You are on page 1of 526

çam lıd lk \ o ftanöü© sarılı. kusursuz hlr şekilde karanlık ve büyülü bir b t ^ . . .


— Srvplunnc Corbon .Wne York- l ime* Çok Satanı Yazan

pIMASIZ
NLAR
n n esin in ö lü m ü n ü n in tik am ın ı a lm a k için ölüm cül

A o lm a ih tim ali y ü k se k b ir y a r ışm a y a g irm e k ü z e re gizli


b ir sih ir to p lu lu ğu y la a n la şm a y a p a n b ir kızı konu alan
bu fa n ta stik gen ç y e tişk in ro m an ı â d e ta C a ra v a l ile V am p ir A vcısı
R u ffy ’nin b ir b u lu şm a sı.

Ava, bir vam pir annesini öldürdüğü için intikam alm aya k arar­
lıdır. Çok kapsam lı bu yolculuk, ona bir koruyucu aileden diğerine ge­
çerken hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğu gücü verir.

Ancak on yıldır vam pir gören kimse olmamıştır. Ava da art ık bir
vam pir göreceğine dair umudunu kaybetmiştir... Tam o sırada gizli bir
sihir gösterisiyle karşılaşır ve imkânsız illüzyonlara tanık olur. Sihirbaz­
lar, Ava’nın peşinde olduğu kan emiciler olmayabilir am a Ava, işin için­
de doğaüstü bir şeylerin olduğuna inanarak gizlice kulise sızar ve onları
açıklayam ayacakları eylemler gerçekleştirdikleri sırada yakalar.

Am a sih irbazlar zaten onu beklemektedir.

Sihirbazlar, gerçek büyü yetenekleri olan eski ve gizli bir top­


luluğun bir p arçası olduklarını ve Ava’nın kanında da onlarla aynı gü ­
cün bulunduğunu söylerler. Eğer araların a katılırsa, ona vam pirleri
avlam ak ve annesinin intikamını almak için ihtiyaç duyduğu becerileri
öğreteceklerine söz verirler. Bununla birlikte, Ava eğer sunulan gücü
korum ak istiyorsa, buna layık olduğunu kanıtlam alıdır. Bunu yapab il­
mek için de illüzyon ile gerçekliğin bulanıklaştığı ve risklerin
olduğu tekinsiz ve tehlikeli bir yarışm ada hayatının
gilem ek zorundadır.
MARGIE FUSTON
Kaliforniya orm anların büyüdü
ve daim a tek boynuzlu atların
y e r aldığı fantastik dünyaları da
işte orada yarattı. Ü niversitede
işletm e ve edebiyat alanında
lisans dereceleri ile yaratıcı
yazarlık alanında yüksek
lisans derecesi aldı. Şim dilerde
orm ana geri döndü, tüm vaktini
kedi sürüsüyle çekişerek ve
yeğenlerinin hayaletleri, gölet
canavarlarını ve denizkızlarını
avlam asına yardım ederek
geçirm ektedir.
YAYIN N O 2461
M İIEN YU M 75

Acımasız İllüzyonlar
Margie Fuston
Orijinal Adı: Cruel llluıions

Dizi Yönelmeni: l.Y . Mazer


Çeviren: Damla Atomer
Editör: Haşan Ozan Elma
Kapak İllüstrasyonu: M arcela Bolivar
Kapak Tasarımı: Greg Stadnyk, Simon & Schusler, İne
Kapak Uygulaması. Dilen Kaya
Sayfa Tasarımı: Adem Şenel

1. Basım: Ocak 2024


ISBN: 978-605-304-918-0
Sertifika No: 4 3 9 4 9

Acımasız İllüzyonlar
© 2022, ALFA Basım Yayım Dağılım San. ve Tic. Ltd. Şii

Cruel lllusions
© 2022, Margie Fuslon

Kitabın Türkçe yayın hakları Akçalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla Simon & Schusler Children's
Publishing'in alt markası olan Margarel K. McElderry Books ile yapılan anlaşma ile Alfa
Basım Yayım Dağılım Lld. Şii.'ne aittir. Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak
kısa alınlılar dışında, yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir elektronik veya mekanik araçla
çoğaltılarraz. Eser sahiplerinin manevi ve mali hakları saklıdır.

ARTEMİS YAYINLARI
Ticarethane Sokak No: 15 Cağaloğlu / İstanbul
Tel: ( 212)513 34 20-21 Faks: [ 2 1 2 ) 5 1 2 33 76
e-posta: editör 1©artemisyayinlari.com - www.artemisyayinlari.com

Baskı ve Cilt: Melisa Matbaacılık


Çiftehavuzbr Yolu Acar Silesi No: 4 Bayıampaşa / İstanbul
Tel: (212) 674 9 7 23 Faks- (2 12) 67 4 9 7 29 Sertifika No: 4 5 0 9 9

Artemis Yayınları, Alfa Yayın Grubu'nun tescilli markasıdır.


MARGİE FUSTON
zm

(zfclM A S IZ
İl l ü z y o n l a r
Tanıdığım en iyi hikâye anlatıcısı olan Lucas'a...
BÖLÜM
1

N e zaman kayıp evcil hayvan ilanı görsem, önünde duru­


rum. Evcil hayvanların sokakta kalmasına katlanamam,
üstelik bir evleri ve onları bekleyen bir aileleri varken. Gördü­
ğüm, bir kedi ilanıydı. İlanın kâğıdı güneşten artık sararmış,
mürekkebi yağmurdan dağılmıştı. Yine de ilandaki kedinin gri
çizgileri ve adı ezberimde: Suzy.
Suzy belki de evine çoktan dönmüştür.
Yine de sırt çantamdan bir kalem çıkardım ve numarayı bi­
leğime yazdım. (Bileğimi yıkama olasılığım elimi yıkama olasılı­
ğımdan daha az olduğu için.) Bir keresinde kayıp bir evcil hay­
vanı ben bulmuştum, ilandaki adrese vardığımızda minik köpek
kollarımda nasd da kıvranmıştı. Sahipleri ağlamanın eşiğine gel­
mişti. Sonrasında, uzun süredir kayıp bir akrabalarıymışım gibi
bana sarılmışlar ve yirm i dolar vermişlerdi.
Bazen keşke ben d e bir ilan assam da kapıma nazik bir yabancı
gelerek kaybettiğim her şeyi bana geri verse diye düşünürüm.
Ne var ki kaybedilen şeylerin çoğu asla geri gelmez.
Elim, hep cebimde taşıdığım dört çeyrekliğe gitti. Onları elime
alıp parmaklarımın araşma serdim, sonra neredeyse aynı hızla göz­
lerimi kırpıştırarak yok ettim. Bu sırada tek seyircim olan bir sin­
cabı selamladım. Sincapsa bir arabanın yanından sıyrılarak, bu
performansımdan kaçmak için hızla dönüp sokağa koştu.
Güldüm. Sihir bana annemi ve babamı hatırlatır. Güzel anılan.
Kötü anılar da gelir aklıma tabii, sonra da bir türlü aklım­
dan çıkmazlar. Yılın bu zamanlarında genelde bunları düşünür
dururum.
8 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Çeyrekliklerimi cebime geri koyup kaldırımda yüz metre


kadar hızlı hızlı ilerledim. Merdivenleri ikişer ikişer çıkıp ko­
ruyucu evimin kapısına vardım ve Rolling Stones’un Paint It
Black”* şarkısı dilime dolanırken, kırmızı kapının kilidini bece­
riksizce çevirdim.
İçeri girdiğimde parke zemin gıcırdadı. Nereye gidersem gi­
deyim, bu ev her adımda benimle konuşur. Hareket etmedi­
ğim zamanlarda bile. Yatakta uzanıp, tavam bölen ahşap kiriş­
teki çentiklere bakarken, aşınmış eklemlerini gerer gibi inleyip
fısıldar. Susarak anlatacağı o kadar çok hikâyesi var k i... O
hikâyeleri dinlemek hoşuma gider, özellikle de geceleri herkes
uyurken. Tamamen beyaz ve bej renklerde, tertemiz yeni evlerde
de bulunmuştum. Onların sessizliği beni canlı canlı yiyordu.
Bu evin en azından bir özelliği var.
Merdivenlerden yukarı doğru, “Akşam yemeği,” diye bağır­
dım. Doğruca mutfağa yönelip, dünden kalan bir tencere spa­
gettiyi buzdolabından çıkardım ve mikrodalga fırına attım. Bek­
lerken, parmaklarımı fayans tezgâha vurdum.
Bip sesi duyulunca masaya üç tabak koydum, üçüne de yığın
halinde spagetti ekledim.
Mutfakta yalnızdım hâlâ.
“Beyler,” diye bağırdım yeniden.
Parker ve Jacob merdivenlerden inerken, basamakların hafif
gıcırtı ve inlemelerini konuşmalarıyla bastırıyorlardı. Yan yana
duran iki sandalyeye oturdular. Ben de diğer tarafta tek başıma
onları izliyordum. Parker ve Ava Perry. Aynı soyadını paylaşı­
yoruz. Sadece ben ve Parker olmalıydık, diğer herkes dışarıda
kalmalıydı. Jacob, evin biyolojik çocuğu. Onun Parker’a be­
nim kadar ihtiyacı yok. Ama şu günlerde duygularım yüzüm­
den okunmasın diye çabalıyorum. Video oyunları, Star Wars ve
* Şarkıda geçen “I see a red door / And I want it painted black (Kırm ızı bir kapı
görüyorum / Vc siyaha boyanmasını istiyorum” sözlerine atıfta bulunuyor, -ed .n .
M a r g ie Fu sto n 9

zombilerden dolayı, buraya ilk geldiğimizde Parker ve Jacob ara­


sında hemencecik bir bağ oluştu. Ezelden beri arkadaşmış gibi
oldular. Ya da kardeşmiş gibi. Ama ben odadayken, Parker’ın
kahkahalarını kısa kestiğini ve bana kırılabilecek bir şeymişim
gibi baktığını fark etmiştim, sanki kahkahası yüzünden canım
acıyabilirmiş gibi bakıyordu. Ki acıyordu da. Hâlâ da canımı
acıtıyor. Ama elbette gülsün, eğlensin, kahkaha atsın isterim.
Burayı sevdiği için mutluyum.
İki çeyreklik çıkardım. “Bir numara görmek ister misiniz?”
Annem her gece yemek masasında kart numaraları yapardı. Ben
tezahürat yaparken, Parker da bana eşlik ederdi ama o bunu ha­
tırlamıyor. Keşke ona tutunabileceği anılan verebilseydim ama
elimden gelenin en iyisi bu. Ben beş yaşındayken, annem bana
el çabukluğu alıştırmaları yapmam için vermişti bu çeyreklik-
leri. O zamanlar parmaklarım kart numaraları için çok küçüktü
ve ben de bu çeyrekliklerden başka hiçbir şeyi kullanmadım.
Çeyrekliklerden birini başparmağımla avucumun arasına sıkış­
tırarak Parker ve Jacob’dan gizledim. Diğer çeyrekliği ise elimin
arkasına bastırdım. “Bu parayı derimin içinden geçirebilirim.”
Parker gözlerini devirdi. “Bunu nasıl yaptığını zaten biliyo­
rum, Ava.”
“Ben bilmiyorum,” dedi Jacob.
“İki çeyreklik var elinde.” Parker her şeyi berbat etti.
Gizli çeyrekliğim düşerek masanın üzerinde çınladı. Bir an­
lığına diğerini elimde tutmayı sürdürdüm. Bazen sanki öylece
elimin içinden geçecekmiş gibi onu doğrudan derimin içine
sokma isteği duyuyordum; hile yok, sadece gerçekten sihir. De­
rimi biraz kazıdım, pes ettiğimdeyse derimde kızıl bir çizgi dı­
şında hiçbir şey yoktu.
Çocukken de bu tür şeyleri sık sık denerdim, özellikle de an­
nem öldükten sonra, numara olmayan küçük bir sihre ihtiyacım
olduğunda. Bunu hâlâ neden yaptığımı bilmiyorum.
10 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Madenî paralarımı tekrar cebime tıktım. Çatalımı alıp, es­


kidikçe yumuşamış masanın üzerine koyarken, masaya bir çizik
daha attım. Kimse bunun farkına bile varmayacak. Bu masa pek
çok aile tarafından kullanılmış gibi...
Yine de bu, küçük bir isyanmış gibi geldiğinden, dikkatimi
masanın diğer tarafındaki arkadaşlarının dün okulda yaptığı bir
şakaya gülen Parker ve Jacob’dan uzaklaştırdı.
Çektiğim çizgiyi derinleştirip yarık haline getirdim, sonra
parmağımı yarık üzerinde gezdirdim, birden bir büyüyle bu ya­
rığı yok edebilmeyi diledim. Ama tabii masadaki izler bu şekilde
geçmiyor.
Parker ılık spagettiyi ağzına atarken, tabağımı yarığın üze­
rine sürükleyip yüzümü buruşturdum. Parker’ın ağzı açıktı, do­
layısıyla spagettiler çenesinden aşağıya sarkıyordu, o da kısık bir
ölüm hırıltısı çıkarıyordu.
Jacob homurdanınca, sütü neredeyse tabağıma püskürte-
cekti.
İğrenç...
Onlara baktım ama onlar bunu fark etmeyecek kadar zombi
aşkına kapılmışlardı. Jacob ciddileşti ve koyu kahverengi gözle­
rini kocaman açtı.
“Dostum, eğer ısırılırsan, seni direkt yere sererim.”
Parker başıyla onayladı. “Aynen.” Konuşurken bir yandan da
spagettiyi yuttu. “Hem de tereddütsüz.”
“Çenenizi kapatmaz ve yemeğinizi yemezseniz, asıl ben iki­
nizi yere sereceğim,” diye homurdandım.
On iki yaşındaki çocuklara has tiz, çatlak bir sesle güldüler ve
zombilerle en iyi şekilde savaşan güçlü kahramanın kim olduğu
konusunda bir tartışmaya girdiler.
Bir miktar spagettiyi çatalımda döndürüp ağzıma attım, ta­
dını almadan çiğneyip yuttum.
Yüzüncü kez buzdolabının üzerindeki iğrenç saate bak­
tım. Akrep, yedi rakamının yanındaki soluk horoz çizimine
M a rg ie F u s to n 11

yerleşiyordu. Deb gecikmişti. Oysa hemen hemen hiç geç kal­


mazdı. Kadının bu özelliği hoşuma gidiyor aslında. O kötü bir
koruyucu anne değil. Benim çocukları akşam yemeğine çağır­
mam gerektiğinde, Deb yemeklerin yerlere saçılmamasını, ço­
cukların ağzına girmesini sağlıyor.
“Ava, işimizi bitirebilir miyiz?” Parker ve Jacob bana koca­
man, masum gözlerle baktılar. Tabaklarının yarısı hâlâ doluydu.
Eminim ki odalarında bir yığın kurabiye vardı.
“Umurumda değil.”
Ortalıktan kayboldular ve temizlemem gereken pislikleriyle
beni baş başa bıraktılar.
Şaşırmadık.
Sandalyemi bir gıcırtıyla geriye ittim ve bulaşıkları istifle­
meye başladım, sonra da hepsini lavaboya koydum.
Saate tekrar baktım. Akşamın yedisi. Cuma akşamı. Cuma.
Hafif bir gülümseme oluştu yüzümde. Parker ve ben, nerede
olursak olalım, her cuma gecesi mutlaka Hiç Bitmeyen Öyküyü
izleriz birlikte. DVD oynatıcımız olmadığında, birbirimize fil­
min hikâyesini anlatırız. O filmin her sahnesini ezbere anlatabi­
lirim ama çok da övündüğüm bir şey değildir bu.
Aceleyle mutfaktan çıkıp merdivenlerden yukarı tırmanırken
adımlarım yavaşladı, ilerlerken elimle tırabzanın tozunu aldım.
Parker’ın kapısına sarı renkte tehlike işareti çakılmış odasının
önünde durdum. İçeride otomatik bir tüfeğin pat pat pat sesleri,
çocukların kana susamış çığlıklarına karışıyordu.
Kapıya vurdum, cevap sessizlik oldu.
Parker kaşlarını kaldırmış halde kapıyı açtı. Hangi gecede ol­
duğumuzu hatırlamadığı belliydi.
Tam geri çekilecektim am a... Vazgeçtim. Niye çekilecekmi­
şim, gelenek gelenektir. “Bugün film gecesi.”
Parker’ın yüzünden bir gerçeklik ifadesi geçti. Ama heyecan
yoktu.
Başparmağımla bir şeytantırnağını kazıyarak kıpırdandım.
12 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Parker, yüzü odanın karşı tarafındaki televizyona dönük şe­


kilde ranzanın alt katında oturmuş gülümseyen Jacob’a döndü.
Keşke Parker* m ona attığı bakışı görebilseydim. Belki de göre­
memem daha iyidir. Hiçlik şimdiden göğsümün içinde büyü­
yordu ve ben, yüzen bir krallıkta, küçük bir çocuk tarafından
kurtarılmayı ve çocuğun ona bir isim vermesini bekleyen çare­
siz bir prensestim.
Bana ismimi söyle, Parker.
Tekrar düşündüm de, belki de Hiç Bitmeyen ö yk ü yü bir
daha izlemesem daha iyi olurdu.
Parker bana döndü. “Unutmuşum.”
Aynı soyadını paylaşmamıza rağmen kendimi daha az yal­
nız hissetmemi sağlayamıyordu. Omuz silktim. Sorun değildi.
Odamda tek başıma oturup bu evle hikâyeler paylaşabilirdim.
“Neden sen de bizimle oynamıyorsun?”
Jacob, gülümsemesi genişleyerek -ama samimi olamaya­
cak kadar genişleyerek- beni de davet etti. Alnındaki bir tutam
saçı eliyle düzeltti ve ellerindeki tüfeklerle donmuş halde duran
adamların olduğu ekrana baktı.
Parker’m gülümsemesi Jacob’ınkiyle eşleşti. îkiz olabilirler.
Kardeşimin saçları bitter çikolata renginde. Benimki de öyle
ama boyadığım için öyle. Doğal rengi beyaza yakın sarı ama
insanların kardeş olmadığımızı düşünmelerinden bıktım. Kar­
deşim, annemin yuvarlak yüzünü ve yumuşak yüz hatlarını al-
t

mış. Aralarındaki benzerliği, sakladığı fotoğrafta görebilirsiniz;


fotoğrafta üçümüz birlikte karavanımızın önünde oturuyoruz,
ormandayız, erkek kardeşim annemin ince kollarında kıvranı­
yor, ben de annemin gözlerini yansıtan kocaman koyu kahve­
rengi gözlerimle öylece duruyorum. Parker’ın koyu mavi gözleri
babamızınkiierle aynı. Annem, bu fotoğraf çekildikten iki hafta
sonra ölmüştü.
Parker bu fotoğrafa bayılır ama ben bu fotoğrafa baktığımda
annemin cesedini nasıl bulduğumu hatırlamaktan kendimi
M a r g ie Fu s t o n 13

alamam. Zihnime zaten öylesine yerleşmiş ki hatırlamak için ek


bir yardım gerekmez.
Ayrıca annemle babamı hatırlamak istediğimde, Parker a
bakmam yeterli olur. İnsanlar onun yakışıklı olduğunu söyler...
Parker bana gözlerinde bir acıma ifadesiyle bakarken, ben
yüzümde okuduğu duygu her neyse o duyguyu kovdum.
“İyiyim.” Parker kapıyı kapatıp beni dışarıda bıraktı, odası­
nın önünden hemen uzaklaştım. Göğsümdeki hiçlik kocaman
ve aç bir hal aldı. Bu sırada döşeme tahtaları gıcırdadı.
Kendi odamın kapısını açtım, sonra arkamdan kapattım ve
masif ahşabın rahadığına yaslandım. Odam, evin geri kalanın­
dan daha aydınlıktı. Dev, ahşap panelleri yumuşak bir griye, gü­
vercin grisine boyanmıştı. Mor yatak örtüsü ve yatak başlığının
üzerindeki çiçek baskıları her şeye hafif, kızsı bir hava katıyordu.
Beyaz renkli, antika görünümlü ama şık komodinlerin üzerinde
gümüş lambalar vardı. Koruyucu aile himayesine girip buraya
yolu düşen kızlara hitap eden türden bir oda.
Bense bundan nefret ediyordum.
Bunu Deb de biliyordu. Nereden bildiğini bilmiyordum.
Ona bu konuda hiçbir şey söylememiştim ama bana tarzıma çok
daha uygun yeni bir yatak örtüsü almak için alışverişe çıkmayı
teklif ettiğinde, kabul etmemiştim. Ben hediyeleri sevmem.
Odanın diğer tarafına geçip yan bir şekilde yatağıma çök­
tüm.
Yine annem gelmişti aklıma. Bu gece Parker’a ihtiyacım vardı.
Dikkatimi dağıtmaya ihtiyacım vardı ama ona nedenini söyle­
mek istemiyordum. Bu haftanın annemin ölüm yıldönümü ol­
duğunu bildiğinden şüpheliydim. Annem, ben sekiz yaşınday­
ken ölmüştü, Parker ise üç yaşına basmak üzereydi. Babam, ben
altı yaşma basmadan kısa bir süre önce ölmüştü, babamla ilgili
birbirine karışan bulanık anılarım var sadece. Parker’ın ise ne
annemle ilgili bir anısı var ne de babamla ilgili.
14 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Babama odaklandım. Daha güvenli ebeveyn olarak düşünü­


lecek kişinin ters giden bir gösteri sırasında ölmesi kulağa tuhaf
geliyor ama ben o kadar küçüktüm ki o anı tam olarak hatırla­
mıyorum. Sadece öncesini ve sonrasını hatırlıyorum, ön cesin de ,
ben küçük bir kulüp veya bir halk tiyatrosunun küçük sahnesi­
nin kenarında durmuş, bir çocuk bakıcısının elinden tutarken,
sahnede silindir şapkalardan ya da ışıltılı perdelerin arkasından
tavşanlar, kuşlar, kediler çıkaran annemle babama ağzım açık
kalmış halde bakıyorum. Babam dalgalı beyaz bir gömlek, onun
üzerine de pullu kırmızı bir yelek giymiş. Annem, kırmızı ipek­
ten bir elbise giymiş, Parker* ı taşıyor karnında. Saçlarına her za­
man taze kırmızı güller takardı... Babamla ilgili olarak, sahne
kenarında geçirdiğim geceler dışında hiçbir şey hatırlamıyorum.
Sonrasında , bir karavanımız vardı, sürekli dolaşır olduk ama
annem artık biraz farklıydı; tıpkı bir zamanlar üzerinde bulu­
nan payederi zamanla dökülmüş bir elbise gibi. Babam hak­
kında pek konuşmazdı.
Babam hakkında annemden öğrendiğimden daha fazlasını
Wikipedia sayfasından öğrendim. Joseph Perry çok meşhur bir
sihirbaz değildi ama ışınlanma illüzyonları nedeniyle oldukça
saygı görüyordu. Sahnedeyken ortadan kaybolma ve gizemli
bir kadınla -annemle- “yoktan var etme” gösterileri yapmasıyla
tanınan babam, bazı insanların düşüncesine göre en iyi sihir­
bazlardan biri olmanın eşiğindeydi. (Belki de yakalanmasının
zor olmasıydı onu daha da ünlü yapan.) Fakat sonra ölmüştü.
Borçlu olduğu birinden veya numarasını çaldığı bir başka sihir­
bazdan kaçtığı için ortadan kaybolduğuna ve ölümünün hiç de
tesadüfi olmadığına dair türlü türlü teoriler okudum. Her türlü
içerik silsilesini ve teoriyi araştırdım ama emin olduğum tek şey
annemin bana söylediği şeydi: Babam yanlış zamanda yanlış yer­
deydi ve gerçek hayatta öyle sahnede olduğu gibi kendini yok fa­
lan edemezdi...
M a r g ie Fu s t o n 15

Annemin ölümü farklıydı. Ona ne olduğunu biliyorum.


Onu ben buldum. Yaralarını gördüm.
Tam bu konu üzerine düşünmeye başlayacaktım ki alt kat­
taki kapı açıldı. Deb gelmişti. Şansım varsa, Deb beni kontrol
etmeden direkt yatağına giderdi.
Ama ben hiçbir zaman şanslı olmamışımdır.
Odamın kapısını çaldı ama bir cevap beklemiyordu. Cevap
vermeyeceğimi biliyordu.
“Ava?” Adım, onun nasıl soracağını bilmediği, benim de ce-
vaplayamadığım bir soru olarak kaldı hep.
Üzerinde hâlâ önlüğü, ayağında beyaz spor ayakkabıları
vardı, kapıdan içeri girdiği sırada gülümsüyordu. Kahverengi
saçları, modası on yıl önce geçmiş bir tokayla toplanmıştı. Göz­
leri odanın içinde gezindi, ardından odanın merkezine, bana
odaklandı.
“Sana birkaç şey aldım.”
Kolundan sarkan mağaza poşetlerini dehşetle fark ettim.
“Bunu yapmak zorunda değildin.” Bunu söylerken iki şeyi
kastediyordum: (1) Koruyucular bizi doyurmak ve giydirmek
için para alırlar ama bu aslında bize hiçbir bok almalarını gerek­
tirmez. (2) Deb mide bulandırıcı derecede pembe giyinir. Şimdi
üzerinde olan önlük, pembe kedi yavrusu doluydu. Pembe kedi
yavrusu. Ben o poşetlerdeki hiçbir şeyi istemiyordum. Muhte­
melen payetleri vardı.
“Almak istedim.” Deb’in gülümsemesi deforme olmuş bir
kazak gibi uzadıkça uzadı. Çok fazla gülümsüyordu ve ben buna
güvenmiyordum.
Ona korku filmlerindeki bir canavar gibi baktığımı görmez­
den gelip yatağa doğru yürüdü. Birbirine sürttükçe hışırdayan
poşetler, yaklaşmakta olan kıyamete tüyler ürpertici bir fon mü­
ziği oluşturuyordu. Deb poşetleri yatağa bırakırken, yana kaydım
ve bütün poşetler ana karakterin çok fazla yaşamayacağını gös­
teren büyük bir kreşendo ile bir araya geldiler. Kıpırdamamaya
16 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

çalıştım. Eşyaları bırakıp gitmesini umuyordum, böylece poşet­


leri yatağın altına sokuşturabilirdim ama Deb poşederin içini
kurcalamaya koyuldu.
Koyu renkte, bol kesim bir kot pantolon çıkardı. Ya böyle
bol kot pantolon ya da ten gibi hissettirecek derecede sıkı ve es­
nek olanları giyerim, ikisi de koşarken kullanışlı oluyor. Yüzüme
baktı ve sessizliğimi, pantolonu beğendiğimin bir onayı olarak
algıladı.
Sade, V yakalı, göğsünde küçük bir cep bulunan kırmızı bir
tişört çıkardı. O sırada tişört pembe olmadığı için duyduğum
şaşkınlık yüzüme yansımasın diye uğraşıyordum. Onu bir ke­
nara bırakıp başka bir kot pantolon, yeşil bir sporcu tişörtü,
mavi ekose bir gömlek, kollarının ucunda başparmak delik­
leri olan gri bir kapüşonlu, son olarak da m inik güllerle süs­
lenmiş siyah bir kolsuz bluz çıkardı. Yığındaki tek siyah kıyafet
bu bluzdu ama çiçeklerle gölgelenmişti. Bununla birlikte hiçbiri
pembe değildi ve gardırobum genellikle çeşitli solma aşamala­
rında siyah kıyafederden oluşsa bile, Deb’in aldıklarının birka­
çını giyebilirdim aslında.
Deb kıyafet yığınıyla uğraşırken, benim konuşmamı bekle­
diği için oyalanıyor gibiydi.
Teşekkür edip kıyafetleri kabul etmek üzereydim. Belki de
hiçbir koşula gerek kalmadan kabul edebileceğim kadar küçük
bir hediyeydi bu.
önce boğazını temizledi. “Belki kıyafetlerinin bir kısmından
kurtulabiliriz.”
Gerildim. Her tür teşekkür sözcüğü donup kaldı ağzımda.
“Nesi varmış kıyafetlerimin?”
Gözleri, yıpranmış tişörtüme kaydı. Etek ucundaki di­
kişler sökülmüş, kumaşın kenarları kıvrılmıştı. Göğüs kıs­
mındaki güneş altında palmiye ağaçlarının resmi çatlak çat­
lak olmuş ve parçalanmıştı. Üstteki EAGLES, alttaki HOTEL
CALIFORNLA yazılarını görebiliyordunuz. Ancak tişört birkaç
M a r g ie Fu s t o n 17

kez daha yıkansa, onlar da okunmaz hale gelecekti. Kot panto­


lonumun dizinde bir delik vardı ama bence pantolona bir ka­
rakter katıyordu.
“B ence...”
“Kıyafetlerim yeterince iyi değiller.”
“Hayır.” Muhtemelen hiç içeri girmemiş olmayı dileyerek
kapıya baktı. “Hayır. Sonbaharda üniversiteye yeni kıyafetlerle
başlamanın senin için daha iyi olacağını düşündüm.”
“İnsanların benim hakkımda ne düşündüğü umurumda de­
ğil.” Sen de buna dâhilsin.
Ayrıca gerçekten de sonbaharı düşünmek istemiyordum.
Devlet üniversitesindeki temel derslere kaydolmuştum kaydol­
masına ama bu bile nihai bir hedefiniz olmadığında yapacağı­
nız herhangi bir şey gibiydi. Gerçek bir planım yoktu. Geçmişle
o kadar çok oyalanıyordum ki geleceğe bakmayı unutmuştum.
Hayatımın hangi noktasında geçmişi bırakıp geleceğe yönelme­
liydim ki? Sanki bunu kaçırmıştım ve bulmama yardım edecek
kimse de yoktu.
Öfke, sadece birkaç dakika önce içimi dolduran hiçliğe doğru
kaydı. Ne olursa olsun bir şeyle dolu olmak güzel bir duyguydu.
Deb yataktan kalktı. Giderken kıyafetleri geri almasını bek­
ledim ama almadı. Bir elini beline koyup, bir ip yumağıyla oy­
nayan yavru bir kedi resmini kapatarak kapının önünde durdu.
“İstediğini giyebilirsin. Sadece senin için güzel bir şey yapmak
istemiştim.”
Bu sözlerin beni suçluluk duygusuyla utandıracağından
emindim. Utandırmadılar ama. Koruma altındaki bir çocuk
olduğunuzda, karton tavuklardan yapılmış gibi bir tadı olan
küçük tavuk parçaları almak üzere McDonald’s’a gitmek gibi
en küçük şeyler için bile insanlar minnettar olmanızı bekler­
ler; oysa böyle şeyleri alan gerçek ebeveynler olduğunda, teşek­
kür etmek şöyle dursun, çocuklar minnettar olmaları gerektiğini
18 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

bile bilmezler. Ben de uzun zaman önce boktan şeyler için min­
nettar olmayı bıraktım.
Deb bir dakika kadar kapının yanında durdu ama ben artık
ona bakmıyordum. Dolabımın boy aynasına bakıyordum ama
yansımamı görmüyordum. Kapım kapanana kadar bekledim,
sonra kıyafederle poşederi yataktan silktim ve tekrar uzandım.
Deb’in ayak sesleri koridorda ilerledi. Oğlanların odasının
kapısını açtı ve kahkahaları bir sihir gibi, bir aileymişler gibi bir­
birine dokundu. Ben de bunun bir parçası olmak istiyordum.
Evet. Deb’in evi şu ana dek bulunduğumuz en iyi yerdi ama bu,
anneme haksızlık olurdu. Annemi rahata kavuşturana kadar, an­
nemin başına gelenlerin bedelini birileri ödeyene kadar bu aile­
nin bir parçası olamazdım.
Sinir bozucu derecede lavanta rengi yatağımda kıvrılıp Criss
Angel’ın kanayan kolundan bir madeni para çıkarmasını -favo­
rim- milyonuncu kez izleyerek dikkatimi dağıtmayı düşündüm.
Ama gece havasının tenimde yarattığı aşinalık hissini yaşamaya
can atıyordum; hayatımdaki sabit şeylerdendi bu. Beni daima
sakinleştiren bir şey.
Beremi ve sırt çantamı alıp tahta kazığımın hâlâ yerinde olup
olmadığını kontrol ettim. Zaten hep kontrol ederim. Anneniz
bir vampir tarafından öldürülmüşse, nasıl kontrol etmezsiniz ki?
raba lastiklerinin asfaltta çıkarıp durduğu sesin kafam­
A daki başıboş düşünceleri dağıtmasına izin vererek dolaşı­
yordum. Parker ve Jacob'ın birlikte gülm elerini düşünmeyeceğim.
Deb'in küçümseyici hediyelerini düşünmeyeceğim... Vücudum
koşmak, bir ritim bulmak ve nefes almaktan başka hiçbir şeye
odaklanmamak istediği halde, geceleri asla koşmam. Koşmak,
bir şeyin sizi kovalamasına davettir. Benim hedefim av olmak
değil, avcı olmak. Ayrıca bu sabah zaten beş mil koştum.
Alışkanlıkla, geceleri daha fazla insanın toplandığı
J Caddesi’ne gittim; burada bir vampir, sarhoş bedenler ve ko­
layca erişebileceği sıcak boyunlar bulabilir. Bunca yıl ava çıkıp
da hiçbir sonuç alamadıktan sonra, bir vampir bulacağıma artık
pek inanmasam da yine de arada sırada karanlık sokaklara ba­
karak tuhaf bir şeyler arıyordum. Bir vampir bulacak olsam da,
buna hazırdım. Hem hızlı olduğum için hem de elimde bir ka­
lem yerine bir kazık olduğu için rahattım. Yıllarımı vampir film­
leri izleyerek ve kaslarım her hareketi ezberleyene dek vampir
avcılarının hareketlerini taklit ederek geçirmiştim. Tüm vampir
filmlerinin her birini yirmi kez izlemişimdir. Sevdiğimden değil.
O filmlerden nefret ederim -vampirleri iyi ya da seksi gösteren
sahneler midemi bulandırıyor- ama yine de elimde bu filmler­
den başka bir şey yoktu. Çünkü kimse vampirler hakkında -var
oldukları dışında- bir bok bilmez.
Vampirler ilk olarak ben sekiz yaşındayken ortaya çıktılar,
annemi boynunda ısırık izlerine benzeyen yaralarla bulmam­
dan yalnızca iki hafta önce. Yetişkinler bu izleri bir tür hayvan
20 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

saldırısı olarak değerlendirdiler. Annem öldüğünde, ben henüz


vampirlerin varlığından haberdar değildim çünkü televizyonu­
muz yoktu. Anneme gerçekte ne olduğunu, televizyonun bütün
gün açık olduğu geçici bir koruyucu eve yerleştirilmemin ardın­
dan anlamıştım. Televizyondaki o kızıl saçlı piç, uzun zamandır
kimseyi öldürmediği için övünürken, cildimin donduğunu his­
setmiştim. Adı Gerald’dı. Birkaç kişi daha vardı ama kızıl saçlı­
nın yüzü haftalar boyunca her gün ekrandaydı. O zamanlar yan­
larında yaşadığım koruyucu aile her nedense buna takıntılıydı.
Beni korkuttuğunu söylememe rağmen sürekli haberleri izliyor­
lardı. Oturma odasında onlarla birlikte oturmaya zorluyorlardı
beni, akşam yemeklerini tepside yiyorduk. O vampirin sırıtan
yüzü aklımda yer eden tek şey olana dek haber üstüne haber iz­
liyorlardı. O adamın yüzü dışında gözümde canlanan tek şey
herhalde annemin boynundaki diş izleriydi. Adam Paris’te ya­
şıyordu ama bunun bir önemi yoktu. Artık gözüme uyku gir­
mez olmuştu.
işte o zaman avlanmaya başladım.
Bir röportajda, kalbe saplanan tahta kazıkların vampirleri ger­
çekten öldürüp öldürmediği soruldu kızıl saçlı adama. Kan emici
herif buna cevap vermedi ama ağzının kasılışından bunun doğru
olduğunu anladım. Koruyucu ebeveynim uyuduktan sonra o
gece ilk kez gizlice dışarı çıktım. Elime silah olarak kurşun ka­
lemler aldım ve bir o yana bir bu yana dönerken kalemlerle ken­
dimi korudum. Gecenin karanlığında, ağlamak ve geçmişi hatır­
lamak yerine bir şeyler yapıyor olmak iyi hissettirmişti.
Annemi benden bir vampir almıştı. Benden ve Parker’dan.
Yaptıklarının bedelini onlara ödetmek için aralarından birini
öldürmek istiyordum. Eğer bunu yapabilirsem, diye düşün­
düm, belki yeniden gülümseme ve bir aile bulma şansım olur.
Çünkü aileler, ağlayarak uyanan çocukları değil, mutlu çocuk­
ları severler.
M a rg ie F u s to n 21

Sonra vampirlerden biri, insanlarla “barış içinde” yaşamaya


çalışmalarından kısa bir süre sonra bir çocuğu öldürünce, tüm
vampirler yeniden ortadan kayboldular. Çoğu insan her şeyin
bir aldatmaca olduğunu düşündü.
Ben yine de aramayı sürdürdüm. Bu benim için neredeyse
bir ritüel haline geldi. Uyumadan önce gece kontrolüne çıkmam
gerekiyordu. Sonunda kurşun kalemleri, kendi oyduğum gerçek
kazıklarla değiştirdim ve bunları on beş yaşındayken beni takip
etmeye kalkan bir adamı tehdit etmek için yalnızca bir kere kul­
landım. O bir vampir değildi, sürüngen herifin tekiydi ama gö­
rünüşe göre kazıklar öylelerini de korkutuyordu.
Vampirlerin onuncu yıl dönümü birkaç hafta önce gerçek­
leşti, bu yüzden her televizyon kanalı onlarla ilgili sonu gel­
mez bir belgesel ve film akışı sundu. Geçen gün eve geldiğimde
Parker ve Jacob’ 1 Kayıp Çocuklar’ı izlerken bulmuştum. Gül­
düm. Hayatta kalmak için insanları öldüren yaratıklar komik
olabiliyor. Odaya koşup uzaktan kumandayı almak ve ekrana
fırlatmak istedim. Ama yapmadım. Parker’a annemin aslında
nasıl öldüğünü hiç anlatmamıştım. Ben tuvalete koşup kusar­
ken, onların filmi izlemelerine göz yumdum, o şeytani dişleri
olan suratın annemin gördüğü son şey olduğunu hayal ettim.
Kim bilir nasıl da korkmuştu.
Yılın bu zamanlan beni tedirgin ederek, bende gerçek bir
vampir avcısı olma isteği uyandırır. Yeterince güçlüyüm, üze­
rinde kontrolüm olan tek şey bu. On dört yaşında koşuya ve
ağırlık çalışmaya başladım; bir vampiri yakalamanın çok fazla
dayanıklılık, kalbine bir kazık çakmanın ise çok fazla kuvvet ge­
rektireceğini düşündüm çünkü.
Onların izini sürmeye çalışan insanların olduğunu biliyor­
dum. Parker’a göz kulak olmam gerekmese, seyahat edebilir­
dim; biz hâlâ annemin öldürüldüğü kasabada yaşıyor olsak da
vampirler hâlâ burada olsaydı şimdiye kadar mutlaka bir şey­
ler bulurdum. Arayışımı vampir mesaj panolarında vampirlerin
22 ACIMASIZ İL L Ü Z Y O N U R

görüldüğüne dair söylentilerin olduğu daha büyük şehirlere ge­


nişletmem gerekiyor diye düşündüm. Sacramento’da yıllardan
beri olağan dışı bir şey görülmedi. Bu yüzden sokaklarda dola­
şabiliyordum çünkü hem buna alışmıştım hem de bir vampirle
karşılaşırsam ne yapacağımı hayal edebiliyordum.
Arkama uzanıp sırt çantamın tabanına dokundum, kazığın
şeklini elimde hissettim.
Derin bir nefes alıp rahadayarak rutinime devam etmeye
çalıştım. Bu gece dikkatim dağılmıştı. Kendimi tanıdık olana
odaklanmaya zorladım.
Sokağın her iki tarafında da ışıkları sönmüş birçok neon ta­
bela vardı. MC” harfinin ayl ar önce bozulduğu, kimsenin de
bunu umursamadığı Cooper’ın sağından geçtim. İçeride san­
dalyelerinde sallanan birkaç müşteri bile yok gibi görünüyordu.
Başımı önüme eğip ilerlemeye devam ettim.
Yan taraftan, Def Leppard’m gırdaktan gelen çocuksu sesi
duyuluyor, üzerine şeker yığınları dökülmesi için yalvarıyordu
ve onun sesi ile zoraki kahkahaların tiz sesleri birbirine karı­
şıyordu. Ne göreceğimi bilmem için başımı çevirmeme gerek
yoktu; mini bir etek havalanıyor, eller eteği tutmak üzere uzanı­
yordu. Gece öngörülebilirdi. Şu an geceyi sevmemin nedeni de
bu olabilirdi.
Aşinalık beni aynı anda hem doldurup hem boşaltırken iler­
lemeyi sürdürdüm.
Köşedeki bir sokak lambasının önünde durup direkte ilan
var mı diye inceledim. Belki bir vampir avcısı değildim ama ka­
yıp evcil hayvanların izinin nasıl sürüleceğini biliyordum, bu da
bir şeydir. Ama Suzy'den iz yoktu, yani sanırım bu işte de iyi de­
ğildim.
Başka bir ilan olmadığına göre, diğer tüm evcil hayvanlar
bu gece evlerinde ve seviliyor olmalıydılar ama gözlerim başka
bir şeye takıldı. Sihirbaz şapkasından çıkan bir güvercin resmi­
nin bulunduğu kalın, yeşil bir afişin önünde durdum. Afişin üst
M a r g ie Fu s t o n 23

kısmında altın harflerle “KENDİNİ KAYBET” yazıyordu. Alt


kısımda ince harflerle tarih, saat ve “J Caddesi” yazılıydı. Tam
adres yoktu.
Biri, bu afişi bandın görünür olmayacağı şekilde direğe ya­
pıştırmak için belli ki büyük özen göstermişti. Kenarından tu­
tup çektim. Belki de adres, sadece en hırslıların bulması için ar­
kada yazıyordu. Afişi çevirdim. Hiçbir şey yoktu. Bant da yoktu.
Elimi afişin yapıştırıldığı soğuk metalin üzerinde gezdirdim ama
orada da bir şey yoktu.
Akşamın ilesleyen saatlerinde esen meltem titrememe neden
oldu. Belki de titrememe neden olan ellerimdeki küçük sihir
parçasıydı. Tam şu anda biraz illüzyondan faydalanabilirdim.
Bu gece kötü anılan uzaklaştırmak için desteğe ihtiyacım vardı.
Üstelik tam adres yazmasa da doğru caddedeydim.
Yürümeye başladım, yeşil afişi kıvırıp açarak güvercin gibi
bir kaybolup bir ortaya çıkmasını sağladım. Arada, bir iki ka­
ranlık ara sokağa bakmak üzere durdum. Uzun zamandır ilk kez
farklı bir amacım vardı.
İşte! Küçük bir altın parıltısı dikkatimi çekti ve kaldırımın
ortasında diz çöküp, bulduğum bu resme baktım. Yumruğum­
dan büyük olmayan, altın boyalı büyücü şapkasının üzerinde
parmağımı gezdirdim. Bir kuş kanadının ucu şapkanın tepesin­
den dışarı bakıyordu. Yanındaki altın ok ileriyi işaret ediyordu.
Sırıttım, hızlı bir şekilde yürümeye başladım, artık ne aradığımı
biliyordum.
Bir sonraki resim, çöp kutusunun yan tarafına çizilip boyan­
mıştı. Kuşun kanadı bu sefer şapkadan biraz daha çıkmıştı. Ok,
sokağın karşı tarafını gösteriyordu. Karşıya geçmeden önce ara­
baların uzaklaşmasını bekledim.
Daha sonra sırayla başka resimler buldum; kuş her resimde
şapkadan biraz daha çıkmış oluyordu. Annem olsa buna bayı­
lırdı. Benim için ön kapıya bantlanmış bir notla başlayan çöpçü
avı oyunları planlardı hep, oyunun sonunda bir tabak kurabiye
24 ACIM ASIZ İLLÜZYONLAR

saklamış olurdu. En güzel karamel parçacıklı kurabiyeleri an­


nem yapardı.
Sonunda, üzerinde aynı küçük şapkanın ve onun üzerinde
serbestçe uçan bir güvercinin bulunduğu lacivert bir kapıya
ulaştım. Siyahi bir kız kapının yanındaki tabureye tünemiş otu­
ruyordu. Koyu kahverengi teninin üzerinde iyice ortaya çıkan,
dizlerinin üzerine düşen puantiyeli ve yeşil pullu bir elbise giy­
mişti. Etek kısmında çeşitli renklerde minyatür ipek çiçekler
vardı. Siyah saçları beline kadar kıvrılıyordu. Kız bana bakmak
için kıpırdandığında, saçlarına serpiştirilmiş altın rengi parıltılar
ışıkta parladı. Bana Tınker Bell’i hatırlattı.
“Aradığınız şey bu.” Sözleri beni sarstı. Sesi, sanki şarkı söy­
lemeye başlamasına ramak kalmış gibi derin ve pürüzsüzdü, si­
hir hissi veriyordu. Sıcak kahverengi, alan çerçeveli gözleri sanki
aklımı okuyormuş gibi doğrudan gözlerimin içine dikilmişti.
“Nereden biliyorsunuz?”
Yüzüne yumuşak bir gülümseme yayıldı, sonra sanki rolden
çıkıyormuş gibi taburesinde çöktü biraz. Elimdeki afişi işaret
ederek başını salladı.
“Ah, tabii ya.” Kâğıdı tekrar kıvırdıktan sonra cebimden para
çıkardım. Parayı uzattım ama almadı. Onun yerine, “Emin mi­
siniz?” diye sordu.
Yüzüne bakakaldım. Aradığım şeyin bu olduğunu söyleyen
kendisiydi.
“Yalnız içeri girdikten sonra çıkamazsınız,” dedi.
Gösteri başlamadan beni ürkütme rolü oynuyordu herhalde
ama gözlerinde neredeyse ondan uzaklaşmama neden olacak ka­
dar ciddi bir ifade vardı.
Ama sonra tekrar gülümseyip elini sallayarak paramı isteme­
diğini gösterdi. “İlk gösteri bizden.”
Yanıp sönen yeşil bir girdabın içinde tabureden atladı, ka­
pıyı çekip açtı ve karanlığı işaret etti. Parfüm, kolonya, ter ve al­
kolden oluşan baş döndürücü bir karışıma adım atam . Binanın
M a r g ie Fu st o n 25

rutubetli ve eski kokusu, oda boşaldığında kontrolü ele almayı


bekliyordu. Eski binaların zemin katında her zaman aynı rutu­
bet ve küflülük vardır. Rahatlatıcı. Güvenebileceğim bir şey.
İçkiye giden hipster ların arasından geçtim. Parıldayan metal
tabureler, barın yorgun meşe rengiyle tezat oluşturuyordu.
Ne yazık ki müzik yoktu ve gürültülü bağırışlar ve sarhoş
kahkahalar sinirlerimi bozuyordu.
Biri omzuma çarptı. İçerisi kalabalıklaştı ve ben tatillerde
görmekten bıktığım türden sade ve basit parıltılı ışıklarla kaplı
metal bir sahnenin önüne yerleştirilmiş sandalyelere doğru ak­
maya bıraktım kendimi. Sihirli değillerdi, olsa olsa yapışkan­
lardı.
ö n taraftaki katlanır siyah sandalyelerden birine çöktüm.
Kenardaki bir sandalyeye oturmuştum ve birinin yanımdan geç­
mesi gerektiğinde, dizlerimi yana kaydırmam gerektiğinde, ke­
nara oturduğum için hemen pişman oldum. Sonunda ayak par­
maklarım moraracaktı. Sarhoşlukta zarafet yoktur...
Saçları diken diken havaya kaldırılmış sarışın bir çocuk ya­
nıma oturdu. O, yandan benim yüzüme bakarken, ben sahneye
odaklanmıştım ve benimle konuşmamasını diliyordum. Işıklar
söndü, gürültü de ışıklarla birlikte yok oldu. Yalnızca yukarı­
dan sarkan, herkesin kafasını güçlükle aydınlatan sarsıcı lamba­
lar titreşmeye devam ediyordu. Geriye kalan tüm fısıltılar, bir
spot ışığının yanıp sönmesiyle birlikte yok oldu.
Bir kız, çenesi hafifçe aşağıya eğik şekilde sahnede duruyor,
siyah bukleleri elmacık kemiklerine düşüyordu. Sert ışığın al­
tında parlıyordu. Askısız mor elbisesi, sessizliğine rağmen ışıldı­
yordu. Elbise dizlerinin üzerinde bitiyordu ve etek ucu ile bağ-
cıklı siyah botlarının üst kısmı arasındaki birkaç santimetrelik
boşluktan beyaz teni görünüyordu.
Seyircilerin yerlerinde kıpırdanmasına neden olacak kadar
uzun süre donmuş halde kaldı. Herkes nefesini tutmuştu, ben
de nefesimi tuttuğumu fark ettim. Tam nefesimi vermiştim ki
26 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

bir kemanın yüksek sesi hoparlörlerden parladı. Sesle birlikte


kızın bir avucu yukarı doğru seğirdi ve bir alev topu canlandı,
önümdeki birkaç pisliğin alçak mırıltıları dışında bir anlık bir
sessizlik oldu, ardından kızın diğer avucu da keman eşliğinde bir
alev dalgasıyla açıldı.
Bu sefer keman, kulağımızın hemen kenarında fısıldar gibi
bir hal alana dek müzik uzaklaşarak devam etti ve nihayet kız
başını kaldırdığında müzik yavaş yavaş arttı. Müzik yüksele yük­
sele çılgınca artana kadar, kız soğukkanlı bir yüzle bize bakmayı
sürdürdü ve ellerini seyirciye doğru uzatarak ilk iki sıradakılerin
başlarının üzerine zararsız kıvılcımlar gönderdi.
Avuçları kapandı ve birçok ıslık ve alkışı dinleyerek gülüm­
sedi.
Ben alkışlamadım. İnternette ellerinden kıvılcım ve alev çı­
karmak için el dezenfektanı kullanan insanların benzer numara­
lar yaptıkları videolar izlemiştim. Sarhoş çocukların kullandığı
ucuz bir parti numarasıdır bu. Hiç kimsenin bunu sahnedeki
kız kadar sürdürdüğünü görmemiştim ama daha fazlasını arzu­
luyordum. Yeni bir numara görmenin ve muhteşem bir an için
sihrin gerçek olduğuna, her şeyin mümkün olduğuna inanma­
nın heyecanını yaşamak istiyordum. Sahnenin kenarında durup
babamın annemi yok etmesini, sonra sahnede yeniden ortaya çı­
karmasını izlediğim o harika çocukluk anılarımı istiyordum. Ya
da yemek masasındayken annemin benim karşımda oturup ye­
mek tabağımın altından bir iskambil kartı çıkmasını sağladığı
zamanlan. Annem bana bunun sadece bir illüzyon olduğunu
tekrar tekrar söylediği halde, annem de babam da benim için si­
hirdi.
Müzik öldü, güçlü alkışlar da öyle. Kız dönüp sahnenin ya­
nında kurulmuş bir masaya doğru yürürken, botları tıkırdadı.
Üç kırmızı top aldı ve onları birkaç aylak kavis çizerek fırlatma­
dan önce sanki onayımızı ister gibi bize uzattı.
Bazı pislikler ıslıklarken, kalabalık kıs kıs güldü.
M a r g ie Fu st o n 27

Kız kaşlarını kaldırarak küçük, alaycı bir selam verdi. Gü­


lümsemesi geri geldi ama artık farklı, daha keskindi.
Masanın üzerinden iki top daha alıp çevirip yakaladı ve sah­
nenin ortasına doğru birkaç adım atarken beş topu birden ha­
vaya fırlattı. Kusursuzdu. Toplar, zahmetsiz gibi görünen ama
zahmetsiz olamayacak bir düzende yükselip alçalıyordu. Ama
kendimi kaybetmem için bu yeterli değildi. Parker ve Jacob’ın
bensiz Deb’e güldüklerini unutmak için yeterli değildi. Sonra
kız sanki seyircilerin artan can sıkıntısını okuyabiliyormuşça-
sına, başının üzerinden geçen tek bir topun alev almasını sağ­
ladı, sonra bir diğerinin ve bir diğerinin daha, ta ki hepsi alev
alana dek.
Seyirci sonunda tatmin olarak alkışladı.
Solmuş bir papatya gibi aşağı doğru patlayan havai fişekler
misali bir yükselip bir alçalıyorlardı.
Geri çekilmeden önce kendimi sandalyemde öne eğilirken
buldum. Kalabalığın geri kalanı da benimle birlikte hayran kal­
mıştı. Yanımdaki çocuğun ağzı açıktı. Kız bir dönüşü tamam­
ladı. Toplar sanki kız hiç hareket etmemişçesine zahmetsizce
uçuşuyordu. Kız tekrar dönerken, elinde iki yanan top, havada
uçuşan ise üç top vardı. Mor elbisesi çiçek gibi açıyordu.
Ancak bu sefer, tekrar kalabalığa döndüğünde, toplardan biri
elinden kayıp gitti. Kız, topu botunun ucuyla yakalayıp seyirci­
lerin üzerine fırlattı ve top, burada sanki şenlik ateşinden kaçan
bir kâğıt parçasından başka bir şey değilmiş gibi küle dönüştü.
Seyirci daha tepki veremeden, kız botuyla vurarak diğer topları
da başımızın üzerinden uçurup sonunda bir hiçe dönüştürdü.
İki elinde birer top kaldı, sonra onları bir aşağı bir yukarı fır­
lattı. Fier birini bir sahne perdesine atarken kayıtsızca bize baktı.
O dönüp sahneden uzaklaşırken, perdelerde yeşil bir alev
canlandı. Ön sıradakiler ayağa kalktı, ikinci sırada oturan be­
nim, yüzüme bir sıcak bastı. Yangın gerçekti.
28 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Bazıları bağırırken, bazıları alkışlıyordu; yeşil alevler perdeler


dışında hiçbir yere sıçramadı.
Diken saçlı çocuk bana döndü. Nefesini yüzüme doğru üf­
leyerek, “Harika,” dedi. Nefesinde dayanılmaz bir bira kokusu
vardı.
Doğal olmayan alevlerden yayılan sıcaklığa doğru eğildim ve
çocuğu elimi sallayarak uzaklaştırdım. Bu. İşte beklediğim bu.
Tam seyirciler kıvranmaya başlamıştı ki yeşil saçlı beyaz bir
genç erkek çıktı sahneye. Elindeki kart destesini ileri geri sekti­
riyordu, belli ki sihirbazdı Kartlar hafifçe birbirine vururken küt
diye ses çıkarıyordu. Yanan perdelere bakıp parmaklarım şık-
lattı.
Alevler söndüğünde perdeler sapasağlamdı, üzerlerinde hiç­
bir yanık izi yoktu.
Sihirbaz, “Çok dramatik,” dedi sırıtarak.
Kalabalık kükredi ve sihirbaz sanki dünya daima ondan ya­
naymış gibi gülümseyerek -ve bu konuda haklı olduğunu göste­
ren bir yüzle- öylece durdu.
Nefret ettiğim türden bir yüzdü bu.
Saçlarının rengi, eğrelti otlarından daha parlak bir koyu ye­
şildi. Saçlarının yanları neredeyse kazınmıştı, tepesi ise daha
uzundu ve aşağıya sarkıyordu. Umursamaz birine ait olabilecek
saçlar...
Cilalı siyah ayakkabılarına mükemmel şekilde uyum sağ­
layan, bedenine oturan bir pantolon giymişti. Kıyafetinin alt
kısmı, sokağın aşağısındaki yüksek ofis binalarından herhangi
birindeki bir iş toplantısına gidebilmesi için uygundu. Üst kısmı
ise farklı bir hikâye anlatıyordu. Saçlarına uygun olarak yeşil çiz­
gileri olan siyah bir yelek giymişti ama yeleğin içine bir şey giy­
memişti.
Kartları bir elinden diğerine geçirirken, kaslarının hafifçe es­
nediğini fark etmemeye çalıştım. Gülünç bir düşünce...
M a r g i e Fu s t o n 29

Genç sihirbaz, sahnenin ortasında yürüdü. “Bunun için bir


gönüllüye ihtiyacım olacak.”
Seyircilerin elleri hemen yukarı kalktı. Ben de elimi havaya
kaldırdım ama o fark etmeden hemen indirdim. Bunu yapmama
neden olan, hafızamdı. Orada olmayı gerçekten istemesem de
bir anlığına yine o küçük kız olduğumu hissettim; oturma oda­
mızdaki kanepede oturuyor, en güzel kırmızı elbisesini giymiş
olan annemin elindeki silindir şapkayı çevirirken gönüllü iste­
mesini izliyordum. O ise, elimi havaya kaldırdığımda, beni sah­
neye çağırmadan önce görünmez seyircileri tarıyormuş gibi ya­
pıyordu.
Belki de sahneye çıkmak isterdim. Ama üzerimde soluk siy ah
tişörtüm varken, sahnedeki yepyeni siyah kıyafetler giymiş sihir­
bazın yanında durduğumu düşünmek midemi bulandırıyordu.
Kesinlikle bende annemin zarafeti ve tarzı yok. Madenî para nu­
maraları yapmayı seviyor olsam da kendimi bir sanatçı olmak
üzere değil, bir katil olmak üzere eğittim. Bana ihanet ederce­
sine titreyen ellerimi kucağımda kavuşturdum.
Sihirbaz, karşısındaki yüzleri incelerken gözlerini kıstı. Kart­
ların hareketini duraklattı ve parmağını havaya kaldırıp dön­
dürdü. Spot ışıklan sahneden kalabalığa doğru kaydı.
Seyircilerden bir uğultu yükseldi. Gözlerimi kıstım ve ken­
dimi aşırı ışıktan korumak için elimi gözlerime siper ettim. Ha­
fifçe dönüp aşağıya, ışıktan uzağa baktım. O sırada siyah, parlak
ayakkabılar tam önümde durdu.
BÖLÜM
3

L
anet olsun.
Yukarıya bakmamaya çalıştım.
Oldukça yüksek sesle boğazını temizledi, yanım daki insan­
lar kıs kıs güldü.
Sihirbazın ayakkabılarından biri, hızlanan kalp atışlarıma
ayak uydurarak hafifçe yere vuruyordu.
Bir şapkanın içine tıkılmış kahrolası bir tavşan gibi sıkışıp
kalmıştım ama kendimi ortadan kaldırabileceğim bir sihir gü­
cüm yoktu, bu yüzden elimi indirip dik dik ona baktım .
Kıvrak parmakları arasında dans eden kartları bir eliyle yaka­
larken bana hain bir sırıtışla bakıyordu. Diğer elini bana uzatıp,
“Sevimli asistanıma bir alkış,” dedi.
Uzattığı eli görmezden gelerek kendimi kalkm aya zorladım
ve onun yanından koridora doğru bir adım attım.
Kükrer gibi bir kahkaha atıp, yanımda oturan diken saçlı ço­
cuğa doğru eğildi. “Hoş bir eşlikçi, değil mi?”
Diken saçlı, diğer seyircilerle birlikte güldü. U tancım dan te­
nim karıncalanıyordu ve nabzım çok hızlı bir şekilde -sanki tüm
kanım koşup gitmeye çalışıyormuş gibi- boğazımda atıyordu.
Dönüp gitmek mi istiyordum yoksa sahneye çıkm ak mı, anla-
yamıyordum. İkincisini seçtim.
Ben yürürken, birkaç kişi bana kıskanç bakışlar attı. M er­
divenlere geldiğimizde sihirbaz tekrar elini uzattı. M uhtemelen
kabul etmeyeceğimi bilerek. Tutmadım. Sadece benim duyabi­
leceğim bir şekilde kıkırdadı. Bu, izleyicilerle arasında olan bir
şaka değildi, ikimizin arasındaydı.
M a r g ie Fu sto n 31

Umarım ona bir bıçak fırlatmamı falan isterdi.


Spot ışıkları değişerek sahnenin ortasına kadar bizi takip etti.
Gözlerimi kısarak tişörtümün uçlarını çekiştirdim. Keşke yeni
kıyafetlerimden birini giymiş olsaydım.
Seyirciler gülerken sihirbaz abartılı bir şekilde eğilerek selam­
ladı beni. Sonra doğrulup desteyi iki eline böldü ve başparmak­
larını aynı anda hareket ettirerek kartlardan iki mükemmel per­
vane oluşturdu. Ardından kartları bir araya getirerek çocuksu
bir kelebek gibi seyirciye doğru çırptı. Ön sıradaki sarhoş ol­
duğu belli olan bir kız kıkırdadı. Sihirbaz, kalabalığın geri kala­
nına bakarak tek kaşını kaldırdı. “Olmadı mı?”
Biri yuhaladı ama sihirbaz ona sadece gülerek karşılık verdi,
sonra da bana döndü. Kartları yalnızca benim görebileceğim şe­
kilde açarken, kahverengi deri bilekliğindeki içindeki kırmızı bir
taş ışıkta yanıp söndü.
“Kaderini seç.”
Kartımı değil. Son derece dramatikti ama sözcükleri elimin
durmasına neden oldu. Yüzüne baktım, rahat ve eğleniyor gi­
biydi ama yeşil ve nemli bahar çimenlerinin üzerinde doğal ol­
mayan bir ateş gibi yanan gözleri, yüzündeki ifadeye uymu­
yordu. Benim tereddüdüm karşısında küçüldüler.
Tekrar kardara odaklandım, elimi kaldırıp doğrudan onun
başparmağının altından aldığım kartı göğsüme doğru çektim.
Maça kızı. Annemin en sevdiği kart.
Yüzünde sinsi bir gülümseme belirdi, ne seçtiğimi zaten bi­
liyor gibiydi. Seyirciye döndüğünde bakışlarındaki sinsilik göz
alıcı bir hal aldı.
“Bu harika insanlara kartını göster lütfen. Bana gösterme.”
Bana göz kırpmasının ardından, biraz da efekt olsun diye ha­
fifçe döndüm ve önümdeki gölgeli yüzlere doğru kartımı kal­
dırdım. Yukarıdaki ışık küreleri, seyircilerin alınlarını ve yanak­
larını vurguluyor, gözlerini karartıyordu. İçleri boş kalan bir
32 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

iskeletler kalabalığı... Kartı kendime doğru çekerken elim bi­


raz titriyordu.
Sihirbaz yeniden bana döndü, kartları artık bir yelpaze şek­
linde kapalı olarak önünde duruyordu.
Onun söylemesine gerek kalmadan kartımı desteye geri koy­
dum.
Seyirciye bakıp güldü. “Çok içten biri.” Desteyi kaydırıp ka­
pattıktan sonra elime tutuşturdu. “Karıştır,” diye emretti.
Söyleneni yaptım ve maça kızımın nerede olduğunu artık
bilmeyene dek soğuk kartları karıştırdım.
Desteyi ona geri verirken parmaklarımız birbirine değdi. Sar­
sıldım. Nabzım parmak uçlarımda atarken, o da bana gülüm sü­
yordu, gözleri de gülüyordu artık. Neyim vardı benim? Yüzüm
kızardı ve parlak ışık altında kimsenin bunu fark etmemesini
umdum.
Benden birazcık uzaklaşıp kartları havalandırdı ve aynı sani­
yede yeniden bir araya topladı. Ve sonra kardar yok oldu. Boş
ellerini seyircilere uzattı ve karşılığında birkaç alkış topladı.
İç çekti. “Çok zorlu bir kalabalıksınız.”
Ceketinin kollarını sıvayarak hızlı bir adım daha attı. Avuç
içleri seyirciye bakacak şekilde iki kolunu da havaya kaldırdı­
ğında, üzerindeki spot ışığının rengi yeşilimsi bir tona dönüştü.
Parmaklarını şıklattı ve o anda parmaklarının arasında karo do­
kuz belirdi, parıltıyla. Kaşlarını kaldırdı. “Kartın bu m uydu?”
Başımı iki yana salladım, o da kaşlarını çattı. Seyirci güldü.
Dokuz kaybolduğunda, diğer elinin parmaklarını şıklattı ve
o elinde maça valesi belirdi.
Önce karta, sonra bana baktı. “Bu da değil,” dedi, bana
sorma gereği duymadan. “Tüh.” Kart kaybolurken, sihirbaz el-
lerini önünde bir ileri bir geri hareket ettirdi, sonra kollarını çe­
kip yukarı baktı. “Sanırım kaybettim.”
Seyirciler mırıldanmaya başladı. Kimileri şaka yapıp yapma­
dığından emin olmadan güldüler.
M a r g i e Fu s t o n 33

A ğ ırlığ ım ı diğer ayağım a verdim.


Kollarını yeniden kaldırdı, avuçlarını öne doğru uzattı ve o
sırada parmaklarının arasındaki açıklıklardan kartlar akmaya
başladı.
Seyirciler nefeslerini tutmuş, alkışlıyorlardı. Kartlarsa si­
hirbazın parmaklarının arasından çıkmayı sürdürüyordu. Baş­
langıçta elinde tuttuğu tek desteden çok daha fazla kart... Bu
imkânsız bir sayıydı. Kartlar tam ayaklarının etrafında birik­
meye başladığı sırada, sihirbaz ellerini yanlarına indirip kart yı­
ğınına baktı.
Bir anlığına gözlerini kapatıp yığından biraz geriye çekildi.
Sadece göğsü kalkıp iniyordu.
Biri öksürdü.
Kaslarım beklentiye benzer bir hisle gerilmişti, bir adım ge­
riye gittim .
Aniden gözlerini açtı ve ileri atılarak kart destesinin üzerine
düştü, kartların yerden sekerek havalanmasına neden oldu. Ama
kartlar yere geri düşmediler. Elleri havaya kalkarken, kartlar açık
parm aklarına doğru süzüldü. Sanki görünmez iplerle bir kumar­
bazın kendine özel fırtına buludan gibi uçuşan kardarı başının
üzerinden geçirene dek çekti. Yüzünü yukarı kaldırıp kartlara
üfleyince, kartlar yer değiştirdi, şekillendi, kanat şeklini aldı.
Bir kelebek oluştu. Kanadarın desenli olması için maçalar ve
sinekler, kupalar ve karolar ayrı ayrıydı.
Şekli havada tutan hava akımını hissedebilmek için öne yü­
rüyüp elim i kelebeğin altındaki boşluğa uzattım. Hiçbir şey
yoktu. Çırpılan kanatlar yavaşça saçlarımı uçuşturuyordu.
Sihirbaz bana kibirli bir gülümsemeyle bakıyordu.
Kesin ip vardı. Bunu başarabilmek için ihtiyaç duyulan yüz­
lerce ince ipliği aradım.
Sırıtm aya devam ederek başını iki yana salladı. Dudakla­
rını birbirine bastırıp tekrar üfledi ve kelebek hareket ederek se­
yircilerin üzerinden geçti. Bazıları onu yakalamaya çalışırken,
34 a c im a s iz İllüzyo n lar

kelebek onların ulaşamayacağı bir yere uçtu. Seyircilerin ağızlan


açık kaldı ama ben bakışlarımı onların yüzlerinden ayırarak si­
hirbaza baktım.
Seyircilerin kelebeğe odaklanmasıyla birlikte, sihirbazın gü­
lümsemesi tıpkı kartlarından biri gibi ortadan kayboldu. D u­
dakları gergindi, gözleri ise vahşi bir şey gibi, direnen bir kedi
gibi kısılmıştı. Bu bakışın benim bakışlarımdan b iriyle ayn ı ol­
duğunu hemen fark ettim.
Seyircilere, “Şimdi beni sevdiniz mi?” diye sordu. Soruda bir
keskinlik vardı. Bana döndüğünde bu ifâdesi kaybolarak yerin i
bir anda hafif eğlenir gibi bir ifadeye bıraktı.
Seyirciler alkışladı. Sihirbaz birkaç kez eğilerek selam verdik­
ten sonra sessizlik olması için elini kaldırdı. Seyirciler onun her
emrine uyuyordu. Anık onları ele geçirmişti ve ellerini yü ksek
bir sesle tek bir kez çırptığında, yüzündeki gülüm sem e gerçek
bir hal aldı. Kelebek padadı. Yüzleri yukarı dönük olan seyircile­
rin üzerine kartlar yağıyordu ve insanlar çığlıklar eşliğinde alk ış­
layarak ayağa kalktılar. Gürültüden tenim titriyordu. Terleyen
ellerimi kot pantolonuma sildim. Başarmıştı. Bana her çılgın ca
düşüncenin gerçekleşebilir olduğu izlenimini vermişti. K endim i
yuvamda gibi hissetmemi sağlamıştı.
Seyirciler beni unuttuğu için sahnenin m erdivenlerine yö ­
neldim ama sihirbaz beni gördü ve bir elini bana doğru uzata­
rak doğruldu. “Sevgili asistanım,” diye m ırıldandı. “Seninle işim
henüz bitmedi.” Seyirciler durup yerlerine oturdular. O bana
doğru süzülürken, bense bir an önce merdivenlerden aşağı in ­
memek için kendimi zor tutuyordum.
Yüzü bana dönük bir şekilde elini uzattı. Ben karşılık verm e­
yince, uzanıp elimi tuttu ve beni bir adım geriye, merkeze doğru
çekti. Sonra öksürmeye, şiddetli bir hırıltıyla nefes almaya baş­
ladı, öylesine şiddetle öksürüyordu ki iki büklüm oldu. Sırtına
mı vursam yoksa onu bıraksam mı, emin olamadım. Sonunda
durdu ve elini ağzının üzerine getirip tükürdü.
M a r g i e Fu s t o n 35

Y um ruğunu açıp elinin içindeki maça kızını havaya kaldırdı,


orta parm ağıyla işaret parmağı arasında nazikçe tutarak seyirciye
gösterdi. “B uldum .”
Kartı bana uzattı, ıslak olduğu için yüzümü buruşturarak
kartı aldım .
“Bu senin kartın, değil mi?”
“B enim ki daha kuruydu.”
Seyirciler güldü. Bu sefer onları güldüren sihirbaz değil, ben­
dim. Seyirciler benim elimdeydi. Bunu fark ettiğinden emin ol­
mak için onunla göz göze geldim. Farkındaydı. Saygıyla hafifçe
başını salladı, sonra kahkahalara katılıp seyircilere döndü. “Ol­
dukça nevi şahsına münhasır, değil mi?”
Benim için alkışlıyorlar, tezahürat yapıyorlardı. Kanımın
kaynadığına ve derim in altında köpürdüğüne yemin edebilir­
dim; kendim i hem hasta gibi hem de çok güçlü hissediyordum,
sanki her an patlayabilir ve istediğim her şeye sahip olabilirdim.
Belimi hafifçe büktüm. Sihirbaz bir anlığına beni gözlemledi,
ne hissettiğim i anladığını biliyordum. Belki de sahnede herke­
sin hissettiği şey budur. Belki de herkesin çocukluğunda şarkıcı
ya da oyuncu olmak istemesinin nedeni budur; böyle hissetmek.
Sihirbaz neredeyse kendi transını bozuyormuş gibi başını ha­
fifçe salladı, ö n e doğru uzanıp elimi avuçlarının içine aldı, bir­
leştirilmiş ellerim izi başlarımızın üzerine kaldırdı ve bizi seyir­
ciyle yüz yüze getirecek şekilde döndürdü. Başını eğerek selam
verdi. Ben de bir saniye geriden beceriksizce onu takip ettim.
Doğrulduğumuzda, parmakları avucumdan dirseğime doğru
kayarken, beni merdivenlere yönlendirdi. Merdivenlere varınca
beni bırakm asını bekledim ama insanların alkışları eşliğinde
beni sandalyeme kadar götürdü.
Sandalyem e ulaştığımızda beni bıraktı. Ben de soğuk plasti­
ğin üzerine çöktüm ve yanımdaki çocuğun açık ağzını görmez­
den geldim . Yeşil saçlı sihirbaz, dudakları neredeyse kulağıma
değecek şekilde eğildi. “Çok hoştun. Sonra görüşürüz.”
36 ACIMASIZ I l l ü z y o n l a r

Uzaklaşıp sahne arkasında kayboldu. Kalbim nefes alm am ı


engelleyecek kadar hızlı atıyordu. Bu, alkışlardan mı kaynak­
lanıyordu yoksa bir insanla bu kadar fazla temasta bulunm am ­
dan mı, emin değildim. Tenime o kadar yakın olan dudaklarını
anımsamak bile yüzümün ısınmaya başlamasına yetiyordu.
Nefesimi kontrol etmeye çalıştım ama başaramadım. Bir ya­
nım kusmak istiyordu ama bir yanım sahneye koşm ak ve bir
daha sahneden inmemek istiyordu.
Uzun siyah saçlı, uzun boylu bir kız çıktı sahneye. Yapmak
üzere olduğu gösterinin muhteşem olacağından em indim .
Ama daha fazla kalamazdım. Hissettiğim heyecan bana ait
değildi. Pahalı ikinci el kıyafetler giymek gibiydi. Şu anda dünya
büyülüydü ve vaatlerle doluydu ama yarın gösteri bittiğinde ne
olacaktı peki? Bu anı, hayatımda asla elde edemeyeceğim tüm
sihirle birlikte beni rahatsız edecekti. Babam ve annem yaşa­
saydı ... İkisinden biri bile yaşasaydı, sahnede seyircilerden bi­
rini seçip çıkaran, bir anlığına olsun kendilerini canlı hissetme­
lerini sağlayan ben olurdum. Beni eğiteceklerdi. Bir aile gösterisi
düzenleyebilirdik. Ama bunların hiçbiri mümkün değildi, ay­
rıca bu sihirbazlık fazla iyiydi. Sahnede olmayı arzulamama ne­
den oluyordu ve bu asla akıllıca değildi. Durumu daha da kötü­
leştirmeden, şimdi gitsem iyi olacaktı.
Sandalyemden kalktım ve bir anda kapıdan geçip artık boş
olan sokağa çıktım. Hava öncekinden daha soğuktu ve ceket al­
madığım için kendime lanet ettim. Beremi neredeyse gözlerime
kadar çekip sanki işe yarayacakmış gibi yumruklarımı cebime
soktum.
Cebimde, madenî paralarım karşıladı elimi. Birini çıkarıp
havaya fırlattım ve yakalamak için avucumu açtım.
Ama para avucuma düşmedi.
Kaçırdığımı sanarak kaldırıma baktım ama parayı göreme­
dim.
M a r g i e Fu s t o n 37

O parayı bulmadan buradan ayrılamazdım. Ffayatım bo­


yun ca hep aynı dört çeyrekliği kullanmıştım.
K ayıp kardeşlerini bulmamda bana yardımcı olabilirlermiş
gibi cebim den diğer üç parayı da çıkardım.
A m a bir de baktım ki avucumda dört tane madenî para
vardı. O nlara baktım ve sanki biri yine kaybolacakmış gibi tek­
rar tekrar saydım.
Yavaş bir alkış neredeyse hepsini düşürmeme neden olacaktı.
A lkışa aç bir halde hızla sese doğru ilerledim. Bağımlı gibi.
D udağım ın içini ısırıp kanatarak, alkışa olan arzumu bastırdım.
Yeşil saçlı çocuk, binanın yan girişinin bulunması gereken
dar bir ara sokaktaki tuğla duvara yaslanmıştı.
“Güzel num ara,” dedi.
N um ara yapm adığım ı söylemek için ağzımı açtım ama as­
lın d a yapm ıştım . Bunu hiç düşünmeden, içgüdüsel olarak, sah­
neye çıkm a heyecanıyla yapmış olmalıydım.
“Teşekkürler.” Sesim düzdü. Emin olmak için bir kez daha
saym a dürtüsüne direnerek paralarımı cebime koydum.
“G idiyorsun. Beğenmedin mi yoksa?” Kollarını göğsünde
kavuşturm uştu. Üzerinde hâlâ sahneki yeleği vardı.
“K ıyafetlerle aran iyi değil mi?”
Bir anlığına sertçe baktı bana, sonra kahkahalarla gülmeye
başladı. Üzerime bir esinti çarpınca ürperdim.
B unu gördü. “Üşüyen ben değilim. Sana ceket vermeyi tek­
lif ederdim a m a ...”
K ollarını açtı ve bana verecek fazladan bir kıyafeti olmadı­
ğına dair ek bir kanıta ihtiyacım olabilir diye avuçlarını bana
doğru uzattı.
K anıta ihtiyacım yoktu. Fazlasıyla farkındaydım ve bu, hu­
zursuz, alışılm adık bir duyguydu.
“G itm ek zorundayım .” Üzerimdeki etkisi her neyse, ondan
kaçabileceğim i umarak arkamı döndüm.
“Ava,” diye seslendi arkamdan.
38 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

önce donup kaldım, sonra yavaşça arkamı döndüm . “Adım ı


nereden biliyorsun?”
Sanki onu suçüstü yakalamışım gibi gözleri kısıldı. “Sen söy­
ledin ya. Sahnedeyken.”
“Söylemedim.” Adımı kolay kolay söyleyen biri değilim dir.
Omuz silkti ve yüzüne sevimli, rahat bir gülüm sem e yayıldı.
“Eh, belki de ben bir mentalistimdir.” Göz kırptı.
“Ama değilsin,” dedim ama bu bir cevaptan ziyade bir so­
ruydu. Mentalistler beni biraz ürkütür.
“Hayır.” Kıkırdadı. “Bana sahnede söylediğine em inim . Ama
sen benim adımı sormadın. Yoksa sen mi m entalistsin?”
“Hayır. Sadece sormak istemedim.”
“Ah.” Gülümsemesi, onu incitmek istemeyeceğiniz kadar
parlaktı. “Ben Xander.”
“Tamam.” Onun adını yanıma alıp kendi adımı arkam da bı­
rakarak tekrar uzaklaştım.
“Soruma cevap vermeyecek misin?” diye seslendi arkam dan.
Geriye baktım. “Ne?”
“Hoşuna gitti mi?”
Tereddüt ettim. “Gösteri hoşuma gitti.”
Ben tekrar arkamı dönerken o sırıttı. “Bu bir gösteriden daha
fazlası. Yarın tekrar gelirsen, belki görürsün.”
Sözleri neredeyse geri dönmeme neden olacaktı ama başımı
sallayıp yürümeye koyuldum. Çocuğun kıkırdaması topukla­
rımı ısırırcasına peşimden geliyordu. Sadece şaka yapıyordu. Si­
hirbazlar her zaman daha fazlası olduklarına inanmanızı ister­
ler. Annem hariç. O, yaptığı şeye sihir dediğimde hep azarlardı
beni. Bu sadece bir numara, Ava. Daha fazlası değil. Asla daha
fazlası değil.
Annemin sesi kafamın içinde o kadar netti ki yürümeyi bı­
raktım.
Göğsüm sıkıştı. Artık kendimi bunu düşünmekten alıkoya-
mıyordum. Keşke hatırlaması bu kadar kolay olmasaydı ama
M a r g ie Fu s t o n 39

tüm ayrıntılar, her bir küçük ayrıntı yüzeye çıkmaya can atı­
yordu, üstelik sadece gördüklerim değil, hissettiklerim de.
Annem in öldürüldüğü gün hafızamda kazılıydı.
U yanm ıştım ve annemin kahvaltıyı hazırladığı mutfağa git­
miştim ama annem mutfakta değildi.
Bir şeyler yolunda değil gibiydi, sanki hava çok ağırdı. Keşke
o duyguyu, bir şeylerin gerçekten ters gittiğinin farkına bile var­
madan o içime çöken korkuyu unutabilseydin!.
Her zaman erken uyanmasına rağmen belki de uyuyordur
diye karavanın arkasına gidip yatağını kontrol etmiştim. Ama
onu yatağında da bulamamıştım.
Annem bir gün önce tekrar taşınmamız gerektiğine karar
vermişti, bu yüzden kim bilir nereye giden yol üzerindeki boş
bir kamp alanına park etmiştik. Anneme haber vermeden kara­
vanımızdan ayrılmamam gerekiyordu ama kapıyı soğuk sabah
havasına doğru iterek açmıştım ve metal basamağa adımımı at­
tığım da ürpermiştim.
Annem kamp yerimizin kenarındaki bir ağacın yanında otu­
ruyordu. Toprakta yürümek ya da içeri girip ayakkabılarımı al­
mak istememiştim, bu yüzden iki kez seslenmiştim ona. Hare­
ket etmemişti.
Taşlarla kaplı zeminde yolumu bulmaya çalışırken, bu sanki
bir oyunmuş gibi gülmüştüm. Ama o, ağacın yanında normal
bir şekilde oturmuyordu. Bir bacağı garip bir şekilde yana doğru
bükülmüştü, kırık değildi ama annem herhangi birinin oturabi­
leceği bir şekilde de durmuyordu. Kolları yanında, çam iğnele­
rinin arasında açılmıştı. Elleri hiçbir şeyi tutmuyor, hiçbir şey
yapmıyordu. Başı yana eğikti, bir yanağı ağaç kabuğuna daya­
lıydı. Gözleri açıktı, bana bakıyordu ama görmüyordu.
Sonra boynundaki kanı görecek kadar yaklaşmıştım: üzerin­
den kan sızan iki yara...
Dizlerimin üzerine çöküp bileğini tutmuştum. Sanki bir
>cy serbest kalmış gibi seğirmişti. Bir anlığına annemin ayağa
40 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

kalkacağını düşünmüştüm. Harika bir şey başardığını an lad ı­


ğında gözleri o heyecanla parlayacaktı ve sonra gü lecek tik bir­
likte.
Ama bir daha asla gülmedi.
Ben de uzun süre hiç gülemedim.
Hâlâ da nadiren gülüyorum. Gülüşüm şaşırtıcı derecede de­
rin bir kıkırdama şeklindedir. Anneminkine o kadar benzer ki
her güldüğümde sanki yeniden o anın içinde sıkışıp kalm ış,
onun gülümsemesini bekliyormuşum gibi gelir.
Yeniden yürümeye başladığımda hâlâ anıların etkisindeydim
ve o anda sert ve dirençli bir şeye çarptım. Geriye doğru tökez­
ledim.
Soğuk bir el kolumu yakalayıp tuttu beni.
Gözlerimin önünde bembeyaz bir gömlek vardı. B irkaç bira
içerek günün yorgunluğunu attıktan sonra evine giden pek çok
işkolik beyaz yakalıdan birine çarptığımı sandım am a sonra ba­
şımı kaldırdım.
İş adamı falan değildi. Üzerinde siyah pantolon ve beyaz bir
gömlek vardı. Gömleğin kolları dirseklerine kadar kıvrılm ıştı,
üst düğmeleri sanki hiç iliklenmemiş gibi açıktı. Çoğu iş ada­
mının takmayacağı siyah bir pantolon askısı takmıştı. Genç bir
erkekti, benden çok büyük değildi, yüzünün her bir köşesine
düşen kıvırcık, koyu kumral saçlarının yumuşattığı keskin yüz
hatları vardı. Eğer gülümsüyor olsaydı kaotik ve çekici görüne­
bilirdi. Ama ağzı gergindi ve koyu kahverengi gözleri sertti.
Bütün bunlar pek mantıklı değildi, sanki onunla ilgili yan­
lış bir şeyler vardı. Ve eli hâlâ kolumu çok sert bir şekilde tutu­
yordu.
Ben geri çekilince, kolumu bıraktı.
“özür dilerim.” Sesi alçak, yumuşak bir gürleme gibiydi.
Bir adım daha geri çekilirken, “Bakmıyordum,” diye yanıtla­
dım.
Ellerini arkasında birleştirdi ama orada durup bekledi.
M a r g ie Fu st o n 41

“O numarayı bilerek yapmadın, değil mi?” Gözleri, soruyla


örtüşmeyen bir ciddiyetle gözlerimin içine bakıyordu. Sinir bo­
zucu bir durumdu huzursuzluktan cildim karıncalansa da ayak­
larım ı hareket ettiremedim.
“Ne numarası?” Aklım hâlâ geçmişteydi.
“Şu küçük paralarınla yaptığın.”
Küçük paralar deme şekli tüylerimi diken diken etti. Kimdi
bu adam? Peki benim hangi sihirbazlıkları yapıp hangilerini ya­
pamayacağımı nereden biliyordu ve neden beni izliyordu? Üste­
lik bir performans sergilediğim falan da yoktu.
“Neden bahsettiğini bilmiyorum.” Sonunda bacaklarımı ha­
reket ettirip onun yanından ayrılmayı başardım. “Harika bir si­
hir gösterisi arıyorsan, oraya gidebilirsin.” Uzaklaşırken, çık­
tığım kapıyı işaret ederek, bakışlarını benden kaçırmasını
sağlamaya çalıştım. Ama kaçırmadı. Hareketsiz duruyordu ama
ben yanından geçene kadar beni izlemeyi bırakmadı.
Neredeyse duyamayacak kadar uzaklaştığımda, “Buraya bir
daha gelme,” dedi.
Bağırarak karşılık vermeyi düşündüm ama arkamı döndü­
ğümde yüzünün bana dönük olmadığını gördüm. Takip etme­
diğinden emin olmak için birkaç kez arkama bakarak yoluma
devam ettim ama o hâlâ orada duruyordu, ellerini arkasında ka­
vuşturmuş, kulübün kapısına bakıyordu.
BÖLÜM
4
rtık uykusuzluktan gözlerim bulanıklaşıyordu. B ütün gece
A uyanık kalıp, havada uçuşan kartlarla ilgili num aralar üze­
rine araştırma yaptım ama Xander’ın kelebeğine rakip o lab ile­
cek hiçbir şey bulamadım. Tek bir kartı veya nesneyi, h atta ken ­
dinizi nasıl havaya kaldıracağınıza dair pek çok eğitim vardı am a
hiçbir şey Xander’ın yapabildiğinin yanından bile geçm iyordu.
Tanıdık bir video buldum. Joseph Perry, gösterişli sihirbaz­
lık sahnelerini bırakmış, insanların pek bilm edikleri k aran lık
ve pis küçük kulüplerde çıkmaya başlamıştı, tam olarak nerede
olduğunu veya ne yaptığını kimsenin bilmemesine d ik k at ed i­
yor, bu nedenle bütün gösterilerinde “kayıt yasak” kuralı vardı.
Annemin önünde performans sergilediği videoları bulm ak ko­
laydı ama annemle birlikte sahnede olduğu sadece bir tane video
vardı. Tabii o da kelebek numaralarını ararken karşım a çıktı.
Bunu zaten muhtemelen gerekenden çok daha fâzla izlemiştim.
Klipte babam üzerinde kırmızı yeleğiyle, geriye yatırılm ış
sarı saçlarının arasında elini gezdirirken gülümsüyor. Ü zerinde
silindir şapka bulunan küçük, altın bir masanın yanında d u ru ­
yor ve annemin masanın altında ellerini sallamasını ve ardından
orada hiçbir şey olmadığını kanıtlamak için şapkayı kaldırıp sal­
lamasını izliyor. En sevdiğim kısım, işin püf noktası değil; baba­
mın anneme sanki bir sihirmiş gibi, bundan sonra gelecek hiçbir
şey onunla karşılaştırılamayacakmış gibi bakması... A nnem in,
ona böyle bakan birine sahip olduğunu ve bu duygudan m ah­
rum bırakıldığını bilmek göğsümü ağrıttı. Babam hakkında ne­
den fazla konuşmadığını anladım.
M a r g ie Fu s t o n 43

Annem şapkayı tekrar masanın üzerine koyuyor, babamsa


şapkanın arkasına geçiyor ama daha hiçbir şey olmadan beyaz
saçlı bir çocuk -benim çocukluğum- koşuyor sahneye. Şapkaya
uzanıp elimle dürttüğümde, annem ve babam beni yakalamak
için harekete geçiyor. Süslemenin arkasından bir renk patlama­
sıyla birlikte kelebekler fışkırıyor, yukarı doğru uçuyorlar ve se­
yirci çılgına döndükçe yayılıyorlar. Bu, kelebeklerin miktarı
dışında basit bir numaraydı, tıpkı Xander’ın numarasının da
mümkün olandan fazla kart çıkarması dışında basit olması gibi.
Ama videonun tekrar tekrar izlemek üzere geri sardığım kıs­
mında, ebeveynlerimin yüzlerinde tek bir ifade var: şok ifadesi.
Bir de hiçbir anlam ifade etmeyen başka bir şey: korku. Balta
fırlatma gösterisi yapsalar bu ifade daha mantıklı olurdu ama
söz konusu şey sadece kelebeklerdi. Videoda annem beni ace­
leyle sahnenin dışına çıkarıyor. Babam bir anlığına öylece duru­
yor ve sanki bir çeşit tehdit söz konusuymuş gibi seyircileri sü­
züyor, sonra göz kamaştırıcı bir gülümsemeyle onlara eğilerek
selam verip sahneden iniyor. Verdikleri tepkilerin ne kadar tu­
haf olduğunu fark eden tek kişi de ben değildim. Videonun al­
tındaki yorumları artık ezberlemiştim.

magicianX: İfadelerini fark eden tek kişi ben miyim?


Debby Bs Kelebeklerin ortaya çıkmasını beklemedikleri belli.
Ryan464: Belli ki çocuk, açma düğmesine erken basmış.
georgeblack: Ama korkmuş görünüyorlar.
magicfreak: Bu Joseph Perry. Videodan bir hafta kadar sonra ölmüş.
georgeblack: Nasıl ölmüş?
magicfireak: Saldırı olduğunu söylüyorlar.
georgeblack: Hadi ya?
magicfreak: Her şey çok tuhaf. Bu onun ölmeden önceki dört yıl­
lık dönemdeki tek videosu. İnsanlar, onun peşinde birinin olup ol­
madığını merak ediyorlardı. Para, rekabet ya da herhangi başka bir
şey mi vardı kimse bilmiyor,
georgeblack: Tuhaf...
44 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Vam pire Biten Ben kadını tanıyorum. Vam pirlerin ortaya çıkışın­
dan hemen önce ölmüştü. Bir hayvan saldırısı sonucu öld üğ ü nü
söylediler ama sadece boynundan yaralanmıştı,
magicfireak: Dalga mı geçiyorsun?
Vam pire B iten Hayır. Adamın seyircilere nasıl baktığını görm edin
mi? Belki de başka bir şeyden korkuyorlardı.

Birinin annemi tanıması beni pek şaşırtmadı. Vam pirlerin


ortaya çıkışı sırasındaki çılgınlıkta insanlar saldırı niteliğinde bir
şey arıyorlardı. Biri annemin ölümüyle ilgili bir haber buldu ve
bunu vampir şiddetinin olası kanıtı olarak değerlendirdi. Pek
çok insan anneme gerçekte ne olduğunu bildiğine ve polisin kit­
lesel bir paniği önlemek için olayı örtbas etmek istediğine ina­
nıyordu ama annem Perry soyadını kullanmazdı. O nu babama
bağlayan tek yorum buydu ve yıllardır aklımdan çıkm ıyordu. Ya
vampir saldırısı tesadüfi değilse? Ya annem öldürülmeden önce
vampirlerin varlığından haberdarsa?
Bunu benden saklayacağına inanmak istemiyordum. Ama
sürekli hareket halindeydik ve annem bunu yeni seyirciler bul­
mak için yaptığımızı söylüyordu. Hâlâ gösteriler yapıyordu ama
yalnızca doğum günlerine ve özel toplantılara katılıyordu. Ge­
riye dönüp baktığımda, acaba bir şeyden mi kaçıyorduk diye
düşünmeden edemedim.
Ama babamı bir vampirin öldürmediğinden em inim . Onun
ölümünün ayrıntılarını bulmak kolaydı: göğsünden üç kez bı­
çaklanmıştı. Bu da kötü bir canavara değil, kötü bir insana işa­
ret ediyordu.
Videoyu bir kez daha oynatıp kelebeklere odaklandım, sayı­
lamayacak kadar çoklardı.
Zihnim, çocuklara yönelik bir fantezi dünyası olduğu için
ok uzun zamandır gitmesine izin vermediğim bir yere gitmek
ı,'fiyordu. Bunun hiçbir anlamı yoktu. Bu numaranın hiçbir an-
Lmı yoktu, yani ben yine imkânsızı hayal ediyordum.
M a r g if . Fu s t o n 45

Yatağımın altına uzanıp, yıpranmış kırmızı ayakkabı kutu­


sunu çıkardım. Annemin sakladığı hâzinelerle dolu pembe ku­
tusunun yanında güzel sayılmazdı bu. Onun kutusunu yata­
ğının altından çıkarıp kurcalardım hep. Günlüklerle doluydu.
Günlüklerin sayfaları bembeyazdı, bazıları o kadar eski görünü­
yordu ki sayfaların kenarları aşınmış, yazıları kahverengileşmişti
ama hepsi annemin yuvarlak büyük harfleriyle doluydu. Bir de
annemin türlü türlü sahne fotoğrafları vardı; birinde elinde si­
lindir şapka tutuyor, birinde payetli bir elbise giymiş ve bir deste
iskambil kartını havalandırıyor, birinde de kafası ve ayakları
ikiye kesilmiş gibi göründüğü kutuların içinde... Bazı fotoğraf­
lar canlı renkliydi, bazıları sepya veya siyah beyaz; herhalde bun­
lar nostaljik tarzda gösterilerin tanıtım çekimlerindendi. En çok
sevdiğim bunlar olsa da hepsini ayrı ayrı seviyordum. Annemi
çocuk partilerinde sahne alırkenki yorgun gülümsemeleriyle de­
ğil, geniş gülümsemeleriyle, muhteşem bir sahne sihirbazı olarak
hayal etmekten hoşlanıyordum. Çünkü annem, babamdan önce
de sihirbazlar ve karnaval sanatçılarından oluşan bir grupla gös­
teriler yapıyormuş. Aslında babamla yaptığı gösterilerden çok
onlarla birlikte performans sergilediği zamanlardan bahsederdi.
Bir de takıları vardı: altın yüzükler, sallantılı küpeler, ipek
şallar... Ama benim en sevdiğim takısı hemen hemen her fotoğ­
rafta boynunda olan, büyük kırmızı taşlarla süslenmiş altın ger­
danlıktı.
Annem öldüğünde ayakkabı kutusu boştu. İçindekileri an­
nem mi kaldırmıştı yoksa onu öldüren vampir mi almıştı, hiç
bilemedim. Mücevherler değerli olmalıydı.
Ama her şeyi alamamışlardı.
Ben okuyabilecek yaşa gelir gelmez annem kutuyu saklamaya
başlamıştı. Bu bir oyun haline gelmişti. Ben kutuyu bulurdum
ama ben çok uzağa gidemeden annem beni yakalardı. Ama bilme­
diği şey, kutuyu her bulduğumda içinden küçük bir şey aldığımdı:
günlüklerden birinden bir sayfa veya bir fotoğraf. Asla mücevher­
lerden almazdım çünkü alsam annem hemen fark ederdi.
46 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Bunca yıldır bunları saklamıştım ama bakm ayalı uzun za­


man olmuştu. Sayfalar bana sanki bir roman falanm ış gibi an­
lamsız gelmişti hep. Ama şimdi öylesine başım ın etin i yiyorlardı
ki ayakkabı kutusunu açıp onları çıkarmam gerekiyordu.
Uzun zamandır bakmadığım için fotoğrafları inceledim önce
biraz. îlki renkli bir fotoğraftı, annemin üzerinde koyu m or bir
korse, başında da minyatür bir silindir şapka var. O tuzlu yaş­
larda görünüyor ve elinde beyaz bir güvercin tutuyor. Yanında
düz beyaz takım elbiseli, sarı saçlarını kulaklarının arkasına at­
mış bir adam duruyor. Ama babam değil. Adam kam era yerine
anneme bakıyor. Başka bir fotoğraf ise geniş alınlı ve ince, sivri
burunlu bir adamın siyah beyaz görüntüsü. Vücuduna zincirler
sarılı. Yanında kocaman, dökümlü bir etek ve düğm eli bir ceket
giymiş olan annem var. Yüzü kasvedi. Çok iyi bir tanıtım çekim i
değil ama muhtemelen bu tarz bir şey. Küçükken bu adam ı tanı­
mıyordum ama sonradan tanıdım: Houdini.
Kalbim, ona fotoğrafı sorma arzusuyla sızladı. A nnem in gös­
terileri hakkında her şeyi bilmek istiyordum; H oudini’nin nu­
maralarını mı kopyalamıştı annem? Bu yüzden mi bu fotoğraf
montajlıydı? Neden gülmüyordu?
Ama şu anda aradığım cevaplar, bu soruların cevaplan değildi.
Elimdeki dört adet günlük sayfasını karıştırdım. En eskisini seç­
tim. Mürekkebi pas gibi görüneni. Açıp okumaya başladım.
Yeni bir yetenek keşfetmenin ve onun daha güçlü bir
şeye -numaraları alıp onların İnsani olarak müm kün
olanın çok ötesinde bir şeye- dönüşmesini ve seyircile­
rin bu sırları çözmeye çalışırken gözlerinin fal taşı gibi
açılmasını İzlemenin heyecanı kadar güzel bir şey yo k ­
tur. Biz de bu sırada kuliste, İzleyicilerin n um araları
asla çözemeyeceklerini bilerek gülümseriz.

Dün gece sahnede olmama rağmen o seyirci bendim. On-


'arın sırlarını bilmeyi arzulamıştım ve bütün geceyi sihirbazla­
r ı numaralarını açıklayan internet sitelerinde geçirdikten sonra
M a r g ie Fu s t o n 47

bile elimde hiçbir şey yoktu. İnsani olarak mümkün olanın çok
ötesinde sözcükleri çınlıyordu kulaklarımda, işte bu yüzden tu­
tunduğum her şeyin bir hayal olduğunu düşünmüştüm. Anne­
min yazdığı, kurguyu hayatına uyarladığı bir hikâye. Annem,
sorduğum zamanlarda, numaralarını nasıl yaptığını bana hep
gösterirdi. Her zaman bir açıklaması olurdu.
Sıradaki yazıya geçtim. Daha yeni görünümlü günlüklerden
birinden alınmış olan bu sayfa beyaz ve netti.
Bazen onu k u lla n m a İsteğim o kadar yoğun oluyor kİ...
0 aptal, küçük doğum günü partilerindeki gösterilerde
bile öylesine çok birikiyor ki sonunda kanım kaynıyor
ve bu yüzden patlayabileceğimi sanıyorum. Onu ser­
best bırakmak istiyorum; heyecanla bağırışan çocuk­
lar için gerçekten imkânsız bir şey yapmak istiyorum.
Ne olacağının önemi yok; bir ailenin kedisini ortadan
kaybedip sonra bir ağaçta yeniden ortaya çıkarmak bile
olur. O gerçek huşuyu hissetmeye ihtiyacım var ama
aileme ondan daha çok İhtiyacım var. Riske giremem.
Kendimi ne kadar sefil hissettiğimin önemi yok.

Saçmalık. Benim için hepsi bu kadardı ama şimdi huzursuz­


luktan derim karıncalanıyordu. Kanım kaynıyor. Dün gece sah­
nede hissettiğim bu değil miydi? Vampirler varsa, sihir neden
olmasın ki? Annem öldükten sonra bu soruyu çok sordum ken­
dime çünkü geceleri insanı öldürebilecek korkunç yaratıklar dı­
şında da bir şeylere inanmaya ihtiyacım vardı.
Ama annem hayattayken buna inanmamamı sağlamıştı.
Hatta bir keresinde gerçek sihir istediğimi söylediğimde bana
kızmıştı. Gerçek sihre sahip olamayacağımı söylemişti. Var ol­
madığını değil, sahip olamayacağımı.
Cebimden bir çeyreklik çıkarıp avucuma bastırdım, cildim
karıncalandı. Bunu belki atlatabilirdim. Başımı iki yana salla­
yıp parayı yatağın üzerine bıraktım. Saçmalıyordum. Bu günlük
48 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

sayfalarına bakmayı bırakmamın bir nedeni vardı: her seferinde


kendimi kaptırıyordum.
Gerçekten istediğim şey illüzyondu. Doğuştan hakkım olan
şeyi istiyordum: dünyanın en iyi sihirbazlarının sahnede olduğu
bir yer. Dün gece hissettiğim heyecanı istiyordum . O rası sihrin
olduğu yerdi. Geri dönmem gerekiyordu oraya. Xander bana
geri dönmemi söylemişti.
O sırada Deb, alt kattan seslenip kahvaltının hazır olduğunu
söyledi. Neyin ne olduğu ve ne olabileceği konusunda öylesine
kaybolmuştum ki günlerden hangi gün olduğunu bile unut­
muştum.
Cumartesi sabahları krep günüdür.
İyi koruyucu ailelerin hepsinde böyle şeyler vardır: salı taco
günü, cuma pizza gecesi, cumartesi oyun gecesi. Am a bazı yer­
lerde her gece kendi kendine bakma gecesidir.
Deb krep yapıyordu.
Kreple başa çıkabilirdim. Ucuz akçaağaç şurubuyla hoşuma
gidiyordu krep. O yüzde yüz doğal dedikleri saçm alıklarla değil.
Deb tüm bu organik şeyleri sevmesine rağmen her iki türü de
satın alıyordu.
Hamurun kokusunu aldığım sırada, merdivenlerin altındaki
döşeme tahtaları bana günaydın dercesine gıcırdadı.
Deb de sesi duymuş olmalıydı.
“Krep,” diye bağırdı, belki yemek yemeden ön kapıdan sıvış­
mayı düşünürüm diye.
Gıcırtı eşliğinde mutfağa girdim, çikolata parçacıktı kreple­
rini mideye indiren Parker ve Jacob’ın yanından geçip masada
bir sandalye çektim. Parmağım otomatik olarak dün gece açtı­
ğım yarığa gitti. Ben gittikten sonra da burada kalacak... A y­
rıldığım her yere geri dönecek olsam, muhtemelen hepsinde
arkamda bıraktığım bir şey bulabilirdim: bir dolabın içine kara­
rı iniş ismim, döşemenin arkasında göze çarpmayan bir oyuk,
M a r g ie Fu st o n 49

bir masanın altında bir çizim ... Bazı koruyucu ailelerim ismimi
hatırlamasalar bile bir parçam hep onlarla olacak...
Deb’de de bu yarık kalacaktı. Belki Parker da...
Bir zamanlar on sekiz yaşına girmeyi, iyi bir iş bulmayı,
Parker’ın velayetini almayı ve sonunda birlikte kendi evimizi
kurmayı hayal ederdim. Ama şimdi on sekiz yaşında olsam da
iyi bir işim yoktu ve Parker... O burada mutluydu.
Onu daha önce yalnızca bir kez gerçekten mutlu görmüştüm.
Sosyal hizmet sistemine dâhil olduğumuz ilk yıl birlikte değil­
dik. Bizi hızlı bir şekilde bir yere yerleştirmeleri gerekiyordu ve
iki çocuğu yerleştirmek bir çocuğu yerleştirmekten daha zordu
ama sonra bizi uygun bir yerde tekrar bir araya getirdiler. Kimse
kötü niyetli değildi ama sanki çocuk değil de mobilyaymışız
gibi hissediyordum. Sonra bizi ileride evlat edinmeyi isteyen bir
koruyucu ailenin yanma yerleştirdiler. Parker orayı sevdi. Ama
orada kalışımız da uzun sürmedi. Sonu mudu bir evlat edinme
hikâyesiyle bitmedi. Daha sonra bizim de dâhil olduğumuz altı
çocuğun olduğu bir eve yerleştirildik. Orası bir evden ziyade bir
yaz kampında hayatta kalmaya çalışmak gibiydi. Ama o koru­
yucu ebeveynler taşınmaya karar verdiler. Ben henüz on sekiz ol­
mamıştım, bu yüzden bize yeni bir yer buldular.
Ve sadece altı ay sonra burası onun evi oldu. Bunu, Parker m
oturuş şeklinde görebiliyordum; gömleğine şurup damlıyor ama
bu yüzden Debelen azar işitmekten endişelenmiyordu. Zaten
Deb azarlamaz, bağırmaz da.
Yuvanın nasıl bir şey olduğunu biliyordum. Annem öldü­
ğünde, yuvanın ne anlama geldiğini, doğal ve içgüdüsel aidiye­
tin ne anlama geldiğini anlayacak yaştaydım. O yuva mükem­
mel olmasa da benimdi. Benim için Deb ve Jacob’ın olmayacağı
bir şekilde hem de. Ama onlar, Parker’ın yuvası olabilirlerdi.
Bazen Parker’m önünde engel olduğumdan endişeleniyor­
dum. Fiziksel olarak nerede olursak olalım, o benim için ne ka­
dar yuvaysa, biliyordum ki ben de onun için o kadar yuvaydım
50 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

ama onun hiçbir zaman fiziki bir yuvaya sahip olm adığını göz
ardı edemezdim. İkisi aynı şey değildir, evet. E m inim ki o da
kaçırdığının bu olduğunu biliyordur. Daha önce hiç şeker ye­
memiş küçük bir çocuk gibi. Böyle bir çocuk tam olarak neyi
kaçırdığını bilmez ama elinde lolipop olan başka bir çocuk gör­
düğünde, bunun arzulanacak bir şey olduğunu bilir.
Deb bir şeyler mırıldanıyordu. M ırıldandığı şeyin The Andy
Griffith Shoîvuıv tema şarkısı olduğundan oldukça em indim .
Parker o şovu seviyordu. Bense oldu bitti sevmem. Tek ebeveyni
olduğu için Opie’ye üzülsem mi yoksa onu kıskansam m ı, ka­
rar veremiyordum.
Deb bekâr bir anne. Jacob’m babası, o daha bebekken bir
trafik kazasında ölmüş. Ama Deb iyi biri ve vefat etm iş ko­
casının sigortası sayesinde tek bir işte çalışıp geçinebiliyor.
Parker öyle bir annesi olduğu için şanslı. Ama bu benim hayal
kurmama engel değil.
Deb mırıldanmayı bırakıp ocağı kapattı.
“Pastırma isteyen var mı?” Döndü ve saçlarını gözlerinin
önünden çekti. Uzun saçları hafta sonları biraz gevşek, biraz da
kontrolden çıkmış görünür...
Parker ve Jacob aynı anda, “Evet,” diye m ırıldandılar. Deb
onların tabaklarına biraz pastırma koyduktan sonra bana baktı.
“Hayır, teşekkürler.” Gülümsedim ama bunu Deb için veya
kendim için değil, Parker için yaptım. Çünkü ben burada ken­
dimi evimde gibi hissetmesem de Parker öyle hissediyordu ve
eğer bu onun mudu olabileceği anlamına geliyorsa her gün
yirmi dört saat gülümserdim.
Deb de gülümseyerek karşılık verdi ve gülümsememi olduğu
gibi kabul etti. Çoğu insan böyle yapar. Ama aslında gülüm se­
meler benim en büyük illüzyonlarımdır.
Gözleri, eşofmanımın yakasından görünen yeni yeşil sporcu
aletim in yakasına kaydı. Fermuarı biraz daha yukarı çektim ,
m ; giymemeliydim. Şimdi ona bir tür zafer kazandırmış
M a r g ie Fu st o n 51

olmuştum ve bu benim için çok fazlaydı. Büyük bir hedefime


hizmet etmediği sürece -çevirdiğim dümen ne olursa olsun- ko­
ruyucu ebeveyne zafer kazandırmayı sevmem. Aslında Deb’e
karşı çevirdiğim herhangi bir dümen yoktu. Kardeşimle nasıl
ilgilendiğini görebiliyordum. Tek yapmam gereken rahatsızlık
vermemekti. Ama bundan fazlasını da yapmayacaktım.
En azından Deb bunu dile getirmedi. Arkasını dönüp ocak­
tan biraz daha krep aldı ve büyük bir tabağa koyup masaya ge­
tirdi.
Bir süre sessizce yemek yedik. Muhtemelen kahvaltıya yetiş­
tirmek için erken kalkarak yaptığı kreplerin içine yaban mersini
koymuştu. Herkes çikolata parçacıklı olanları sevse de benim en
sevdiğim yaban mersinli olanlardı. Bunu hatırlaması hoşuma gi­
diyordu; ebeveynlerin, çocukları sevildiğini hissetsin diye yap­
tıkları küçük şeylerden biri gibiydi. Burada böyle otururken
kendimi buraya aitmişim gibi, cumartesi kahvaltısını birlikte
yapan herhangi bir aileymişiz gibi davranabilirdim.
Kendim i iyileşmeye zorladığımda göğsüm ağrıyor...
“Yarın Parker’m doğum günü,” dedim. Deb’in bundan hiç
bahsetmemesine şaşırmıştım. Benim birkaç ay önceki doğum
günümü hatırlamıştı ama ben hediye istemediğim konusunda
diretmiştim. Yine de çikolatalı pastayı kabul etmiştim. Yine de
Deb’in tepkisini ölçtüm. Çünkü böyle durumlarda insanların
bir sonraki adımının ne olduğundan asla emin olamazsınız...
Bu, iyi bir koruyucuya mı yoksa kötü bir koruyucuya mı sa­
hip olduğunuzu anlamak için kolay bir testti. Bir yanım onun
başarısız olmasını ve Parker’ın benim onu daha çok sevdiğimi
anlamasını umuyordu ama bunu düşündüğüm anda kendim­
den nefret ettim. Deb’in testi geçmesini istedim, Parker’ın iyi-
|• v • • •
lığı için.
“Biliyorum,” dedi Deb.
İyi. Parker’a hediye alacağı neredeyse kesindi. Bense Parker’a
çoktan bir Star Wars filmi almıştım ama daha fazlasına param
52 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

yetmiyordu. Sonra Deb devam etti. “Aslında ben de seninle


Parker’ın doğum günü partisi hakkında konuşm ak istiyordum .”
Ağzımın içinde bir parça kreple donup kaldım . Isırdığım yer­
den akan bir damla şurup masanın üzerine düştü ve geçen gün
oyduğum yerde birikti. Parker’ın partisini hep ben planlardım .
Her sene aynı şeyi yapardık. Eğer becerebilirsem para birikti­
rip onu bir dilim pasta yemeye götürürdüm. D aha sonra hem
Parker’a hem de o zamanki koruyucu evimizdeki diğer çocuk­
lara madenî para numaraları yapardım.
“Sana daha erken söylemeyi istiyordum, işim çok yoğundu.
Her neyse, Parker’ın sınıfından birkaç arkadaşını Star Wars par­
tisine davet ettim.”
Çatalımı tabağıma bıraktım. Beklediğimden daha yüksek bir
ses çıktı. “Biz genelde başka şeyler yaparız, sadece ikim iz.”
Parker’a döndüm ama hemen pişman oldum. U tanm ış bir
halde, tabağındaki krepten bir lokma daha tıktı ağzına. N adiren
bu kadar yavaş çiğner lokmalarını. Yutkunup bakışlarım ı karşı­
ladı ama hiçbir şey söylemedi.
“Büyük bir parti mi istiyorsun?” diye sordum.
Üstüne gitmemeliydim ama onun söylemesine ihtiyacım
vardı. Bir yanım, geleneklerimizden birini daha bozacağına pek
inanmıyordu ama diğer yanım Parker ne istiyorsa onu istiyordu.
Kimseye bakmadan, “Bunun muhteşem olabileceğini düşün­
düm,” diye mırıldandı. “Kendi kutlamamızı sonra yapabiliriz.”
“Doğru. Evet. Sorun yok.” Bir ısırık daha aldım . G üçlükle
yuttum. “Star Wars\ı yenemezsin.”
Güldüm ama garip bir tınısı vardı.
Jacob tabağına baktı. Deb yandan yüzüme baktı.
Parker, “Bu yıl tüm arkadaşlarıma sihir num aralarını yapabi­
lirsin,” dedi. Mavi gözleri iri ve ciddiydi ve babamın gözlerine
fazlasıyla benziyordu.
“Daha iyi.” Zoraki gülümsedim ve gerçek görünmesi için
hrimi kullandım. Parker buna hep kanardı.
M a r g ie Fu st o n 53

Deb kanmazdı. Kaçabilmem için kreplerimin geri kalanını


olabildiğince çabuk yediğim sırada bana baktığını hissettim.
Merdivenlerden yukarı çıktım. Kendimi kaybetmem gereki­
yordu ama akşamdan önce sihir gösterisi yoktu. Ben de kitap
okumakla yetinmeye karar verdim.
Kitaplar da her iyi illüzyon gibi sizi içine çeker ve bir anlığına
yalnızca Gatsby, Daisy, Tom ve Nick ile başbaşa kalırsınız ve ba­
zen -eğer yazar usta bir yazarsa- artık olduğunuz yerde bile değil-
sinizdir, ortadan kaybolmuşsundur ve her karakterde bir parça­
nız kök salmaya başlamıştır. Ben kendimi Nick’te ve onun perde
arkasına bakma arzusunda bulurum, aynı zamanda Gatsby’de
ve onun sahne çökse bile en büyük illüzyonları yaratma beceri­
sinde. Bir anlığına seyircisini avucunun içine alışında. Arzuladı­
ğım alkışı alışında.
Kitabı tek oturuşta okudum ama gösteriye geri dönmekten
başka bir şey düşünemiyordum. Desteğe ihtiyacım vardı. Hayal
gücümün Xander’ın kartları gibi uçup gitmemesi için beni ger­
çek dünyaya bağlayacak birine ihtiyacım vardı. Telefonumu çı­
karıp arkadaşım Stacie’yi aradım. İkinci sınıftayken, bir pisliğin
bana madenî para numaralarım yüzünden zorbalık yapmasını
engellemişti ve böylece tanışmıştık. Kesinlikle ilk görüşte arka­
daşlık değildi. Hatta ilk zamanlar ondan pek hoşlanmamıştım
ama o etrafımda olmaya devam etti. Bir gün, koruyucu aile sis­
temindeki çocuklardan biri olduğunu itiraf etti, o güne kadar
ona kendimi açmadım.
Telefonu ilk çalışta açtı. “Ben de beni ne zaman arayacağını
merak ediyordum.”
“Bu akşam bir sihirbazlık gösterisine gitmek ister misin?”
Hatta bir anlık bir sessizlik oldu ama sonra Stacie güldü.
“Sen asla havadan sudan konuşmazsın, değil mi?”
“Saat sekizde.” En azından öyle olduğu, dün gece ile aynı sa­
atte olduğunu umuyordum.
“Her zaman maceraya hazır olduğumu biliyorsun. ’
54 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Rahat bir nefes aldım. Doğru söylüyordu; eğer o beni bir yer­
lere davet etmese, evden sadece koşu için ve geceleri sinsi sinsi
dolaşmak için çıkardım. Beni saat kaçta alm ası gerektiğini söy­
ledim.

Stacie beni almaya yirmi dakika geç geldi çünkü Stacie macera
konusunda ne kadar güvenilirse, dakiklik konusunda da o kadar
güvenilmezdi; dolayısıyla sokakta bir park yeri bulduğunıuzda,
gösteri başlayalı yarım saat olmuştu.
Stacieye dün sokakta başıma gelen tu h af olayı anlatm ak
üzere döndüm ama Stacie arabanın güneşliğini indirm iş, ayna­
sında şeftali rengindeki dudak parlatıcısını tazeliyordu. Acele et­
mesini söylemek istesem de yapamadım. Buna alışkındım . Sırt
çantamı alıp kapımı açtım.
“Ava, o eski sırt çantanla mı gireceksin kulübe gerçekten?”
Omuz silktim. “Dün girdim.”
“Bensiz mi geldin?”
“Bir anda oldu. Sokakta bir ilan buldum .”
Gözleri kısıldı. “Tuhaf.”
Tuhaf derken neyi kastettiğini anlamadım. Gösteriden mi
bahsediyordu yoksa benim ona haber vermeden bir şey yapm ış
olmamdan mı?
Başını iki yana salladı. “Sen o şeyi taşırken, seninle görüle-
mem.”
Çantanın kayışlarını daha sıkı kavradım.
“Ava,” dedi yumuşak bir sesle. “Kalabalık bir yerin ortasında
saldırıya uğrayacak halimiz yok.”
Dikleştim. Stacie annemin başına geleni biliyordu. Ç an ­
'ım Jd kazık taşıdığımı da biliyordu. Ona bunu uzun zam an
= ısıl tanışmamızdan kısa bir süre sonra söylem iştim . Ge-
■: insanlara bunu anlatmam çünkü vampirler tekrar saklan-
,nyt başladıklarında, birçok insan onların varlığının bir şaka
M a r g ie Fu s t o n 55

olduğuna karar vermişti. Aradan on yıl geçti ve çoğu insan ar­


tık onların varlığına inanmıyor. Ama yeni yeni arkadaş oldu­
ğumuz dönemde, Stacie parlayan bir derisi olsa ne kadar güzel
görüneceğinden bahsedip duruyordu. Sanırım vampirleri gün­
deme getirdiğinde ne kadar gerildiğimi anlayabilmişti, bu yüz­
den sonunda ben pes edene kadar geçmişim hakkında sorular
sormaya başladı.
Bana inandı. Hayatımda bana gerçekten inanan ilk insan
oydu, bu yüzden çantamı nazikçe benden uzaklaştırdığında ona
izin verdim. Ona güveniyordum.
Stacie makyajını tamamladı, sonunda arabadan indi ve sanki
dünya kadar vaktimiz varmış gibi kasılarak arabanın etrafında
dolaştı. Koluna girdim. Stacie güldü, zaten böyle bir durumda
gülmek tam onluk bir harekettir ama aslında ben onun kendi
hızıma uymasmı sağlamak istiyordum.
Dışarıdaki taburede yine aynı kız oturuyordu. Siyah saçları
başının üzerinde bukleler halinde toplanmıştı. Dolgun kıvrım­
larını saran yeşil ipekten bir elbise giymişti. Kapıya bakmak ye­
rine sahnede olması gerekiyormuş gibi görünüyordu.
“Geç kaldın,” dedi. “Geç kalacağını düşünmemiştim.”
Midem kasddı. Bizi içeri almayabilirdi. Ama daha da önem­
lisi, geleceğimi nereden biliyordu?
Stacie tek kaşını kaldırarak bana baktı. “Benim hatam. Ha­
zırlanmam çok uzun sürdü.”
Kız ona hafifçe kaşlarını çattı, sonra bana döndü.
“Senden para almamam gerekiyor,” dedi. “Ama yanında bi­
rini getirebileceğin konusunda bir şey söylenmedi.”
Göğsüm sıkıştı. Xander’dan bahsediyor olmalıydı.
Stacie para çıkardı. “Ne kadar?”
Kız paraya baktı, sonra elini sallayarak parayı uzaklaştırdı.
“Bizden olsun.”
Stacie başını sallayıp beni çekti ve siyah kapıyı açtı.
“Bu çok tuhaftı,” diye mırıldandı.
56 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Bir açıklama yapacakmışım gibi bana baktı. Ben içeri adırr,


atınca, başını salladı.
Biz içeri girerken, kulüpteki insanlar tezahürat yapıyorlard,
ve bir anlığına sanki bana yapıyorlarmış gibi bir his doldu içime.
Kalbim yine boğazımda atıyordu. V ücudum daki her bir sinir
hücresi acı verici bir şekilde canlanıyordu.
Stacie kolumu okşayınca, soğuk parm akları ürperm em e ne­
den oldu. Kulağıma eğildi. “Sanırım ayakta durm am ız gereke­
cek. Ah, bir dakika. Arkada bir yer gördüm .” E lim i tutup beni
arka sıranın sonundaki tek sandalyeye doğru çekti.
Onu durdurmaya çalışarak, “Ama sadece bir tane sandalye
var,” dedim. Ama Stacie her zaman şaşırtıcı derecede güçlüydü,
bir saniye içinde oraya vardık ve o, yan sandalyedeki adam la ko­
nuşmak için eğildi.
Adam onu baştan aşağı süzdü. Stacie, bariz bir şekilde ada­
mın suratına içki çarpılmasını hak ettiğini düşünüyordu ama
gülümsemesini asla bozmadı.
“Bana yerinizi verme nezaketinde bulunur m usunuz?” diye
sordu.
Adam irkildi ama Stacie’nin ona bir iyiliği dokunm uş gibi
gülümseyerek ayağa kalktı. Beni görmediğinden em indim ama
yine de benim yönüme bakıp başıyla selam verdi ve oturm ak
için arkadaki bara gitti.
Stacie çalıntı sandalyesine doğru kayıp yanındaki boş sandal­
yeye vurdu hafifçe. Ben de o sandalyeye geçtim.
“Bunu nasıl yaptığını gerçekten bilm iyorum .” Bunu yap tı­
ğını daha önce milyonlarca kez görmüştüm. Son birkaç yıld a sa­
dece saçıyla oynayarak pek çok şeyi bedava almamızı sağlam ıştı.
Neden bahsettiğimi bilmiyormuş gibi duruyordu. Sonra san­
dalyesinde dönüp, hâlâ onu izleyen adama hafifçe el salladı. Tek­
rar bana döndüğünde gülümsüyordu. “Sihir.”
Şakasına karşı başımı iki yana salladım ama haksız değildi.
t)u sihir değildi belki ama kesinlikle güçtü.
M a r g i e Fij s t ü n 57

Işıklar karardıkça, bluzumun kayışlarını çekiştirdim.


Spot ışığı, sahnedeki Asyalı kızı aydınlatıyordu.
Güzel siyah saçları, sanki bugüne kadar hiç kesilmemiş gibi,
düzensiz bukleler halinde beline kadar düşüyordu. Üzerindeki
elbisenin üst kısmı eski modaydı; elbisenin dalgalı kolları, gü­
vercin grisi korsenin altından dışarı çıkıyordu. Bir sihirbaz için
güzel seçim. Eteği bambaşka bir şeydi. Kalçalarından bir dizi be­
yaz tüy dökülüyor, sahnenin ortasına doğru yürürken dizlerinin
etrafından kenarlara doğru dalgalanıyordu.
Yanma boş, süslü bir ahşap kaide koyup bize gülümseyerek
durdu. Yuvarlak gözleri parlıyordu. Seyircilerin ağır ve sabırsız
nefeslerine karşı, hoparlörlerden yumuşak ve narin bir müzik fı­
sıldarken, gaipten gümüş bir kumaş mendil çıkardı.
Mendili kaidenin üzerine düz bir şekilde yerleştirip ortasını
sıkıştırdı. Sonra mendili kaldırdı ve altından küçücük saka kuş­
ları çıktı. Kuşlar havalanıp kızın başının üzerinde daireler çize­
rek uçtu.
Asyalı kız, mendili katlayınca mendil iki kat büyüdü ve bir
servis altlığı boyutuna ulaştı. Bunun üzerine biraz alkışladık. Ar­
dından aynı numarayı tekrarlayarak bu sefer bize iki mavi mu­
habbet kuşu çıkardı.
Mendili yine katlayıp açtı, bu sefer dört güvercin çıktı or­
taya.
Sonra bir papağan sundu. Kırmızı parlak tüyler ve gösterişli
sarı vurguları görünce kalabalık çılgına döndü. Papağan başımı­
zın üzerinde havalanıp aşağıya doğru uçtu ve hâlâ kızın başının
hemen üzerinde dönen tuhaf döngüye katıldı.
Kız, mendili kaidenin üzerine bıraktığında, mendil artık bir
pelerin büyüklüğündeydi. Bu kez kumaşı sıkıştırmak için üç
parmağını kullandı, önce döndürdü, sonra yarım metre kadar
yukarı kaldırdı ve zarif bir kuğu çıktı ortaya.
Kuğu kaidenin üzerinde tünemiş, keskin bir zarafede bizi iz­
lerken, alkışlarımızı umursamıyordu.
58 ACIMASIZ İUÜZYONLAR

Kız ise gülüyordu.


Sihirli mendilini silkeledi ve mendil tekrar iki kat büyüyerek
bir çarşaf boyutuna ulaştı. Kumaşın iki ucunu elleriyle sıkıştırıp,
başının üzerinde uçan kuşların üzerine fırlatm adan önce bize
ağırbaşlı bir gülümsemeyle baktı. Çarşaf önce -kuşlar sanki ağır­
lığı altında mücadele ediyorlarmış gibi- havada dans etti, sonra
altında canlı kuşların bulunabileceği veya bulunam ayacağı kıv­
rımlar haline gelerek yere serildi. Kız eğilip çarşafı aldı ve sanki
aylak bir pazar sabahında yatağını toplarmış gibi salladı. Ayak
parmağıyla son bir kırışıklığı düzelterek çarşafın üzerine çıktı ve
herkes alkışlamaya başladı. Ben de ellerimi bir araya getirdim.
Bir an kızın bana baktığını ve gülümsediğini sandım .
Bu elbette aptalca bir düşünceydi, beni bu kadar uzaktan asla
göremezdi.
Neredeyse finali kaçırıyordum.
Çarşafı yerden kaldırıp önümüzde salladı. Sadece kuğu> ka­
idesinin üzerine tünemiş bekliyordu. Çarşaf, kuğunun başının
üzerine geldi, sonra kaydı ve artık kuğu da yoktu.
Seyirciler bir süre sessizce oturdu, sonra hepim iz alkışlam aya
başladık. Ayakta alkışlayanlar da vardı.
Kız durmamızı sabırla bekledi. Durduk, tek vücut olarak öne
eğildik ve kızın bize sunacağı bir sonraki şeyi beklem eye koyul­
duk. Yirmi saniye kadar öylece kaldık, sonra yum uşak sesi sa­
lonu okşadı: “Sanırım kuşlarımı kaybettim.” Bakışları salonda
gezindi. “Lütfen çantalarınızı kontrol eder m isiniz?”
Benim çantam yoktu. Stacie’yi dürttüm. Sahneye o kadar
odaklanmıştı ki dikkatini çekmek için kolunu sallam ak zorunda
kaldım.
Kucağındaki altın rengi el çantasını işaret ettim . “A ç.”
Tamam. Tamam.” Tokasını serbest bırakarak çan tayı açtı.
Bir anlığına hiçbir şey olmadı ve Stacie iç çekerek yeniden ka­
patmak üzere hamle yaptı. “O sadece.. . ”
M a r g i e Fu s t o n 59

Çantadan, küçük mavi bir muhabbet kuşu havalandı ve


Stacie irkildi.
Seyircilerin çantalarından kuşlar çıkıyordu. Başlarımızın üze­
rinde uçan kuşlar, sersemlemiş sessizliği cıvıl cıvıl bir koro ha­
linde bozuyordu. Kız ıslık çalınca, kuşlar sesi takip ederek onun
yanından geçtiler ve sahne arkasında gözden kayboldular. Kız
bize hafifçe el salladı, eğilerek selam vermedi ve kendi kendine
ıslık çalmayı sürdürerek kuşları takip etti.
Alkış sesleri, önceki gecedeki tüm gösterilerdekinden daha
yüksekti ve bu yoğun ses tenimde öyle bir titreşti ki kendimi Ça­
lınmakta olan bir enstrüman gibi hissettim.
Kanım kaynıyor gibiydi.
Belki de bu hiçbir şey değildi. Adrenalin. Heyecan. Belki de
annemin günlüklerinde kastettiği tek şey buydu; imkânsızı ba­
şarmanıza yardım eden teknoloji ve donanımların olduğu bü­
yük sahne prodüksiyonlarından bahsediyordu. Ailemiz yüzün­
den büyük prodüksiyonları bıraktığını söylemişti. Bu düzeyde
bir performans sergilemek çok zaman alır... Annem benim için
o hayallerden vazgeçmişti. Bunu ne kadar özlediğini bilmek acı
vericiydi.
Stacie’ye baktım. Alkışlamıyordu ama sanki daha fazlasına
aç gibi ağzı açık bir şekilde sahneye bakıyordu. Onu anlayabi­
liyordum.
Sallanarak bu etkiden kurtulmaya çalışıyor gibi oldu. “Vay
canına,” dedi, çantasının içine bakarak. “Umarım çantamın
içine kakasını yapmamıştır.”
Ona baktım. Merak ettiği bu muydu yani?
“Bakabilir miyim?” Çantasını işaret ettim, o da çantayı
uzattı. Bir cüzdan. Ruj. Anahtarlar. Tampon. Sıra dışı bir şey
yoktu. Yine de çantayı -gösterinin küçük bir parçasını- ona geri
vermek istemiyordum. O sırada ışıklar yandı ama ben güçlükle
fark ettim. İnsanlar bara gitmek üzere yanımızdan geçtiler.
60 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Bu iyi bir numaraydı. Harika bir n u m ara... Bu, sizi ö y l e s i ^


derinlere çeken türden bir numaradır ki küçük kusurları ve hile­
leri aramayı unutursunuz, ta ki beyniniz her anı güzel bir huşu
bulanıklığına çevirene ve gördüklerini kabul edip yo luna devam
edene kadar.
Peki ya bir numara değilse... Bu düşünce beni tekrar tekrar
kendi kendime mantıklı konuşmaya zorlayarak içim e işlemeyi
sürdürüyordu.
Annem bana hayal gücümün de bazen benim le b irlikte kont­
rolden çıktığını söylerdi, uzun zaman önce. B unun heyecanı iyi
hissettiriyordu.
Gerçek olmayabilirlerdi ama yine de bu illü zyo n ları izlemek­
ten daha fazlasını yapmak istiyordum. A nnem ve babam a dair
güzel anılarımda, buralarda birlikte yaşam ak ve b ir kez olsun
vampirleri unutmak istiyordum. Sihir, unutm am a yard ım cı ola­
bilirdi.
“Şey, çantamı geri alabilir m iyim ?”
Çantayı hâlâ elimde tuttuğumun farkında bile d eğ ild im . Tu­
haf bir şekilde göğsüme bastırmıştım çantayı. S tacie’n in sesini
duyunca çantayı geri vermek için kendim i zorladım .
Stacie güldü. “Bu şeyleri ne kadar sevdiğini u n u tm u şu m .”
Başımla onayladım.
Dizimin üzerinde küçük, mavi bir tüy sallan ıyo rd u . Uzanıp
tüyü aldım ve başparmağımla işaret parm ağım arasın d a ileri geri
çevirdim. Tek bir tüyü hareket ettirmek yeterince k o la y olurdu;
öyle ki ben bile yapabilirdim. Ama ya bütün o larak b ir kuşu?
Düşüncelerim beni komplolarıma geri çekm eye çalışıyordu.
Daima bir numara vardır, Ava. İpleri bul. A n n em in sesi beni
geri döndürdü. Odanın çeşitli yerlerinde bir grup k u şu saklar ve
onları doğru zamanda serbest bırakırsanız, insanlar k en d i çanta­
larından da bazı kuşların çıktığına inanırlar, ö n e rm e n in gücü.
Hiçbirimiz gördüğümüzü sandığımız şeyi görm em iştik.
“Hey, bak.”
M a r g if. F u s t o n 61

S tacie’nin işaret ettiği yere baktım . Xander ve kuş kız, seyirci­


lerin arasında y ü rü y o r ve insanlarla el sıkışıyorlardı.
S an d alyem d en sıçrayıp, “Hadi tanışalım onlarla,” dedim .
X a n d e r’la zaten tanıştığım dan bahsetmedim.
Bir bana bir Xander’a baktı, yüzünde bilmiş bir ifade belirdi.
“Şuradaki tamamen senin,” dedi.
“B e n ...”
Telefonuna baktı. “Aslında bir işim çıktı da... Buradan eve
dönebilir misin?”
îç çektim. Beni daha ulaşılabilir göstermeye çalışıyordu, bun­
dan oldukça emindim ama tartışacak halim yoktu. “Evet. Ama
çantamı almam lazım.” Kulüpten çıkana kadar onu takıp ettim
ve arabadan sırt çantamı alıp bana uzatmasını bekledim. Çanta­
nın kayışını tuttum ama o bırakmadı.
“Git ve onu al,” dedi gülümseyerek.
Kaşlarımı çattım. “Burada olmamın nedeni o değil.”
Eğilip yanağımı öptü, “ö yle diyorsan öyledir, bebeğim.”
Arabasına binmek üzere hamle yapmadan önce göz kırptı.
O uzaklaşırken kararlılığım sarsıldı. Bana destek olacak bir
arkadaşımın olması iyi olurdu.
Ama hâlâ daha fazla sihir arzuluyordum. Her ne kadar ak­
lım ve kalbim reddedilme ihtimalini göze alamasa da ayaklarım
sanki ne istediğimi biliyorlarmış gibi beni kulübe ve Xander’a
doğru götürdü. Sonra kapıdaki kızın sözleri geldi aklıma.
Xander geri dönmemi bekliyordu. Bu, karşılaşmamızın üzerine
çok fazla baskı ekliyordu.
Rotadan sapıp kuş kıza doğru ilerledim. Yaklaştığımda fark
ettim ki birbirinin aynısı iki mavi muhabbet kuşu, oturmakta
olan kızın omuzlarında, saçlarının arasında tünemiş haldeydi.
Sabırla bekledim. Sonunda ona ulaştığımda, sanki tüm sihri on­
lar taşıyormuş gibi, sanki onlara yeterince uzun süre bakarsam
o sihri bana verebilirlermiş gibi baktım o kuşlara. Her yerim
heyecandan titriyordu. Orada hiçbir şey söylemeden durmama
62 A CIM ASIZ İLLÜZYONLAR

rağmen, kızın sıcacık gülümsemesi köşeli kahverengi gözlerine


kadar ulaşmıştı.
“Harikaydın,” dedim ve biraz geri çekildim . Pek uygun ol­
mamıştı sanki.
“Sen de öyleydin.”
Şaşırdım.
“Dün gece Xander’la sahnedeydin.” Yüzündeki bir tutam
saçı geri attı ve kuşlar biraz daha gömüldü saçlarının içine.
“Hiçbir şey yapmadım ki.”
“Yaptın. Onun karşısında herkes dayanıklı olam az.”
Salonun diğer tarafındaki yeşil saçlı tek kişiye doğru bakışla­
rını takip ettim.
Altın rengi elbiseli esmer bir kız onun dibinden ayrılmıyordu
Boğazım nahoş bir şekilde kasıldı.
“Bilmiyorum,” dedim. “Görünüşe göre asistanlara kolayca
ulaşabiliyor.”
Kız güldü, sesi yumuşaktı ama çanlar kadar keskindi de.
“Doğru ama iyi asistan bulmak zor.”
Hâlâ parmak uçlarımın arasında duran tüyü büktüm . Kız
hareketimi izlerken, ben de günlüğünün arasına bir hatıra sak­
layan küçük bir çocuk gibi tüye tutunduğum için belli belirsiz
utandım ama tüyü bırakamadım da.
Kız, “Gidip selam vermeni dilerdi,” dedi.
Başımı salladım ve orada kalıp numaralarının ardındaki hile­
ler hakkında ona milyonlarca soru sormak istesem de bir adım
geri çekildim. Bir yandan da beni X andefa götüren ipi takip et­
mek istiyordum. Onun çözmem gereken birden fazla numarası
vardı.
Önünde durduğumda Xander’ın gülümsemesi genişledi.
Hayal gücümün bir ürünü de olabilirdi ama altın rengi elbiseli
kızın gülümsemesi biraz küçüldü sanki.
“Benimle uyumlusun,” dedi.
“Ne?”
M a r g if . Fu s t o n 63

Yeşil sporcu atletimi, sonra da kendi saçını işaret etti. Yüzüm


ısındı. Haklıydı, mükemmel bir eşleşmeydi.
O benim rahatsızlığımı ancak zevk diye tanımlanabilecek
bir şekilde izlerken, benim ağzım çekici olamayacak bir şekilde
açılıp kapandı. Sonunda, “Beni isteğim dışında sahneye bir kez
daha çıkarma ihtimaline karşı hazırlıklı olmak istedim,” dedim.
Yalanı örtbas etmek için alaycı görünmeye çalıştım ama
Xander’dan kaçmadı.
“Sanki elini kaldırmamışsın gibi yapma.” Bana bir sır vere­
cekmiş gibi biraz daha yaklaştı. Kız da elini onun kolunda tuta­
bilmek için beceriksizce yaklaşmak zorunda kaldı. “Sahneyi sev-
miyormuş gibi davranma.”
Bana dikkade bakarken gülümsemesi kayboldu.
Yüzüm önceki geceden kalan o yeşil, için için yanan perdeler
kadar sıcak olmalıydı.
Yutkundum, gözleri boğazıma kaydı. Bir adım geri attım.
“Siz ikiniz birbirinizi tanıyor musunuz?” diye sordu kız.
Xander, hâlâ burada olmasına şaşırmış gibi ona baktı.
“Bir numarasında ona yardım ettim,” dedim. “O kadar.”
Xander, “O doğuştan yetenekli,” dedi. “Gerçekten bizden
ı_ • • n
bin.
Sözleri, yeniden -bu defa farklı bir şekilde- kızarmama ne­
den oldu; utançtan değil, anlaşılması daha zor olan bir şeyden
dolayı.
“Hey, siz ikiniz kuliste grubun geri kalanıyla tanışmak ister
• • •
mısınız?
Kulis, tüm sihrin çözülebileceği, Xander’ın neyi nasıl yaptı­
ğını çözebileceğim yerdi. Gösteri devam etmediği sürece bir şey
bulacağımdan şüpheliydim ama umut edebilirdim.
Diğer kız, ne anlama geldiğini çözemediğim bir ifadeyle bana
bakıp, “Çok isterim,” dedi.
Xander kıza gülümsedi ama çok gergin görünüyordu. Ama
yine, belki de görmek istediğim şeyi görüyordum.
64 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Kulise o kızla birlikte gitmek istemiyordum. X ander’la bile


kulise gitmek istemiyordum. Gösteri devam etm eden olmazdı.
İstediğim şey yeniden kenarda durmaktı. Ben kandırılanların
değil, numaraların bir parçası olmak istiyordum.
Xander’ın gözlerinde, beni kandırmaktan başka hiçbir şey
hoşuna gitmeyecekmiş gibi bir parıltı vardı.
“Aslında kendimi pek iyi hissetmiyorum,” dedim .
“Evine falan bırakılmak ister misin?” Xander bileğindeki sa­
ate baktı. “Bir gösteri daha başlayacak ama bana ihtiyaçları yok.”
Karnımdaki ufak heyecanı yok saydım. Şim di gerçekten mi­
dem bulanıyordu.
“İyiyim böyle,” dedim.
Xander hayal kırıklığına uğramış gibiydi.
Kapıya doğru yürürken kalbim çok hızlı atıyordu am a o ta­
nıdık gecenin içine karışamadım. Tanıdıklıklardan bıkmış­
tım. Annemle babamdan kalan tüm o sihirler ve güzel anılar,
beni istekle doldurup taşırıyordu. Arkamı döndüm . Kuş kız ve
Xander hâlâ hayranlarıyla konuşuyorlardı. Ama Xander, arkamı
döndüğümden beri gözlerini ayıramamış gibi beni izliyordu.
İfadesi, sanki geri döndüğüm için rahadamış gibiydi, tuhaftı.
Sonra dudaklarının kenarlan midemi altüst eden bir şekilde kıv­
rıldı. Sanki arkamdaki başka birine bakıyor olabilirm iş gibi dö­
nüp arkamı kontrol ettim. Yeniden ona baktığım da, gülüm se­
mesi daha da genişledi. Ona karşılık olarak başımı salladım ve
sanki gösterinin geri kalanında burada kalacakmışım gibi bir yer
bulup oturdum. Dönüp konuştuğu kişiye bakana kadar orada
kaldım. Artık beni takip etmediğinden emin olduğum da ayağa
kalktım ve kulise giden kapıya varana dek kalabalığın arasında
yürüdüm. Kulise varınca, kapıyı kaydırarak açtım ve bir am pu­
lün aydınlattığı kasvedi bir koridora adım attım. Koridor arka
uda /a açılıyordu. Solumda sahnenin yan tarafına giden mer-
1 ' ı vardı. Basamakları ikişer ikişer çıktım ve yan perdele-
• arkasında durdum. Sahnenin ortasında bir su tankı
M a r g ie Fu s t o n 65

vardı. Belki de bir sonraki numarayı yapacak kişi, Houdini gibi


bir tuzaktan kurtulma sanatçısıydı.
Burada, sahne perdelerinin alt kısmının yıprandığı, sahne
zemininde oyukların olduğu ve yukarıdaki çıplak, tozlu kiriş­
leri görebildiğim bu yerde durmak çok farklıydı. Seyircilerin
arasında oturmaktan daha az gösterişli olsa da daha gerçekti.
Evimde gibi hissettiriyordu.
Boğuk kahkahalar ve konuşmalar perdenin altına sürükle­
niyordu. Sandalyelerin, günlük hayal kırıklıklarından kurta­
rılmayı bekleyen şüphecilerle ve şimdiden büyülenmiş olan ve
haklı olduklarının -yani dünyanın özünde sihirli bir yer oldu­
ğunun- onayını isteyenlerle dolu olduğunu hayal ettim. O sihri
bulmanız gerekir sadece.
Gerçek güç, onlara istediklerini verebilmektedir.
Perdedeki yırtığın ötesinde, seyircilere gösterinin kısa süre
içinde başlayacağını söylercesine ışıklar titreşirken, sahnenin bu
tarafında, performansçıların beni görebileceği yerde duramaya­
cağım için kendimi kostümlerle dolup taşıyor gibi görünen ku­
tuların arkasına attım. Kutular o kadar tozluydu ki perde açıl­
maya başladığında hapşırmamı durdurmak için nefesini tutmak
zorunda kaldım.
Parker’dan birkaç yaş daha küçük görünen ikiz kızlar, okya­
nus mavisi kurdelelerle bağlanmış beyaz elbiselerle sahneye çık­
tılar. Sarı saçları tepeden atkuyruğu şeklinde toplanmıştı. Ço­
cukların suda numaralar yaptığını görünce şaşırdım ama belki
de ebeveynleri sihirbazdı ve kızlar bu sihirbaz ebeveynler tara­
fından yetiştirilmişlerdi. Belki farklı bir hayatta, on yaşındaki
ben de böyle olurdum. Oysa on yaşındayken, koruyucu bir ai­
lenin garajındaki sınırlı alederle kazıkları nasıl daha keskin hale
getirebileceğimi bulmaya çalışıyordum.
Ama şu anda geçmişe odaklanmak istemiyordum, önümde
olanı görmek istiyordum.
66 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Kızlar, su tanklarının yanındaki derme çatm a platformlara


doğru iki merdivenden çıkana kadar konuşmadılar. Beni kapıda
karşılayan yeşilli kız sahneye çıktı ve elini tankın yan tarafına
yerleştirilmiş siyah kadife örtünün üzerine koydu.
Seyircilere bir sessizlik çöktü.
Kızlar suya adım atarken, ikiz spodar ikisini de aydınlattı.
Onlar battıkça elbiseleri yükseldi ve eski m oda paçalı iç çama­
şırları göründü. Döndüler, kollarını aşağıya indirdiler, kollarıyla
birlikte elbiseleri de aşağıya indi. Böylece üsderinde sadece yü­
zen uzun kurdeleler kaldı.
Seyirciler alkışladı. Henüz hiçbir şey olm am ıştı aslında ama
seyirciler çocuklara daima daha cömert davranır.
Hızlı ve zarif bir şekilde yürüyen yeşilli kız, perdeyi tankın
diğer tarafına çekerek seyircilerin kızlan görm esini engelledi.
Her ne kadar bu tür bir numarayı muhtemelen hiçbir zaman
yapmayacak olsam da onların sırlarını alıp saklam ak için bek­
liyordum.
Perde kapandığı anda kızların beyaz elbiseleri siyaha dö­
nüştü.
Evet, siyaha dönüştü; hızlı bir manevra yok, tankın arkasına
gizlenmiş giysilerin olduğu ıslak su birikintileri yok. Benim tah­
minim bu yönde olurdu. Herhalde gözlerimi kırptığım için ka­
çırmıştım.
Yeşilli kız perdeyi çekerek tankın dibinde dalgalanan yeni el­
biseleri seyircilerin gözleri önüne serdi. İkizler suda yayılan dev
mürekkep lekeleri gibi görünmek için yavaşça dönüyorlardı ve
ben gözlerimi kısarak tanka bakarken, yeşilli kız tekrar çekti per­
deyi. Perde kapandığı anda elbiseler mavi oldu; uzun, dökümlü
kolları olan elbiseler.
Bu sefer gözümü kırpmamıştım. Elbiseler gözümün önünde
değişivermişti. Kalbim boğazımda atıyordu, her an kusabilir­
im Kendimi sakinleştirmeye çalışarak burnumdan nefes alıp
'£ çalıştım. Bu bir hile değildi.
M a r g ie Fu st o n 67

Perde çekildi, bu sefer turuncu renkte, yanıp sönen elbiseler.


