You are on page 1of 108

MİMARLIK

TARİHİ 3
FİNAL ÖDEVİ
HAZIRLAYANLAR
SEHER ÖNAL 201601081
AYNUR AĞOĞLU
201601084
MUZAFFER KAAN IŞIK
201601083
VELAT BOZAN 201601082
OSMANLI DÖNEM BAŞLANGIÇ MİMARİSİ

Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılışı daha 1277 yılında Moğolların Anadolu’nun mülkî ve
askerî idaresini ellerine geçirmeleriyle başlamış, Anadolu Selçuklu sultanları buna karşı
koyamamışlar, varlıklarını ve geçimlerini Moğol hanlarının himayesinde sürdürmüşlerdir.
Son Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Mesud’un Kayseri’de ölmesiyle, 1308 tarihinde Anadolu
Selçuklu Devleti resme sona ermiştir. Moğolların önemli özelliklerinden biri ailelerini de
gittikleri yerlere götürmekteydi. Bu nedenle Anadolu’ya yerleşmeleri kolay olmuştur. Böylece
Anadolu’nun güneydoğu ve doğusunda Moğol toplulukları meydana gelmiştir. Anadolu’daki
Moğol baskısına karşı koyan tek unsur ise Türkmenler olmuştur. Türkmenler göçer
topluluklar olup, Moğol baskısıyla Batı Anadolu’da uç bölgelere çekilmişler ve sarp yerlere
yerleşmişlerdir. Türkmenler Anadolu’nun batısını, yani Selçukluların yeniden geri
alamadıkları Batı Anadolu ve Marmara Bölgesi’ni ele geçirmişler ve fethettikleri bu yerlerde
birer Türkmen devleti kurmuşlardı. İşte Osmanlı Beyliği bu beyliklerden biridir.

Oğuz Boylarından olan Osmanlı Türkmenleri, Selçuklularla Doğu Anadolu’ya oradan da


Anadolu’ya ilerlemişler, ilk birliklerini Söğüt kasabasında kurmuşlardır. Caber Kalesi
üzeriden Fırat Nehri geçilirken, beyleri Süleyman Şah ölmüş, oğlu Ertuğrul Bey, Beylik’in ilk
Bey’i olmuştur. Ancak Ertuğrul Bey’in Söğüt’te doğan oğlu Osman Bey, 1299 yılında
Beylik’e adını vermiştir.

Osman Bey’in oğlu Orhan Bey, 1326 yılında Bursa’yı ve Selçuklulardan sonra ikinci kez
olarak da İznik’i 1331 yılında fethetmişlerdir. Orhan Bey 1336 yılında da Karasi Beyliği’ne
son vermişlerdir. Daha sonra Murat Hüdavendigar, Trakya’da Edirne’yi fethederek, İznik ve
Bursa’dan sonra başkent yapmıştır. Osmanlı Beyliği topraklarını Trakya’da Filibe, Sofya ve
Selanik şehirleri de katılmıştır.

14. yüzyıl sonunda İstanbul çevresi ve Trabzon Tuna Nehri’nden Fırat’a kadar bütün Anadolu
toprakları Osmanlı Türk hakimiyeti altına alınmıştı. Ancak bu birliği daha önce de Moğolların
yaptığı gibi bu sefer de Asya’daki Türkleri bir araya toplayarak Anadolu’ya gelen Timur
bozmuştur. Timur istilası Anadolu’ya çok zarar vermiştir.

“Sultan el-Muazzam” unvanını almış olan Yıldırım Bayezid, Ankara Karşılaşması’nda


