Gice gündüz bitmez idi zâr-ı giryânım benim. Düştü aşk ödü bu cânâ yaktı kül etti beni, Kül olunca yanmaz oldu nâr-ı sûzanım benim. Hâr-u hâşâk-i enâniyet yanalı aşk ile, Arş-ü kürsîden geniş açıldı meydânım benim. Âr-u nâmus şîşesin yerlere çalıp kırmadan, Vech-i Hak-kı olmadı yer yüzde seyrânım benim. Râhat ile istedim vaslını kahretti bana, Derde düşüp ağlayınca güldü cânânım benim. Top ile çevkânı sundu bana canan lütfile, Bendedir ammma görünmez top ile çevkânım benim. Hayret ender hayrete şöyle düşürdü gönlümü, Şerh olunmaz bu dil ile şimdi hayrânım benim. Âlem ol vech-i amâdır hayret andandır bana, Bu vücûdum aybın örttü mihr-i rahşânım benim. İbtidâ azmeyleyince bu cihân iklimine, Bir libâsım yoğ idi kim örte uryânım benim. Hep birer kaftan verildi dostlarıma hem bana, Anların dahi durur eskidi kaftânım benim. Suya vardık anlar ile kapların doldurdular, Ben de vardım testimi mahvetti ummânım benim. Derler imiş halka-i zikre girip dönmez niçün, Ben dönerdim lîk gözden mahfî devrânım benim. Halk bir gez dönmeden ben nice devreyledim, Bilmediler devrimi yanımda yârânım benim. “Arş-ü kürsîden geniş açıldı meydânım benim.” Benliğim mahvolalı benim meydânım arş ve kürsîden geniştir,yani arştan daha genişim.Kudsi Hadiste Cenâb-ı Hak “ Mâ vesianî ardî velâ semâî velâkin vesianî kalb-i abdil mü’min “,yani “ Mertebeler ve isimlerim ile arza ve semâlara sığmam,ancak mü’min kulumun kalbine sığarım” buyurmuştur.Çünkü mü’min kulum (İnsân-ı Kâmil ) mertebe ve isimlerimi câmidir.Diğer yarattıklarım ise yalnız bir ismime câmîdir.Meselâ : Melekler yalnız kuvvet ismimin mazhârı,madenler aziz ismimim mazhârı, insan ise bütün isimlerimi câmidir. ( 1 ). İlk zamanlarda “Sofiyye “ tarıkatinde tevhîd makâmları yalnız bir isimle,yani “Lâ ilâhe illallâh “ kelimesiyle tarif ve telkin olunurdu. Sonradan İbrâhim Halvetî hazretleri buna altı isim daha ilâve ederek yediye çıkardı: “Lâ ilâhe illallâh,Allâh, Hû, Hak, Hayy, Kayyûm, Kahhâr “ dır. “Lâ ilâhe illallâh” ile tevhîd-i ef’âle işaret etti, yani “Lâ hâlika illallâh” Allâhtan başka yaratıcı yoktur.”demek istedi.” Allâh “ ismiyle ,Tevhîd-i sıfat’a işâret etti, Çünkü Allâh ismi bütün isimleri câmîdir.” Hû “ ismi gayb-ı mutlaka delâlet etmekle, anınla tevhîd-i zâta işâret etti.Cem makâmında halk bâtın,Hak zâhir olmakla “Hak” ismiyle makâm-ı Cem’e işâret etti.Hazretil cemde Hâk bâtın, halk zâhir olduğundan “Hayy” ismiyle telkin eylediki,şerîat makâmıdır.”Hüvel evvel-ü vel âhir-ü vez-zâhir-ü vel bâtın” âyeti kerîmesi mucibince evvel,âhir,Zâhir,bâtın her şeyin vücûdu Hak-kın vücûdu olduğundan ve Hak-kın vücûduyle kıyâmı olduğundan “Kayyum” ismi ile “Cem-ül Cem “makâmına işâret etti.”Kahhar” ismiyle “Ahadiyyet” mertebesine işâret etti . “ Derde düşüp ağlayınca cânânım benim “ Allâhın gülmesi te’vilsiz (yani başka bir manâ ile tefsir etmeden) olur.Çünkü Cenâb-ı Hak bazı zaman mahluk sıfatıyla sıfatlanır ve “Gadab-allâh-i aleyhim” de olduğu gibi.Öfkelenme,sevinme gibi sıfatlar birer mahluk sıfatı değilmidir? “Bendedir amma görünmez top ile çevkânım benim” Top ile çevkân bendedir demek, tevhid ilminde reisim demektir. -------------------
( 1 ) Malumdurki insan, hem kuvvet, hem aziz, hem de
sâir bütün Allâhın güzel isimlerine mazhar kılınmış olması sebebiyle kendisine meleklerin cümlesinin secde etmesi emrolunmuştur. Allâhın Zebûrda Bin, Tevratta Bin, İncilde Bin, kezâ Kur’ân-ı Kerimde Bin ismi vardır. (Bilginer) “Hayret ender hayrete şöyle düşürdü gönlüm Âşık sevgilisini kavrayamadığından dolayı hayrete düşer, çünkü onun tecellîleri sonsuzdur. Bu hayret ise hayret-i ilmiyye ve hayret-i şuhûdiyyedir (ilmi hayretler, gördüklerinde hayrete duçâr oluşu). Bunun çoğalması için Hazreti Resûl (S.A.V.) efendimiz duâsında : Allâhümme zidnî fîke tahayyüren”, “Allâhım hayretimi ziyâdeleştir” buyurdu. “Bir libâsım yoğ idi kim örte üryânım benim, Hep birer kaftan verildi dostlarıma hem bana”. Bu cihâna geldiğim vakit önce tevhîd elbisesinden yoksun idim. Dostlarım ile bana kaftan, yani tevhîd makâmı verildi, anlar hala o makamdadırlar, zirâ çalışmadılar. Ben ise derd edip o makâmı geçtim, suya hep birlikte vardık, anlar oraya vardıklarında az bir şey aldılar, ben ummân denizinde kendimi mahv edip yok oldum. “Derler imiş halka-i zikre girip dönmez niçin, Halk bir gez dönmeden ben nice kez devreyledim”. Tarikat ehli arasında devdân ve çalgı vardır. Meselâ, Kâdirîler kudüm, Mevlevîler ney, Rufâîler def çalarlar. Bu harammıdır, helâlmidir ? Ehl-i tarik uluları derki, bizim aramızda mahcup olmadığından ve o da zuhûrat-ı İlâhiyye ile şuhûd olunur, haram değildir, hicap ehline göre haramdır. Devrândan murat bütün mezâhirde birer birer Hak-kı şuhûd etmektir. Anın için Mısrî efendi: “Benim devrim, devrânım gizlidir. Halk bir gez dönmeden, ben nice defalar dönerim, fekat dostlarım devrânımın ne olduğunu anlamadılar”. Yâr ile ahdeyledim gâh dağılıp gâh cem olam, Tâ ezel budur anınla ahd-ü peymânım benim. Anınçün gâhı cem’im geh perîşân tâ ebed, Döndü kaldı üstüme cem’ü perîşânım benim. Döndürür dâim Muîd ismi takâzâsı beni, Nokta-i zâtım değil sûrette cevlânım benim. Devre-i arşiyyeden herkim haberdar olduysa, Ol duyar ancak Niyâzî ilm-ü irfânım benim. “Gâh dağılıp, gâh cem olam” demek, Hak ile ahdim vardır. Gâh cemde, ve gâh farkta olam minel ezel