Sonra beyaz payetler.
Daha sonra beyazlık, bir dizi rengârenk çiçekle kaplandı.
Sonra çiçekler patladı. Tank, cama baskı yapan papatyalar,
karanfiller ve güllerle doldu.
Başımı yukarı kaldırdım ve ben göremeden düşmüş olabile­
cekleri yeri aradım. Hiçbir şey yoktu.
Arkasına saklandığım kutudan sarkan tozlu eteği tuttum ve
çığlık atmamak için ağzıma bastırdım. Beynim bir düşünce­
ler karmaşasıydı. Tüm numaraları, olasılığa meydan okuyordu;
şimdiye dek gördüğüm en iyi sihirbazlar oldukları için değil,
numaralarında hiçbir hile olmadığı için. Bu düşünce beni an­
cak imkânsız bir gerçeğin yapabileceği kadar derinden etkiledi.
Dünyanızı altüst eden ve onu sonsuza dek dengesizleştiren tür­
den bir gerçek. Vampirlerin var olduğunu öğrenmek gibi. On­
lar vampir olmayabilirlerdi ama kesinlikle bu tür bir şeylerdi.
Annemin de olabileceği bir şey. Günlüğüne yazdığı şeyler, ço­
cukken hayal ettiğim fantastik şeylerdi. Ama eğer annem gerçek
sihre sahipse, beni hep bundan uzak durmam konusunda uyar­
mamış mıydı? Neden ama?
Tank o kadar çok çiçekle doldu ki artık ikizleri göremiyor-
dum.
Ta ki elleri camın kenarına çarpana kadar. Seyirciler sessiz­
leşti. Belirsizlikten dolayı.
Bu bir numara mıydı yoksa sahneye koşup onları çekip kur­
tarmam mı gerekiyordu, bilmiyordum; ne olursa olsun onlar ço­
cuktu. Bunca zamandır nefes almamışlardı. Ne kadar olmuştu
sahi? Emin değildim. Sanki ezelden beri şok içinde burada sak-
lanıyormuş gibiydim.
İkizler tankın tepesinden aynı anda fırladı, küçük ellerini
kaldırıp seyircilere el salladılar. Islak çiçekler sallanıyordu saç­
larında.
68 ACIM ASIZ İLLÜZYONLAR

Kalabalık ayağa kalktı ve ikizleri, Xander’ın kelebeğinden


daha çok sevdiklerini gösterdiler. Ne yapacağım ı bilmiyordum.
Gizlice kaçıp bunu hiç görmemiş gibi davranabilirdim ya da
suya dalıp boğulabilirdim. Çünkü emin olduğum tek şey, eğer
annemde de böyle bir sihir varsa, bunu benden saklam ış oldu­
ğuydu. Belki de sırlarını bana açıklamak için benim büyümemi
bekliyordu...
Artık bunun cevabını öğrenemem çünkü annem burada de­
ğ il... Bu insanlar, annemin kayıp günlüklerine en yakın varlık­
lar sanki. Eğer bu anı kaçırırsam, çekip gidersem ve onlar da
yarın toplanıp giderlerse, hayatımın geri kalanını m erak içinde
geçirecektim. Kaldı ki zaten hayatımın çoğunu annem le baba­
mın neden öldüğünü merak ederek geçirmiştim.
Ayağa kalktım, merdivenlerden inerken bacaklarım titri­
yordu. Seyircilere giden kapıdan dönüp cevapların olduğu yere
yöneldim. Bir odaya adımımı atmayı ve hepsinin dram atik bir
şekilde dönüp bana bakmasını bekliyordum am a sanki burada
yapılan her gösteriden geriye asla atılm ayan bir şeyler kalmış
gibi sıra sıra kutu doluydu her yer.
Beton zeminden sızan soğuk nedeniyle titredim .
Bir ses yükseldi, sonra uzaklaştı.
Konuşmanın sesi yükselene kadar birkaç sıra kutunun etra­
fında dolaştım.
Bir kız neredeyse çığlık atarcasına, “Gitti,” dedi.
“Benden ne yapmamı isterdin? Onu kulise sürüklem em i
mi?” dedi Xander. Sesinde bir üstünlük vardı.
Bir başka çer çöp sırasının etrafından dolaştım . Bir sonraki
sıra daha kısaydı. Kutuların üzerinde dengeli bir şekilde kuş ka­
fesleri duruyordu. Tuhaf bir casus gibi sürünerek ilerledim . Ka­
püşonumu kafama çektim. Sonuçta onların sırlarını elde etm ek
iliyordum . Bu, o sırları elde etmenin yollarından biriydi.
Ona ihtiyacımız var. Oyunun bu kadar ileri aşam asında
'i pek olan tek kişi oydu. Her şeyini ortaya koym alıydın.”
M a r g ie Fu s t o n 69

Xander, “Bunu yapmaktan nefret ettiğimi biliyorsun,” dedi.


Sesi daha yumuşaktı. Bir saniye önceki ses tonu bıçak gibi kes­
kinken, bu daha çok okşama gibiydi.
“Sarah’yı düşün,” dedi bir başka kız, tüy kadar hafif bir sesle.
Belki de kuş kızdı bu.
“Hep düşünüyorum zaten,” diye çıkıştı Xander. “Sadece bu­
nun doğru hamle olduğuna ikna olamıyorum.”
Tüy gibi hafif ses, “Tek hamlemiz bu,” dedi.
Omurgamdan yukarı bir huzursuzluk tırmandı. Seslerinde
hiçbir anlam ifade etmeyen bir çaresizlik vardı.
Kutulardan birini tutup kuş kafesinin parmaklıklarının ara­
sından bakmak için ayağa kalktım. Bütün sihirbazlar büyük bir
tahta masanın etrafında oturuyorlardı. Hiçbiri mutlu görünmü­
yordu.
İlk ses, “O halde sorun çözüldü,” dedi.
Yüzünü görmek için öne doğru eğildiğim sırada tutundu­
ğum kutu sallandı. Çok hızlı bir şekilde geri çekildim ve kuş ka­
fesi öne doğru düştü.
b ö lü m

5
uşların iyi olduklarını umuyordum.
K Güçlükle nefes alarak yere sindim.
Bana doğru yaklaşan botları gördüm. İçgüdüyle ellerim in ve
dizlerimin üzerine çöktüm ve geldiğim yöne doğru süründüm
ama bir el, eşofmanımı yakalayarak kıçımın üzerine çökene ka­
dar beni çekti. Kutulardan oluşan son duvarın etrafından ışığa
doğru sürüklendim.
Az önce düşürdüğüm, kuşlarla dolu kafesin yanma çökmüş
olan kuş kız başını kaldırıp baktı. Gözleri beni tanıdığını belli
edercesine genişledi. Ama kız hiçbir şey söylemedi, öfkeli güver­
cinlerine yumuşak bir şekilde cıvıldamayı sürdürdü.
Alev kız, bir avucunda ateşler saçarak üzerimde belirdi ama
beni asıl korkutan yüzüydü. Hırlayışından uzaklaşmak üzere
hamle yaptım ama o daha hızlıydı. Diğer eliyle kolumu yakala­
yıp beni ayağa kaldırdı. Ama göz teması kurduğu anda beni ser­
best bıraktı. Elini hızla öne uzattı ve kapüşonumu indirdi.
“Selam,” dedim. Yüzüm kapüşonla gizli değilken kendimi
daha savunmasız hissettim.
“Sen,” diye homurdandı alev kız. “Ne diye gizlice dolaşıyor­
sun burada? Az kalsın seni böcek gibi kızartacaktım.” Uzun ah­
şap masanın kenarına yaslanmış, kollarını göğsünde kavuştur­
muş, yüzünde bir sırıtışla bizi izleyen Xander’a baktı. “Bana onu
kaybettiğini söylemiştin,” dedi.
Beni kaybettiğini mi?
Ve şimdi de buldum, tadım.” Xander’ın sesinde, sanki ya­
bani bir kediyle konuşuyormuşçasjna bir m ırıltı vardı.
M a r g ie F u s t o n 71

Burada olmamın sebebi Xander değildi ama ona tatlım de­


mesi midemi bulandırdı.
“Hayır. O bizi buldu.” Kızın ifadesi Xander’ı ateşe verebi­
lirdi. Belki de bir geçmişleri vardı. Bana kısa bir bakış attı. “Ya­
nımıza gel. Ben Aristelle. Konuşacak çok şeyimiz var.” Beni ma­
saya doğru çekti.
“B e n ...” Ağzım açılıp kapandı. Odaya göz gezdirdim. Fazla
bir şey yoktu; bir kulis ne kadar pis ve kaotik olabilirse o kadar
pis ve kaotikti. Yerlere yığılmış kostümler ve sahne eşyalarıyla
dolup taşan kutular. Uzun, yıpranmış bir masa ve masanın et­
rafında bir dizi uyumsuz, kadanır sandalye. Rahat edebileceğim
türden bir odaydı burası, tabii içinde insanlar olmasa.
Bakışlarım ikizlere takıldı. Saçları kupkuru olduğu halde kı­
yafetlerinden sular akıyordu hâlâ. Nefesleri diğer insanlar gibi
alçalıp yükseliyordu, tek fark nefes verişleri asla birbirleri ile
uyumlu değildi.
Nefes al ve ver, al ve ver. Başlarını çevirip arkalarına, bana
baktılar.
Masadan bir bardak suyu alıp dudaklarıma götürdüm ve
kenardan onlara baktım. İşin tuhaf kısmı nefeslerini bu kadar
uzun süre tutmaları değildi. David Blaine on yedi dakika bo­
yunca nefesini tutmuştu. Üstelik illüzyon falan da yoktu. Bunu
başarabilmek için neler yapması gerektiğini anlatmıştı. Televiz­
yonda ilk kez rekor kırmaya çalıştığında, karşı konulmaz bir ne­
fes alma dürtüsü hâkim olunca, suyun altında sarsılmaya başla­
mış ve dışarı çıkarılmıştı ama denemekten vazgeçmemişti. Bu
numaranın ardındaki tek şey katıksız bir kararlılık ve iradeydi.
İkizler o kadar uzun süre kalmamışlardı suyun altında.
Hâlâ başka bir açıklama bulmakta zorlanıyordum. Daha kolay
bir açıklama, etkileyici illüzyonlar istemeye geri döndürürdü beni.
Ama kıyafederi gözümün önünde değişmişti.
Gözümü kırptığımı hatırlamıyordum. Kırpmamıştım. Ama
kırpm am ak için çabalamıştım, belki de kırpmıştım, tıpkı
72 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

çocukken göz kırpmama oyunu oynadığınızda, göz kırpm a­


manız gerektiğini bilmenin bu dürtüyle savaşmayı neredeyse
imkânsız hale getirmesi gibi.
Göz kırpmıştım. Kırpmış olmalıydım.
Ama hayır. Kırpmadım.
Bardağı tekrar masaya koydum. Elim titiyordu, biraz su dö­
küldü.
Aristelle, “O zaten biliyor,” dedi.
Kuş kız, “Sahneye gizlice girmiş olmalı,” dedi.
Aristelle, “Sanırım bu, tuhaf kısmı ortadan kaldırıyor,” dedi.
“Ava.” Xander’ın adımı yumuşak ve yavaş bir şekilde söyle­
mesi hoşuma gitmiyordu. Sanki beni kaçmaktan alıkoym aya ça­
lışan yırtıcı bir hayvan gibi geliyordu sesi. “Neden oturm uyor­
sun? Biraz önce gördüklerin hakkında konuşalım.”
“Hiçbir şey görmedim.” Lanet olası sesim çatladı. Neden
inkâr ettiğimi bilmiyordum. Buraya cevap bulm ak için gelm iş­
tim. Herhalde her şey düşündüğümüz gibiymiş gibi davranm ak
temel içgüdülerimizdendi. Muhtemelen pek çok insanın vam ­
pirlerin gerçek olduğunu kabul etmemesinin nedeni de budur.
Ama ben o insanlardan biri değildim. Başkalarının yapam aya­
cağı sıçramalar yapabilirdim.
Aristelle’in başı bana doğru döndü. “Sıvışacak.” Xander bana
bir adım daha yaklaştı.
Aristelle yavaşça masadan kalkıp bana doğru geldi.
Bir av gibi kaçmayı düşünüyordum. Tam olarak insan olm a­
yan varlıklarla dolu bir odada duruyordum. Bu gerçeği, bana
sürekli kaç, kaç, kaç diye bağıran bacaklarımdaki titrem ede his­
sediyordum. Belki de bunlar vampirdi. Belki vam pirlerin sihir
güçleri vardır ve annem de bu yüzden gerçeklere dair bir şeyler
sormamı istememişti. Belki annem vampirler hakkında çok şey
biliyordu ve onu bu nedenle öldürdüler. Bilmiyordum. Gerçek
vampirler on dakikalık şöhretleri sırasında kendileriyle ilgili pek
ayrıntı vermemişlerdi, dolayısıyla onlar hakkında tek bildiğim
MARGIE FUSTON 73

mitler, efsaneler ve filmlerdi. Belki de vampirler gün ışığında yü­


rüyor ve iskambil kartlarıyla oynuyorlardı.
Ama öyle olduğunu sanmıyordum. Eğer vampir olsaydılar,
şim diye dek boğazımı parçalayabilmek için çok fırsadan olurdu.
Onlar başka bir şeydi.
Annemin yazdığı buydu. Abartı ya da hayal gücü değildi.
Bundan bahsediyordu.
Bilmem gerekirdi. Kuş kız, masada yeşil giyimli kızın yanın­
daki sandalyeye oturdu. İkisi de bana hafifçe gülümsüyordu,
ben de yanlarındaki bankın boş kısmına geçtim. Xander ve
Aristelle de karşımda oturuyorlardı. Biraz fazla sert oturdum.
Aristelle, “Pekâlâ,” dedi.
Xander elini onun omzuna koydu. “Yerleşmesi için ona bir
dakika verelim.”
“Bir dakikamız yok.” Aristelle, Xander’ın kolunu omzundan
indirdi.
“Evet, var.” Xander gergin bir gülümsemeyle bana bakıp,
eliyle yeşil elbiseli kızı işaret etti. “Bu, Diantha.”
Diantha, bana doğru hafifçe eğilirken yeşil elbisesi parladı.
Hiçbir şey söylemediği halde sıcak, davetkâr bir şekilde gülüm­
süyordu. Her zamanki gibi muhteşemdi. Sweatshirtümün uçla­
rını çekiştirdim.
Briar ve Bridgette.” Beyaza yakın san saçlı ve gök mavisi
gözlü ikizler bana döndüler. Gülümsemiyorlardı. Aristelle’in
beni yakm am asına üzülmüş gibiydiler.
Kuş kız, Diantha’nın önünden eğilip koluma dokundu.
“Reina.”
“Kuşların için üzgünüm,” diye mırıldandım.
“Sorun yok, iyiler.” Göz kırptı.
“Ve tabii ki Aristelle.” Xander onu sanki sahnede tamtıyor-
muş gibi dram atik bir şekilde selam verdi. Kız, her an yeniden
alevlere bürünebilecekmiş gibi görünüyordu.
74 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Bense cevaplara duyduğum ihtiyaçtan yanıp tutuşuyordum,


hoş tanıtımlar değildi ihtiyacım olan. Xander hava durum un­
dan bahsetmeye karar vermeden, ben ağzımı açm aya karar ver­
dim. “Demek sizin sihir gücünüz var, yani gerçek sihir. İp yok.
Hile yok. Sihir var.”
Xander, “Aslında el çabukluğu konusunda oldukça iyiyim ,”
dedi. Parmağım şıklattı ve elinde maça kızı belirdi. Bana göz
kırptı. “Tamamen beceri. Sihir yok am a.. . ” Avucunu açtı, maça
kızı havaya uçtu, sonra padayarak destedeki dört farklı kıza dö­
nüştü. Xander kardarı bana doğru üfledi ve kardar bir taç gibi
başımın üstünde havada durdular. Xander sanki alkışlam am ı fa­
lan beklermiş gibi duruyordu.
Hiçbir tepki vermedim. Yapabileceği şeyleri zaten biliyor­
dum. Bunu nasıl yaptığına dair açıklamalara ihtiyacım vardı.
Diantha boğazını temizledi. “Belki de şim di bunun zamanı
değildir.”
“Üzgünüm,” dedi Xander, kartlar üzerime düşerken.
“Amerikan Sihirbazlar Cemiyetini duydu mu hiç?”
Başımla onayladım. Cemiyet, 1900’lü yılların başında kurul­
muştu. Houdini, ölene kadar cemiyetin başkanlığını yapm ıştı ve
en tanınan baş kanlardan biriydi.
Derin bir nefes aldı. “Eh, biz illüzyonları nasıl başardığım ı­
zın ötesine geçen sırlara sahip, daha eski bir cem iyetin bir par­
çasıyız. Kendimize, Gerçek Sihirbazlar Cem iyeti diyoruz ve evet,
sıradan bir sihirbazın yapabileceğinin çok ötesinde num aralar
yapmamızı sağlayan gerçek bir güç var kanımızda.”
Ağzımı açtım ama Xander gergin bir gülümsemeyle elini kal­
dırdı. “Sorularını en sona sakla, lütfen.”
Kaşlarımı çattım ama sessiz kaldım.
“Cemiyet, milattan sonra 50 civarında Roma’da A cetabularii
adı verilen birkaç el çabukluğu sihirbazı tarafından kuruldu.
Bugün hâlâ gördüğümüz bir top üç kupa num arasını uygula­
yan kişilerdi bunlar. El çabukluğu konusunda gerçek bir becerisi
MARGIE FUSTON 75

olan herkes bu numarayı yapabilir. Eminim sen de yapabilir­


sin?” Soru sorarcasına bir kaşını kaldırdı.
Cevap vermeye tenezzül etmedim. Elbette yapabilirdim.
Sırıttı. “Ben de öyle düşünmüştüm. Her neyse, hikaye şöyle
devam ediyor: Sihirbazlardan bir kadın kendi hilelerini kulla­
narak büyük kumar oynuyormuş. Beceriyle ve yanlış yönlen­
dirmeyle topu istediği yere hareket ettirebileceğinden eminmiş.
Kadın, alanında en iyisiymiş. Herkes ona bayılıyormuş. An­
cak bir gün çok zengin bir adam onunla kumar oynamak iste­
miş ve sihirbaz varını yoğunu o tek oyuna yaurmış ama zengin
adam doğru tahminde bulunmuş. Yani sihirbaz, ne yaparsa yap­
sın, hiçbir yanlış yönlendirmesi işe yarayamayacak ve her şeyini
kaybetmekten kurtulamayacakmış. Topun, zengin adamın tah­
m in ettiği bardağın altında olduğunu biliyormuş ama çaresiz­
lik içinde topun başka bir bardağın altına geçmesini istemiş. Ve
öyle de olmuş. Bunun hiçbir mantıklı yanı yokmuş. Elde ettiği
servetiyle eve döndükten sonra, topu yalnızca zihin gücüyle ye­
niden hareket ettirmeye çalışmış. Bu ilk başta işe yaramış ama
yalnızca bir veya iki günlüğüne. Daha sonra seyirci ile yeniden
denemiş ve yeniden işe yaramış.”
“Sihir gücünü size seyirci mi veriyor?” diye sordum. Seyircinin
büyülenerek izlediği ve gerçek bir sihir gücüne sahip olduğuna yan
yarıya inandığı Xander’la birlikte sahnedeyken benim hissettikle­
rimi de düşününce, buna inanmak aslmda kolaydı. Ben de öyle
hissetmiştim. Sanki her şeyi yapabilirmişim gibi hissetmiştim.
“Hem evet hem hayır. Seyirci içimde zaten var olan sihri bes­
liyor. Sihirbazlar o zamanlarda bile birbirleriyle bağlantılıymış
ve deneyler yapmaya başlamışlar. Bazı sihirbazların topu yal­
nızca zihinleriyle hareket ettirebildiğini ancak koşulların uygun
olması gerektiğini keşfetmişler. Seyircilere ihtiyaçları varmış.
Gerçi bunun seyircilerin izlemesinen daha fazlası olduğunu an­
lıyoruz artık, bu inanmaktır. Seyircin, numaralarının gerçek ol­
duğuna inandığında, sihir en güçlü halini alır ve sen de bu sihri
76 A C IM A SIZ İLLÜZYONLAR

gerçeğe dönüştürebilirsin. Ancak bunu herkes yapam az. Gerçek


sihir yapabilenler, seyirci karşısında olma hissini kanlarındaki
bir fokurdama’ ya da ‘uğultu’ olarak tanım lam ışlardır. Kimisi
bunu adrenalin olarak algıladı ama aslında çok daha fazlasıydı.”
Xander durakladı, gözleri beklentiyle bana odaklandı.
Kanın fokurdaması. O duyguyu biliyordum . B unu sahneye
çıkma heyecanı diye geçiştirmiştim.
Annem de biliyordu o duyguyu. O duyguya açtı.
“Ben de sizden biriyim,” dedim.
Aristelle, “Ben olsam o kadar ileri gitm ezdim ,” dedi. “Bizden
biri olana kadar bizden biri değilsin. Kanında sihir var am a bu
seni özel yapmıyor. Herkesin kanında sihir vardır.”
Sanki onu çürütmesini ve bana özel olduğum u söylemesini
bekliyormuşum gibi Xander’a döndüm am a sonra bunu yaptı­
ğım için kendimi biraz aptal gibi hissettim.
Xander bakışımı gördü. “Herkesin içinde biraz güç oldu­
ğunu düşünüyoruz ama çoğu insan için bu o kadar önemsiz­
dir ki o duyguyu asla fark edip de hissedemezler. Hissedenlere
ise bu duyguyu başka bir şeymiş gibi açıklarlar. Ç o k az insanda,
kullanmalarına yetecek kadar güç vardır.”
“Ama bende olduğunu düşünüyorsunuz.” A ristelle’e dik dik
baktıktan sonra gözlerimi Xander’a çevirdim. “Ben kuş kafesini
devirmeden önce benden bahsediyordunuz.” Ya benden ya da
altın rengi elbiseli kızdan bahsediyorlardı, teknik olarak kulis
davetini kabul eden oydu. “îlk gösteriden sonra geri gelm em i
söylemiştin. Kim olduğumu zaten biliyor m uydun?”
Aristelle, “Sen sinsi küçük bir faresin, değil m i?” dedi.
“Benden bir şey istediğiniz açık. O yüzden ben olsam bana
hakaret ederken iki kez düşünürdüm.” Aristelle, d ili boğazına
kaçmış gibi görünüyordu. Xander güldü ama sanki beni oku­
maya çalışıyormuş gibi gözleri gözlerime kilitlenm işti.
“Adımı biliyordun,” diye baskı yaptım. “Kim olduğum u bi­
liyor muydun?” Tenim karıncalanıyordu. Bunun benim için
Ma r g ie Fu sto n 77

k u ru lm u ş b ir tuzak old uğu nu hissetmeye başlamıştım. Eğer ai­


lem i tan ıyo rlarsa, o zam an belki benim kim olduğum u da b ili­
yo rla rd ı.
“Adını kendinin söylediğini söylemiştim. Üzerinde herhangi
bir manipülasyon kullanmadım.”
Ona inanmıyordum ama bu imkânsız da değildi. O an sah­
nede olduğum için biraz şaşkındım.
“Kim olduğunu bilmemiz mi gerekiyor ?” Aristelle kaşlarını
kaldırdı.
Soyadımı söyleyebilirdim. Onlara annemi ve annemin gün­
lüklerinde yazdıklarını anlatabilirdim ama yapmadım. Anne­
min günlüklerinde yazdıklarında sadece eski hayatına duyduğu
özlem yoktu. Korku da vardı. Daha önce unuttuğum bir sayfa,
şimdi zihnimde belirdi.
Benim mİ peşimde yoksa onun mu peşinde, bilmiyo­
rum. Muhtemelen İkimizin de peşinde.

Yazısında bahsettiği kişinin kim olduğunu hep merak etmiş­


tim. Ve tabii ki “onun” derken benden bahsedip bahsetmedi­
ğini. Bunu ben doğmadan önce de yazmış olabilirdi, grubunun
üyelerinden biri için yazmış da olabilirdi ama annemin peşin­
deki kimdi? Göçebe gibi yaşıyorduk. Peki ya peşimizdeki başka
bir sihirbazsa? Bir rakip mesela? Ya annemi öldüren vampir de
işin içindeyse?
Beni buradan uzaklaştıran uzun boylu, ürkütücü herifi dü­
şündüm. Belirsizliğim beni bunu paylaşmaktan alıkoydu. Ay­
rıca birbirlerine kaçamak bakışlar atma şekilleri de hoşuma git­
miyordu. Böyle şeyler gözümden kaçmaz; üstelik çoğu kişiden
çok daha fazla fark ederim. Hayatınızda istikrar olmadığında,
olacakları kestirebilmenin tek yolu insanları okumak olabilir.
Henüz onların hikâyesini bilmiyordum, bu yüzden onlara
kendi hikâyemi anlatmayacaktım.
78 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

“Kendini bir şey mi sanıyorsun?” diye sordu Aristelle. Ko­


nuşma tarzını beğenmedim.
“Hayır,” dedim.
Sanki cevabımı değiştirecekmişim gibi bir süre sessizce otur­
dular. “Soruma cevap vermedin. Neden beni beklediğini söyle.”
Xander sanki bir şeye karar vermiş gibi başını salladı. “Grup­
lar halinde seyahat ediyoruz çünkü birlikte perform ans sergiler­
sek hepimizin kanındaki o sihirde artış oluyor. A yrıca diğer si­
hirbazları, güçleri kullanıldığında veya bazen on ların yakınında
olduğumuzda da hissederiz. Daha iyisini bilm eyen insanlar bu
duyguyu çekim olarak algılarlar.”
Yüzümü ifadesiz tutmaya çalıştım çünkü ona yak ın olmanın
-aslında hepsine yakın olmanın- çekimini kesinlikle hissetmiş­
tim ve bunu illüzyonları arzulama veya Xander özelinde, ondan
etkilendiğim yönünde algılamıştım. D urum un bu olmadığını
öğrenince rahadadım.
“Yani benimle birlikte sahnedeyken, içindeki gücün arttığını
hissedebiliyordum.” Durakladı. “Aslında çok fazla güç söz ko­
nusuydu. Sonra sokaktaki madenî para num aranı izledim . Do­
ğuştan yetenekli olduğunu fark ettim. Bu yüzden tekrar gelmeni
söyledim, bu yüzden seni kulise davet ettim. Yetenekli olduğun
çok açık, doğru eğitimle bizden biri olabilirsin.”
Madenî para numarasını bilinçli yaptığım ı sanıyordu.
Xander’ı düzeltmek için ağzımı açtım ama sonra fikrim i değiş­
tirdim. Onlardan biri olduğumu düşünmelerini istedim . “Ama
bana ihtiyacınız olduğunu söylediniz, benim size ihtiyacım ol­
duğunu değil. Bütün bunları duyduğumu unutuyorsun. Neden
lafı çevirmeyi bırakıp bana her şeyi anlatm ıyorsun?”
Reina o kadar uzun zamandır sessizdi ki onun ve D iantha’nın
yanımda olduğunu neredeyse unutacaktım. “Yeni bir çırak arı­
yorduk, bu yüzden de sihre yanıt veren herkesi izliyorduk.” Sı­
cak gülümsemesi, bana buradan gitmemi söyleyen içgüdüleri­
min bir kısmını yatıştırdı. “Açıkçası dikkatimizi çektin.”
MARGIE FUSTON 79

“Ama çaresiz gibiydiniz.”


“ö yleyiz,” dedi Diantha.
Daha fazlasını söylemesini bekledim ama o masaya bakmakla
yetindi.
Sanki açıklamaları gereken şeyi nasıl açıklayacaklarını bil­
miyorlarmış gibi hepsi birbirine baktı. Xander konuşmaya ha­
zırlanıyormuş gibiydi ama sonra donup kaldı ve sanki sadece
onunla konuşan bir ses duymuş gibi başını yana eğdi. Xander ve
Aristelle bir kez daha bakıştılar.
“Hızlıca halletmemiz gereken bir şey var. Burada bekle.”
Xander ayağa kalktı.
“Ne?” Oturduğum yerden kalktım.
Reina, “Şimdi bunun vakti gibi durmuyor,” dedi.
Aristelle, “Bunun için her zaman vakit vardır,” dedi.
Aristelle ve Xander kapıdan koşarcasına çıktılar.
Reina bana acı verici derecede neşeli bir gülümsemeyle bakı­
yordu. “Birazdan dönecekler.”
“Zar atma oyunu oynamak ister misin?” diye sordu ikizler,
aynı anda.
Başımı iki yana sallayıp geri adım attım. “Sanırım biraz te­
miz havaya ihtiyacım var.” Diantha ve Reina bakıştılar. “Kaç­
mayacağım,” diye ekledim ama sesim bundan emin değilmişim
gibi çıktı.
Çıkmam a izin verdiler ama ben daha sokağa çıkamadan
Diantha yanım a geldi.
“Onları takip etmelisin,” dedi. “Sana ne kadarını anlatmayı
planladıklarını bilmiyorum ama ne söylerlerse söylesinler, gör­
menle aynı olmayacaktır.” Sol tarafı işaret etti. “Şu tarafa gittiler.”
Nereye kaybolduklarını nasıl bilebildiği konusunda hiçbir
fikrim yoktu. Onları görmüyordum ama tereddüt etmedim.
Neyi söylemediklerini bilmem gerekiyordu. Birinin size söyle­
medikleri, söylediklerinden daha önemlidir her zaman.
80 A C IM A SIZ İLLÜZYONLAR

Diantha’ya başımı sallayıp koştum. G e c e le ri k o ş m a k ta n nef­


ret etsem de bu oldukça önemliydi, bu y ü z d e n g e c e y e a tılm a ko­
nusunda pek endişelenmedim.
Çok geçmeden Xander’ın yeşil saçlarını fark ederek yavaşla­
dım. Sokağın diğer tarafına geçip, akşam p lan ların a doğru yü­
rüyen diğer insanların gerisinde kalm aya çalışarak onları takip
ettim ama Xander ve Aristelle sürekli duruyorlardı. H er durduk­
larında, ilerlemeden önce başlarını aynı yöne çeviriyorlardı. Şehir
merkezinden uzaklaşıyorduk. Daha az insan vardı artık etrafta.
Dönerlerse beni fark edeceklerinden endişelendim am a görme­
diler beni. Sanki hangi yöne gideceklerine karar verm eye çalı­
şıyorlarmış gibi sadece durup bekliyorlardı am a uzun adımlarla
ilerlemeye başlayana kadar birbirleriyle konuşm uyorlardı. Sanki
nereye gittiklerini biliyorlar ama aynı zam anda da bilm iyorlardı.
Boynumdaki tüyler diken diken oldu.
Sanki onları avlıyormuşum gibi hissediyordum am a aynı
zamanda onlar da bir şey avlıyorlarmış gibiydi. Bir barın ya­
nında durdular, barın çevresinde kimse yoktu. X ander uzanıp
Aristelle’in elini yakaladı ve parm aklarını birbirine kenededi.
Bunu yaparken ona gülümsedi, sonra barın yan tarafından do­
laşmaya başladılar.
Midem sanki ayak parmaklarıma inm iş, hareket edemeyece­
ğim kadar ayaklarımı ağırlaştırmıştı.
Beklediğim böyle bir şey değildi am a kendim i ilerlem eye zor­
ladım.
Ben onların kaybolduğu karanlık sokağa ulaşm adan hemen
önce, genç bir adam koşarak bardan dışarı çıktı.
Bir adım geri attım. Kocaman gözleri sanki beni görm üyor-
muş gibi üzerimde dolaştı. Parmaklarıyla boynunu tutarak di­
ğer yöne koştu.
Kalbim o kadar hızlı atmaya başlamıştı ki düzensizce nefes
alıp veriyordum. Kazığımı çıkarmak üzere sırt çantam a uzanır­
ken, nefes a l dedim kendi kendime.
Nefes almaya çalıştım.
M a r g ie Fu s t o n 81

Vampirlerin insanları öldürdüğü sahneler midemi bulandırsa


da 30 Gün G eceyi onlarca kez izlemiştim. Her seferinde ağlama
ve aşırı derecede nefes alma isteği oluşmuştu içimde ama acı­
nın, korkunun ve anıların arasından nefes almayı kendime öğ­
retmiştim.
Odaklan.
Açıkça beni kandırmışlardı. Elbette gerçek vampirlerin be­
nim bilmediğim güçleri vardı. Annem bir şekilde onlarla kar­
şılaşmış olmalıydı. Belki onların vampir olduklarını bile bili­
yordu. Belki Xander ve Aristelle’i bile tanıyordu. Belki annemi
öldürenler onlardı.
Nefesim sakinleşmişti. H arika...
Sert kazık elimdeydi ve avuçlarım terlese de kazığı sağlam bir
şekilde tutuyordum.
Sokağın girişine doğru son birkaç adımı attım.
Xander bir kızı barın kenarına doğru itmişti. Kolu kızın bo­
ğazına baskı yapıyordu. Aristelle kızın önünde durmuştu, burnu
kızın boynundan sadece birkaç santim uzaktaydı. Benden sa­
dece birkaç metre uzaktaydılar, bu yüzden beklemedim, düşün­
medim, sadece hücum ettim.
En yakınım da Xander vardı, sırtı hafifçe bana dönüktü, bu
yüzden ona vurdum ve onu Aristelle’e çarptım. Aristelle kıçının
üzerine düştü. Hırladı önce ama sonra beni görünce gözleri bi­
raz daha açıldı. Xander tökezlerken kolumu tutup beni savurdu.
Duvara çarptım.
Bana baktığında dudaklarının kenarında kötü niyedi bir kıv­
rılma vardı ama sonra kayboldu. “Ava?”
“Adımı söylemenin sana bir faydası olmayacak,” dedim.
Kazığımın onun kalbini çıkarmaya hazır bir şekilde derisine
bastırılmış olduğunu hissettiğinde gözleri büyüdü.
bö lü m

6
üm egzersizlerim süresince kafama kazıdığım tek şey, kazığı
T daima tam olarak batırmak istediğiniz yere koym anızdı. Is­
kalamamak.
Bunu gerçekten yaptığım için şaşkındım. B un u herhangi bi­
rine uygulamak ile hoşlanmaya başladığın am a sonra vam pir çı­
kan birine yapmak birbirinden çok farklı şeyler. İkinci kısım mi­
demi bulandırdı.
Elim titredi ve Xandefın göğsünde, sanki daha sonrası için
o noktayı işaretliyormuşum gibi küçük kırm ızı çizgiler bıraktım
ama sonrayı beklemeyecektim. İhtiyacım olan tek şey onun dü­
şündüğüm şey olduğunun bir onayıydı; kalbine kazık battıktan
sonra toza dönüşmesi ya da vampirlerin kalplerine bir kazık sap­
ladığınızda başlarına aslında ne geliyorsa onun o lm a sı...
Titreyen elime baktı.
Bunun bir zayıflık olduğunu düşünm em esini umdum.
Çünkü öyle değildi.
“Vampirlere inanıyorsun,” dedi Xander, sesi duygusuz ve sa­
kindi.
“Annem bir vampir tarafından öldürüldü, yan i evet.” Tepki­
sini görmek için başımı kaldırmadım ama bir süre sessiz kaldı.
“Bizim kan emici olduğumuzu mu düşünüyorsun?” Sakin­
liğini kaybediyordu ve son kelimeyi yarı tükürerek yarı gülerek
söylemişti.
Başımı kaldırdığımda dudaklarının taklit edilm esi zor bir
tiksinti duygusuyla büküldüğünü gördüm am a kazığım ı geri
çekmedim.
Ma r g ie Fu s t o n 83

“O kızı yemek üzereydin.”


Xander iç çekti. “Biz sülük değiliz ama kız öyleydi.” Kazığı
tutan parmaklarımın üzerine elini koydu ve gözlerimin içine ba­
karken kazığın ucunu yavaşça göğsünden uzaklaştırdı. “Biz avcı­
yız. Vampir avcısı.” Arkasını dönüp, pantolonundaki tozu silken
Aristelle’e baktı. “Biraz bekleseydin o kısma geliyorduk.” Ara so­
kağa, bana ve sonra tekrar Aristelle’e baktı. “Benim durumum
belli. Bir de sen bak bakalım onu bulabilecek misin?”
Aristelle tartışacakmış gibi elini kalçasına koydu ama bana
dik dik baktı, pantolonuna bir kez daha vurdu ve arkasına bak­
madan uzaklaştı.
Xander ellerini kaldırarak benden uzaklaştı. “Şu şeyi bir ke­
nara bırakabilirsin, gerçekten.”
“ö n ce hikâyenin geri kalanını duymak istiyorum.”
“Haklısın.” Karanlık sokağa, arka taraftaki çöp torbalarına ve
etrafa dağılmış birkaç kutu ve şişeye göz attı ve burası sıradan bir
yer kadar iyiymiş gibi omuz silkti. Diğer duvara yaslanabilmek
için benden birkaç adım geri çekildi, bu da söze başlarkenki ifa­
desini görmemi imkânsız hale getirdi. “Gerçek Sihirbazlar Ce­
miyeti yalnızca sihri seven ve onu geliştirmek isteyen bir grup
insandan ibaret değildi. Her şey böyle başlamıştı belki ama sana
hikâyenin sadece yarısını anlattım.”
Hiçbir şey söylemeden sadece bekledim. Her şeyin cevabını
hemen istiyordum. Annemin neden öldüğünü bilmek istiyor­
dum. Xander’ın ve bu grubun ne olduğunu bilmek istiyordum.
Damarlarımdaki gücü anlamak istiyordum.
Çünkü bu gücün bir vampiri öldürmemde bana nasıl yar­
dımcı olabileceğini bilmek istiyordum.
Bunu gerçekten yapmak, gerçekten intikam almak düşüncesi
kalbimin küt küt atmasına neden oluyordu. Kollarım sihirden
ya da korkudan değil, uzun zamandır istediğim bir şeye yakın­
laştığım için titriyordu. Neredeyse vazgeçtiğim, içimde karanlık
84 A C IM A SIZ İLLÜZYONLAR

ve iltihaplı bir umutsuzluk deliği haline gelene kad ar derinlere


ittiğim bir şey... Bu boşluğu doldurabilseydim k im olurdum?
“Bana her şeyi anlat,” dedim. “Sana in an ıyo ru m . Bununla
başa çıkabilirim.”
“İlk vampirler kötü yolu seçen sihirbazlardı.”
Böyle bir şey söyleyeceğini hiç um m am ıştım am a yine de
bekledim.
“Bazı Acetabulariiler güçlerinden yeterince memnundu,
kontrolden çıkmadılar. Ama bazı insanlar için gücü biraz tat­
m ak asla yeterli değildir, dolayısıyla test etm ek istediler. Daha
fazlasını istiyorlardı ve performanstan kayn aklanan güç artışı
belli bir süre devam ediyordu. Bildiğin üzere, o gücü damarla­
rımızda hissedebiliyoruz. Sonra biri, doğrudan kayn ağın a gitme
fikrini ortaya attı ve bu işe yaradı. Bir parm ağı delerseniz, bir
topu odanın diğer ucuna gönderebilirsiniz. Bir avucun içini ke­
serseniz, topu şehrin diğer ucuna gönderebilirsiniz. A m a bu bile
yeterli değildi. Ne kadar çok güce sahip olursanız, onu o kadar
çok elinizde tutmak istersiniz ve bunu yapm anın tek yolu asla
ölmemektir. Böylece kan dökerek kendilerini ölüm ün eşiğine
gitgide daha da yaklaştırdılar. Ve sonunda yap tık ları şey işe ya­
radı. Biri fazla ileri giderek sihrin bu isteği yerine getirebileceği
kadar kan ve güç kullandı ama sihir, bu hedefe ulaşm ak için si­
hirbazların kanının her damlasını emdi ve sihrin devam etmesi
için onların daha fazla kana susamalarına neden oldu, böylece
bir doyumsuzlukla baş başa kaldılar. Tüm sihirlerin kalıcı ol­
m ak için beslenmesi gerekir, bu nedenle bir vam pir kan em­
mezse ölümsüzlüğü yok olur. Onlar da kendilerini hayatta tut­
m ak için başkalarına zarar veriyorlar.”
“Demek annem kötü yolu seçen bir sihirbaz tarafından öldü­
rüldü.” Kanım dondu. Damarlarımda sihir varmış gibi hissetm i­
yordum hiç. ö lü m varmış gibi hissediyordum daha çok.
“Şart değil. Sihrin bedeni terk etmemesi gerekir. Kan sihrini
kontrol etmek daha zordur. Mesela, parmak kanatm a yoluyla
MARGIE FUSTON 85

odanın diğer ucuna gönderilen bir top, birinin boğazında be­


lirebilir. ölüm süzlük büyüsü, pek çok sihrin açığa çıkması de­
mekti. Sihirbazın amaçladığı değil, büyünün istediği oldu. Ar­
tık bir vampir, herhangi birinin -ister bir insan ister bir sihirbaz
olsun- damarlarındaki kanı son damlasına kadar boşalttığında,
büyü o kişide etkinleşir. Onlar da vampir olurlar ve çoğu bunun
nedenini ve nasılını bilmez; yalnızca mit ve efsanevi yaratıklar
olduklarını bilirler.”
“Annemin kanı emilmişti ve öldü,” dedim.
“Muhtemelen son damlasına kadar emilmemişti ve kan kay­
bından ölmüştü,” dedi.
Sözleri nazikti ama boğazıma bir yumru gibi oturarak beni
anılara sürükledi. Haklıydı. Annem o an henüz ölmemişti. Onu
bulduğumda bileğinden tutmuştum. Eli gevşekti ama sonra
derisinin altındaki seğirmeyi hissetmiştim. Bu bana saçma bir
umut vermişti, onu sarsmayı ve adını söylemeyi sürdürmüştüm
ama o seğirme bir umut değildi, bedeninden ayrdan son can
parçasıydı. O öldüğünde bir tek ben vardım orada. Vampir çok­
tan gitmişti.
“Hey.” X andefın sesi yumuşaktı. “Bunu hemen bitirmek zo­
runda değiliz.”
Ama bitirmem lazımdı. Hem de acilen. Vampir olmak bir la­
nettir. Bazı insanların kabul ettikleri, bazılarının mecbur kaldık­
ları bir lanet. Bir vampirin bu iki gruptan hangisine girdiği ger­
çekten önemli değil, bu bir mazeret olamaz. Sonuçta insanlara
zarar veriyorlar. Onlar yok edilmesi gereken canavarlar.
Xander bana doğru adım atacak gibi oldu ama başımı iki
yana salladım. Teselliye ihtiyacım yoktu. Gerald’ı televizyonda
ilk gördüğümden ve onun yalancı bir katil olduğunu iliklerime
kadar anladığımdan beri arzuladığım gerçeğe ihtiyacım vardı.
“Sizin gerçek vampirlere karşı nasıl bir şansınızın olduğunu hâlâ
anlamadım. Belki Aristellein olabilir, ya senin?” Xander’ı işaret
ettim. “Bir deste iskambil kartıyla ne yapacaksın? Binlerce kâğıt
86 A CIM A SIZ İLLÜZYONLAR

kesiği n ed en iyle ölü m m ü saçacaksın? R e in a ’n ın k u şla rı onlan


ö ld ü re n e d ek gagalayacak m ı?”
“Başka pek çok yeteneğim var, Ava.” D uraklad ı. Ben de soru
sorarcasına bakmayı sürdürdüm. “Ayrıca biz ölüm süzüz.”
Duvara yaslanmış olmasaydım bir adım geri giderdim . Daha
az önce bana ölümsüzlüğün bedelini an latm ıştı. Parmaklarım,
hâlâ elimde olan kazığa kenedendi.
Xander bunu fark etti. “Dur. Bir daha bana B ufiy gibi dav­
ranma. Gerçi Bufiy Xander bıçıklanm ayı kesin likle hak ederdi.”
Güldü ama ben gülmedim. Vampir şakaları yap acak havada de­
ğildim.
Xander birdenbire o kadar hızla ileri atıld ı ki bir anda bula­
nık bir yeşile dönüştü, bir an sonra elinde benim kazığım la tek­
rar duvara yaslanmış duruyordu.
Ağzım açık kaldı. “Davana hiç de yardım cı olm uyorsun.”
Kazığı elinde döndürdü. “Bu şeyle beni tedirgin ediyordun.”
“Bana onu geri ver.”
“Eğer bize gizlice bir vampir yaklaşırsa, kazık bendeyken
daha çok güvende olursun.” Az önceki hızı hesaba katılınca, ona
inanmam gerekirdi ama güvenmiyordum. “O nu geri ver.”
Uzattığım elimi görmezden gelerek, “Biz yin e de vam pir de­
ğiliz,” diye devam etti; “Vampirler yaratılığında, Acetabulariiler-
den bazıları etliye südüye karışmak istem edi am a diğerleri bir
şeyler yapma zorunluluğu hissetti. Ne var ki lanet, vampirleri
güçlü ve hızlı kılıyordu ve yaraları neredeyse daha oluşur oluş­
maz iyileşebiliyordu çünkü lanet beslenmek ister, bu da onları
üstün avcılar haline getirdi. Hiç kimse vam pirlerle ayn ı şekilde
lanetlenmeden onlara karşı ne yapabileceğini bilm iyordu.” Yü­
zünü öylesine bir tiksintiyle çevirdi ki kendim i aynı duyguyla
başımı sallarken buldum.
“Acetabulariiler, güçlerini artırmanın doğal yo lların ı dene­
meye başladı. Seyirciden daha büyük tepkiler alm ak ve gücün
daha uzun süre dayanması için daha sık performans sergilemek,
MARGIE FUSTON 87

bu doğal yollardan bazılarıydı. Ama sonunda en güçlü Acetabu-


lariilerden ikisi, kan büyüsü kullanmadan asla yeterince güçlü
olamayacağımızı anladılar ve kan büyüsünü kullandılar. İçle­
rinden biri sihirbaz kanının her damlasını feda etti ama ölüm­
süz olabilmek için değil, başka bir sihirbaz bunları yapabilsin
diye hayatını verdi.” Ortasında sivri uçlu kırmızı mücevher bu­
lunan deri bilekliği kaldırdı. “Bunlar ölümsüzlük büyüsünü ta­
şıyor ama kendi kanımızı feda etmediğimizden, bunu sürdüre­
bilmek için beslenmemize gerek yok. Hâlâ büyüyü beslememiz
gerekli ama kanla değil, performansla besleniyor.”
Bilekliğine baktım. “Yani bir vampiri öldürmek için böyle
bir şeye mi ihtiyacım var?”
“Hayır ama bu oyun alanını eşidiyor. Sonsuza dek yaşa­
mamızı sağlamakla kalmıyor, kanımızdaki sihrin oluşmasına
da katkı sunuyor. Yaşlandıkça daha güçlü oluyoruz. Ekstra si­
hir depolamamızı da sağlıyor, tıpkı bir güçlendirici gibi. Daha
güçlüyüz, daha hızlıyız ve ciddi olmayan yaraları iyileştirebili­
yoruz. Ancak hiç gücü olmayan biri de bu şansa sahip olabi­
lir ve bir vampiri devirebilir. Kalbe bir kazık saplamak gayet işe
yarayacaktır. En kolay yol. Tahtanın açtığı bir yara iyileşemez.
Çünkü tahta, doğal olmayan bir vücuda saplanan doğal bir şey­
dir.” Sanki uzun süredir kayıp bir arkadaşıymış gibi kazığa ba-
kıp güldü. “Ama vampirler, kafaları kesilirse veya yanarak küle
dönerlerse de ölürler.”
Gülüşünün arkasında bir hainlik vardı ve sebepsiz yere böyle
davranmayacağını biliyordum. Onun çok çekici ve flörtöz oldu­
ğunu düşünmüştüm. Ama geriye dönüp baktığımda, dün gece
onunla sahnedeyken, sadece bu özelliği görmüştüm onda.
Vampir avcılarından oluşan gizli bir sihir topluluğuna ka­
tılm aya karar vermek için insanın sadece iki sebebi olabilir: ya
sihri seviyorsunuzdur ya da vampirlerden nefret ediyorsunuz­
dur. Benim için ikisi de geçerli sebepti. Xander’m hangi gruba
dâhil olduğunu da tahmin edebiliyordum.
88 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

“Birini kaybetmişsin.”
Gülümsemesi bir anda bozuldu. “Erkek kardeşim . Ben on
yedi yaşındaydım, o ise on beş.” Dudaklarında bir gülüm sem e­
nin hayaleti dolaşırken, her zamanki fazla rahat sırıtışından o
kadar farklı görünüyordu ki onu bir an tanıyam adım . “O nu bir
partiye götürmem için bana yalvarmıştı. Sıradan bir liseli partisi
olması gerekiyordu, bir grup genç ve çok fâzla a lk o l... Saat geç
oluyordu, dışarıda kalma iznimizin süresi çoktan dolm uştu. Bu
yüzden onu aramaya başladım. Onu evin arkasındaki ormanda
buldum.” Boğuluyormuş gibi hissettiren sert bir gülm e sesi çı­
kardı. “Şanslı olduğunu düşündüm çünkü bir kızın yüzü onun
boynuna gömülmüştü. Onu tam kızla baş başa bırakacaktım ki
geciktiğimiz her dakika için ebeveynlerimizin bana bir saat ceza
vermeyi sevdiklerini hatırladım, bu yüzden ona seslendim . Kız
kaçtı, kardeşim ise... düşüverdi. Sarhoş olduğunu düşünüp ya­
nına koştum. Yüzünü ve boynunu kendime doğru çekm eye ça­
lıştım. ..” Xander duraksayıp elini yüzünde gezdirdi.
“Devam etmene gerek yok,” dedim. Ne deneyim lediğini bili­
yordum. Benim için bu deneyim, annemin bedeninden ayrılan
son hayat parçasıydı. Onun içinse kardeşi...
Artık nefesi daralıyordu ve ağırlaşmıştı. Am a başını ik i yana
sallayıp anlatmaya devam etti. “Çok fazla kan vardı. O küçük,
narin ısırık izleri gibi değildi.” Yutkundu. “Bazı vam pirler diğer­
lerinden daha gaddardır. Onu parçalamıştı. Kardeşim ölmüştü
çoktan... Bir süre onu iyileştirmeye çalıştım. G ücüm ü ilk kez
kullandım. Partide ufak tefek top ve kupa num araları falan yap ı­
yordum, nasıl kullanacağımızı bilmesem bile hissedebildiğim iz
o küçük güç vızıltısını yaşıyordum. Aristelle, kardeşim i iyileş­
tirmeye çalıştığım sırada yaşadığım şoktan dolayı sih ir gücüm ü
kullanamamış olabileceğimi söyledi. Dolayısıyla elbette işe yara­
mamıştı. Polis geldi sonra. Herkes kardeşimin hayvan saldırısına
uğradığını söyledi. İnsanların nasıl olduğunu bilirsin. Kan em i­
ciler bize tam anlamıyla yüzlerini gösterdikleri halde, çoğu insan
M a r g ie Fu st o n 89

onların varlığına inanmıyor. Ama Aristelle gücümün kullanıldı­


ğını hissetti ve beni buldu, bana inandı. Hem bir çırağa da ihti­
yaçları vardı.” Omuz silkti.
“Aristelle gücünü hissetti mi? O da orada mıydı?”
“Hayır. Bir sihirbaz ne kadar çok güç kullanırsa, diğer sihir­
bazların onu hissedebileceği mesafe de o kadar artar. Padayan
bir bomba gibi düşün. Başlangıçta herkesin dikkatini çeken bir
patlam a olur, belli bir süreliğine için için yanarsın.”
“O vampiri hissettin. Az önce ikiniz bir şeyler duymuş gibi
davrandınız.”
“Evet. Vampirleri de bu şekilde buluyoruz. Beslenirler­
ken, hayatta kalmak için sihir kullanırlar. Onları böyle avla-
rız. »
Kazığımı havaya fırlatıp yakaladı. “Bilmen gereken bir şey
daha var,” dedi, fazlasıyla kayıtsız bir tavırla. “Vampirler de si­
hir kullandığım ızda bizi hissedebilirler. Sihir, hangi türde olursa
olsun, aynı hissi verir, yani sanki sürekli birbirimize sesleniyor-
muşuz gibi ama çağrıyı kimin yaptığını -bir sihirbazın mı yoksa
bir vam pirin mi- bilmiyormuşuz gibi. Vampirler her şeyi yerler,
hatta birbirlerini bile. Ama bizi yemeyi özellikle tercih ederler.”
Korkudan ensemde ürperd hissettim. “Neden?”
“Kanımızı içmek, en azından kısa bir süreliğine de olsa ye­
niden sihir yapmalarını sağlar. Ayrıca yakın zamanda beslenme­
diklerinde, yeterince kan dolaşımı olmadığında da üşürler. Ama
vücutlarındaki büyücü kanı sayesinde bizden biriymiş gibi dav­
ranabilirler.”
Yutkundum. “Yani vampirleri avlamak için sihir güçlerinizi
geliştirdiğinizde, onları kendinize çekiyorsunuz.”
“Bu seni korkutuyor mu?”
“H ayır.” Bütün hayatım boyunca onları aramıştım ve şimdi
sihir gücünün bana onları getirebileceğini öğreniyordum.
Cevabım a sırıtarak karşılık verdi. Sırıtışındaki öfke, tedirgin­
liğim i giderdi. Bir dakika kadar sessizce oturduk.
90 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

“Yani o olaydan önce de sihir yapıyordun, öyle m i?” Ola­


yın onun için sadece vampir avlamaktan ibaret olm am ası da ho­
şuma gitmişti çünkü ben de vampirleri istediğim kadar sihri de
istiyordum.
“Tam olarak değil. Küçük numaralar yaparak kadınları etki­
lemeyi seviyordum, yani hiçbir şey değişmedi diyebiliriz.” Za­
yıfça gülümsedi.
Anılarına tekrar dalmak istemediğini anlayabiliyordum , bu
yüzden boğazım onun için -ikimiz için- hissettiğim acıdan do­
layı ağrıyor olsa da ses tonumun hafif ve şakacı olm ası için elim­
den geleni yaptım. “Peki tam olarak ne kadar zam an önce ölüm­
süz oldun?”
Bunların hiçbiri beni korkutmamışu am a ölüm süzlük ka­
famda beliren bir soru işaretiydi. Xander anlattığı şeylerin kırk
yıl önce yaşandığını söyleseydi, bu bazı şeyleri değiştirebilirdi.
“Dört yıl. Dört yıldır on yedi yaşındayım .” Gülümsemesi
tüm gücüyle ortaya çıktı. “Evet, artık her şeyi biliyorsun. Boğa­
zını temizledi ve elini saçlarının arasından geçirip yeşil tutam ­
ları diğer tarafa savurdu. “Sanırım bir süredir bizi takip ediyor­
d u n ...”
“Evet.” Bununla nereye varacağından emin değildim .
Zoraki bir şekilde güldü. “Sandığın gibi değil. Sadece kılıfı­
mızın bir parçası. Bir çiftin tesadüfen bir vam pirle ve onun ak­
şam yemeğiyle karşılaşması, üstelik karanlık bir sokakta karşılaş­
ması, ikimizin tam gaz koşmasından daha az şüphe uyandırır.
Bizi yakınlaştıran bu. Yakalama ihtimalimizi artırıyor.”
“Doğru,” diye mırıldandım. îyi ki hava karanlıktı da yanak­
larımın kızardığını görmedi. Sanırım flört ediyordu, bu yalnızca
sihrin neden olduğu çekim değildi.
“Doğru.” Aristellein arkamdan gelen sesi, sıçram am a neden
oldu. Yaklaşırken tek adımını bile duymamıştım. “D ünyadaki
tüm parayı verseler yine de onun elini tutm am ,” dedi. “A m a tek
bir ölü vampir uğruna tutarım.”
Ma r g ie Fu sto n 91

Yüzü sertleşti. Onun da Xander gibi olduğunu biliyordum.


O, sihir için bu işin içinde değildi. Kan için bu işin içindeydi.
“Senin başına ne geldi?” diye sordum. Soruyu korkunç bir
şekilde sormuştum ama ağzımdan çıkıvermişti. Seni benim ka­
dar sertleştiren neydi?
Soğuk gözleri, gözlerimle buluştu. O kadar uzun süre sessiz
kaldı ki cevap vermeyecek sandım.
“1969 yılıydı,” dedi. Duraklayıp beni süzdü.
Tepki vermemeye çalıştım.
Tepki vermediğime memnun gibiydi. “Woodstock’a gitmiş­
tim. Evet, o zamanlar sevgi ve barış diyenlerdendim.” Geçmişine
bir tokat atabilm eyi diler gibi kaşlarını çattı. “Kalabalıktı. O ka­
dar kalabalıktı ki arkamdan gelen bir vampir ben bayılana kadar
kanımı emdi ve ben yere yığılana kadar kimse olayı fark etmedi.
Hastanede uyandım ama başıma gelenleri hatırlıyordum. O diş­
leri hâlâ hatırlıyorum. Sihrin içine girmeden vampir avlamaya
başladım önce. Bu grup da beni işte bu şekilde buldu.”
Ona üzgün olduğumu falan söylemedim. Bunu söylemem­
den rahatsızlık duyacağını hissediyordum. Bunun yerine, “Yani
o zaman sen ... yetmiş yaşında mısın?” diye sordum
Bana sert bir gülümsemeyle baktı. “Keşke.” Rahatsız görü­
nüyordu ama sanki bunu dile getirmek istemiyormuş gibiydi.
“ölüm süz olmamayı mı dilerdin?”
Bana arkasını dönecekmiş gibi kıpırdandı ve cevap vermeden
önce Xander’a baktı. “Sihir sadece bedenlerimizi dondurmakla
kalmıyor, aynı zamanda zihinlerimizi de donduruyor. Çoğu ba­
kımdan kendim i ölümsüz olduğum günle aynı hissediyorum.
Daha önce sahip olduğum o küçük umudan ve hayalleri hâlâ
hissediyorum. Yaşananların öfkesini ve acısını da hâlâ dünmüş
gibi hissediyorum ama aynı zamanda son elli üç yıla sığmayacak
kadar çok anım var. Sanki bu dünyada var olmaması gereken iki
farklı insanmışım gibi.”
92 ACIM ASIZ İLLÜZYONLAR

Savunmasız görünmek istemediğini anlayabiliyordum ama


konuşurken bana bakıyor ve tepkimi bekliyordu. “N asıl böyle
yaşıyorsun?” diye sordum.
Omuz silkti. “Her gün yeni bir mücadele. Birçoğumuz bir nevi
kendimizi kapatıyoruz, insan gibi hissetmekten vazgeçiyoruz.” Te­
reddüt etti. “Bazılarımız bu açıdan vampirlere benziyoruz.”
İkisine baktım. “Ama siz öyle değilsiniz.”
Tükürürcesine, “Asla,” dedi.
Yutkundum. “Buna değiyor mu?”
“Üç yüz on dört vampiri öldürdüm. D u r ...” Keskin bir gü­
lümsemeyle yüzü aydınlanınca daha çok kendine benzedi. “Bu­
nunla üç yüz on beş oldu.”
Ağzım açık kaldı. Üç yüzden fazla vampir.
Bu herhangi bir sonuç değildi. Soruma cevap sayılm azdı.
Xander ifademi izlerken dudağını ısırdı. “Bizim le m isin?”
“Beni ava götürün hemen.” Nasıl bir şey old uğun u bilmem
gerekiyordu. İçimdeki boşluğu doldurup doldurm ayacağını bil­
mem gerekiyordu. Bu, onca zamandır istediğim tek şeydi, o yüz­
den içimdeki boşluğu doldurmayacağını hayal bile edemezdim.
Aristelle güldü. “Her geçen dakika ikinizi de daha çok sevi­
yorum.”
Xander başını iki yana salladı. “Eğitime ihtiyacın var.”
“Hayatımın çoğunda kendimi bunun için eğ ittim .”
“Önce sana bunlardan bir tane versek iyi olur.” B ilekliğini
tuttu.
Kan kırmızısı mücevher, karanlıkta siyah görünüyordu.
“Tamam. Varım. Bir tane verin bunlardan.”
“Bizimle misin?” diye sordu tekrar.
“Bana anlatmadığın başka bir şey var m ı?”
Xander ve Aristelle’in hoşuma gitmeyen bir duruşları vardı,
beni bazı önemli bilgilerden yoksun bıraktıklarını düşündüren
bir duruş.
Aristelle, “Sana henüz her şeyi anlatmadı,” dedi.
MARGIE FUSTON 93

Xander ayak parmaklarına bakarken, ben de Aristelle’e odak­


landım . Söyleceği şey, kötü bir haber olsa gerekti, Aristelle, ha­
yal kırıklığı yaratacak haberler vermeyi seven bir insana benzi­
yordu. “O halde sen anlat.”
Aristelle gülümsedi. “Cemiyetin gücü sınırsız değildir.” Bi­
lekliğini havaya kaldırdı. “Bunlar ancak birimiz öldüğünde elde
edilebilir, biz bunları beş kuruşluk şeker gibi dağıtmıyoruz. Tek
sihirbaz grubu biz değiliz. Bütün gruplar çırak yetiştiriyor ve
yılda bir kez buluşuyoruz. Eğer birini kaybedersek, gruba katıl­
mak isteyenlerin damarlarındaki sihri kontrol etme becerisine
sahip olduğunu göstermesi gereken bir yarışma düzenliyoruz.
Bize katılm ak için en iyilerin de en iyisi olmak gerek. Eğer gru­
bun bir parçası olmak istiyorsan, savaşman gerekecek.”
“Ne sıklıkla birileri ölür? Bu yıl yer var mı?”
Aristelle, “Bu yıl yer yok ve yer olana kadar da bilemiyoruz,”
dedi. “Ama eğer açık yer olmazsa seni gelecek yıl da eğitmeye de­
vam edeceğiz.” Yani istediğimi elde etmem yıllar alabilirdi ama
zaten yeterince beklemiştim. Ayrıca, birinin ölmesini umduğum
için kendim i biraz suçlu hissettim.
Yüzümdeki hayal kırıklığını okuyan Xander, “Hemen hemen
her yıl olur,” diye ekledi. “Avlanmak tehlikelidir. Vampir beden­
ler, bir an bile düşünmeden kan büyüsünü kullanır. Bizden daha
hızlı iyileşirler ve daha hızlı hareket ederler çünkü tüm vücudarı
büyünün etkisi altındadır. Bizim güçlerimiz daha fazla odaklı
ama her zaman işe yaramayabilir. İşte bu yüzden işbirliği yapı­
yoruz, bu yüzden rekabet yarışması düzenliyoruz. En iyisi oldu­
ğundan emin olmadan avlanmana izin vermeyeceğiz.”
M idem bulandı. “Ama ben sizin yaptıklarınızı yapamam.”
Xander biraz fazla bir hevesle, “Endişelenme,” diye ekledi.
“Seni eğitecek vaktimiz var.”
Çok hızlı güvence vermişti. “Kaybedersem ne olacak?”
“Eski hayatına geri döneceksin; tüm bunlarla ilgili anıların
silinmiş olarak.” Neye geri dönecektim peki? Bazen arkamda
94 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

milyonlarca farklı hayat varmış gibi hissediyordum. Geri dön­


mek istemiyordum. Hayatımın geri dönmek istediğim tek za­
manına geri dönmem imkânsızdı, ö lülere geri dönemezsiniz.
Bir yanım korkunç bir şekilde -bu düşünce her ne kadar midemi
bulandırsa da- vampirin annemin kanını tam am en tüketmesini,
böylece onun bir şekilde var olmayı sürdürmesini diliyordu.
Geceleri sokaklarda dolaşmaya, şayet bulursam beni öldüre­
bilecek bir şeyleri aramaya devam ederdim, bir yandan da kar­
deşimin bir evinin olduğu, benim ise sadece bir dekor olduğum
gerçeğini düşünmemeye çalışırdım.
Başımı iki yana salladım. Kaybetmem gereken şeyler beni tü­
ketmemeliydi. Kaybedebileceklerini düşünen insanlar asla hiç­
bir şey kazanamazlar ve ben kazanmayı her zam ankinden daha
çok istiyordum.
Karanlık bir geceye doğru yürüyormuşum gibi hissediyor­
dum ama ilk defa yanımda insanlar vardı. Am an Tanrım , beni
bir iki kez görmüş olsa bile, yolumu ateşiyle aydınlatacak bir kız
bile vardı yanımda.
Ve beni istiyorlardı. Annem birlikte seyahat ettiği büyük
gruptan o kadar çok bahsetmişti ki sanki uzaktan akrabala­
rım gibi hissetmiştim onları. Ateş yutan Edgar’ın, vücudunu
imkânsız görünen şekillerde bükebilen Angela’nın, cesur ve
tehlikeli eylemlerde bulunan Samuel’in ve benim en sevdiğim
olan, tek bir göz kırpmasıyla bütün aslanları yok eden Julia’nın
hikâyelerini anlatırken yüzü aydınlanırdı. A nnem in onlardan
bahsetme şekli, onları ailem gibi hissetmemi sağlardı. Çocuk­
ken bile küçük karavanımızın ötesine geçen büyük bir aileye sa­
hip olmak için can atardım ama onun yerine elim deki azıcık şey
de alınmıştı benden.
Az önce Xander’ın grubuyla birlikte o odada oturm ak, bir
anlığına büyük bir aile görmek gibiydi. Reina ve D iantha bir­
birlerine yaslanmışlardı. Xander ve Aristelle ortak bir sırları var­
mış gibi bakışıp durmuşlardı. İkizler... onlar yere bırakılmış
M a r g ie Fu st o n 95

oyuncak bebekler gibi dümdüz önlerine bakıyorlardı ama iki­


sinden biri hapşırdığında, Diantha, hapşırıktan hemen önce ko­
lundan bir mendil çıkarmıştı. Onlarla birlikte oturduğum kısa
sürede bile onların aile olduklarını anlayabilmiştim.
Annem bir gün birlikte sahneye çıkacağımızı söylerdi hep.
Doğum günü partilerine yardım etmeme asla izin vermezdi ama
hep bir gün sıranın bana geleceğini söylerdi, ben de anne-kız kı­
yafetlerimizin nasıl olacağına dair küçük çizimler yapardım.
Hiçbir zaman annemle birlikte sahneye çıkamayacak olsam
da burada kendi grubuma katılma ve annemle birlikte öldüğünü
sandığım hayallerimden birini geri alma şansım vardı.
“Peki bizimle misin?” diye sordu Xander yeniden.
Bir anlığına sözlerini tarttım. Ama hayatımda gerçekten sev­
diğim tek şey Parker’dı ve bunu söylemek beni ne kadar üzse de
bazen Parker da yeterli olmuyordu. Buna ihtiyacım vardı ve me­
sele sadece intikam değildi. Onunla paylaşabileceğim bir haya­
tım olsun, kendi ayaklarımın üzerinde durabileyim istiyordum
ve şimdi bu güç tam önümde duruyordu. Kendimi yeniden bir
bütün olarak hissedene kadar vampir avlayabilir, ardından da
dünyanın daha önce hiç görmediği numaralarla Vegas’ta uzman­
lık eğitim i alabilirdim. Bu, kaçmama... her şeyden kaçmama
yardımcı olabilirdi.
Aristelle, “Bizimle,” dedi. “Yarından sonraki gün yola çıkıyo­
ruz. Sabah saat tam beşte. Yarışma Santa Cruz’da.”
“Ne?” Sesim tiz çıktı. “Eğitim için vaktimizin olacağını söy­
lemiştiniz.”
“ö y le . Ama kayıt yaptırmamız gerekiyor, ardından alanı­
mızda eğitim vermemiz için zaman verilecek.”
“Demek bu yüzden bana ihtiyacınız vardı. Gitmezsem size
ne olacak?” Kötü bir şey. Daha önce seslerinde duyduğum çare­
sizliği anlam lı kılacak bir şey.
Bakıştılar, gözlerinde korku vardı.
96 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Aristelle, “Cemiyet yarışmayı çok ciddiye alıyor,” dedi. “Sı­


nırlı sayıda ölümsüzlük büyümüz olduğu için, vam pirlerin dün­
yayı ele geçirmesini engellemek amacıyla en iy in in de iyisine
ihtiyacımız var. Eğer yarışmaya birini götüremezsek grubum uz
dağılır.”
Midem bulandı. Bundan korkmanın nasıl bir şey olduğunu
biliyordum. Parker ve ben ilk başta ayrı düşm üştük ve onunla
yeniden bir araya gelme konusunda ne kadar çaresiz kaldığım ı
asla unutamazdım. Sonrasında da tekrar ayrılacağım ızdan, ko­
ruyucu bir ailenin, uykusunda ağlayan koca bir kız yerin e koca­
man gülümsemesi olan sevimli bir erkek çocuğu isteyebileceğin­
den bir o kadar korkmuştum.
İkisi de soru sormayı bırakmamı istiyormuş gib iyd i am a bir
sorum daha vardı. Sempatimin sağduyumu geçersiz kılm asına
izin vermeyecektim.
“Sarah kim?” diye sordum.
Aristelle yüzünü buruşturdu.
Cevap veren Xander oldu. “Hazır olmadığı bir n u m ara yaptı
ve yaralandı. Şu an iyi ama gruptan ayrıldı. Bu h ayat herkese uy­
gun değil. Tehlikesi var ama bu tehlikeyi aşm ana yard ım etm e­
miz gerekiyor.”
Ben zaten tehlike arayışındaydım. Tehlike, beni ko rkutm u­
yordu.
Aristelle, “Eğitimine yarın sabah başlayabiliriz,” ded i.
“Hayır,” dedim. Ben konuşmaya devam etm eden önce bir­
birlerine attıkları korkulu bakış hiç hoşuma gitm edi. “K abul et­
meden önce sizden bir şey istiyorum.”
Aristelle kaşlarını çattı.
Xanderın dudaklarının kenarı tuhaf bir şekilde kıvrıldı.
“Nedir?”
“Kardeşimin doğum günü partisinde sahne alm an ızı istiyo­
rum.” Harika. Gitmeden önce Parker’a gerçekten sih irli bir şey
M a r g ie Fu st o n 97

verebilecektim ve bu, Deb’in planladığından çok daha iyi ola­


caktı.
Aristelle güldü. “Parti numaraları yapıyormuş gibi mi görü­
nüyoruz?”
Aristelle’in diz boyu çizmelerine, dalgalı siyah gömleğinin
üzerine giydiği bağcıldı, sırma işlemeli, kırmızı korsesinden olu­
şan, karnaval kostümlerini andıran kıyafetlerine baktım, sonra
da gözlerimi Xander’ın çıplak göğsünün üzerindeki önü açık ye­
leğine çevirdim. “Evet, öyle.”
Aristelle bana dik dik bakarken, Xander homurdandı.
Aristelle, “Eğitime başlaman gerekiyor,” dedi.
“Kardeşimin doğum gününde, tüm günü onunla geçirece-
w • 99
grnı.
“Parti saat kaçta?” diye sordu Xander.
“İkide.”
“O rada olacağım.” Bit telefonun tuşlarına bastı ve telefonu
bana verdi. Onun telefonuna kendi numaramı yazacağımı san­
dım am a bu benim telefonumdu ve onun numarası kaydedil­
mişti.
“Am a sen bunu n asıl...”
Göz kırptı. Artık bu soruyu sormama gerek yoktu... ya da en
azından uzun bir süre sormama gerek yoktu.
Sessizce kulübe döndük. Xander ve Aristelle’in bana sanki
hâlâ kaçm am ı bekliyorlarmış gibi baktıklarını fark ettim ama
kaçm ayacaktım . Bana çok fazla şey teklif etmişlerdi. Bana kap­
lanlarla dolu bir kafesin içinden geçmek için mücadele etmem
gerektiğini söyleyebilirlerdi ve bunu sırf anneme daha yakın his­
setmek için ve elbette intikama yaklaşmak için yapabilirdim.
Kulübe vardığımızda, Aristelle veda etmeden içeri girdi ama
Xander dışarıda oyalandı. “Yarın görüşürüz,” dedi. Ama sesinde
soru sorarcasına bir tını vardı.
Başımla onayladım ama yine de sanki benim duman olup or­
tadan kaybolmamdan korkuyormuş gibi durdu, arkasını hemen
98 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

dönmedi. Son yirmi dakikadır nefes alm am ışım gibi gece hava­
sını içime çekmeden önce onun içeri girm esini bekledim .
Bir süre yürüme ihtiyacı hissederek, Deb’in evine yöneldim.
Rutinime ihtiyacım vardı. Kararlı adımlarla, önce bir karanlık
sokağı, sonra bir başkasını kontrol ederek ilerledim .
Kahretsin.
Sokağın aşağısında biri vardı. Karanlıkta bunu söylemek
zordu ama sanki bir adam hafifçe kamburu çıkm ış halde du­
vara eğilmişti. Yalnız olduğunu düşündüğüm anda sarı saçlı bir
kız gördüm.
Kalbim önce duracak gibi oldu, sonra yerinden çıkacak gibi
atmaya başladı. Bacaklarım pelteleşti. Karanlığın içindeki tüyler
ürpertici her adam vampir olmayabilirdi ama yine de kazığımı
almak üzere sırt çantama uzandım.
Kahretsin. Xander bana kazığımı vermemişti.
Adrenalinim mutlak dehşete dönüştü. Adam bir vampirse
ayvayı yerdim, değilse yine de ölme ihtim alim vardı am a öylece
arkamı dönüp gidemezdim. Yardım istemek için kulübe koşa­
cak olursam, geri döndüğümüzde kız ölmüş olabilirdi. Sokağın
ucuna varana dek ileri doğru yürüdüm. Fısıltıyla tartışıyorlardı;
adamın sesi o kadar alçaktı ki güçlükle duyuluyordu, kızınki ise
yum uşak ama yüksekti. Demek ki vampir değildi am a bu, ada­
mın tehlikeli olmadığını anlamına gelmiyordu.
Sinsice yaklaşırken, botlarımın altında bir cam parçası çatır­
dadı.
Adam o kadar hızlı bir şekilde döndü ki şaşırm aya bile vak­
tim olmadı. İki adım attı ve bir anda önümde durdu.
Cesurca durabildiğime şaşırdım ama sanırım o noktada cesa-
redi olmaktan ziyade sadece donup kalmıştım.
“Onu korkutuyorsun!” Kız onun yanına koştu. Uzun sarı
saçları, sokak lambasının ışığını yakalayarak kasvetli sokakta
bir meşale gibi parlıyordu. Loş ışıkta bile yanakları beyaz te­
ninde pespembe görünüyordu. Bana gülümsedi. Gülümsemesi
MARGIE FUSTON 99

öylesine geniş ve samimiydi ki onu bu senaryonun neresine ko­


num landıracağım ı bilemedim, içimdeki gerilimin bir kısmı dı­
şarı sızmaya başlayıncaya kadar, gülümsemesi yüzünde asılı
kaldı, “iy i m isin?” diye sordu sonra.
“Başının dertte olduğunu sandım. Tartıştığınızı duydum da.”
Sesim sanki durum la başa çıkabilirmişim gibi güçlü çıkmıştı.
“Ah.” Güldü ve toz pembe yazlık elbisesinin üzerine giydiği
bebek mavisi kazağı düzeltti. “Bütün dükkânlar kapanmadan
bir külah dondurma almak istiyordum ama bu huysuz, nöbetin­
den ayrılm ayı kabul etmedi.”
Sonunda radarımda sadece bulanık bir tehdit olarak kalan
adama baktım . Kıza kaşlarını çatmıştı.
Bir adım geri attım. “S en ...” Dün gece karşılaştığım tuhaf
adamdı bu.
Sallanan buklelerinin arasından bir saniyeliğine bana baktı.
“Seni bir daha görmemeyi ummuştum.”
“D uygularım ız karşılıklı.”
“Peki neden beni dinlemedin?” Çocuğunu azarlayan bir baba
gibi kollarını göğsünde kavuşturdu.
D ikleştim . “Kim olduğunu düşünüyorsun, bilmiyorum.”
Arkasındaki kız dramatik bir şekilde iç çekti. “Bu konuda
daha iyi olm an gerek ...” Bana döndü. “Senin iyiliğini düşünü-
yy
yor.
“Siz diğer gruplardan mısınız?”
Oğlan iç çekti. “Demek ki biliyorsun. Seni yakalamışlar. On­
ların çırağı olmayı kabul ettin mi yoksa?”
“Neden etmeyeyim?”
“Tehlikeli.” Yüzü asla açmayacağım sırlarla dolu bir kasa gibi
gergin ve soğuktu.
Kız ellerini çırptı. “Ben de çırağım.”
Bir ona bir diğerine baktım. “Madem bu kadar tehlikeli, se­
nin neden çırağın var?”
Çocuğun yüzünde karanlık bir şey titreşti.
100 ACIM A SIZ İLLÜZYONLAR

Sanki bu sorunun cevabını hiç düşünmemiş gibi kızın yüzü


biraz düştü.
Belki bunları dondurma yerken konuşabiliriz?”
“B en ...”
Daha itiraz edemeden kolumdan tutup beni sokağa doğru
çekmeye başladı. “Bir arkadaş edinmenin zararı olm az, değil mi?
Sonuçta aynı yarışmaya gireceğiz.”
“W illo w .. . ” diye homurdandı çocuk.
Willow, “Romanı boş ver sen,” dedi bana. “O pek arkadaşlık
kuramaz.” Sanki bir sır paylaşıyormuş gibi sesini alçalttı. “Emi­
nim ki beni bile arkadaşı olarak görmüyordun” Sesinde aynı
anda hem alaycılık hem de biraz kırgınlık vardı. Kolum u tut­
ması beni biraz rahadatmıştı. Fazla zeki ve fazla m utlu insanlara
güvenmem ama bu kızda gerçekçi hissettiren bir şeyler vardı.
Aslında bir arkadaş aram asam da daha fazla bilgiye daima
açığımdır. Bunu sürdürebilirdim.
“Ben Ava,” dedim, daha sorulmadan adım ı söylediğim için
şaşırdım ama benimle sanki adımı bilmese de olurm uş gibi ko­
nuşması hoşuma gitmişti.
Dondurmacıya yürümek sonsuzluğa yürüm ek kadar uzun
sürdü ama belki de bunun nedeni Roman’ın arkam dan gelmesi
ve bakışlarını sırtımda hissetmemdi.
Omzumun üzerinden ona bakma dürtüsüne karşı koymam
gerekiyordu.
Ürün tabelasında lavantalı ve yeşil çaylı gibi tu h af don­
durmaların bulunduğu kalabalık bir dondurma dükkânının
önünde durduk. Buranın önünden defalarca geçm iştim am a hiç
içeri girmemiştim. Parker ve Jacob, hep D airy Q ueen’de Bliz-
zards isimli dondurmadan isterlerdi.
Doğrudan tezgâha giden Willow, ona şaşkın şaşkın bakan
çifti görüp kendine gelince sıranın arkasına geçti. Bana bakm ı­
yorlardı. Onları suçlayamazdım.
M a r g ie F u s t o n 101

W illow ’un sarı saçları beline kadar uzanıyordu ve öylesine


birbirine dolanmıştı ki ormanda koştuğunu ve saçlarına dalların
takıldığını falan hayal ederdiniz. Ağaç kabuğu rengindeki göz­
lerini bana çevirdi.
“Favori dondurma çeşidin var mı?”
“Vanilya herhalde.” Dışarıda gördüğüm tabelaya göre vanil-
yalı yoktu.
M ırıldanarak önündekilerin etrafında döndü ve rengârenk
dondurm alara baktı. “Yeşil çayı denemelisin.”
Vanilyanın onu yeşil çaya nasıl yönlendirdiğini bilmiyordum
ama başım la onayladım. Sanki bu bizim için muhteşem bir an­
mış gibi güldü. Eğer bu bir film olsaydı, sonsuza dek arkadaş
olacağım ızı anladığımız an bu an olurdu. Tezgâha gittiğimizde
benim için bir top ballı vanilyalı, bir top da yeşil çaylı sipariş
etti. Kendisine ise lavantalı ve fıstık ezmeli sipariş etti; bu kom­
binasyonun düşüncesi bile öğürme isteği oluşturdu içimde ama
belli etmemeye çalıştım. Ben daha elimi cebime atamadan iki­
mizin parasını da W illow ödedi.
“Gerek y o k tu ...”
“İçimden geldi. Arkadaşlar böyle şeyler yapar.”
Roman arkamdan, “Siz arkadaş değilsiniz,” diye homur­
dandı.
O na sanki ben de aynı şeyi düşünüyormuşum gibi baktım.
Biz arkadaş olamazdık.
W illow, Rom anı duymazdan gelerek beni metal sandalye­
lerle çevrili krem bir masaya götürdü. O sandalyeleri çekerken,
sandalyeler itiraz edercesine gıcırdadılar.
“Sanırım onu da dâhil etmemiz gerek,” deyip iç çekti.
“Sanırım .” Elinde bir kâse ballı vanilyalı dondurma ile
W illow ’un yanına oturan Romana baktım. Sanki bizi duymu-
yorm uş gibi davranıyordu.
102 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Wıllow külahından akan dondurma dam lasını yalarken ona


baktı. “Dondurmanın nasıl yapıldığını bile bilm ez.” Bana ba­
kıp güldü.
Gergin bir gülümsemeyle, “Gerçekten çok üzücü,” diye ya­
nı dadım ama biraz da olsa elimdeki dondurma gibi eridiğimi
hissedebiliyordum. Bu aydınlık yerde, WiUow’un enerjisi her ta­
rafa yayılıyor ve beni sosyal ortamlarda pek sık hissetmediğim bir
neşeyle dolduruyordu. Ballı vanilyah dondurmamdan bir ısırık
aldım. Tadı ve yoğundu, hafif bir bal tadı vardı. “H arikaym ış.”
Willow, sanki birbirimizi çok uzun zamandır tanıyorm uş uz
gibi, “Beğeneceğini biliyordum,” dedi. Aslında onu hiç tanım ı­
yordum ama tavrındaki bir şey bende o tanıdıklık hissini oluştu­
ruyordu ve bu duygu, arkadaşmışız duygusu değildi.
Bu duyguyu kovmaya çalıştım. Burada olm am ın nedeni bu
değildi.
Roman bir bana bir ona bakıp iç çekti. “Bu kötü bir fikirdi.
Sana söylemiştim. Arkadaş yok.”
W illow somurttu. “Benim arkadaşa ihtiyacım var.”
“Neden?” diye sordum. Gerçekten merak ediyordum . Arka­
daşlık, bazen istesem de ihtiyaç duyduğumu hissettiğim bir şey
değildi. Şimdi istesem bile.
“Tüm gün kime maruz kaldığıma baksana. G rubundaki tek
üye kendisi.” Gülümsemesi soldu ama eğer insanları okumaya
bu kadar alışık olmasaydım bunu fark etmeyebilirdim. “Büyük
ailemi özledim.”
“Siz rakipsiniz, arkadaş değilsiniz. İkisi birden olamazsınız,”
dedi Roman, karanlık bir tavırla. “Sadece biriniz kalacak.”
Willow, “Ama şimdilik arkadaş kalabiliriz,” dedi. “Ne düşü­
nüyorsun, Ava? Şimdilik arkadaş mıyız?”
En son ne zaman biri benimle arkadaş olmak istediğini
açıkça söylemişti, hatırlamıyordum. Bu sadece oyun alanında,
topun yanında duyabileceğiniz türden masum bir ifadeydi. Kü­
çük bir çocukken bile kimse bana bu sözleri söylememişti, yani
M a r g ie Fu s t o n 103

anım sam ıyordum . Ben ikinci el kıyafetler giymiş, salıncağın


önündeki taş duvarda oturan, kalkıp sıra beklemeye cesaret ede­
meyen çocuktum. Bir parçam birinin bana bu sözleri söyleme­
sini dilem iş olmalıydı. Ve şimdi, evet diye bağırma ve aptal gibi
sırıtm a dürtüm e direnmem gerekiyordu.
Şim dilik. İfadesinin tek olumsuz kısmına tutundum ve ken­
dim i aşağıya, ait olduğum ye re geri çekmek için bunu kullan­
dım . Sadece birimiz kazanabilir ve kalabilirdik. Yeni dosdu-
ğum uzun ömrü kısa olacaktı. Ama ben kalıcı olmayan şeylere
alışkınım dır.
M asanın karşısındaki Willow’a baktım, uzun ve kıvrak ba­
caklarını süzerek onu yeni bir ilgiyle değerlendirdim. Çok gü­
zeldi am a muhtemelen hızlı değildi. Yarışmanın nasıl bir şey
olacağını bilmiyordum ama yetenekli bir savaşçı gibi bu bilgiyi
cebime koydum.
O da aynısını benim için yaparken, yüzüne yavaş yavaş bir
gülüm seme yayıldı. Hem onun dürüsdüğünün hem de dondur­
mam ın lezzetinin tadını çıkararak gülümsedim. “Arkadaş mı­
yız?” M asanın üzerinden elini uzattı.
“Ve rakip,” diye cevapladım ve elini avucumun içine aldım.
Başını sallayıp güldü ve elimi bırakıp sandalyesine yaslandı.
Gözleri sıcak, sıvı kehribar rengindeydi. Parmağına bulaşan bir
dam la dondurm ayı yalayıp, “Uzmanlığın nedir?” diye sordu.
Bu sırada Rom anın vanilyalı dondurması kâsede eriyordu.
Tek bir kaşık bile yememişti.
“Ah, şe y ... Ben bozuk para numaraları yapıyorum,” dedim
ve ürktüm .
“Güzel.” W illow sanki mükemmel cevabı vermişim gibi gü­
lümsedi.
Roman, “Bu yeterince iyi değil,” diye homurdandı. Sımsıkı
tuttuğu kaşığı, elinin içinde çatırdadı.
Kendimi geri çektim. Bozuk para numaraları, grubun geri
kalanının yapabildiği şeyler kadar harika değildi, biliyordum.
104 A C IM A SIZ İLLÜZYONLAR

Ama henüz beni eğitmeye başlamamışlardı. A ncak Rom anın


öfkesi bana yönelik değildi. Kâsesine bakıyordu.
“Başka şeyler de öğreneceğime em inim ,” diye ekledim .
Ne zaman? Kınlan kaşığını masaya düşürdü.
Pratik yapmak için zamanımız -çok fazla olm asa da yeterli
zamanımız- olduğunu sanıyordum.
W illow a döndüm. “Ne zamandır pratik yapıyorsun?”
W illow tereddüt etti. “On ay.”
Ağzım kupkuru oldu. Dondurmam şelale m isali elimden
aşağıya akarken, eğer aldım birazcık yerinde olsaydı, dondurm a­
nın akmasını durdurmaya çalışırdım. Yapmadım. D algın dal­
gın, sanki her şey yolundaymış gibi, sanki henüz içine düştü­
ğüm bu rüyada hiç şansımın olmadığını yeni öğrenm em işim
gibi başımı salladığımın farkındaydım. Bunun bu kadar acı ve­
rici olmasına şaşırdım.
Beni aşağıya çeken, Romanın öfkesiydi. M asanın üzerindeki
yum ruğuna odaklandım; uzun parmakları, dam arları şişecek ka­
dar sıkı kenetlenmişti. Neden bu kadar önem sediğini bilm iyor­
dum. Çırağının daha şanslı olmasından m em nun olm ası gere­
kirdi.
Roman, “İşte bu yüzden seni uzak durman konusunda uyar­
m ıştım ,” dedi. “Onlar çıraklarını asla yeterince eğitm ezler.”
“Bunu neden umursuyorsun?” diye sordum ve WiIIow’a
döndüm. “Bu senin şansını artırmıyor mu?”
“Ben adil dövüş severim,” dedi.
Roman cevap vermedi.
“Eh, sana hâlâ adil dövüş vadediyorum.” Xander bende çok
fazla güç hissettiğini, doğuştan yetenekli olduğum u söylem işti.
Buna inanmam gerekiyordu.
Birkaç dakika sessizce dondurmalarımızı yedik. Bana verecek
başka bir şeyleri olmadığından emin olduğumda ayağa kalktım .
“Seninle tanışmak güzeldi.” Sözlerimi yalnızca W illow ’a yönelt­
tim çünkü henüz ona arkadaşım ya da benzer bir şey dem eye
M a r g i e F ü STON 105

hazır olmasam da Romanın hiçbir şekilde arkadaşım olmadı­


ğını biliyordum.
W iIlow el sallarken, “Yakında görüşürüz,” dedi.
Gece havasına çıktım.
“Ava.” Derin sesi, sanki adımı kullanmaya hakkı olduğundan
emin değilmiş gibi tereddütlüydü.
Arkamı dönüp Romanın ciddi gözlerine baktım.
“Bunu neden yapıyorsun?” diye sordu.
Omuz silktim. “Uzun hikâye.” Onun için özetlemeye ça­
lıştım . “Farklı bir şey istiyordum. Xandefın grubu bana bunu
sundu.”
“Hayır,” dedi, kaşlarını çatarak. “Neden benimle ve Willow’la
o karanlık sokağa girdin? Açıkça benim bir tehdit olduğumu dü­
şünüyordun ama yine de müdahale ettin. Çoğu insan ya bunu
görmezden gelirdi ya da yardım çağırırdı.” Son cümlesini, bu­
nun yapılacak en akıllıca şey olduğunu ima edercesine söyledi.
WT •• J •• »
lçgudu.
Yüzü kasvetliydi.
Arkamı döndüm.
“Cesurcaydı,” dedi.
“Teşekkür ederim,” dedim. Bunu neden söylediğini bilmedi­
ğim için yürümeye koyuldum.
“Bunun bir iltifat olduğunu sanmıyorum,” dedi. Sesi o ka­
dar kısıktı ki onu zar zor duyabiliyordum. Bir başka uyarıydı sa­
nırım.
arker tek bir lokmada bir başka sosisliyi daha m idesine in­
P dirirken, çocuklardan biri homurdanarak portakallı gazozu
burnundan çıkarıyordu. Jacob da aynısını yapıyor ve “en iğrenç
şekilde sosisli yiyen kişi” unvanını elde etmek için m ücadele ve­
riyordu. Beşinci veya altıncı sınıftalardı. Başka bir oğlan ve kız
da onlara ayak uyduruyordu. Kız hoşuma gitm işti. Kusmaya ha­
zır görünüyordu ama Deb ne kadar vakitleri kaldığını söyledi­
ğinde, kız bir sosisliye daha uzandı. Herkes tezahürat yaparken,
Jacob, Parker’ı şampiyon ilan ederek elini kaldırdı. Oysa ben
Jacob’ın ondan daha önde olduğuna emindim. A slında itiraf et­
meliyim ki bu çocuğu seviyordum.
Stacie yüzünü bana döndü. “Bana neden burada olduğumu
bir kez daha söyler misin?”
“Beraber vakit geçirelim diye davet ettim seni. Ç ünkü yarın
bir süreliğine buradan ayrılıyorum.”
“Gidiyorsun ve bana tam olarak nereye gideceğini söylemi­
yorsun.”
“Söyledim ya. Santa Cruz.”
“Bu gerçek bir adres değil. En azından oraya varınca bana
nerede olduğunu mesaj at. İletişim konusunda berbat olduğunu
biliyorum ama seni bir dahaki görüşümün berbat bir sın ıf yıllığı
fotoğrafının datelined a yayınlanması olmasını istem iyorum .”
İç çektim. Bunu zaten on kez yaşamıştık. Sihirbazların çırağı
olarak, onlarla birlikte seyahate çıkacağımı açıkladım ona. Sih­
rin gerçek olma kısmını atlayarak. Stacie vampirlere inanıyordu
<una nesneleri zihinleriyle hareket ettirebilen insanların varlığı,
M a r g ie Fu s t o n 107

onun için büyük bir sıçrama olurdu. Stacie, sonunda bir hen-
dekte ölümün bulanacağından emindi.
“Denerim,” dedim ama ikimiz de bunu muhtemelen unuta­
cağımı biliyorduk.
Tekrar etrafa bakarken burnunu kırıştırdı. “Ergenlik öncesi
saçmalıklarını ne kadar sevsem de, bugün, bir pazar öğleden
sonrası ve gideceğim yerler, göreceğim erkekler var.”
“Söz veriyorum, geldiğin için bir dakika içinde memnun
olacaksın.” Mikrodalganın saatini kontrol ettim. Bir kırk beş.
Tanrı’ya şükür ki ona partinin başlama saati olarak, gerçekten
başlayacağı saatten bir saat daha geç söylemiştim. Böylece bir
oda dolusu on iki yaşında çocuğun sosisli yediği yarışmaya tanık
olmak zorunda kalmamıştı.
Bir kaşını kaldırdı. “Nedenini söyle, ona göre karar vereyim.
Uzun, dağınık ve gür yavru köpek saçlarını yüzünün önünden
çekmeye can atacağın, alışveriş merkezindeki telefon kılıfı ma­
ğazasındaki Alex’i yenmesi gerekecek. Alex çoktan kafeye git­
miş, beni bekliyor. Gerçi bekleyecektir de ama neyse.” Sırıttı.
Daha önce Alex’ten bahsedip bahsetmediğinden emin bile
değilim ama Alex’in bir Xander olmadığından emindim. Sesimi
alçalttım. “Geçen geceki sihirbazlardan biri sürpriz bir gösteri
için gelecek.”
Şaşırmış gibi geriledikten sonra gözlerini devirdi. “Hayır. Üz­
günüm. Alex kazandı.” Bana uzaktan bir öpücük gönderip om­
zunun üzerinden parmaklarını sallayarak kapıya yöneldi. Kapıyı
kapatmadan önce durdu. “Bana mesaj atmayı unutma.”
Eğer güzel saçlı bir çocuğun, sihir numaralarını gölgede bı­
rakacağını düşünüyorsa, arkadaşlığımızı gözden geçirmem ge­
rekirdi.
Kapı arkasından kapandı.
Ancak bunun için endişelenecek vaktim yoktu. Dökülen
portakallı gazoz beni çağırıyordu.
108 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Ben biraz daha kâğıt havlu ararken, Parker, “Ş im d i,” d iy e b a ­


ğırdı.
Deb başıyla onayladı ve çocuklar diğer odaya koşarken, Deb
ile göz göze geldik. Ona sürprizimi anlattım. Fikir hoşuna gitti.
Sevinçle bağırarak el çırptı, ben de onu yenmeye çalıştığım için
kendimi biraz suçlu hissettim. Ben kazanmak istiyordum, o ise
Parker için en güzel partiyi istiyordu.
Zil çaldı, koridorda çıkıp kapıyı açtım. Xander, sahnedeki
kadar gösterişli giyinmemişti. Koyu renk bir kot pantolon ve si­
yah bir gömlek vardı üzerinde, elinde de sanki bunu durdura-
mıyormuş gibi bir ileri bir geri karıştırdığı bir deste siyah iskam ­
bil kartı taşıyordu.
Kanım şimdiden beklentiyle -hayır, ona yakın olduğum için-
zonklamaya başlamıştı. Onun sihrini hissedebiliyordum.
El sallayıp işaret ettim. “Ne bekliyorsun? Davetiye m i?”
Xander güldü ve bilinçli bir şekilde eşikten bir adım attı. Ben
vampir şakaları yapacak biri değilimdir ama o öyleydi. Ve dün
gece göğsüne bir kazık saplamaya kalktığımdan beri kendim i
ona borçlu gibi hissediyorum.
Kapıyı arkasından kapattım. “Bu taraftan.”
Tam arkamı dönüyordum ki kapı yine çaldı. Kaşlarımı çat­
tım. Büyük çocuklar buradaydı. Herkes gelmişti. Parker gerçek ­
ten popülermiş . ..
Belki Stacie fikrini değiştirmiştir.
Alex’in saçlarının içinde sihirli kuşlar olmadığına dair bir yo­
rum yapmaya hazır bir şekilde kapıyı açtım ama şakam dudak­
larımda öldü. Roman gelmişti.
Roman gün ışığında tuhaf görünüyordu. Cildi o kadar sol­
gundu ki sanki güneşte parıldıyordu ve koyu kumral saçları
ışıkta bakır tellerini andırıyordu. Üzerinde hâlâ siyah pantolon,
kırışıksız beyaz gömlek ve pantolon askısı vardı.
M a r g i e Fu s t o n 109

Ben bir şey söyleyemeden Xander önüme geçti. “Burada ol­


maman gerek.” Xander’ın sesi gergin ve öfkeliydi. “Neden hâlâ
bizi takip ediyorsun? Zaten istediğini aldın.”
“Ö yle m i?” Roman sanki beni görmeye çalışıyormuş gibi
başını hafifçe eğdi. Xander’ın yanından geçmeye çalıştım ama
Roman yana kayarak beni engelledi ve “Kaygılandın mı?” dedi.
Sesi derin ve sakindi ama ağlayan bir çocuğu teselli edecek tür­
den sakin değildi, daha çok kollarımı titreten türden sakindi.
Xander, gerçek olamayacak kadar hızlı bir şekilde, “Hayır,”
deyiverdi. “Ne istiyorsun?”
“Her zamanki gibi, seni kontrol etmek.”
“Böyle iyiyim , teşekkürler.”
“Pekâlâ, umursadığım kişi sen değilsin.” Sesindeki samimi­
yetten ürktüm .
Bu yüzden kapıyı yüzüne kapatamadım.
Xander’ın kolunun altına geçtim çünkü kapıyı kapatacakmış
gibi tutuyordu.
“Burada ne işin var?” diye sordum. “Doğruyu söyle.”
Roman tereddüt etti. “Onu takip ediyorduk. Seninle konuş­
mayı um uyordum . Ama verandada balonları gördük, Willow
doğum günlerini seviyormuş d a ...”
W illow yüzünde geniş bir sırıtmayla başını Roman’ın arka­
sından uzattı. “Selam !” Gözleri yavaşça Xander’a kaydı ve onu
dikkatle inceledi. Onu bir tehdit olarak gördüyse de bunu belli
etmedi.
“Rahatsız ettiğim için çok üzgünüm. Doğum günü partile­
rini o kadar özlüyorum k i...”
“Ç ünkü eğitim e başladığından beri görmediğin büyük bir ai­
len var?”
Şaşırm ış gibiydi. “Bunu hatırlıyorsun. Evet.” Tereddüt etti.
“Her ay en az bir doğum günü kutlamamız olurdu.”
X ander bana baktı. “Onları tanıyor musun?”
110 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Yiiz ifadesi değişmeyen Romana baktım. “Bana sizden uzak


durmamı söylemişti.”
Xander bir kahkaha attı. “Eh, sanırım bu Ava’yı cesaretlen­
dirmiş, o yüzden teşekkür ederim.”
Elbette haklıydı ama benim hakkımda bunu nereden bildi­
ğini henüz bilmiyordum.
Roman hiçbir şey söylemedi ama sanki bir bulm acayı çöz­
meye çalışıyormuş gibi bana bakıyordu. Bakışları hoşuma git­
medi.
Xander başını Willow’a doğru salladı. “Bu sefer senin de bir
çırağın var.”
“Evet, hem de çok iyi.” Roman tekrar bana baktı. “Seninki
oldukça hassas görünüyor, bu yüzden onu uyardım, sen de uyar­
san iyi edersin.”
Sinirlendim.
Xander sırıtarak, “Oldukça dişlidir,” diye yanıdadı.
Roman uzun bir süre dudaklarıma baktı, sanki dişlerim i ha­
yal ediyormuş gibi. Bir kan emici olmadığımı söylemekten ken­
dim i alıkoymak zorunda kaldım.
Deb evin bir yerinden, “Ava?” diye seslendi.
Burada aslında her ne oluyorsa, bunun için vaktim yoktu.
“Gitmeliyim. Gösteriyi bekleyen bir ev dolusu on iki yaşında
çocuk var.”
Willow’un elinde ince bir kutu vardı. “Ben de bir perfor­
mans sergileyebilir miyim?”
“Ş e y...” Üç sihirbaz, bir sihirbazdan daha iyi olurdu ama
aynı zamanda beni eğitmeyi teklif eden kişiyi kızdırm ak da is­
temiyordum.
Xander kaşlarını çattı ama omuz silkti.
Kapıyı biraz daha açtım. “İçeri gel öyleyse.”
Willow sevinçle ciyakladı. “Pişman olmayacaksın.” Döndü
ve elindeki kutuyu girişteki bankın üzerine koydu, kutunun
M a r g ie Fu s t o n m

m andalını açtı ve içinden parlak gümüş bir flüt çıkardı. Ne bek­


lediğim i bilm iyordum ama beklediğim bu değildi.
“ö n c e benim çıkmamın bir sakıncası var mı? Sahne korkum
var ve beklem ek zorunda kalırsam daha da gergin olacağım.
Xander bana baktı, omuz silktim.
D ram atik bir selamla, “önden buyurun,” dedi. Arkaya dö­
nüp, kapıdan içeri giren Romana baktı. “Pek senin tipine ben­
zemiyor.”
Roman ona karanlık bir bakış attı. “Ben o şekilde oynamam.”
Kavgaya tutuşmalarına bir saniye kalmış gibi görünüyorlardı
ve Xander kesinlikle daha kaslıydı ama Romanın yüzünde bana
onu hafife almamam gerektiğini söyleyen bir sertlik vardı.
Boğazımı temizledim. “Beni takip edin öyleyse.”
O nlara, Deb’in partiye katılan çocukları yarım daire şeklinde
oturttuğu oturma odasını gösterdim. Willow onu tanıtmama
izin vermeden flütü dudaklarına götürdü ve birkaç kısık sesli,
unutulm az nota çıkardıktan sonra hepimize göz kırptı ve melodi,
Irlandalı bakirelerin hareketli dansına dönüşüverdi. Çocuklardan
bazıları, kafaları karışmış gibi görünseler de alkışladılar.
Tam bir sihirbaz değil de sadece bir müzisyen mi acaba? diye
merak etmeye başladığım sırada, bir notayı biraz daha uzun
tuttu ve flütün ucunda büyük bir baloncuk oluşup havaya sa­
lındı. Tempo artarken şimdi her notayla birlikte flütten bir dizi
baloncuk fışkırıyor, melodiyle tezat bir aylaklıkla odanın içinde
süzülüyordu. Çocuklardan bazıları ayağa kalkıp baloncuklara
uzandı; baloncuklara vuruyorlar ve üzerlerine tanecikler yağar­
ken gülüşüyorlardı.
Gerçekten harikaydı.
Rom an, Xander’a, “Onun iyi olduğunu sana söylemiştim,”
dedi. Biri sağım da biri solumda duruyordu.
Xander hiçbir şey söylemedi.
112 ACIM ASIZ İLLÜZYONLAR

W illow yüksek bir notayla ve küçük baloncukların çocukları


güldüren patlamasıyla gösterisini bitirdi. Bize doğru dönerken
hafifçe selam verdi.
Xander’la benim arama girdi. “Ne düşünüyorsun?”
“Harika,” dedim. Gerçekten öyle düşünüyordum ama
Xander’ın ne yapacağını görmek için daha çok sabırsızlanıyor­
dum.
Ortaya çıkıp kalabalığa doğum günü çocuğunun kim oldu­
ğunu sorarken, kartları doğal olmayan bir rahatlıkla ellerinin
arasından akıp gidiyordu.
Parker’ın kahkahası o kadar sesliydi ki benim dudaklarımın
da bir gülümsemeyle kıvrılmasına neden oldu. Gerçek bir gü­
lümsemeyle.
Xander, Shin Lim’i utandıracak birkaç el çabukluğu numa­
rası yaptıktan sonra Parker’dan bir tane kart seçmesini istedi.
Parker’a kartı arka cebine koymasını söyledi, ardından da he­
men geri çıkarmasını istedi. Parker arka cebine uzandı am a cebi
boştu.
Diğer çocuklardan birkaçı ona tekrar kontrol etmesini söy­
leyince, Parker tekrar kontrol etti. Sırf gösteriş olsun diye ön
ceplerini de dışarı çıkardı. Sanırım o da sahnede olmaktan be­
nim gibi keyif alıyordu. Belki onun kanı da benim ki gibi kay­
nıyordu.
Xander son olarak masanın üzerindeki paketi işaret etti. Bu
benim hediyemdi. Üzerinde “Rey” yazan kırmızı bir paket.
Xander, “Aç hadi,” diye emretti.
Parker son derece kibar bir çocuk olduğu için önce etiketi
okudu. Bana gülümsedi, sonra gözyaşları içinde Son ]edi\ pa­
ketten çıkardı.
“Teşekkürler, Ava!” Sihir numarasını unutm uştu bile ama
ben unutmamıştım. Bekliyordum.
Xander rahat bir tavırla topuklarının üzerinde geriye doğru
sallandı. “Açmaya devam et.”
M a r g ie Fu s t o n 113

Parker’ın kaşları çatıldı. DVD’nin selofan ambalajını dişle­


riyle yırttı. Onay almak için Xander’a baktıktan sonra kutuyu
açtı. Kutunun içinden siyah bir kart düştü.
“Bu senin kartın mı?”
Parker ağzı açık bir şekilde başıyla onayladı. Parker’ın arka­
daşları çılgına dönüp Xander’ın etrafında toplanarak kartlarını
incelem e şansı yakalamadan önce, Xander özenle selam verdi.
Sonra destesini karıştırması için Parker’a izin verdi.
“Ava? Sen gösteri yapmayacak miydin?” diye sordu Deb.
Ne zam andır yanımdaydı, bilmiyordum. “Çocukları senin
için sakinleştirebilirim .” Yapacaktım. Ama Xander’ın gösterisi­
nin ardından ne yapabilirdim ki? Parker, Xander’a benim ucuz
m adenî para numaralarıma karşı hiç duymadığı bir hayranlıkla
bakıyordu.
“H ayır.” Döndüm ve Deb ile göz göze geldim. “Yine de te­
şekkürler.” Ayrıca ona bu teklifinden daha fazlası için teşek­
kür ettiğim i anladığını umdum çünkü elimden gelenin en iyisi
buydu.
Başını salladı.
“Bekleyin,” dedi Xander. “Bir tane daha var... öyle değil mi?”
Xander başını Roman’a doğru salladı. “Buraya kadar geldin.”
Roman ona öyle bir bakış attı ki çiçekleri soldururdu. Ama
bütün çocuklar ona kocaman açılmış beklenti dolu gözlerle ba­
kıyordu. Roman bunu fark edince, soğuk yüzü biraz olsun eridi.
D udakları hareket etmese de gözlerinin kenarları sanki gü-
lüm süyorm uş gibi kırıştı. Odanın ortasına doğru birkaç uzun
adım attı ve gevezelik eden çocuklar sakinleşinceye kadar orada
durdu, sonra sessizlik tedirgin edici olmaya başlayana kadar bi­
raz daha bekledi.
Tam pes edip pasta vaktinin geldiğini duyurmak üzereydim
ki eliyle saçlarını taradı. Elini geri çektiğinde, parmaklarının
arasında bir bıçak belirdi. Bıçağı öylesine hızlı döndürüyordu ki
114 A C IM A S IZ İLLÜZYONLAR

inci sapı beyaz bir bulanıklıktan ibaret görünüyordu. Aynı şe­


kilde aniden durdu ve tek parmağıyla bıçağı dengede tuttu.
“Bunun gerçek bir bıçak olup olmadığını test etm ek isteyen
var mı?” diye sordu yavaşça. Birkaç el havaya kalktı.
Deb bana bir bakış attı. Muhtemelen on iki yaşın d aki çocuk­
ların bıçak tutmasına izin vermememiz gerekiyordu.
“Ben.” Başka birini seçmesine fırsat vermeden odanın ön ta­
rafına doğru ilerledim.
Roman bıçağı bana verdi. Düşündüğümden daha güzel ve
daha ağırdı. Parmağımı bıçağın üzerinde gezdirdim ve parma­
ğım ı kanattım, bir damla kan akarken hafifçe nefes verdim .
“Bir çocuğun bunu test etmesine izin vereceğine inanam ıyo­
rum ,” diye tısladım.
O da benim kadar şaşırmış bir vaziyette parm ağım daki kan
dam lasına bakıyordu.
Boğazını temizledi. “Aslında kendilerini kesm eye çalışmala­
rını önermeyecektim.”
Bıçağı elimden geri aldı.
Seyircilerine, “Bunu evinizde denemeyin,” dedi. “Tabii eğer
evinizde ben yoksam.”
Çocuklar güldü ama o gülmedi.
Boş elini avucu aşağıya bakacak şekilde öne uzattı, sonra­
sında üzerinde hâlâ benim kanım olan bıçağı eline koydu. Bıça­
ğın sivri ucunu eline doğru yavaşça bastırıp tekrar çekerken doğ­
rudan izleyiciye bakıyordu.
Kimse alkışlamadı. Pantolonunun cebinden siyah bir mendil
çıkardı ve elinin her iki yanındaki az miktarda kanı veya kana
benzeyen sıvıyı sildi.
Bıçağın nereye gittiğini bilmiyordum; onu ben fark etmeden
sakladı mı yoksa yok mu etti, emin değildim.
“Daha fazlasını isteyen?” diye sordu sakince.
Çocukların çoğu kendi aralarında konuşuyor ve daha iyi gö­
re b ilm e k için yaklaşıyordu. Ama iki kız, parm aklarıyla gözlerini
MARG1E FUSTON 115

kapatm ışlardı, bir erkek çocuk da ağlayacakmış gibi görünü­


yordu.
Deb göm leğinin yakasını çekiştirdi, irileşmiş gözleriyle, yal­
varan bir bakış attı bana. ^
R om anın elini tutup onu kenara çektim. Çocuklar sanki
onu takip edip bıçağını başka bir yere saplamasını isteyecekler­
miş gibi ayağa kalktılar, bu yüzden onu Xander’ın bakışlarının
ve W illo w ’un alkışlarının arasından çekip kapıdan çıkardım ve
her zaman biraz fazla karanlık olan alt kattaki koridora götür­
düm .
Deb, “Pasta zamanı,” diye bağırdı. On iki yaşındaki bir çocu­
ğun dikkatini çekecek bir şey varsa o da pastadır.
Güzel. R om ana baktım. Duvara yaslanmış, kollarını göğ­
sünde kavuşturmuş, bana bakıyordu.
“Bu biraz fazla oldu,” dedim.
“H oşlarına gitmişe benziyordu.” Durakladı. “Senin de öyle.”
D udağım ı ısırdım. Bu doğruydu. Bu bana David Blaine’in
yanı başında duran insanların gözünün önünde, buz kıracağı­
nın iğnesini elinin tersine bastırıp avucundan çıkarmasını ha­
tırlattı.* Am a onun numarasında kan yoktu. Roman’ınki daha
dram atikti.
“Elini görebilir miyim?” diye sordum.
Şaşırm ış görünüyordu ama kollarını açtı ve bana yaklaştı.
Avucu yukarı bakacak şekilde elini uzattı. İlk başta dokunma­
dan baktım am a sonra dayanamadım. Elinin diğer tarafına bak­
m adan önce parmaklarını tutup yüzüme yaklaştırdım. Üzerinde
kan vardı.
Sanki onu bir şey yaparken yakalamış gibi başımı kaldırdım.
“O sanırım senin kanın,” diye mırıldandı.
* D a v id B laine, The Daily Shotv’dz da bu performansını sergilemiştir. Videoya
Y o u tu b e ü zerin d en , aram a m otoruna “David Blaine - The Ice PickTrick" yazarak
u laşılab ilir. —ed.n .
116 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Ne elemek istediğini anlamam biraz zaman ald ı. Parmağım


hâlâ kanıyordu ve kanımı eline bulaştırmıştım. “Kahretsin. Üz­
günüm .” Elini bıraktım, sonra tekrar tuttum çünkü m uhtem e­
len temizlemem gerekiyordu. Gerçi neyle temizleyeceğimden
emin değildim.
Ama o çoktan mendilini çıkarmıştı ve ben elin i tutm ayı sür­
dürürken, kanımı sildi. Elini bıraksam mı bırakm asam mı bile­
medim ama koridor birdenbire çok dar ve karanlık gelm eye baş­
lamıştı.
“Sorun değil,” dedi bana bakarak. “Biraz kandan kim seye za­
rar gelmez.”
Elini bırakıp geri çekildim. “Bıçağı görebilir m iyim ?” diye
sordum.
“Çok meraklısın,” dedi.
“öğrenm ek istiyorum.”
“Çünkü hiçbir şey bilmiyorsun.” Geri çekilip duvara yas­
landı. “Bunun nasıl bir his olduğunu hatırlıyorum . Ben de bunu
çok severdim. Ama bu yolda devam edersen, o sevgi sürmez.
Gerçek sihre sahip olmak, illüzyonlardaki m ucizeyi yok eder.”
Roman tekrar Bay Kıyamet’e, Kasvet’e ve Belirsiz U yarılar’a
dönüştü.
Bir yanım onun ne demek istediğini -sihir hissi yaratm anın
gerçek sihir kullanmaktan daha etkileyici olduğunu- anlıyordu
ama aynı zamanda yanıldığını da görebiliyordum. B unun ger­
çek sihir olduğunu bilsek bile, nasıl işlediğine dair bir gizem söz
konusuydu. Hangi kısımların sihir, hangilerinin illüzyon oldu­
ğunu çözmeyi seviyordum çünkü Xander’a göre tüm num ara­
larda ikisinden de biraz vardı. “Bana bıçağı göstermeyeceksin,
değil mi?”
Gözümü kırpmaya bile fırsat bulamadan bıçak boğazım a da­
yandı. Roman bana doğru bir adım attı ama bıçak hiç hareket
etmedi. İçgüdüm geri adım atmam için alarm veriyordu ama
yapmadım. O kadar yakındı ki metalin hafif tem asını tenim de
M a r g ie Fu s t o n i 17

hissederken Rom anın bakışlarıyla buluşmak için çenemi yukarı


kaldırm am gerekti.
“Bıçağı hissetmek değil, görmek istedim.”
“Bu hileli bir bıçak değil.”
« P 1 •1• »
Evet, b iliy o ru m .
İmkânsız bir şekilde bir adım daha yaklaştı, böylece birbiri­
mize yaslandık, sabit eli hâlâ bana karşı bıçağı tutuyordu.
İç çekti. “Sen çok aptalsın.”
“Dün gece bana cesur demiştin.”
“İkisi de aynı şey.” Kısık sesinin üzerimde titremesi, bir bü­
yünün uğultusu gibiydi.
“Sadece beni korkutmaya çalışıyorsun.”
“Ç ünkü korkman gerekiyor. Yarışmada hileli bıçaklar veya
plastik m erm iler olmayacak.” Geri adım atıp bıçağı havaya fır­
lattı, sonra dikkatlice yakaladı ve sapını tutmam için bana doğru
uzattı.
Bıçağı alıp boğazına bastırdım.
Kollarını göğsünde birleştirdi.
“Kaçmayacak mısın?”
“Ben de aptallığım la tanınırım.”
“Bana onlardan neden nefret ettiğini söyle.”
“Yoksa beni bıçaklayacak mısın?”
CC/'"* •• •• •• M
Görürsün.
Bir anda bileğim i tuttu ve bıçak elimden kayıp gitti. Bıçağı
nereye sakladığını bile göremedim. Geri çekilip koridorun diğer
tarafına yaslandı.
“G rubum dan neden nefret ettiğini söyle bana.”
Gözlerinde koca bir fırtınanın estiğine yemin edebilirdim.
Çenesi öyle bir kasıldı ki sonsuza dek bir daha açılmayacaktı
sanki. Am a sonra fikrini değiştirdi. “Senin grubun,” diye tekrar­
ladı. Sanki bana geri adım atma şansı veriyormuş gibi durakladı.
Geri adım atmadım.
118 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

“Benim çırak olduğum yıl, ikizim olan kız kardeşim de se­


nin grubunda çıraktı. O yıl bir boşluk vardı. Ben burada oldu­
ğuma göre, ikizimin kaybettiğini anlayabilirsin. O nun eğitimin­
den Xander sorumluydu. Yeterince iyi bir iş çıkarm adı.”
“Yani sen ölümsüzsün ama ikizin değil.” Bunun ne kadar acı
verici olabileceğini anlayabiliyordum ama Xander yalnızca dört
yıldır sihirbazlık yapıyordu, dolayısıyla Roman çok da yaşlı ola­
mazdı. Omuz silktim. Bu, bu kadar öfkeli olm asına sebep ola­
mazdı.
“O zamandan beri kardeşimle konuşm adım ,” diye homur­
dandı, sanki konuşmakta çok zorlanıyormuş gibi.
Yani bu yüzden aralarında bir husumet olm uşu am a hâlâ
Xander’ın tüm çıraklarını korkutmaya çalışm asını haklı çıkar­
mak için yeterli bir sebep değildi.
“Kazansan bile, ucunda sadece acı var.”
Omuz silktim. Her yerde acı vardır. M esele sadece nasıl acı
çekmek istediğinizi seçmekle ilgilidir.
Benden vazgeçmiş gibi başını salladı ve koridorda ilerlemeye
başladı, sonra duraksadı ve omzunun üzerinden bana baktı.
“Keşke seninle daha önce tanışsaydım.”
O tek kelime daha etmeden koridorda ilerlerken, peşinden
koşup ne demek istediğini sormak istedim.
Bunun yerine bir dakikalığına duvara yaslandım . H âlâ daha
tüm o sihirden dolayı nabzım hızla atıyordu.
Bunun sihir olduğundan emindim.
Dışarı çıktığımda Xander ön kapının yanında duruyordu.
“Willow nerede?” diye sordum.
Xander, “Az önce gittiler,” dedi. “Roman m isafirliklerinin
fazla uzun sürdüğüne dair bir şeyler söyledi.”*
“ilk etapta zaten misafir olarak davet edilm em işlerdi,” dedim
ama bir yanım ufacık da olsa bir kayıp hissediyordu.
Xander güldü. “Gerçek yetenek hâlâ burada.”
Ma r g ie Fu st o n 119

“İstersen pasta yemek için kalabilirsin,” diye teklifte bulun­


dum .
“Ç ok isterim ,” dedi Xander, göz kırparak.
Yanaklarım ın kızardığını hissedince kendimi tekmelemek is­
tedim . A m a muhtemelen sadece pasta yemek istiyordu.
M utfağa vardığımızda, pasta bitmek üzereydi. Son dilimler­
den birini elim e aldım. Xander tezgâha yaslandı. Çocuklardan
birine bir şey söylediği sırada bile bir yandan beni izliyordu. Ben
de o sıra Parker’a yaklaşmıştım.
Pastanın beyaz şekerlemeleri Parker’ın ağzının kenarlarına
yapışm ıştı. Gözleri parlıyordu. “Bu şimdiye kadarki en güzel
partim di.”
O na elim den gelen en geniş gülümsememle gülümsedim.
Gözlerim yanıyordu ama dizginleri elimde tutmaya çalışıyor­
dum . H er zaman onun için yapmayı hayal ettiğim partiyi so­
nunda yaşam ıştı; her şeyi tek başıma yapmamıştım gerçi ama
yine de sorun değildi. En azından bu önemli olmamalıydı.
T abağım ı alıp merdivenlerin dibine doğru kaydım. Otur­
dum ve serin ahşabın beni kendime getirmesini bekledim. Pas­
tadan bir ısırık alınca, tatlılık diğer her şeyi bastırdı. Çikolatalı
m uhallebi dolgulu beyaz kek... Parker’ın en sevdiği şey. Deb
onu iyi tanıyordu.
X ander elinde yarısı yenmiş pasta dilimiyle koridora çıktı­
ğında ben üçüncü lokmamı yiyordum.
“Bu tarafa geldiğini düşünmüştüm,” dedi. “Oturabilir mi-
yım?
Başım la onayladım .
Yanım a otururken omzu bana çarptı ve onunla sahnedeyken
ilk kez hissettiğim duygunun aynısını bir daha hissettim. Belki
de arzuladığım , sahne ve alkışlar değildi; sadece oydu. Ama
sahne heyecanı olmasını tercih ederdim. Bu daha ulaşılabilir gö­
rünüyordu.
“Ç ocuklardan mı saklanıyorsun?” diye sordum.
120 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Kıkırdadı. “Uzun sürmeyebilir.”


Gülerken dizlerimin üzerine hiç de çekici olm ayan bir şe­
kilde krema püskürttüm. Umurumda değilm iş gibi görmezden
geldim. “Nasıl kaçtın?”
“Sihir.” Göz kırptı. Kendi kendime onun benim le flörtleş-
mediğini söyledim. Dirseğiyle dirseğimi dürttü. “İyi m isin?”
Cevap verirken boğazım düğümlendi. “Bu m ükem m el bir
partiydi.”
Ağzımdan çıkan sözlerle hissettiklerim arasında uyum yoktu
ama Xander yine de sanki bir çocuğun doğum günü partisinin
mükemmel geçmesine üzülmek normalmiş gibi başını salladı.
“Harika bir ailen var,” dedi.
Çoğu sözcük gibi bunların da nezaketen ve öylesine söylen­
miş olması gerektiğini bildiğim halde, kelim eleri canım ı acıttı.
“Benim ailemden olan, Parker. Deb bizim k o ru yu cu ... bil­
mem neyimiz.”
“Ah,” dedi. Üzgün olduğunu falan söylem edi. Veya insan­
ların bunu öğrendiklerinde söyledikleri saçma sapan şeylerden
hiçbirini söylemedi.
Kesik bir nefes aldım, o da kolunu omzuma koydu.
Dokunuşu gözlerimin yeniden acımasına neden oldu, gar-
dım ı indirmeme ve belki de yıllardan beri ilk kez ağlam am a sa­
niyeler kalmıştı.
Bunun yerine biraz fazla agresif bir şekilde boğazım ı temizle­
dim . “Parker’ın yanına dönsem iyi olur.”
Yarısı yenmiş pastasına baktı. “Aslında benim de gitm em ge­
rekiyor. Sabah görüşürüz.”
“Orada olacağım.”

Partinin geri kalanı, Parker’ın mutlu kahkahaları ve zar zor tut­


tuğum gözyaşlarımdan oluşan bulanık bir görüntüden ibaretti.
Kendimi kaybetmemem gerekiyordu. Uzunca bir süre uzak
M a r g ie Fu s t o n 121

kalm am gerektiği için onunla geçireceğim son günümü mah­


vetmek istemiyordum. Ama bunu ona sormalıydım. Sormam
gereken m ilyonlarca şey varmış gibi hissediyordum ama hiçbir
cevap beni gitm ek istemekten vazgeçiremeyecek gibi görünü­
yordu. Parker bana baktığında yüzüme bir gülümseme yerleştir­
dim . O nunla istediğim kadar vakit geçirememiştim ama onun
gülüm sem esini izlemek yeterliydi.
Çocuklar gittikten sonra, mutfağı temizlediğim sırada, Deb
oturm a odasından bana seslendi. “Ava? Bir dakikalığına buraya
gelebilir misin? Bir aile toplantısı yapmamız gerek.”
Kalbim küt küt atıyordu. Hayır, henüz değil. Bugün değil.
K endimi oraya doğru yürümeye zorlayıp kapının eşiğinde
durdum . Deb yatar koltukta oturuyordu. Parker ve Jacob da
kanepede oturuyorlardı. Jacob bana gülümsüyordu. Parker ise
bana bakm ıyordu. Bunun ne anlama geldiğini biliyordu. Koru­
yucu aileler, çocuklara gitmeleri gerektiğini söyleyecekleri du­
rum lar dışında aile toplantısı düzenlemezlerdi. Belirsiz bir ne­
deni öne sürecekti, işler yürüm üyor gibi. Daha önce de bunu
yaşam ıştık. Ama bunu Parker’ın doğum gününde yapacağına
inanam ıyordum .
Başarısız olmuşum. Deb çoğu kişiden daha fazla güven verici
gelm işti ve gardım ı düşürmüştüm. Diğerlerine yaptığım gibi
onu seviyormuş gibi rol yapmamıştım. Daha çok gülümseyebi-
lirdim , bulaşıkları yıkayabilirdim, yıllardır temizlenmeyen eski
tırabzanların tozunu alabilirdim, elbiseler için teşekkür edebi­
lirdim.
Şim di bunun bedelini ödeyecektim.
H ayır, Parker ödeyecekti.
Deb’in gözleri beni izlerken kırıştı. “Ava?” Jacob ise bağdaş
kurm uş, kanepenin ortasında oturuyordu. Kanepenin diğer ta­
rafına oturm aktan başka çarem yoktu. Minderlere yaslanıp ka­
nepenin desenindeki gülleri izlemeye koyuldum. Bana ikizleri
122 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

ve numaralarının sonunda patlayan çiçekleri anımsatıyordu;


beni huşu, korku ve merakla dolduruyordu.
Bu, Xander’ın grubuyla gidemeyeceğim an lam ına gelecekti.
Bir iş bulmam ve Parker’ın velayetini almam gerekecekti. Yirmi
bir yaşına gelene kadar Deb’in yanında kalm ayı planlamıştım.
O ise yerel üniversiteye gittiğimde de onunla yaşam am ı iste­
mişti. Tüm evrakları doldurmama yardım etm işti. Bizden emin
olmadığı halde bu kadar zahmete girdiğine inanamamıştım.
Ama Deb’e ihtiyacımız yoktu. Bu, neredeyse sahip olduklarımı
unutmak anlamına geliyordu: almak istediğim in tikam ve anne­
min benden önceki hayatına bir bakış. Bunun beni üzmeyece­
ğini umuyordum.
Deb dirseklerini dizlerine dayadı, ellerini bir üçgen oluştura­
cak şekilde birleştirdi.
“Jacob’ın ve benim ikinizle konuşmak istediğim iz bir şey
var.” Gülümsedi. Jacob’ın gülüşü tüm yüzüne yayıldı.
Midemdeki korku topu bambaşka bir şeye dönüştü.
“ikimiz de sizi zaten ailemizin bir parçası olarak görüyoruz
ama bunu resmîleştirmek istiyoruz.”
“Ne?” Jacob kanepede bir aşağı bir yukarı zıplayıp kendisiyle
birlikte hepimizi kıpırdatırken Parker’ın gözleri doldu.
“Kardeş, dostum. Kardeş olacağım. Hep bir erkek kardeşim
olsun istemiştim.”
Kız kardeş ile ilgili bir şey demedi.
Parker ve Jacob, kardeş olarak yapacakları her şey hakkında
konuşmaya başladılar, gerçi bunlar şu anda yap tıkların ın hemen
hemen aynılarıydı.
Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Tehditkâr gözyaş-
larımın sevinçten olduğunu iddia etmek isterdim. H âlâ gide­
bilirdim. Hâlâ Xander ile eğitime başlayabilirdim am a bu, ben
usta bir sihirbaz olduğumda, Parker’m benimle gelm eyeceği an­
lamına geliyordu. O zamana kadar tamamen başka bir hayata
ahsmış olacaktı.
M a r g i e Fu s t o n 123

Yine de bir yanım Parker için gerçek bir aile istiyordu. Bir za­
manlar, m asalların tutunabileceğim bir şey olduğu bir dönemde
bunu kendim için de istemiştim. Ama o noktayı çoktan geçtim.
Zaten konunun benimle ilgisi yoktu. Deb ve Jacob, Parker’ı is­
tiyor ve benim de gelmeme izin veriyorlardı.
“Ava?” diye sordu Deb.
Bir kez olsun adım ı söylemesini ve bunun bir soru olarak kal­
mamasını istedim. Eğer bunu yapamıyorsa, beni gerçekten na­
sıl istiyor olabilirdi?
Sadece baktım ona.
“Biz seni de istiyoruz. On sekiz yaşında olduğunu biliyorum
ama bir ailenin parçası olmak için asla geç değildir. Çok geç değil.”
O na inanm ak, kalıp bu ailenin Parker kadar bir parçasıymı­
şım gibi davranm ak istiyordum.
Parker ve Jacob’ın heyecanı odaya yayılıyordu. Bu, Deb’i et­
kilemiş gibiydi; onlara bakıp gülümsedi, sonra bana baktı. Ben
etkilenmemiştim . Etrafıma boğucu bir koza örüyordu sanki ama
bu koza, içinde büyürken bana bir kalkan sağlayacak, sonunda
da çıkıp kanatlanacağım türden bir koza değildi. Bu, içinde ku­
ruyup öleceğim bir şeydi.
Başımı salladım . Gözlerim doldu.
Kalmayacaktım. Kalmak isteyen her parçam gitmişti. Belki
gitmemişti ama öylesine derine itilmişti ki tüm organlarımı sök­
meden onu çıkaramayacağım bir yerdeydi. Artık Xander’la bir­
likte, birkaç eşyamı yanıma alarak, sırt çantama suçluluk duy­
gusunu koym adan gidebilirdim. Parker güvendeydi. Onun bir
ailesi vardı. Benimleyken de hep bir ailesi vardı ama artık bir yu­
vası olmuştu. Eğer kalırsam, aslında kimseye ait olmayan bir aile
fotoğrafındaki gölge gibi onun yolunda engelden başka bir şey
olmazdım. Deb ve Jacob beni aslında istemiyorlardı, sadece beni
sokağa atacak kadar zalim değillerdi. Hepsine bir iyilik yaptım
ve bir daha geri dönmeyeceğimden söz etmedim. ‘
124 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Jacob ve Parker’a fark ettirmeden kanepeden süzülerek kalk­


tım. Deb sanki evcilleştirmek istediği vahşi bir geyikm işim gibi
hareketlerimi takip ediyordu.
Onu görmezden geldim. Merdivenlere ulaştığım da, itiraz
eder gibi gıcırdayan basamakları ikişer ikişer çıktım .
Şık pastel tonlardaki odam hiçbir zaman benim tarzımda ol­
mamıştı ama şu anda bana o kadar ters geliyordu ki yatağa otu­
ramadım. Odanın bir köşesine çöktüm. Serin ahşap zemin beni
rahatlattı ve sessizliğiyle kucakladı. Parker’ın heyecanı hâlâ göz­
lerimin önündeydi, onu ödünç alınmış bir battaniyeye dönüş­
türdüm. Bana ait olmasa bile beni rahadatm asına izin verdim.
Santa Cruz heyecanım uzak, şekilsiz bir şeydi am a yarın bunu
gerçeğe dönüştürecektim. Yarın ben kendi ailem e uyum sağla­
maya çalışırken, Parkem da kendi ailesine bırakacaktım .
Merdivenlerden bir uyarı sesi geldi, ardından da biri kapıyı
çaldı.
“Evet.”
Parker başını içeri uzattı, gözleri beni önce yatakta aradı,
sonra yerde buldu. Kapıyı kapattıktan sonra bağdaş kurarak
önüme oturdu.
“Bu hep istediğimiz bir şeydi,” dedi.
“Evet.” Bunun yarısı yalandı, tıpkı gerçek sihir num araların­
daki gibi. Onun adına bunu hep istemiştim. K endim için is­
temeyi ise uzun zaman önce bırakmıştım. Parker için bile za­
manda geriye gidip bunu tekrar isteyecek değildim .
“Rol yapma.”
Lanet olsun, ufaklık. .. Ne hissettiğimi neden ancak şim d i fark
etm eyi tercih ettin ki?
“Yapmıyorum.” Sihir numaraları heybemden en inandırıcı
gülümsemeyi çıkarıp takındım ve daha küçükken yap tığım gibi
Parker’ın saçlarını karıştırdım. Artık bundan nefret ediyordu
ama yine de yapmama izin veriyordu.
Anlıyordu.
M a r g ie Fu s t o n 125

“Jacob erkek kardeşim olunca, sen daha az kız kardeşim ol­


m ayacaksın. Zaten Jacob’la kardeş gibiyiz. Hiçbir şey değişme­
yecek.”
Zaten değişmişti bazı şeyler. Elbette kardeşti onlar. Geçen
gece aile geleneğimiz olan film gecesini unuttuğunu görmüş­
tüm . Ben hâlâ onun ablasıydım ama bu onun bana aynı şekilde
ih tiyacı olduğu anlamına gelmiyordu. Belki de her zaman güçlü
olan oydu, ben değildim. Sahip olduğumuz hayatı idare edeme­
yecek kadar yum uşak ve masum olduğunu düşünmüştüm ama
belki de bu konuda her zaman benden daha iyiydi. Sadece şu an
için direniyordu. Ben hayallerimin parçalanmasına izin verir­
ken, o kendi hayallerini korumuştu. Bu çok güçlü bir özelliktir.
Ve artık bana ihtiyacı yoktu.
Keskin gözleri beni buldu. “İyi misin?”
Ç o k zor bir soruydu. Herhangi birinin buna nasıl cevap ve­
receğini bilm iyordum .
H erkes aynı anda hem iyi hem de kötü değil midir? Nefes
alıyor olm aları ve bir günü daha atlatmaları anlamında iyilerdir,
pek çok önem li veya önemsiz açıdan iyi değillerdir.
Bu bir evet-hayır sorusu değildi. Her iki cevap da sizi yalancı
konum una sokardı.
Evetti: çünkü o, benim onun yaşındayken sahip olmadığım
bir şeye sahip olacaktı. Deb onu seviyordu, Jacob onu seviyordu.
Bir insanı aynı anda birden fazla kişinin sevebileceğini biliyor­
dum ve bu onların hayatlarını daha kötü değil, daha iyi hale ge­
tiriyordu.
H ayırdı: çünkü Deb ve Jacob’ı, Parker ın sevdiği gibi sevmi­
yordum . Kalıp deneyebilirdim ama benim için bu tür bir sih­
rin var olduğuna inanmıyordum, ayrıca gittiğimde Parker beni
belki biraz daha az sevecekti.
A m a bir ailesi olacaktı. Bir yuvası.
“Evet,” dedim . “Ben hep iyiyim.”
126 A CIM A SIZ İLLÜZYONLAR

“Biliyorum.” Gözlerimin önünde yine m asum ve saf haline


büründü, hep öyle kalmasını istiyordum. Yerden kalkıp kapıya
yöneldi. “Deb kutlama için bizi Giovanni’ye pizza yemeye gö­
türmek istiyor.”
Sırıtıyordu. Pizzayı çok severdim. Ama şu an düşüncesi bile
midemi bulandırıyordu.
“Siz bensiz gidin. Karnım ağrıyor.”
Gülümsemesi kayboldu.
“Fazla heyecandan,” dedim.
“Tamam.” Tekrar kapının önünde durdu. “Hey, döndüğü­
müzde birlikte film izleyelim, sadece ikim iz.”
Sanki bir sihirbaz kutusuna girip bacaklarım ı yukarı çekmeyi
unuttuğum için testere beni ikiye bölmüştü; bir parçam burada
kalacaktı, bir parçam gidecekti.
“Evet, elbette,” dedim. Parker gitti.

