ebu’l-Muin en-Nesefi (508)
-Ömer En-Nesefi (537)

Şimdi bir önceki alimlere bakın bir de buradaki alimlere bakın. Bir de kitaplarda
şeyler vardı bu mezhepler arasındaki farklar, Eşarilikle Maturidilik arasında bunu şöyle bir
çizgi çizersek farklılık daha çok akıl üzerinde yürür. Akla en çok itibar eden grup Muteziledir.
Aklı vahyin üstünde görür. Vahiy akılla çelişirse akla göre yorumlanması lazımdır. Diğer
tarafta Selef tevil, tefsir, rey bunlara hiç bulaşmaz. Aklı kullanma bakımından Maturidiler
Mutezileye daha yakın, Eşarilerinde, Ehli hadis Selefe daha yakın olduğu söylenir böyle
kabaca bir tablo belirir.

32
Bunu izah etmek içinde örneğin marifetullah meselesi yaklaşımları ele alabiliriz.
Allah'ı bilmek dinen mi aklen mi vacipti bir insana yani hiçbir vahiy gelmeseydi hiçbir kitap
gönderilmeseydi, Peygamber olmasaydı insanlar yine de Allah'ı bilmekle yükümlü müydü?
Eşarilere göre hayır, Maturidilere göre evet. İşte birisi aklı kullanması lazım bu kâinatın
güneşin yıldızların vs. kendi başına olamayacağını bir yaratıcının olması gerektiğini bilmesi
gerekir. Yine bir şeyin iyi ya da kötü olduğu dinen mi bilinir akılla da bilinebilir mi? Şu iyidir
veya kötüdür derken illaki bir vahiy şeriat mı gerekir yoksa akılda şu iyidir şu kötüdür
diyebilir mi? Eşarilere göre bu dinidir vahye dayalı olarak ancak vahiyle tespit edilebilir
derler Maturidiler hayır akılda bir şeyin yani husun-kubuh olduğunu bilebilir, diye kelamda
gördüğümüz güzel, çirkin, iyi, kötü kavramları ve buna benzer tartışmalar.

Maturidiler işte biraz daha akla önem verirler. Fakat şimdi önemli olan bu mezhepler
arasında biliyorsunuz Usulü Selase dediğimiz: Tevhid, Nübüvvet ve Ahiret bu temel
konularında bir farklılık yoktur arkadaşlar. Farklılık dediğimiz şeylerde tartışmaya değecek
konular değildir. Öyle abartıldığı kadar tartışacak bir şey yok.

Hani meşhur bir hadise vardır yaşanmıştır bu olay: Bu savaştan sonra Rusya ile
Finlandiya arasına bir sınır çekiyorlarmış bir Finlandiyalı çiftçinin evi de tam sınırın ortasında
kalmış Ruslar gelip çiftçiye demişler ki: Senin evi Rus tarafına mı alalım yoksa Finlandiya
tarafında mı kalsın. Çiftçi demiş ki Finlandiya tarafında kalsın. Ruslar buna çok bozulmuşlar
kızmışlar işte neden Rus tarafı değil de Finlandiya tarafını istiyor diye. Adam da demiş ki bak
ben artık yaşlı bir insanım bir Rus kışını daha çekemem.

Bir çizgi var, bir tarafı Maturidilik, bir tarafı Eşarilik, bir tarafı Mutezile bir tarafı
Selefiyye. İslam düşünce tarihi böyle fakat alimler bunları alıp o kadar devasa bir şeye
dönüştürmüşler ki bu mezhep meselesini. Yoksa sınırımız belli tevhid nübüvvet ahiret
hepsinde ortak noktalar. Bunların temellerine dokunan herhangi bir şeyde ayrılık yok az önce
dediğim marifetullah, husun-kubuh vs. kader konusu daha çok müteşabihata müteallik
meselelerde bu mezhep farklılıkları ortaya çıkmış ve ortaya çıkmakla da kalmamış zaman
zaman çatışmalara da sebebiyet vermiş işte falan mezhep şudur kız alıp verilir mi, miras düşer
mi şu olur mu baktığınız zaman kaynaklar sanki bu mezhepler ayrı bir dinmiş gibi
tartışmalarda görüyoruz.

33
İşin aslı buradan baktığımızda çok da büyük bir farklılık söz konusu değil. Şimdi
bunları ifade ettikten sonra bizim klasik kaynaklarda sadece Eşari, Maturidi, Selefi değil genel
anlamda ehli sünnetin üzerinde uzlaştığı prensipler nelerdir gibi bir bölüm var. Ehli sünnetin
üzerinde ittifak ettiği hususlar bunları bir yere not edin ilerde size lazım olur. Yani bir kişi ben
Sünni’yim diyorsa şu hususlardaki yorumu belli olmalıdır.

Ehli Sünnetin ittifak ettiği konular:

1-) Kainat, vehim ve hayalden ibaret değildir. Bir özü ve hakikati vardır. İnsan, bu
kainat hakkında bilgi edinebilir.
Bu filozoflara reddiyedir. Bu sofistlere Eflatuna ve Sufiyyeden bazı gruplara bu gölgeler
alemidir bu geçici alemdir, rüya alemidir işte esas alem bunun ötesindedir gibi yaklaşımların
reddidir arkadaşlar.

2-) Kainat, bütün ayrıntılarıyla yaratılmıştır. Yaratıcısı Allah'tır.


İkinci ilke materyalistlere bir reddiyedir. Bütün ayrıntılarıyla ifadesi bizim İslam filozoflarına
da reddiyedir. İslam filozofları da Grek felsefesinin etkisiyle biraz cüziyyat gibi vs. ayrımlara
gidiyorlar Allah külliyatı bilir cüziyyatı bilmez, külli yaratır cüziyle uğraşmaz gibi söylemler.
Kaniat bütün ayrıntılarıyla yaratılmıştır. Ayrıca bu madde darvinizm vs. bunları da ortadan
kaldırır. Ya da big bang dedikleri büyük patlama bugün tartışılan evren nasıl ortaya çıktı
meselesi. Ama bir iman esası inanırsan öyledir, inanmazsan yapacak bir şey yok. Meşhur
Hristiyan ilahiyatçısı Aziz Thomas vardır onun meşhur bir sözü var “İnanana hiçbir açıklama
gerekmez, inanmayana hiçbir açıklama fayda etmez. İnanmayana hiçbir şey fayda etmez.
Mesele delil yetersizliği değildir.

3-) Allah’ın zatından ayrılmayan ezeli sıfatları vardır.


Mutezileye bir reddiye

4-) Allah ahirette mü’minler tarafından görülecektir.


Yine ruyetullah konusunda Mutezile ve onun gibi düşünenlere bir reddiyedir.

5-) Kader haktır fakat kul, icbar altında değildir.


Yine Mutezile ve benzerlerine kaderi inkâr edenlere bir reddiyedir. Ehli sünnet kader haktır
diyor yani bir zorlama yoktur. Yukarıdan bir el uzanıp da seni illaki şunu yapacaksın diye
zorlamaz. Kader bir arka plan uygulaması gibidir telefon ve bilgisayarlarda olduğu gibi sistem
aplikasyonudur. Kapatılınca sistem çöker. Kapatamazsın zaten. Biz görmeyiz onu

6-) Peygamberler ve mucizeleri, veliler ve kerametleri haktır.


Bunu Maturidi de söylüyor kitabı tevhitte ''akılcı imamımızda (!)'' böyle söylüyor.

Soru: Maturidiliğe Hanefi usulcüleri de ekleyemez miyiz?


Cevap: Tabi o gelenekte bu fıkhi çizgi üzerinden fakat fıkhi taraf daha güçlüdür. Maturidilik,
Hanefilik gibi değil, orada gelişmiş külliyata baktığın zaman hani bir edebiyatı var ama
kelamda çok sığ.

34
Aslında hepinizden Eşarinin hayatını okumanızı isterim. Eşarinin hayatı çok dramatik
bir hayattır. Niye? 40 yaşına kadar Mutezili bir gelenek o gelenekten kopuyor ve ilk dönemi
Ehli hadise yaklaşmak için çabalıyor hatta o dönemde yazdığı ehli hadisi destekler nitelikteki
eserler nedeniyle övgüler alıyor. Mutezileden eleştiriler geliyor kendisine, fakat bir süre sonra
bakıyor ki selef ya da ehli hadis dediğimiz grup kelamı aklı tamamen reddediyor bununla
uğraşanlar zındıktır şöyledir böyledir. Sonra Eşari tutuyor ''Risale fî İstihsanil Havz fi ilmil
Kelam'' kelamla uğraşmanın iyiliğine dair kitap yazmak zorunda kalıyor. Bu defa Ehli hadisin
eleştirisi başlıyor, iki arada bir derede ne şuna ne buna yaranamayan bir alim tipi. Gazali de
de bunu görüyoruz, mesela Gazali'nin ''Faysalü't Tefrika''yı okursanız (iman-küfür sınırı diye
çevrildi) orada kendisine yöneltilen eleştirileri tekfir edildiğini zındık dediklerini hepsini
aktarıyor. Kolay değil yani bu ilimlerle uğraşmak çünkü bir tarafı memnun ettiğinizde öbür
taraf memnun olmayacak eleştirecek, bu eleştirilere de herkes katlanamaz. Eşaride bizzat
bunu kendi hayatında tecrübe etmiş yaşamış birisidir.

7-) Kelamullah kadimdir, ses ve harflerden müteşekkil değildir.


Bu konu kelamda da çok konuşulmuştur en son gelinen nokta ikili bir ayırım: Kelamı Nefsi ve
Kelamı Lafzi. Kelamı nefsi gayri mahluktur diyecek bizim Eşari-Maturidi gelenek, Kelamı
lafzi ise mahluktur diyecekler. Harfler yazı şekli filan mahluktur. Ancak o bile gayrı
mahluktur diyen selef ve ehli hadis geleneği de halen devam etmektedir.

8-) Ahiret ve halleri, cennet, cehennem, sırat, hesap, mizan ve şefaat haktır. Cennet ve
cehennem içindekilerle beraber ebedidir.
Bazılarının dediğine göre adam 20 yıl günah işlemiş ömür boyu işte ezeli yanacaktır bu adalet
midir değil midir o tartışmaya girmez ehli sünnet ebedidir.

9-) Peygamberden sonra en faziletli zat ve ilk (meşru) halife Hz. Ebu Bekir’dir. Sonra
sırasıyla Ömer, Osman ve Ali’dir. Ashabın hepsi muhterem ve güvenilirdir.
Bu da Şiaya bir reddiyedir. Şiaya göre sadece ehli beyte yakın olan ashab makbuldür diğerleri
makbul değildir.

10-) Ehl-i kıble (namaz kılan değil; namazın ve diğer hükümlerin farz olduğunu kabul
eden kimse) işlediği günahtan dolayı tekfir olunamaz. Mü’mine kafir diyenin küfründen
korkulur.
En önemli prensipte budur arkadaşlar çünkü ehli sünnette tekfir çok zordur. Hatta derler ki
küfür iltizamidir, ilzami değildir.
iltizam: Bir kişi küfrü kendi nefsine nispet ederse kafir olur. Yoksa bir başkası onu küfürle
ilzam edemez. Sen kafirsin demeyle olmuyor bu da çok zordur.
Ehli kıble kavramı da kıbleye yönelerek namaz kılan değil, kıble yönelerek namaz kılmanın
farziyyetine inanan olarak açıklanmıştır. Öbür türlü olsaydı bugün namaz kılmayan
Müslümanların sayı kılanlardan fazladır. O sebeple de ehli kıble demek kıbleye yönelerek
namazın farziyyetine inanan, kılarsa aliyyül ala.