ilel ebed (ezelden sonsuzluğa kadar).Mu’îd ismi Hak-kın güzel isimlerinden biridir, yani avdet ettirici, geri döndürücü demektir. “Devre-i arşiyyeden her kim haberdar olduysa” Devre-i arşiyye nedir ? En önce Hak-kın ilim hazinesinden Nûr-i Muhammedî, Rûh-i Muhammedî yaratıldı, insan sûretinde yaratıldı. Bütün malûmat mâ-kân vemâ yekûn (Bütün bilgiler olmuş olacak her ne varsa) dünyâ ve âhirette Nûr-i Muhammedîde mevcûddur. Nûr-i Muhammedîden nefs-i kül, ve andan tabiat ve andan heyûlâ ve andan cism-i kül ve andan şekil ve andan da arş yaradıldı. Şu halde Nûr-i Muhammedî yukarıda adları yazılan beş vâsıta ile arşa ruhtur, yani nefs-i kül, tabiat, heyûlâ, cism-i kül, şekil vâsıtasıyla arşın ruhu Nûr-i Muhammedîdir. Anın için dünyâ ve âhirette olmuş olacak her ne var ise hepsi arşda mevcûddur ve arşın devrânından hasıl olur.Çünkü hepsi arşın devrânının vücûda gelmesi içindir. Diğer feleklerin devirleri hep arşın devrine tâbidir. Anın için âyet-i kerîmede : “Er- Rahmân-i alel arş-is-tivâ” buyuruldu, yani “Rahmân isminin mazharı arşa müstevî oldu”. Çünkü bütün âlemler arştan tasarruf olunur. --------------------- Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün Adetim budur ezelden kevnde bir ş’en olurum, Dirilip geh cem olup gâhi perîşân olurum. Bu cihânın halkına bir bir yolum uğrar benim, Cem edip bunca kumaşı bir bezistân olurum. Geh sehâb-ü geh matar gâhi doluyum gâhi kar, Geh nebat-ü gâhi hayvân gâhi insân olurum . Geh Nasârâ geh Yahûdî gâhi Tersân geh Mecûs, Gâhi Şia gâh olur Sünnî Müslümân olurum. Gâhi âbid gâhi zâhid gâhi fiska düşerim, Gâhi ârif gâhi ma’ruf gâhi irfân olurum. Gâh olur bakır, kalay ve gâh olur altun gümüş, Gâh olur âlemde her ma’denlere kân olurum. Gâh olur, benden hakîr hiç kimse olmaz dünyada, Gâhi Kâftan Kâf’a hükmeden Süleymân olurum. N’âl tırnak arasından yerim geh dar olur, Gâhı Arş’u Kürsî’den yek âlî meydân olurum. Gâh olur bu harmân-ı âlemde ben bir dâneyim, Geh kamûyu câmî lmuş ulu harmân olurum. Gâh olur mevcûd mâ’dum geh vücûdiyle adem, Geh tecelliyle iyân ve gâhı pinhân olurum. Gâhi dünyâ gâhi ukbâ gâhi mahşer geh sırât, Gâhi berzeh gâhi cennet gâhi nirân olurum. Gâhi mâlik gâhi âteş gâhi zakkum geh cahîym, Gâhi hûrî gâhi gılmân gâhi rıdvân olurum. Gâhi zerre geh güneş gâhi kamer gâhi nucûm, Gâhi arz-u geh semâ geh Arş-ı Rahmân olurum. Bunca sûretler libâsın gâh bir bir giyerim, Geh soyunup cümlesinden şöyle üryân olurum. Şimdi kesrette olan Âdem Niyâzî söylenür, Âlem-i vahdet içinde sırr-ı Yezdân olurum. Bu bahrı Hak lisânıyla Niyâzi Mısrî hazretleri söylemiş veya Niyâzî lisânıyla Hak söylemiş.Bu hususu Hoca efendimiz hazretleri zannedersem iki çeşit söylemişler. Fakat umumiyetle bu şiirin beyitlerini zâhir üzere takrir etmişlerdir. ( H.M.efendi). Geh sehâb-ü geh matar gâhi doluyum gâhı kar, Geh nebât-ü gâhi hayvân gâhi insân olurum. Yukadıdaki beyitte geçen nebat sözünde hazreti Âdemin zürriyeti zahrından çıkarılıp dört saf oldular. “Elest-ü bi-Rabbiküm” nidası yapıldıktan ve karşılık olarak “Belî” cevâbı verildikten sonra tekrar zürriyeti âdemin zahrına geri dönmeyip madenlere, bitkilere ve hayvanlara dağıldı. Sonra benî âdem zamanla madenlerle beslenen bitkileri ve hayvanları o madde-i âdemiyye ye rast geldiği vakit insanın vücûdunda meni olur, rahme düşer ve bu sûretle çocuk hâsıl olur. Şâyet o maddenin madenlerde veyahut bitkilerde gecikmesi olursa, yine meyli oraya olur. Buna ait ayrı kitap vardır. Bu bir tenâsuhî devir değil, belki bu bir şer’î devirdir. Vezin:Müstef’ilün,müstef’ilün,müstef’ilün müstef’ilün Ey kudret ıssı, padişâh lûtfeyle açıver yolum, Bağlandı her yânım şehâ lûtfeyle açıver yolum. “Şol ism-i zâtın hakkıçün cümle sıfâtın hakkıçün”, İzz-ü şânın hakkıçün lûtfeyle açıver yolum. Ol ism-i azâm hakkıçün ol nûr-i ekrem hakkıçün, Ol Fahr-i âlem hakkıçün lûtfeyle açıver yolum. “İsm-i âzam” yalnız başına Allâh kelimesi değildir, esas olan Allâh kelimesinin müsemmâsı olan Zât-ı İlâhiyyedir. İşte bunu hakikaten bilenin her muradı hâsıl olur, zirâ Allâh, Allâh zikir demek değildir. Hoca efendimiz bu şiiri yalnız yukarıdaki beyit üzerinde durmuşlar, diğerleri zâhir üzere takrir edilmiştir. (Hacı Maksud efendi). Lütfunla ihsân eyledin vaslınla handân eyledin, Hicrinle hayrân eyledin lûtfeyle açıver yolum. Saldın şikâre çün beni Âdem olup bulam seni, Bağladı dünyâ-yi denî lûtfeyle açıver yolum. Şaşırttı bizi nefs-i bed eyledi hep yolları sed, Ey lûtfu çok senden meded lûtfeyle açıver yolum. Bu can yine vuslat dilersen şâh ile vahdet diler, Varmağâ dil nusret diler lûtfeyle açıver yolum. Her kanda kâmil görürüz bakıp ana yerinürüz, Dönüp sana yalvarırız lûtfeyle açıver yolum. Kulda nola yâ Rabbenâ kim sana doğru yol bula, Sensin kamû derde devâ lûtfeyle açıver yolum. Zikrin enîs et bu dile erişe tâ dilden dile, Yol göstere ilden ile lûtfeyle açıver yolum. Nitsun Niyâzî derdimend etmiş anâsır kayd-ü bend, Bilmem İlâhî gayr-i fend lûtfeyle açıver yolum. _____________ Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün Doğdu ol sadr-ı Risâlet bastı ferş üzre kadem, Saldı ol nûr-i Nübüvvet pertevin fevkal – ümem. Çalınıp tabl-ı beşâret geldi şâh-ı Enbiyâ, Gulgule doldu cihâna kondu ol sâhib âlem. Sadır, göğüs demektir. Emânet edilen sırlar insanın göğsündedir. Eskiden hükümet başkanına “Sadr-ı âzam” derlerdi, sebebi devletin bütün sırlara vâkıf olduğundan dolayı bu isim ona verilmiştir. İşte Fahr-il-Enbiyâ-ya da “Sadr-i Risâlet” denildiği, bütün Enbîyânın sırları anda bulunmasından dolayıdır, yani diğer Peygamberler onun vekilleridir. Esas Enbiyânın sultânı, başı odur. “Bastı ferş üzre kadem” deki beyitte geçen ferş bir nûr demektir. “Gulgule doldu cihâna kondu ol sâhip alem” Beyitte geçen “alem “ sancak, yani bayrak manâsınadır. Bu sebeble Hazreti Resûle “Sâhib-i alem “, “Sancak sâhibi”,denildi.Zirâ diğer Nebîlerin zamanında alem yoktu.