Yola çıkmadan önceki gece Parker ve Jacob’ın kapısının önünde


uzunca bir süre durdum. Aralarına silah seslerinin serpiştirildiği
kahkahalarını ve vurulduklarında çıkardıkları inlem eleri dinle­
dim. Parker’ın kahkahası Jacob’ınkinden biraz daha tizdi ve suç­
luluk duygusu gibi içime işliyordu. Geri döndüğüm de daha de­
rin olup olmayacağını merak ettim. Bir yanım beni özlemesini
umuyordu. Bir yanım özlememesini. Ona bir not yazıp kapı­
sına yapıştırdım.
8 c

S abahın erken saatlerindeki trafikte yolculuğumuz birkaç


saattir sürüyordu ve bu sürenin çoğunda arabayı kullanan
Aristelle ve ben dışında herkes uyuyordu. İkimiz de konuşkan
olm adığım ız için vaktimin çoğunu karanlık pencereden dışarı
bakıp, doğru seçimi yapıp yapmadığımı merak ederek geçirdim.
Sonunda Xander uyandı. Orta sıradaki koltuklardaydık ve
diğer taraftaki Diantha’nın omzunda uyuyakalmıştı ama bana
doğru kaydıkça koltuk alçalmıştı. Dirseğiyle beni dürttü, sonra
da bir daha uzaklaşmadı.
Eli aramızda, koltuğun üzerindeydi, uyluğumun arka tara­
fına belli belirsiz değiyordu. Pencereden dışarı bakarken par­
m aklarını yukarı aşağı indirip kaldırarak bacağıma vuruyordu.
Bunun bende nasıl bir etki yarattığının farkında olup olmadı­
ğını m erak ettim ; kalbim, her küçük dokunuşunda nasıl da tek­
liyo rd u ...
Am a sonra hafifçe pencereden döndü ve ben yukarı bakıp
onunla göz göze gelinceye kadar bana baktı.
A ğzının köşesi çok hafif kıvrıldı.
Farkındaydı.
ö n c e uzaklara baktım. Parmakları vurmaya, vurmaya, vur­
maya devam etti.
G üçlükle nefes alabiliyordum. Biraz hava almak için araba­
dan atlam ak zorunda kalabilirdim. Beni harekete geçiren, sa­
dece intikam ya da annemin gerçekte kim olduğunun büyüsü
ve gizemi değildi. Onun rahatlatıcı flörtleşmesini de istiyordum.
128 ACIMASIZ İ 1l.UZYONLAR

Ana yoldan sapıp sekoya ağaçlarının dev gövdelerinin sardığı


tek şeritli bir yoldan ormana doğru ilerlediğimiz sırada durdu.
Hâla bana yaslanmış olduğundan vücudunun gergin olduğunu
hissedebiliyordum. Belki de klostrofobisi vardı. Sanki orman
bizi hapsetmeye çalışıyormuş gibi, sanki yol her an daralıp bite-
bilecekmiş gibi.
Soluk sabah ışığı birkaç ağacın arasından sisle birlikte içeri
süzülüyordu ve sisler yeri kaplayan eğrelti otlarının yaprakları
arasında sürükleniyordu. Biz ilerledikçe sis daha da yükseldi,
ağaçlar sanki gri bir denizin içindeymiş gibi görünüyordu.
“Burası hep bu kadar sisli midir?” diye fısıldadım . Reina ve
Diantha kıpırdandı ama ikizler hâlâ uyuyorlardı.
Xander yavaşça kulağıma yaklaşarak, “Normal bir sis değil
bu,” dedi.
Sisin buzdan pençesi tarafından çoktan kavranm ışım gibi tit­
redim.
Daha yoğun olabileceğini düşünmemiştim am a pencerelere
o kadar kalın bir tabaka halinde yaklaşmıştı ki artık orm anın
yalnızca çıplak gölgesini görebiliyordum. Aristelle’in oradan na­
sıl geçebileceğine dair hiçbir fikrim yoktu. Hızı azalm adı, ö n
pencereden dışarı bakmak için Xander’a yaslandım . Gri bir du­
vardan başka bir şey yoktu.
“Nasıl görebiliyorsun?”
“Bunu gözlerim kapalı yapabilecek kadar çok araba sürdüm .
Aristelle, direksiyonu çevirmeye devam ederken dönüp uzun bir
süre bana baktı.
Gerçekten de ihtiyacım olan son şey bir gösteriydi.
Tam sisin bizi bütünüyle yutacağını düşündüğüm sırada, si­
sin bir kısmı dağıldı. Ağaçlar da bitti ve eğrelti otlarının oluştur­
duğu bir açıklık ortaya çıktı.
Sonra şunu hissettim: değişim, yakıcı bir yaz gününden, buz
gibi klimanın altına geçmek gibiydi. Ama mesele sıcak-soğuk
meselesi değildi. Sihir meselesiydi. Sanki radyodaki biraz fazla
MARGIE FUSTON 129

gürültülü bir şarkıyı damarlarımda bir uğultuymuş gibi hissedi­


yordum ve o uğultudan başka hiçbir şey yoktu.
Nefesim kesildi.
Xander güldü. “Alışıyorsun.”
Tepki verdiğim tek şey sihrin içimdeki vızıldaması değildi,
ön üm üzde beliren devasa metal çardaktı aynı zamanda. Çarda­
ğın etrafı yaban gülleriyle sanlıydı, güller yıllardır budanmamış
gibi duruyordu. Her iki tarafta da mükemmel şekilde kesilmiş
yüksek çitler, sisin içine doğru uzanıyordu, bu yüzden nerede
durduklarını göremiyordum.
SU V araçtan atladım, Xander da beni takip etti, parmakla­
rımı hafifçe parmaklarının arasına alarak beni kemerli geçide
doğru çekti.
Şık bir siyah araba yanımıza yanaşuğmda Xander durakladı.
İlk önce W illow indi arabadan. Bana parlak bir gülümse­
meyle el salladı. Roman sürücü koltuğundan eğildi ve bizi fark
etti. Gözleri Xander’ın elimi tutan parmaklarına, sonra da yü­
züme kaydı. Yanaklarımın ısındığını hissedebiliyordum, elimi
Xander’dan çekme dürtüsüne karşı koymam gerekiyordu. Ne­
den böyle bir dürtü hissettiğimi bile bilmiyordum. Xander’ın eli
sıcak ve davetkârdı. Romansa hiç de öyle değildi.
Aristelle ilerledi. “Kaybedecek vakit yok.”
Xander elim i bıraktı ve onu takip etmemi işaret etti ama o sı­
rada telefonum çaldı. Durdum ve telefonu cebimden çıkardım.
Stacie genelde mesaj atardı. Beni arayan tanıdığım tek bir kişi
vard ı... Ekranda Deb’in ismini görünce göğsüm sıkıştı. Ona si­
hirbazlarla birlikte gittiğimi bildiren bir not bırakmıştım. Beni
boş verm esini, bu konuda konuşmak zorunda kalmamamızı
um m uştum . Keşke aramayı yok sayabilseydim ama Parker onun
yanındaydı. O na bir cevap borçluydum.
Açtım . “Selam .”
“Ava, iyi m isin?” Sesi gergindi.
“Evet, notu almadın mı?”
130 A d MAŞIZ İ L L Ü Z Y O N L A R

Aldım. Sorun da bu zaten. Bir sirkle birlikte kaçtın ve sadece


biı not mu bıraktın?” Onun daha önce bu şekilde çıkıştığını hiç
duymamıştım.
Onlar sihirbaz. Ayrıca kaçmadım, on sekiz yaşındayım .”
Hattın diğer ucunda bir anlık bir duraksam a oldu, sonra
Deb iç çekti. Biliyorum ama senin böyle bir planın yoktu.”
“Planlar değişir.”
Bir süre sessizce durduk. Tam telefonu kapatsam mı diye dü­
şünüyordum ki yeniden konuşmaya başladı. “K açm ana... kaç­
mana gerek yoktu. Evlat edinilmek istemiyorsan, bunu anlar­
dım. Duygularım incinmemiş olurdu. Bunun karm aşık bir soru
olduğunu biliyorum. Bunu bu şekilde üzerine attığım için üzgü­
nüm.” Sesi artık kızgın değildi. Üzgündü.
Beni biraz da olsa öldüren bir üzüntü. “Ö yle d eğil.” Bir kısmı
öyleydi ama sesimi olabildiğince inandırıcı çıkarm aya çalıştım.
“Bu benim hayalimdi. Hayalimin peşinden gitm ek istedim.
Parker’la benim için ilgileneceğini biliyordum. D eğil m i?”
“Her zaman.” Sesi güçlüydü. “Ama Ava, istediğin zaman eve
J •• 1_ •1• • w
dön ebilirsin.
“Teşekkür ederim,” dedim. Ama Deb’in evi benim evim de-
ğildi ve ben gerçek evime de zaten dönemezdim. Başka bir şey
söylemesine fırsat tanımadan telefonu kapattım . Beni sevdiğini
falan söylemesini istemedim.
Herkes beni izliyordu. Roman ve W illow bile. R o m an a dik
dik baktım, o da Willow,u da peşinden sürükleyerek uzaklaşma
nezaketini gösterdi. İkisi birlikte güllerle çevrili kem erli geçitte
durdular; siyah takım elbiseli Roman, gotik bir prense benzi­
yordu. Willow ise uzun, karışık saçları ve bir hayalete benzeme­
sine neden olan uçuş uçuş beyaz elbisesiyle hemen arkasından
Romanı takip ediyordu. Roman, geçidin diğer tarafında hapsol-
muş gibi görünen sisin içinde kaybolmadan önce om zunun üze­
rinden bana bir bakış attı.
MARGIE FUSTON 131

Takip ettim . Sarmaşıklar beni yakaladı, kemerden geçtiğim


sırada kıyafetim e takılmalarını önlemek için onların etrafında
dönm ek zorunda kaldım. Her iki tarafımı da sarmıştı gül ağaç­
ları. Sis o kadar yoğundu ki herhangi bir yönü görmek zordu
ama çakıl taşlı basamaklardan oluşan bir yolda ilerlemeye de­
vam ettik. Sis etrafımızda dönüp dururken, ayaklarımın altında
kırm ızı bir şeyler gördüm ve bir anlığına bunların kaldırım ke­
narındaki güllerin taç yaprakları olduğunu sandım ama bunlar
kan dam laları kadar küçük kırmızı taşlardı.
Biz ilerledikçe güller patikaya daha çok sarılıyordu. Başıboş
dalların aç dikenleri tenimi ısırıyordu. Çok fazla kan akıttıkla­
rına em indim . Önümüzdeki sis duvarı dağılarak, büyük kısmını
yosunların kapladığı gri taşlardan inşa edilmiş devasa malikâneyi
ortaya çıkarırken, acaba Roman bıçağıyla dalları kesmek zo­
runda kalm ış m ıydı, merak ettim. Sis, karanlık kuleleri gökyü­
züne tırm anm aktan alıkoymaya çalışırcasına kucaklıyordu. Bir­
takım koyu kırmızı çiçek, duvarların dibinde gelişigüzel şekilde
büyüm üş ve devasa bir ön kapıya giden geniş taş basamakların
kenarlarına ulaşmıştı. Bura canavarların kalesine mi benziyordu
yoksa prenslerin şatosuna mı, karar veremiyordum.
Xander kapıyı açıp bana elini salladı ve ben siyaha yakın ko­
yuluktaki ahşap zeminli büyük giriş yoluna adım attım.
W illow da benimle birlikte içeri adım attı. “Iyyy,” diye mı­
rıldandı.
H aksız değildi. Burada sıcak bir karşılama halısı yoktu. Koyu
bordo duvarlarda asılı hiçbir tablo yoktu. Sıcak çiçeklerle dolu
masalar yoktu, hoş gelmişlik hissi verecek hiçbir şey yoktu,
ö n üm ü zd e büyük bir merdiven yukarıya doğru kıvrılarak iki
farklı yöne ayrılıyordu. Merdiven korkuluğu, sihirbazların bi-
lekliklerindekilerle aynı renkte kırmızı taşlar taşıyan demir çi­
vilerle süslenmişti. Üst kattaki balkonlar, sanki misafirlerin bir
çeşit spor yapm aya gelişini izlermiş gibi tüm giriş holünü çev­
reliyordu. Ama yukarıda kimse yoktu. Yıllarca boş kalmış bir
132 A C I M A S I / İ 1I U Z Y O N I AR

perili eve adını atmak gibi bir duyguydu bu. O dadaki içi boş
sessizlik neredeyse boğucuydu, sanki burada ölebilirdim ve oda
beni içine çekerdi.
Veya sihir. Buradaki sihir yoğun ve derindi. D aha önce sihri
kanımda ve başkalarında hissedebiliyordum am a şim di derimin
üzerinde yuvarlanarak etimi çekiştiriyordu. D ilim sihirden do­
layı ağırlaşmıştı.
Yutkundum. “Balkondan düşmek istemem.”
Sesim sessizliği bozduğunda W illow yerinden sıçradı. Bu
sessiziği bozmak istemediğinden başını iki yana salladı sadece.
Gözleri her zamankinden daha yuvarlaktı. Bayılacakm ış gibi gö­
rünüyordu.
“Bu aslında beklediğim türden bir şey.” G ülm eye çalıştım.
Duvarlar sesi yutup gıcırtılı bir yankıyla bana geri püskürttü.
Willow yüzünü buruşturdu.
Xander yanıma geldi, diğerleri de onu takip ediyordu.
“Neden o kadar geride kaldın?” diye sordum.
“Bu şimdiye kadarki en kötü dekor.” Reina, X ander ile ara­
mıza girip burnunu buruşturdu. “Yeni konukları etkilem ek için
biraz daha çaba sarf edilmesi gerektiğini düşünür insan.”
Diantha yanımızdan geçip, “Sadece birkaç vazo ve canlı çi­
çekler işe yarayabilirdi,” dedi, papatya işlemeli parlak mavi,
1950’lerin tarzında eteğini eliyle düzelterek. Bu hareketi, gün­
delik, sıradan bir jest gibiydi ama eli hafifçe titriyordu.
“Benim hoşuma gitti,” dedi Roman.
Sesini duyunca kasıldım.
Xander homurdandı. “Olabilir. Sonuçta senin tarzına uyu­
yor.” Sonunda Roman’a baktım. Xander haksız değildi. Gözleri
bir anlığına gözlerimle buluşup tekrar başka tarafa baktığında
bile Romanın yüzünde hiçbir ifade yoktu.
Aristelle yanımdan geçip uzaklaştı. “Açılış töreninde görüşü­
rüz.” Merdivenlerden çıkarken birkaç adım atıp durdu ve tekrar
Aander’a baktı. “Avanın uygun giyindiğinden em in ol.”
M a r g ie Fu s t o n 133

A ristelle’in kendi kendime giyinemeyeceğimi ima etmesine


sinirlendim .
Xander, “O konuyu çoktan hallettim,” dedi. Belli ki o da
aynı şeyi düşünmüştü.
D iğerleri bizden ayrıldı. Geriye yalnızca Xander, ben,
Rom an ve W illow kaldık.
Roman bana kibarca başını salladı. “Sonra görüşürüz.
W illo w ’u çağırdı, W illow tereddüt etmeden merdivenlerden yu­
karı doğru takip etti onu.
“Açılış töreninde mi?”
“H ayır. Yarışma başlarken.”
Donup kaldım . “Öncesinde eğitim için vaktimin olduğunu
söylem iştin.”
Xander bana neşeli bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Merak
etme. Gerçek müsabaka henüz başlamıyor. Bu sadece çırakların
hecelerini sergilemesi için bir şans,” diye açıkladı. “Eğitime de­
vam etm ek için yer edinmeni sağlayacak.”
Yutkundum. “Benim bir yeteneğim yok ki.”
“M adenî para numaran işe yarayacaktır. Buraya ait olduğunu
kanıtlayacak bir şey olmalı.” Güven vermek için beni dürttü
am a özgüvenle dolmam için bunun hiçbir faydası olmadı. “En­
dişelenm e. İşin kolay kısmı bu.”
“Endişelenmedim.” Ama artık endişeliydim.
İleriye doğru bir adım atıp elimi korkuluktaki noktalardan
birinin üzerinden geçirince, ürkerek geri çekildim. Bir kan çiz­
gisi belirdi.
Xander parmaklarını şıklattı ve aniden beyaz mendilini avu­
cum a bastırıp kanı sildi. Kanım odadaki en parlak şeydi.
“Sihri gereğinden fazla besleme,” diye şaka yaptı. En azından
ben bunun bir şaka olduğunu düşündüm. Artık odada uğultulu
bir titreşim vardı, sanki evin midesi bulanıyormuş gibi. Ama
belki de hayal gücümün bir ürünüydü bu.
134 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

“Buradaki sih ir...” Aklıma ilk tehlikeli kelim esi geldi ama
onun yerine, “Güçlü,” deyiverdim.
“Sihirbazlar o kadar uzun yıllardır buradaki büyülere katkıda
bulunuyorlar ki artık büyü taşmaya başladı.”
“Burayı neden sevdiğimi anlayabiliyorum,” diye yalan söy­
ledim.
Biraz kaşları çatıldı. ''''Sevmek güçlü bir kelim edir.”
Açıklama yapmadı ama anladım. Derim sanki bana ait de­
ğilmiş gibi hissediyordum. Derim yoksa, geriye ne kalırdı ki?
Huzursuzluğumu bastırmaya çalıştım. Bu, yüksek rakım da ya­
şamak gibi bir şey olmalıydı. Vücudum alışacaktı. X ander elim i
tutup beni merdivenlerden yukarı çıkardıktan sonra orada du­
rakladı.
“Hangi yönden?” diye sordum. Her iki tarafta da koridor
vardı.
“Önemi yok. Ne olursa olsun, olmamız gereken yere varaca­
ğız. Burada her şey sürekli değişir. Her zaman kaybolursun ama
aynı zamanda kaybolmazsın da. Sadece yürürsün ve sihir seni
olman gereken yere götürür. Sen hangi yönden gitm ek istersin?”
diye sordu.
Ön kapıdan dışarı çıkmayı , diye geçirdim aklım dan am a bu­
nun yerine sola, kurutulmuş sarı gül yapraklarından yapılm ış
duvar kâğıtlarıyla kaplı geniş koridora yöneldim. H er on m et­
rede bir, gül şeklinde tokmakları olan beyaz kapılar vardı. Biri­
nin önünde durup kolu çevirdim ve Xander’ın iddiasını test et­
meye odaklanarak içeri bir adım attım.
Kapı başka bir koridora açıldı. Mor ve siyah baklava desenli
duvar kâğıdı ve duvarın yansına kadar yükselen koyu renkli ah­
şap panellerin olduğu bu koridor daha koyuydu. Sihirbazla­
rın eski siyah beyaz fotoğrafları deseni bozuyordu. Parıldayan
oniks zeminde yürürken aval aval fotoğraflara bakıyordum . Ç i­
çek açan bir gül gibi biçimlendirilmiş pirinç kulplu siyah bir ka­
pının önünde durdum. Kulpu çevirdim ve kapıyı iterek açtım .
M a r g ie Fu s t o n 135

ö n ü m d e uzanan kocaman bir oda vardı. İçeri adımımı at­


tığım anda botlarım gösterişli, yeşil halıya gömüldü. Üzerinde
sade, siyah bir yatak örtüsü olan kiraz ağacından bir karyola, de­
vasa odayı doldurmaya yardımcı oluyordu. Uyumlu sehpalar ya­
tağı çerçeveliyordu. Odadaki tek dekorasyon, yatak başlığının
üzerinde asılı, ay ışığında okyanusu resmeden kocaman bir tab­
loydu. Koyu mavi duvarlarla uyum içindeydi.
“Hoşuna gitti mi?”
Cum baya doğru ilerledim, oraya yerleştirilmiş, sadece çöküp
yeri sarm akla kalmayan, aynı zamanda benim için bir perfor­
m ans sergilercesine dönüp dans eden sisten başka bir şeye bak­
m ayan iki sandalye ve bir masanın yanına geçtim.
O m zunun üzerinden, “Gidip yerleşmem gerekiyor,” diye ses­
lendi. “Kostümün gardıropta.”
Gardırobun kapısını açtım ve yeşil bir pantolon buldum. Yeşil.
“M üm kün değil.” Döndüm ama o çoktan gitmişti.
atsby’nin partilerinden birine giriş yapm ıştım sanki.
G Hayır, Gatsby önümde duran partiyi o kadar kıskanırdı
kikıskançlıktan bayılırdı. Bu oda hayat, sihir ve o lasılıklarla do­
luydu. Bu sabah adım attığım boşlukla karşılaştırıldığında sar­
sıcıydı, sanki farklı bir odada değil de farklı bir dünyadaym ışım
gibi. Sanki buradaki herkes parmaklarını şıklatıp ortaya çıkmış
ve ben de iyi yapılmış bu numarayı alkışlam alıym ışım gibi.
İnanılmaz derecede uzun, altın rengi bir masa, bir m ağara
gibi odanın ortasından kırk-kırk beş metre aşağıya uzanıyordu.
Ama nefesimi kesen bu değildi. Her birinin çapı bir m etreyi geç­
meyen, altın rengine boyanmış ve ayrıntılı işlem elerle -dönen
sarmaşıklar, çalkantılı bulutlar ve bükülen dallar- kaplı m inya­
tür sahneler, duvarlar boyunca uzanıyordu. Her birinde perfor­
mans sergileyen tek bir sihirbaz vardı.
Xander başımda duruyordu. “Ne düşünüyorsun?” Ceva­
bımı beklemedi. “Konuşmam gereken birini gördüm . Aristelle
ve diğerleri masada olmalı.” Tam arkasını dönerken yine bana
döndü. “Ve Ava, dikkatli ol. Oyunlar erken başlıyor.”
Bu belli belirsiz uğursuz uyarı bile önümde duran şeyin için­
den beni çıkaramadı.
Sağ tarafımda tepeden tırnağa altın rengine boyalı bir ka­
dın, kendi bacağından daha uzun, altın bir mızrak tutuyordu.
Geri çekilmedi. Bana dönüp selam verdi. Yürümeye devam et­
mek için kendimi zorladım. Hareketlerimi izliyordu, en azından
ben öyle olduğunu düşündüm.
M a r g ie Fu st o n 137

Başımın sadece 30 santim kadar üzerinden bir ok uçarken


eğildim . Bir sonraki sahnedeki adam gülüyordu. Siyah tüylü
başka bir altın oku fırlatırken ona baktım. Çenesini bana doğru
salladı. Onun baktığı yeri takip ederek karşı sahneye, tamamen
siyah giyinm iş, gözleri bağlı bir kadının beklediği yere doğru
ilerledim . Ok yine başımın üzerinde şarkı söylercesine uçtu ve
aynı ok ben onu fark edene kadar, kadının bronz dudaklarının
arasında titriyordu. Gülümseyerek, dişlerinin arasına sıkışan
keskin ok ucunu gösterdi.
Adama döndüm. Eğildi, sonra göz kırptı. Göz kapakları,
koyu kahverengi teninde altın gibi parlıyordu.
Yeşil pantolonumun üzerine giydiğim dalgalı beyaz gömleği­
min üzerinde elimi gezdirdim. “Zor kısmı o yaptı,” dedim.
G üldü, oklarından birini çıkardı ve ben gözümü kırpmadan
bakarken oku yuttu, sonra kaşlarını kaldırarak bana baktı.
“Fena değil ama az önce başka birinin bir mızrağı yutmasını
izledim .” Gülümsedim, adam da gülümsedi.
Bir sonraki sahnede sadece buzdan bir heykel vardı. Dö-
küm lü bir elbise giymiş olan bir kadın, bir elini kaldırmış, par­
m ağını seyirciye doğrultmuştu. Karşı koyamadım ve parmağımı
kaldırıp onun parmağına dokundurdum.
Çatlam aya başladı, parmağından koluna ve pürüzsüz yana­
ğının üzerinden yukarıya doğru parçalandı, sonunda tamamen
çatlak çizgileriyle doldu. Ardından da tamamen paramparça
oldu ve arkasında, beyaz elbiseli, açık tenli bir kadın bıraktı.
Gümüş gözlerini bana çevirip gülümsedi. Kadın başka bir po­
zisyon alırken, ayaklarının etrafındaki buz parçaları kayarak el­
bisesine tırmandı ve tırmandıkça katı, kusursuz buza dönüştü.
Geriye doğru sendeleyerek bir adım attım ve ürperti içinde zi­
yafet masasına döndüm. Saf altına benziyordu ama sahte ile ger­
çek arasındaki farkı anlayabilecek biri değildim. Sarmaşık filiz­
leri altının altında sıkışıp kalmış gibi görünüyordu ve bu sadece
bir oyma değildi. Tasarımdan gerçek yapraklar filizleniyordu.
■88 ACIM VM Z İ 1 1U Z Y O N L A R

kendimi tutamadım. İleriye doğru bir adım attım , dönen masa


ayağının önünde eğildim ve parmağımı pürüzsüz m etalin, ar­
dından da bir yaprağın ince, kâğıtsı dokusunun üzerinde gez­
dirdim.
Orada hayatta nasıl kaldığını merak ediyordum. Bu aptalca
bir soruydu ama tüm bunların ardındaki ipleri aram aktan ken­
dimi alamıyordum. En azından bir tane ip olm alıydı -sihrin
kendisi- ama bir araya getirdiğim şeylerden anladığım kadarıyla
bu nasıl çalıştığını öğrenmek için bulup gözlemleyebileceğiniz
bir şey değildi. Tehlikeli. İstemsiz bir şekilde bu kelim e gelmişti
aklıma. Uzaklaştırmaya çalıştım ama o benimle alay edercesine,
bana gerçekte neden burada olduğumu hatırlatıyordu: sihrin
beni tehlikeli hale getirmesini istiyordum.
Hâlâ parmağımın altında olan yaprak önce kış kahveren­
gisine, sonra siyaha döndü, tırnağımın altında çadayıp düştü.
Onun yerinde altından, sağlam bir yaprak büyüdü.
Elimi geri çektim ve her şeyi kavramak için masadan uzak­
laştım. Siyah perdeler daha siyah duvarlardan çağlıyordu. Parıl­
dayan siyah mermer zemin, aşağıya baktığımda solgun yüzüm ü
yansıtıyordu. Odadaki tek renk, masadan ve onu çevreleyen tu­
haf ve renkli insanlardan kaynaklanıyordu. Etraflarındaki tüm o
siyahlık, onlara -normalde karanlık ve boş bir uçurum da yüzen
tanrılar- olağanüstü muhteşem bir ışık veriyordu.
Güzel. Bu kelimeyi alıp tehlike kelimesinin etrafına sardım.
Güzellik, tehlike için mükemmel bir maskedir. Tabiat hep onu
kullanır. İnsanlar da öyle. Eğer kalmak istiyorsam ya da sonunda
beni seçmelerini istiyorsam, tehlikeyi düşünmeye devam ede­
mezdim. Bu sihre inanmam gerekiyordu.
“Sen Ava olmalısın.”
Döndüğümde, parlak kırmızı kıyafetler içindeki beyaz tenli
biriyle yüz yüze geldim. Kıyafetinin her bir parçası, ayakka­
bısından pantolonuna, kravatına kadar her şeyi aynı şaşırtıcı
M a r g ie Fu st o n 139

renkteydi. Ona bakmak neredeyse can yakıcıydı, tıpkı açık, ka­


nayan bir yaraya bakmak gibi.
“Siz kim siniz?” O kadar yakın duruyordu ki görebildiğim tek
şey kravatının kusursuz düğümüydü. Ben hızla bir adım geri
atınca, sanki bana karşı bir tür zafer kazanmış gibi ağzı genişledi.
Etrafıma bakındım ama bizi izleyen kimse yoktu.
İyi bir günde dikkat çekici değilimdir. Bu insanlar arasında
da haliyle görünmezdim. Herkes birbirinden tuhaf ve rengârenk
elbiseleriyle ve takım elbiseleriyle masanın etrafında birbirine
karışıyordu. Stiller, modern şık elbiselerden korselere ve VIII.
H enry’nin sarayından fırlamış gibi görünen eteklere kadar çe­
şitlilik gösteriyordu. Elbisesi canlı güllerden yapılmışa benzeyen
bir kadın geçti.
D ikenleri de var mı acaba diye merak ettim.
D ikkatim i yeniden karşımdaki gence çevirdim. Bilinçli bir
gülünç ifadeyle bana bakıyordu.
“Ne?” Yüzümü mükemmel, boş bir maskeye dönüştürerek
ifadem i okunmaz hale getirdim. Pek ait olmadığım o tuhaf, ko­
ruyucu aile yemeklerinde taktığım maske. Konforlu hissettiri­
yordu. Kendi illüzyonlarımı ortaya çıkarabiliyordum.
“Böylesi daha iyi,” dedi. “Bir saniye önce, hissettiğin her şeyi
görebiliyordum .” Sırıttı. “Eğlenceliydi gerçi.”
D işlerim i gıcırdatma isteğime direndim. Boş. Boştum. “Kim­
sin?” diye sordum yeniden.
“Kim olduğum u bilmiyor musun?” Zaten mükemmel olan
kravatını düzeltti. “Ben senin kim olduğunu biliyorum.”
“Bilseydim sormazdım, değil mi?” Sakince -tarafsız, nere­
deyse kayıtsız bir ifadeyle- bir kaşımı kaldırdım.
Sanki ona çok önemli bir şey sormuşum gibi düşüncelere
dalm ıştı. “Birçok insan cevabını zaten bildiği sorulan sorar. Bu,
bilm ediğiniz bir şeyi sorup cevabı beğenip beğenmeyeceğinizi
tahm in etmek zorunda kalmaktan çok daha kolaydır.” Gülüm­
semesi kibirliydi.
140 ACIMASIZ İLL ÜZYON LA R

Homurdandım ve onun havasını söndürmek için kısa bir sü­


reliğine maskemi indirdim. “Eminim bunu düşünerek geç saat­
lere kadar uyanık kalmışsındır.” Yüzü benim yüzüm le buluşm a­
dan önce kısa bir öfkeyle burkulunca, ben de yüzüm e yeniden
kayıtsız bir ifade yerleştirdim.
Onun bilgeliğini anlamıyormuşum gibi omuz silkti.
“Peki benim hakkımda ne biliyorsun?” diye sordum . Bunu
bilmek istediğimden tam olarak emin değildim am a uzun va­
dede bana faydalı olabilirdi.
“Sen Avasın. Aristelle’in grubundansın. Buraya gelirken seni
sokaktan köpek sahiplenir gibi alıp getirdiler.” Bu sözü üzerine
gerildim. Bunu gördüğünde, kaybolan gülümsemesi geri geldi.
“Yarışma başladığında bana karşı hiç şansın yok.” Yüzümü ifa­
desiz tutmakta güçlük çekiyordum.
“Sen de çırak mısın?”
“Bingo.” Başını salladı. “Gerçekten hiçbir şey bilm iyorsun.
Herkesin bunu abarttığını sanmıştım.”
“Herkes derken?” İçimden bir panik dalgası geçti. Zaten ge­
rideydim. Bunu biliyordum ama herkesin bildiğini bilm iyor­
dum.
Maskemin yeniden kaydığını fark etti ve gülüşü genişleyerek
tam bir sırıtmaya dönüştü.
Piç kurusu.
“Gerçekten işimi kolaylaştıracaksın.” Beni baştan aşağı
süzdü. “Güzel pantolon.”
Kendime baktıkça utanıyordum. Kendimi az giyinm iş hisse­
diyordum. Herkes gösterişli balo elbiseleri ya da m uhteşem ta­
kım elbiseler giymişti ama ben hiç öyle şeyler alm am ıştım ya­
nım a ve görünüşe göre Xander bunun içinde iyi görüneceğim i
düşünmüştü.
Bu gıcık çocuğun etrafından dolaştım. “Affedersin. Arkadaş­
larım ı bulmam lazım.”
M a r g ie Fu s t o n 141

O nunla aynı Fıizadayken uzanıp dirseğimi kavradı. Bu arada


ben Ethan. Kabalık edip soruna cevap vermemek istemem.” Ko­
lum u elinden kurtarıp ilerlemeye devam ettim.
“Ayrıca, Ava,” diye seslendi omzunun üzerinden, “burada ar­
kadaşın yok.”
Ona dönüp bakmadım, bu yüzden sözlerinin bağırsaklarıma
bir taş gibi çöktüğünü göremedi.
Onun yanıldığını kanıtlamaya yönelik büyük arzum, gördü­
ğüm ilk kişiye gülümsememe neden oldu. Gülümsemem sah­
teydi elbette ama arkadaşça olmadığı da söylenemezdi. Görü­
nüşe göre o da benim gibi çıraktı, açık renk bir kot pantolon ve
düğmeli siyah bir gömlek giymişti. Siyah kare gözlükleri, çok
uzun olan dağınık saçlarının arasına itilmişti ve soluk beyaz teni,
sanki hiç güneşle tanışmamış gibi parlıyordu. Sanki küflü bir
kütüphanedeki kitapları okuyup duran bir insanın yüzü gibiydi.
Gülümsememe karşılık vermedi.
“Ben Ava.” Dost canlısı biriymişim gibi adımı söylerken ezi­
lip büzülmemeye çalıştım. Willow, ona tam da ihtiyacım oldu­
ğunda neredeydi?
“Barry,” dedi, yanımdan hızla geçerken.
En azından bu dünyada benden daha az arkadaş canlısı in­
sanlar da varmış. Arkamı döndüm ve bakışlarım, ıslak kırmızı
toprak renginde bir elbisenin üzerine örtülmüş yeşil kadife pe­
lerinli muhteşem bir kıza odaklandı. Kan kırmızısı saçları onu
büyülü bir ormandan çıkmış bir tanrıça gibi gösteriyordu. Çırak
olam ayacak kadar buraya aitmiş gibi görünüyordu. Göz göze
geldiğimizde başıyla selam verdi. Bunu şu anda ihtiyacım olan
tek kazanç olarak kabul ettim.
Karşıdan Reina ve Dianthânın sıcak bir şekilde gülümsedi­
ğini görene kadar ilerlemeye devam ettim. Aristelle şarap kade­
hini yudum luyordu ama o bile başını kaldırıp hızlıca başıyla se­
lam verdi.
142 ACI MAŞIZ İLLÜZYONLAR

Etiı.ın haklıydı. Reina, Diantha ve Aristelle birlikte oturan


bir arkadaş grubuydu. Ama ben onlardan biri değildim . Onları
tanımakta güçlük çekiyordum.
Reina ayağa kalkıp Aristelle’in yanına oturm am için altın
kaplama sandalyelerden birini çekti. O turduğum da, sandalye
sıcaktı, şüphesiz sihirle ısınıyordu.
Reina ve Aristelle’in üzerinden eğilen D iantha, “Güzel görü-
nüvorsun,” dedi.
“Ben de sana aynısını söylerdim ama fena halde yetersiz ka­
lır. ’ Eteğinin kenarlarına doğru uzanan sarmaşık desenli yeşil bir
kıyafet giymişti. Yaprakların uçları altın işlem eliydi. Âdeta ma­
sanın aynadaki yansımasıydı.
Özensiz iltifatıma başını sallamakla yetindi.
Xander gelip yanımdaki sandalyeye tünedi. Etrafına bakı­
nırken gözleri keskindi. “Lucius’tan bir iz var m ı?” Soruyu sor­
duğunda sanki onun kim olduğunu bilmem gerekiyorm uş gibi
gözleri üzerimdeydi.
Aristelle başını iki yana salladı ve bardağından bir yudum
aldı.
Diantha, Reina elini onun eline sarıncaya dek eteğindeki
yapraklardan biriyle oynadı.
Hepsi bir şey hakkında konuşmak istiyormuş gibiydi ama
kimse hiçbir şey söylemedi ve bunun benim burada olmamdan
kaynaklandığı hissine kapıldım. Bir şeyler sakladıklarını biliyor­
dum.
“Lucius kim?”
Reina, “Cemiyetin başkanı,” dedi.
“Neden hepiniz o buraya gelip herkesi öldürecekm iş gibi gö­
rünüyorsunuz?”
“Sadece biraz... yoğundur o,” dedi Xander.
Diantha yumuşak bir sesle, “Ki bu anlaşılır bir şey,” dedi ve
»anki adamın dinlemesi olasıymış gibi etrafına bakındı.
M a r g ie Fu s t o n 143

Belki de dinliyordu. Belki bu da sihirbazların yapabileceği


bir şe y d ir...
“Vampirlerden gerçekten nefret eder.” Aristelle, bunun birine
söylenebilecek en iyi iltifat olduğunu ima edercesine başını sal­
ladı. “Bunları yaratan o.” Bileğindeki bilekliği tuttu.
Bunun iyice anlaşılması için bekledi. Bu adam yaşlıydı. An­
tik Rom a kadar yaşlı. Bu düşünce tüylerimi diken diken etti.
1969’dan beri on yedi yaşında olan bir kızın yanında oturmak
başka bir şeydi, yüzyıllardır hayatta olan birini düşünmek başka
bir şey. O nun kâğıt kadar ince bir teni, narin uzuvları ve donuk
gözleri olduğunu hayal ettim. Onu klasik, tüyler ürperten bir
vam pir gibi hayal ettim. Bir tehdit gibi.
“O nun hakkında ne bilmem gerekiyor?”
Aristelle, bilinmesi gerekenleri anlatıp anlatmamak arasında
gidip geliyorm uş gibi bana baktı. “Sihir ilk keşfedildiğinde,
kontrolü sağlayan iki arkadaş vardı: Lucius ve Numerius.”
“Sihri bir kadının keşfettiğini sanıyordum.”
Reina, “O, daha fazla sihir için şansını zorlamayacak kadar
akıllıydı,” dedi.
D iantha, “Ama erkekler o kadar akıllı değil,” diye mırddandı.
“D oğru,” dedi Xander.
Aristelle homurdandı ama aynı amanda Diantha’ya sert bir
bakış da attı.
Açıkça adam ın onları dinliyor olmasından endişeleniyor­
lardı. Huzursuzluğum yayılırken, adamın tipini bilmediğim
halde onu görmek için odaya göz gezdirdim.
“Lucius ve Numerius kan büyüsünü ilk başlatanlardı. Nu­
merius çok fazla ileri giderek vampire dönüşen ilk kişiydi. An­
cak güçlerinin tükendiğini anlayınca öfkeye kapıldı. İlk kez bir
sihirbazını öldürdü ve sihirbaz kanı içerek her şeye sahip olabile­
ceğini keşfetti, ölümsüzlük ve eski güçlerini geri kazanmak gibi.
Sonra Lucius onu durdurdu.” Buna saygı duyardım. Her kim
olursa olsun, bunu yapmak cesaret gerektirirdi.
144 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Aristelle, “Başlangıçta hayır,” diye ekledi. “Numerius,


Lucius'ıın kız kardeşini öldürene kadar.”
Bu grup, intikam için kurulmuştu. İşte şimdi doğru yerde ol­
duğumu hissediyordum.
“Numerius’un kız kardeşi de o noktada N um erius’a sırtını
döndü ve Lucius’un yanında yer aldı. Lucius büyüyü yaparken,
bu kırmızı taşları yapmak için canını veren de N um erius’un kız
kardeşiydi. Bir kız kardeşin hayatına karşılık bir kız kardeşin ha­
yatı.”
Başımı salladım. Anlamıştım. Artık Lucius’u tanıdığım ı his­
sediyordum çünkü ölüm nedeniyle katılaşmanın nasıl bir şey ol­
duğunu biliyordum. İntikam almak için bazı şeylerden vazgeç­
menin nasıl bir şey olduğunu biliyordum.
“Onu öldürdü mü?” diye sordum.
“Hayır,” dedi Xander. “Numerius hâlâ hayatta. H âlâ vam­
pir üretiyor. Tek vampir o değil elbette. Kan büyüsüyle oynayan
tüm sihirbazlar vampire dönüşebilir ve lanette yeni bir silsile te­
tiklenebilir. Ama Numerius en tehlikeli olan. Lucius artık nere­
deyse hiç ayrılmıyor buradan çünkü ikisi de birbirinin peşinde.
Zaten Lucius’un bu yarışmayı bu kadar ciddiye alm asının ne­
deni de bu. Bir savaştayız.”
Birkaç vampir avına dâhil olmakla kalm ayacaktım , yüzlerce
yıllık bir intikam arayışına da dâhil olacaktım. Kendi kişisel
kaybımı daha büyük bir hikâyenin içine yerleştirm ek iyi hisset­
tirmişti. Artık yalnız değildim. Vampirlerin gerçek olduğunu,
öldürdükleri insanların canlarını yaktıklarını ve bu insanların
geride başkalarını bıraktıklarını bilen bir grup insanla birliktey­
dim.
Üzerime ürkütücü bir sakinlik çöktü. Annemin de bunun bir
parçası olduğundan ve sahip olduğu sihir yüzünden bir vampir
tarafından öldürüldüğünden neredeyse emindim am a grubunu
neden terk ettiğini hâlâ bilmiyordum. Grubuyla kalm ası daha
güvenli olmaz mıydı?
MARGIE FUSTON 145

Tam onlara annemin günlüğüne yazdığı şeylerden bahset­


mek üzereydim ki bir anda tüm konuşmalar kesildi. Bu ani de­
ğişim , sanki korkunç bir şey olmuş ve kimse bunun ne olduğun­
dan tam olarak emin değilmiş gibi kalp atışlarımı hızlandırmaya
yetti. W illow ’un iri, şaşkın gözleriyle karşılaştım. Bana hafifçe
omuz silkti. Bir adam belirince, diğer herkes gibi ikimiz de ma­
sanın başına, adamın ortaya çıktığı yere döndük.
O tuzlu yaşlarının ortasında görünüyordu. Güzelliği sert ve
soğuktu; sanki sizi donduracağını bildiğiniz bir kış manzarası
gibi. C ild i, mavi damarlarını gösterecek kadar beyazdı. Ağzı gü­
lümsemeye benzer bir ifadeyle kıvrılmıştı ama keskin çenesi ve
uzun burnu arasında, pek bir uyumsuz görünüyordu. Uzun, be-
yaz-sarı saçlarının üstüne, çevresindeki ve kendi içindeki tüm
ışıltıyı emen parlak yakut bir taç takmıştı. Odadaki diğer her şey
artık bir şekilde daha donuk görünüyordu. Herkesin bu kadar
şık giyinm eye karar vermesi şaşırtıcı değildi. Hepsi bu parıltının
yanında tamamen cansız hale gelmişti.
O ndan birkaç yaş daha genç görünen küçük, narin beyaz bir
kadın vardı, onun sol elini tutuyordu. Acaba böyle bir adamın
yanında, kadını fark eden var mı, diye merak ettim. O da solgun
görünüyordu. Saçları ilk başta san gibi görünmüştü ama odayı
incelem ek için başını eğdiğinde, beyaz elbisesinin üzerinde gü­
müş gibi parlıyordu. Toplantıdaki beyaz elbiseli tek kişi oydu.
Tuvaldeki bir yırtık gibi göze çarpıyordu.
Gösterişli altın rengi takım elbiselerini saymazsak, Gizli Ser­
vis ajanı havası yayan iki iri sihirbaz vardı yanlarında.
“Bu kadın kim?” diye sordum Xander’a.
u n • )>
Lşı.
Kadın yerine oturunca, sonunda yanındakilerin kim olduk­
larını fark ettim . İkizler. Kadın onlara bakarken geniş gözlerinde
bir m utluluk parıltısı belirdi. Elini uzattı ve ikisi de onun elini
tuttu.
“İk izler... O n la r...”
146 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Xandcr, “İkizler onun kız kardeşleri,” dedi. “K adının adı


Annalise. Hemen hemen on dokuz yıl önce çıraktı, belki de gel­
miş geçmiş en güçlü çıraktı. Lucius ona âşık oldu ve sırf onun
bize katılmasını sağlamak istediği için tüm turnuvayı iptal etti.
Annalise, kız kardeşlerini de ölümsüz yapm a karşılığın d a onunla
birlikte olmayı kabul etti.”
“Peki ikizler neden sizin grubunuzda?”
Aristelle usulca, “Çünkü Annalise’i ben eğittim ,” dedi. “Ve
onu çok iyi eğittim. Lucius çocukların sürekli burada olmasını
istemiyordu, o yüzden Annalise onların benim yan ım a yerleşti­
rilmesini istedi. Ben de o zamandan beri ikizleri güvende tutu­
yorum .”
Beni rahatsız eden başka bir şey vardı. Eğer kız kardeşlerini
yanında tutabilmişse, demek ki üçüne de bileklik verilmişti.
“Genel olarak bu kadar çok bileklik olm adığını sanıyordum ?”
Xander’ın yüzü karanlıktı. “O yıl çok kişi ölm üştü.”
“Peki bu yıl kaç kişi Öldü?”
“Henüz bilmiyoruz.”
Hissettiğim huzursuzluk yüzüme de yansım ış olm alıydı ki
Xander uzanıp kolumu sıktı. “Yakında öğreniriz. Lucius bir ya­
rışma olup olmadığını açıklayacak.”
Lucius başını tam çevirdiğinde ona baktım ve yüzünü ilk kez
net olarak gördüm. Kanım dondu. Masayı tutup öne doğru eği­
lerek baktım. Onun yüzünü iyi hatırlıyordum. Saatlerce bak­
mıştım yüzüne; yüzü aynı böyle eğilmiş, aç bir şekilde anneme
bakıyordu. Bu şu anlama geliyordu...
Annem sadece bir sihirbaz değilmiş.
Sihirbazların liderini de tanıyormuş.
Fotoğrafa bakılırsa, birlikte performans sergiliyorlarm ış gibi
anlaşılıyordu. Belki de aynı gruptaydılar. Annem daim a eski
grubundan bahsettiği halde, neden Lucius ism inden hiç bah­
setmemişti?
“Ava?” dedi Xander.
M a r g ie Fu s t o n 147

Biraz fazla sık nefes alıyordum.


“O nu tanıyorum ,” diye fısıldadım.
“Ne?” Xander elini koluma koyarak beni sandalyeme geri
çekmeye çalıştı.
Aristelle’in kafası bana doğru yaklaştı hızla.
“Annem le bir fotoğrafı var. Onunla konuşmam lazım. O an­
nemi tanıyor.”
Xander ve Aristelle’e değil, Lucius’a baktığım halde, onların
benim arkam dan birbirleriyle bakıştıklarını biliyordum.
Xander usulca, “Elinde fotoğraflar olduğundan bahsetme­
m iştin,” dedi. “Annenin gerçek sihir yapabildiğini de söyleme­
m iştin.”
“Bilm iyordum ,” diye çıkıştım. “Şu ana dek onun sizden biri
olduğundan emin değildim.” Sandalyemi geriye itip ayağa kalk­
m ak üzere hamle yaptım. “Onunla konuşmam lazım.” Xander
ve Aristelle aynı anda hayır dediler. Sandalyemin bir yanından
Xander diğer yanından Aristelle tuttu ve beni masaya doğru
çektiler.
“Rezalet çıkarma,” dedi Xander.
“Sadece onunla konuşmak istiyorum.”
Reina yumuşakça, “Ava,” dedi. “Eğer annen bizden biriyse,
demek ki sonradan cemiyeti terk etmiş.” Duraklayıp başını iki
yana salladı. “Lucius davasını satanlara karşı pek kibar değildir.
Bunu yarışm ada senin aleyhine kullanabilir.”
Bunu umursadığımı sanmıyordum. Annem ve onun daha
önceki hayatı hakkında güzel bir hikaye için -büyüdüğümde be­
nimle paylaşacağı hikâyeler için- her şeyimi verirdim. Bu kayıp
hikâyeler içimde büyük boşluklar açmıştı ve şimdi bu boşluklar­
dan birkaçını doldurabilecek biri vardı iki adım ötemde.
“Lütfen.” Beni durduran Xander’ın sesinde yalvarış vardı.
Korkmuş gibiydi, “önce yarışmayı kazan. Bunu riske atma.”
Kendisiyle grubun geri kalanı arasında elini sallarken ona bak­
tım.
148 A C I M A S I / İ l.l I J Z Y O N I A R

Onlarla birgcleceği kastediyordu. Şimdi annem in hikâyelerini


aramaya başlarsam, kendi başıma oluşturabileceğim potansiyel
hikâyeleri kaybetme riskiyle karşı karşıya kalacaktım . Geçmişe
küçük bir bakış için geleceğimden vazgeçmek ister m iydim ?
Arkama yaslandım ve çevremdeki herkes rahatladı.
Yemek mükemmeldi. Yemek tabakları anında önüm de be­
liriyor, sunulanı kabul edip etmemeye karar verebileceğim ka­
dar uzun süre kalıyor, sonra göz açıp kapayana kadar kaybo­
luyordu ve sonrasında başka bir tabak beliriyordu. Biberiye,
tereyağlı kuşkonmaz ve kavrulmuş pancar serpilmiş bir biftekle
seçimimi tamamladım. Aslında daha önce hiç pancar yememiş­
tim, bu yüzden önce ondan bir ısırık aldım, bıçağım ı bifteğe
batırmadan önce, pancarın tatlı, sıra dışı lezzetinin tadını çı­
kardım. Sonra önümde bir sepet dolusu dürüm halinde çörek
belirdi, kaybolmadan önce ondan da bir tane aldım . Tam orta­
sından tereyağı sızıyordu. Dürümü böldüm, tereyağı çenemden
aşağıya o kadar hızla aktı ki kucağımdaki siyah peçeteyi kapıp
silmek zorunda kaldım.
Fark eden var mı diye etrafıma bakındım. Xander tavuk göğ­
sünü dilimliyordu, Reina patates püresinden leziz lokm alar alı­
yordu. Ama Roman yüzünde hafif bir gülüm sem eyle beni iz­
liyordu. En azından ifadesi bu mesafeden bir gülümsemeye
benziyordu. Söylemek zordu ve pek de gülüm seyerek birine
benzemiyordu. Zaten neden hâlâ beni izleme zahm etine girdi­
ğinden de emin değildim. İstediğini alamamıştı. Buradaydım .
Beni korkutmak için artık çok geçti.
Masanın başına döndüm. Annalise, masanın altındaki boş­
luğa dalmış bir halde, dolu bir tabağın önünde otururken,
Lucius bir parça eti şişe geçirmiş, etrafı inceliyordu. Gözleri bana
takıldı ve ağzıma götürdüğüm bir lokma kuşkonmaz havada
dondu. İçten içe başımı çevirmek istesem de çevirm edim . Sağ­
duyu, masadaki en yaşlı ölümsüzle bir bakışma yarışm asınday­
sanız, muhtemelen onun kazanmasına izin vermeniz gerektiğini
Ma r g i e Fu s t o n 149

söyler. Ama ben öyle yapmadım. Bakmayı sürdürdüm. Gözleri


kısıldı, sonra başka yöne dönüp elini Annalise’in koluna koydu.
Annalise, sanki adam onu bir transtan uyandırmış gibi irkildi ve
çatalını kaldırdı, bir havuca sapladı ve hiç bakmadan havucu ağ­
zına götürdü.
“Ne yapıyorsun?” Aristelle, Lucius’a yönelttiğim bakışlarımı
takip etti ve gözlerindeki ateş soğudu. “Yapma.”
“N eyi?”
Cevap vermeden yemeğine döndü.
Ç atalım ı bırakıp hiç dokunmadığım şarap kadehine baktım.
Bardağım kendi kendine parlayıp söndü, ardından sarı
renkte bir sıvıyla doldu.
“Bunu kim yaptı?”
Reina kıkırdadı. “Sanırım sen yaptın. Sihir, senin isteğini
okudu.” Sonra D ianthaya döndü. “Ne yaptı, gördün mü? O
doğuştan yetenekli.”
Uzanıp elma suyundan bir yudum aldım. Kadehe bakarken
aklımdan geçirdiğim elma suyuydu. Bu tanıdık tat, beni bu kaos
denizinde sakinleştirdi. Bu bana aynı zamanda Parker’ı da ha­
tırlıyordu; sabahları onun ve koruma altındaki diğer bazı ço­
cukların öğle yemeklerini paketleyişimi hatırladım. Parker’ın
beslenme çantasına iki kutu elma suyu koyardım. Eğer bu işin
içinden çıkabilirsem, ona her şeyden iki tane vereceğim. Bir kere­
sinde öğle yemeğini başka bir çocukla paylaştığını, bu yüzden
kendisinin aç kaldığını görmüştüm. Her zaman çok yumuşak
kalpli biriydi. Ona paylaşmasına o kadar da gerek olmadığını
anlatm aya çalışmıştım. Bana paylaşmanın nazik bir şey oldu­
ğunu -doğru olan değil nazik olan hareket olduğunu- söyle­
mişti. Aradaki farkı görüyordu.
İçimden bir ses, burada olsa hayatta kalamayacağını söylü­
yordu. Bu insanlarda bir keskinlik vardı. Yemek tabaklarına yu­
m ulm a şekillerinde bir açgözlülük vardı, gözleri etraflarındaki-
lerle pek bir bağlantı kurmuyordu, önümde bir belirip bir yok
150 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

olan yemek tabakları sürekli dolu olsa da, yem ekteki aciliyct
duygusunu tam olarak üzerimden atam ıyordum . Bütün tabak­
lar kaybolduğunda ve masa aniden bomboş kalarak altın rengine
döndüğünde, çatalımı bıraktım. Masa, üstünde hiçbir şey olma­
dığında, neredeyse müstehcen görünüyordu.
Parmağımı pürüzsüz yüzeyin üzerinde gezdirip dururken,
Xander parmaklarını benimkilerin arasına geçirip, birleşen elle­
rimizi ortamıza aldı.
Lucius masanın ucunda duruyordu. O bizleri tararken, tüm
gözler ona döndü. Bu sefer gözleri durm adan üzerime kayı­
yordu. “Gruplarım,” dedi, “sihrin koruyucuları olarak, onu bes­
lemek, korumak ve en önemlisi sihri, onu kötüye kullananlara
karşı kullanmakla yükümlüyüz. Saflarımızı bir kez daha yenile­
menin vakti geldi.” Kapalı yumruğunu havaya kaldırdı ve kıstır­
dığı parmaklarının arasından parlak kırm ızı bir bileklik sarkıttı.
“Samuel öldürüldü ve şimdi onun yerini alarak m ücadeleye de­
vam edecek birini bulmalıyız.”
Bir tane ölümsüzlük büyüsü vardı... Gözlerim W illow ’u
aradı ve onun da bana baktığını gördüm. Parlak pembe elbise­
siyle kontrast oluşturan, başındaki tacın içinde örülm üş pastel
pembe çiçeklerle ışıltılı görünüyordu. İki tane ölüm süzlük bü­
yüsü olsa ne iyi olurdu. Bakışlarımı Roman’a çevirdim ama bu
kez onu bana bakarken yakalayamadım. D udakları gergin, göz­
leri endişeli bir şekilde W illow’a bakıyordu. Sanki az önce idam
cezası almış gibi.
Lucius, “Ama önce bana neler getirmişsiniz bir bakalım ,” de­
diğinde, hâlâ Romanı izliyordum.
Masa, odanın ortasında kocaman bir kara delik bırakarak,
ortadan ikiye ayrıldı ve biz geriye doğru hareket ederken, zemin
gürleyip sallandı. Bir tapınağın önünden getirilm iş gibi görü­
nen, özenle tasarlanmış desenlerin oyulduğu dar, altın sütunlar
yükseldi karanlıktan.
M a r g ie Fu st o n 151

Sakinliğim i korumam için savaşmam gerekiyordu. İnsanla­


rın nesneleri ziFıinleriyle hareket ettirebildiğini anlamakla koca
odanın ikiye bölündüğünü görmek çok farklı şeylerdi.
Lucius, “Yerlerinizi alın,” dedi. “Şimdi başlıyoruz.”
Herkes ayağa kalkıp sütunların tepesine atlamak için masa­
nın üzerine çıktı. Benden birkaç sandalye aşağıdaki Ethan da bir
jim nastikçi gibi yukarı sıçrayarak kendini sütunun tepesine attı.
“Şim di bize sahip olduklarını göstermenin vakti geldi.”
Xander ayağa kalktı ve elini uzatarak bekledi.
Ya şim di ya asla. Elini tuttum ve yavaşça masaya çıktım. O
an, gösterişli bir elbise yerine pantolon giydiğime memnun ol­
dum. İleriye doğru bir hamle yapıp sütunların yükseldiği yer
olan masadaki boşluğa baktım. Odanın her yerindekiyle aynı si­
yah karo zemin görmeyi bekliyordum ama altın sütunların alt
kısımları görünmüyordu bile. İnişimi yapmam gereken küçük
noktaya baktığım da, kanımdaki beklenti kayboldu.
Am a bacaklarımdaki kaslar çoktan gergin ve hazırdı. Ben de
Ethan kadar kolay bir şekilde atladım, sonra ise aşağıya bakma­
mak için çenemi yukarıda tuttum.
“Yoksa şim diden korkuyor musun?” diye sordu Ethan.
“Yalnızca aptallar hiçbir şeyden korkmaz.”
“Bütün gece uyumayıp bu sözü mü düşündün?”
O na vahşi bir şekilde sırıttım, onun da yüzüne aynı gülüm­
seme yayıldı.
G enellikle, yeni bir gruba girdiğimde, gözlerden uzak dur­
mayı tercih ederim. Evin en sevilen çocuğu olmak gibi bir is­
teğim hiçbir zaman olmadı ama bu farklıydı. Bu potansiyel re­
kabet iyi hissettiriyordu çünkü kazanmak istediğim bir şey -ve
bunu yapm ak için adım atarak mudu olacağım biri- vardı.
Lucius ayağa kalktı ve hâlâ masada oturan sihirbazların ar­
kasına doğru ilerleyerek sütunlardan birinin tepesindeki çırak­
lardan birinin -beline kadar uzanın kızılımsı sarı saçları Fransız
örgüsü yapılm ış solgun bir kızın- önünde durdu. Kız kolundan
152 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

bir buket pembe karanfil çıkardı ve buketin, tam önünde ha­


vada süzülmesini sağladı. Bir sonraki kişi, altın ipliklerle dikil­
miş, tek parça ve gök mavisi streç bir giysi giym işti ve kıyafet,
sıcak kahverengi teninde o kadar çarpıcı görünüyordu ki basit
yeşil pantolonumun içinde bir kez daha utanç hissettim . O kü­
çücük platformun üzerinde takla atıp dönüş yaptığında, rahat­
sızlığımı unuttum. Tek bir yanlış adım atsa düşebilirdi, yalnızca
birkaç santimetreyle kurtarmıştı. Bu harekeder norm al zeminde
bu kadar etkileyici olmazdı ama yarım m etrekareden de küçük
bir yerde? Sihir kullanmış olmalıydı. Sevimsiz Barry, sıradaki ki­
şiydi. Bir çift kartı Reinanın kuşlarından biri gibi başının üze­
rinde kanat çırptırıyordu. Madenî para num aram ın bundan bile
daha az etkileyici olacağından emin olduğum için m idem bu-
lanmasa, onun şu ana kadarkilerin en kötüsü olm asından mem­
nun olurdum.
Bir sonraki kişi dümdüz ileri bakıyor ve hiçbir şey yapmı­
yordu. Ta ki sert bir tokat sesi, yüzüne soğuk bir gülümsemenin
yayılmasını sağlayana kadar.
Birkaç kişi nefesini tutmuştu.
“Ne oldu?” diye sordum Ethan’a. W illow ’la konuşm ayı ter­
cih ederdim ama aramızda başka bir kız vardı.
Ethan bana önce öyle pis bir bakış attı ki sonrasında ce­
vap vermesine gerçekten şaşırdım “O bir m entalist. Lucius’un
kendine tokat atmasını sağladı.” Sesinde bir şaşkınlık izi vardı.
“Mentalistler nadir bulunur. Bu, inanılmaz m iktarda güç gerek­
tiren bir şey.” Bana bir bakış attı. “İkimiz de kaygılanm alıyız.”
Ancak Lucius elini salladı ve yanında duran iki adam hantal
hantal yaklaşıp mentalistin az önce performans sergilediği sü­
tunun önündeki sandalyede oturan yaşlı bir adam ı yakaladılar.
Adamı omuzlarından tutup kaldırdılar. Adamlardan biri, kolla­
rını yaşlı adamın sırtına doladı.
“Edgar,” dedi Lucius. “Bunca yıldan sonra buraya bir işe ya­
ramazı getirmen ne kadar acınası.”
M a r g ie Fu s t o n 153

Yaşlı adam hiçbir şey söylemedi. Sadece yorgun görünü­


yordu. Ama yanında oturan kadın ayağa fırladı. O daha da yaş­
lıydı; beline kadar uzanan uzun, karışık, griye çalan sarı saçları
vardı. “Bu odadaki herkes sihri hissetti,” diye tısladı.
Lucius uzun bir süre sessiz kaldı.
Kimse bir şey söylemedi. Kimse kadını desteklemedi.
Kadın öfkeli bir ifadeyle Lucius a bakıyordu. Sanki ona vur­
mak istiyorm uş gibi biraz geriye yaslandı ama aynı zamanda
kaçması gerektiğini de biliyordu. Yine de savunduğundan vaz­
geçmedi.
“Yüzümde kolayca ezilebilecek bir sinekten başka bir şey his­
setmedim ben,” dedi Lucius, yavaşça. “Otur, Julia.”
Bu iki ism in bir araya gelmesi, duruşumu dikleştirmeme
neden oldu. Annem, babama katılmadan önceki grubun­
dan bahsederken Edgar ve Julia isimlerinden bahsetmişti. Bir
Samuel’den de bahsetmişti; o Samuel, ölen büyücüyle aynı kişi
olabilir m iydi? Yoksa annemin bana hikâyelerini anlattığı bir
adamın boşluğunu doldurmak için mi savaşıyordum? Öyle ol­
mamasını um dum . Annemin kutusundaki çalamadığım resim­
lere dair hafızamı yoklamaya çalıştım. Julia ve Edgar tanıdık ge­
liyorlar m ıydı? O kadar çok zaman geçmişti ki onları tanımam
zordu am a bunlar annemin tanıdığı insanlar olmalıydılar. İstedi­
ğim bir şeye yaklaştığım ı, kalp atışlarımdan hissedebiliyordum.
Julia tekrar ağzını açtı ama Edgar onunla göz göze geldi ve
başını iki yana salladı. Kadın ağzını kapattı ve göğsü inip kalkar­
ken geri adım attı. Lucius elini sallayınca, adam odadan dışarı
çıkarıldı. M entalist çırağa döndüm. Yüzünde kendini beğenmiş
bir gülüm sem e vardı, sanki bunun olabileceğini biliyorlardı ve
bedelini ödemeye hazırlardı. Lucius parmağıyla ona aşağı inme­
sini işaret etti. Omzunun arkasından Annalise’i işaret edene ka­
dar tüm oda nefesini tutmuş gibiydi. “Bitti. Lütfen onunla bir­
likte bekle. Sonunda anıları silinecek.”
154 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Çocuğun, oradan uzaklaşırken başını dik tutm ası da takdire


şayandı.
Sıranın devamındaki diğer çıraklara baktım . Bazıları Ethan
gibi sakince duruyordu ama çoğumuz heyecandan kıpırdanıyor,
birbirimizle bakışıyorduk.
Sırada Ethan vardı. Eski moda bir tabanca çıkarıp bana doğ­
rulttu. Sendeleyerek geri çekilmeye çalışırken, ayağım neredeyse
kenardan kayacaktı ama Ethan silahını kafam ın çok daha yuka­
rısına doğrultmuştu. Ateş etti. Patlama ile titredim . Kulaklarım
çınlıyordu. Gecikmeli bir tepkiyle ellerimi kulaklarım ın üzerine
koyup etrafa bakındım. Neyi vurmuştu?
Gözlerim W illow’a takıldı. Elini kafasına bastırm ıştı, yüzü
donmuştu ve ağzı hafifçe açıktı. Roman m asadaki yerinde,
ayakta duruyordu ve bir şey -muhtemelen W illow ’un adını- söy­
lüyordu. W illow sonunda elini serbest bıraktı. Ç içek tacm ın bir
tarafı yırtık pırtıktı. Ethan onun kafasının hemen yanına, be­
nim kafamın üzerinden bir kurşun sıkmıştı; im kânsız bir atıştı,
doğru hizalanmamıştı ama yine de mükemmeldi.
Tekrar Erhan’a baktım ve yüzünde daha önce gördüğüm gü­
lümsemenin aynısını gördüm. Bu gülümsemeyi yüzünden sök­
mek istiyordum. Çenesini eğip, dudaklarını sıra sen d e der gibi
hareket ettirdi. Ya da belki de sesli söyledi. Kulaklarım hâlâ çın­
lıyordu.
Arkamı döndüğümde Lucius’un sıkkın bakışlarıyla karşılaş­
tım. Devam et der gibi elini salladı bana doğru.
Zaten elimde olan madenî paralarımı avucum da o kadar sıkı
tutuyordum ki elimi açtığımda George Washington*ın yüzü avu­
cumun içinde belirmişti. Paralara uzandığımı bile hatırlam ıyor­
dum ama tek yapmam gereken biraz potansiyelim i göstermekti
ve ben uykumda bile madenî para num araları yapabilirdim .
Klasik bir dört m adenî para hareketi ile başladım, onları diğer
elime aktardım, sonra tekrar cebime koydum. En sevdiğim nu­
mara için ihtiyacım olan iki parayı çıkarıp, birini elim in içinden
MARGIE FUSTON 155

geçirdim . Bir çeyreldiği elimin arkasına yapıştırırken, gizli çey-


rekliği diğer taraftan serbest bıraktım. Hatta aşağıya düşmemek
için parayı bir adım yukarı sıçrayarak yakaladım.
Kimse alkışlamadı, tezahürat da yapmadı. Lucius’un yü­
zünde hayal kırıklığı belirdi. Korumalarına elini salladı, onlar
da bizim olduğum uz yere yöneldiler.
Xander bir anda ayağa kalktı ve avuçlarını açarak dur ha­
reketi yaptı. “Bekleyin. Bekleyin.” Aristelle’in sandalyesinin ar­
kasında durup, hareket eden Lucius’a döndü. “Onun bundan
daha fazlasını yapabileceğini biliyorsun.”
Kafam karışmıştı. Bunu nasıl bilebilirdi? insanlar benim
hakkım da konuşuyorlardı ama neler yapabileceğimi nereden bi­
leceklerdi ki?
Lucius, “Az önce gördüklerimize göre, hayır,” dedi. Xander’a
gülüm seyene kadar çok sıkılmış görünüyordu, sonra yüzü
anında zalim leşti. “Yanlış ata oynamış gibisin.”
Kalbim çok hızlı atıyordu ve başım dönüyordu. Her şey çok
yoğun geliyordu. Çok yanlış.
Xander yanım a çıkıp kolumu tuttu. “Tekrar dene. Sihrini
kullan. Benim le performans sergilemiştin, hâlâ içinde olmalı.
Sihir senin içinde.”
Başımı iki yana salladım. “Nasıl yapıldığını bilmiyorum. Na­
sıl yapılacağını bana neden anlatmadın?”
Xander, “Seni gördüm,” dedi, bağırırcasına. “Parayı cebine
koyarken sihir kullandığını gördüm.”
ilk gece, kulübün dışında. Ne yaptığımı biliyormuş gibi dav­
ranm ıştım . M idem bulandı. “Onu tesadüfen yaptım.”
Yüzünde o kadar yoğun bir korku vardı ki geri çekildim. Ko­
lumdan tutm asa düşecektim.
“D enemelisin. Ayrılamayız.”
Korkusu bu durum için çok fazla görünüyordu ama bu söz­
leri söylediğinde onu anladım. Onlar bir aileydi ve içlerinden
156 A C I M \ >I / İ I 1 U Z Y O N I A R

biri diğerlerinden koparılacaktı. Hâlâ yaşayacak olsa da, bu du­


rum, neredeyse ölüm kadar acı verecekti.
“Tesadüfen sihir yapmak daha da etkileyici. Yapabilirsin. De­
rine in. Bu paraları sadece zihninle hareket ettirebileceğine inan
ve gerçekleştir. Basit hareket et. Bir tanesini uçur.” Beni bırakıp
aşağıya atladı; gözleri, yaklaşan adamlara kaydı.
Madenî paraları tutan elimi uzattım. A nnem in bana verdiği
paralar. Sihirli olmayabilirlerdi ama güçlüydüler. Paralara odak­
landım, sadece paralara.
Lucius, “Bu kadar yeter,” dedi. Edgar’ı sürükleyen adamla­
rın Aristelle’in sandalyesine ulaştığını gördüm . G özleri genişle­
mişti. Annemin bahsettiği o vızıltıyı kanım da hissetm eye çalı­
şarak dikkatimi yeniden madenî paralara verm eye çalıştım . Bu,
yeni grubum içindi... ama aynı zamanda annem için di de. Ben
onun kızıyım.
Kendime inanmam, ona inanmam dem ekti.
Paralar elimde patladı, avucumdan yükselen bir güm üş gir­
dabı halinde çoğaldılar, gittikçe büyüdüler, ta ki başım ın etra­
fında dönen, madenî paralardan oluşmuş bir buçuk m etrelik bir
kasırga oluşturana dek.
Ethan yanımda, “Amatör,” diye m ırıldandı am a sesinde en­
dişe vardı.
Ona doğru döndüm, paralarım da öyle. Paralar benden uzak­
laşıp onun bacaklarının etrafında dönmeye başladılar ve etrafını
tamamen sarana dek giderek yükseldiler.
Nefesim kesildi. Onlara bunu yapm alarını söylem em iştim .
Onlara herhangi bir şey yapmalarını söylem em iştim am a içim­
deki bir şey onları buna itmişti. Kanım, kalp atışlarım ı temel
alarak öfkeli bir intikam şarkısı söylüyordu.
“Yeter,” dedi Lucius.
Ona bakmak için döndüm. İfadesi kafa karıştırıcıydı, sanki
hem öfkeli hem de etkilenmiş gibi.
“Yeterli, dedim,” diye çıkıştı.
M a r g ie Fu s t o n 157

D urun. Bunu yüksek sesle söylemedim. Sadece içimden söy­


ledim. Bunu ben yaratmıştım ve kontrol edebileceğime inanı­
yordum.
Paralar bir anda Ethan ın sütununa çarparak düştü ve so­
nunda Ethan ayaklarının dibinde koca bir madenî para yığınıyla
kalakaldı. Yanakları kızarmıştı. Paralarım, yüzüne çok yaklaş­
mıştı ve yüzünde küçük kırmızı çizgiler oluşmuştu. Beni öldür­
mek ister gibiydi.
A slında bunu yapmak istemediğimi söylemek üzere ağzımı
açtım am a sonra tekrar kapattım. Bunu kabul edemezdim.
Az önce bir rakibimi düşmana çevirmiştim.
Dönüp grubuma baktım. Yüzleri bembeyazdı. Lucius çoktan
sıradaki kıza geçmişti.
Pantolonumun cebini kontrol ettim ve dört çeyrekliğimin de
sağlam şekilde cebimde olduğunu fark ettim.
Julia gür kaşlarını çatıp bana sert bir bakış attı. Aşağı ada­
yıp onunla konuşmak istiyordum. Çırakların geri kalanı perfor­
m anslarını sergilemeye devam ediyordu ama ben, Willow’un tit­
reyen parm aklarından baloncuklar çıkarmasını izlemek dışında,
diğerlerine odaklanamadım. Tek düşünebildiğim, derimin altın­
daki güçtü. Daha önce sadece bir damla akmış gibiydi, şimdi ise
sanki baraj yıkılm ıştı ama aynı zamanda daha fazlası da gelecek­
miş gibiydi. Sanki içimde çok fazla sihir vardı, öyle ki hepsi bir
anda çıkıverirse beni alıp götürebilecekmiş gibidi. Yutkundum.
Ethan, “Bunu görmen lazım,” diyene kadar hiçbir şey beni
düşüncelerimden uzaklaştıramamıştı.
Görmemi istediği şey her neyse kesinlikle canımı acıtacak,
hiçbir faydası olmayacaktı.
Ethan a baktım . Kadife pelerinli muhteşem kıza doğru ba­
şını salladı. Onun bir çırak olmamasını umdum çünkü kesin­
likle buraya aitmiş gibi görünüyordu.
“Adı Nadine. Mentalist gittiğine göre, şu an buradaki ikinci
en iyi o.”
158 A c i m a s i z İ li ü z y o n l a ii

“Dur tahmin edeyim. Birinci sen misin?”


“Elbette.”
Nadine kendi etrafında dönerken bir yandan da pelerini­
nin kenarını tutup çekiştiriyordu. Sonunda yeşil bir kozanın
içinde kayboldu ve birkaç saniye sonra pelerin yığ ın halinde yere
düştü. Elbisesinin renginde küçük bir tavşan fırladı dışarı. Biraz
oturdu, sonra tekrar pelerinin altına girdi. O rm an yeşili kadife
dönerek yükseldi. Sonunda kenarları birbirinden ayrıld ı ve Na­
dine ortaya çıktı. Dağılan saçlarından bir tutam ı geriye doğru
itti.
Erhan’a, “O bir numara,” dedim.
Cevap vermedi. Bunu benim kadar o da biliyordu. İkimiz de
en iyisi değildik.
Yine düşüncelere daldım. Başka bir kişiyi daha izlersem, sa­
hip olduğum azıcık özgüvenin de yok olacağından endişeleni­
yordum.
Nihayet aşağıya adamamıza izin verildiğinde, bacaklarım tit­
riyordu. Xander neredeyse beni masadan kaldırm ak zorunda ka­
lacaktı.
“Daha fazla eğitime ihtiyacım var,” dedim.
“Yarın,” dedi.
Başımı sallayıp Julia’yı görmek için etrafa bakındım ve tam
odadan çıkarken kafasının arkasını gördüm. O nu yarın bulacak­
tım. Lucius annemi tanıyordu ama eğer Julia benim düşündü­
ğüm kişiyse, o da tanıyordu. Ben de hangisiyle konuşm ayı ter­
cih edeceğimi biliyordum.
Başarısız olan iki çırağa takıldı gözüm: m entalist ve Lucius
bir sonraki kişiye geçene kadar hiçbir şey yapm adan öylece du­
ran bir çocuk. Annalise ikisini götürüyordu.
“Onlarla ne yapacak?”
“Annalise de bir mentalist. Anılarını silecek ve onları eve gö­
türecek,” dedi Xander.
“Annalise de mi mentalist? Yani o çocuğun gücü var m ıydı?”
M a r g ie Fu st o n 159

Kimse cevap vermedi.


“Edgar a ne oldu?”
Xander sanki onun adını bilmemem gerekiyormuş gibi kaş­
larını çattı. “Grubundan ayırdılar.”
“Her şey ço k... dramatikti.”
Reina fazlasıyla rahat bir tavırla, “Hepimiz performans sa­
natçılarıyız,” dedi. “Hadi seni odana götürelim. Yarın tüm bu
gücü kullanm aya başlamalıyız.”
Başım la onayladım. İnsanlara bir zararı olacaksa, bu gücün
açığa çıkm asına izin veremezdim; zarar görecek kişi Ethan olsa
bile.
bö lü m

10
alikânenin ön kapısından dışarı çıktığım da, beni dünkü
M yoğun sisin karşılamasını bekliyordum am a bulutlar al­
çakta, yerleşkeyi çevreleyen yüksek çitlerin etrafında toplanmış
olsalar da bugün mavi gökyüzü görülebiliyordu. Kapalı alanın
dışında bir esinti, sekoyaların uçlarını okşuyordu am a içeride
bulutlar hareket etmiyordu. Ürkütücüydü bu. Ö nüm deki de­
vasa bahçe de öyle; Alice Harikalar D iyarında dan bir görüntü
gibiydi ve eğer sihre inanmasaydım, bunu görünce inanm aya is­
tekli hale gelirdim.
Bahçeyi çevreleyen büyük çitlerle eş, birer m etrelik daha al­
çak çitler bahçeyi karelere bölüyordu. Her karenin zem ini gri
veya kırmızı kaldırım taşlarından oluşuyordu ve benim yürüdü­
ğüm patika gibi patikalar da onları biraz daha bölüyordu. Çat­
lakların arasında koyu yeşil yosunların filizlendiği dev bir dama
tahtasına benziyordu. Her bölümün ortasında bir ağaç yükseli­
yordu.
Xander, “Eğitim sahana hoş geldin,” dedi. “H er çırağın çalı­
şabileceği bir bölüm var. Hepiniz açık havada antrenm an yapı­
yorsunuz, böylece neyle karşı karşıya olduğunuzu bileceksiniz.”
Xander patikada önden yürüyordu. Güneş daha tam doğma­
dığı halde birçok çırak şimdiden çalışmalara başlam ıştı. Çevre­
sinde iskambil kartları uçuran Barry’nin yanından geçtik. Nu­
marası ne olursa olsun Xander’ın kelebeğiyle kıyaslandığında
hiçbir şey değildi. Bir başka bahçede, dün gece kollarından çi­
çekler çıkaran kız, ceketinin manşetinden tavus kuşu mavisi
Jm reller çıkardı ve danteller bir girdap gibi başının üzerinde,
M a r g ie F u s t o n 161

havaya doğru kıvrıldı. Sona ulaştığında, yükselmeye devam


eden dantelleri tuttu ve havada zarif bir dönüş yaparken ayak­
ları yerden kesildi.
Lanet olsun.
O, birkaç gün önce sokakta bulunan biri değildi. Xander ın
eli sırtım a dokundu ve beni ileri doğru itti. “Başkalarının ne
yaptığına odaklanma. Seni forma sokmak için yaklaşık üç haf­
tamız var.”
Üç haftanın kulağa ne kadar kısa geldiğinden, Willow’un ne
kadar zam andır çalıştığını bildiğimden bahsetmedim bile.
Titredim . Ayağımın altındaki taşlardan bir ürperti sızıyordu.
Biraz sihirle ısıtabileceğinizi düşünürdünüz. Neredeyse insan
şenlik ateşi A ristelle'm burada olmasını dileyecektim.
İlk açık eğitim bahçesine girdik. Ortada bir kiraz ağacı vardı,
dalları kıpkırm ızıydı. Aristelle ağaca yaslanmıştı, dudakları ki­
razlarla m ükemm el bir uyum içindeydi.
Evet, sanırım ne dilediğinize dikkat etmeniz gerek.
Aristelle etrafımda dönerken Viktorya Dönemi tarzı bağcıklı
botları kaldırım taşlarına çarpıyordu. Beni yavaşça baştan aşağı
süzdü. “Sanırım beceri eksikliğini giderdikten sonra kıyafetini
de düzeltebiliriz.”
İç çektim . “Eğitimimden Xander’ın sorumlu olduğunu sa­
nıyordum.”
“Bu benim grubum ve burada benim ...” Durdu. “İtibarım
söz konusu.”
Xander onun izinsiz girmesinden rahatsızmış gibi ayakları
üzerinde döndü. Sıraya girebilirdi. Ama omuz silktim. Yapabile­
ceklerimi öğrenmek için herkesten yardım alacaktım.
Aristelle, “Bakalım elinde ne varmış,” dedi.
Sihrim i hissediyordum. Bayıltıcı, hatta boğucu bir his veri­
yordu. “Sanırım sihrimi sonuna kadar kullandım.”
“İmkânsız,” dedi Xander. “Dün geceki performansından
daha fazlasını yapabilirdin.”
162 A CIM ASIZ İLLÜZYONLAR

Cebimden çeyreklilderimi çıkarıp parm aklarım ın arasına sı­


kıştırdım. Sihrin akmasını sağlamak için birkaç num ara yapa­
bilirdim.
Aristelle elime vurup paralarımı yere fırlattı.
“Hey!” Ona döndüm.
“Para numaraları yeterince iyi değil.”
“İnsanlar seviyor.”
“Çocuklar seviyor sadece.”
Xander çeyreklikleri almak için eğildi. Paraları tekrar elime
bırakırken parmaklarının hafifçe elime dokunuşunu umursama­
maya çalıştım. “Haklı,” dedi. “Başka bir yeteneğe ihtiyacın var.
Baş belası vampir avcısı sihirbazlarla dolu bir kalabalığı etkileye­
cek bir şey. Dün geceki... ilginçti ama daha çok yönlü bir şeye
ihtiyacın var.”
Aristelle, “Baskı yok,” dedi. “Ama sana yardım etm ek için
buradayım.”
“A ristelle...” Xander, olacaklardan hoşlanm adığını ama ta­
mamen razı olduğunu belirten bir bakış attı ona.
“İlk vuruşu ben yapmak istiyorum,” dedi Aristelle.
İfade ediş şekli pek hoşuma gitmedi.
“Tamam.” Xander kollarını göğsünde birleştirdi ve beş adım
geri gitti.
Neden aramızda bu kadar mesafeye ihtiyaç duym uştu ya da
Aristelle’in gülümsemesi neden şimdiye kadar gördüğümden
daha parlaktı, emin değildim ama bu benim için iyi bir anlama
gelemezdi.
Aristelle dikkatimi çekmek için ellerini çırptı. “Senden bir
şeyler yapmanı isteyeceğim. Sadece denemeni istiyorum . Sorgu­
lama. Sadece yapabileceğine inan ve dene.”
Başımla onayladım.
Cevap vermedi. Bunun yerine elini uzattı ve yere değecek ka­
dar uzun, kırmızı bir dantel açtı. Danteli bana doğru uzattı, ben
de düşünmeden tuttum.
MARGIE FUSTON 163

“Bunu şimdi kıyafetinin kolundan içeri sok,” diye emretti.


Tereddüt ettim . Xander üç metre ötede boş gözlerle bizi iz­
liyordu. Ceketim in manşetini açıp danteli içine tıkarken, his­
settiğim aptallığı üzerimden atmaya çalışıyordum. Dantel çok
uzundu. Rahatça sığmayacak kadar uzun. Ceketimi açtım, uza­
nıp diğer kolum u da ceketin kolundan soktum. Sonra dantelin
ucunu tutup koltuk altıma doğru çektim ve sonunda dantelin
tam am ının manşetimin içinde kaybolmasını sağladım.
C eketim in fermuarını tekrar çektim, sanki içinde hiçbir şey
yokmuş gibi kolunu gevşetmeye çalıştım; sanki gerçek bir si­
hirbazm ışım da dantel de derimin içinde kaybolmuş gibi. Ama
fena kaşındırıyordu. Burnumu kırıştırmak istedim ama yapa­
m adım .
Aristelle bana hiç anlayış göstermiyordu.
“Şim di onu geri çek ve daha fazlasını yap.”
Ağzım açık kalmıştı. Bu numarayı daha önce hiç görmedi­
ğimden değil elbette; kollarından, ağızlarından ve diğer delikle­
rinden birbirine düğümlü sayısız ipek eşarp akıntısı çekip çıka­
ran, bir kumaş mağazasındaki tüm ipek gecelikleri yeni çalmış
gibi görünen sihirbazları izlemiştim. Anlaşdması zor bir numara
değildi. Am a bu bir numara olmayacaktı. Benim ikinci bir dan­
tel zulam yoktu. Lanet iç çamaşırım bile pamukluydu. “Yok”tan
daha çok dantel çıkarmam gerekliydi. Diğer kızın yaptığını be­
nim yapm am ı bekliyorlardı. Bunu yapabileceğime nasıl inana­
caktım?
İkisi de sabırsızlık içinde bekliyordu.
Aristelle, “Sadece yap,” dedi.
“Nasıl?”
Aristelle oflayıp sabırsızca elini koluma doğru salladı.
Xander’a baktım , o da bana tek bir baş işareti yaptı.
Tüm V ictorias Secret kataloğunun kapüşonlumun içinde
saklandığına inanmaya çalışarak kumaşın ucunu çimdikleyip
164 ACIMASI/ İ l l U / Y O N l A R

çektim. Diğer ucu dışarı fırlayıp sönük kırm ızı parke taşlarına
çarptı.
Sessizlik.
Güldüm, gürültülü, öfkeli, yüksek sesle. “Eğlenceliydi.”
“Kapa çeneni.” Aristelle lafımı kesti. “Sonraki test. Ateşi ya­
kalayabileceğine inan.”
“D ur... Ne?”
Aristelle’in dudaklarının kötü kıvrım ını çok geç gördüm.
Avuçlarında turuncu bir parıltı canlandı ve sonra bana çarptı,
ceketimin kolunun üzerinden yukarı doğru kayarak ceketimin
alev almasına neden oldu.
Çığlık atıp geri çekildim.
“Kontrol et,” diye bağırdı Aristelle.
Ellerinde parlayan bir top daha oluştu. Ateş sadece giysimin
yüzeyinde dans ediyor gibi görünse de kolum daha da ısındı.
Yüzümde boncuk boncuk terler vardı. Derim kabaracaktı. Bu,
çocukken şenlik ateşine çok yaklaşmak gibiydi; sanki yanmaya
ve alevlere kapılmaya birkaç dakika kalmış gibi hissetseniz bile
orada olmak g ib i... Sırf mükemmel bir marşmellov için.
Ama yanmıyordum. Sihrim içimde bir yangın alarm ı gibi vı­
zıldıyordu. Sıcaktan boğuluyordum ama yanm ıyordum .
Kollarımı iki yana açtım. “Söndür şunu!” diye bağırdım .
Aristelle tekrar, “Kontrol et,” dedi. Avucunun içinde bir top
daha yuvarlandı.
Bu alev topunu kafama fırlattı. Eğildim, üzerimde patladı,
kül parçalarına dönüştü, düşerken de suya dönüştü ve dam la­
ları, kollarımdaki ateşi söndürdü.
Ceketimin mahvolmuş olmasını bekliyordum am a bu sabah
dışarı çıkarken nasılsa şimdi de öyleydi, biraz yıpranm ıştı ama
hâlâ tek parçaydı.
Xander alkışladı. Alkışladı.
Ona baktım.
“Ne? Bu daha iyiydi.”
M a r g ie Fu s t o n 165

Aristelle, “Kontrol edemedi,” diye tısladı, kot pantolonunun


üzerindeki tozları silkerken.
“Ama yanm adı.” Xander umutlu görünüyordu.
Avuçlarımı kollarımda gezdirdim. Sıcak bile değillerdi. “Sen
yanacağım ı mı sandın?”
Aristelle tatlı tatlı gülümsedi. “Ben sana inandım.”
Arkamdan sinir bozucu bir ses, “Ben inanmadım,” dedi.
“Dün gecekinin bir tesadüf olduğunu biliyordum.”
Arkamı döndüm. Ethan eğitim alanındaki çitlerin yanında
duruyordu. Elbette hemen yanımdaki alana yerleşmişti.
“Herkese de bunu söyledim,” diye devam etti. “Bana inan­
dıklarından emin değildim ama artık kesinlikle inanıyorlardır.”
Nefes nefese tek bir kahkaha attı, sonra bakmam için elini sal­
ladı.
Bakmakla hata ettim. Benim eğitimimi izlemek için kendi
eğitim ini bırakan tek kişi o değildi. Dün gece oldukça iyi bir
performans sergilemiştim ama aralarından biriyle göz göze gel­
diğim de, hepsi başını başka tarafa çevirdi. Benim adıma utanı­
yorlardı.
Ethan silahını kılıfından çıkarırken sırıttı. Ondan uzaklaş­
mamama neden oldu bu. Omzunun üzerinden nişan alıp üç
hızlı atış yaptı. Bahçesinin ortasındaki ağaçta üç limon padadı
ve parçaları havaya saçıldı.
“Bu iş böyle yapılır.” Bana kötü bir kovboy filminden çıkma
gibi görünen, iğrenç bir şekilde göz kırptı.
“Sana biraz sinir bozucu olduğunu söyleyen oldu mu hiç?”
dedi Xander. Kollarımızın birbirine değebileceği kadar yakın
duruyordu. Bir zorbaya bakarken yanımda birinin olması iyi
gelmişti.
Ethan omuz silkti.
Xander, “Annenle babını tahmin edebiliyorum,” diye ekledi.
Ethan ın yüzü karardı. Willow’u az kalsın başından vuracak
olan bir adama sempati duymak istemiyordum ama bir anlığına
166 ACIMASIZ İllÜZYONLAR

vere bakması içimi burktu. Sonra başını kaldırıp Xander’la göz


göze geldi.
\ander, ‘Natasha!” diye bağırana dek, sanki düello yapacak­
larmış gibi birbirlerine baktılar.
Ethan’ın antrenman sahasının uzak tarafındaki banklarda
oturan iki sihirbazı fark etmemiştim bile ama şim di, bakıştık­
tan sonra bize doğru yürümek üzere ayağa kalktılar. Kız min­
yondu. Kısa, pembe saçlıydı. Gül goncasını andıran dudakları
dışında yüzü tamamen keskin köşeliydi. Yanımıza ulaşınca gü­
lümsedi. Kızın yanındaki adamın da onunkiyle uyum lu pembe
ve kısa saçları vardı. Kızın dört katı kadar iriydi. Am a dudakları
aynıydı, kardeş olup olmadıklarını merak ettim.
Natasha, “Problem?” diye sordu.
Xander, “Lütfen köpeğinizi alın buradan,” dedi. “Havlama­
larını sinirlerimi bozuyor.”
“Biraz atarlarıma da oyunun bir parçasıdır, değil mi?”
Natasha’nın gülümsemesi o kadar sabitti ki sahte olduğu çok
açıktı. Gerçekmiş gibi göstermeye bile çalışm adığından em in­
dim.
Xander kollarını göğsünde kavuşturarak, “Bu zayıflar için­
dir,” dedi. “Yani çırağınız bunu denemesi normal olabilir.”
Sinirlendim. Keşke onlara hadlerini bildirm ek için bir gös­
teri yapabilseydim ama onlar benim rezil derecede başarısız olu­
şumu izlemişlerdi ve şu anda kendime inandığım dan tam ola­
rak emin değildim.
Aristelle arkamızda iç çekti. “Uzaklaş, Xander.”
Natashanın gülümsemesi nihayet gerçeğe dönmüş gibiydi.
“Görünüşe göre birileri için emir var.”
Xander kımıldamadı. Ben yine de uzaklaşmaya karar verdim.
Sonuçta grubun sorumlusu Aristelle’di. Xander’dan çok onun
sözünü dilemem gerekiyordu.
“Bana onları dinlemememi falan söyleme,” dedim . M oral ve­
rici bir konuşmaya ihtiyacım yoktu. Güce ihtiyacım vardı.
Ma r g ie Fu st o n 167

“O nları dinlemelisin,” dedi. “Giıcünü tutarlı bir şekilde kul-


lanamıyorsan, zayıfsın demektir.”
Onun haklı olmasından nefret ediyordum. Kendimi bu ka­
dar savunmasız hissetmekten nefret ediyordum. Böyle hissetme­
mek için vampir avlamak üzere kendimi eğiterek geçirmiştim
yıllarım ı. Ve şimdi gerçek avcılarla birlikteyken, karanlık sokak­
larda elinde sivri uçlu bir kurşun kalemden başka hiçbir şeyi ol­
madan dolaşan o küçük kızdım yeniden. Onlarla aynı ligde de­
ğildim .
O zamanlar en azından yalnızdım.
Beni izleyen insanlara tekrar bakmadan edemedim. Özellikle
bir tanesi gözüme çarptı ama eğitim sahalanndakilerden biri de­
ğildi bu; sahaları çevreleyen yollardan birinde duruyordu. Saç­
ları uzun ve dağınıktı, dökümlü bir etek ve yamalı bir kazak
giym işti. Kıyafeti onu farklı bir hikâyeden çıkma bir cadı gibi
gösteriyordu.
Julia.
“O kim ?” diye sordum, kadına doğru başımı sallayarak.
Aristelle bakışlarımı takip etti. “Julia mı? Dün gece çırağını
kaybetti. Endişelenmeye değecek biri değil.”
“Neden daha yaşlı? Yani neden bütün çıraklar bu kadar
genç?” Bunu daha önce nasıl fark etmediğimi bilmiyordum ama
sihirbazların çoğu benim yaşlarımda gibiydi. En büyüğü yirmili
yaşlarının ortasındaydı.
“Lucius, ne kadar genç olursan, sihri öğrenecek kadar ken­
dine inanm a ihtimalinin de o denli yüksek olduğunu fark et­
mişti. Bu yüzden artık gençlere odaklanıyoruz ama aşırı küçük­
lere değil. Henüz kim olduğunu keşfetmemiş birine ölümsüzlük
verirsen, o zaman onun insanlığına tutunmasını nasıl bekler­
sin?” Gözlerim, ikizlerin malikânenin merdivenlerine oturmak
üzere geldikleri yere kaydı. Taştan aslanlar merdivenin her iki ta­
rafında mükemmel bir sessizlik içinde oturuyorlardı. “En uzun
süredir burada olanlar yaşlı sihirbazlar.”
168 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Tekrar Julia’ya döndüm. “Benim biraz yürüm em lazım.”


Aristelle itiraz edemeden arkamı döndüm. Yollarda ilerlerken
insanların beni izlediğini hissedebiliyordum, bu yüzden başımı
eğdim ve kan damlası mücevherlerin karıştığı gri taşların üze­
rinde çıtırdayan ayaklarıma odaklandım. Yalnızca Julia’ya yak­
laşmam gerektiğini bilerek başımı kaldırdım.
Gitmişti.
Yürümeyi bıraktım. Yanımdaki bahçede bulunan insanlar
bana bakıyorlardı. Bir hedefim olmadığı için kaçıyormuşum gibi
görünüyordum ama neşeli bir melodi dikkatim i çekince ilerle­
meyi sürdürdüm. Dün geceden sonra bu kadar parlak ve mutlu
bir şey çalabilecek tek bir kişi tanıyordum. Kendimi, ortasın­
daki portakal ağacının altında şık siyah bir piyanonun bulun­
duğu bir bahçenin önünde buldum. Bahçedeki portakal ağacı
olgunlaşan meyvelerle doluydu ve bana Deb’in krepli kahvaltı­
larını hatırlatıyordu. Deb, fırsat buldukça çiftçi pazarından taze
sıkılmış portakal suyu alırdı. Portakalların kokusu, W illow’un
sevimli şarkısıyla uyum içindeydi. W illow müziği çalarken yü­
zünde hafif bir gülümseme vardı. Onun neşesinin Deb’in neşe­
siyle uyum içinde olduğunu görebiliyordum; benden çok daha
iyiydi. Eğer bu kadar neşeli olsaydım, belki de ayrılm aya hiç ih­
tiyaç duymazdım. Bir an ne tür bir sihir yaptığını anlayamadım
ama sonra portakal kabuklarının tomurcukları açan çiçekler gibi
açılıp kapandığını fark ettim. Portakalların bu kadar güçlü kok­
masına şaşmamalıydı.
Willow beni fark edip çalmayı bıraktı.
Roman onun bakışlarını takip etti, kaşlarını çattı ama
Willow ayağa kalkıp çitlere yaklaşırken Roman hiçbir şey söy­
lemedi.
“Merhaba!” Neşe dolu bir şekilde el salladı.
“Merhaba.” Piyanosuna doğru başımı salladım. “Melodilerin
çok etkileyici. Müziği hep sevmişimdir.”
“Senin çaldığın bir şey var mı?”
M a r g i e Fu s t o n 169

“Hayır. Ben çocuk bakım sisteminde büyüdüm, dolayısıyla


pek şansım olmadı.” Bunu ona neden söylediğimi bilmiyordum.
Bu, çok az tanıdığım biriyle paylaştığım bir şey değildir aslında.
Bunu Stacie’ye söylemem haftalarımı almıştı, o milyonlarca
soru sorabilecek türden bir insandı. Ona anlatmıştım çünkü ilk
o bana kendi deneyimini anlatmıştı.
Başını salladı. “Kardeş dolu bir evde büyüdüm ve okul son­
rası m üzik programları ailemin izin verdiği tek şeydi. Evde yar­
dım ım a ihtiyaç duyduklarından sporun zaman kaybı olduğunu
düşünüyorlardı ama müzik bir kültürdü.” Güldü. “Pek çok ens­
trüm anı çalmayı öğrendim.”
“W illow ,” dedi Roman. Sesini yükseltmedi ya da bize doğru
herhangi bir hamle yapmadı ama sesi o kadar emrediciydi ki
uzaklaşacak oldum.
W illow, “Bekle,” dedi. “Ona haddini bildirdiğin için teşek­
kür ederim .” Ben hemen cevap vermeyince, “Dün,” diye ekledi.
Ethan’dan bahsettiğini anlamam biraz zamanımı aldı. Başın­
daki çiçekleri vurmasının bedelini ödetmek için ona karşı saldı­
rıya geçtiğim i düşünüyordu.
Bunu bilerek yapmadığımı itiraf etmek üzere ağzımı açtım
ama bunu bilinçli yaptığımı düşünmesine neden izin vermeye­
cektim ki? Zaten bir düşman edinmiştim, bu yüzden bir mütte­
fik faydalı olabilirdi. En azından şimdilik.
“Rica ederim. Aslında yaralanmasını istememiştim.” Bu ka­
darını itiraf ettim. “O kadar ileri gitmek değildi niyetim.”
W illow, “O bunu hak etti,” diye fısıldadı.
Roman, W illow’un arkasında belirdi. “Çalışmalara devam
etmen gerek.” Gözleri bana indi. “İkinizin de.”
Karşı çıkmadım . Willow bana bir kez el salladı ve ben yola
dönünce, piyanosunun başına geçti. Herkesin ne üzerine çalış­
tığını incelemeyi düşündüm ama bakışlarıyla karşılaşmak iste­
miyordum .
170 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Xander ve Aristelle fısır fısır tartışıyorlardı, ben geldiğimde


fısıltıları aniden kesildi.
İkisi de benden memnun görünmüyordu.
“Devam et,” dedim Aristellee. “En iyi vuruşunla gel bana.”
İkisi de tebessüm etmedi.
Xander ellerini ovuşturdu. “Sıra bende.”
İç çektim. “Akimda ne var?”
Söylemek üzere olduğu şeyden hoşnut değilm iş gibi kaşlarını
çattı. “Sihir tamamen inanmakla ilgilidir. Seyirciyi inandırırsın,
bu da sihri besler ama senin de inancınla sihri beslemen gerekir.
Teknik olarak, sınırsız güçle, sihirle yapabileceklerin de sınırsız
olacaktır ama sınırsız gücün olsa bile, denediğin her şeyi yapabi­
leceğine inanman gerek. Bu göründüğünden daha zor, zaten bu
yüzden hepimizin uzmanlık alanları var. Sınırsız gücün güçlen-
direbileceği güç olmadan iyi olduğumuz şeyler.”
Aristelle’e baktım. “Geçmiş yaşamında kundakçı miydin?
Ateşe karşı nasıl bir ilgin var?”
“Bir gün bizden biri olduğunda sana bunu anlatacağım .”
Bizden biri olduğunda. Belki de her şeye rağmen bana inanı­
yordu.
Xander’a döndüm. Hâlâ bana tam olarak ne düşündüğünü
söylememişti. Tükürmemek için kendini zor tutuyorm uş gibi
ağzını büktü. “Kazık konusundaki becerin göz önüne alındı­
ğında, geriye yapabileceğin tek bir sıçrama kalıyor.”
“Bıçaklar mı yoksa?” Yüzüme yayılan gülüm sem eyi durdur­
maya çalıştım çünkü gülümsemem genişledikçe, X ander’ın kaş­
ları çatılıyordu. Tabii ki bıçaklarla ilgili bir şey yapm am ı istemi­
yordu. Roman yapıyordu onu.
Xander, “Bu konuda bu kadar heyecanlanmana gerek yok,”
diye homurdandı.
Aristelle hafifçe çenesine vuruyordu. “Aslında bence Roman
bundan nefret edecektir.”
M a r g i e Fu s t o n 171

Xander’ın ağzının kenarları yukarı kalktı. “Haklı olabilirsin.”


Bir bilek hareketiyle, eli uzunluğunda iki tane mat siyah bıçağı
kaldırdı havaya. Uzun adımlarla bana yaklaşıp bir bıçağı havaya
fırlattı ve bıçak kısmını avucunun içiyle yakalayıp sapını bana
uzattı. “Bir hisset bakalım.”
Aldım ve elim i soğuk metale doladım. Ağırlığı, yaralayacak
kadar keskin bir şeyi tutmanın verdiği güven hoşuma gidiyordu.
Kazık taşımakla aynı histi.
Yalnızca üç metre kadar ötedeki kiraz ağacının gövdesini işa­
ret etti. “Vurmayı dene.”
Xander, saklamaya çalışsam da nefesimi kesecek şekilde ar­
kama doğru kaydı. Bıçağı tutuşumu ayarlarken sağ kolu benim
kolum un etrafında kıvrıldı. Parmakları sıcaktı. “Bunu yapabilir­
sin,” diye fısıldadı. Cevabı kanım verdi, fısıldayarak.
Aristelle, “Tamam, at gitsin artık,” dedi.
Xander’ın ona nasıl baktığını göremedim ama Aristelle göz­
lerini devirdi. Xander yanımda durmak için kıpırdandı ve atı­
şımı beklediler.
ö n c e bir bıçağı, sonra diğerini attım.
İkisi de isteksizce elimden kayıp gittiler, yakına düştüler ve
zayıf bir gümbürtüyle betonun üzerinden kayarak ağacın dibine
çarptılar.
Bütün bunların hiçbir önemi yokmuş gibi omuz silktim
ama başını öne eğip ayaklarının dibindeki bir çatlağı inceleyen
Xander’a kısa bir bakış attım.
Aristelle iç çekti ve başını salladı, koyu renkli bukleleri yü­
zünün etrafında sallandı, “önce kendine inanmalısın yoksa si­
hir sana itaat etmez.”
Söylemesi kolay yapması zor. Bana inanan tek kişi Parker’dı.
Ben de onu koruma yeteneğime inanıyordum çünkü başka seçe­
neğim yoktu. Ama hayatımın bir yaşam mücadelesinin ötesinde
bir anlam ı olduğuna asla inanmamıştım.
Xander’a baktı. “Ona yardım et.”
172 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Xander tekrar arkama geçip bana dokunm asına sadece bir­


kaç saç teli mesafe kalacak kadar yaklaşıp kulağım a eğildi. “Sana
inanıyorum, Ava.”
Titredim. Derimin altındaki fısıltı, hızla yükselen bir güç
şarkısına dönüşene kadar devam etti.
Bu bıçaklar metaldi. Hayatım boyunca hep m etali hareket
ettirmiştim. Bunlar sadece daha büyük ve keskindi am a benim
de parmaklarım güçlüydü. Xander elini omzuma koydu, ö y le ­
sine hafifçe koydu ki belli belirsiz hissediyordum am a oradaydı
sonuçta.
İki bıçak yeniden avuçlarımda belirince irkildim ama onları
Xander mı yoksa Aristelle mi çağırmıştı, bilm iyordum . Tek bil­
diğim benim yapmadığımdı. Ne olursa olsun, parm aklarım iç­
güdüsel olarak soğuk metali kavradı. Ama bu sefer metal soğuk
ve yabancı gelmedi. Avuç içlerim sanki metalle birlikte eriyip
metale kan ve hayat veriyordu. Sonunda bıçaklar tenim den daha
sıcak hale geldiler. Şaşkınlıkla küçük bir çığlık atınca, Xander
omzumu sıktı.
Aristelle sabırlı olmayı sürdürüyordu. “Tekrar dene,” diye
emretti.
Bıçaklarım eğilerek, en karanlık düşüncelerimi okuyarak ve
itaat etmeyi arzulayarak avucuma çekilirken sarsıldım.
İçlerindeki sıcaklığı bastırarak bıçakları daha sıkı kavradım.
Aristelle kaşlarını çattı. Her şeyin farkındaydı. Sonra dudak­
ları yanan bir kâğıt gibi kıvrıldı. “Bunu yapabileceğini sanmıyo­
rum,” dedi.
Sihrim parıldıyordu.
Xander, “Aristelle, bunun hiçbir faydası olmaz,” diye çıkıştı.
Aristelle Xander’ı duymazdan gelerek bana gülüm sedi ama
zalimce değil, memnun bir ifadesi vardı. Bıçaklarıma kenet­
lenmiş parmaklarımı kaldırdı ve kendi kendine başına salladı.
Onun şüphesi benim inancımı ikiye katladı ve Aristelle bunun
kırkındaydı. Teşekkür mü etsem yoksa kızsam mı bilemedim.
MARGIE FUSTON 173

Kızmayı seçtim çünkü şu anda ihtiyacım olan buydu. Üstelik


daha kolaydı.
Aristelle’e arkamı dönmeye zorladım kendimi ve ağaca odak­
landım.
Avuçlarım yanıyordu. Bıçakları bırakmam gerekiyordu. Fier
geçen saniye biraz daha ısınıyorlardı ellerimde. Başka seçene­
ğim yoktu.
Nereye uçacaklarını biliyordum.
Bıçaklar, saplarının sadece uçlarını parmaklarımla sıkıca tu­
tacağım şekilde aşağıya kayarken, tutuşum gevşedi. Bir anda du­
ruşumu değiştirip sağ elimdeki bıçağın uçmasına izin verdim.
İleriye doğru ufak bir adım daha atarak sol elimdeki bıçağı da
arkasından gönderdim.
İlk bıçak ağacın yanından dışarı uçtu ve taşa çarptı.
Ama İkincisi kabuğa çarptı.
Xander kıkırdayarak benden uzaklaştı ve takdirle yavaşça el­
lerini çırptı.
Aristelle bile memnun görünüyordu.
Göğsüm inip kalkıyor, avuçlarım bıçakları geri almak için
kaşınıyordu.
Aristelle siyah dar kot pantolonundaki görünmez tozları
eliyle silkeledi. “Benim buradaki işim bitti. Eğitim işi sende.”
Beni ağzım açık halde bırakıp uzaklaştı.
Xander’a döndüm. Gülümsemesi geniş ve açıktı, benimle il­
gili tüm tereddütleri ya gizlenmiş ya da kaybolmuştu.
“Gruba hoş geldin,” dedi.
Elimi kaldırarak parmak eklemlerime hafif bir öpücük kon­
durdu ve bunu yaptığında midemde oluşan uğultunun sihirle
hiçbir ilgisinin olmadığından oldukça emindim.
Elimi bırakıp küçük flört anımızı bitirmesini bekledim ama
öyle yapm adı. Parmaklarını benimkilerin arasından geçirdi ve
beni ileri doğru çekerek kiraz ağacının yanından avlunun dı­
şına, yerleşkenin en uç noktalarındaki göz korkutucu derecede
174 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

yüksek çitlere doğru çekti. Yüzümüz yeşil duvara dönük olarak


orada durduk.
“Ne yapıyorsun?” diye sordum.
Sana etrafı gezdiriyorum, ne için m ü cad e le e ttiğ in e d a ir bir
fikir veriyoru m .”
Önümdeki yoğun yeşil yapraklara baktım. “Ah, evet, güzel
bitki. Saçınla uyumlu.”
Ama sonra yapraklar hareket etmeye, dallar birbirine dola­
nırken geri çekilmeye başladılar ve bakır kulplu parlak siyah bir
kapı çıktı ortaya. Xander, “Mutlu olduğun bir yeri düşün,” diye
komut verdi.
Komut göğsümde bir ağrıya neden oldu ve bir anlığına zih­
nim acı verici bir şekilde boşaldı ama sonra Xander kapıyı açıp
içeri girdi. Botlarım kuma batmadan hemen önce uzun bir kük­
reme sesi duydum. Okyanus dalgaları, deniz kabukları ve kum
dolarlarıyla dolu bir sahile karşı köpürüyordu.
“Lanet olsun,” dedi Xander. “Benimkini gerçekleştirdi. Şe­
ninkini değil.”
“Nasıl yan i... Bu nasıl mümkün olabilir? Bir orm anın derin-
liklerindeydik.”
Xander, “Bu bir illüzyon,” dedi. “Buranın sihrini o kadar
uzun bir süredir inşa ediyoruz ki neredeyse her şey gerçek gö­
rünebilir; ne istediğini düşün, her kapının arkasından çıkabilir.
Ama buranın senin mutlu olduğun yer olmasını istem iştim , be-
• J w• i »
m m değil.
Boğazımdaki yumruyu yuttum. “Hayır. Benim ki de buydu.
Annem sahili çok severdi.”
Sağımdaki bir kayanın üzerinde bir dalga kırıldı ve tuzlu su
damlacıkları yüzüme çarptı.
“Senin neden en sevdiğin yer?” diye sordum am a cevabı za­
ten tahmin edebiliyordum. Her dalgada bir parçası kıyıdan çe­
kiliyordu sanki.
“Kardeşim çok severdi. İkimiz de severdik. Am a o sörf yap­
mak istiyordu ve ailem sadece çocuk tahtalarını kullanm am ıza
M a r g ie Fu s t o n 175

izin veriyordu. Ona, on sekiz yaşına geldiğinde eğer isterse kö-


pekbalıklarıyla birlikte kürek çekebileceğini söylediler. Güldü.
“Annem pek de okyanus âşığı sayılmazdı.”
“Annen ve baban... senin ne olduğunu biliyorlar mı?
Yutkundu. “Kardeşimi o partiye götürdüğüm için beni suç­
ladılar. Bunu hiçbir zaman doğrudan yüzüme vurmadılar ama
onları her ziyaret ettiğimde bunu yüzlerinde gördüm. O yüzden
artık ziyarete gitm iyorum .”
U zaktaki bir dalganın tepesinde bir sörfçü varmış gibi görü­
nüyordu.
“Ş u ra d a k i...” Sahile bakarken, sanki annemi dalgaların ara­
sına diz çökmüş, bulduğu deniz kabuğunu kolyesine takmak
üzere yıkarken görecekmişim gibi kalp atışlarım hızlandı.
“H ayır,” dedi Xander. “Hiçbir illüzyon ölüleri gerçek gibi
gösterebilecek kadar güçlü değildir,” diye fısıldadı.
“Ama bu da bir şey,” dedim.
Kum lara oturup dizlerimi göğsüme doğru çektim. Xander
yanım a oturdu, kolunun üst kısmı omzuma değiyordu. Kaybet­
tiğim iz şeyler yanımızda değildi belki ama iki kırık şeyi -birbir­
lerine tam olarak uymasalar bile- bir araya getirmeyle sağlanan
bir bütünlük vardı.
Uzun süre orada oturup güneşin alevli ufukta yok olmasını
izledik.
Bir an Xander ayakkabılarını çıkarıp dalgalara adadı ama ben
yapm adım .
Annem bana yüzmeyi hiç öğretmemişti. Aslında hep sahil­
deydik am a bana yüzülecek yer olmadığını söylemişti. Dalgalar,
bu kadar hassas bir eylemin öğrenilemeyeceği kadar hırçındı.
Ç ok kolaylıkla anımsayabiliyordum: Sırf beni nereye götüre­
ceğini görm ek için suya dalmaya çalıştığımda, annem elimi ya­
kalayıp beni kıyıda tutar ve “Böyle bir güç seni yutar, Ava? derdi.
ir haftadan biraz daha uzun bir süre sonra, X ander taş bir
B bankın üzerinde oturmuş, bacaklarını önüne uzatmış, bana
gülümsüyordu. Bıçağımı yüzüncü kez kiraz ağacına saplamış-
tım.
Ama bugün bir izleyici kitlem vardı ve bunlar sadece arkam­
dan dik dik bakan Ethan’ın ya da diğer çırakların göz ucuyla ba­
kışları değildi. Sadece bir hafta içinde kendim i o kadar geliş­
tirmişti ki üzerimdeki gözlerin artık küçümseyici değil, endişe
dolu olduğunu görebiliyordum. Diantha ve Reina, Xander’ın
iki yanında oturuyorlardı, Aristelle ise sağ tarafım da ayaktaydı.
Gözlerimi kısarsam, orada değilmiş gibi davranabilirdim ama
onu göremesem bile gözleri hâlâ içimi yakıyordu. Bu onun gü­
cünün bir parçası mıydı yoksa sadece yargılanm aya verdiğim
tepki miydi, bilmiyordum.
Buna alışkın olacağım düşünülebilir. Koruma altındaki bir
çocuk olduğunuzda, herkes her zaman sizin onlara uygun olup
olmadığınızı değerlendirir. Ama kendime bunun bir yarışm a ol­
duğunu unutturmuştum.
Çoktan bir rutinin içine girmiştim. Gün boyunca Xander ile
antrenman yapıyordum, sonra birlikte sahilimizi ziyaret ediyor­
duk. Ardından Xander, Aristelle ile vampir avına gidiyordu. Bir
haftalık eğitimin ardından, hâlâ beni yanlarında götürm üyor­
lardı. Santa Cruz vampirlerin yoğun olduğu bir yerm iş. Buraya
çekilmişler, av sihirbazlarının onlara neler verebileceğini bilme­
yenler bile. Büyü onların burayı bulmasını engellese bile, bura­
nın tüm şehre yayılan gücünü hissediyorlardı.
M a r g ie Fu st o n 177

Reina ve Dianrha’nın odasında onlarla ve ikizlerle tıkılıp ka­


lıyordum. Hiçbiri vampir avlamayı sevmiyordu, bu yüzden de
bu boşluğu mutlu ve cesur bir şekilde Xander ile Aristelle dol­
duruyordu. Biz de o sırada, yeşil kadife kanepede oturup tek­
rar tekrar Tomb Raider filmlerini izliyorduk. Ya da filmi ben se­
çersem, Indiana Jo n esu tercih ediyordum. Bazen de ikizlerle
Yathzee oynuyordum. Onların odasından çıkıp kendi odama
dönerken, sihirli koridora adım attığımda, koridor bir önceki
gibi görünse de görünmese de her şey bana tuhaf derecede nor­
mal geliyordu.
Her ne kadar kendimi yetişkinlerle dışarı çıkacak kadar bü­
yümüş bir çocuk gibi hissetsem de grubun bir parçası olmaya
başlamıştım.
Yürüdüm ve bıçakları ağacın gövdesinden çıkardım. Ağaç
hemen iyileşti.
En azından gözleri hep uyum içinde hareket eden ikizler bu­
rada değillerdi. Onlar hâlâ beni korkutuyorlardı, Yathzee’de hile
yaptıklarını da biliyordum.
M etal saplar ellerimi o kadar ısıttılar ki artık tutmakta zor­
lanıyordum . İzleyenlere duyduğum öfke ve yargılandığımı ken­
dime unutturm a çabam, sanki kendime daha çok inanmamı
sağlıyordu ve belki de kendi isteğimi kontrol edemediğim için,
isteğim dışında bir hızla çağırıyordu sihri. Kanımdaki sihir te­
nime, bir uğultudan ziyade bir özgürlük çığlığı gibi baskı yapı­
yordu. Bunu kontrol edebilir miydim bilmiyordum. Bu şüphe
beni tamamen kendimi bırakmaktan alıkoyuyordu.
D udağım ın içini asırdım ve kan tadı aldım.
ince bir el, bileğimi sardı ve zonklayan nabzıma parmakla­
rını bastırdı. Reina yanımda dururken siyah saçları çıplak ko­
luma dokunuyordu.
“Nefes al,” diye fısıldadı. Her şeyi o kadar yumuşaktı ki öf­
kemi bastıran bir bulut gibiydi.
178 ACIMASIZ İ l LÜZYONLAR

Nabzım yavaşladı ve nabzımın az önce hızlanm asına neden


olan acının bir kısmı dağıldı. Başımı ona çevirince, Reina’nın
yuvarlak gözleriyle karşılaştım. İfadesi gururlu bir gülümse­
meye dönüşürken, yüzünün köşeleri kırıştı. Saniyeler içinde bir
buluttan bir güneşe döndü. Kararları açıkça Aristelle verirken,
grubun gerçek merkezi Reina’ydı ve hepimize tam olarak ihti­
yacımız olanı veriyordu. Bana göre, arkasında hiçbir şey saklı ol­
mayan geniş gülümsemeleri sağlıyordu bunu.
Herkes zaman zaman onun sıcaklığına sığınm ak için yanına
gidiyordu.
“Diantha,” diye seslendi. Bileğimi bırakıp ona döndü.
Diantha oturduğu banktan kalkarken, güneş altındaki zamanım
dolmuş oldu. Tereddütle ellerini yeşil kapri pantolonunun alt
kısmında gezdirdi ve Reina’ya baktı. Reina’nın ona nasıl bak­
tığını göremiyordum ama bu yeterliydi. Sütunun yanına geldi­
ğinde, kolları iki yanında sarkıktı.
Diantha gözlerini kapattı. Parıltılı beyaz farı ve yeşil göz ka­
lemi siste parladı. Sis bugün daha yoğundu. Neredeyse içindeki
sihir tadını alabiliyordum.
Diantha alçak sesle, tatlı bir ninni m ırıldanm aya başladı, ileri
geri o kadar hafifçe sallanıyordu ki hareketi neredeyse fark edil­
mezdi. Daima sahneye hazır gibi görünse de performans sergile­
diğini görmediğim tek kişi oydu.
İlk başta hiçbir şey olmuyormuş gibiydi ama sonra ağacın
dibinden ince, yeşil bir asma filizlenmeye başladı ve gövdenin
etrafında yavaş yavaş kıvrılırken, büyüdükçe kalınlaştı. Asma
sanki Diantha’nın şarkısıyla birlikte esintiyi arzuluyormuşçasına
yukarı doğru uzanıyordu. Göz hizasına ulaştığında uğultu yo­
ğunlaşıyordu. Asmanın ucundan sarkık kırmızı bir zambak fır­
ladığında, uğultu da kesildi.
Onu alkışladım. Reina gülümsedi ve parm aklarını
Diantha’nın parmaklarına kenetleyerek yavaşça sıktı. Diantha
siyah saçlarını omuzlarının arkasına atıp ayaklarını oynattı.
M a r g i e Fu s t o n 179

“Neden bunun gösterisini yapmıyorsun?” Kalabalığın ho­


şuna giderdi bu elbette.
Reina hâlâ yanımda dururken, Diantha nın gülümsemesi
kayboldu. Etraflarındaki renk patlamalarına rağmen, gözleri so­
luklaştı.
Aristelle, “Çünkü o fazla iyi,” dedi. “Mantıklı bir açıklama
imkânı olmadığında, inanç korkuya dönüşür. Sihri bozar.”
Reina başıyla onayladı. Diantha başını eğip koltuğuna
döndü. O bana bakarken, ben ona bakmamaya çalıştım.
Reina dikkatim i tekrar çiçeğe çevirdi. “Onu sapından ayır,”
diye emretti ve koltuğuna geri çekilip sahneyi bana bıraktı.
Bayat, soğuk havayı içime çektim. Benim yaptığım tek şey
on beş santim genişliğindeki bir kütüğe bıçak fırlatmaktı. Onun
istediği şey ise bir sonraki seviyeydi. Parmaklarım ısındı. İlk bı­
çağımı fırlattım . Çiçeği ıskalayarak narin yaprakları yok etti.
Eğer onu tutan asmayı hedef almamış olsaydım harika bir atıştı.
Hayal kırıklığına uğramış bir halde ikinci bıçağıma odaklanarak
bir anlığına elim deki bıçağa baktım. Xander, şekline odaklan­
manın tam olarak ne yapmak istediğimi hayalimde canlandıra-
bilmeme yardım cı olabileceğini söylemişti.
Ethan sinir bozucu derecede yüksek sesle ateş edince, yü­
zümü buruşturdum . Keşke benim için ayrılan eğitim saham,
Willow’un yanında olsaydı. Bugün onun unutulmaz flütünün
notalarını güçlükle seçebiliyordum. Müziği, odaklanmayı çok
daha kolaylaştırırdı.
Hedefime baktım . Ama o sırada asma yere devrildi ve ge­
riye sadece hüzünlü bir parti dekoru gibi ağaca tutturulmuş çi­
çek kaldı,
“Bir şey değil,” dedi Ethan. Silahı hâlâ ağaca doğrultulmuştu.
Güç, parm ak uçlanma hücum ederken ona döndüm.
“Eh, artık bıçağım ı atabileceğim başka bir hedefe ihtiyacım
var.” Bakışlarım ı göğsünde dolaştırdım. Bıçağımı daha sıkı kav­
radım; fırlatacağım dan değil, sihrimin iradem dışında, arzumu
180 ACIMASIZ İ ILUZYON1.AII

dinleyerek bıçağın fırlamasına neden olacağından endişelendi­


ğini için.
Ethan geri adım attı. Tam onu korkuttuğum için şoke ol­
muştum ki kollarını iyice açıp beni atış yapmaya davet etti.
Natasha, “Siz ikinizin kimyası çok iyi,” dedi. Onun çitlere
doğru yürüdüğünü bile görmemiştim. Çünkü Ethan’ı ciddi bir
hasara neden olmadan, sadece ufak bir sıyrık ile neresinden vu­
racağımı hayal etmekle meşguldüm.
Ethan ve ben aynı anda, “Ne?” dedik. Sonra ikim izin uyumlu
olduğuna dair yoruma karşılık, birbirimize tiksinti dolu bir ba­
kış attık.
Natasha bizi umursamadan Aristelle’e döndü. “Belki de bir­
likte bir performans sergilemeliler. Yarın gece diyelim mi?”
Ethan ağzını açacakken Natasha onu diğer tarafa doğru itti.
Ethan sanki bunu öneren benmişim gibi omzunun üzerinden
bana bakıyordu.
Sahneye çıkmayı çok istiyordum ama onunla değil.
Aristelle bana baktı ve beni kenara çekti. “İzleyicilere daha
fazla performans sergilemenin vakti geldi. Yarışma için önce sih­
rini mümkün olduğunca geliştirmemiz gerekiyor ve diğer grup­
larla birlikte performans sergilemek, performansta oluşabilecek
sorunları artırabilir.”
“Nerede?” Kesinlikle hazır olana kadar diğer sihirbazların
önünde bir performans sergilemek istemiyordum.
“Kasabada. Farklı kulüplerde. Belki sokakta.”
“Sonrasında onu kazığa geçirebilir m iyim?”
Ortaya çıkan gülümsemesi, bu fikre tamamen karşı olmadı­
ğını gösteriyordu. “Benden daha gaddar olduğunu düşünmeye
başlıyorum.” Sonra Natasha ya döndü. “Kabul etmiyoruz.”
Natasha kaşlarını çattı. Ethan onları geri çevirmemize daha
da çok sinirlenmiş gibiydi.
“Teşekkürler,” diye fısıldadım Aristelle’e. D uygularım ı he-
.tL’d katmasını bir zafer sayıyordum.
MARGIE FUSTON 181

“İşe d ö n e lim ,” diye çıkıştı.


İleriye yürüyüp bıçağımı çıkardım. Parçalanmış çiçek yere
düşerken botuma çarptı.
Ben geriye doğru yürürken, Aristelle, “Çalışmaları artırın,
diye seslendi.
Xander oturduğu yerden fırlayarak güldü. “Ben de bunu
bekliyordum.”
Ağaca doğru atladı ve daldan bir kiraz aldı. Bir an benden bu
kadar küçük bir şeye nişan almamı isteyeceğinden endişelendim
ama kirazı ağzına atıp göz kırptı, sonra da bir maça ası çıkarıp,
iki parmağıyla ağacın gövdesine tuttu.
Başımı iki yana salladım. “Seni yaralayabilirim.”
“Yaralam azsın.”
Onun bana olan güveni, parmaklarımdaki titremeyi durdur­
maya yetm edi. Çünkü kendime güvenmiyordum. Sihrim bozu­
luyordu.
“Ben vampirleri öldürmek istiyorum, seni değil.” Bıçakla­
rımı daha sıkı tuttum. Kartı yanıp söndükten sonra ortadan
kayboldu ve Xander ileri doğru yürüyüp tam önümde durdu.
Eli, yum ruklarım dan birini kavradı. Parmaklarımı birbirinden
ayırıp bıçağı elimden alırken, ona karşı koymaya çalıştım.
Diğer elini avucu yukarı bakacak şekilde aramıza koydu. O
kadar yakın duruyorduk ki parmak uçlan Rolling Stones tişör­
tümün ön kısm ına değiyordu.
Ben tepki veremeden bıçağımın ucunu avucuna sürttü ve ge­
ride ince bir kan izi kaldı. Sanki yarayı ben açmışım gibi ürk-
tüm ama o hiç ürkmedi, sadece bıçağı bana geri verdi. Bir ya­
nım bıçağı geri istemese de parmaklarım bıçağın sapında doğal
bir şekilde kapandı.
Derisi yeniden kendini toparlarken elini havaya kaldırdı. Ya­
rasını kaplayan kan, buharlaşıyormuş gibi kabarcıklar çıkarı­
yordu.
182 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Bileğindeki mücevherin ışıltısına ve elindeki kana takıldı


gözlerim. Ağaçtaki kirazların kırmızısı ile kanının rengi birbi­
rine karışırken, nefesim hızlandı. Xander bana iyi olup olmadı­
ğımı sordu ama onu güçlükle duyabiliyordum.
Bir şey hatırladım. Annemi düşünmekle o kadar uzun za­
man harcıyordum ki nadiren yeni bir şey hatırlardım ama kana
ve mücevhere aynı anda bakmak, ertesi gün yaşananların gölge­
sinde kalan anılan tetikledi.
Annemin bahçe mobilyaları indiriminden aldığı, camdan,
küçük bahçe masasının yanında Parker’la oyun oynuyordum.
Masanın üstüne gül resimleri çizilmişti ve karavanımızı nereye
çekersek çekelim, annem o masayı iki kadanır sandalyenin ara­
sına kurardı. Masanın üstünden atlayıp diğer sandalyenin etra­
fından koşuyordum. Parker gülerken, “Şimdi beni görüyorsun,
şimdi görmüyorsun,” diye bağırmıştım. Sonunda takılıp masa­
nın üstüne düşmüştüm. Cam paramparça olmuştu. Karnımda
bir acı hissetmiştim, ağlamaya başlamıştım, kan vardı. Çok fazla
kan. Sonra annemin bana bakıp koşarak giderkenki bembeyaz
yüzü Annem için ağlamıştım. Neden koşarak gittiğini anla­
yamamıştım. Ama geri döndüğünde, kırmızı taşlı kolyesi boy­
nunda parlıyordu. Bir anlığına karnım daha da kötüleşmişti ama
sonra annem bana oturmamı söylemişti, bunun sadece basit bir
çizik olduğunu söylemişti ama toprakta çok fazla kan vardı.
Hemen ardından da annemin ertesi gün öldürüldüğü kamp
alanına taşınmıştık.
Sonrasında olanlara o kadar dalmışım ki öncesini unutmu­
şum. Peki bunu neden şimdi hatırlamıştım? Her zaman, kırma­
mam gereken şeyleri kırdığım ve çizik çizik yaralar aldığım ol­
muştu.
Ama şimdi bu anıyı farklı bir ışıkta görüyordum.
Annem, ölmeden önceki gün en az bir kez sihir kullanmıştı.
Ve hiç takmadığı o kolyeyi takmıştı. Buradaki sihirbazlarınkiyle
M arg ie Fu sto n 183

aynı taşa sahip kolyeyi. Onun bir zamanlar ölümsüz olduğuna


dair herhangi bir şüphem varsa bile artık yok olmuştu.
Kendimi bir kez daha karnım yarılmış gibi hissettim. An­
nem, etraftaki vampirlere yol gösterecek kadar büyük miktarda
sihir kullanm ıştı.
Bunu da beni kurtarmak için yapmıştı. Sihrini kullanma­
ması gerektiğini biliyordu. Sihri ne kadar özlediğini yazmıştı
ama bu özlem, onu sihrini kullanmaya zorlamamıştı. Ben zorla­
mıştım. Elim mideme baskı yapıyordu. Bir yara izim bile yoktu,
en azından karnım da yoktu. Beni yaralı bırakan, ertesi gün ger­
çekleşen olay olmuştu.
Annem in ölümü muhtemelen benim yüzümdendi.
Kendime bunu kesin olarak bilmediğimi anlatmaya çalışsam
da bir yanım yine de kendimi suçlamak istiyordu. Niye daha er­
ken uyanm am ıştım ki? Belki onları korkutabilirdim ya da çok
geç olm adan yardım çağırabilirdim ama bunlar her zaman, suç­
layacak som ut birine ihtiyaç duyan bir çocuğun düşünceleriydi,
o kişi kendisi olsa bile. Yaşım ilerledikçe, bu düşünceleri bir ke­
nara bırakm ıştım ama bu bilgi, tüm o düşünceleri tam bir güçle
geri getirdi, suçluluğumu içimde dikenli sarmaşıklar gibi büyü­
yen canlı bir varlığa dönüştürdü.
Bir yanım onlara bundan bahsetmek istiyordu ama bu keli­
meleri yüksek sesle söylemek istemiyordum. Bunun yerine bil­
mem gerekenlere odaklandım. Yani gerçeklere.
Xander mükemmel pürüzsüz elini kaldırınca, bir adım geri
çekildim. “Sorun yok, Ava. Ben iyiyim.”
“Bunu nasıl yaptın? Az önce kan büyüsünü mü kullandın?”
ö y le gibiydi. Avucundaki kanın kaybolma şekli, benim de­
rimden kaybolm a şekliyle aynıydı ama annemle olan olayda, o
gün topraktan kaybolmamıştı.
“İyileşm e inanılm az derecede zordur,” dedi. “Vampirler bunu
anında yapabilirler çünkü lanetleri kan büyüsünü otomatik ola­
rak kullanır. Bize gelince, bizim kan büyüsünü kullanmak için
18*1 A r ı MAM/ İl LU/A ONLAR

önce düşünmemiz gerekir ve daha ciddi yaralar için genellikle


daha Kızla güce ihtiyacımız vardır.” Bilekliğini tuttu. “Ama bunu
sadece kan döküldüğünde ve sadece yarayı iyileştirm ek için kul­
lanırız.”
Bu hoşuma gitmedi. Vampirlerle aralarındaki çizgiyi bula-
nıklaştırması hoşuma gitmiyordu.
Ama annem yapm ıştı...
Sonra da ölmüştü. Bunun sonuçları olmuştu.
Aristelle, “Hadi işimize dönelim,” dedi.
Ama parmaklarımda durduramadığım bir titrem e vardı.
Ben daha bıçakları fırlatmayı düşünemeden, Diantha ve
Reina önüme çıktılar. Diantha bir an gözlerimi incelerken,
Reina, “Sanırım şimdilik durmalı ve kızlar gecesi yapmalıyız,”
dedi.
“Bir kez daha Tomb Raider izlemeye katlanam am .”
“Hayır,” dedi Reina. “Dışarı çıkıyoruz.”

Sacramento şehir merkezinde çok fazla turist olmazdı. Daha çok


orada yaşayan ve çalışan insanlar vardı. Aynı gecelerde aynı yüz­
leri göreceğinizden emin olabilirdiniz, aynı kaçışı arayan yorgun
insanlar. Bazı geceler bir kaçıştan çok, aynı kafesin farklı bir ta­
rafına benzerdi.
Santa Cruz şehir merkezi ise farklıydı. Ağaçlarla kaplı so­
kaklarda enerji ve heyecan vardı. Turistler plaj tem alı kıyafet­
lerle dolu vitrinlere bakarken, yerel halk başkalarının bir kez bile
bakmadan geçtiği pazara doğru yürürdü. Sokaklarda gösteriler
yapan insanlar vardı. Cebimden bir dolar çıkarıp, gözleri ka­
palı bir şekilde kendi melodisini tıngırdatan bir adım ın gitar
çantasına attım. Pek iyi çalmasa da melodisindeki aksaklığa rağ­
men sallanarak kendini öylesini kaptırmıştı ki görünüşe göre hiç
kimse için değil, sadece kendisi için çalıyordu.
M a r g ie Fu s t o n 185

Caddede her beş altı metrede bir sıralanmış yapraklı ağaç­


lardan oluşan bir gölgeliğin altından yürüyorduk. Gece çoktan
çökmüş olduğu halde hava aydınlıktı. Sokak lambaları kaldırımı
aydınlatırken, yuvarlak ampul dizileri her elektrik direğini bir­
birine bağlıyordu.
Reina ve Diantha, üzerlerine cuk oturan payetli elbise­
ler giym işlerdi. Diantha’nınki sarmaşıklar gibi koyu yeşildi,
Reina’nınki ise sabah göğü gibi soluk mavi. Yürürken herkesin
dönüp bakmasına sebep oluyorlardı. Hayır, sebep oluyorduk. Biz
dışarı çıkm ak üzere hazırlanırken, Aristelle odaya girip bana si­
yah ipekten m ini bir elbise fırlatmıştı. Bir de bıçaklarımı takabi­
leceğim kadar bol ve yüksek siyah çizmeler ödünç vermişti. Sa­
nırım beni sevmeye başlıyordu.
Yine de yaşayan en ateşli ikili ile takılırken, kendinizi fazlalık
gibi hissetmemeniz elde değildi.
Diantha ve Reina, arkalarında kaldığımı hissetmiş gibi ya­
vaşladılar. Kollarını çözüp iki yanlarına saldılar, sonra da biri sa­
ğımdan biri solumdan koluma girdiler. İlk içgüdüm geri çeki­
lip ayrı yürüm eye devam etmekti ama sanki bunu hissetmiş gibi
ikisi de biraz daha fazla sıktılar kollarımı.
Ben de geri çekilmedim. Çünkü doğru hissettiriyordu. Sanki
önümüzdeki yıllarda bizim cuma gecelerimiz de bu olabilir­
miş gibi. Ben fazlalık değildim. İkisi en çekici Lara Croft’un
kim olduğuna dair tartışırlarken, tartışmayı ben yönetiyordum:
Angelina Jolie mi yoksa Alicia Vikander mi? Hep Reina’nın ta­
rafında yer alıp Angelina’yı seçiyordum çünkü uzun süre tarafsız
kalamıyordum. Onlarla birlikte bir şeylerin parçası olduğumu
hissediyordum, ö zel bir şeyin.
Bu beni korkutuyordu. Kendime koca bir hayat kurma izni
vermiştim ve gelecek, çok kolay bir şekilde sökülüp atılabilirdi.
Bu daha da riskliydi; hâlâ kazanmam gereken bir yarışma vardı.
Ancak bazı açılardan bu daha güvende hissettiriyordu. Beni
186 A CIM A SIZ İLLÜZYONLAR

istiyorlardı. Kalıp kalmamak benim elimdeydi. Kazandığım bir


şevi kimse elimden alamazdı.
Lucius hariç. Edgar’ın sürüklenirkenki yorgun yüzü geldi ak­
lıma ama kurallara uygun oynadığımız sürece bu önlenebilirdi.
Büyük, tekinsiz duran siyah bir kapısı ve turkuazla süslenmiş
pencereleri olan Blueroom adlı bir mekânın önünde durduk.
Garip bir kombinasyondu ama benim ruh halim le uyumluydu.
Reina kolumu bırakıp hafifçe başını eğerek kapıyı açtı. “Hanım­
lar,” deyip bize ilerlememizi işaret etti.
İçeri girdik ve bizi bir karşılama görevlisi bir kız karşıladı.
“Barda mı yoksa masada mı?” Ama sanki barın bir seçenek ol­
madığını biliyormuş gibi gözlerini biraz kısarak bana baktı.
Diantha, “Masa, lütfen,” dedi.
Kız bizi pencerelerin ışığından uzakta, köşeye sıkışmış, suni
deriden kırmızı bir masaya götürdü. Çok geçmeden o ana kadar
yediğim en iyi yengeçli ıspanaklı enginarlı sosa bulanm ıştı yüz­
lerimiz. Tamam, hayatımda ilk kez yengeçli sos yiyordum ama
rakipsiz olduğuna dair bahse girerdim. Hepsini silip süpürme­
miz sadece on dakikamızı aldı. Garson akşam yemeği siparişleri­
mizi almaya geldiğinde boş tepsiye baktım.
Reina, “Aslında,” dedi, “sanırım bir porsiyon daha aynı sos­
tan alacağız, biraz da mozzerella çubukları.”
Garson uzaklaşırken, Reina bana göz kırptı. Belki de okun­
ması kolay biriydim.
Belki de Reina beni tanımaya başlıyordu.
Başkalarının sizin ne istediğinizi tahmin etmesi tuhaftı. An­
nem öldüğünden beri benim için bunu yapabilen tek kişi Dcb’di
ama Parker’ı sevdiği hep o kadar açıktı ki benimle ilgilenmekten
hoşlanıp hoşlanmadığını çok kez merak etmek durum unda kal­
mıştım. Ama grubumlayken, bunun benim için olduğunu, baş­
kası için olmadığını biliyordum.
Suyumu yudumladım. Nedenini bilmiyordum ama bun­
dan utanıyordum; sanki onların bana yaklaşmasına izin vererek,
MARGIE FUSTON 187

kendime de onlara yaklaşma izni vererek bir şekilde işleri berbat


etmişim gibi. Ama aynı zamanda doğru olan buymuş gibi de ge­
liyordu. O nlarla kanepede oturup film izlemek kadar kolaydı.
Tıpkı Parker’la yaptığım gibiydi. Göğsümdeki acıyı bastır­
dım. O nunla daha bu sabah konuşmuştum. Çok üzüleceğini
düşünmüştüm, bunun sonsuza dek sürmeyeceğini, yakında onu
tekrar ziyaret edeceğimi açıklamam gerekeceğini düşünmüştüm
ama sesinde benim için duyduğu heyecan vardı. Madenî para
numaralarımı geliştirmemi umduğunu söyledi. Ben de onun il­
lüzyonları pek sevmediğini ve bunun normal olduğunu söyle­
yerek hom urdandım . Konuşmanın ondan uzakta olmamdan
dolayı göğsümde oluşan deliğin biraz daha açılmasına neden ol­
ması m antıklı değildi. Gelecek hafta Parker’ın yaz futbol okulu
başlayacaktı. Her zaman bunu yapmak istemişti. Muduydu.
Acı geçene kadar bunu birkaç kez tekrarlamam gerekti. O mut­
luydu. Ben her ne kovalıyorsam, kovalamaya devam edebilir­
dim. Neyi kovaladığım karmaşıktı. İlk başta sihirdi, sonra inti­
kam şansıydı am a şim di... böyle anlardı aynı zamanda.
Çok fazla şey istiyordum.
Bu beni korkutuyordu.
Dumanı tüten sos geldi ve o kadar hızla yemeğe başladım ki
dilimi yaktım , içeceğimi yudumlayıp garsona tekrar doldurması
için el sallam ak zorunda kaldım.
Ama bu beni bir kepçe daha sos almaktan alıkoymadı.
“Peki sizin hikâyeniz ne?” diye kaçırıverdim ağzımdan, ye­
meğimi yerken. Geçen haftadan beri merak ediyordum ama bi­
rinin kaç yaşında olduğunu... veya ölümsüzlük ölçeğine göre
kaç yaşında olm adığını sormak için hiçbir zaman uygun zaman
yokmuş gibi geliyordu. Devam etmeden önce etrafa bir göz at­
tım. Çoğu insan bardaydı ve kimse bizimle ilgilenmiyordu. “Si­
hir için mi yoksa vampirleri öldürmek için mi?”
“Hiçbiri,” dediler aynı anda, tıpkı ikizler gibi uyumluydular
ama ürkütücü değil sevimliydiler.
188 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Birbirlerine bakıp güldüler.