35
Bu bizim klasik mezhepler tarihi sanırım Bağdadi'nin el-Fark beynel Fırak' ta da vardır.
Ehli sünnet genel olarak bu prensipler üzerinden uzlaşmış bu konularda bu şekilde düşünen
insanlar Sünni olarak nitelenmiş işte böyle düşünmüyorsan Mutezili, Şii, Harici, Sufi falan
filan farklı gruplara ayrılmış.
Bu vehhabilik konusunu sonra işleyeceğiz dedim sebebi de vehhabilik kendisini selefi olarak
görüyor ama biz buradan bakınca bile göremiyoruz dolayısıyla vehhabiliği bu yeni selefilikle
birlikte çağdaş İslam akımları içerisinde değerlendireceğiz. Haftaya Pazartesi Şiilik konusuna
başlayacağız.

8 Kasım 2021
Ali’yi konuşacağız. Bizim eğitim sistemi daha çok Sünni anlayış üzerine kurulu olduğu
için, zihinlerimizde nasıl bir İslam ya da Müslümanlık olduğu şekillenmiş durumda. Yani
bizim zihinler Sünni format üzere şekillendirildi.
Önümüzdeki birkaç hafta Şii formata bakacağız. Burada nasıl bir kodlama yapılmış, Ali
üzerinden nasıl bir kültür gelişmiş (tabi Sünnilikte de var Ali, ama Sünniliğin Ali'si çok sade,
arı durudur. Hz. Peygamberin damadı, Hulefa-i Raşidinin 4. sü olan bir şahıstan söz ediyoruz.
Fakat diğer kültürde, Şii dediğimiz kültürde bambaşka bir Ali çıkıyor karşımıza. Şu slaytlarda
gördüğümüz, sanattan edebiyata hayatın her alanından sirayet etmiş bir anlayıştan söz
ediyoruz. Dolayısıyla bu kodları iyi anlamamız lazım. Bu da her zaman söylediğimiz gibi
siyasetin şekillendirdiği kodlamalardır. Yani siyaset, Sünni düşünceyi bir formatla bir çizgi
üzerinden şekillendirirken diğer tarafta Ali üzerinden şekillendiriyor.
Ali niye önemli? Çünkü şöyle bir bakın İslam tarihine, Hz. Ali’yi İslam tarihinden bir
an için şöyle bir çekip aldığınızı düşünün yazacak çok fazla bir şey kalmıyor. Yani en kritik
böyle dönüm noktası diyebileceğimiz anlarda Hz. Ali çıkar karşımıza, onun üzerinden
şekillenen bir İslam tarihi bugüne kadar gelmiştir. Onun için bu Ali meselesini iyi anlamamız
gerekiyor.
Şimdi her zaman olduğu gibi yine tanımlarla başlayacağız. Bu Şia nedir? Nereden gelir?
Önce ona bir bakalım. (şın), (ye) ve (ayn) kökünden ‘ şya’. Bu ‘şya’ da, taraftar olma bağlı
olma, takip etme gibi anlamlara geliyor. Dolayısıyla Şia dediğimiz zaman herhangi birisini ya
da bir grubu takip eden, onun peşinden giden anlamlara geldiğini anlarız. Ayrıca fırka, bölük,
topluluk, yaymak, yayılmak gibi anlamlara da geliyor. Kur’an-ı Kerim’de bu anlamda da
kullanılıyor Şia kelimesi. Bizi esas ilgilendiren terim anlamıdır.
Terim olarak, Hz. Ali’ye taraftar olan, onu Hz. Peygamberden sonra insanların en
faziletlisi kabul edip Hz. Ali’nin nass ve tayinle ( bu iki kavramı unutmayın) Halife, İmam
olduğuna ve ondan (Hz. Ali) sonra da imametin, hilafetin kıyamete kadar Ali’nin soyundan
devam edeceğine inananlara verilen ortak bir isimdir.
Nass ve tayin meselesi, Hz. Ali’nin Peygamberden sonra insanların en faziletlisi olduğu,
nass ve tayinle halife seçildiği ayet ve hadislerle sabittir demek. Öyle kulların tercihiyle olan
bir şey değil. Yani bu konuda nass vardır, ayetler var ve Hz. Peygamber tayin etmiştir
(anlamında).

36
Bu terim anlamıydı. Fakat bu terim anlamının ortaya çıkması biraz geç döneme rastlar.
İlk dönemlerde mesela Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde Şia kelimesi daha çok taraftar
anlamında kullanılmış. Mesela Şiatü Osman, Şiatü Ali gibi. (Osman taraftarı, Ali taraftarı
gibi). Terim anlamı kazanması olaylar geliştikçe olacaktır. Yani peyderpey.
Şimdi Hz. Ali’nin hayatına ana hatlarıyla bir bakalım. Bu arada şunu da ifade edeyim,
Sünni düşüncede resim yasak biliyorsunuz. Müzik yasaklanmış. İşte sanatın diğer alanları
tiyatro, sinema, heykel aklınıza ne gelirse Sünni düşünce bunlara haram demiş. Felsefe için de
benzer bir tutum sergilenmiş. Şiilikte de şöyle bir şey var Sünniliğin muhalefet ettiği ne varsa
makbul sayılmış. Yani Sünnilere muhalefet eskilerin deyimiyle Şiiliğin bir alamet-i farikası,
bir simgesi haline gelmiş. Sünniler resmi atmışlar onlar almış resmi, geliştirmiş. Sinema,
müzikte de benzer şekilde olmuş, bu devrimden (İran İslam devrimi) sonra bile değişmemiş,
devam etmiştir. O açıdan Hz. Ali, diğer imamlar bunların resimleri, dini semboller çok
yaygındır orada. Sünnilik ise son zamanlarda bazı esnemeler olmuş ama geç kalınmış bunu
sadece hat üzerinden geliştirebilmiş. Resimler vs. İran kültürü açısından oldukça normaldir.
Hz Ali’nin bir çok künyesi var, Ebu’l Hasan, Ebu’l Hüseyn , Ebu’s Sibteyn, Ebu’r
Reyhaneteyn, Ebu Turap, Ebu’l Eimme…
Lakapları var çok sayıda, Emirulmüminin , Ebu Turab, ,Mürteza, Esedullah, Kur’an-ı
Natık, Haydar, Ebu’r Resul, Seyfullah el Meslul…
Sünni düşüncenin aksine doğumu mucizelerle doludur. Hicretten 22 yıl önce (m.600)
Mekke’de doğmuş. Kabe’nin içerisinde doğan tek çocuk olarak bilinir. Annesi Fatıma onu
Kabe’nin içerisinde doğurmuştur. Baba adı, Ebu Talip b. Abdülmüttalib, Anne adı, Fatıma
bint Esed olarak geçiyor kaynaklarda.
Hz. Ali, Fatıma ile evliliği süresince başka bir eş almamıştır. Fatıma’dan sonra evlilikler
yaptığı kaynaklarda zikredilmiş; Hz. Fatıma Zehra, Havle, Ümame, Ümmül Benin, Leyla,
Sehba, Ümmül Habip, Esma.
Bazı tarih kitaplarında minyatür (resimle anlatı geleneği) her ne kadar yasaklanmışsa da
devam etmiş (resimler) Ali - Fatıma kültürü hat sanatına da yansımış, bu kültür başlı başına
bir edebiyat oluşturmuştur. Biz her ne kadar sadece Hasan, Hüseyin’i bilsek de çok sayıda
çocuğundan bahsedilir. Türbesi Irak Neceftedir. Şiiler için adeta bir Hac mekanıdır burası
Kerbeladan sonra 2. Mukaddes mekandır. (Kerbela Beytullah ise burası da Mescid-i
Nebevi’dir).
Süsleme sanatı Sünnilerden çok çok ilerde. Fakat Sünniler de son zamanlarda bu açığı
kapatmak üzere bizim camiler falan da sarayvari süslemeleriyle onlarla yarışır boyuta geldi.
Sünni gelenek buna pek cevaz vermemiş, sadeliği koruma eğilimindedir ama maalesef o
ölçüyü Sünnilerde de kaçırdılar.
Soru: (Anlaşılmıyor)
Hoca (özetle): Şiilik tamamen görsellik üzerine kuruludur o şeyleri (Kerbela törenler,
semboller, neşideler duygusallıklar vs. ) kaldırsan Şiilik diye bir şey kalmaz ortada.

37
Nass ve tayin meselesine bakalım. Hz. Ali niçin peygamberden sonra insanların en
faziletlisi ve imamlığa en layık olanıdır? Şiilerin Sünnilerden ayrıldıkları en önemli nokta
budur. Bazılarına göre Ali’nin imam olması Hz. Peygamberden önce bile belliydi kutsal
kitaplarda yazılarak gelmiştir diyerek aşırı gidenler de var. Fakat genel kanaat,
Hz.Peygamber vefat etmeden önce Allah Teala Hz. Peygamber’e Ali’yi imam olarak
bildirmiş, Peygamber de bunu ümmetine tebliğ etmiştir. Bu Gadir-i Hum hadisesiyle de
dolaylı olarak zikredilir. Bu, Şiiler açısından çok önemli bir gündür. O günü bayram ilan
ederler. Gadir-i Hum anlatısı tamamen Şii kaynaklar üzerindendir. Şii kaynaklara göre bu yer
(hoca gösteriyor) Mekke Medine arasında Cuhfe yakınlarında yeşillik bir alanmış. Bir göl
kenarı, su kenarı, ‘gadir’ göl demek. Hz. Peygamber veda haccı dönüşünde ashabıyla burada
konaklamış işte bu konaklama esnasında Şii kaynaklara göre,
‫ّللا ل يهدِّي‬ ِّ َّ‫ص ُمك مِّ ن الن‬
ٰ ‫اس ا َِّّن‬ ٰ ‫سو ُل بلِّـغ َٓما اُن ِّزل اِّليك مِّ ن ربِّك واِّن لم تفعل فما بلَّغت ِّرسالتهُ و‬
ِّ ‫ّللاُ يع‬ ُ ‫الر‬
َّ ‫يَٓا ايُّها‬
‫القوم الكاف ِّٖرين‬
(Maide suresi 67. Ayet)
“Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O’nun mesajını
iletmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphe yok ki Allah kâfirler
topluluğunu hidayete erdirmez.”
Şii hatta Sünni kaynaklara göre Hz. Peygamber ashabını topluyor. Yüksekçe bir yere çıkıyor.
“Toplanın size bir şey açıklayacağım” diyor. Hz. Ali’yi yanına çağırıyor. Hz. Ali’nin elini
tutup havaya kaldırıyor ve “Ben kimin velisiysem Ali de onun velisidir” diyor ( ‫من كنت مواله‬
‫)فعلي مواله‬.
Ashap Hz. Ali’yi tebrik ediyorlar, hayırlı olsun diyorlar vs… İşte Şii kaynakların
iddiası: Cebrail o sırada bu ayeti getiriyor: ( ‫)يا ايها الرسول بلغ ما انزل اليك من ربك‬. “Ey Rasul!
Rabbinden sana indirileni tebliğ et.” Hz. Peygamber de ümmetini toplayıp bunu tebliğ ediyor.
Neyi tebliğ etti? Ali’nin velayetini. İşte Allah ayetle peygambere Ali’nin velayetini bildirdi, o
da bunu ümmetine tebliğ etti. Nass ile tayin(?).
Şimdi bu velilikle velayet meselesi ben bunu kısaca anlatmıştım size. Demiştik ki Hz.
Peygamber 632’de vefat ettiğinde peygambere ait 3 yetki/otorite vardı: 1. Dini otorite
(peygamber), 2. Siyasi otorite ve 3. Ruhi manevi otorite. Yani bu üç konuda 632’te kadar
ümmet üzerinde tek yetki sahibi Hz. Peygamber. Hz. Peygamber’in vefatından yani 632’den
sonra Sünnilik, bu üç otoriteden dini olanı ulemaya, siyasi olanı ümeraya yani emirlere,
manevi olanı evliyaya devretti. Bugünkü Sünni gelenekte böyledir.
Şii düşünce ise az önce belirttiğim nass ile ta’yin meselesinden dolayı velayet kavramını
geliştirmiştir. Bazen vilayet olarak da gelir bu. Bu otoritelerin tamamı imam üzerinde yürür.
Her üçü de imamla devam eder çünkü imam ümmetin velisidir. Veli kavramını bugün de
kullanıyoruz. Artık liseden sonra veliniz olmuyor değil mi? Veli ne demek? Yani siz hukuken
yeterli olmadığınız için, yeterli akli melekeleriniz henüz gelişmediği için size bir yol gösterici
lazım. Veliniz, size velayet edecek, adınıza kararlar alacak, imza atacak birisi gerekiyor. Siz
kendi başınıza yolunuzu bulamıyorsunuz. Aslında aynı mantık fakat buradaki veli hayat boyu
sürecek bir velayet. Beşikten mezara. Velayet kavramı budur arkadaşlar.