yenilmiş ve esir edilmiştir. Ankara yenilgisiyle sarsılan genç Osmanlı Devleti’ni Çelebi
Sultan Mehmet tekrar toplamıştı. Daha sonra II. Murat ve oğlu genç Fatih, Sultan II. Mehmet
1453’te yedi haftalık bir kuşatma ile İstanbul’u almış ve başkent yapmıştı. Daha sonra
Anadolu’da başka yerleri de fetheden Fatih 1460’da Trabzon Rum Devleti’ne son vererek,
1475 yılında Kırım’ı ve 1480 yılında da Otronto’yu Osmanlı topraklarını katarak, sınırlarını
genişletmişti. Sonraları Yavuz Sultan Selim (1512-1520), gene bir Türk olan Şah İsmail
Safevi’yi yenerek bütün Doğu Anadolu’yu birleştirmiştir. Mısır’daki Memlük Devleti’ne son
vermiştir. Suriye, Filistin, Arabistan ve Mısır’ın Osmanlı topraklarına katılmasıyla birlikte,
“Halife” unvanını da alarak, İstanbul’a dönmüştür. Oğlu Kanunî Sultan Süleyman (1520-
1566) zamanı, Osmanlı Devleti’nin en parlak devri olmuş, bu devri devam ettiren ise Sultan
II. Selim olmuştur.

Bütün Balkanlar, Macaristan, Güney Rusya toprakları, bugünkü Polonya’nın bir kısmı ile
güneyde Kuzey Afrika topraklarıyla Akdeniz bir göl halinde Osmanlı Devleti’nin sınırları
içinde kalmış ve Barbaros Hayreddin Paşa, Piyale Paşa, Turgut Reis bu deniz ülkelerinin
Osmanlı’ya katılımında büyük rol oynamıştır. Bu arada doğuda Bağdat, Revan ile Akdeniz’de
Girit ve diğer adalar katılmıştır.

Osmanlı Devleti’nin ilk toprak kaybı, II. Viyana Kuşatması (1683) ve Karlofça
Antlaşması’ndan (1699) sonra olmuştur. İşte 1699’da Avrupa’daki ilk gerilemeden sonra
Osmanlı Devleti daha 220 yıl varlığını sürdürmüştür. Osmanlı Devleti’nin varlığını bu kadar
uzun süre sürdürebilmesinin sebebi sağlam bir kültürel ve sosyal bünye ile kuvvetli ekonomik
duruma sahip olmasıyla açıklanabileceği gibi, askerî ve idarî kurumlarının sağlam yapısıyla
açıklanabilmektedir.

Bu topraklar üzerinde, 1923 yılında yeni ve bağımsız devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti
Devleti kurulmuştur. İşte sizlere kısa bir tarihi geçmişini vermeye çalıştığım Osmanlı Türk
Devleti’nin zengin kültür varlıkları içinde mimarlıkla ilgili olanlar bu çalışmanın konusunu
oluşturmaktadır.

Osmanlı Türk dönemi eserleri ihtiyaçtan doğan, bir toplumun belli gereksinmelerine cevap
veren, çeşitliliklere sahiptir. Bu nedenle mevcut eserler göz önünde bulundurularak, Osmanlı
mimarlık eserlerinin sınıflaması şöyle verilebilir.

Osmanlı Mimarisi

I- Dînî Mimarî

A- Cami Mimarisi (Camiler, mescitler, namazgahlar) (Bu eserler kendi içinde başlı başına
gelişme gösterirler)

B- Medrese Mimarisi (Eğitimle ve eğitim derecesiyle ilgili olarak kendi içinde şöyle
ayrılırlar)
B1. Dinî eğitim yapılan medreseler

 Medreseyi evvel
 Medreseyi sanî
 Medreseyi salis
 Medreseyi rabi
 Darül hadis
 Darül kurra

B2. Pozitif bilim medreseleri

 Gözlemevi (Rasathaneler)
 Tıp Medrese ve Darüşşifaları

C- Türbe Mimarisi (Kendi içinde gelişme gösteren yapılardır)

II- Din Dışı (Profan-lâdinî) Mimari

A-Sivil Mimari

A1. Şehircilikle ilgili yapılar

A.1.1. Külliye mimarisi (Bütün dinî ve sosyal yapılar muvakkıthaneler)

A.1.2. Saray mimarisi

A.1.3. Ev mimarisi

A.1.4. Amme hizmeti yapıları

A.1.4.1. Eğitimle ilgili olanlar

 Sıbyan mektebleri
 Kütüphaneler

A.1.4.2. Su ile ilgili yapılar

 Su kemerleri
 Su yolları-su terazileri
 Sarnıçlar-bentler
 Çeşmeler
 Sebiller
A.1.4.3. Sosyal yardımla ilgili yapılar