Reina, “Ben bir evcil hayvan dükkânında çalışıyordum,”
dedi. “En çok kuşları seviyordum, bu yüzden onları eğittim.”
içtiğim su boğazıma kaçtı, az kalsın boğulacaktım .
Reina, Diantha’ya dönerek, “Sihir olm adan da eğitilebilir­
ler,” dedi. “Neden herkes bunun tuhaf olduğunu düşünüyor?”
Diantha, sanki daha önce bunun neden tu h af olduğunu
açıklamış gibi sabırlı bir bakış attı. Reina ofladı.
“Ne tür numaralar olduğunu sorabilir m iyim ?”
“Onlara, çocuklara el sallamayı ve em ir üzerine uçmayı öğ­
rettim. O tür şeyler. Sana sihir dışı bir num ara gösterebilirim.”
Ellerini birleştirdi, sonra durdu. “Pekâlâ, ilk num arada sihir var.
Omuzlarımda kuşlar yok ama sonra normal bir num ara yapa­
cağım.”
Reina daha omuzunda bir kuş yaratam adan, D iantha onun
omzuna vurdu. “Sana restoranlarda kuş yasak dem iştim .”
“Tamam.” Reina, dramatik bir şekilde som urttu, sonra yü­
zündeki tüm ifade kayboldu. “Bir gece tam eve yürüyordum ki
bir adam beni yakalayıp bir binaya itti. Ç antam ı elimden al­
maya çalıştı ama o kadar korktum ki bırakam adım . Yumruğunu
kaldırdı ve içimdeki her şey karşılık vermek için bir şeyler yap­
mam için bağırdığı halde hâlâ hareket edemiyordum. Ama sa­
nırım bir parçam bir şey yaptı. Birdenbire güvercinler çıktı or­
taya, The Birds filminden bir sahneydi âdeta. Adam çığlık çığlığa
kaçarken, sürü de takip etti onu cadde boyunca. Sonra Aristelle
beni buldu. İlk başta ona hayır dedim ama artık yalnız yürü­
mekten çok korkuyordum ve o bana sadece sihir değil, güç de
teklif ediyordu. Gücü istedim.” Durdu. “Bir daha öyle çaresiz
hissetmek istemedim.”
Diantha pipetini içeceğinin etrafında döndürüyor ve bar­
dağındaki su girdabına bakıyordu. Bir an hiç cevap vermeye­
cek sandım, boş vermesini söylemek üzereydim. İstemiyorsa
M a iu jie Fu s t o n 189

h ik âyesin i p aylaşm ak zorun da değildi. Ben de henüz her şeyimi


p a y la şm a m ıştım . A m a so n ra...
“Arka bahçemde çiçek yetiştiriyor, hafta sonları da onları
çiftçi pazarında satıyordum. Kolları kabarık elbiseler giyerdim
ve yanım dan geçen çocuklara kollarımın içinden bir papatya çı­
karırdım .” İçeceğine bakmayı sürdürüyordu ama yüzünden an­
lık bir tebessüm geçti. “İnsanları tezgâhıma çekiyordu bu. Hafta
içi özel siparişler almaya başladım, öyle ki sonunda kocamdan
daha fazla para kazanır hale geldim. O bundan pek hoşlanmadı.
İlk başta çoğunlukla bağırıyordu ama bir gün eve geldi ve ben
arka bahçede gülleri budarken akşam yemeğini vaktinde hazır­
lamadığım için bana bağırmaya başladı. Sonra bana vurdu.” Ba­
şını kaldırdı ve doğrudan gözlerimin içine baktı. “Bunu bir daha
yapma şansı olmadı. Bana vurunca, güllerimin içine düştüm ve
tek istediğim dikenlerinin bana değil, ona batmasıydı. Gül­
ler yataklarında ve saksılarında büyümeye başladılar, sonunda
onu bütünüyle sardılar. Orada öylece durdum ve onun çığlıkla­
rını dinleyip olanları izledim ama durmalarını istemedim. Kır­
salda yaşadığım ız için kimse onu duymadı. Saatlerce bahçedeki
bankta oturdum, sonunda bir arabanın çakıl döşemeli garaj yo­
luna yanaştığını duydum.” Şimdi sanki anıların bu kısmı ho­
şuna gidiyorm uş gibi sırıttı. “Aristelle arka kapıdan içeri girdi,
tüm sahneyi inceledi, sonra makası kapıp kocamı serbest bı­
raktı. Sonra onu yakasından tutup, elinde ateş topu yaktı ve ona
beni asla bulm aya çalışmamasını söyledi. Kocam korku içinde
görünüyordu. Haftalardır ben nasıl korku duymuşsam, şimdi
o öyleydi. Aristelle’le birlikte oradan ayrıldım, bir daha da geri
dönmedim.”
Başımı salladım . Güce olan ihtiyacı anlayabiliyordum. Ken­
dime karşı dürüst olmam gerekirse, o benim için de itici bir
güçtü. Ben hepsini istiyordum; intikam, sihir, güç.
190 A C I M A S I Z İl I U Z Y O N 1 . A R

Ama ilk deh başka bir şey beni rahatsız etti. D iantha asla
arkasına bakmamıştı ve neden bakmadığını anlayabiliyordum
ama ben bunu istemiyordum.
“Önceki hayatından ziyaret ettiğin birileri var mı? Seni bi­
liyorlar mı?” Ya artık yaşlanmamaya başladıktan sonra Parker’ı
göremezsem... Bu beni korkutmaya yetti.
“Etmiyorum,” dedi Diantha.
“Eh, benim ailem onu seviyor.” Reina, Diantha’nın elini sıkı.
“Ailemin Japon tarafıyla yakınımdır, çoğu Los Angeles civarında
yaşıyor, yılda birkaç kez ziyarete gidiyoruz.”
“Nasıl?” Ne zamandan beri ölümsüz olduklarını bilmiyor­
dum ama belli bir noktada ölümsüz oldukları ortaya çıkacaktı
mutlaka.
Reina önce etrafına bakındı, sonra bana gülüm sedi. İlk başta
fark etmedim ama sonra gördüm; gözlerinin etrafında birkaç kı­
rışıklık, dudaklarının etrafında ise derinleşmiş gülm e çizgileri
vardı. Çok büyük bir fark değildi ama herhalde on yaş kadar
daha yaşlı görünüyordu şimdi.
“Bunu sen de öğrenebilirsin,” dedi. “Bu en kolay illüzyonlar­
dan biri değil, bu yüzden bazı insanlar bununla uğraşmaz ama
aileni seviyorsan, bunu sen de yapabilirsin.”
Diantha boğazını temizleyip başını bara doğru salladı.
Reina’nın gözleri o yöne kaydı, sonra tekrar bana döndü.
“Üzgünüm, Ava. Bir görev çağrısı var.”
Oturuşumu dikleştirdim. “Vampir mi?” diye fısıldadım .
Reina, “Korunmasız kişileri avlayanlar sadece vam pirler de­
ğildir,” dedi. “Xander ve Aristelle enerjilerini oraya odaklama
eğilimindeler ama bizim ilgi alanımız başka. Arkana, sol tarafa
bak. Çıkmak üzere olan bir kadın ve bir adam var.”
Tam vaktinde döndüm ve gümüş elbiseli bir kadının bar tabu­
resinden kalkarken tökezlediğini gördüm. Adam onu kolundan
yakaladı ve kadın onu gördüğüne şaşırmış gibi, adam ı aslında
pek de iyi tanımıyormuş gibi bakıyordu ona. Adamın üzerinde
M a r g ie Fu sto n 191

kot pantolon ve pahalı bir şeye benzeyen mavi bir gömlek vardı.
Çene hizasındaki açık kahverengi saçlarını düzeltti. Etrafındaki
insanlara özür dileyen bir gülümsemeyle baktı. Yuvarlak bebek
yüzü samimi görünmesini sağlıyordu. Bu sahte gülümsemeleri
iyi bilirdim . Bu, tüylerimin diken diken olmasına neden oldu.
Kadın koyu kahverengi saçlarını sersemlemiş yeşil gözleri­
nin önünden çekerek adamdan uzaklaştı. Sarhoş olabilirdi ama
uyuşturulmuş da olabilirdi. Her halükârda yanlış giden bir şey­
ler olduğu belli oluyordu. Adam hem kadının ceketini hem de
kendi ceketini kolunun üzerine atıp, ön kapıya doğru yürüyen
kadının peşinden gitti aceleyle. Kadın takip edilip edilmediğini
görmek için arkasına bakmadı.
Tahminimce ilk buluşmalarıydı.
Diantha hesabımızın üç katını karşılamaya yetecek kadar
yirmiliği masaya koyarken, önüme döndüm ve harekete geçtik.
Gecenin karanlığına doğru ilerlerken, ben de onların peşinden
gittim. Vampir avlamıyordum belki ama bunu da izleyip öğre­
necektim. Yırtıcı kim olursa olsun, kurban olabilecek birine yar­
dım etmeye asla hayır demezdim.
Reina ve Diantha sokağın her iki tarafına da baktılar.
“Lanet olsun.” Reina ileri geri yürürken yumruklarını sıkı­
yordu. “Arabaya mı bindiler hemen?”
“Bekle,” dedi Diantha. “Onları görüyorum.” Doğrudan so­
kağın ortasına atlayarak arabalarının durmasını sağladı. Re­
ina uzun adım larla onun arkasından yürürken, ben de ace­
leyle peşlerinden gittim; baş belası kadın kahraman, yanında
nefes alm aya cesaret eden tüm kötü adamları alt ederken, so­
nunda kendini bir yerde saklanmış olarak bulacak yan karakter
gibi hissediyordum kendimi. En azından Diantha ve Rcina’nın
yaydıkları kesinlikle o baş belası kadın kahraman havasıydı.
Alicia V ikander ve Angelina Jolie’nin üzerinde hiçbir şey yoktu.
Omuzları geride, adımları emindi. Bu yüzden buradaydılar.
A C I M A M / İ11 Ü / Y O N İ AR

Guldenin karşısındaki iki bina arasına sık ışm ış b i r otoparka


kadar s i('ti takip ettik. Sadece tek sıra p a rk y e ri v a r d ı v e g ö rd ü ­
ğüm kadarıyla lıepsi belediye o tob ü sleriyle d o l u y d u . A ra zin in
diğer tarafı, kenarından sarmaşıkların sa rk tığ ı taş b i r d u vard an
ibaretti. Güneş ışıkları o tarafa doğru u z a n ıy o r d u a m a loş ışık,
gölgedeki otobüslere ulaşmıyordu.
Reina ve Diantha çivili topuklarının sesini gizlem ek için hiç­
bir şey yapmadılar ve adam, kadını dirseğinden yakalayıp onu
son otobüsün yan tarafına doğru yönlendirirken başını çevirip
bize baktı.
Tam biz köşeyi dönerken, gösterişli bir arabanın yolcu kapı­
sını açtı adam.
“Merhaba.” Reina’nın sesinden abartılı bir tatlılık dam lı­
yordu, sanki adamı bir poşet şekerin içinde boğacaktı.
Adam cevap vermedi. “İçeri gir,” dedi kadına. Kadın titrek
bir adımla adamdan uzaklaştı.
“İçeri gir dedim sana,” dedi, pis pis gülerek.
“Girmek istediğini sanmıyorum.” Reina kıza doğru bir adım
attı.
“Onu evi götürme görevim var.”
“Pekâlâ.” Diantha ona yaklaştı. N ormalde sıcak olan sesi,
donma noktasının altına düşmüştü. “Peki onu eve m i götürü­
yorsun?”
Adam bir anlık tereddütten sonra, “Elbette,” dedi.
Reina, sanki bir iyilik teklif eden arkadaşlarm ışız gibi, “Onu
buradan götüreceğiz,” dedi.
“İşte o çok zor.” Kadını bırakıp bize doğru tehditkâr bir adım
attı.
Bir Reina’ya bir Diantha’ya baktım. Belki de bıçaklarıma
uzanmalıydım. Dianthanın yüzü hiçbir şeyi ele vermiyordu
ama Reina’nın dudaklarında beni durduran h afif bir kıvrılma
vardı. Bıçaklarıma ihtiyacım olmayacaktı.
M a r g i e Fu s t o n 193

Kanatlar çırpınıyordu. Adama o kadar odaklanmıştım ki on­


ları görm edim. Üç martı, taş duvara tünemişti. Havalandılar ve
sanki adam ın kafasının üzerinde bir sandviç duruyormuş gibi
ona hücum ettiler. Adam küfredip onlara vururken, yerdeki bir
çatlaktan yeni çıkmış bir bitki köküne takılıp tökezledi. Öne
doğru yalpaladı ve elleri ile dizlerinin üzerine düştü, sonra tek­
rar ayağa kalktı.
“Nesiniz siz? Cadı falan mısınız?” diye hırladı, ardından kuş­
lar yeniden adamın üzerine atlayıp onu gagalarlarken, o da kuş­
lara vurm aya çalışıyordu.
D iantha sakin bir şekilde adamın etrafından dolaşıp kızın
kolunun altına girdi ve adam arabanın önünde tökezlerken, ka­
dının arabadan uzaklaşmasına yardım etti. Adam, arabanın sü­
rücü tarafına ulaşana kadar sürekli cadılarla ilgili bir şeyler mı­
rıldanıp durdu. Sonunda arabaya girip kapıyı arkasından çarptı.
Arabayı hareket ettirdiğinde lastikler gıcırdadı. Martılar havala­
nıp ciyaklayarak uçup gittiler. Reina onlara el salladı. Tuhaf bir
görüntüydü.
Kaslarım gevşedikçe, yükseldiğini fark etmediğim adrenalin
de kayboldu. Reina, “Ben gidip arabayı alayım,” dedi. “O kadar
uzağa yürüyecek durumda değil.” Arkasını döndü ve duraksadı,
gözleri kısıldı ve bir anlığına bana baktığını sandım ama sonra
omzumun üzerinden arkama baktığını fark ettim.
“Selam, hanımlar.”
Ensemdeki tüyler diken diken oldu. Sesi o kadar nötr ve
düzdü ki neredeyse insanlık dışıydı. Arkamı dönme dürtüme
karşı koym aya çalıştım, içgüdülerim, yavaş hareket edersem so­
numun kötü olacağını haykırıyordu, sanki arkamda ısırmak
üzere kıvrılm ış bir çıngıraklı yılan vardı. Ama o bir yılan de­
ğildi, çok daha kötü bir şeydi. Bunu sihirle değil, kemiklerimde
hissedebiliyordum.
“Bu akşam hepiniz çok güzel kokuyorsunuz.”
194 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Ağzından çıkan tüm kelimeler tekdüzeyken, gü z el kelimesini


sanki tadıyornıuşçasına dilinin üzerinde yuvarlam ıştı. Kalbim
boğazımda atıyordu.
Reiııa'mn geniş gözleri benim gözlerimle buluştu. Diantha
tuttuğu kızı serbest bıraktı ve kız yere düşerken, hafifçe kızın
önüne geçti.
“Kaliforniya’yı ziyaret edeceğimi söylediğimde, herkes bana
en iyi içeceklerin Santa Cruz’da olduğunu söylem işti ve itiraf
etmeliyim ki kesinlikle haklılarmış; belki New O rleans’tan bile
daha iyi.”
Bunca zamandır yavaş yavaş dönüyordum ve sonunda onu
gördüm: adamın incecik sarı saçları om uzlarına kadar uzanı­
yordu, üzerinde bu sahil kasabasına pek yakışm ayan dar bir deri
pantolon ve lavanta rengi bir atlet vardı.
Göz göze geldik ve kafasını bana doğru kaldırdı.
Hareket ettiğini bile görmedim. Bir an rahadam ış gibi kayıt­
sızsa ayakta dururken, bir sonraki an başımı kaldırdığım da diş­
lerini gösteren açık bir ağza bakıyordum. D işlerinin boynuma
batmasını engelleyen tek şey Reina’nın önüm e fırlayan kolu
oldu.
Dişler bileğine batarken, Reina acıyla tısladı.
Geriye doğru tökezleyip çizmelerimin birinden kazığı, diğe­
rinden bıçağı aldım.
Yerden bir kök fırlayıp, tüyler ürperten adam a çelm e taktı
ve bileğinin etrafında kıvrıldı ama vampir tekme atınca, kök bir
anda kırıldı. Martılar da geri dönmüştü, vam pirin kafasına hü­
cum ettiler ama vampir onları fark etmedi bile. D işleri Reina’nın
koluna gömülü olduğu halde gülmeyi sürdürüyordu. Reina’nın
kanının bir kısmı vampirin dudaklarından akıyordu.
Ama diğer eli serbestti ve Reina’nın taşıdığını bilm ediğim ka­
zığa saldırıyordu. Onu savurdu. Son bir girişim de bulunm am
gerekiyordu. Adamın sırtı bir otobüse dayalıydı, Reina da onun
M a r g ie Fu s t o n 195

önünde sıkışıp kalmıştı, bu yüzden ne yapabileceğime dair net


bir fikrim yoktu.
A yaklarını saran daha fazla sarmaşık vardı şimdi.
O nun kalbini sökemezdim ama ondan bir şeylerini alabilir­
dim . Bıçağım ı koluna doğru fırlattım. Çarpmanın etkisiyle bi­
raz söylendi am a Reina yı bırakmadı. Onun yerine, bıçağı çekip
çıkardı. Parm aklarının arasında çevirerek hafifçe kaydırdı. Ni­
şan alıyordu.
Tam eğiliyordum ki bıçağın onun parmaklarından fırlama­
sına fırsat olm adı. Biri tarafından, ağzını Reina’nın bileğinden
ayırm asına yetecek bir kuvvede yana çekildi.
V am pir tökezleyip bıçağımı düşürürken, Roman çıktı ortaya.
A çıklığı gördüm ve fırsatı değerlendirmek istedim.
Kazığım a odaklandım ve geri çekilerek fırlatırken kazığın uç­
m asını diledim . Kazık, Romanın omzunun üzerinden uçup oto­
büsün yan tarafına saplandı. Vampirin kafasının yanına. Vampir
kazığa bakm ak üzere döndü ve kaşlarını kaldırarak yana kaydı,
böylece Rom an aramızda kaldı. Roman bana dik dik bakıyordu.
Sanırım fazla yakınına fırlatmıştım.
Elinde hâlâ bir kazık olduğu için, onun yanında dur­
m ak üzere yürüdüm . Vampir bir adım daha yana çekilirken,
Roman ona döndü. Vampir havayı kokladı ve Romana bakarak
gözlerini kısarken durakladı. “Hımm, ilginç.”
Rom an gerildi, elindeki kazığı kavrayan parmakları önce es­
nedi, sonra gevşedi.
V am pir soğukkanlılıkla geri kalanımızı gözleriyle taradı.
“Bire karşı üç bir zevkti ama bire karşı beş biraz fazla.” Topuğu­
nun üzerinde dönüp geceye doğru yürüdü.
Ben de onun ardından bir adım attım. “Onu bırakacak mı­
yız gerçekten?”
Rom an’ın eli omzumu kavradı. “O çok güçlü. Böyle birini
devirm ek için koca bir ekip gerekir.”
196 A C IM A SIZ İLLÜZ YON LA R

Etrafıma bakındım. Görünüşe göre koca bir ekiptik,


W illow da buradaydı. Geldiğini görmemiştim am a Reina’nın
ayağa kalkmasına yardım ediyordu.
R o m a n , zih nim i okurcasına, “T am am en e ğ itim li b ir ekip ge­
rekir,” dedi.
Dişlerimi sıktım ama tartışmadım. Bir kan em iciye kazık sap­
lamaktan daha çok istediğim bir şey yoktu am a aynı zamanda
tek parça kalmak da istiyordum.
Reina’ya döndüm. “İyi misin?”
Bileğini kaldırdı; pürüzsüz ve m ükemm eldi. İş kazası. Ama
tamamen iyileşti.” Yine de sesinde hafif bir titrem e vardı. Bileği
iyi olabilirdi ama yaşadıkları göz önüne alındığında, vam pir ol­
sun ya da olmasın, bir adamın saldırısına uğram anın eski anıları
su yüzüne çıkarmayacağını düşünemezdim. D iantha’nın endi­
şeli yüzüne attığım bakış, haklı olduğumu söylüyordu.
Roman ellerini arkasında kavuşturmuş bir şekilde bizi izli­
yordu. Reina ona kaşlarını çattı. “Sanırım sana teşekkür etme-
i■
lıyım .w
“Bunu senin için yapmadım.” Gözleri bana kaydı.
Diantha, sanki onu yarasının olduğu yeri tutm ak bir şeyleri
iyileştirebilirmiş gibi, Reina’nın elini sararak, “Biz hallederdik,”
dedi.
“Elbette,” dedi Roman. Geri çekildi ama gözleri hâlâ benim
gözlerime takılıydı.
“Yardımcı olabilir miyim?” diye sordum.
Sallandı. “Olabilir.” Bıçağımı yerden aldı. Elimi uzattım ama
bana bakmadı bile. Başparmağım keskin uca değdirdi. Parma­
ğını bıçağın kenarında gezdirirken gözleri tekrar bana döndü.
Bakışlarına karşılık vermek için kendimi zorladım . Bu oyunu
iki kişi oynayabilirdi. Ağzının bir tarafı hafifçe kıvrıldı. Sonunda
konuştu. “Benimle sahneye çıkmanı istiyorum.”
MARGIF. F ü STON 197

Bir g ru p ç o c u ğ u n ö n ü n d e elini bıçaklayan bir adamla p erfo r­


m a n s se rg ile m e düşüncesi içimde ufak bir heyecan uyandırsa da
c eva p v e r m e d im .
“H ayır, teşekkürler,” dedi Reina.
“Yeni bir gösteri için bıçak atacak ikinci bir kişiye ihtiyacım
var. Sence de bana bir iyilik borçlu değil misin?”
“Neden ben?” Elbette bıçak fırlatan başka sihirbazlar da
vardı.
Basitçe, “Sana ihtiyacım var,” demekle yetindi.
Bu üç kelim e çok nazikti. Beni düşüncelerimden uzaklaş­
tırdı. Birinin size ihtiyacı olduğunu söylemesi, bu ihtiyacın içine
atılm ak istemenize, onu doldurmak için kendini genişletmenize
ya da eğer ihtiyacı olan buysa, bir sihirbazın asistanı olarak ikiye
bölünm enize neden olabilirdi çünkü onlara yardım etmek bir
anlığına kendinizi bütün hissetmenizi sağlardı. Ta ki sizi artık is­
temeyene, siz çarpık ve sıska bir halde kalana ve artık daha önce
nasıl göründüğünüzü tam olarak hatırlamayana dek.
Sözcükler her zamanki gibi beni etkilese de bu sefer onları sa­
vuşturdum . “Bana bıçak fırlatmanı istemiyorum.”
Rom an, “Oldukça iyiyimdir,” dedi.
“U m urum da değil.”
Rom an bıçağım ı havaya fırlattı, keskin kısmından yakalayıp
bana uzattı. “Sana isabet ettirmeyeceğim, üstelik bir de senin
bana bıçak fırlatm an için sana şans vereceğim.” Sesi sağlam, ka­
rarlı ve sorgulanamazdı; öyle ki neredeyse elle tutulacak kadar
som uttu. Bu ona güvenmemi sağladı.
Bir an tereddüt ettikten sonra, “Tamam, varım,” dedim.
Reina iç çekti.
simleri James ve June’du. Ne tatlı. O kadar tatlı ki sanki bir
İ Hallmark şiiri. Gerçi bir Hallmark çifti oldukları için bu
mantıklıydı. Bir golden retrieverları bile vardı. O nlardan bir ön­
ceki koruyucu evimiz soğuktu. Evdeki, korum aya alınm ış üç ço­
cuktan ikisi bizdik. En büyüğümüz, içeri girip çıkan ve bizimle
pek konuşmayan genç bir kızdı. Akşam yemeğine gelm em izi ya
da okula hazırlanmamızı söylemek dışında kimse bizimle ger­
çekten konuşmuyormuş gibiydi sanki. Sadece bir şey yapma­
mıza ihtiyaç duyulduğunda ortaya çıkan hayaletlerdik sanki.
June ve James’in evine geldiğimizde, yeniden hayat bulmuş­
tuk âdeta. Koruma altında sadece ikimiz vardık onların evinde.
Odalar boştu, genel olarak belli tip çocuklara hitap edecek şe­
kilde dekore edilmemişlerdi. Target’a gidip kendi oda takım ı­
mızı seçmemiz gerekmişti. Duvarları boyamamız da gerekmişti
ve bu bir kalıcılık, değerlilik hissi vermişti. D uvarların kolayca
tekrar tekrar boyanabileceğini anlamamıştım henüz. O zaman­
lar sadece bizi istediklerini biliyordum. Ayrıca deneme süre­
cinde olduğumuzu da biliyordum, tıpkı aldığınız am a sonradan
kesimini beğenmediğiniz bir kazağı belli bir süre içinde mağa­
zaya iade etme şansınızın olması gibi.
M olly isimli -adını neden hâlâ hatırladığımı bilmiyorum-
golden retrieverla oynuyorduk. Parker köpeğin etrafında daire­
ler çizerken gülüyordu, ben de elime nemli tenis topunu almış­
tım. Gülümsüyordum. Daha sonra bizi içeri çağırdılar. Sosyal
MARGIE FUSTON 199

hizmetler görevlisi de oradaydı. Bizi sevdiklerini ama iki çocu­


ğun sorum luluğunu almaya hazır olmadıklarını söylediler.
Sanırım bu, ifademin arkasında herhangi bir gizli motivas­
yon olmadan son gülümseyişimdi. Gülümsemelerim seyircileri
etkisiz hale getirecek ve el çabukluğumu sergilememe olanak
sağlayacak numaralara dönüştü sonradan. Parker’ın ve benim
bir arada bir sorun olmadığımıza, aldıkları paraya değeceğine
onları ikna edecek bir numara. İşte o sahte gülümsemelerim bizi
bir arada tutmuştu.
Ama ilk kez gerçek bir sihirbaz olarak sahneye çıkmayı bek­
lerken Xander’a gülümsediğimde, bu acı verici ve gerçek bir gü­
lümsemeydi. Son yıllarda kendime izin verdiğim gerçek gülüm­
semeler hep Parker içindi.
Burada olmak, sahte değil gerçek illüzyonlar sergilemek isti­
yordum. Annem, tüm bunlardan vazgeçmeden önce böyle his­
setmiş olm alıydı.
İçinde bulunduğumuz kulüp, Sacramento’daki kulüpten
daha büyük ve daha parlaktı; krem ve sert köşelerle doluydu, in­
sana büyükannelerin ve büyükbabaların evlerini hatırlatan ra­
hatlatıcı ahşap panellerden hiç yoktu. Her şeyin altındaki es­
kiliği ve k ü f kokusunu özlüyordum. Buradaki metal kokusu,
alkolün ağır tadı kokusunu güçlendiriyordu.
Xander’la birlikte sahnenin kenarında durmuş, gösterinin
başlamasını bekliyordum. O, Roman’la sahneye çıkma konu­
sunda pek heyecanlı değildi ama ona bir borcumuz vardı. Başka
bir bıçak fırlatıcıyla sahneye çıkacağım için heyecanlı olduğum­
dan bahsetmedim.
D aha önce Roman bu akşamki performansımız için planı­
mızı açıklam ıştı; bu oldukça kolay bir numaraydı. Xander ve
Aristelle bizden önce sahneye çıkacaklardı çünkü Xander da
sahne alm a konusunda ısrar etmişd ve beni bir kurda yalnız bı­
rakm am ak üzerine bir şeyler mırıldanmıştı.
200 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Işıklar karardı, kalabalık sessizleşti. Öyle ki beklenti, karanlı­


ğın içinde elle tutulur bir hal aldı sanki.
Aristelle’in avucunda ateş parladı ve hemen tanıdığım bir da­
vul ritmiyle yere vurduğu ayağını aydınlattı. Foreigner’ın “Hot
Blooded” şarkısı biraz fazla yerinde seçilmiş bir şarkıydı ama se­
yirciler arasından bunu fark edenler gülerek tezahürat yaparken,
zekiliği nedeniyle Aristelle’i erkenden alkışladılar. Aristelle’in
yüzünü göremiyordum ama onları tanıdığından şüpheliydim .
Gitar çalmaya başlayınca, dar siyah kot pantolon ve göbeği
açık kırmızı bluz giydiği kaslı vücudunu hareket ettirerek ileri
doğru sallandı ve kalabalığın arasından birkaç ıslığın yükselme­
sini sağladı.
Açılış nakaratı başladı ve Aristelle vücudunu dalgalandırır­
ken, yanan elini arkasından salladı ve ardından çömelip döner­
ken, alevleri onu kovaladı. Lou Gramm, ateşinin kırk derece ol­
duğuna dair feryat ederken, Aristelle ayağa kalktı ve bilekten
omzuna kadar kolları alevler içinde kalırken, yeniden döndü.
Kollarını yanında salladı ve seyircilerin etkileyici bir num ara ol­
duğunu düşündükleri gösteri nedeniyle nefeslerini tutm alarını
sağladı, sonra alevleri avuçlarına geri çağırdı.
Xander, ondan sonra sahneye çıkacaktı ve çıkm adan önce
kulağıma, “Bana şans dile,” diye fısıldadı. Üzerine giydiği mavi
yeleğindeki kırmızı dokunuşlar, Aristelle’in aletleriyle mükem­
mel bir uyum içindeydi. Xander, Aristelle’in yanında durup
destesini çıkardı ve desteyi onun önüne doğru havalandırırken,
onu baştan aşağıya süzdü. Aristelle seçtiği bir kartı ateşe verir­
ken, Xander’ın ağzı açık kaldı ve kart, Aristelle’in parm ak uçla­
rında yandı. Xander desteyi yeniden karıştırdı ve kartları tekrar
uzattı. Aristelle kartlara soldurucu bir bakış atınca, kartlar hiç
dokunmadığı halde alevler içinde kaldılar. Xander kartları yere
bıraktı. Aristelle alevler ve sıcaklık içinde dans ederek uzaklaşır­
ken, Xander ellerini birbirine sürttü ve kendine has gülüm se­
mesiyle onun peşinden gitti. Aristelle ona doğru döndüğünde,
M a r g ie Fu s t o n 201

boş p a rm a k la rın ı havaya kaldırdı ve parmaklarında bir kart be­


lirdi. S o n r a e lin d e bir d u m an oldu ve o kartın yerini başka bir
k a rt aldı.
Nakarat tekrar başlayınca, Xander kartlarını yere attı ve
Aristelle onları bir ateş şelalesine dönüştürdü. Kartlar bitince,
seyirciler tezahürata başladılar. Aristelle, sırtı Xander’ın göğ­
süne baskı yapana kadar döndü. Sonra, şarkının ritmine uy­
gun bir şekilde birlikte dönmeye başladılar. Xander’ın parmak­
ları Aristelle’in kollarından aşağıya doğru kaydı, sonra bir anda
Aristelle, Xander’ın parmaklarını yeniden ateşe verdi. Xander
yanmış gibi yaparak parmaklarını sallayıp geri çekildi.
Bir şeyi yoktu elbette.
Yanan bendim.
Bunu bastırmaya çalıştım. Bu sadece bir gösteriydi. Sahnede
vücutlarının ne kadar kolay bir şekilde uyum içinde hareket et­
tiğinin benim için bir önemi yoktu. Yine de onun yanında ol­
mayı dilem ekten kendimi alamadım. Flört ediyorduk ve bu ho­
şuma gidiyordu. Xander’la şakalaşmanın bu kadar rahat olması
hoşuma gidiyordu ve bir yanım onun tam da ihtiyacım olan şey
olabileceğini düşünüyordu: geçmişindeki tüm acılara rağmen
gülüm seyebilen, vampirleri öldürebilen ve eve döndüğünde ai­
lesiyle birlikte gülebilen bir genç.
Ama belki de ben anlam yüklüyordum. Xander herkesle flör­
tüz konuşuyordu. Ama ilk defa biri bana ikinci kez baktığında,
kaçm am ıştım .
Aristelle ve Xander, sahnede akıcı bir dansla hareket eden sı­
cak ve yeşil bir bulanıklıktan ibaret kalana kadar gözlerimi odak
dışına kaydırdım .
“Ava.” Roman ın kalın sesi, sürüklendiğim karanlık, görün­
meyen yerden beni çekip çıkardı. “Sıra bizde.”
O nun yanım a geldiğini, Xander’ın yerini aldığını fark
etm em iştim bile ama görünüşe göre o, her hareketimi
202 ACIMASIZ İ Ll ÜZYONLAR

değerlendiriyordu. Ellerimi deri pantolonumun kalça kısım la­


rına sildim. Ru, ellerimin daha çok terlemesine neden oldu.
Aristelle ve Xander sahneden inerken kendimi rahat bırak­
tım. Yüzleri terden parlıyordu, muhtemelen hem ısıdan hem de
vücutlarının hareketinden.
Xander sanki hayatının en iyi performansını deneyimlemiş
gibi güldü bana. Yanından geçerken, yapış yapış eli kolum u ya­
kaladı. “Bol şans.”
Başımı sallamakla yetindim ve az önce tanık oldukları sıcak­
tan dolayı hâlâ mırıldanan seyircilerin önünde yan a doğru bir
adım attım, Romanı takip ederek.
Roman, sahnenin ortasına doğru yürürken ve seyircilere kısa,
ciddi bir selam verirken elimi sıktı. Onlara ne sunacağım ızı bek­
lerlerken mırıltıları dindi; sessizliğimiz onları m eraklandırm ış,
gerilimi artırmıştı, böylece ortaya çıkan şeyle birlikte bizi al­
kışladılar. Willow ve Reina büyük, kumaş kaplı bir nesneyi dı­
şarı çıkardılar. Roman, sanki bir hanımefendiyi dansa kaldıra­
rak ona eşlik eden kibar bir beyefendi gibi elimi havaya kaldırıp
beni nesnenin yanma yönlendirdi. Küçük bir parçam bıçakları­
mızla daha seksi bir şeyler yapmamızı diliyordu. Yüzüm bu dü­
şünceyle ısınınca, elimi onun elinden çektim.
Roman, sanki serseri düşüncelerimi sezmiş gibi bana tuhaf
bir bakış attı, sonra kumaşı çekerek, çevresinde altı tane altın
renginde yıldız boyalı olan daire şeklindeki bir tahtayı ortaya çı­
kardı. Kalabalık, bildikleri ve sevdikleri klasik num arayı alkışla­
yarak tezahürat yaptı. Kenarda bir tehlike belirtisi gizlendiği sü­
rece herkes klasikleri sever, bu numara daha önce binlerce kez
yapılmış olsa bile bir şeyler ters gidebilirdi.
Roman elimi tekrar tutarak küçük bir platform a adım at­
mama yardım etti; omuzlarım, daha önce boyuma göre ayar­
lanmış olan kavisli, dolgulu çubukların hemen altına oturdu.
Ellerim kulpları kavradı ve Roman beni döndürmeden önce, ka­
sıldığımı hissettim.
M a r g ie F u s t o n 203

Çarkın dönüşü, bıçakların fırlatılışına odaklanmayı veya fır­


latışı beklemeyi imkânsız hale getiriyordu. Yalnızca titreşim ve
ahşabın metalle delinmesi, bir darbenin vurulduğunu haber ve­
riyordu bana. Her seferinde fiziksel açıdan hâlâ bir bütün olarak
kaldığım a biraz şaşırdım.
Ç ark durdu ve Roman beni tutup kaldırdı. Bacaklarımı yeni­
den hissedene kadar bir süre beni tuttu. Az önce soğuk olan el­
leri, şim di göğüs kafesimin üstündeyken sıcaku.
Tahtadan, altı tane bıçağı çekti ve seyirciye dönüp ilk kez on­
lara konuştu.
“Bir kez daha?”
Provada yaptığımız gibi başımı iki yana salladım. “Sıra
sende.”
Kalabalık güldü. Her zaman takdir edilmeye aç olan ama
bunu pek de elde edemeyen yanımı doldurması için sesin içime
işlemesine izin vermek istiyordum.
Roman, koltuk aldanma yerleştirdiğim çubukları çekip,
daha önce takılmış olan yüksek çubukları kullanarak az önce
benim durduğum yerde durdu. Çarkın dikkat çekmeyen kolla­
rından birini kavrayıp nesneyi hızla döndürdüm ve bıçak fırla­
tacak birinin gizemine ve zarafetine uyacağım umduğum bir ha­
reketle geriye bir adım attım.
îlk bıçağım ı bileğimden çıkarıp parmaklarımın arasında
döndürdüm . Kalabalık önce alkışladı, sonra susarak, odaklan­
mama yardım cı oldu. Sihir parmaklarımda birikirken, bıçağı
havaya fırlattım . Romanın ayağının hemen soluna çarpu. Tam
hedeflediğim yer.
Bir sonraki bıçağı almak için eğilirken duruşumu değiştir­
dim . A yakkabım ın ucunun altından kömürleşmiş bir maça kızı
çıktı. İkinci bıçağı aldım ve sihir hızlanırken, bıçağı parmakla­
rım arasında döndürmeden önce bir saniye kadar durdum.
M aça kızının yüzünün yarısı yanmıştı.
Aristelle ve Xander hafızamda dönüp duruyorlardı.
204 ACIMASIZ 11LUZYONLAR

Bıçağım elimden ayrılmadan bir saniye önce sihrim soğudu.


Metalin tahtaya çarpmasının çıkardığı rahatlatıcı ses yoktu.
Metalin ete saplanması aynı etkiyi vermezdi.
Seyircilerden birkaçı çığlık attı. Roman hiç ses çıkarm adı.
\\7illow çarkı çoktan durdurmuştu. Bıçağım R om anın kal­
çasına girmişti.
Muhtemelen sahnede söylememem gereken bir kelim e söy­
leyip hemen ileri fırladım ama Roman, bıçaklanmış birine göre
fazla zarif hareketlerle tahtadan aşağıya atlamıştı bile. Bacağın­
daki bıçağı çıkardı, şaşkın yüzümü görmezden gelerek yanım ­
dan geçti ve sanki desteğe ihtiyacı olan benmişim gibi elimi
tuttu, kanlı bıçağı kendi pantolonuna silip beni yeniden sahne­
nin ortasına çekti.
“Bir maske tak,” dedi nazikçe.
Ne demek istediğini sormama gerek yoktu. Sessiz kalabalığın
önünde dururken panik içindeki yüzümü ifadesiz tuttum . Bı­
çağı seyircilerin görebilmesi için uzattı, sağlam olduğunu göster­
mek için avucuna vurdu. Daha sonra bıçakla pantolonunu ke­
sip sapasağlam bacağını ortaya çıkardı. Yara yoktu. Kan yoktu.
Kalabalığın yansı heyecandan yansı rahadık hissinden alkış­
lıyordu ama dakikalar önce hissettikleri korku, coşkularını bas­
tırmıştı. Diğer performansta hissettiğim sihrin sadece yarısını
hissediyordum. Bize biraz pahalıya mal olmuştum.
Roman sahneden inip ön sıradaki birkaç kişinin bıçağı in­
celemesine izin verdi; kaybettiğim alkışları unutturm aya çalıştı­
ğını biliyordum.
Sahneden hızla indim.
Willow bana uzandı ama onu ittim.
Aristelle’in yumruklan iki yanında sımsıkıydı.
“Biliyorum. Sakın söyleme.”
“Bize çok fazla alkışa mal oldun,” dedi.
“İyi misin?” diye sordu Xander. Ben durdurana kadar elini
kolumda bir yukarı bir aşağı kaydırdı.
M a r g ii Fu sto n 205

“Evet.” Hiç istemesem de o uzaklaşırken gözlerim onunla


A ristelle arasınd a gidip geldi.
Xander bunu gördü. “Ava.”
T ü m b u n la ra verdiğim tepkiden dolayı kızararak duygula­
rımı b a stırm a y a çalıştım ama hislerim o kadar ısrarcıydı ki bir
tü rlü g itm ed ile r.
Aristelle başını iki yana sallayarak Romanın sahneden inme­
sini engellemek için harekete geçti, yaptığım hatanın bize her­
hangi bir m aliyetinin olmayacağından emin olmak istiyordu
muhtemelen. Rom anın bakışlarıyla karşılaştım ve Aristelle onu
sürüklerken, bakışlarımı başka tarafa çevirdim.
Topuğumun üzerinde döndüm ve üzerinde çıkış tabelası
olan ağır, kırm ızı kapıyı bulana kadar metal koridorda hızla iler­
ledim. Issız bir ara sokağa çıktım.
Xander tam tahmin ettiğim gibi arkamda belirdi.
“Bu sadece bir performanstı, Ava.”
“Biliyorum .” Ama hiç de öyle gibi değildi. Gerçekten de bana
bir açıklam a borçlu değildi. Sadece biraz flörtleşmiştik, el ele tu­
tuşmuştuk ve bunun benim için bu kadar anlamı olmamalıydı.
Elini saçlarının arasından geçirdi, bana doğru iki adım attı,
sonra durdu. “Hayır, bilmiyorsun.” İç çekti. “Üzgünüm. Sana
söylemeliydim. Daha düşünceli olmalıydım. O kadar uzun za­
mandır performans sergiliyorum ki artık bunu düşünmedim
bile. Sen bu konuda yenisin. Başlangıçta kendini sahnedeki sa­
natçıdan ayırm ak zordur. Bu işi dört senedir yapınca...” Durak­
ladı. “Orada ben kendim değilim. Sadece seyircilere istediklerini
veren ve ihtiyacım olan gücü toplayan bir makineyim.” Aramız­
daki mesafeyi kapatıp elimi tuttu.
Bir süre öyle kaldık ve ben memnun olmaya çalıştım ama
gösteriden arta kalan adrenalin buna izin vermiyordu.
Sonunda Xander elimi bırakıp benden uzaklaştı. “Geri dön­
mek ister misin?”
206 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Başımı iki yana sallayıp duvarın kenarına yaslandım . “Sadece


bir süre yalnız kalmaya ihtiyacım var.”
Tereddüt etti. Gözlerindeki bu dikkatli bakıştan nefret edi­
yordum, bu güzden gülümsedim. Gitmeden önce, kapının
onun arkasından kapanmasını bekledim.
Sırt çantam ya da kazığım yoktu yanımda am a bu seferlik
umurumda değildi çünkü yakalandığım şey... vampirler de­
ğildi.
endim i her zamankinden daha kayıtsız hissediyordum. Dü­
K şüncelerden kurtulmak için dikkatimi dağıtmaya ve biraz
tehlikeye ihtiyacım vardı. Kazığım yoktu ama kalabalığın içinde
kalm aya ve karanlık köşelerden uzak durmaya dikkat edecek­
tim. Ahşap platforma doğru ilerledim; gece göğünü tırmalayan
eğlence trenlerinin parıltısı, burayı bulunması kolay bir yer ha­
line getiriyordu. Yine de girmedim. Parlak ışıklar, renkler ve gü­
len yüzler zaten hassas olan midemi daha da bulandıracaktı.
Başarısız olmuştum. Kolay bir numarayı, hiç düşünmeden
yapabileceğim e inanmıştım. Belki de Xander’ın söylediği gibi
doğuştan yetenekli değildim ama başka faktörler de vardı. Dik­
katim in dağılm asına neden olmuştum ve bedelini Roman öde­
mişti. Sonra da bir korkak gibi kaçtım. Oysa korkak olmadığımı
söylerdim kendime hep. Bir korkak olduğunuzda, koruyucu aile
sistem inde kırılmadan yıllarca hayatta kalamazsınız, ben de kı­
rılm am ıştım . Biraz yıpranmıştım belki ama kırılmamıştım.
A dım larım beni iskeleye ve konukların girip çıktığı açık res­
toranlara giden yolun kenarındaki banklara götürdü. Güvende
olm am ı sağlayacak kadar çok insan vardı ama huzuru sağlayacak
pek kim se yoktu. Orada oturup ahşap platformun neon ışıkla­
rını izledim . Burası -başkalarının mutluluğunun sınırı- benim
en rahat olduğum yerdi. Sahilden kahkahalar süzülüyordu. Eğ­
lence trenlerinin mavi ve kırmızı ışıkları sürekli hareket halin­
deki okyanusta parlıyordu. Okyanus da yalnız olmalıydı; sahile
zar zor dokunuyor, hep hareket ediyordu. Hiçbir zaman hiçbir
kum yığın ı okyanusun gerçek evi olmuyordu.
208 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Uzun süre çalkantılı suyu izledim, soıiunJd akJıın yine göste­


riye kaydı ama bu sefer düşündüğüm Aristelle v«- Xander değildi.
Romanın bacağına giren bıçağıma rağmen son derece sakin yü­
zünü hatırlıyordum. Bunun için inanılmaz bir güç gerekirdi ve
yine de yanımda olacağı anı bulmuştu. Hem de Xander’ı düşün­
düğü için onu bıçaklayan bir kızın. Sonra da kaçm ıştım .
Unutmaya ihtiyacım vardı.
Elim, eğitime başladığımdan beri hiçbir m adenî para nu­
marası yapmadığım halde, hâlâ cebimde taşıdığım çeyrekliklere
gitti ama kendimi durdurdum. Onlar bir em niyet örtüşüydü.
Bunun yerine bıçaklarımdan birini çizmemden çıkarıp par­
maklarımın arasında dikkatlice döndürdüm. D aha önceki fela­
ketime rağmen hareketim doğaldı. Bu bana Xander’ın kartlarını
hareket ettirişini hatırlattı. Zaten mantıklı olan buydu çünkü
bana bunu öğreten oydu. Bıçağı çevirmeyi bıraktım . Kendi nu­
maralarıma ihtiyacım vardı.
Sol elimi banka koydum ve bıçağımın ucuyla parmaklarımın
arasına hafifçe vurmaya başladım. Elimdeki sıcak ürperti bıçağa
tam olarak nereye vuracağını söylüyordu ve bıçak da onu yapı­
yordu her seferinde. Elim bıçağı hızla ve emin adım larla hareket
ettirene kadar hızlandım, sonunda bıçağı parm aklarım ın ara­
sında sanki isteksiz dans partnerlerinden başka bir şey değilmiş
gibi çeviriyordum. Gözlerimi kapattım. Açtığımda, parm akla­
rım zarar görmüş bir halde değildi.
“Harika numara.”
îki adam, oturduğum bankın yanında durmuş, beni izli­
yordu. Biri kısa ve iri yapılıydı. Elleri sanki bir şeyi kaybetm iş ve
ne kaybettiğini bilmezmiş gibi ceplerine bir girip bir çıkıyordu.
Diğer adam uzun ve zayıftı; karanlıkta bile gözlerindeki kötü
parıltı görülebiliyordu. Gülümsemelde alay etmek arasında bir
yerde kalmış haldeki dişleri parıldıyordu.
Tehlike. Kanımda bir uyarı çınladı. Benden yaşça büyük,
Loruma altındaki bir çocuk, gözlerinde zulüm ve istekle bana
M a r g i e Fu s t o n 209

yaklaştığında da aynısı olurdu. Genellikle koruyucu ailemden


onlar için bir şeyler çalmamı isterlerdi, böylece işler ters giderse
suç benim üzerime kalırdı. Hep söylediklerini yaptım. Yazılı ol­
mayan bir kuralmış gibi bana gelirlerdi hep, asla Parker’a git­
mezlerdi.
Parker’ın Jacob ve Deb ile birlikte yeni evinde iyi olduğunu
umdum . Koruyuculuğumun ona iyi gelmiş olmasını, normal
bir hayat yaşayacak kadar masum kaldığım umdum.
Bu beni katılaştırmıştı, bu yüzden tehlikenin dokunuşunu
hissettiğimde bile kaslarım bir tanıdıklık hissiyle önce kasıldı,
sonra gevşedi.
Pek çok sahte gülümsememden birini takındım. Bu, silah­
sızlandırm ayı amaçlayan bir gülümsemeydi. İşe yaradı. Adam­
lar birbirlerine baktılar.
“Gecenin bu saati, burada olmak için biraz kötü bir zaman,”
dedi sıska olan. Kelimelerinin arkasında gizlediği tehdidi duy­
mazdan geldim.
“İkinizden biri bahse girmek ister mi?” diye sordum.
Sorum onları afallattı. Kısa olan, arkadaşına bakarken kaşla­
rını çattı.
Uzun boylu olan gözlerini merakla bana çevirdi. “Ne var ak­
lında?”
Bıçağı tutan elimi salladım. “Bunu parmaklarımı kanatma­
dan parm aklarım ın arasına saplayabilirsem yirmi dolar.”
“Boş. Az önce bunu yaptığını gördük.”
“Gözüm kapalı yapacağım ama.”
Adam kaşlarını kaldırdı ve sanki bu durumda kendine aşırı
güveni olan benmişim gibi ona en yırtıcı gülümsememi sun­
dum. Homurdanan arkadaşına elini uzattı, arkadaşı cebinden
buruşmuş bir yirm ilik çıkardı. Ben de kendi yirmiliğimi çıkarıp
bankın üzerine koydum ve ardından Romanla yaptığım numa­
ranın son kısmı için cebimde duran mendili çıkardım. Mendili
dar bir çizgi halinde katlayıp gözlerimin üzerine yerleştirdim.
210 ACIMASIZ İU.ÜZYONI.AR

“Bu konuda sana yardım edebilirim.” IJ/.mı boylu olanın sesi


pürüzsüz, neredeyse büyüleyiciydi, tabii altında yatan iğneleyici
ronu duymazdan gelirseniz.
“Hallettim.”
Gözlerim kapalıyken bıçak elimde daha da ısındı, sanki on­
dan fazladan bir şey istediğimi biliyormuş gibi. U zaktaki eğlence
trenini, insanların ayak seslerini, ağır nefeslerini bastırarak yal­
nızca parmaklarımın altındaki sert tahtaya odaklandım . Bıçak,
tahtaya. Bıçak, tahtaya. Bu harekete inanıyordum.
Bıçağı tahtaya vurdum.
Sonra gerçekten gülümsedim çünkü kanayan bir yerim
yoktu. Gözlerimi açarken, bıçağımı tahtaya saplanmış olarak bı­
raktım. Kısa boylunun yüzünde kayıtsızlık, diğerinin yüzünde
öfke vardı.
“Gerçekten yaralanacağını ummuştum,” dedi. “Ya iki katı ya
hiç?” Bu sefer kendi cebinden çıkardığı parayı koyarken, ben
de bir yirmilik daha çıkardım ve bıçağımı tahtadan söktükten
sonra gözlerimi yeniden bağladım.
Tekrar kaldırdığım bıçağımı aşağıya sallamadan öncen on­
dan ne istediğimi söyledim.
Biri bana çarpınca omuzlarım sarsıldı. Bıçağım rotasından
çıkıp iki parmağımın arasındaki hassas deriyi keskin bir acıyla
deldi.
“Aaah!”
Gözlerimi açtığımda uzun boylu adamı tam yanım a buldum.
O kadar yakınımdaydı ki hareketini duymamış olm am şaşırtı­
cıydı.
“Kaybettin,” diye fısıldadı.
“Lanet olsun.” Kanım bankı lekelerken, sabah koşusu yapan
biri için gün ışığında berbat bir görüntü oluşturacak kadar akı­
yordu.
M arg ie F u sto n 21 1

Kısa adam kanıma bakıp kaşlarını çattı. Boncuk gözleri ya­


ramdan yüzüme, oradan da hâlâ sağlam elimle sıkıca tuttuğum
uzun bıçağa kayarken bir eliyle sakalını çekiştirdi.
Uzun boylu olan yavaş, hesaplı bir şekilde güldü. Diğeri
ayağa kalkarken gözlerimin içine baktı. “İşte bu yüzden küçük
kızlar bıçaklarla oynamamak.”
Yanıyordu; bıçağımı sıkıca tuttuğum elim neredeyse alev ala­
caktı. Sihir, bıçağımın eriyip parmaklarımın arasından damla­
masından endişe etmeme neden olacak kadar sıcak ve öfkeliydi.
Sihir kullanılm ak isterken, bu adamdan akan kanı görme ar­
zumla birleşti ve onlarla yüzleşmek üzere ayağa kalktım.
“Parayı al ve git,” dedim sertçe.
Uzun boylu olan, “Parayı istemiyoruz,” dedi. Daha önce göz­
lerinde gördüğüm isteği yanlış anladığımı fark ettiğimde ikisi de
kanayan elime bakıyorlardı.
D amarlarım daki kan sanki hareket etmiyordu; sanki hareket
etmezse saldırmayacaklardı ama donmuş da değildi. Parmağım­
dan dam larken, ufak bir adım atıp yardım istemek için etrafa
bakındım . Arkamdaki restoranların kapandığını fark etmemiş­
tim. Yalnızdım ama öyle olmasam bile vampir avcısı olması ge­
reken kişi bendim. Başka birini tehlikeye atmıyordum.
Bıçağım ı daha da sıkı tuttum. Bir kazık değildi belki ama
yine de onları yaralardı.
Gözleri, hafif hareketimi takip etti ve uzun boylu olan sırıtu.
Dişlerinin parıltısını görebileceğim kadar yakınımdaydı ve ben
belli ki bu ürperti ile mücadele edecektim.
Tek düşünebildiğim annemin boynundaki diş izleriydi.
D udağım ı ısırdım ve kan tadı aldım. Sihir onun kanını isti­
yordu. Ben onun kanını istiyordum. Sihir ve ben şimdi tek bir
istekten ibarettik.
H iç bu kadar büyük bir güç hissetmemiştim, öfke ve köşeye
sıkışm ışlık, kendime olan inancımı, kudurmuş, çatırdayan bir
212 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

şeve dönüştürmüştü. Sihir bunu sevi yunlu. l-<ıim istediğim tüm


gücü veriyordu.
Sendeleyerek onlara doğru yürüdüm. Yaralı elim in bütün
parmaklarından kan damlıyordu. Uzun boylu olanın dudağı ge­
riye doğru kıvrılarak hırlama ile gülümseme arasında bir şey ha­
lini aldı. Kısa boylu olan havayı koklayarak, “Tadın çok güzel­
dir,” dedi.
“İyi akşamlar,” dedi okyanusun en derin yerinden bile daha
soğuk bir ses.
Roman tam yanımda duruyordu ve karanlıkta göm leği parlı­
yordu, hem de şaşırtıcı bir şekilde parlıyordu.
Gözümü kan emicilerden ayırmıyordum. Elimdeki tüm si­
nirleri yakmadan, bıçağımı bir an önce bırakmam gerekiyordu.
Romanın yanımdaki sağlam varlığı göğsümdeki gerginliğin
bir kısmını hafiflettiği halde, “Git buradan,” diye bağırdım . Tek
düşünebildiğim öldürme isteğimdi.
“Ben olsam hanımefendiyi dinlerdim.” Uzun boylu vampir
tükürdü. Tükürüğü Romanın parıldayan siyah ayakkabısının
yakınına düştü.
“Hayır,” dedi basitçe. Elimde sıktığım bıçağa kaşlarını çata­
rak baktı ve ardından önümde durmak üzere bir adım attı. “Ben
olsam yapmazdım.”
Bir parıltı çarptı gözüme. Kısa olanın elinde kendi bıçağı
vardı.
Hadi saldır , diye şarkı mırıldanıyordu sihir.
Uzun boylu olan da bir bıçak çıkardı.
“Bıçaklı vampirler, ha?” diye sordu Roman, ama sesi ilgisiz
gibiydi. “Siz yeni olmalısınız, bu adil bir dövüş değil.”
“Bıçaklar kanın daha fazla akmasını sağlar. Aksi halde kah­
rolası bir pipetten içiyormuşsunuz gibi gelir,” dedi uzun boylu
olan. “Ayrıca sen de en az kız kadar güzel kokuyorsun.”
Kısa boylu olan güldü. “Kızı ben kendime ayırdım .”
“Olmaz,” dedi uzun boylu olan.
MARGIE FUSTON 213

Roman gözlerini onlardan ayırmadan hafifçe döndü ve om­


zunun üzerinden bana, “Onları senin için öldürmemi ister mi­
sin?” diye sordu.
“Hayır. Bunu ben yapmak istiyorum. Bana bir kazık ödünç
ver yeter.”
Ceketinin içinden bir yerden bir kazık çıkardı. “Üzgünüm
ama sadece bir tane var.”
Uzun boylu vampir öylesine hızla saldırıya geçti ki göreme­
dim bile. Bir an bizden birkaç metre uzaktaydı, bir sonraki an
dişleri R om anın boynundan yalnızca birkaç santim uzaktaydı.
Elimde olmadan geriye sıçradım. Vampirin Romanın om­
zunun üzerindeki gözleri sanki beni görmüyormuş gibi yavaşça
kırpıştı.
Ardından Roman onu itti. Adam bankın köşesine doğru tö­
kezleyip yere düştü. Soluk soluğa gömleğini çekiştirdi.
İleri doğru bir adım attım. Bunu gerçekleşirken görmek is­
tiyordum.
Roman omzumdan tutup beni kendisiyle yüz yüze kalaca­
ğım şekilde döndürdü. Başımı çevirerek o yaratığa ne yaptığına
bakmaya çalıştım ama Roman çenemi tutup beni kendine bak­
maya zorladı.
“Ava.” Adım ı birkaç kez daha söyledi ama benim tek düşüne­
bildiğim o yaratığın ölmesini izleme ihtiyacımdı. “Ava.”
Sonunda onun yüzüne odaklandım.
“Bir vam pirin ölümünü gördün mü hiç?”
Başımı iki yana sallamaya çalıştım ama beni çok sıkı tutu­
yordu. “O halde, izleme,” dedi.
“O nun acı çektiğini görmek istiyorum,” dedim. Onu şaşırt­
tım. Kendim de biraz şaşırdım.
Bir anlığına kaşları çatıldı ve eli gevşedi. Başımı elinden kur­
tardım ama öldüğünü sandığım vampir gitmişti.
Sonra kısa boylu vampirin diğer yöne koştuğunu fark ettim.
214 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Onun peşinden koşmak için hamle yaptım am a Roman ko­


lumu yakaladı. Öylesine sertçe yakaladı ki bu, duvara zincirlen-
mişken koşmaya çalışmak gibi bir şeydi. A yaklarım ahşap kalas­
ların üzerinde kayıyor ve bir santim dahi yol katedemiyordum.
“Kaçıyor.” Daha sertçe çekiştirdim ama hiçbir yere varama­
dım.
Roman kaçan vampirin arkasından baktı. Sonra da kanayan
elime baktı.
“Bunu düzeltmen gerek.”
“O öldükten sonra düzeltebilirim. Kazığı bana ver. İkisini de
kaçırdın.”
İkimiz de hâlâ elinde tuttuğu kazığa baktık ve üzerindeki ka­
nın hiçbir şey olmamış gibi tamamen yok olana dek küle dönüş­
mesini izledik. Roman kolumu bırakmadan kazığı tekrar ceke­
tinin içine soktu. “İkisini değil,” dedi, diğer vam pirin düştüğü
yeri işaret ederek.
Oraya doğru yürüdüm ve yıpranmış ahşaba karışmış gri kül
yığınına baktım.
“Demek başlarına gelen bu.” Binlerce kez ölüm lerini hayal
etmiştim ama toza dönüşmeleri kesinlikle hayal ettiğim şekiller­
den biri değildi.
“Bundan biraz daha şiddedi.”
“İzlemek isterdim,” dedim. Ne kadar ciddi olduğum u an­
layabilsin diye gözlerine bakabilmek için ona doğru ilerledim.
Onu tekrar şaşırtmak istiyordum ama o her zam anki gibi kayıt­
sız bir ifadeyle bana bakıyordu.
“Birini kaybetmişsin,” dedi.
Ağzım kapandı.
Roman önümde çömeldi ve daha önce düşürdüğüm bı­
çağı alıp mendiliyle kanımı sildi. Hâlâ diz çökmüş haldeyken
hafifçe baldırımın arkasını tuttu. Dokunuşunun yum uşaklı­
ğıyla sıçradım. Sanki bir tehdit daha varmış gibi kalbim hız­
landı ama hayır, nabzımı hızlandıran öyle bir korku değildi.
MARGIE FUSTON 215

Bıçağımı çizmemdeki kının içine doğru kaydırırken, her bir


parmağının dokunuşunun fazlasıyla farkındaydım. Bu farklı bir
açıdan korkutucuydu ve bu duygunun nereden geldiğini bilmi­
yordum ama başka bir şeye odaklanmam gerekiyordu. Xander a
mesela.
R.oman ayağa kalkıp dirseğimi tuttu, bunu yapmasına şaşır­
dım. Bana sandığından daha kırılganmışım gibi endişeli bir ba­
kış attı ama en azından beni bankın diğer tarafına oturmaya
yönlendirirken gerçekte ne düşündüğümü bilmiyordu.
İlk önce temiz elimi tuttu. Parmaklarım hâlâ bıçak tutuyor-
muşçasına kıvrıktı. Parmaklarımı açtıktan sonra öfkemin işa­
retleri olan kırmızı girintileri inceledi. Elimi kucağıma koydu,
sonra diğer elim i kaldırıp mendiliyle kanı sildi.
“H âlâ kanıyor elin.” Şaşırmış gibiydi.
“Lanet olsun.”
“Neden iyileştirmiyorsun?”
“B en .. . ” Elimden sürekli kan sızıyordu. “Xander sana öğret­
medi m i?”
“H ayır.” Kesinlikle de sormamıştım. Kan büyüsü kullanmak
istemiyordum.
Hafifçe tısladı. “Sana pek bir şey öğretmemiş.” Eminim ki
tüm gösterisini mahvetmemi kastediyordu.
u ı V •• •• n
Uzgunum.
“Bu senin hatan değildi.” Hatanın kime ait olduğunu be­
lirtmesine gerek yoktu. Bir eliyle elimi tuttu, diğeriyle bileğimi
gevşekçe kavradı. “Sihri, iyileşmesi gereken noktaya çekmelisin.
Oradan akan kana odaklan, içinden sızan tüm gücü kullan.”
“Kan büyüsünü kullanmayacağım. O vampirler için.”
“Ama bunlardan bir tane istemiyor musun?” Bileğindeki kan
kırmızısı mücevheri tuttu. “Bunların nasıl yapıldığını biliyor
musun?”
“Kan büyüsü. Biliyorum ama o çok zaman önceydi.”
216 a c i m a s i z İ l l ü z y o n i a ı ı

Kaşlarını çattı ve uzanıp dudağıma dokundu. Kanla ıslanmış


başparmağını geri çektiğinde irkildim. “G örünüşe göre kan bü­
yüsünü zaten kullanmışsın. Bir çırağa göre çok fazla sihir kulla­
nıyorsun. Bunu kazara yaptığını mı söylüyorsun?”
Midem bulandı. Elbette kazara dudağım ı ısırm ıştım . Ben
asla... Ama daha önce hissettiğimden daha fazla güç hissetmiş­
tim.
“Düşündüğümden daha güçlüsün.” Bana baktı, sonra gözle­
rini dalgalara çevirdi.
“Hımm. Teşekkürler.” Elimden akan kan şim di onun eline
bulaşıyordu. Dikiş atılması gerekecekti.
“Bu bir iltifat değil. Ama herhangi bir eğitim olmadan ham
yeteneğin hiçbir anlamı yoktur.”
Sinirlendim. “Xander beni eğitti.”
“Ama yeterince iyi eğitmemiş. Bu şey gibi, dünyanın en bü­
yük akrobatı olma potansiyeline sahipsin ama yapm ayı bildiğin
tek şey bir denge çubuğu üzerinde yürüm ek. Bu yarışm ayı asla
geçemezsin.”
Neredeyse elimi elinden çekecektim. “Bu doğru değil. Yapa­
bileceklerimin yarısını bile görmedin.”
“O zaman kendini iyileştir.”
Yarılmış derime baktım. Etrafında yanan, asla vermeyeceğim
emirlere aç sihri hissedebiliyordum. Elimi çekm eye çalıştım ama
Roman daha sıkı tuttu.
“Bunu yapmayacaksın.” Başını iki yana salladı. “Senden ak­
tığını hissettiğim tüm o sihirle, bunu bir saniyede iyileştirebi­
lirsin.”
“Gerek yok.”
Önce beni inceledi, sonra tekrar elime döndü ve parm akla­
rını kesiğe bastırdı.
“Hayır.” Ondan uzaklaşmaya çalıştım. “Ben bunun benim
üzerimde kullanılmasını istemiyorum.”
M a r g if. Fu s t o n 217

Ama beni bırakmadı. “Senden böyle sihirbaz ziyafetine davet


eder gibi kan damlarken geri dönmeyeceğiz.”
“Benimle dönmek zorunda değilsin.” Yeniden onun demir
pençesinden kurtulmaya çalıştım.
Elleri ellerimi sıkarken, sinir bozucu bir hırıltı çıkardı. “Bu
yarışmayı kazanmak istediğini sanıyordum? Eğer ölürsen, kaza­
namazsın. İzin ver, bunu senin için yapayım, sadece bu seferlik.”
Yüzümdeki tereddüdü görmüş olmalıydı, ben bir kez daha
hayır diyemeden tekrar elime baktı ve parmağını yaramın üze­
rinde gezdirdi. Dokunuşundan bir karıncalanma yayıldı ve elim
kaşındı, sonra acı kayboldu. Geri kalan kanı temizleyebilmem
için bana m endilini uzattı.
Gönülsüzce alıp teşekkür ettim. Bu, sadece tek seferlikti ve
bana fazla bir seçenek bırakmadığı içindi.
Banktan kalktı. “Seni yine de götüreceğim.”
“Kendim gidebilirim.”
“Buna hiç şüphem yok.” Hafifçe gülümsedi. “Ne olursa ol­
sun.” Avucunu uzatıp, kalkmamı işaret etti.
Bana uzattığı elini tutmadım ama iç çekip ayağa kalkarak ya­
nına gittim .
Sessizce yürüdük, sonra kulübe ulaşmadan hemen önce
durdu.
“Ne yapıyorsun?” diye sordum.
Cebinden bir şey çıkarıp yanıma geldi ve cebinden çıkardığı
şeyi elime bastırdı. Bir tomar banknota bakakaldım. Bazılarının
üzerinde “yüz” yazıyordu.
“Otobüse bin ve evine git,” dedi.
“H ayır.” Banknotları ona geri uzattım. Bütün bunların,
W illow’ un bir rakibini ortadan kaldırma amacıyla beni gönder­
meye yönelik bir hile olduğuna inanamadım. Ayrıca, evi dü­
şündüğümde aklıma Parker* m gülümseyen yüzü geliyordu ama
aynı zam anda Diantha ve Reinânın benimle kol kola girme­
leri, Xander*ın cilveli yorumları, zar atma oyunları oynayan
218 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

ikizler de geliyordu. Hatta Aristelle’in benim yüzüm den sürekli


hüsrana uğraması bile geliyordu.
Ev kelimesi artık her zamankinden daha karm aşık geliyordu
kulağıma.
Ben parayı uzatmayı sürdürürken, tek bir parm ağını bile kı­
pırdatmadı.
“Neye bulaştığını bilmiyorsun. Riskleri anlamıyorsun ve
buna hazır değilsin.” Koyu kahverengi gözleri soğuk ama sami-
i • u p • m•
mıydı, hvıne git.
Ürktüm. “O halde bana neye bulaştığımı anlat.”
Başını iki yana salladı, koyu renk bukleleri gölgelerde hare­
ket etti.
Kendimi iyileştiremeyeceğimden endişeleniyordu ama ken­
dimi iyileştiremeyecek kadar ağır yaralanma ihtim alim neydi?
Bacaklarım ağırdı. Uzun bir geceydi. Elimdeki banknodar
hafif ve gereksiz bir his bırakıyorlardı. Elimi açtım ve rüzgârın
onları uçurmasına izin verdim. Elimde en az üç yüz dolar ol­
duğu halde, Roman onları yakalamak için hiçbir hamlede bu­
lunmadı.
îç çekti. “O zaman seni ben eğiteyim.”
“Ne?” Başımı kaldırıp ona baktım.
“Bıçak atmayı, bir bıçak atıcıdan öğrenmen gerek.”
“Xander gayet iyi.” Arkamı dönüp kulübün kapısına yönel­
dim.
“Bekle.” Eli sağ dirseğimi kavradı. Tam kolum u geri çekecek­
tim ki bende biraz korku uyandıran bir çaresizlik gördüm gözle­
rinde. Ama korktuğum, Roman değildi. O, yıllarca süren acılara
tanık olmuş, bir yandan da bir sonraki kişi için dayanak olabile­
cek kadar güçlenmiş bir heykele benziyordu.
Bu yüzden, dirseğim kaburgalarına değene kadar bana yak­
laştığında ve kulağıma doğru hafifçe eğildiğinde ürkm edim bile.
Onun yanında kendimi güvende hissediyordum ve bu, özel­
likle de yeni tanıştığım biri için, pek alışılm adık bir duyguydu.
MARGIE FUSTON 219

Pek a n la m verem ed iğ im bir duyguydu. Başlangıçta Xander a


karşı bu duyguyu hissetmemiştim bile. Belki de sadece bundan
farklı bir anlam çıkarmaya çalışıyordum. Oysa rahatlığım, onun
beni bir vam pir saldırısından kurtardığı gerçeğine dayanıyordu.
Gerçi onlarla tek başıma da başa çıkabilirdim de neyse. Yüzüne
bakabilm ek için döndüm, yüzü o kadar gergindi ve boynuma o
kadar yakındı ki eğer bir vampir avcısı bizi görecek olsaydı, bize
dönüp iki kez bakabilirdi.
“Sana gerçekten istediğin şeyi verebilirim,” dedi. Sesi o kadar
kısıktı ki onu güçlükle duyabiliyordum. Sokağa baktım ama bu­
rada bizden başka kimse yoktu.
Bana ihanet eden düşüncelerim, gösteriden sonra beni sabit
tutan, ardından bıçağımı dikkatli bir şekilde boynuma yerleşti­
ren eline doğru kaydı. Aptallığım yüzünden yanaklarım kızardı
ama cevap vermeden önce derin bir nefes aldım. “Nedir peki o?”
“Sihirbaz olmanın pek umurunda olduğunu sanmıyorum.
Sen vam pirleri öldürmek istiyorsun.”
Vampirleri öldürmek benim için daha önemliydi ve bir sü­
reliğine de olsa tek isteğim bu olmuşu ama artık bu yeni beceri­
leri kendim e bir hayat kurmak için kullanacağım yeni bir gele­
cek vardı önüm de.
“Vampir öldürmenin çok tehlikeli olduğunu, önce şu bilek­
lerden birine sahip olmam gerektiğini söylediler bana.”
“Ne yap tığını biliyorsan, hiç de öyle değil.”
“Peki bana bunu da mı öğreteceksin?”
“Sana her şeyi öğreteceğim.”
“N eden?” Sesimdeki şüpheyi gizlemeye çalışmadım.
İç çekti. “Ç ünkü son çıraklarımı korkutup kaçırdım. Doğru
dürüst eğitilm em enin sebebi benim, böyle bir suçluluk duygu­
suyla yaşam ak istemiyorum.”
“Bunun seninle bir ilgisi yok.”
“Var,” dedi.
220 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Omıız silktim. Onun hissettiği suçluluk duygusunu gider­


mek için gereğinden fazla çaba göstermek istem iyordum . Ama
teklifi çok cazipti. Bana şu anda istediğim şeyi veriyordu; ya­
rışma yok, sadece eğitim. Ama bu, ona yaklaşacağım anlamına
geliyordu ve bunun da kendi içinde başka tehlikeleri var gibiydi.
“Xander bundan hoşlanmayacak.”
“Xander’ın bilmesine gerek yok.”
“Peki ya Willow?”
“Siz en iyi arkadaş falan değil m iydiniz?” diye homurdandı.
Elimdeki yara geçmişti. Geriye sadece pürüzsüz ve izsiz deri
kalmıştı. Bu özel beceriyi öğrenmek istem iyordum ama onun
bana başka şeyler öğretebileceğim biliyordum. R om anla biraz
antrenman yapıp işlerin nasıl gideceğini görebilirdim .
“Evet,” dedim, kendimi durduramadan. “Evet.”
“Peki.” Gülümsemedi. Bu anlaşmadan her ne çıkacaksa, ke­
sinlikle eğlenceli bir şey olmayacaktı.
BÖLÜM
14
oman sahili kucaklayan karanlık, kıvrımlı yolda arabayı
R hızla sürüyordu. Ön koltukta oturan Willow, üst üste
üçüncü kez “Cardigan” isimli şarkıya eşlik ediyordu.
Xander bu gece onunla birlikte sahneye çıkmamı istemişti
ama ben geçen seferden sonra tekrar sahneye çıkma konusunda
gergin olduğum u öne sürerek biraz daha eğitim almak için yal­
vardım. A slında bu bir yalan değildi. Biraz suçluluk hissetmiş­
tim am a Roman istediğimi elde etmek için başka bir yol teklif
ettiğinde, tüm güvenimi tek bir şeye bağlayacak kadar aptal de­
ğildim . Bir destek... Bunu geri çeviremezdim.
U laştığım ız sahil karanlık ve tenhaydı. Uçurumun kenarına
park etm iş tek araba bizimkiydi. Aşağıya inen dik yolun kena­
rında durup, duyulabilecek kadar yüksek sesle yutkundum. O
kadar karanlıktı ki suyu bile göremiyordum.
“W illow ,” dedi Roman.
W illow gözlerini kapattı, ellerini önüne kaldırdı ve alçak
sesle, incelik hilale dua eder gibi bir şarkı mırıldanmaya başladı.
İki elinde küre şeklinde birer tane beyaz ışık büyüyordu. Şarkısı
bittiğinde hafif bir nefes verdi.
“Neden şarkı söylüyorsun?” diye sordum.
Yüzü kızardı. “İçimdeki sihri bu şekilde çıkarıyorum. Sihri
çağırm ak için müziğe ihtiyacım var.”
“U m arım benim de şarkı söylememi beklemiyorsunuzdur.
Pek sihre yakın bir şey olmaz.”
“Şarkı söylemek zayıflıktır. İçindeki sihri sadece iradeyle
ortaya çıkarabilirsin. Willow’un kendine inanabilmesi için
222 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

doğuştan yetenekli olduğu bir şeye dayanması gerekiyor.” Ro­


man kısa ve öz konuşuyordu. Loş ışıkta yüzünde belli olan her­
hangi bir ifade yoktu. Bunu söylerken W illow ’a pek bakmadı,
ilk adımı atarken aşağıdaki yola odaklanmıştı.
W illow’un ışığı titredi, Roman arkasına baktı.
Gelin.
İkimiz de itaat ettik. W illow önden gitti, ben de ikisinin pe­
şinden gittim. Ayaklarım, toprak ve taştan oluşan gevşek ze­
minde arada bir kayıyordu. Aşağıdaki kum lara vardığımızda
Roman mokasenlerini çıkarıp siyah pantolonunu sıvadı. Beyaz
gömleğinin kolları zaten dirseklerine kadar katlanm ıştı ve her
iki koluna bağladığı bıçaklar ortaya çıkmıştı. Neden plaja gelir­
ken üstünü değiştirmemişti, bilmiyordum. H erhalde uyurken
bile pantolon ve beyaz gömlekle uyuyordu.
Neredeyse bunu ona soracaktım ama şaka yapacak havada
görünmüyordu. Hiç şaka havasında gibi değildi. W illow sanda­
let giymişti. Postallarımın fermuarını açıp kendi bıçaklarım ı or­
taya çıkardım. Romanın peşinden yürüdük, W illow ’un ışıkları
oluklarda ve kumdaki çukurlarda gölgeler yaratıyordu.
Ay ışığında kuma çarpan soluk beyaz köpüklü dalgaların dı­
şında kumsalın çoğunu göremiyor olabilirdim ama diğer duyu­
larım beni hayal kırıklığına uğratmadı. Soğuk hava beni ısırı­
yordu. Kokuyu tarif etmek zordu; tuzlu ve keskin, şehre kıyasla
canlı. Kum her adımda, sanki bir anlığına hareketsiz kalmamı
istiyormuş gibi ayak parmaklarıma yapışıyordu. Bizi diğer taraf­
taki kumsaldan ayıran bir kaya çıkıntısına ulaşana kadar yürü­
dük. Dalgalar burada kumdan ziyade kayalara çarptığı için daha
gürültülüydü.
Roman etrafına baktı ve dalgaların karaya attığı bir ağaç kü­
tüğünü yakalayıp kayalığın kenarına doğru sürükledi, sivri uçlu
bir kayaya dayadı. Willow’a başıyla selam verdi, W illow ona
doğru adım attı ve elinde parlayan ışığı, yıldızları sallayan bir
tanrıça gibi havaya kaldırdı. Diğer elindeki ışığı, on adım kadar
Ma r g ie Fu st o n 223

geriye, yanım a koydu. Ona dokunup çok uzun süredir açık olan
bir ampul gibi sıcak mı yoksa bir gece önce avuçlarımda hissetti­
ğim sihir gibi yakıcı mı diye kontrol etme dürtüsüne direndim.
Roman bir bıçağı kırmızı-sıcak bir şekilde parıldayana kadar
elinde tuttu, ardından onunla dalgaların karaya attığı kütükle­
rin üzerine bir X çizdi ve bıçak, kütükte değdiği yerleri kömür­
leştirdi. Ellerim karıncalanıyordu, hazırdım. Roman uzakla­
şırken eğildim ve postalımdan bir bıçak çıkardım, tam olarak
doğrulmadan bıçağı fırlattım. Donuk bir sesle X’in merkezine
saplandı.
W illow alkışlayarak kanımın şarkı söylemesini sağladı.
Yüzümden kibir ifadesini uzak tutmaya çalışsam da başara­
madım.
“Tekrar.” Rom anın sesinde en ufak bir övgü tınısı yoktu.
K ınından bir bıçak daha çıkardım. Bu kez onu parmakları­
mın arasında döndürdüm, tıpkı Xandefın kartlarını döndür­
düğü gibi. Sonra aniden metalin metale çarpma sesi geldi ve
ince, beyaz saplı bir bıçağın sapı sadece bir metre kadar ötede
kumun derinliklerine gömülürken, bıçağım ayaklarıma düştü.
“Bu neydi şimdi?”
Roman bir santim bile kıpırdamamışa ama bileğindeki bı­
çaklardan biri yerinde yoktu.
“Beni vurabilirdin.”
“Evet. Ve bu senin için iyi bir alıştırma olurdu.”
W illow kum da bir ayağı bir diğerinin üzerinde dururken, bir
R om ana bir bana bakıyordu.
Roman yanım a doğru gelip bıçağını kumdan çıkarırken bana
özür dileyen bir bakış attı. Ama kendi bıçağını aldığı halde be­
nim kini alm adı.
“Bıçaklarında sanki kartlarla oynuyormuşsun gibi oynamayı
bırak. Sen bunun için fazla iyisin.”
Xander’a yönelik üstü kapalı iğnelemeyi duymazdan geldim.
“Seyirci bunu seviyor.”
224 A C IM A S I/ İLLÜZYONLAR

“Bir vampir de ona boğazını parçalaması için zaman tanır­


san. bundan hoşlanacaktır. Su birikintisinde oynayan bir çocuk
gibi ayak parmaklarını güç gölüne batırıyorsun. Yüzmeyi bilmi­
yorsan, göl seni yutar.”
Yanaklarım kızardı. Yüzmeyi gerçekten bilm ediğim göz
önüne alındığında, metaforun bu kadar kişisel olduğunu fark
edip etmediğini merak ettim. Ona bunu kesinlikle söylemeye­
cektim.
Onunla tartışmamı bekliyor gibi bir hali vardı. Tartışmadım.
“On adım geri git.”
Islak, gevrek kum, ayak parmaklarımı selam layana kadar geri
gittim. Biraz daha gidersem suya girecektim.
Tereddüt ettim. Atış mesafesi şimdiye dek denediklerimden
daha uzundu.
“Hadi.”
ikinci bıçağımı çektim ve Xander’ın bana gösterdiği gibi sih­
rin parmaklarıma akmasına izin verdikten sonra fırlattım . H ı­
zını kaybedip kumun içinde bir yere düşene kadar düm düz yol
aldı.
Kanım sihirden değil, insani bir utançtan dolayı ısındı.
“Ne zaman böyle bir atış yapmak zorunda kalacağım ?”
“Bir vampir senden kaçarken? Geçen gecekini kaçmadan
önce yakalayabilirdin.”
“Onu kaçıran benmişim gibi davranmayalım.”
Willow’un nefesi kesildi. “Hangi vampir?”
İkimiz de ona cevap vermedik.
“Şikâyet etmeyi bırak ve tekrar dene.”
Üçüncü bıçağımı çıkarıp yeniden fırlattım. Ben bıçak kü­
tüğü aşındırsın diye umsam da yine kuma geldi.
“Gücü kendine çekmiyorsun. Eğer öyle hissediyorsan, gücün
gelmesine izin veriyorsun demektir. Ona em ret?
“Belki de şarkı söylemeliyim?”
Willow gülümsedi. “Deneyebilirsin.”
M a r g if Fu sto n 225

“ B elki b iraz Bon Jo v i?”


W illow, “Shot through the Heart'ın ilk birkaç dizesini söyledi.
Ben de kahkahalara boğuldum ve tam ona eşlik etmeye başlaya­
caktım ki Roman’ın bakışları beni durdurdu.
“Bu bir şaka değil.”
W illow dudaklarını bükerek yüzünü buruşturdu ve gözlerini
başka tarafa çevirdi.
“W illow ’un şarkı söylemesi gerek. Senin değil. İşine yaraya­
cağından bile şüpheliyim. Gücünün kaynağına odaklan, onu
oradan çağır, gerekiyorsa emret ve sonra onu istediğin yere gön­
der.”
“Tam am .” Hedefe yürüdüm ve bıçağımı bırakıp diğerlerini
bulm ak için kum u taradım. Lanet olsun. Dizlerimin üzerine çö­
küp kum u kazmaya başlayacaktım.
Bir el, omzuma dokundu. Kesinlikle flört etmemesine rağ­
men dokunuşu altında neredeyse titriyordum. Odaklanmak için
başım ı iki yana salladım.
“Bıçakların sana gelmesini sağla,” dedi.
“Y apam am .. . ” Ama sonra durdum. Neden yapamayacaktım
ki? H ayatım da bana bir şeyleri yapamayacağımı söyleyen yete­
rince insan olmuştu. Roman bana yapabileceğimi söylüyordu.
Benim de kendime bunu söylemem gerekiyordu.
O daklandım . Güç darbeleri; sıcak ve beyaz. İnanıyordum.
Bana gelm elerini talep ettim. İlk başta kararsız ama sonra daha
talepkâr; yum uşak ama yalnızca tek bir cevabı kabul edeceğimi
anlayarak.
“Evet,” dedi Roman. “Parmaklarına çek ve bıçaklan çağır.”
D inledim ; sihri tırnaklarımın ucuna kadar yönlendirip bı­
çakları talep ettim .
Benim fıSatabileceğimden daha hızlı bir şekilde kumdan çı­
kıp bana doğru geldiler. Ellerim tamamen içgüdü ile bıçakların
saplarını kavradı. Hiçbir yerimi kesmemiş olmaları tamamen bir
m ucizeydi.
226 A CIM ASIZ İLLÜZYONLAR

Ağzım açık kaldı.


Roman elini çekti, ben de onu kaçırmamaya çalıştım .
WıIlow hızla yanıma gelip kollarını arkadan boynum a do­
ladı. ‘‘Harikasın, Ava. Sana karşı hiç şansım yok.”
“Doğru.” Güldüm ama sonra pişman oldum . W illow ’un
gülümsemesi o kadar geniş ve samimiydi ki gülüm sem esi ger­
çek midi yoksa o tanıdığım en iyi sihirbaz m ıyd ı, m erak ettim.
Roman ın beni eğitmesinin onun hoşuna gitm em esi gerekirdi.
Xander yanımda başka birini eğitiyor olsaydı ne hissederdim?
Ama Willow ve ben sadece arkadaş değildik, rakiptik aynı za­
manda. Bu da kendi başımın çaresine bakm am gerektiği anla­
mına geliyordu.
Roman’a baktım.
“Bu iyiydi,” dedi huysuzca.
W illow sanki onun üzücü övgü çabalarına alışm ış gibi kı­
kırdadı. Roman geldiğimiz yöne doğru ilerlem eye başladığında,
W illow koluma girdi. Bembeyaz gömleği ay ışığının altında sön­
mekte olan bir işaret ışığına benzeyen Roman’m arkasında yürü­
yorduk. Takip edip etmediğimizi görmek için hiç arkasına bak­
madı. Geri dönüp okyanusa doğru yüzsek ve ortadan kaybolsak,
umurunda olmazdı herhalde.
“O her zaman böyle mi?” diye sordum.
“Hayır. Aslında bugün iyi gününde.”
Ben homurdandım, o da soluk saçlarını kuşağının arkasına
atıp kıs kıs güldü.
“Neden buna katlanıyorsun?”
“Kurtulmak istiyorum.”
“Neden? Büyük bir ailen olduğunu söylememiş m iydin?”
İç çekti. “Kurtulmak istediğim de o zaten. On çocuğun en
büyüğüyüm. Hep birileri için destekten başka bir şey olm adı­
ğımı hissettim. Tek istediğim müzik bursu alm aktı am a pratik
yapacak zamanım yoktu, bu yüzden sihrimden yararlanm ayı
öğrenmeden önce ortalama bir yeteneğim vardı. Rom an beni
M a r g ie Fu s t o n 227

çocukları yatırm aktan kaçtığım nadir gecelerden birinde buldu.


Sokakta gitar çalıp şarkı söylüyordum. Roman çantama yüz do­
lar atıp uzaklaştı. Teşekkür etmek için peşinden koştum. Ol­
dukça tatlı biriydi.” Güldü.
“Peki s e n ...” Ne sorduğumu bilmiyordum ama eğer ondan
hoşlanıyorsa falan, o zaman, hissettiğim şeyi hissetmeyi bırakır­
dım. Zaten hiç hissetmemem lazımdı.
“Ah, am an Tanrım, hayır.” Daha yüksek sesle güldü. “Huy­
suz bir abi gibi. Ama biliyor musun, piyano çalıyor. Bu yüz­
den sonunda onunla çalışmaya başladım. Müziğini konuştura-
biliyordu.”
“Bunu bilmiyordum.” önümüzde yürüyen gergin omuzla­
rına baktım . O nun hakkında konuştuğumuzu duyabildiğinden
em indim .
Bir kayanın üzerindeyken kaydım, Willow beni tutmasaydı
düşecektim. O olmasaydı, dizlerim morarır ve kan içinde ka­
lırdı. H içbir şey olmamış gibi yürümeye devam ettik.
On saniye kadar gecikmeyle, “Teşekkür ederim,” dedim.
“Ne zaman istersen.” Bunu gelişigüzel, otomatik bir cevap
gibi söyledi am a içten içe ciddi olduğunu biliyordum. Ben onu
m uhtem elen incitiyor olsam bile.
BÖLÜM
15
ander sabah kapımdaydı. Saatin bu kadar erken olması göz
X önüne alınınca biraz fazla neşeliydi ve gülüm süyordu.
“Dün gece neredeydin?” diye sordu.
Bir açıklama yapmaya zaman kazanmak için gözlerim i ovuş­
turdum. Roman ona söylemiş miydi? Bana yardım etmesi,
Xander’ı kızdırmak için oynadığı oyunun bir parçası m ıydı sa­
dece? “İzleyebildiğim kadar Tomb R aid erı izledim ,” dedim . Ki
bu yalan değildi.
“Burada değildin.”
Ona baktım. Akşamlan beni hiç aramazdı ve bu, R eina ve
Diantha’yla olan sinema gecesinden ilk kaçışım değildi. “Sen av­
lanmaya gitmemiş miydin?”
“İzin gecemdi. Kişisel bakım falan.” İfadesinde keskinleşen
bir şeyler vardı. “Soruma cevap vermiyorsun.”
Omuz silktim. “W illow’la birlikteydim.
“Reina kontrol etti. O da burada değilm iş.”
“Ne bu, sorgu mu?”
Aşırı tepki veren benmişim gibi ellerini kaldırdı.
“Sihirli kapılardan birine çıktık. O nunki bir orkestra perfor­
mansına açılıyordu. Müziği severim,” dedim.
“Kulağa eğlenceli geliyor.” Kanıt olarak, duyduğum bir şar­
kıyı söylememi isteyeceğini sanıyordum ama konuyu değiştirdi.
“On beş dakika sonra eğitim sahasında görüşürüz, tam am m ı?”
“Yirmi olsun,” diye homurdandım.
Kaşlarını kaldırıp anlamlı bir şekilde flanel pijam a altım a
baktı. “Tamam.”
M a r g i e Fu s t o n 229

Üzerime bir kot pantolon giyip Willow’un kapısına varmam


yalnızca birkaç dakikamı aldı.
Kapıyı açtığında tıpkı Xander gibi gereksiz derecede neşe­
liydi ve gülümsüyordu. İkisinin uyumlu bir çift olacağını fark
ettim . Roman ve ben de uyumlu bir çifttik.
“Ava.” Şaşırmıştı ama sıcak sesi, sıcak bir bir şöminenin ol­
duğu rahat bir odanın kapısı açmak gibi hissettirdi. “Girsene.”
O dasına girdim ve menekşe rengi halıya bastım. Duvarlar
yum uşak bir bej tonundaydı, mobilyaları beyaz ve cilalıydı, ya­
tağının üzerini pembe kadife bir yorgan kaplıyordu. Sihir iyidir.
W illow gibi.
“Xander seni görmeye geldi mi?”
Güldü. “Neden gelsin ki? Yoksa Roman ikimizi takas etmeye
mİ çalışıyor?”
Gülümsemesi şaka yapıyormuş gibi genişti ama bu sefer ger­
çek olm adığından emindim. İllüzyonu çalmıyordu. Bunu söy­
lerken gözlerinin içinde ufak da olsa bir acı vardı.
“Bunu yapmak zorunda değilsin.”
“N eyi?” Gülümsemesi sihirli bir pozitiflik kalkanı gibi sabit
dursa da bu bir sihir değildi. Sadece acısını gizlemek için gülüm­
seyen türden bir insandı çünkü hep bir izleyici kitlesi olmuştu:
kardeşleri. Muhtemelen artık gülümseyemediği için Romana
katılm ıştı ve şimdi benim için gülümsemeye çalışıyordu.
“Üzgün olduğunda gülümsemeye devam etmene gerek yok.”
Gülümsemesi kırıldı. Sanki onun içini gördüğüm gerçeğine
içerlemiş gibi bir anlığına bana baktı. Belki bu kadar zorlama­
m alıydım ama ben gerçek bir arkadaşlık istiyordum, bir illüz­
yon değil.
“R om anla çalışma yapmamı istemiyor musun?”
Penceresinden dışarı, sekoyaların dallarını parlatan güneşe
baktı. Bana durmamı söyleyeceğinden, sonra da gerçekten du­
rup durm ayacağım a karar vermek zorunda kalmaktan endişe­
lendim . Benim için daha önemli olan neydi?
230 A C IM A S IZ İLLÜZYON LAR

“Hayır.” Gülümsemesi geri döndü. “Eğitim için bu kadar az


zamanının kalmasının nedeni o. Sana borçlu. Son zamanlarda,
alınabilecek sadece bir tane ölümsüzlük büyüsü olduğunu duy­
duğundan beri... bana tuhaf davranıyordu.” Gülümsemesini
bozarak dudağını ısırdı. “Kazanamazmışım gibi davranıyor.”
“Bu çok saçma. Sen harikasın.”
“Teşekkürler!” Sesi yine neşeliydi. “Bu akşam geleceğimi
sanmıyorum. Fazladan yardım almana sevindim am a orada ola­
mam.”
Bu canımı acıttığı halde başımı salladım.
Yine de birazdan soracağım şeyi sormaktan nefret ediyor­
dum. “Grubumdan birini görürsen, onlara seninle olduğum u
söyler misin? Beni odanda falan bıraktığını sö ylersin ... ya da
benzer bir şey. Onları incitmek istemiyorum.”
“Peki. Tamam,” dedi. “Ama gerçekten birlikte takılıyor ol­
mayı umardım.”
“Ben de,” dedim. O bana sarılmadan kapıya doğru gerile­
dim çünkü sarılacağından ve kendimi daha suçlu hissedeceğim ­
den endişelendim. Çünkü onun onayına rağmen artık onu in ­
cittiğim i biliyordum.

O gece de hedefi vuramıyordum ama bıçaklarım ı hızla uçuru­


mun kenarına gönderebiliyordum.
“Eğer bunu yapmaya devam edersem yol başım ıza yıkılacak.”
Karanlıkta beyaz bir parıltı oldu. Roman’ın gülüm sem esi
olabilirdi bu ama o kadar da emin değildim. Ç eyrekliklerim den
biri üzerine bile bahse girmezdim. Roman kendi çıkardığı kü ­
tüğün üzerine oturmuş, benim tekrar tekrar atış yapm am ı izli­
yordu. Bazen X işaretine isabet ettirebiliyordum am a yeterince
sık değildi.
“Sihirle bile olsa, nişan almaya yardımcı oluyor.”
Dişlerimi gıcırdattım. “Nişan alıyorum.”
Ma r g ie Fu s t o n 231

Roman ayağa kalktı, pantolonunun arkasını sildi ve bana


doğru ilerledi. “Bir bıçak al.”
Bıçağı avucuma aldım ve onu taşımak için gereken gücü he­
men avucumda topladım. Ucuna, ardından da önümdeki he­
defe baktım . Başaracaktım.
“Hayır. Bu şekilde hedefi asla vuramazsın.”
Roman arkama doğru kaydı. Bir eli boynuma uzanıp çenemi
kaldırdı, diğeri ise sırtıma doğru uzandı. Şaşkınlıktan bıçağı he­
men fırlatıverecektim. Xander, eğitim sırasında veya güven ver­
mek için elini sırtıma koyduğunda şu ya da bu şekilde hep böyle
hissettiriyordu ama Roman daha farklıydı.
“Fırlatırken bıçağına bakmak için başını eğme,” dedi. “Ha­
zırlanırken omurganı eğme. Gözlerini bıçağın gideceği yerde
tut. Nereye gittiğini bilirsen, tam olarak oraya gidecektir.”
“Nereye gideceğini biliyorum.”
“Eğer biliyor olsaydın, şimdiye dek o kütükte bir delik aç­
mış olurdun.”
G ülmedim . Komik olmaya çalışmadığını biliyordum.
“Tamam. Anladım.”
Beni bırakmasını bekledim ama bırakmadı. Tenimdeki elleri
buz gibiydi, sırtım ı ürpertiyordu.
“H adi fırlat şimdi.”
Derin bir nefes aldım ve bıçağı nasıl fırlatacağımı ununum
sanki. Eli hafifçe sırtımda hareket ederken, acaba dikkatimi da­
ğıtm ak için mi yapıyordu bunu?
“İşte bu da diğer sorunun.”
“Ne?” Lanet olası nefesimi hızla dışarı verdim. Omurgam içe
doğru kıvrılm aya çalışıyordu ama Romanın bir eli çenemi sabit
tutup, diğer eli de omurgama baskı yaparken, dik durmaktan
başka bir şey yapamıyordum ve onun istediği de tabii ki buydu.
“Nefes alışın.”
“Herkes nasıl nefes alınacağını bilir.”
“Görünüşe göre sen bilmiyorsun.”
232 A C IM A S IZ İLLÜ ZYO N LA R

Komik. Ama yine, amacının kom iklik olm adığını düşünü­


yordum.
“Nefesine ikinci sihrin gibi davran. Ç ekebildiğin kadar de­
rine çek nefesi, sonra bırak. Seni içten dışa yakacak kadar uzun
süre tutma.”
Geçen gece sihirle öfkeyi kaynama noktasına kadar karıştır­
dığımı, istemeden kan büyüsünü çağırdığım ı hatırlıyordu ama
bunu özellikle dile getirmezse, ben de bir şey söylemeyecektim.
Nefes aldım ve verdim, tekrar tekrar nefes alıp verdim . Çenem ­
deki ve sırtımdaki ellerin dikkatimi dağıttığını söyleyerek tartı­
şacaktım ama bunun yerine rahatsızlığımı atm ak için nefes alıp
vermeye odaklandım. Zaten bana bunu yapm am ı söyleyeceğin­
den de oldukça emindim.
“Şimdi at bıçağı. Hedef dışında hiçbir yere bakm a,” diye fı­
sıldadı, sanki sesinin tınısı bile nefesimi kesebilirm iş gibi. Ama
nefesimi kesen sesi değil, kulağımdaki nefesiydi. Bu sefer müca­
deleyi kaybederek titredim. Elleri beni tutarken seğirdi am a geri
çekilmedi.
Kendime, kulağıma bu kadar yakın bir şekilde h er kim fıs ıl­
darsa fisıldasın böyle titrerdim dedim ama elleri sanki kaynıyor
gibi geliyordu bana.
Vücudumun her küçük hareketinde elleri hafifçe kayarken
kolumu geri çektim ve bıçağı fırlattım, bıçak elim den uçarken
duruşumu mükemmel tuttum.
Bıçak, kütüğün derinliklerine, X işaretinin kalbine göm üldü.
Ona döndüğümde, elleri düşmek yerine benim le birlikte ha­
reket etti. Ona baktım; yüzü ay ışığında yarı aydınlanm ıştı, bir
eli hâlâ çenemin altındaydı, diğer eli sırtım a bastırılm ıştı. Sır­
tımdaki eli hareket ederek beni biraz daha çekti, böylece ona bir
adım daha yaklaştım ve aramızdaki mesafe kapandı. Gözleri, bu
onun için bir sürprizmiş gibi genişledi, sanki beni çeken kendi
eli değildi.
M a r g ie Fu s t o n 233

Bu gerçekten kötü bir plandı. Rakip gruptan ders almak


başka şeydi, ay ışığını paylaşmak -ya da artık her neyse- bam­
başka bir şey. Boğazımı temizledim.
Elleri düşerek belime dolandı. “Bu gecelik bu kadar yeter.”

Beşinci gecenin sonunda, artık hedeften o kadar uzakta duru­


yordum ki dalgalar ayak bileklerimi ısırıyordu. Nefes alıp verir­
ken titrem em eye çalışıyordum. Titrediğim için nefesimi düzenli
tutm akta zorlanıyordum. Bir dalga biraz daha yükseğe sıçraya­
rak pantolonum u dizlerime kadar ıslattı. Dikkat dağıtıcıydı.
M uhtem elen Rom anın bu kadar geri gitmemi istemesinin asıl
nedeni de buydu; içime sızan soğukla savaşırken duruşumu ko­
ruyup koruyamayacağımı görmek istiyordu.
Kolumu geri çekip nefes aldım ve nefes verirken bıçağı ser­
best bıraktım . Hedefine ulaştı ve ancak o zaman suyun ıslatama-
dığı kum lara doğru sıçradım ve gelişimimden dolayı Romanın
yüzünde heyecan aradım. Gündüzleri Xander, geceleri de
R om anla çalışarak beş günde çok yol katetmiştim.
Bu duyguyu bir şekilde benimle paylaşmasını istiyordum.
Eğer bu olursa, o zaman ona arkadaşım diyebilirdim. Arkadaşla­
rın yaptığı bu değil midir? Karşılık beklemeden birbirlerine yar­
dım etmezler mi? Belki bundan benim bilmediğim bir şeyler çı­
karıyordu. Ya da belki de arkadaştık. Belki o da arkadaş edinme
konusunda benim kadar kötüydü. Artık ben de her zamankin­
den daha fazlasına sahiptim.
Roman sahile baktı. Bana döndüğünde kaşları çatıktı.
Heyecan yoktu yani.
« p »
şim d1 i* 1kazığa
w «•
geçelim. ))

Yüzümü buruşturdum. Hem bıçaklarla hem kazıklarla çalı­


şıyordum ama tahtayı kontrol etme konusunda metale duydu­
ğum kadar ilgim yoktu. Yine de bana söylediğini yaptım ama bu
234 A C IM A SIZ İLLÜZYONLAR

sefer hedefe çok daha yakın durdum. Kazığı fırlattım ve kazık,


bıçağın birkaç santim kenarına, kütüğe saplandı.
Roman, bu yeterince iyiymiş gibi başını salladı, sonra bana
sert bir bakış attı. “Sana bir şey daha öğretmem gerekiyor,” dedi
açık bir isteksizlikle.
Bunu neredeyse şakaya vuracaktım. Neredeyse zamanımızın
bittiğine üzülmemesini, hâlâ çok iyi arkadaş olabileceğim izi söy­
leyecektim. “Sana iyileşmeyi öğretmem lazım,” derken yüzün­
deki ciddiyet dilimin ucundaki kelimeleri öldürdü.
“Hayır,” dedim. “Bu konudaki düşüncemi biliyorsun.”
“Aslında bilmiyorum. Açıklamadın.”
Yutkundum. Boğazım sanki kum yutm uşum gibi yanıyordu.
“Annemi bir vampir öldürdü. Onlarla ya da onların yaptığı si­
hirlerle hiçbir ilgimin olmasını istemiyorum.”
Bu kadarını zaten bekliyormuş gibi başını salladı. “Neden
kan büyüsünün kötü olduğunu düşünüyorsun? Kendini veya
başkalarını iyileştirmenin nesi kötü?”
“Vampirler kullanıyor bunu.” Bu yeterli bir kanıt gibi geli­
yordu bana.
“Neden vampirlerin kötü olduğunu varsayıyorsun?
(i •• 1 •• • *•I J •• J •• 1 ))
Ç u n k u annem i öldürdüler.
“Bir tanesi,” dedi. “Anneni bir tane vampir öldürdü. İnsanlar
da sürekli başka insanları öldürüyorlar. Ama bu, insanların hep­
sinin kötü olduğu anlamına gelmez.”
“Ama vampirlerin hepsi yaşamak için insanları öldürüyorlar.
Onlar canavar.”
“öldürmüyorlar.”
“Ama Xander dedi k i.. . ”
Romanın sesi o kadar alçaldı ki dalgaların gürültüsünden
onu güçlükle duyabiliyordum. “Xander’ın ne dediği um urum da
değil. Xander, cemiyetin ona söylediği her şeye inanıyor.”
“Ama sen de vampir öldürdün,” diye hatırlattım ona. “Bana
Ja onları öldürmeyi öğretiyorsun.”
MARGIE FUSTON 235

“Ben seni öldürmeye çalışan vampiri öldürdüm. Seni ken­


dini savunman için eğitiyorum çünkü geceleri yem gibi dola­
şacak kadar pervasız olduğunu gördüm. Gerçek bir katili öl­
dürm ek konusunda hiçbir çekincem yok. Ama her vampir katil
değildir.”
“Nereden biliyorsun?”
“Ne?”
“Ç ok fazla vampir arkadaşın mı var?”
Roman gözlerini benden çevirerek uzağa, arkamızdaki ka­
ranlık ve sonsuz okyanusa baktı. Ay ışığında gözlerindeki geri­
lim i ve dişleri kırılacakmış gibi çenesinin gergin olduğunu an­
cak görebiliyordum.
O ndan bir adım geri çekildim. “Onlardan birini sevdin,” de­
dim . Sesim, bir suçlama yöneltiyormuşum gibi sert çıktı ama za­
ten am acım da buydu. Bir adım daha geri çekildim.
“Bekle.” Beni takip etmeye çalışmadı ama normalde sert olan
sesi, kayaya çarpan bir dalga gibi kırıldı ve her nedense bu beni
durdurm aya yetti. “Sana anlatacağım.”
H âlâ arkamı dönüp gitmek, onu unutmak ve Xander’m ya­
nm a dönm ek geçiyordu içimden. Vampirlere duyduğum nefret
konusunda kafamın karışmasını istemiyordum. Onca yıldır bu
benim yakıtım olmuştu, öyle ki bunun bir kısmı elimden alınsa,
kim olacağım ı bilmiyordum. Ama hayatımda ilk kez birine bir
şey borçlu olduğumu hissettim ve başımla onayladım.
Roman öylesine yumuşak bir şekilde iç çekti ki onu güçlükle
duyabildim ve acaba dönüp gitmemi istiyor olabilir mi diye me­
rak ettim .
“Vampirlerden nefret ettiğim için katılmadım yarışmaya,”
dedi. “Gruplar, hayatları bir vampir tarafından mahvedilmiş in­
sanları arıyor bazen, biliyorum. İntikam arzusu, insanlara vahşi
şeyler yaptırabiliyor çünkü.”
Bana doğru başını salladı. Bendeki çaresizliği görmesi ho­
şuma gitm iyordu. Bunun faydalanılacak bir şey olduğunu ima
236 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

e d e r gibi konuştuğu için kendim i k u lla n ılıy o r m u ş g ibi hisset­


tim .
“Kız kardeşim ve ben New York’ta varlıklı bir aileden geli­
yorduk. Sihir numaraları yapmaya başladık, ö n c e annemizle
babamızı kızdırmak için yapıyorduk bunu am a sonradan sihir­
bazlığa âşık olduk.” Gecenin karanlığında dişleri parladı ve bu
anının onun gerçekten gülmesini sağladığını fark ettim . Ama
gülümsemesi kısa ömürlü oldu. “İyi anlaşıyorduk. Gösteriler ya­
pıyorduk. Sonra bir grup bizi buldu. Bana çıraklık tek lif etti­
ler. Beatrice olmazsa, kabul edemezdim am a K aliforniya’da çı­
rağa ihtiyacı olan başka bir grup daha bildiklerini söylediler, biz
de kabul ettik, ikim iz de bu işin içine, im kânsızı başardığımızda
kalabalığın nefesinin kesilmesini sevdiğimiz için girm iştik. Al­
kışları seviyorduk. Ayrıca ebeveynlerimizi kızdırm ayı da seviyor­
duk.”
“Neden bırakmıyorsun?” diye sordum. “Evine dön, kız kar­
deşinin yanına git.”
“Yapamam,” dedi.
Sesindeki acıyı hissedebiliyordum ama bu pek m antıklı de­
ğildi. Roman, Beatrice ölümsüz bir sihirbaz olam adığı için gru­
bumdan nefret ediyordu ama ölümsüzlüğe duyduğu arzudan
dolayı kız kardeşiyle ilişkisini kesecek birine de benzemiyordu.
Neden Xander’la uğraşmaya bu kadar zaman harcıyordu ki?
Neden anlaşmazlığa sebep olan şeyden vazgeçip evine dönm ü­
yordu?
Sanırım cevabı biliyordum. “Kız kardeşin eve geri dönm edi.”
Başını salladı.
“Öldü.”
Sanki bu sözleri kabul etmek istemiyormuş gibi bana kısa ve
keskin bir baş işareti yaptı. Hiçbir şey söylemedi.
“Yarışma sırasında mı?”
Tekrar başıyla onayladı.
M a r g ie Fu s t o n 237

Bu daha m antıklıydı ama bu açıklama midemde denize atıl­


m ışım gibi his yarattı. “Yarışma sırasında çıraklardan ölenler
mi oluyor?” Kimse bana bundan bahsetmemişti. Yarışmanın
A m ericas Got Talent'm daha yoğun bir versiyonu olduğunu ha­
yal etm iştim , gerçekten öleceğim bir versiyonu olacağını değil.
“Sana hileli bıçakların kullanılmadığından bahsetmiştim.”
“Beni korkutm aya çalıştığını sanmıştım.”
“Evet öyleydi ama vücudunda tek bir mantık zerresi yok­
muş,” diye homurdandı. Bana tuhaf bir kızgınlık ve hayranlık
karışım ıyla bakıyordu. “Kazanmak için kendini aşırılıklara zor­
lam alısın. Cem iyet, vampir avlamak için biraz pervasız olun­
ması gerektiğini düşünüyor.”
“Ç ok sayıda ölen çırak oluyor mu?”
“Yine de çekip gitmeyi düşünmelisin. Hâlâ çok geç değil.”
Cevap vermemesi, beni hâlâ korkutmaya çalıştığını gösteri­
yordu am a bunca yıldır tek kaybı kız kardeşi olsa bile, bu hiçbir
şey değildi. Arkamı dönüp gitmeyi düşünsem de Roman hak­
lıydı. Ben pervasızdım. Küçümsediğim her karanlık sokağa, ısı-
rılabileceğim i bilerek ama yine de risk ne olursa olsun bir tür
sona ihtiyacım olduğu için adımımı atıyordum. Artık gerçek­
ten duracak mıydım? Onsuz yaşayabileceğimi sanıyordum ama
eğer durum bu olacaksa, Deb’in evindeki pastel rengi odamda
Parker’ın film gecesi olduğunu hatırlamasını bekler ve bununla
yetinirdim .
Ama ben buradaydım, Romanın kız kardeşi gibi değildim.
“Xander’ın onu iyi eğitmediğini söylemiştin ama katıldığımdan
beri bana her gün eğitim veriyor.”
Rom an, “O sana karşı farklı,” diye homurdandı, sanki bunu
itiraf etm ek onu öldürüyordu. “Bu seni son dakikada getir­
m elerini mazur göstermiyor ama Beatrice konusu üç yıl ön­
ceydi, Xander’ın cemiyetteki ilk yılıydı. Beatrice kaç tane vam­
pir öldürdüklerini anlatıp duruyordu. Onu yarışma için değil,
238 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Takıntıları için eğitmişlerdi. Onıı kana susam ışlıklarıyla sardı­


lar ve daha yüksek bir amaca hizmet ettiğini düşünm esini sağ­
ladılar."
Ama benim vampir avlamama izin vermiyorlar.”
O halde belki de derslerini almışlardır.”
Ama sen beni bunun için eğitiyorsun.”
Bir şekilde onlara benzediğini ima ettiğim için bana dik dik
baktı.
“Seni her şey için eğitiyorum. Bu yarışmada ölmene izin ver­
meyeceğim,” diye kaçırdı ağzından.
İfadesi o kadar kararlıydı ki ona inandım. Bu, burkulan mi­
demi rahadattı.
Boğazını temizledi. “Benim için, vampirleri öldürm ek, yarış­
madan sonra geldi hep,” dedi. “Onları hiç düşünm eden öldür­
düm. Bu yeterince asil bir şey gibi görünüyordu ve öfkemi dı­
şarı atmaya ihtiyacım vardı. Ama bir gün bu kızı bir ara sokakta
kıvrılmış, ölmeyi beklerken buldum.” Başını iki yana salladı.
“Vampirlerin öldürmeden de hayatta kalm ayı başarabilecek­
leri pek çok yol vardır; gönüllü bir partner, kan bağışçılarının
olduğu yer altı vampir barları... Kan torbaları satın alm ak da
oldukça kolaydır. Ama bir gün bir kızı bir ara sokakta kıvrıl­
mış, ölmeyi beklerken buldum. Ancak son iki seçeneğin mali­
yeti yüksek olduğundan, kendi istekleri dışında vam pire dönüş­
türülmüş ve kendilerine göz kulak olacak kimsesi olm ayan bazı
vampirlerin iki seçeneği vardır: kurbanlarından istediklerini al­
mak veya ölmek. Belli ki bu kız ölmeyi seçm işti... ö lm e n in al­
ternatifi başkalarına zarar vermek olsa bile, kendini ölüm e bı­
rakmak çok fazla güç gerektirir ve ben onu ölüme terk etmek,
hatta onun işini bitirmek üzere eğitilmiştim. Ama onun yanına
geldiğim de... bana baktığında, yüzünde hiçbir kötülük görme­
dim. Kırılmış bir şey gördüm sadece, bu yüzden onu alıp evime
götürdüm ve... ona kanımı verdim.”
M a r g i e Fu s t o n 239

Yüzümdeki tiksintiyi göremeyeceği için havanın karanlık ol­


masına sevindim. Ama bunu kesinlikle hissetmişti.
“Ne düşündüğünü biliyorum çünkü bunu yapmayı ben bile
hayal edemezdim ama arkasında şiddet olmadığında, b u ...” Te­
reddüt etti, sesi gergindi. “Güzel bir şey.”
Elimde olmadan küçük bir ses çıkardım. Midemin bulanma­
sına engel olamıyordum. Ama Romanın sesindeki acıyı ve yal­
nızca bir hatıra olarak kalan birine duyduğu sevgiyi duyabiliyor­
dum. Bunu fark ettiğim için dinlemeye devam ettim.
“Üniversitede birinci sınıf öğrencisiydi ve gece geç saatlerde
kampüste yürürken saldırıya uğramıştı. Birlikte tuhaf, küçük bir
hayat kurduk, gündüzleri müzelere gidip onun renk kompozis­
yonları hakkında anlattıklarını dinliyorduk, geceleri ise dışarı çı­
kıp avlanm aya devam ediyordum çünkü her grubun belirli sa­
yıda vam piri öldürmesi gerekiyordu. Ama artık daha seçiciydim.
Eğer bir vampir kimseye zarar vermiyorsa, ben ona neden zarar
vereyim ki?”
“Birine zarar verme potansiyeli olduğu için,” dedim. Kederi
orada, benim kiyle eşleşmişken bile bir şeye tutunmaya çalışıyor­
dum.
“Bunu herkes için söyleyebilirsin,” dedi.
H aklıydı.
“Peki nerede o şimdi?” diye sordum, cevabı zaten bildiğim
halde. Bunu söylemeye ihtiyacı olduğunu düşündüm.
“Ö ldü.”
Bir anlığına dalgalar bu kelimeye saygı duruşunda bulunur-
casına sustu sanki ama bunun yalnızca benim ve onun kederi­
nin bir şekilde aynı olması, yine de bir arada hiçbir anlamının
olm am ası, etrafımızdaki her şeyi bastırması nedeniyle olduğunu
biliyordum .
“N asıl?”
“C em iyet avcıları tarafından öldürüldü,” dedi.
240 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

“Xander mı?” Cevabı beklerken kalbim duracakmış gibi


oldu.
“Hayır. Onu kimin öldürdüğünü bilm iyorum . Muhtemelen
benim kendi grubumdu. O zamanlar tek başım a değildim ve
hâlâ her hafta birlikte performans sergiliyorduk, dolayısıyla aynı
bölgede kalıyorduk. Ama tek bildiğim onun eve gelm ediği ve
hiçbir şey söylemeden beni asla terk etmeyeceğiydi. Vampirlere,
öldüklerinde ne olduğunu sen de gördün. Evimizden iki blok
ötede bir kül yığını buldum.
“Yani cemiyetin kötü olduğunu mu söylüyorsun?”
“Her şeyde hem kötülük hem iyilik olduğunu, hiçbir şeyde
sadece iyilik olmadığını söylüyorum.”
Bunu unutmak, zihnimden tamamen atm ak, saf, yoğun öf­
keme tutunmak ve bunun beni sorgusuzca yönlendirm esine izin
vermek istiyordum ama ben bu değildim. H âlâ intikam ım ı ala­
bilirdim. Bu o kadar basit değildi.
“Demek aslında bana bunu öğretmek için beni eğitm eye gö­
nüllü oldun. Bunu doğru şekilde yaptığım dan em in olm ak isti­
yorsun?” Sonunda bu mantıklı gelmişti.
“Ve sana cemiyet olmadan bunu yapma şansı verm ek için.”
“Hepsinin kötü olmadığını söylemiştin,” diye hatırlattım .
“Değiller ama bu sonuç olarak senin seçim in,” dedi. “Ama
sana nasıl iyileşeceğini öğretmeme izin vermezsen, yarışm a dışı
kalmanı sağlarım.”
Sesi sertti. Beni nasıl durduracağını bilm iyordum am a bu­
nun boş bir tehdit olmadığını biliyordum. Başımla onayladım .
Kararlı ve sarsılmaz bir şekilde bana doğru yürüdü. Kumda
diz çöktü ve aynısını yapmamı işaret etti. Günün sıcaklığı etki­
sini çoktan kaybetmiş olsa da kum dizlerimi ısıttı. Kemiklerim
öylesine gevşedi ki neredeyse oraya uzanıp biraz uyum am için
yalvarıyordu bana. Dik kalmak için mücadele ettim .
Roman devrileceğimi hissederek bir anlığına om zum u tuttu,
“ö zür dilerim,” dedi.
M a r g i e Fu s t o n 241

Bir anlığına, neredeyse yığılıp kalacağım kadar beni çalıştır­


dığı için özür dilediğini sandım ama sonra bileğindeki bıçaklar­
dan birine uzandı. Tabii ya. Bana iyileşmeyi öğretmesi için önce
yaralanm am gerekiyordu. Ağzım tüm gün tuzlu su içmişim gibi
kurudu. Beni bıçaklamasına izin verecek kadar uzun süre hare­
ketsiz oturamazdım. Nasıl iyileşeceğimi bilmeme gerek yoktu.
D ikkatli olmam gerekiyordu sadece.
Tepkimi fark edip tereddüt etti, sonra çektiği bıçağı kınına
geri koydu. Yapamadı o da. Tüm bıçak kılıflarını çıkarınca, ra­
hat bir nefes aldım.
Kumda diz dize oturduk ve kucağımdaki gevşek elimi kendi
kucağına çekmesine izin verdim, sonra bıçaklarını koluma da­
yadı ve iki deri kayışı bağlayıp onları koluma tutturdu. Sonra
kolumu tekrar kendi kucağıma koydu. Deri, tenimde yum u­
şaktı, bıçaklar ise çok hafifti.
“Bunlar artık sana ait.”
Hayretle bıçaklara baktım; yıpranmış kahverengi deri, ay ışı­
ğını yakalayan ve tutan ince inci saplar. Enfes. Kişisel. Çok kişi­
sel. Bir aile yadigârına benziyorlardı. Tıpatıp aynısı olan bir di­
ğer bıçak seti hâlâ diğer kolundaydı.
Ağzımdan, “Neden?” sorusu çıktı, teşekkür ederim demek
yerine. Benim için zor iki kelime.
“Daha iyi bıçaklara ihtiyacın var,” dedi basitçe, kendisindeki
kından bir bıçak çıkarırken. Bazen teşekkür alabilmek için kul­
lanılan garip sessizliği yaratmak için duraklamadı, kelimelere ih­
tiyacı yokmuş gibi ya da benden bu kelimeleri beklemiyormuş
gibi devam etti.
İstemsiz bir şekilde dilimden dökülmesinin nedeni de bu
olsa gerekti: “Teşekkür ederim.”
Bir an gözlerimin içine bakmak için başını kaldırdı, sonra
aramızda tuttuğu ince bıçağı incelemeye koyuldu yeniden. “Bu
bıçaklar senin kullandıklarından daha ince. Yaraları daha hızlı
iyileşir. Bana elini ver.”
242 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

“Pek sanmıyorum.”
Yiııc de uzanıp elimi almasını bekliyordum. Yapmadı, ö y ­
lece kumun üzerinde bekliyor ve bana çok az duyguyla bakı­
yordu.
“İlk hamleyi senin yapmanı tercih ederim.”
Güldü, belki de gülüşü bıçaklardan daha büyük bir hedi­
yeydi. Sonra biraz daha bekledik.
Sonunda ona elimi uzattım. Elimi tuttu ve ben bir kez daha
düşünemeden, bıçağı parmağımın ucuna batırdı. Loş aydınlıkta
kanım siyah kabarcıklar halinde döküldü.
“Bu, sihri bıçaklarına çekmekle aynı şey ama sihri geri çağır­
mak da aynı zamanda. Sadece sihirden başka bir şey istiyorsun.
Ne istediğini söyle.”
“Kanamayı durdurmak istiyorum.”
İç çekti. “Bana söyleme.”
Parmaklarım içgüdüsel olarak bıçaklarım için kaşınırken,
sihri parmak uçlarıma çektim. Hayır. Bıçak d eğil , dedim . Beni
iyileştir. İyileştirmedi. Parmağım zonkluyordu, üzerindeki kana
baktım. Güce, bana geri dönmesini ve em irlerim i yerine getir­
mesini söyledim. Sonunda öyle oldu. Parmağımın ucu ısındı ve
kanın çıkışının durduğu anı hissettim. Roman ya parm ağını şık-
latarak ya da cebinden bir mendil çıkarıp parm ağım daki kanı
sildi. Parmaklarım, yeni bıçaklarımı fırlatmam için âdeta yalva­
rarak yeni bıçak kılıfıma uzandı.
“Odaklan,” dedi Roman. “Bu kadar küçük bir yara için çok
fazla sihir kullandın. Onun seni kontrol etmesine izin verme.
Kan büyüsünün bu kadar tehlikeli olmasının nedeni budur. Si­
hir, bir kez vücudunun dışına çıkınca, artık kendi iradesinin sa­
hibi olur.”
Çalışmamı inceliyormuşçasına elimi avucunun içine aldı.
Ben daha hareketini fark etmeye fırsat bulamadan, bıçağı tekrar
avucumun ortasına sokarak diğer taraftan çıkardı.
Az kalsın nasıl nefes alacağımı unutacaktım.
M a r g ie Fu s t o n 243

Roman bıçağın sapını daha sıkı kavradı.


“Hayır, hayır, h a y ır...”
Tek bir hızlı hareketle bıçağı geri çekti.
Ç ığlık attım , sonra elimin ortasından yayılan sıcak acının bir
kısmını dindirmesini umarak bir çığlık daha attım. Okyanus
çığlıklarım ı alıp yutarken, karşılığında bana hiçbir şey sunmadı.
Belimi büküp ellerimi karnımla bacaklarım arasında birleş­
tirdim. Basınç. Buna benzer yaraların baskıya ihtiyacı vardır.
Ben iki büklüm olurken, başım Romanın göğsüne çarptı. Ro­
man geri adım atmadı.
“Piç,” diye tısladım.
“Evet,” diye itiraf edip devam etti: “Nefes almaya ihtiyacın
var. »
Nefes aldım . Tuzlu gece havasında yutkundum, nefeslerim
düzensiz ve yetersizdi.
“O daklan, Ava.”
Roman m parmakları çenemi buldu ve ben kendimi açıp ona
bakmak zorunda kalana kadar çenemi yukarı doğru çekti. Ka­
ranlıkta kahverengi gözleri, arkamdaki dalgalar gibi beni yut­
makla tehdit eden devasa siyah çukurlara dönüştü. Kendimden
bir parçanın o gözlere dalmasına izin vererek odağımı elimden
uzaklaştırdım.
“Az önceki gibi, Ava. Sihri yaraya çekmeli ve dökülen sihri
geri çağırmaksın. Ne kadar beklersen iyileşmesi o kadar zor olur.
Şimdi yap bunu, Ava.”
Adımı bu şekilde söylemesi beni bir şekilde harekete geçir­
meliydi. Ama öyle olmadı. Birinin bana bir şey yaptırmak için
adım ı kullandığı -genellikle beni bir şekilde yaraladıktan sonra-
zamanların tüm ü hafızama hücum etti ve tüm yaralar neredeyse
düzelemez hale gelene kadar elimdeki acıya karıştı.
“Lanet olsun, Ava. Hadi.”
“Kapa çeneni,” diye çıkıştım.
Hem eliyle hem gözleriyle beni orada tutuyordu.
244 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

G ü c ü çılgınca kavrayıp öyle hızla e lim e f ır la ttım ki kol derim


acı verecek derecede karıncalandı.
Vücudumdaki etler birbiriyle çarpışırken, gözyaşlarını yü­
zümden aşağıya akıyordu.
Gözyaşlarını eline döküldüğünde, Roman ürkm edi.
Sonra, gücü kendime çektiğim anda bitti. Nefesim tüken­
mişti, boşaldım ve okyanus esintisinde titrem eye başladım.
Roman ve ben, bir tarafı iyileşmiş diğer tarafı iyileşmemiş elime
baktık.
U '- p i w n
lekrar çağır.
Sihre ulaşmaya çalıştım yeniden. Boş değildim , içimdeydi,
hissediyordum ama uzak bir yere kaçıyordu sanki. Ona erişe-
miyordum.
Başımı iki yana salladım. Roman, parm ağını kanın üzerinde
gezdirerek yaramı hemen o anda iyileştirdi.
Görünen sebep ortadan kalksa bile ağrı bir hayalet gibi var­
lığını sürdürüyordu. Roman hâlâ diz çökmüş halde dururken,
ben de kumda diğer tarafıma döndüm.
Ona küfretmek, bildiğim tüm hakaretleri yağdırm ak istiyor­
dum.
“Bana yardım etmenin asıl nedeni ne?” İskeledeki geceden
beri kendime sorduğum soruydu bu. M uhakemesi, kabul edebi­
leceğinin ötesine geçiyormuş gibi geliyordu.
Roman o kadar uzun süre sessiz kaldı ki dalgaların kayaları
dövme sesinden dolayı beni duymadığını sandım.
Ben öylece uzanırken, kum yüzümü çiziyor, tahriş ediyordu.
“Bilmiyorum,” diye fısıldadı.
Ona inanmadım. İnsanlar sebepsiz yere zalim lerdir ama na­
diren naziklerdir.
“Gitmemiz lazım,” dedi. “Yarın için dinlenm elisin.”
“Yarın ne var?”
“Yarın seni ava götüreceğim,” dedi. “Söz verdiğim gibi.
BÖLÜM
16
ir ara sokağa, mütevazı evlerin önüne park ettik. Ellerim
B performanstakinden daha da terliydi. Güçlükle odaklanabi­
liyordum çünkü çok tuhaf bir duygu karışımı içindeydim: iste­
diğim bir şeyi sonsuza dek yapacak olmanın beklentisi, elbette
biraz korku ama aynı zamanda o tahta yürüyüş yoluna uzak­
tan bakm ak yerine üzerinde yürüyecek olmanın heyecanı vardı.
Vampir avlam ak için çok tuhaf bir yer gibi görünse de, Roman
hava karardıktan sonra buranın vampirlerle dolup taştığını iddia
ediyordu. Görünüşe göre yalnız dolaşan gençlerin kanını hızlıca
içip kaçabilirlerdi.
Ö ldürm em eleri, ölmeyi hak etmedikleri anlamına gelmi­
yordu.
Tahta yürüyüş yoluna giderken yürüdüğümüz sokaklar yor­
gun, yalnızca başka bir noktaya ulaşmak için kullanılmaya alış­
mış haldeydi. Bu yüzden, sokak ona dikkat ettiğimi anlasın diye
kaldırım daki çatlakları sayarak biraz daha yavaş yürüyordum.
Rom an yaya geçidinde önümde durana kadar başımı kaldır­
m adım . “Ne düşünüyorsun?” diye sordu.
O na daha önce hiç böyle bir yürüyüş yoluna gitmediğimi
söyledim .
A niden tahta yürüyüş yolunu görmekten korkarak kendimi
sakinleştirdim . Hiçbir şey sandığınız kadar iyi değildir. Bir şeyin
tadını çıkarm ak için ne kadar uzun süre beklerseniz, beklenti­
lerinizi karşılam a ihtimali o kadar azalacaktır. Kendinizi sürekli
hayallerle beslerseniz, gerçeklik bununla nasıl rekabet edebilir?
246 A CIM A SIZ İLLÜZYONLAR

Ama bakmamı söyledim kendime. Tatilde değildim . Büyük


dramatik bir ana ihtiyacım yoktu.
Yine de nefesimi kesmeye devam ediyordu.
Her şey renkliydi. Deniz mavisi bir ram pa çıkıyordu girişe.
Önünde, çocuklar çarpıcı renklere boyanmış plaj topu şeklin­
deki dev taşlara tırmanırken, ebeveynler de fotoğraflarını çeki­
yordu. Sağ tarafta turkuaz bir bina vardı ve binanın kubbeli,
metal dokulu tepesinden altın rengi üç denizatı, altlarındaki ağ­
dan kaçmaktan keyif alıyormuşçasına kalabalığı izliyordu. Arka
planda palmiye ağaçları gökyüzüne kadar yükseliyordu.
Çevresindeki şehri emerek, tüm rengi bu m uhteşem noktaya
akıtıyordu.
Işık değişirken, çocukları ciyaklayan bir aileyle aynı anda
caddenin karşısına geçtik. Kendime, ciyaklam ak için yaşımın
fazla büyük olduğunu hatırlattım. Ama girişten geçtiğimizde,
bir gülümseme yüzümü yırtacak gibi oldu.
Yine de kendimi tuttum. Rom anın bana verdiği siyah ceke­
tin içine uzandım ve ne için burada olduğum u kendim e hatır­
latmak için, ceketin bir tarafına gizlenmiş iki kazığın dış hada-
rım hissettim.
Roman bizi biraz daha ilerletti ve sesin kakofonisi beni ne­
redeyse yutacaktı: gülen çocuklar, bir eğlence treninden hızlıca
aşağıya inerken tuhaf bir korku ve heyecan karışım ıyla çığlık
atan insanlar, bir oyundan gelen tiz bir zil sesi, iniş noktasına tır­
manan bir hız treninin tık-tık-tık sesleri, tam olarak seçemedi-
ğim, arka planda çalan bir hip hop şarkısı ve onun arkasına ha­
fif, huzurlu bir su akıntısı...
Okyanus. Romanla pratik yaptığım zamanlar dışında, ger­
çek bir okyanus -bu bir illüzyon değildi- görmeyeli çok zaman
olmuştu. Romanla pratik yaparken de ortalık o kadar karanlıktı
ki okyanusu hiç görememiş, sadece sesini duym uştum . Şimdi
güneş batıyordu. Karanlık hâlâ birkaç dakika uzaktaydı ve gün
ışığında bir vampir bulma ihtimalimiz pek yüksek değildi, bu
MARGIE FUSTON 247

yüzden Roınan’ı takip etmeye odaklanmayı bırakıp okyanusu


tamamen hissetmek üzere döndüm.
ilginçti, sihirli okyanusumla aynı görünse de farklı hisset­
tiriyordu. Enginliği beni tuhaf bir şekilde cesaretlendiriyordu.
Sanki dalgalar kumu her yaladığında benim de bir parçam
onunla birlikte gidiyordu, içim, kendimi daha iyi bir şeye, yeni
bir şeye, açabileceğim kadar boşalana kadar öylece durup izle­
dim. Okyanusun gökyüzüyle hiç buluşmadığı sonsuz ufakta pek
çok olasılık vardı.
Roman, omzumun yanında duruyordu. Manzaranın onun
üzerinde de aynı etkiyi yaratıp yaratmadığını görmek için ona
baktım ama o suya bakmıyordu. Beni izliyordu.
Loş ışıkta kızardım ama nedeninden emin değildim.
Ânı mahvederek, “Burası vampirler için fazla canlı,” dedim
çünkü bir kez daha odaklanmam gerekiyordu.
Etrafına bakındı. “Sanırım burayı bu yüzden seviyorlar. Ha­
yata çok yakın bir yer.”
“O nları nerede bulabiliriz?”
“Şansımız şu uzaktaki tarafta daha yüksek. Orada kapalı bir
bölüm var ve orası çiftler için mükemmel bir öpüşme yeri. Git­
memiz gereken yer orası.” Duraklayıp boğazını temizledi. “Yani
çünkü vam pirler orada olacaktır.”
Yürümeye devam ettik. Roman benden yarım adım kadar
öndeydi, pantolonu ve pantolon askısıyla o kadar tuhaf görü­
nüyordu ki insanlar ona bakıyordu, iyi ki casus falan değildik.
Kavrulmuş mısır, sarımsak kızartması, derin yağda kızartıl­
mış türlü türlü yiyecekler ve pamuk şekerlerin tatlılığı, tuzlu
okyanus esintisinin kokusunu bastırıyordu. Sanki biri kaybo­
lan gün batım ını yakalayıp şekere batırmış gibi, pembe, mavi ve
mor şeker poşetlerinin asılı olduğu bir standın önünde durdum.
“İster m isin?” Roman geri dönüp yanımda durdu.
Bu soru beni şaşırttı. Üzerimde iki kazık, dört bıçak taşıyor­
dum ve bu gece dünyayı bir vampirden kurtarmak istiyordum.
248 A CIM A SIZ İLLÜZYON LAR

Şimdi pek pamuk şekerin vakti gibi görünm üyordu ve Rom an


her zaman elindeki göreve öylesine aşırı odaklanırdı ki böyle bir
şey teklif ettiğine inanamadım. Bu bir sınav olm alıydı. Tam ha­
yır diyecektim ki Roman çoktan yanım dan uzaklaşıp standa
doğru yürümüştü. Stanttaki kıza para uzattı ve bir tane pembe
pamuk şekerle geri döndü.
Pamuk şekeri elime aldım ve bir süreliğine bakakaldım .
Boğazını temizledikten sonra pamuk şekeri elim den aldı.
Demek ki bu bir testti. Tahta ile kum arasındaki çite doğru
onu takip ederken hayal kırıldığına uğram am aya çalıştım ama
Roman pamuk şekeri atmadı. Bunun yerine, poşetini açtıktan
sonra bana uzattı, ben de dayanamadım. Pam uk şekerden bir
parça kopardım. Rengin tadına bakmak gibiydi bu; sanki bu­
radaki parlak ve canlı her şey döndürülmüş, çırpılm ış ve torba­
lanmış gibi.
Dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi. Beni izlerken, gü­
lümsemeyi bırakmadı ama sadece sert ve ciddi görünm ek ister­
miş gibi gülümsemekte tereddüt etti. Yine de gülüm semesi ge­
nişledi, gözleri de şoka benzer bir ifadeyle büyüdü.
Bu beni de şaşırttı. Bana bakış şekli, annemle babamın per­
formans sergilediği tek videoda, babamın annem e bakışını ha­
tırlattı. Hani benim ortaya fırlayıp hileyi m ahvettiğim gösteri­
deki.
Ne hissettiğimi saklamak için ağzıma dev bir pem be p u f sok­
tum, üstelik hissettiğimin ne olduğundan bile em in değildim .
Boğazını temizledi. “Seviyorsun bunu gerçekten.”
“İlk kez gerçek bir şey aldım. Her şeyin bir dolara satıldığı
mağazalardan alınmış basit bir poşet değil.” Bu çok farklıydı.
Bu, şekerli havaydı. Ucuz şeyler yoğun ve aşırı güçlüdür.
Bu sefer gülümsemesi soldu. “Yaşayacağın çok şey var daha.”
“Yeterince çok yaşadım.”
“Ama pek iyi bir hayat değilmiş.”
M a r g ie Fu s t o n 249

Ona karşı çıkmak istedim ama tartışabileceğimden emin de­


ğildim. “O halde sen neden yemiyorsun?”
“Şekerli şeyleri pek sevmem.” Omuz silkti.
“Görünüşe göre senin de yaşama konusunda daha iyi olman
gerekiyor.”
Bana dönmeden önce uzun bir süre okyanusa baktı. “Muh­
temelen. Ö ldürmeye odaklandığında, yaşamak zorlaşır, ö ld ür­
mek, sen artık kim olduğunu hatırlamayana kadar iyiliği alır
elinden.”
M idem kasıldı. Bana yalan söylemiyordu. Sesinde bir boşluk,
gözlerinde bir hüzün vardı ve uzanıp elini tutmamak için ken­
dimi zor tutuyordum. Boşluğun nasıl bir his olduğunu biliyor­
dum. Bazen o boşluğu yeniden doldurmak için Parker’a bir da­
kikalığına sarılmam ya da gülümsediğini görmem gerekiyordu.
Şimdi de Roman için o kişi olmak istiyordum.
Bana bakış şekli o kişi olabileceğimi düşündürüyordu.
“Bunu yapm ak istediğinden emin misin?” diye sordu. “Sonra
yaptığını geri alamazsın.”
Tam ona uzanacakken, sözcükleri tam zamanında bunu en­
gelledi ve aniden midem ekşidi. Hâlâ elimde duran pamuk şe­
kerden bir parça daha koparıp geri kalanını çöpe attım. “An­
neme yaptıklarını da geri alamam.”
Başını salladı ve pamuk şeker poşetini katladıktan sonra onu
da çöpe attı.
“D enemek zorundaydım,” dedi.
Cevap vermedim. Belki de aramızda gerçek bir an yaşanma­
mıştı; sadece beni manipüle edecek bir illüzyondu.
Uzaklaşm aya başladı, ben de onu takip ettim.
Biz dayanıksız çit panellerin ardında sessiz, hareketsiz araç­
ların olduğu kapalı alana ulaşmak için uç kısma doğru ilerler­
ken, kalabalık aşağıya doğru akıyordu. Roman panellerden bi­
rini çekti, ben de açıklıktan geçtim. İnsanları dışarıda tutmak
için gerçekten pek de çabalamıyorlardı. Hizmet dışı olan bir
250 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

lunapark oyuncağını destekliyor gibi görünen dev turkuaz sü­


tunların yanından geçerek bir yaya yolunda yürüdük. K ü re le r
hâlâ yolu anlatıyordu ama burası daha karanlıktı. Boştu. P a rk ın
en ucunda, tel örgülerin yanında durduk. D iğer tarafta ağaç­
lar yoğundu ve bu da bu küçük köşeyi daha da gizli hale getiri­
yordu. Burada bir çıkış turnikesi vardı am a ıssız bir ara sokağa
çıkıyordu.
“Şimdi onları mı bekleyeceğiz?” diye sordum.
“Onlara yem atabiliriz.”
Bıçaklarımdan birine uzandım ama Roman beni durdurmak
için bileğimi tuttu.
“Hayır. Yem benim. Bunu ben yapacağım ve onlar da böy-
lece beni avlayacaklar.” Bıçaklarından birini çıkarıp parmakları­
nın arasından döndürdü.
Gücünün küçücük patlaması tenimi karıncalandırdı. Kaşla­
rımı kaldırdım. Gösterişli olmayı sevmediğini sanıyordum .
“Hiçbir zaman bu yeteneğimin olm adığını söylem edim .” Bı­
çağı tekrar koluna soktu. “Meşgul görünmemiz gerekiyor.”
“Nasıl yani?”
Bana pek bakmıyordu, bu tuhaftı. Onun doğrudan içim i gö­
ren bakışlarına alışkındım.
Sonra anladım. Burası öpüşüyor gibi yaparak avlanılan bir
yerdi.
“Ah,” dedim. Gülmeye çalıştım. “Sen ve W illo w vampirleri
böyle mi avlıyorsunuz?”
Gözleri genişledi ve topuklarının üzerinde geriye doğru sal­
landı. “Hayır. Willow ve ben böyle yap m ıyoruz... öyle olması
gerektiğini kastetmedim aslın d a...” îç çekip kendini topladı.
“Bu sadece daha pratik bir pozisyon.”
Onu bir anlığına telaşlandırmış olmam beni biraz heyecan­
landırdı.
“Tamam, nerede durmamı istiyorsun öyleyse?”
Çideri işaret ederken gülümsemedi bile. “Sırtını oraya yasla.”
M a r g ie Fu s t o n 251

Onu dinledim . Metal omuzlanma batıyordu ve bu konum­


dayken biriyle öpüşmeyi tercih edebileceğimi hayal bile edemi­
yordum.
Roman bana yaklaştı ve vücutlarımız yakın olacak ama birbi­
rine değmeyecek şekilde ellerini çite dayadı. Eğer biri arkamız­
dan bize bakacak olursa, özel bir anın tadını çıkaran iki kişi gibi
görünürdük.
Çenesini saçlarımın tepesine değdirecek şekilde eğildi. Sesi
fısıltılıydı. “Kazığını çek. Vampir arkamdan gelecek. Isınncaya
kadar öldürmeyeceğiz. Sonra ben döneceğim, sen de arkadan
vuracaksın.”
Karşı çıktım . “Seni ısırmasına izin mi vereceksin?”
G erildiğini hissettim. “Bu işi doğru yapmak istiyorsun, değil
mi? M asum birini öldürürsen intikamın ne faydası olur? O za­
man avlamak istediklerinden nasıl daha iyi olabilirsin? Kötü bi­
riyle karşılaştığımızdan emin olmanın tek yolu bu.”
Sözleri beni utandırdı. Hepsinin kötü olmadığını söyledi­
ğinde ona inanmıştım. Başımla onayladım. Nefretimin küçük
bir parçasını bırakabilirdim. Gerisini hak edenlere, sormadan
alanlara ve öldürenlere saklayacaktım.
‘Bunu tek başına nasıl yapıyorsun? Tehlikeli değil mi?”
“Evet. Bunu tek başına yapmamalısın.” Ses tonu kendi gü­
venliğinin bir öncelik olmadığını açığa vuruyordu.
“Bu yüzden bir gruba ihtiyacım var.”
îç çekti. “Hazır ol.”
Kazığı ceketimden çıkarıp yumruğumun içine aldım.
“Bu kadar sıkı tutma.”
Tutuşum u gevşettim ve nefes almaya çalıştım ama göğsüm
sıkışıyordu. Parmaklarım titriyordu. Yararlı bir bilgi alma umu­
duyla vam pir filmleri izlerken çektiğim onca acı, Gerald’la ya­
pılan tüm röportajlar, şınav çekerek ya da birinin kaburgala­
rına kazık saplamak için antrenman yaparak harcadığım tüm
saatler... Hepsinin karşılığını almak üzereydim. Birini öldürme
252 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

şansına sahip olacağıma gerçekten inanmış m ıydım , bilmiyor­


dum ama şimdi buna çok yaklaşmıştım ve sonrasında kim ola­
cağımı merak ediyordum. Olacağım kişinin, şu anda olduğum
kişiden daha iyi biri olmasını umuyordum.
Romanın sesi bir fısıltıdan ibaretti. “Başlıyoruz.”
“Belki de sadece güvenlik görevlisi falandır.”
Burun buruna gelmemiz için başını eğdi. “O nları hissede­
biliyorum. Ya az önce bir sihirbaz sihir kullandı ya da bir vam­
pir beslendi.”
“Hiçbir şey hissedemiyorum.” Kalbim küt küt atıyordu.
“Ben senden daha eğitim liyim .” Kafası çok ufak bir hareketle
yana kaydı. “Neredeyse vakit geldi.”
Titredim. Birdenbire bunu yapmak istem edim am a yapmak
istediğim başka hiçbir şey de kalmamıştı. Kafa karıştırıcı bir
duyguydu bu.
Rom anın eli yanağımı okşuyordu. Bir an bunun, gösterimi­
zin bir parçası olduğunu düşündüm ama sonra gözlerinin içine
bakmamı beklediğini gördüm. “Geri çekilm ek için son şans.”
“Hayır,” dedim. Kendimi rahatlamaya zorlam adan, elim ka­
zığı kavradı.
Roman, “Geliyor,” diye fısıldadı. Sonra bir kadın dişlerini
Romanın boynuna gömdü. Gözleri büyüyen kadın, arkasına
döndü ama sırtı sadece bir anlığına bana dönüktü. R om anı bı­
raktı ve onu ittikten sonra benimle yüz yüze gelm ek için döndü.
Kolumu çoktan geri çekmiştim, sihri parm aklarım a çağır­
mıştım ama sonra bir an kendimden şüphe etsem de kazığı göğ­
süne fırlattım. Pembe kapri pantolonu, batik bluzu, özensiz
makyajı ve kumral saçlarına taktığı beyaz futbol şapkasıyla okul
çağında çocuğu olan tatile çıkmış bir anneye benziyordu. Sanı­
rım korkunç bir hata yapmıştım çünkü kazığım sol omzunun
altına saplanmıştı, ölüm cül olmayacak bir yere.
Parlak renklerden oluşan bir bulanıklıkla ham le yaptı. Diş­
leri boğazımdan birkaç santim uzakta birbirine çarptı am a sonra
MARGIE FUSTON 253

Rom anın kolu önüme geldi. Romanın kazığı kadının kalbin-


deydi. Kadını itip aynı anda kazığını çekti ve kadın parçalandı.
Bu sefer göğsündeki kırmızı çiçeği izleyebiliyordum. Bacakları
tekme attıkça çiçek büyüyordu. Kolları sallanıyor ve göğsün­
deki delik parçalanmaya başlarken parmakları kaldırımı tırma­
lıyordu. Sanki içten dışa doğru küle dönüşüyordu. Ama başka
yere bakamıyordum. Bir dakika önce yaşıyorken, şimdi sadece
yanmış bir enkazdan ibaretti.
M idem bulanıyordu ama istifra edip de pamuk şekerimi çı­
karmayacaktım. O vampirin annemi öldürdüğünü hayal ettim.
Beni öldürmek istemişti.
ö n e çıkıp külleri tekmeledim. Bir canavar daha azaldı. Bir
kişi daha zarar görmekten kurtuldu. Bir aile daha parçalanmak­
tan kurtuldu.
Ama daha iyi hissedip hissetmediğimden emin değildim.
Sadece uyuşmuş hissediyordum.
Belki bu, öfkeden daha iyidir.
Roman sessizdi ama yakınımda olduğunu hissediyordum, sa­
dece bu anı yaşamam için beni kendi halime bırakmıştı. So­
nunda ona dönüğümde, “Roman!” dedim bağırarak.
Arkasından dört kişi yaklaşıyordu. Hayır. İnsan değillerdi.
Hafifçe çömelme şekillerinde onları ele veren bir şey vardı, ö n ­
deki adam ın yaşı yirmi beşten fazla olamazdı. Mavi ekose göm­
lek ve siyah kot pantolon giymişti. Çığlık attığım anda ellerini
kaldırarak doğruldu. Yüzüne huzur veren bir gülümseme ya­
yıldı.
“Hey, seni korkutmak istemedim,” dedi.
Solundaki adam da doğrularak kalın siyah gözlüğünü bur­
nuna itti. Gülümsemeye çalışıyormuş gibiydi ama o kadar ger­
gindi ki tenim huzursuzluktan karıncalanıyordu. Az önce toza
çevirdiğimizle aynı tarzda giyinmiş sarışın bir kadın lamba di­
reklerinden birine yaslanmıştı. Bir de benden daha genç gö­
rünen, siyah deri eteği ve göbeği açık bluzuyla uyumlu siyah
254 A CIM A SIZ İLLÜZYONLAR

çerçeveli gözlüğü olan gotik bir kız vardı. O nlardan biri olmak
için yalvaran biri gibiydi ve bunu saklamaya çalışır gibi bir hali
de yoktu. Geriye kıvrılmış dudağından dişleri görünüyordu.
Kazıklarımdan biri, ayağımın dibindeki kadın vam pirin kül
yığınının içine gömüldü. Kazıkları kullanm a konusunda ken­
dimi geliştirdiğim halde, metale hükm ettiğim gibi ahşaba hük-
medemiyordum. Kıyafetimin içine soktuğum diğer kazık için
elim kaşınıyordu ama bıçaklarım daha yakındaydı.
“Ava,” dedi Roman yumuşakça. “Kaçmanı istiyorum .”
Ne dediğini önce algılayamadım. Elim neredeyse bileğim­
deki bıçağa uzanmıştı.
“Ava, kaç? dedi tekrar.
Kafam kalp atışımla bir zonkluyordu. Roman benden daha
güçlüydü. Ben muhtemelen sadece önünde bir engeldim .
Mavi ekose gömlekli adam sırıttı. “Ben olsam arkadaşını din­
lerdim.” Havayı kokladı.
Sonra hepsi aynı anda hareket etti ve bu o kadar hızlı oldu
ki yapabileceğim tek şey sadece birine odaklanm aktı. Gotik kızı
seçtim çünkü bana bir meteor gibi yaklaşıyordu. Son hızla çarptı
bana ve ben de dişlerim birbirine çarpacak kadar sert bir şekilde
çidere çarptım. Elleri omuzlarıma dokundu ve dişleri boynuma
çarpmadan önce yüzünde kısa bir gülümseme yakaladım .
O yanan nokta dışında tüm vücudum soğudu. İçgüdüsel ola­
rak çiti itmeye çalıştım. İçgüdüm, koş, koş, kaç , diyordu. Kız na­
sıl bu kadar güçlü olabilirdi? İzin vermemeye çalıştım am a anne­
min hatırası bir başka ağırlık olarak çöktü üzerime. O ne kadar
süre mücadele etmişti?
Sonra geri çekildi. Açık ağzı kanımla ıslanmıştı. Tutuşu yu­
muşadı. Sonunda bileğimden bir bıçak çıkarıp yan tarafına sap­
ladım ama o çoktan küle dönüşmeye başlamıştı. Roman’ın ka­
zığı da onunla birlikte yere düştü.
Ma r g ie Fu s t o n 255

Roman tam önümde duruyordu ve boynuma bakarken göz­


leri panik içindeydi. Sanki beni hemen orada iyileştirmeye za­
man ayıracakm ış gibi uzandı ama diğer vampirler ölmemişti.
Biri yerdeydi, kırık bacak kemiğini yerine oturtmaya çalı­
şıyordu ve eğer şokta olmasaydım bıçağımı savuracağımdan
oldukça em indim . Bir diğeri ayağa kalkarken, muhtemelen
kalbine isabet etmemiş olan kazığı göğsünden çekti. Çitin üze­
rinden fırlattı. Kadın boğazından iki bıçak çıkardı ve sanki hiç­
bir şeyi yokmuş gibi elini kanın üzerine sürdü.
Roman’m elini kendimden uzaklaştırdım. “Vakit yok.”
“H aklısın,” dedi ve sonra beni yakalayıp öylesine hızlı bir ha­
reketle çekti ki çıkış turnikesinden çıkana kadar ne olduğunu
bile bilm iyordum .
“H ayır!” diye çığlık attım. Turnikeyi geri itmeye çalıştım
ama tek yönlü şekilde tasarlanmıştı.
“Bunun için üzgünüm,” dedi. Benim gözümün önünde öl­
düğü için özür dilediğini düşünmeden edemedim.
Üç vam pir tekrar ona yaklaşırken, çığlık atarak çideri yum­
rukladım . Kaç tane bıçağı kalmıştı? Başka kazığı var mıydı?
Bir elinde kazık, diğerinde bıçak belirdi.
Birinin bu şekilde ölmesini izlemeyecektim.
Nabzım yavaşlıyordu. Panik halinden çıkıp sakinliğe geçiş
hızım sarsıcıydı ama ben bunun için eğitilmiştim. Ona doğru
koşup çizmelerimden iki bıçak çıkarırken derin bir nefes aldım.
Ben sihir yeteneği olan bir bıçak fırlatıcıydım. Bir çitin arka­
sında olm am önemli değildi.
Ben bıçakları fırlatamadan ona saldırdılar ama sonra kadının
kafasına bir bıçak sapladım ve kadın sırtüstü düştü. Romanın
sıkı sikaya tuttuğu kolunu bırakıverdi. Diğer bıçağım gözlüklü
adamın boğazına saplandı ve bu onu o kadar yavaşlattı ki kal­
bine kazık saplaması için Roman’a fırsat doğdu. Adam, çığlık
atarak ve göğsünü pençeleyerek yere yığıldı. Son kazığımı kav­
radım, en iyi atışımı yapmak üzere onu ekoseli adama fırlattım.
256 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Elebaşı oydu, yani onun ölmesi belki diğer kadının da duraksa­


masına neden olurdu. Ama çok uzaktaydı. O m zundan vurabil­
dim, atışım sadece bana dönüp hırlamasına neden oldu.
Bu yeterli değildi. Romanın elinde bir şey kalm am ıştı. Kol­
larını tutmuşlardı ve o, onlar kadar güçlü değildi. Mücadele
ediyor, sonrasında bitkin düşüyordu. Vam pirlerin sırtları bana
dönüktü. Bir tane bıçağım kalmıştı ama ne işe yarayacaktı ki?
Diğer bıçakları geri çağırabilirdim ama kazığa ihtiyacım vardı
asıl. Ne var ki kazıkları kullanabilecek kadar yakın değildim.
Roman sanki beni görmeye çalışıyormuş gibi başını çevirdi.
Muhtemelen bana tekrar kaçmamı söylemek için.
Son sürat.
Mavi ekoseli vampir, “Bunu da bir önceki gibi acele edip
boşa harcama,” dedi.
Kadın homurdandı.
İkisi de Romanın boynuna tutunmuşlardı. Ç ığlığım ı bas­
tırmak zorunda kaldım. Çığlık atmak yerine, kapının diğer ta­
rafına, beni onların kavgasından ayıran üç m etrelik tel örgüye
doğru olabildiğince hızlı ve sessiz bir şekilde ilerledim .
O kadar da sessiz olmadığıma emindim am a ben tırmanıp
diğer tarafa geçerken ikisi de bana bakmadı. Nefesim hızlan­
mıştı ve bunu durduramıyordum. Dizlerimin üzerine çöktüm
ve okul çağında çocuğu olan bir anneye benzeyen kadın ile gotik
kızın kül yığınlarının içini aradım, üzerim kan em icilerin artık­
larıyla kaplandı. Korkunç görünmediğimi um uyordum . Gerçi
kimse bakmıyordu. Romanın gözleri kapalıydı. Başı öne doğru
eğilmişti. Hayatını emmek için gömdükleri yüzleriyle, şimdi
vampirler onu ayakta tutuyorlardı sanki.
Kadın bana daha yakındı, bu yüzden önce ona ham le yaptım .
Iskalamadım. Çığlık atıp yanıma düştü ve ayaklarım ın dibinde
küle dönüştü. Üzerime bir güç hücum etti ve bir anlığına an­
nemi öldüren aynı ölümcül kalbe sahip bir yaratığı kendi elimle
öldürdüğüm için bunu hissettiğimi düşündüm ama hayır. İçimi
M a r g i e Fu s t o n 257

kaplayan gerçek bir güçtü; alkışla aynı sarhoş edici vızıltıydı


ama aynı zamanda farklıydı da. Bunda, içimi normalden daha
fazla zorlayan bir vahşilik vardı. Ama bunu düşünecek zamanım
yoktu. Diğer vampir doğruldu. Roman aramızda diz çökmüştü
ve vam pirin kalbine nişan almak için Romanın üzerine eğilmek
zorunda kaldım . Kazık tam saplanmak üzereyken vampir bile­
ğimi yakaladı. Sırıtarak bileğimi o kadar sıktı ki kemiğimin de
bir vam pir gibi toza dönüşeceğini sandım.
Nefesim kesildi. Dayanamıyordum. Kazık elimden kayıp
doğrudan R om anın eline düştü. Kazığı vampirin göğsüne o ka­
dar hızlı sapladı ki yanmaya başlayan vampirin sırıtışı yüzünde
asılı kaldı.
Bu sefer izlemedim. Romanın yanında diz çöktüm, boynu­
nun her iki yanından kan akıntıları süzülüyordu.
“Ben iyiyim ,” dedi. “Bana bir dakika ver.”
Gözlerini kapattı ve ben, yaralarındaki kanamanın durup
iyileşmesini izledim.
Gözlerini açıtığında, daha yumuşak ve daha savunmasız gö­
rünüyordu ama belki de ölümün eşiğine gelmenin insan üzerin­
deki etkisi buydu.
“Beni kurtardın.” Kafası karışmış gibiydi.
“Sadece sana borcumu ödüyorum. Beni bunun için eğittin,”
dedim am a aslında dünyada beni bunun için eğitebilecek hiç­
bir şey yoktu.
Gözleri boynuma odaklandı. “Hâlâ kanıyor.” Boynuma
uzandı am a ben etrafa bakınarak öylece durdum.
“Bitti, Ava.” Ayağa kalktı.
Ama kanım hâlâ çok hızlı pompalanıyordu ve sihrim hâlâ da­
m arlarım a baskı yapıyordu sanki.
“Neydi o?”
Sanki bir şeyleri kaçırmış gibi etrafına bakındı.
“O vam piri öldürdüğümde bir şeyler hissettim.”
Rom an yüzünü buruşturdu. “Bildiğini sanıyordum.”
258 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Bilmediğim şeylerden -hem aradığım hem de herkesin bana


söylemeyi unuttuğu şeylerden- yorulmaya başlam ıştım . En azın­
dan Roman sormamı beklemedi.
“Bir vampiri öldürürsek, güçlerini alırız.”
“Kan büyüsünü alıyoruz yani,” diye açıklığa kavuşturdum .
«p t*
Evet.
“Ben istemiyorum bunu.”
“Bir hayatı alırsan, sihri de alırsın. D urum bu.”
Gücü hâlâ içimde hissedebiliyordum. D erinin altındaki hu­
zursuzluk gibiydi bu, daha fazla avlanma dürtüsü. Lanetin ken­
disi kadar kontrolden çıkma potansiyeli vardı. “Siz hepiniz güç
için vampir avlıyorsunuz.” Savunmasızları korum aktan daha az
erdemliydi bu.
“Bazılan için sebep bu. Diğerleri için mesele kişisel. Eğer bir
önemi varsa, senin grubunun bunu güç için yaptığım sanmıyo­
rum.” Bunu kabul ettiğine inanamıyormuş gibi başını salladı.
“Ama bir yarışma yapdacak olsa da olmasa da her yd toplandı­
ğımızda, bir nevi vergi veriyoruz. Koruma büyülerim izi yerinde
tutmak için her grubun malikâneye gücünün bir kısm ım ver­
mesi gerekiyor. Vampir öldürmek, kotanı doldurm am kolaylaş­
tırıyor.”
“Peki sen bu yüzden mi öldürüyorsun?”
“Masumlara zarar veren herkesi alt etmek için. A m a aynı za­
manda benim grubumda sadece ben varım. Kotanın tamamım
kendim karşılamak zorundayım.” Yorgunluktan yüzü sarku.
Hâlâ kaybettiği kanın etkisini hissediyormuş gibi yalpalarken,
tel örgüye baktı. “Oraya tırmandın, öyle m i?”
“Evet.”
Bana bakıyordu ama yüz ifadesini göremeyeceğim kadar ka­
ranlıktı etraf. “Düşündüğümden farklısın. A slında birini öldü­
receğini düşünmemiştim.”
Cevap vermedim. Buna ne diyeceğimi bilm iyordum . Bir gün
bir vampiri öldüreceğimi ummuştum hep. Ama böylesine bir
MARGIE FUSTON 259

can alm a dürtüsünü, en aşağılık yaratığın canı dahi olsa, nasıl


açıklayabilirdiniz ki? Belki daha üzgün olmalıydım. Bir yanım
hasta hissediyordu ama aynı zamanda yaptığımı doğru da bulu­
yordum.
Roman kolumdan tutup beni çidere doğru çekti, tekrar ona
yaslandım . Tenime değen sakin eli, içimdeki yakıcı büyüyü ya-
tıştırıyorm uşçasına iyi hissettiriyordu ve bir yanım ona baskı ya­
pıp dokunuşunun beni rahatlatmasını istiyordu.
“Boynuna bir bakayım,” dedi.
Bir elini yüzümün yan tarafına koydu ve başparmağını çe­
nemin altına bastırıp çenemi yukarı kaldırdı. Diğer parmakları
boynum daki kanın üzerinde kaydı. Yarayı bulduğunda irkildim
ama acının geçmesi sadece bir dakika kadar sürdü. Derimdeki
yaranın geçtiğini, oluşan açıklığın kapandığını hissedebiliyor­
dum am a Roman beni bırakmadı. Yaklaştı ve kolunu aramıza
bastırdı.
Düzensiz nefesi yüzüme çarpıyordu.
D udaklarım aralandı ve onunkine benzeyen şekilde bir ne­
fes verdim.
Yanağı yanağım ı sıyırırken, dudaklarımızın köşeleri nere­
deyse birbirine değdi. Zihnim dağınık bir intikam, ölüm, acı,
şehvet ve aramızda bir şekilde eşleşen kırıklık karışımıyla do­
luydu. Başımı ona doğru çevirmek karmaşık ve zordu.
“Siktir.” Geri çekildi.
Bu söylediği beni sarstı. Ağzına yakışmamıştı çünkü o hep
çok sakin, havalı ve toparlayıcı biriydi.
“Bunu yapm ak istememiştim.” Gözleri, gölgelerin içinde
okunam ayacak kadar karanlık ve kısıktı. Ayrıca kendisi de şa­
şırmış, şoke olmuş gibi görünüyordu. “Üzgünüm. Kahretsin.”
Döndü ve benden birkaç adım uzaklaştı. Arkasını döndü ve
elini buklelerinin arasından geçirince, saçları yabani sarmaşıklar
gibi dik dik kaldılar. Bana doğru bir adım atıp durdu.
“Sorun değil,” dedim. “Zaten hiçbir şey olmadı ki.”
260 A C IM A S IZ İLLÜZYON LAR

“Sana bir bahane vermem gerekiyordu, seni ayartm am de­


ğil.” Uzun adımlarla bana doğru geldi ve bir an için başladığı işi
bitireceğini sandım ve bu konuda ne hissettiğim i gerçekten bil­
mesem de olduğum yerde kalıp onu bekledim . A m a beni öp­
meye çalışmadı. Yumruğunu üzerindeki zincire vurdu ve bir­
kaç santim ötemde, vücudu bana eğik bir şekilde durdu. Nefesi
ağırdı.
Bir yanım parmaklarımı kaldırıp onun inip kalkan göğsüne
dokunmak istiyordu ama bunun ne anlam a geldiğinden emin
değildim. Romanın sadece istediğimi elde etm em de ikinci bir
yol olması gerekiyordu ama ya özlemini çektiğim şey sihir ve in­
tikam değilse? Sırf Xander’ın harekete geçmesi uzun zaman al­
dığı için Romanın cazibesine kapılmışsam? Bilm iyordum .
Xander’ın elini tutmayı, onun şakalarına ve bayağı flörderine
gülmeyi seviyordum.
Bu şey. Şu an olan. Aynı hissi vermiyordu. Bu beni korkutu­
yordu. İlk defa Romandan korkuyordum.
Çünkü bu, fazla gerçekçi geliyordu.
Xander bir peri masalıydı.
Peri masalları benim için yaratılmamıştı.
Ama gerçeğin ve dağınıklığın üstesinden gelebilirdim ve
bunu istiyordum.
Elimi göğsüne koydum ve onu geriye itip öbür tarafa çevir­
dim. Böylece o, çitin karşısında dururken, benim de sıkışıp kal­
madığım, tam burada olduğum, beklediğim açıkça görünecekti.
Önce elime, sonra bana baktı. Parmaklarımı göm leğinin açık
yakasına doladım. Nefeni kesildi. “Ava, bekle.”
Durdum. “Bunu istemiyor musun?” Sesimin bu kadar incin­
miş çıkmasını istememiştim.
Cevabını hareketiyle verdi. Dudakları benim kilerden hemen
hemen bir santim uzakta dururken, bu sefer tereddüt etm edim .
Neyin doğru ya da neyin en iyisi olduğu üzerine düşünm edim .
Ne istiyorsam, onu yapıyordum. Onu öptüm ve bizi birbirim ize
MARGIE FUSTON 261

karıştıran bir çaresizlik yeşerdi. Yeşeren her bir filizi, köklerini


birbirinden arayarak daha çok bastırdım. Benim filizlerimi ta­
kip etm ek başta kolaydı ama derinlere indikçe karmakarışık ol­
dular. O nunkileri ise anlayamadım bile.
Geri çekildim .
Uzak okyanusun sabit, hırıltılı nefesi bizimkine karışmıştı.
Bu sefer Roman öne doğru eğildi ve dudakları, daha önce sal­
dığım ız acının üzerine sürülen bir merhem gibi daha yumuşak,
daha yavaş hareket etti. Kendimi bu duygunun içinde kaybet­
mek istiyordum.
Aniden boynumda hissettiğim keskin bir acı beni durdurdu.
Gözlerimi açtığımda, Romanın telaşlı bakışıyla karşılaştım.
Parmakları kollarımı tutup beni iterek ondan uzaklaştırırken,
yüzünde bir hırlama ifadesi oluştu. Ben tepki bile veremeden
Roman bulanık bir hal aldı. Sonra özgür kaldım, arkamı döndü­
ğümde, tökezleyerek, geri aldığımız kazıklara davrandım.
Yandan bakınca, vampirin dişlerini Romana geçirmiş oldu­
ğunu görebiliyordum. Kazığımı sıkıca tuttuktan sonra hamle
yapm ak üzere döndüm ama o anda donakaldım. Her yanım buz
gibi oldu.
Vampir, R om anı ısırmıyordu.
Roman, çabalayan ve ardından hareketsiz kalan vampi­
rin boynuna gömmüştü ağzını. Bir an için gördüğüm şeyden
başka bir anlam çıkarmaya çalıştım. Başka bir şey. Sonra Roman
vam piri itti. Vampir önce yere düştü, sonra gecenin karanlığına
doğru koştu ama kaçan vampir umurumda değildi bu sefer.
Karşımda duran kişi umurumdaydı.
Roman yavaşça arkasını döndü. Dudakları koyu kanla kap­
lıydı ve sanki az önce önünde duran boynu arzuluyormuşçasına
ağzı hâlâ hafifçe açıktı. Dişlerinin uçları, üst dudağının hemen
altından parlıyordu. Az önce öptüğüm dudaklarının.
İki büklüm oldum. Kusmamak için kendimi zor tutuyor­
dum.
262 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Roman bana doğru adım atarken eliyle ağzını sildi ve kan,


yanağında kötü bir iz bıraktı.
Artık donmuş halde değildim. Sinirlerim panik ve şaşkınlık
içinde bağırırken, en iyi bildiğim şeyi yapacaktım . O na doğru
atıldım ve aramızdaki mesafeyi bir saniyede kapattım . Kazık ve
elim havadaydı. İvmeyi güçlükle durdurdum.
Kazığımla göğsüne baskı yaptım.
Roman kılını bile kıpırdatmadı.
“Kendini daha iyi hissetmeni sağlayacaksa yap.” Sesi alçak ve
çiğdi. Saflığı bana öpüşmemizi -ikimizin de bir şekilde açıldığı
öpüşmemizin kırılganlığını- hatırlattı.
Ama saf falan değildi. Bir şeyler saklamıştı. Her şeyi sakla­
mıştı. Elim titremeye başladı ve kazığı bıraktım . Bunu yapa­
mazdım. O yalancı olabilirdi ama ölmeyi hak etm iyordu. Bana
bunu öğretmiş olmasından nefret ediyordum, öğretm eseydi,
çok daha kolay olurdu.
“Ava, lütfen.” Bana uzandı ama ben o kadar hızlı bir şekilde
geri çekildim ki tökezleyip kaydım ve sert bir şekilde kalçamın
üzerine düştüm. Ben bağırınca, Roman öne eğilmeye çalıştı.
“Dokunma bana,” diye hırladım.
Ayağa kalkarken gözyaşlarını aktı. Bunun acısını yarın his­
sedecektim.
Geri çekildim. Kazığıma ulaşmak için eğilm edim . Eğer hâlâ
elimde olsaydı, yapmaya karar verdiğim şeyi yapm ak için onu
kullanmam gerektiğini hissederdim.
Romana kazık saplama düşüncesi... Bunu düşününce bile
kalbim ikiye bölünmüş gibi hissediyordum.
“Lütfen kimseye söyleme.” Sesinde kalbim i daha da parça­
layan bir çaresizlik vardı. “Beni öldürürler v e ...” Sanki kelim e­
lerin arasında boğuluyormuş gibi bir an sustu, “ö lem em . He­
nüz olmaz.”
“Bunu düşüneceğim,” diyebildim sadece.
M a r g i e Fu s t o n 263

Başını salladı. Daha fazlasını söylemek üzere ağzını açtı ama


başımı iki yana salladım. “Açıklayayım,” dedi yine de.
O na hayır demek üzereydim ama bilmem de gerekiyordu.
Kendim için olmasa da grubum için, öğrenirlerse onu öldüre­
ceklerine göre, neden sihirbaz kılığına girmişti?
“îk i dakikan var. Sanırım bunu sana borçluyum.”
“A va... Bana borçlu hissetmeni istemiyorum.”
“A dım ı söyleme. Artık iki dakikadan az vaktin var.”
Yutkundu. “Âşık olduğum vampir. Bir vampir olarak yaşa­
m anın nasıl bir şey olduğunu öğrendiğimde, vampir olmayı is­
tedim. Emanet fonumda ihtiyacımız olan kanı almamıza ye­
tecek kadar param vardı. Vampir avlayan bir grup sihirbazın
arasına girm ek istemiyordum, sadece o sonsuza dek yaşayacak
diye ben de ölümsüz olmak istiyordum. Bu yüzden beni dönüş­
türdü. Sonra ise kimse ne yaptığımı bile anlamadan, o öldü.”
“Ama hâlâ buradasın. Neden?”
Sessizdi.
“İntikam ,” dedim yumuşakça. Herkes yaralanır. Herkes bir
başkasına zarar vererek bu durumu düzeltmek ister. Bunu an­
lıyordum ama hayatım boyunca intikam peşinde koşarak yanı­
lıp yanılm adığım ı giderek daha fazla merak ediyordum. “Ne ya­
pıyorsun?”
Omuz silkti. “Aslında bilmiyorum. Ama birine tüm vampir­
lerin kötü olmadığını gösterme şansı yakalarsam, o zaman bazı
şeyleri değiştirmeme yardım edebilecek bir kişi daha olabilir.”
Beni kastediyordu.
“W illow biliyor mu?”
Başını iki yana salladı. “Vampir olduğumu bilmiyor. Sadece
bir zam anlar bir vampire âşık olduğumu biliyor. Hepimizin
kötü olm adığını biliyor.”
“Katil olmayabilirsin ama kesinlikle bir yalancısın.” Parmak­
larım ı dudaklarım a götürdüm.
264 A CIMASIZ İLLÜZYONLAR

Ayaklarına baktı. “Böyle olsun istemedim. Sen başına ne ge­


leceğini umursamadan Willow’u kurtarmak için o karanlık so­
kağa girdiğinden beri bununla mücadele ediyordum .”
Ona karşı bir şeyler hissettiğim anları düşünm ek istemiyor­
dum. “Nasıl hiç kimse fark etmedi? ö zellikle de y ıllık toplan­
tılarda?”
“Para. Ben sadece sihirbaz kanı içiyorum. D aha önce de söy­
lediğim gibi, koca bir yeraltı kan piyasası var. Bunlar illa ki cemi­
yetteki sihirbazların kanı olmak zorunda değil. C em iyete dâhil
olmadan sihirlerini kullanan bir sürü sihirbaz daha var. Bazıları
sihirlerini geliştirip kanlarını satarak geçim lerini sağlıyorlar. Pa­
halıdır ama sihirbaz kanı içen vampirler, sihirbaz gibi algılanır,
bir sihirbaz gibi sihir yapabilir ve güneşe çıkabilir. Bunu anlat­
manın bir yolu yok.” Bileğindeki bilekliği tuttu. “Bu şey hâlâ ça­
lışıyor. Hâlâ bir şekilde o güce ulaşabiliyorum ve bu da bariyer
büyüsünü geçmemi sağlıyor. Beslenmek için şehir dışına çıkıyo­
rum, bu yüzden kimse bende olağan dışı bir güç patlam ası his­
setmiyor ama hissetseler dahi, sihir yapanın ben olduğum u söy­
leyebilirim. Bir vampirle bir sihirbaz arasında şaşırtıcı derecede
az fark vardır.”
Son kısım hakkında ne hissedeceğimi bilm iyordum .
“Sırrımı saklayacak mısın?”
“Bilmiyorum.” Yapabileceğim en iyi şey buydu. “A m a git­
meni istiyorum.”
Fikrimi değiştirmemi bekliyormuş gibi bir anlığın a durak­
sadı ama şu anda tek istediğim şey onu görm em ekti. Uzaklaştı­
ğını duyana dek gözlerimi kapattım. Gözlerimi açtığım da, sırtı
bana dönük olarak duraksadığını gördüm. Arkasına dönm edi,
sadece bekledi, sanki ihtiyacım olursa onun işini bitirm em için
bana bir şans daha veriyormuş gibi.
Yapmayacaktım. Bunun bir faydası yoktu. O nu öldür­
mek, dudaklarının benimkilere değmesini ne kadar istediğim i
unutturamazdı bana. Unutturacak olsaydı, o zaman gerçekten
M a r g ie Fu s t o n 265

de öldürebilirdim. Omuzları ağır bir nefesle inip kalktı, sonra


uzaklaştı.
Bir yanım onun peşinden koşmak istiyordu ama kendimi
bunun için eğitmemiştim. Bunun yerine, okyanus dalgalarının
solan sesine odaklandım ve okyanusun bu düşünceyi kendi içine
çekmesine izin verdim.
Kazıklarımı ceketimin (Romanın ceketinin) içine soktum ve
kalabalığa doğru koştum. İçimden bir ses Roman’ın hâlâ beni iz­
lediğini söylüyordu. Beni burada yalnız bırakmazdı. Ama aynı
zamanda üzüntüsünü, kolumu tutan bir el gibi hissedebiliyor­
dum.
Belki de ondan bir şey daha istemeliydim: beni geri götürme­
sini. İsimsiz bir yol üzerinde, adresi olmayan gizli bir yerleşkeye
Uber’le gidemezdim.
Gülen ve birbirleriyle itişen genç gruplarının arasından geçer­
ken telefonumu çıkardım ve ekranı aydınlattım. Telefonumda
grup üyelerinden sadece bir kişinin numarası vardı: Xander.
Bundan nefret edecekti.
İlk çalışta açtı.
“Ava?”
“Birinin beni gelip almasına ihtiyacım var.”
Bir sessizlik oldu. “Neredesin?”
“Tahta yürüyüş yolunda.”
“Yalnız mısın?”
“Şu an evet.”
“Kalabalıktan ayrılma. Yakındayım, ö n tarafa çıktığımızda
seni arayacağım .”
Aram ayı sonlandırdı. Tabii ki Aristelle’le birlikteydi.
On dakika sonra Aristelle’in sürdüğü bir minibüsün içindey­
dim.
Xander arkasına döndü ve yüzünde nadiren gördüğüm bir
öfkeyle bana baktı. “Ne yapıyordun?”
“R om anla avlanıyordum. Beni eğitti,” dedim.
266 ACIM ASIZ İLLÜZYONLAR

Son söylediğim, işleri daha iyi hale getirm edi tabii.