38
Dolayısıyla velayet, nübüvvetten sonra devam eden ilahi bilgiyi işaret eder. Şii düşünce
diyor ki; “Allah Teala her devirde ilahi bilgi taşıyan canlı birisini bulundurmak zorundadır”.
İlahi bilgi taşıyan, velayet sahibi birisi. Bu kişi olmazsa insanlık yolunu şaşırır. O sebeple de
peygamberlerden sonra bu yol gösterme işi imamlarla devam eder. Bu da ilahi bir atamadır,
ta’yindir.
İmamlar ilahi vasıflıdırlar, masumdurlar, ilahi bilgi alırlar ve insanlığa yol gösterirler.
Anlayış bu. Yani Şii düşünce böyledir. İmamınız yoksa, velayete bağlı değilseniz imanınız da
yok demektir. O sebeple ileride usulü’d-din’i konuşurken göreceğiz. Amentü içerisinde
imametle başlıyor, velayete iman vardır. Sünni düşünce bunu kabul etmemiş fakat resmiyette
kabul etmemiş.
Fiiliyatta Sünni düşüncede de fazla bir değişiklik yok. Bugün halka baktığınız zaman
çoğu tarikatlar üzerinden bu geleneği devam ettiriyor. “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır”
ifadesi “İmamı olmayanın imanı yoktur” ifadesinin Sünniliğe tercümesi.
Öğrenci: (sorduğu soru duyulmuyor.)
Hoca: şimdi, elbette kabul etmiyor ama baktığımız zaman Türkiye’deki tarikat-cemaat
yapısına, ağırlıklı olarak insanların mutlaka bir veli arayışı içerisinde olduğunu görüyoruz.
Çoğunluk öyle.
Evet. Bu velayet ya da imamet, nassla tayin meselesi bu şekilde arkadaşlar. Şimdi bu
Gadir-i Hum olayı da dedik ya işte resimlerle sanatla sürekli işlenmekte. Şu resimde hatta Hz.
Peygamber Hz. Ali’yi hatta havaya kaldırmış olarak görüyorsunuz. Burada yine bir tablo, en
üstte yine maide suresindeki o ayeti kerime yazıyor. Altta da men kuntu mevlahu… rivayeti
işlenmiş durumda.
Öğrenci: … olan Ali mi?
Hoca: Yüzü kapalı olan peygamber evet. Peygamberin yüzü gösterilmez. Gösterilenler
de var. İran’a gittiğimde ben baya bir gördüm ama alıp getirmedim yanlış anlaşılır diye. Hz.
Peygamberin resimleri var yani. Şimdi nass derken, 200’e yakın daha ayet sayıyorlar. Burada
vaktimiz olmadığı için hepsini konuşmuyoruz. Kur’an-ı Kerim’den Ali’nin imametine dair
200’e yakın ayet.
Bir diğer önemli delil kalem ve kırtas hadisi. Buhari’de geçen bir hadis-i şerif. Şimdi
burada zikredeceğimiz hadisler az önceki velayet hadisi de yine bizim kütüb-ü sittedendir. Şii
hadis anlayışıyla Sünni hadis anlayışı birbirinden farklıdır. Şiiler Sünnilerin hadis
kaynaklarını kabul etmezler, Sünniler de onlarınkini kabul etmez. Onlarda kütüb-ü erbaa
vardır, bizde kütüb-ü sitte vardır. Onun içinde de Şiiler Sünnilerle tartışırken kendi
kaynaklarından değil de kütüb-ü sitteden delil getirirler. Şurada göreceğiniz hadislerin tamamı
Sünnilere karşı delil olarak ileri sürdükleri hadisler kütüb-ü sittedendir.
Hz. Peygamber vefatından önceki son hastalığında, hastalığı şiddetlenince “Bana bir
kalem ve kâğıt getirin. Size bir şeyler yazdırayım ki benden sonra sapıtmayasınız” buyuruyor.
Bunun üzerine oradakilerden Hz. Ömer, ''Nebi’nin (sav) hastalığı ağırlaştı. Elimizde ise
Allah’ın kitabı vardır. O bize yeter. Ayrıca bir kağıda gerek yok” diyor. Bunun üzerine bir

39
kısmı getirelim bir kısmı getirmeyelim diyor. Gürültüler artınca da Hz. Peygamber “Evim
etrafında gürültü olmaz dağılın” diyor. Şiiler derler ki Hz. Ömer anladı tabi kağıt kalem
getirilince neyin yazılacağını. Hz. Peygamber Hz. Ali’yi kendi yerine imam olarak
yazdıracaktı oraya.
Hani Gadir-i Hum’da sözlü olarak söyledi dinlemediler. Bir de yazılı olarak yazacaktı
buna da müsaade etmediler. … meselesi. Yine Müslim, Tirmizi’de geçen bir hadis: “Senin
bana yakınlığın Harun’un Musa’ya yakınlığı menzilesindedir. Ancak benden sonra
peygamber yoktur.” Yani benden sonra peygamber olsaydı sen olurdun Ya Ali gibi bir anlamı
var Şii anlayışa göre. Yine sancağın viraset, başkanlık olarak verilmesi, az önce
konuştuğumuz ben kimin velisiysem Ali de onun velisidir hadisi ve Sünnilikte hep diğer
rivayetin konuşulduğu ama Şiilerin daha çok bu şekildeki rivayetleri öne çıkardıkları hadis:
“Size iki emanet bırakıyorum. Bunlardan birincisi Allah’ın kitabı diğeri de ıtrem/ehli
beytimdir.” Sünnilerde diğeri de sünnetimdir şeklinde olan hadis. Bu da kütübü sitteden
Müslim ve Tirmizi’de geçiyor. “Bu ikisine sımsıkı sarılırsanız dalalete düşmesiniz. Ehl-i
beytim hakkında sizlere Allah’ı hatırlatıyorum.”
Öğrenci: Bu hadisin sıhhati hakkında bir bilginiz var mı hocam?
Hoca: Müslim’de geçiyor hadis :) tamamı kütübi sittede. Ama dikkat ediniz bunları,
şunu özellikle yazdım. Bu hadislerin geçtiği bölümler nereleri? Fezailü’s-sahabedir. Hz. Ebu
Bekir’le ilgili buna benzer onlarca hadis bulabilirsiniz, Hz. Ömer’le ilgili bulabilirsiniz, Hz.
Osman’la ilgili de bulabilirsiniz. Bunlardan siyasi bir netice çıkarmak çok sağlıklı değil. Yani
Ehl-i sünnetin yaklaşımı bu. Bunlar peygamberin ashabının faziletlerini onların İslam’a
hizmetlerini yüceltmek için ifade edilmiş hadislerdir. Yani illaki siyasi bir sonuç
çıkaracaksanız Hz. Peygamber hastalığında imameti kime bırakıyor? Hz. Ebu Bekir’e
bırakıyor. O da Şii kaynaklarda yok mesela. Herkes kendi formatını koyuyor. Bu bir tür
seçmecilik.
Öğrenci: …
Hoca: ama yani birçok hepsi hakkında vardır. Burada unutmamamız gereken bir şey
var. Gerek Kur’an’a gerekse hadislere yaklaşımda bir parçacı ve bir de bütüncül dediğimiz
bakış açısı. Saçma kelimeler bunlar ama böyle kullanıyorlar. Onun için de bunların orijinalleri
atomistik ve holistik, bunlardan tercüme etmişler. Atomist- parçacı, holistiki de bütüncül diye
çevirmişler. Atomist bakış açısına göre bir metni yorumlamaya kalkarsanız mesela Kur’an’da
kader meselesini alıyorsunuz. Yani insanın özgür iradesi var mıdır yok mudur? Eğer siz
insanın fiillerinde özgür olduğunu düşünüyorsanız atomist bakış açısına göre sadece, ''ve en
leyse lil’insani illa ma sea. Efleha men zekkaha ve gad habe men dessaha'' gibi fiilleri kula
atfeden ayetleri seçer alırsınız. Diğerlerini görmezsiniz. Ama dilemedikçe iman edemezsiniz,
Allah dilemedikçe bir yaprak bile kımıldamaz vs. onu görmezsin sadece işine gelenleri
görürsün parçacı okuyuş budur.
Oysa ilim erbabının yapması gereken o bütüne bakmaktır. Hadislerde de öyledir.
Şimdi siz ashaptan birisinin en faziletli olduğunu öne çıkarmaya çalışıyorsanız sadece onunla
ilgili rivayetleri toplayıp bir kitap yaparsınız. Burada Sünniliğin de Şiiliğin de maalesef
yapmaya çalıştığı bu. Fakat Şiilik daha aşırıya gidiyor bu konuda. Sünnilik biraz daha, Ali’nin