 Tabhaneler-Misafirhaneler
 Aşhaneler (Yemek üretilen ve dağıtılan yapılar)
 Miskinhaneler-Cüzzamhaneler

A.2. Ticaret Yapıları

A.2.1. Kervansaraylar (= Hanlar)

A.2.1.1. Menzil Kervansarayları

A.2.1.2. Şehir Kervansarayları

A.2.2. Bedestenler

A.2.3. Arastalar

A.2.4. Çarşılar

A.2.5. Hamamlar

B- Askerî Mimarî

B.1. Şehir surları ve Kapıları

B.2. Kaleler-Burçlar

B.3. Yollar

B.4. Köprüler

Bütün bu işlevsel yapı çeşitlerinden çok sayıda örnek Osmanlı Türk Dönemi’nde günümüze
ulaşmıştır. Çeşitlilik gösteren mimarî ve plan özellikleriyle üç önemli süreç içinde bu eserler
meydana getirilmiştir.

I – Erken Osmanlı Mimarisi

– İlk Osmanlı Mimarisi (İznik, Bursa, Edirne)

– Fatih Dönemi Osmanlı Mimaris

II – Klasik Osmanlı Mimarisi


– Mimar Sinan öncesi Osmanlı Mimarisi

– Mimar Sinan dönemi Klasik Osmanlı Mimarisi

– Mimar Sinan sonrası Klasik Osmanlı Mimarisi

III – Son Dönem Osmanlı Mimarisi

– Lale Devri Mimarisi

– Türk Barok Mimarisi

– Eklektik Mimari

A. Erken Osmanlı Dönemi Cami Mimarisi

İlk Osmanlı mimarisinin başlıca örneklerini külliyeler oluşturmaktadır. Külliye


bütünlüğündeki ana yapı ise başta cami olmak üzere medrese, türbe, hamam, bedesten, han,
çeşme vs. gibi işlevsel yapılar oluşmuştur.

Bursa, 1326 yılında Osmanlıların olmuştu. Ancak ilk eserler İznik’te inşâ edilmiştir. İşte ilk
ve en erken örneğini İznik’te bulduğumuz cami mimarisi, plan şeması olarak bazı büyük
farklılıklar ortaya koyar. Bu nedenle ilk örnekleri ve bunlara bağlı olarak cami mimarisini üç
ayrı plan şemasıyla ve her plan tipinin kendi içinde görülen farklılıklarıyla değerlendireceğiz.

I- Tek kubbeli camiler

II- Çok kubbeli camiler (Ulu cami plan şemasında, çok destekli camiler)

III- Ters T planlı camiler (İmaret planı gösteren camiler, Zaviyeli camiler)

Tek Kubbeli Camiler

Grup: Bu yapılarda cami planını oluşturan esas unsur tek kubbeli mekân olmuştur. Bunu
tamamlayan işlevsel mekân ve unsur ise son cemaat yeri ile daima bir minaredir.

Örnekleri İznik, Hacı Özbek Camii (1333) ile yine İznik’te Hacı Hamza Camii’dir (1349).

Grup: Farklı bir plan yorumuyla ortaya çıkan örneklerdir. Burada kubbeli kare mekân, dört
yönde derin kemerlerle genişletilmiştir. Minare bulunur. Örnek Bilecik’te Orhan Camii (14.
yüzyılın ilk çeyreği).

Grup: İkinci ve birinci gruptakilerden farklı olarak daha yalın bir uygulamadır. Burada yalnız
tek kubbeli mekân ve işlevsel unsur olarak, minare bulunur. Bu grubun öncüsü olarak Eski
Çine’deki Menteşeli Ahmet Gazi Camii, 14. yüzyılın ilk çeyreğinde, 17 metre çapındaki
kubbesiyle önemli olur. Örnekleri: Gebze’de Orhan Camii (14. yüzyılın ilk yarısı) olup bu
plan şemasını devam ettiren örnekler, Edirne’deki Kasım Paşa Camii (1478) ile Sitti Hatun
Camii’dir. (1482) Sitti Hatun Camii, 13.50 metre çapındaki kubbesiyle de büyük bir
uygulamadır.