“O pisliğin pes etmeyeceğini bilmeliydim.”
“Öyle değil. Beni vazgeçmeye zorlamadı. Şim di eskisinden
daha iyiyim.”
“Öyle mi?”
“Hayır. Senin beni bu kadar geç bulm anın, onun kendi ha­
tası olduğunu düşündüğü için kendini suçlu hissediyorm uş.”
Aristelle, “O suçluluk duygusunu sever,” diye m ırıld an d ı.
“Vazgeçmiyorum,” dedim.
Şehrin ışıklarını geride bıraktığımız için hava artık karanlıktı
ama Xander’ın yüzüme baktığını hissettim.
“Seninleyim,” dedim.
Aristelle, “O halde bunu resmileştirelim,” dedi.
Karanlıkta bir anlık Xander’ın gülümsemesi parladı.
armaklarımı, ödünç aldığım deri pantolonumun üzerinde
P kaydırdığımda, yumuşaklığına milyonuncu kez şaşırdım.
Bu, deri pantolonun daha rahat olmasını sağlamadı elbette.
Xander da deri pantolon giymişti, üzerinde yine kendine özgü
bir şekilde gömleksiz giydiği yeleği vardı.
“İkimizin de deri giymesi gerektiğine emin misin?”
Xander gülmekle yetindi.
Derin, titrek bir nefes aldım. “Abartılı görünüyor.”
“İyi iş çıkaracaksın. Buna hazırsın.”
Elbette öyle. Roman beni bu konuda iyileştirmişti. Karnım­
daki mide bulandırıcı burkulmayı yok saydım.
Roman ın orada öylece durup, onu öldürmemi teklif etmesi
hiç hoşuma gitmemişti, öfkeli ya da savunmacı olsaydı, her
şey çok daha kolay olurdu. Ama yüzünde gördüğüm tek şey,
acı, üzüntü ve utançtı, bir de açıklarken biraz umut vardı yü­
zünde ama ben onu dinledikten sonra, gitmesini söylediğimde
bu um ut toz gibi ufalanıp dağılmıştı.
Aristelle alkışlarım aldıktan sonra iyi şanslar dilemeden dışarı
çıktı. Sanırım onun gözünden düşmüştüm.
Ellerim terliyordu. Odaklanmam gerekiyordu. Romanın
bunu başlatma sebebimle hiçbir ilgisi yoktu. Sihir hep intikamla
ve şu anda birlikte olduğum insanlarla ilgiliydi.
Xander bir elimi tuttu ve beni sahnenin ortasına, yeteneğimi
değil kusurlarımı aydınlatmaya çalışan sert ışığın altına çekti.
Seyircilerin beklenti içindeki yüzlerini başlarının üzerindeki loş
ışıklar aydınlatıyordu. İnsan yerine iskeletlerle dolu bir salonda
268 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

performans sergiliyormuş gibi davranıyordum. Elbette onları


çıplak da hayal edebilirdiniz ama benimki daha iyi bir seçenek
gibi görünüyordu.
Xander elimi bırakıp bir deste kırmızı kart çıkararak hızla se­
yircilerin önünde karıştırmaya başladı. “Bir gönüllüye ihtiyacı­
mız olacak.”
Eller havaya kalktı ve Xander bana hafifçe başını salladı. Öne
çıkıp seçim yapmadan önce, öndeki yüzleri taradım .
Genç bir adam sahneye fırladı, merdivenlerden çıktıktan
sonra dar kot pantolonunu tekrar yukarı çekti. X ander desteyi
ona verdi. “Normal deste, değil mi?”
Adam kartları o kadar hızlı karıştırıyordu ki neredeyse görül­
müyordu. Sonra geri verdi.
“Sihir sever misin, ııı?”
“Andy.”
“Sihir sever misin, Andy?” diye tekrarladı Xander. İsimleri
çok kolay söyletiyordu.
“Elbette.”
“Pek emin görünmüyorsun.”
Seyirciler güldü.
Xander önündeki kardan yelpaze gibi açtı. “Bir kart seç,
Andy. Şöyle yapalım, sen iki kart seç, Andy. Ç ünkü seni sev­
dim.”
Birkaç kişi daha güldü. Kahkaha iyidir. Sonunda alkışlar
daha cömert olacaktı.
“Onları kalabalığa göster ama bana gösterme. O na da gös­
terme.” Dönüp bana göz kırptı. “Hileyi sever.” A ndy talim at­
lara uydu. “Şimdi onları istediğin yere koy. işte bu, Andy. M ü ­
kemmel.”
Xander kartları karıştırıp, daha önce boyayıp yerleştirdiği­
miz kara tahtaya doğru bir adım attı. Kartları önce yüzleri açık
ulacak şekilde açtı, sonra tahtaya doğru tuttu. “H angi kartları
M a r g ie Fu st o n 269

seçtiğinden emin değilim, Andy. Ama sevgili asistanım biliyor.”


Sonra bana dönüp, “Andy’nin kartını çıkarır mısın?” diye sordu.
“M em nuniyetle.” Ortaya geldim. Ayak bileğime uzanıp uzun
ve güzel olan üç siyah bıçaktan birini çıkardım. Xanderdan bir
hediye. Elimdeki metal, tenimdeki sihri çekip alırken bıçaklar
canlanıyordu. Ben kendimden emin görünmeye çalışırken, se­
yirciler m ırıldanıyordu.
S ırf gösteriş olsun diye, Andy’ye, “Arkama geç,” dedim.
Gergin enerjisi sırtıma doğru hareket etti ve bundan kurtul­
mak için yavaş bir nefes aldım. Seyirci fantastik bir şey yapmak
üzere olduğum a inanıyordu. Tenim zonkluyordu.
Tahtaya yayılm ış kartları hedef alarak fırlattım.
Fırlattığım bıçak, parmaklarının birkaç santim yukarısına
çarptığında, Xander irkilmedi.
Alkış alınca, yüzüme yayılmaya çalışan sımışla mücadele et­
mek zorunda kaldım. Havalı görünüyorsun, Ava. Bu kartlara
nasıl isabet ettireceğini biliyor gibi görünüyorsun. Xander diğer
kartları yere düşürdü ve tahtanın üzerinde sadece bıçağın isabet
ettiği kart kaldı. “Karo iki mi?”
A ndy ağzı açık bir şekilde başıyla onayladı.
İnsanlar alkışlamaya başladılar.
Xander birkaç kez eğilip selam verdi.
Bir şeyi unuttun, değil mi?” Bu, üzerine çalıştığım bir rep­
likti.
Xander şaşırmış gibi yaptı önce, sonra güldü. “Doğru. İki
kart seçmiştin, öyle değil mi, Andy?”
A ndy başıyla onayladıktan sonra Xander ceplerini karıştır­
maya başladı, ö n ce eli boş çıktı, sonra özel hareketini yaptı:
kartlar bir şelale gibi patladı. Sonunda iki boş parmağını havaya
kaldırdı. “Buldum .” Gülümsedi ve devam etmemi işaret etti.
Seyirciye döndüm, önce kaşlarımı dramatik bir şekilde kal­
dırdım , sonra da omuz silktim. Bana kahkahalarla gülüyorlardı.
Ben de onları kontrol etmenin ne kadar kolay olduğunu görünce
270 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

onlarla birlikte gülmemek için kendimi zor tuttum . Eğildim ve


ayak bileğimden bir bıçak daha çıkardım; içim e sıcaklık hücum
ederken, bıçağı kavradım. Bu atış daha kolaydı. Tek yapmam
gereken Xander’ın elinin üzerindeki havayı vurm aktı. Atışı hızlı
ve düzgün yaptım ve bıçağım tahtaya çarptığında altında bir
maça ası sabidenmişti.
Seyircinin nefesi kesilmişti ve Xander hem iki bıçağı hem de
iki kartı tahtadan çıkardı. Bana ve Andy’ye doğru yürüyüp bı­
çaklan bana, mahvolmuş kardan da Andy’ye verdi.
“Bunlar senin kartların sanırım.”
Andy başıyla onayladı. Hazırcevap olmak konusunda benim
kadar hızlı değildi.
“Onunkiler daha sağlamdı,” dedim, onun yerine. Seyirci
güldü. Andy koltuğuna döndüğünde, Xander ve ben alkışlar
önünde eğilerek selam verdik. Yüzlerine bakm aktan çekinm i­
yordum.
Sahneden indiğimizde, sadece Reina ve D iantha vardı. On­
lar da alkışladılar. Yüzüm kızardı. Xander geri çekilip beklerken,
ikisi birlikte bana sarıldılar.
“Herkes açlıktan ölüyordu, Tayland yem ekleri yem ek için
caddedeki restorana gittiler. İkizler dışarıda yem ek istedi. Biz de
gitmeden sizi tebrik edelim dedik.” Kapıya doğru ilerlediler. “İs­
terseniz gelin, bize katılın.”
Bunu çok isteyeceğimi gösteren bir gülüm sem eyle Xander’a
döndüm.
Sanki bu dünyadaki en kolay şeymiş gibi bana gülüm sü­
yordu.
“Diğerlerine katılmak ister misin?” diye sordum.
Başını iki yana sallayıp bana doğru bir adım attı. Eli yukarıya
uzandı, saçlarımı kuşağımın arkasına attı, sonra aşağı doğru sü­
zülerek boynumu kavradı. Aklım Romana gidiyordu ve bunu is­
temiyordum. Onunla yaşadığım anın üzerini örtm ek için başka
bir >eye ihtiyacım vardı. Yalan üzerine kurulm am ış bir şeye.
M a r g ie Fu s t o n 271

Bir peri masalı istemediğimi zannederdim ama belki de tam


olarak ihtiyacım olan şey büyüleyici bir prensti. Karanlığa ve
kara kara düşünmeye ihtiyacım yoktu. Daha önce düşündükle­
rim yeterdi.
Bu yüzden Xander’ın dokunuşuna odaklandım. Bu küçük
dokunuşlar, birlikte geçireceğimiz tüm zamanı dolduracak gi­
biydi. A rtık alışmış olsam da hâlâ avuçlarımı terletiyordu. Ama
bundan hiçbir şey çıkmamıştı, bu yüzden boğazıma oturan ger­
ginliği yuttum ve çıplak göğsüne dikkat etmemeye çalıştım.
“Nasıl hissediyorsun?” diye sordu.
Sıcaklık, bedenimi dolduruyordu. Elbette bunun bir kısmı
Xander’ın yakınlığı, gömleksiz yakınlığıydı ama büyük kısmı
gösteriden, beni isteyen, beni alkışlayan bir kalabalığın olma­
sından kaynaklanıyordu. Bu bir arzuydu. Roman benim sadece
vam pirleri öldürmek istediğim konusunda yanılmıştı. O eski
bendim. Yeni ben, bunu istiyordu.
“Enfes.” Bu kelimeden neredeyse anında pişman oldum. Bu
çok fazlaydı, çok savunmasızdı.
Am a gülm edi. Elimi bırakıp benden uzaklaşarak masanın ke­
narına oturdu, ayaklarını banka koydu. Kart destesini çıkarıp
parm aklarının arasında karıştırmaya başladı.
“Bir numara öğrenmek ister misin? Sihirsiz?” Kardara odak­
landı, süslü numaralarını yapmak için parmaklarına dikkat et­
mesi gerekiyordu sanki. Ama gerekmiyordu. Kardan önünde
açtı. “Kaderini seç.”
Kupa İkiliyi çektim. Kart destesini kapatıp bana verirken,
elim deki kupayı alıp ağzına götürdü, kenarını ısırdı ve mükem­
mel dişleriyle yavaşça karttan kopardı.
Ağzım kurudu. Boğazımı temizleyip bir şeyler söylemeye ça­
lıştım .
“Ağzınla numaralar yapmayı kesinlikle seviyorsun.” Lanet ol­
sun. Kelimelerimi geri alıp içlerinde boğulmak istedim. Aklıma
tanıştığım ız gece, kartımı öksürerek çıkarması gelmişti. Ama
272 ACIM ASIZ İLLÜZYONLAR

şimdi, aramızdaki hava zaten gergin olduğundan, kelim eler ken­


dilerine ait bir anlam kazanıyorlardı.
Xander’ın gözlerindeki şeytani parıltı, sadece ikinci anlamı
duyduğunu söylüyordu.
Yırtık kartı iki parmağının arasına sıkıştırdı ve duvara çar­
pıp yere kaymasına yetecek bir kuvvetle yana doğru fırlattı. Ağ­
zından çıkardığı diğer parçayı da dizlerinin arasına, yüzü yukarı
bakacak şekilde bankın üzerine düşürdü. Kırmızı iki ve pürüzlü
yarım kalp bana bakıyordu.
“Numara için bunlara ihtiyacımız yok m u?”
Sessizliği bakışlarımı ona çekti. “Başka bir şey denem ek isti­
yorum; nasıl baktığına bağlı olarak yeni bir num ara veya kitap­
taki en eski numara.”
Uzanıp çenemi kavradı, elini hafifçe geri çekti, ben de bacak­
larım banka çarpıncaya kadar onu takip ettim . Kalçalarım iki
dizinin arasında duruyordu şimdi.
Flört etmekle başka bir şey arasındaki çizgiyi geçm ek üzerey­
dik. Kendime karşı dürüst olmam gerekirse, gösterinin ilk gece­
sinde kulağıma fısıldadığından beri Xander’la bunu yapm ak is­
tiyordum ama onun küçük flörtleşmelerinin sadece kişiliğinin
bir parçası olduğunu düşünüyordum. Stacie de öyle. Xander,
bir ağacın yanından geçse, onunla bile flörtleşiyormuş gibi gö­
rünebilirdi.
Gerildim. “Neden şimdi?” diye sordum. “Nedeni Roman
mır
Xander iç çekti. “Lütfen onun adını söyleme.” Gözleri kes­
kinleşti. “Yoksa Romanla bir şeyler yaşadığını mı söylüyorsun?”
Başımı iki yana salladım. Bu ikimiz için de bir yalandı.
Xander, “Seni korkutup kaçırmasından korkuyordum ,” dedi.
“Bir şeye başlamak istemedim ve sonra.
Kendini bir kayba açmak istemiyordu. Onu anlıyordum .
Birbirimizi çoğu kişiden daha iyi anlıyorduk.
M a r g ie Fu s t o n 273

“Dün gece gitmeyeceğini söylemiştin. Ben sana inanıyorum,”


dedi ama sesinden çaresizlik sızıyordu. Bana gerçekten inanmı­
yor m uydu acaba, yoksa şu anda gerçekte ne hissettiğini göstere­
cek kadar kendini güvende hissetmiyor olabilir miydi, emin de­
ğildim . Benim de bunu isteyip istemediğimi görmek için beni
izliyordu.
Başımla onayladım.
Gözleri üzerimde gezindi ve ağzımın köşesine esinti hafifli­
ğinde bir öpücük kondurmak üzere öne doğru eğildikten sonra
hafifçe parladı. Durdu, bir şey bekler gibiydi, izin belki de.
Başımı çevirip dudaklarımı onunkilerin tam önüne getirerek
ve küçük bir nefes bırakarak o izni verdim.
Çenem i tutan eli saçlarıma doğru giderken, yumuşak ve çe­
kingen bir tavırla aradaki mesafeyi kapattı. Diğer eli sırtıma
baskı yapıyordu ve -dizlerim banka iyice yapışmış olsa da- beni
daha da yakınına çekmeye çalışıyordu. Ellerimi kalçalarına ko­
yacak kadar ara verdim ve ona yaklaşmak için dizlerimle bankın
üstüne çıktım . Öpücüğü daha aç bir hal aldı ve beni biraz daha
kendine çekti. Ellerim titriyordu. Ellerimi nereye koyacağımı
bilm iyordum , önüm e, onun göğsüne koydum ama üzerinde
gömlek yoktu ve ten tene temasımız tereddüde sarsılmama ne­
den oldu. Bu yüzden ellerimi hareket ettirip deri yeleğini kavra­
dım. Yumuşak deri, parmak uçlarıma doğru kaydı.
İlk başta ezberlemeye çalıştım; ağzının yumuşaklığını ve sert­
liğini, sert bankta diz çökmekten dizlerimin nasıl ağrımaya baş­
ladığını, odanın küf kokusunu... ama sonra pes ettim. Kim ol­
duğum u, nerede olduğumu unutana kadar geri çekilmedim. Bu
duygu beni korkutuyordu ama yine de onun içine yeniden dal­
mak istiyordum. Acımızın öpücüklerimize karışarak, öpücük­
lerimizi daha aç bir hale getirmesi, onu Romandan farklı kı­
lıyordu. Xander sanki dünyayı kurtarmak değil de unutmak
istiyormuş gibi öpüyordu. Ben de aynı şeyi istiyordum. En azın­
dan şu anda.
274 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

1 itrek bir nefes aldı. Eğilip o nefesi ondan alm ak istedim.


Bunun yerine aniden kendi tenimin fazlasıyla farkında bir
şekilde ondan uzaklaştım. Bunun, perform ansım daki sihir vızıl­
tısıyla hiçbir ilgisi yoktu. Aristelle’in deri pantolonu dayanılmaz
derecede yapışkandı.
“Bu pantolondan kurtulmam lazım,” diye m ırıldan dım .
Gözleri genişledi.
“Demek istediğim ...” Üzerine çömeldiğim banktan atladım.
“Gerçekten çok sıcak.” Ama yüzüm kadar sıcak değildi.
Ağzı güçlükle bastırdığı bir kahkahayla titredi. “Parmağımı
şıklatarak onu senin için değiştirebilirim.” Göz kırptı.
“Hayır. Hayır. Geleneksel yöntemi tercih ederim , yan i kendi
başıma değiştirmeyi.” Kelimelerim, ağzıma geri dönm esini iste­
diğim uzun, tuhaf bir dize halinde birbirine karıştı. “D ert etme
sen. »
Bu sefer kahkahasını serbest bıraktı. “Seni tem in ederim ki
sorun olmaz.”
Vücudumdaki her sinir ucu yüksek alarm a geçm iş gibiydi.
Elbette dudaklarımın hâlâ karıncalanması ve bu tuhaflığa rağ­
men ona doğru bir adım atma arzumun bir kısm ı sihirdendi
ama bir kısmı da flörttendi. Onunla tanıştığım da hissettiğim
sihri, çekim olarak algılamam şaşılacak bir şey değildi. Bu ikisini
birbirinden ayırmak zordu ve ikisi birleştiğinde, o kadar canlıy­
dım ki kusmak istiyordum.
Peki neden hâlâ ölü bir adamı düşünüyordum?
BÖLÜM
18
ander bugün eğitimi erken bitirip biraz eğlenmemiz için ıs­
X rar etti. Tahta yürüyüş yoluna geri dönmek konusunda ne
hissettiğimden emin değildim ama güneş henüz batmamıştı ve
onunla burada yürümek farklı bir duyguydu. Parlak saçları ve
parlak gülümsemesi, buraya Romanın asla yakışmayacağı bir şe­
kilde yakışıyordu.
Xander, parlak turkuaz kemerin önünde aniden durdu. Başı­
mızın üzerindeki kemeri, turuncu bir ahtapot resmi kaplıyordu.
“Bence el ele tutuşmalıyız,” dedi.
Ellerim ceplerime sıkıca gömülü halde, “Ha?” dedim.
“Evet.” Güldü. “İyi şans için.”
A lay ettim . “Bunu daha önce hiç duymamıştım.”
“Tabii ki duymamıştın çünkü şimdi uydurdum ama kulağa
doğru gibi geliyor, değil mi? önemli olan da bu, öyle değil mi?”
“M uhtemelen değil.” Yine de ellerimi çıkarıp tereddüde iki
yanım da salladım.
“Ayrıca, faydalı da olur. Dışarısı biraz serin.”
“Üşümene şaşırdım. Üzerinde her zamankinden daha fazla
kıyafet var.”
Kapüşonlusunun iplerini çekiştirip gülümsedi. “Ne giydi­
ğimi veya giymediğimi düşünerek çok zaman harcıyorsun.
Homurdandım . Biraz utanmıştım ama birlikte bu kadar va­
kit geçirdikten sonra... bu ilerleme çok doğal geliyordu.
“îy i,” dedim.
Eğilip parmaklarını parmaklarıma kilitledi. “Bu kadar heye-
canlanm am aya çalış. Bu diğer yayaları korkutabilir.”
276 A C IM A SIZ İI1.0ZYONI.AR

“Elimden geleni yapacağım ama söz verm iyorum .” Tenim


onun dokunuşuyla zonkluyordu, bunun sebebi ya kanımız­
daki sihrin bağıydı ya da basit fiziksel temastı. A rtık hangisinin
önemli olduğundan emin değildim.
Yolun geri kalanını rahat bir sessizlik içinde yürüdük. Çev­
remi gözlemlerken kendimi kaybettiğim yalnız yürüyüşlerim ­
den çok farklıydı. Xander’la yürürken adım larım ızın birbirine
uyum sağlamak için yavaşlaması veya hızlanm ası, parm akları­
mızın sıkılıp serbest kalması, kıyafetlerimizin üzerinden kolları­
mızın birbirine sürtmesi içinde kayboluyordum. Kırmızı, beyaz
ve mavi bilet gişesinin yanından geçip kocaman kırm ızı harf­
lerle “YÜRÜYÜŞ YOLU” yazan kemerli tabelanın altına adım
attık. Bunun Romanda yaptığım girişten farklı olm asına sevin­
dim. Farklıydı. Yeni bir başlangıçtı.
Xander, arkasında okyanus olan, havada uçan bir korsan ge­
misine doğru götürdü beni. Kapısının üzerinde bana 3 0 Gün
Gecedeki vampirleri hatırlatan tüyler ürpertici çirkin yaratıkla­
rın bulunduğu perili evin yanından geçtik. Bunlardan her za­
man özellikle nefret etmişimdir. Soluk sarı bir hediyelik eşya
dükkanının, ardından da deniz yeşili bir atıştırm alık büfesinin
yanından geçerek geniş kumsalın önünde durduk.
Okyanus düzgün ve sonsuzken, kumsal dağınık ve sınırlıydı.
Her rengin her tonu, dökülmüş bir torba şeker gibi parlıyordu
kumun üzerinde.
Xander elimi bırakıp kolunu omzuma dolayarak beni merdi­
venlerin sahile indiği yere doğru çekti. Çizm elerim kum a batıp
çıkıyordu, içeri dolan kumu asla çıkaramayacağımı biliyor ama
bunu umursamıyordum. Çizgili şemsiyelerin altındaki aileler ile
çoktan parçalanmaya başlamış kumdan kaleler arasında yürü­
dük. Kahkahalardan ve gülümsemelerden göğsüm ağrıyordu bi­
raz. Xander’ın sıcak kollarında olmak hoşuma gidiyordu ama
plaj daha çok ailelere uygun bir yer gibiydi.
M a r g i e Fu s t o n 277

Sonra Xander durup gözlerini kısarak etrafa bakındı. “İşte


oradalar.”
Renklerin arasından Reina elini bize kaldırdı. Parlak şeftali
rengi tek parça mayosu güneşte cilalı bir deniz kabuğu gibi par­
lıyordu. Aristelle ve Diantha, kumun derinliklerine yayılmış,
kumun kıyıdaki dalga gibi görünmesine neden olan mavi bir
örtünün üzerine oturmuşlardı.
Aristelle’in gözleri Xander’ın omzumdaki koluna bakarak kı­
sıldı ve dudağı aşağıya doğru kıvrıldı ama ifadesi aynı hızla kay­
boldu. “İkizlerin içecek almak için mağazaya kendi başlarına
gitmelerine izin vermekle hata ettik, bu yüzden elimizdeki seçe­
nekler, portakallı gazoz veya portakallı gazoz.” Gülümsedi, gü­
lümsemesinin arkasında yakıcı bir küçümseme yoktu, sanki ok­
yanus onun hep var olan ateşini söndürmüştü. Gerçek mi yoksa
sahte mi olduğunu anlayamasam da gülümsemesinin gerçek ol­
duğuna inanm ak istiyordum. İnandım da.
“Neyse ki portakallı gazoz severim,” diye cevapladım.
Kendi içeceğinden bir yudum almadan önce hem Xander’a
hem de bana birer şişe uzattı. Kapağını açtığımda, içecek ok­
yanus gibi köpürdü. Xander diğer yanıma oturdu. Diantha ve
Reina arkamızdaki bir havluya yayıldılar. Diantha öne doğru
eğilip dalgalarda kovalamaca oynayan ikizleri işaret etti.
Biri düşm üştü, diğeri ayaktaydı ve düşenin kalkıp poposun­
daki kum ları temizlemesini bekliyordu, hepimiz güldük. Hayat­
larında sanki ilk kez senkronize hareket edemiyormuş gibi gö­
rünüyorlardı.
“Düşen hangisi?” diye sordum.
Reina, “Bridgette,” derken, Diantha aynı anda, “Briar,” dedi.
Tekrar güldük. Tanıdığınız insanlarla gülerken, çok güzel bir
ses çıkar. Xander’ın derin kıkırdaması, Aristelle’in zayıf ve havalı
kahkahası, Reina ve Diantha mn, birininki yüksek diğerininki
alçak çınlayan gülüşleri ve ben... Benim gülüşüm gıcırtılı ve
278 ACIMASI/ İI I U7.YON LAK

geçici, yıllardır dışarı çıkmasına izin verilmediği için utangaç,


ama aralarına fısıldayarak hepsini birbirine bağlıyordu sanki.
Çizmelerimin fermuarlarını açtım, çoraplarımı çıkardım ve
ayak parmaklarımı kuma gömmek için örtünün üzerinde öne
doğru ilerledim. Kum o kadar sıcaktı ki kem iklerim i ısıttı. Si­
hirli oyun alanımda -orası da okyanustu- kum un gerçek ve sıcak
olduğunu düşünmüştüm ama hiç böyle hissetmemiştim. Teni­
m in sadece yüzeyini ısıtırken içime işlemiyordu. Onun gerçek
hissettirdiğini nasıl hayal etmiştim?
Gerçek olan buydu. Ailemle birlikte sahilde oturuyordum.
Ailelerinin bir parçası olmamı isteyen insanlarla birlikte sahilde
oturuyordum. Beni, bunun için savaşayım diye eğitecek kadar
istiyorlardı. Gerçekten istediğim buydu, vam pirleri öldürmek
değil. Huzur bulmak için vampirleri öldürmem gerektiğini dü­
şünmüştüm ama bunu yapmak bana huzur vermemişti. Gerçek­
ten istediğim buydu: ne olursa olsun daima birbirinin arkasında
duran insanlarla birlikte burada oturmak.
Dirseklerimin üzerine yaslandım, gözlerimi kapattım ve gü­
neşin serin esintiyle birlikte tenimin sıcaklığıyla yarışmasına
izin verdim. Xander ayaklarımı suya sokmak isteyip istemedi­
ğim i sordu ama başımı iki yana salladım. Hiçbir şeyin bu sıcak­
lığ ı benden çalmasını istemiyordum.
Sonunda ikizler ıslak ve kumla kaplı olarak, onları şimdiye
d ek hiç görmediğim kadar vahşi ve darmadağın bir halde bize
doğru koştular.
Koro halinde, “Oyuncaklara binmek istiyoruz,” dediler.
“Götürelim sizi.” Xander onay için bana baktı. Gülümse­
m em i, sanki üçüzmüşüz gibi ikizlerle senkronize ederek başımla
onayladım .
Onları dönen salıncaklara, koltukları dönen ve dönerken de
benim bacaklarımı pelteye çeviren hız trenine, morartacak de­
recede Xander’a çarpmama neden olacak kadar güçlü bir şe­
kilde savuran ünlü Giant Dipper isimli oyuncağa ve ilk bakışta
M a r g ie Fu st o n 279

masum görünen ama yine de midemi boğazıma getiren dev kor­


san gemisine bindirdik. İkizler her oyuncakta aynı donuk gü­
lümsemeyle sessiz kalırken, Xander çığlıklar atıyordu. Bense gü­
lüm süyordum .
Güneş batm ak üzereyken Reina bizi buldu ve çıtır sosisli­
lerden yedirm ek için ikizleri aldı, ciddileşmeden önce bize göz
kırptı. “Geç kalm ayın.”
“Neye geç kalmayalım?” diye sordum.
Xander yüzümü avuçlarının arasına aldı. Midem bulanı­
yordu am a oyuncakların heyecanından değil. “Göreceksin.”
“Sürprizlerden pek hoşlanmam.”
“Tahmin etmiştim ama bu hoşuna gidecek.” Güneş gözlü­
ğünü kafasının üzerine itti. Yeşil saçları bende onları düzeltme
isteği uyandıran bir şekilde çerçevenin üzerine döküldü.
Homurdandım ama Xander elimi tutup beni poşederin içine
hapsedilmiş pembe, kabarık buludara doğru çekti.
“Biraz tatlı yiyelim .” Ben itiraz edemeden parasını çıkar-
ımş ve gök mavisi renginde bir pamuk şeker almıştı bile. Poşe­
tin ipini çözüp bana uzaktı. Pamuk şekere baktım. En azından
pembe değil, maviydi ama elbette yine de Roman’ ı düşünmeden
edemedim. Benim pamuk şeker yiyişimi izlerken yüzünde olu­
şan ifade, sanki bunu beğenmeme ihtiyacı varmış, sanki benim
mutlu olmam onu bir şekilde mudu etmiş gibiydi.
Xander tereddütlerime güldü. “Beğenmediysen sorun değil.”
Pamuk şekeri geri çekip büyük bir parça kopardı, ağzına atarken
kalıntılar ağzının etrafında bir kabuk oluşturdu, sonra onları ya­
ladı ve pam uk şeker, ağzının kenarlarında hafif mavi bir iz bı­
raktı. M utlulukla mırıldandı. Pamuk şekeri beğenmeme ihtiyacı
yokmuş. M udu olmak için beni mutlu etmeye de ihtiyacı yok­
muş. H uzuru çoktan bulmuştu...
Poşeti bir kez daha uzattı. “Emin misin?”
G ülüm seyip başımı iki yana salladım. “Portakallı gazoz za­
ten çok şekerliydi.”
280 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Ama ikisi aynı şey değil.” Gökyüzündeki pembenin maviyi


geçmesini izlerken büyük bir parça daha aldı. Ben de onu izli­
yordum. Yüzümdeki gülümsemeyi hissedebiliyordum. Gülüm­
semelerimi ortaya çıkaran birini hak ediyordum, kendi gülüşle­
rini ortaya çıkarmama ihtiyaç duyan birini değil. Pam uk şekerin
tamamımı kendi başına bitirdikten sonra, boş poşeti çöpe attı.
“Bana baktığında ağzında hâlâ şeker vardı. “Sürprizin vakti geldi.”
Yürüdüğümüz sırada, Xander kapüşonlusunu çıkardı ve bah­
settiği sürprizin striptiz olduğunu düşündüm bir an. Ki sürpriz
bu olsaydı, benim için sorun olmazdı. Ama sonra, bir anda elimi
yakalayıp beni çekti, ben de beceriksizce onun karşısında dur­
dum. Kapüşonlusunu üzerime sardı.
Her ne kadar tuzlu okyanus esintisini sevsem de, “Aslında
üşümüyorum,” dedim.
Cevap vermeden kapüşonlusunu geri çekti ve o anda nefe­
sim kesilecekti. Kendi kapüşonlum gitmiş, daha önce hiç gör­
mediğim, dalgalı siyah bir gömlek belirmişti üstüm de. Gömle­
ğin kolları şeridi danteldendi.
Güldüm, Külkedisi’ymişim gibi kendi etrafım da dönmeyi
bıraktıktan sonra kendime geldim ve kollarım ı göğsüm de ka­
vuşturdum. “Tamam, şimdi üşüdüm.”
Ama onun da kapüşonlusu gitmişti. Xander’ın üzerinde şimdi
pantolon ve sadece bir yelek vardı. Oysa hiçbir peri masalında
onun gibi bir iyilik perisi görmemiştim. Beni kolunun altına alıp
yürümeye başladığında, sırıtışındaki heyecana bir şeytanlık da ka­
rışmıştı. Kulağıma doğru eğildi. “Yakında unutacaksın.”
Zaten unutmuştum.
Yoğun kalabalığın arasından ilerledim. D oldurulm uş hayvan
ödülleriyle, gülen ve tezahürat yapan insanlarla dolu p arlak bo­
yalı tezgâhların, çıtır sosislinin midemi guruldatan kokusunun
ve tahtadan dev hız trenindeki insanların çığlıkların ın , renklerin
ve kokuların arasına bıraktım kendimi.
MARGIE FUSTON 281

Normalde bu kadar çok mudu çiftin ve ailenin yanında ken­


dimi huzursuz hissederdim ama bu sefer gayet iyi uyum sağla­
mıştım.
Xander’a tam olarak nereye gittiğimizi sormak üzereydim
ama o sırada kalabalığın arasından Aristelle* i fark ettim. Herkes­
ten yüksekte duruyordu. Yaklaştığımda, yemek yenen yerlerin
önüne dizilm iş taş masalardan birinin tepesinde olduğunu gör­
düm. Kolları bilek boyunca, etekliği diz boyunda siyah bir elbise
vardı üzerinde. Başının arkasında parlayan kırmızı pizza tabelası
onun için mükemmel bir aydınlatma sağlıyordu.
Şaşkın yüzüme bakıp güldü.
Xander beni biraz daha çekti. Reina, ayak bileklerinin bir­
kaç santim üzerinde, Aristelle ile tezat oluşturan, parlak beyaz
tüyleri olan bir etek giymişti ve Aristelle’in yanındaki masanın
üzerinde duruyordu. İkizler, eski moda mavi elbiselerinin kaba­
rık om uzlarına kadar dökülen mükemmel sarı bukleleriyle yan­
daki m asanın üzerindeydiler. Hepsi de gülümsüyordu. Diantha
ise üzerine ardışık güller işlenmiş yeşil bir elbiseyle bir sonraki
masadaydı.
“Ne bu böyle?” diye sordum. Kalabalığın bir kısmı ne yapa­
caklarım görmek için onların etrafında toplanmaya başlamıştı.
Birkaç kişi ellerinde yiyeceklerle homurdanarak boş masa arasa
da çoğunluk sadece meraklı görünüyordu.
“Yeni ailene hoşgeldin,” dedi Xander.
Aile. Bu kelime göğsümde bir sızıya neden oldu ve evet, bu sı­
zının bir kısmı bir tutam üzüntüydü ama çoğu, kendinize iste­
mediğinizi söylediğiniz ama aslında yıllardır istediğiniz bir şeyi
nihayet bulm anın acısıydı. Benim için şimdiden bir aile gibiydi­
ler. Aristelle’in ikizlerle yumuşak ve sıcak bir şekilde konuşurken,
aynı nefeste hepimizi azarlayabileceğim biliyordum. İkizlerin sa­
bahları birbirlerinin saçlarını ördüklerini ve sahneye çıkmadan
hemen önce açtıklarını biliyordum. Diantha’mn yalnızca Reina
282 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

ile el ele tutuşurken gerçekten güldüğümü biliyordum . Xander’ın


aııaokuldaymış gibi şeker yediğini biliyordum.
Bu, aile değilse bile, ailenin tohumudur en azından.
Hepsine bakıp gülümsedim.
Aristelle parmaklarım şıklatınca eteğinin uçları ve kıyafetinin
kollarının kenarları alev aldı. Masanın kenarı boyunca hızlı ve
emin bir şekilde dönmeye başladığında, vücut bulm uş havai fi­
şek misali parlıyordu. Etrafımdaki insanlar nefeslerini tutmuştu.
Bazıları uzaklaştı ama diğerleri tezahürata başladı.
Reina yumuşaklık ve zarafetle hareket ediyordu; Aristelle’in
çılgın hareketlerinin yanında dengeli bir balerin gibiyd i. Ellerini
havaya kaldırdı, bir ayağını arkasına kaldırdı, sonra ayak par­
maklarının ucuna yükseldi ve mücevher kutusundaki bir bale­
rin gibi dönmeye başladı. O döndükçe, eteğinin a la n d a n güver­
cinler fırlıyordu.
Diantha kollarından sonsuz bir yeşil dantel akışı çıkarırken,
etrafımızda büyüyen kalabalık tezahürat yapıyordu. Reina’nın
kuşlarından birkaçı onun etrafında uçarken, dantelleri yakala­
yıp seyircilerin başlarının üzerine doğru kaldırdılar.
Yanıma yaklaşan bir kız, “Olamaz,” deyip, kuşların kafala­
rımızın üzerine bıraktığı dantelleri videoya alm ak üzere telefo­
nunu ayarladı.
Saçlarıma takılan dantelleri gülümseyerek kaldırdım .
İkizler sırayla birbirlerine siyah bir bez atıyorlardı ve her
atışta sadece elbiseleri değil saç modelleri de değişiyordu. Bir ör­
gülü ve mavi tulumlu, bir saniye sonra turuncu payedi elbiseli,
bukleli saçları mükemmel bir şekilde toplanmış oluyorlardı.
İmkânsız.
Kalabalığın tezahüradarı arasından, “Bu çok fiula değil m i?”
diye bağırdım. Xander sırıtarak başını sallam akla yetin di.
Nasıl olur da bir insan onları izlerken gerçek sih ir oldu­
ğunu anlamazdı? Ama sanırım mesele de tam olarak buydu.
Özel olduğumuza, onların kavrayışlarının çok ötesinde bir şey
M a r g ie Fu s t o n 283

olduğum uza inanmalarını istiyorduk. Onların bu inancı bizi


besliyordu. Kanım çoktan onların sihrini içmeye başlamıştı.
Xander elim i çekti. “Hadi. Sen de oraya aitsin.”
Tereddüt etmedim. Kanım zevkle uğulduyordu ve daha faz­
lasını istiyordum . Xander beni sıranın sonundaki bir ailenin
pizzayla oturduğu masaya götürdü.
“M asanızı ödünç alabilir miyiz?” diye sordu.
Ebeveynler biraz rahatsız olmuş gibiyken, çocukları yapaca­
ğımız gösteriyi en ön sıradan izlemek için heyecanla ayağa fır­
ladılar. İlk önce Xander çıktı masaya, sonra elini uzatıp beni
yanına çekti ve ben büyüyen kalabalığa bakarken, dengemi kay­
betmememi sağladı. İnsanlar çoktan kadroya yeni eklenenleri
işaret etmeye başlamışlardı. Botlarıma uzandım ve içinde taşıdı­
ğım üç bıçağı çıkardım. Kalabalığın bir kısmı benden uzaklaştı,
ben de onlara vahşice sırıttım.
Planladığım bir numara yoktu. Belirlediğim bir hedef yoktu.
İçgüdü kontrolü ele aldı. İlk bıçağı havaya fırlattım ve sapını
tekrar kolaylıkla avucumla yakaladım. Seyirciler, basit numa­
ram ve parmaklarımdaki sihir dalgalanmaları karşısında tezahü­
rat yaptılar. Ben uygulamada oldukça iyi olduğum para numa­
ralarım ı yaparken hiç sahip olmadığım bir zarafede seyircilere
sihirbazlık yaparken, bıçaklarım uçuşmaya başladı. Xander, her
bıçağa birden fazla kart takılana kadar kanlarını bıçaklarımın
güzergâhına fırlatmaya başladığında korkmadım bile.
A rtık seyircilerin yüzlerini tarayacak kadar kendimden emin
bir şekilde âdeta yıkanıyordum alkışların altında.
Parm aklarım ın arasından bir bıçak kaydı.
Çarpm asın diye ayağımı çektim ve bıçak beton bankta çın­
ladıktan sonra yere düştü. Ben sendelerken, Xander kolumu
tuttu. Dengemi sağladıktan sonra başımı kaldırdım ve beni şa­
şırtan yüze baktım.
Stacie.
O na tam olarak nerede olduğumu söylememiştim, sadece
Santa Cruz’u söylemiştim ve onun gelip beni bulmaya çalışması
284 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

şaşırtıcı bir şey değildi; beni şaşırtan, Stacie’nin yanındaki


yüzdii. Stacieyle, madenî para numaralarımla dalga geçen bir
zorbaya karşı beni savunduğunda tanışm ıştık ve şu anda kolu­
nun altındaki çocuk işte o çocuktu. Sanırım adı A dam dı. Onu
tanıdığımı fark edince güldü. Stacie bana hafifçe el salladı. Onu
neden buraya getirmişti ki?
“İyi misin?” Xander’ın eli hâlâ kolumu sıkıyordu.
“Ne yapıyor bunlar burada?”
“Kimler?”
Onları gösterecektim ama artık görünürde yoklardı.
Bir mide bulantısı hissettim. “İnmeme yardım et.”
Xander hiç sorgulamadan, istediğimi yaptı. D elinm iş iskam­
bil kartlarını bıçaklarımdan çıkarıp ona verdim , sonra da bı­
çaklarımı botlarıma soktum yeniden. Stacie ve A dam ’ı aradı
gözlerim ama kalabalık iyice yoğunlaşmıştı. İnsanlar etrafıma
toplanmışlar, benimle konuşmaya çalışıyorlardı am a uğultudan
başka bir şey duymuyordum.
Sonunda bir kelime diğerlerinden daha yüksek bir sesle çın­
ladı. “Polisler!” diye bağırdı biri.
Etrafımızdaki kalabalık dağıldı. Xander elim i tutup, beni de
onlarla bir çekti.
“Diantha,” dedi. “Kahretsin. Daha düşünceli olm alıydık.
Burada sokaklarda hep polisler olur. Pislikler ihbar etm ek için
fırsat kollarlar.”
Xander kendini açıklamak zorunda değildi; D iantha siya­
hiydi.
İkimiz de arkamızı döndük ve Xander tekrar m asanın üze­
rine atlayıp kalabalığa göz attı. Sonra hemen aşağıya in d i. Onu
Reina ile gördüm. Görünüşe göre kalabalığın önüne geçm işler.”
“Peki ya diğerleri?” Arkama baktım am a bütün masalar
boştu.
Xander bizi gösteri alanından uzaklaşan insan sürüsünün
içine çekerken, “İyilerdir mutlaka,” dedi.
BÖLÜM
19
ander’ın üzerinde bir an gösteri kıyafeti varken, bir sonraki
X saniye siyah kıyafetler vardı, yapay renkte saçları olan sıra­
dan bir punkçı genç halini aldı. Ama polisler o yeşil saçı arıyor
olabilirlerdi. Bunu da sihirle ortadan kaldırıp kaldıramayaca­
ğını sorm ak üzere ağzımı açtım ama ceketini omuzlarıma sardı
ve çektiğinde ben de yine bluzumla ve kapüşonlumla kaldım.
Bu noktada artık şaşırmamalıydım ama adımlarım sendeledi ve
tökezledim . Xander beni ayakta tutmak için kolumu yakaladı,
sonra elini kolumdan aşağıya kaydırdı ve randevuya çıkmış bir
çiftm işiz ve kamusal bir rahatsızlıktan dolayı ceza almamak için
kaçan biz değilm işiz gibi parmaklarımızı birleştirdi.
K alabalığın ilk telaşı azaldı ve yürüyüş yolunun önündeki
ana caddeye hiçbir sorun yaşamadan çıkabildik. Xander etrafına
bakındı. “Diğerlerini görüyor musun?”
Biri diğer elim i tuttu, elimi geri çektikten sonra yanımdaki-
nin R eina olduğunu fark ettim.
Göğsümde oluşan bir rahadama hissiyle, “Bir tanesini bul­
dum ,” dedim .
Reina, Xander’a bakarak iç çekti. “Saçını değiştirmelisin.
Eğer biri polise bizi tarif ettiyse, sen oldukça dikkat çekicisin.”
“Asla.” Xander saçlarını gözlerinin önünden geriye çekti.
“Benim en güzel niteliğim bu.”
Bu konuda onunla hemfikir değildim ama şimdi bunu söy­
lem enin vakti değildi. Karanlıkta, gölgeler sadece güzel yüzünü
vurguluyordu ama saçları parlayarak bu gölgelemeyi reddedi­
yordu.
286 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

“Diantha nerede? Onun seninle olduğunu sanıyordum ,”


dedi Xander.
“O güvende, ikizler de öyle. Onları bir taksiye bindirdim .”
Sesinde bir korku tonu belirdi, oysa onun böyle bir şey hissede­
ceğini hiç sanmazdım. “Aristelle’i bulam ıyorum . Kargaşa sıra­
sında bir vampirin beslendiğini hissettim; m uhtem elen biri dik­
katlerin başka bir şeye yönelmesinden faydalandı. Eğer bunu o
da hissetmişse...” Demek ki iz peşindeydi. A ristelle’i onun pe­
şinden gideceğini bilecek kadar iyi tanıyordum.
Xander’ın gölgelerdeki yüzü neredeyse hiç değişm edi ama
elimi tutmayı sürdürürken, tutuşundaki gerginliğini hisset­
tim. “Hadi gidelim,” dedi ama hiçbirimiz hareket etmedik.
Aristelle’in gidebileceği çok fazla yer vardı.
Reina, “Sihri hissedebiliyorum,” diye fısıldadı.
Xander başıyla onayladı.
Ben de kendi duyularımı kontrol ettim. Gösteri sırasında
sihrim o kadar çok yankılanmıştı ki başka bir şey hissetm ek çok
zordu ama sonunda hissedebildim. Uzaklardan gelen bir şarkı
duymak gibiydi ama sihri tenimin altından duyuyordum , sanki
elimle kavrayıp takip ettiğim bir iplik gibiydi.
Xander elimi bırakıp koşmaya başladı, biz de onu takip ettik;
şüpheli görünüp görünmediğimizi ya da dikkaderi üzerimize çe­
kip çekmediğimizi artık umursamıyordu. İçinden tren yolu ge­
çen koyu renkli, paslanmış bir köprüye vardık. Xander bekleme­
den oraya doğru yürüdü ve şaşkınlıkla etrafına bakındı.
“Buralarda bir yerde,” dedi.
Reina, “Xander,” diye fısıldadı. Köprünün altındaki suyu işa­
ret etti.
Bir su sıçraması ve suya bir şeyin çarptığını duyduk.
Kahkaha bize ulaştı, dostane bir kahkaha değildi. Başkasının
acı çekmesi pahasına acımasız bir sevinç tınısı vardı.
“Seni küle çevireceğim.” Aristelle’in sesi hırıltılıydı.
“Yarı boğulmuş haldeyken olmaz o,” dedi, neşeli bir ses.
M a r g ie Fu s t o n 287

Xander çoktan uzaklaşarak rayların yanındaki kaldırımın


üzerinden zıplayıp geçti ve suyun üzerinde çıkıntı yapan ahşap
kirişlerden birinin üzerine çıktı. Sonra suya atladı. Aşağıda su
sıçram aları vardı. Bağırdım. Reina da çitin üzerinden tırman­
m aya çalışıyordu ama tüylü eteği takıldı. Ben de önce onu kur­
tardım sonra atlam ak zorunda kaldım. Bir kirişin üzerine çıkıp
aşağıya kaydı, şimdi ayakları sarkıyordu.
ö n ü n d e k i kirişi elleriyle tutarken, “O kadar da uzak de­
ğil,” dedi. Sonra kaydı ve bir süre asılı kaldı, ardından da ken­
dini bıraktı. Merdiven falan olsa daha iyi olurdu tabii, yine de
onun yaptığım yaptım ama yükseklik üç buçuk metre kadardı
ve kollarım la sarktığıma göre iki metreden de azdı. Birdenbire
bunun neden bu kadar tanıdık geldiğini anladım. Temelde,
Kayıp Ç ocuk lardan bir sahneyi yeniden canlandırıyordum. Ama
o film deki aptal, vampirlere katılıyordu. Bense bir aileye giriyor­
dum. M idem bulandı ve kendimi bıraktım. Su bacaklarıma ka­
dar sıçradı. Çarpmanın etkisiyle sarsılarak tek dizimin üzerine
çöktüm ve bunun kasıtlı yapılmış gibi görünmesini umdum. En
azından botumdan bir bıçak çıkarma şansım vardı.
Tam vaktinde ulaştım ve Xander’ın üzerimizdeki köprüyü
destekleyen dev beton bloklarından birine doğru Adam’ı itti­
ğini gördüm . Adam’m kafası taşa öyle bir çarptı ki midem altüst
oldu ve haykırarak Xander’a seslendim. Adam’ı sevmiyor olabi­
lirdim am a kafasının yarılmasını da istemezdim. Hem onun bu­
rada ne işi vardı? Zihnim, etrafımda olup bitenleri kavramak
için çabalıyordu.
Am a Adam beklediğim gibi yere yığılmadı. Ayaklarının üze­
rine çömelerek düştü. Hırladı, dudakları hiç de bir insana ben­
zemeyen bir şekilde geri çekilmişti. O kadar sarsıcıydı ki bir
adım geri attım .
Stacie onun yanında duruyordu; bedeni sanki kafes dövü­
şündeym iş gibi gergindi ve Xander’ın üzerine atılmaya hazırdı.
288 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Reina, tanımadığım iki kişinin, sırılsıklam olm uş A ristelle’i tut­


tuğu yere doğru yürüdü.
Alevlerini söndürmek için onu suya sokm uşlardı.
Herhalde buraya Adam ve Stacie’yi kurtarm ak için gelmişti.
Vampirler onları ele geçirmiş ama aslında sadece sihirbaz avla­
mak için yem olarak kullanmışlardı.
Tam Xander’a ne olduğunu açıklamak üzereydim ki Xander,
Adam’a vurdu ve ben ağzımı bile açamadan Aristelle korkunç
bir çığlık attı. Onu tutan ellerin altında teninden buhar çıkı­
yordu.
Stacie, “Onu tekrar suya batır,” diye bağırdı.
Hayır. Ağzım şaşkınlıktan açık halde Stacie’ye döndüm . Hiç­
bir şey hiçbir anlam ifade etmiyordu. Eski lise dünyam la sihir
dünyam hiçbir şekilde birbiriyle bağlantılı değildi.
Vampirler yeterince hızlı değildi. Aristelle’in kollarından
alevler çıkınca, onu hemen suyun içinde bırakıp, bulanıklaşan
sudan çıktılar. Duraklayarak birbirleriyle bakıştılar.
Aristelle’i hiç bu kadar alevli görmemiştim. Sahneye, sanki
hepimiz cehenneme açılan bir kapının eşiğinde duruyormuşuz
gibi ürkütücü bir ışık veriyordu.
Adam, “Buraya dön ve bize yardım et,” diye bağırdı.
Tüm sabahı sörf yaparak geçirmiş gibi görünen bir vampir,
“Kusura bakma, dostum,” dedi. “Sihirbaz kanı kolay dedin. Gü­
neşte sörf yapmayı severim ama dört kişiyle yarışacak kadar de­
ğil.” Arkasından takip eden kızla birlikte gecenin karanlığına
doğru koştu.
Xander, “Şimdi ikiye karşı dört,” dedi. “Buna pişm an ola­
caksın.”
“Stacie?” dedim, çünkü en mantıklı şey buymuş gibi geldi.
Xander duruşunu dikleştirdi ve dönüp bana baktı. “Bu sü­
lüğü yanıyor musun?”
M a r g ie Fu s t o n 289

Her şey bir aksiyon Filmi sahnesi gibi patlıyordu. Adam bir
kedi gibi Xander’ın dönük omzuna doğru atıldı ama vuruşunun
isabetli olup olmadığını göremedim.
Stacie insanüstü bir hızla ileri atıldı. Aristelle’in yakıcı ışı­
ğında, parlak kırmızı bir sarışından başka bir şey değildi.
“V am pir” kelimesi kafamın içinde çığlık çığlığaydı ama zih­
nim , tırnaklarını her gün pembenin farklı bir tonuna boyayan
neşeli, erkeklere takıntılı kızla vampirlik arasında bağlantı kur­
m ayı reddediyordu. Erkeklere mi takıntılıydı yoksa kana mı?
Belki de çıktığı randevuların hiçbiri göründüğü gibi değildi.
Ama bu m antıklı değildi. Birkaç yıldır arkadaştık. Bu kadar
uzun süre nasıl rol yapabilmişti? Ne kadar sihirbaz kanı içmesi
gerekmişti? Ben bunu kafamda netleştirmeye çalışırken, tırnak­
larının sıcak pembe ojeli olduğundan emin olduğum soğuk el­
ler, kollarım ı arkadan kavradı. Keskin bir şeyin ucu, yapış yapış
dudak parlatıcısıyla birlikte boynuma sürtündü.
D onup kalırdım normalde ama zaten bir heykel gibi duru­
yordum .
B ıçağım suya düştü ve ellerimdeki soğuk ter damlalarını fark
ettim .
Vampir. Vampir. Kafamda çınlayan tek kelime buydu. O ar­
tık Stacie değildi.
Xander ve Reina, Adam’ı tuğla duvara sıkıştırdılar. Adam’ın
başı ikisinin arasında gidip geliyordu ama ikisi birlikteyken on­
ları alt edemeyeceği açıktı. Aristelle bir elinde kazık, diğerinde
ateş topuyla onun önünde duruyordu. Nemli saçları yanaklarına
yapışm ıştı. Kazığı onun göğsünün hizasına getirdi.
D işler boynumdan ayrıldı ve kollarımdaki elleri çelikten bir
tuzak gibi sert olduğu halde yeniden nefes alabildiğimi hisset­
tim.
“Ben olsam yapmazdım,” dedi. Sesi beni daha da sarstı. Hâlâ
Stacie’nin sesiydi bu; her zamanki gibi parlak ve neşeli.
Herkesin başı bize doğru döndü.
290 ACIMASIZ İlLÜZYONl.All

.Y.ınder yumuşak bir sesle, “Aristelle,” dedi.


Aristelle elindeki kazığı Reina’ya verdikten sonra iki elin­
den de çıkardığı alevlerle bana doğru birkaç yavaş adım attı.
1bidesindeki ateş, Stacie’yle şansımı denemek istem em i sağladı.
Aristelle beni de yakıp kül edebilirdi ve bunu um ursadığını san­
mıyordum.
Stacie kollarımı bıraktı ama ben daha kaçm ayı bile düşüne-
meden, eli ensemi öylesine sıktı ki korktum.
“Sen o küçük ateş toplarından birini fırlatm adan önce, ben
onun boynunu kırabilirim. Bunu biliyorsun, değil m i?”
Aristelle omuz silkti.
Ölecektim. Stacie beni öldürecekti.
“Aristelle,” diye çıkıştı Xander.
Aristelle iç çekti ama yavaşça bize doğru bir adım daha attı.
“İyi. Onu bana ver, biz de arkadaşının gitmesine izin verelim .”
“Ya bunu aynı anda yaparız ya da hiç yapmayız. A yrıca içim ­
den bir ses Ava’nın Adam kadar iyi bir şekilde iyileşemeyeceğini
söylüyor,” dedi Stacie.
Adımın onun ağzından çıkması canımı sıktı ve sonunda ken­
dimi kurtarıp dirseğimi kaburgalarına savurdum.
Güldü. Ensemi tutuşu gevşemedi bile. “Zam anla ilgili,” dedi,
kulağıma tüylerimi diken diken edecek kadar yakındı. “Daima
kavga çıkaracağını düşünmüştüm.” Sesinde ufacık bir üzüntü izi
vardı. “Bazen kazanmanı umduğum bile oldu.” Elleri tekrar ha­
reket ederek kollarımı kavradı. “Üç deyince,” diye bağırdı.
Stacie sayarken Xander başını salladı. Ardından Stacie beni
öne doğru itti, Aristelle beni yakalayacak gibi duruyordu ama
o da beni itti ve hızla Adam’ın üzerine atıldı. Tam karnına çar­
pınca, birlikte kaldırımda yuvarlandılar. Xander ve R eina anında
yanlarındaydılar vc Adam’ı beton bloka doğru çektiler.
Stacie koşmayı bıraktı ve bize doğru bir adım atm ak için tıs­
layarak döndü. “Bir anlaşma yapmıştık.”
M a r g ie Fu s t o n 291

“Ben vampirlerle anlaşma yapmam.” Xander ve Reina,


Adam’ı yeniden ayağa kaldırırken, Aristelle de ayağa kalktı. “Ay­
rıca biz gitm esine izin verdik. Yavaş olması benim suçum değil.”
Stacie, herkesin boğazını parçalamak istiyor gibi görünse de
bir adım geri çekildi. Yüzünde bu kadar acımasız bir ifade ta­
şıyabilm esine şaşırdım. Daha önce onun böyle olacağını hayal
bile edemezdim.
Adam , “Beni bırakma,” diye homurdandı.
“Ü zgünüm ,” dedi Stacie. Gecenin karanlığına doğru koşma­
dan önce bana okuyamadığım bir bakış attı.
Aristelle başını iki yana salladı. “Vampirlerle ilgili bir nu­
m aralı kural, kendi pis hayatlarının onlar için her şeyden daha
önem li olmasıdır. Onlar bizim gibi değiller.” Adam’a döndü.
“Boku yedin, kan emici.”
Xander güldü. Sesinin soğukluğu ona doğru bir adım at­
m amı engelledi.
“Reina, bu şerefi yaşamak ister misin?” diye sordu Aristelle.
“A slında yapmamayı tercih ederim. Tırnaklarımı yeni boya­
dım .” Reina güvercin grisi tırnaklarına baktı.
Aristelle iç çekti. “Tırnaklarını sihirle temizleyebileceğini bi­
liyorsun.”
“Aynı olmaz. Üstüme onca kül gelmesinden nefret etti­
ğim i biliyorsun.” Adam ya öksürdü ya da boğuluyordu; han­
gisi olduğunu söylemek güçtü ve birdenbire onun adına üzül­
düm. R om anın verdiği ders aklımın bir köşesinde zonkluyordu.
Roman ın yüzü de. Üzerindeki hüzün de.
Xander, “Bu konuda acele etmeyelim,” dedi. “Bize Ava’yı ne­
den takip ettiğinizi anlat.”
“A nlatırsam gitmeme izin verecek misin?” diye sordu Adam.
Üç ü birbirine baktı.
Aristelle, çiçekleri solduracak bir gülümsemeyle, “Elbette,”
dedi. Bunun yalan olduğunu hepimiz biliyorduk ama Adam
292 A CIM ASIZ İLLÜZYONLAR

yutkundu. Onu Reina’nın elindeki kazıktan koruyan tek şey,


bir yalandı.
“Yıllardır onu izliyoruz. Yerleşkenizi bulm ak istiyoruz. Bizi
avlamanızdan bıktık. Hepinizin kanından oluşan bir kan ban­
kası, hayatımızı kolaylaştıracak. Bu pek çok nedenden sadece bi­
riydi. Çırak olarak seçilebilecek biriyle arkadaş olm ak, sonra da
bulunduğunuz yeri bize göstermesi için onu kandırm ak. Benim
Stacie ile gelmemin Ava’nın dengesini bozacağını, Stacie ile gö­
rüşmek istemesine neden olacağını düşündük. D ikkatini dağı­
tacaktı bu.”
“Neden gruplardan birini takip etm iyordunuz?” diye sor­
dum.
“Onlar fazla dikkatliler.”
“Siz zararlı çıktınız. Denesem bile oraya nasıl gideceğim i ha-
tırlayamam.”
Adam iç çekti. “Eminim Stacie hayal kırıldığına uğramıştır.
Buna kendini çok adamıştı, son birkaç senedir seninle arkadaş­
lık falan etti yani. En azından ben seni seviyormuş gibi yapmak
zorunda kalmadım.” Dalga geçiyordu.
Beni incitmeye çalışıyordu ve işe yaramıştı.
“Neden ben?” diye «ordum. “Ben sihir bile kullanm ıyordum .
Beni nasıl buldunuz?”
Güldü. “Sihir kullanıyordun. Tüm o aptal m adenî para nu­
maraların? Az miktarda kullanıyordun, bu da tutuşunu daha
güçlü, parmaklarını daha hızlı hale getiriyordu. Bunu fark ede­
meyecek kadar yoğundun. Eminim ki sihrin olm asa oldukça ye-
teneksizsindir.”
Yanılıyordu. O numaraları bana annem öğretm işti. Belki ba­
zen sihir kullandığım olmuştu ama yeteneğim in de olduğunu
biliyordum.
Xander, Adam’ı tepeden tırnağa süzdü. “Kusura bakm a ama
insanmış gibi davranmak için yıllarca sihirbaz kanı dökebilecek
M a r g ie F u s t o n 293

birine benzemiyorsun. Kanıtlar sizin avlanmada o kadar da iyi


olm adığınızı gösteriyor. Siz ikiniz bunu nasıl başardınız?”
“Biz derken sadece kendimi ve Stacie’yi kastetmiyorum.”
“Kimi kastediyorsun?” diye sordu Aristelle, yavaşça.
“N um erius.” Hepimiz susunca, Adam’ın dudakları kıvrıldı.
“O sandığınızdan daha yakın.”
Aristelle, “Yalan söylüyorsun,” dedi. “Eğer o tür kaynaklara
sahip biriyle çalışıyorsan, neden beni ısırmaya çalışıyordun? Eğ­
lence olsun diye mi?”
“Ava gittikten sonra, Numerius yolumuza çıktı. Artık rol
yapmam ıza gerek olmadığını, Avayı tekrar bulmanın bizi daha
da acıktıracağını düşünüyordu.” Dudaklarını yaladı. “Bu kadar
uzun süre güneşte yaşayabildikten sonra güneşi kaybetmek çok
zor. Ben de ufak bir şeyler atıştırmayı önerdim.” Başını salladı.
“Stacie bunun kötü bir plan olduğunu söyledi.”
Aristelle, “H aklıydı,” dedi, sonra bana döndü. “Bu canavarı
öldürme şerefinin sana verilmesi gerektiğine inanıyorum.” Ka­
zığı Reina’nın elinden alıp bana uzatü.
Kazığı aldım. Adam’a baktım. Lisedeki hiç sevmediğim o ço­
cuğa benziyordu. Sıradan bir zorba. Bu, Romanla öldürdük­
lerimden farklıydı. Onlar Romanı sıkıştırmışlardı, neredeyse
öldüreceklerdi. Hareketlerimin tamamı adrenalin ve içgüdü
kaynaklıydı. Ama şimdi, bu hesaplanmış bir öldürmeydi.
Bu annem için , diye hatırlatmaya çalıştım kendime. Ama
bu bende eskisi kadar saf bir öfke uyandırmadı. Lanet olsun
Roman. Bir yanım onu geri istiyordu.
Adam’ın yüzüne baktım. “Annemi sen mi öldürdün?”
M uhtemelen hikâyeyi biliyordu. Onu ve Stacie’yi bir yandan
içkilerini yudum layıp bir yandan anneme gülerken hayal ettim.
Bu beni biraz sertleştirdi.
Başını iki yana öyle sertçe salladı ki bir an kopacak sandım.
“Hayır. Ben yalnızda üç yıldır vampirim. Kesinlikle bir vam­
pir olm ayı istemedim. Tam işten çıkmıştım ki bir restoranın
294 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

arkasında biri bana saldırdı. Bir restoranın arkasında öldüğüm e


hâlâ inanamıyorum. Annen hakkında hiçbir şey bilm iyorum .
Bize sadece seni gözümüzün önünde tutmamızı söylediler. Ben
buraya ait değilim.”
Xander onu sarsarak, “Kapa çeneni,” dedi. “U m urum uzda
değil. Aristellc’i öldürmek üzereydin.”
“Onun tüm kanını tüketmeyecektik. Sadece biraz sihirbaz
kanına ihtiyacımız vardı. Yoksa güneşi yine kaybedecektik.”
“Siz karanlığa aitsiniz,” diye hırladı Xander. “Kaç kişiyi öl­
dürdün?”
Adam cevap vermedi.
Belki bu da yeterli bir cevaptı. Ama kazığı tuttuğum elim o
kadar gevşemişti ki artık sıkı tutamıyordum.
Aristelle, “Yap artık şunu,” dedi. “Bunu grubum uzun gerçek­
ten bir parçası olmadan önceki son sınavın olarak düşün. Bir si­
hirbaz arkadaşını korumak için neler yapmaya hazır olduğunu
bana göster. Güneşin altında kalıp sana karşı maske takarak rol
yapmak için benim kanımı kurutacaklardı. Bizim için ne kadar
ileri gideceksin, Ava?”
Bir çıkış yolu bulmak için Xander’ın yüzüne baktım ama
bana hiçbir karşılık vermedi.
Ailem için ne yapmaya hazırdım? Cevap her zaman “her
şeyi” olmuştur. Onlara artık ailem olduklarını göstermem ge­
rekiyordu. önce bunu kazanmam, sonra yarışm ayı kazanmam
gerekiyordu. Eğer bunları başarırsam, elimdekileri alam azlardı.
Yavaş adımlar attım, sonra Adam’m göğsüne baktım .
“Lütfen,” diye yalvardı. “Küçük bir kız kardeşim var.”
Başımı salladım. Sonra kazık elimden çıktı ve Adam’m
göğsünde kayboldu ama ben saplamamıştım. Kazığın ucunu
Xander’ın eli sıkı sıkı tutuyordu.
Adam nefessiz kaldı, nefes almaya muhtaçmış gibi ağzı açı-
kapandı.
MARGIE FUSTON 295

Yara parçalanıp gri bir toza dönüşmeden önce gömleğinin


üzerinde kısa bir süre kırmızı çiçekler açtı. Xander ve Reina onu
bıraktılar. Adam, yaradan dışarı doğru küle dönüşmeye devam
ederken ayağa kalktı. Sallandı ve ellerinden biri bir anlığına ayak
bileğim i buldu. Ona baktım, tamamen küle dönüşene kadar da
başka hiçbir şeye bakmadım.
Sudan dışarı adımımı atıp belimi bükerek öne doğru eğilir­
ken içim deki her şeyi kusma dürtüsüyle boğuşuyordum ama
kontrol bendeyken bile başımı kaldırmadım. Yapamadım. On­
lara bakam adım .
Vam pirleri öldürmenin açık yaralarımı iyileştireceğini dü­
şünm üştüm . Oysa aksine, yeni bir yara açılmıştı şimdi sanki.
K urtulam ayacağım bir hatıra daha.
D iğerlerinin arkamda hsıldaştıklarını duydum ve başımı kal­
dırıp baktığım da sadece Xander’ın hâlâ burada olduğunu gör­
düm.
Karşımda duran Xander gölgelerden ibaret bir şey gibiydi.
Bir kâbustan fırlamış bir canavar gibi sinsice yaklaşıyordu bana
doğru, ben de suya doğru bir adım geri attım. Beni soğuk bir
nem karşıladı ama kemiklerim bu nemden daha soğuktu.
“Hey.” Sesi yumuşaktı. Korktuğumu bildiği için yavaş hare­
ket ediyor, yaklaşmıyordu.
Az önce, tanıdığım birinin, şenlik ateşine aulan bir kâğıt par­
çası gibi kül oluşunu izlemiştim.
Canavar yaratıkları avlama fantezisi ile lisedeki bir zorbanın
göğsüne kazık saplamayı birbiriylc bağdaş tıramıyordum. Mate­
m atik dersinde arkamda otururdu. Kafama sakız paketi fırlatırdı
hep. O da benim le aynı kapıdan içeri girerdi, giderken de beni
iterdi bazen.
Am a bu bir hileydi. Zorbalığı, Stacie’nin benimle arkadaş ol­
masını sağlam ıştı. İlk gerçek arkadaşım kahrolası bir vampir­
m iş...
İlk öpücüğüm de öyle.
296 ACIMASIZ İLLÜZYONIAR

Başım dönüp duruyordu ve bazı şeyleri yeniden düşünmem


gerekiyordu. Hedeflerimin ne olduğunu ve onlara nasıl ulaşa­
cağımı her zaman biliyordum. Ama işler değişm işti. Bunu bir
daha asla yapmak istemiyordum. Roman gibi benim de bir
prensibim olabilirdi. Tek başına bu düşünce bile başım ın dön­
mesine neden oluyordu. Grubumun yerine bir vam piri örnek
almak istiyordum çünkü onun ahlaki kuralları benim kine daha
çok uyuyordu.
Lanet olsun.
Xander beni dirseğimden tutup suyun içinden ve köprünün
altından çıkardı. Serin gece esintisi solunum yollarım ı açarken,
yeniden nefes alabilmemi sağladı.
“İlk sefer en zorudur.” Xander dirseğimi bıraktı ve elini sır­
tıma bastırarak, daha fazla vampirin gizleniyor olabileceği daha
karanlık bir yola doğru yönlendirdi beni. Ama ben bu gece vam­
pire doymuştum.
Ona bunun ilk seferim olmadığını söylemedim. R om anla
avlandığımız, daha doğrusu saldırıya uğradığımız kısm ını tama­
men adamıştım.
“Onların insan olmadığını aklında bulundurm alısın,” dedi.
“Artık insan değiller.”
“Ama insana benziyordu.” Aşamadığım kısım buydu. O anda
bizi öldürmeye çalışmıyordu ve o birinin abisiydi.
“Ona birini öldürüp öldürmediğini sorduğum da sessizli­
ğini duydun. Kim olduğunu ya da geride kim leri bıraktığını bil­
miyorsun.” Yürümeyi bırakıp bana döndü. Sırtım daki eli beni
daha da yakınına çekerken diğer eliyle ona bakayım diye çe­
nemi kaldırdı. “Gördüğün her vampire baktığında, kaç çocu­
ğun daha ebeveynsiz kalmasının sebebinin onlar olduğunu ak­
lına getirmelisin.”
Geçmişimi bu şekilde kullandığı için sinirlendim ve nere­
deyse ondan uzaklaşacaktım ama haksız değildi. Başlangıçta bu­
rada olmamın nedeni bu değil miydi zaten? D eğiştirilem ez bir
M a r g ie Fu s t o n 297

şeyi değiştirm e isteğinin öfkesi? Ayrıca Adam’ın yanıt vermediği


konusunda da haklıydı, sonuçta sessizliğin kendisi de bir yanıt­
tır.
Ama o anıyı silmeme yardım edecek bir şeye ihtiyacım vardı.
Xander’ın ceketine tutundum ve parkın bu tarafındaki tel
örgülere yaslanana kadar onu geriye doğru ittim. Roman’ı öp­
tüğüm yerden hiç de uzak değildik, aslında tel örgülerin diğer
tarafındaydık sadece. Bu düşünce beni harekete geçirdi. Karan­
lığım ızı, ailem iz için yapmaya hazır olduğumuz şeyleri paylaşa­
bilm ek için parmak uçlarımda yükselip dudaklarımı onun du­
daklarına bastırdım. Parker için başkalarına zarar vermeye hep
hazırdım ve artık korumam gereken başka bir ailem daha vardı.
D udaklarım ız aynı anda ayrıldı. Aç gölgelerden başka bir
şey değildik. Sırtımdaki eli beni daha da yakına çekti, sanki iki
gölge yerine tek bir gölge olarak birleşmiştik. Diğer eli hâlâ çe­
nemi tutuyordu ve parmaklan aslında acı verici olacak bir şe­
kilde çeneme baskı yapıyordu ama bu sadece onu daha da sıkı
tutm am ı sağlıyordu.
Ama sonra Adam’m göğsündeki kazığa dolanmış parmak­
larının görüntüsü aklıma geldi ve kendimi geri çektim. Elleri
anında yanlarına düştü ama uzaklaşmadı.
Nefesimizin ağırlığı, geceyi neredeyse boğacak kadar doldur­
muştu.
A klım dan neler geçtiğini biliyorsa bile, öpüşmeyi neden kes­
tiğim i biliyorsa bile hiçbir şey söylemedi. Bir şey söylemek ye­
rine karanlıkta elimi tutup hafifçe sıktı. “Hadi eve gidelim.”
Başım la onayladım ama o kelime bana hiç de doğru gelme­
m işti, üstelik öyle olmasını çok istediğim halde.
ırtık pırtık tül katmanlarından oluşan bir etek giym iştim .
Y Eteğin üzerinde ise belimden göğsüme kadar uzanan siyah
bir korsaj vardı. Korsajın altın ipleri çaprazlama bağlanm ıştı ve
dikişleri, yüksek yakasının etrafında yabani sarm aşıklardan olu­
şan bir düğüm halinde kıvrılıyordu. Elim kıvrım lı m erdivenle­
rin tırabzanına sürtüyordu. Albüm kapağı fotoğrafı çekim i için
hazırlanmış gibiydim. Daha önce hiç böyle bir şey giym em iş­
tim. Bunun çok hoşuma gitmesi beni şaşırttı.
Zemine ilk ulaşan ben oldum.
“Umarım varmamıza az kalmıştır.” Yıllık vergim izi ödemeye
gidiyorduk. Grubum bana bunu söylediğinde bilm iyorm uş gibi
davrandım. En az on dakikadır merdivenlerden ve koridorlar­
dan aşağıya iniyorduk. Eğer sihir bizi istediğimiz yere götürebi-
liyorsa, neden uzun yol konusunda ısrar ediyorduk?
Xander iç çekti. “Ev bugün bizimle oyun oynuyor.”
Bu oyundan çok hileye benziyordu ama bunu yüksek sesle
söylemek istemedim.
Yan taraftaki turkuaz boya soyulmuş, altındaki çıplak ah­
şap ortaya çıkmıştı. Kapı tokmağı paslıydı ve çevirdiğim de avu­
cumu sıyırdı. Gotik bir korku filminden esinlenerek yaratılm ış
bir koridora adım attık. Soluk mavi duvar kâğıdı, şeritler ha­
linde duvarda asılı duruyordu, zeminin kaba ahşap döşem eleri
çatlamıştı, bazıları da eksikti. Sarmaşık güller, bu koridoru d ı­
şarıdaki bahçelere sürüklemek istercesine duvarlara tırm anm ış,
«finmiş süpürgeliklerin üzerinde kıvrılmıştı.
M a r g if . F u s t o n 299

Bir anlığına malikânenin bu kısmındaki sihrin yok olduğunu


sandım ama sonra sihri, zonklayan bir bas sesine benzer bir tit­
reşim olarak tenimde hissettim. Bu his, kendi sihrimi bastırı­
yordu. Tekrar etrafıma baktım. Sihir kaybolmamıştı, tersine çok
fazlaydı. Vahşice büyümüştü.
“Neyse k i” dedi Xander, “bu odaya yılda yalnıza bir kez gel­
memiz gerekiyor.”
Sözleri, omurgamdan aşağıya doğru yuvarlanmaya devam
eden huzursuzluğu gidermedi.
Koridorun sonunda başka bir kapıya uzandık. Üzerinde gül­
ler büyüm üş, eski ahşabın çatlaklarını doldurmuştu. Kapının
kulpu yaprakların arasına saklanmıştı. Bu sefer kapıyı Xander’ın
açm asını bekledim. Tık sesi gelene kadar kulpu salladı. Kapıyı
ittiğinde, sanki daha önce bu tarafa hiç kimse gelmemiş gibi bir­
kaç sarmaşık parçalandı.
İçeri adım attım ve güçlükle nefes alabildim. Altın, yüz­
lerce boya kutusundan dökülmüş gibi, zemini kaplıyordu, dalga
dalga kurum uş altın rengi lavların üzerine basıyormuş hissi ya­
ratıyordu. Aynı altın, dunmuş nehirlerin bulunduğu duvarlar­
dan da damlıyordu. Oda sekizgendi ve her köşede yumuşak bej
rengi taşlardan yapılmış ve tırmanan çiçek sarmaşıklarına ben­
zeyecek şekilde oyulmuş süslü bir sütun bulunuyordu. Tepede
asmalar, taşa oyulmuş bir insan figürünün görünmesini sağlı­
yordu. ik i elini de yukarı kaldırmış adamın parmaklarından ta­
vanın kem erli taşlarına doğru daha fâzla kazınmış sarmaşık akı­
yordu. Burası bana eski bir katedrali hatırlattı ama ortasında
sunak yerine şimdiye dek gördüğüm en büyük gül ağacı yükse­
liyordu. Kıvrılan dalları, yeterince yaklaşan herkesi yakalamaya
çalışırcasına uzanıyordu. Kırmızı gül tomurcukları bana kan
dam lalarını hatırlattı.
T ıpkı açılış partisinde olduğu gibi burada da herkes parlak
renklerde kıyafetler giymişti. Bir ejderhanın inindeki altınların
yanında duran mücevherlere benziyorlardı. Etki büyüleyiciydi.
300 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Ben hariç. Ben hâzinenin içindeki bir kömür gibi görünüyor­


dum. Gözlerim, tamamen siyah giyinmiş bir kişiye takıldı.
Roman, öpüşmemizden beri onu hiç görmemiştim. Aklıma ilk
gelen şey neden buydu, bilmiyordum. Dişlerini başka bir vam­
pirin boynuna batırdığından beri onu görmemiştim. Ki böylesi
daha iyi oldu.
Xander’a, “Neden bana siyah elbise seçtin?” diye sordum.
Bu da diğer kıyafetlerim gibi bir anda gardıropta ortaya çıkı-
vermişti.
“Seçmedim ki.” Xander’ın kaşları çatıldı. “Onu sen siyaha
çevirdin sandım. Kıyafetini Diantha seçti ve bildiğim kadarıyla
yeşildi.” Gözlerim tekrar Romana kaydı. Ben gotik prensestim,
o ise vampir prensti.
Xander nereye baktığımı görünce, “Tabii ya,” diye homur­
dandı. Roman şarap kadehini kaldırıp, ya bakışlarımızı ya da
siyah elbisemdeki rolünü -hangisi olduğundan em in değildim-
kabul etti. Bardaktaki kırmızı rengi görünce m idem kasıldı.
W illow bana bakıp soluk pembe elbisesiyle m utlu bir şekilde
gülümsedi. Elbisenin göğüs kısmı ters kalp şeklindeydi, kalbin
ucu boğaz boşluğuna geliyordu ve yumuşak pembe mücevher­
lerden oluşan bir boyunluk ile sabidenmişd. Tadı düşlerin vü­
cut bulmuş hali gibi, Willow altın rengine karşı parıldıyordu.
Xander bana dönüp tükürürcesine, “Piç herif,” dedi.
“Neden elbisemi değiştirsin ki?” Bu daha çok birinin yaz
kampında yapacağı çocukça bir şakaya benziyordu.
Tabii bu bir tehdit değilse. Onun sırrını biliyordum . Bu,
belki de bana ne kadar kolay ulaşabileceğinin bir hatırlatm ışıydı.
Diğer herkesle karşılaştırınca, ben yürüyen bir cenazeydim .
Oda daha da fazla renkle doldu. Aristelle, Reina ve D iantha,
kendileriyle özdeşleşmiş renkleriyle geldiler. D iantha biraz uzun
bir süre elbiseme baktı.
“Roman değiştirmiş,” dedim. “Yeşil çok daha iyi olurdu.”
MARGIE FUSTON 301

Aristelle, “Tabii öyledir,” diye mırıldandı. Herkes bir ejder­


hanın inindeki mücevherse, Aristelle de ejderhanın ateşiydi.
Straplez elbisesinin üst kısmı kırmızı ile başlıyor ve renk, ayak­
larının etrafını saran şaşırtıcı bir sarıya dönüşene dek soluyordu.
“Eski haline döndürebiliriz,” dedim.
D iantha gülümsedi. “Bu çok fazla dikkat çeker. Ayrıca siyah
sana yakışıyor.”
“Teşekkürler.” Xander’ın yanıma sindiğini fark etmemeye ça­
lıştım.
Bulunduğum uz oda daha da dolmaya başladı ve odanın or­
tasındaki gül ağacına doğru sıkıştık, sonra Lucius içeri girince
kalabalık dağıldı. Kaotik siyah sarmaşıklarla işlenmiş altın rengi
bir takım elbise giymişti. Gözleri kalabalığı tararken bir anlığına
bana takıldı. Kıyafetlerimiz birbirinin tam tersiydi ve şimdi bir
şekilde bunu biliyormuş gibi görünüyordum. Bana kısa bir anlı­
ğına kaşlarını çattıktan sonra kalabalığa hitap etmek üzere arka­
sını döndü. “Hepimiz kendimizi güvende tutmak için ama daha
da önemlisi dünyayı Numerius’un uzun zaman önce tetiklediği
lanetten korumak için fedakârlıklar yapıyoruz. Bugün kalemizi
güvende tutm ak için daha da fazlasını feda edeceğiz. Çünkü bu­
rası olmadan, ben olmadan biz bir hiçiz. Vampirler sihirbaz ka­
nını son damlasına kadar akıtacaklar ya da daha da kötüsü, bizi
hapsedecekler. Böylece kan torbalarından başka hiçbir şey ol­
mayacağız ve kimse onlara karşı duramayacak hale gelinceye
dek güçlerini artıracaklar.” Sesi neredeyse hırıltılıydı. Yüzün­
deki öfke ve gözlerindeki acı öne doğru eğilmeme neden oldu.
Bazı sihirbazlar aynı fikirde olduklarını mırıldanırken, bazıları
alkışlıyordu. Kalabalığın içinde kendine özgü bir gücün enerjisi
vardı. Buradaki herkes ona inanıyordu.
Elimde olmadan Romana baktım. O da bana bakıyordu. Bu
küçük konuşmanın herkesi -hemen hemen herkesi- etkilediği
kadar beni de etkileyip etkilemeyeceğini merak ediyor gibiydi.
Bazı insanlar kesinlikle acımasız görünüyorlardı. Sonra Julia’nın
302 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

kollarını kavuşturup öylece durduğunu fark ettim . Bunları ye­


miyor gibiydi.
Tekrar Romanın bakışıyla karşılaştım ve hafifçe başımı iki
yana salladım. Tüm vampirlerin kötü olduğu gerçeğine inanm ı­
yordum; aralarından birini tanımışken ve bir vampir, altından
kalkamadığım bir sihir numarasında bana yardım etmişken ya
da başa çıkamayacağım bir vampir yüzünden ölmeme engel ol­
mak için çok fazla risk almışken buna inanamazdım. Diğerleri
de Romanı tanısaydılar belki değişirlerdi. Grubuma bir bakış
attım. Romanla rekabet halinde oldukları halde ona bir kazık
saplayabileceklerini hayal edemezdim. Eğer ortaya çıkarsa, bunu
değiştirebilirdi. Dünyayı insan öldüren vampirlerden kurtarmak
için, öldürmeyen vampirlerle birlikte çalışarak iyi bir şeyler ya­
pabilirdik. O zaman yine bunun bir parçası olabilirdim çünkü
artık etrafımdaki insanlardan ayrılmak istemiyordum.
Ama onlara bildiklerimi anlatırsam, hayatı tehlikeye giren
kişi ben olmayacaktım.
Gözlerim Lucius’a takıldı. Kız kardeşini bir vam pir yüzün­
den kaybetmişti ama benim onda gördüğüm ve duyduğum tek
şey öfkeydi. Acı hissediyor muydu, yoksa artık sadece nefrede
mi yanıp tutuşuyordu, merak ettim.
Ona bakınca, neye dönüşeceğimi gördüm.
Roman beni durdurmuştu.
Ama yine de yalan söylemişti. Ona güvenemiyordum.
Lucius’un konuşması bitince, Natasha ile erkek kardeşi gül
ağacına yaklaştılar. İkisi de elini uzattı ve bir sarmaşık uzanıp
kollarını sardı. Kollarından ve parmak uçlarından kan dam ladı­
ğını görene kadar ne olduğunu anlamamıştım.
“Kan büyüsü.” Xander’a döndüm. “Daha da fâzla kan bü­
yüsü kullanıyorsunuz.”
Kan, ayaklarının yakınındaki bir havuzda toplanıyordu ve
sarmaşıklar nihayet kollarını bıraktığında, kırm ızı birikinti
sanki bir kanalizasyona çekilir gibi küçüldü.
M a r g ie Fu s t o n 303

Onlardan sonra sıra Romandaydı. Tek başınaydı ve orada o


kadar uzun süre durmak zorunda kaldı ki teni solgunlaştı. İnsan
onun bir vampirden başka bir şey olmadığını nasıl hayal edebi­
lirdi, emin değildim. Willow’a doğru ilerlerken hafifçe yalpa­
ladı. W illow onu desteklemeye çalıştı ama o omuz silkti.
Sırada benim grubum vardı. Diantha ve Reina, kollarına ba­
tan dikenlere bakamayıp sindiler. İkizler ise acıdan hoşlanıyor­
muş gibi gülümsüyorlardı. Aristelle ve Xander metanetli davran­
dılar. Sarmaşıklar diğerlerinin kollarını serbest bıraktıktan sonra
bile Aristelle ve Xander’ı bırakmadılar ve onların kanları akmaya
devam etti. Kanlarında en fazla sihir olan bu ikisiydi çünkü en
çok vam piri onlar öldürmüşlerdi. Gece geç saadere kadar av­
lanarak grubun geri kalanını bundan koruyorlardı. Diğerleri­
nin öldürmelerine gerek kalmasın diye bu görevi onlar üsdeni-
yorlardı. Sadece hak edenleri öldürmüş olmalarını umuyordum
am a... onlar için arada hiçbir fark olmadığını biliyordum.
A rtık bunu izlemek istemiyordum, bu yüzden gözlerimi kır­
pıştırıp ayaklarım a baktım. Zemin artık sadece alun rengi de­
ğildi. Yüzeyin altında ince kırmızı çizgiler titreşiyor, incecik dal­
lar oluşuyordu. Veya damarlar. Nabzım boğazımda atıyordu.
Her şey ağır geliyordu. Kan büyüsü havada çok yoğundu.
Xander ve Aristelle’in işlerini bitirişini görmedim bile. Sa­
dece yanım da olduklarını hissettim.
“Bu hoşuma gitmedi,” diye fısıldadım.
Biri elim i tuttu. Reina’nın gözlerine baktım. “Yılda sadece
bir kez.”
Bunun faydalı bir açıklama olduğundan emin değildim.
Bir başka yalnız sihirbaz öne çıku. Dikenler kanını akıtır­
ken, Roman gibi solgunlaştı o da. Sallandı ama hâlâ bir sarma­
şık tarafından tutuluyordu. Büküldü, gözleri ters döndü, sonra
da yere yığıldı. Kanı hâlâ akıyordu ama artık parmakları yerine
göğsünden ve çenesinden akarak omuzlarından aşağıya iniyor ve
aç zemine damlıyordu.
304 A C IM A SIZ İLLÜZYONLAR

Kimse bunu durdurmadı.


W illow ’un kocaman açılmış gözleriyle karşılaştım .
Sonunda dikenler onu bıraktığında, Lucius elini salladı ve
adam oradan taşındı.
“O iyi olacak,” dedim.
Ama bunu kabul eden de etmeyen de olm adı.
Kan aktıkça, güller açtı ve kan, kırmızı bir yağm ur gibi taç
yapraklardan akmaya başladı. En son kan verenlerin yüzlerinde
ve kıyafetlerinde kırmızı çizgiler oluştu. O kadar çok kan vardı
ki sonunda başımı y u k a r ı çevirmek zorunda kaldım . Kan sü­
tunlara tırmanarak yaprak şeklindeki oymaları kırm ızıya boyu-
yordu. Heykellerin dudakları parlak yakut rengine büründü.
Bu hiç hoşuma gitmemişti ama kimse ölm üyordu, en azın­
dan ben ölen olduğunu sanmıyordum. Belki bu da alışılm ası ge­
reken şeylerden biriydi.
Kan büyüsü o kadar da kötü değildi.
Lucius yeniden konuşmaya başladı, kendim i onu dinlemeye
zorlamam gerekiyordu.
Gülümsedi, dudaklarının kenarlarına gizlenm iş soğuk bir
şiddet vardı. “Yarışma devam ediyor,” dedi.
Gözlerimin hâlâ açık olduğundan neredeyse em in oldu­
ğum halde her şey karardı. Nefes alamayacağım kadar güçlü bir
hava akım ı karşısında gözlerimi kapattım. Gözlerimi tekrar aç­
tığım da, yüksek çitlerle çevrelenmiş mavi gökyüzüne bakarak
gözlerimi kırpıştım.
er yanım da kıvrımlı yeşil dallar belirdi. Döndüğümde, al­
H tım da yakutlarla süslenmiş tanıdık gri taşlar vardı. Ama
avluda değildim . Her yön tamamen birbirinin aynısı gibiydi.
Koca bir X harfinin ortasındaydım ve her yol çiderle çevrelen­
m işti. Bir labirent. Tek bir adım attım ve çalıların arasında uza­
nan sarm aşık güllerin cılız bir dalma takılıp kaldım.
H âlâ üzerimdeki gülünç siyah elbisemle perili şatodan kaçan
gotik bir prensese benziyor olmalıydım.
Eğer bu bizim ilk sınavımızsa, çıkış yolunu bulmamız gere­
kiyordu.
M alikânenin sihrini hissedip hissedemeyeceğimi anlamak
için gözlerim i kapattım. Hiçbir şey hissetmedim.
Gözden kaçırdığım bir ipucu yoksa, iş tamamen şansa kal­
mışa benziyordu ama sonsuza dek burada duramazdım. Yolar­
dan birini seçip koşmaya başladım. Yol, sonunda, üç ayrı yola
ayrıldı. Her birini kontrol ettim ama daha fazla yöne ayrılıyor­
lardı. Görünüşe göre sadece deneme yanılma ile bulunabilirdi.
Bir panik dalgası ayaklarımı hareket ettirdi. Her dönemeçte
kıvrılıp anlamsız yönlere doğru ilerledim, sonunda nefes nefese
kalm ış bir halde durdum. Belki de bir şeyleri kaçırıyordum. Ne­
f i s aly dedim kendime. Düşün. Ayak bileğimdeki bir acı dikka­
tim i dağıttı ve ayak bileğimin etrafına dolanmış gül dalına bak­
tım.
“Ne oluyor böyle?”
D al bileğim i sıkıştırdı, çığlık attım. Parmaklarımda bıçakla­
rım ı bulm a isteği olsa da, sihirle uğraşacak halim yoktu. Eğildim
306 ACIMASIZ İllÜZYONLAR

ve dalın içinden geçtim. Dal bana doğru tekrar uzanınca, hâlâ


derime saplı dikenli halhal yüzünden acıdan tıslayarak koşup
kaçtım. Sonra durup onu bileğimden çıkarmak için eğildim , çı­
karırken parmaklarıma da batırdım. Kendimi iyileştirm eliydim
ama odaklanamıyordum. Çitler yaklaşıyor gibi görünse de belki
de gülleri daha da kalınlaşıp uzağı yakın hale getiriyordu.
Koşarak dönüp duruyordum, sonunda ilerideki bir çitin ar­
kasında pembe bir yumuşaklık gördüm.
Gölgeyi tanıdım. Daha önce onu kıskandığım olm uştu.
“Willow!” diye bağırdım.
Köşeden çıkıp çığlık attı.
Daha önce, birini görünce hiç bu kadar rahadam am ıştım .
Bana doğru atıldı. Ona sarıldım ve sardmaktan nefret etme­
dim, ki bu nadiren görülen bir durumdu.
“Tanrı’ya şükür!” Geri çekildi ve beni bir kol mesafesi uzaklı­
ğında tuttu. Üstü köpüklerle kaplı pembe elbisesi, dantellerim e
takıldı ve iki kumaş, o beni bıraktıktan sonra bile takdı kaldı.
Onun yanımda durmasıyla sihir gücüm karıncalanm aya baş­
ladı. Belki de bu testin amacı birlikte çalışacak birini bulm aktı.
“Nereye gidileceğini biliyor musun?” diye sordum.
“Hiçbir ipucu yok. Sadece oraya hızlı bir şekilde ulaşmaya
çalışıyordum.”
“Belki de şimdi sihirlerimizi birleştirerek bunu hissedebiliriz.”
“Denemeye değer.”
Tekrar denedim. Sihrim neredeyse gazı kaçm ış bir gazoz
gibi güçlükle köpürüyordu. Herhangi bir çekim hissetm edim .
W illow’a baktım ama o da başını iki yana salladı.
“Sanırım yine yer değiştirmeye başladık.” K ararm aya yüz tu­
tan mor gökyüzüne baktım. “Üstelik hızlıca.”
Yürümeye başladık. Muhtemelen, bir gençlik dergisi için tu­
haf bir balo fotoğrafı çekimi için hazırlanmışa benziyorduk.
Bir çıkmaz yola vardık. Çitlerin arkasında kü çü k bir taş
bank duruyordu. Bankın ayaklan açılan rulolar gibi kıvrım lıydı.
M a r g ie Fu s t o n 307

Etrafında kırmızı zambaklar yetişmişti ve ısırmayan bir çiçek


görmek güzeldi. Willow pat diye oturuverdi. “Bir şeyleri kaçırı­
yor olm alıyız. Çalıları kesip yol açabilir misin?”
Cevap vermeye fırsatım olmadı.
Ç itin arasından fırlayan bir sarmaşık Willow’un boğazına
doğru kıvrıldı. Başka sarmaşıklar elbisesine yapışıp onu banktan
geriye doğru çekti. Willow çığlık atarken, ben iki bıçağıma sarı­
lıp bıçakları sarmaşıklara tekrar tekrar sapladım, sonunda W il-
low sürüklenerek uzaklaşabildi.
“Koş!” diye bağırdım.
W illow ayağa kalkıp hareket etti ama o sırada bir dal bana ta­
kıldı, ellerim in ve dizlerimin üzerine kapaklandım.
W illow yanım a çömeldi. “İyi misin?” Korkunç bir gerdanlığa
benzeyen kan lekeleri, boynunu çevrelemişti.
Cevap vermedim. Kanım akıyordu. Hem de çok fazla. Elim,
hâlâ bileğim i sarmaya çalışan kalın dikenlerle dolu sarmaşığın
üzerine düştü. Islak bir sıcaklık, avucumdan taşlara sızdı. Bitkiyi
kendim den uzaklaştırdım.
“Yarayı iyileştirebilir misin?”
Başımı iki yana salladım.
“Ben deneyebilirim,” diye teklif sundu.
“Sessiz ol.”
Gerginleşti ama incinmiş duygulara ayıracak vaktimiz yoktu.
Daha önce fark etmemiştim ama yaralarımdan akan kanın
beni pusuladaki ok gibi belirli bir yöne doğru çektiğini hissede­
biliyordum .
Bu duygu tenimin karıncalanmasına neden oluyordu. Sanki
bir canavar beni çağırıyor ve kanım ona yanıt veriyordu.
Bu hiç hoşuma gitmemişti.
Yine kan büyüsü söz konusuydu. Kan büyücülerine karşı sa­
vaşan bir grupta kan büyüsü neden bu kadar yaygındı? Ama
belki de geri dönmek için kullanacağımız şey kan büyüsü de­
ğildi. Belki yanlışlıkla hile yapıyordum.
308 a c im a s iz İ llü zyo n la k

Yutkundum. Zaten kanım akıyordu. Sadece bu seferlik bunu


kullanabilirdim.
Sonuçta dışarı çıkmamız gerekiyordu. Güneş gitm iş, Willow
yanımda soluk pembe bir gölge olmuştu. Mesele sadece ben de­
ğildim.
Ayağa kalktım. “Beni takip et.” Koşmak yerine yürüdüm.
Çılgınlığım ortadan kalkmıştı. Sihrin aç ağzı beni bekliyordu,
benim ise sadece dinlemem gerekiyordu.
Birkaç kez daha durakladım ve daireler çizerek dönünce, avu­
cumdan sızan fazladan kanın çekildiğini hissettim. Çekiş gitgide
güçlendi ve sonunda bir köşeyi dönünce, neşe saçan san bir ka­
pının önünde bulduk kendimizi.
W illow mutlulukla bağırdı. “Başardın!”
Yüzü okunamayacak kadar karanlıktı ama “başardık” yerine
“başardın” deyişinde biraz kıskançlık sezdim.
O olmadan da çıkışı bulabilirdim ve bir rakibim daha azal­
mış olabilirdi.
Kendi düşüncelerimden ürktüm.
“Hadi gidelim,” dedi.
“Bir saniye.” Eğilip elbisemin etek ucundan bir parça yırttım
ve kanamayı durdurmak için kumaşı avucuma bastırdım. Artık
eve bu kadar yaklaştığımız için, sihir sanki vücudum daki kanı
son damlasına kadar çekmek istiyor gibi hissettim. Bu his ba­
şımı döndürdü.
“İyi misin?” diye sordu Willow.
Başımı sallayıp kapıya doğru ilerledim, kapıyı açıp içeri gir­
dim. Karanlık tarafından yutulduklan bir noktaya kadar yükse­
len bordo duvarları olan yuvarlak bir odadaydık. Eşit aralıklarla
on iki tane siyah kapı duruyordu.
ilk dönen biz değildik.
Barry siyah kapılardan birini açıp tuğladan bir duvarla kar­
şılaşınca bize bir bakış attı. Sonra kapıyı öylesine hızla çarptı ki
M ARGIE FUSTON 309

dişlerim birbirine çarptı. Ardından bir sonraki kapıya geçip onu


açtı ve yine tuğla duvar çıktı ortaya.
Yerde bağdaş kurmuş oturan bir kız, “Tüm kapıları kontrol
etti,” dedi. Bir yandan da çilek pembesi saç örgülerini çekişti­
riyordu. Açılış sınavında elbisesinin kolundan karanfiller çıka­
ran kızdı bu. Yakından daha da küçük görünüyordu, belki yal­
nızca on dört yaşındaydı. Burada olmak için çok gençti. Annesi
ve babası neredeydi? Sormamam gerektiğini bileceğim saçma bir
soru...
Çocuk bir kapıyı daha çarparak kapatırken, “Kapa çeneni,
Lucy,” diye homurdandı.
Lucy tırnaklarından birini kemirerek bize omuz silkti. “Bu
Barry. Buraya ilk o geldi.”
Lucy, “Sihir kullanmayı dene,” dedi.
“îy i.” Barry geriye bir adım attı.
Çoktan denememiş olmalarına şaşırdım. Sihir odanın içinde
yoğun ve ağırdı, öyle ki nabız gibi atıyordu.
Ona doğru bir adım attım, sonra durdum. Siyah mermer ze­
mine altın harflerle “SEÇME, SADECE ARZULA” yazılmıştı
ve aynı kelimeler, odanın merkezinde, bir daire şeklinde tekrar­
layıp duruyordu.
Tabii ya. Buradaki her şeyi sihir kontrol ediyor, odaları ve
geçitleri değiştirerek sihirbazları gitmek istedikleri yere götürü­
yordu.
Barry yum ruklarını sıktı.
“Bekle.” Yerdeki yazıyı işaret ettim. “Bunu okudun mu?”
Kaşlarını çatarak bana döndü. “Elbette. Okumayı biliyo­
rum.”
“Sihir kullanmamak için kendimizi zorlamamız gerektiğini
düşünüyorum . Tek yapmamız gereken yeterince istemek. Yete­
rince istersek, kapı geçmemize izin verecek. İzin ver deneyeyim.”
Barry’nin yüzü öfkeden buruştu. “Kimse bunu benden daha
fazla isteyemez.” Kapıyı tekrar açtı, yüzünü tuğla duvara çevirdi
310 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

ve öylesine kuvvetli bir güç patlaması oldu ki zemin çöktü. Tuğ­


lalar toza dönüştü ve arkalarındaki karanlık açığa çıktı.
Barry bana kibirli bir bakış attı.
Hafif ve tanıdık bir tıslama duyuldu ama sesin nereden gel­
diğini anlayacak vaktim olmadı.
Barry’yi kurtaracak vaktim olmadı.
Kara bir ok karanlıktan çıkıp Barry’nin boğazını delene ka­
dar... vaktim olmadı.
BÖLÜM
22 c
çgüdülerim , kendimi bildim bileli hayatta kalma üzerine yo­
İ ğunlaşm ıştı; önce Parker’ın, sonra kendimin hayatta kalması
üzerine. Şim diye dek başka kimse benim için gerçekten önemli
olmamıştı. Parker burada değildi, bu yüzden ilk içgüdüm ken­
dimi ve W illow ’u korumaya yönelikti. Kolum öne doğru uzandı.
Barry önce dizlerinin üzerine çöktü, sonra geriye düştü.
İleri atılıp bacaklarını yakaladım ve onu karanlıktan uzaklaş­
tırdım. Yerde kandan korkunç bir çizgi oluştu ama kapıyı kapat­
mam gerekiyordu. Onu oradan çektikten sonra, öne atılıp ka­
pıyı çarptım ve tesadüfen “arzu” kelimesinin üzerini kaplayan
küçük kan birikintisine bastım.
W illow onun yanında diz çöktü, diz hizasındaki elbisesinden
kan süzülüyordu. Parmaklarını boynuna bastırdı. Barry’nin gırt­
lağından gargara yaparmış gibi sesler çıktı.
Lucy hıçkırarak odanın ortasında sallanıyordu. “Eve gitmek
istiyorum ,” dedi, önce sessizce, sonra daha yüksek sesle. Ardın­
dan ayağa fırlayıp odanın içinde çılgınca dönmeye başladı ama
hepimizin içeri girdiği ön kapı yok olmuştu, geriye sadece birbi­
rinin aynısı olan on iki kapı kalmıştı.
Boynunu kaplayan kana baktım. Midem bulanıyordu ve
Rom anın kız kardeşini düşünmeden edemiyordum ama o, ya­
rışmada ölmenin normal bir şey olduğunu söylememişti, bun­
dan sadece korkunç bir olasılık olarak bahsetmişti. Sihir o kadar
yoğundu ki beni boğuyordu. Yoğundu, çünkü bu bir illüz­
yondu. Bu sahte. Bu sahte. Bu sahte. Sahte olduğuna inanmam
gerekiyordu.
312 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Boynuna bakmamaya çalışıyordum. A nnem i düşünmemeye


çalışıyordum ama annemin durumu bile böyle değildi. Onun
iki küçük, neredeyse kansız yarası vardı. Sonuçta onun kanını
istemişlerdi.
Ne istediğime odaklanmam gerekiyordu. Gösteri. Vampir­
leri öldürmek. Bu sadece, bu vahşetle başa çıkıp çıkamayaca­
ğımı görmek için yapılan bir testti. Her şey bir sınavdı. Bu sahte.
Willow, Barry’nin elini tuttu. Gözyaşları yanaklarından aşa­
ğıya akıyordu ama hıçkırıklarını tutuyormuş gibi dudağını ısı­
rıyordu. Barry’nin diğer eli havayı tutuyordu. Bu bir test. Sihir
bunu bilse de bilmese de bana sunabileceği en kötü sınav buydu.
Eğildim ve uzanan elini tuttum. Gözleri kocaman açıldı ve
daha önce gözlerinin içinde bulunan kararlılık donuklaştı. Her
şey donuktu artık.
Kendimi topladım. İllüzyon olsun olmasın, birinin hayatını
kaybedişine dair bir hatıra edinmek istemiyordum. Bu da anne-
minki gibi mi olacaktı? O küçük seğirme olacak m ıydı? Çok sıkı
bir şekilde çekildikten sonra kopan bir iplik gibi m iydi? Yanak­
larım gözyaşlarımdan ısınmıştı.
Ama o an gelmedi. Barry sanki altındaki zemin bataklığa
dönmüş gibi batmaya başladı. Sanki o Artax’tı ve biz onu kur­
tarmak için yapabileceğimiz hiçbir şey olm adığını zaten biliyor­
duk.
Willow onun elini çekiştirdi ama yüzü çoktan batm aya baş­
lamıştı ve siyah fayanslar sertleşen bir çamur gibi B arry’nin üze­
rinde yeniden şekillendi.
O gözden kaybolunca geri çekildim. Bu bir illüzyon olmasa
bile, muhtemelen şimdi iyileşiyordu. Onun gözüm üzün önünde
ölmesine izin vermezlerdi.
Ayağımı kan kaplamıştı, öğürdüm.
Siyah mermer üzerindeki kan, dökülmüş benzin zannedile-
bilirdi. Neden malikâne bunu da yutmamıştı? Gerçekmiş gibi
MARGIE FUSTON 313

hissettirmek için mi? Eğer öyleyse, işe yarıyordu. Orada değil­


miş gibi yapabilmek için görüşümü bulanıklaştırdım.
“Bu doğru bir şey değil,” diye fısıldadı şimdi yanımda du­
ran Willow.
Lucy, az önce ön kapının olduğu boş duvara vuruyordu.
“Bu gerçek olamaz,” dedim. “Bunların hepsi sadece bir illüz­
yon. O yunun bir parçası.”
Sanki kaybolacakmış gibi elimi kana doğru salladım ama
kaybolmadı.
W illow yutkundu. Titreyen kırmızı ellerine baktı. “Gerçek
gibi hissettiriyor.” Bakıştık. Kendini kaybetmemesine şaşırmış­
tım. Düşündüğümden daha güçlüydü.
Birbirimize bakıp başımızı salladık. Gerçek olsun ya da ol­
masın, bizim için bir geri dönüş yolu yoktu.
“Lucy, lütfen sessiz ol,” diye çıkıştım.
Paniği hafif bir sızlanmaya dönüştü.
Derin bir nefes aldım, dizlerimi hareket ettirdim ve rastgele
bir kapıya doğru ilerledim. Haklıysam, hangisini seçtiğimin bir
önemi yoktu.
Ve haklı olmak zorundaydım. Başka seçenek yoktu.
“Yapma,” diye sızlandı Lucy. Benden ve kapıdan uzaklaşır­
ken çıkardığı hışırtıyı duydum.
W illow adım ı söyledi ama durmamı söylemedi. Birinin bunu
yapması gerekiyordu ve Willow buna gönüllü değildi.
Elim serin pirinç kulpu tuttu. Kulp dokunuşumla birlikte bı­
çaklarım gibi ısınmadı. Hiçbir sihir darbesi söz konusu değildi.
Parmaklarım soğuktu ve insani bir hisse neden oluyordu. Belki
bu bir işaretti.
Hayır. Beni sarsmaya çalışıyordu. Bunu istiyordum. Karde­
şimin gözlerinde parıltıya neden olacak bir doğum günü partisi
düzenlemesi için başkasına bel bağlamak zorunda olduğum eski
hayatıma geri dönmeyecektim. O gücü istiyordum. Bunun için
savaşacaktım.
314 ACIMASIZ İLLÜZYON U R

S ilı ir bana cevap verdi ve ben titreyene dek tenim de karınca-


lanma oldıı. Kulpıı çevirip çektim.
Sıcak, yüzüme çarptı ve titreşen kırmızı köm ürlerle kaplı ko­
ridordan bir adım uzaklaştım.
Koridorun karşısında bir kapı belirdi.
Ayaklarımın dibindeki sıcaklık soğuduğunda gülümsedim.
Elbisemin eteğini kaldırdım. Ayakkabılarım yoktu.
Lanet olsun.
Uzaklaşıp başka bir kapıyı denerken, sihrin daha nazik olma­
sını diledim. Dinlemedi. Burada daha fazla köm ür vardı.
Tüm kapılan açtım, hepsi kömür koridorlarına açıldı ve ko­
ridorlardan gelen sıcaktan yüzüm terledi. Willow*a döndüm.
Yüzü sıcaktan kızarmıştı. Başını iki yana salladı.
“Başka seçeneğimiz olduğunu sanmıyorum,” diye cevapla­
dım.
Lucy ağlıyordu ama keşke dursaydı.
Görünüşe göre ben ilktim.
îlk açtığım kapıya geri döndüm. Kömürler bir şekilde daha
sıcak, kırmızı ve vahşi görünüyordu. Diğer kapıları denemenin
cezası mıydı bu? Muhtemelen. Odanın içinde bizim le birlikte
dolaşan sihirden dolayı güçlükle nefes alabiliyordum . Burada
kontrol bizde değildi.
Uzanıp sihri kendime çağırdım. Sihir vahşi bir at gibi kaçı­
yordu benden ama ben aynı anda hem savaşıyor hem de onu
ayaklarımın etrafını sarsın, ayaklarım kendi ateşleriyle yanana
kadar bir kalkan oluştursun diye ikna etmeye çalışıyordum . Ne­
redeyse çığlık atacaktım ama çığlık atmak yerine dilim i ısırıp
koştum.
Kömürler nehir yatağı taşları gibi ayaklarımın altında yuvar­
lanıyordu.
Peki ya diğer kapı açılmazsa?
Sihrimi bir ısı parıltısı kırınca, bu düşünceyi bir kenara at­
tım. Şüphe beni öldürürdü.
M a r g ie Fu s t o n 315

Kapıya ulaştım ve çekip açınca serin ahşap zemine adım at­


tım. Döndüm ve bana bakan Lucy ile Willow’a gülümsedim.
Arkalarında, yerde kan vardı. Kanı görünce gülümsemem si­
lindi. Çok fazla kan vardı.
Bunu düşünmemeye karar verdim.
“Hadi gidelim .” İkna edici bir şekilde elimi salladım onlara.
Lucy ağlarken, W illow başını iki yana sallayıp duruyordu.
“Mecbursunuz.”
Sonunda azmi yüzüne yerleşen Willow, eteğini kaldırdı ve
koştu. Hızla koştuğu için kayarak durunca, kırmızı ayakları üze­
rinde ileri geri zıplarken, ben de onunla birlikte zıplamak zo­
runda kaldım.
M f • ____ • • s))
İyi mısın?
D udağını ısırıp başını salladı. Ayaklan güneşten yanmış gi­
biydi. “Sen?”
“Biraz sıcak.” Neden yalan söylediğimi bilmiyordum. Ahşa­
bın üzerindeki ayaklarım serindi. Bu kadar çok sihri komuta
etme çabasından dolayı başım dönüyordu. Kendi gülümse­
meme benzemeyen bir gülümsemeyle mücadele ediyordum
çünkü sanki ipler şimdi sihrin elindeydi.
Lucy’nin çığlığı dikkatimizi yeniden kapıya çekti. Lucy tö­
kezleyerek içeri girdi ve tam kapının çerçevesinden geçerken
dizlerinin üzerine çöktü. Bu yüzden ikimiz onu kollarından tu­
tup kaldırm ak ve kömürlerin dışına sürüklemek zorunda kaldık.
Derisinde öylesine çok kabarcık oluşmuştu ki midemdeki
her şey boğazıma doğru sıçradı, kusmamak için başımı çevirip
derin bir nefes almam gerekti. Sihri hiç kullanmamıştı.
Onu bu yarışmaya kim getirdiyse, hiç şansının olmadığını
bilm eliydi.
Belki de Roman bu yüzden gelmemem için beni ikna etmeye
çalışmıştı. Kontrol eksikliğinden dolayı yanan kız olacağımı dü­
şünmüştü.
Yanılmıştı.
316 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Tamamen soğuk olan ayak parmaklarımı kıpırdattım .


Sonra tekrar yüzünden gözyaşları akan ve artık sızlanmayı bı­
rakmış olan Lucy’ye baktığımda kendimden nefret ettim.
Arkamı dönüp boğazımı temizledim. “H adi gidelim .”
Koridor uzun ve kıvrımlıydı. Willow, Lucy’nin ağırlığının
bir kısmını omuzlamış yürürken, ben de önden gidiyordum.
Pek çok köşeden birini döndük.
Koridorun tamamı boyunca bir sihirbaz kutusu uzanıyordu.
İçindeki mavi saçlı kız başını bize doğru çevirdi, öylesine öfkeli
bir sırıtışı vardı ki kırmızı dudakları solgun yüzünde bir yarık
gibi görünüyordu. Ayakları diğer taraftan dışarı çıkm ıştı. Kollan
serbestti ve kutunun her iki yanındaki iki küçük delikten sarkı­
yordu. Kutunun ortası yoktu. Boş alanda kızın havada duran
çıplak gövdesi, her iki tarafı birbirine bağlıyordu. Devasa siyah
bir bıçak, bir giyotin gibi kızın vücudunun üzerinde duruyordu.
“Merhaba.” Kıkırdadı. “Birine daha ihtiyacınız var.”
“Ne için birine daha?” Gülümsemesine güvenmiyordum.
Bana Harley Quinni hatırlatıyordu ama daha istikrarsızdı.
“Beni ikiye bölmek için, aptal.” Karnını işaret etti. “Üç, işe
yaramaz.”
Ben daha düşünemeden, WiIlow, “Olmaz,” dedi. “Bunu yap­
mıyoruz.” Bana baktı. Artık yüzümde nasıl bir ifade gördüyse,
söylediğini tekrarlama ihtiyacı hissetti. “Bunu yapmıyoruz.
Şu lanet kutunun altından geçip gidebiliriz.” D uvara yaslanan
Lucy’yi bırakıp kıza doğru bir adım attı.
Kutunun her yerinde, yerden tavana kadar dem ir çubuklar
yanıp sönüyordu. Kızın gövdesinin ve tam ortasından kilitlen­
miş devasa kapıların önünde duruyorduk. W ıllow geri adım attı.
Kız, “Aptal, aptal, aptal,” diye şarkı söylerken, saçları su gibi
dalgalansın diye başını ileri geri sallıyordu. D urup bana baktı.
“Yapabileceğini biliyorsun sen ”
“Ne?” diye çıkıştım ama ne demek istediğini biliyor­
dum. Bunu yapabilirdim. Gerekirse onu ikiye bölebilirdim .
M a r g ie Fu s t o n 317

Yaralanmayacaktı, gerçek anlamda. Sihirbazlar iyileştirir. Peki


ikiye bölünmekten kurtulabilir miydi? Bilmiyordum. Gerçi
bunu başaramayacak olsa, bu kızın böyle aşırı neşeli olmayaca­
ğını ummam gerekiyordu.
Bıçağa doğru ilerledim ... Ve bıçağı çekip elime aldım.
W illow bana bağırarak bir şeyler söylüyordu ama benim duy­
duklarım tamamen beyaz gürültüden ve aksiyondan ibaretti. Ya
düşünemiyordum ya da yapılması gerekeni yapmıyordum.
Bıçak kıpırdamadı.
Pürüzsüz siyah metale baktım.
Sekiz el için sekiz oluk oluşturuyordu sapın girintisini. Dört
kişi. B irine daha ihtiyacınız var derken kastettiği buydu.
Başını salladı. “İşte geliyor.”
Ayak seslerini duyduğumda, ağzımdan güçlükle, “Kim?” so­
rusu çıktı. Döndüm ve Ethan’la yüz yüze geldim. Üzerinde mü­
kemmel ütülü, yine korkunç kırmızı renkte bir takım elbise
vardı. Sonra bir de kendi yırtık pırtık elbiseme baktım.
Hızlıca hepimize bir bakış attı, sonra gözlerini kısıp kızın
gövdesine ve üstündeki bıçağa baktı.
Ne yapılması gerektiğini biliyordu. Tekrar bana baktı. “Ne
için bekliyorsunuz?”
Onu gördüğüme neredeyse sevinecektim. “Dördüncü kişiye
ihtiyacımız vardı.”
“Hadi yapalım şu işi.” Bıçağa uzandı, ben de uzandım. Bu
konuda onunla birlik olmamın, kişiliğim hakkında ne ifade et­
tiğini bilmiyordum. Geri dönemezdik. Geri dönüş diye bir şey
yoktu. Hem zaten başka bir seçenek kalmadığında, herkes yola
devam etmek için ne gerekiyorsa onu yapmaz mı?
Lucy benim yerime cevap verdi. “Ben bunu yapmam.”
W illow’un yanından geçerek koridora doğru geriledi, Willow
onu durdurm aya çalışmadı.
Ethan m yüzünde bir öfke belirdi ve eğer mecbur kalırsa, onu
saçlarından sürükleyecekmiş gibi ileri doğru bir hamle yaptı.
318 ACIMASIZ İILUZYONI.AII

K o lu n d antutup onu durdursam mı yoksa Lucy’nin s a ç ın d a n


tutup sürüklem esine yardım mı etsem bilem iyordum ama bir
seçim yapm ak zorunda kalmadım.
Başka bir kız köşeyi döndü ve Lucy’ye çarptı. Lucy’nin ko­
lunu tutup onu düşmekten kurtaran ela gözlü kız, hızlıca hepi­
mize birer bakış attı. Alt kısmına doğru siyaha dönen göz ka­
maştırıcı mor bir elbise vardı üzerinde. Elbisenin alt kısmındaki
siyahlık kan mıydı yoksa elbisenin modeli mi bu şekildeydi, an­
layamadım. Bir tahminde bulunabilirdim. Salık, dalgalı, kızıl
saçlarının uçları da kana benzer şekilde koyulaşm ıştı.
“Ben Nadine,” dedi.
“Umurumda değil,” dedi Ethan, oysa kızı zaten tanıdığını bi­
liyordum. Başparmağını bıçağa doğru salladı. “Bu kızı ikiye böl­
memize yardım edecek misin etmeyecek m isin?”
Nadine ortaya geldi. Ağzı gerilmişti ama yine de başıyla
onayladı.
Lucy, “Siz hepiniz kafayı yemişsiniz,” dedi. Aniden kadife
Şam kumaşından duvar kaplamasının içine doğru çekildi ve
kaplama onun etrafında kıvrılmaya başladı, sonunda onu artık
puding kadar yumuşamış olan duvarın içine doğru sürükledi.
“Lucy!” Willow ona doğru hamle yaptı ama artık çok geçti.
Lucy duvardan geçip kayboldu, W illow’sa duvara çarpıp geriye
doğru sıçradı.
Çığlıklar yankılandı ama o kadar zayıftı ki o çığlıkları duy­
madığımıza kendimizi inandırabilirdik.
Mavi saçlı kız, “Sadece dört kişi gerekliydi,” dedi.
“Hadi bitirelim şu işi.” Ellerimi bıçağın üzerine koydum , di­
ğerleri de takip etti. Sonra hepimiz en sona kalan W illow ’u bek­
ledik. Midesi bulanıyormuş gibi görünüyordu. Bir adım geri
attı.
Onu öne doğru çektim, ellerini tutup bıçağın üzerine koy­
dum. Sonra kendim de aynı şeyi yaptım.
MARGIE FUSTON 319

M avi saçlı kız, bıçak havadan düşerken gülüyordu. Bıçak,


gövdesini havayı kesermişçesine kolayca kesti.
Kapı açıldı ve mavi saçlı kızın içinde bulunduğu kutular ken­
diliğinden hareket ederek bize yol açtı. Biz yürürken, iki parçaya
ayrılm ış kanlı kız hâlâ gülüyordu. Kapı arkamızdan kapandı ve
döndüğüm üzde, kız artık sağlam bir şekilde parmaklıkların
önünde duruyordu. Çıplaktı ama hiçbirimiz tepki vermedik.
Mavi saçları göğsüne kadar uzanıyordu.
Kalbim rahatlamayla çarptı.
“Bunun bir numara olduğunu biliyordum,” dedim.
Bakışlarım ız karşılaşınca göz kırptı, “öyle diyorsan öyledir,
Ava.”
Kıpırdandım . “Adımı nereden biliyorsun?”
G üldü. “Adım Cecily ve bazı şeyleri bilirim.” Kapalı yumru­
ğunu açtığında, avucundan bir anahtar çıktı.
Yavaşça yanımızdan geçerken, “Beni takip edin,” dedi.
Koridorda bağırışlar yankılanırken, kapının olduğu yere bak­
tım am a artık orada bir kapı yoktu. “Daha gelenler var,” dedim.
C ecily arkasını dönmedi. “Hayır, yok. Sadece dön kişi.”
“O nları duyabiliyorum.” Ama tekrar geriye baktığımda, du­
yabildiğim tek şey yankılardı.
Tekrar, “Sadece dört kişi,” dedi. Bu sefer itiraz etmedim.
O nu koridorda çift kapıya doğru takip ettik. O da göz kır­
parak Ethan m kuşağının arkasından başka bir anahtar çıkardı.
Anahtarı kilide sokup çevirdi. Kapıyı açarken, “Tebrikler,” dedi.
BÖLÜM
23
ezahürat yapan sihirbazlardan oluşan bir kalabalığın bu­
T lunduğu salona girdik. Xander bana gülüm süyordu. Ben
de gülümsemeye çalıştım ama bu kadar çok sihir kullanmanın
yarattığı hız kaybolmuştu. Keşke bunun geleceğini bilseydim
ama yarışmanın bir sonraki kısmının ne zaman olacağını sordu­
ğumda, bize söyleyemeyeceklerini belirtmişti. Cem iyet, işin şa­
şırtıcı olmasını istiyordu.
Dizlerim titriyordu. Daha önce dondurduğum sinirlerim,
onların alkışları karşısında çözüldü. Normalde övgülerin ve
içimde kükreyen sihrin tadını çıkarırdım ama şu anda sadece
kusmak istiyordum.
Lucius, bize odanın ortasına geçmemizi işaret etti, böylece
yırtıcı gül ağacının hemen yanında durduk. Taç yapraklarından
hâlâ damlamakta olan kanlar, alttaki vampir çeşmesine benze­
yen zemine doğru akıp kayboluyordu. Lucius’un gözleri, bizi
tepeden tırnağa süzüp değerlendirirken buz gibi parlıyordu.
Ethan’a gülümsedi. Gerçeği söylemek gerekirse, bizim kanlı ve
yırtık elbiselerimiz göz önüne alınınca, Ethan hepimizden daha
iyi görünüyordu.
Elbisemi değiştirdiği için Romana içimden teşekkür ettim.
En azından kimse üzerimde kan olduğunu söyleyemezdi.
“Yeniden hoş geldiniz,” dedi Lucius. “Sona kalan dörtlüsü-
nuz. »
Ethan çenesini biraz daha yukarı kaldırırsa gözlerini tavana
dikecekti.
MARGIE FUSTON 321

“Ve her biriniz buraya gelmek için kan büyüsünü kontrol


edebildiğinizi gösterdiniz.”
Yani kesilen avucumun beni labirentten çıkarması tesadüf
değildi, ö zg ü r olmanın tek yolu kandı.
“Kan büyüsünü yalnızca kesinlikle gerekli olduğu durum­
larda kullanırız: iyileştirmek, savunmak ve yaşamak için. Ka­
zanmak için yapmanız gerekeni yapma içgüdüsünü gösterdi­
niz. Bunu aklınızda tutun. Bir gün hayatınızı kurtarabilir.” Elini
kanlı güllerin altına uzattı ve tek bir damla kan yakalayıp par­
mağından aşağıya doğru akıttı. “Bir sonraki aşama yarın başla­
yacak. Şim di gidebilirsiniz.”
îşte bu şekilde bitti. Diğerleri uzaklaştı. Ayaklarıma ve altın
rengi zeminin altından geçen kırmızı damarlara bakmamaya ça­
lışarak onu takip ettim. Bunlardan daha fazlası mı vardı? Annem
bu yüzden mi kaçmıştı? Bu malikane bir sülük olduğu için bu­
rayı terk edip dünyadaki vampirlerle mi şansını denemişti?
Bir sonraki tura geçmiştim. Kendimi kanıtladığıma göre
şimdi cevaplara ihtiyacım vardı. Kendime engel olamadım ve
geri döndüm. “Diğerlerine ne oldu?”
Lucius bana döndü ve az önce bir kızı ikiye bölmüş olmasay­
dım beni ürpertebilecek gözlerle bana baktı. “Onlar gerekli be­
cerileri göstermediler.” Sözleri yavaş ve sivriydi.
“Orası kesin. Ama onlara ne oldu? Nereye gittiler?”
Kendi evladı olmayan bir çocuğun sorularından bıkmış bir
yetişkinin yapmacık sabrıyla dolu bir gülümseme yayıldı yü­
züne. Bu ifadeyi daha önce görmüştüm. Bu bakışı defalarca kı­
rılma noktasına getirmiş ve bedelini ödemiştim. Ellerim titri­
yordu ama parmaklarımı avuçlarımın içine sıkıştırdım.
Bana doğru eğildi. “Evlerine gittiler, küçük kız. Zevk almaya
başladığın gücün son kırıntısıyla birlikte, bu gücün daha fazla­
sına sahip olmanın nasıl bir şey olduğuna dair hiçbir anın ol­
madan evine dönersin. Belki bir gün sihrin vızıltısını teninin
322 ACIMASIZ İ 11 ÜZYONLAIl

altında hissedersin ama fark etmezsin. O nu bir kenara atar ve


önemsiz hayatına devam edersin.”
Geri çekildim. Gücü seviyordum ama güç olm adan da yara­
yabilirdim, tabii grubumla yani yeni ailem le birlikte olacaksam.
Ama onları hatırlamayacaktım bile.
Sallandım. Beni uçurumun kenarına itm ek istiyordu. Bu ko­
nuşmayı bırakıp yoluma bakmamı istiyordu. A m a ben otorite
figürlerinin istediklerini yapmakta iyi değildim , hiçbir zaman
da olmamıştım.
Öne eğilme sırası bendeydi. “Bugün bu m alikânenin ölmek
üzere olan bir çocuğu yediğini gördüm. O na ne oldu?”
Lucius benden uzaklaştı, “illüzyon, evladım. Grubun sana
her şeyin bir illüzyon olduğunu öğretmedi m i?” Gözleri arkama
kaydı. îlk defa tüm salonun sessiz olduğunu fark ettim . “Belki
de onlarla seçimleri hakkında konuşm alıyım .” Sözlerinde so­
ğukkanlılıkla serbest bırakılmayı bekleyen bir tehdit vardı.
Grubumdakilerin yüzlerini görmek için arkam a dönmeye ce­
saret edemiyordum ama korkuları sırtım a baskı yapıyordu, bu
yüzden Lucius’tan uzaklaştım. Başımı sallayıp gözlerim i hafifçe
kıstım.
Onlar için itaat edecektim. Daha fazla soru sormayacaktım.
En azından ona sormayacaktım.
Beni teslim olmaya zorladığı için tatm in olmuş bir halde
kendi yoluna döndü ve sonra bir daha arkasına bakm adı.
Rol yapma konusunda iyiydim. Başımı eğdim ve korkmuş
bir fare gibi grubuma doğru koştum.
Aristellc’in yüzündeki öfke, biraz korkm ama neden oldu.
Kolumu tutup, “Senin derdin ne?” diye tısladı.
Hırlamak için ağzımı açtım ama sonra Aristelle’in arkasın­
daki Diantha yı gördüm; öylesine titriyordu ki onu sanki sadece
Reina nın kolları ayakta tutuyordu. O adamdan korkuyorlardı,
üstelik karanlık bir sokaktaki vampirlerden korktuklarından
daha hızla korkuyorlardı. Savunmamı yuttum .
M a r g ie F u s t o n 323

Onun yerine, “ö zü r dilerim,” dedim, bu iki kelimeyi söyle­


mek benim için hiç kolay değildi.
Aristelle beni bırakıp uzaklaştı ve beni yakalayıp kollarımı sı­
karak kendisine döndürme sırası Xander’a geldi. “Neydi düşün-
cenr
“Bana diğer çıraklara ne olduğunu anlat,” diye karşılık ver­
dim. Bir anlığına cevabı bilmiyormuş gibi donakaldı.
“Ne dediyse o, Ava. Tam olarak sana daha önce anlattığımı­
zın aynısı. Kaybetseydin, burada yaşananları hatırlamadan eve
dönerdin. Geriye kalan her şey seni sınamak için hazırlanmış
ayrıntılı gösterinin bir parçası.” Sabırsızlıktan sözleri serdeşti.
Konuşurken başımın üzerinden Lucius’a baktı. “Kazanmak için
ne yapman gerekiyorsa onu yapmaya devam et.” Sonunda bana
baktı. “Yapacaksın, değil mi?” Beni sertçe salladı. Onaylarcasına
başımı salladım.
Bundan memnun olarak beni bıraktı.
Roman omzunun üzerinden beni izliyordu.
Xander’a, “Hemen döneceğim,” dedim.
Kan kokan bu salonda bir şekilde gösterişli görünen abartılı
sihirbazlardan kaçarak kalabalığın içinden geçtim.
Roman’ın durduğu yere doğru yürürken, Willow’un yeni
kırmızı elbisesini peçeteyle silmesini izledim.
“Elbisemi sen mi değiştirdin?” Sormak istediğim soru bu de­
ğildi ama her şeye rağmen bir şekilde bunun cevabı hâlâ önem­
liydi.
Ona öylesine yaklaştım ki omzum üst koluna değiyordu.
Zihnim onun vampir olduğunu haykırıyordu. Eğer beni kor­
kutmaya çalışıyorsa, bunun işe yaramayacağını bilmesini isti­
yordum.
“Bana sormak istediğin bu mu?”
“Evet.”
Omuz silkti. Bu da cevap sayılırdı.
“Beni korkutamazsın.”
324 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Gözleri genişledi. “Ava... öyle d e ğ il...”