40
faziletleri de anlatılıyor ama diğer tarafta (Hz.) Ömer, Osman, Ebu Bekir onların faziletlerine
dair hiçbir şey yok hatta kötülükleri öne çıkarılıyor sürekli. İşte bu parçacı okunuşun, mezhebi
bakış açısı bir anlamda. Herkes kendi mezhebine göre bir okuma gerçekleştiriyor. Bu da
maalesef bu ayrışmayı, mezhepçiliği körüklüyor.
Peki bu Şiilik dediğimiz şey bugünkü haliyle nasıl ortaya çıktı? Bununla ilgili de
şurada gördüğünüz;
➢ Bazılarına göre Hz. Peygamber’in sağlığında ortaya çıkmıştır. İşte o dönemde
Ali’yi seven kişilerin olduğu, bunun adı da Ali Şiası.. bazıları hz.
Peygamber’in vefatından hemen sonra bu sakife toplantısında hatırlarsanız
konuşmuştuk. Ensar Sa’d b. Ubade’yi, muhacir Hz. Ebu Bekir’i, Haşimoğulları
da açıktan olmasa da gönüllerinde Hz. Ali yatıyordu. Dolayısıyla orada ortaya
çıktığını söylerler.
➢ Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra siyasi bir hareket olarak ortaya
çıktığını söyleyenler var. Hatırlarsanız isyancılar Hz. Osman’ı şehit etttikten
sonra Hz. Ali’nin adını haykırmışlardı. Zaten olayları da biraz o körüklemişti.
Yani sanki bu isyancıları Hz. Ali kışkırtmış gibi bir durum ortaya çıkmıştı.
Halbuki hiçbir müdahalesi yoktu. Ama onlar Osman’ı şehit edip biz Ali’yi
istiyoruz deyince herkes zannetti ki bu işi Ali ve ehl-i beyt planladı.
➢ Cemel ve Sıffin savaşlarından sonra ortaya çıktığını söyleyenler var. Cemel’de
bir ayrışma yaşanıyor hatta Sıffin dönüm noktası demiştik. Orada esas bu
Sünni ve Şii yapı kendini gösteriyordu. Devletin yanında Muaviye’nin yanında
şekillenen anlayışla Sünnilik devam edecekti. Diğer taraftan da Hz. Ali ve
taraftarlarından Şii anlayış devam edecekti. Bir de Hariciler çıkmıştı bu
ikisinin dışında kalan gruplar olarak.
➢ Hz. Ali’nin şehit edilmesi ve halkın Muaviye’ye biatından sonra ortaya
çıktığını söyleyenler var.
➢ Ve son olarak da Kerbela hadisesinden sonra ortaya çıktığını ifade edenler var.

Şimdi arkadaşlar bunların hepsi doğrudur. Yani Şiilik öyle bir hadiseden bir olaydan
sonra hemen ortaya çıkmış bir yapı değildir. Tarihi bir süreç içerisinde ortaya çıkmıştır. Hz.
Peygamber döneminde ehl-i beyt sevgisi olarak başlayan anlayış zaman içerisinde yoğrula
yoğrula gelmiştir, kerbela onun zirvesidir, dönüm noktasıdır. Kerbeladan sonra siyasi bir
kimlik kazanmıştır. Yani daha önce çok fazla siyasi yönü olmayan ehl-i beyt sevgisi
şeklindeki bu anlayış Kerbela’yla birlikte artık ehl-i beytin hakkını arayan, onların devleti
yönetmesi gerektiğine inanan bir topluluğa dönüşmüştür.
Perşembe günü Kerbelayla ilgili bir ders yapacağız. Çünkü biz Sünnilere çok anlatılmaz
bu. Şii bakış açısıyla Kerbela nedir onu göreceğiz. Kerbelayı anlamadan Şiiliği anlamak
mümkün değildir. Kerbela hadisesi diye bir şey yaşanmamış olsaydı muhtemelen bugün Şiilik
diye birşeyden söz etmiyor olacaktık. O kadar önemlidir. Coğrafi olarak da bugün Şiilik
yaklaşık 200-250 milyon civarında bir Şii’den söz ediyoruz. Daha çok İran-Irak merkezli bir
anlayış. Ama dünyanın dört bir yanında, Hindistan, Pakistan, Afganistan, hatta Suudi
Arabistan, Kuveyt yani Hicaz bölgesinde, bizim Türki cumhuriyetler özellikle Azerbaycan.

41
Azerbaycan’ın 2/3’ü Caferi’dir. Türkiye’de önemli bir Caferi nüfus vardır yine. Dolayısıyla
250 milyona yakın bir Şii’den söz ediyoruz.
Bu Şii ifadesi de henüz konuya yeni başladığımız için Şii ya da Şia dediğimiz zaman
bu da şemsiye bir kavram ehl-i sünnet gibi. Bunun içerisinde de Zeydiyye, İsmailiyye,
İmamiyye gibi yapılar var. Bu yapılardan Zeydiyye ve İsmailiyye daah küçük böyle azınlık
gruplar. Bizim esas Şiilik dediğimiz şey Caferilik olarak bildiğimiz ya da isna aşeriyye, 12
imam Şiiliği veya İmamiyye de deniliyor. Çoğunluk grup budur. Yani biz Şia derken de
bunları kastediyoruz Zeydileri ve İsmailileri değil. Çünkü ehl-i sünnetin karşısındaki ana yapı,
ana muhalefet budur. Diğerleri çok fazla etkin değil bu anlamda. Zeydiyye ve İsmailiyye’yi
de göreceğiz ama ağırlıklı olarak Caferiliği, 12 imam Şiiliğini konuşacağız. Perşembe günü
kerbelayı konuşacağız. Karaları giyin gelin, zincirlerinizi de alın :) aslında olabilir yani
burada bir kerbela şeyi yapsak. Ama Sünnilikte gösteri yasak işte…
11 KASIM 2021

Şiiliğin ortaya çıkışı


Bu süreçteki en önemli hadise Kerbela hadisesidir. Sünni dünyadaki Kerbela algısıyla,
Şii dünyadaki kerbela algısı iki ayrı zıt kutup gibidir. Sünni düşüncede olabildiğine
unutulmaya çalışılan bir kerbela, diğer tarafta ise her şeyi bunun üzerine bina eden sanki dün
olmuş gibi ''her gün aşura her yer kerbela'' anlayışı.
Öncelikle tarihi sürece bakacak olursak:
661- Hz. Ali şehit edilmişti. Vefatı sonrası Kufe’deki Hz. Ali taraftarları Hasan’ı halife
seçerek ona biat etmişlerdi. Şam’dakiler de Muaviye’ye biat etmişlerdi. İki sancak, iki halife.
Muaviye tarafı güçlü oldu ve Hz. Hasan anlaşma karşılığında hilafeti ona devretti. Bu yıla
''cemaat yılı'' denmiştir.

• Hz. Hasan (660) halife (Kufe’de)


• Muaviye (Şamlılar tarafından halife ilan edilir.)
• Hz. Hasan 6 ay sonra (661) hilafeti Muaviye’ye devreder.

Bu anlaşmayla ilgili olarak tarihi kaynaklarda şu maddeler yer alıyor:


1- İntikam için Iraklılardan kimse tutuklanmayacak. (Hz. Ali ve Hasan’ı destekledikleri için)
2- Arap olsun veya olmasın herkes emniyet altında olacak. (Emevilerin arap milliyetçiliğinde
bulunmaları ve arap olmayanlara karşı sert tutumları sebebiyle bir madde)
3- Ahvaz bölgesinin haracı yıllık olarak Hz. Hasan’a verilecek. Hz. Hüseyin’e de yıllık 2
milyon dirhem verilecek.
4- Haşimoğulları’na düşmanlık beslenmeyecek. Gerekli yardım yapılacak.

42
5- En önemlisi ise Muaviye’den sonra hilafet Hasan’a iade edilecek veya şura ile
belirlenecek!
6- Hz. Ali’ye sövülmeyecek, lanet edilmeyecek!
Sonrasında Muaviye bu anlaşmaya riayet etmeyerek kendi oğlu Yezid için sağlığında
biat almaya başlar. Olayları alevlendiren olay budur. O zamana kadar Hz. Hasan ve
Hüseyin’den bir tepki gelmemiştir. Tarihi kaynaklara göre Hz. Hasan zehirletilerek
öldürülüyor. Yezid’e biat meselesine gelince gerek sahabeden gerek diğerlerinden aşırı tepki
geliyor ancak bu konuda Muaviye uyarıları dikkate almıyor.
Muhalifler arasında öne çıkanlar ise şu kimselerdir: Hz Hüseyin, Abdullah b. Ömer,
Abdullah b. Zübeyr, Abdullah b. Abbas, Abdurrahman b. Ebi Bekr. Hz. Muaviye bunları ikna
etmek için bizzat kendisi Hicaz’a gidiyor. Hz. Hüseyin ve Zübeyr muhalefete devam ediyorlar
onlar dışında diğerlerini sessiz kalmaları konusunda ikna ediyor.
Bu muhalefet olma konusunda iki farklı görüş var.
1- Veliahtlık taraftarları, hanedanlık tarafı, Suriyeliler.
2- Ümmetin çoğunluğu fakat siyasi, askeri güçleri yok.

Veliahtlığa muhalif olanlar: Hicaz’da halifeliğe Yezid’den daha layık olduklarını düşünen
Kureyşliler ile Ali’yi tercih eden Ensar; Irak’ta ise Beni Ümeyye’ye karşı olan Şia ve
Hâricîler.
Sonuç olarak Muaviye istediğini elde ediyor. Fakat Yezid’e aşırı muhalefet var. Bunun
başlıca sebebi ise; hanedanlık usulünün getirilmek istenmesi, şura sisteminin kaldırılması,
emanet-ehliyet-liyakat gibi yöneticide aranan özelliklerin dikkate alınmaması.
En önemlisi de Yezid’in yaşını küçük olması, gayri İslami bir yaşantısının olması.
Yezid b. Muaviye b. Ebi Süfyan (648-683)

• 648 - Şam’da doğdu.