Grup: Önemli bir gelişmenin başlangıcı olarak mekanda bir genişleme olgusunun
gerçekleştiği plan şeması olmaktadır. Örnekleri: İznik’te Yeşil Cami (1378) ile başlayan bu
plan gelişmesi, Edirne’de devam etmiş ve iki önemli erken devir örneği meydana getirilmiştir.
Şah Melek Paşa Camii (1429), farklı olarak son cemaat yeri bulunmaz ve Dârülhadis Camii
(1435) olup son cemaat yeri U planında yer alır.

Bu farklı uygulamalardan sonra, İznik’teki ilk iki örnekte uygulanan plan şemasına dönüldüğü
görülen son gruptaki örnekler görülür ki;

Grup: Ana plan şeması ve işlevsel unsurların kullanıldığı örnekler. Bu örneklerde kare kubbeli
mekânla, son cemaat yeri ve minare klasik anlamda yerini almıştır. Bursa’daki Alaaddin
Camii (1326) en erken tarihli örneği oluşturmuş, bu şemayı takip eden örnekler ise şunlar
olmuştur. Bolu Mudurnu’da Yıldırım Camii (1382), Zağra’da Eski Cami (1409), İznik
Mahmut Çelebi Camii (1442-43), Manisa Gölmarmara’da Şahuban Kadın Camii (15. yy.),
Bursa Sitti Hatun Mesciti (Kanberler Camii) (1459) ki, bu yapıyla Fatih Devri mimarisinin
tek kubbeli plan şemasının örnekleri başlamıştır. Balkanlar’da Priştine’de Fatih Camii (1461),
Bursa’da Tuz Pazarı Camii (1479) bu plan yorumunun başlıca örnekleridirler. Gene Keşan ve
Hersek’te Hersekoğlu Ahmet Paşa Camileri merkezler dışındaki uygulamalar olarak dikkati
çekerler.

Böylece Osmanlı mimarisinde tek kubbeli cami planı uygulamasının başlangıçtan itibaren
oldukça yalın örnekleri meydana getirilmiştir. Bu plan şeması İstanbul’un alınmasından sonra
İstanbul’da bazı farklılıklarla ve çok daha büyük olarak uygulanmıştır. Mimar Sinan’a
bağlanan tek kubbeli İstanbul camilerinde, tek kubbeli plan şeması sürekli bir mekân
bütünlüğü arayışının izlerini de taşır. Bu örnekler bağımsız cami yapılarında olduğu gibi
külliye içinde ana yapı olarak yer alan cami planlamasında da uygulanmıştır.

İstanbul’da Bali Paşa Camii (1504), Sultanahmet’te Firuz Ağa Camii (1491), Eyüp’te Cezerî
Kasım Paşa Camii (1543), 16. yüzyılın başkentteki uygulamaları olurken, Gebze’de Çoban
Mustafa Paşa Camii (1522-23) ile Bozüyük’te Kasım Paşa Camii (1528) iki menzil külliyesi
camiindeki örnekleri oluşturur. Görülüyor ki, tek kubbeli plan şeması yalnız İstanbul’da değil
Anadolu ve Trakya’daki menzillerde inşâ edilen külliyelerin camilerinde de uygulanmıştır.

Ulu Cami Planında Camiler

Erken Osmanlı mimarisinde Ulu Cami plan şemâsının uygulandığı örnekler azımsanmayacak
sayıdadır. Bilindiği gibi Ulu Cami adıyla tanıdığımız pek çok örnek Anadolu’da ve Selçuklu
dönemlerinden günümüze gelmiştir. Anadolu Selçuklu Dönemi’nde en büyük ölçüde bu plan
yorumunun uygulamasını Sivrihisar Ulu Camii’nde ise payelerle ve bu yapılarla bu destek
sistemleri üzerine çok bölümlü birer örtü sistemiyle, mihrap duvarına dik ya da paralel
sahınlar halinde bölümler oluşturuyordu. Ancak bazı Ulu Camilerin mihrap bölümlerinin
üzeri dıştan külahlı bir kubbe ile örtülmüştü. Ve bu özellik Anadolu Türk mimarisinde mihrap
önü kubbeli cami geleneğinin de sürdürüldüğü önemli bir plan şeması olmuştu.