İlk önce Hazreti Resûlüllâh (S.A.V) efendimiz sancak çekti (Livâ-ül-hamd). Sancağında bir sırrı vardır,muharebelerde harbeden askerlerin onu görerek çevresinde toplanıp birleşmelerini temin içindir.Alemde İlâhi tecellîlerden bir tecellîdir. “Nûr-i vechinden alındı encüm-ü şems-ü kamer, Bahr-ı ilminden bilindi hikmet-i levh-u kalem.” Yıldızların,güneşin,ayın hakikatları Nûr-i Muhammedîdir.”Kasîde-i Bür” de Hazreti Resûle “Kamer” denilmiştir.Kâsîdeyi şerh eden burada benzetme var diye kelkamer olarak yazmış.Bunu bize birisi sordu.Bizde cevaben : “Hayır burada teşbih (benzetme) yoktur kamerin hakikati Nûr-i Muhammedîdir,bunda teşbih kendisidir.düşün dedik”.Sonra gitti ve iki üç gün düşünüp tekrar geldi,ve sözlerimizi tasdik etti.Levh,Levh-i mahfuzdur.yani nefs-i küldür.Kalem ise,kalem-i âlâdır,yani Nûr-î Muhammedîdir.Evvelce “Evvele mâ halak-allâh-i nûrî,evvele mâ halak-allâh-i rûhî ,evvele mâ halak-allâh-il-kalem “,hadislerinde bunu açıklamıştık.Velhâsıl Kalem-i alâda ve Nûr-i Muhammedîde dünyâ ve âhiret her ne olmuş ve olacak var ise hepsi mevcûddur.Nûr-i Muhammedîde olan Levh-i mahfuzda, yani Nefs-i külde tafsîlatıyla vardır. Nûr-i Muhammedîde olan icmâl nefs-i külde,kezâ tafsîlen olmuştur.İşte Fahr-i Risâletin sonsuz olan ilm deryâsından levh ve kalemin hikmeti böylece bilindi. “Merhabâ yâ Mustafâ ey nûr-i ayn-ı asfiyâ, Merhabâ ey Sâhib-ül-mi’râc-ı fid-dacil zulem” Gelmeseydin âleme sen halk olunmazdı cihân, Dostluğuna yaratıldı ey Nebiyy-i muhterem. Biz günahkâr ümmete sen Şâhı irsâl eyledi, Hamdü-lillâh sana ümmet eylemiş ol Zikerem. Yâ Resûlallâh şefâat kıl Niyâzî bendene, Şol zaman kim baş açık yâlın ayak kan ağlıyam. “Asfiyâ” hakikat ehlinin büyüklerine derler. “Sâhib-ül-mirâç” yani Mîrâc sâhibi demektir. Hazreti Resûlün otuzbeş mîrâcı vardır. Bunlardan otuzdördü rûhânîdir, uykuda iken onun güzel rûhu yükselerek arşı, kürsî’yi seyrederdi, biri de cismânîdir. Bu cismânî olan Mîrâc Receb-i şerif ayının yirmiyedinci gecesi bir kış vakti amcasının kızı Ümmehânı evinde misâfir iken Cibril-i Emin gelip dâvet etti ve Bürâk getirdi. Oradan ona binerek “Beyt-il Mukaddes” e geldi. Kendisini cümle Nebîler karşıladı ve onlara imâm olup iki rekat namaz kıldırdı. Burada Nebîlerin rûhları karşıladı denildiği doğru değildir, belki Nebîler cesedleriyle idi, çünkü Nebîlerin cesedleri çürümez. Oradan “Sidre-i müntehâ”, ya kadar meleklerle gitti, orada cibril kaldı. Oradan itibaren “Dürr-i ahzara” bindi, sonra Arş’a kadar “Refref” ile gitti. O gece Hazreti Resûlün bindikleri şeyler bunlardır. Cenâb-ı Hak kudsî hadiste buyurmuştur: “Levlâke lemâ halaktül âlem”, yani “Yâ, Muhammed sen olmasaydın âlemi yaratmazdım”. Niyâzî hazretleri de bunun için “Gelmeseydin âleme sen halk olunmazdı cihân” demişlerdir. ___________ Vezin:Mefâîlün,mefâîlün,mefâîlün,mefâîlün, mefâîlün Ayağı tozunu sürme çekelden gözüme cânım Görünür oldu her gâhı gözüme veç-hi cânânım. Niçün sevmeye cân anı ki anda buldu cânânı, Yıkıldı kal’a-i fikrim yapıldı dinim îmânım. Çü bildim vech-i cânânı kamûda sezdim Allâhı, Fenâyım Hak-ta Vallâhi ne bilim kaldı ne dânım. Ki bildim cümle Hak imiş arada gayri yok imiş, Bi-külli anda gark imiş ne ben vârım ne irfânım. Buluştu bir ten-ü bir cân bu mülkü ettiler seyrân, Niyâzî, den görünen ol ben ancak ad ile sânım. İkinci beytte geçen “Yıkıldı kal’a-i fikrim”, yani aklî olan ilimlerim (aklım ile bildiğim bilgilerim) mahvoldu. Zirâ ülemâ-i rusûm (eskiden medreselerde tahsillerini yapanlar) denilen kimselerin okudukları veya okuttukları ilim efkârdır, yani düşünce mahsülü olan bilgilerdir. Meselâ, mantık ve buna benzer diğer ilimleri de hep düşünce üzerine oturtulmuştur. Din ve îmân ise düşünce ile bulunmaz. Akıl ve düşünce dünyâya âit olan şeylerden bile âçizdir. Her şeyin anası “Tevhîd ilmi”dir. Muvahhid olmayanın aklı da, düşüncesi de kısa ve sınırlıdır. Zâhir ülemâsının medreselerde okudukları “Kazimir” in sonlarında şöyle denir: Hak-kın vücûdu hakkında üç mezhep (yol, tutum) vardır: 1 --- Vücûd müteaddid (çok, birden ziyâde, sayılabilir), mevcûd da-müteaddid. Bu cühelâ mezhebidir (Bilgisizlerin yolu, tutumudur). Böylece her şeyin müstakil vücûdları vardır demiş olurlar.