• 669/670 - İstanbul kuşatmasında komutan
• 671 - Hac emiri
• 680 – Halife
• 680 – Kerbela
• 683 – Harre Savaşı
• Mekke kuşatması
• 683 – Öldü

Muaviye’nin buradaki düşüncesi ise bir taht kavgası yaşanmadan o öldükten sonra
oğlunun tahta geçmesi. Bu şartlar altında 679’da vefat eder ve yerine Yezid(680) halife olur.
Toplamda 3 yıllık hilafet dönemi vardır. 3 yılda 3 hadise gerçekleşir. İslam ümmeti bu 3

43
hadisenin etkilerini hala taşımaktadır. Kerbela, Harre Savaşı (Medine kuşatması), Mekke
kuşatması. İslam tarihinin en trajik olayı Kerbela Hadisesi’dir.
Yezid’in tahta geçmesine rağmen Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Zübeyr muhalefete
devam ediyorlar. Yezid’de onları takip ettiriyor, biatlarını almak istiyor. Medine’de
üzerlerindeki baskı artınca ikisi Mekke’ye geçiyorlar. Mekke’de etraflarında bir taraftar grubu
oluşuyor. Bu arada Hz. Hüseyin’e Kufelilerden mektuplar geliyor. Bu mektuplarda içerik
olarak Yezid’i halife olarak kabul etmediklerini, Hz. Hüseyin’i imam olarak kabul ettiklerini,
ona biat edeceklerini söyleyip onu Kufe’ye davet ediyorlar.
Hz. Hüseyin babasından dolayı onlara güvenilmeyeceğini biliyor. Bu sebeple amcasının
oğlu İbn Akil’i duruma bakması için Kufe’ye gönderiyor. İbn Akil gidiyor, bakıyor durum
dedikleri gibi 12-30 bin arası kişiden Hz. Hüseyin adına biat aldığı söyleniyor. İbn Akil Hz.
Hüseyin’e, Kufelilerin doğru söylediğini onu desteklediklerini, ne kadar biat aldığını
söylediği bir mektup yazıyor.
Bu arada büyük bir değişiklik oluyor. Yezid başarısız gördüğü Kufe valisi Numan b.
Beşir el-Ensari’yi görevden alıyor yerine daha sert, gaddar Basra valisi Ubeydullah b. Ziyad’ı
tayin ediyor. Ubeydullah’ta ilk olarak İbn Akil’i yakalatıp kafasını kestiriyor ve kafasını Kufe
sokaklarında gezdiriyor. Bunu gören diğer taraftarlarda sinip çekiliyorlar.
Hz. Hüseyin’in bundan haberi yok, mektubu alıp Kufe’ye doğru yola çıkıyor. Ashabın
ileri gelenleri gitme Kufelilere güvenilmez, gideceksen bari aileni götürme diyorlar. Bir
rivayate göre “Ben rüyamda Hz.Peygamber’i gördüm, bu yolculuk bana ilahi bir görev olarak
verildi geri dönemem.” deyip yola çıkıyor. Zilhicce’nin 8’inde yola çıkıyor. Muharrem’in
2’sinde Kerbela’ya geldiği söyleniyor.
Kervanda kaç kişi olduğuna dair rivayetler muhtelif. Kendi ailesi başta olmak üzere
yaklaşık 70-80 kişiden söz ediliyor. Bir de yolda kendilerine katılanlar var. Fakat Kerbela’ya
yaklaştıkları sırada İbn Akil’in haberini alıyor Hz. Hüseyin. Diyorlar ki “Kufe’de durum
değişti. Kufelilerin gönülleri seninle ama kılıçları Yezid’le.” Yani seni seviyorlar ama
Yezid’den de korkuyorlar. Hz. Hüseyin bunun üzerine etrafındakilere diyor ki: “Şu an durum
değişti isteyen gelir, istemeyen varsa kervandan ayrılabilir.” Kervandan ayrılan kişilerden
sonra geriye bazı rivayetlere göre 72, bazı rivayetlere göre 73 ve bazı rivayetlere göre de 87
kişi kaldığı söylenir.
29 tane süvarisi var 40 tane de piyade askeri var. Bu şekilde Kerbela’ya kadar
geliyorlar. Karşı taraftan Ubeydullah da 4000 kişilik bir kuvveti Kufelilerin Hz. Hüseyin’e
yardıma gidebileceklerini düşünerek o bağlantıyı kesmek için görevlendiriyor. 1000 kişiyi de
doğrudan Hz. Hüseyin’in üzerine gönderiyor.
Kerbela’da neler olduğu ile alakalı çok farklı rivayetler var fakat ortaya çıkan tablo şu;
Hz. Hüseyin’in; “Ben buraya kan dökmek için gelmedim, Kufeliler beni davet ettiler. Eğer
benim Kufe’ye girmemi istemiyorsanız ben tekrar Mekke’ye dönebilirim. Biatımı istiyorsanız
beni Yezid’le görüştürün çünkü ben uzaktan biat vermem. Veyahut benden korkuyorsanız
beni İslam topraklarının en uç köşelerinden birine gönderin orada İslam’a hizmet edeyim”
diyerek bir teklifte bulunduğu kaynaklarda var. Fakat vali Hz. Hüseyin’i bu şartlar altında

44
bulmuşken Yezid’e biatını sağlamak istiyor. Hz. Hüseyin’de biatı reddedince çarpışma
başlıyor.
Bu bir savaş değil sonuçta 72 kişi karşısında 5000 kişilik dev bir ordu var. 4-5 gün
sürüyor. 2-3 gün susuz kalıyorlar. Hatta Celal Abbas, Fırat’tan su getirmeye giderken kolunu
kaybeder. Şii kaynaklarda bu çok trajik bir şekilde anlatılır. 10 Muharrem gününe
gelindiğinde direkt saldırılar başlar. Hz. Hüseyin ve etrafındakiler şehit edilir. Hatta şehit
etmekle kalmayıp atlarla bedenlerini çiğnerler. Sonra bedenleri parça parça edip kafaları
keserler. Esirler zincirlere vurulur başta kız kardeşi Zeynep olmak üzere ve yine Hz. Ali’nin
kızı Rukiyye (İbn Akil’in eşi) ve de Rukiye’nin oğlu olmak üzere.
Zeynel esirlerle ilgilenir onlara kol kanat gerer yeise düşmemeleri, dik durmaları
konusunda. Bu esirler ve kesik başlar önce Kufe’ye valiye gönderilir. Kesik başları Kufe
sokaklarında sergilerler. Daha sonra Yezid’e Şam’a gönderilir. Yezid sözlü olarak üzüntüsünü
dile getirse de bu işe karışan hiç kimseyi görevden almaz ya da cezalandırmaz. Bu sahte bir
üzüntüdür. Bu şehitler arasında çocuklar da var Hz. Ali’nin en küçük oğlu gibi. Bu akla ve
vicdana hiçbir şekilde sığmayan bir olay. Hz. Peygamber’in (s.a.v) torunu olması bir kenara
bu İslam savaş hukukuna da aykırı. Beden çiğnemek, kafa kesmek İslam savaş hukukunda
yok. Düşmana bile saygı vardır. Hz. Peygamber’in “Reyhanem” dediği, Hz. Hüseyin
doğduğunda saçları kesilip de miktarınca akika kurbanı kesildiği, sadaka verildiği biricik
torunu…
Bu hadise İslam tarihinde Müslümanları geri dönülemez bir yola sokmuştur. Bir grup
bunu sembol kabul ederek bir direniş hareketi başlatacaktır. Şiilik dediğimiz yapı esas dini ve
siyasi köklerini buradan alacaktır.
Sünnilik ise bu olayı unutturmak için elinden geleni yapacaktır. Hatta aşura icat edilir.
Bu olayı unutturmak için yapılmıştır. 10 Muharrem’de bir taraf bu olayı yaşatmak ve
unutmamak için o günü yad ederken, diğer taraf bu olayı unutturmak için elinden geleni
yapar. Şiiler, Sünnilikte asla göremeyeceğimiz devasa programlar düzenlerler her yıl.
Kerbela’nın kırkıncı günü erbain denilen günde ise milyonlarca Şii (17-18 milyon) yolun belli
bir kısmını yayan hatta çıplak ayakla giderler Hz. Hüseyin’in o yolculuğunu temsil etmek
için. Sünnilikte ise sanki böyle bir hadise yaşanmamış gibi davranılıp unutturma mantığıyla
hareket edilir.Bazı Şii programlarda kendilerini zincirliyorlar ve hatta Afganistan, Pakistan
gibi bazı ülkelerde de jilet falan bağlayıp kendilerini kanatana kadar feci şeyler yapıyorlar.
Hz. Hüseyin camiisi Şiilerin gönüllerinin Kâbe’sidir. Mekke’deki ise bedenin
Kâbe’sidir. Kerbela’nın bizdeki tanımı ise; “Hz. Hüseyin’in türbesinin bulunmasından dolayı
Şiiler’ce kutsal sayılan şehirdir.” Yani bizde hiçbir karşılığı yok. Ne Kerbela şehitleri için bir
hatim okutuluyor ne de başka bir şey. Daha yeni yeni gündeme gelmeye başladı çünkü
Aleviler de Kerbela olayını sahiplendi Türkiye’de. Bunun üzerinden bir propaganda yapılıyor
diye devlet son zamanlarda TRT’de Kerbela programları yapıp, hutbelerde bir iki cümle de
olsa yer vermeye başladı. Ama maalesef çok geç. Bu anlamda Sünnilik ehl-i beyti kaybetti…
Bu kadar mesafe koymak gerekir miydi? Hayır, çünkü halk koymamıştı. Bizim isimlerimiz
hep Ali, Hasan, Hüseyin, Zeynep, Ümmü Gülsüm. Halkın benimsediğini maalesef devlet
benimsemiyor. Sanki ehl-i beyt Şia’nın, Alevilerinmiş gibi onlar bunun üzerinden devasa bir

45
kültür oluşturdular. Sünnilere gelince yalnızca Hz. Hüseyin’in türbesinin bulunduğu şehir
olarak tanımlandı Kerbela…
15 Kasım 2021

Son derste Kerbela hadisesini ve bu hadisenin Şii toplumuna yansımasından


bahsetmiştik. Kerbela, Sünni toplumlarda sadece tarihi bir vakıa olarak kalmıştır. Bunun
yanında Şii dünya bayramlar üzerinden inşa etmiştir. Ğadir Bayramı gibi. Şiiler açısından
Kerbela ve Aşure günü neredeyse hayatın durduğu bir gün haline gelmiştir. Kerbelanın 40.
Günü ise daha da büyük bir hadise haline gelmiştir. Kerbela sadece kitaplarda kalmamış,
çocukluktan itibaren Şii topluluğun zihinlerinde yer edinmiş bir hadisedir. Bugün hikayenin
kalan kısmına devam edeceğiz.
Hatırlarsanız Yezid halife olduğunda muhalif gruplardan bir tanesi de Abdullah b.
Zübeyr idi. Hatta Medine’de ikisinin üzerindeki baskı artınca Mekke’ye geçiyorlardı. Sonra
kufelilerden Hz. Hüseyin’e mektup gelince Hz. Hüseyin Kufeye gidiyor. Abdullah b. Zübeyr
ise Mekke’de kalıyordu. Zübeyr b. Avvam’ın oğlu Abdullah Medine’de muhacirlerden doğan
ilk çocuk olarak bilinir. Babası Cemel Vakasında şehit olmuştu. Abdullah b. Zübeyr’de bu
savaşa katılmıştı fakat esir alındı. Daha sonra Yezid’in hilafetine kadar normal bir şekilde
hayatına devam etti. Hz. Hüseyin’in şehadetinden sonra Yezid kendisine biat etmeyen
Abdullah b. Zübeyr’in üzerine Mekke’ye gelir. 683 Mekke kuşatması olarak bildiğimiz
Kuşatma budur. Şehir tam teslim olmak üzereyken Yezid’in ölüm haberi duyulur. Bunun
üzerine ordu dağılır ve Abdullah b. Zübeyr kurtulur. Yezid’in vefat etmesi üzerine Abdullah
b. Zübeyr Mekke’de kendi halifeliğini ilan eder. Yezidin vefatından sonra onun yerine II.
Muaviye geçer ve iki ay kadar kısa bir süre boyunca tahtta kalır. Ondan sonra ise Mervan
daha sonra ise Abdülmelik başa gelir. Tahta çıkan Abdülmelik otoriteyi sağlar. 685 yılında bir
hadise meydana gelir… Muhtar Es-Sekafi, ehl-i beyt adına bir isyan başlatır. Bazılarına göre
bu isyanı kendisi başlatmıştır. Bazılarına göre ise İmam Bu olaya sessiz kalmıştır ve bu da bir
onaydır…
Muhtar es-Sekafi on sekiz ay boyunca küfe yönetimini eline alır. O dönemde ise Kufe
Abdullah b. Zübeyr’in hilafetine tabii olan topraklar içindedir. Abdullah b. Zübeyr, Kufe
üzerine bir ordu gönderir ve birkaç aylık kuşatma sonrasında Muhtar es-Sekafi öldürülür.
Ancak kaynaklarda bu şahıs vasıtasıyla Şiiliğe bazı kavramların geçtiği söylenir. Örneğin;
Mehdilik, gaip imam vb. kavramlar. Bunların doğru olduğu tartışmalıdır. Muhtar es-Sekafi ile
alakalı
Şiiler üç farklı guruba ayrılmaktadır. Bir grup onun imamlardan bağımsız hareket
ettiğini ve asi bir kimse olduğunu idda eder. Bir grup onun imamın izni ile yola çıkan
mübarek bir kimse olduğunu iddia eder. Bir grup ise onun hakkında iyi veya kötü yorumda
bulunmaz. Bu durum da bizlere kitaplarda var olan rivayetlerin pozitif ilimler gibi kesinlik
taşımadığını, farklılıkların var olabileceğini göstermektedir.
Muhtar es-Sekafi olayının da Şiiliğin ortaya çıkışında etkisi vardır. Abdullah b.
Zübeyr bu olayı çözüme kavuşturur ama Emeviler bu arada onun üzerine Haccac komutasında