Beylikler Dönemi Anadolusu’nda da mihrap önü bölümünün bir kubbe ile belirlendiği çok
destekli ve çok bölümlü Ulu Cami plan şemasının sevilerek uygulandığı görülmektedir.
Beyşehri’nde Eşrefoğlu Süleyman Bey’in inşâ ettirdiği Beyşehir Eşrefoğlu Camii (1299),
Birgi Ulu Camii (1312) ve Karamanoğullarının yeniden inşâ ettirdiği Aksaray Ulu Camii,
Beylikler Dönemi’nin önemli ulu cami yapılarıdır.

İşte Osmanlı Mimarisinde, özellikle Erken Dönem Osmanlı Mimarisi’nde, tek kubbeli ve son
cemaat yeri olan cami planı uygulamalarına paralel olarak görülen, kendisinden önceki
Anadolu örneklerinin bir devamı niteliğinde, ancak onlardan farklı bir yorumla uygulanan
plan şemasıyla meydana getirilmiş, “Ulu Cami” adıyla tanıdığımız yapıların günümüze ulaşan
örnekleri incelediğimizde bazı farklılıklar tespit edilir.

Bu farklılıklara göre Ulu Camilerin uygulama şartları şöyle gruplanabilir:

Altı Bölümlü Ulu Camiler

A- Orta bölümde ardarda iki kubbe ve son cemaat yerine sahip olanlar, örnekleri Bursa’da
Şehadet Camii (1366-69) önünde beş bölümlü son cemaat yerinin sol mekânından yükselen
minaresi ile farklı bir durum sergiler. Murat Hüdavendigar Dönemi mimari özellikleri tespit
edilen bu yapı Dimetoka’da Çelebi Mehmet Camii (1420-21) ile bire bir benzerlik
göstermektedir. Farkı ise, son cemaat yerinin bu camide üç bölümlü olmasıdır.

B- Altı kubbeli ve son cemaat yeri olan Ulu Camiler; Bu grupta tek örnekle Anadolu’da
karşılaşılır. Fatih Dönemi’ne tarihlenen Alaşehir, Şeyh Sinan Camii’dir.
Dokuz Bölümlü Camiler

Bu gruptaki örnekler üst örtü sistemleri dikkate alınarak incelendiğinde;

A- Dokuz kubbeli olanlar ki, bunlardan son cemaat yeri olmayanlara, günümüze özgün
durumuyla ulaşamamış bir örnek olup, gravürüyle tanıdığımız, Gelibolu Hüdavendigar Camii
(1360-1370) ile son cemaat yerine sahip olan örneklerdir. Bu gruptaki örneklerin en önemlisi
Edirne’deki Eski Cami olup, yapıyı 1403 yılında Emir Süleyman Çelebi başlatmış, 1414
yılında Çelebi Mehmet tamamlatmıştır. İkinci örnek Balkanlar’da, Sofya’da Mahmut Paşa
Camii olup Fatih Dönemi’nde Vezir Mahmut Paşa tarafından inşâ ettirilmiştir. Balıkesir’deki
Zağonos Paşa Camii de bu örnekler arasındadır. Ancak avlusuyla farklıdır.