(Çok, sayılabilir). Bu hükemâ mezhebidir, (hakîmler, âlimler, her şeyi bildiğini sananların tutumudur), Anın için onlar âlem tek bir vücûddur derler, fenâ bulmaz, bu sûretle âlemin bekâsına hüküm verirler (âlem yok olmaz demekle âlemin kalıcılığına inanmış olurlar). 3 --- Vücûd vâhid, mevcûd vâhiddir derler. Bu üç mezhep de bâtıldır (hak ve gerçeğe aykırıdır). Tahkik ehli mezhebi ise, vücûd Hak-kın vücûdudur, gayri için vücûd (başka herhangi bir şey için) vücûd yoktur. Bunun için onlar “Lâmevcûde illâ Hû” (Allâhtan başka vücûd yoktur, vücûd ancak O’nun vücûdudur) derler. Bu görülen kesret (çokluk, kalabalık) şuûnât ve ahvâl-i İlâhiyyedir (Tanrısal hallerdir). _____________ Vezin: Fâ’lün feûlün fa’lün feûlün Aşkın meyine ben kana geldim, Şevkin ödüne hoş yana geldim. Şem’i tevhîdi gördüm yakılmış, Gitti kararım pervâne geldim. “Halka-i zikri kurmuş âşıklar, Ben de sahnında cevlâne geldim.” Hazreti Resûl : “Mescitler salât ve ve zikir için binâ olunur” buyurmuştur.Hatta Medine-i Münevverede inşâ olunan “Mescid-i Nebnevî” de sahâbeler halka olup zikretmişlerdi. Bu halka-i zikri melekler de çep çevre sarıp anlarla birlikte zikrederlerdi. “Mecnûnum bu gün Leylâ derdinden, Neylerim aklı dîvâne geldim” Tevhid ehli, akl-i maâş ve akl-i maâdı istemez, çünkü akl-i maâşın dünyâya ait olan işlere, akl-ı maâdın da âhirete ait olan işler akılları erer. Halbuki tevhîd ehli dünyâ ve âhiret istemez, o akl-i kâmil eshâbıdır. Bu sebebdendir ki anlara “Ukalâ-i meczûbîn” derler. Derdi cânânın açtı yâreler, Bağrım üstünde dermâne geldim. Ümmî Sinânın hâk-i pâyine, Sürmeğe yüzüm sultâna geldim. Yâremi bildim Yârimden imiş, Bunda Niyâzî Lukmâna geldim. ___________ Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün Ol menem kim vâkıf-ı esrâr-ı ilm-i Âdemim, Kâşif-i genc-i hakikat hem hayât-ı âlemim. Bende menfî oldu gaybül-gaybın esrârı hemîn, Bendedir sır-ı emânet ana kenz-i mübhemin. Ben cemâl-i Hak-kı cümle şeyde zâhir görmüşem, Bu merâyâya anınçün baktığımca hurremim. Her sözüm miftâh-ı kufl-i künt-ü kenz olmuş dürür, Hem dem-i İsâ ile herbir nefiste mahremim. Yukarıdaki beyitte geçen “Her sözün mifâh-ı kufl-i künt-ü kenz” sözleri Resûl-i Ekremin : “Künt-ü kenz-en mahfiyyen fe ahbebtü en u’raf-e fe-halakt-ül halk-a li u’ref” hadisinde bildirilen hazinelerin kilidinin (kufli) birer anahtarı olduklarını bildirmektedir. Hadisin anlamı : “Ben ilm-i zâtiyede mâlûmatla mütecllî idim, istedim ki bilineyim, halkı halk ettim. Halk mahzâ Hak-kı bilmek ve vech-i Âhadiyyeti seyretmek için bu âleme geldi”. Cümle mevcûdâtı verdim ben vücûd-ü vâhide, Zât-ü esmâ ve sıfâtın ile hâlâ yek demim. Yerde gökte her ne kim var bağludur bâşı bana, Âşikâre vü nihâne ben tılsım-ı â’zâmım. Ben o Mısrî’yem vücûdum Mısrına şâh olmuşum, Hâdisim gerçi Velî ma’nâda sırr-ı akdemim. _____________ Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün Ol cihânın fahrının sırrına kurbân olayım, Hutbe-i levlâke inen şânına kurbân olayım, Kâb-ı kavseyni ev ednâ’sına kurbân olayım, Ben anın ilmiyle irfânına kurbân olayım, Ben anın esrâr-ı mi’râcına kurbân olayım. Burada “sümme denâ” dan maksat “Seyr-i İlallâh “, “Fetedellâ” dan murad edilen “Seyr-i an-illâh, “Fe kân-e kaab-e kavseyn” den de “Cem-ül cem” ve “Ev ednâ” dan da “Ahadiyyet” makâmları anlaşılır.Bunu (Meslek-i celîl-i Muhammedîye mensub olan bütün) ihvân bilir. Hazreti İsânın asâleten makâmı “cem” makâmı idi ki, “Hakîkat” makâmıdır. Hazreti Mûsanın asâleten makâmı “Hazretil cem” makâmı idi. Hazreti Dâvûdün makâmı ise tevhîdin “Cem-ül cem” makâmı idi.Velhâsıl enbiyânın asâleten her birerlerinin özel makâmları vardır. Ancak uyumları derecesinde “Makâm-ı Muhammedî” ye yani “Âhadiyyet” makâmına ulaşırlar. Bu yüce makâma yalnız Enbiyâ ve Resûl değil, belki “Verese” (Vâris-i Ulum-i Nebî olanlar, İnsân-ı Kâmiller) dahi vâsıl olurlar. “Ben anın esrâr-ı mi’râcına kurbân olayım” Mi’râcın sırları nedir ? Hazreti Resûl arş-ı alâya vardığı vakit “Ettehıyyât-ü lillâh-i ves-selavât ü vet-tayyibât-ü” dedi. Yani “düâ Allâh içindir, namazlar Allâ içindir tayyibât, yani güzel olan nesneler Allâh içindir. Cenâb-ı Hak tahiyyâta karşı şöyle buyurdu : “Esselâm-ü aleyke eyyühen-Nebiyyü,” salevâta, yani namâzlara karşı ve rahmetullâh-i”, tayyibâta, yani güzel nesnelere karşı “ ve berekâtuhû”. Sonra Hazreti Resûl yine “Esselâm-ü aleynâ ve alâ ibâdillâhis-sâlihîyn” dedi. En sonunda bütün melekler hep birden “Eşhedü en lâ İlâhe İllallâh ve eşhedü enne Muhammeden Abdühû ve Resûlüh-ü” dediler. Anın için öğle namazı kılındığı vakit her namâzın birinci ve ikinci oturuşlarında “Ettehiyyât”ın okunması emrolundu. “Ol Ebûbekr-u Ömer Osman Ali dört yâridir, Ol Risâlet bağının anlar gül-i gülzârıdır, Cümle Eshâb hidâyet râhının envârıdır, Ben anın Âline Ashâbına kurbân olayım, Ben anın Ashâb-ü ahbâbına kurbân olayım.” Ol Hasan hazretlerine zehr içirdi eşkiyâ, Hem Hüseyn oldu susuzluktan şehîd-i Kerbelâ, İkisidir asl-ü nesl-i Âl-i Mustafâ, Ben anın Âline evlâdına kurbân olayım, Ben anın evlad-ü ensâbına kurbân olayıum, Cümle ümmetten hayırlıdır o şâhın ümmeti, Ümmetine cümleden artık eder Hak rahmeti, Enbiyâ anınla buldu bunca lûtf-u izzeti, Ben anın lûtfuna ihsânına kurbân olayım, Ben anın envâ-i eltâfına kurbân olayım, Her ne denlü Enbiyâ vü Mürselîn kim geldiler, Ümmeti olmaklığı Hak-tan temennî kıldılar, Evliyâ ana Niyâzî kul-u kurbân oldular, Ben anın ayağının tozuna kurbân olayım, Yoluna gidenlerin izine kurbân olayım. Eshâb-ı kirâm hakkında : “Eshâbî ken-nucûm bi-eyyihim ikdeteytüm ihtedeytüm” hadis-i şerifi vârid olmuştur. Yani “Eshâbım yıldızlar gibidir, anların hangisine rast gelirseniz iktidâ edin, yani uyun, onlar sizlere hidâyet eder”. İmam-ı Alî (R.A.) hın vefâtından sonra İmâm-ı Hasan (R.A.) büyük olmakla İmâm-ı Hüseyin (R.A.) anınla istişâre ederdi. Babalarının vefatıyla şimdi “Hilâfet-i Resûl” sona erdi. Çünkü