Yiizüne, dudaklarına baktım ve dudaklarını önce benim du­
daklarıma sonra da bir vampirin boğazına nasıl bastırdığını ha­
tırladım. Vampirlerle ilgili neyi anlarsam anlayayım , duygularım
ne kadar değişmiş olursa olsun, içgüdüsel tepkim hâlâ midemin
kasılmasına ve parmaklarımın titremesine neden oluyordu.
Geri çekildim.
Gözlerim, buraya musallat olan bir hayalet gibi odanın ke­
narlarında dolaşan Annalise’e takıldı. Bir noktada saçlarında
kırmızı çizgiler olduğundan ve elbisesine küçük lekeler serpil-
diğinden o lanetli gül ağacının altında durdu. O nu takip edi-
yormuşum gibi görünmemeye çalışarak dış kenarlara doğru
ilerledim. Ama yine de üzerimde bakışlar olduğunu hissedebi­
liyordum. Belki benim grubumun belki de Roman’ın bakışları.
Temeldeki çatlaklar gibi yukarı doğru yayılan kırm ızı damarlara
rağmen doğal görünmeye çalışarak duvara yaslandım ama duvar
sıcaktı. Midem bulanıyordu. Bu salondan çıkm ak istiyordum
ama derin nefes alıp, karşımdaki yüzlere, hiçbirini görmeksizin
baktım. Aralarında umursadığım bir tane yüz vardı. Şim di doğ­
rudan onun döngüsel yoluna girdim ve bir anlığına sanki ger­
çek bir hayaletmişim gibi onun içimden geçeceğini sandım ama
son anda hafifçe kenara çekildi ve bana o kadar yaklaştı ki örüm­
cek ağı gibi ince ve ıslak saçları koluma değdi, ö ğürm em ek için
kendimi zor tuttum. Bakır ve çürük gül kokuyordu.
“Merhaba,” dedim.
Yürümeye devam ettim.
“Merhaba?” Bu sefer koluna dokundum. İstemeye istemeye.
Elim yapış yapış oldu.
Durdu ve sanki kulağına fısıldayan bir hayaletm işim gibi ba­
şını salladı.
Soluk sabah göğünün rengindeki koca gri gözleriyle bana
döndü. “Yardımcı olabilir miyim?” Sesi hafif bir h ırıltı gibiydi.
Buna şaşırmış görünüyordu.
M a r g if . F u s t o n 325

“Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim...” Sesim kısıldı. Tam


olarak ne söyleyeceğimi planlamamıştım. “Şu an az önce kaybe­
den çırakların anılarını siliyor olmanız gerekmiyor mu?”
Gözlerini kırpıştırdı. “Hangi anılar?” Gözlerinde burayı
kaplayan yoğun sisin aynısı vardı ama üzerindeki kanı fark et­
tiğinde, gözleri biraz daha keskinleşti. “Üzgünüm. Gerçekten
üzerimi değiştirmem gerekiyor.”
Uzaklaştı. Ben de tam onun peşinden bir adım atacaktım ki
kâğıt yumuşaklığında sıcak bir el sarıldı koluma.
“Dikkatleri üzerine çekmemen en iyisi olur.”
Arkamı döndüğümde Julianın yorgun yüzüyle karşılaştım.
Yakından bakınca, düşündüğümden daha yaşlıydı. Hiçbir duy­
gusunu saklamadan yaşayan birinin yüzü gibiydi derin çizgilerle
dolu yüzü. Ama sanki bazı duygular çok fazlaymış gibi yanakla­
rında hafif bir sarkma da vardı.
“Julia.”
Adımı bilmeme şaşırmış gibi görünmüyordu. “Annene ben­
ziyorsun,” dedi.
“Bana bunu söyleyen ilk kişi sensin.” Normalde babama ben­
zerim. Güneşin altında beyaz-sarı çizgilerle ayrılan sapsan saç­
ları vardı. Babamın -annemin sakladığı- birkaç fotoğrafından
biri, üçümüzün plajda çekilmiş bir fotoğrafıydı. Babam beni
kollarına almıştı. Ben, babamın saçlarındaki annemin ise dip­
siz kahverengi gözlerindeki tüm vurguların karışımından olu­
şuyordum besbelli. Bu resmi elimde tutarken hep gülümser ve
babama ne kadar da benzediğini gösterirdim. Annem ise başını
sallayıp bakışlarını kaçırırdı. Sanırım bazen babamı bende gör­
mek onu üzüyordu.
“Evet. Sanırım saçların eskiden babanınkine benziyordu.”
Gerildi ve gözleri benden uzaklaşarak saldırabilecek bir aslan
arıyormuşçasına salonu taradı.
“Demek beni çocukluğumda görmüştün. Annemle iletişim
halindeydin.”
326 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

“Ö y le denebilir."
Bundan sonra ne diyeceğimi gerçekten bilm iyordum , bu
Gizden, “Her şeyi bilmek istiyorum,” deyiverdim.
“Öyle mi?” Julia kaşlarını kaldırıp alnını kırıştırdı.
“Cassia sana cemiyetle ilgili ne anlattı?”
Annemden bahsettiğini anlamam biraz zaman aldı. Annem
kendisine Cass denmesini tercih ederdi. Başka şekilde çağrıldı­
ğını hiç duymamıştım.
“Hiçbir şey.” Sesimdeki acı beni şaşırttı. Keşke annem bana
bunu açmış olsaydı. Belki anlatmalıydı, belki de bu dünyayı
benden sonsuza dek saldamalıydı. Belki grubum un gösterisini
benimle birlikte izlemiş olsaydı, sihrin illüzyondan ibaret ol­
duğuna dair bir açıklama uydururdu. M idemdeki yum ru bana
haklı olduğumu söylüyordu.
Julia aslında şaşırmış gibiydi. “Yine de yolunu bulup buraya
varmışsın.” Sesi sanki benden ziyade kendisiyle konuşuyormuş
gibi kısık ve dalgın çıktı. “Ayrıca gücün de oldukça büyük.”
“Sen annemin grubunaymışsın.”
“Evet,” dedi Julia. “Edgar ve Samuel’le birlikte... Bir de
Lucius. Uzun süre birbirimizden ayrılmadık.”
Demek Lucius annemin grubundaymış. “Bana hepinizi an­
latırdı, sizinle birlikte performans sergilemeyi ne kadar sevdi­
ğini anlatırdı.” Her nedense Lucius’u anlatmamıştı ama bundan
bahsetmedim. “Peki neden gitti?”
“Çünkü âşık oldu.”
“Babama mı? Babam da sizin gibi m iydi?”
“Joseph mi?” Julia gözlerini kısarak güldü. “Zerre kadar bile
değil. O gerçek bir sanatçıydı. Her illüzyon onun için muhte­
şem bir zanaatın parçasıydı. Onun bizim num aralarımızda hiç
işi olmazdı ama annen onun yeteneğine hayrandı ve onun bize
katılmasını istiyordu. Ama baban anneni kendi tarafına çekti.”
“Annem de babam için sihirden vazgeçti.”
M a r g if Fu s t o n 327

“Annen onun için pek çok şeyden vazgeçti.” Julia sanki başka
bir şey söylemek istermiş gibi bir anlığına dudağını çiğnedi.
Ama bir şey söylemedi.
“Eminim pek çok hikâyeniz vardır.”
Başıyla onayladı.
“Ya Lucius ve Edgar?”
“Bazı hikâyeler seni incitir. Burada o kadar derindesin ki geç­
mişi kazam azsın.”
Annem onları terk etmişti ve onlar kaçaklan sevmiyorlardı.
Bunu söylemesine gerek yoktu. Ben yanlış tür bir mirastım.
“Sadece bilmek istiyorum.” Sesime çoçukça bir yalvarış ka­
rışsa da Julia’nın yüzü bana karşı çoktan sertleşmişti.
Beni tepeden tırnağa süzdü. “İçinde anneninkinden fazla
ateş var.”
Bu iltifatı kabul mü etsem yoksa anneme yönelik eleştirilere
kızsam mı bilemedim.
“Sen onun gibi kaçma.” Arkasını dönüp ortadan kayboldu
ve kalabalığın içinde mi kayboldu yoksa gerçekten mi ortadan
kayboldu anlayamadım. Peşinden giderken, salondaki her şeyi
sarmış damarlarla uyumlu, kırmızı payetli altın rengi bir yelek
giymiş uzun boylu bir adama çarptım. Bana gülümsedi ve alt
dudağına takılı altı halka birbirine bağlanıp kaydı, etinde yer
değiştirdi. Parmaklarım uyuşurken, bir el beni kavrayıp götü­
rene kadar beynim bulanıklaştı.
Başımı Xander’a çevirdim.
“Lütfen hipnozculara uzun süre bakma.” Sesi aşın neşeliydi.
“Çok yoğun olmalısın. Gidelim mi?” Kolunu dirseğimin kıvrı­
mına yerleştirip, üzerine sarmaşıklar oyıılu olan vişne rengi bir
kapıya doğru beni yavaşça çekti.
“Buraya girdiğimiz kapının bu kapı olduğunu sanmıyorum.”
Güldü. “Bunun bir önemi olmadığını biliyorsun.”
Kapıyı açtı, neyse ki benim koridorumdaydık; görünüşe
göre sihir bu gece bizimle oynayamayacak kadar yoğundu. Bu
328 ACIM ASIZ İLLÜZYONLAR

düşünce titrememe neden oldu. Gül işlemeli kulpuyla iki adım


ötemizdeydi odamın kapısı. Onun da içeri girm esini bekleyerek
kapıyı daha genişçe açtım. Başını iki yana salladı. Dudaklarında
utangaç bir gülümseme belirdi.
“Beni kışkırtma.”
“Neden?” Baştan çıkarıcı bir şekilde gülüm sem eye çalıştım.
Dikkatimi dağıtmaya ihtiyacım vardı ama kana bulanmış
yırtık elbisem, kendimi çok kötü hissetmeme neden oluyordu.
Eğilip yanaklarımı ellerinin arasına aldı ve alnım ın ortasına
masum bir öpücük kondurdu. “Yarın senin için büyük gün.”
Yarını düşünmek istemiyordum. Artık burada ne yaptığımı
bile bilmiyordum. İnsanların öldüğüne dair başka illüzyonlar
-ya da insanların gerçekten ölüşünü- görmek istemiyordum. Bu­
rada, almak için geldiğim şeyi almıştım. Artık bir vam piri öldü­
rebilirdim. Roman’ı unutup son zamanlarda en m utlu olduğum
zamanları düşündüğümde, hiçbir mutlu ânım ın vam pir avla­
makla bir ilgisi yoktu. Diantha ve Reina ile kol kola sokakta yü­
rümek, Xander’ın rahat gülümsemelerinin tadını çıkarm ak ve
sahilde oturup gülüşmek... Aile gibi hissetmiştim. Sanki en ba­
şından beri beni seçen ve kalmak için mücadele etm em i isteyen
bir aile. Artık annemin neyin bir parçası olduğunu ve babamla
yaşamak için nelerden vazgeçmesi gerektiğini biliyordum . Beni
buradan gitmekten alıkoyan tek bir şey vardı; bunun bir kısmı
önümde duruyordu, geri kalanı ise muhtemelen Yathzee’de ikiz­
lere yenilmekti.
“Buradan gidebiliriz.” Kelimeleri, düşünmeden söyleyiver­
dim. Gerçi buranın pek misafirperver olmayan giriş holüne
adım attığımız andan itibaren sihri tenimde oldukça yapışkan
ve ağır hissetmeye başladığımdan beri aklımın bir köşesinde giz­
lemiştim bu sözcükleri. Bir kızı ikiye böldüğüm andan beri.
Kız iyiydi, ö yle olacağını biliyordum.
Barry de iyiydi. Herkes iyiydi. Xander bana yalan söyle­
mezdi. Bunu yeterince çok kez söylersem, buna inanırdım .
M a r g ie F u s t o n 329

Xander sözlerim karşısında donup kaldığında, bir adım uzak­


laşmıştı benden. Kapının pervazını tutarken parmak eklemleri
bembeyaz oldu, sonra beni iterek içeri girdi. Dokunmadığına
emin olduğum halde, kapı kapandı.
“Ne dedin sen?”
Tekrarlamak üzere ağzımı açtım.
Bir elini uzattı. “Hayır. Tekrarlama.” Elini yeşil saçlarının ara­
sından geçirerek saç tellerini dağıttı. “Bunu bir daha söyleme.”
Bir çocuk gibi, yine bir çocuk gibi küçüldüm. Sonra durup
dikleştim. “Neden? Bir şeyi istemenin nesi kötü?”
“Ava.” İsmimi bir uyarıya dönüştürdü.
“Kes şunu,” dedim.
“Ne?” Gerçekten kafası karışmış görünüyordu ama ona
sorunun ne olduğunu nasıl açıklayabilirdim? Koruyucu bir ebe­
veynin adınızı yalnızca arkasında bir uyarı, öfke ya da başka bir
olumsuz eğilim olduğu için kullanmasının nasıl bir şey oldu­
ğunu ona nasıl açıklayabilirdim? Ya da adınız bir kez bu şekilde
kullanıldığında, kirlendiğinde onu temizleyemediğinizi? Bunu
duymak herhangi bir şey hissetmeyi zorlaştırıyordu. Bazen de
bunu duyduğunuzda, bunun arkasında sevginin olduğu ender
durumlarda, tonda ne tür bir manipülasyonun gizlendiğini, te­
miz olması gereken bir şeyin nasıl lekelendiğini merak ediyor­
dunuz.
Elimde olduğu durumlarda insanlara asla adımı söylemez­
dim, ki bu durum hâlâ değişmedi. Bir kafede chai tea sipariş
ederken adımı Amber, Brittany ve Jessica olarak söylediğim
oldu. Okulda farklı isimler söylemeye çalışırdım ama adımı söy­
lemek istemediğim yabancılarla dolu bir sınıfta adımı açık eden
sinir bozucu yoklama listeleri olurdu daima. Bu riskliydi. Bilme­
seler bile onlara sizin üzerinizde belli bir güç veriyordu. Bazıları
ise bunun farkında olduklarından istismar ediyorlardı.
Cevap vermediğim için bana baskı yapmadı.
Bu sefer adımı yumuşatarak, “Ava,” dedi tatlı bir dille.
330 ACIMASI/ İ Ll ÜZYONLAR

Bir tuzak. İsmin yavaşça fısıldanması daim a bir tuzaktır.


Geri çekilmemek için kendimle savaşıyordum.
“Ava.” Üçüncü kez denedi ve uzanıp parm ağını kucağımdan
çeneme doğru gezdirdi. Bu sefer adım sadece adım dı. Arkasında
hiçbir şey hissetmedim.
Bir adım ileri attım.
“Şimdi gidemezsin. Gidemeyiz. Diğerleri ne olacak? Burası
bizim evimiz.”
Ev kısmı beni etkiledi. Buranın beni ürküttüğü gerçeğine
rağmen, burası onlar için evdi, yuvaydı. Xander’ın yuvası. On­
lar da en az benim kadar yuvalarında olmayı istiyorlardı ve bana
da buranın yuvam olmasını öneriyorlardı. Yuvanın sevmeyi öğ­
reneceğiniz bir yer olmasını umuyordum. Etrafınızda m ükem ­
mel insanlar varsa, yuvanın mükemmel olmasına gerek yoktu.
Derin bir iç çekişle başımı salladım, onaylayarak.
Hâlâ çenemin üzerinde olan parmakları, boynum un arkasına
doğru kayıyordu.
Nefes alıp, “Teşekkür ederim,” diye fısıldadı. Eğildi ve du­
daklarını, kafamın içini mutlu bir an için boşaltm aya yetecek
kadar, dudaklarıma bastırdı.
Benden bir adım uzaklaştı ama sanki hareket ettirm esi için
çok fazla çaba gerekiyormuş gibi eli boynumda kaldı.
Tam uzaklaşacakken, ona doğru bir adım daha attım .
“îyi geceler, savaşçım.” Yeniden utangaç bir hale bürünerek
arkasını döndü ve odadan çıktı.
Kana bulanmış elbisemi çıkardıktan sonra bile uyuyam aya-
cak kadar sarsılmıştım. Anılardan kurtulam ıyordum . Her şey il­
lüzyon olamayacak kadar gerçek görünüyordu. Sihrin imkânsız
şeyleri yapabileceğini inkâr edemezdim ama Barry’nin uzak ba­
kışında sıkışıp kalmıştım. O bakış bana fazlasıyla bir başka ba­
kışı hatırlatıyordu. O bakışı. Bunu düşünmemeye çalışırken
göğsüm sıkıştı. Gözlerimi kapattım ama gözümün önüne gelen
tek annemin, Barry’nin ya da her ikisinin kırpılm ayan açık
MARGIE FUSTON 331

gözleriydi. Gözler, ölürken nasıl bu kadar birbirine benzeyebi­


lirdi? Hangi renk oldukları önemli değildi çünkü o anda rengi
görmüyordunuz; tek gördüğünüz, içlerindeki ışığın sönmesiydi.
Gözlerimi açıp bir ileri bir geri yürümeye başladım.
İnsanların ve arabaların tanıdık sesleriyle dolu bir sokakta ol­
mayı, buna veya sırt çantamdaki kazığa odaklanabil meyi um­
dum.
Kazıkları düşünmek istemedim sonra. Çünkü bana Romanı
hatırlatıyorlardı.
Düşüncelerimden sıyrılamadım.
Annem aşk için burayı terk etmişti. Belki bir de benim için?
Diantha’ya sormuştum ve o da bana ölümsüz sihirbazların çocuk
sahibi olamayacaklarını söylemişti. Çünkü böyle bir durumda
bedenleri her açıdan donuyordu. Annem çocuk sahibi olmak is­
tediği için mi ayrılmıştı? Bundan hiç pişman olmuş muydu? Ko­
modinime gidip günlük yazılarını ve fotoğrafları çıkardım. Ger­
çek sihre duyduğu özlemle ilgili yazdıklarını yeniden okudum.
Benden pişman olmasa da, ayrılık kararından pişmandı.
Ama benim geçici ailem buradaydt. Hem sihre hem onlara
sahip olabilirdim.
Annem, onun kaybettiğini koruyabilmem için bu yarışmayı
kazanmamı isterdi.
Elimde sadece dört sayfa vardı ama aralarından bir tane daha
alıp okudum.
JosephTe çalışmak çok keyifli. İllüzyon yeteneği çok
dikkat çeklol. Gerçeğine ihtiyacı yok. Onun çırak
olmasını önerdim ama herkes onu çok sevdiğimi ve
fazla bağlanmamanın en İyisi olduğunu düşünüyor.

Eğer kalacaksam, en azından biraz daha fazla hikâye öğren­


meliydim. Julia pek konuşkan değildi ama belki Edgar konu­
şurdu. Onu açılış törenindeki ilk testte dışarı sürüklediklerin­
den beri görmemiştim.
332 A CIM ASIZ İLLÜZYONLAR

Kapım çaldı.
Kapının çalışıyla göğsüm gerçekten hafifledi. Gelenin
Xander olmasını umdum ama ikizlerin benim le zar atm a oyunu
oynamak için gelmiş olmalarına da razıydım. H atta vergi töre­
ninde olanları tekrar tekrar gözümde canlandırm ak yerine Tomb
R aid erı bir kez daha izlemeyi bile tercih ederdim.
Ama kapıyı açtığımda karşımda W illow duruyordu.
Nadine de onun hemen arkasındaydı. Her ikisini de kanlı balo
elbiselerini değiştirmişlerdi ama gözlerinde, tenlerine değen
kana bulanmış kumaşı hayal etmeyi sürdürdüklerini düşün­
meme neden olan uğursuz bir bakış vardı. Bu bakışı biliyor­
dum. Muhtemelen şu anda benim bakışlarım da aynıydı ama
ben tüm hayatım boyunca böyle baktığım için benim kini gör­
mezden gelmek kolaydı.
Kapıyı biraz daha açtım ve W illow içeri girip kendini yata­
ğım a attı.
Nadine içeri girmeden önce tereddüt etti. Beni süzerken göz­
leri keskin ve dikkadiydi, hiçbir ayrıntıyı kaçırm ayacak birine
benziyordu. Ne gördüğünü merak ettim; gözlerim deki hayalet­
leri fark etmiş miydi yoksa bunu saklamak konusunda onlardan
daha mı iyiydim?
W illow başını yana eğip bana baktı. “Yeni bir arkadaş bul­
dum .” Gülümsedi ama gülümsemesi gözlerine ulaşm adı.
Nadine “arkadaş” kelimesi karşısında biraz yüzünü buruş­
turdu ve bu, benim onu anında sevmeme neden oldu.
Kapıyı kapatıp yatağıma doğru yürüdüm . K âğıtlarım ı ve fo­
toğrafları yavaşça toplayıp bir kenara koydum. Bunu onlarla
paylaşmak istediğimden emin değildim. “Peki siz ikiniz nasıl ta­
nıştınız? Şey... Yani birlikte yaptıklarımız dışında.”
W illow doğrulup omuz silkti. “Sadece yürüm ek ve başka bir
şeye odaklanmak istemiştim.” Titredi. “Sihrin seni gitm ek iste­
diğin yere götürmesi gerektiğini sanıyordum. Güzel bir bahçe
falandı istediğim. Sadece bir illüzyon olsa bile, biraz güneş ışığı
MARGIE FUSTON 333

hissetmek istedim ama sihir beni bir koridordan diğerine, sonra


da milyonlarca tüyler ürpertici merdivenden bir yukarı bir aşa­
ğıya götürdü ve hiçbir faydası olmadı bunun. Sürekli duydu­
ğ u m ...” Başını kaldırıp tavana baktı. “Sürekli duvarların arka­
sından gelen küçük çığlıklar duyduğumu düşünüyordum. Yani
bunun hayal gücümün bir ürünü olduğunu biliyordum ama
elimde değildi.” Yutkundu ve dönüp bana baktı. “Anlıyorsun
musun?”
“A nlıyorum ,” dedim.
Bana, araştıran bir bakış attı. Benim geçmişimi biliyordu.
Benim de iyi olmadığımı biliyordu ve kısmen beni kontrol et­
mek için burada olduğunun farkındaydım.
“Her neyse, ön kapıya vardım ve o kasvetli güllerin arasında
biraz yürüm enin yeterli olabileceğini düşündüm ama Nadine de
oradaydı ve kapının kolunu öylesine sert bir şekilde çekiyordu ki
kapıyı kıracak sandım.”
“Bir dakika. İçeriye mi kilitlendik yani?”
“Evet,” dedi Nadine.
W illow fazlasıyla neşeli bir tavırla, “Görünüşe göre öyle,”
dedi. Bu konudaki aşırı neşesi tüylerimi diken diken ediyordu
ama o da çok korkuyordu.
Nadine, “Labiretten geri dönemeyenlerin şanslı olduklarını
düşünüyorum,” dedi.
“Ama kaybettiler,” dedim.
“Bu odadaki en az iki kişi de çoktan kaybetti,” dedi. Hepi­
miz birbirimize baktık.
“Bunun olacağını biliyorduk,” diye hatırlattım.
“Ama bu odadaki iki kişinin veya hepimizin ölme ihtimali­
nin olduğunu bilmiyorduk,” dedi. “Willow, grubunuzdaki ço­
cuğa ne olduğunu anlattı. Aynı şey bizde de oldu, benim içinde
bulunduğum grupta. Yanımda iki kız daha vardı. Ben yer­
deki bilmeceyi okumaya çalışırken kapıyla birlikte padadılar.”
334 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

\ uçkundu. “öldüler, ölmemiş olmalarına im kân yok. Yani sihir


onları yuttu ama çok fazla kan vardı. Ellerini tu tu yo rd u m ...”
“Bekle.” Duyamadığım için sözünü kestim, ö lü m anında bi­
rinin elini tutmanın nasıl bir şey olduğunu anlatm asını dinleye­
mezdim. Geçmişe balıklama atlamaya çok yakındım . “Bu bir il­
lüzyondu. Onlar muhtemelen iyiler. Belki de bayıldılar ve sihir
bize görmemizi istediği şeyi gösterdi.”
“Ama elbisemde hâlâ kan var. İllüzyonlar ortadan kaybolur.”
“Burada değil.” Elimi odamda salladım. “Burası dev bir illüz­
yon. Burası sihir. Neyin mümkün olduğuna, neyin olmadığına
dair hiçbir kural yok. Gerçek olsa bile, sihrin iyileştirm e gücü­
nün olduğunu biliyoruz. Belki Barry ve diğerleri, zem in onları
yuttuktan sonra iyileştiler.”
Üçümüz de bir anlığına bu olasılığı düşündük- A m a sonra...
Willow, Nadine’e dönüp, “Anlat ona,” dedi. “O na güvene­
biliriz.”
Nadine, “Sana güvenebileceğimden emin değildim ,” dedi.
“Daha yeni tanıştık.”
Willow, “Eh, ama bana her şeyi anlattın,” dedi. N adine bun­
dan gerçekten pişmanmış gibi kaşlarını çattı.
“İnsanlar üzerinde böyle bir etkisi vardır,” dedim .
W illow gülümsedi. “Sırları öğrenmede iyiyim d ir am a sır tut­
mada da bir o kadar iyiyim.”
Nadine iç çekti ve uzun bir süre bana baktı. Sonra kapıma
baktı ve birinin kulak misafiri olmasından endişeleniyorm uş
gibi kapıdan uzaklaştı. Sesini alçalttı. “Ben yarışm a için burada
değilim. Kayıp arkadaşımı bulmaya geldim.”
“Kayıp mı?” diye sordum.
“Geçen yıl birlikte bir sihirbazlık gösterisine gitm iştik. As­
lında bana göre bir şey değildi pek ama onun ilgisini çekiyordu
böyle şeyler. İtiraf etmeliyim ki insanlar muhteşemdi am a ben
yine de sıra dışı bir şey olmadığını düşünerek omuz silktim . Ne-
ı Icn gerçek olduğunu düşünecektim ki? O da gerçek olduğunu
M a r g ie F u s t o n 335

düşünmüyordu ama onlardan bir şeyler öğrenmeyi çok ama çok


istiyordu. Tek bahsettiği buydu. Sonra bir gün onlarla gidece­
ğini söyledi. Onun çırak olmasını istiyorlarmış. Onun adına çok
sevindim ve sonraki birkaç hafta boyunca bana mesajlar gön­
derdi ama sonra mesajlar durdu. Anne ve babasıyla pek yakın
değildi, yine de onlar da hiçbir haber almamışlardı. Birkaç ay
önce o katıldığı grubu yeniden kasabamızda gördüm. Gösteri­
lerine gittim . Bir yanım arkadaşımı sahnede, en sevdiği kıya­
fet değiştirme numaralarını yaparken görmeyi umuyordum ama
görmedim. Belki âşık olmuştur, biriyle gitmiş ve her şeyi geride
bırakmıştır diye düşündüm ama biz kardeş gibiydik. İçimde bir
türlü kurtulamadığım kötü bir his vardı. Ben de onun yaptığını
yaptım; geri döndüm ve gösteri ilgimi çekmiş gibi davrandım.
Saatlerce arkadaşımın püf noktalar ve teknikler üzerine konuş­
masını dinlemiştim, bu yüzden onları kandırabildim. Benim bu
işle yeni yeni uğraşan biri olduğumu düşündüler. Sonra ortaya
çıktı ki benim içimde de sihir varmış ve gerçekten de çok çabuk
öğreniyordum. Ama işin içine girdikçe, Samantha’ya ne oldu­
ğunu merak etmeye başladım.”
“O nlara sordun mu?”
“Bir katile cesedin nerede olduğunu soramazsın, tabii sen de
o cesedin yanına atılmak istemiyorsan.”
H aklıydı. Ben de grubuma annemle ilgili soru sormamıştım.
Nadine, “Burada, malikânede olabileceğini düşündüm,” diye
devapı etti. “Ama yok. Bu hiç mantıklı değil. Başarısız olan çı­
raklar evlerine dönüyorlarsa, o nerede? Bir de az önce gördükle­
rimizden so n ra...” Dudağını ısırdı. Gözleri dolmuştu ama göz­
yaşları akmıyordu. “Ya buradan kimse canlı çıkamıyorsa?”
W illow yataktan kalkıp Nadine’in elini tuttu. Nadine buna
öylesine şoke oldu ki geri çekilecek gibiydi ama Willow’un bıra­
kacağını hiç sanmıyordum.
Hayatta kalmayan bazı insanların olduğunu biliyordum ama
bunu söylemeye ve Nadine’in içindeki ufacık umut kırıntısını yok
336 ACIM ASIZ İLLÜ ZYO N LA R

etmeye cesaret edemedim. Bunun yerine, “Çırakları bilmiyorum


ama buradan canlı aynlan bir sihirbaz tanıyorum ,” dedim.
İkisi de bana döndü. Bunu söylemekle iyi mi ettim kötü mü
ettim , emin değildim. Ama artık ağzımdan çıkanı geri alamaz­
dım. Aslında geri almak istemiyordum. A rtık birine anlatmak
istiyordum. Beni yatağa kadar takip etmeleri için onlara bir el
işareti yaptım ve annemin günlük yazılarını ve fotoğraflarını ye­
niden yatağa yaydım. “Bu benim annem. O da bunun bir par­
çasıymış. Bu yüzden tam donanımlı bir sihirbazın buradan gide­
bileceğini biliyorum. Annem gitmişti. Ama haklısın. Cemiyet,
insanların ayrılmalarından hoşlanmıyor. Bu yüzden kimseye
onun kızı olduğumu söylememeliyim. En azından şim dilik.”
Nadine, “Neden gitti?” diye sordu. “Bunu nasıl yaptı? Seni
buraya o mu gönderdi?”
Her bir soru biraz daha acı veriyordu.
Willow, “Annesi öldü,” dedi.
Nadine’in gözleri, bunu duyunca kendini daha kötü hisset­
miş gibi karardı.
“Onu bir vampir öldürdü,” dedim. “Burada ölm edi.”
“Ama burayı terk etmiş,” dedi Nadine ve annem le Lucius’un
birlikte olduğu fotoğrafı eline aldı. Gözleri kısıldı. “O nu tanı­
yor musun? Onunla sanki onu tanıyormuş gibi konuştun.” Se­
sinden şüphe damlıyordu.
“Canım sıkkındı. Aslında onu bu fotoğraf dışında hiçbir yer­
den tanımıyordum. Bunların var olduğunu bile bilm iyordum .
A nnem ... Annem bana her zaman sihrin gerçek olm adığını söy­
lerdi.”
Nadine’in kaşları çatıldı. “Buranın iyi bir yanı var, neden
bunu söylesin ki?”
Onlara babamı ve annemin aşkı için grubundan ayrıldığını
anlatmak istesem de, bu, Julia’yla konuştuğumdan beri tutun­
duğum tatlı bir yalan gibi geliyordu. Çünkü akla gelm eyen bir
şey daha vardı. Julia bana geçmişi kazmamamı söylem işti. Bunu
M a r g ie Fu s t o n 337

ancak gömülü bir şey varsa söylersiniz. Bunun yerine, “Ben ço­
cukken çok dolaşırdık. Sanırım annem bir şeyden... ya da bi­
rinden kaçıyordu. Vampirlerden kaçtığını sanıyordum ama ar­
tık bundan emin değilim.”
Lucius ve annemin resmine tekrar baktım; Lucius kameraya
değil de anneme bakıyordu. Bu tuhaftı. Ona doğru eğilişinde
bir sahiplenme vardı.
“Herhangi birine sordun mu?” dedi Wıllow.
“Xander’ın bilgisi yoktu. Lucius’u tanır tanımaz, hemen
Xander’a sordum. Ama etrafta dolanıp insanları sıkboğaz ede­
cek de değilim .” Onlara şimdilik Julia’dan bahsetmemeye ka­
rar verdim.
Nadine, “Çünkü onlara güvenmiyorsun,” dedi.
“Nadiren birilerine güvenirim.”
“Ama artık birbirimize güveniyoruz.” Willow aramızda dur­
muş bir bana bir Nadine’e bakıyordu. “Ben biraz gözetleme ya­
palım derim .”
“Bu akşam?” diye sordum. Kemiklerim yorgundu ama zih­
nim uğulduyordu.
“Aramızdan gerçekten uyuyabilecek var mı zaten?” diye
sordu Nadine.
Hepimiz cevabı biliyorduk, bu yüzden bir plan yapmaya ko­
yulduk. Her birimiz aynı hedefe odaklanarak birlikte hareket
edecek ve sihrin pes edip etmeyeceğini, bizi cevaplarla dolu bir
yere götürüp götürmeyeceğini görecektik. Çünkü bu sonsuz ko­
ridorların içinde sırlarla dolu gizli yerler olmalıydı. Sadece on­
ları bulm am ız gerekiyordu.
N iyetim izi ilk önce Nadine’in arkadaşını bulmaya odakladık
ama tek yaptığım ız tekrar devasa ön kapıya varana dek yürümek
oldu. Kapının kulpunu her kontrol ettiğimizde, yine kilitliydi.
N adine’e, “Belki de bu gittiği anlamına geliyordur,” dedim.
“Sürekli buraya, ön kapıya çıkıyoruz. Bunun bir anlamı olmalı,
değil m i?”
338 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Nadine başıyla onayladı ama gözleri kayıp gibiydi.


Daha sonra odak noktamızı çevirdik ve annem hakkında
daha fazla şey öğrenmeye odaklandık ama bu bizi hiçbir yere
götürmedi. Daha fazla koridora veya boş odalara açılan sonsuz
koridorlar ve dolambaçlı merdivenler...
Sonunda vazgeçtik.
Yollarımızı ayırırken Willow, “Sihri kontrol edemeyecek ka­
dar yorgunuz,” dedi. “Yarın tekrar denesek daha iyi olur.”
Nadine ve ben başımızı salladık ama W illow ’un iyimserliğine
sahip olmadığımızı açıkça belli ediyordu bakışlarımız.
Nadine koridora çıkıp ortadan kayboldu am a ^^illow ya­
nıma geri döndü.
“Elbisen için üzgünüm,” dedi.
İç çektim. “Roman sana elbiseyi değiştirdiğini söyledi mi?”
“Roman mı? H ayır...” Yanakları pembeleşti. “Ben yaptım.
Romanın seni eğitmesini kıskandım. Sadece yürüyüp stres at­
maya çalışırken senin kapma geldim ve hiç düşünmeden elbi­
seni değiştirdim.”
Ağzım açılıp kapandı. Willow’un bunu yaptığına pek inana­
madım.
“Çok üzgünüm.” Gözlerinden yaşlar akıyordu.
Ondaki çatlağı daha önce görmüştüm. Her ne kadar yalan
söylese de bunun onu rahatsız ettiğini biliyordum. D aha iyi bir
arkadaş olsam, Romanla çalışmayı bırakabilirdim am a ben daha
iyi bir arkadaş değildim.
Ona “Kafana takma,” dedim ve bunu söylerken samimiydim.
“Hayır. Olmaz. Ben öyle biri değilim.”
“ö y le olmadığını biliyorum.” Uzanıp elini sıktım . “Zaten si­
yahı tercih ederim.”
Bir gözyaşı süzülürken güldü. “Gerçekten muhteşem görü­
nüyordun.” Gözleri gözlerimle buluştuğunda hâlâ gergin görü­
nüyordu. “Arkadaş mıyız?”
“Her zaman.” En azından birimiz kaybedene kadar.
M a r g ie Fu s t o n 339

Gülümsedi ve uzaklaşırken el salladı.


Kapımın önünde yalnız kaldığımda, açmayı tekrar denedim.
Belki diğer ikisi yeterince odaklanmamıştı. Kimse annemle ilgili
bir şeyler öğrenmeyi benden daha fazla isteyemezdi, bu yüzden
koridor değişene kadar yürüdüm ve kendimi daha önce hiç git­
mediğim bir yerde buldum: sedef beyazı kulplu sade siyah bir
kapının önünde biten, koyu renkli ahşap panelli bir koridor.
Kulpu çevirmeye çalıştım ama hiçbir şey elde edemedim.
Buradaki her şey neden kilitliydi?
Bu koridor tekrar kendi koridoruma dönüşene kadar yürü­
düm am a sonra odamın önünden geçip yürümeyi sürdürdüm ve
yeniden ahşap panelli koridora vardım.
İmkânsız. Kapıya döndüm. Kulpunu tekrar salladım. Hiç­
bir şey olmadı.
Hüsrana uğramış bir halde iç çekip bir kez daha arkama dön­
düğüm sırada kapı gıcırdayarak açıldı.
Roman, altında pantolonuyla, üstünde gömleği olmadan ka­
pıda duruyordu. Gözleri yarı uykuluydu ve dağınık koyu kes­
tane saçları, kapısının yanındaki duvar apliğinden yayılan loş
ışıktan dolayı yüzünde gölgeler bırakıyordu.
“Ava?” Soru gözlerine ulaştı. Gözlerinin içinde kalbimi hem
hızlandıran hem de acıtan bir umut vardı.
“B e n ...” Geri çekildim. İçeri girmeyi bu kadar istemem
şimdi biraz canım ı sıkmıştı. Ona Willow ve Nadine’e anlattığım
her şeyi anlatm ak istiyordum.
“Yanlış yere geldim.” Sihrin insanı gitmek istediği yere gö­
türmesi gerekiyordu, bu yüzden beni sürekli Roman ın kapısına
getirmesi m antıklı değildi. Ben Xander’la birlikteydim. Onunla
aramdaki şeyi seviyordum. Karmaşık değildi.
Roman’ın ifadesi solmuş bir çiçek gibi sarktı, sonra doğrulup
başını salladı. “Tabii.”
“Seni rahatsız ettiğim için özür dilerim.”
Yumuşak bir sesle, “Asla rahatsız etmedin,” dedi.
340 A C IM A SIZ İLLÜZYONLAR

Tam arkamı dönecekken onun yüzüne bakm ak için geri


döndüm. “Neden elbisemin değişmesi konusunda suçu üstlen­
din? W ıllow itiraf etti.”
“Onun yaptığını tahmin etmiştim. Sana, sanki bir şey yap­
mış gibi bakıp duruyordu.” Omuz silkti. “O nun yapmasının
seni daha çok inciteceğini düşündüm. Bir kişiyi daha kaybet­
meni istemedim.”
“Teşekkür ederim,” diye fısıldadım.
Sihre beni odama götürmesini söyleyerek oradan uzaklaştım
ve beni tekrar Rom anın odasına götürüp götürm eyeceğini me­
rak ettim. Götürmedi. Tekrar kendi kapımı bulduğum da hisset­
tiğim hayal kırıklığı, hiç hoşuma gitmedi.
alo salonu değişmişti, aynı salon olsa dahi değişikti. Bu­
B rada hiçbir şeyden emin olamıyordum. Ziyafet masası git­
miş, onun yerini, kenarlarındaki kıvrık altın güller dışında siyah
bir büyük sahne almıştı. Güllerden altın rengi boya damlıyor ve
sanki birkaç dakika önce boyanmışlar gibi, boyalar sahnenin ke­
narından aşağıya doğru akıyordu.
Bugün de yarışma devam ediyordu. Bugün hepimiz seçtiği­
miz uzm anlık dalında sırayla performans sergileyecek ve bura­
daki insanlara neler yapabileceğimizi gösterecektik. Kura çekil­
mişti, ben en son çıkacaktım.
O rtam ızdaki yükseltilmiş bir platformda oturan Lucius ve
Annalise dışında herkes sahnenin etrafında toplanmıştı. Yüzü
okunamayan Lucius, uzun parmaklarını tahtının derin maun
ağacına vuruyordu. Annalise boş, soluk gözleriyle dümdüz ile­
riye bakıyordu. Onu zamanının en güçlü çırağı olarak hayal et­
mek zordu.
Arkamı dönüp esnedim ve bu bugün yüzüncü esneyişimdi.
Xander’ın fark etmemesi için elimden geldiğince esnememi tut­
maya çalışıyordum.
“İyi uyuyam adın mı?” diye sordu Xander.
N adine diğer yanımda duruyordu. Gözlerimi ona doğru çe­
virdim, o da elini saçının üzerinde gezdirip ensesindeki dağınık
topuzla oynarken bana yumuşak, çekingen bir gülümsemeyle
baktı.
W illow ve Nadine dün gece gelip beni Willow’un odasında
kız kıza pijam a partisine davet etmişlerdi. Partinin adını böyle
342 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

kovmuşlardı, sanki güç kazanma şansı için kanın ve dehşetin


içinden geçen yolumuzu daha yeni bitirmemişiz de bir yaz kam­
pındaymışız gibi. Gece için ayrıldıktan sonra onları tekrar ka­
pımda gördüğüme şaşırmıştım ama neden orada olduklarını he­
men anladım ve bunun beni mutlu etmediğini söyleyemezdim.
Bir süreliğine unutmaya ihtiyaçları vardı. Bunu yüzlerinden an­
lamıştım çünkü ben de aynı arzuyu duyuyordum. Yine de ne­
redeyse hayır diyecektim. WiIlow’un yeni bir arkadaş edinmiş
olması güzeldi. Yine Parker ve Jacob’la olduğu gibi onları dışarı­
dan izleyen bir seyirci olacaktım. Kaçmaya çalıştığım her şey bir
şekilde beni buluyordu. Ama Willow koluma girdi ve beni oda­
sına âdeta sürükledi.
Nadine’de de aynı isteksizliği hissediyordum ama ne zaman
düşüncelere dalacak olsak, Wİllow yanımızdaydı ve bizi içinde
bulunduğumuz ana geri getiriyordu.
Xander çenesini kasarak ikimize birden baktı. “Arkadaş edi­
niyorsun gördüğüm kadarıyla?”
“Ben arkadaş canlısı bir kızım.”
Nadine’e sanki potansiyel bit tehditmiş gibi bakarken, “De­
ğilsin,” diye mırıldandı.
Elbette. O benim rakibimdi. Unutmuş değildim.
Xander eğilip sesini sadece benim duyabileceğim şekilde al­
çalttı. “Kimseye güvenme.”
Omuz silktim. Ben aptal değilim.
Kalabalık susarken, Nadine’e özür dilercesine gülümsedim.
Kurada ilk sırayı Willow çekmişti. Sahne korkusunun ol­
duğunu söylediğini anımsıyordum ve biz teker teker giderken
onun oturup kaygılar içinde boğulmak zorunda kalmamasına
sevinmiştim. Baharın tüm yeşilliklerinden yapılm ış ve yumuşak
pembe gül goncalarıyla bezenmiş dökümlü bir elbiseyle muh­
teşem ve sakin bir şekilde sahneye çıktı. Piyano bankına otu­
rup parmaklarını tuşların üzerinde gezdirmeden önce başını se­
yirciye doğru salladı. Pozunu korudu, hiçbir açıklama yapmadı,
Ma r g ie Fu st o n 343

sadece izlememiz ve tahmin etmemiz için bize biraz zaman ta­


nıdı.
İlk notaları, kulaklarımıza ulaşmadan önce neredeyse fısıl­
tıyla izin ister gibi kısa ve yumuşaktı. Notalar sanki anık izin ve­
rip vermediğimizi umursamıyormuş gibi yükseldikçe, hafif bir
esinti W illow ’un elbisesini döndürüyordu. Her notayla birlikte
sahnenin etrafında küçük bir parça çim yeşilleniyordu. Parmak­
ları uçuşmaya, notalar tarladaki kızlar gibi kıkırdamaya başladı.
Altında, gelincikler ve papatyalar hayat bulurken, saçlarımı ya­
naklarıma değdiren bir esintiyle hafifçe sallanıyorlardı.
Kokularını duyabiliyordum. Tatlılık içime işliyordu, sanki sı­
cak bir bahar gününde bir hamaktaydım ve melodi sadece ka­
famda çalıyordu, yavaş yavaş göz kapaklarım düştü. Nihai il­
lüzyon. Tüm duyulara hitap eden sihir. O piyanoyu çalarken
sarmaşıklar piyanonun ayaklarından yukarı doğru tırmanarak
kapağı ve müzik rafını kapladı. Hırslı bir sarmaşık, notaları de-
lip geçerek döne döne yukarı yükseldi ve Willow’un başının
üzerine çıktı. W illow farkında değildi. Gözleri kapalıydı, par­
makları tuşların üzerinde gezinirken başı hafifçe ileri geri salla­
nıyordu.
M üzik arttıkça yükselen sarmaşıklar piyano kapağının bir
buçuk metre yukarısında yüksek bir noktaya çarptı. Kreşendo
tıpkı baharın kendisi gibi kısaydı ve biterken, sarmaşıklarda
koyu mor çiçekler patladı.
Parça yine yumuşak notalarla, neden oldukları çılgınlık için
fısıltıyla özür dilercesine sonlandı.
Etkileyiciydi.
Bu beni hem sersemletmiş hem de hasta etmişti ve tam elle­
rimi kaldırıp bir kez çırpmıştım ki bir el sağ bileğimi kavrayıp
tekrar alkışlamamam için elimi indirdi.
G erildim, irkildim ve yanımda Romanı gördüm. Dönüp
Xander’ı aradım ama o gitmişti.
344 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Roman zarifçe kulağıma doğru eğildi. Eli hâlâ bileğimdeydi


“Alkışlama.”
İrkildim, o da beni hemen bıraktı. Ağzının boynum a bu ka­
dar yakın olması, sakladığı şeyi hatırlatıyordu bana.
Ellerini birleştirdi ve gözleri W illow’un nezaketle selam ver­
diği sahneye odaklandı.
Onun ikiyüzlülüğüne itiraz etmek için ağzım ı açacaktım ki
gerçekten o da alkışlamıyordu. Elleri yavaş ve aylak bir hareketle
tekrar tekrar birbirine yaklaşıyor ama asla birbirine değmiyordu.
Çevremizdeki herkes alkışlıyordu. N adine yanımda
W illow’un adını haykırıyordu. Şaşkınlıkla kaşlarım ı çatarak
Rom anın sahte alkışlarına döndüm.
“Yukarı bak,” dedi.
Başımızın üzerinde camdan bir küre parlıyordu. Merkezinde
süzülen ışık, alkışları emerken, biraz daha güçlü bir şekilde tit­
reşiyordu.
Alkışları ölçüyordu.
Roman, Willow’a hiçbir şey vermiyordu.
Çırağının kazanmasını istiyorsa, bu çok anlam sızdı.
Alkışlar azalırken, Roman benden uzaklaşıp salondan dışarı
çıktı.
Onun peşinden gittim, koridorda attığı uzun adım lar yüzün­
den onu yakalamak için neredeyse koşmam gerekti.
“Roman.” Adını söylediğimde adımları titredi.
Kolunu tuttum. Pazıları avucumun altında bir saniyeliğine
kasılıp hemen gevşedi. Bana doğru döndüğünde yüzü soğuktu.
Gözleri, gömleğinin beyaz kumaşını kırıştıran elim e kaydı.
“Neden alkışlamadın?”
Yanımızdan geçen mavi dudaklı bir kadın m or kaşlarını kal­
dırıp bize baktı.
Roman kollarımdan tutup, ayaklarının etrafında ve saçında
gerçek çiçekler açan bir peri heykelinin olduğu bir köşeye çekti
beni. Heykelin dirseklerinden biri sırtıma batıyordu.
MARGIE FUSTON 345

“Sesini alçalt.”
“Neden? Neden Willow’un kazanmasını istemiyorsun?”
Ağzının öylece açılıp kapanması, cevabı bilmediğine inan­
mamı sağladı. Elleri, kollarımı sıkıyordu ama acıtacak kadar sert
değildi.
Benim elim de hâlâ onun kolunu tutuyordu. Oradan geçen
birine bir anlığına gizlice buluşmuş âşıklar gibi görünebilirdik.
Küçük köşemiz birdenbire çok ısındı.
Gözleri, sanki cevabı arıyormuş gibi yüzümde gezindi. Sonra
beni bıraktı ve kolunu kırabilecek kadar hızlı bir şekilde dönüp
tutuşumdan kurtuldu.
Koridorda yürüdü ve arkasına bakmadan gözden kayboldu.
Bir an köşedeki duvara yaslandım. Peri heykeli baştan çıkarıcı
gülümsemesi ile oradan geçen sihirbazlara bakıyordu. Aşağıya
uzanıp ayaklarının arasından pembe damarlı beyaz bir çiçek ko­
pardım. Sapını kırdığım anda yeniden büyüdü.
İç çekip tekrar salona geçtim.
Xander diğer taraftaki bir duvara yaslanmıştı. Romanla be­
nim az önce durduğumuz yerden üç metre kadar uzaktaydı.
Sanki yanlış bir şey yapmışım gibi ürktüm.
Gözlerini kısıp elimdeki çiçeğe baktı önce, sonra da yüzüme.
“ö y le d e ğ il...” diyerek söze girdim.
Döndü ve Roman’m ters istikametine doğru yürüdü ve bü­
yülü dalından koptuğu için çoktan solmaya başlamış çiçekle
beni baş başa bıraktı.

Xander’ı yeniden performans salonunda buldum. Nadine sah­


nedeydi, siyah perdeyi başının üzerine kaldırmıştı. Perdeyi in­
dirdiğinde, Nadine’in yerinde bir tavus kuşu vardı. Tam tavus
kuşu muhteşem tüylerini havalandırıyordu ki Xander’ın yeşil
saçlarını fark ettim onun yanma doğru, öne ilerledim.
U S-> . . . . J •• W •• >| • I w « I »

U o r u n d u ğ u gibi değil.
346 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Gözleri sahneden ayrılmadı. Tavus kuşu, m avi-yeşil tüylerin


patlamasıyla ortadan kayboldu. Nadine, sahneyi süsleyen bir­
kaç renkli perdeden birinin arkasında yeniden belirdi. Bir da­
kika önce üzerinde olan gümüş rengi tulum , şim di belden aşa­
ğısı tavus kuşu tüyleriyle vurgulanmış koyu m avi bir elbiseye
dönüşmüştü.
“Xander.”
Gözleri bana doğru kayıp sonra yeniden uzaklaştı.
“Konuş benimle.”
“Benim söyleyecek bir şeyim yok ama görünüşe göre senin
var.” Kollarını göğsünde bağladı. Nadine sahnede yine siyah ku­
maşını başından geçiriyordu.
“Roman ve ben sadece... arkadaşız.” Arkadaş kelim esini söy­
lemekte tereddüt ettim ama Xander’ın m uhtem elen düşündüğü
sebepten değildi.
Xander sahneye doğru başını salladı. “Bunu izlemelisin.”
Nadine perdeyi başının üzerine çekti, sonra bıraktı ve arka­
sında bir sürü kral kelebeği bırakarak ortadan kayboldu. Ke­
lebekler seyircilerin üzerinden geçip ellerin ulaşamayacağı bir
yerde durdular.
Güzel. Başka bir zaman olsa büyülenirdim.
“Daha önce de ortadan kaybolma gösterileri izledim. Kcle-
bekli değildi onlar ama önemi yoktu bunun.
“Hayır. O, kelebeklere dönüştü. Vücudunu tam am en başka
bir şeye dönüştürdü.” Sesi yumuşak ve şaşkındı. “Bırak bir yı­
ğın hayvana dönüşebilmeyi, tek bir hayvana bile dönüşebilen si­
hirbaz sayısı çok azdır. Hele hele çıraklar bunu asla yapamazlar.”
Ağzımı bir acılık ekşitti. Nadine’in amacı kazanm ak olma­
dığı halde yine de benden daha iyiydi. Benim de başka amaçla­
rım vardı ama ben bu yaşamı da istiyordum. Kelebekler sahneye
dönerken, kıskançlığımı bir kenara itmeye çalıştım . Kazan­
mama bir katkısı olmayacaktı.
M a r g ie Fu st o n 347

Sonunda ağzının bir tarafı aşağıya doğru bükülmüş halde


bana baktı. “Yani şimdi sen ve Roman arkadaşsınız, öyle mi? Sa­
dece ondan bir şeyler öğrenerek ondan faydalandığını sanıyor­
dum. Sen bu ailenin yanında mısın değil misin? Çünkü o asla
bunun bir parçası olamaz.”
Kelebekler bir araya toplandı ve yavaş yavaş bir insan şeklini
aldı. Ardından şekillenme bittikten sonra, dağılıp kül gibi yağ­
dılar. Nadine, küllerin ardında muhteşem, etek uçlarında kele­
bek desenleri olan turuncu bir elbiseyle duruyordu.
Hiç düşünmeden alkışlamaya başladım ama sonra durdum.
Nadine kazanmayı istemiyordu. Alkışlamadığım için kendimi
suçlu hissetmeme gerek yoktu.
Nadine selam verip sahneden inerken, Xander da alkışla­
madı.
W illow, “Beni geride bıraktı,” dedi.
Ne kadar süredir diğer yanımda olduğunu bilmiyordum.
Hep parıldayan gözleri bu sefer sessizdi.
“Sen de çok güzeldin.”
“Elbette öyleydim ama Nadine mükemmeldi.” Baygınca gü­
lümsedi. “Umalım da Ethan berbat olsun.” Göz kırptı.
“Orası kesin.”
Birkaç sahne görevlisi sahneyi boşalttı ve Ethan merdivenler­
den yukarı çıktı. Aralarda mola olmuyordu ve ondan sonra sı­
rada ben vardım.
Baştan aşağı bembeyaz bir takım elbiseyle sahnede bir ileri
bir geri dolaşan Ethan, “Bir gönüllüye ihtiyacım olacak,” diye
duyurdu. Beyazda bir gösteriş hissi vardı; kötüler kar beyaz gi­
yerdi.
ö n ü m d e durduğunu fark ettiğimde irkildim. Gözleri kısıldı.
uAva.
A »
Keşke adım ı bilmeseydi, diye geçirdim içimden ve bu, böyle
bir şeyi ilk dileyişim değildi. Xander’ın parmakları benimkilere
dolandı. “H ayır de,” diye mırıldandı yavaşça.
348 A C IM A S IZ İLLÜ ZYO N LAR

“O lmaz.” Aristelle, W illow’la arama süzülerek yanımda bç.


lirdi. “Bir korkak gibi görünür.”
Xander ve Aristelle iki yanım dan birbirlerine dik dik bak],
yorlardı.
Ama Aristelle haklıydı. Kalabalık, Ethan’ın yeni hamlesi kar.
şısında şimdiden heyecanla m ırıldanm aya başlam ıştı. Artık onu
değil, beni izliyorlardı. Muhtemelen hayır diyeceğim i ve sah­
neye çıkmadan önce kendi konum um u zayıflatacağım ı umarak,
beni yargılanacak kişi haline getirm eyi başaracaktı. Zeki piç.
O da bunu biliyordu. Yüzünden okunuyordu her şey. Kalkık
alaycı kaşları. Kibirli gülümsemesi. D urup düşündüğüm her sa­
niye etrafımdaki kalabalığı kaybediyordum .
Tek seçeneğim onun gösterisini çalm aktı.
Xander’dan ayrılarak sahnenin her iki tarafındaki merdiven­
lere değil, sahnenin ortasına yöneldim . Tereddüt ederek kaybet­
tiklerim in bir kısm ını şimdi geri kazanm am gerekiyordu.
Ethan benimle ortada buluşmak üzere harekete geçti ve çö-
melerek elini uzattı.
Elini görmezden gelip kollarım ı sahnenin kenarına daya­
yarak bacaklarımı hızla yukarı çektim . Yaptığım tüm koşulara
ve antrenm anlara teşekkür borçlu olduğum bir zarafetle ayağa
kalktım . Ethan’ın çömeldiği yerden kalkm aya vakti olmadan,
onu kaldırm ak için bu sefer ben elim i uzattım .
Kalabalık kahkahalarla coşarken, Ethan kaşlarını çattı. Seyir­
ciler benimdi. Kendime ufak bir gülüm sem e izni verdim.
Sonra yanındaki silahı çıkarıp, inci kabzası ellerinde dans
eden bir yıldız gibi parıldayana kadar parm aklarının arasında
döndürdü. Kalabalık onun bu parti num arasını alkışladı. Böy­
lece seyircileri geri almış oldu. Ama şim dilik.
A rtık sürekli el ve ayak bileklerime taktığım bıçaklar yüzün­
den parmaklarım kaşınıyordu. Ellerimi sakin bir şekilde iki ya­
nımda tuttum. Gergin hareketlerin bana bir faydası olmazdı.
M a r g ie Fu s t o n 349

Onun asistanını oynayacak ve bu işi bitirecektim. Kalabalığı bir


anlığına tekrar çalabilirsem çok daha iyi olurdu.
“Sihirbaz dostlarım,” diye bağırdı, konuşurken bir yandan
da silahını bir elinden diğerine dolaştırıyordu. “Bu gece gerçek
bir ziyafet çekeceksiniz. Bu gece çıplak ellerimle bir kurşun ya­
kalayacağım.”
Neredeyse homurdanacaktım. Bu çok yapılmış bir numa­
raydı. Penn ve Teller bu konuda ustaydılar. Onlar da bunun üs­
tesinden çok güzel geliyorlardı. Siz nasıl yaptıklarını anlamaya
çalışırken, o muhteşem an, kalbinizi durduracak kadar güzel
oluyordu. Videoyu internette neredeyse otuz kez izlemiştim, en
küçük detayları ve el hareketlerini ayıklayıp sonunda bunu na­
sıl yaptıklarını keşfetmiştim. El çabukluğu numarası ve cam pa­
nelleri parçalayan balmumu mermiler. Cam, hoş bir dokunuştu.
Ethan’ın buna yeni bir şey eklemesi mümkün değildi.
Yine de bir insan kalabalığı bunu alkışlayabilirdi. Nasıl ya­
pıldığını bilseler bile, yapılan bir numara yine de bir hayranlık
duygusu oluştururdu. Özellikle de çok fazla düşünce ve kont­
rollü hareket gerektiriyorsa. Kalabalık susmuş bekliyordu.
Ethan dönüp bana doğru bir adım attı. Bir cebine attığı elini
kapalı bir yum ruk şeklinde çıkarıp bana uzatırken, gözlerimi
işaret parmağında döndürdüğü silahta tuttum. Bana verdiği şeyi
almak için gözlerimi parmağından çekmek zorunda kaldım.
Altı kurşun avucuma düştü. Gerçek hissi veriyorlardı.
Silahını kavradı ve silindirini açtı hızla, çevirdi ve namluyu
tuttu.
“Buyur,” dedi.
Sanki yapacağımı umduğundan eminmişim gibi, hiçbir açık­
lama beklemeden mermileri yuvalarına yerleştirdim. Silahları ta­
nımıyor olabilirdim ama birkaç kovboy filmi izlemişliğim vardı.
İşim bitince silindiri tekrar yerine oturttu ve silahı bana
doğru tutmaya devam etti.
350 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Hiçbir şey yapmadığım halde yavaşça gülüm süyordu. “Bu


gece silahı ateşleyeceksin.”
Elbette. Tabii ki bu numarayı yapması için birinin ona ateş
etmesi gerekiyordu. Sadece kurşunları test edeceğim i, belki de
aralarından birinin üzerine adımı yazacağımı, sonra da kalabalı­
ğın içindeki yerime döneceğimi düşünmüştüm.
Ellerim terliyordu. Bu, prova edilmiş bir rutinle sahnede ol­
makla aynı şey değildi. Xander’la olan ilk deneyim im le ben­
zer bir şey değildi. O, kartlarla oynuyordu. Ethan ise bana si­
lah doğrultuyordu.
Sesini alçalttı. “Nişan alabilen birine ihtiyacım var. Sen de
bıçak gösterisi yapıyorsun.”
Bunu, sanki beni seçmesinin tek nedeni buym uş, sanki öyle
olmasa beni seçmeyecekmiş gibi söyledi. Aslında bir iyiliğe ihti­
yacı vardı. Ve aslında ben iyilik yapma işinde pek iyi değildim.
Yine de elimi uzattım. Ağır ve soğuk silah avucumdaki teri
dondurdu.
Ethan kulağıma eğildi. “Iskalama. Önce sağ elim i, sonra sol
elimi hedef al ve kurşunlar bitene kadar dönüşüm lü olarak bir
sağa bir sola atış yap.”
Altı mermi. Altı gerçek kurşun. Sanırım. Tam olarak emin
değildim. Numarası, az önce sandığım kadar da aptalca görün­
müyordu.
Ethan sahnede gezinirken seyirciler sessizliğe göm üldü; sı­
kıntıdan mı yoksa beklentiden mi, bilmiyordum. Xander’m ha­
fifçe öne doğru eğildiğini gördüm. Yanındaki Aristelle bile ger­
gin görünüyordu.
Ethan diğer tarafa ulaştığında yüzünü bana çevirdi.
Ellerini doğrudan göğsünün önüne doğru uzatırken, ağzı
bana bir şeyler mırıldandı. Iskalama.
Elleri yanında olsaydı kendimi çok daha iyi hissederdim.
Eğer öyle olsaydı ve hedefi ıskalasaydım, kurşun sahnenin ke­
narına saplanırdı ve kaybedeceğim tek şey gururum olurdu.
M a rg ie F u s t o n 35i

Ama o, çıtayı yükseltmişti. Ayrıca kurşunların avucunun için­


den geçip göğsüne girmeyeceğini umsa iyi ederdi. Ona bunu
daha önce yapıp yapmadığını sormak istiyordum. Yapmış olma­
lıydı. Şu anda yeni bir şey denemek aptallık olurdu.
Silahı iki elimle tutuyordum. Bir elim kabzayı gevşek bir şe­
kilde kavrarken, diğeri namlunun dayanma noktasındaydı. Sila­
hın bu şekilde tutulmadığına emindim.
Ethan, “Ava, şimdi,” diye komut verdi.
Silahı yanım a indirdim, elimle bir tarttım, sonra kaldırdım.
Sallandı, yabancı ve hantaldı. Ellerimin kıvrımlarına uyan ve
hemen vücudumun sıcaklığına ulaşan bıçaklarıma hiç benzemi­
yordu.
Neredeyse silahı fırlatıp buradan uzaklaşacaktım. Ama bu­
nun yerine parmağımı tetiğe yerleştirip nişan aldım ve tetiği
çektim. Bir anlığına mermiyi yönlendirmek için sihir kullan­
maya çalışmam gerektiğini çok geç fark ettim. Muhtemelen
beklediği bunu yapmamdı.
Iskaladım.
am benim tetiği çektiğim anda Ethan’ın ellerinin beş san­
T tim kadar aşağıya düştüğüne yemin edebilirdim . Artık ni­
şanımı ayarlamam için çok geçti.
Onu doğrudan göğsünden vurdum ve beyaz göm leği kana
bulandı.
Seyircilerin nefesi kesildi, birkaç kişi neşeyle kıkırdadı.
Silah ellerimden kayıp düşerken, Ethan’ın dizleri büyük bir
gürültüyle sahneye çarptı, ö n e fırladım ve tam yanında dizle­
rimin üzerinde kaydım. Hâlâ dik durduğu halde başı göğsüne
düştü.
Kolunu tuttum. “Ethan.” Onu sarstım. “Ethan.”
Seyirciyi duyamıyordum. Ya ses çıkarm ıyorlardı ya da benim
kafamın içindeki uğultu, kendi nefesim dışındaki her şeyi bas­
tırıyordu.
“Uyan!” diye bağırdım. Seyirci kalabalığını taradım . Bazıla­
rının ağzı açıktı. Bazılarının yüzünde, sanki bu harika bir nu­
maranın bir parçasıymış gibi hafif bir gülümseme vardı. Sadece
üç kişi hareket ediyordu. Xander kalabalığın arasından soluma
doğru ilerlerken, Aristelle de onun peşindeydi. Roman kenar­
dan ilerliyordu. Willow ve Nadine onların iki sıra gerisindeydi
ve ikisi de donmuş durumdaydı.
Elim ıslaktı. Tuttuğum yakadan kan sızıyordu.
İyileşmiyordu. Bazı yaraların iyileşmesi çok zordur. Bilincini
kaybettiğinde sihrini kontrol edemezsin. Roman bana, çoğu si­
hirbazın daha az ölümcül illüzyon numaraları yapm ayı seçmesi­
nin nedeninin bu olduğunu söylemişti.
M a r g i f Fu s t o n 353

Aniden Ethan kafasını yukarı kaldırdı ve bembeyaz dişleri­


nin arasını kan doldurmuşken sırıttı.
Parmaklarım kanlı gömleğini yokladı. Sonra gömleğini yır­
tıp açtım. Göğsü ortaya çıkınca cebinden temiz bir mendil çıka­
rıp yarasındaki kanı sildi.
Pürüzsüz bir deriden başka bir şey kalmadı geriye.
Sanki bu işin bir parçasıymışım gibi, sanki numarayı tamam­
lamak için tam doğru zamanda perdeyi açan asistanıymışım gibi
hâlâ yakasını tutuyordum. Elimi bırakıp bana sırıttı. Dişlerin­
deki kana bakarken donup kaldım. Mükemmel bir dokunuştu,
tıpkı cam kırılması gibi; midenizi şişiren ve tüm bunların muh­
teşemliğini takdir etmeden önce sizi kısa bir an için bile olsa buz
gibi yapan bir yetenek katıyordu. Gözlerinde bir şeyler titredi.
Kararlılık olduğunu bir saniye geç fark ettim.
Bitmemişti.
Bir elini hâlâ uzanmış olan koluma doğru kaldırıp bıçakla­
rımdan birini çekip çıkardı.
“Yapma.” Kelimeyi güçlükle ağzımdan çıkardım ve kendisini
bıçaklamasını engellemek için ona doğru eğildim. Vücudu ken­
dini daha fazla iyileştiremezdi.
Ama o, kendine değil bana sapladı bıçağı, hem de kabzasına
kadar.
Ben topuklarımın üzerine düşerken, bıçak iyice yerine yer­
leşti. O nun ayağa kalktığının, benimle yer değiştirdiğinin, şovu
için beni kanamaya terk ettiğinin belli belirsiz faikındaydım.
Biri, “Bıçağı çıkar,” diye bağırdı. Bu bir erkek sesiydi. Ka­
famdaki sisten dolayı, bağıran kişi Roman mıydı yoksa Xander
mıydı, em in olamıyordum. Belki ikisi de değildi.
Ama Ethan değildi. Beyaz bir bulanıklık olarak tepemde eği­
lerek selam verdi. Sihirbazlar şiddetli alkışlarla patladılar.
Kendi elim in bıçağın beyaz kabzasına tutunmasını izli­
yordum. Neredeyse komikti. Siyah kıyafetlerim kanı gizli­
yordu. Doğrusunu bilmiyorsanız, hileli bir bıçak olduğunu
354 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

sanabilirdiniz. Ama kanı hissedebiliyordum, sıcak ve yapış­


kandı. Belki de kalabalık bunun hileli bir bıçak olduğunu dü­
şünüyordu. Geriye doğru çöktüm ve yürürken bacaklarım ı al­
tımda büktüm. Her hareketimde bıçak sallanırrken, bir yandan
da haykırıyordum ama aç tezahüratlar sesimi yutuyordu. Başımı
kalabalığa doğru çevirdiğimde onların bunun bir hile olm adı­
ğım bildiklerini fark ettim. Sadece um ursam ıyorlardı. Bu onla­
rın can attıkları, daha önce görmedikleri bir şeydi. Eğlence için
ölüm gösterisi yapılıyordu.
Ama iyileşemiyordum. Ölmek zorunda değildim . Bunun
kan büyüsü olup olmadığı umurumda bile değildi, sadece acı­
nın durmasını istiyordum.
Xander’ın yüzü gözümün önünde belirdiğinde, tutuşum u
daha da sıkılaştırıp içimdeki bıçağı hareket ettirdim .
Elim yana düştü ve bıçak takırdadı.
“Tamam, güzel,” dedi Xander. Yüzünü sakın tu tab ilm ek için
kendisiyle savaş halindeydi. “Şimdi iyileş. Bunu kendin yap
yoksa zayıf görüneceksin.”
Sihri, derimin altında hep var olan uğultuyu aradım . Bana
sessizlik cevap verdi. Soğuk bir sessizlik. Sızlandığım ı sanıyor­
dum ama aslında sızlanmıyordum. Daha çok keskin, hayvansı
bir ağıttı ağzımdan çıkan.
Xander karnıma dokundu -en azından ben onun olduğunu
düşünüyordum- ama hâlâ bir değişiklik yoktu.
“Onu iyileştir.” Roman da buradaydı, sesi gergin am a sa­
kindi.
“Yapamıyorum!” diye bağırdı Xander. En azından ben bağır­
dığım düşünüyordum. Her şey bulanık geliyordu. “Lucius beni
engelliyor.”
Sesler içeri dışarı dalgalanıyordu.
“Bunu umursuyorum çünkü ben adil bir dövüş istiyorum .
Böylesi adil değil,” dedi Roman.
Konuştuğu kişi her kimse, onun cevaplarını duyam ıyordum .
MARGIE FUSTON 355

“O olm adan gösteri yapamazsın,” dedi.


Xander başını konuşmaya doğru çevirdi.
X ander’ın profiline, bu onu son görüşümmüş gibi baktım.
Sonra benden uzaklaştı.
O nun yerini Lucius aldı. Onun zalim mavi gözlerine odak­
lanm aya çalışsam da gözlerim sadece kapanmak istiyordu. Bu­
nunla savaşıyordum.
“Bunu ikinci kez yapmayacağım. Herkes için.” Sözlerin be­
nim için olup olmadığından emin değildim ama sonra sihir yan­
maya başladı ve hiçbir şey umurumda olmadı.
Bir hiç olana dek çığlık attım.

Yatağımda, sırtüstü yatarken uyandım. Yanıma dönüp inledim.


Reina ve D iantha pencere kenarındaki iki sandalyeden kalkıp
yanım a geldiler.
“Ne oldu?” Neden bu kadar ağrım vardı? Eğer düzgün bir şe­
kilde iyileşm iş olsaydım, hiç ağrımın olmaması gerekirdi.
“Bayıldın. Lucius bile sihrin seni tamamen iyileştirmesini
sağlayam adı.” Reina’nın yüzü karardı. “En azından öyle söyledi.”
D iantha usulca, “Yine de yaşayacaksın,” diye ekledi.
Ama beni sahnede kanlar içinde bırakmak istemişti. Neden?
Herkese daha iyi bir gösteri sunmak için mi? Yoksa kendimi iyi­
leştirmek için sihrime ulaşamadığım için mi? Yoksa sihrin beni
iyileştireceğinden şüphem mi vardı? Belki bıçağı çıkarmadan
önce bir anlık, bir saniyelik bir şüphe olmuştu ama o kısacık
süre yeterli olmuş olmalıydı.
U ğultu şimdi geri gelmişti. Bunu derimin altında hissedebi­
liyordum am a şimdi korku tenimin altına sızıyor, onu lekeliyor,
zehirliyordu. Sallandım. Hayatta kalmak için güven gereklidir.
“Ne kadar baygın kaldım?”
“Sadece on beş dakika oldu.”
356 A C I M A S I Z İ 11ÜZ Y O N LA II

Utanarak ayaklarımı yataktan çıkardım. “X ander nerede?”


Burada olmamasına şaşırmıştım. Üzerime çöm eldiğinde yüzün­
deki paniği uzun zaman unutmayacaktım.
Reina ve Diantha birbirlerine baktılar.
Diantha cevap verdi. “Seni buraya getirdikten sonra Ethan’ın
peşine düştü.”
“Ne?” Ayağa kalktım ve kendimi tutm ak için yanağım ın
içini ısırdım.
Reina, “Endişelenme,” dedi. “Roman da onunla g itti.”
“Ne?” Sesim biraz yükseldi. Dengemi bulm aya çabalayarak
kapıya doğru dengesiz bir adım attım.
Reina, “Bırak, bu işi onlar helletsin,” dedi.
Cevap vermedim. Bunun yerine elimden geldiğince doğru­
lup onları arkamda bıraktım.
Koridorlarda tökezleyerek, daha önce olm ayan dem ir korku­
luklara tutundum. Sanki sihir benden özür diliyor, bana bir ba­
rış teklifi sunuyordu ya da belki de bunu kafam da yorum luyor-
dum ve sadece görmek istediğimi görüyordum. Her halükârda
korkuluklar işime yarıyordu, koridorlarda dolaşırken korkuluk­
lara tutundum.
Nereye gittiğimi bilmiyordum ama sonunda hararetli ses­
lere kulak misafiri oldum ve seslerin geldiği siyah bir kapının
önünde durdum. Mağara gibi siyah bir odanın içinde Lucius
tahtında oturuyordu, bir tarafında Roman ve Xander, diğer ta­
rafında Ethan vardı.
Xander, “Bana adil geldi,” dedi.
Ağzı sert bir çizgi halini alan Ethan ona dik dik baktı.
Dişlerinin hâlâ kanla kaplı olup olm adığını -Xander ve
Roman ona ulaşmadan ağzını yıkayacak zaman bulup bulama­
dığını- merak ettim. Üzerini değişmeye vakit bulam adığı açıktı.
Sen ne diyorsun?” Lucius’un gözleri kapı eşiğinde duran
bana döndü. “Onun bu gösterisinden dolayı cezalandırılm asını
ister miydin?”
M a r g ie Fu s t o n 357

Yutkundum. Hareket ederken boğazım düğümlendi ve


D ian th an ın verdiği suyu almadığıma pişman oldum. Ethan
beni izliyordu. Benimle göz göze gelemeyecek kadar utancı ol­
m asını umardım ama yoktu. Gözlerindeki şiddet başkalarını
korkutabilecek düzeydeydi. Ama ben korkmadım. Yersiz şiddet
ve başkalarına saldırmaya istekli olmak çoğu zaman aşırı kırıl­
ganlığın bir sonucudur, böylece diğer insanlar onların savunma­
sız kısım larını fark etme zahmetine girmezler hiç. Onları görü­
yordum . O nları tanıyordum çünkü en azından benzeri bende
de vardı. Ama benim Parker’ım vardı. Parker bu hassas noktalan
kabul etmemi sağlardı. O, etrafımdaki her şeyi ve herkesi parça­
lam am ı engelleyen bir dayanak noktasıydı. Hâlâ da öyle.
Belki de Ethan’ın onu kontrol altında tutacak kimsesi olma­
m ıştı. O nun hikâyesini biliyormuş gibi yapamazdım.
Bence yoktu. Hiçbir şey ona engel olmuyordu. Karnımdaki
yara izi de bunun bir kanıtıydı.
Xander bana cesaret verici bir şekilde başını salladı. Bu anı
lehim e kullanabilirdim. Sonuçta bu bir oyundu. Ethan da daha
önce kirli oynamıştı, ödülünü almasına izin vermekle haklı çı­
kacaktım .
R om ana baktım. Onu buraya ikisi birlikte sürüklemişlerdi.
O da aynı şeyi istiyor olmalıydı. Ama yüzü hiçbir şey açık etmi­
yor, kararı bana bırakıyordu.
Lucius beklemekten bıkmak üzere gibi görünüyordu.
“H ayır,” diye cevapladım.
Xander, “Ava,” diye söze başladı ama Lucius soğuk bir bakışla
onun sözünü kesti.
“Kararını verdi.” Tahtından kalktı. Tahtı taştandı ve kenarları
sertti, sanki biri Orta Çağ tarzıyla ve modern tarzı birleştirmeye
çalışmıştı. Lucius kapıya doğru ilerledi ve bir anlığına arkasına
baktı. “Aksi bir karar vermek seni zayıf gösterirdi.” Xander’a
baktı, sonra gitti.
358 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Xander hüsrandan kendi dilini çiğniyordu. Ethan bir şekilde


vaıı kapıya gitmeyi başarmıştı.
Xander onu yakaladı. “O kadar çabuk değil.” Kasları ger­
gindi. Ellerini o kadar sıktı ki damarlarının şiştiğini görebili­
yordum. Bunun sonu iyi olmayacaktı, ö zellik le de Ethan için.
Ethan kapıdan çıktı, Xander peşinden gitti.
“Hayır.” İleriye doğru atıldım. Ağrı, karnım ı sıkıştırdı. “O
iş bende.”
Xander yavaşlayıp bana döndü. “Ava, senin dinlenm en ge­
rek.”
Kapıya ondan önce varamayacaktım.
Roman öne çıkıp Xander’m kolunu yakaladı ve onu dur­
maya zorladı.
“Bunu kendim halletmeliyim.” Yapabilirdim. H ayatım da bir
zorbayla ilk kez karşılaşmıyordum. Geçmişte bunu kendi ba­
şıma gayet iyi halletmiştim. Aslında Parker’m zorbalarıyla da baş
etmiştim. Bu konularda uzman olduğum söylenebilirdi.
Xander’ın yüzündeki acıyı görmezden gelerek R o m an a te­
şekkür dolu bir bakış attım.
Küçük bir yanım, Xander>ın bu işi benim için halletm ek iste­
mesinden dolayı mutlulukla parlıyordu. Ama ona izin veremez­
dim. Zaten ona karşı gardımı yeterince düşürm üştüm . O nun
parlak zırhlı şövalyem olmasına izin vermek bir hata, hem de te­
lafisi kolay olmayacak bir hata olurdu. Bir başkasının sizin için
savaşmasına alıştığınızda, kendi savaşlarınızı kendiniz veremez
olursunuz. Kaslarınız pelteleşir, içgüdüleriniz bulanıklaşır. Bir
canavar, ağzının suyu akarak size baktığında bile ölüverirdiniz.
“O iş bende,” dedim ve darbeyi yum uşatm asını um arak,
“yine de sağ ol,” diye ekledim.
Derin bir nefes alıp koridora çıktım. Ethan koridordaki tek
kişiydi. Güzel. Eğer işler istediğim gibi gitmezse, bunu b in leri­
nin görmesini istemezdim.
“Ethan.”
M a r g ie Fu st o n 359

Lütfedip durdu. Sonuçta benden kolaylıkla kaçabilirdi de.


Ona yürürken irkilsem de elimi karnıma koymayı reddettim.
“Ne yaptın sen öyle?” Ne düşündüğümü özetlemeye yetecek
kadar iyi bir soruya benziyordu. Elbisesindeki kan -kendi kanı
olsa bile- çoktan kurumaya başlamıştı. Bu bir sihir miydi yoksa
klasik bir illüzyon muydu, emin değildim. Merakım daha da
arttığı halde, bu merakı bir kenara ittim. Gerçekten pek de bil­
meme gerek yoktu. Bunun sihir olduğunu varsaymam daha iyi
olurdu. Demek ki konuyu benden daha iyi anlamıştı. Bu onu
bir daha küçümsemeyeceğim anlamına geliyordu.
Omuz silkti ve kolunu aşağı indirdi. Kolu, gerçek olduğun­
dan em in olduğum kanla lekelenmişti. Gerçek olduğunu bili­
yordum çünkü benim kanimdi. “Kişisel değildi. Sadece kazan­
maya ihtiyacım var.”
“Kişisel gibi geldi bana.” Yara izi olduğu belli olan kırmızı izi
görebilmesi için gömleğimi kaldırdım.
Bakmadı.
“Baksana,” diye homurdandım.
Aşağıya ve uzağa baktı. “Sandığım kadar güçlü değilsin.”
Sözlerinde bir hakikat çınlaması vardı. îyileşebilmem gerekirdi.
Eğer sihri biraz daha hızlı kullanabilseydim, o yarayı iyileştire-
bilirdim .
Şüpheler etrafımda dönüyordu. Kaybedecektim. Eğer mi­
demdeki bıçak yarasını iyileştiremiyorsam, alkışa değer bir gös­
teriyi nasıl başarıyla sergileyecektim ki? Bu, sokakta performans
sergilemeye ya da sahnede küçük illüzyonlar yapmaya benzemi­
yordu. Bu insanlar ölümsüzlerdi. Hepsini görmüşlerdi. Ethan
büyük bir memnuniyetle bana bakıyordu.
Bu. Gösteriden elde ettiği şok ve alkıştan daha çok istediği
şey buydu. Kendimden şüphe etmemi, sihirden şüphe etmemi,
ihtiyaç anında sihrin beni terk etmesini istiyordu.
“Sen piçin tekisin,” diye tısladım.
360 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Ellerini ceplerine soktu, omuzları çöktü. “Hem de farklı şe­


killerde,” diye itiraf etti ve savunmasız tarafını gizlem ek için göz
kırptı. “Sana bir iyilik yaptım, Ava.”
“Nasıl yani?”
“Artık biliyorsun. Bu yarışmayı kazanamayacaksın. ölüm üne
deneyebilirsin ama asla kazanamazsın. O yüzden git ve yaşa,” dedi
rahat bir şekilde, sanki sözlerinde örtülü bir tehdit yokm uş gibi.
Bileğimdeki kından bir bıçak çıkardım. U cunu onun kravatı­
nın düğümüne kadar kaldırdım, sonra yavaşça m idesine, beni bı­
çakladığı noktaya indirdim.
İfadesinde bir şeyler titredi ama ürkmedi.
“Devam et.” Hafifçe öne doğru eğilerek bıçağı göm leğinin ku­
maşını yırtacak kadar bastırdı. “Ben nasıl iyileşeceğimi biliyo­
rum.”
“Ben de.”
Bıçağı geri çekip yüzüne doğru bir yay çizerek savurdum ama
ona vurmadım. Ona vurmak yerine diğer elimi kaldırdım ve bı­
çağımı hızlı bir hareketle avucuma sapladım ama bir yandan da
bir kemiğe isabet etmemesi için dua ettim çünkü en zor kemikler
iyileşiyordu. Acıya karşı dişlerimi sıkmak zorunda kalsam da te­
reddüt etmedim.
Ethan irkildi, sonra şaşkınlığını kontrol altına aldı ve kayıtsız­
lığının arkasına saldandı.
Sihri anında kendime çağırdım, sihir de buna cevap verdi; de­
rimde bir titreşme oluşturarak etimi yeniden birleştirdi. Bağırsak­
taki bir yarayı iyileştirmek için gereken sihir bu değildi am a en
azından biraz da olsa becerimin olduğunu kanıdayabilm iştim .
“Güzel bir parti numarası.”
“Beni bir daha sınama.”
Sessizce birbirimize baktık, sonra o topuklarının üzerinde
döndü ve kasılarak uzaklaştı.
Ben de taht odasına döndüm.
MARGIE FUSTON 361

Roman, “Bunu kendisinin yapması gerekiyordu,” dedi. Kö­


şeyi döndüm. Romanın eli hâlâ Xander’ın kolundaydı. Xandcr’ın
yüzü kızarmıştı. Onu Roman mı sabit tutuyordu, anlayamadım.
Beni görünce Xander’ın kolunu bıraktı. Xander hemen döndü
ve sanki acil bir tehlikeyle karşı karşıyaymışım gibi bana doğru
koşmaya başladı. Belki de öyleydi. Bu tehlikeli bir oyuna benzi­
yordu.
u f • • •
İyi mısın?
ul • •
İyiyim. n
Xander’ın gözleri beni süzdü ve elimde kalan kana takıldı.
Uzandı ama ben geri çekildim.
Ağzı incecik bir çizgi halini aldı. “Onu öldüreceğim.”
“Bunu o yapmadı. Ben yaptım.”
Xander’ın gözleri büyüdü.
“İspatlamam gereken bir şey vardı.” Kanı siyah kotuma sildim.
Siyah giymenin kesinlikle avantajları vardı.
Roman tam Xander’ın omzunun arkasından kıkırdadı. Evet,
kıkırdadı. Nadiren gülümserdi ama bu durum onu etkilemişti.
Ben de elimde olmadan kıkırdadım.
Xander ağzı açık bir şekilde bize bakarken, başını iki yana sal­
ladı. Küçük komik eğlencemize katılmayı reddederek, “Bana ya­
rayı göster,” dedi.
Temiz elimi tuttum.
“O değil.”
Kahretsin. Kızlardan biri ona söylemiş olmalıydı. Bunu yap­
mak istemiyordum. Aniden, o neşeli kıkırdama yıllar öncesinde
kalmış gibi oldu.
Tereddüt ederek siyah tişörtümün ucuna dokundum. Yeniydi.
Ben dışarıdayken biri değiştirmişti.
“O kadar da kötü değil.”
“Göster bana.”
Roman görmek için kalıp kalmamak arasında tereddüt ediyor
gibiydi. Kalmamasını umuyordum.
Beklemeye karar verdi.
362 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Tişörtün etek ucunu yavaşça yukarı çektim ve solgun kar­


nımın üzerinde, birkaç santim uzunluğundaki kırm ızı çizgi gö­
ründü. Karnımın bu kadar beyaz olmasından neredeyse daha çok
utanacaktım. Santa Cruz güneşinde biraz vakit geçirebilirdim . Bu
düşünce bende yeniden gülme isteği uyandırdı.
Nefes alıp, “Kahretsin,” diyen Xander, elini saçlarının arasın­
dan geçirip tavana baktı.
Roman yaraya baktı, yüz ifademi kontrol etti, sonra kibarca
bakışlarını başka yöne çevirdi.
“O kadar da kötü değil.” Yine de pek hoş görünm üyordu.
Xander’ın ortamı yumuşatmasını, görebildiği deri hakkında
uygunsuz sözler söylemesini istedim. Ama eliyle çenesini çekiş­
tirmekle yetindi.
“Sakın yapma!” dedim.
“Neyi?”
“Ona dokunma.”
İç çekti ve daha önce destek bulduğu R om ana yeniden des­
tek için baktı. Roman başını iki yana salladı. A rtık benim yanım ­
daydı. “Haklı,” dedi. “Bu onu yalnızca daha zayıf gösterir.”
Ürktüm ve Xander öne çıkıp bir kolunu sırtım a doladıktan
sonra dirseğimi avucunun içine aldı. Acıdan ürkmesem de ona
yaslandım. Belki de beni etkileyen Roman’ın sözleri olmuştu.
Ethanın peşinden gitmek beni daha zayıf gösterirdi çünkü bu­
günden sonra zaten zayıf görünüyordum. Ethan’la ilgili bu so­
runu çözmüş olabilirdim ama fiyaskoya tanık olan herkesin gözü
önünde kendi elimi bıçaklayamazdım ve muhtemelen bunu o ka­
dar da etkileyici bulmazlardı bile. Bu, mide yarasının iyileşme­
siyle aynı şey değildi. Kendi şovumun bunun ötesine geçmesi ge­
rekecekti.
Roman bakışlarımı yakaladı. “İyileşeceksin.”
Başımla onayladım. Kastettiği yara değildi.
“İyi olacağım.” Bunun yalan olmamasını umdum am a öyle
hissettirdiği kesindi.
açlarım ıslak ve yüzümün kenarına yapışmış halde, titreyerek
S uyandım ama bunun sebebi midemdeki yara değildi. Midem
şaşırtıcı derecede iyiydi. Karnımda bir bıçakla ve hayat içimden
fışkırırken orada öylece yattığım sırada, onların yüzlerini hayal
etm iştim . Bana biraz katliamdan heyecanlanan, sıkılmış ve aç
aslanları hatırlatmışlardı.
Bu düşünce beni rahatsız etti. Bunlar aralarına katılmak iste­
diğim insanlardı. Sırf burada olmak için kaç kez kanımı vermiş­
tim. Ama Xander öyle değildi. Onun gözlerinde korku vardı.
Reina, Diantha ve hatta Aristelle’in de öyle. İkizleri bilmiyor­
dum. İçimden bir ses onların kan görmekten hoşlanabilecekle-
rini, kanın bana ait olup olmadığına pek önem vermeyecekle­
rini söylüyordu.
Gerçekten, gözlerimi açıp bu odanın dışına adım atmak ve
ölmemi isteyen o yüzleri görmek istemiyordum.
A yaklarım ın dibinde, sanki yatağımın ucunda biri oturuyor-
muş gibi, bir şeyler kıpırdadı.
ö ylesin e hızla doğruldum ki kafamı yatak başlığına vurdum.
Roman yataktan fırladı ve asıl korkan kendisiymiş gibi bir
adım geri çekildi. Bir elini kaldırdı. “Ava, lütfen.”
Ancak o zaman yastığımın altındaki kazığı da kaptığımı fark
ettim . Nefesim ağırlaştı.
Roman nefes alıyor gibi görünmüyordu. Geriye doğru bir
adım daha attı. “Sadece iyi olduğundan emin olmak istedim.”
“Eh, artık kanamam yok, bu yüzden burada senlik bir şey
yok.”
364 A C I MAM 7 İ11 UZ Y O N LAR

"Hayır, ben bunu yapm am ...” Kazığıma baktı am a ifade­


sinde korku değil, hüzün vardı. “Bununla u yu yo rsu n ... Benim
sana bir şey yapacağımı sanıyorsun.. . ” Yüzünü ekşitti, ö n c e yü­
zünde acı ifadesi belirdi, sonra boğazını temizledi. D uygularını
konrrol altına almaya çalıştığını görebiliyordum am a yine de yü­
zünün her yerinden okunuyordu ve bu nadir görülen bir du­
rumdu. “İyi olduğunu görebiliyorum,” dedi kapıya doğru yö­
nelirken.
“Bekle,” dedim.
Sanki benimle birlikteyken vampir değilmiş gibi davranmayı
unutmuş gibi çok hızlı ve ürkütücü bir şekilde arkasını döndü.
Yüzündeki umut, bambaşka bir yaraydı. O na güvenip güve-
nemeyeceğimi bilmiyordum ama bana zarar verm eyeceğini bi­
liyordum. Benim için gerekirse birini öldürebileceğini bile dü­
şünüyordum.
Bu daha korkutucuydu.
Kazığı komodinin üzerine koydum. “Ben zaten bazen yas­
tığımın altında kazıkla uyurum. Kendimi güvende hissetmemi
sağlıyor...” Sesimi alçalttım. Dünkü olayın beni ne kadar etki­
lediğini bilmesini istemiyordum. Güçlü olduğum u bilm esini is­
tiyordum. Artık onun yardımına ihtiyacım yoktu. Am a belki de
vardı.
Belki de cevapları almama yardım edebilecek tek kişi oydu.
Penceremin yanındaki masaya doğru elim i kaldırdım . “Aç
mısın?” Kelimeler boğazımdan çıkar çıkmaz ürktüm . “Gerçi sen
yemek falan yiyor musun? Yani normal yemek, kan d e ğ il...”
“Evet, yiyorum. Hayır, aç değilim.”
Boğazımı temizledim ve sonra bu hareketten dolayı kendim i
utanmış hissettim. “Şey, ben açım.”
Masanın üzerinde meyve, kruvasan ve kıvamlı bir ahududu
reçeli bulunan bir kahvaltı tepsisi duruyordu. Dün sabah da bu­
rada duruyordu. Onu biri mi getirdi yoksa kendiliğinden mi or­
taya çıktı, bilmiyordum. İkincisine bahse girerdim.
MARGIE FUSTON 365

Masaya gidip süslü çaydanlığı elime aldım ve ikimize birer


bardak çay doldurdum. Roman, sanki içimdeki en ufak bir tit­
remeyi arıyormuşçasına hareketlerimi takip ediyordu. Ama iyiy­
dim.
Roman, fazlasıyla kabarık mavi kadife koltuğu çekip oturdu
ve ayak bileğini diğer dizinin üzerine koydu.
Ben de diğer koltuğa çöktüm.
Bitki çayı o kadar güçlüydü ki bardağımda çiçek açan yon­
caları ve onların etrafında vızıldayan aylak arıları görmeyi bek­
ledim. Ama rengi soluk bir sıvı gördüm sadece. Zambak şek­
lindeki küp şekeri içine atıp erimesini izledim. Daha sonra bir
bardak bahar yudumladım âdeta. Ek tatlandırıcıya ihtiyacım
yokmuş aslında.
Diğer bardağı Romana doğru ittim. Bardağı dudaklarına
doğru kaldırmadan önce, ona sanki bir bardak çaydan fazlasıy­
mış gibi baktı.
“Ne zaman sahneye çıkmam gerekiyor?” diye sordum. Şimdi
dese, şaşırmazdım.
“Yarın. Sana iyileşmen için bir gün izin verildi.”
Kaşlarımı çattım. Görünüşe göre Lucius’la tekrar konuşmuş­
lardı ama Roman başka açıklama yapmadı, bu yüzden konuyu
kapatmaya karar verdim. Fazladan bir güne ihtiyacım vardı.
“Bir konuda yardımına ihtiyacım var.” Madem ki malikânenin
beni Roman ın odası dışında bir yere götürmesini sağlayama­
mıştım, o zaman Romanın benimle gelmesine ihtiyacım vardı.
“Lucius annemi tanıyormuş,” dedim.
Roman ın kaşları kalktı.
“Buraya gelmemin onun hakkında daha fazla şey öğrenmemi
sağlayacağını düşünmüştüm. Malikânenin beni daha fazla bilgi
bulabileceğim herhangi bir yere götürmesini sağlamaya çalıştım
ama yolum hep senin kapına çıktı. Kırk kez falan.”
Çay bardağını bir tıngırtıyla masaya bıraktı. “Benim kapıma
mı çıktı?”
366 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

“Evet, geçen gece gelmemin sebebi oydu. Seni görm ek de­


ğildi amacım.” Ona bir bakış attım, sonra gözlerim i kaçırdım.
“Tabii beni görmeyi istemediysen.” Sesi alçak ve derindi.
Tonu, gözlerimin dudaklarına kaymasına neden oldu. Midem
burkuldu.
“Lütfen,” dedi.
Ne demek istediğini tam olarak bilm iyordum . A m a sesinde
kalbimi titreten bir özlem vardı.
“Daha fazla insan kaybedemem,” dedi.
“Beni hiç kazanmadın ki.” Sandalyemi masadan geriye doğru
iterken, öpüşmemizi düşünmemeye çalıştım. O an beni kazan­
mıştı.
Ama bu hâlâ öyle olduğu anlamına gelmezdi.
Ayağa kalktım. “Neyse, boş ver. Bunu kendim hallederim .”
Durdu. “Hayır. İzin ver yardım edeyim ... arkadaş olarak.”
Ona baktım. Yalan söylemiş olduğu halde bunca zamandır
benim tarafımdaydı. Bunu neden yaptığını biliyordum : kalbim ­
deki tüm nefreti onun kalbine bir kazık saplayabileceğim şekilde
yönlendirmiştim. Bana kim olduğunu göstermek ve hikâyesini
anlatmak için zamana ihtiyacı vardı. Anlamamı sağlam ak için.
Anlıyordum. Daha önceki gibi onu öldürm ek istemiyor­
dum. Onu kesinlikle öldürmek istemezdim ama bana yalan söy­
lemişti. Sakladığı başka bir şey olup olmadığını m erak etmeden
duramıyordum. Bazen bunu gözlerinde görebildiğim i, sözlerini
çevreleyen duraklamalarda duyabildiğimi düşünüyordum .
Ama şu anda ona ihtiyacım vardı. “Peki,” dedim yavaşça.
“Benim teorim şu, eğer ben ararken sen de benimle olursan, o
zaman sihir beni senin kapına götürmez. Yani tabii zaten iste­
diğim yere götürüyor değil,” diye ekledim, “açık olalım bu ko­
nuda.”
“Tabii ki öyledir,” dedi soğukkanlılıkla ama gözlerindeki ka­
lıcı umut hoşuma gitmiyordu.
“Sanırım benim istediğimi istemeye çalışırsan faydası olur.”
M a r g ie Fu s t o n 367

“Zaten istiyorum,” diye fısıldadı, benden çok kendine.


“Tamam o halde.” Boğazımı temizleyip ellerimi pantolonu­
mun üzerinde gezdirdim. “Hadi yapalım şu işi.”
O damdan çıktık ve kükreyen aslan başı şeklinde, altın ren­
ginde parlak kulpu olan beyaz bir kapıya varana dek yan yana
yürüdük. Kulpun açık dişlerini tutup döndürdüğümde, beyaz
mermerden ve sekoya ağaçlarıyla kaplı altın rengi duvarlardan
oluşan bir koridora çıktık. Şimdiye kadarki en güzel koridor ola­
bilirdi. Eğer bir görev üzerinde olmasaydım, duvarlara çok ince
detaylarla kazınmış resimlere bakardım. Koridorun sonunda ko­
ridorla uyum lu beyaz bir kapı vardı ve oradan başka bir kori­
dora adım attık. Bu seferki krem rengindeydi, ahşap zeminliydi
ve yolluğu tamamen altın iplikle dikilmiş yumuşak pembe gül
yapraklarından yapılmıştı. Her adımda taç yapraklar eziliyordu
ve ayağım ı kaldırır kaldırmaz dönüp baktığımda yeniden iyileş­
melerini izliyordum. Ama ben bu sihre hayret etmek için bu­
rada değildim ve çiçekli yolumuzun sonunda başka bir kapı du­
ruyordu.
“Benim istediğim şeyi düşünüyor musun?” diye sordum
Roman’a.
Buradaki sihrin yalnızlık olduğunu, insanı dışarı gönderme­
den önce çaresizlik içinde onunla yürüyüş yapmak istediğini dü­
şünmeye başlamıştım. Ya da belki de yalnızca birimiz görevini
yapıyordu.
Roman ayaklarına baktı. “Ben seni düşünüyordum.”
Sözlerinin sihir gibi tenimi karıncalandırması hoşuma git­
miyordu.
“O daklan,” dedim.
u A .« ..d
Uzgunum.
Uzanıp elini tuttum ve soğuk parmaklarını parmaklarımın
arasına aldım . Yakın zamanda kan içmemiş bir vampir gibi so­
ğuktu, taklit ettiği sihirbazlar gibi değil. Demek ki açtı.
Kenetlenmiş ellerimize şaşkınlıkla baktı. “Ne yapıyorsun?”
368 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

İşte. Şimdi istediğin oldu. Artık bunu düşünm eyi bıraka­


bilirsin.”
Boğazını temizledi. “Şimdi başka şeyler istiyorum .”
Elim, onun soğuk eliyle karşılaştırılınca inanılm az derecede
sıcaktı. Ona baktım. Gözlerindeki arzu nefesimi kesiyordu ve
ona durmasını söyleyecek kelimeleri bulamıyordum. Başımı sal­
layıp kendimi odaklanmaya zorlamak zorunda kaldım .
Sanki söylememe ihtiyacı yokmuş gibi başını salladı ve her­
hangi bir eski evde bulunabilecek basitlikte ahşap bir kapıya
doğru yürüdük. Kapı, tavandan zemine kadar tamamen siyah
mermerden oluşan bir koridora açılıyordu. D iğerinin iki katı ge-
nişliğindeydi burası. Farklı geliyordu. İçimdeki sihir, GPS’imin
bana varış noktama geldiğimi söylemesi gibi çınlıyordu.
Duvarlarda farklı boyutlarda fotoğraflar asılıydı; her biri
farklı bir Viktorya Dönemi tasarımlı altın bir çerçevenin için­
deydi. Fotoğraflardan birine doğru yürüyünce, kalbim hızlandı.
Annem, siyah balo elbisesiyle, saçında güllerden bir taçla sah­
nede duruyordu. Kırmızı rujlu dudakları geniş bir gülümse­
meyle geri çekilmişti. Sahnede arkasında duran adama el sallı­
yordu. Gözlerimi kısıp adama baktım. David Copperfield.
Bir fotoğraftan diğerine sürükleniyordum. Her biri, daha
önce göremediğim bütün bir resmin farklı bir yapboz parça­
sıydı sanki. Fotoğrafların çoğunda Lucius kamera yerine an­
neme bakıyordu. Lucius bana annemin peşindeki tüyler ürper­
tici bir sapık havası vermeye başlamıştı k i... Sonunda annem
onu kendine bastırıp yanağını öperken, onun doğrudan kame­
raya baktığı yuvarlak altın çerçeveli fotoğrafa geldim. Lucius’un
yüzündeki sırıtış olmasaydı, sevimli bir poz olurdu; m utlu gö­
rünmüyordu. Kazanmış gibi görünüyordu. Annem ise âşık gö­
rünüyordu.
Bu yeni ve daha büyük açıklama, taşları yerine oturttu. Bir­
likteydiler; annem cemiyetten ayrılıp beni ve Parker’ı doğur­
madan önce ölümsüz bir sihirbazdı ve görünüşe göre Lucius’la
M a r g ie Fu s t o n 369

sevgiliydi. Eğer Lucius’un benim kim olduğumdan haberi varsa,


benden neden özellikle hoşlanmadığı anlaşılıyordu. Annem onu
terk etmiş, babamla birlikte olmuştu ve ben bunun canlı bir ha-
tırasıydım.
Lanet olsun.
Kim olduğum u biliyorsa, muhtemelen kazanmamı da is­
temiyordu ama belki de kim olduğumu bilmiyordu. Belki de
Julia’nın bana bu işin derinlerini kazmamamı söylemesinin ne­
deni buydu.
Ama bir sürü hikâyesi olduğuna bahse girebilirdim. Belki
onunla yaşayamadığım yılları, onun geçmişinin hikâyeleriyle
doldurabilirdim . Görünüşe göre uzun bir ilişkisi olmuşu. Bu­
nun farkına varmak dünyamı altüst etti. Her zaman annemin
hayatının kısa sürdüğünü düşünmüştüm ama kısa olan sa­
dece benim le olan hayatıymış. Her fotoğrafta annem mi vardı?
Roman ı çekiştirip koridorun sonuna doğru sürükledim, her
nedense hâlâ elini tutuyordum. Sonra devasa bir çift kapının
önünde durdum . Kapıların üzerinde, birbirine kaynaşmış altın
kaplama güllere benzeyen çerçeveler içinde iki yağlı boya tablo
vardı. Lucius buz mavisi gözleriyle bana bakıyordu. Çerçevenin
alt kısm ındaki altın plakada kıvrık harflerle adı yazıyordu. Diğer
resim ise annem in resmiydi. Yüzünde hafif bir gülümseme, saç­
larında ise onun imzası olan gül vardı. Ressam bir şekilde onun
geniş kahverengi gözlerinde heyecanı yakalamış olabilirdi ya da
belki de annem baktığı kişiyle şakalaşıyor gibi kaşlarından birini
hafifçe kaldırm ıştı. Alttaki plakada “CASSLA” yazıyordu.
Annemin en sevdiğim haline benziyordu, ayak parmaklarını
kuma gömmüş haline.
“Onu tanıyor musun?” Roman bana bakarken kaşları çatıldı.
“O benim annem,” dedim. Parmakları benimkilere çok sıkı
şekilde kenetlendi. “Ah.”
“Ü zgünüm .” Bana doğru dönebilmek için elimi bıraktı ama
ben gözlerim i tablodan alamıyordum.
3 '0 ACIMASIZ İLLÜZYON U R

Tini en azından bir şey öğrendim. Lucius annem e âşıkmış.”


Henüz bakmadığım fotoğrafları incelemek için döndüm . “Hatta
belki biraz fazla âşık,” diye mırıldandım.
“A v a .”
Romanın sesindeki tereddüt, hızla geri dönm em e neden
oldu.
Annemin portresini işaret ediyordu. “Annen bu m u?”
Başımla onayladım.
Gözleri sertleşti. “Ava... Bu tablodaki k ad ın ... O ilk sihir­
bazdı. Topları zihniyle hareket ettirebildiğini keşfeden oydu.”
Gözlerime kırpıştırdım. Hâlâ onun ölümsüz olduğunu ka­
famda canlandırmaya çalışırken, şimdi bir de Roman bana onun
kadim olduğunu söylüyordu. Aristelle, sonsuza dek yaşarken in­
sanlığımıza tutunmanın zor olduğunu söylemişti ve bu bilgi,
annemin gözlerindeki yorgunluğu yeni bir ışıkta görmemi sağ­
lıyordu. O sadece sihirden vazgeçmemişti; uzun zam andır ol­
duğu her şeyden vazgeçmişti. Hayatta kalması ve insanlığını ko­
ruması bir mucizeydi. Çünkü o, üzüntülerine rağmen günlerini
beni gülümseterek geçiren bir anneydi. Ve bunların hepsini be­
nim için, Parker için ve babam için yapmıştı. Bunu fark etmek
onu daha çok, ciğerlerimi sıkıştıracak ve ağlamak istememe ne­
den olacak kadar çok sevmemi sağladı. Bu duygu çok saftı, ölü­
müyle lekelenmemişti. Bunu en son ne zaman hissettiğimi ha­
tırlayamıyordum.
Bunu keşfetmeyi arzulayarak daha fazla fotoğrafa bakmak
için harekete geçtim. Alabildiğim kadarını almak istiyordum.
Ama Roman beni tutup kendisine doğru döndürdü.
Aç ifadesini görmezden gelmeye çalıştım.
“Bu kadar fazla doğal güce sahip olmanın açıklaması bu ola­
bilir,” dedi. “Onda çok fazla ham sihir vardı ve o gitti, yeniden
ölümlü oldu ama onca yıl güçlerini geliştirmesinin ard ın d an ...
muhtemelen gücü hiçbir zaman tamamen kaybolmadı. Birazını
sana aktarmış olmalı.” Roman beni sanki ilk kez görüyormuş
MARGIE FUSTON 371

gibi baştan aşağı süzdü. “Dışarı çıkardığından çok daha fazla­


sına sahip olabilirsin.”
Çenem i kapalı tuttum. Bunu biliyordum. Bazen gözenek­
lerimden fışkıracakmış gibi baskı yapıyordu cildime ama kont­
rol olmadan bunun bir öneminin olmadığını bana öğreten kişi
Rom andı ve ben bunu ne kadar kontrol edebileceğimi bilmi­
yordum.
“Bunun ne anlama geldiğini biliyor musun?” diye sordu.
Başımla onayladım. Bir şekilde hep biliyordum. “Bu, kaza­
nabileceğim anlamına geliyor.” Elbette sihri etrafımdaki kim­
seye zarar vermeden dışarı çıkarmayı başarabilirsem.
ahnede, önceki gün kanım akarken tezahürat yapan aynı in­
S sanların önünde duruyordum ama um urum da değillerdi.
Kalabalığın ortasında yükseltilmiş altından bir platformun üze­
rinde oturan Lucius’un dikkatini neredeyse hoş bir şekilde da­
ğıtıyorlardı. Ona değil, tahtına odaklandım ama bu bir hataydı.
Tahtın bacakları donmuş mağaraların tavanlarında görebileceği­
niz türden kalın buz sarkıtlarından oluşuyordu. İnce uçlan yere
saplanmıştı. Tahtın arkası, keskin uçları dışarı bakan buz sarkıt­
larından oluşan bir yelpaze şeklindeydi. Beni rahatsız eden kı­
sım her birinin içinde sıkışıp kalan şeydi: açmamış bir gül.
Elbette annem geldi aklıma. Gülleri çok severdi.
Bıçaklarımı hazırlıyor gibi yaparken ellerim titriyordu ama
güllere odaklanmayı bırakamadım. Bir tür mesaj m ıydı bu? Onu
terk eden kadının kızı olduğumu biliyor muydu? Xander bilmi­
yordu. Grubum bilmiyordu. Onların tek bildikleri, Lucius’u ta­
nıyan sihirbaz bir annemin olduğuydu. Ama Lucius beni kan
kaybetmeye terk etmişti. Xander, beni iyileştirmesine Lucius’un
izin vermediğini söylemişti. Belki beni de engellemişti. Sihrimi
hissedememiştim ama bu aynı zamanda benim zayıflığım da
olabilirdi. Bilemiyordum.
Kendimi onun yüzüne bakmaya zorladım. Gözleri soğuk ve
mesafeliydi ama bakışlarımı fark ettiğinde, sanki bende bir çat­
lak olup olmadığını inceliyormuş gibi keskin ve eleştirel bir hal
aldı. Yüzümü buz gibi bir ifadeye büründürerek ona baktım.
Güldü. Biliyordu. Bunu hissedebiliyordum ama onunla yüz-
leşene kadar emin olamayacaktım.
M a r g i e Fu s t o n 373

Bu düşünceyle avuçlarım terlese de odaklanmam gereki­


yordu. Seyirciler arasında beni izleyen bir ailem vardı ve on­
larla kalabilmem için iyi bir iş çıkarmamı istiyorlardı. Beni isti­
yorlardı.
D ikkatim i, olduğum yere verdim tekrar. Willow ve Nadine,
birbirleriyle uyumlu siyah dar kıyafetler giymişlerdi ve yan ta­
rafımda duruyorlardı. Ben güvercin grisi bir pantolon, üzerine
de kısa kollu siyah bir tişört giymiştim. Pantolon bileklerimde
takılı siyah bıçakları ön plana çıkarıyordu. Her şey öne çıkmak
ve küçük detayları unutulmaz kılmakla ilgiliydi. Hatta Diantha
ve Reina’nın gözlerime siyah kalem sürmelerine ve dudaklarımı
bordoya boyamalarına bile izin vermiştim.
Önce Lucius’un önünde hafifçe eğildim, sonra seyircilere hi­
tap etmek üzere ayağa kalktım. “Fazla heyecanlanmayın. Onları
bıçaklamayacağım.” Birkaçı hayal kırıklığına uğramış gibi görü­
necek kadar küstahtı. Ama çoğu gülerek bana istediğimi verdi­
ler.
D ikkatim i başlarının biraz yukarısına çevirdim, böylece
onları görüyormuş gibi görünsem de aslında görmüyordum.
Xander’ın numarası.
Nefesim okyanus dalgaları kadar tutarlı bir şekilde ciğerle­
rime girip çıkıyordu. Bunu yapabiliyordum. Dün Roman ve
ben döndükten sonra, hem Roman hem de Xander benimle
antrenman yapmıştı. Daha doğrusu seyirci üzerinde en çok ne­
yin etki yaratacağını tartışmışlardı. İki tarz arasında bir denge
kurarak son kararı kendim verdim. Gösteriyle başlayıp güçle bi­
tirecektim.
Küre, seyircilerin üzerinde asılı duruyordu. Performansım sı­
rasında oy toplandığını öğrenmemiş olmayı umacaktım nere­
deyse. Yutkunarak ellerimi yanlarımdan, avuç içlerim yukarı
bakacak şekilde kaldırdım. Bunun üzerine Willow ve Nadine
yanlarındaki masalardan birer bıçak alıp bana doğru fırlattı­
lar. Avuçlarımda yanan sihir, bıçakları bir mıknatıs gibi çekti.
374 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Kolaydı. Bıçakları havaya fırlatırken yüzüm ü asık tuttum.


Willow ve Nadine ikinci bıçakları, ardından üçüncüleri attı­
lar. Elimdekileri fırlatıp diğerlerini yakalarken ellerim uçuyordu
sanki.

Nefesim kısa ve sığdı; nefesimi mideme ve sırtım a doğru sü­


rüklemeye odaklanmam gerekiyordu. Doğru nefes almak doğru
iş yapmanın ilk adımıdır. Bu konuda her şeyden çok daha doğru
olmam gerekiyordu.
Şu an tek eksik ateşti. Aristelle tüm bıçaklarım ın uçlarını şef­
faf bir jelle kaplamıştı. Çıkan dumanlar burnum u yakıyordu.
Onun yaptığı gibi ateş çıkarmam gerekmiyordu. Sadece uçların­
daki jeli yakabilmeliydim. Sihir hepimiz için aynı sihirdir. Fark,
sadece uygulama ve doğal yetenek meselesidir. Ve bir şeyi yete­
rince istersen, işe yarayacaktır. Planıma karşı çıktıklarında on­
lara da bunu aynı şekilde açıklamıştım. Sonuçta bana öğrettik­
leri şeyin bu olduğunu inkâr edemezlerdi.
Parmaklarım zonklamaya başlamıştı bile. Acı verecek nok­
taya kadar zorlamıştım. Şakaklarımda boncuk boncuk terler
vardı. Ateş. Kelimeyi ağzımdan yumuşak ve fark edilmeyecek şe­
kilde çıkardım.
Hiçbir şey.
Bıçaklar parmaklarımdaki sihre tepki vererek, daha hızlı bir
şekilde daha yükseğe hareket etmeye başladılar.
Sihir metale şarkı söylüyordu. Benim de m elodiyi W illow’un
kendi sihrini değiştirdiği gibi değiştirmem gerekiyordu. Şu anda
söylediğim şarkı sert, gösterişli ve ölümcüldü. Sıvı ısıyla örmem
gerekiyordu. Yanan ağaçların ve kamp ateşlerinin resimlerini
oluşturdum zihnimde. Ama yine de onların şarkısını yaratmakta
zorlanıyordum. Bunu bilmiyordum.
Eğer başaramazsam pes etmem ve bir sonraki numarama geç-
ı nem gerekiyordu. Söz vermiştim.
M a r g ie Fu s t o n 375

Seyirciye bakmak gibi bir hata yaptım. Bazıları, bıçaklarımın


çizdiği yüksek kavisi izliyordu ama bazıları gözlerini başka yöne
çevirmişlerdi bile.
Çaresizce, öndeki Xander’a takıldı gözlerim. Başını hafifçe
yana sallıyordu. Vazgeçmemi istiyordu. Çenemi kaldırdım ve
dudaklarına, çenesinin açısına, kollarını çaprazladığında kasla­
rının gelişigüzel esnemesine baktım. Ama işe yaramadı. O çok
yakışıklıydı ama asıl istediğim onunla sadece gülmekti, onunla
ve grubun geri kalanıyla birlikte olmak, kumsalda oturup ikiz­
lerin dalgalarla oynamasını izlemekti. Otomatik olarak Roman’ı
aradım. Aşırı canlılığı tercih eden bir kalabalığa karşı monoton
kıyafetlerden oluşan bir leke gibi seyircilerin kenarında duru­
yordu. Beni onu izlerken yakaladı ama bu kez öyle yapmıyor­
muş gibi davranmadım. Onun tüm keskin hadarını üzerime
çekme izni verdim kendime. İfadesi kayıtsızdı ama tekrar göz
göze geldiğim izde, gözlerinde bir ateş olduğunu gördüm. Ara­
dığım işte buydu. Yüzüm ısındı. Bu sıcaklığı yok etmek yerine,
ona tutundum ve yayılmasına izin verdim, öpüşmemizdeki aç­
lığı hatırladım ; sadece onun açlığını değil, kendi açlığımı da.
Parmaklarım sıvı, yanan metalin yeni şarkısını söyleyene dek bu
duyguya göm üldüm .
Bıçaklar alev aldı.
Şarkım , bıçakların alevlenmesiyle yeniden soğuyup serdeşse
de bu ycterliydi.
Yaptığım hile sayesinde alevler sönmedi. Onlara illüzyonla
karışık güç sunuyordum ama onlar yalnızca gücü görüyorlardı.
O nları kandırm ıştım ; salondaki tek gerçek illüzyonist... Ben
annem in ve babamın bir harikasıydım. Seyirciler alkışlarken
güldüm ve atış şeklimi değiştirerek bıçakların yere düşüp mü­
kem m el bir yarım daire oluşturacak şekilde ayaklarımın dibine
saplanm asını sağladım.
376 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Alkışları topladım. Diğerlerinden daha mı çok yoksa daha


mı az olduğu üzerine düşünmemeye çalışıyordum. Daha göste­
rim bitmemişti.
Grubumun yapmak için saader harcadığı kutu arkamda du­
ruyordu, kapısı açıktı ve beni çağırıyordu. O raya geri döndüm
ve içeri adım atmadan önce boşluğa el salladım.
Willow öne çıkıp kapıyı kapattı. Üstte sadece kafam görü­
nüyordu.
Kutunun etrafında, masaların üzerine yığılm ış kılıçların ve
bıçakların girmesini bekleyen elliden fazla iyi konumlandırılmış
yarık vardı.
Bu benim gerçek performansım olacaktı. Kutunun içine yer­
leştirilmiş iki tahta kanadı tekmeleyerek indirdim ve bacakla­
rımı üzerlerine çekerek çömelme pozisyonuna geçtim. Dizlerim
kutunun ön kısmına çarpmalıydı. Ellerimi geriye yasladım ve
tahtadaki küçük çentikleri yoklayarak onları -vücudum u ölüm­
cül yaralanmalardan koruyacağım şekilde- nereye sabitlemem
gerektiğini söyledim. Sadece ölümcül yaralardan korunmam ge­
rekiyordu çünkü Ethan’ın performansından sonra bu insanlar
için kanımın akması gerekiyordu ama bunu kendi şartlarımla
yapacaktım.
Eğer doğru pozisyondaysam, bıçakların çoğunun yanımdan
geçip gitmesi gerekecekti. Rotaların haritasını çıkarm ak için
saatler harcamıştık. Sadece bana isabet edenlerin açacağı yaraları
iyileştirmem gerekiyordu. Yine güç ile illüzyonu birleştirecek­
tim. Gerçek bir akrobat olsaydım bu çok daha işe yarardı ama
en azından ufak tefektim. Başımı salladım ve W illow ile Na­
dine aynı anda hareket ederek bıçakları masadan aldılar, kutu­
nun içine ittiler. Willow bu işi yapmakta tereddüt etmişti ama
ona beni o kadar da kötü yaralamayacağına dair söz vermiştim.
Alttan başladılar ve henüz bacaklarımın yakınında bile ol-
nadıklan halde ürküyormuş gibi yaptım. Seyircilerden bazıları
M a r g i e Fu s t o n 377

benim yapmacık acıma gülüyor ve yuhalayarak tepki veriyordu


ama en azından onlara arzu ettiklerini veriyordum.
Sonra pantolonumu kesen ilk bıçak kalçamın derisini sıyırdı.
Yarama sihir uygulayabilmek için dişlerimi sıkıp hafifçe geri çe­
kildim. Bir diğer bıçak kolumun üst kısmına geldi. Birçok darbe
bana dokunmadan geçip gidiyordu ama gözlerimi yakmaya ye­
tecek kadar da darbe almıştım. Sadece sıyrıkları kolayca iyileşti­
rirken, derindeki yaraları, bıçaklar çıktığı anda hızla sihirle vur­
mam gerekecekti. Aksi halde çok kan kaybederdim ve acıdan
hiçbir şey yapamazdım.
Acı, ancak sonucunda bir şey kazanacaksanız değerlidir.
Dün kendim i, değişen şiddet derecelerinde Romana en az
elli kez bıçaklatmiştim. Bazen beni iyileştirmesi gerekmişti. So­
nunda kendim i yüzde doksan oranında iyileştirebilir duruma
gelmiştim. Xander beni bıçaklamayı kesinlikle reddetmişti. Bu
numarayı yapmamı da istemedi. Ama başka seçeneğimin olma­
dığını söylediğimde tartışmayı bıraktı. Zaten başka seçeneğimin
olmadığını o da biliyordu.
Bir bıçak uyluğuma çok fazla battı ve gerçekten nefesim ke­
sildi. Bu kadar derine inmemesi gerekiyordu. Duruşum bozul­
muştu.
Nadine durakladı. Donan yüz hadarından endişe okunu­
yordu.
Başımı salladım. Devam et.
Kendimi düzeltmeye çalışırken, sayamayacağım kadar çok
yerimden kan damlıyordu. Son dört kılıç neredeyse boynuma
saplanacaktı.
Nadine ve W illow kalan kılıçları aldılar, boğazımı delmiş
gibi görünecek şekilde yerleştirip ittiler. Ensemdeki deri ince bir
çizgi halinde yarıldı ve neredeyse kafamı oradan çekip, sonra
soktukları kılıcın önüne atacaktım. Ama sabit durdum ve kana­
yan yerin kanamasına izin verdim.
378 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Nadine ve Willow geride durup selam verdiler. Kalabalık te­


zahürat yapıyordu, sonra gücün bir kısmım bırakm am için ka­
nım çığlık atana kadar içimdeki her şeyi çağırdım . Bıçakların
benden uzaklaşmasını emrettim, onlar da itaat ederek aynı anda
kutudan kaydılar ve tatlı bir metalik sesle yer çarptılar.
Neredeyse her zerremi halihazırda kaplamış olan sihir, yara­
ları yakıp iyileştirdi.
Sonra artık tutamaz hale geldim. Bir kayaya çarpan bir dalga
gibi üzerime çarparak, geri geleceğini bildiğim halde beni bom­
boş bıraktı. Neredeyse sendeleyecektim. Ama W illow kutuyu
açınca, kutuya geri çekildim ve ancak ondan sonra öne doğru
bir adım attım.
Gri pantolonumda kan izleri vardı. Aynı şekilde kollarımda
da.
Nadine bana beyaz, ıslak bir bez verdi, ben de kanı sildim ve
pürüzsüz, lekesiz derimi ortaya çıkardım. Bezi seyircilerin ara­
sına fırlattım. Ethan’m ayaklarının dibine düştü.
Ona gülümsedim.
O da saygıyla başını salladı.
Seyirciler beni alkışlıyorlardı.
Ama kazanma telaşına ayıracak vaktim yoktu. Sahneden ada­
yıp, kalabalığın içinden geçerek, tamamen altın rengi bir takım
elbise giymiş ve buna uygun olarak altın rengi takm a kirpikler
takmış bir sihirbazla konuşan Lucius’un yanına kadar ilerledim.
Yanında olduğumu görebilmesi gerektiğini biliyordum ama o
bana bakmadı bile.
Bu bir güç hareketiydi. Kendimi küçük hissetmeme neden
oluyordu. Belki de çekip gidecek kadar garip hissetmemi isti­
yordu. Ama gitmedim. Ayaklarımı gerip kollarımı kavuşturdum
ve diğer sihirbaz gidene dek bekledim.
Bana bakmadan, hareketli kalabalıkta gözlerini gezdirerek,
“Ever,” dedi.
“Konuşmamız gerek.”
MARGIE FUSTON 379

“Kabul.” Başını çevirip omzumu tuttu ve her tarafımızda


buzdan bir duvar yükselirken, beni kendisine bir adım daha
yaklaştırdı.
Şaşkınlıkla sıçradım. İfadesi, beni şaşırtmak hoşuna gidiyor­
muş gibi kibirliydi. Dokunuşundan uzaklaşmak istedim ama
buzdan duvarlar çok yakınımdaydı. Etrafımdaki sıcaklık düş­
tükçe titriyordum.
Parmaklarım hissizdi.
Sanki soğuktan çatlayıp çatlamayacağımı görmek için bekli-
yormuş gibi izliyordu beni. Dişlerimin birbirine çarpmasını ön­
lemek için dudağımı ısırdım.
Başını sallayıp omzumu bıraktı ve avucunu buzdan duvara
dayadı. Buz, dokunuşuyla paramparça oldu, çıplak kollarımı ısı­
ran keskin soğuk, lekeler halinde etrafımıza aktı. Anık yalnız­
dık; ortasındaki platformda gül saçağı tahtının bulunduğu kü­
çük beyaz bir odadaydık.
Tahta doğru ilerlerken buzları çatırdatu, ben de tahta doğru
yürüdüm ve bana bakana dek onu takip ettim.
Bir güç gösterisi daha.
“Kim olduğumu biliyorsun, değil mi?” Nazikçe bir yönlen­
dirme yapm aya bir gerek görmedim. Bunu takdir edecek bir
tipe benzemiyordu.
Beni incelerken, gözleri hesap yapıyordu. “Evet. Sorun şu,
sevgili çocuğum, acaba sen benim kim olduğumu biliyor mu-
sun:
“Annemle aranızda bir şey olduğunu biliyorum.”
“Bir f e y ” Dudakları tiksintiyle kıvrıldı.
“Seni babam için terk ettiğini biliyorum ve muhtemelen sana
babamı hatırlatıyorum ama beni onun yerine koymaman gerek­
tiğini düşünüyorum. Ben kendi başıma bir bireyim.”
Gülüşü, bizi çevreleyen buz parçalarıyla uyumluydu. “Seni
babanın yerine koymuyorum.”
“O zaman neden tereddüt ettin?”
380 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Kaşlarını kaldırdı.
“Bıçaklandığımda. Duydum. Beni iyileştirm elerini engelle­
din."
“Bunun sebebi fevri bir kıskançlık değildi.”
“Neydi o zaman?”
“Kayırmacılık,” dedi yavaşça.
“Annemi sevdiğin için mi?” Ona bakarken kaşlarım çatıldı.
Eski sevgilisinin çocuğuna iyilik yapacak türden bir adama ben­
zemiyordu
“Hayır. Kızımı sevdiğim için.” Kelimeleri, kavramamı beldi-
yormuş gibi yavaştı.
Geri çekildim.
“içindeki sihri hissedebiliyorum,” dedi. “O kadar çok ki. Bu­
nun sadece annenden geldiğini mi sanıyordun?” Alaycı konuşu­
yordu. “Kesinlikle baban olduğunu sandığın o sahte adamdan
da gelmedi. Onda bir gram bile güç yoktu. Ç ok zayıftı.”
Zihnim benden uzaklaşarak onun söylediklerini hem bir
araya getirmeye çalışıp hem de bir araya getirm em ek için di­
renmiyor olsaydı, babam hakkında söylediklerine sinirlenirdim.
“Sen benimsin,” dedi.
O kadar üşüyordum ki yine etrafıma buzdan bir duvar ördü­
ğünü sandım ama bunun sebebi sadece onun öylece beklerkenki
soğuk bakışıydı.
“Ama bu mümkün değil, ölüm süz olduğunuzda bedenle­
rinizin donduğunu biliyorum. Çocuk sahibi olamazsınız.” Be­
nimle oyun oynuyordu.
Sanki kafa karışıklığım önemsizmiş gibi elini salladı. “Annen
biz ölümsüz olmadan önce hamileydi. İlk kez ölümsüz olacağı­
mız için, vücudumuza ne olacağı hakkında hiçbir şey bilmiyor­
duk. Senin asla doğmayacağını bilmiyordu. Bu onu tüketti. Seni
istiyordu. Ben de seni istiyordum ama annen senin doğma ihti­
malinin düşüncesi için bile ölebilirdi. Jo sep h ...” Babamın adını
tükürürcesine söyledi, “...bundan faydalandı.”
M a r g i e Fu s t o n 381

“Babam hakkında böyle konuşma.”


“Senin baban benim.” Kelimeleri, sanki yeterince sert söy­
lerse inanacakmışım gibi söyledi.
Ama yalan söylüyordu. Ben saçlarımı babamdan almıştım.
Sahildeki fotoğrafımızı elime aldığımda ve onun mümkün olan
her parçasını hatırlamaya çalıştığımda, annem de benimle hep
hemfikirdi.
Saçlarım babandan almışsın , diye kabul ederdi. Normalde
hep babacığın dediği halde, Saçlarını babacığından almışsın , de­
mezdi.
Kalbim tekledi. Lucius’un saçı beyaza çalan sarıydı, tıpkı be­
nim saçımın boyasız hali gibi.
Dünyam başıma yıkıldı ve beni her yönden bıçaklayan kırık
parçaların etrafında nefes almaya çalıştım. Onun o zalim, sert
suratına bakıp onu “baba” kelimesi ile eşleştirmeye çalışsam da
bu kelimeyi ona yakıştıramadım. Bunu istemiyordum da. Bir
babayı düşündüğümde, düşünmek istediğim tek şey babamdı;
onun okyanus kenarındaki yüzünü kendime, annemin yüzünü
de Parker’a benzettiğim fotoğrafındaki gülümseyen yüzü.
Ve Parker. Bu, kardeşe pek benzemediğimizi söyleyen herke­
sin haklı olduğu anlamına geliyordu çünkü kardeş değildik, ya­
rım kardeştik...
Kendimi bu düşünce zincirinden uzaklaşmaya zorladım.
Parker’la aynı kanı ne ölçüde paylaştığımızın bir önemi yoktu.
Her iki durum da da o benim daha az kardeşim değildi. Babam
daha az babam değildi. Ama yine de karşımdaki bu adamın be­
nim bir şeyim olduğuna inanmak istemiyordum.
“Ama kan kaybından ölmeme izin verecektin,” dedim, sanki
ihtiyacım olan tek kanıt buymuş gibi. “Onların sihrini engelle­
din.”
İç çekti. “Yıllar önce bir yarışmaya müdahale etmiştim.
Annalise için. O çok güçlüydü ama rekabet edebilecek zihin­
sel gücü yoktu. Bunun, onun bu hayat için gerekli zihinsel güce
382 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

sahip olmadığı anlamına geldiğini anlam alıydım , ö n c e insan­


ları test etmeye başlamamızın bir nedeni var.” Neredeyse pişman
gibi konuşuyordu. “Olay, insanların sinirlenm esine neden oldu.
Xander ve Roman seni iyileştirmeye çalışarak kuralları çiğniyor­
lardı. Başkası olsa, onu da engellerdim. Kimse senin kim oldu­
ğunu öğrenmeden, kendini kanıtlaman gerekiyor. Kendini iyi­
leştirmen gerekliydi. Ama ben devreye girdim . Senin için büyük
risk almak zorunda kaldım.” Sesindeki hüsranı gizlemek için
hiçbir şey yapmadı.
“Demek geldiğim günden beri kim olduğum u biliyordun.”
“Elbette, Ava.” Adımı sanki pek hoşuna gitm em iş gibi te­
laffuz etti. “Yıllardır sana kızım demek için bekliyordum .” Sesi
hâlâ soğuktu ama ne hayal etmiştim ki? Kızım derken içindeki
buzların çözüleceğini mi?
“Gerçekten,” dedim düz bir sesle. “Peki neden bu kadar uzun
sürdü?”
Keskin bir kahkaha attı. “Annen.”
Beni aramıştı. Annem bunu günlüğünde yazmıştı. Açıkla­
masını istedim ama annem hakkında tek bir kötü söz söylerse
onu bıçaklardım. Zaten parmaklarım kaşınıyordu. “Senden ka­
çıyordu,” dedim.
İnkâr etmedi.
“Neden?” diye sordum.
Omuz silkti. “Doğmanı istemedim. Cassia’nın senin için
ölümsüzlüğünden vazgeçmesini istemedim. Yeniden ölümsüz
olup olamayacağını bilmiyordum. Bunu deneyen kimse olma­
mıştı. Ama sonra olan olmuştu. Onunla konuşmak istedim.
Onu geri istedim. Seni görmek istedim. Sanırım ona kızacağımı
düşünüyordu. Ben sert bir adamım ve sahip olduğum tüm yu­
muşaklığı sadece ona gösterdim. Ama o en sevdiğim şeyi benden
saklasa bile onun için bu yumuşaklıktan asla vazgeçmedim.”
Gözleri dalmıştı. Beni kastetmiyordu. Annemi kastediyordu.
Ma r g i e Fu s t o n 383

Resim salonunu düşündüm. Bunu ondan alan kişi bendim,


kesinlikle babam değildi.
“Hâlâ doğmamış olmamı mı diliyorsun?”
Hemen cevap vermedi. Midem bulandı. Muhtemel cevabın­
dan neden rahatsız olduğumu bilmiyordum. O aileden değildi,
sadece kan bağımız vardı. Benim ailem hâlâ babam, Parker ve
annemdi. Bıı konuda beni şüpheye düşüremezdi. Üzülmemem
gerekiyordu ama onun cevabını duyma ihtiyacından kendimi
alıkoyamıyordum.
“Şu an tek istediğim seni tanımak. İki güçlü sihirbazın kızı?
Dünyadaki herkesten daha fazla güce sahip olabilecek bir kız?
Elbette seni tanımak istiyorum.”
Asıl soruma aslında cevap vermedi. Beni istememişti ama
şimdi neler yapabileceğimi gördüğü için beni istiyordu.
“Nerede olduğumu biliyor muydun? Annem öldükten
sonra? O nu kim in öldürdüğünü biliyor musun? Ölmesinin se­
bebi... ölümünden hemen önce sihir kullanmış olması mıydı?
Bu muydu? Bu bir vampirin onu bulmasına mı neden oldu?”
Aklımda soru işaretleri vardı ama aslında umurumda değildi.
İçimde yanan boşluklar vardı ve şimdi onlara yenileri eklenmişti
ve hepsini dışarı çıkarmam gerekiyordu. Acıyı dindirmek için
cevaplara ihtiyacım vardı.
Yüzü bir hırlamaya dönüştü. “Onu öldüren vampiri bula-
bilseydim, tozları çoktan şöminenin üzerinde duruyor olurdu.”
Onun öfkesi beni bir şekilde rahadattı. Bunca yıldır böyle
hisseden tek kişi olmadığımı bilmek güzeldi. Bu acıyı ve nef­
reti taşıyan tek kişi ben değildim. O da taşıyordu. Gözleri hâlâ
o acıyla yanıyordu. Belki dc beni buraya daha erken getirme­
mesi daha iyi olmuştu. Acılarımız birleşincc tek bir vampir için
tüm dünyayı yerle bir edebilirdik. Artık böyle bir isteğim yoktu
ama onun öfkesi benim tamamen gömülmemiş yanlarımı dışa­
rıya çıkarıyordu.
384 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Romanın soğuk elini ve bana öğrettiklerini düşündüm . Öfke


hâlâ vardı ama ait olduğu yerdeydi, tek bir vam pire yönelikti.
Muhtemelen hiçbir zaman bulamayacağım katil bir vampire.
“Nedenine gelince,” diye devam etti, “sihir olabilir. Onlar
hep sihirbazın kanını koklarlar ama sanırım o daha gittiği anda,
yani kendini savunmasız bıraktığı anda onu aram aya başladılar.
Onu bu kadar çok aramamın bir nedeni de buydu. O na koruma
sunmak istedim.”
“Onu neden avlasınlar ki?”
“Bana zarar vermek için.”
“Onları öldürdüğün için.” Sesim am açladığım dan daha sen
çıktı.
Bakışları bana odaklandı. “Ses tonun bunda yanlış bir şey ol­
duğunu ima eder gibi.”
Cevap vermedim. Bir katille ince buz üstünde yürüyordum.
“Sen kiminle konuştun?” diye sordu yavaşça.
Başımı iki yana salladım. “Hiç kimseyle. Pek çok film falan
izledim.”
“Ah.” Arkasına yaslandı. “Ne safça.”
Sinirlendim ama cevap vermedim. Gerçeklerden şüphelen-
mesindense benim aptal bir kız olduğumu düşünm esi daha
iyiydi.
“Bunu onarabiliriz. Vampir öldürdün, değil m i?” Tek kaşını
kaldırdı.
Başımla onayladım.
“O halde nasıl olduklarını biliyorsun.”
“Biliyorum,” dedim ama aklımda sadece beni parçalara ayır­
maya çalışan vampirler yoktu. Bir de beni kurtaranı düşünüyor­
dum.
“Peki sen bu hayatı mı istiyorsun?” diye sordu ama ceva­
bımla pek ilgileniyor gibi değildi. Parmaklarını şıklattı ve elinde
bir kadeh şarap belirdi. Kadehi hafifçe sallayarak içindeki sıvıyı
iöndürdü.
MARGIE FUSTON 385

“Bunun bir önemi var mı? Ben bunun için doğmuşum.”


“Bu annenin hoşuna gitmezdi” Şarabını yudumlayıp tep­
kim i bekledi.
Sözleri bir anlığına küçülmeme neden oldu ama sonra göğ­
sümü şişirdim. “Ama o burada değil. Sen buradasın. Benden ne
istiyorsun?”
Yüzüne yavaş yavaş bir gülümseme yayıldı. “Her şeyi.” Elini
hareket ettirdiğinde yanındaki zeminden buzdan bir taht yük­
seldi ama sonra elini kapıya doğru salladı. “Kazanabilirsen.”
ucius un -babamın- sözleri kafamda yankılanıyordu: Kaza­
L nabilirsen. Ancak cam olarak olmamı istediği kişi olabilirsem
istiyordu beni. Bunu çok açık bir şekilde ifâde etm işti. Aile bu
demek değildi. Annem öldüğünden beri tüm hayatım boyunca
bununla uğraşmıştım; insanlar benim başka bir şey olm am ı, on­
ların hayatlarına ne uygunsa onu istiyorlardı. Deb hariç. O ben­
den hiçbir zaman kendimden başka bir şey olm am ı istememişti
ama onun bile gerçekten istediği kişinin Parker olduğu açıktı.
Yine de bazen onu ne kadar çok özlediğime şaşırıyordum.
Babam beni gücüm için istiyordu.
Ama ben onun için burada değildim. Annem hakkında bilgi
edinmek için buradaydım. Sihri sevdiğim için buradaydım.
Grubum bir aile gibi hissettirdiği için buradaydım . Babamın
burada olması hiçbir şeyi değiştirmiyordu.
Wİllow, “Diinya’dan Ava’ya,” dedi. Yüzüme doğru bir avuç
oje şişesi sallıyordu. “Mat mı parlak mı yoksa ışıltılı şeffaf mı
tercih edersin?”
“Bilmiyorum. Daha önce hiç sürmedim.”
“Ne? Tırnaklarını hiç boyamadın mı?”
“Hayır.”
“Çocukken bile mi?” Nadine sanki bu en büyük zulümmüş
gibi yüzünü buruşturdu.
Bir zamanlar böyle bir soru beni acı dolu anılarla dolu bir ku­
yuya sürüklerdi ama şimdi kendimi gülmeye bıraktım. Çünkü
su anda rol yapıyorduk. Gizli acılarla ortalarda dolaşan üç kız
Jegıimişiz gibi davranıyorduk. Biraz huzur bulmak için bir
MARGIE FUSTON 387

illüzyon yaratıyorduk. Gerçek dünyada sihirbazların yaptığı da


budur. Bunu kendimiz için de yapabilmeliyiz.
Başımı iki yana sallayıp konuyu kapattım.
W illow ve Nadine birbirlerine saf kötülükle baktılar.
Hepimiz W illow’un pembe yorganının üzerinde oturuyor­
duk, önümüzde çoğu Willow’a ait olan bir yığın makyaj mal­
zemesi ve oje vardı. Hiçbiri bana ait değildi. Bu geceki eleme
balosuna hazırlanmak için beni de davet etmişlerdi. Uğruna sa­
vaştığımız şeyi içimizden birinin alamamasını kudamak için ne­
den dev bir parti vermeyelim ki? Tırnaklarım konusunda endi-
şelenemeyecek kadar gergindim. Yine de Nadine bir şişe siyah
oje uzattı. Açıkçası düşündüğümden daha iyi tanıyordu beni.
Omuz silktim. Hayır demedim.
W illow saçını kulağının arkasına sıkıştırırken başını iki yana
salladı. Sinsice gülümseyerek elektrik yeşili bir oje şişesini ha­
vaya kaldırdı. “Bu renk sana çok yakışıyor.”
Nadine güldü.
Kızardım ve bununla savaşmaya çalışmadım. O anda, asla is­
temediğimi düşündüğüm her şeye sahiptim. Sadece arkadaşla­
rıyla tırnak boyayan, bir erkeğin karşısında kıkırdayan bir kız­
dım ve sanki birkaç dakika sonra güzel elbiseler giyerek, şüpheli
bir ölümsüzler grubunun ev sahipliğini yaptığı bir eleme balo­
suna değil de bir mezuniyet balosuna gidecektik ve endişelene­
ceğimiz tek şey kokteyllerin alkollü olup olmayacağı ve sonsuz­
luğun değil, gecenin kraliçesi olup olmayacağımızdı.
İllüzyon buydu. Ama bu geceden sonra üçümüzden biri gi­
debilirdi ve gerçekte aklımda olan çocuk yeşil ojeyle uyumlu de­
ğildi.
Midem altüst oldu. Xander yerine Romanı seçersem gru­
bumu kaybeder miydim? Romandan nefret ediyorlardı ama ya
aralarında bir köprü olabilirsem? Belki işe yarardı ve ikisine bir­
den sahip olabilirdim. Belki de yarışma bitmeden her şeyimi
kaybedecektim.
388 A C I M A S I Z İLLÜZYONLAR

Ne yapacağımı bilmiyordum.
Willow, “Yine kaşlarını çatıyorsun,” dedi, ben de bunun üze­
rine yüzüme bir gülümseme yerleştirdim. Nadine’e döndü. “Sen
de kaşlarını çatıyorsun. İkiniz de anı mahvediyorsunuz.”
Nadine’in gülümsemesi de en az benimki kadar sahte görü­
nüyordu. Arkadaşını hâlâ bulamamıştı. W illow için gülümse­
memizi koruyacağımıza söz verircesine bakıştık.
Bu arada tırnaklarımı yeşile boyamalarına izin verdim.
Lucius’un bizim için gönderdiği elbise askısını çıkardıklarında
sadece birazcık itiraz ettim. Elbiseler hoşuma giderdi. Onları
giydiğimde güzel hissetmeyi severdim. Deb’i yeniden gördü­
ğümde belki bu sefer beni alışverişe götürmesine izin verirdim.
Bu geceki elbisem okyanusun en saf hali gibi safir mavisiydi;
üst kısmı askısızdı ve beli mücevherli bir kemerle daraltılmıştı.
Parlayan tırnaklarımla bir korsan hâzinesine benziyordum.
Nadine’in mavi elbisesi o kadar koyuydu ki neredeyse siyahtı.
Bacaklarını sarıyor, dizlerinde bollaşıyor ve her hareket edişinde
hafif bir ışıkla parlıyordu. Gümüş tırnakları onu bir alacakaran­
lık tanrıçasına dönüştürmüştü. O geceyken, gök mavisi impa­
rator kesimi taftasıyla Willow gündüzdü. Pembe tırnakları gök­
yüzüne karşı gün batımının en hafif izlerini taşıyordu. Biz gece,
gündüz ve denizdik; hepimiz farklıydı ama güzeldik.
Koridorda ayrıldık, onlar aşağıya inerken ben odama gidip
Xander’ın bana eşlik etmesini bekledim.
Telefonum çaldı. Bilinmeyen bir numaraydı, başta aramayı
yok saydım ama her zaman Parker’ın okulundan falan arıyor
olabilirlerdi, o yüzden sonra açtım.
“Alo?”
“Ava?” Parker’ın sesi kalbimin gerginlik ve sevgiyle çırpma­
sına neden oldu ve birden onu o kadar özlediğimi fark ettim ki
gözlerime yaşlar doldu ama kimse izlemiyor olduğu halde göz-
yaşlarımla savaştım.
M a r g i e Fu s t o n 389

“Selam, evlat. Nereden arıyorsun? Bu Deb’in numarası de-


ğil.”
“Deb bana cep telefonu aldı, böylece artık sana mesaj atabi­
lirim ama sesini de duymak istedim,” dedi.
Deb’i bir dahaki görüşümde ona gerçekten gülümseyecek-
tim. M utluluktan boğazım ağrıyordu.
“Hâlâ sihirbazlarla seyahatte misin?”
“Evet.” Sesindeki kırgınlığı yakalamaya çalıştım, herhangi
bir hüznü. Eğer duyarsam, hemen geri dönebilirdim.
“Gelecek yıl okuldaki herkese bunu anlatmak için sabırsızla­
nıyorum. Partime katıldıkları için herkes beni şimdiden çok ha­
valı buluyor. Yakında dönecek misin?”
“Sanırım.” Aslında bilmiyordum ama bunu yapacağıma ye­
min ettim.
“Jacob mesaj attı. Onun da telefonu var.” Durdu, sonra
güldü. “Aşağıdan kurabiye isteyip istemediğimi soruyor. Gitme­
liyim. Seni seviyorum.”
“Ben de seni seviyorum.”
Telefonumu bir kenara koydum. Parker beni seviyordu ve bir
ailesi vardı. Benim de arkadaşlarım vardı. Bir şeye ait olma şan­
sım vardı. Sadece kazanmam gerekiyordu. Bir de Xander’la iş­
leri yoluna koymam gerekiyordu. Ona karşı dürüst olmalıydım.
Eğer onun grubunda kendime bir yer yaratmak için yalan söy­
lüyorsam, Deb için yapmayı reddettiğim şeyin aynısını yapıyo­
rum demekti.
Ama Xander gelmedi. Yarım saat kadar sonra kapılardan tek
başıma içeri girdim. Çevremi inceledikçe sinirim kayboldu.
Zemin her biri mavinin farklı bir tonunda, bir İkincisi olma­
yan fayanslarla kaplıydı. Tek bir rengin bu kadar çok tonunun
olduğunu düşünmezdim. Ortada yükseltilmiş, dairesel bir plat­
form üzerinde bir müzik grubu oturuyordu.
Beyaz sütunlar, gerçek bulutlardan oluşan döner bir tavana
doğru yükseliyordu. Bulutlardan her biri farklı bir mücevher
390 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

tonundaydı, her biri büyüleyici şekilde işlenm iş tüylerle kaplı


kuş kanadı şeklinde çok sayıda pervane aşağıya sarkıyordu.
Reina’nın çok hoşuna gitmiştir bu. Etrafıma bakınarak yüzün­
deki saf neşeyi hayal etmeye çalışırken, gözlerim Ju lia’ya kilit­
lendi. O gözlerini kaçırdı ama rahat bırakılm ak istediğine dair
bu işareti görmezden geldim.
Yanına vardığımda hâlâ yan tarafa bakıyordu. Bohem tarz­
daki elbisesinin her yerine dikilmiş m inik boncuk dizileri, elini
üzerlerinde gezdirirken çınladı, sonra dönüp bana baktı. Sinirli
olmasını bekliyordum ama sadece yorgun görünüyordu.
“Bildiğini sanıyorum,” dedim.
“Ne biliyormuşum?”
“Babamın kim olduğunu?”
Sessizdi. “Sadece onun bilmiyor olm asını um uyordum . Se­
nin burada olmanın talihsiz bir tesadüf olm asını. Seni izleyen
insanların olduğunu, seni kaçıracak bir annen olm adığında seni
önünde sonunda bulacağını bilm eliydim . Seni arattığı kişiler­
den biri de bendim.”
“Sen annemin arkadaşıydın diye biliyordum .”
Julia bana düşünceli bir bakış attı. “Eh, sonuç olarak onu hiç
bulamadım, değil mi?”
“Lucius, bizi güvende tutmak istediğini söyledi.”
Julia tek kaşını kaldırdı. “Annenin gitm esini istedi.”
İfadesi karanlıktı, öfkeliydi, hem de benim de fazlasıyla
aşina olduğum türden bir öfke. Annemi on u n öldürdüğünü dü­
şüyordu.
Ama kovalamak öldürmek değildir.
Kendimi bunu, artık bildiğim şeyi, söylem eye zorladım. Her
ne kadar onun Lucius hakkında ne düşündüğünü umursamıyor
olsam da. O benim gerçek babam değildi. Beni sadece gücüm
için istediğini açıkça belirtmişti ama ben yine de onu savunmak
istiyordum. Ben onun bir parçasıydım. “Annemi o öldürmedi,”
dedim. “Annem ölümünden önceki gün sihir kullanm ıştı. Beni
M a r g ie F u s t o n 391

iyileştirmek için çok fazla sihir.” Muhtemelen çok fazlaydı. Anı­


lar artık daha netti; altımdaki kara toprak kanla ıslanmıştı. “Beni
kurtarmak için öldü. Onu ben öldürdüm.”
Julia uzun süre sessiz kaldı, öfkesini bana yöneltmesini bek­
liyordum ama sonunda bana baktığında gözleri yumuşaktı, sı­
cak eli benim ellerimi kavradı. “Demek ki kendisi için en önemli
olan şeyi yaparken ölmüş.” Parmaklarını parmaklarım etrafında
sıkılaştırdı. “Bu yine de babana güvenebileceğin anlamına gel­
miyor.”
Bu gereksiz uyarı karşısında neredeyse homurdanacaktım.
“Güvenmiyorum.”
“Aferin.”
Elimi bıraktı ve mavinin girdaplarında, bir okyanus köpüğü
gibi kıvrılarak uzaklaştı.
Ben de kalabalığın arasına karışıp grubumu aradım. Herkes
aynı renk giyindiği için onları bulmak zordu ama Xander’ın saç
rengini değiştirdiğini hiç sanmıyordum.
Pervanelerden gelen esintiyle bir kadının elbisesi uçuştu ve
onun elbisesinin deniz mavisi, benim elbisemin safirine karışa­
rak neredeyse tek bir elbise olana dek okyanus dalgalarıyla bir­
likte döndü. Ayrılmaya çalıştığımız sırada kadın gülüyordu.
Sendeleyerek ondan uzaklaştım ve ayağımda olduğunu unut­
tuğum topuklu ayakkabılarımla elbisemin kuyruğuna bastım.
Ben durumu düzeltemeden kolumun arkası bir buza yaka­
landı ve bir anlığına olduğu yerde dondu.
Hayır, buz değildi. Doğal olmayan soğuklukta ve sertlikte,
parmak uçları minik buz sarkıtlarıyla kaplı bir eldi. Herhalde
sadece vampirler bu kadar soğuk olurdu. Vampirlerden nef­
ret eden bir adamın kendi tenini soğutmak için elinden geleni
yapması tuhaftı. Nabzımın atışı çok yavaşladı. Uzun, ince be­
yaz parmaklar gözümün ucuna doğru hareket ederek elbiseleri
birbirinden ayırdı. Kadın eğilip selam verirken, elbisesi artık
392 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

güvenli bir şekilde arkasında dalgalanıyordu, sonra doğruldu ve


hızla uzaklaştı.
Lucius sözlerinin ucunu »mevcut durum a veya gelecekteki
herhangi bir duruma kolayca çekilebilecek şekilde açık bıraka­
rak, “Dikkatli ol, kızım,” dedi. Gözlerinin keskinliği, bana bunu
elbiselerin dolanmasından daha fazlası için söylediğini anlatı­
yordu.
“Teşekkür ederim,” dedim çünkü aynı zamanda babanız
olan, vampir solgunluğunda ölümsüz bir hüküm darın belirsiz
uyarısına başka ne dersiniz ki?
“Teşekküre gerek yok.” Bakışları karnıma, uçuşan kumaşı­
mın altında yara izimin olması gereken yere takıldı.
“Beni ölüme terk etmeyi düşündün.” İkimiz de neden bah­
settiğimi biliyorduk çünkü o ânı ne kadar çok düşünürsem, o
kadar çok sorguluyordum. Kim olduğumu biliyordu, buna rağ­
men bir anlığına beni ölüme terk etmeyi seçmişti. Fikrini değiş-
t k ^

lirmişti ama o ânı silemezdi.


Ne demesini umduğumu bilmiyormuş gibi bakıyordu bana.
Omuz silkti. “Yaşamana izin verip vermemem gerektiğin­
den emin değildim. Küçük grubun seni buraya sırf beni bir şe­
kilde incitmek, üzerimde güç kazanmak ya da sadece yarışmada
ölmeni izlememi sağlamak için getirmiş de olabilirdi, bun­
dan emin değildim. Bu yüzden de evet, her şeyi oluruna bırak­
mayı düşündüm. Böylece asla bana karşı bir silah olmayacaktın.
Ama şimdi bunu yapmadığıma memnunum, kızım, çünkü sen
benim silahım olarak çok daha kullanışlı olacaksın. Tabii gü­
cünü kullanabildiğin sürece.”
Ağzım kurudu ve bunun nedeni babamın kan kaybetmeme
izin vermesi değildi.
“Grubum senin kızın olduğumu bilmiyor ki.”
“Elbette biliyorlar. Annen öldüğünden beri seni izliyorlardı.”
“Yalan söylüyorsun.” Elinden tekrar kurtulmaya çalıştım
ama parmakları kımıldamadı.
M a r g i e Fu s t o n 393

“Ben yalan söylemem.”