B- Örtü sistemi kubbe ve tonozlardan olan yapılar:

a) Orta bölümde artarda üç kubbe olup, son cemaat yeri olmayan örneklerin başında Bergama
Ulu Camii (1398) gelir. Yıldırım Beyazid inşâ ettirmiştir.

b) Orta bölümü artarda üç kubbenin örttüğü ve son cemaat yerinin bulunduğu uygulamanın
örnekleri, Filibe’deki Hüdavendigâr Camii (1364) ki, Ulu Cami plan şemasında Bursa dışında
ilk örneği oluşturur. Gene Kastamonu-Sinop arasında Küre’de Ulu Cami’dir. (Hoca
Şemseddin Camii) (Vakfiyesi 1466)

C- Çok bölümlü ve çok kubbeli uygulama erken tarihli tek bir muhteşem örneği Bursa Ulu
Camii (1396-1400) olup, Yıldırım Beyazid’in Bursa ticarî merkezinde önemli bir eseridir.

Ulu Cami planı uygulama çeşitliliği sergileyen örnekleriyle büyük örneklerini tamamen Erken
Dönem Osmanlı Cami Mimarisi içinde verilmiştir. Bundan sonra ise 17. yüzyıl sonuna kadar
Balkanlar’dan sonra ise 17. yüzyıl sonuna kadar Balkanlar’dan Mısır’a, Kahire’ye kadar
örnekleri bulunan Ulu Cami plan şemasının, Edirne Eski Cami ve Bursa Ulu Camii’ni aşan
örnekleri daha sonraları olmamıştır.

Ters T Planında Camiler

Kaynaklarda Tabhaneli ya da Zaviyeli Camiler adıyla tanınan bu tür camiler plan kuruluşları
gözönüne alınarak ifade edildiğinde ters T plan kuruluşları esas alınarak incelediğimizde,
önce iki büyük grup oluşturmaktadır.

Ancak ters T planlı camilerin plan yorumlarının oluşması konusunda birkaç farklı görüş
belirmiştir.
– Ters T plan şemasının kubbeli medrese plan şemasından geliştiğine,

– Bu plan şemasının Ulu Cami plan şemasında da görüldüğü gibi avludaki şadırvanın cami
mekanı içine alındığı

– Anadolu Selçuklu ve Beylikler Dönemi kubbeli medreselerinde olduğu gibi eyvanlı-kubbeli


medrese planından kaynaklandığı gibi görüşler ortaya çıkmıştır.

Anadolu Selçuklularının mirasını paylaşan Anadolu Türk Beyliklerinden biri olan Osmanlı
Beyliği’nin erken 14. yüzyılın başlarından itibaren Bilecik ve İznik’teki Orhan İmaretlerinde
görülmeye başlayan ters T plan şemasının kaynağını bir örneğe bağlamak yerine, aynı sosyal
ve kültürel yapının paylaşıldığı mimarî ortamda birden fazla kaynağa dayandırılması gerçeği
daha doğru ve gerçekçi olmalıdır. Diğer taraftan ters T plan şemasındaki yapılarının adı ne
olursa olsun, birden fazla için inşâ edilmişlerdir. Bu yapıların tabhaneli veya zaviyeli olarak
isimlendirilmesi işlevlerinden kaynaklanan tanımlardır. Gerçekte bu yapılar birden fazla
işleve sahip olup, mescit ve misafirhane (tabhane) mekânları ile şadırvanlı havuzlu, aydınlık
fenerli orta bölüm daima bir geçiş mekânı olarak işlevlendirilmiştir.

Ters T planlı cami yapılarının misafirhanelerinde kalanlar yolcular, postacılar iş vs. ile ilgili
seyahat edenler olup, ticaret kervanları için kervansaray-hanlar yol üstü kuruluşu olarak inşâ
edilmişlerdir.

Ters T planlı camilerin erken örneklerini Orhan Bey zamanında inşâ edilmeye başlanması
kadar II. Beyazıt dönemi ve Yavuz Sultan Selim Dönemi’ne kadar devam etmiş olması da bu
yapıların külliye bütünlüğü içinde yer almasıyla açıklanabileceği gibi Osmanlı Türk
toplumunun da sosyal yapısını göstermesi yönünde önemlidir.