Hazreti Resûl: “Benim hilâfetim benden sonra otuz yıldır” buyurmuştur. İşte bu süre tamam oldu, her ne kadar hilâfet-i bâtiniyyemiz var ise de, hilâfet-i zâhiriyyemiz bundan sonra yoktur, haydi Medineye gidelim dediler ve Hilâfeti terk ederek Kûfe’den kalkıp Medineye geldiler. Orada iken Emevî halifesi ilân edilen Muâviyenin oğlu Yezid kendi korkusundan hazreti Hasan efendimizin zevcesine gizlice şu haberi gönderdi: “Evvelce sen bir halife zevcesi idin, şimdi ise Hilâfet bendedir. Eğer İmâm-ı Hasanı şehid edersen seni zevceliğe alırım ve yine Halife zevcesi olursun”. Kendisini hırsa kaptıran zevcesi elması döğdü, toz haline getirdi, şerbetin içine döküp İmâm-ı Hasan efendimize içirdi ve onu şehîd etti. Hazreti Hasan (R.A.) mütessiren vefat etti, çünkü elmas zehirdir. Geriye “Evlâd-ı Resûl” den İmâm-ı Hüseyin (R.A.) efendimiz kaldı. Sonra kûfe halkı kendisine mektup yazdılar: “Buraya gel, biz sana bîat ederiz ve seni Halife yaparız” dediler. Hazreti İmâm-ı Hüseyin (R.A.) bu yapılan dâvete uymak üzere Medineden hareket etmişti ki, bunu haber alan Yezid üzerine asker gönderdi ve Kerbelâ da karşıladı ve susuzlukla onu şehîd etti. Bu sırada bir rivâyete göre Muâviye sağ veya diğer rivâyete göre vefat etmişti. Bunlardan doğru olanı vefat etmiş idi. _________ Vezin : Mefâîlün mefâîlün feûlün Hüdânın sun-una âyîne âlem, Düşüptür sâiin mir’âtı Âdem. Hüdânın sanatına âyîne âlemdir, zirâ âlem Hak-kın vücûduna alâmet olduğundan dolayı âlem denildi. Sâniin (Yaradan yüce Allâh) de mir’âti, yani aynası Âdemdir. Fekat herbir Âdem değil, nefsini tanıyan kimse ancak Âdemdir. Âdem, “Men aref-e nefsehû fekad aref-e Rabbehû” hadisi şerîfine mazhar olandır. Odur Âdem ki nefsin tanımıştır, Oluptur Hızr-ü İlyâs ile hemdem. Ne görürse iyü kem zîr-ü bâlâ, Görür öz nefsini her baktığı dem. Eğer râî eğer mer’î ve mir’ât, Kamunun aslıdır Âdemdeki dem. Nefestir bahr-ı zât ancak hurûfu, Anın emvâcı bil ol şad-ü hurrem. Gör imdi bahr-ı kândan bunca emvâc, Olur zâhir gider yine kalûrem. Kur’ânı Kerîmde: “Ve men yergabü an millet-i İbrahîm-e illâ men sefihe nefsehû”, yani “Ehli tevhîd olan İbrahim milletinden kimse i’râz (yüz çevirme) etmez, yalnız nefsini tanımayanlar tevhîdden kaçar”. Tevhîdden yüz çevirmeyen, kaçmayan kimse nefsini işte ârif olandır ve Âdem de odur. Bu nefsini ârif olan Âdem Hızır ve İlyâsla birdir. Velâyet makamından aralarında hiçbir fark yoktur. İlyâs, İdris (A.S.) dır, lakabı İlyâstır. Bir süre semâya kaldırıldı, sonra Balebek’e Resûl gönderildi. Halen hayattadır, nasıl Hızır (A.S.) deryâlarda koruyucu ise, o da karalarda koruyucudur. “Ne görürse eyü kim zîr-ü bâlâ, Görür öz nefsini her baktığı dem.” Âdem olan her nereye baksa özünü görür, yani Hak-kın Rubûbiyyetini müşâhede eder. “Nefestir bahr-ı zât ancak hurûfu, Gör imdi bahr-i kândan bunca emvâc.” Âdem’in balçığına lüzumlu toprak “Beyt-i Şerif” in bulunduğu yerden alındı ve Mekke ile Tâif arasında bulunan “Nu’mân” vâdîsinde sûreti Hak-kın emriyle binlerce yıl yağmur ve güneş altında bırakıldı. Sonra isti’datı tamamlanınca balçık halindeki sûrete ruh nefholundu, hayat buldu. Melekler kendisine secde ile emrolundu, hepsi secde etti, yalnız Canın oğlu İblis ile ona uyanlar secde etmedi. İşte o zaman İblis de hazreti Nuh (A.S.) mın oğlu gibi kâfir oldu. Beylece Âdem’e nefholunan İlâhî nefes herbir şeyin aslıdır.Nefes Bahr-ı zattır. Anın harfleri o bahrın (İlâhî deryâ, İlâhî deniz) dalgalarıdır. Bu âlem de bahirdir hem mevâlid, Anın emvâcıdır şek ile demem. Hezârân mevci bir anda yoğ edip, Eder emsâlini tecdid demâdem. Aceb misli demek gayri demekmi, Yahut ayni mi, yâ cem’imi desem. Bilen ayn-ü bilmeyen gayr demek, Budur şâfî cevap Vallâh-ü â’lem. Özü evvelkidir sûretle dürür gayr, Ki yani can odur terkib o demem. Ki zirâ can bir oldu çok sûret, Budur kavl-i muhakkik hem müsellem. Disen niçün bilinmez hâl-i ûlâ, Çün oldur sonra niçin der ki bilmem. Tegayyürden bilinmezlik zuhûru, Birlikten dürür dedeği bilsem. “Bu âlem de bahirdir hem mevâlid, Anın emvâcıdır şekkiyle demem.” Bu âlem de bahadır, yani Tanrısal bir denizdir. Mevâlid-i selâse: Üç ana madde, yani madenler, bitkiler ve hayvanlar da bu Tanrısal denizin dalgalarıdır. Bunlardan madenler denince; altın, gümüş ve mücevherat gibi şeyler ve toprak vesâiredir.Nebat, yani bitkiler otlar, ağaçlar ki, bunlara tüm çiçekler de dahildir hareket etmez irâdesiz birer cisimlerdir.Bunlar büyür ve gelişirler, lâkin Hak-kın emriyle olur. Hayvanlar, işte konuşan olsun, konuşmayan olsun buna dahildir, insân konuşan kısma dahil bir hayvandır. “Hezârân mevc-i bir anda yoğ edip, Eder emsâlîni tecdid demâdem.” Velhâsıl âlem denizinin dalgaları olan bu mevâlid-i selâseden madenler bitkiler ve hayvanlardan her an nice bini gider, yani yok olur, nice bini iycâd olunarak gelir. “Acep misli demek gayri demekmi,” Acaba bu yeniden iycâd olunan,yok olanın mislimidir, başkasımıdır, aynimidir, yoksa hepsinin toplamımıdır? “Özü evvelkidir sûret dürür gayr, Ki yani can odur terkip o demem,” Bilindiği Hak-kın vücûdu aynidir, bilinen, yani şahıs gayridir, yani başkadır. Çünkü özü Hak- kın vücûdudur, yanı can odur, derim. Lâkin tertip olunan sûret odur diyemem. Kitaplarda yazıldığı gibi Mansûrun: “Enel Hak” demesi, şâyet ruhu cihetiyle “Enel Hak” denilse doğrudur, eğer şahıs cihetiyle