46
bir ordu gönderir. Haccac’ın ordusu altı aylık bir Mekke kuşatması yapar. Bu zamanda Mekke
halkı çok zor durumlar içine girer. Netice olarak 683 yılında Mekke düşer. Rivayetlere göre 5-
6 bin kişinin öldürülmüştür. Kufe’den Hz. Hüseyin’e mektup yazan kişilerin başında
Süleyman b. Surad gelir. Hz. Hüseyin vefat ettikten sonra yaptıklarına büyük ölçüde pişman
olan ve çokça tevbe edenler manasına gelen ‘Tevvabun’ isimli bir topluluk ortaya çıktı.
Süleyman b. Surad onların başında gelir. Bu topluluk Emeviler’den hilafeti alıp hak sahibi
olan ehl-i beyte vermeye çalışmıştır. Kendi aralarında çıkan sorunlarından dolayı başarısız
olurlar. Tevvabun hareketi Şiilik, Ehl-i beyt adına isyan eden bir topluluk olarak anılır.
Şiilik adına anılan başka bir olay ise İbn Seb’e olayıdır. Kendisi Hz. Osman dolayında
meydana gelen birçok elim hadisenin müsebbibi olarak addediliyor. Bazı rivayetlere göre İbn
Seb’e isminde birisi tarihi gerçeklikte yoktur. Bazılarına göre ise bu kişi Ammar b. Yasir
olabilir. Kendisi Hz. Osman döneminde ona karşı muhalefeti olan kişilerden olarak bilinir.
Her halükarda tarihte ibn Seb’e isminde vardır. Fakat tarihe damga vurmuş bütün olayları (
Cemel,Sıffin, Kerbela) getirip bir kişinin şahsında anlatmak biraz da ashabın ferasetine
hakaret olur.
Daha önce de söylediğimiz gibi Şiilik şemsiye, ana bir kavramdır. Bunun içerisinde üç ana
grup vardır.

• Zeydiyye
• İsmailiyye
• İmamiyye (Caferiyye, isnaaşeriyye)

Dersin bu kısmında hoca tablo üzerinden gidiyor.

47
4. İmamda Zeydiler ve 6. İmamda İsmailliler ayrılıyor. Diğer kollar 12. İmama kadar
devam ediyor. 12. İmamın hala hayatta olduğuna ve bir gün geleceğine inanılıyor.
Her üç grupta da( Zeydiler, İsmaililer ve Cağferiler ) Hz. Hüseyin üzerinden yürüyor silsile.
Hz. Hasan üzerinden intikal eden Kuzey Afrikada İdrisiler olarak bilinen bir kol dışında başka
bir kol yoktur. Onlarda çok fazla tutunabilmiş değiller. Bunun sebebi ise Hz. Hasan'ın
mücadele etmeden imameti teslim etmesi gösteriliyor.
Emeviler, 750' de yıkıldığında hilafet Abbasoğullarına (Abbasilere) geçecek. (Yine ehli
beyt üzerinden değildir.) Abbasilerin kendi ehli beyt anlayışları var ve onun üzerinden
gidiyorlar. Yani imamlar silsilesini dikkate almıyorlar. (Abbasiler ''imam adına'' diye çıkarlar
ama isim zikretmezler.)
Dolayısıyla şu tablo (hocanın tahtada açmış olduğu), bu meselelerin sadece dini bir
mesele olmadığı, işin içerisinde ciddi bir kabilecilik anlayışının yattığı hatta Şii kaynaklara
göre bir ''kuşak çatışması'' dır. Yani:
Ebu Süfyan X Hz. Muhammed
Muaviye X Hz. Ali
Yezid X Hz. Hüseyin
Bu çatışma üzerinden bize devasa bir miras kalmıştır: Sünnilik ve Şiilik. Kodlar burada
(kavram haritası) gizlidir. Tarih bir zihin formatlama sanatı derken kastettiğimiz budur. Şii
zihin şu tablo üzerinden (12 imamın yer aldığı kısmı kastederek) kodlanmıştır. Biz mesela bu
imamların hayatlarıyla ilgili, türbeleri nerededir vs. çok fazla bilgiye sahip değiliz veya
sahiplenmiyoruz. Ama Şiiler açısından Kerbela gibi yerlere gitmediğin zaman dini vecibeleri
yerine getirmemiş gibi oluyorsun. (Şiilikte) çocukluktan itibaren o sembollerin, ritüellerin
içerisinde büyümek zihni şekillendiriyor.
Sünni kısma gelince, 750'ye kadar Emeviler, 1250' lere kadar Abbasiler (Abbasilerin
son yüzyılı Selçuklu hakimiyetinde olduğunu da unutmamak lazım), 1300 lere kadar
Selçuklular, sonra 1924'e kadar Osmanlılar… (Burada memlüklüler vs yer almıyor çünkü
onlar daha yerel olduklarından dolayı). ''Sancak'' meselesi de önemli, sancağın tarih sürecinde
kimin elinde ilerlediğini esas alarak bir tablo oluşturuyoruz. (Sancağın Hz. Hasan tarafından
teslim edilmesi ve cemaat yılı tabirinin kullanılması da bu sancak meselesiyle alakalıdır.)
Bu sancak Emevilere, onlardan Abbasilere, onlardan Selçuklulara, onlardan
Osmanlılara intikal etmiştir. Sünni zihin kodları bu silsileyle şekillenecektir. Hatta Türkiye
Cumhuriyeti'ni de Sünniliğin devamı olarak görebiliriz. Hatta denilir ki '' Hilafet kaldırılıyor
ama hilafetin otoritesi TBMM'ye devrediliyor''. Yani o sancak Türkiye Cumhuriyeti üzerinden
etkisini sürdürmektedir gibi bir anlam yükleniyor ama bu daha sonra değişecektir.
Bizim Sünnilik dediğimiz yapı bu çizgi üzerinden yürüyecektir. Bu noktada en önemli
şey ''devlet otoritesi'' bunu da ''hilafet sancağı'' dediğimiz sancak üzerinden belirler. Şii

48
dediğimiz topluluk bu otoriteyi benimsememiştir. Ne Emevileri, ne Abbasileri ne Osmanlıları
benimsememiştir. Hep bir çatışma olduğunu görürüz.
Sünniler niye bu konulara mesafeli, çünkü oraya (Şiilik) meylettiği andan oradaki
dramatik durumdan Sünni topluluk etkilenecektir. Bu sebeple de Kerbela vb. hadiseler, üstü
kapatılacak, çok fazla konuşulmayacak, tarih kitaplarında kalacak, hayatın kendisine
yansıtılmayacaktır. Sünni zihinler Şii kodlardan uzak kalacaktır. Ama Şii zihin tamamen o
kodalar üzerinden yürüyecektir. Bu tarih boyunca maalesef böyledir.
Yani tarih ölüler üzerinden ilerler, herkesin kendi ölüsü vardır, ''ölüler dirilerin kimlik
kartları gibidir.'' Herkes kendisine göre yorumlar. Bir kısım insanlar ölülerini gömemez,
sırtlarında taşır, Şiiler böyle bir topluluk. Kerbela öncesi ve sonrasında ölenler hala sırtlarında,
bir türlü toprağa koyup üstünü kapatamamışlardır. Bundan sağlıklı zihin yapısı çıkmaz. Bizde
birisi öldüğünde namazı kılınır, defnedilir, duası yapılır ama sırtta taşınmaz (önce geçen tabire
mecazen). Sırtında taşımaya kalkarsan kavga gürültü çıkar, yer kalmaz dünyaya sığmayız.
Nasreddin hocanın bir fıkrası vardır, Hoca eşi vefat edince, dul bir hanımla evlenmiş,
her gece hanımı rahmetli şöyleydi, rahmetli böyleydi, eskilerinden bahsedip duruyor. Bir gün,
iki gün hoca dayanamamış, itmiş kadını, yatağın dışına pat diye düşünce kadın, ''noluyo bey?''
deyince, hoca da demiş, '' üç kişi sığmıyoruz buraya'' ….
Şimdi ölüler, yerindeler; onları yanımıza alsak rahatsızlık verirler. Hayatın tadı tuzu
kaçar. Yahya Kemal'in bürokratlık dönemi de vardı. Bir yurt dışı gezisinde kendisine ülke
nüfusu sorulur. O da: '' 40-50 milyon'' şeklinde cevap verince etrafındakiler inanmıyor ve
şunu ekliyor: '' biz ölülerimizle birlikte yaşarız'' ….
Ölülerle birlikte yaşanmaz. Şiiler gibi her yıl, törenle anmayız. Bu sağlıklı bir yaklaşım
değil. Tarih boyunca bu Sünnilik- Şiilik meselesi hep önümüze sürülecek, bunların daha farklı
yönlerini de ele alacağız. Örneğin Şiilikte ''Ğulat'' denilen bir topluluk vardı. Aşırı gruplar
olup Ali' yi ilahlık seviyesine çıkarıyorlar. (Kün deyince var eyledi on sekiz bin alemi / Hem
yazandır, hem bozandır levh-i mahfuz kalemi… gibi şiirleri yazmışlar) Bizim bazı Anadolu
alevileri, Nusayriler örnek gösterilebilir. Bunlar siyasi alanla birlikte itikadi alanı da içerisine
alan bir yapılanma olarak çıkacak karşımıza.
Bu sebeple dini, siyasetten bağımsız okuyamayız. (Tavsiye olarak, dönemin siyasetini
de göz önünde bulundurmalıyız.) Örneğin Buhari de dahil olmak üzere bizim Sünni ve hatta
Şii ulema da, Emevieler ve Abbasiler dönemi ulemasıdır. Elimizdeki bütün kaynaklar bu iki
dönem uyarınca hazırlanmıştır. İmam Şafiler, İmam Malik, Ahmed b. Hanbel, vs bu zamanın
mekteplerinde okumuşlardır. Hayatlarına baktığımız zaman valilerle, halifeyle olan ilişkileri
her ne kadar mesafe koymaya çalışsalar da olmamıştır. Eserlerinde acaba isyana teşvik var mı
yok mu diye kontrol etmişlerdir.
Bu durumları bilmeden okuduğumuz zaman sağlıklı neticeler alamayız, çünkü o zatlar
her şeyi yazamamışlar, her şeyi yazanların kafası vurulmuş bize ulaşmamıştır. Mesela bugün
devletin atadığı rektörlerden sistem eleştirisi bekleyebilir misiniz? Zaten seçilerek atanıyor. O
dönemde de halifesi, valisi her şeye hakim. Hangi ders halkalarında neler okutuluyor vs. takip
ediyorlar. Mesela bazı alimler hakkında ağza alınmadık rivayetler var. Hepsi birileri