“Nerede olduğumu bilmediğini söylemiştin ama on yıldır bi-
liyormuşsun. On yıl boyunca beni neden yalnız bıraktın?”
ö n ce yüzünde şiddetli bir fırtına belirdi, sonra o fırtınayı
dizginledi. “Bu hayat için yaratılmış olup olmadığını görmem
gerekiyordu.” Onun tutuşundan kurtulmaya çalışıyordum. O
ise koluma bakıyordu. “Hâlâ da emin değilim.”
Roman yanımızda beliriverdi. Muhtemelen hiç yoktan or­
taya çıktı. Altında bol'bir pantolon, üstünde beyaza yakın mavi
bir yelek vardı. Giydikleri, saçlarının ve soluk teninin, genellikle
tekdüze kıyafetlerinin gizlediği bir canlılıkla parlamasını sağla­
mıştı. Nefes kesiciydi. “Lucius.” Roman eğilerek selam verirken,
bukleleri yüzünü gizleyecek şekilde önüne düştü. Lucius hafifçe
başını sallayana kadar, Roman eğilmiş olarak kaldı, sonra doğ­
ruldu. Gözleri yerdeyken ve saçları önündeyken, Lucius’un ba­
şını salladığını nasıl görebildiği, bir gizemdi. Öyle bir gizem ki
babamın eli hâlâ kolumda olmasaydı delicesine etkilenirdim.
Bu arada parmaklarım öylesine soğumuştu ki artık soğuk­
tan yanıyordu. Tırnaklarımın dipleri maviye dönerek yeşil ojemi
öne çıkarmıştı. Kollarımdaki damarlar sanki cildimin kenarla­
rında dikiliyor, zonkluyor, neredeyse açığa çıkıp bir tür sıcaklık
bulmak için yalvarıyordu. Boğazımdaki kuruluk nedeniyle hem
yutkundum hem de irkildim.
Roman hızla yüzümü inceledikten sonra gözleri kolumdaki
ele ve ardından Lucius’un yüzüne döndü.
Lucius her şeyi fark ederek gülümsedi.
Yıkıcı ve yakıcı soğuk nedeniyle dişlerimi gıcırdatıyordum.
Bilinmeyen bir içgüdü bana bağırmamamı söylüyordu.
Ben fareydim, o ise sessiz pençeleri her an etimi delmeye ha­
zır bir kediydi, biliyordum.
Roman boğazını temizledi. “Randevumu izlediğiniz için te­
şekkür ederim, efendim.” Eli yanına düştü ama bana değmedi.
394 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Lucius tüm akşam beni yanında sürüklemek istiyormuş gi­


biydi ama diğer sihirbazlar bunu fark etmeye başlamışlardı. Be­
nim kim olduğumu bilmeyen sihirbazlar. En azından, bilmedik­
lerini sandığım sihirbazlar. Artık hiçbir şey bilmiyordum.
Uzun bir süre sonra Lucius kolumu bıraktı ve tek kelime et­
meden uzaklaştı. Soğuğun ani yokluğu daha da yakıcıydı.
Roman elini dirseğime koyarak beni kalabalığın arasından
biraz fazla hızlı çekti. Ayaklarım kaydı.
“Yavaş ol,” diye tısladım.
“Üzgünüm. İnsanların bakışlarından hoşlanmıyorum.” Kala­
balığı taradı. “Xander hangi cehennemde?”
“Onu bilmeyi ben de istiyorum.” Buna inanamıyordum.
Beni izlemelerine imkân yoktu. Lucius yanılıyor olmalıydı. Em­
rinde bir sürü grup vardı. Belki de beni hangi gruba atadığını
unutmuştu.
Müzik grubundan yumuşak, sevecen bir müzik yükseldi.
İnsanlar hep birlikte sallanmaya başladı ve o zaman Lucius’un
neden hepimize mavinin tonlarını giydirdiğini anladım. Her
şey suya karşı esen rüzgâr girdaplarına, balo salonunun zemi­
ninde bir gelgit akışına dönüştü. Safir takım elbiseli yakışıklı si­
yahi bir adamla birlikte dönerek W illow’un yanından geçtim.
W illow soru sorarcasına kaşlarını kaldırdı. Ona iyi olduğumu
söylemek için hafifçe başımı salladım.
Kapıya ulaşan Roman kapıyı açtı.
Roman beni kapıdan çekmeden önce, Aristelle’in sesi geldi
kulağıma. “Çok uzun sürmeyecek.”
Roman beni çekiştirmeyi bıraktı, ben de ona doğru yönel­
dim. Yüzüme öyle yoğun bir şekilde bakıyordu ki bakışlarımı
ondan uzaklaştırmam ve onun gördüğü şeyi görmem biraz za­
man aldı.
Xander, Aristelle’i duvara yaslamıştı, yüzü boynuna gömü­
lüydü, bir eli saçında, diğeri ise gece mavisi ipek üzerinden be­
linin kıvrımındaydı.
M a r g ie Fu st o n 395

Ağzım kıyıya vurmuş -içinin boşaltılmasına bir saniye kalan-


bir balık gibi açılıp kapandı.
Beni ilk Aristelle gördü, Xander’ın göğsündeki elleri donup
kaldı. Yüzü pişmanlıkla doluydu; benim için mi yoksa yakalan­
dığı için mi, tam olarak bilemiyordum. Umurumda değildi.
Xander’ı hafifçe iterek kendisinden uzaklaştırdı.
Xander, sanki Aristelle oyun yapıyormuş gibi sırıtarak, “Ne?”
dedi.
Aristelle başını iki^yana sallayıp bakışlarını uzaklara dikti.
Xander sonunda etrafa bakındı.
“Ava.” Gözleri genişledi. Elleri Aristelle’in elbisesini sıktı,
sonra yanmışçasına bıraktı. Gerçekten yanmış olmasını um­
dum.
Xander bana doğru yaklaşırken, kolumu Romanın sıkı tutu­
şundan kurtararak bir adım geri çekildim. Bakışları baştan aşa­
ğıya, sonra tekrar geriye doğru üzerimde gezindi; kaslarımın her
seğirmesini, avının boğazına bir ok yiyecek kadar uzun süre ko­
şup koşmayacağını ya da hareketsiz durup durmayacağım merak
eden bir avcı gibi inceliyordu.
Kaçtım.
Bö lü m
29
ir çocuğu kırmanın küçük ve kolay yolları vardır ve ben ço­
B ğunu bilirim: asla tutamayacağınız sözler vermek, hiçbir şey
yoluna girmeyeceği halde her şeyin yoluna gireceğini söylemek,
bir çocuğa dondurma verip diğerine vermemek, onu sevdiğinizi
söylemek ve ardından kollarını morartacak kadar sert bir şekilde
çimdiklemek, ona bakma zahmetine girmemek, geceleri alnın­
dan öperken asla gitmeyeceğinizi söylemek ve sonra ölmek.
Eminim başka yolları da vardır.
İnsanlar çocukların dayanıklı olduğunu söylemeyi severler.
Çocuklar dayanıklıdırlar da. Kanları tutkal gibidir. Onları yara­
ladığınızda vücutları yeniden toparlanır. Ancak bu, sonunda ko­
pan ve cildi bozulmadan bırakan bir kabuk gibi değildir. Daha
çok kırıldıktan sonra tutkalla yapıştırılmış porselen bir bebeğe
benzer. Tekrar bir bütün gibi görünse de, hiç kimse ona çok ya­
kından bakmasa bile, tutkal tabakası -işaret edilecek bir kanıt
olarak- mevcuttur.
Hayatımın bu noktasında etten çok tutkaldım.
Ama bu yeni bir kırılmaydı. Tenim öylesine yanıyordu ki sı­
caktan, her bir yarayı bir arada tutan tutkal eriyor, kırılan tüm
parçalarım yavaş yavaş yerlerinden kayarak sert zemine düşü­
yor ve bir daha bir araya getirilemeyecek kadar çok parçaya bö­
lünüyordu.
Ayaklarım tozdan ibaretmiş gibi hissedip tökezledim ve ken­
dimi şenliğe uygun olarak mavi damarlı beyaz mermer duvar­
larda buldum.
Bana yalan söylemişlerdi. Hepsi bana yalan söylemişti.
MARGIE FUSTON 397

Konu Xander ve Aristelle’in birlikteliği değildi çünkü vam­


pirleri affeden gülünesi kalbim, beni çoktan başka bir yere çeki­
yordu. Konu beni istiyormuş gibi davran maşıydı. Beni kandır­
ması. Bunun ne kadarı hileydi? Diantha ve Reina’nın o akşam
yemeğinde benimle birlikte gülüp eğlenmeleri? Ya o gün plajda?
Bunların ne kadarı bir illüzyondu?
Bu, bir odayı farklı bir renge boyamak ve sonra boyanın ka­
lıcı olmadığını, sizin de kalıcı olmadığınızı fark etmek gibiydi.
Birdenbire her şey benim için çok açık hale geldi. Lucius’a gü­
venmiyor olabilirdim ama grubum hakkında söyledikleri doğ­
ruydu.
Onlar benim kim olduğumu biliyorlardı.
Peri heykelinin bulunduğu yarığa ulaştım ve içine girip ken­
dimi yere attım. Bugün heykelin tabanında doğal olmayan ala­
cakaranlık mavisi güller açmıştı. Yapay güller. Diğer her şey gibi
sahte. Kırılan parçalarımı dik tutmaya çalışırken, parmaklarımı
saplara batırıp sahte çiçekleri çektim. Gerçek sihir diye bir şey
yoktu. İplerin görünmez olması, orada olmadıkları anlamına
gelmezdi.
Ben kopardıkça çiçekler öldü, kurumuş kan rengine bü­
ründü.
Sonra yeni çiçekler büyüdü.
Bir illüzyonu bir kez gördüğünüzde, başka bir illüzyon çı­
kar ortaya.
Boğuk bir çığlık attım ve sihri tırmalayarak çekmeye devam
ettim. Her seferinde, heykel beş saniye boyunca sihirden arın­
mış gibi görünüyordu ve ardından illüzyon, insanın etini yiyen,
geriye kemiklerden başka bir şey bırakmayacak bir hastalık gibi
geri geliyordu.
Parmaklarım kanıyordu.
Tüm bu manipülatif sihirlere rağmen dikenlerini üzerinde
bırakmışlardı.
398 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Ellerimi elbisemin korsajına sildim. Kan, korsajımı koyu,


hastalıklı bir mora dönüştürdü.
“Mahvoldu.”
“Ne? Başımı Romanın sesine doğru kaldırdım ve gözlerim
onun ince boğazına takıldı. Boğazını temizlerken âdemelması
hareket ediyordu.
“Kıyafetin,” dedi.
“Ah.” Kendime baktım. Elbisemin mahvolmaktan beterdi
ama o bunu söylemeyecek kadar kibardı.
Lanet çiçekler geri dönmüştü.
Roman’ı yok sayarak yumruğumu özellikle dikenli bir de­
mete dolayıp çektim.
Başparmağımdan taze kan damlıyordu.
Roman bana doğru yumuşak bir adım attı ve ölü gül yığını­
mın üzerine diz çöktü. Dikenlerin belli belirsiz de olsa panto­
lonunu mahvettiğinin farkındaydım. Hep çok güzel pantolon­
lar giyiyordu.
Artık ölü olan çiçeklere uzattım yumruğumu. “En azından
artık gerçekler.” Hâlâ sadece boğazına bakıyordum. Yüzünde
acıma görmek istemiyordum.
Çenesi görüş alanıma girdi. Yanımdan uzanan ince bir el, bir
avuç dolusu çiçeği tutup çekti. Bir süre bu basit ve aptalca gö­
revde bana eşlik etti.
Sonunda durdum ve parçalanmış ellerimi kucağıma koy­
dum.
Roman ellerime uzandı. Kendi elleri çoktan iyileşmişti ama
kan izleri hâlâ duruyordu.
Beni de iyileştirmek istiyordu ama ben ellerimi çektim.
“İyileşmek istemiyorum.”
Başıyla onayladı. “Bazı yaralar zaman alır.”
Bir hıçkırık boğazıma takıldı ve onu orada tuttum.
Roman, “Gitmemiz gerek,” dedi.
Ma r g i e Fu s t o n 399

İlk kez gözleriyle karşılaştım ve gözlerindeki acıma değil, öf­


keydi.
Ondan ürktüm, o da başını başka yöne çevirdi. Tekrar dön­
düğünde ifadesi yumuşamış, endişesi kalmıştı geriye,
öfkesi bana değildi.
“Biliyordun. Beatrice’e de mi bunu yaptılar?”
“Hayır. Ama yine de şüpheleniyordum. Geçen yılki çırak­
larının Xander’a biraz âşık gibi olduğunu fark ettim ama onun
aynı zamanda Aristelle’e olan yakınlığını da fark etmiştim. Yine
de emin olamadım. Bu nedenle ilişkilerini sessiz tuttuklarını dü­
şünüyorum. Çıraklarının kaçmasına neden olduğum için onları
çaresiz bırakmış olabilirim.” İç çekip öne doğru sallandı ve elle­
rini birleştirdi. “Bazı gruplar çıraklarını dürüst yollardan bulur,
diğerleri ise... manipülasyonla.”
Manipülasyon. ÎUüzyon kelimesiyle eş anlamlı bir kelime ola­
bilirdi. Her şey büyük bir sihir numarasıydı ve ben o sihirbazlar­
dan biri olduğuma inanacak kadar aptaldım; oysa ben, hileli bir
kafesteki kafesin üzerine kan kırmızısı ipek bir kumaş örtülür­
ken edilgen bir şekilde oturan bir kuştan başka bir şey değildim.
Sihirbazın, elini kafesin üzerine vurarak kafesi ezeceğinden, ku­
şun da parmaklıklar arasında dümdüz olacağından habersizdim.
Ah, bakın , diyecekti sihirbaz sanki. Kafes ortadan kayboldu. Se­
yirci alkışlayacaktı elbette. Kuşun kınlan kemiklerinden, boşa
harcanan hayatından habersizce çırpacaklardı ellerini. Bu illüz­
yon için yapılan kafese bir şey olmayacaktı. Kuş ise çöptü. Ama
daima başka bir kuş vardır. Ben de bir kuştum. Hep öyle oldum.
Koruma altındaki çocukların bini bir para. Birini beğenmediy­
seniz, başkasını alın. Yaralı insanlar da öyledir.
Ama ben henüz yıkılmamıştım.
Numaralar hep ters giderdi.
Ellerimi yumruk yaptım, yaralardan ürksem de iyice sıktım.
“Lucius’un babam olduğunu biliyor muydun?”
400 A C IM A SIZ İLLÜZYONLAR

Roman’ın yüzündeki saf şok içimdeki en azından bir dü­


ğüm ü çözdü. Bu korkunç gerçeği o da benden saklamış olsaydı,
buna dayanabilir miydim, bilmiyordum.
“Lucius... ama nasıl?” Düşüncelerini kelimelere dökemiyor
gibiydi.
“ölüm süz olmalarından önce.”
“Peki Lucius biliyor mu?”
Başımla onayladım.
Roman’ın sesi umutlu bir fısıltıya dönüştü. “Peki kazanmanı
sağlayacak mı?”
“Senin ve Xander’ın beni iyileştirmenizi engellerken de bili­
yormuş, yan i... hayır.”
Roman’ın yüzü karardı. “O halde ölmeni mi istiyor?”
“Senin beni iyileştirmeni engellemesinin herkese yapabile­
ceği bir şey olduğunu söyledi. Sanırım kazanmamı istiyor ama
yardım cı olacağını sanmıyorum. Ama kazanmamı benim için
istemiyor. Eğer gücümü kontrol edebildiğimi kanıtlarsam, beni
kullanm ak istiyor.” Bunu yüksek sesle söylemenin bu kadar acı
vereceğini beklemiyordum.
“Ondan da başka bir şey beklenmezdi zaten.” Roman kori­
doru tarayıp bana baktı. “Biri bizi görmeden gitm eliyiz.”
Düşündüğünü bildiğim şeyi söylemedi. Biri beni görürse
zayıf -hassas- görüneceğimi. Bu üstesinden gelemeyeceğim bir
şeydi. Özellikle de şimdi.
Roman bana kanlı elini uzattı, ben de elini tuttum . Ellerimiz
kaygandı. Fazla samimi bir görüntü. Fazla sembolik. Roman ar­
tık bir arkadaştan daha fazlası olsa bile.
Ama o hâlâ kafesin dışındaki sihirbazdı. Benim kafesimin.
Numarayı yapanın o olup olmaması bir şeyi değiştirmemeliydi.
“Kendim dönebilirim.” Elini bıraktım ve yum ruklarım ı
mahvolmuş elbiseme sürdüm.
Hiçbir şey söylemeden yanımda yürümeye devam etti. Yal­
dızlı bir aynanın yanından geçtiğimiz sırada kendim e baktım,
M a r g i e Fu s t o n 401

sonra dönüp bir kez daha baktım. Elimi kaldırdığımda, kuşa­


ğımın hemen üstüne dolanmış kırık bir dikene dokunduğum
halde parlak bukleli saçlarım mükemmeldi. Elbisem ilk giydi­
ğim zamankinden daha az kırışıktı ama en tuhafı da yüzüme
sanki her zaman oradaymış gibi yayılan gülümsememdi. Sanki
kolaymış gibi.
Bunun Rom anın işi olduğunu hemen anladım. Beni tanıyan
herkes Rom anın illüzyonunu fark ederdi. Ama burada kimse
bunu anlamazdı. Aklım Reina ve Diantha’ya kaydı. Onlar da el­
bette Xander ve Aıistelle’i biliyorlardı. Başından beri kim oldu­
ğumu da biliyorlardı. Nasıl bilmesinler ki? Bunu fark etmek, he­
defe çok isabetli fırlatılmış bir bıçak gibi içime saplandı.
“Dur,” dedim boğulurcasına.
“Ne?” Ben ona dik dik bakarken, yüz hatlarında bir panik
belirdi.
En azından kendi kondurduğu sahte gülümsemeyi değil, ger­
çek yüz ifademi görmüş oldu. Bu kesinlikle benim ilk sahte gü­
lümsemem değildi ama bana ait olmayan tek gülümsemeydi.
Aynaya doğru yalpaladım. Camın diğer tarafında mükem­
mel m anikürlü elim kalktı ve kanlı, gerçek olanıyla parmak uç­
larından buluştu.
Ayna kanımla lekelendi.
Bir adım yaklaşıp kanı silmek için cebinden siyah bir men­
dil çıkardı.
Sadece elini sallayıp kanı sihirle de silebilirdi ama bunu yap­
madığı için minnettardım. Minnettar olunacak ne tuhaf şey.
“Yok et şunu,” dedim ona. Grubumdakilerin beni nasıl incit­
tiklerini görmesini istiyordum.
Roman nazikçe, “Güçlü görünmen gerek,” dedi.
H aklıydı. Bu her şeyden önemliydi. Yutkunup başımla onay­
ladım.
Roman dirseğimden tutup beni yavaşça ileri çekti. Balo salo­
nunun kapısına ulaşana dek de bırakmadı.
^ 02 A C I M A S I Z j Ll U Z Y O N L A R

“Seni bekliyorlar,” dedi.


Kapıyı çektiğim sırada kapı kolu elimden kaydı.
Salonun ortasında dört tane altın platform yükseliyordu.
Ethan, Nadine ve Willow çoktan üç tanesinin üzerine çıkmış­
lardı. \Villow bana gergin bir gülümsemeyle baktıktan sonra
kaşlarını çattı. İllüzyonun arkasını görebiliyordu. Çünkü beni
tanıyordu. Bu, gerçek acımı biraz olsun hafifletti. Beni almaya
gelmek ister gibi öne atıldı ama başımı iki yana salladım . Benim
için kendi aleyhine olacak bir şey yapmasına gerek yoktu.
Bir el bileğimi tuttu. “Neredeydin?”
Xander’ın elinden kurtuldum ve doğrudan ona baksam da
aslında yüzüne bile bakmıyordum.
Bana doğru uzanınca, ben de Rom anın göğsüne doğru bir
adım attım.
“Ava,” diye fısıldadı Xander.
Sessizlik. Çevremdeki fısıltılar bu sessizliğin içini doldurmak
istercesine içine sızıyordu.
“Git.” Romanın sesi gürledi sırtımda.
Xander bir saniyeden daha kısa bir süre öylece durdu, sonra
kenara çekildi.
Roman’ın teklif ettiği eli kabul etmeden sütunum un üzerine
çıktım. Artık bir tek kendime ihtiyacım vardı. Bana uzun, ince­
leyen bir bakış attı, ardından da W illow’un yanına doğru iler­
ledi. Tüm gruplar çıraklarının etrafında toplandılar. Xander ha­
riç, o gitmişti. Ama Aristelle oradaydı. Ateş mavisi elbisesiyle
ayakta duruyor, elinde titreşen, ışıktan, dev bir cam küre tutu­
yordu. Yüzü her zamankinden daha solgun olmasına rağmen sert
ve inatçıydı, ağzı ise gergindi. Sanırım yapması gerektiğini dü­
şündüğü şeyi yapmıştı. Gözlerinde bir pişmanlık izi bulm aya ça­
lıştım. Ben emin olamadan bir anlığına yere baktı, sanırım hâlâ
oradaydı. Reina ve Diantha göz teması kurmaya çalışıyordu.
Başlarının üzerinden, bulutları önce bir yöne, sonra diğer yöne
MARGIE FUSTON 403

iterek doğal olmayan beyaz bir girdap oluşturarak dönen perva­


nelere baktım. Bu yerde hiçbir şey doğal değildi.
Lucius yanımıza yaklaştı. Kendisini çevreleyen kalabalığa
seslenirken yavaşça dönmeye başladı. Mavi, değişen tüm tonla­
rıyla en iyi pozisyon için yarışarak etrafımızda bir girdap yaratıp
içimizden birinin boğulmasını bekliyor gibiydi.
“Bu gece bir çırağı eleyeceğiz. Bir çırak, bizden biri olmak
için sihri kendine çağırabilmeli, onu kendi isteklerine göre esne-
tebilmeli ve insanların inanacağı illüzyonlar yaratabilmeli, böy-
lece sihrimizin besleneceği inanç anını yaratmalıdır. Bir şey bes­
lenmezse ölür. Küreler, her çırağın gösterisi ile aldığı alkışları
gösteriyor. Şimdi küreleri kıracak ve aldıkları alkışlan serbest bı­
rakacaklar. En zayıf olan elenecek.”
Bakışları bir anlığına çok uzun süre üzerimde kaldı. “Küre­
leri verin.”
Aristelle benimkini bana uzattı ve geri çekildi. Çevremde
camdan bir kubbe belirdi.
“Şimdi onu yere at,” diye emretti Lucius.
Hiç tereddüt etmeden, dediğini yaptım. Küre ayaklarımın
dibinde paramparça olurken, etrafımda bir ışık parladı. Parıltı
ayak bileklerime kadar yükselirken, küçük sahnemin hemen dı­
şında kalan alkış yağmuru kemiklerimi tıngırdatıyordu. Etra­
fımda bir girdap oluştu. Diğerleri de kapalı cam kubbelerinin
içinde parlıyorlardı. Nadine’in ışığı boyuna kadar yükselmişti.
Ethan ınki göğüs hizasındaydı ve Ethan ellerini göğsünün üze­
rine kaldırdı. Benimki belimin etrafında dans ederek yüksek bir
kükremeye dönüştü. Willow’unki ancak dizleri hizasındaydı.
Yüzü asık olan Roman hemen onun yanında duruyordu.
W illow kaybediyordu. Nadine, boğulmak üzere olduğu gü­
rültüden dolayı yüzünü buruşturarak elleriyle kulaklarını ka­
pattı. Üçüne bakarken onunla göz göze geldim. Kazanmaktan
hiç keyif almıyordu.
404 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Willo\v bana doğru döndü. Kendisininkinden biraz daha


yüksek olan benim ışığıma bakıp başını sallarken, ifadesi kıs­
kançlıkla sevgi arasında gidip geliyordu. Işığı gösterişli bir kır-
mızı-kahverengiye dönerken, hızla büyüyen bir bulut halinde
etrafında dönmeye başladı ve bir anda boynuna tırmanırken,
avuçlarını cama dayadı. Bağırarak bir şey söylemek veya çığlık
atmak üzere ağzı açıldı ve söyleyeceği şey her neyse, duman onu
yok etti. Gördüğüm son şey korkuyla irileşmiş kahverengi göz­
leriydi. Elimi defalarca cama vurdum. Kendi çığlığım , karşıla­
rında gösteri yaptığımda eğlenen piçlerin donuk kükremesini
bastırarak kafesimde yankılandı.
Sonra her şey yok oldu; sıvı ışıldar, kırm ızı ışık ve Willow.
Hıçkırıklarımı bastırarak dizlerimin üzerine çöktüm .
Kanlı el izlerim sanki kaçmaya çalışmak yerine beni boğ­
mak için uzanıyormuş gibi ürkütücü bir şekilde üzerime süzü­
lüyordu.
Ben paniğe kapılmadan hemen önce göz kırparak gittiler.
Bariyer kayboldu ve ben kenarından düştüm.
Hemen ayağa kalktım. “O nerede?” Başta kim seye doğru hır­
lamadım ama sonra köşeye sıkışmış bir kedi gibi dönüp onun
önünde durdum, ölmeme izin vermeyi düşünen babamın.
“Sakin ol, canım. O sadece bizim dünyam ızdan gitti, sizin­
kinden gitmedi. Onu hatırlamayacaksın elbette am a belki geri
döndüğünde kader sizi yeniden bir araya getirir.”
Geri döndüğünde. Sözleri bir tokattı. Bana sadece baş başa ol­
duğumuzda “kızım” diyordu çünkü bana inanm ıyordu. Kimse
benim üzerime bahse girmezdi. Ellerimi önce sıktım , sonra gev­
şettim. Zaten neden burada kalmak isteyecektim ki? Etrafım­
daki insanlar umurumda değilse, uğruna savaştığım tüm bu gü­
cün ne anlamı vardı? Romanı önemsiyordum ama bana ihanet
eden insanlara bakarak burada sonsuza dek duracağım ı hayal
edemiyordum.
Gitmek istiyordum.
M a r g i e Fu s t o n 405

Lucius’a yavaş ve kabullenici bir şekilde başımı eğdim ve tö­


kezleyerek uzaklaştım. İnsanlar -daha doğrusu sihirbazlar- yo­
lumu açtı. Çoğunda insaniyet namına hiçbir şey yoktu, öyle ki
onlara insan bile denemezdi. Roman bana doğru yöneldi ama
başımı iki yana salladım. O, beni durdurabilecek tek şeydi.
Nadine beni koridorda yakaladı. Gözleri nemliydi ama ak­
mayan gözyaşlarının arkasında bir sertlik vardı. “Eve gittiğini
sanmıyorum.”
“Emin olmanın tek bir yolu var. Onlar hafızamı silmeden
buradan çıkmam lazım.”
Kaşlarını kaldırdı.
“Burada benim için hiçbir şey yok. Grubumun bana yalan
söylediğini öğrendim. Buradaki herkes yalancı.”
“Öyleyse cevaplarına ulaştın.” Anlatıp anlatmayacağımı gör­
mek için bekledi.
“L u ciu s...” Durakladım. O sözcükleri bir kez daha yüksek
sesle söylemek istemiyordum. Yalan gibi geliyordu bana. Hatta
yalandan da beter: yalan olmasını dileyeceğiniz bir gerçek.
“Lucius babammış.”
Nadine bir adım geri çekildi. Yüzündeki şüphe hoşuma git­
mese de onu anlıyordum. Artık pek dışarıdan biri değildim. Ben
kendimi öyle hissetmesem bile onun nefret ettiği şeyin bir par-
çasıydım. Ama silkelendi ve elimi tutmak için uzandı.
“O zaman cevapları alabilirsin. Willow’la ilgili... başka şey­
lerle ilg ili...”
“İstiyorum ama bana nasıl davrandığını gördün. Ben onun
için bir hiçim .” Son birkaç kelimede sesimin çatlamasını iste­
memiştim.
Bu, Nadine’in elimi daha da sert sıkmasına neden oldu. Bir
kısmı sempatiden, bir kısmı baskıdan. “Tekrar dene. Willow
• • M
için.
Beni bıraktı ve elimden geleni yapacağıma inanıyormuş gibi
çekip gitti.
406 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Kendime inanıyordum ama Lucius’a inanmıyordum, buna


karşın bana yardım edebilecek başka biri vardı.
Nereyi aradığımdan emin değildim, o yüzden kim i aradığıma
odaklandım: çökmüş yanakları ve soluk gözleriyle Annalise. So­
nunda, soluk sarı duvar kâğıdarı ve klasik çocuk hikâyeleriyle
dolu bir kitaplığın olduğu sade bir çıkmaz koridora vardım.
Viktorya Dönemi’nden kalma bir çocuğun hayaletini görmeyi
umarak arkama baktım. Tam oradan ayrılacaktım ki hafif bir
ses oldu, sanki sihir boğazını temizliyordu, anlam adığım için si­
nirlendim. Kitaplığın yanına gidip kitapları çekiştirmeye başla­
dım. Gizli Bahçe isimli kitabı çektiğimde, kitaplığın bir tarafı
öne doğru fırladı. Eğer zamanım olsaydı, bundan etkilenirdim.
Başka bir koridor ya da belki de gizli bir kütüphane bekliyor­
dum ama ayaklarım yabani yoncalara bastı ve gözlerim bulut­
suz bir gökyüzüne karşı kısıldı. Gözlerim ışığa alışmadan, kıkır­
dama sesleri duydum.
Yonca tarlasında, gelişigüzel yetişmiş her türden çiçek vardı,
öyle ki üzerine rastgele boya sıçratılmış yeşil bir tuvale benzi­
yordu. O kadar parlak ve canlıydı, bakması o kadar zordu ki
sanki var olmaması gerekiyormuş gibiydi ve sanırım gerçek­
ten de aslında yoktu. Her şeyin ortasında tuhaf bir çift salıncak
vardı. Mahalle parklarındaki ucuz metal salıncaklara hiç benze­
miyordu. Direkleri mükemmel spiraller şeklinde oyulmuş ah­
şaptandı. Direklerin etrafında kıvrılmış olan sarmaşıklar, ikizle­
rin oturup bacaklarını ileri geri salladıkları salıncağın iplerinden
aşağıya doğru sarkıyordu. Annalise eğilmiş olarak önlerinde du­
ruyordu, ayaklarının dibindeki bir avuç dolusu laleyi koparı­
yordu. Kopardıktan sonra onları havaya fırlatınca, ikizler güldü.
Burası onun mutlu olduğu yerdi; Lucius’tan ve diğer sihir­
bazlardan uzakta, sadece kız kardeşleriyle beraber.
Yanına gittiğimde bana bakmadı.
“Willow nerede?”
M a r g ie Fu s t o n 407

“Kim?” Sesi o kadar zayıftı ki geceleri uzaklarda öten bir bay­


kuş gibi çıkıyordu.
“Az önce evine dönen çırak. Onun hafızasını sildin mi? Onu
sana getirdiler mi?”
Cevabı düşünüyormuş gibi yüzü kasıldı.
İkizler, “Ava, gel bizimle sallan,” diye bağırdılar.
Arkamı dönüp baktığımda artık üçüncü bir salıncak asılıydı.
Onun etrafında da sarmaşıklar büyümüş gibi görünüyordu.
Gözlerimi yeniden Annalise’in boş bakışlarına çevirdim. İkizler­
den biri, elinin üzerinde yeni bir sarmaşık yeşerince hafifçe ba­
ğırdı. Bileğinden aşağı bir damla kan aktı.
“Annalise.” Ben onun koluna dokunana kadar sarmaşıklar
büyümeye devam etti. Sonra Annalise bana baktı. “Neden di­
kenlerden kurtulmuyorsun?”
Bir anlığına şaşkın göründü.
Briar’ın -veya Bridgette’in- kolunu işaret ettim ama çoktan
iyileşmişti.
“Belki de zihnimde çok fazla diken vardır,” dedi ama bana
bakarken gözleri keskin ve temizdi. “Sana aradığın şeyi vere­
mem. Onu görmedim.”
Dudağını ısırdı, kanayan dudağı sonra hemen iyileşti. Ardın­
dan gülerek arkasını döndü ve ellerini çırparak ikizlerin gitgide
daha yükseğe sallanmalarını izledi. Burada benim için bir cevap
olmadığı açıktı.
Sadece bir seçeneğim daha vardı.
Ben onun kızıydım; her ne kadar ben öyle hissetmiyor olsam
da temelde bu gerçek hâlâ geçerliydi. Belki bunu kullanabilir­
dim. Belki de sırf onun iyi olduğunu bileyim diye Willow’u gör­
meme bile izin verilirdi. Bana bunu gösterecek sihirli bir kristal
küresi olabilirdi. Onu bir rakip olarak değil bir arkadaş olarak
geri getirmeyi kabul edebilirdi.
Bu istek çok fazla değildi. Kalmak için bir nedene ihtiyacım
vardı. Bir baba olarak bana biraz ilgi göstermesi, başlangıç için
408 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

iyi olabilirdi. Bir kez daha deneyebilirdim, sonra mecbur ka­


lırsam bıçaklarımla ön kapıyı açmaya çalışabilirdim . Koridora
doğru ilerlerken niyetim açıktı. Sihir kırılıp büküldü etrafımda.
Koridor bir an tuğladan bir koridora dönüştü, bir an sonra par­
lak aplikleri olan kiraz ağacı panellerle kaplandı, bir an sonra
orman yeşili duvar kâğıdı vardı duvarlarda. Ama sonunda si­
hir teslim oldu; şimdi siyah mermer koridorda duruyordum.
Annemin fotoğraflarına takılıp kalmamaya çalışarak koridorda
ilerledim. Devasa siyah kapılara ulaştım ve annem in portresine
baktım. Gözleri o kadar temkinliydi ki sanki içlerinde bir uyarı
vardı. Daha önce de böyleler miydi?
Uzanıp kapıyı yumrukladım. İçimden bir ses Lucius’un cesa­
retimi takdir ettiğini söylüyordu.
Ama cevap veren olmadı.
Kapı kulpunu açmayı denedim. Kilitliydi.
Kapıyı tekrar çaldım, bu sefer kapı açıldı. Başta kapıyı onun
açtığını düşündüm ve dışarı çıkmasını bekledim am a içeride
kimse yoktu. Sonra anladım: kapıyı ben açm ıştım. Benim sih­
rim. Sadece bir anlığına da olsa tereddüt ettim; onu babam ola­
rak da doğru düzgün tanımıyordum ama onun bir hükümdar
olduğunu duyduğum için ve gördüklerim nedeniyle yakalan­
maktan korkuyordum.
Ama eğer cevapları aramak için etrafa bakma şansım varsa, o
zaman bu şansı kullanacaktım.
İçeri girdim. Oda o kadar sıcaktı ki ürktüm. A çık şöminede
ateş yanıyordu. Şömine rafı sanki birbirine örülmüş ve katrana
batırılmış güllerden yapılmışa benziyordu. Şöm ineye doğru bir
adım attım. O kadar gerçekçiydi ki üzerinde kan akıtacak kadar
keskin görünen minik dikenler vardı. Denemeye kalkm adım .
Gül teması odanın geri kalanında da hâkim di. Kenarla­
rında sarmaşıklar halinde siyah güller bulunan koyu bordo
rengi bir halı duruyordu odanın ortasında. Uzun püsküllü ka­
nepe ve onunla uyumlu iki sandalye, solmuş kırmızı yaprakların
M a r g i e Fu s t o n 409

rengindeydi. Koyu renkli ahşap bacaklarında bile çiçek açan


güller oyulmuştu soluk bir şekilde. Odanın iki yanında maun
kitaplıklar sıralanmış, kemerli üst kısımları, aşağı sarkan ve ki­
taplara uzanan gül dallarına benzeyecek şekilde oyulmuştu. Yan
odaya açılan açık bir kapı vardı ve tasarımı hemen hemen aynı
olan sayvanlı yatağı seçebiliyordum.
Ya gülleri en az annemin sevdiği kadar seviyordu ya da an­
nemi gerçekten çok sevmişti. Burası bir koridordan ziyade bir
şapeldi.
Derim karıncalandı. Bu aşktan ziyade bir takıntı gibiydi.
Odadaki en çarpıcı şey masif camdan kare sehpaydı, içinde,
tutsak bir gül fidanı tekrar tekrar açıp tekrar tekrar soluyordu.
Yaprakların doğuşunu ve ölümünü tekrar tekrar izlemek ürkü­
tücüydü. Belki de bir ölümsüz için rahatlatıcıydı. Çiçekten si­
hir yayılıyordu. Şimdiye dek gördüğüm en güzel şeyi incelemek
üzere yaklaştım: masayı değil, üzerindeki küçük kutuyu.
Eğilip elime aldım. Altın kaplama da olabilirdi, som altından
da olabilirdi. Rüzgâr veya sisin dikkatli girdapları oyulmuştu her
santimine. Kontrol edilemeyen bir fırtına gibi örülmüştü ve ara
sıra bu girdapların içinde bir çiçek ortaya çıkıyordu. Parmağımı
kapağa bastırıp elimi geri çektim. Çürüyen çiçeklerin kokusu
kapladı boğazımı. Bu masa, buradan gelen güce kıyasla hiç de
sihirli değildi.
Derin bir nefes alıp kutuyu tekrar kaldırdım. Kapağı yoktu.
Ek bir yer bile bulamadım. Sihrim içimde nabız gibi atarken,
onu test ederek bana istediğimi vermesini sağlamaya çalıştım
ama hiçbir şey olmadı. Parmaklarımı girdapların üzerinde gez­
direrek kutuyu ters çevirip altını inceledim, sonra bir şey de­
rimi ısırır gibi oldu. Güllerden birinin ortasından çıkan ufak
dikene daha yakından baktım. Ben incelerken kanımın lekesi
kayboldu, sonra metal eridikçe girdaplar kayarak kutunun orta­
sındaki mükemmel bir dikiş yerini ortaya çıkardı.
410 ACIMASIZ İl LUZYONLAR

içimi huzursuz bir heyecan kapladı. Annemin gizli kurusuna


gizlice göz atardım. Babamınkine de aynısını yapmam uygun
görünüyordu.
Ust kısmı turup kaldırdım ve bir kenara koyup içine bakrım.
İçi o kadar sarsıcıydı ki ilk başta tam olarak algılayamadım.
Az önce annemin kutusu aklıma geldiği için gördüklerim i hayal
ediyor olmalıydım. Sihir bana oyun oynuyordu. Ö yle olmak zo­
rundaydı. Başka türlü her şey çok mantıksızdı.
Annemin kolyesi göz kırpıyordu bana kutunun içinden: si­
yah kadife boyun bağı olan altın gerdanlık ve beş yakut mücev­
her. Beni iyileştirmek için taktığı kolyeydi bu. Sadece bu ol­
saydı, bunun bir replika olduğunu düşünebilirdim. Ama onun
altında da annemin günlükleri duruyordu; arka kapağı eksik
olan, eski ve soluk kahverengi mürekkeple yazılmış olan, etra­
fında deri bir kuşağı olan, parlak menekşe rengi ve kahve lekeli
olan. Onları görmeyeli çok uzun zaman olmuştu ama onları ne­
rede görsem tanırdım.
Vampirin çaldığı her şey.
Buradaydı.
İmkânsız. Beynim noktaları birleştirmek istiyordu ama ben
hazır değildim.
imkânsız. imkânsız, diye tekrarlayıp durdum defalarca, ra ki
artık tekrarlayamaz hale gelene kadar. Onun bunlara sahip ol­
masının tek yolu vardı.
Annemi o öldürmüştü.
Bunun gerçekliği karşısında uyuşmuş haldeydim. Arkama
yaslanıp cam masaya sıkışan güllerin soluşunu izledim. Ö lü yap­
raklar sanki tutkalın içinden düşüyormuş gibi dibe doğru sürük­
leniyordu.
Bir açıklaması olabilirdi. Saldırıyı duyup hemen ardından
oraya gitmiş ve ben uyanmadan annemin günlüklerini almış
olabilirdi.
M a r g i e Fu s t o n 411

Hayır. O zaman annem hâlâ hayattaydı. Onun son anında


ben yanındaydım . Eğer oraya gelmişse, bu onu ölüme terk ettiği
anlamına geliyordu.
ö n e eğilip elimi kutuya soktuğum sırada parmaklarım ka­
rıncalanıyordu. Bir yanım onun bana yaklaşıp, elini kavanoza
sokan bir maymun misali beni tuzağa düşürmesini bekliyordu
ama öyle olmadı. Parmaklarım üstteki -yıpranmış deri kapaklı
olan- günlüğü kavradı.
Midem bulanıyordu. İstediğim şeydi bu. Hikâyenin diğer kısım­
ları. Annemin ağzından. Gerçekten güvenebileceğim tek kişiden.
Günlüğü açıp okumaya başladım.
M eselenin g erçeklen vampirlerle ilgi olup olmodğn me­
rak etm eye başlıyorum arlık. O. herkese vam prlem
vahşi aslanlar gibi hayatta kalmak içn öldürmeleri gerek­
tiğim söylüyordu ama geçen gün onlardan bryle tanş-
tım O na soru bile sormadan kazığı saplayacaktm. tıpkı
bize öğretildiği gib. "Ya sen onlan öldüreceksin ya da on­
lar seni öldürecek çünkü onlar kaybettıklen gücü ıslıyor­
lar.' Bizi bunun için öldürdüklerin biyorum ama hepsi öyle
değilmiş. Arlık bunu öğrencim. Bu vamp^e gıztae yaklaş­
tım ama ben kazığı kaburgalamn araşna ve srtma sap­
lamadan hem en önce arkasın döndü. Yuvarlak yüzü ve
gemş kahverengi gözlen bana Lucıus'un ylar önce ölü­
sünü bulduğum ve Numenus tarafndan öldürülmüş kız
kard eşin hatırlattı, yani ben onun kızı bJe olabilecek br
kızı öldürm ek üzereydim. Yûpamodm. Kazğm braktım.
o da güldü ve onu öldürmedim için bana teşekkür etti.
Kız kardeşi de yaşasa tam olarak bunu yapardı. Sonra
yapmamamız gereken başka bir şey yaptım onunla ko­
nuşlum. Bana km sey öldürmeden söyted Hemşreymş
ve bu sayede kan çalmak onun ıçır>çok kolaymış. Ba­
ze n de bazı hastalan ıyleşWmek içn kendi kann kulla-
nyorm uş. Hayal edebiliyor musun'5 İnsanlan lyteşbren
412 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

bir vampir Dünyaya faydalı olmak için hepim izden daha


fazlasını yapan bir vampir. Tandırı başha bir vam pir bile
yok. Hepsi bizi öldürme planlan içinde değil, e v e t bazıkrı
öyle ama onbn avlamayı bıraksaydık y n e d e öyle olurlar
mıydı acaba'5 Bir çeşit ateşkes sağlanm az m ıydı? Lan et-
lerinı ortadan kaldırmay sağlamak için onlara Kendi iste­
ğimizle kanımızı verebiliriz. Birlikte çakşırsak n e le r yapabi­
leceğimizi hayal etsene...

Bir sonraki yazdığı kısa ve ürperticiydi.


Lucıus'a vampirler hakkındaki düşüncelerim i anlattım. Hata
etmişim. Uzun bir süre sessizce bana baktı. N e yaptığını
biliyordum beni bahçesinde hayal ediyordu. Bahçenin g e-
rekli bir kötülük olduğunu söylüyordu am a y a orası ashnda
tüm kötülüklerin köküyse?
Bahçe derken neyi kastettiğini bilm iyordum am a kulağa
uğursuz bir şey gibi geliyordu.
Bu günlüğü bir kenara koydum ve sırtı altın rengi olan sade,
yumuşak ve pembe olan günlüğü aldım. Çevirip açtım . Kopmuş
bir sayfanın olduğu yerden açılıverdi kendiliğinden.
Muhtemelen benim kopardığım bir sayfaydı. B unun üzerine
yazının başlangıcını bulana kadar geriye doğru taradım sayfaları.
Ava onu büyün yine yaptı. Farkk bir tü r rmsır g evred i is­
tediği için sinirlend ve kaşığını her zam an yaptığı gibi oda­
nın diğer ucuna -firbttı ama halya düşen küçük bir -fırlatış
değildi. Güç dalyasını diğer odadan hissettim v e içeri g ir­
diğimde kaşğın yaklaşık iki m etre ötedeki duvara saplan­
mış olduğunu gördüm. Kanında sihir olan pek ço k çocuk
tesadü-fen yüçlerini açığa çıkarabiliyorlar am a bu kad ar
yoğun değil. Neden böyle olduğuna dair teo rilerim var.
Lucius beni ölümsüz yapmadan önce ham ileydin. B e n ha­
mile olduğumu biliyordum, o da biliyordu am a ikimiz d e b e­
denlerimizin tamamen donacağın, fetüsün ben ölüm süz
MARGIE FUSTON 413

olduğum sü rece ölümsüz kalacağını blmyorduk. Bilseydim


osb yapmazdım. Onun yine de büyüyüp doğacağını, daha
so n ra eğ er ölümsüz olmak islerse, bunun br sorun olma­
yacağım düşünmüştüm. Onu hçbr zaman göremeyece­
ğimi, h er zaman içimde var olan farkl br hayatm hatırası
olarak kabcağım bıkniyordum. Her performansla berumle
brhkteydı, ya tüm bu zaman boyunca shir toplamışsa'5
Mantıklı olan -lek şey buydu. O, küçücük br bedene hap-
solmuş, y lb rca kullanılmamış Sıhrden oluşuyor
Çoklan -loplardık ve yne kaçlık. Kimse brazcık Sıhn -Fark
e-lm ez ama yakınbrda yerçek br sıbrbaz varsa ve shn
hissetm işse, yetecektir. Geçen sefer Ava pelüş hayvanım
ortadan yok e-Hığinde, Juta'y yörmüştüm kasabada. M ar­
k e tle yö z yö ze yeldik. Biliyordum. Ama arkamdan yel­
medi. O nun bazı emirlerine uyacak kadar ondan korku­
y o r obbilir ama y n e de bana kaçmam için zaman verdi.

Ju lia bu konuda yalan söylemişti. Bizi bulmuştu ama bunu


Lucius’a söylememişti.
Bir sonraki sayfa yoktu ama ben o sayfada ne yazdığını bili­
yordum . Gecelerce o kâğıda bakmış ve kimden bahsettiğini me­
rak etm iştim . Yazı ezberimdeydi:
Benim mi peşimde yoksa onun mu peşinde, blmıyorum.
M uhtem elen ikimizin de peşinde.
Bir sonraki sayfaya geçtim.
Ucuz bir karavan salın akik. Bir planm var, yapablece-
ğim b r büyü. Lucius’un malikânesini inşa etmesine ve shn
hem içinde tutacak hem de yizleyecek büyüyü yapma­
sına yardım etmiştim. Aynı şeyi Ava'ya da yapablnm, sih­
rini içine hapsedebk ve onu saklayabkm. Bu yine de çok
fa zb yüç yerektirecek. Kolyemi tekrar takmaya cesaret
edem iyorum ama Joseph'le yösterilere çıkarak eski yön­
tem lerle sihir topbyablirim. Joseph bundan nefret ediyor.
414 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Ona her şeyden vazgeçeceğime söz verm iştim am a o


bunu neden yapmak zorunda olduğumu anlyor. O nlardan
bir adm önde olabilmek için yola devam etm em iz g e re ­
kecek Büyüyü yerine yerleştirip orada -tutabilrsem So­
nunda onu beslemek için kendi sihrini kullanmaya başlaya­
cak Böylece sonsuza dek saklanacak.

Tabu onu bulamazlarsa ya da o başka bir sihirbazla karşı­


laşmazsa. İş t e o zaman sihir bozulur.

Ve ondan sonra onu sihirden korumak için yapabilece­


ğim hiçbir şey olmaz.

Annem kim olduğumu saklamıştı. Ona sihrin gerçek olup


olmadığını sorduğumda, kızı olarak sihirle dolu olduğum halde
bana bakıp yalan söylemişti. Yapması gerektiğini düşündüğü
şeyi yaptığını biliyordum ama kendim olmama izin verseydi ne­
ler olabileceğine dair derin bir ağrı oluşuyordu göğsüm de. Belki
şimdi daha güçlü olurdum. İçimdeki bu azgın nehir üzerinde
daha fazla kontrolüm olurdu.
Ama hiçbiri annemin hatası değildi.
Hayatımda ters giden her şey tek bir kişiye dönüyordu.
Lucius.
Onun ölmesini istiyordum.
Öfke içimi öylesine yakıyordu ki kendi ellerim i ateşe verece­
ğimden endişeleniyordum.
Annem bütün hayatını beni korumakla geçirm işti. Beni şu
anda bulunduğum yerden uzak tutmak için ölmüştü. İntikamın
insanın içini boşalttığını zaten biliyordum ama yine de doğru in­
sanları öldürmemiştim. Belki de yeni bir başlangıç yapm alıydım .
Parmaklarım bıçaklarımı tutmak için kaşınıyordu.
Ama onu nasıl yenebilirdim? Böyle bir beceriye sahip değil­
dim. Artık beni destekleyecek bir grubum bile yoktu.
Annem olsa ne yapardı? Elimi, benden uzak tutm ak için çok
çabaladığı günlüğün üzerinde gezdirdiğimde, artık biliyordum .
MARGIE FUSTON 415

Eve dönm em i isterdi. Parker’la olmamı isterdi. Bizi bir arada


tutm ak için onun kadar çalışmamı isterdi.
G ünlük elim de dururken bacaklarım titriyordu. Günlüğü
geri koym ak istemiyordum, Lucius’un annemle ilgili en ufak bir
şeye dokunm asını istemiyordum ama aklımla hareket edecek­
tim. G ünlüğü bırakmak bana daha fazla zaman kazandırabilirdi,
bu yüzden onu siyah kadife astarın içine koyup kapağı kapattım
ve girdapların dikişleri yutmasını izledim.
Arkam a bakamazdım.
Tüm bunlardan vazgeçmem gerekiyordu; intikamdan, sihir­
den, her şeyden. Annem için.
O dadan dışarı çıkarken, geldiğim koridorda olmayı umdum.
Annem in fotoğraflarını son kez görmeyi umuyordum ama ka­
pısı olm ayan ve doksanlardan beri yenilenmemiş bir motelin-
kini andıran desenli duvar kâğıdarının olduğu bir koridorda
buldum kendim i.
Yürürken istediğim şeye odaklansam da sonuç değişmedi.
Koştum am a ne kadar gidersem gideyim bir kapı yoktu, içimde
bir panik fokurdamaya başlayınca durdum ve durur durmaz his­
settim. Buradaki sihir tenime batıyordu, tıpkı dikenlerin ara­
sında yürüyorm uşum gibi. Ne istediğimi biliyordu ama ona sa­
hip olm am ı istemiyor, kalmam için âdeta yalvarıyor, beni burada
tutm ak için tırmalıyordu. Ama yapamazdı. Yumruğumu duvara
vurdum , duvar parçalandı. Kendi kapımı kendim açtım. Soluk
lavanta rengi bir koridora adım atıp bekledim. Tanıdık geldi bu­
rası. Buranın renginin Deb’in evindeki yatak odamın rengiyle
-hiç sevm ediğim o sıcak, sakinleştirici renk- aynı olduğunu fark
etmem biraz vakit aldı. Sihir beni kandırmaya çalışıyordu. En
azından bu koridorda bir kapı vardı; Deb’in evindeki odamın
kapısının tıpatıp aynısıydı. Kapıyı iterken bir tarafım diğer ta­
raftaki aptal, salaş ama şık odamı bulmayı umuyordu. Karşıma
Deb’in merdivenlerindekilerle aynı çiçekli duvar kâğıdıyla kaplı
bir koridor çıktı.
416 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Elimi solan leylak rengi bir çiçeğin üzerine koydum . Çok ger­
çekti ama olmak istediğim yer burası değildi. M esele boya veya
duvar kâğıtları değildi ki. Parker’a ihtiyacım vardı. Bir güç dal­
gasını itip kendimden uzaklaştırırken, onun adın ı düşündüm.
Duvara yumruk atma isteğime karşı koydum . Sise gömülmüş
güllerle kaplı tuğla yola doğru ilerledim. A rkam daki tam am ı yo­
sun tutmuş taştan, karanlık malikâneye baktım . Keşke Rom ana
veda edebilseydim diye geçirdim içimden am a ilerlem eye başla­
yınca, bir daha arkama bakmadım.
Yol düzdü. Beni sarmaya ve kandırmaya çalışm ıyordu. Gü­
cümü çağırmayı sürdürürken, gitme arzum la b irlikte gücümü
önüme kattım, sonra demir kapıdan geçerek kalın ağaç sınırına
ulaştım. Arkama baktığımda tüm m alikânenin ortadan kaybol­
duğunu, yeniden büyünün arkasına saklandığını görm eyi umu­
yordum ama hâlâ oradaydı; görünürdü. Tuhaftı am a bunu dü­
şünecek zamanım yoktu. Arabam yoktu ve akşam olm adan ana
yola ulaşmam gerekiyordu.
Dar yolu takip ettim ama doğrudan yolun üzerinde yürüm ü­
yordum. Ormanın altı metre kadar içinde, eğrelti otlarının ara­
sından yürüyordum ki biri yukarı doğru yürüyecek olursa eği-
lebileyim. Çakıl taşlarının hafif çıtırtısını duyduğum da, uzun
süredir hareketsiz duruyordum. Yere çömeldim ve kendim i ka­
lın bir sekoya ağacının gövdesine bastırdım. Tek gördüğüm bula­
nıklıktı, sonra çakıl üzerinde kayan ayakların gıcırtısını duydum .
Ağacın etrafına göz attım. Yolun ortasında iki kişi duru­
yordu.
“Lanet olsun,” dedi sırtına kadar uzanan ateş kırm ızısı saçları
örülü olan minyon bir kadın. “İşte burada.”
Yanındaki adam, “Hissedebiliyorum,” dedi. Elini d ağın ık si­
yah saçlarının üzerinde gezdirip dudaklarını yaladı. “Bu yolu
daha önce kontrol etmiştik. Gitgide özensiz hareket ediyorlar.”
“Ya bu bir tuzaksa?” Kadın başını yana eğdi.
M a r g ie Fu s t o n 417

A dam , “Bence bunu sadece ikimiz öğrenmeye kalkmasak


daha iyi olur,” diye yanıtladı.
G eldiğim yöne bakabilmek için biraz kıpırdandım. Dorukla­
rında sisin asılı durduğu malikâne hâlâ oradaydı.
Kahretsin. Malikânede nasıl bir koruma büyüsü varsa, görü­
nüşe göre artık yoktu. Çizmemden bir kazık çıkarıp sıkıca tutar­
ken ne yapm am gerektiğini düşündüm. Vampirleri öldürmeyi
her zam ankinden daha az istiyordum ama şayet malikâneyi arı­
yorlarsa, belki de bunu yapmalıydım. Nadine de içerideydi.
Reina ve Diantha da. Sonra ikizler de.
Vam pirler döndüler ve yolda koşmaya başladılar. Hemen ha­
rekete geçm eliydim yoksa onları yakalama şansım olmayacaktı.
Tam saklandığım yerden çıkacaktım ki bir el kolumu yakaladı ve
beni ağaç kabuğuna doğru itti. İçgüdüsel olarak kazığımı o yöne
çevirdim ve Rom anın kalbinin hemen üzerinde durdurdum.
Parm ağını dudaklarına götürdü. Kazığım nedeniyle pek en­
dişeli görünm üyordu. Zaten endişelenmesine de gerek yoktu.
Kazığı bıraktım . Vampirlerin sesleri kaybolana dek bekledik.
Roman benden uzaklaşıp malikâneye baktı. “Koruma büyü­
sünü bozduğunu düşünüyorum.”
“Beni ilgilendirmiyor,” dedim. “Ben gidiyorum.”
“G idem ezsin,” dedi.
“G iderim .” Elimle etrafı işaret ettim. “Bak, zaten dışarıdayım.”
“Lütfen, Ava. Güven bana. Görmen gereken bir şey var,
sonra seni durdurmayacağım. Yemin ederim.”
Başım la onayladım ve bunun tek nedeni ona güvenmemdi.
Soğuk parmakları uzanıp dirseğime dolandı. Dokunuşunun
altında tenim in ateşlendiğini hissettim. Beni yerleşkeye giden
kemerli giriş yolundan, sis ve güllerden oluşan kıvrımlı yolla­
rın arasından, yüksek bir çitin yanına sıkıştırılmış ahşap bir ka­
pıya doğru götürürken çevreme neredeyse hiç dikkat etmedim.
İçeri girince, ayaklarım Arnavut kaldırımlı bir yola çarptı.
Yolun her iki tarafındaki oymalı çitler dizlerimizin boyundaydı.
418 Al :i M A S I / İLLÜZYONLAR

Ünümüzde kıvrıla kıvrıla uzayan yürüyüş yolu, bazı yerlerde ay-


<-n:p sonra yeniden birleşiyordu. Her geçiş yolunun ortasına kü-

,iik bahçelerin konduğu dev bir labirent vardı. R om an, refa­


katçilerin eşliğinde bir leydiyi bahçede yürüyüşe çıkarm ış gibi
koiuııu mattı bana.
“Bunun için havamda değilim.”
‘Koluma gir ve doğal davran.”
Labirentin diğer tarafı eğrelti otlarıyla dolu bir tarlaya açılı-
yoıdu. Roman omzunun üzerinden bir kez baktıktan sonra, ara­
larına girip beni de yanma çekti.
“Bana nereye gittiğimizi söyle.”
‘Henüz olmaz.” Tekrar dönüp baktı. K ollarım daki tüyler,
onun hissettiği, benim ise hissetmediğim her türlü tehdide bir
tepki olarak diken diken oldu.
Eğrelti otlarının sonuna ulaşıp yoğun bir orm anın içinden
geçen dar bir patikadan aşağı inmeye başladığım ızda ağzım ı ka­
palı tutmayı sürdürdüm. Sis o kadar yoğunlaşm ıştı ki hiçbir şey
goremiyordum ve çizmelerim çamura bulanana dek bir yere ula­
şıp ulaşmadığımızı bile bilmiyordum.
Durdum ve sis gölün kenarlarını ortaya çıkaracak şekilde yer
değiştirdiğinde, Roman beni öne doğru çekmek zorunda kaldı.
Roman çömelip suyun üzerine fırladı ve bir sis dalgasının
üzerine indi.
“Geliyor musun?” Bana doğru elini uzattı.
Başımı iki yana salladım. Buludarın, suyun ya da onu ha­
vada tutan şey her neyse onun üzerinde yüzmek konusunda us-
talaşmamıştım.
Elini salladı ve sis tam önümüzde, suyun üzerinden geri dö­
nerek -tabiri caizse- yüzen bir köprünün her iki yanında yoğun
bir bulut halinde toplandı. Köprünün bazı tahtaları tam am en
eksikken, tamamı hafifçe suyun içine doğru kıvrılm ıştı.
M a r g ie Fu s t o n 419

O nu takip edeceğimi düşünüyorsa aptal olduğunu söyleyen


yüz ifadem i görünce kaşlarını çatarak yeniden elini uzattı. “Sana
göstereceğim şeyi görmen lazım.”
“O kadar da kötü değilmiş.”
Cevap vermeden sadece bekledi; yapacağımı zaten bildiği
şeyi kabul etmem için bana zaman veriyordu.
ö n e m li bir şey değilmiş gibi omuz silktim. Elini bile tut­
m adım . Su burada derin değildi ve yüzmeyi bilmiyor olsam da
kesinlikle tek başıma ayakta durabilirdim. Dizlerimin hizasın­
daki suya girdim ve köprünün başladığı yere kadar yürüdük­
ten sonra, sırılsıklam olan çizmelerimle tahta köprüye çıktım.
Köprü ağırlığım altında sallandı.
Ayağım kayarsa beni yakalamak için beklediğini hissediyor­
dum ve bu dişlerimi sıkıp diğer ayağımı da yukarı çekmeme ne­
den oldu. R om anı geçip diğer tahtaya adadım.
Beni taşıyamayacak gibiydi. Dizim sert bir şekilde tahtaya
çarptı ve suya doğru kaydım. Roman kıyafetimin arkasından tu­
tup suya gömülmemi engelledi.
“Teşekkürler,” diye homurdandım ve o etrafımda kayarken
kendi kendim e ayağa kalktım.
Ağaç dallarından atlayan bir sincabın mükemmel dengesiyle
tahtadan tahtaya atlarken, “Beni takip et,” dedi. Uzun ve ince
yapısıyla, göründüğünden çok daha zarifti.
Ben de onun arkasından gümbürtüyle hareket ediyordum.
G öründüğüm den daha beceriksiz.
Benim de yakın takibimle birkaç tahta daha ilerledikten
sonra suya atlayıp kıyıya doğru yürüdü. Küçük adanın üzerine
yayılm ış hafif sis, yumuşak çimenleri ve mor çiçek kümelerini
vurguluyordu. Ortada yetişen yaban gülleri yığınına doğru sü­
rüklendim . Sarhoş edici kokuları esintiyle birlikte süzülürken,
zihnim i yaz bahçeleri ve sisli derelerle doldurdu.
Roman bileğim i tutarken güllere doğru bir adım daha attım.
O ndan uzaklaşmaya çalışsam da parmakları kasıldı.
420 A CIM ASIZ İLLÜZYONLAR

“Hâlâ görmüyorsun.”
Onu güçlükle duyuyordum. Parlak ve kırm ızı güller, uzun
süredir kayıp olan bir kız kardeş gibi kanım a şarkı söyleyerek
beni çağırıyordu.
“Neyi görmüyorum?”
İç çekti. “Sihir onu senden saklıyor.” Ben tepki veremeden
dudakları kulağıma değdi. “Gözlerini aç. M alikâneyi çevreleyen
tüm bariyer büyüsünü bozdun. Bunu da bozabilirsin.”
Sesi omurgamdan aşağıya doğru inen bir ürpertiye neden
oldu. Sihri etrafımdaki huzurlu havayı parçalayarak titreşirken,
bileğimi tutan parmakları ısınıyordu.
Bu duygu ve ürperti karşısında gözlerimi kapadım . Kendi
sihrim içimde bir patlıyor bir duruyordu.
Gözlerimi tekrar açtığımda, keşke açmasaydım dedim .
Önce koku vurdu beni. Sis ve çiçekler burayı kaplayan pis
koku örtüsünün yalnızca küçük bir parçasıydı. Kan ve çürük
kokusu baskındı. Geldiğim yeri algılarken m idem bulandı.
İnsanlar sert kayaların arasında büyüyen güllere ve asm alara
dolanmış halde yatıyorlardı.
Hemen o anda nerede olduğumu anladım. Bahçe. A nnem in,
Lucius’un onu koymayı istediğini düşündüğü bahçe.
Onlara doğru aksak bir adım atarken ayak parm ağım ı sivri
taşlara vurdum ve az önceki yumuşak, inişli çıkışlı çiçek m anza­
rası bir anda yok oldu.
İnsanlar ilk başta, bir peri masalındaki lanedenm iş kişiler
gibi sarmaşıklara dolanmış halde uyuyor ve bir şövalyenin ken­
dilerini kurtarmasını bekliyormuş gibi görünüyorlardı. M asal­
larının kahramanı benmişim gibi öne çıktım. Roman da uzun
adımlarını az önce çıktığım kayaların üzerinden kolaylıkla ata­
rak beni takip etti.
Kenara ulaştığımda donup kaldım. Buradaki kim se kur­
tarılmayı beklemiyordu. Sarmaşıklar onları sadece oldukları
verde tutmakla kalmıyordu; derilerinin altından göğüslerini
M a r g if Fu s t o n 421

ve uzuvlarını delip geçiyorlardı. Derilerinin yırtıldığı her yerde


kanları akm ıştı. Yaklaşık beş santim kalınlığa ulaşan sarmaşıklar,
her yeri delip geçmişti. Daha küçük, ince dallar göz kapakları­
nın ve dudaklarını çevresini sararak onlara korkunç, elle dikil­
miş oyuncak bebek görünümü vermişti.
Kahverengi saçlı bir kızın önünde durdum; hâlâ nabız gibi
atan boğazına bir asma dalı girip çıkıyordu. Açık ağzı sallanır­
ken, dudaklarının arasında bir kırmızı gül açtı. Gülün bir taç
yaprağına dokundum. Parmağım kandan kıpkırmızı oldu.
Bulanan midemle savaşarak doğruldum.
“Bu da ne böyle?” Kusma ihtimalime karşı ellerimi dizlerime
koydum.
Roman bana bakarken gözleri parladı. “Burada neden bu ka­
dar çok sihir olduğunu merak etmedin mi hiç? Bizim dışımızda,
binanın şeklini kontrol eden neyin yaşadığını?” Başını önümüz­
deki katliam a çevirdi. Yeniden döndüğünde, gözlerinde keskin
bir ifade vardı. “Onu biz besliyoruz. Ve bunlar...” Cemiyetin
diğer üyelerinde de olan, ortasında kırmızı taşlardan birinin gö­
m ülü olduğu basit siyah bilekliği taktığı bileğini kaldırdı. “Emi­
nim sana bir sihirbazın kanını kurban ederek ölüm büyüsüyle
bu taşları nasıl yarattığına ve artık sihri kan yerine performans­
larım ızla besleyebileceğimize dair hikâyeyi anlatmışlardır.” Ba­
şımla onaylam am a bile gerek yoktu. Roman biliyordu. “Bu en
iyi ihtim alle yarı gerçek. Performansları, bileklikleri güçlü kılı­
yor. Peki ya ölümsüzlük? O büyünün işe yaraması için yine kan
gerekiyor.” Kan damlacıklarının sabah çiyi gibi yavaşça damla­
dığı, sonra ayaklarının dibine doğru süzüldüğü bahçeye doğru
salladı elini. “Lucius taşları birbirine bağladı.”
Zem in, üzeri kanla kaplı çakıl taşlarıyla doluydu. O ka­
dar çok kırm ızı vardı ki ayaklarımın altındaki yığın kayarken
ilk başta ışıltıyı fark etmedim bile ama bunlar sadece çakıl taş­
ları değildi. Roman ın kolundakiyle aynı olan kırmızı mücev­
herler de kana bulanmıştı. Malikânenin dekoruna dokunmuş
422 ACIMASIZ İl LÜZYONLAR

mücevherlerin aynılarıydı bunlar. Hepsi burada besleniyordu,


her şey bu dehşetle bağlantılıydı.
“Cemiyet, sihirbazlarının kanı kendilerinin tüketm eleri ge­
rekmiyor çünkü onlar içinde sihir olan kanı gözlerden uzakta
besliyorlar. Tüm avantajlarından yararlanıyor am a lanetinden
etkilenmiyorlar. Lucius ölümsüzlüğü beslemek için sürekli kana
duyulan ihtiyacı aşmanın bir yolunu hiçbir zam an bulam adı.
Sadece burayı -en azından ölümsüzler için- daha güzel hale ge­
tirmenin bir yolunu buldu.”
“O halde hepsi vampir,” dedim.
Bunu yalanlamadı. Sihirbazlar da tıpkı vam pirler gibi kanla
yaşıyorlardı.
Başımı iki yana salladım. “Hayır, vampirlerden de beterler.
Dışarı çıkıp vampirleri öldürüyor ve onlar kadar kötü değilm iş
gibi davranıyorlar.”
Midesi bulanmış gibiydi. “Aynı fikirdeyim.”
Vampir olmayı seçme nedeni şimdi daha anlam lı geliyordu.
Daha iyi bir hayat seçmişti; kanlı bir hayattı bu am a kanın çalın­
dığı değil, satın alındığı veya gönüllü verildiği bir hayat.
“Tüm bu insanları nereden bulmuşlar?” Bahçenin derinliğini
buradan bile kestiremiyordum. “Boş ver, bilm em e gerek yok.”
Taşlar ayaklarımın yanından kayarken, doğrulup geri çekildim .
“Bekle.”
Durmadım.
“Eve gidemezsin.”
Sözleri tokat gibi çarptı. Olmayan bir yere elbette gidem ez­
dim ama bu lanet olası adadan defolup gidebilirdim , ö lü m bah­
çesinden hızla uzaklaşırken, Roman peşimden gelm edi.
Arkamdan, “Bunun herhangi eski kandan daha fazlasına ih­
tiyacı var,” diye seslendi. “Buradaki insanlar, başarısız olan çı­
raklar.”
BÖLÜM
30 C

dım larım kalp atışımla aynı anda durdu.


A “H ayır.” Yavaşça arkama döndüm. Yüzünde bir yalan arı­
yordum ama tek bulduğum, gerçek oldu. Bu ölüm tuzağının ke­
narlarından hızla geçerken ayak parmaklarımı taşlara çarparak
dikenlere doğru koştum ve taşların üzerindeki kanın üzerinde
kaydım . Dizlerim, kanın pantolonuma girip tenimi ısıtma­
sına yetecek kadar yere çarptı. Nihayet aradığımı bulana kadar
öğürm e dürtüsüyle mücadele ettim.
Beli, sadist bir belirsizlik oyununda donmuş gibi geriye bü­
külm üştü. Sarmaşıklar omurgasından içeri gererek göğsünden
aşağı inen düğmeler misali çiçekler halinde padamıştı ve onu sü­
rekli olarak havada tutuyorlardı.
O na ulaştığımda, uzun sarı saçlarını ellerimle kavradım. Saç­
larının uçlarını, hastalıklı bir renge çeviren kana bulanmış yer­
den çektim . W illow saçının kirlenmesini istemezdi.
Saçını omuzlarına ve boyuna aup bir bıçak çıkardım. Sarma­
şıklar onu tutamazdı.
Sarm aşığı kestim, kolayca teslim oldu. Dikenleri ve bunların
nerede büyüdüğünü düşünmemeye çalışarak kendimi sarmaşığı
W illow ’un etinden çekmeye hazırladım.
R om anın eli yumruğumu kavradı.
Kendimi odan kurtarıp yeniden döndüm, Roman geri sıçra­
dığında bıçağım onun gömleğinin önünü kesti. Yüzünden bir
şaşkınlık ifadesi geçti. Ellerini kaldırdı ama kendi bıçağını çek­
medi.
“Bunu sen yaptın,” diye hırladım.
424 ACIM ASIZ İLLÜZYONLAR

Şaşkınlıkla kafasını hafifçe yana salladı.


“Bana onu alkışlamamamı söylemiştin.” Sesim çatladı. “Sen
de onu alkışlamadın.”
Ona attığım suçu üstlenirken yüzü düştü.
“Biliyorum. Ben... onun daha güçlü olduğunu sanıyordum .
Kazanabileceğini ve bunu gördükten sonra m üttefikim olabile­
ceğini sanıyordum. Onun mücadeleme yardım edecek biri ol­
duğunu düşünürken, onun kazanacak güce sahip olm adığını
fark etmeye başladım. Bu yıl yarışma olm am asını, onu eğitm ek
veya tüm bunları nasıl durduracağımı bulm ak için daha fazla za­
manım olmasını umuyordum am a ...”
“Ama sen kendini seçtin.”
Ve beni. O, beni seçmişti.
Geri dönüp kestiğim sarmaşığı tuttum.
“Faydası olmayacak,” dedi.
“Bunu bilmiyorsun.” ^
“Biliyorum.”
Durdum. Bu kelimenin gerçek olması beni m ahvediyordu.
“Gel sana göstereyim,” dedi.
Ben hareket etmeyince kollarımdan tutup beni ondan uzak­
laştırdı. Elim Willow’un sıcak kolunun üzerinde, m ükem m el
pembe tırnaklarında gezindi. “En azından ölü değiller.”
Roman yutkundu. “Daha kötüsü. Anladığım kadarıyla, sihir
onları sürekli canlı ve genç tutarak kanlarıyla besleniyor.”
“Bir şey yapmalıyız.”
“Ben denedim.”
Roman dönüp dikenler ve cesetler karmaşasının d erin likle­
rine doğru ilerledi. Önce onu takip etmemeyi düşündüm am a
gitm ek artık bir seçenek olamazdı. W illow burada tutsakken
olamazdı. O olmadan olmazdı. Elini sıktım. Bunu hissedip his­
setmediğinden emin olmasam da onun yanında olduğum u, onu
bulduğumu ve burada çürümesine izin vermeyeceğimi b ilm e­
sini umdum.
M a r g ie Fu s t o n 425

Etrafından bir adım attım ve sonunda X şeklide uzanmış bir


çocukla yüz yüze geldim; onu sabit tutan o kadar çok sarma­
şık vardı ki yapraklardan oluşan bir takım elbise giymişe ben­
ziyordu. Gözlükleri olmadığı için onu neredeyse tanıyamaya-
caktım . Barry. Okun boğazına saplandığı yerden bir gül goncası
çıkm ıştı.
Bir dakikalığına gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım.
Lucy’nin de burada olması gerektiğini biliyordum. Ne kadar
genç olduğunu düşünmeden edemedim. Benim yaşlarımda olsa
gerekti am a evde bir mutfak ara tezgâhındaki taburesinde otur­
muş annesiyle yiyecek bir şeyler pişirirken çiğ kurabiye hamu­
runu yiyecek türden bir kız olmalıydı. Ben olsam yerdim. Onu
görm ek istemedim.
R om anın peşinden yürürken gözlerimi ayaklarımdan ayır­
m adım am a her basamağın altından kayan kanlı kayaları ve m ü­
cevherleri izlemek bundan daha iyi değildi. Başımı kaldırdım
ve yere bakm ak yerine Romanın sırtına odaklanmaya çalıştım.
Sonunda Roman, bir zamanlar çok güzel olduğunu düşün­
düğüm bir kızın önünde durdu. Koyu kahverengi saçlarına o
kadar çok sarmaşık dolaşmıştı ki bir firunaya yakalanmış gibi
görünüyordu. Üzerindeki kana rağmen saçlarındaki kumral göl­
geleri görebiliyordunuz. Yıiz hadarı keskindi. Minyon bir kızdı.
Soluk teninde koyu mor halkalar ve kabuklanmalar vardı. Eğer
gözleri açık olsaydı, eminim ki çok koyu kahverengi olduğunu
görürdünüz.
“Kız kardeşin.”
“Evet.”
“O nu tutan sarmaşıkları kesmeye çalışmıştın.”
Profiline, gergin çenesine, boğazına bir şey kaçmış gibi yut-
kunuşuna baktım.
D uraklayıp elini Beatrice’e doğru kaldırdı, sonra tekrar bı­
raktı. “Başarısız oldu ve kendini burada buldu, o yüzden gi­
demem. Asla ayrılamam. Tekrar başını salladı. Koyu kumsal
426 ACIMASI/ İLLÜZYONLAR

bukleleri, kana bulanmış sarmaşıklar gibi, burada çok zaman ge­


çirdiğini belli edercesine çevremizdekilerle harm anlandı, içim ­
den bir ses zaten burada çok zaman geçirdiğini söylüyordu.
İçimden ona karşı bir sempati aktı. Korkunç bir hatıraya ka­
pılmanın, onu daima yanında bulundurmanın nasıl bir şey ol­
duğunu biliyordum. Roman kendi hatırasını aslında ziyaret
edebiliyordu. Kanın kokusunu alabiliyor, hep taze olan yaraları
görebiliyordu. Midem bulandı. Benim hatıram da canlı ve ta­
zeydi ama eğer bir gün olay yerini ziyaret edecek olsam , hâlâ ha­
reket ediyor olabilir miydim, bilmiyordum.
Sempatimin yanında bir de fısıldayan öfkem vardı.
“Neden bana söylemedin? Tüm o belirsiz uyarılar? O nların
yerine bunu açıklayabilirdin.”
“Yapamadım. Kız kardeşimin öldüğünü neden söylediğim i
sanıyorsun? Hepimize bunları bilmeyen birine anlatam am a-
mız için büyü yapıldı. Şimdi konuşabilmemin tek nedeni se­
nin koruma büyüsünü bozmuş olman. Bunu görmen gereki­
yordu ama kazanana kadar sana bu gerçeği gösteremezdik. Ama
sen koruma büyüsünü bozunca, belki bunu da bozmuşsundur
diye düşündüm.”
Ama bu, kızdığım şeylerden yalnızda birini açıklıyordu.
“Kazanamazsa buraya düşeceğini bile bile neden bir çırak ge­
tirdin?”
“Çünkü eğer bir çırak getiremezsek, onun yerine grubun
en yaşlı üyesi buraya atılır.” Çok fazla sarmaşıkla kaplı olduğu
için bir koza gibi görünen Edgar’ı işaret etti. Lucius’un kendi
kendine tokat atmasını sağlayan mentalist çırağı da onun ya­
nındaydı; ayakları yere bile değmeden havada duruyor, kolları,
içinden geçen sarmaşıklardan yere sarkıyordu. “Lucius her şeyi
düşünmüş. Gerçekten harika çünkü bu ona aynı zam anda en
eski ve en güçlü sihirbazlardan kurtulma şansı da veriyor.”
“İnsanlar neden ayrılmıyor?”
M a r g ie Fu s t o n 427

Rom an, Beatrice’in yanındaki beline kadar uzanan altın


rengi saçları olan bir adamı işaret etti. Her iki bileğini delip ge­
çen güller onu ayakta tutuyordu. “O iki yıl önce ayrılmıştı ama
insanlar kaçam ıyor işte.”
“Annem hariç.”
Rom an sessiz kaldı.
“O nu öldürdü.”
Roman bana doğru bir adım attı ama onun beni burada,
W illow ’un m ahkûm edildiği bu yerde teselli etmesini ya da
bana sarılm asını istemiyordum. Onu durdurmak için elimi kal­
dırdım . “Yine de W illow buraya senin yüzünden düştü.”
Yüzünde herhangi bir gül kadar göz alıcı bir utanç çiçeği açtı.
Bu neredeyse ona uzanmama neden olacaktı. Neredeyse.
“Buradaki her birimiz, kendimizin ya da sevdiğimiz biri­
nin burada olmasını seçtik. Sanırım bu yüzden gruplar ha­
linde çalışıyoruz. Kendi kıçımızı kurtarmak için rastgele birini
buna m ahkûm etmeye istekli değilsek, o zaman bunu sevdi­
ğim iz birini kurtarmak için yapabiliriz. İş bana düşene kadar
kendi grubum daki çırakları korkutup kaçırdım ama sonra bu
seçimi yapm ak zorunda kaldım. Eğer mesele sadece benden iba­
ret o lsayd ı... ama onu burada bırakamazdım.” Bu sefer uzanıp
Beatrice’e dokundu ve dirseğindeki kurumuş kanın bir kısmını
sildi. “Benim için değil,” dedi ama sesi boştu ve kendisini affet­
tiğine dair bir belirti yoktu.
Ben de onu affetmeye hazır değildim.
“Beni neden W illow’u yeneyim diye eğittin?” Bu adil değildi.
W illow ’a her şeyini vermeliydi.
A yaklarının altındaki ıslak taşlara baktı. “Beni ikinci görü­
şünde, W illow ’la ve benimle birlikte o karanlık sokağa adım atı­
şın pervasızdı, korkusuzdu. Seni burada hayal edemezdim. Ve
sonrasında... ” Sonunda bana baktığında gözleri yalvarır gibiydi.
“Ne kadar güçlü olduğunu hissettim. İyi bir müttefik olacağını
düşündüm . W illow ’a o ara sokakta yardım etmek için kendi
428 A CIM ASIZ İLLÜZYONLAR

canını riske atabilirdin, üstelik onu tanım ıyordun bile.” Tekrar


ayaklarına baktı. “Ama sonrasında... sadece senin yanında ol­
mak, benim hissettiğime yakın şeyler hisseden b iriyle beraber
olmak istedim.” Bahçeye baktı. “Belki de seni rahat bırakma­
lıydım .”
“Beni kullanmak istedin.” Babam gibi. Kendi grubum gibi.
Bana doğru bir adım atınca, mücevherler ve taşlar ayakları­
nın altından kaydı. Eli bana uzandı ve bir saniyeliğine yanağı­
mın yanında havada asılı kaldı. Elini tekrar indirm eden önce
bana dokundu. “İlk başta öyleydi ama sonra bir müttefikten
daha fazlasını istedim. Ayrıca bu çok tehlikeli görünüyo rdu...
sadece senin için değil. Seni bu yarışmada izlem ek ve her an bu­
raya gelme ihtimalinin olduğunu b ilm e k ...” G özlerini kapattı.
“Bir kaybı daha kaldırabileceğimden emin d eğildim .”
Bu sefer ben uzandım. Elim onunkinin yan ınd a duruyordu,
parmaklarımızın birbirine değmesine izin verdim , sonra tekrar
geri çekildim.
Gözlerini açtı ve birbirimize baktık.
Aramızda uzun zamandır bir şeyler vardı am a sanki ikim izin
de yaralarının üzerine kurulmuş bir şey olduğundan, çok çiğ ge­
liyordu. Ne var ki belki de aynı yaralara sahip olm ak birlikte iyi­
leşmeyi mümkün kılardı. Ben kolayını istediğim i düşünüyor­
dum, oysa iyileşmek zordu.
Yine de küçük bir adım attım geriye doğru. Şim di zamanı
değildi; etrafımızda daha fazla acı birikirken olm azdı. Yapma­
mız gereken bir iş vardı.
“Ne yapmam gerek?”
Ellerini iki yana açtı. “Kazanmaktan başka seçeceğim iz yok.
Kaybedemezsin. Yoksa kendini burada bulursun. Kaçamazsın.
Seni avlarlar. Tıpkı annene yaptıkları gibi.”
Bir sessizlik oldu aramızda.
“Bunu yakıp kül etmek istiyorum,” dedim. “Bunu nasıl ya-
parız?■i ”
MARGIF. FUSTON 429

Roman bir an tereddüt etti. “Bunu yapmanın tek yolu


L uciusü öldürmek. Büyüyü yapan ve burayı inşa eden o. Eğer
burada olmaz ve dolayısıyla kontrolü sağlayamazsa, sonunda
burası yok ol up gidecektir.”
“Yapalım o halde.”
Sinir bozucu bir kahkaha attı. “Bu kadar kolay olsaydı şim­
diye dek yapmaz mıydım sence? Lucius sıradan bir sihirbaz değil.
Sadece yıllardır güç toplamakla kalmıyor, bu mücevherlerden
yapılm ış bir taç da takıyor.” Tekrar bilekliğini tuttu. “Buradan
herkesten fazla güç topluyor.” Kaşlarını çattı. “Annalise’den de
kendine sihir aktardığından şüpheleniyorum. Annalise de bir
taç takıyor ama o tacın burayla değil Lucius’la bağlantılı oldu­
ğuna inanıyorum . Onu kurutuyor.”
Annalise gerçekten de öyle görünüyordu.
“Daha fazla müttefike ihtiyacımız var,” dedi.
“Senin kaç tane var?”
“Sadece sen.”
M idem buruldu.
“V e... diğer vampirler.”
Geri çekildim. “İmkânsız.”
“Bekle. Dinle beni. Lucius’un gitmesini isteyen çok kişi var
burada. O olmasa huzur olurdu, Ava. Sonsuz bir savaşı körük­
leyen oydu. Ama cemiyetteki hiç kimse ona karşı çıkacak ka­
dar cesur değil ve ben de bunu tek başıma yapamam. Bu ko­
nuda vam pirlerin beni desteklemesine ihtiyacım olacağını her
zaman biliyordum ama onları nasıl içeri sokacağımı çözememiş­
tim. Bir keresinde, onlara malikânenin yerini göstermek için or­
m ana bir ekip göndermeye çalıştım ama bariyerin içine yerleş­
tirilm iş v e ...” Kolundaki bilekliği tuttu, “...bunlardan birine
sahip olmayan herkesi algılayan bir alarm var. Sihirbazlar gelip
hepsini katletti. Bana bir şey olmadı çünkü benim de onları öl­
dürm ek için oraya gittiğimi sandılar. Ama sen az önce o bari­
yeri kaldırdın.”
430 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Başımı salladım. Romana güvenmek ayrıydı, koca bir vam­


pir grubunu içeri almak ve onlara güvenmek ayrı.
“Ve bariyeri kaldırdığımda... gördüğüm o v am p irler... se­
ninle miydiler?”
Başını iki yana salladı. “Hayır ama büyük olasılıkla aynı
gruptanlar. Muhtemelen buraya yakınlardı ve büyü bozuldu­
ğunda sihrin akışını hissettiler. Bariyeri çoktan onardıklarına
eminim ama senin gücün herkesten fazla. Kazanırsan, gücünü
geliştirmek için çalışabiliriz ve ihtiyacımız olduğunda bariyeri
tekrar kaldırabilirsin.”
“Peki bu ne kadar sürer?” diyerek araya girdim . “Yapa­
m am ...” Sözümü yanda bıraktım. Bunu yapacağız diye masum
insanları buraya mahkûm edemezdim.
Uzaklara baktı. Bu kelimeleri yüksek sesle söylemesem de,
yine de can yakıcılardı. “İlk ihtiyacımız olan senin kazanm an,
sonrasını sonra düşüneceğiz. Ama şimdi geri dönm em iz gereki­
yor. Burada yakalanmamalıyız.”
Dudağımı ısırdım ve başka bir şey söylemeden arkam ı dönüp
patikada ilerlemeye koyuldum, ara sıra arkam dan kayan taşlar
bana Romanın peşimden geldiğini söylüyordu. Yürürken her
yüze baktım. Acılarının resmini tenime kazırken, onları özgür­
leştireceğime söz verdim. Bu sözü yalnızca kalır ve savaşırsam
tutabilirdim.
Köprüden ilk geçişimde hissettiğim korku artık yoktu. Boş­
tum, suyun yüzeyinde yüzebilecek kadar ağırlıksızdım . Tered­
düt etmeden tahtaların üzerine atladım.
Ormanın içinden geçip, kanla sulanmamış çiçeklerin olduğu
gerçek bahçeye döndüğümüzde, çiçeklerin tatlı kokusu çok fâzla
gibi geldi. Tenime sinmiş olan kan kokusunu üzerimden atam ı­
yordum.
Sarmaşıklarla kaplı kapıdan içeri girerken Rom an bana
döndü. “Yarın savaşacak mısın?”
M a r g ie Fu s t o n 431

Savaş. Rekabet değil. Bu, bir yarışmanın ötesine geçmişti ve


bunu bilen tek kişi bendim.
H içbir şey demedim. Kazanmanın maliyeti kaybetmekten
daha fazla olabilirdi. Cevapsızlığımı kabul ederek başını salladı
ve uzaklaştı.

Islak ve yorgun bir şekilde yatak odamın kapısından içeri girdim.


Ben içeri girince, Xander başını kaldırdı. Yüz ifadesi okun­
m uyordu. Onu, siyah yatağımla tezat oluşturan yeşil saçlarıyla
orada görünce kanıma öfke saçıldı ve bu öfke kanımı neredeyse
sihir kadar hızlı ısıttı, ölüm cül de bir öfkeydi bu. Parmaklarım
görünm ez bıçakları sıkıyormuş gibi kenetlendi.
“Defol.” Sesimi onun kanını donduracak kadar soğuk tut­
m aya çalıştım , öylesine soğuk tutmaya çalıştım ki Aristelle bile
buzunu eritemezdi, oysa içimde bir ateş vardı. Sözlerim buhar
gibi tısladı.
“Ava.”
“A dım ı söylemeye cüret etme.” Onun yalancı dudaklarında
adım ın yeri yoktu. Ağzı yeniden A harfi şeklini aldı ama adım
ağzından çıkmadan bıçağımı çekip onun dilini keseceğime ye­
m in edebilirdim .
O nunla kulübün dışındaki o kaldırımda konuşmamalıydım.
Yürümeye devam etseydim, Parker, Jacob ve Deb’lc birlikte şu­
ruptu çikolatalı kreplerimi yerken onlardan biri gibi davranı­
yor olabilirdim . Kandırılan kişi olmaktansa taklitçi olmak daha
iyidir. Xander üzerimden yayılan şiddeti hissetmiş olmalıydı
çünkü ağzından adımın baş harfi çıkmadı.
Keşke adım boğazına takılsaydı da boğulmasına neden ol­
saydı.
K apım ı tekrar açtım ve Xander’ın çıkması için açık tuttum.
O na söylemem gerekeni zaten söylemiştim. Benden başka hiç­
bir şey alamazdı.
432 A C IM A S IZ İLLÜZYONLAR.

Ayağa kalkıp kapıya doğru yürüdü ve kapıyı ellerim den çekip


tekrar kapattığında, bu saygınlığı kazandığımı düşünüyordum .
“Lütfen,” dedi. Bu kelime benim için sığ ve anlam sızdı.
Başımı iki yana salladım.
“Açıklamam gerek.”
“Neyi açıklaman gerek, Xander? Vampir bahçenizi mi? Hiç
zahmet etme çünkü zaten biliyorum. Gördüm.”
Ağzı açılıp kapandı. “Ama nasıl?”
“Roman,” dedim ters ters. Bunu söylerken de ürktüm.
Xander bir şey söylerse Romanın başı derde girecekti, sonuçta
aralarında bir sevgi yoktu ama öfkeden d ilim çözülüvermişti.
O na bir adım daha yaklaştım. “Neden peki? Ben zaten grubun
bir parçasıydım. Zaten sihirbaz kanı dolu bir çuvalınız vardı.
Neden duygularımla oynadınız ki?”
Yüzünde titreşen utanç soğudu. Arka cebinden bir cüzdan çı­
karıp buruşmuş bir fotoğraf uzattı bana. Fotoğrafta herkes vardı:
Xander, Aristelle, ikizler, Reina, Diantha, bir de tanım adığım ,
kısa, dağınık sarı saçları olan, gülüşünün yan ında diğer herke­
sin huysuz gibi göründüğü bir kız. “O kim ?” diye sordum . Kim
olduğunu zaten tahmin edebiliyordum ama hikâyeye ihtiyacım
vardı. Onlardan biraz daha az nefret etmemi sağlayacak bir şeye
ihtiyacım vardı. Öfkem zaten çok fazlaydı. Üzerine biraz daha
eklenirse, başımı kaldıramaz hale gelecektim.
Xander fotoğrafı benden geri aldı. “G rubum uzun bir par­
çasıydı. İki yıl önce çırağımız o piç Roman yüzünden yarışm a
başlamadan hemen önce kaçtı. Yeni bir çırağı eğitm ek şöyle
dursun, yarışmaya sokacak başka birini bulm aya vaktim iz bile
olmadı. Bunun anlamı idamdı ve Sarah çok iyi biriyd i. H epi­
mizden daha iyi. Kazanma şansı olmayan birini, sırf ken dini
kurtarmak için getirmeyi reddetti. Bu yüzden cezalandırıldım .
Sarah’yı kurban olarak bizden aldılar.”
Yüzüne baktım ama o bana bakmıyordu.
M a r g ie Fu s t o n 433

“Aristelle ve ben bunun bir daha olmasına asla izin verme­


meye karar verdik. Çıraklarımızın mümkün olduğunca bağlı ol­
m alarına ihtiyacım ız vardı.”
Göğüs kafesim farklı yönlere çekiliyormuş gibi hissediyordum.
“Sarah, Diantha’nın en iyi arkadaşıydı,” diye ekledi.
Göğsüm hem Diantha için hem de kendim için kederle ya­
rılıyordu sanki.
“Bizimle olduğunu -hepimiz için burada olduğunu- düşünü­
yorduk, bu yüzden benim bu adımı daha ileri götürmeme gerek
yoktu ama sonra Rom anla yakınlaştığını öğrendiğimizde...”
Xander onun ertesi günü beni öpmüştü. Kaçacağımı düşün­
düğü için benimle yakınlaşmıştı.
“Demek bu yüzden benden hoşlanıyormuş gibi davrandım.”
Başını salladı. Yem oydu. “Ama ben Romandan hoşlanıyor­
dum,” diye ekledim. Beni asla elde edemediğini, aslında kalbi­
min beni hep farklı yöne çektiğini bilmesini istiyordum.
Xander iç çekti. “Biliyorum.”
Ona bir tokat attım. Tokadı yedi ve hiçbir şey söylemedi.
Gözlerim yanıyor, gözyaşlarımla savaşıyordum. Normalde
hiç ağlamazdım ama şimdi bir saat içinde ikinci kez ağlamak
üzereydim.
Ondan nefret etmek istiyordum ama aynı zamanda onu an­
lıyordum da. Parker’ı güvende tutmak için kaç kişiyi uçurumun
kıyısına götürürdüm? Bu bir seçim bile olmazdı. Tekrar tekrar
yapabilirdim . Babam da kontrolü bu şekilde sağlıyordu.
“Lucius’un babam olduğunu biliyor muydunuz?”
Her nedense bundan daha çok utanmış gibi görünüyordu.
“Evet. Seni izlemekle görevlendirilmiştik ve Roman, yarışmaya
bu kadar az bir süre kala çırağımızı korkutup kaçırınca... biz de
senin yerini tam olarak biliyorduk. Gücünün çok fazla olabile­
ceğini, çok uzun süre eğitim almamış olsan da bunun senin için
idam anlam ına gelmeyeceğini düşündük. Haklı da çıktık. Kaza­
nabilirsin, Ava.”
434 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Onun bana güvence vermesi, benim için hiçbir şey ifade et­
miyordu. Ondan gelecek hiçbir şeye ihtiyacım yoktu.
Derin bir nefes aldı. “Ne yapmayı planladığını bilm em ge­
rekiyor.”
Öylesine güçlü bir kahkaha patlattım ki benim bile tanı­
madığım bir kahkahaydı bu. Buraya beni kontrol etm eye veya
özür dilemeye gelmemişti. Hâlâ onlar için savaşıp savaşm ayaca­
ğımı görmeye gelmişti. Çünkü güçlü olduğum u biliyordu. Ba­
riyer büyüsünü bozduğumu bilmiyordu am a m uhtem elen -çok
uzağa gidemesem bile- buradan çıkabilecek kadar güçlü oldu­
ğumu düşünüyordu.
“Kendim için söylemiyorum,” diye ekledi. “Eğer gidersen,
Aristelle o bahçeye gönderilecek.”
Her şeye rağmen, onun da sarmaşıklara dolandığını düşün­
mek midemi bulandırdı. Yutkundum, sanki yutkunurken boğa­
zım bıçak doluydu. Boğazımı kazıdılar ve arkalarında gurulda­
yan bir kan izi bıraktılar.
Zihnimde, ölüm bahçesindeki sarmaşıklar şim diden ayak bi­
leklerimin etrafına dolaşıyordu ve bir yanım onların beni alıp
bu işi bitirmesini istiyordu. Ne var ki daha büyük bir yanım
Parker’m saçlarını dağıtmak istiyordu. Yine bunu yapm am a izin
vermesini umuyordum. Yine bu şansı yakalam ayı um uyordum .
Bu yüzden kalıp savaşacaktım çünkü başka seçeneğim yoktu.
Bir yandan da Xander’a acı çektirmek istiyordum .
“Ne yaptığım artık seni ilgilendirmiyor.” O na kapıyı tekrar
açtım.
Yüzüne anlayamadığım bir üzüntü yerleşirken, kendim i yü ­
zümü ifadesiz tutmaya zorladım. Bu onun suçuydu, ö y le y se
şimdi bu konuda acı duymaya ne hakkı vardı? Hiç.
Dikkatimi ıslak çizmelerime yönelttim. Kanlı ayak izleri mi
bırakmıştım? İçimden bir ses, sihrin onu yuttuğunu söylüyordu.
Sonunda tekrar baktığımda gitmiş olduğunu gördüm .
BÖLÜM
31
alo salonu yine dönüşmüştü; siyah duvarlarından ve zemi­
B ninden vazgeçerek saf beyaza bürünmüştü. Dökülen her
kan, bu zem inin üzerinde parlardı, tıpkı Ethan’m bir önceki
turda giydiği takım elbise gibi. Bu düşünceyi kafamdan uzaklaş­
tırdım . Sahne gitmişti. Şimdi, ortasında yaklaşık beş metreka­
relik bir açıklığın olduğu, stadyumu andıran bir oturma düzeni
vardı. Bir tarafta Lucius ve Annalise oturuyordu. Her ikisinin
tahtı da donmuş bulut görünümlü karmaşık girdapların oyul-
duğu beyaz mermerdendi.
Yürüm eyi bırakıp onlara döndüm ve onlara doğru bir adım
attım . A nnalise’in solgun boynunda üzerinde beş kırmızı taş bu­
lunan güzel bir altın gerdanlık vardı. Daha dün elimde tuttu­
ğum kolyenin aynısı. Ona ait değildi.
Gözlerim babama kaydı. Dudakları kıvrılmıştı. Odasına gir­
diğim i biliyor muydu? Belki Annalise özel günlerde hep bu ger­
danlığı takıyordu. Yüzümü ifadesiz tutmaya çalışarak arkamı
döndüm .
M or saçlı ve kollarında birbirine benzeyen dövmeler olan bir
kadın beni ringe çağırdı. Ethan çoktan merkezdeki yerini al­
m ıştı, turuncu takım elbisesi parlıyordu. Geçen sefer beni öl­
dürm ek pahasına sunduğu gösteriyi hatırlayan birkaç kişi
şim diden ona tezahürat yapmaya başlamıştı. Gözlerim onu al­
kışlayanları takip etti. Daha sonra kazandığımda, onları hatır­
layacaktım . Gücü, pişman olmalarını sağlayacak kadar kontrol
ettiğim de. Bu düşünceyi huzursuzca bastırdım. Baskı beni ku­
durtuyordu. Baskı veya güç. Dikkatli olmam gerekiyordu, yoksa
436 A C IM A SIZ İLLÜZYONLAR

içine girersem, beni tanınmaz bir şeye, onlar gibi birine dönüş­
türmesine izin vermiş olurdum. Bir kızı ikiye bölen ve en iyisini
üm it eden kişi olmak istemiyordum. Tenim in hem en altında
hareket ettiğini hissetsem bile o olm ayacaktım . Geri döndü­
ğümde, Parker’ın beni tanıyabilmesi gerekiyordu, yoksa zaten
kaybetmiş olurdum.
Üzerimde deri pantolon ve kırmızı bir bluz vardı. Xander’la
ilk sahneye çıkışımda giydiklerimin aynısı. U m arım izlerken
anılarını canlandırırdı bu.
Benim için bunlar artık sadece kıyafetti. O nunla ilgili anıla­
rımı bir kasaya kaldırıp kilitlemiştim. K alabalığın içinde yüzünü
inceledim ve onu çoktan gerilmiş, ağzının kenarları kasılm ış ola­
rak görünce kaşlarımı çattım. Kaçmadığım için rahadam ış olsa
da endişeliydi.
Sonunda Nadine de geldi ve Ethan’la aram ıza sıkıştı.
“Sana bir şey söylemem gerekiyor,” diye fısıldadım . D ün gece
onu bulmaya çalışmıştım. Riskin ne olduğunu, arkadaşının ne­
rede olabileceğini bilmeyi hak ediyordu am a onu odasında bu­
lamadım. Muhtemelen cevap bulmak için koridorlarda dolaşı­
yordu.
Yorgun görünüyordu. Söylediklerimi duym am ış gibi gözleri
bana odaklandı.
Ağzımı açtım ama Lucius ayağa kalkınca gü rü ltü lü kalabalık
sessizleşti. Alkışladılar. “Bir sonraki raunt başlasın.”
Başka hiçbir şey yok. Başka talimat yok. Ethan bile silahının
kabzasını okşarken kaşlarını çatıp bize döndü. Sonra yer dön­
meye başladı. Tek dizimin üzerine düştüm ve dizim i m erm ere
öylesine sert vurdum ki bir küfür savurdum. Kara sis etrafım ızda
dönüp kaybolurken, Nadine bana seslendi.
Ona anlatacaklarımı hemen şimdi anlatm asam belki d ah a iyi
olurdu. Arkadaşının başına gelenleri duym ak d ik k atin i d ağıta­
bilirdi.
MARGIE F ü STON 437

Kıvırcık kahverengi saçlarım çenemin hemen altında gev­


şek bir şekilde sallanırken, beyaz yüzüm bana bakıyordu. Nab­
zım boğazımda atıyordu. Ayağa kalkıp görüntümü arkamda bı­
raktım, sonra gözlerimin duvarları ve tavanı oluşturan binlerce
eğimli ve açılı aynada yansıdığını gördüm. Artık seyirciyi göremi-
yorduk ama diğer tarafta, Law & Orderm bir bölümündeki sorgu
odasının camına bakan ve kaderimin belirlendiğini bilen suçlular­
dan biriym işim gibi hissedebiliyordum seyircinin varlığını.
Sorun şu ki masum olup olmadığımı bile bilmiyordum. Ka­
zanırsam' Ethan ve Nadine’i neyin beklediğini biliyordum. Bu
bilgi beni en iyi ihtimalle suç ortağı yapıyordu.
Belki de kaybederdim. O zaman Roman belki aradığı çö­
zümü bulup beni kurtarırdı. Belki de Parker’ı bir daha asla gö­
remezdim.
Belki de Roman haklıydı, benim kazanmamın ona yardımı
olurdu. O yunu sonuna kadar oynarsam birlikte bu sistemi kıra­
bilirdik. Buna inanmam gerekiyordu.
Ethan’ın kendini beğenmiş sırıtışı aynalarda parlıyordu.
O nun kaderini Nadine’inkinden daha az önemsemiyordum.
O danın ortasındaki cam zemin yukarıya doğru paramparça
oldu ve kırık parçalar, uçlan sivri kaideye dönüştü. Üstünde bir
silindir şapka göz kırpıyordu. Sihir onu kapatıyor, çağırıyor ve
biz tek vücut olarak ilerleyene kadar etrafımızı sarıyordu.
Ethan bir şekilde tüm bunlardan heyecan duyuyor olacak ki
gülüyordu. “Tam bir klasik olacak.”
N adine’in kaşları çatıldı.
O danın içine bakındım, şaşkın ifadelerimizden başka bir şey
göremedim.
“B ununla ne yapmamız gerekiyor?” Nadine çömelip şapka­
nın cam da duran tepesini inceledi.
Ethan, “Elbette ondan bir tavşan çıkaracağız,” dedi.
N adine doğrulup, “Ben kendimi bir tavşana çevirebilirim,”
dedi.
438 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

“Tavşanı içeri sokmayacağız, içinden çıkaracağız.” Ethan


gözlerini devirdi.
“Pislik yapma,” dedim.
Omuz silkti. “Sadece yardım etmeye çalışıyordum .”
“O zaman elini içine sok da ne olacak görelim ,” dedim , tadı
bir gülümsemeyle.
“İyi.” Ethan şapkaya doğru yürüyüp elini içine soktu. Acaba
ne var diye içini yoklamak için kolunu hareket ettirirken kaş­
ları çatıldı.
Yüzü bembeyaz kesilmiş halde ciyaklayıp kolunu çekti.
O, elindeki şeyi sallayarak şapkadan sendeleyip uzaklaşır­
ken, Nadine ve ben geri çekildik. Olamaz. Derisine yapışm ış bir
şeydi sallanan. Elinin hemen altında, dişleri derinlere saplanmış
halde asılı duran bir yılan. Ethan, yılanı tutup çekene kadar ha­
reket etmeyi bıraktı. Derisi yılanın dişleriyle birlikte gerildi ve
Ethan onu çekerken çığlık attı ama yılan bırakm adı. Nefes ne­
fese kalmıştı. Yılan, vücudunu bir bilezik gibi Ethan’m bileğine
doluyordu.
“Pekâlâ, işler pek iyi gitmedi.” Sesim titriyordu. “Yılanlar.
Neden yılan olmak zorundaydı ki?”
Şaka yapmaya çalışmış ve başarısız olmuştum. Ya buradaki
kimse Indiana Jones hayranı değildi ya da kriz anında şaka ya­
pan insanlar değillerdi. Reina ve Diantha olsa şakam ı anlardı.
Onlara neredeyse Tomb Raiderı izlediğimiz kadar Indiana Jon es
da izletmiştim. Onların seyirciler arasında güldüklerini hayal et­
tim ve onları düşündüğüm için anında kendim den nefret ettim .
Şapkaya başka hiçbir şey olmadı. Orada duruyor, bekliyordu.
Ama hissediyordum, ondan yayılan titreşim, bir adım atm am ızı
istiyordu.
“Bunu hissedebiliyor musun?” diye sordu Nadine.
Başımla onayladım. “Bundan kaçamayız.”
“İyi,” diye homurdandı Ethan.
Ma r g if Fu s t o n 439

İkim izde Ethan ı duymazdan gelerek şapkaya yaklaştık. İçine


baktım ve pürüzsüz siyah ipekten başka bir şey görmedim. Bana
dok un>diyordu sanki. Okşa beni. Ben ıstmuım.
“Deneyeceğim ,” dedim.
“H ayır, izin ver ben yapayım.” Nadine ayak parmakları­
nın üstünde zıplarken, bir sürat koşusuna hazırlanıyormuşça-
sına kollarını ileri geri salladı. Kolunu dirseğine kadar şapkanın
içinde daldırırken, kötü bir şeyin olmasını beklediğinden yüzü
gergindi.
Ü rktii am a elini geri çekerken çığlık atmadı.
Elinde çiçek açmakta olan kırmızı bir gül tutuyordu. Aynı
renk, parm aklarından uzun, iğne keskinliğinde dikenlerin, de­
risini parçaladığı bileğine kadar damlıyordu. Acıya rağmen gülü
tutm aya devam ediyor, belki de bırakamıyordu. Sormaya kor­
kuyordum .
Ethan arkamdan, “Ne korkunç bir çiçek,” diye homurdandı.
Şapkaya doğru dönük olarak, “Kapa çeneni,” diye mırıldan­
dım.
Parm aklarım ı, sihrin uğultusunu dinleyerek şapkanın ke­
narında gezdirdim, şapka tenimin altındaki aynı şarkıyı mırıl-
danana dek sihrin kendi kanıma akmasına izin verdim. Sihri
çağırm ak için W illow gibi şarkı söyleyemesem de melodisini du­
yabiliyordum yine de. Derimin, kanımın, kemiklerimin birbi­
rinden ayırt edilemez hale gelene dek aynı melodiyi söyleme­
sine izin verdim. Sonra ne istediğimi sordum: kazanmanın bir
yolunu. Elim i şapkanın yuvarlağına daldırdığımda, aklımın ke­
narlarında dolaşan korkuyu görmezden gelerek, elimi gidebil-
diğince derinlere soktum. Bana ihtiyacım olanı verecekti. Par­
m aklarım buzlu bir metale dokundu, o kadar soğuktu ki canım
yandı. Isıtm ak için kendi sihrimi saldım, sonra metal benim
oldu. Elim i şapkadan çektim.
Pirinç bir anahtarın binlerce yansıması görüldü aynalarda.
A nahtarın kafasında karmaşık bir tasarım, onun ortasında ise
440 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

bir bıçak rasviri vardı. Bıçağın etrafında gül sarm aşıkları ve tek
bir yılan bükülüyor vc ortadaki tasarımı çevreleten beş halka ha­
linde büyüyordu. Anahtarın dişleri doğal olm ayan bir şekilde
keskindi.
Şapkanın içine elini sokup da bir yeri kanam ayan sadece
bendim. Diğerlerinin görmesi için anahtarı uzattım .
Nadine’in gülümsemesi acımasızdı. “En azından anahtarın
kimi sevdiğini biliyoruz.”
Ethan kaşlarını çatıp bakışlarını başka yöne çevirdi.
Sonra karanlık bir sis bizi yeniden ele geçirdi.
Sis yuvarlanıp yol olduğunda, altın rengi çim enlerle dolu
bir tarlada duruyorduk. Çimenler dizlerimize sürtünecek kadar
uzundu. Mavi gökyüzü, kavurucu güneş ve üç tahta kutudan
başka hiçbir şey yoktu. Soldaki bir tabut gibi düz ve yataydı, iki
yanına kıvrık bir yılan oyulmuştu. Ortadaki dik ve dardı, üst
kısmına bir anahtar oyulmuştu. Sonuncusu çiçek açan bir gül
oluşturan yüz küçük şeritten oluşuyordu ve kare şeklindeydi.
Hepsinin kapağı veya kapısı aynı anda açıldı.
Çimler esintiyle birlikte hafif, alaycı bir koro halinde hışır­
dıyordu.
Nadine, “Burada yılanların olduğuna bahse girerim ,” dedi.
Ethan’a baktı. “Ortada olan ikisinin dışında.”
Güldüm.
Ethan soldaki kutuya gitmeden önce dik dik baktı. “Biraz
kestirsem iyi olur.”
Yılan hâlâ bileğinin etrafında kıvrılmış; dişleri, ısırığın etra­
fındaki kararmış derisine sabitlenmiş haldeydi. Belki de kutu­
suna uzanıp ölmekti niyeti.
Bu, diğer ikimiz için güzel olabilirdi.
Yine de o kutuya girerken, “Dikkatli ol,” dedim.
Onun için duyduğum endişeyi alayla karşıladı.
M a i i g i l Fu s t o n 441

Nndine küp kutuyu açıp içine adım attı ve cesaret verici bir
şekilde barıa doğru başını salladı. Sonra içine girip kapağını ka­
pattı.
Ben de ortadaki kutuya girip kapağını kapattım. İçerideki
sıcaklık saniyeler içinde derimi kayganlaştırırken, sedir kokusu
boğucu güçteydi. Arkamdan kapattığım kapağın üzerinde elimi
gezdirirken nefes almakta zorlanıyordum. Bir nefes daha temiz
hava alabilirsem iyi olacaktım. Ama tutma yeri yoktu. Burnumu
kutunun içine ışık girmesini sağlayan tek yere, anahtar yuvasına
bastırdım .
Hemen tehdidi fark ederek gerildim.
Kusursuz bir illüzyonun en önemli yönlerinden biri sestir;
serbest bırakılan bir bıçağın sesi, senkronize bir sürtünme sesi,
bir silah sesinin şaşırtıcı şaklaması. En iyi illüzyonlar sadece gör­
m enin ötesinde, diğer duyuları da harekete geçirir. Bu eskiden
takdir ettiğim bir ayrıntıydı. Şimdi kutumun ahşabına çarpan
testere dişlerinin sesini de bu şekilde tanıdım.
B unu fark eden tek kişi ben değildim. Sağ tarafımdaki Et­
han, aram ızdaki kalın tahtanın arasından bir dizi küfür savurdu.
Sol tarafım dan sessizlikten başka bir şey gelmiyordu.
Bunun nedeninin Nadine’in bir planının olması olduğunu
um dum .
Eğilip testerenin nereden geçebileceğini dinledim. Başka bir
testere de onun şarkısına katılarak işe koyuldu. Ses anlayabildi­
ğim kadarıyla kutunun alt kısmında farklı yönlerden geliyordu.
Yerden yaklaşık yarım metre yükseklikte ahşabın içinden ilk bir­
kaç diş keskin ve tehlikeli bir şekilde parladı.
Diğer tarafı da ısıran başka bir diş dizisi daha olmasaydı, bu,
üzerinden geçilebilecek kadar alçaktı. İmkânsız.
Ethan’a katılarak ben de kendi küfürlerimi savurdum.
Bir silah sesi yankılandı. Sonra ikinci, sonra da üçüncü.
Her bir seste sarsılarak, değerli saniyelerimi kaybediyordum.
442 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Lanet olsun Ethaıı. Üzerinden geçilemeyecek kadar kalın tes­


tereler kutunun içinde istikrarlı bir şekilde hareket ediyordu ve
her iki bacağıma çarpmalarına da sadece birkaç santim kalmıştı.
Düşünmeden elimdeki tek şeyi kapmaya yeltendim . Bıçak­
lan. Onları çizmelerimden çıkardım ve ikisini de kutunun her
iki yanına çarparak titrek adımlar attım. Ellerimi tahtaya daya­
dım ve bir ayağımı bıçakların üzerine koydum . G üçlerini test
edecek zamanım yoktu. Dişler deri pantolonum a sürtecek ka­
dar yakınken diğer ayağımı kaldırdım.
Ethan çığlık üstüne çığlık attı, ta ki ben çığlığının acısından
titreyene kadar.
Çığlıkları üçüncü testereyi bastırıyordu, o yüzden nereden
geldiğini göremedim. Tahtayı delip geçerek derim i yırttı ve
elime girdi. Kenarları bırakıp eğildim ve kayıp düşm em ek için
kendimi zor tuttum. Bileğimden iki bıçak çıkarıp onları kutu­
nun yanlarına sapladım, böylece dik durabilecek kadar dengemi
korudum.
Başımın üzerinden iki testere daha geçti.
Nadine hâlâ sessizdi.
Ethan çığlık atmayı bıraktı.
Artık sadece testereler hareket ederek tehlikeli görevlerini
sürdürüyorlardı.
Testereler tahtadan çıktıktan sonra bile bir süre hareket et­
medim. Sonunda kutunun kapağı açıldı. Güneş, sanki günler­
dir kutudaymışım gibi gözlerimi yaktı. Bıçaklarım ı alıp kutudan
çıkarken sıcak açık havayı içime çektim.
Ethan tabutunun kapağını kaldırdı ve klişe bir vam pir fil­
mindeki gibi doğruldu.
“öylesine çığlık attın ki” dedim, “öldüğünü sandım .”
“Hayal kırıklığına uğradığını bu kadar belli etm e.” Sesi
boştu, bu da sözcüklerine yüklediği her zamanki alaycılığı yok
ediyordu. Bacaklarını kurudan çıkardı. Turuncu pantolonunun
kesik paçaları ayak bileklerine toplanmıştı.
MARGIE FUSTON 443

Ağzım açılıp kapandı.


“Yapmam gerekeni yaptım,” dedi, gözlerini doğrudan güneşe
doğru çevirerek.
B aldırlarını soluk kırmızı çizgiler çevreliyordu. Testerelere
kendisini kesmesi için izin vermiş ve her nasılsa yine de bilincini
kaybetm eyerek iyileşmeyi başarmıştı.
Boğazım daki acı suyu geri yuttum.
N adine’in kutusu da açıldı nihayet. İçinden küçük gri bir
fare çıkıp öne doğru süründü. Dahice.
Böylesine bir güç gösterisinin jürimizi etkileyeceği kesindi.
Benim tek yaptığım umutsuzca bir dengede durma eylemiydi.
R ahatlığım derin ve çirkin bir şeye doğru kaydı. Onu uzaklaş­
tırdım ve geriye -yarışmayla ilgili değil, kendimle ilgili- bir hu­
zursuzluk kaldı.
Ethan, “Bu hiç de adil değil,” dedi.
Silahını bana doğrulttu.
H ayır. Bana değil, omzumun biraz ilerisine, küçük fareye
doğrultm uştu ve ben ona hamle yapacak, belki kolunu yaka­
layıp atışını mahvedecek kadar yakındım. Hareket etmek için
kendi kendim e bağırsam da, Ethan silahını arkadaşıma doğrul­
turken, kollarım iki yanımda donup kaldı.
ilkelendim ve hamle yaptım.
S Silah sesi beni aştı, ardından gelen her şeyi kapattı, kulakla­
rımda sadece donuk bir çınlama bıraktı.
Ethan’a döndüm. Bir kere, yüzünde hiçbir kendini beğen­
mişlik izi yoktu. Önce yanağı seğirdi, sonra taşlaştı. Bana bak­
mıyordu bile. Hâlâ öne uzanmış olan silahı h afif bir esinti do­
kunmuş gibi titriyordu.
Kırık tahta damarlarını takip ederek az önce bir farenin otur­
duğu merkezdeki siyah, dumanlı deliğe döndüm .
Eğilip kustum. Sonra tek bir akıcı harekede ellerim i her iki
bileğime uzatarak iki bıçak çıkardım. Sihri çağırm a zahmetine
girmeden öne atıldım. Sihre ihtiyacım yoktu. Öfkem hançerle­
rimi yerlerine ulaştırmaya yeterdi.
Ethan tökezleyerek silahını bana doğrulttu.
Bir kurşun hayat bulup kafamın üzerinden geçerken yere
düştüm.
Bacaklarına doğru bir dalış yaparken yanaklarım uzun çi­
menlere sürtündü. Omzum, dişlerimi birbirine çarpacak kadar
sert bir şekilde dizlerine çarptı. Onu devirecek kadar güçlüydü.
Bir anda üstüne çıktım ve o silahının kontrolünü yeniden ele
geçiremeden bıçağımı yılana ve bileğine sapladım. Silah elinden
düştü. Diğer yumruğu başımın yan tarafına çarpıp beni yere
serdiğinde silaha uzanmıştım. Görüşümün bir tarafı kararırken,
kulağımdan çeneme doğru bir ağrı ilerledi.
Kendimi sırtüstü yuvarlanmaya zorlarken ağzıma giren kuru
njkürdüm.
MARGIE FUSTON 445

Üzerimdeki gökyüzü boş ve sakin duruyordu. Bulut yoktu.


Ethan yanım da dizlerinin üzerine çökerken üzerimde bir gölge
belirdi. Silahı burnumun hemen üstüne koyduğunda bileğinden
yüzüme kan damlıyordu.
“Ben kazandım .”
N adine, Ethan’ın karnına çarptı ve onu yere, yanıma fırlattı.
Elini om zunun üzerine koydu, parmaklarının arasından kan sı­
zıyordu.
Başımı yanım daki Ethan’a çevirdim ama o tabancasını kal­
dırm am ıştı bile. Yüz ifadesi bir saniyeliğine rahatladıktan sonra
tekrar sertleşti. “Seni öldürdüğümü sanıyordum.”
“Sandığın kadar iyi bir nişancı değilsin.” Nadine bana odak-
landı. Sen ıyı mısın?
Başımı salladım , cevap veremeyecek kadar şaşkındım.
“Güzel, çünkü ben binim. Gerçek bu, Ava.” Kanlı avucunu
havaya kaldırdı. “Sam onu ararken ölmemi istemezdi.” Yüzüne
bir kasvet oturdu. “Üstelik muhtemelen kendisi de ölmüşken.”
Kendi etrafında dönerken her yöne bağırıyordu. “Bu saçmalık­
tan bıktım .”
“N adine, bekle!” Ayağa kalkmaya çalıştım ama artık çok
geçti. Etrafını yoğun bir sis girdabı sardı ve Nadine yok oldu.
Altım ızdaki yer patlayıp çatlayarak parçalara ayrıldı vc benim
suçluluğum un üzerinde duracak vaktim yoktu. Birkaç dakika
önce N adine’i yakalayan aynı yoğun dumanın içine düştük.
Soğukluğa çarptım ve bir saldırıya hazırlanmak üzere ayağa
kalktım. Ethan’ı üç metre kadar ötemde, silahını bana doğrult­
muş halde buldum .
D aima yüzeyin altında tuttuğum vahşi yanıma gömüle­
rek dişlerim i çıkardım. Ama silahını bana doğrultmuş olduğu
halde, Ethan başını çevirip çevremizi inceliyordu.
“Başka sorunlarımız var,” dedi. Parmağını tetikte tutarak si­
lahı indirdi.
Bu, gözlerim i ondan ayırmam için yeterli oldu.
446 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Yeniden odanın ortasındaydık ama aslında zaten buradan hiç


ayrılmadığımıza emindim. Seyirciler oradaydı, kanım ız için aç­
gözlülükle bekleyerek bize doğru eğilmişlerdi, dev bir akvaryu­
mun içindeymişiz gibi güvendeydik kalın bir cam ın arkasında.
Başımızın üzerindeki sağlam cam tavana bakarken, bundan
sonra olacak hiçbir şeyin hoşuma gitm eyeceğini iliklerim e ka­
dar biliyordum.
“Bak.” Ethan yerdeki bir şeyi bana doğru tekm eledi ve ilk kez
aşağıya baktım. Ayaklarımızın altında dört kazık duruyordu.
Ona baktım. “Neden? Biz vampir değiliz ki?”
Ethan omzumun üzerine doğru başını salladı. “A m a sanırım
onlar öyleler.”
Dönünce, iki kişinin cam bir platformun üzerindeki bir ka­
feste yerden yükselişini izledim. Platform aniden durdu ve ka­
fesin kapısı sanki cam zemini parçalıyormuş gibi bir ses çıkara­
rak açıldı.
Kızıl sakallı ve kel kafalı dev bir adam dışarı adadı. Vampir
olmasa bile beni ikiye ayırabilecekmiş gibi görünüyordu. Bizim
olduğumuz tarafa doğru gülümsedi. Sakalında, uçlara doğru
akan daha koyu kırmızı bir çizgi vardı. Kız henüz arkasını dön­
memişti. Zayıf görünüyordu ama bu bir vam pir için hiçbir şey
ifade etmezdi.
Ethan silahını kılıfına koydu. “Ateşkes?”
“Asla,” dedim ama bıçaklarımı, onu öldürm e arzum la bir­
likte kınına koydum. Her ikisini de çok az bir çabayla yeniden
çekebilirdim.
Yere uzanıp kazıkları aldık.
Ethan, “Kız benim,” dedi.
“Dalga geçiyorsun,” dedim ama sonra kız yüzündeki saçları
kaldırıp yüksek topuklu ayakkabıları ve deri m ini eteğiyle ka­
festen atladı. Stacie. Gözleri bana odaklandı. Şaşırm ış görünü­
yordu ama sonra sanki bir alışveriş merkezinde tesadüfen kar-
»ılciauiışız gibi saçma derecede çekici bir gülüm seme ile güldü.
M a r g ie Fu s t o n 447

“Ava,” diye seslendi.


Erhan bana bakrı. “Görünüşe göre kız çoktan sende.”
V ücudum sanki vampir olan bcnmişim gibi soğudu. “Boş
ver. Ben adam ı istiyorum.” Hâlâ hantal adımlarla bize doğru ge­
liyordu ve her adım ı, yüksekten düşen bir kaya kadar ses çıka­
rıyordu.
“Asla olm az. Sen beş saniye içinde ölürsün, sonra ben ikisiyle
birden savaşm ak zorunda kalırım. Sana arkadaşınla iyi şanslar.”
Göz kırpıp elindeki kazıkları bir kovboy filmindeki gösterişli si­
lahlardanım ? gibi çevirerek adama yöneldi. Eşitsizliğimiz ho­
şuma gitm edi.
Stacie bana doğru yaklaşıyordu.
“Sen A dam ’ı öldürdün,” dedi kayıtsızca. “O tam bir pis­
likti am a biz uzun zamandır birlikteydik, tıpkı sevmediğin ama
bir tü rlü kurtulam adığın bir aile ferdi gibi.” Savunmasız oldu­
ğunu ve bunu yapmaması gerektiğini anlamış gibi tereddüt etti.
“Açıkçası onu özleyeceğimi düşünmemiştim.”
“O nu ben yapmadım. Yapamadım,” diye itiraf ettim. Ondan
uzaklaşm ak istesem de uzaklaşmak yerine çömeldim. “Ama öl­
meden önce bize her şeyi anlattı. Kim için çalışıyorsun? Neden
arkadaşım m ış gibi rol yaptın?”
G özleri yum uşadı. “Rol yapmadım. Hem de hiç.”
Sesi o kadar samimiydi ki neredeyse ona inanacaktım.
“Peki neden tüm bunları yaptın?”
İfadesi sertleşti. “Çünkü ilk dönüştüğümde başka vampir­
ler de buldum . Ucuz kana paramız yetsin diye tüm paramızı
birleştirdik ve marnlamayacak kadar küçük bir dairede yaşadık.
Kim seyi öldürm edik ama bu, bir gece biz kulüpten çıktıktan
sonra cem iyetin gruplarından birinin tüm vampirleri yok etme­
sine engel olm adı. Hayatta kalan tek kişi bendim. Onların yar­
dım ı olm adan kan satın almaya gücüm yetmezdi. İş öldür ya
da öl boyutuna geldi ve içgüdüm beni ele geçirdi. İşte o zaman
448 ACIM ASIZ İLLÜZYONLAR

Numerius'un adamları buldu beni.” Omuz silkti. “O nun yön­


temi her zaman hoşuma gitmese de amacını kabul ettim .”
Ethan tankın üç metre ötesine fırlatıldığında, Stacie arkasını
döndü. Ethan silahını çıkarıp birkaç el ateş etti ve atışları vam­
pirin göğsüne isabet etti ancak görünüşe göre bir tırın üzerine
konan sinekler kadar etkisiz oldu mermileri.
Stacie izlerken hafifçe kıkırdadı. Kayıtsız vam pire dönüş yap­
mış gibiydi ve bunun benim ânım olduğunu biliyordum . Bir
kazık bir kalbe saplanacaktı ama tereddüt ettim ve Stacie bana
döndüğünde gözlerini insanlık dışı bir açlık parlatıyordu. Bu­
nun ya öldür ya da öl olduğunu bildiğim gibi, hangisini -çok
önceden seçtiği şeyi- seçtiğini de biliyordum. K azıklarım dan bi­
rini yüzüne, diğerini ise kalbine doğru salladım . Yüzüne doğru
gelene sanki hiçbir şey değilmiş gibi vurdu. D iğer kazık sert bir
şeye çarptı ve bu histen dolayı midem kasıldı am a Stacie bana
gülümsüyordu. Bakışlarımı indirdim; kazığım , elin i delmişti.
Kazığı elinden bir kıymık çıkarır gibi çekip çıkardı.
“Sanırım bu senin içinde var,” dedi.
Bıçaklarımdan birini çıkarmak için çabaladım am a eliyle
göğsüme öylesine sert bir darbe indirdi ki kaburgalarım ın bü­
küldüğünü hissettim. Sırtüstü düştüğümde, ben daha doğru
hamleyi ya da içimdeki sihri nasıl kullanacağım ı düşünem eden,
üzerime çıktı.
Omuzlarımı sabitleyip çenemi tuttu ve başım ı yan a doğru
çekti. Elmacık kemiğim cam zemine çarptı. Boynum un büyük
bir kısmı açıkraydı ve sanırım kendimi hiç bu kadar savunm a­
sız hissetmemiştim. Tekmeler savurup kıvranıyordum am a sanki
devrilmiş bir ağacın altında sıkışıp kalmıştım.
Neredeyse Ethan a bağıracaktım ama bir şekilde ondan beni
kurtarmasını istemek daha kötü bir fikir gibiydi.
Kıvranmayı bıraktım. Sıcak nefesi boynuma dokunuyordu.
Parker’ın adını fısıldadım, sanki ne olursa olsun duyacak ve
unu sevdiğimi anlayacakmış gibi.
M a r g i f . Fu s t o n 449

Stacie geriye yaslanıp çenemi ve omzumu bıraktı ama beli­


min üzerinden kalkmadı. Ona bakmak üzere başımı kaldırdı­
ğım da, boynum bir kasım kopmuş gibi yanıyordu. Stacie beni
görm üyorm uş gibi bakıyordu bana.
“Bir zam anlar küçük bir erkek kardeşim vardı. Şu anda kırk
iki yaşında ve bazen onu izliyorum. Uzun zaman önce öldü­
ğüm ü sanıyor. Gerçi belki de öldüm.” Gülüyor ve alışveriş mer­
kezinde birlikte yemek yerken şakalar yaptığımız arkadaşım gibi
konuşuyordu.
A rkasına uzandı ve düşürdüğüm kazığı alıp göğsüme fırlattı.
“Beni öyle ya da böyle öldürecekler ve onların öldürmesi bun­
dan çok daha nahoş olacak. O yüzden bunu sen yapmalısın.”
Kazığın ağırlığı göğsümdeydi. “Yapamam.”
“Yapmazsan kardeşini bir daha göremezsin.”
“Eğer yaparsam , bu sefer de sen kardeşini bir daha asla göre­
mezsin.” Ailesiyle dolu bir evin penceresinin dışında duran üz­
gün bir kızı -sonsuza dek bir ergen olarak ve kimsesiz kalmış bir
kızı- hayal etm ekten kendimi alamadım. Görüntü beni etkiledi.
O nunla ortak bir yanımızın olmasını istemiyordum ama ilişki
kurm aktan da kendim i alıkoyamıyordum.
“D ediğim gibi ben zaten ölüyüm.”
Başım ı iki yana salladım.
“Yap şun u!” diye bağırdı. Elimi yakalayıp kazığa dolamaya
zorladı. “Kaç kişiyi öldürdüğümü biliyor musun?”
Parm aklarım kazığı kavradı.
D udakları bir gülümsemeyle kıvrıldı. “Yap şunu yoksa öle­
ceksin.”
Sonra ani bir saldırı hamlesi yaptı. Ellerim içgüdüsel olarak
hareket etti ve derisini yırttığım anı -o anın tuhaf baskısını- his­
sederek kazığı itm eye devam ettim. Yüzünde rahatlamaya benzer
bir şeyin titreştiğini, sonra Stacie’nin üzerimde küle dönüşme­
sini gördüm . O anı izlememek için gözlerimi kapadım.
G ücü, duym ak istemediğim bir şarkı gibi içime sızıyordu.
450 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Ağırlığı kaybolduğunda doğruldum ve küller pişm anlık gibi


üzerime yapıştı. Ayağa kalkıp yavaş yavaş ufalanan bir bedenin
üzerinde gülümseyen Ethana baktım.
Bana baktı. “Gidici olduğunu sanmıştım.” H ayal kırıklığına
uğramış gibi görünüyordu.
‘Sırada ne var?” diye sordum.
Soruma cevabı Ethan değil, arena verdi. C am dan aşağıya ak­
maya başlayan su, izleyicilerimizin zaten korkunç olan yüzlerini
çarpıklaştırdı.
Dondurucu su saniyeler içinde ayak bileklerim e ulaşarak
vampirlerin küllerini bacaklarımın etrafında hastalıklı bir bu­
lut haline getirdi. Aşağıya bakmamaya çalıştım . Bunu düşüne­
miyordum.

Duvara doğru ilerleyip elimi cama vurdum. O tuz santim ka­


lındığında olmalıydı.
Gülen yüzleri görmezden gelerek çevremize göz gezdirdim .
Sadece gösteriyi değil, sonucu da önemseyecek kadar insanlığı
olan birkaç sihirbaz endişeli görünüyordu. R om anı ya da kendi
grubumu aramamaya çalıştım. Odaklanmam gerekiyordu. H iç­
bir şey bulamadan diğer tarafa ulaştım.
Ethan başını sallayıp kanlı elini cama vurdu ve akan su şelale­
sinde anında silinip giden bir iz bıraktı camda. “Bu turun vam­
pirleri öldürmekle ilgili olduğunu sanıyordum, ha?” diye ba­
ğırdı. “Turu geçtiğimize eminim.”
Karşı taraftan gelen tek yanıt kahkahalar oldu.
Su onun dizlerine, benim kalçalarıma ulaşmıştı.
Önce birbirimize, sonra tekrar cama baktık.
Bir bıçak çekip var gücümle vurdum. Çarpm anın etkisiyle
elim acıdı ve bir cam parçası kırıldı. Tekrar denedim . Bu sefer
bıçağı tenimi yakana kadar ısıttım, sonra cama batırdım . Bıçak,
camı çatlatarak kabzasına kadar saplandı. Bıçağı çıkarm aya ça­
lıştım ama başaramadım. Bir bıçak eksildi.
MARGIE FUSTON 451

Ethan silahını çekti. “Geri çekil,” dedi, sanki kırılan parçala­


rın bana çarpması umurundaymış gibi.
Yine de dediğini yaptım.
D arbe, cam ın birkaç santimini kazıdı.
“Kaç m erm in var?”
“Yeterince yok.”
Su belim e çarparken dişlerimin birbirini çarpmasını engelle­
m ek için çenem i sıktım.
“Bak,” dedi Ethan.
Ethan’ın parmağını takip ettim ve duvarlardan birinin tepe­
sine yakın bir yerde parıldayan altın rengini gördüm. Ona doğru
ilerliyorduk. Su beni her adımımla mücadele ederek itiyordu.
Sudan daha soğuk olan korku kemiklerimi ısırıyordu. Yüzme
bilm iyordum . On dakika. Boğulmama sadece on dakika oldu­
ğunu hesapladım.
B irlikte durup bu cam duvardaki tek farklılığa, som altından
anahtar deliğine baktık. Cebimden anahtarı çıkardım. “Görü­
nüşe göre sihir en çok beni seviyor.”
“O raya nasıl ulaşacaksın?”
T ırm anacak hiçbir dayanak yoktu; pürüzsüz, boyun eğmez
camdan başka bir şey yoktu. Anahtar deliği camın beş santim
kadar altındaydı.
“Su bizi oraya götürecek kadar yükselene dek bekleyebiliriz,”
dedi.
“Bunu riske atamayız. Su dolmadan önce sadece birkaç sani­
yemiz olacak.” Üstelik ben o zaman kadar ölmüş olacağım.
Suya daldım ve çizmelerimden iki bıçağımı çıkardım. Metale
ısı verdiğim de su buharı çıkıyordu. Birini göğüs hizasına, diğe­
rini başım ın üstüne kaldırdım. Cam bıçakları aldı, düz kabzaları
görünür bıraktı. Bıçakların üstüne basarak kendimi kaldırmaya
çalışırken ıslak çizmelerim ve ellerim kayıyordu.
Ethan’a bakmadan, “Bana yardım et,” diye bağırdım. Elleri
belim i yakaladı ve bıçakların üzerine basabileceğim yüksekliği
452 ACIM ASIZ İLLÜZYONLAR

ve dengeyi sağladığında irkilmemeye çalıştım. Kabzalar çizme­


lerimin topuklarına doğru kayarak beni olabildiğince sabit tu­
tuyordu.
Ben bileğimdeki küçük bıçaklarımdan birini çıkarıp ıslak
cama daldırırken Ethan baldırlarımı tuttu. Su, kabzayı bir anda
kayganlaştırdı ama benim tek yaptığım tutuşum u daha da sıkı-
laştırmak oldu. Dikkatlice eğilip başka bir bıçak aldım ve ulaşa­
bildiğim kadar yükseğe yerleştirdim.
“Bırak!” diye bağırdım Ethan’a. Bileğimden bir bıçak daha
alıp aynı anda hem bıçağı sokup hem de hareketlerim i daha
fazla düşünmeden kendimi yukarı çektim. Sol ayağım bıçağa
çarpıp kaydı. Küçük bıçak ve sağ kolum tüm ağrılığım ı alırken
sağ ayağımı dışarı doğru uzatıp basacak bir yer aradım .
Ethan bağırarak benim duymadığım bir şeyler söylüyordu.
Sol elimle bileğimden bir bıçak alıp onu cama sabitledim . Aya­
ğım sarkarak bıçağın kabzasını bulana kadar çabaladı. Dengemi
yeniden sağladığımda kollarım titriyordu.
Çizmemde üç bıçak daha vardı. Bileğimde de üç tane daha
vardı. Bunu yapabilirdim. Bu sefer daha akıllıca davrandım . Ka­
rıncalanma büyüsüne odaklanarak o büyünün, diğer tüm dü­
şüncelerimi, uyuşana kadar -bu, güç için araçtan başka bir şey
değildi- sahip olduğum tüm arzuları tüketmesine izin verdim.
Sihir beni bu şekilde seviyordu. Uzuvlarım hareket ederken,
bıçakları çekip hiç düşünmeden saplıyordum. Son bıçağım he­
defimin hemen altına saplandı. Sağ ayağım bıçağın sapı üze­
rinde dengede kalmaya çalışırken, onu iki elimle tuttum . Gide­
cek hiçbir yeri olmayan sol ayağım sallanıyordu.
Bir elimi bırakıp arka cebimden anahtarı çıkardım ve anah­
tar deliğini kapatan cama çarptım.
Güç koluma çarpıyordu. Bıçağımın kabzasını, sonunda elim ­
den kayana kadar tuttum.
Düştüm.
M a r g ie Fu s t o n 453

Soğuk su beni sardı, bir tek burnum yukarıda kaldı. Suyun


elinden kurtulm aya çalışırken bacaklarım sallanıyordu ama su
her yerdeydi. Çizmelerim cama çarptı. Camdan kuvvet alıp yu­
karı sıçradım . Hava beni selamladı ama su burnumun altından
akıyordu, boğulacaktım. Parmak uçlarımda duruyordum.
Ethan suyun burnumun üzerine yükseldiğini izlerken, ben
de tekrar suya dalmadan önce nefes almak için sıçradım. Kal­
bim boğulan bedenimden kaçmaya çalışırcasına çarpıyordu.
Ç ırpınm a dürtüsüne karşı savaşıyordum. Odaklan. Bıçaklar­
dan yaptığım merdiven sadece bir buçuk metre kadar arkam-
daydı am a bir nefes daha almak için yukarı sıçradığımda sanki
arada kilometrelerce mesafe varmış gibi geliyordu. Su, işimi bi­
tirmek isteyen küçük, hain ellerden yapılmış gibi beni aşağıya
çekiyordu. Tekrar sıçradım ama çok az bir ivme yakaladım.
“Yardım et,” derken nefesim kesildi.
Tekrar batmadan önce, yaptığım hatanın Ethan’ın yüzüne
yansıdığını gördüm: yüzme bilmediğimi fark etmesi, beni bı­
çaklamadan ve Nadine’i vurmadan hemen önceki tüyler ürper­
tici kararlığıyla birleşmişti.
Suyun altında gözlerim yanıyordu. Bacakları bana doğru ge­
liyordu. Tam son nefesimdeki kontrolü kaybetmeme birkaç sa­
niye kalm ışken, parmakları yaklaşıp beni yukarı doğru çekti.
Yüzeye çıktığım da yapabildiğim tek şey nefes almak oldu. Hâlâ
elimde sıktığım anahtarı arıyordu. Onunla savaşabileceğim hiç­
bir şeyim kalm am ıştı; tüm bıçaklarım arkamdaki camdan du­
vara saplıydı ve su, enerjimi beni öldürecek bir noktaya kadar
tüketmişti.
Parmakları parmaklarıma doğru ilerledi. Anahtarın dişlerini
onun avucuna batırdım.
Ethan üzerimdeki hâkimiyetini kaybederken, ben battığım
sırada su yuttum .
Bu sefer yüzeye çıktığımda yuttuğum suyu yüzüne kusarken,
eli boynum a dolandı.
454 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Su ağzına gelince ürkmedi. Diğer eliyle anahtarı çekiyordu.