denilse küfürdür, çünkü şahıs mukayyeddir. Hak ise kayıddan münezzehtir, çünkü can birdir, lâkin sûret yani şahıslar çoktur. Şimdi burada anlaşılan budur ki, bu âlemde gerek insan, gerek bitki ve gerekse hayvandan nice bini yok olur, nice bini bir anda vücûda gelir, bu her an devam eder gider. Şimdi gelen gidenin can cihetiyle aynidir, çünkü Hak-kın vücûdundan başka mevcûd varmı, yoktur. Mevcûd olan Haktır. Lâkin şahıslanma cihetiyle gayrıdır, yani başkadır. Çünkü Ahmedin şahsı başka, Mehmedin şahsı başkadır, ama canları başkamıdır, değildir. Niceyse neş’e-i ulâda gönlü O zevki arzular Sânî de bîkem Teleb evvelki zevkî hükm-i candır, Cehl terkibinin hükmü ol epsem. Kamû bir noktadır ilm ancak ey dost, Çoğaldıkça dolar kalbe hem-u gam. Niyâzî taht-ı bâ-da nokta oldu, Ali’nin sırrına olalı mâhrem. “Niceyse neşe-i ûlâda gönlü, Zevki arzular sâni de bikem” İnsanın iki neşesi vardır: Birinci neşesi ruhlar yaratıldığı zaman, ikinci neşesi de cesedlerin yaratıldığı zamandır ki, ruhlar cesedlerden yüzbin yıl önce yaratıldılar. “Kamû bir noktadır ilm ancak ey dost, Çoğaldıkça dolar kalbe hem-ü gam.” “Kamû bir noktadır ilm” demek ilmin tümü bir noktada toplanmıştır demektir. İmâm-ı Ali (K.V.): “El ilm-i nokta-tüm kesrehel câhilûn” yani “İlm bir noktadır, cahiller onu bilgisizlikleri hasebiyle çoğaltırlar”. Hazreti Resûl buyurmuştur: “İlâhi sırlar Allâh tarafından inzâl olunan kitaplardadır. (Zebûr, Tevrat, İncil ve Kur’ân). İnzâl olunan kitaplarda olan Kur’anda, Kur’anda olan “Fâtiha-i Şerîfe” dedir. Fâtiha-i Şerîfede olan “Besmele” dedir.” Hadisi şerîf buraya kadardır. Devamı olan “Ve besmelede olan “be” de olan anın altındaki noktasındadır” sözlerini İmâm-ı Alî (R.A.) ye isnad ederler. Lâkin bu sözler “Ebu Bekir-i Şiblî” hazretlerinin sözüdür. Arabcada heceli harfleri birbirinden ayırt eden noktalarıdır. Önce nokta ile müşerref olan “be” harfidir. “Berâe” sûresinde “be” harfiyle başladığından ve “be” harfinde “Besmele” nin sırrı bulunduğundan diğer sûrelerde olduğu gibi başına besmele gelmedi. Bütün arabca harfler “elif” den terkip olunmuştur, yani harflerin aslı eliftir. Bir eliften olan meselâ, be, te, se, nun, vesâir harflere basit harfler denir. Çünkü bir elifin iki başını bükersek be olur, iki elif veya üç elif ten meydana gelen cim, ha, hı harflerine mürekkebe denir. Eshâb-ı Kirâm İmâm-ı Alî (K.V.) ye: “Senin ilminden bize haber ver yâ Alî” dediler. Cevaben yukarıda Hazreti Resûlün hadisi ile Şiblînin “be” de olan noktasındadır” sözlerine ilâveten: “İşte o nokta benim” buyurdu. Eshâb daha isteriz dediler. Bunun üzerine: “İlim bir noktadır cahiller anı çoğalttılar” sözünü söyledi. Çünki ilim bir noktadır, cahiller hep onu bilmek ve o noktayı anlamak için onsekiz fen düzenlediler. ____________ Arabca Şiir : Ya men tevahhede bilgufrâni velısmı Yâ men kibârüzzunûbi ledeyhi kellemem Yâ men terahhem dem’ül ayni keddiyem, Yâ men yuhibbu enînül abdi minnedem Yâ men ledeyhi devâüddâ-i vessakam Lem ektedir sarfe nefsî min gavâyetihâ Vezâde tuğyanuhâ cemhen vemâ semuhâ İnnî vakiftü alâ bâbirrecâi lehâ Eznebtü küllü zunûbin va’tereftü bihâ Lâkin areftüke bittevhîdi velkelem Kad fâtenil ömrü veşşeyhuhatü nâzileten Birre’si mâlil abdi eleyse râhiletün Vennefsü fî kesretül isyâni hâimetün Nâmel uyûnu ve aynül abdi sâhiretün Tebkî alel bâbi vastel leyli bilkerem Sâret zunûbî kemevcil bahri fî meded Udtu anirremli vennucûmi biladed Biizzi men filavâlimi hayru muktesidin Lâ taktaanne recâî fîke yâ senedî Yâ gâfirezzenbi lirrâcine bilkeremi Mâ maletinnefsü littaâti min kesel Vema’tedet lihisâbil haşri min amel Fesâletil aynu lil Mısrîyyi min vecelin İrham bifazlike lâ tanzur ilâ zelel İnnel kerîme yuhibbul afve an hademi “Ya men tevahhede bil-gufrân-i vel-ısmı Yâ men kibâruzzzunûb-i ledeyhi kellemem” Şerhi : Ey,güfrân ve ismetle tevehhud eden zat, Ey,büyük günahlar senin katında ekmek kırıntısı gibi olan zat.Çünkü ekmek kırıntısı yemeğe müsait olmadığından üzerine basılması dahi günâh değildir. “Yâ men terahhem dem’ul ayni keddiyem” Ey,göz yaşlarına merhamet eden zat.Ey kulunun pişmanlığından,onun ahlarına ve inlemelerine sevgi gösteren zat. “Yâ men ledeyhi devâüddâ-i vessekam” Ey, katında azab ve derdin devâsı olan zat. Ben nefsimi azgınlıktan çevirmeğe,yani döndürmeğe, terbiye etmeye gücüm yoktur, buna muktedir değilim.Kızgın at gibi nefsim sınırı aştı beni dinlemez. “İnnî vakiftü alâ bâbirrecâi lehâ” Bu nefsimin azgınlığından dolayı senin reca kapında durdum ve her günahı işledim ve yaptığım günahlarımı itiraf ederim velâkin seni tevhîdinle ve Kur’ânınla bildim, yani ârif oldum. “Kad fâtenil ömrü veşşeyhûhatü nâzileten” Ömrüm tamam oldu,ihtiyârlık nâzil oldu,yani başımda saçım,sakalım ağardı.Ortada kaldım,bir yerinecek şey yokmu? “Vennefsü fî kesîretül isyâni hâimetün” Nefis çok günah işlemekte çılgın gibi.Herbir göz uyur,benim gözlerim uyumayıp gece yarısı kerem kapında ağlar.Günahlarım denizlerin dalgaları gibi ,kıyılardaki kum gibi,gökteki yıldızlar kadar çoğaldı. “Bizz-i men filavâlimi hayru muktesıdin Lâ taktaanne recâî fike yâ senedi” Âlemlerde hayr-i muktesid olan Resûl izzetiyçün, yani mahbubun (Sevgilinin) Hazreti Muhammed (S.A.V) min hakkıyçün senden ümidimi kesme ,yani Hazreti Muhammed de benim için rica etsin. “Ya gâfirezzenbi lirrâcîne bilkerem” Yâ,gâfirez-zunûb (ey günahları affedici ),yani keremini ümid edenlerin günahlarını mağfiret edici.Benim mahşerde hesaptan utanmaktan yüzüm yoktur.Ne olur fazlınla merhamet et. Benim zilletime bakma,kerîm olan,hademesinin (kendisine hizmette bulunanların) kusurlarını afla muhabbed eder, yani Sultan hademesinin kusurlarını affetmeği sever. Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilün İbn-i vaktım ben Ebul-vakt olmazam, Abd-i mahzım ben tasarruf bilmezem. Ân-ı dâimdir hakîkat güneşi, Ânım ben gitmezem, ben gelmezem. Meryem içre ben doğurdum bir gulâm, Hem bu kevinde bir gülüm kim solmazam. Ben doğurdum atasın İsâ’yı hem, İttisâlim var ana ayrılmazam. Sanma kim Mehdî benim, Mehdî odur, Adı Yahyâdır anın yanılmazam. Vasfıdır Esmâ-i Hüsnâ cümleten, Bu sözü isbata âçiz kalmazam. Sırr ile bana içimden söylenir, Mısrıyâ ben doğmazam, ben ölmezem. “İbn-i vaktım ben Ebul-vakt olmazam, Abd-i mahzım ben tasarruf bilmezem.” Zaman üçe bölünür: Geçmiş zaman, şimdiki zaman, gelecek zaman. İbn-il vakt olan kimse, geçmiş zaman ve gelecek zamana bakmaz, yani geçmişte ne olmuş ve gelecekte ne olacak, bunlara bakmaz, belki o şimdiki halin zuhûrâtna bakar ve şimdiki zamânın haline göre hareket eder. Ebul-vakt ise, her geçen zamana bakar, yani geçmişte ne olmuş, halde ne var, gelecekte ne olacak, onların hepsini dikkate alır ve bilir. Bunun makâmı diğerinden daha yüksektir. İbn-il vakt abd-i mahzdır (saf ve halis kul). Ebul-vakt tasarruf edendir, yani kevni kerâmet (hârikülâde şeyler) gösterir. Halbuki İbn-il-vakt olan böyle şeyden hoşlanmaz. Esasında Ehlullâh ve Peygamberler kerâmet göstermeğe ve mu’cize izhârına rağbet etmezler. Çünkü mu’cize ve kerâmet Allâhın işidir. Halbuki halk ana inâd edecek ve îman etmedikleri takdirde fiilullâha îman etmedikleri cihetle kendilerine İlâhî gazab nâzil olacaktır. Bunun için Nebîler mu’cize göstermekten çekinirlerdi. Zirâ ümmetleri gösterdikleri mu’cizeye inanmadıkları zaman Tanrısal cezânın da geleceğini bilirler, çekinirlerdi. Esasen Nebîler şefkatla muttasıf olduklarından ümmetlerine mu’cize izhârı kendilerine gayet ağır gelirdi. ------------------ Bu şerhi yapan Seyyid Muhammed Nur-ül Arabî hazretleri kerâmed hususunda: “Kevnî kerâmet makbul değildir, ilmî kerâmet makbuldur.Zirâ kerâmet-i kevniyye devri geçmiştir, şimdi ilmî kerâmet devridir” buyurmuşlardır. İnsanın bilgisel başarısını kerâmet olarak vasfetmeleriyle herkesi ilme teşvik etmiş, ilim adamına saygılı olmayı bildirmişlerdir. (Bilginer) Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri çok kevnî kerâmet izhâr ederdi, derviş olan Ebussuûd İbn-i Şibli hiç kerâmet izhâr etmedi, yani ondan herhangi bir kerâmet zâhir olmadı. “Ân-ı dâimdir hakikat güneşi, Ânım ben gitmezem ben gelmezem” An dediğimiz şudurki, bölünmez zaman demektir. Zaman ise senelere,seneler aylara, aylar haftalara, haftalar günlere, günler yirmidört saate, saat dakikalara, dakikalar sâniyelere vesâire bölünerek devam eder. Halbuki “Hakikat güneşi” ân-ı dâimdir, hiç bölünmez. Yukarıda ikinci beyitte Mısrî efendinin “Ben ânım, ben gitmezem, ben gelmezem” demesi şu âyet-i celîleye müstenittir: Cenâb-ı Hak kaf sûresinin 15. Âyetinde buyurmuştur: “ Efe- aîymâ bil-halkıl-evvel-i bel hüm fî lebsin min halk-in cedîd-in” yani “Halk her anda yok olur, mevcûd olur yok olur var olur”, çünkü Hakkın her anda bir tecellîsi olur, bir anda iki tecellî veyahut iki anda bir tecellîsi olmaz. Eğer bir anda iki tecellî (görünme, gayb âleminden bazı hususların görünmesi) olsa hasıl-ı tahsil (yani tecellînin meydana gelişinin bilinmesi gerekir) lâzım gelir, yok eğer iki anda bir tecellî olsa abes (beyhude şey) olur. Kısacası hâsıl-ı tahsil ve abesten Cenâb-ı Hak münezzehtir. Allâh her anda bir tecellîde bulunur. Mevcûdat (cümle yaratıklar) her an yok olur, yine vücûda gelir (1). Velâkin bu yok olup var olmayı Ehlullâhtan başkası görmez. Bu şunun gibidir: Meselâ bir çeşmeden gayet hızlı olarak su akıyor ve hızından su durur gibi, sanki hiç akmıyormuş gibi, görünür halbuki gelen bu su bir daha geri dönermi? Dönmez, dâima yenisi gelip akmaktadır, giden su geriye gelmez. İşte bu da anın gibidir. Usam denilen bir zat “Akâid” şerhinin hâşiyesinde bu hususa temas etmiştir.Kendisine sorulduki, halk her an yenilenip değişmektedir, o halde azap nedir, teklif nedir? Buna cevap vermedi, veya cevap veremedi. Bunun cevabı şudur: Her an değişen insanın ahvâl ve şuûnâtıdır. (onun halleri ve şe’nleri yani izâfî vücûddur, hayeldir daha açıkcası sırr-ı vücûd-u bî vücûddur). İnsanın mertebesi ise sâbittir, yani değişmez, çünkü bu mevcûdâtın sûretleri Hak-kın ahvâli ve şuûnâtıdır. Meselâ kalb her an bir halde değilmidir? O bir anda iki halde, iki anda bir halde bulunmaz. ( 1 ) Bugün tıp ilim adamları da insan vücudunun yedi yıl içersinde tamamen değiştiğini ve yenisinin bunun yerine geçtiğini kabul etmektedirler. Teceddüt (yenilenen) eden ahvaldir. Kendi teceddüt edermi? Kezâlik insanın dahi mertebesi teceddüt etmez. (yenilenmez) ancak anın sûreti teceddüt eder, yani yenilenir. İşte bundan dolayı Mısrî efendi buyurmuştur: “Ben ânım, işte ben o bölünmez bir ânım, gitmezem, yani yok olmazam, gelmezem, yani mevcûd olmazam”.. “Meryem içre ben doğurdum bir gulâm, Hem bu kevinde bir gülüm kim solmazem.” Zekeriya (A.S).mın yaşlı bir kızkardeşi