49
tarafından, o kimseyi halkın gözünden düşürmek için uydurulmuştur. Bu ilişkileri görmek
lazım.
Daha önce ifade edildiği gibi tarihte iki tane yaklaşım vardır; bunlardan bir tanesi
geçmişi iyi bilirseniz bugünü de iyi bilirsiniz, diğeri de hayır bugünü iyi bilirseniz geçmişi
daha iyi anlarsanız (hoca da bu kanaatte). Çünkü biz bugün de yaşıyoruz. Hangi gazatenin
niye böyle yazdığı, hangi kanalın niye böyle yayın yaptığı vs izlerini iyi takip edebilirsem,
bugun böyle oluyorsa, daha önceki yüzyıllarda daha çetin olayların olduğunu kavrayabilirim.
Bundan dolayı Şiilik olsun, Sünnilik olsun bunlar sadece dini kodlamalar değil,
siyasetin kodlamaları ama bunu din üzerinden yapmışlardır, çünkü din üzerinden yapmak her
zaman kolaydır ve daha etkilidir. İnsanları daha çok bağlar.
''Dini, siyasete alet etme'' gibi konuşmalar yapılır. Ama İslam'dan konuşuyorsak,
İslam'ın ayrı gayrı bir tarafı yok. Hz. Peygamberin getirmiş olduğu ''İslam = Hayat'' tır. Şunu
diyemeyiz, '' Allah, şu şu konulardan anlar da ekonomiden anlamaz'' böyle saçma şey olmaz.
Avrupa'da bu ayrım var idi, bizimkiler o ayrımı alıp buraya da uyarlamaya çalıştılar ama
İslam bunu kabul etmez. Orada mesela Protestanlık ve Katolik anlayış vardır. Protestan
anlayışta din, kul ile Allah arasındaki ilişkiye indirgenmiştir. Ama Katolik anlayış öyle
değildir, iğneden ipliğe her alanda dini etkisini öne çıkarır. Ama dikkat ederseniz artık
Katoliklerde direnemiyorlar. Mesela kürtaja, Katolikler yıllarca karşı çıktılar ama sonradan
mecbur kaldılar.
İslam'ın hayat ile ilgili söylediği ve söyleyecekleri vardır. Bunları kabul etmediğimizde
ortada İslam kalmaz. Yani protestan bir kalıba İslam'ı dökemeyiz. Birilerine şirin görünmek
için şu ayetleri görmeyelim diyemeyiz. Kitabın bir kısmını alıp bir kısmını reddedemeyiz.
Ama 18. yy 'da başlayan bu tartışmalar maalesef bizleri de bu uluslararası yapılanmaların
etkisinde bıraktı. Bugün Müslümanlar içerisinde pretestanvari islam anlayışını görebilmemiz
mümkün. Bunlar da alışkanlıklar ile yıllarca süregelen bir mahiyete bürünüyor.
Bir deney yapılıyor. Büyükçe bir kafese üç tane maymun konuluyor. Kafesin en
tepesinde muz asılı, muzlar her almak istediğinde, itfaiye hortumundan tazyikli su ile
müdahale ediliyor. Bir, iki, üç her defasında böyle yapılıyor. Sonunda maymunlar muza
ulaşmaktan vazgeçiyorlar. Uslu uslu oturmaya başlıyorlar. Sonra kafese bu olayı hiç
yaşamamış bir maymun konuluyor, bir tanesini çıkarıyorlar. Yeni gelen maymun muza
ulaşmaya çalıştığında ise bu sefer diğer iki maymun ona müdahele ederek aşağı çekiyorlar
önceki yaşadıklarına binaen. Bir, iki, üç Sonra o da alışıyor ve onlarla oturmaya başlıyor.
Ardından eski tazyik yiyen son maymunu da çıkarıyorlar yerine bu olayı yaşamamış yeni
birini koyuyorlar. O da muzlara ulaşmak istediğinde diğer ikisi onu aşağı çekiyor. (Halbuki o
ikisi hiç tazyikli su yememişti fakat böyle alışmışlardı) Bir defa iki defa böyle oluyor artık o
yeni olanda buna alışıyor onlarla uslu uslu oturuyor.
Hayatın içerisinde, iktidarlar hükümetler bize öyle planlar, uygulamalar getiriyorlar ki
sessiz sedasız yaşamaya yöneltiyorlar. Köleleri düşünün, köleliğe alıştırılmış insanlar…
peygamberlerin amacı o zincirleri kırıp o kölelikten onları yeniden insan olduklarını
hatırlatmaktır. Dinin, kutsal kitapların böyle bir görevi var.

50
18 Kasım 2021
Dersimizin adı İslam Mezhepler Tarihi. İlk dersimizde dersin ismi hakkında İslam, din
kavramı üzerinden konuşmuştuk. Dinin ne kadar önemli bir kavram olduğunu insanlık
tarihinin her döneminde hayatın merkezinde yer aldığını belirttik. Dünyada sekiz milyar insan
yaşıyorsa bunların yedi milyarı bir şekilde yüce bir varlığa inanıyor. Yani din ile inanç ile
alakalı, yedi milyar müşterimiz var. Bu yedi milyar müşteri içinde iflas ediyorsanız kendinize
bir şey çıkaramıyorsanız problem sizde demektir.
Alıcımız çok bizim fakat insanların bu din seçme ya da dini, mezhebi, tarikatı
benimseme konusunda öteden beri alışkanlıkları var. Bu bilinçli bir tercihten ziyade daha çok
işte bulunduğu coğrafya, ailesi, çevresi genelde çok üzerinde düşünülmeden nerede
doğduysak, Sünni bir bölgede doğduysak sünni olarak geliyoruz, İran’da doğduysak Şii
olarak, Arabistan’da doğduysak Vahhabi, Vatikan’da doğsaydık Katolik olarak, ya da Asya
da Hindu, Budist her neyse... Sonradan bazı insanlar düşünüyorlar bunun üzerinde işte din
değiştirmeler, arayışlar fakat bir eli parmaklarını geçmez. İnsanların yüzde doksanı genellikle
doğduğu, yetiştiği din üzerinde kalıyor.
Tarih kısmına değinmiştik. Tarihin karanlık bir ilim olduğu mutlaka sorgulanması
gerektiği kurgulanmaya müsait bir ilim olduğu yani herkesin kendine göre bir tür tarih algısı
olduğu hatta demiştik ki “tarih bir tür zihin formatlama sanatıdır.” dolayısıyla Sünni zihinler
bir formatla, Şii zihinler bir formatla, tıpkı android sistemler gibi bunların birindeki program
diğerinde çalışmaz diğerindeki program öbüründe çalışmaz. Çünkü bunun altyapısı
hazırlanmıştır. Geçen haftalarda izlediğimiz Kerbela videolarını hatırlayın yani küçük bi
çocuğun bir şehidin türbesinde haykırarak heyecanlanarak okuduğu şiir vs. işte bu çocuğun
Sünniliğe ve Sünnilere bakışı nasıl olacaktı? karşısında yezid görecekti. Zihin bu şekilde
formatlanmış okullarda. Bizde de o kadar sert değil belki ama daha çok unutturulma üzerine.
Hep bir tarafını öğretmek işte Sünnilik üzerinden bir çizgi, hep söylediğim gibi işte
Hulefa-i Raşidin devri, Emeviler, Abbasiler,Selçuklular, Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti.
Böyle bir silsile takip ediyor. Diğer taraf o çok okutulmuyor bizde. Kerbela hiç okutulmuyor
mesela bir savaş olarak gösteriliyor. İmamların hayatı desek bilinmez. İmamların ismini
ezbere sayabilecek kaç kişi var aramızda yoktur galiba ama Şii, Alevi çocuklar sübhaneke
gibi onları ezbere bilirler. Öyle algılanmış ve formatlanmıştır. O bakımdan tarihin böyle bir
talihsizliği var. Yani tarihi en iktidar kendine göre uyguluyor.
Bugün de öyledir 21. yüzyılda değişen bir şey yok size örneklerini ben vermiştim. İslam
kitabından Fazlurrahman örneğini, Türkiye Diyanet Vakfından İslam Ansiklopedisi örneğini
vs. Yeniden yazılıyor, yeniden kurgulanıyor. yani George Orwell’in 1984 romanını okursanız
orada da benzer şeylerden bahseder. Geleceği kurgularken orada da hükümet mesela bi savaş
olmamıştır diyorsa sonraki nesiller böyle bir savaştan habersiz olacaktır. Var diyorlarsa ona
göre yetişeceklerdir. Yani tarihi kaynakları işte ister İslam mezhepleri tarihi olsun ister diğer
tarih kitapları olsun mutlaka coğrafyayı, o coğrafyanın o dönemdeki idarecisini Emeviler mi,
Abbasiler mi hangi halife Mutezili eğilimli mi, Ehli hadis merkezli mi bunların hepsi yazılan
metinleri etkileyecektir. O etkiyi görmeden anlayamayız meseleyi. Yani Gazzali’yi
okuyorsanız eğer Gazzali’nin Nizamülmülk medreselerinin rektörü olduğunu unutmamanız
lazım. Sonuçta belli bir misyon ile orada bulunuyor. O misyonu bir şekilde koruması lazım.

51
Mesela Fedâihu’l Batıniyye Gazzali’nin en meşhur eserlerindendir. Batınilere reddiye olarak
yazdığı eser. El Fedâihu’l Batıniyye olarak biliriz ama ikinci bir kısmı daha vardır kitabın.
“Fedâihu’l Müstazhiriyye”. Halife Müstazhira yazmıştır onu. Mustazhır’ın faziletleri üzerine.
Bunu her alimin hayatında bir şekilde görebilirsiniz. O açıdan da bu metinleri okurken
bağımsız metinler gibi düşünmeyin. Derler ki aslanın vücudu yediği etlerden müteşekkildir.
Alimlerin, bizlerin zihinleri, fikirleri de okuduğumuz kitaplar, çevremiz vs. onlarla doludur
onlarla oluşur. O etkileri, o coğrafyayı, gezdiği gördüğü yerleri halife ile olan ilişkileri bilmek
görmek lazım. bu şekilde olabildiğince objektif bir sonuca ulaşılabilir.
Mezheplerin ortaya çıkış sebepleri üzerinde durduk. İşte insan tabiatının farklılıklara
olan meyli, coğrafya etkisi, yeni fethedilen bölgelerde karşılaşılan farklı kültürler, nassların
tabiatından kaynaklanan muhkem, müteşabih ayırım, en çokta hilafet-imamet meselesi
üzerinde durduk. Hz. Osman döneminde başlayan fitne olayları sonrasında Cemel, Sıffin,
Kerbela’ya kadar uzanan bir süreçtir bu. Orada bu hilafet ve imamet meselesi özellikle de 657
tarihli Sıffin’de bir üçlü tasniften söz etmiştik.