Eli boynuma dolanmışken çığlık attı. Bileğini tırm aladığım
sırada görüşüm karardı. <
“Ne yaptın?” öfke yüz hadannı paramparça etm işti.
Cevap veremedim. Ciğerlerimde kelimelere yetecek kadar
hava yoktu. Bir eli boynumu serbest bırakırken diğer eli hâlâ
kolumu tutuyordu. Anahtar ise içinde bulunduğum uz tankın
dibinde göz kırpıyordu.
Hasar görmüş boğazımla nefes almaya çalışırken başım ı iki
yana salladım.
“Onu tutmama izin vermiyor,” dedi. Beni inceliyordu, ö fk e ­
nin yerini o kadar çabucak sakinlik aldı ki bir kırbaç darbesi gi­
biydi. Bana yine ihtiyacı vardı. “Git al şunu.”
Tutuşunu sıkılaştırdı ve ben başımı iki yana sallarken beni
aşağıya doğru itti. Tokatlar savurarak onunla m ücadele ediyor­
dum ama diğer eli başımın arkasını bulup başımı bastırdı. Elle­
rim camın tabanına çarptı ve metali elimle hissedene dek sürük­
lendi. Ağzımdan sonra hava kabarcıkları çıkarken Ethan beni
yüzeye çekti.
Su artık çenesine geliyordu. Suyla savaşarak ikim izi birlikte
duvara doğru itti. Su ağzına doğru kayarken beni yukarı itti.
“Acele et.”
O da burada boğulsun diye pes etmek isteyecektim nere­
deyse. Bacaklarım hazırdı. Bıçakları tuttuğum da sallandılar.
Zaten duvara saplanmış oldukları için bu sefer daha kolay ol­
malıydı ama olmayacağını biliyordum. Harekete geçip sihri par­
maklarıma aktardım, böylece bıçaklara dokunduğum anda su
buharlaşacaktı. Bunu o kadar çok söyledim ki sanki kendi derim
eriyip metalle bir oluyordu, öyle ki geri çekilip bir sonraki bıçağı
tutmak canımı yakıyordu. Zirveye mümkün olduğunu düşün­
düğümden daha hızlı ulaştım.
Cam son denememde o kadar ezilmemişti. Bıçağım olsaydı
bile camı parçalamak çok uzun sürerdi.
Ma r g i e Fu s t o n 455

Ethan aşağıda suyun yüzeyine çıkmıştı. Silahı başının üzerin­


deydi. “Ateş etmen gerek!” diye bağırdım.
Başıyla onayladı, geriye doğru yüzüp silahını doğrulttu.
G özlerim i kapatıp hazırlandım.
G özlerim i açtım. Bir 2,5 santim kadar cam kalmıştı.
“T ekrar!” diye bağırdım.
Ethan suyun akışıyla birlikte sallandı.
Iskalarsa ne olacağını düşünmemeye çalıştım.
C am beni yeniden ısırdı. Tenimde küçük bir kesik açıldı,
öyle ki gözeneklerimden kan geliyormuş gibi hissettim. Sihir
akıtıyordum ve bu yerin açlığını, beni bahçesinde görmeyi arzu­
lad ığın; hissedebiliyordum.
A nahtar deliği açığa çıktı. Anahtarı sokup çevirdim.
C am eriyerek sıvıya dönüştü.
Beyaz mermere çarptım.
Bıçaklarım çevremde şıngırdadı. Bıçaklarımı çizmelerimdeki
kınına sokabilm ek için oturdum ve dizlerimi yukarı çektim. De­
rim kanıyordu. Kanamayı iyileştirmek için sihri çağırma zahme­
tine girm edim . Bunu istemiyordum.
Ü zerim den bir gürüldü geçti: kahkahaları alkışlar, bu raundu
kim in kazandığına dair konuşmalar... Benim adım ve Ethan’ın
adı eşit ölçüde telaffuz ediliyordu. Biri bahisleri alıyordu.
Ayağa kalkıp Ethan a döndüm.
“îy i bir takım olduk.” Duygusuzca gülümsedi, tek amacı
beni kızdırm aktı.
O na doğru yaklaşırken, “Seni öldüreceğim,” diye hırladım.
Kem iklerim itiraz edercesine çığlık atıyordu. Yakında vücu­
dum da m orluklar oluşacaktı. Nadine midemde kocaman bir de­
likti. Eğer Ethan onu vurmasaydı, Nadine vazgeçmezdi.
Rom an bir anda yanıma geldi. Dudakları kulağıma yakı, dik­
katli sesi yum uşaktı. “Tamamen ölmediğini biliyorsun.”
Bahçe. Biliyordum. Bunu hayal etmeden duramıyordum.
456 A C I M A S I Z İLLÜ Z Y O N LA R

Ethan’m yaralı halele doğrulduğunu görm e arzum la müca­


dele ediyordum.
Etha/ı elini ıslak saçlarının arasından geçirirken, N atasha’ya
seslendi.
Roman ellerini kollarıma koyup yaralarım ı yo k etti.
Ona teşekkür ettim, gerçi bir yanım o yaraların kalm asını is­
tiyordu. Bana W illow’un -şimdi de N adine’in- derisin i param ­
parça eden dikenleri anımsatıyorlardı. Kesikler bana onların acı­
larının küçük bir parçasına tutunma im kânı verm işti. A ksi halde
vazgeçebilirdim. Belki bu gece yola çıkıp sihirbazlar beni yakala­
madan kurtulmayı deneyebilirdim. Annem in denediği gibi sak­
lanabilirdim ama o zaman Parker’ı tam am en terk etm em gere­
kirdi.
“Teşekkür ederim.” Arkamdan gelen ses alışılm ad ık derecede
çekingendi.
Dönünce Aristelle’in gözleriyle karşılaştım . B akışlarını kaçır­
m adı, ben de öyle.
“Bunu senin için yapmadım.” A rkasındaki R eina ve
Diantha’ya baktım. “Hiçbiriniz için.”
Arkamı dönüp uzaklaştım.
incirlenm iştim , hem kelimenin gerçek anlamıyla hem de
Z mecazi olarak. Üstümde, ince gümüş bir zincirle bağlanmış
siyah bir korseden başka bir şey yoktu. Metali ısıtmak ve lehim­
lemek zorundaydım. İroni duygum kaybolmamıştı.
Bazılarını yarı gerçeklere ve yalanlara dayandırmış olsam da,
seçim lerim beni buraya getirmişti. Bazen kendimi Deb’in bizi
evlat edinm eyi teklif ettiği anda hayal ediyordum. Bu sefer gü­
lüm süyordum . Bazen yeterince uzun süre bir illüzyonun içinde
yaşarsanız, o hayal gerçek olur. Kendi numaranızdaki ipleri unu­
tursunuz.
Siyah taftadan yapılmış ağır eteğimin ve belimden tıngır­
dayarak eşit olmayan uzunluklarda ayaklarıma doğru sarkan
zincirlerin üzerinde elimi gezdirirken iç çektim. Bu durumda
koşamazdım, zaten güçlükle hareket edebiliyordum. Kendi kı­
yafetlerim in içinde sıkışıp kaldığım hissiyle kalbim düzensiz bir
şekilde atıyordu. Bu elbiseyi Lucius ayarlamıştı; belki de bana
kontrolün kimde olduğunu hatırlatmak için. Reinaya da bunu
giym em e yardım etmesini emretmişti.
Reina çalışırken, onunla muhatap olmadım. Zalim bir ya­
nım onun sessizliğim nedeniyle kıvranmasını izlemekten keyif
alıyordu. Buraya ilk geldiğimde, bu insanlar benim kendimi aç­
m am ı, daha yumuşak bir hale gelmemi sağlamışlardı. Ancak ar­
tık her zamankinden daha soğuk ve daha serttim.
Ethan üç metre kadar sağımda duruyordu, yine beyaz bir
takım elbise giymişti ama bu sefer gömleği, yeleği ve kravatı
458 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

turuncu, vcşil ve pembe renklerdeydi. Eli Natasha’nın koluna


dokundu.
Beni ona bakarken yakaladı ve bana dik dik bakarak karşı­
lık verdi.
Bakışlarımı çevirdim. Acaba Natasha onu seviyor m uydu
yoksa Xander’ın bana yaptığı gibi sadece iplerini elinde m i tu­
tuyordu? Bir önemi yoktu. Her halükârda ikim iz de buraday­
dık, zamanı geldiğinde bizi yukarı taşıyacak platform ların üze­
rinde bekliyorduk. Sahneye taşınacaktık ve bu katiller hangim izi
kendi hastalıklı tarikatlarına dâhil edeceklerine karar verecek­
lerdi.
Uzun gövdesinden fazlasının ağırlığını taşıyan ağır ayak ses­
leri yaklaşıyordu arkamdan. Artık o fazla ağırlığın üzüntü oldu­
ğunu anlıyordum. Roman gelip önümde durdu. Gözleri kısa bir
süreliğine, aşırı açık olan göğsüme kaydı, sonra yüzüm e yöneldi.
“Biliyorum.” Yüzümü buruşturdum.
“Hayır.” Boğazını temizledi. “Bildiğini sanm ıyorum .”
Yüzüm kızardı ve Roman dikkatini bıçaklarım a çevirerek bı­
çakları bileklerimdeki kınlarından çıkardı, uçlarını kontrol et­
meye koyuldu.
“Bu sabah uçlarını biledim.” Bu benim için bir ritüel, zih­
nimi bıçağımın ucu dışındaki her şeyden arındırm am ı sağlayan
bir yol haline gelmişti. Roman yine de kontrolünü sürdürdü.
Her zaman aşırı hazırlıklıydı.
Uzun eteğim konusunda tereddütleri vardı.
“Bıçaklar orada.” Kontrol etmek için eteğim i kaldırm ayaca­
ğını bildiğim için, “Keskinler,” diye ekledim.
Başını salladı, sonra benimle göz göze geldi. Bakışlarını o ka­
dar uzun tuttu ki üzerimde, sonunda bir zinciri tutup oynattım
ve diğerlerine çarparak tıngırdamasını sağladım.
“İyi olacağım,” dedim, “ö y le ya da böyle.”
Yüzü kasvetliydi. Bana hiçbir güvence vermiyordu ama bah­
çeye düşecek olursam, yıllardır Beatrice için nasıl savaşıyorsa,
M a r g ie Fu s t o n 459

benim için de öyle savaşacağını biliyordum. Beni rahatlatmasını


um uyordum . Uğruna savaşmaya değer olduğumu bilebilseydim
keşke. Stacie’yi öldürürken, dudaklarından çıkan yumuşak “O”
sesi geldi aklım a.
“Son görev ne olacak?”
Tereddüt ederek, duyma mesafesi dışında kalan Ethan ve
Natasha’ya baktı. Görev her ne ise bana söylememesi gereki­
yordu.
Yanağım a bir öpücük konduracakmış gibi eğildi. Bana do­
kunm adığı halde kanım karıncalandı.
“O nu öldürm en gerekiyor.”
“K im i?” Sorduğum anda, bir tokat gibi çarptı farkındalık yü­
züme. Tabii ya. Sadece birimiz kazanabilirdik.
Başım kendiliğinden Ethan’a döndü ama Romanın eli ani­
den yanağım a dokunarak, başımı avucu ile yanağının arasına sı­
kıştırdı.
“A m a bahçeye gidecek, değil mi?” Onu bu kadere mahkûm
edebilirdim , sonuçta Nadine’in orada olması onun suçuydu.
R o m an ın başı iki yana sallandı. Bukleleri alnıma değildi.
“Bu sefer, hayır. Yeni bir ölümsüzlük büyüsü yaratmak için iki­
nizden birinin kanının son damlasına kadar kullanılması ge­
rekiyor. Bileklikteki taşlar hâlâ bahçeye bağlı ama ölümsüzlük
büyüsü, onu takan sihirbaz öldüğünde bozulur. Yeniden yapıla­
bilm esi için yeni bir kurban gerekir. Hepimiz bu aşamayı geçtik.
H epim iz bunu yaptık.” Sesi sert ve doğrudandı.
“Peki bir önceki rauntta ikimizden birisi ölseydi?” Stacie eğer
isteseydi, boynum u parçalamasına kimse engel olacak gibi de­
ğildi.
Roman yüzünü buruşturdu. “O zaman bahçedeki kişilerden
birini kalıcı olarak öldürmek üzere bahçeden alacaklardı.”
Bacaklarım eteğimin ağırlığı altında titredi. Bilekliğe sahip
olm ak o kadar da kolay değildi elbette.
460 A C IM A S IZ İLLÜ Z Y O N LA R

“Bunu istemiyorum. Ben b ir ...” Cüm lem i tam am layam a­


dım . K atil olmak istemiyorum , diyemedim, çünkü “k atil” ke­
limesi ağzımdan çıkmadı. Hepsinin elleri kanlıyd ı, aksi halde
zaten burada olamazlardı. Romanın parm akları yanağım a do­
kundu. Ne demek istediğimi anlamıştı ama cevap verm edi.
“Başka seçeneğin yok, Ava.”
Bunu bana dün söylememişti çünkü şansım ı deneyerek kaç­
maya çalışacağımı biliyordu.
“Her zaman başka bir seçenek vardır. Sadece bazen iyi bir se­
çenek yoktur.” Hayatımın büyük bir kısm ı seçenekler olmadan
geçmişti. Gerçekten burada olmamın nedeni buydu, gücü arzu­
lam am ın nedeni buydu. Şimdi ise güç karşılığında seçeneği or­
tadan kaldırmak mı istiyorlardı? Böyle bir şey güç sayılm azdı.
“Bunu yapmayacağım.”
Roman geri çekildi. Çenesi kasıldı.
“Ama o bir an bile tereddüt etmeyecektir.”
“Biliyorum.”
“Daha önce de seni öldürmeye çalıştı.”
“Biliyorum.”
“Lütfen, Ava. Ya W illow ve Nadine?”
Çenemi ondan uzaklaştırdım. Roman’m önünde sonunda
onları kurtarmanın bir yolunu bulacağına inanıyordum . Ama
bunu yaparsam, benden geriye ne kalacaktı? V am pirleri öldür­
mek başka şeydi. O nefsi müdafaaydı. Ama Ethan’ı öldürmek?
O korkunç biriydi ama o da en az benim kadar tuzağa düşmüş
durum daydı ve onun da bir ailesi vardı. O aile, burada bulduğu
aile olsa bile. Parker’ın yanma bir katil olarak dönem ezdim . Za­
ten bir katil olarak yanında olmayı kendim ister m iydim ki? Ya­
nında olmasam daha iyi olurdu.
Tüm seçenekler benden uzaklaşıyordu. Belki de seçim ler da­
im a sadece birer illüzyondu ve tüm hayatım boyunca böyle bir
kadere mahkûmdum. Bundan kurtulmanın tek bir yolu vardı:
karşı koymayı bırakmak. Bırakayım beni öldürsün ve bu iş
M a r g ie Fu s t o n 461

burada bitsin. Bana bir nebze olsun güç verecek tek yol teslim
olm aktı, onlara son bir gösteri yapmayı reddetmek.
Bacaklarım hissizdi. İçlerinde vızıldayarak hazırlanmamı em­
reden sihri duymazdan geliyordum.
Am a sonra Roman yumuşak ve yalvaran bir tavırla adımı
söyleyince, kendimi ona dönmekten alıkoyamadım. Nereye
odaklanacağına karar verememiş gibi beni baştan aşağı süzdü.
Bir parm ağım uzanıp korsemin önünü bağlayan zincirin üze­
rinde gezindi. Parmağımı zincir halkalarından birine geçirip ya­
vaşça çekerken, gözleri gözlerimle buluştu. Takip etmeme gerek
olm ayacak kadar yumuşaktı ama yine de takip ettim. Beni ken­
disine doğru çekti ve o tereddütle üzerime eğilirken çenemi eğ­
dim. A ncak artık tereddüt ederek vaktimiz yoktu. Parmaklarımı
pantolon askısına dolayarak onu kendime doğru çektim.
Birbirim izin vücutlarına yaptığımız baskıda o tanıdık çare­
sizlik vardı ve artık bir şekilde daha güçlüydü. Dudakları bana
yalvarıp yakarıyordu, bir anlığına pes ettim. Onu sanki hiç bı­
rakm ayacakm ışım gibi öptüm.
Ama ben de bir yalancıydım. Tıpkı onun gibi. Tıpkı bura­
daki herkes gibi.
D udaklarım ı ondan ayırdım. Gözleri vahşiydi ve panik için­
deydi. Ne yapacağımı biliyordu.
Öne eğilip, “Babam bunu durduracak, ölmeme izin verme­
yecek,” diye fısıldadım. Keşke buna inanabilseydim ama inan­
mıyordum , yine de belki Roman inanırdı.
Platformum sarsılıp yükselmeye başladığında Roman bana
bir şeyler söyledi. Yüzünde şimdiye dek gördüğümden çok daha
fazla duygu belirmişti. Beni kaybedeceği için mi yoksa bahçeye
karşı olan mücadelesinde potansiyel müttefikini kaybedeceği
için mi daha çok üzüldüğünü bilmek isterdim.
G rubum a gelince, köprünün altında Adam’a kazık saplamam
için beni zorladıkları günden beri, beni bunun için eğitiyorlardı
aslında. Ne kadar ileri gidebileceğimi görmek istiyorlardı. Kan
462 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

akıttıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi devam edip edem eyece­
ğimi. Cecily’de bunu yapmıştım. İyileşeceğini kesin olarak bil­
mediğim halde, bu istediğimi elde etmem anlam ına gelecekse, o
riski almaya hazırdım.
Midem kasıldı. İleri gitmiştim, belki de çok ileri. Beni geri
dönmeyeceğim bir karanlığın kenarına itm işlerdi. Pek çok vam ­
pirin yaşadığı karanlığın aynısıydı bu: öldür ya da öl. U çurum
ayaklarımın altında ufalanıyordu ve benim geri dönm em gere­
kiyordu, yoksa kaybolacaktım.
Sahneye çıktım, önüm deki sihirbaz kalabalığı, kana susamış
halde bana bakarken, yırtıcı bir hayvan kadar sessizlerdi. İki­
mizden biri öldüğü sürece kimin kazandığım um ursadıkların­
dan bile şüpheliydim.
Dudağım tiksintiyle kıvrıldı. Sağımda duran Lucius’a dön­
düm, ardından diğer taraftaki Ethan’a baktım.
Lucius konuşmaya başladı, şüphesiz son görevi açıklıyordu.
Gerek yoktu açıklamasına. Görünüşe göre herkes biliyordu.
Ethan’ın eli silahındaydı. Bana baktığında gülüm sem esi
soldu. O da biliyordu. Tereddüt etmeyecekti. Bunun için eğitil­
mişti ve çoktan uçurumun kenarına adım ını atm ıştı.
Lucius sahneyi terk etti. Kalabalık tezahürata başladı. Xan-
der ve grubu öndeydi. İsmimin yine onun dudaklarında oldu­
ğunu düşündüm ama umurumda bile değildi. Ne tezahürat ya­
pıyorlarsa yapsınlar, beni ilgilendirmiyordu.
Ethan’a döndüm, çünkü onurumla ölm eliydim . G ördüğüm
son şeyin Xander’ın yeşil saçları olmasını istem iyordum . Son
düşüncemin Roman’ı öpmek olmasını istem iyordum . Gerçek­
leşme ihtimali olan bir şeyi kaybetmenin kendine has bir acısı
vardı. Parker’ın Jacob’la birlikte güldüğünü düşünm eyi tercih
ederdim. Bir zamanlar bu ses bana çok acı verirdi am a şim di
beni rahatlatıyordu. Bir daha geri dönmesem de Parker iyi ola­
caktı.
M a RGI[ FUSTON 463

Ethan silahını çıkarıp bana doğrulttu. Kararlı bakışı bir an­


lık şaşkınlıkla bozuldu.
M uhtem elen kendi silahımı çekmememin bir plan dâhilinde
olduğunu veya bir nedenimin olduğunu düşünüyordu.
H içbir planım yoktu. Elimde bir tek kendim kalmıştım ve
buna tutunm aya kararlıydım. Ama Ethan’ın parmağı tetiğe do­
kunduğunda, kalp atışlarım hızlandı.
K anım daki sihir, sanki çağrılmış gibi uyandı. Sihri kendim­
den uzaklaştırmaya, hareketsiz durmaya ve ölümle doğrudan
yüzleşm eye çalıştım ama parmağı hareket edince...
A niden yana çekildim.
BÖLÜM
34
ere çarpıp yuvarlanırken zincirlerim şıngırdadı. Zincirler
Y dizlerime dolanarak, ben debelenirken beni olduğum yere
kilitledi. Lucius’un kazanmamı istediğini sanıyordum am a bu
elbise benim başarısız olmam için tasarlanmışa benziyordu. Ba­
şarısız olmak istiyordum ama içimdeki sihir çözülerek m antıklı
ve ahlaki yanımı yakıp kül ediyordu. Ben bir hayvandım . Ben
saf içgüdüydüm. Hayatta kalacaktım. Sonuna kadar direnecek­
tim.
Köprücük kemiğime bir yara açılmıştı. K apanm aya baş­
layarak iyileşti, acısı duruyordu ama ben farkına bile yaram a­
dan kayboldu. Temel içgüdüm sihrimi yönlendiriyordu. Bu ka­
dar hızlı iyileşmemeliydim. Son kontrolümü bırakm alı m ıydım
yoksa onu yeniden kazanmaya mı çalışm alıydım bilm iyordum .
Sırtüstü yatarken, dövülmüş bir hayvan gibi karnım ı yukarı
kaldırarak hırladım.
Üzerimde bir avcı belirdi. Sadece ölmek ya da öldürm ek
vardı.
Silahı yüzüme doğrulttu. Sonra namluyu karnım a kaydırdı.
“Natasha bana senin çokça kanını dökmem gerektiğini söyledi.
Senin karın yaralarını iyileştirmede pek iyi olm adığını zaten bi­
liyorum. Ama düşündüğümden daha iyi iş çıkardın,” dedi. “İşi
eğlenceli hale getirdiğin için teşekkürler.”
Biraz mücadele ettiğim için memnundu. O gerçek bir per­
formans sanatçısıydı.
Ama gösteri henüz bitmemişti.
M a r g ie Fu s t o n 465

İçimdeki sihir kükrüyordu ve onu tutan kafesin bir parmak­


lığı daha parçalanıyordu. Parmaklarımdaki baskı o kadar art­
mıştı ki artık nefes nefese kalmıştım. Ethan kaşlarını çattı. Ağla­
dığım ı düşünüyor olabilirdi. Belki de ağlıyordum. Ama bunun
tek nedeni içim de çok fazla şey olması ve bir şeylerin açığa çık­
ması gerekm esiydi.
Kendime, kontrollü olt demeye çalışsam da artık çok geçti. Si­
hir, ben yapm asını istediğim şeye odaklanamadan içimden çıkı­
verdi, sanki zihnim in en derinlerindeki her düşünceyi okuyor ve
ona göre hareket ediyordu.
Ethan’m gözleri genişledi. Sihri, benim sihrime karşı savaşır­
ken elindeki silah sallanmaya başladı.
O nun sihri sönüyordu.
Parçalanm ış zeminden sıçrayan kıymıklar yanağımı acıtı­
yordu.
Yeniden b ir atış yapamadı. Silah ellerinden uçarak kalabalı­
ğın başının üzerinde süzüldü. Kalabalığın tezahüratları kanım­
daki kükrem e ile uyumluydu.
Ethan diğer kılıfındaki silahı çekti ama silah yerinden oyna­
madı bile. Gözleri bana bakarak kısıldı. Mecbur kalırsa beni el­
leriyle boğacaktı. Onu da metali kontrol ettiğim gibi kontrol
edebilir m iydim , bilmiyordum.
Sihir, içim deki şüpheyi okumuş olacak ki etkisi bir nebze ol­
sun silindi. A m a bu aynı zamanda odaklanmama da yardımcı
oldu. K ıyafetlerim de metal vardı.
Belki de bu kostümün amacı bir lanet olması değildi. Lucius
metali kontrol etmenin benim için kolay olduğunu biliyordu.
Beni bir silah la donatmıştı.
Sihrim hâlâ benden bir adım öndeydi. Ben kendimi sihrime
doğru iterken, zincirler Ethan’m ayak bileklerinin tarafından ka­
yarak ayakların a çelme taktı. Bıçaklarım ben dokunmadan kın­
larından çıktı ve o sırtüstü uzanmış, diğer silahını çıkarmaya
466 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

çabalarken hepsi onun üzerinde asılı kaldı. Yanında durm uş iz­


liyordum ben de.
Sonunda hareket etmeyi bıraktı ve kendim le ilişkilen d irebi-
leccğim bir öikeyle bana baktı.
Ama bıçaklarım ona saplanmıyordu çünkü düşüncelerim i
okuyarak emirlerim olmadan hareket eden sihre rağm en, içten
içe onu öldürmek istemiyordum. İçimdeki güç ne kad ar kötü
gibi gelse de, bunu biliyordu.
Ve kontrol bendeydi.
Bıçaklarım yere çarptı.
“Ava.” Bu, Lucius’un sesiydi. İçinde hüsran barın dırıyordu.
Hiç bu kadar gururlanmamıştım.
Yüzümün ifadesiz kalmasını, o bıçakları alıp k alb in e doğru
uçurmayı ne kadar istediğimi belli etmemeyi d ileyerek ona dön­
düm. Belki işe yarardı. Roman öyle düşünm üyordu. A m a şu
anda ikimizin de yaşamasına izin vermesine ih tiyacım vardı.
Bakışlarıyla karşılaştığımda Lucius’un yüzü kayıtsızd ı, sonra
gözleri omzumun üzerinden geçti ve kaşları hafifçe çatıld ı.
Ethan elinde benim bıçağımla bana saldırırken, tam zam a­
nımda arkamı dönüp bileğini yakaladım. Tam üzerim deyken,
onunla birlikte geriye düştüğüm sırada, kalbim e saplan m asını
güçlükle engelleyebildim. Başım yere o kadar sert çarptı ki kus­
muğum boğazıma kadar yükseldi. Görüşüm karan lığın sın ı­
rında dalgalanırken ve zihnim odaklanmayı reddederken, sih ­
rim söndü.
“Zayıf.” Ethan üzerime çıktı ve bıçağımı kalb im in üzerine
tuttu.
Sanki biri onu arkadan itmiş gibi sarsıldı. Yine sarsılırken
gözleri büyüdü. Bıçağı tutan eli gevşedi ve ben bıçağı tu tarak
bileğini indirdiğimde eli serbest kaldı. Parm aklarım ı kesen şe­
yin acısını zar zor fark ediyordum. İfadesi şaşkınlıktan şoka d ö ­
nüştü, bu ifadenin muhtemelen benimkini yan sıttığın ı b iliyo r­
dum.
MARGIE FUSTON 467

Ethan üzerim e çöktü.


Ben ku rtu lm aya çalışırken kalabalık hiddetleniyordu.
O n u ittim , vücudu boş bir kabukmuş gibi, başı sallandı.
Ç o k ağırdı. Başımı omuzlarının üzerine doğru kaldırdım ve
sırtın d a iki tane tanıdık inci saplı bıçağın olduğunu gördüm.
Bir an lığ ın a bıçakların benim olduğunu sandım; sihrimin onları
ben farkın d a olm adan Ethan’ı öldürmek için çağırdığını.
A m a sonra Roman elinde üçüncü bir bıçakla sahneye çıktı.
O yan ım d a diz çöktüğünde, kurtulmaya çalışıyordum.
O na, “Bu senin seçimin değildi,” dedim. Hissetmeyi geç­
m işte b ırak tığım ı sandığım türden bir acıdan boğazım düğüm­
leniyordu.
“B iliyo ru m ,” dedi, “ama bunu daha önce bir kez becereme-
m iştim . Bazen hiç seçim yapmamak bir hediyedir... ve üzgü­
nüm am a onun kanının dökülmesi gerekiyor.”
Ethan ın saçından tutup kafasını kaldırdı ve son bıçağını bo­
ğazına sapladı.
T am am en kana bulandım. Beni kör etti. İçime çektim. Dur­
ması için çığ lık atarken, kanlar ağzıma doldu.
A km aya devam eden kanı kaynatarak, onunla birlikte yanı­
yordu tenim . Nefes alamıyordum. Anık buna ihtiyacım oldu­
ğundan em in değildim . Sadece kan ve içimdeki susamış sihir
vardı; kan ı çağırıyor, tenimden yalıyordu. Hem sıcak hem so­
ğuk, ayn ı anda hem karıncalandıran hem de uyuşturan bir şe­
kilde içim den geçiyordu sihir. Basınç yüzünden gözlerim ka­
fatasım dan fırlayacak diye korkarak gözlerimi kapattım. Ben
gözlerim i kapatm adan hemen önce biri Roman’ı benden ayırdı.
Elim i m i tutuyordu? Tırnaklarım avuçlarımın derisini delmişti.
G üç, sakin leştirici, şiddetli şarkısını söyleyerek kemiklerimi bağ­
larken, onları ehlileştirirken, vaatler verirken geriliyor; kemikle­
rim ken di derim den kaçmaya çalışıyorlardı.
So nunda bitti ve elimde zonklayan bir sihir topu kaldı.
468 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Kalbim gücün ağırlığı altında tekliyordu ve güç onu devam


etmeye zorluyordu.
Lucius yanıma çömeldiği yerde topuklarının üzerinde geriye
doğru sallandı. Acıyan bileğimi saran siyah bandı fark ettim.
Ortasındaki kırmızı mücevherin tenimi deldiğini, bahçeden al­
dığı güçle kanımı beslediğini gördüm.
Üzerimde bir damla kan yoktu. Sihir hepsini yutm uştu.
Öğürdüm ve Ethan ı sanki bir hiçmiş gibi kendim den uzak­
laştırdım. Kafası yere çarpınca irkildim. D izlerim in üzerine çö­
küp, soğuk beyazlar içindeki bir buz meleği gibi tepem de duran
Lucius’a baktım. Öfke ve hüsran karışımı bir ifadeyle beni iz­
lerken gözleri buz gibi parlıyordu. Sonunda gülüm sem e olarak
adlandırılabilecek ama aslında öyle olmayan bir m im ikle dişle­
rini gösterdi.
Bu, onun varisi olduğumu kanıdadığım an olm alıydı, oysa
ben tereddüt etmiştim. Merhamet göstermiştim. Varisi olama­
yacağımı kanıtlamıştım.
“Gerçek Sihirbazlar Cemiyetine hoş geldin, Ava. A rtık biz­
den birisin. Sonsuza kadar öyle kalacaksın.” Son cüm lesi bir teh­
dit içeriyordu.
Kalabalığın içinden birkaç kişi alkışlıyordu. İyi gösterileri
gerçekten seviyorlardı ve Roman onlara öngöremeyecekleri bir
değişiklik sunmuştu. Lucius susmaları için elini kaldırana dek
homurdanmalar devam etti. “Kural kuraldır ve ayakta kalan kişi
o.” Romana dönerken dudakları kıvrıldı ve içim de az da olsa
kontrol altına alınmış sihir cehennemine rağmen tenim soğudu.
“Ama sen cezalandırılacaksın.”
Lucius bana odaklanmadan önce onun etrafında dram atik
bir daire çizerken, Roman çenesini göğsüne doğru eğdiği için
yüzünü göremiyordum.
Lucius kararı verirken bana baktı. “Rekabete m üdahale et­
menin cezası idamdır. Bunu gerçekleştirecek kişinin en yeni
M a r g ie Fu s t o n 469

üyem iz olm ası adil görünüyor. Sonuçta onun davranışından fay­


dalanan en yeni üyemiz.”
Sonunda R om anın başı kalktı ve bana baktı. Bunu yapmamı
istiyordu. Bunu yüzünün her yerinden okuyabiliyordum. Onun
bazı yüz ifadelerini okumayı ne zaman öğrenmiştim? Cevap ola­
rak başım ı hafifçe salladım.
Şu anda ona kızgın olabilirdim ama benim için ne yaptığını
ve neden yap tığın ı yine de anlayabiliyordum. Ben de onun için
aynısını yapardım . Ama Roman’ı öldürmek, beni kurtarmaya
çalıştığı kişi olm am anlamına gelirdi.
Lucius sessiz konuşmamızı izledi, sonra ellerini bir kez çırptı.
“İnfaz yarın şafak vakti gerçekleşecek. Biz ölümsüzlerde, en iyi
sonucu başın kesilmesi verir. Beyniniz artık bedeninize bağlı ol­
m adığında, vücudunuza iyileşmesini söyleyemezsiniz. Eğlenceli
de.” H astalıklı bir şekilde sırıttı bana. “Yarın görüşürüz.” Dönüp
koridora doğru yürüdü.
Luıcius benim onun gibi olmamı istiyordu; ellerimdeki kan
da aynı derecede koyu olacağı için onu yargılayamayacak hale
gelene kadar, geriye dönüp bakamayacağım hale gelene kadar
beni zorlam ak istiyordu. Bir gün ben kırılana dek tekrar tekrar
deneyecekti.
Ben de onun peşinden koridora çıktım. “Bana bunu yaptı­
ramazsın.”
A rkasını dönm eye bile tenezzül etmedi. Siyah botları ayağı
her dokunduğunda buz gümüşüne dönüşen parlak siyah fayans­
larla kaplı koridorda tıkırdarken uzaklaştı. Kendisini bir tanrı
olarak görüyordu. Ona öyle olmadığını göstermek istiyordum.
Onu kanatm ak istiyordum. Hem de neredeyse dünyada her şey­
den daha fazla. Roman’ı kurtarmak dışında. Romanın güvende
olacağı anlam ına gelecek olsaydı, Lucius’un yaşamasına izin ve­
rirdim. O na boyun eğerdim. Bana Roman’ı geri verecek olsaydı,
onun küçük oyunlarını oynardım. Bunu fark etmek beni öyle­
sine şoke etti ki biraz tökezleyip ayaklarıma baktım. Ayağımı
470 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

bastığım yer altın rengine dönüyor ve Lucius’un ardında bı­


raktığı gümüş rengi izleri siliyordu. Zemini güm üşe çevirenin
Lucius olduğunu biliyordum ama altın rengine çeviren ben
değildim. İçinde sıkışıp kaldığı kafese baskı yapan sihrin ta ken-
disiydi. özgür olmak istiyordu.
Sanırım onu serbest bırakacak kişinin ben olm am ı istiyordu.
Lucius’un uzaklaşan bedenine baktım.
“Sen annemi öldürdün.” Bunu söylememeliydim. O ndan ne
kadar nefret ettiğimi, asla ona ait olmayacağımı gösterm em eliy­
dim. Henüz olmazdı. Ama onun bir saniye daha bunu bilme­
mesi düşüncesine dayanamıyordum. Bu beceremeyeceğim bir
illüzyondu.
Sözlerim onun soğukkanlılıkla durmasına neden oldu. Arka­
sına döndü. Yüzünde ne görmeyi beklediğimi bilm iyordum . Bir
yanım, şoke olduğunu görmek istiyordu. Bunu inkar etmesini,
bana bir açıklama yapmasını, onu tüm hayatım ı benden alan
zalim kişi olarak görmememi, bir baba olarak görm em i sağla­
yacak bir şey yapmasını istiyordum. Bir an, bana kollarını aç­
masını, böylece bizden alınan şeyin acısını birlikte çekebilmeyi
hayal ettim. Ama o alacağını almıştı. Şimdi ise daha fazlasını al­
mak istiyordu.
Ondan hiçbir karşılık alamadım. Duygu yoktu. “Nasıl öğ­
rendin?”
Göğsüm o kadar sıkışıyordu ki kaburgalarım içine çökecek­
miş gibi geliyordu. Bana rol yapmaya -bu olayla hiçbir ilgisi
yokmuş gibi davranmaya- bile tenezzül etmemişti.
“Odanda annemin eşyalarını buldum.”
“Ah, sen olduğunu tahmin etmiştim. Birinin içeri girdiğini
biliyordum ve güvenlik büyülerimi kırmak için çok fâzla güç
gerekirdi.” Bir parıltı gözlerini aydınlattı. “Bunu nasıl yaptın?
Neyse, önem li değil. Artık aynı saftayız. Seni o sıkıcı küçük ha­
yatında tek başına bırakmalıydım ama bu benim aptallığım dı.
Sen güçle dolusun. Benim gücümle.”
M a r g i e Fu s t o n 471

Bu bir sınavdı, ona boyun eğmem için son bir şans.


“A nnem in gücü,” dedim tükürürcesine.
Bana vurm ak istiyormuş gibi görünüyordu ama topuklarının
üzerinde geri sallanm akla yetindi.
“H er türlü, artık benim gücüm.”
“N eden?” Y ıllardır kafamı kurcalayan soru buydu.
O m uz silkti. “Beni terk etti. Kimse beni terk edemez.” Sesi
sertleşti. “Asla.”
Ne dem ek istediğini biliyordum: sonumun annem gibi ol­
m asını istem iyorsam , ben de terk edemezdim.
“A m a burada onu doğrudan öldüremeyeceğim kadar çok
m üttefiki vardı. Ben de ortak düşmanlarımızın onu bulmasını
sağladım .”
Böylece istediği her şeyi elde etmişti: hem gittiği için annem­
den in tikam alm ış hem de vampirlerin sihirbazlar için bir tehdit
olduğuna d air daha fazla kanıt edinmişti.
“Yine de bu kısımdan pişmanım. Bir kan emiciye annenin
kanını içm e onurunu vermemeliydim. Benim ellerimden olma­
lıydı.” D urdu, sanki eski bir anı anlatıyormuşçasına ağzının ke­
narları yu karı kalktı. “Joseph’te olduğu gibi.”
Yüzüm deki şok karşısında sırıtışı genişledi, sonra elini kal­
dırdı. Parm ak uçlarından ince buz bıçaklan fışkırıyordu ve bana
doğru hiçbir hareket yapmasa da, onların beni aslında parçala­
dığını hissedebiliyordum . Babamın gaspa uğrayarak öldüğünü
söylem işlerdi. Ç ok sayıda bıçak yarası nedeniyle hayatını kay­
betm işti.
“E lb e tte ...” Bana bir sır verecekmiş gibi öne doğru eğildi.
“.. .bunun için sana teşekkür etmeliyim.”
Boğazım a takılan sorularla ona baktım. Tüm cevapları iste­
diğim i sanıyordum ama belki de renkli yapboz parçaları ile daha
iyi hissederdim . Korkunç tablonun tamamını görmeye asla ça-
lışm am alıydım . Ama Lucius her şeyin bana geri dönüşünün na­
sıl olduğunu bilm eden, görmeden beni bırakmayacaktı.
472 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Buz gibi parmaklarını uzattı, sonra avucunu yukarı doğru çe­


virip açtı ve havada süzülüp süzülüp sonunda konfeti gibi patla­
yan bir avuç kelebeği serbest bıraktı. Yırtılan kanatlar kollarıma
sıçradı. Onları üzerimden silkelerken ellerim titriyordu.
Hayır. Kelebeklerle sahnede olunan o gece...
Yüzünde hâlâ bir gülümseme vardı ve beni izliyordu. “Bu, o
kadar küçük yaştaki biri için oldukça büyük bir güç gösterisiydi.
Elbette, tıpkı şimdi olduğu gibi o zaman da kontrolden yoksun­
dun. Böyle basit bir numara için ihtiyacın olandan çok daha
fazla güç harcamıştın. Beni evime getiren küçük bir deniz feneri
gibiydin.” Bana doğru bir adım attı. “Bunca zam andır hep be­
nim safimdaydın. Beni anneni çalan o serseriye yönlendirdin,
sonra da anneni sihrini kullanarak kendisini belli etmeye zorla­
dın. Daha iyi bir kız isteyemezdim.”
Geriye doğru tökezledim. Boğazım yanıyordu.
Başıma gelen her türlü kötü şeyin ucu bana dokunuyordu.
Parker’ın başına gelen her kötü şeyin.
Ama yapabileceğim tek bir şey kalmıştı. Yaşamak. Parker’a
geri dönmek. Tekrar kaybetmesinin sebebinin ben olm adığım ­
dan emin olmak.
İçimde bir şey paramparça oldu; hayır, birden fazla şey pa­
ramparça oldu. Bunlardan biri kalbimdi, diğeri ise sihrim i ki­
litli tuttuğum kafesti. Yavaş yavaş kaçan sihir, köpüren bir alev
gibi birikiyordu içimde. Şu anda onu alt edebileceğimi hissedi­
yordum.
Ne düşündüğümü anlamasın diye ayaklarıma baktım.
Gözleri bakışlarımı takip etti.
Artık ayaklarımın altındaki fayanslar sadece altın rengi de­
ğildi. Sihir, siyahın üzerine altın rengi güllerden oluşan bir desen
örmüştü ve ben en büyük gülün ortasında duruyordum.
İkimiz dönüp birbirimize baktık. Gözleri, hâlâ parm ak uçla­
rında var olan bıçaklar gibi keskinleşip soğuklaştı.
MARGIE F ü STON 473

Sihrin bende olduğunu biliyordu. Ben onun kontrol edebile­


ceği bir şey değildim , kullanabileceği bir silah değildim. Aynen
öyle, ben bir tehdittim .
Yıllar önce onu beni öldürmekten alıkoyan şeyin ne oldu­
ğunu biliyordum ama bu artık onu durduramazdı.
O m uzlarım ı dikleştirdim , o ise gülümsedi. Tehdit dolu bir
şekilde bana doğru eğildi yeniden ama bunu burada yapmaya­
caktı. B unun bir gösteri olmasını isteyecekti.
T opuklarının üzerinde dönüp uzaklaştı. Bıçaklarım bilekle­
rimde yanıyordu ama benden onu öldürmemi isteyen sihri gör­
mezden geldim .
H enüz değil.
Ben de arkam ı dönecekken, önce onun gözden kaybolma­
sını bekledim am a sola döndüğümde, orada çoktan siyah bir ka­
pının belirdiğini gördüm. Kapının altın kulpunu çevirdim ve
yerden tavana kadar uzanan gri taşlardan yapılmış kutu gibi bir
geçide adım attım . Taşların arasındaki çatlaklardan kış soğuğu
havası esiyordu. Sihrim in bir kısmının derimde yanmasına, et­
rafımda fırtınalar esiyorken elimde bir fincan sıcak çikolata var­
mış gibi ısınm asına izin verdim.
G eçit o kadar uzundu ki bir anlığına sihirden şüphe ettim
ve bu şüphenin beni yoldan çıkarıp çıkarmadığını merak ettim
-belki de Lucius’un sihir üzerindeki etkisi sandığımdan daha
güçlüydü- am a sonra koridor sona erdi ve duvarları dev kafes­
lerle kaplı, m ağaraya benzer daire şeklinde bir odaya adım attım.
Sadece tek bir kafeste biri vardı. Dizlerini göğsüne kadar çek­
miş, başını da dizlerinin üzerine koymuştu. Öylesine çocuksu
bir duruştu ki bu, göğsüm acıdı. Ona doğru ilerledim ama o ba­
şını kaldırm adı.
Beyaz göm leği yırtık ve kanlıydı. Muhtemelen yarası çoktan
iyileşm işti am a onu buraya sürüklerken çok eğlenmiş olmalıy­
dılar.
474 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Ben kafesin parmaklıklarına kadar yürüdükten sonra başını


kaldırdı. Gözleri sertti ve tam dudaklarından bir hırlam a çıktığı
anda, gelenin ben olduğumu anladı.
“Ava.” Ayağa kalktı. “Ben emin d eğ ild im ...” Sesi çatladı.
Geleceğinden emin değildim.”
“Ethan’ın ölmesini istemiyordum.” Ona bunu sorun olmadı­
ğını söylemedim. Çünkü bu bir sorundu.
Önce gözlerini kaçırdı, sonra gözlerimiz yeniden buluştu.
“O seni öldürecekti.”
“Biliyorum.”
“Buna izin veremezdim.”
“Biliyorum,” dedim tekrar, daha yumuşak bir sesle.
Gözleri yüzümü inceledi. Elbette bunu neden yaptığını an­
lıyordum ama sevdiği birini kurtarmak için bir kişinin kanının
daha ellerine bulaşmasını istememiştim. Bunu kendim yapacak
kadar güçlü olmalıydım. Ethanın ölümü benim elim den olma­
lıydı.
Öfke ile minnet arasında bir yerdeydim.
Roman parmaklıkların arasından elini uzatınca önce tered­
düt ettim ama sonra elini tutup parmaklarını benim parmakla­
rımın arasına geçirmesine izin verdim. Tutuşu çok sertti. Canım
acısa da elimi çekmedim. Beni sakinleştiriyordu. Ufacık bir acı
bile odaklanmamı sağlıyordu.
Parmaklıkların üzerine çıktım ve diğer elim i metale daya­
dım. O kadar soğuktu İd ısırıyordu. Bir çığlıkla geri çekildim.
“Ava,” diye uyardı Roman.
Ama dinlemiyordum. Bu, benim planımdı.
İçimdeki sihir baloncukları kullanılmak için sabırsızlanı­
yordu. Sihrin avucuma akmasına izin vererek m etali tekrar kav­
radığımda, acıtması diye elimi ısıtmıştım. En iyi olduğum konu
metali manipüle etmekti ve bu parmaklıkları bükebileceğimi bi­
liyordum. Ben itiyordum ama o olduğu yerde duruyordu ve yal­
vararak içimdeki sihri çağırdım. Sihir cevap olarak kükrerken,
Ma r g i e F u s t o n 475

ben dc onu parm aklıklara doğru ittim ama başka bir şey par­
m aklıkları bana geri itiyordu. Geri iten de sihirdi ama benim
sihrim ellerim de güller açıyormuş hissi verirken, bu, dikenli sar­
m aşıklar gibi hissettiriyor ve sihrimi parçalıyordu.
D urdum . Nefes nefese kalmıştım. Roman hâlâ elimi tutu­
yordu. D iğer eli parmaklığın üzerindeki elimin hemen üstüne
bastırılm ıştı. Serçe parmaklarımız birbirine değiyordu. Onun da
sihir ku llan d ığın ı fark etmemiştim bile.
Yüzünden bir ter damlası aktı.
“Bu şim diye dek hissettiğim en güçlü büyülerden biri,” dedi.
“Y ıllardır besliyor bunu.”
“Sorun değil,” dedim. “Seni öldürmek için dışarı çıkarması
gerekiyor sonuçta, değil mi? Herkese bir gösteri sözü verdi.”
“B unun olum lu bir şey olduğunu sanmıyorum,” dedi sa­
kince.
“O na o zam an saldıracağız.”
Rom an diğer elim i de yakalayıp iki elimi de parmaklıkların
arasından tuttu. “Kaçmanı istiyorum.”
‘ Sihirbaz kanı içmenin seni daha güçlü kıldığını söylemiş­
tin. Bu şekilde buradaki herkesten daha iyi performans sergile­
yebilir m isin?”
Rom an, om uzlarım dondurucu parmaklıklara çarpana kadar
ellerim i çekiştirdi. “Ava, dinlemen gerek. Artık en iyi seçeneğin
kaçm ak.” Beynim de çarklar dönüyordu ama durup ona baktım.
“K açm anın bir seçenek olmadığını söylemiştin.”
“Sen kazandıktan sonra biraz daha vaktimiz olacağını düşün­
düğüm den öyle demiştim. Olayları içeriden çözebilirdik ama ar­
tık bunu yapam ayız.” Yutkundu. “Artık sana yardım için burada
olm ayacağım . Baban açıkça senin ölmeni istiyor.”
“Kapa çeneni. Düşünüyorum.” Ellerimi onun ellerinden
çektim.
Parm akları boğazıma öylesine hızla dolandı ki hareketin ge­
lişini görm edim bile ama hamlesinde şiddet yoktu. Yumuşak ve
476 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

sağlamdı. “Ava,” diye homurdandı. “Gitmen gerek.” Dudağının


altından vampir dişleri görünüyordu ve onları daha net göre­
bilmem için ağzını araladı ama ürkmedim bile. Beynim vam­
p ir diye bağırmıyordu. Sadece, Roman diyordu. Bu, dudaklarını
dudaklarımın üstünde hissetmeyi istediğim kişiydi. O dudak­
ların arkasında dişlerinin olup olmaması önemli değildi, ö n e
doğru eğilip boynumu onun tutuşuna daha sıkı bastırdım . Göz­
leri genişledi, sonra küçüldü.
İçlerine bir rahatlama, belki mutluluk ama aynı zamanda ke­
der de hücum etti. Beni kaybedeceğini düşünüyordu.
Savaşmadan olmayacaktı bu.
“Kanımı içmelisin.” Bunu ciddi bir şekilde ifade etmeye ça­
lıştım. Sanki benim için önemli değilmiş gibi. Ama bu sözleri
söylerken bile tuhaf bir tiksinti ve arzu karışımı bir şey hisset­
tim.
Gözlerinin az önce genişlediğini sanmıştım ama yüzünde şu
anki kadar güçlü bir ifade gördüğümü sanmıyordum.
“Benim kanım içebileceğin en güçlü kan. Eğer içersen daha
güçlü olursun. İkimiz onu alt edebiliriz.”
Eli hâlâ boynumdaydı. Farkında olduğunu bile sanmıyor­
dum ama başparmağı nefes borumda bir aşağı bir yukarı gezi­
niyordu.
“Boynumdan değil,” diye netleştirdim. O kadarını kabul
edip edemeyeceğimi bilmiyordum.
Hemen elini çekti. “Elbette.”
“Sen bu işe yarar mı?”
Gözlerinde midemin tuhaf bir şekilde burkulm asına neden
olan aç bir parıltı vardı. Kendini bu durumdan kurtulm aya zor­
luyor gibi görünüyordu.
“Bunun beni daha güçlü yapacağını biliyorum. Yeterli olup
olmayacağını bilmiyorum. Ama yine bence senin asıl yapman
gereken...”
“Bana bir kez daha kaçmamı söylemeye cesaret etm e.”
M a r g ie Fu st o n 477

Konuşmayı bırakarak sessizce beni izlemeye koyuldu. Bunu


gerçekten isteyip istem ediğim i görmek için bekliyordu. Kolumu
parm aklıkların arasından uzattım. İkimizde soluk cildimin üze­
rinden görünen mavi damarlara bakıyorduk.
“Bir kızı asla bekletm e,” dedim. Şaka yaparak durumu hafif­
letmeye çalışıyordum ama o rahatsız durumlarda işi şakaya vur­
duğumu biliyordu. Kaşlarını çattı.
“Rom an,” dedim usulca. “Bunu yapmanı istiyorum. Bunu
yapmana ihtiyacım var.”
Bu yeterliydi. Uzun, soğuk parmakları dirseğimin hemen al­
tından kolum a dolandı. Diğer eli elimi tutuyordu ve yavaşça
bileğime doğru eğilirken parmaklarını avucuma bastırdı. Du­
dakları bileğim e değer gibi olup duraklayınca ürperdim. Bunu
hissettiğini biliyordum çünkü bakışları beni izlemek için yana
kaymıştı.
Başımı salladım .
D udaklarını bileğim e biraz daha bastırırken beni izlemeye
devam etti. D ili tenim in üzerinde geziniyordu ve hareket etme­
mek içim deki her şeyi tüketiyordu. Gözlerimi onun üzerinde
tuttum. Ağzı biraz daha genişledi ve dişlerinin uçlarının, ardın­
dan bir kısm ının derim e girip çıktığını hissettim.
Kendimi ürkm ekten alıkoyamıyordum ve o da durmak isti­
yormuş gibi göründüğünden elimi tutan elini sıktım.
“İyiyim ,” dedim ama sesim kısık çıkmıştı. Yine de korkmu­
yordum. Biraz rahatlam ıştı ve kanımı içerken gözleri kapandı.
Artık dişlerini hissetmiyordum, sadece tenimdeki dudaklarını
ve dudaklarının altındaki yaranın hafif acısını hissediyordum,
öperek iyileştiriyordu sanki. Sonra bir de sihir vardı. Benden çı­
kıp onun içine akıyordu. Onu vampire dönüştüren sihrin onu
çaresizlik içinde yuttuğunu hissedebiliyordum ve Romanın da
hep böyle çaresiz ve aç hissedip hissetmediğini merak ettim.
Sihrim ona yardım etmek, onu iyileştirmek istiyordu.
478 ACIMASIZ İI LÜZYONLAR

Bu yola bütün vampirlerin kanını akıtmak için çıkmıştım


ama şimdi işte buradaydım: bir tanesi için kendi kanım ı akıtı­
yordum. Ufak da olsa bir utanç hissediyordum. Geçmişimden
tamamen kurtulmam hâlâ zordu. Ama annemin günlüklerine
bakılırsa, şu an bulunduğum noktadan gurur duyacağını dü­
şünüyordum. Onun keşfettiği şeylerin aynılarını ben de keşfet­
miştim. Onun bunları değiştirme gücü olmamıştı belki ama be­
nim vardı.
Başparmağı, beslendiği yerin hemen üzerinde kolumda yukarı
aşağı geziniyordu ve bu, biraz fazla heyecan uyandırıyordu. Sinir­
lerim sihirden, acıdan ve arzudan kıvılcımlar saçıyordu. Daha
fazlasını istiyordum. Keşke aramızda parmaklıklar olmasaydı.
Gözleri yeniden açıldı, daha öncekinden daha farklı bir aç­
lıkla parlıyordu.
Sonra uzaklaştı. Bana bakarken sanki kafesin parmaklıkları­
nın arasından benim de geçmemi istiyormuş gibi derin bir nefes
aldı. Dudakları kanımdan kırmızıydı.
Bir anlığına bu keskin bir paniğe neden oldu.
Bunu görür görmez başını çevirdi. Dönüp yeniden baktı­
ğında, içine kapanmış gibiydi. Soğuk, nesnel Roman.
“Özür dilerim,” dedim ona. “Bu sadece...” Aynı anda çok
fazla çelişkili şey hissediyordum. Şu anda istediğim şey geçmi­
şimle savaşmaktı.
“Lütfen özür dileme,” dedi. “Seni anlıyorum.”
Şu anda beni iyileştirmesine ihtiyacım olmadığı halde, baş­
parmağını yaramın üzerinde gezdirdi. Derim yeniden birleşti,
sonra cebinden bir mendil çıkarıp bileğimi sildi. Bir an tereddüt
ettikten sonra nabzımın attığı yere küçük bir öpücük kondurdu.
Boğazımı temizledim. “Odaklanabilmem için elim i ihtiya­
cım var.”
Başını salladı. Yüzünü ciddi tutmaya çalıştığını görebiliyordum
ama, “Ne istiyorsan,” derken ağzının kenarları yukarı kıvrıldı.
BÖLÜM
35
eşke sih ir benim le oyun oynayıp varış noktamı biraz gecik­
K ti rseydi am a Rom an ın hücresinden çıktığımda beni doğ­
rudan g itm e m gereken yere götürmüştü. Gitmem gereken yerdi
am a k e sin lik le gitm ek istediğim yer değildi.
D ia n th a ve R eina’nın deniz yeşili kapısını çaldım. Kapıyı
A ristelle açtı. G eri çekilip beni içeri alırken yüzü hiçbir şey belli
etm iyo rd u , ik iz le r dışında herkes, Tomb Raiderv defalarca iz­
led iğim televizyo n un önündeki sehpanın etrafındaki sandal­
yelerde ve kanepelerde oturuyorlardı. Şimdi hiçbirinin gerçek
o lm ad ığın ı b iliyo rd u m ve bir zamanlar kendimi güvende hisset­
tiğim b u o d ad a d u rm ak acı veriyordu.
A m a o n ların yardım ın a ihtiyacım vardı.
R ein a y a ğ a kalkıp bana uzandı ama onu durdurmak için
elim i u zattım . G özlerini kırpıştırdı ve sanki fikrimi değiştire­
cekm işim g ib i b ir anlığına donup bekledi.
D ia n th a kanepeden , “Üzgünüz, Ava,” dedi.
R ein a tek rar onun yanm a oturdu. “Bunu yapmamızın tek
nedeni.
“B u n u neden yaptığınızı biliyorum.”
“O zam an neden üzgün olmadığımı anlıyorsundur.”
A ristelle’in ifadesi sertti.
B ir an sessizlik içinde birbirimize baktık.
X ander, “Ava,” diye söze girdi.
Sözüne devam etmeden bakışımı Xander’a çevirdim. “Sana
benim a d ım ı b ir daha ağzına alma demiştim.”
San d alyesin e, içine gömülmek istercesine yaslandı.
480 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Hepsine şöyle bir göz gezdirdim. Reina ve D iantha yaralı gö­


rünüyorlardı, sanki onlar beni değil de ben onları incitmişim
gibi. Aristelle kavgaya hazır görünüyordu, Xander ise üzgün gi­
biydi. Her zamanki canlılığı sönmüştü. Onu şim diye dek sadece
ya çekici ya da sert görmüştüm ve şimdi onu gerçekten görüp
görmediğimi merak ediyordum. Onun ihtiyacım olan peri ma­
salı şövalyesi olduğunu sanmıştım ama o, kurtarıcı bu süreçte
yaralansa bile çaresizce kurtarılmaya bekleyen bir masal prense­
sinden farksızdı.
Ama şimdi hepimizin birbirimizi kurtarması gerekiyordu.
Arkamı kollamalarına ihtiyacım vardı.
Yutkundum. Bu çok zor ve acı vericiydi. “Yeniden benim ta­
rafımda olup olamayacağınızı bilmem gerekiyor.”
Aristelle ve Xander bakıştılar. Diantha gözlerinde bir endi­
şeyle alt dudağını ısırdı.
Reina, “Elbette,” derken, Aristelle aynı anda, “Duruma
bağlı,” dedi. Ve bu canımı acıttı. Küçük ailelerine bir şey olma­
ması için her şeyi yapmaya hazırdılar ve Aristelle’in sözleri be­
nim o ailenin bir parçası olmadığımı doğruluyordu. Ben hiçbir
zaman onun bir parçası olmamıştım. Benden alm ayı istedikle­
rini almışlardı.
Gözlerimdeki küçük yaşları durduramıyordum. Arkamı dö­
nüp gözlerimi kırpıştırdım ve artık onlara bakmaya dayanabi­
leceğimden emin değildim. Bu bir hataydı. Tam gidecektim ki
tanıdık bir el elimi tuttu. Bunun bu kadar doğru, sıcak ve gü­
venli hissettirmesinden nefret ediyordum. Gerçi romantik bir
anlamda öyle hissettirmiyordu; bir arkadaşınızın elini tutup onu
yanınıza çektiğiniz türden bir tutuştu.
Bu yüzden Xander’a döndüm. Gözlerimdeki yaşları görme­
sine izin verdim.
“Beni incittiniz,” dedim. “Hepiniz.” Çünkü acımı saklamak­
tan yorulmuştum. Zamanda geriye gidip James ve June’la olan
o güne dönebilseydim... Bize sanki sadece bir süreliğine veda
M a r g ie Fu st o n 481

ediyorm uş gibi sarıldıkları o güne... Parker ağlamıştı. Yine de


gözyaşları m ın akm asına engel olmuştum ama keşke onlara ca­
n ım ın acıd ığ ın ı, hayatım a sadece açık bir yara bırakmak üzere
gird ik lerin i am a gidecekleri için o yarayı hiç görmeyeceklerini
söylem iş olsaydım . Kesinlikle o yarayı iyileştirmek için yanımda
o lm am ışlard ı.
D iğer elim i de R eina tuttu. “Seni hep istedik, Ava. Biz sadece
çok am a ço k korktuk.” Sesi kısık ve kırık geliyordu ama sonra
yüzün e b ir gülüm sem e yerleştirdi. “Ayrıca, Angelina’nın en iyi
Lara C roft olduğu konusunda hep benim tarahmdaydın ve bu
çok ö n em li.”
D ian th a gözlerini devirdi. “Zevksizsiniz.”
R ein a m in ik , kırılgan bir kahkaha atınca, ben de neredeyse
gü lecek tim . G ülüm sem e, acının arkasında boğazıma takıldı ama
o rad ayd ı. O anda onlarla tekrar gidebileceğimi biliyordum.
B eni yaralam ış olabilirlerdi ama orada kalıp o yara izinin iyi­
leşm esine yard ım etm ek istiyorlardı ve bir insanı aileden biri ya­
pan d a işte buydu: her şey acı verirken yanında kalmaya istekli
olm ak.
Parker’m yan ın a dönmem gerekiyordu. O zaman da yaralıy­
dım ve b eni iyileştirm e yükünü onlara yüklemek istemediğim
için yan ların d an ayrılm ıştım . Ama belki de söz konusu gerçek
ailenizse, b irin in iyileşm esine yardım etmek hiç de yük değildir.
Sadece b ir sevgi işaretidir. Bunu şimdi anlıyordum.
A ristelle iç çekti. “Ne istiyorsun?”
“R o m a n ı kurtarm ak için yardıma ihtiyacım var.”
X an der elim i bıraktı, Reina ise diğer elimi daha sıkı tuttu.
“S alla gitsin onu,” dedi Xander. “Sarah’yı kaybetmemizin ne­
deni o.”
“O n u n kız kardeşini kaybetmesinin nedeni de sîzsiniz.”
“O n u n şansı da se n in k i...” Xander’ın sesi soldu.
O n u n şansı da benim ki kadardı. Ama öyle değildi. Romanın
söyledikleri doğruysa, değildi.
482 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

“Dürüst ol. Onu da eğirtiniz mi?”


Hepsinin yüzünde suçluluk vardı. Vampir avlam am a izin
vermemişlerdi çünkü Beatrice’i o dünyaya sürükledikleri ve onu
kazanması için yeterince eğitmedikleri için utanıyorlardı. Üste­
lik beni manipüle ederek gerçekten istediğimi düşündükleri şeyi
bana vermeden oyalamaya devam etmek istemişlerdi.
İyileşmesi uzun zaman alacaktı. Artan öfkemi bastırm aya ça­
lışıyordum.
“İkiniz de birbirinize borçlusunuz,” dedim. “Ve bu sadece
Roman’ı kurtarma meselesi değil. Biz herkesi kurtarm ak istiyo-
n
TUZ .

Bu onların ilgisini çekti.


BÖUUM
36
üller ve çitlerle dolu bahçeden geçerek, buradaki her şeyi
G besleyen ve sulayan ölüm bahçesine doğru takip ettim
Lucius’un iki adam ını. Elbette Romanın ölümünün burada ol­
masını isteyecekti. Elbette beni sarsacak bir şeyi daha bana gös­
termeyi isteyecekti. Beni korkutarak haddimi bildirmeyi umu­
yordu. A m a onun bireysel korku programı hakkmdaki her şeyi
zaten biliyordum .
G ölün kıyısın a vardığımızda donup kaldım. İşıklar yoğun si­
sin içinde sıkışıp kalm ış m inik aylar gibi sallanıyordu ve bir an­
lığına görebildiğim tek şey o ışıklar oldu. Bana Willow’un sahile
astıklarını hatırlatıyorlardı ama bunlar kayıkların dümenlerine
bağlıydı. Sis alçalıp akarken, her birindeki sihirbazların yüzle­
rini güçlükle seçebiliyordum. Onları net bir şekilde göremesem
de, batan kalaslara adım atarak karşıya geçmeye çalıştığım sırada
başların bana döndüğünü ve gözlerin beni takip ettiğini hisse­
debiliyordum .
G iydiğim ağır pelerin çok fazla su çekiyordu. Bu sabah, etek
uçlarına buz sarkıtları dikilmiş, parlak beyaz pelerini beni bek­
lerken bulm uştum . Üzerinde kırmızının en koyu tonundan gül­
lerin işlendiği siyah bir pelerine çevirmiştim.
A danın kanlı taşlarına adım attım ve Lucius’un mükemmel
beyaz takım elbisesiyle beklediği yere doğru ilerledim. Pantolo­
nunun paça kısm ı kırmızıydı. Elindeki kılıcın kabzasını aylak
aylak taşlara saplamış haldeyken canı sıkkın bir ölüm meleğine
benziyordu. Gözlerim onun arkasındaki Willow a kaydı, saç tel­
leri rüzgârda dalgalanıyordu. Elbette Lucius buraya seçecekti.
484 ACIMAM/. İllÜ Z YO N LA R

lVlerinime bakarak kaşlarını kaldırdı. Pelerini omuzlarımdan


aşağıya düşürdüm. Altında her zamanki kıyafetlerim vardı: so­
luk siyah kot pantolon ve nervürlü beyaz bir atlet. Hareket ede­
bilmem gerekiyordu.
Roman gözleri kapalı olarak ikimizin arasında diz çöktü.
“Ava.” Romanın sesi yumuşaktı. Adımı bir rica gibi söyle­
mişti.
Ona bakmadım.
“Lütfen,” dedi. Benden istediği şeyin onu bağışlamam olma­
dığını biliyordum. Benden bunu yapmamı istiyordu. Planımı
beğenmemişti. Onun ölmesi ve benim hayatta kalmamla sonuç­
lanacak çıkış yolunu seçmemi istiyordu. Ama Lucius’un gözle­
rindeki bakışı görmemişti. Ben de uzun süre hayatta kalmaya­
caktım. Bu sadece Roman için en iyi şans olmakla kalmıyordu,
bu benim de en büyük şansımdı.
Yutkundum ve elimi kılıca doğru uzatarak Lucius’a doğru bir
adım attım.
Bu kılıcı Roman üzerinde kullanmayacaktım. Lucius’un başı
kesilerek öleceğini tahmin ediyordum.
Lucius’un kılıcın sapını bana uzatırkenki sırıtışı baş döndü­
rücü görünüyordu, sanki kılıcı Roman’ın boynu yerine onun­
kine indireceğimi biliyormuş gibiydi. Bu ona beni öldürmesi
için mükemmel bir bahane verirdi. Midem bulandı. Kalbim bo­
ğazımdan fırlayacakmış gibi atıyordu.
Parker’ı düşünmek istiyordum ama aynı zamanda Parker’ı
düşünmek istemiyordum da. Onu hayal etmeye çalışırken, aynı
zamanda onu uzaklaştırmaya da çalışıyordum.
Görüşüm bulanıklaştı.
Lucius, “Hadi,” diyerek beni davet etti.
Ne yapmam gerektiğini tam olarak biliyordum. Kılıcı kaldır­
dım. Sihir bana bunu yapmam için bağırıyordu. Bitir şu işi. Ser­
best bırak. Lucius kılıca hiç bakmıyordu. Bana onu hüsrana uğ­
ratan bir kızmışım gibi bakıyordu.
M a r g ie Fu s t o n 485

Tereddüt ettim . Grubumun bana destek olması gerekiyordu


ama onlar hâlâ sudaki bir kayıktaydılar. Nasıl ulaşacak da yar­
dım edeceklerdi? Yine de kılıcı savurdum.
Sırıttı. Kolu ileri doğru fırladı ve ellerimi yakalayıp kılıcın sa­
pını sıkarak vuruşum u durdurdu. Diğer eli boğazıma dolandı ve
o kadar sertçe sıktı ki artık içimdeki sihri hissedemiyordum bile.
Sadece acı vardı. Parmaklarım gevşedi ve Lucius kılıcı elimden
aldı. G örüşüm karardı ve Rom anı görmek için bakındım ama
o çoktan Lucius’un omzunun arkasındaydı, dişleriyle Lucius’un
boynunu parçalıyordu. Kan yüzüme sıçradı. Lucius’un parmak­
ları boynum u kavrayınca geriye doğru tökezledim.
Teknelerden inlem e ve bağırma sesleri geliyor. Lucius yardı­
mın bana ulaşm asını engellemeye çalışmıştı ama bu kendi müt­
tefiklerini de -en azından bir anlığına- durdurmuştu
Bir an için tek yapabildiğim öylece durup bir vampirin, tıpkı
onun ayarladığı bir vam pirin annemi öldürmesini izlemek gibi,
onu öldürm esini izlemekti.
Bende kusm a isteği uyandıracak kadar şiirsel.
A ncak bu o kadar da kolay olmayacaktı. Lucius arkasına
uzanıp Rom an’ı yakaladı ve onu omzunun üzerinden çevirerek
ayaklarım ızın dibine düşürdü. Bir çizmesini Roman’ın boynuna
koydu. Lucius’un bir saniyede Roman’ın boğazını parçalayacak
kadar güçlü olduğunu biliyordum.
Lucius’a çarptım ve bu onun tökezlemesine yetti. Roman
ayağa fırladı, ikim iz de onunla yüz yüzeydik.
Lucius, R o m an a dönerken, “Pekâlâ,” dedi. “Senden hoşlan­
m am am ın bir nedeni olduğunu biliyordum. Görünüşe göre bu
anı bekliyorm uşsun.”
Roman ona yavaşça başını salladı, ardından bıçakları hava­
landı. B ıçakları görmüyordum bile ama hareketini tanıyordum.
M etal m etale çarpıyordu ve Lucius kılıcı önünde, Roman’m
bıçakları ayaklarının dibinde öylece duruyordu. Romanın
tek bir bıçağı Lucius’un ayaklarının dibinde değildi, midesine
486 ACIMASIZ İLLÜZYON U R

gömülmüştü. Beyaz yeleğinin üzerindeki kan, açılan bir gülün


yaprağı gibi çiçek açıyordu.
Güzel bir manzaraydı.
Bakışlarını bıçaktan Romana kaydırdı. Yüzünde Roman asla
o atışı yapamazmış gibi bir şaşkınlık vardı; belki de benim ka­
nım ve az önce içtiği Lucius’un kanı olmasa, gerçekten de yapa­
mazdı.
Yarası bir anlığına ciddi görünüyordu ama sonra bıçağı çıka­
rıp Roman’ın midesine sapladı. Roman iki büklüm oldu. “Bi­
liyor musun, seni doğrudan öldürmemeye karar verdim. Seni
bahçeye, kız kardeşinin yanına dikeceğim.” Başını bana çevirdi.
“Ama önce onun ölümünü izlemeni sağlayacağım.”
Kılıcı yüksek bir yay çizerek sallandı. Beni ezip geçmesi daha
hızlı olurdu ama beni tam ortadan ikiye ayırma dramını iste­
diği açıktı.
O benden daha güçlüydü. Ama benim başka bir şeyim daha
vardı: intikam arzusu. Annemin ölümü için benim intikam ar­
zum, istismarı için de sihrin intikam arzusu. İkimiz de intika­
mımızı alacaktık.
Ellerimi kaldırdım ve sonunda içimdeki her şeyi -acıyı, öf­
keyi, özlemi- serbest bıraktım; sihir bunu bir emir olarak yo­
rumladı ve damarlarım ile parmak uçlarımı yakarak bıçağa tu­
tundu. Bıçak iki elimde de başparmağımla diğer parmaklarım
arasındaki hassas noktayı ısırırken nefesim kesildi. Ama daha
ötesine gidemedi. Sihir beni bıçağın kesme hızından çok daha
büyük bir hızla iyileştiriyordu. Kan derecikleri tenimden aşa­
ğıya doğru süzülerek bileklerimi kapladı. Kollarım titriyordu
ama kendimi güçlü tutuyordum.
Romanın kılıcı boynuna saplanınca Lucius tökezledi ama bu
yeterli değildi. Artık hiçbir şeyin yeterli olmayacağından endişe­
leniyordum. Ayrıca grubum gelmemişti ve bunun beni yüzüstü
bıraktıkları için mi yoksa bana ulaşamadıkları için mi olduğunu
bilmiyordum.
M a r g ie Fu s t o n 487

Lucius, R om anı yana fırlatıp kılıcı tekrar kaldırdı; gözlerin­


deki parıltı kılıçtan daha keskindi. İçimden bir ses bu sefer onu
durduram ayacağım ı söylüyordu.
“Lucius.” Ses sakin ve alçaktı ama bir şekilde Lucius’u ol­
duğu yerde dondurm aya yetmişti. Kılıcını indirdi, yüzüne yer­
leştirdiği rahat gülümsemede bir gerilim vardı. Korkuyordu.
Göğsümde bir rahatlam a hissi uçuştu.
Soğuk bir el bileğim e dolandı ama ürkmedim. Lucius’un do­
kunuşunun buz gibi ısırığı değildi bu. Roman’ın rahadatıcı mer­
hemiydi. Başparm ağını daha önce kanımı içtiği yerin üzerinde
gezdirdiğinde ürperdim . Onun dokunuşunda kendi gücümü
hissedebiliyordum.
“Her şey yolunda,” dedi Roman. “Buradalar.”
BÖLÜM
37
lanımızın en azından bir kısmı yolunda gidiyordu.
P Bu sabah yine bariyeri kaldırmıştım. Uzun süren ikna çabala­
rının ardından grubum, Romanın şehirdeki vampir bağlantısına
şafaktan önce burada olmaları yönünde bir mesaj iletmişti. Xan-
der ve Aristelle ilk başta vampirlerle muhatap olmayı reddettiler
ama bunlar Roman’ın güvendiği kişilerdi ve ben de Rom ana gü­
veniyordum; grubum da bana güveniyordu çünkü her şeye rağ­
men onlar için savaşmıştım. Halen daha da onlar için savaşıyor­
dum. Sarah’yı bahçeden kurtarma umudu, onları benijTi tarafıma
çeken son hamle olmuşu. Ancak bu iş bittiğinde Roman’ı tehli­
keye atmaya kalkışmayacaklarından emin değildim.
Vampir adım adım yaklaştı. Teni soluk, düz saçları bal ren-
gindeydi ve kulaklarının arkasına sıkıştırılacak kadar uzundu.
Vücudu narin, duruşu mütevazıydı. Koyu renk bir kot pantolon
ve siyah bir gömlek giymişti; günlük bir iş için sıradan bir ofise
gidiyormuş gibi görünüyordu. Yavaş hareket ediyordu ve yürü­
yüşünde tuhaf bir şeyler vardı.
“Numerius.” Lucius bu ismi bir lanet gibi söyledi.
Rom ana şaşkın bir bakış attım ama o da bir o kadar şaşkın
görünüyordu. İrtibatta olduğu diğer vampirler ona her şeyi an­
latmamış olmalıydılar. Bu iyi olmayacaktı. Ancak Numerius’un
aynı sözleri tutacağını ummaktan başka seçeneğimiz yoktu.
Numerius ellerini kaldırdı. “Barış için geldim.”
Plan bu değildi.
Lucius, “Sen kız kardeşimi öldürdün,” dedi. Bir anlığına göz­
lerinde bir keder parıltısı belirdi ve kardeşini bulduğu o anın
M a r g ie Fu s t o n 489

onun için nasıl bir deneyim olduğunu görebiliyordum. Ama yine


bana da aynısını yaptı. Nasıl bir insan böyle bir kaybı yaşadığı
halde bunu bir başkasına da yaşatabilirdi? Sadece bir canavar.
“K arşılığında sen de benim kız kardeşimi öldürdün.”
Sudan m ırıltılar yükseldi.
N um erius etrafına bakındı. “Ah, bilmiyor muydu yoksa?
Hâla o eski kahram anca fedakârlık hikâyesini mi uyduruyor­
sun?” Sesini yükseltti. “Kız kardeşim bir azize değildi. Senin şu
küçük bibloları yapm an için canını vermedi. Lucius’un lanetli
taşlarınızın her b irini yapm ası için bir sihirbazı öldürmesine yar­
dım etti. Sonra ise sessiz kalması için onu öldürdü ve kandan
daha değerli bir fedakârlık hikâyesi uydurdu.”
D iğer büyücülerin bunu nasıl karşılayacağını merak ederek
sisin gizlediği teknelere baktım . Sis incelerek suyu kucaklıyordu.
Çoğu, Lucius ve N um erius’a huzursuzlukla bakıyordu.
“Şim di is e .. . ” D erin bir kahkaha attı. “Şimdi de her yeni si­
hirbazı ölüm süz yaptığında, bir sihirbaz arkadaşını öldürüyor­
sun, değil mi? H epinizin ellerinde kan var. Siz bizden daha mı
iyisiniz yan i?”
Biri, “Yüzlerce kişinin hayatına karşılık bir kişinin hayatı,”
diye bağırdı.
“Sadece bir kişinin, öyle mi?” Numerius sarmaşıklarda salla­
nan cesetlere doğru elini salladı. “Görünüşe göre hepiniz bir ka­
zığın sivri ucunu hak ediyorsunuz.”
Sonra kazıkların kayarak bize en yakın teknelerdeki sihirbaz­
ların eline geçtiğini gördüm. Numerius’un söylediklerinde doğ­
ruluk payı olsa bile, bunlar bir katliam karşısında öylece dura­
cak insanlar değillerdi. Hepsi bir “öldür ya da öl” durumuyla
karşı karşıyaydı.
Hepsi de öldürm eyi seçmişti.
Herkesin elinde çok fazla kan vardı. Etrafıma, yüzlerine bak­
tım. Bazıları daha fazlası için açtı. Bazıları bu hayatı sevdikleri
490 ACIMASIZ llLUZYÜNl.AR

halde sadece yorgun ve asık suratlı görünüyorlardı. Başka çare­


leri olmadığını düşündükleri için savaşmaya devam edeceklerdi.
“Bekleyin!” diye bağırdım. “Bize zarar vermek için gelmediler.
Yek istedikleri Lucius. Tek istedikleri bu duruma bir son vermek.”
“Ya sonra?” Ses en az benimki kadar yüksek ve çok daha kız­
gındı. Bunu biliyordum. Natasha’nın pembe saçlarını kıyıya ya­
kın bir teknede fark etmek kolaydı. “Artık ölümsüz olmayacağız,
ölmeyeceğimizi nereden biliyorsun?” Botlarından su sıçratarak
tekneden adadı. “Bu umurunda değil, değil mi?”
“Ne olacağını bilmiyorum ama böyle yaşamaya devam etmek
istiyor musun gerçekten?” Arkamdaki tüm o acıyı ve ölümü işa­
ret ettim. Kendilerini kapana kısılmış hissediyorlardı. Annem
de ydlarım bu şekilde hissederek geçirmiş olmalıydı ama her za­
man bir seçenek vardı. Bazen bu, sadece tehlikeli bir seçimdir.
Numerius’u işaret ettim. “O bir çıkış yolu. Savaşmamıza gerek
yok. Ona babamı versek yeter.” Lucius’a döndüm. İlk defa yü­
züne karşı ona babam demiştim ve bunu yapacağımı hiç düşün­
mezdim ama onun benim için kim olduğunu bildiğim halde
yaptığı onca şeyden dolayı bunun hiçbir anlam ifade etmediğini
bilmesini istiyordum.
Göl boyunca pek çok ses dalgalanıyordu. Kendi babama
karşı durmaya hazırdım. Bunun bir anlamı olmalıydı.
Numerius’un gözlerinde bir parıltı belirdi. “Baba mı dedin
sen? Ne kadar ilginç.
“Senin aptal değil, zayıf olduğunu sanıyordum.” Lucius bana
dik dik bakıyordu, sonra bakışlarını tekrar Numerius’a çevirdi.
Numerius’un yüzüne bir gülümseme yayıldı yavaşça ve bu
bana o kadar çok Lucius’u hatırlattı ki onları yıllar önce bir
arada daha fazla güç için planlar yaparken, gülümsemeleri me­
rakın neşesinden gitgide aç ve kötü bir şeye doğru kayarken ha­
yal edebiliyordum. Her ikisini de gerçek vampirlere dönüştüren
bir şeydi bu. Kan içen yaratıklara değil, güç içen yaratıklara dö­
nüştüren bir şey.
M a r g ie Fu st o n 491

H atam ı anladım : bir anlığına bile olsa birinin diğerinden


daha iyi olduğunu, N um erius’ta yıllar içinde bir şeylerin değiş­
tiğini düşünüyordum .
ö lü m sü z lü k büyüyüp gelişmenize izin vermez.
Tek yaptığı kendinizden bir parça kaybetmenize izin vermektir.
Onu bir kan bankasına getirm iştik ve tek yapması gereken o
kanı alm aktı. G ölgeli figürler sudan çıkıp savunmasız sihirbaz­
lara dişlerini geçirirken göldeki teknelerden çığlıklar duyuldu.
Lucius bu infazı m üdahale etmeyi imkansız hale getirecek şe­
kilde ayarlam ıştı ve şim di de hepsi kolay hedefler olmuşlardı.
N um erius sakin bir ifadeyle karanlık savaşı izledikten sonra
gözleri bana odaklandı. Ben hareketini fark edemeden önümde
duruyordu. Parm akları boynuma dolandı. Ayaklarım yerden ha­
valandı ve ben sallanıyor, ellerim bileklerine saplanırken tekme­
ler savuruyor ve sihir gücü olmayan bir kız gibi davranıyordum.
Her nefes dar boğazım da debeleniyordu ve bir anlığına sihri
içimden çekip aldığından endişeleniyordum ama sihrim ora­
daydı, u ğultulu ve zayıftı. Ateşin üzerine ıslak bir battaniye at­
mış gibi nem lendiriyordu.
Bu yerin sisi zihnim e işlemiş gibiydi ve sihrimin ne yapması
gerektiğini düşünem iyordum . Hiçbir şey düşünemiyordum.
“Bu sefer sana ait olan başka bir şeyi alırken beni izlemek is­
ter m isin, Lucius?” diye sordu Numerius.
Gözlerim yandığı halde Lucius’u buldum. Geri çekilmişti.
Neredeyse sarm aşıkların kenarına gelmişti. Az önce kafasını
kesmeye çalışm ıştım am a yine de beni bu şekilde ölüme terk
etmesi hâlâ canım ı acıtıyordu. Numerius beni kendisine yak­
laştırdı ve odaklanabildiğim tek şey açık ağzının altına doğru
uzanan dişleriydi. Sonra düştüm. Yere düştüğümde, taşlar be­
denime batıyordu ve hissettiğim sıcaklığın benim kanımdan mı
yoksa buradan akan derelerden mi olduğunu anlayamadım. Biri
beni uzaklaştırdığında görüşüm değişti. Sihir gücüm hızla geri
geldi ve kendim i dizlerim in üstüne doğru iterken ayağa kalktım.
493 A C I M A M / İl U l / Y O N l AR

Roman yanımdaydı. Bütün bıçakları ve kazıkları Numerius’un


çevresinde havada asılı duruyordu.
Sonra silahlar havada yavaşça bize d öndü.
îleri doğru uçtular ama yarı yolda durdular, önlerinde
durmuş onlara bakıyordum ama titremeye başlamışlardı. Şa­
kaklarımdan aşağıya ter akıyordu. Roman da yanımda duru­
yordu, boynundaki damarlar gerilmişti. O da yardım ediyordu.
Numerius u tek başıma alt edemezdim. Bıçaklar ve kazıklar bize
doğru yavaş yavaş sallanırken, hareket ettiğim anda, odağımı
kaybettiğim anda ikimizi de parçalara ayırırlardı.
Sıkılı dişlerimin arasından, “Çekil,” dedim Romana.
Roman sihrini kullanmayı bıraktığı anda hissetmiştim bunu.
Benimki bıçakları uzakta tutmaya çalışırken alevler saçıyordu
ama Roman’ınki ateş hattından çıkmıyordu. Tam önüme geçe­
rek hüzünlü bir kararlılıkla bana baktı.
Odak noktam dağıldı. Gözleri irileşti ve bana doğru sende­
lerken elleriyle pazılarımı sıktı ama düşmedi. O da benim kadar
şaşırmış görünüyordu.
Onun arkasında, bir başkası yere düştü. Ben de Rom anın tu­
tuşundan kurtulup yere düşen kişinin yanına diz çöktüm.
Julia nın iri gözleri bana bakıyordu. Tüm bıçaklar göğsüne ve
karnına saplanmıştı Bir tanesine uzanıp çıkardım ve elimi kesiğe
bastırarak kana onu iyileştirmesini söyledim.
Numerius’un bize doğru adım atarken çıkardığı hışırtı ba­
kışlarımı ona çekti. Julia’yı iyileştiremez, Numerius’la da savaşa-
mazdım. Roman, Numerius’la baş haşaydı ama tüm silahları git­
mişti. Juliaya saplı oldukları sürece onları yanına çağıramazdı.
Ben de Julia’yı asla o kadar çabuk iyileştiremezdim.
Numerius, sanki karşılaştıkları yer bir marketmiş gibi,
“Julia,” dedi. “Seni burada gördüğüme şaşırdım. Lucius’un şim­
diye dek seni ortadan kaldırmış olduğunu düşünüyordum.”
“Denemedi değil.” Dudaklarında kan kabarcıkları oluştu.
MARGIE F ü STON 493

Numerius havalı bir şekilde gülümsedi. “Ama işte şimdi bu­


radasın.”
“Onun kirli işlerini yapmayı hep çok severdin” Julia ona
kanlı, hiddet dolu bir gülümsemeyle baktı.
Numerius kaşlarını çattı. “Ben hep kendi işimi yaparım.”
Elini salladı ve bıçaklar daha derine saplandı.
Julia’nın yarasını bıraktım ve ondan çıkardığım bıçağı
Numerius’un karnına gönderdim. Bir sivrisineği ezen birinin
rahatlığıyla bıçağı çıkarıp bir kenara fırlattı. Kan artık Julia’nın
dudaklarından serbestçe akıyordu. Artık bize doğru eğilen
Numerius’a bakmıyordu. Bana odaklanmıştı. Gözlerindeki sanki
içlerine sis sızıyormuş gibi olan görüntüden nefret ediyordum.
“Babana ihtiyacın var.”
Kelimelerine sinirlendim.
“Ya da belki de tacına.”
Gözlerim Lucius’u aradı. Bahçenin kenarında durmuş, gel­
gitlerin nereye döneceğini bekler gibi izliyordu. Beni ona bakar­
ken yakalayınca çalıların arasına doğru bir adım atıp W illow’un
sallanan bedeninin yanından geçti.
Kaçacaktı.
Julia, “Git,” dedi. Elini sıktım.
Ama Romanı bırakamazdım. Numerius aramızda bir ateş
hattı belirmeden önce yavaşça bir adım daha yaklaştı. Alev,
Numerius’un kaşlarını biraz kaldırmasına neden olacak kadar
büyüyünce, yerdeki kan cızırdamaya başladı.
Alevleri takip ederek, ellerini kıyı şeridinin üzerine ko­
yup çömelmiş olan Aristelle’e doğru ilerledim. Xander,
Diantha ve Reina tekneden atlarken o duruyordu. Kıyıya ulaş­
mak için öldürdükleri vampirlerin siyah kül izleri kollarına ve
yüzlerine bulaşmıştı ve sırılsıklam kıyafetlerle bize doğru geli­
yorlardı. Numerius’un diğer tarafından daha fazla sihirbaz yak­
laşıyordu. Natasha’nın hırlayan yüzünü gördüğüme sevine­
ceğimi hiç düşünmezdim ama o, iri yarı kardeşi ve arkasında
494 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

sihirbazlardan oluşan bir duvar ile oradaydı. Hipnozcuyu du­


dak halkalarından tanıdım. Cecily kazıklarla kaplı tahta bir so­
payı sallıyordu. Islak mavi saçları yanaklarına yapışm ıştı ve yü­
züne vahşi bir gülümseme yayılıyordu. Her zamankinden daha
çok Harley Quinn’e benziyordu.
Julia tekrar elimi sıktı ve ona baktığımda artık konuşamaya­
cağını anladım. Tereddüt etmedim. Harekete geçmem, dosdarı-
mın ve bir nevi düşmanımın daha büyük düşmanımızı alt ede­
bileceğine güvenmem gerekiyordu.
Alevlerden oluşan duvarın içinden geçerek, kendim i grubu­
mun şaşkın bakışlarının arasından Lucius’un içine girdiği sarma­
şıklara doğru fırlattım. Bir el dirseğimi yakaladığında bahçeye
adım atmak üzereydim. Tam dönerken gücümü hamle yapmaya
hazırlamıştım ki Annalise’in gri gözleriyle karşılaştığımda, dur­
m ak zorunda kaldım. İçlerinde vahşilik titriyordu ve onun es­
kiden olduğu kadını -Lucius’un zehirli ilgisini çeken kişiyi- gö­
rebiliyordum. Ellerini kaldırmış annemin kolyesinin bağıyla
uğraşıyordu ve onu çözdüğü anda kalbim milyonlarca kez çar-
pıyormuş gibi hissettim. Zamanımız yoktu. Kimler çoktan öl­
müştü? Xander mı? Reina mı? Görmek için arkama bakmadım.
Kolye boynundan düşüp taşlara çarptı.
Yakaladım. Parmaklarımın üzerinden kayan kanı görmezden
gelerek, kan damlayan ilk sıradaki cesetlerin yanından geçerken
kolyeyi boynuma taktım. Beş mücevher boğazımın etrafında bir
halka gibi tenimi deliyordu ve sanki benimle bu yerin sihrin ara­
sındaki son engel de yok oluyordu. Kafesinden çıkmış bir as­
lan gibi kükrüyor, tenimi itiyor ve tırmalıyordu. Tökezledim ve
kendimi bir kızın kolundan girip çıkmış bir sarmaşığın üzerinde
buldum. Lucy. Ona pek bakmadım ama ilerlediğim sırada, onu
dışarı çıkaracağıma dair ona söz verdim.
Hızla hareket ederken dikenler beni parçalıyor, bura­
daki diğer insanlar gibi beni içlerine çekiyorlardı ama bu beni
M a r g ie Fu s t o n 495

yavaşlatmadı. Vergimi ödüyordum. Bitirmek istediğim sihri


kullanıyordum, dolayısıyla bu, duruma uygun görünüyordu.
Beyaz takım elbisesini fark etmek yeterince kolay oldu. Tam
ben yerden fırlayan bir sarmaşığı iki bacağına birden dolansın
diye ona doğru gönderirken, yüzünü bana çevirdi. Sonra başka
sarmaşıklar da gönderdim, etin içinden büyüyenlerden. Ona
ulaşmalarını, kollarına tırmanmalarını ve onu, mahkûm ettiği
insanlara bağlamalarını sağladım. Sarmaşıklardan biri boğazının
etrafında kıvrıldı ve ucunda kırmızı bir gül açtı. Ona gülümse­
mek, onunla biraz alay etmek istiyordum. İntikam alan sadece
ben değildim. Annem benimleydi, Annalise benimleydi, gru­
bum, Roman, bu terk edilmiş bahçede mahsur kalan herkes be­
nimleydi. Sihrin kendisinden bahsetmiyorum bile.
Kendini zorladı, gözleri büyüyerek boğazımdaki kolyeye ta­
kıldı.
“Ah.” Kaşları çatıldı. “Annalise’in içinde bana ihanet etme­
sine neden olacak bir şeylerin kaldığını bilmiyordum.” Nere­
deyse etkilenmişti.
Bir an Annalise için endişelendim. Eğer buna bir son ver­
meyi beceremezsem, daha çok acı çekecekti.
Annemle aynı kaderi paylaşacaktı.
“Bunu kendi başına yapamadın mı?” diye sordu.
“Sen de kendi başına yapamazsın.” Bakışlarımı tacına kal­
dırdım.
Onun gücü benimkine karşı geliyordu ama önce ben vur­
muştum. Üstünlük bendeydi.
Yine de ona doğru adım attığımda yalpalıyordum. Bunu
gördü.
“Anneni öldüren kişi Numerius.”
“Ne?”
Kolu serbest kaldı ve saldırmadan önce onu tekrar tuzağa
düşürmeye odaklansam da, amacına ulaşmıştı. Dikkatimi da­
ğıtmıştı.
496 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

“Yılan söylüyorsun.”
“Bu sefer söylemiyorum. Bırak onu öldürm ene yardım ede­
yim. Benim tek yaptığım anneni nerede bulacaklarını söyle­
mekti. Bunu asla kendim yapmazdım. Asla.”
Yalan. Bunu kendi yapmış olmayı dilediğini söylem işti.
Etrafındaki sarmaşıklar sallanırken, kullandığım gücün kuv­
veti altında kalbim duracak gibi olsa da, “O nu sen olm adan da
öldürebilirim,” dedim sakince. Ya onun tacını çalarsam ve bu
fazladan güç benim sonum olursa?
“Olabilir,” dedi.
Bu kelime beni yavaşlattı. Yalan değildi. Yüzünde ufak bir en­
dişe izi bile olabilirdi. Benim ölmemden duyduğu endişe m iydi
yoksa Numerius’un kazanacağı endişesi m iydi, bilm iyordum .
Benim tahminim İkincisi yönündeydi. Ama gerçek buydu.
Tereddüdümü hissetti.
“Annenin intikamını birlikte alabiliriz. O na annenin nerede
olduğunu söylediğime pişman olmadığım bir gün bile geçmiyor.
Onu geri almaya çalıştım. Denedim. Sırf durdurm ak için sak­
lanmayı bıraktım ama oraya vardığımda tek bulduğum sen ol­
dun, onun cesedinin başında ağlıyordun.”
Etrafını saran sarmaşıklar durdu.
Gülüyordu. “Onun intikamını birlikte alabiliriz.”
“Beni ağlarken izledin.”
Gülümsemesi soldu.
“O an beni yalnız bıraktın.” Bu yeni, özel soğukluğun beni
neden şaşırttığını bilmiyordum ama onun orada durmuş, haya­
tımın en kötü anında beni izlemesini, bana elini uzatmamasını
düşündükçe damarlarım buz kesiyordu. Ayrıca sadece beni izle­
mekle kalmamıştı, beni ormanda yalnız bırakıp içeri girerek an­
nemin eşyalarını çalmıştı.
‘Bu da seni daha da güçlendirdi,” dedi.
Ma r g i e Fu s t o n 497

Sözleri bir tokattı. Bu beni daha güçlü yapmamıştı. Beni


daha zor biri haline getirmişti. Bu ikisinin farklı olduğunu öğ­
renmeye başlıyordum .
“Bu seni benim yaptı.”
Beni gücünü aldığı buz kadar soğuk ve sert hale getirmişti.
Kazanmak için yapılm ası gerekeni yapacak kadar sert. Çünkü
tek tehdit Lucius değildi.
Annem i ölüm ün eşiğine getiren de o değildi.
Sarm aşıklar geri çekiliyordu. Dikenlerin, derisini deldiği yer­
lerde beyaz takım elbisesini kan noktaları kaplamıştı.
Bu ona daha uygun bir kıyafetti.
Ben dönüp karmakarışık bahçede ilerlerken, onun da takıp
edip etmeyeceğini görmek için sabırsızlanıyordum. Yeniden ka­
çabilirdi ama bunu istiyordu. Emindim. Bizi bir takım olarak
görüyordu, özellikle de boynumdaki ekstra güçle. Aslında bana
annem i ısıran adamı vermenin, annemin ölümünü kimin tetik-
lediğini unutturacağını sanıyordu.
Tekrar kıyıya döndüm. Aksiyonun büyük kısmı tekneler­
den buraya gelmişti. Karşımda savaşan bedenler çalkalanıyordu.
Çığlıklar, bağrışmalar ve ölüm darbelerinin sesleri üzerime ge­
lirken, o berbat, cızırtılı müzikten kurtulabilirmişim gibi başımı
iki yana salladım. Başka bir vampir daha öldürmek istemiyor­
dum. Bunları bile. Onlar biz onları avlıyoruz diye burada de­
ğiller miydi?
Ama arkama yaslanıp ölmeyi bekleyecek de değildim.
Şaşırtıcı mavi gözleri olan ve sarı saçlarından kan damlayan
bir kadın, dişlerini göstererek bize doğru atıldı.
Ben daha hızlıydım. Dişleri birbirine kenetleninceye kadar
kazığım göğsünün içinde girip girip çıktı.
Hırladım. Avcı olmam gerekiyorsa, avcı olurdum.
Lucius elini yeleğinin içine soktu ve sanki parkta yürüyormuş
gibi doğrudan kargaşanın içine doğru yürüdü. Bir anlığına o geç­
sin diye ayrılıyormuş gibi oldular. Sonra bir grup vampir onun
498 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

etrafında yarım daire oluşturdu. Beyaz, kırmızı, sarı ve yanıp sö­


nen metalden oluşan bir bulanıklık içinde hareket ediyordu ve
ben daha nc olduğunu anlayamadan güm , güm , gü m diye ses­
ler duydum. Hareketsiz kaldığında, artık yolunda tek bir vam­
pir yoktu, yalnızca çoktan solmaya yüz tutmuş bedenler ve kop­
muş kafalar kalmıştı. Kılıcını omzuna koyup ileri doğru yürüdü.
Benim için aynı şekilde ayrılmadılar.
Kaçırılan atışlardan kurtulan, elleri kazıklı vampirler ve
kendi vücutlarından bıçaklar çıkaran sihirbazların etrafından
dolaşarak çömeldim ve daha derinlere kaydım. Ayağım ı kop­
m uş bir kafaya çarpınca, bir daha aşağıya bakmamaya karar ver­
dim . Devam ettim. Sadece devam ettim.
Vampir dişleri koluma yapıştı, çığlık atıp silahım ı o yöne
hiç bakmadan acıya doğru savurdum. Kazığım elimden fırladı
ve dişler beni serbest bıraktı. Döndüğümde, kıvırcık sarı saçlı,
uzun boylu, zayıf bir çocukla karşılaştım. Ağzından boynuna
kan damlıyordu. Öğürmemeye çalıştım ama beni etkileyen kan
değildi. Kazığım onun yanağından dışarı fırlamıştı. Gülümsü­
yordu ve gülümsemesiyle birlikte kazık sallanıyordu, sonra uza­
nıp kazığı çekti ve omzunun üzerinden geriye attı. Yara yeni­
den kapanırken, gülümsemeye devam etti. Benim hareket edip
koşmam gerekiyordu ama bakışlarımı başka tarafa çeviremiyor-
dum . Sanki ona hiç dokunmamıştım.
İçimdeki sihir bir şeyler yapma fırsatını yakalamaya çalışı­
yordu ama ben onu açığa vurmaya korkuyordum. Sihrim sadece
bu vampiri yok etmek istemiyordu, burayı bir harabeye çevir­
m ek istiyordu. Kuduz bir hayvanın tasmasını tutuyormuş gibi
hissediyordum kendimi.
Vampir sıçradı ve bir anda kendimi yerde buldum. Keskin
dişlerini boynuma batırmak için tepemde belirdi. Kollarımı yu­
karı çekip aramıza sokarak vampiri göğsünden itmeye güçlükle
zamanım oldu. Vampir geriye doğru uçtu ve ben şaşkınlıkla göz­
lerim i kırpıştırdım.
M a r g ie Fu sto n 499

Xander karşımda duruyor, Cecily’nin mükemmel bir karşıtı


olarak Batman’deki Joker gibi sırıtıyordu. Kıvranıp kaçmaya ça­
lışırken vampiri yakasından tuttu. Bana göz kırparak, “Bir şey
değil,” dedi, sonra da kazığını vampirin göğsüne sapladı ve daha
o toza dönüşmeye başlamadan onu yere bıraktı. Ellerim hâlâ
önümdeydi ve Xander bir elimi tutup beni ayağa kaldırdı. Sa­
vaşta yolunu açarak Lucius’un peşine düştü. “O hâlâ hayatta.”
“Numerius’u öldürmesine ihtiyacım var,” dedim, sertçe.
“Güzel,” dedi Xander. Lucius hakkında ne düşünürse düşün­
sün Numerius’un daha kötü olduğunu düşündüğünü biliyor­
dum. Bir vampir tanıyacak vakti olmamıştı. Ben ne söylersem
söyleyeyim buradaki herkes onun için kardeşini öldürenlerdendi.
“Neden diğerleriyle birlikte değilsin?”
“Roman beni senin peşinden gönderdi.”
Ona şüpheci bir bakış attım.
“Merak etme. Bun ondan ilk ve son emir alışım.” Başka bir
vampire daha kazık sapladı ve bunu yaparken Romanı hayal et­
tiğinden oldukça emindim.
Sonunda Numerius’u çevreleyen dairenin kenarına vardık.
Neredeyse Aristelle ve Reina’nın yapabileceği kadar hızla
iyileşen yanık et ve sıyrıklardan oluşan bir karmaşadan iba­
retti Numerius. Bir kolu sarmaşık yığınlarına sıkışmıştı ama di­
ğer kolu Natasha nın boğazını tutuyordu. Natasaha’ntn elleri
Numerius’unkilere pençe atıyordu. Gözleri şişmişti. Sallanan
ayaklarının altında bir yığın sihirbaz yatıyordu. Kardeşinin saç­
ları, yığının dibinden dışarı çıkıyordu.
Numerius’un bedenine bıçaklar düşüyordu. Hızla saydım.
Hepsi oradaydı. Romanın elinde hiç bıçak kalmamış olmalıydı.
Roman yerden kalktı. Kollarından biri yan tarafında gevşek bir
şekilde sallanıyordu. Bacağı tuhaf bir açıyla bükülmüş gibi gö­
rünüyordu ama ayağa kalkıp da hareket ettikçe, yerine oturdu
yeniden. Numerius onu görmüyordu bile. Gözleri kenarda du­
ran Lucius’a takılmıştı.
öüü A C I M V M / İl I I J Z Y O N I AR

“Bıı seter katılacak mısın?” diye sordu N um erius’a.


"Bir şev yap!” diye bağırdım Lucius’a. O nun yaşamasına,
patlamış mısır yiyerek olayları izlesin diye izin vermemiştim
ama vaptığı resmen buydu ve Numerius da rolünü oynayan bir
aktör kadar sakin görünüyordu.
Roman, onu hâlâ göremeyen Numerius’un arkasından giz­
lice yaklaştı. Sağ bileğimden Romanın bıçaklarından birini çı­
kardığımı gördü. Fırlattım. Yana doğru çekildi ve tüm yaralarına
rağmen, kaçırdığım atış için bana gülümsedi.
Oysa ben onu nişan almamıştım.
Roman bıçağımı yakalayıp Numerius’un boynuna sapladı.
Bu onu öldürmeye yetmedi ama Natasha’yı bırakm asını sağladı.
Onun elinden kurtulan Natasha, kardeşinin de bulunduğu yığı­
nın üzerine düştü. Numerius, boğazında hâlâ bıçak sallanırken,
Roman’a doğru döndü. Hareketlerindeki m utlak sakinlik ve ya­
vaşlık her şeyden daha korkutucuydu. Tüm hızını ve gücünü
kullanmasına gerek yoktu. Bizi birer tehdit değil de küçük baş
belalarıymışız gibi başında savıveriyordu.
Sihrim sonsuz gibiydi ama aynı zamanda yaralarım dan sızı-
yormuş gibi de geliyordu ve ben onu odaklayacak kadar güçlü
değildim. Kontrole ihtiyacım vardı.
Roman’ın gözleri gözlerimle buluştu. Nefes al> dedi ağız ha­
reketi.
Cecily kendini Numerius’un sırtına atmış, sopasını sallıyordu
ve sopayı çekerken, sopa havada donup kaldı. N um erius’un ba­
cakları tekrar tekrar alev alıp sönüyordu. Natasha ölü yığının­
dan kalkıp Numerius’un sırtına iki kazık nişan aldığı anda,
Numerius Roman’a doğru hamle yaptı. Bir eliyle R om anın bo­
ğazını yakalayıp çevirerek onu Natasha’nın kazıklarına doğru itti.
Birbirine dolanmış bedenlerine doğru fırladım ve Roman’ı
Natasha’nın önünden çektim. Natasha aynı safta olduğumuzu
unutup kalbimi yerinden sökecekmiş gibi bana hırladı. Onu
umursamadan, büzüşen Romanın karnındaki kazıkları çektim.
M a r g ie Fu s t o n 501

Yaralar neredeyse anında iyileşti. Numerius’un yaralan ise daha


da hızlı iyileşiyordu.
“Ava.” Roman beni yakalayıp ayağa kaldırdı, Numerius’un
orada olduğunu bildiğim halde gözlerimi kapattım ve Roman’ın
soğuk ellerinin bana baskı yaptığını, ağzının kulağımda bana
nefes almamı söylediğini hayal ettim.
Kendime inanmam gerekiyordu.
Nefesimi bıraktım ve gözlerimi açtım. Gözlerimi açtığımda
Numerius’un gözleriyle karşılaştım. Gülümseyerek baktım ona.
Sihir yayılıyordu içimden ve gözeneklerimden binlerce sarma­
şık filizleniyordu sanki. Hiçbirine ne yapacağını söylememe ge­
rek yoktu çünkü niyetim açıktı. Gerçek sarmaşıklar yerden sal­
lanarak Numerius’un bacaklarına ve kollarına dolanıyordu ama
ben sarmaşıkların büyümesini ne kadar hızlı sağlayabiliyorsam,
Numerius da onları aynı hızla kırıyordu. Diantha’nın gücünün de
buna karıştığını hissediyordum ama yine de yeterli olmuyordu.
Ta ki sarmaşıkların arasında buzlar büyümeye başlayana dek.
Lucius’un gücünün benimkine katıldığını fark eden
Numerius’un gözleri hafifçe açıldı. Birlikte, yarı gül sarma­
şığı yarı buzdan bir heykeli andıran bir şeyin içine onu hap­
settik. Güçlerimizin birleşmiş görüntüsünden nefret ediyordum
ama birlikteyken durdurulamazdık. Sonunda sakinliği bozulan
Numerius kükredi. Buz parçacıkları ufalandı ama yapı ayakta
kaldı, ö n e atılarak, kalbini çevreleyen buzları parçalamaya, sar­
maşıkları ayırmaya koyuldum, güç de olsa ve mükemmel bir yol
açtım. Sakinleşmişti. Sanki böyle bir şey mümkün olamazmış
gibi şaşkın görünüyordu.
“Bu annem için.” Bu, söylemem gereken bir şey gibi geli­
yordu ama aynı zamanda yanlış da geliyordu çünkü annemin
beni bu hayattan uzak tutmak, ellerimi kana ve küle bulamak­
tan alıkoymak için ne kadar çabaladığını biliyordum artık.
50: İMASI/ İ l l Ü Z Y O N L A R

Kazığımı saplama şansım olamadı. Kafası kayıp ayaklarımın


dibine diişcü. Yüzünde hâlâ belli belirsiz paniğe kapılm ış bir
ifade vardı, sanki kaybettiğine tam olarak inanam ıyordu.
Lucius’un kılıcı hâlâ havada duruyordu.
Numerius un kafasının son parçası da küle dönüşüp yerdeki
kana karışırken, etrafa bir sessizlik çöktü.
Lucius parmaklarını esnetip bu sessizliği bir kahkahayla
bozdu. Bütün güç ona geçmişti.
Beni izlerken ağzının bir tarafı kıvrıldı. Artık onun için bir
tehdit değildim, en azından şu anda.
Grubum arkamdayken bile. Bütün sihirbazlar benimle de-
ğildi.
“Ava.” Roman adımı söylerken boğulacak gibi oldu. Dön­
düm. Romanın ağzından taze kan damladığını gördüğümde,
babamı öldürmem gerektiğini unutacaktım ve bir anlığına onun
birini öldürdüğünü düşündüm ama elleri boynundaydı. Par­
maklarının arasından kan sızıyordu. Dizlerinin üzerine düştü.
Hemen onun yanına gittim, çakılların batmasını umursama­
dan yanına çöktüm. “Kim yaptı bunu?” diye hırladım ve bükü­
lerek saldırıya hazırlandım.
Ama hepsi olmasa da diğer vampirler de düşüyordu. Sadece
laneti Numerius’a kadar uzananlar düşüyor olmalıydı. Görü­
nüşe göre Roman da onlardan biriydi.
Lucius omzumun üzerinden geçerken, “Çok yazık,” dedi.
“Bunun olacağını biliyor muydun?”
Omuz silkti. “Bu bir olasılıktı ama sihir öngörülemezdir.”
Romana bir cerrahın klinik tarafsızlığıyla bakıyordu. “Görü­
nüşe göre onu vampir yapan asıl yarası açılıyor.”
Kan, beslemek istemediği yere doğru akarken Rom anın el­
leri boynundan düştü. Elimi boynuna bastırıp sihrimi zorlaya­
rak onu iyileştirmesini talep ettim.
Hiçbir şey olmadı. Kanını vücudundan dışarı iten, bozul­
makta olan laneti durduracak kadar güçlü değildim.
M a r g ie Fu s t o n 503

“H ayır hayır hayır hayır.” Kelimeler bir arada akıyordu.


R om anın ağzı kıpırdadı ama ağzından tek kelime çıkmadı,
sadece daha fazla kan aktı. Gözleri kapandı. Nefesi sığlaştı.
Lucius’a baktım . “O na yardım et.” Zaten artık daha fazla
gücü vardı. Belki ona yetm iştir.
“Sonuçta o bir haindi. Seni yoldan çıkaran oydu.” Romanın
bacağına tekme atıp çakılların üzerinde kaymasına neden oldu.
Boğazımda biriken öfke neredeyse kusmama neden olacaktı.
Sihrim beni o kadar zorluyordu ki derim sanki sırf sihir dışarı çı­
kabilsin diye soyulacakmış gibi geliyordu. Ona bir emir verdim:
saklan. Bir tehdit olduğum u düşünmesine izin veremezdim. Diz­
lerimin üzerinden kalkıp Lucius’a doğru bir adım attım.
A rtık ona rakip değildim . Hem de az önce Numerius’un gü­
cünü çalmışken.
îkim iz de biliyorduk ki yaşamak istiyorsam rol yapmak zo­
rundaydım. Bir illüzyon olmak.
“H aklısın,” dedim. “Beni iyi olduklarına ikna etmişti.”
Roman’ın yüzüne bakmamaya çalıştım ama başaramadım. Göz­
leri kapalıyken daha yumuşak ve daha çocuksuydu. Pişman gö­
rünmeye çalışacaktım ve bu hiç de zor değildi. Çok pişmandım.
H ayatım ın yarısından fazlası boyunca ölmesini istediğim
vampirin öldürülmesine yardım etmiştim ve şimdi de sevebile­
ceğim kişiyi kaybediyordum.
Lucius’un hareketime inanmadığını biliyordum ama onun
bunu sadece kendi canımı kurtarmak için yaptığıma -beni bir
savaşçı haline getirdiğine- inanmasına ihtiyacım vardı.
Lucius bana elini uzattı. Zafer gözlerini kamaşurmıştı. Göz­
lerinin içinde gerçek bir neşe ve böyle bir şey hissedebileceğini
bilmiyormuş gibi bir şaşkınlık vardı. Yüzyıllardır beklediği inti­
kamı almıştı ama bu sevincin uzun sürmeyeceğini biliyordum.
Beni en iyi nasıl idare edeceğini değerlendirerek bana bakar­
ken gözbebeklerinin nasıl daraldığını görebiliyordum. Eli hâlâ
açıktı, “Kızım,” dedi.
504 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Etrafımızdaki herkes beklentiyle bizi izliyordu.


Elimi onun eline koydum. Ağzının bir tarafı yukarı doğru
kıvrıldı ve sanırım gözlerinde bir umut ışığı yakaladım ama bu­
nun beni durdurmasına izin veremezdim. O intikam ını almıştı
am a ben intikamımın sadece yarısını almıştım ve sanırım bu
yönden de babamın kızıydım.
Bu sefer tereddüt etmedim.
Adımı söylemek için ağzını açtı ama ikinci hecenin ağzın­
dan çıkmasına izin vermedim. Onu kucaklayacakmış gibi yak­
laştım ve...
Ve bıçağımı onun kalbine gömdüm.
“Ben sana ait değilim,” diye fısıldadım ve sonra geri çekildim
am a elini bırakmadım. Bir yanım intikamımın böyle -kazanaca­
ğım dramatik bir film sahnesi gibi- olacağını düşünmüştü hep
am a yüzündeki şok ifadesine baktım, sanki ona ihanet etmiştim
ve o an yeniden kaybetmişim gibi geldi. Bıçağı çıkarmak, iyileş­
tirm ek için diğer elini kaldırmaya çalışırken elini benden ayır­
m aya çalıştı ama sihre onu durdurması için yalvardım ve bu onu
engelledi. Dizlerinin üzerine çöktü, ağzı titredi ama son sözle­
rin i duymama gerek yoktu.
Ebeveynlerimde böyle bir lüksüm olmamıştı.
Sonra bitti. Geriye doğru düştü. Çakılların ve yıllarca topla­
d ığı kanın içinde çatırdıyordu. Bıçağımın altındaki kırmızı çi­
çeğe odaklandım. Bana solmuş bir gülü anımsatıyordu.
Boş gözlerine bakmak istemiyordum. Böyle bir anıyı istemi­
yordum . Bu, beni rahatsız eden bir şey olmayı hak etmiyordu.
Etrafıma, beni izleyen sihirbazlara, sonra da bahçeye -sar­
m aşıklar, et ve kandan oluşan bahçeye- baktım. Lucius’un ölü­
m üyle birlikte hiçbir şey bozulmamış gibi görünüyordu ama
bu sihirler yıllardır ondan daha fazlası tarafından besleniyordu.
D aha işim bitmemişti.
Xander’a bakındım. Yanımda duruyordu. Bütün grubum ya­
nımdaydı. Reina hariç. Sanki Roman’ın yanında kalacak birine
M a r g ie F u s t o n 505

ihtiyacım olduğunu biliyorm uş gibi Rom anın yanındaydı. Ben


yanında kalm ış olsam, yapm am gereken şeyi yapamazdım.
Xander yanım a gelip diz çöktü, elini Lucius’un gözlerinin
üzerinde gezdirdi. Sonunda aşağıya baktım ama yüzüne bakma­
dım. Uzanıp tacını kafasından çektim. Takmaya korkuyordum.
Bir güç kırıntısının daha içeri girmesine izin verirsem yanaca­
ğımdan korkuyordum .
Ama buna mecburdum.
Derin bir nefes alıp Nadine ve W illow’u düşündüm. Onla­
rın sihri artık benim de içim deydi, bu hastalıklı yere bağlıydı.
Ama aynı zamanda onların dostluklarının gücüne de sahiptim.
Tacı başım a koym am ı sağlayan şey de buydu.
Bir anda kanım kaynamaya başladı. Burnumdan aşağı sıcak
ve ıslak bir şey dam layınca titreyen elimi kaldırdım. Kırmızıydı.
Sihir, Lucius’un onu tuzağa düşürdüğü her yerden -bu lanetli
yerin her taşından, her köşesinden- çıkmak istiyordu ve ben so­
nunda onu serbest bırakabilirdim. Ama bir süre daha buna da­
yanmam gerekiyordu.
Arkamdaki aç sarmaşıklara döndüm. Bırak.
Yapraklar kızıl bir yağmur gibi düşmeye başladı. Yapraklar kah­
verengileşip kıvrıldı ve sonunda sarmaşıklar solmaya, açtıkları ya­
ralardan çıkarak geri çekilmeye başladı. Sarmaşıklar onu serbest
bırakıp da vücudu yere doğru sarktığında, Willow’un yanına koş­
tum. Göz kapakları titredi ve inlerken kısılıp kapandı. Sihrin onu
serbest bıraktığı yerden kan akıyordu ama sihir onu bıraktığı halde,
neden olduğu ısırıkları iyileştirmeyi reddediyordu.
Sarmaşıkların sonuncusu da toprağa doğru çöktü ve sessizlik,
acı içinde haykıran, kendi kanları içinde haykıran sihirbazlar ve
çırakların sesleriyle doldu. Ellerimi Wıllow’un yaralarına bastı­
rıp iyileştirmeye başlarken, izleyen sihirbazlara da, “Onlara yar­
dım edin!” diye bağırdım.
Sadece birkaçı harekete geçti.
Hepsini iyileştirmeye yetmezdi bu.
506 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

W illow’un kanaması durmuştu ama gözleri hâlâ kapalıydı.


Nadine’i bulmam gerekiyordu.
Herkesi kurtaramayacağım için ayağa kalkıp inlemelerin ve
ellerin arasından geçmeye çalıştım. Burada her sihirbaza karşı­
lık, kan kaybeden en az beş kişi vardı.
“Nadine!” diye bağırdım.
Belki de artık çok geçti.
Kaydım. Ellerim kırmızıdan kayganlaşmış taşlara battı. Çok
fazla kan vardı.
Kan büyüsü.
Vampir büyüsü.
İyileştirm e büyüsü.
Gözlerimi kapattım; Roman ı ve onun bana öğrettiği her şeyi
düşünmeye başladım.
Yaraları ve iyileşmeyi, bu yerin beni nasıl derinden yaraladı­
ğım ama aynı zamanda bazı parçalarımı yeniden birleştirdiğini
düşündüm. Bu düşünceyi kanımın içine iterken, ona da aynısını
yapm asını söyledim. Vücudumdan ayrılan sihir, daha yumuşak
gibiydi, sanki sürekli bir uğultuydu. Parmaklarımın altındaki
kan köpürüyor ve tıslıyordu ama gözlerimi kapalı tuttum. Tek
düşüncem kırılan şeyleri onarmaktı.
Sonra durdu. Temiz, kuru ellerime baktım.
Yanma düştüğüm çocuk doğrulup elini boğazındaki bir mor­
luğa götürdü ama kan yoktu. Gözlüğünü yüzüne doğru kaldır­
madan önce elleriyle taşları karıştırdı. Gözlerini kısıp beni tanı­
yormuş gibi baktı. Barry.
Titreyen ayaklarım üzerinde durup kıyıya doğru ilerledim.
Daha işim bitmemişti. Sihrin bir kısmı hâlâ buradaydı, kana
susamış taşlardaydı ve buna gerçekten son vermediğim sürece
birinin onları yeniden besleyeceğini biliyordum.
Sihre bir emir daha verdim: özgürleş.
Vc hazırdı.
MARG1E FUSTON 507

V ücudum daki her hücre farklı bir şarkıyı mırıldanıyordu:


yumuşak bir ninni, kederli bir balad, melankolik bir aşk şarkısı,
coşkulu bir marş.
Her şeyin içim den akm asına ve burayı delip geçmesine, sihri
bağlayan her büyüyü parçalamasına izin verdim, ö lü güller
ayaklarımın dibinde toza dönüşürken, bahar yeşili çimen filiz­
leri sanki doğa, sihrin çaldığını geri almak için sabırsızlanıyor-
muş gibi fırlıyordu yerden. M alikanenin neye benzemesi gerek­
tiğini sadece hayal edebilirdim .
Natasha, “D urdurun onu!” diye bağırdı ve iki büklüm ol­
madan önce bana doğru bir adım attı. Diğerleri de ona katıldı­
lar. Sonra onu hissettim. Sanki içimdeki tüm yeni güç kaynıyor,
ardından da gözeneklerimden sızan bir buhara dönüşüyordu.
Acı o kadar yoğundu ki ellerimin ve dizlerimin üzerine düştüm.
Sonra geldiği gibi bir hızla da gitti. Bilekliğimdeki taş parçala­
nıp yere düştü. Sonra başımdaki taçtakiler, en sonunda da boğa­
zımdaki gerdanlığı çevreleyen mücevherler patladı, minik par­
çalar derimi sıyırdı.
Hemen hemen herkes de yerlerdeydi.
Bu kadar çok gücün kaybı kendimi boşlukta ve boş hisset­
meme neden olmuştu ve bunu yalnızca bir an için fark edebil­
miştim. Arkadaşlarıma baktım. Reina sanki göğsünde bir delik
varmış gibi göğsünü tutuyordu. Aristelle ise öğürüyordu.
Kendimi ayaklarıma doğru çektim. Bitmişti. Sihirbazlardan
bazıları güçlerini test ediyordu. Aristelle parmağının ucunda kü­
çük bir alev yaktı. Büyütmeye çalışıyormuş gibi gözlerini kısarak
bakıyordu ateşe ama hiçbir şey olmadı. O tanıdık vızıltıyı his­
sedebiliyordum: tüm o dehşetin olmadığı küçük bir miktar si­
hir vaadi.
Ama güç umurumda değildi benim.
Roman ın yırtık pırtık, kana bulanmış gömleğine doğru
döndüm. Odaklanabildiğim tek şey buydu. Ona doğru yürür­
ken, boynumda dişler varmış da beni parçalara ayırıyormıış gibi
508 ACIMASIZ İ L L Ü Z Y O N L A R

hissediyordum. Gözleri açıktı. Kendimi boşluğa hazırlayarak göz­


lerine bakmaya çalıştım. Eğer bu onu bir kez daha görmem an­
lamına geliyorsa, anıların beni rahatsız etmesine izin verecektim.
Gözlerini kırpıştırdı. Kahverengi gözleri yüzüm e odaklandı.
Gözyaşlarını, sihrin gücü gibi bir güçle akıyordu. Dizleri­
nin üstüne çöküp kollarını bana doladığında hıçkırm aya başla­
dım. Duramıyordum. Hiçbir şeyin yolunda gitm em esine o ka­
dar alışkındım ki bunun gerçek olduğunu anlam am için Roman
beni dürtüyordu.
“Ölmemişsin,” diye mırıldandım.
“Hayır.” Ona o kadar sıkı sarılmıştım ki sesinin gürleyişini
göğsünde hissediyordum. “Görünüşe göre hiç de ölü değildim .”
Bu ağlamayı kesmemi sağladı. Geri çekilip yüzüne baktım.
Ağzını genişletti ve vampir dişlerini düşürecekmiş gibi dişlerini
gösterdi bana.
Hiçbir şey yoktu.
Ağzını kapattı.
“Vampir değil misin artık?”
“Sanırım Numerius ölünce, benim de vam pirliğim sona erdi.
Bunun üzerine ben de ölecektim ama senin sihrinin beni iyileş­
tirdiğini içimde hissettim.”
Etrafıma bakındım. Görünüşe göre sandığım dan daha fazla
insanı iyileştirmiştim. Ama herkesi değildi. İnsanları ölüm den
geri döndürememiştim.
Gözlerim Julia’ya takıldı.
Ve Numerius’un üzerinde savaşıp öldüğü sihirbaz yığınına.
“Bu adil değil.” Natasha’nın sesiydi bu. “Bunu bizden alm aya
hakkın yoktu.”
Romandan uzaklaştım ve Natasha bana doğru yürürken
onunla yüzleşmek üzere ayağa kalktım. Başka birkaç sihirbaz da
sanki Natasha saldırmaya karar verirse ona destek olabilecekler­
miş gibi yanına geldiler.
M ARGIE FUSTON 509

Roman ayağa kalkıp hafifçe bir adım attı önüme doğru. El­
leri pençe gibi kavisliydi ve bıçaklarının nerede olduğunu bilme­
sem de vücudu bıçaklarına veya dişlerine ihtiyacı yokmuş gibi
gerilmişti.
“Yapma,” dedim , hem Rom ana hem de Natasha ya.
Roman dönüp bana baktı, gözleri sanki sözlerimi algılamıyor-
muş gibi vahşi ve mesafeliydi hâlâ. Elimi koluna koydum ve ger­
ginliğinin tamamen olmasa da biraz azaldığını hissedene kadar
sıktım. Bana parmağını sürecek olsa, Roman onun kafasını ko­
paracaktı. Ama ben daha fazla kan dökülmesini istemiyordum.
“Mesele ölümsüzlük mü?” İçimdeki sihri toplamaya çalıştım
ama yorulm uştum . Bununla ne yapacağımı bilmiyordum.
“Başka şeyler de var,” dedi.
Ethan’ın canlıdan ölüye kayan ifadesi zihnimi doldururken,
son düellodan önce Natasha’nın kolunu okşadığını hatırladım.
Başımla onayladım ve Natasha, bunu kabul etmemi bekle-
miyormuş gibi kaşlarını çattı.
“Gerçekten ölmesini istemedim,” dedim yumuşak bir sesle.
“İstemedim. Üzgünüm.”
Bir an durdu ve gözlerindeki öfke, acının gölgesinde kaldı. Bu
iki duygunun ne kadar yakından bağlantılı olduğunu biliyordum
ama bunu aşmasına yardım edebilecek kişi ben değildim.
Bir adım daha attı ama bu sefer yolunu kesen Roman değildi.
Aristelle önünde duruyordu. “Sihir olsun olmasın seni alt ede­
ceğimi biliyorsun.”
Natasha tereddüt etti.
Aristelle’in grubunun -benim grubumun- geri kalanı yanıma
yaklaşmak için hareket ettiler. İkizler bile senkronize bir şekilde
Aristelle’in her iki yanına geçtiler ve onlar iki küçük normal kız
çocuğu olsunlar veya olmasınlar, her zamanki gibi korkutucu ol­
duklarından emindim.
Natasha, “Belki başka zaman,” dedi. Gözlerini yere çevirip
<.emini taradı ve kardeşinin pembe saçlarına takıldı gözü. “Yapa-
».a-s başka işlerim var.”
510 ACI MAS İZ İ 1LÜ ZYON LAR

Düşman olmamayı umardım. Ayaklarını sürüyerek gelip


kardeşini ceset yığınından çıkarmaya çalışırken ona yardım ede­
bilmeyi umardım ama ona göre o kişi ben değildim . Diğer sihir­
bazlardan bazıları ona yardım etmek için harekete geçtiler.
Arkamdan yumuşak bir ses, “Ava,” diye fısıldadı. Her za­
manki kaldırma kuvvetinden yoksundu am a yine de onu ne­
rede olsa tanırdım.
Dönerken sendeleyip düşecektim neredeyse am a birkaç adım
atarak kendimi Willow’un ve onun arkasındaki N adine’in kol­
larına atmayı başardım. Kucaklaşmayı pek seven biri değilimdir
normalde ama ikisini kucaklamak bundan çok daha fazlasıydı.
Bana sarıldılar, ben de aynısını yaptım.
Geri çekilip onlar bakmaya korkuyordum.
Ölü yapraklar kıyafetlerine yapışmıştı ve derilerini şiddedi
morluklar kaplamıştı. “İyi misiniz?” Bu çok korkunç bir so­
ruydu ve bunu sormamam gerektiğini bilmem gerekirdi.
Willow neşeyle, “Evet,” derken, Nadine aynı anda, “Hayır,”
dedi.
Nadine, Willow’un bariz yalanı karşısında başını iki yana sal­
ladı. “Ama iyi olacağız,” diye ekledi. “Hepimiz.” Nadine omzu­
nun üzerinden boş gözlerle etrafta dolaşan bir kıza baktı. Sa-
mantha olmalıydı bu.
Benim duymaya ihtiyacım olan şey de buydu. İyi olacağtz.
Sonunda. Sonuç olarak önemli olan da buydu.
Diantha ve Reina aralarında ufak tefek sarışın bir kızı sıkış­
tırıyorlardı. Aristelle ve Xander sanki çok uzun zamandır güçlü
olmaya çalışıyorlarmış ve artık dayanacak güçleri kalmamış gibi
yorgun yüzlerle izliyorlardı.
Roman küçük, yaralı bir ses çıkarınca, ben de ona doğru
atıldım. Kalan adrenalinim de devreye girm işti ama o iyiydi.
Bize doğru yürüyen genç kıza bakıyordu. Kızın kahverengi saç­
ları kalçalarına kadar düşüyordu. Kız gördüklerine inanamı-
yormuş gibi gözlerini kırpıştırdı ve Roman onu kollarına alıp
M a r g ie Fu sto n 511

göğsüne bastırdı ama sanki kız onu ayakta tutuyormuş gibi gö­
rünüyordu. Sanki sonunda kendine ayakta durma, güçlü olma
izni vermiş gibi. R om anın kederi olmadan kim olacağını me­
rak ediyordum .
İntikam ım olmadan kim olacağımı merak ediyordum.
Yumuşak bir ağlama dikkatimi çekti. Yaşlı bir adam Julia nın
üzerine eğilm iş ve bir elini nazikçe kendi ellerinin arasında tutu­
yordu. O na doğru bir adım attım.
“Edgar?”
Başını kaldırıp bir anlığına gözlerini kısarak bana baktı.
“Seni tanıyorum. Cassia’nın kızı.” Omzunun üzerinden
Lucius’un cesedine baktı. “Sen misin?”
Başımla onayladım.
Bunu yapm ak zorunda kaldığın için üzgünüm. Hiçbirimiz
bunu daha önce denemediğimiz için üzgünüm.” Julia’ya bakıp
iç çekti. “Bunu umursamadığımızdan değil. Ne kadar uzun ya­
şarsanız, ölmenin o kadar kolay olacağını düşünürsünüz ama
zorlaşır. Sonrasında ne olacağını düşünmek için çok fazla zama­
nınız olmuştur.”
“Onu senden almak zorunda kaldığım için üzgünüm.”
“Zamanı gelmişti. Çok uzun zaman oldu.” Julia’nın elini ok­
şadı.
“Benim hayatımı kurtarırken öldü.”
Buna içten bir gülümsemeyle karşılık vermesi beni şaşırttı.
“Onunla gurur duyuyorum.” Onu bırakıp ayağa kalktı ve
boş bir ifadeyle ilerideki ormana baktı.
“îyi olacak mısın?”
Dudakları biraz kıvrıldı, parmaklarını şıklaunca elinde bir
çeyreklik belirdi. Sihrinin ufacık, olması gerektiği gibi saf ve ha­
fif uğultusunu hissediyordum.
“Sanırım dünyanın hâlâ biraz meraka ihtiyacı var. Ben de
bunu vermek isterim.” Başını salladıktan sonra Julia ya döndü.
Aristelle yanıma gelip dirseğimi tuttu.
512 ACIMASIZ 111UZYONLAR

Bir an birbirimize baktık, özür dileyeceğini düşünerek ken­


dimi kandırmadım. Yapamazdım. Ailesini korum ak için yapması
gerektiğini düşündüğü şeyi yapmıştı. Bunu anlayabiliyordum.
Boğazım temizledi. “Hiçbirimiz burada kalam ayız,” dedi ve
başını sallayarak bahçeyi işaret etti. Bazı sihirbazlar kan ve yap­
raklarla kaplı insanları mutlu bir şekilde kucaklıyor, bazıları ise
sert, nefret dolu gözlerle bizi izliyordu. Eğer küçük grubumuz
iktidardaki sihirbazı alt etmemiş olsaydı, muhtemelen bizi çok­
tan boğazımızdan yakalamışlardı.
Başımla onayladım.
Uzaklara baktı, sonra yine bana döndü. Axistelle asla tered­
düt etmezdi, bu yüzden bir yanım bundan sonra olacaklardan
korkuyordu.
“Grubumuzun saklanacak pek çok yeri var,” dedi. “Ve
grubumuz derken seni de kastediyorum. Sen de bizimle gelme­
lisin.”
Reina, omzuma konmuş küçük bir kuş gibi, “Lütfen gel,”
diye cıvıldadı. Ayağa kalktığını duymamıştım bile.
Ne hissedeceğimi bilmiyordum. Hâlâ yaralıydım am a yara­
ların altında kendimi biraz daha iyileşmiş hissediyordum. Beni
gerçekten istiyorlardı. Şu anda onları istemiyor olabilirdim ama
içimden bir ses her zaman onların yanına gidebileceğimi ve aile
olarak tanımlanabilecek bir şekilde uyum sağlayabileceğimi söy­
lüyordu. Aile sizi yaralayabilir ama kötü bir diktatörü devirmek
istediğinizde de yanınızda olacaklardır.
İkisine de gülümsedim. Yapabileceğimin en iyisi buydu. Bu
bile fazlaydı sanki. “Aslında eve dönmek istiyorum.”
Willow arkamdan, “Bu konuda yardımcı olabiliriz,” dedi. Ar­
kamı döndüğümde sırıtıyordu. “Kız yolculuğuna ne dersiniz?
İç çektim. Yaşayan ölülerin bahçesinde uyandıktan iki saniye
sonra hiçbir sorun yokmuş gibi davranabilen tek kişi oydu. “Bunun
için yağmuru kontrol edeceğim, önce bir şeyler yapmam gerek.”
38

S ihir olm adan buradaki her şey ölüydü. Ölüm bahçesini çev­
releyen su gibi bazı şeyler gerçekti sadece. Çitler gerçekti ama
sihir olm adan bir yığın ölü daldan başka bir şey değillerdi. Bir
m alikâne vardı ama duvarlara tırmanan çürümüş sarmaşıklarla
ve tek bir çiviyle tutturulm uş sarkık panjurlarıyla eski harap bir
şeydi. Kapı, açtığım da gıcırdadı. İçerideki her şey gri ve pisti; so­
yulm uş duvar kâğıtları, bastıkça gıcırdayan merdivenler, dokun­
maya cesaret edemediğim paslı bir korkuluk.
Sihir beni istediğim yere götürmese bile aradığım şeyi bul­
mak o kadar da zor değildi: parçalanmış fotoğraflardan oluşan
bir koridor. Çerçeveyi elime alıp fotoğrafları bir bir çıkardım.
Lucius’un olduğu fotoğrafları yırtıp attım, ta ki elimde sadece
annem in ve grubumdakilerin fotoğrafları kalana dek. Sonra ya­
tak odasına adım attım. Kanepe yıpranmıştı, yaylan kumaşı del­
mişti ve cam sehpa kırık döküktü ama altın kutu kırılmış olma­
sına rağmen hâlâ parlıyordu, Lucius sanki annemin günlüklerini
buradaki gerçek olan tek şeyin içine koymuştu.
Annemin benden çalınan parçalarını geri alıp göğsüme basum.
Arkamı döndüğümde neredeyse elimdekileri düşürecektim.
Artık vampir olmayan birine göre fazlasıyla sessizdi.
“Beatrice nerede?” diye sordum Romana. Onunla birlikte ol­
mak isteyeceğini düşünmüştüm, en azından bir süreliğine de
olsa. Sonuçta Beatrice onun ailesinden bir parçasıydı.
Roman, tozun içinde yarım daireler çizen ayağına bakıyordu.
“O ... senin grubunla birlikte gitmeye karar verdi.”
“Ne?”
514 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Omuz silkti. Utangaç görünebileceğini hiç düşünmezdim.


“Görünüşe göre onlara kin beslememiş. Sürekli ava çıkmak için
yalvaran oydu.” Güldü. “Her zaman vahşi bir çizgisi vardı. Vam­
pir olduğumu duyunca şoke oldu.”
“Sen ise buradasın,” dedim. “Onlarla gitm em işsin.”
Bana baktı. Sonra elleri pantolonunun cebinde, kırmızı le­
keli gömleğiyle her zamankinden daha çok bir vam pire benzer
bir halde yavaşça yürüdü. “Ben seninle olmak istiyorum .” Beni
izlerken yüzü ciddiydi. Gözleri yüzümde bir şeyler okumayı
umuyormuş gibi yukarı aşağı hareket ediyordu.
Günlükleri bırakıp ona bir adım daha yaklaştım , sonra bir
adım daha. Attığım her adımda sanki bir köprüyü geçiyor ve ar­
dımda kalanları ateşe veriyordum çünkü onunla tanışmadan ön­
ceki halime geri dönmek istemiyordum.
Onun tam önünde durabilmek için son bir adım daha attım.
Ben uzanıp elimi göğsüne, artık atan kalbinin üstüne koyarken,
elimin hareketini takip etti.
Elim daha da yukarıya, yırtık yakasına doğru sürüklendi.
Parmaklarımı yakasının içine doğru kıvırıp yavaşça aşağıya çek­
tim. Onu kendime doğru çektiğimde gözleri bana dikildi, sanki
artık her şey bittiğinden beri birbirimiz için ne olduğumuzdan
emin değilmiş gibi.
“Öp beni,” dedim çünkü bu işin bu kadar basit olmasını is­
tiyordum.
Sanki nefesini tutuyormuş gibi küçük bir iç çekti ve sonra
elleri boynuma geldi, başparmakları çenemi yukarı kaldırdı.
Dudaklarını benimkilere bastırdı, ikimiz de ürperdik. D udak­
larımız yavaşça, yeni bir yuva keşfediyormuşuz gibi hareket edi­
yordu. Dudaklarımız ayrıldığında parmaklarımı onun parm ak­
larına doladım. Onun iri, aç gözlerine baktım ama bu, daha
önce gözlerinde gördüğümden farklı bir açlıktı. Bende onu tek­
rar kendime çekme isteği uyandırıyordu. Belki sırf eğlence olsun
diye dudağını ısırma... Bu düşünceyle yanaklarımın ısındığını
M a rg ie F u s t o n 515

hissedebiliyordum ve Roman tam olarak ne düşündüğümü bil­


mek istercesine kaşını kaldırmıştı.
O na gülüm serken başımı salladım. Yapmamız gereken daha
önemli bir şey vardı. “Tanışmanı istediğim insanlar var.”

Bu kırm ızı kapının önünde durduğum son günün üzerinden


pek de uzun bir zaman geçmemişti ama sanki o arada koca bir
yıl, hatta belki de koca bir ömür yaşamışım gibi hissediyordum.
Roman, ilk randevu için bir kızı tavlamak üzere biri gibi duru­
yordu yanım da ama o aşamayı çoktan geçmiştik.
Kapıyı çalm ak için elimi uzattım ama çalamadan indirdim.
Bunu ikinci kez yapıyordum. Suçluluk duygusu herhangi bir
vampir dişinden veya bıçaktan daha keskin bir şekilde batıyordu
içime. Parker’ı asla tamamen terk etmemiştim ama beni gördü­
ğünde yüzünün düşeceğinden endişe etmeden duramıyordum.
Ve tek istediğim onu asla incitmeyecek tek kişi olmaktı.
Roman boğazını temizledi. “Beni burada istediğinden emin
misin?”
“Sorun o değil,” dedim. “Senin tanışmanı istiyorum.. . ” Ailemle
kelimesi dilimin ucunda olduğu ve bu kelimeyi söylemek istedi­
ğim halde kalbim padayacakmış gibi sıkışıyordu. Evet. Deb benden
ailenin bir parçası olmamı istemişti ama ben çekip gitmiştim. Ya o
bir kerelik bir teklifse? Bana ne zaman istersem eve dönebileceğimi
söylemişti ama insanlar kastetmedikleri pek çok şey söylerler.
Yaniden başlamaya çalıştım. “Herkesle tanışmanı istiyorum.
B en... onları terk etmiştim.”
Roman bana her şeyin yolunda olduğunu söylemedi. Bunun
yerine elime uzanıp parmaklarını parmaklarımın arasında dolaş­
tırdı, bu dünyadaki hiçbir şey onun üzerimdeki hâkimiyetini kı-
ramayacakmış gibi hissettirecek kadar sıktı elimi.
Bir an paniğe kapıldım. Vücudum ondan uzaklaştı. İçgü­
dülerim hâlâ böyle bir güvenlik hissi elimden alınmadan önce
516 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

ondan uzaklaşmam yönündeydi. Deb söz konusuyken yaptığım


da tam olarak buydu.
Ve tabii ki Xander ve grubundan da bu güvenlik hissini iste­
miştim ama uğruna savaşmam gereken bir şey olm uştu. Bu his,
şayet kendi başıma kazanırsam, asla kırılm ayacak bir şey olur
diye düşünmüştüm. Yanılmışım. Deb’in önerisi gibi, onu ka­
lıcı kılan şey, hiçbir talep olmadan verilmesiydi. En azından öyle
umuyordum.
Roman ın tutuşunu ve yanımda tek kelime etmeden öylece
durduğunu, eğer ihtiyacım olursa sonsuza dek burada duraca­
ğını hissedebiliyordum.
Ama artık önümüzde bir sonsuzluk yoktu.
İçten içe Deb’in beni yine hoş karşılayacağını biliyordum .
Kapıyı çaldım.
Kapı gıcırdayarak açıldı. Parker ve Jacob’ın havada uçuşan
kahkahaları neredeyse ağlamama neden olacaktı.
“Ava?” Kapıyı açan Deb’in sesinde şaşkınlık vardı. Bir an
bana baktı, sonra gözleri doldu ve bana sımsıkı sarıldı. Kısa bir
tereddütten sonra benim kollarım da onu sardı ve birkaç uzun
nefes boyunca birbirimize dolanmış halde durduk. İkimiz de
bu anı bozan kişi olmak istemiyorduk. Sonunda Deb geri çe­
kildi ama bana bakarken iki omzumu birden tutm ayı sürdürdü.
Gözleri tekrar benimkilerle buluştuğunda geniş gülümsemesini
ortaya çıkardı. “Eve bu kadar çabuk gelmeni beklemiyordum.
Biz... hepimiz seni gerçekten özledik, Ava.”
Sözleri, hiç tereddüt etmeden burayı evim olarak adlandır­
ması ve sadece Parker’n değil, hepsinin beni özlediğini söylemesi
beni şaşırtmıştı. Ama dürüst olmak gerekirse, Deb her zaman
beni istediklerini, burasının benim evim olduğunu söylüyordu.
Sadece ben daha önce tam olarak duyamıyordum.
“Sorun olmayacağını um uyorum ...” diye başladım söze.
Ne sorunu, bunun harika ötesi olduğunu biliyorsun.” Arka­
sına döndü. “Parker! Jacob! Ava eve döndü!”
M ARG IE FUSTON 517

İşte. Çok kolay olmuştu. Hep bu kadar kolay olduğunu, sa­


dece benim buna izin vermeye hazır olmadığımı fark etmek beni
üzüyordu. Ama bunu düzeltebilirdim. Hem de bunun birden
fazla yolu vardı.
Artık hazırdım.
Tekrar elini tutarken Rom ana baktım. Karşılığında küçük
bir gülümseme sundu bana.
Benim de ona gülümseme şansım olmadı. Parker bana o ka­
dar sert çarptı ki neredeyse merdivenlerden düşecektik.
Parker sırıtarak geriye yaslanırken, bir kolumu ona doladım.
Roman elim i bırakacak oldu ama ben bırakmadım. Hiçbir şey­
den vazgeçmek istemiyordum.
Parker geri çekilirken, “Seni çok özledim, Ava,” dedi.
Jacob’ın yanım ıza gelip tereddütle de olsa sarılmasına şaşır­
dım. Daha önce hiç sarılmamıştık ve bu tuhaf olduğu kadar
mükemmel de hissettirdi.
Jacob, Rom ana döndü. “Sen o bıçaklı adam değil misin?”
“Sanırım öyleyim,” dedi Roman.
Parker sırıtarak, “Kanıda,” dedi. Birbirine kenetlenmiş elleri­
mize bakıp kaşlarını oynattı. Başımı sallayıp iç çektim ama yü­
züme yayılan gülümsemeyi hissedebiliyordum ve bu diğer tüm
gülümsemeleri -yıllardır takındığım sahte ya da gerçek fark et­
meksizin hepsini- utandıracak bir gülümsemeydi çünkü karşım­
daki herkes içindi. Ailem için.
Roman gelişigüzel bir şekilde bileğinden bir bıçak çıkardı ve
onu bir bando şefi gibi tek elinde döndürdü. Bazı beceriler si­
hir değildir. Homurdandım, o da bana göz ucuyla baktı. Du­
dağı yarım bir gülümsemeyle seğirdi çünkü ne düşündüğümü
biliyordu.
Kardeşim için şovmenliğe tenezzül edeceğini bilmek güzeldi,
önce Parker’ın iri gözlerine, ardından Jacob’ın gözlerine
baktım.
518 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Kardeşler... Sondaki çoğul eki tuhaf ama doğru geldi. Alış­


mam gereken ama alıştığıma pişman olm ayacağım bir şey.
Deb kaşlarını kaldırıp bana baktı ve etkilenip etkilenmedi­
ğini ya da bunun ebeveyn endişesi gibi bir şey olup olmadığını
anlayamadım. “Pekâlâ,” dedi, “sanırım Şükran G ünü’nde hin­
diyi kimin keseceğini biliyoruz.”
Roman bıçağını kaldırdı. “Benim için bir zevktir.”
Deb gülmemek için kendini zor tutuyorm uş gibi baktı bana.
Omuz silktim.
Deb kapıdan geri çekildi. “Şanslıyız ki bu akşam pizza yiyo­
ruz ve pizza çoktan kesildi. Hadi içeri gelin.”
Bu sefer tereddüt etmedim. İçeri girip R o m an ı da arkamdan
çektim. Roman küçük holde rahatsız bir şekilde yanım da durur­
ken, Deb, “Geçen sefer adını anlayamamıştım,” dedi.
“Bu Roman,” dedim. Sonra elimle diğerlerini işaret ettim.
“Bu Deb, bu Parker ve bu Jacob. Ailem.” Bu sefer sözcüğü ağ­
zımdan çıkardım. Sözcük yok olup gitm edi çünkü herkesin ge­
nişleyen gülümsemesi bunu yakaladıklarını gösteriyordu ve böy-
lece yuvamda gibi hissettim.
Boğazım düğümlenmişti ama iyi anlamda; patlayacak kadar
sevgi dolu bir yerde olduğumdan.
Deb, “Mutfak bu tarafta,” dedi.
Oğlanlar çoktan pizzaya geri dönmüşlerdi ve muhtemelen
daha sonra oyun seansı için odalarına kaçıracakları kurabiye yı­
ğınını planlıyorlardı.
“Bir dakikalığına odama çıkacağım,” dedim. Bıçaklarımı bo­
şaltmak istiyordum. Şimdi yeni hobimi sergilemek için pek iyi
bir zaman gibi görünmüyordu.
Deb tereddüt etti. Bana odama erkek almakla ilgili tuhaf bir
ders verip vermeyeceğini merak ettim ki bu kesinlikle ebeveyn-
likle ilgili kaldıramayacağım bir şey olurdu ama o sadece başını
sallamakla ve gitmeme izin vermekle yetindi.
Gıcırdayan merdivenler beni yeniden karşıladı.
M a r g ie F u s t o n 519

Kapımı açınca donup kaldım.


Şifoniyer ve sehpalar gitmişti, çiçek tabloları da gitmişti.
Yatak örtüsü artık düz beyazdı, duvarlar da öyle. Her şey çıp­
lak kalmıştı. Başlangıçtan beri hiç bana ait gibi hissetmemiş­
tim burayı ama yine de canım acıdı. Neden bu kadar çabuk de­
ğiştirmişti ki? Eve geldiğimden beri tüm o gülümsemeleri sahte
miydi? Beni gerçekten bu kadar çabuk mu silmişti?
Deb arkamda boğazını temizlediğinde sıçradım ama arkama
dönmedim çünkü onun yüzümdeki ifadeyi görmesini istemi­
yordum.
Roman’ın her bir parmağımı destekleyen parmaklarına odak­
landım.
“Düşündüğün gibi değil. Eve döndüğünde odanı kendi is­
tediğin şekle getirme konusunda kendini rahat hissetmeni iste­
dim.”
Derin, titrek bir nefes alıp yeniden boşluğa baktım ve oda­
nın gerçekte ne olduğunu gördüm. Boş bir tuval. Bu noktadan
sonra bana alt olacak bir şey. Bazen duvarları boyamak, gitmek
değil, kalmak demektir.
Buranın senin yuvan olmasını istiyorum, Ava.”
Adım bu sefer bir soru değildi. Neredeyse bir komut gibi ge­
liyordu kulağa. İstesem de istemesem de burası benim evimdi.
“Burada kendini rahat hissetmen için elimden geleni yap­
mak istiyorum.”
Sonunda onunla yüz yüze gelmek üzere döndüğümde, “Ön
kapıyı boyamak istiyorum,” deyiverdim.
Deb şaşırmış görünüyordu ama tereddüt etmedi. “Elbette.
Hangi rengi düşünüyorsun?”
Sırf onu sınamak için siyah demek geldi aklıma ama onun
daha fazla sınamaya ihtiyacı olduğunu düşünmüyordum. Omuz
silktim. “Turkuaz olabilir.”
“Güzel olur.” Gülümsedi. “Yarın boya bakabiliriz. Şimdi aşa­
ğıdaki canavarlar pizzaları mideye indirmeden gidelim.”
520 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Akşamı hep birlikte Romanın hiç izlemediği ve buna herke­


sin çok şaşırdığı Hiç Bitmeyen ö y k ü y ü izleyerek geçirdik. Artax
öldüğünde hepimiz Romana baktık ve Roman sadece bir kez
gözlerini sildi ama bu, Parkerın sanki filmi izlerken kendi hiç
ağlamamış gibi onunla dalga geçmesi için yeterli olm uştu. Ama
filmin büyük kısmında Roman gülümsüyordu, gerçi film e değil,
bana gülümsüyordu. Film bittiğinde Deb ona kanepeyi hazırla­
masına gerek olup olmadığını sordu ama Roman istemedi. Ben
de onu kapıya kadar geçirdim.
Dışarıya çıktığında elimi tekrar onun eline koyarak onu bir
süre daha yanımda tuttum. “Nerede kalacaksın?”
Eğildi. Dudakları benimkilerin hemen üzerinde tereddütle
durdu. Yumuşak bir sesle, “Sabah döneceğim,” dedi ve sonra
parmaklarımız hâlâ birbirine dolanmış haldeyken beni öptü.
Kısa ve sert bir öpücüktü; bir süreliğine ayrılmanın sorun olma­
yacağını çünkü birlikte daha çok zamanlarımızın olacağını söy­
leyen türden bir öpücük. Bu yüzden o uzaklaşırken, onu bırak­
tım ve gidişini izlemedim.
içeriye, ailemin yanına döndüm.
T eşekkür

ayısız hikâye gelir aklıma ama bu, ciddiye aldığım ilk fikirdi.
S Ancak uzun süre üzerine kafa yoramamıştım. Bu fikrin kök
salmasının ardından bile uzun yıllar boyunca romanı yazmaya
başlamadım, dolayısıyla bunun kesinlikle sevdiğim kitaplardan
biri haline geldiğini görmek özellikle harika ve bunun için te­
şekkür etmem gereken pek çok kişi var.
Rebecca Podos, sen harika birisin ve tuhaf hikâye fikirlerim
konusunda beni cesaretlendireceğine daima güvenebileceğimi
biliyorum, özelliklede işin içinde vampirler varsa. Teşekkürler.
Sarah McCabe, sen olmasaydın bu kitaptaki en sevdiğim
sahneler var olmazdı. Bu çılgın hikayeye tam istediğim şekli ver­
memi sağladın. Teşekkür ederim.
McElderry Books ve Hodder & Stoughtondaki ekiplere: Bu
kitaba isteyebileceğim en iyi yuvayı sağladığınız için teşekkür
ederim.
Marcela Bolıvar ve Greg Stadnyk, kitabın kapağı tam da ha­
yallerimdeki kapak. Bu kapağı tasarladığınız için size teşekkür
ederim. Gözlerimi kapaktan alamıyorum.
Portia Hopkins, kitabın ilk taslağını okuduğun için teşekkür
ederim. Cesaretin, beni bunu başarabileceğime gerçekten inan­
dırdı.
Cameron Wilson, derslerimiz arasında bu kitap hakkında
milyonlarca kez konuştuğumu duyduğunu biliyorum ve el sa­
natları sohbetlerimiz bana hep ilham verdi. Teşekkür ederim.
522 ACIMASIZ İLLÜZYONLAR

Christy Cooper, beni aramanı istediğim zam anı her zaman


bildiğin için teşekkür ederim. Eşin M att’e de ilk okurlarımdan
biri olduğu olduğu ve “Margie kam gerçekten seviyor olmalı,”
derken bu bu kitabı gerçekten anladığını gösterdiği için teşek­
kür ederim. Bu hâlâ en sevdiğim geri bildirim .
Bailey Gillespie, yazma konusundaki tüm konuşm alarım ız ve
her seferinde ilham veren gezilerimiz için teşekkür ederim. Tek­
rar Santa Cruz’a dönüp seninle bu kitaba ilham veren mekânı
ziyaret etmek için sabırsızlanıyorum.
Jess Creaden, sen olmasaydın yayıncılıkta hayatta kalamaz­
dım. Tüm bilgeliğin ve desteğin için teşekkür ederim . Sana da­
ima güveneceğim.
Savanah Cortino, yüksek lisans sırasında paylaştığım ız tüm
kahkaha dolu ve eğlenceli vakitler için teşekkür ederim . H ayatı­
mın en güzel zamanlarındandı.
Stephanie Garber, ihtiyacım olduğunda bana rehberlik et­
meye daima istekli olduğun için teşekkür ederim. A yrıca m uh­
teşem tamum yazısı için de teşekkürler.
Angela Montoya ve Sana Muttalib, ikinizi de sonsuz dere­
cede seviyorum ve bir gün teşekkürlerinizi okumak için sabır­
sızlanıyorum.
Tüm Pitch Wars dostlarıma teşekkür ederim. Dawn Ius ve
Kimberly Gabriel, sizi sonsuza dek seveceğim.
Yazın eleştirisigrubuma: Birçoğunuzbu kitabın bazı kısım larını
okudunuzvebenien başından cesaretlendirdiniz.JeffWooten,Eliza
Langhans, Emily Thiede, Ryan Van Loan, Brook Kuhn, Emily
Taylor ve Brighton Rose’a teşekkür ederim. Taslağın ramamı
için ilk geri bildirimlerden birini veren Melody Steiner’a özel­
likle teşekkür ediyorum.
Beni bu kitabı yazmak için gereken her şeye sahip olduğuma
inandıran profesörlere teşekkür ederim.
M a r g ie F u s t o n 523

Eski öğrencilerime: öğretm eniniz olmaktan daha çok özle­


diğim başka hiçbir şey yok. Bana en sevdiğim anları yaşattığı­
nız için teşekkür ederim. Bu, birçoğunuzun, üzerinde çalıştı­
ğımı gördüğünüz kitaplardan biri. Ayrıca umuyorum ki sizler
de kendi projelerinizi sürdürüyorsunuzdur.
Sonuncu ama kesinlikle en önemli teşekkürüm, sonunda
yazmak istediğim i itiraf etmeden önce olmak istediğimi düşün­
düğüm tüm versiyonlarımı gözden geçirirken beni destekleyen
aileme. Sonsuz sevginiz için size teşekkür ederim. Lucas, Liam,
Gabriel: sizi her şeyden çok seviyorum.
YAZAR HARKINDA

M argie Fuston, Kaliforniya Ormanları’nda büyüdü ve daima


tek boynuzlu atların yer aldığı fantastik dünyaları da işte orada
yarattı. Üniversitede işletme ve edebiyat alanında lisans dere­
celeri ile yaratıcı yazarlık alanında yüksek lisans derecesi aldı.
Şimdilerde ormana geri döndü, tüm vaktini kedi sürüsüyle çe­
kişerek ve yeğenlerinin gölet canavarlarını, hayaletleri ve deniz
kızlarını avlamasına yardım ederek geçirmektedir.
https://www.instagram.com/artemismilenyum/

artemismilenyur

You might also like