vardı.kocası Ümran idi,Cibril (A.S).geldi, Meryemi ona müşdeledi, o da gelip zevcesine söyledi. Yaşlı zevcesi, eğer bir kızım olursa “Beyt-i Mukaddes” e adarım”. Meryem dünyâya geldi ve gerçekten Beyti Mukaddese adandı. Zekeriyya (A.S) yüksek bir kuleyi kapısız olarak yaptırdı ve anın terbiyesinde bulundu.Hatta ipten yapılmış bir merdiven ile Meryeme yiyecek ve içecek taşırdı ve yanına ne zaman gitse, hatta kış günleride olsa üzüm vesâire bulurdu. Bir gün ona sordu: “Yâ Meryem, bunlar nereden sana geliyor?” O da cevaben: “ Cenâb-ı Hak tan gelir, Hak dilediğini hesapsız rızıklandırır, bundan sonra yemek,içmeğe ait bir şey getirme, yalnız görüşmek için gel “ dedi. “Ben doğurdum atasız İsâyı hem, İttisâlim var ana ayrılmazam.” Sonra Meryem büluğa erince “Şâb-ı Emred” (henüz bıyıkları terlememiş delikanlı) sûretinde Cibril geldi. Hazreti Meryem anı görünce korktu. “Sen kimsin ve sen burada ne ararsın” deyince hazreti Cibril: “Cenâb-ı Hak-kın emriyle bir veled-i sâlih (sana yaraşır bir erkek çocuk) için geldim” dedi. Meryem Hak tarafından bu gelenin Cibril olduğunu anlayınca rahatladı. Sonra Cibril Meryemin yakasından üfürdü. İşte Cibrilin nefesinden ve Meryemin inbisâtından (rahatlamasından) o anda hazreti İsâ yuvarlamıştı. Niyâzî efendi “Hazreti İsâ’ya ittisâlim var” demekten maksadı: “Sanma kim Mehdî benim. Mehdi odur” “Ben Mehdî olduğum anlaşılmasın, Mehdî odur, yani İmâm-ı Hasan-ı Askerînin oğlu İmâm-ı Mehdîdir. Çünkü evvelce bunu açıkladık. İmâm-ı Mehdî hazreti Fâtıma evlâdındandır. Oniki İmâm birbiri ardından İmâm-ı Mehdî’ye ulaşarak sona erer. Abbâsî Halifelerinin herbiri Evlâd-ı Resûle kasdetti ve anların zemanında şehîd oldular. İmâm Mehdî sırroldu, âhir zamanda zuhûr eder. Nihayet hazreti İsâ İmâm-ı Mehdîyi İmâm-ı Cağfer-i Sâdıkın ayak ucuna defin edecektir. “Vasfıdır Esmâ-i Hüsnâ cümleten Bu sözü isbâta âciz kalmazam.” Esmâ-i Hüsnâ (Allâhın güzel isimleri) İmâm-ı Mehdînin vasfıdır (niteliğidir), çünkü ondaki kemâller Hazreti Resûlün vücûd-ü rûhânîsinden zâhir olandır, bütün kemâller yerine geçen Halifesinde zuhûr eder. Hatta “Ebûbekir-i Şiblî” hazretleri bir dervişine sordu: “Benim Resûllüllâh olduğumu görürmüsün?”. Derviş cevâben: “Evet efendim görürüm”. Yazıcıoğlu Mehmet efendi “Muhammediyye” adlı eserinde şerefli hadislere işâret buyurarak “El-Hüseyn- i minnî ve ene min-el-Hüseyn”, “El Abbâsı minnî ve ene min-el-Abbâs”, “El-Aliyyün minnî ve ene min-el-Aliyyün”, yani Hüseyin benden, Hüseyinden ben, Abbâs benden, Abbâstan ben, Alî benden, Alîden ben” bildirmişlerdir.Hazreti Resûl bu şerefli hadislerle demek isterlerdi ki. “Hüseyin benden”, yani Hüseyin benim sülâlemden gelmiştir ve “Hüseyinden ben” demek Hüseyin benim halîfemdir. Hüseyinden zâhir olan kemâller bendendir, benim kemâllerim de Hüseyinde görülmüştür, çünkü o benim Halifemdir, Halife ise benim yerime geçendir”. Kısacası müstahlefin (daha önce Halife olan, gerçek Hak-kın Halifesi) kemâlleri noksansız olarak Halifeden zâhir olur (görülür). İşte Halife bütün isimleri câmidir (kendisinde toplamıştır) “Sırr ile bana içimden söylenür” Yani gönül sözüyle bana söylenir: “Ben doğmazam, ben ölmezem”. Bu hususa dâir “İhlâs” sûresinde: “Lem yelid velem yûled” buyurulmuştur, yani “doğmadı ve doğurmadı” demektir. ------------------ Vezin: Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün Bir kimse aceb yokmu ki ana sînemi yârem, Şerh ede ana hâlimi sînermdeki yârem. Ol şevk ile ki, cân-u dili pür taleb olsa, Dise ne zaman ağıra işbu dil-i kârem. Çün nefsini bilen kişi Allâhı bilürmüş, Bu manâya yok bende ilâcım nola çârem. Terkeylese hem âr ile nâmûsunu ol er, Ol şevk ile ki cân-u dili pür taleb olsa. Derdsizler diken görünür gerçi Niyazî, Pervâneye öd, bülbüle dâim gül-i zârem. Zâhir üzre takrir olunmuştur. (Hacı Maksud efendi). ------------------ Vezin: Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün Cânâna görünür bana cânâ neye baksam, Kâşâne görünür heme virâneye baksam. Mest olup ayağım nere bastığımı bilmem Her bâr ol iki gözleri mestâneye baksam Mahbub sevişinden bizi men eyleye vâiz, İşitmez olur kulağım efsâneye baksam. Cümle bu cihân ol sanemin veçhidir elhak, Ger mescid-ü, yâ deyre, yâ büthâneye baksam. Her zerre Niyâzî heme hurşîd-i münevver, Her katre hemin lücce-vü deryâ neye baksam. “Mahbub sevişinden bizi men eyleme vâiz” Âyet-i kerîmede: “Yuhibbuhüm ve yuhibbûnehû”, “Yâ mü’minler siz Allâhı severseniz, Allâh dahi sizi sever” vârid olmuştur. Şimdi mü’min ile Allâh sevişir desek, hayır vâiz bu sözden korkar, men eder. Ya mü’min Allâhı sever, Allâh da mü’mini sever. İşte mü’min ile Allâh sevişir demek sözlerinden neden vâiz korkar? “İşitmez olur kulağım efsâneye baksam” Senetsiz sepetsiz artık vâizin efsânesine (asılsız sözlerine) kulak vermem. Bu efsâne bunamış kadınların sözleri gibidir, kulak verilmez. “Cümle bu cihân ol sanemin veçhidir elhak, Ger mescid-ü yâ deyre yâ büthâneye baksam”, Cümle görünen bu cihân o mahbûbun (sevgilinin) yüzüdür. Âyette: “Fe-eynemâ tüvellû fesemme vech-ullâh”, “ne tarafa yönelirseniz Allâhın vechi (zâtı) ordadır”. Gelmiştir. Yani gerek mescid, gerek kilise ve gerek puthâne hep İlâhî yüzdür, bunda abes bir şey yoktur. Hak-kın vücûdundan başka bir şey varmıdır? Yoktur. (Lâ mevcûde illâ Hû, Allâhtan başka mevcûd yoktur, ancak O vardır).