1. Hz. Ali ve taraftarları.


2. Muaviye ve taraftarları
3. Hariciler

demiştik. 657 yılı İslam tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir. Sonrası aşağı yukarı
Şiilik, Sünnilik iktidar merkezi olarak bu çizgiler gelecek. Bugün radikal vs. diye anılan diğer
gruplar gelecek.
Sünnilik meselesinde de bunun resmi anlayış olduğunu ifade ettik. Öteden beri Sünni
düşünce devlete isyan üzere kurulu değildir. “el fitnetü eşeddü minel katl” yani fitne
dediğimiz şey toplumda sivil itaatsizlik, savaş hali fitne olarak tanımlanmış ve bunun
ölümden beter olduğu dolayısıyla yukarıdaki halife ne kadar kötü, zalim de olsa belirli
şartlarda itaat edilmesi gerektiği belirtilerek Sünni alimler öteden beri iktidarın yanında
durmuşlardır. Şiiler muhaliftir. Mesela Şii ulema ile bunu Şiilik konusuna geldiğimizde
konuşacağız işte ayetullahlar diyoruz, bunlar çok güçlüdür arkadaşlar. Devletten daha güçlü
ayetullahlar var. Çünkü hepsinin vakfı, gelir kaynakları var. Devletten bağımsızdır. Sünni
ulemanın ise kendi başına bağımsız bir geliri yoktur, devlete muhtaçtır. Sünnilikte buna yakın
tarikatlar var mesela bu ayetullahlardaki yapıya benzer tarikatlar vardır. Tarikatların işte
vakıfları vs. bugün Türkiye de gördüğümüz işte cemaatler, tarikatlar şöyle güçlüdür, böyle
güçlüdür tartışmaları yapılıyor.
Şii düşüncede ayetullahların devlete hiç ihtiyacı yoktur. Milyon dolarlarla oynarlar.
Çünkü humus beşte bir mesela Sünni düşüncede peygamberden sonra sakıt yok sayılırken
Şiilerde peygamberin hakkı imamlar üzerinden devam ettirilmiş, yıllık gelirin beşte birini
imamlara vereceksiniz. İmam ortaya çıkana kadar da ayetullaha götürüp vereceksiniz. Bu
açıdan da oldukça zengin, bağımsız yapılar oluşturmuşlardır.
Sünnilik öyle değil hep iktidarın gölgesinde bugüne kadar gelmiş, Ebu Hanife’nin
mesela itirazlarını biliyoruz. Kendisine teklif edilen kadılık vb. görevleri almamıştır ama
sonrasında talebeleri İmam Muhammed, Ebu Yusuf görevleri almışlar. Diğer mezheplerde de
durum pek farklı değil onlar da iktidarlarLa aralarını genellikle hoş tutmaya çalışmışlardır. O
sebeple de halk bazında olmasa da devlet geleneği olarak bizim anadolu da dahil olmak üzere
Sünni gelenek resmi anlayış olarak yerleşmiştir. Yani bu devlete muhalif bir yapı değil ama

52
Şiilik öyledir. Şiiliğin varlığı Sünniliğe, Ehl-i sünnet ve’l cemaate muhalefettir. Sonra aleviler
mesela muhalefet hareketi olarak görülecek. Diğer mezhepler, yapılar aynı şekilde ama
çoğunluk dediğimiz bu grup hep devletin yanında beğense de beğenmese de bir şekilde
devletin yanında ve eğitim sistemide medreselerden başlayarak Sünnilik üzerine
kurgulanmıştır. Bu Sünnilik her ne kadar Es’arilik üzerine olsada Hanefi, Şafii, Maliki,
Hanbeli fıkıh alanında sonra Maturidilik üzerinde bizim Türk dünyasında öne çıkarılacak.
Bu devlet geleneği bugün ilahiyat fakültelerine kadar sirayet edip devam ettirilmiştir.
Hatta demiştim ki size cumhuriyet kurulduğunda da cumhuriyetin kurucuları evet hilafeti
ortadan kaldırdılar ama yerine koydukları diyanet işleri başkanlığını yine sünni kodlarla
yazdılar. yani seçtikleri alimler, Ömer Nasuhi Bilmen sünni, Elmalılı Hamdi, Mehmet Akif
gibi hep Sünni alimler eserleri de Sünni.
Bugün diyanet yapısı böyledir. hatta Sünniliğinde Hanefi, Maturidi yorumu yavaş yavaş
Şafii yayınlar da yapmaya başladı diyanet şimdi. Ama öteden beri belli bir yorum üzerinde
niye? Bu devlet kontrolünde bu yapı şeklinde devam ettirilmiştir. Çünkü din, öteden beri
tehlikelidir. Kendi haline bırakırsan olmaz. Hangi devlet olursa olsun her devlet mutlaka din
konusuna el atmıştır. Sovyetlerden Çine kadar Amerikası, Afrikası, Avrupası mutlaka bir
şekilde kontrol altında tutmalı. Diğer yapılar da ne Sünnilikle ne Şiilikle uzlaşmayan yapılar
olarak bugüne kadar onlar da varlıklarını devam ettirecekler.
Bunlar içerisinde ilk ortaya çıkan tartışmaları ele aldık. Belli konular etrafında ki birisi
bu hilafet imamet meselesiydi. Orada da imamet ile hilafet konusunun Şiilere göre ilahi bir
atama ve tayinle olduğu meselesi, Sünnilere göre Kureyş kabilesinden olma zorunluluğu bir
tür kısıtlı seçim gibi yani halife seçilecek ama Kureyş kabilesinden olacak şeklinde. Hariciler
de ise şartlarını taşıyan herkes işte alim, mü’min müttaki, adil herkes köle bile olsa seçildiği
takdirde halife olabilir gibi bir yorum geliştireceklerdi. Haricilik üzerinde durduk biraz.
Mu’tezile özellikle Mu’tezilenin bu adalet prensibi bu ve bu adalet prensibinin de
gökyüzünden çok yeryüzünü ilgilendirdiği meselesi yani mesele Allah’ı tartışmak değil
yeryüzündekileri tartışmak. Aslında ilahiyat da öyledir yani siz bakmayın öyle kelam vs.
melekler Allah vs. tartışmalara aslında buraya yeryüzüne yansımalarıdır o. İşte iktidara
vatandaşlara.
Mürcie meselesine de değindik yine çünkü Ebu Hanife ve arkadaşlarıda Mürcii olmakla
suçlanmıştı hatırlarsanız. Bu Mürcie meselesinin bir aşırı Mürcielik dediğimiz işte “kalbin
temizse her şeyi yapabilirsin” gibi bir anlayış ama Ehli Sünnetteki Mürcii yaklaşımın bu
olmadığını, günahların imana zarar vereceğini, imanı zayıflatacağını ve günahların cezasının
mutlaka çekileceğini belirtmiştik. Sonrasında Ehli Sünnet meselesini bu meseleyi de kelam
derslerinde, imam hatipte diğer aile çevrenizde diğer Sünnilik üzere kurulu bir yapı hep
söylüyoruz. Görmüştünüz ama burada ana hatlarıyla konuştuk, belirttik.
Bunun şemsiye bir kavram olduğunu cemaat kısmının siyasi bir yorum olduğunu ve
bugün artık cemaatten söz edilemeyeceğini 1924’te hilafetin kaldırılmasıyla bu siyaset
meselesinin Müslümanları siyaseten bir çatı altında toplayan bir kurum olmadığını belirttik.
Daha çok dini boyutu var dedik. Bu dini boyutta üç grup tarafından işte Selefi ya da Ehli
Hadis, klasik selefiliğin bu yeni selefilikten farkına değindik.

53
Eş’arilik, Maturidilik, Maturidiliğin sonradan öne çıkarıldığını özellikle Türkler
tarafından sanki bir tür Türk İslamı daha akılcı daha hoşgörülü sanki daha laik daha seküler
böyle bir proje olarak malesef bu öne sürüldü ama öyle bir şey değil. Yani İmam Maturidi’nin
hayatını eserlerini okursanız o da diğerleri gibi klasik bir İslam alimidir. Temel konularda
hiçbir sapması söz konusu değildir. Ama birileri bunu hep diyorum ya tarih kurgulanabilir bir
ilimdir. Bu sanki diğerlerinden farklıymış Arap İslamı var, Türk İslamı var böyle saçma sapan
kavramlar hani İslam İslamdır demiştik hatırlarsanız. İslam dinin adı bu asla değişmez
değişenler bu İslamın anlaşılma biçimi olan müslümanlıktır. yani bir Şii müslüman olabilir.
Sünni müslüman olur, radikal, ılımlı müslüman olur ama ılımlı, radikal, Şii, Sünni İslam
bunlar tamamen yalandır. Öyle bir şey olmaz. İslam İslamdır kitabı belli peygamberi belli
İslam dinidir. Bu dinin farklı yorumları var. Bazıları yorumlayarak ılımlı bir yorum, öbürü
radikal bir yorum, öbürü Sünni, Şii yorum bu olabilir. Buna biz müslümanlık diyoruz ama
bugün kullanılıyor özellikle batılılar çok seviyor bunu tıpkı kendilerindeki bu mezhepleri din
olarak çünkü orada Protestanlık dediğinizde din karşılığı ya da Katoliklik dediğiniz de din
karşılığı kullanılıyor. biz de öyle değil. İslam tektir.
Ağırlıklı olarak dolayısıyla Eş’arilik merkezli bir yorumun olduğunu işte neredeyse
bütün ulemanın Eş’ari alimlerden oluştuğunu, Sünni bizim Osmanlı medreselerinde bile
Eş’ari ama halk ya da alimler bunu hiçbir zaman bu Eş’aridir vb.’dir diye okumazlar. Yani
hangimiz Gazzali’yi okurken ben Eş’ari bir alimin kitabını okuyorum diye düşünürsünüz.
Düşünmez kimse. Gazzali’yi okuyorum der. Bir de Ehli Sünnetin belirleyici vasıfları yani
Ehli Sünnet dediğimiz de bu topluluğu tanımlayabilecek prensipleri (kader haktır kul icbar
altında değildir, Allah’ın zatından ayrı sıfatları vardır, ru’yetullah haktır, mucizeler, enbiyanın
kerameti...) konuşmuştuk. Dolayısıyla ister Selef olsun ister Ehl-i Hadis olsun ister Eş’ari,
Maturidi olsun bu konularda ortak bir anlayışa sahipler.

54

You might also like