Ters T planlı camilerde kıble yönündeki mekân bir mihrapla teşkilatlanarak mescit işlevine
sahip duruma konulmuştur. Yan kanatlardaki eyvan ve mekânlar ise misafirhane (tabhane)
olarak değerlendirilmiştir. Hatta bu odalarda birer duvar alçıdan bezeli ocak ve nişli
kaplamalara sahiptir. Bu mescitlerde minber bulunmaz. Gerçekte minberin yer aldığı yapılar
Ulu Camiler olmaktadır. Ulu Camiler devletin bilgi ve kararlarının halkla paylaşıldığı
yerlerdir. Özellikleri belirlenen ters T planlı camileri genel olarak iki grupta toplamak
mümkün görülmektedir:

Basit ters T plan şemasına sahip olan tabhaneli camiler. Dört alt grupta toplanır:

Orta mekâna birer kapı ile açılan yan mekânlara sahip olanlar; Bilecik ve İznik’teki Orhan
İmaretleri (1325) bu özellikte yapılardır.
Orta mekâna kubbeli eyvanla açılan yan mekâna ve son cemaat yerinden önce tonozlu ara
mekânlara sahip olan örnekler, Bursa Orhan Bey Külliyesi’nin (1339) tabhaneli camiinde
olduğu gibi.

Orhan Külliyesi, Bursa’yı kale şehir durumundan çıkaran, ovada ilk düzlüğünde gelişmesini
sağlayan durumuyla önemlidir. Orhan Külliyesi’nde tabhaneli cami, medrese, zaviye, sıbyan
mektebi ve hamam ile Emir Hanı, Bizans Bursası’nın varoş pazarında, Osmanlı Bursası’nın
ticarî yapılaşması başlatılmıştır. Bu durumu geliştirip güçlendiren yapılar ise Ulu Cami (1396-
1400) ve Bedesteni’nin varlığıdır. 14. yüzyılda başlayan bu ticarî merkeze zaman içinde
eklenen dükkân sırası ve çarşılar ile icraî faaliyet ile Borsa hanları durumu sağlamlaştırarak
devamlılığını sağlamışlardır. Bursa’da ve Edirne’de birer semtin çekirdeğini oluşturan
Muradiye Külliyeleri ana yapıları da bu grupta yer alan örneklerdir. Çorum, Osmancık’ta
Koca Mehmet Paşa Camii (1430) Güney Marmara’da Karacabey Cami (1457), bu grubun
önemli örnekleridirler. Son üç külliye inşâalarıyla yeni yerleşimlerin çekirdeğini oluşturarak
gelişmelerini sağlamıştır.

Orta mekâna bir kapı ile açılan yan mekânlara sahip olan örnekler. Bu özellikte iki yapı
İznik’te bulunmakta her iki yapı da 14. yüzyılın sonuna tarihlenmektedir. İznik’teki Yakup
Çelebi İmareti önündeki açık türbesiyle de önemlidir. Nilüfer Hatun İmareti ise, Murat
Hüdavendigar’ın inşâ ettirdiği Yeşil Cami (1308) karşısında yol aşırı inşâ edilmiştir. Ve yapı
bütünlüğüyle bir imaret yapısıdır. Bu nedenle mihrabı yoktur. Sonradan belirlenen mihrap ise
yapı imaret işlevini kaybedince açılmış olmalıdır. Önündeki beş bölümlü son cemaat yeri gibi
planlanmış açık mekân dizisi yapı bütünü önünde hacımsal cepheyi oluşturur (O yılların
mimari modasına uyulmuş olmalıdır).

Basit ters T planlı tabhaneli camilerin önemli bir grubu olarak tek işlevli yapıda uygulanmış
ve şimdilik tek örnektir. Üsküp’teki Alaca İshak Bey Külliyesi’nin (1438) camii. Bu yapıda
ters T plan kuruluşundaki yapının bütünü ibadet mekânı olarak işlevlendirilmiştir. Kubbeli
orta bölüme katılan kıbledeki enine dikdörtgen tonoz örtülü mihrap mekânı ve yan mekânlar
tamamen ibadet için yorumlanmıştır. İznik Nilüfer Hatun’daki durum burada dinî amaçlı
olarak gerçekleşmiştir.

Gelişmiş ters T plan şemasına sahip olan tabhaneli cami örnekleri de özellikleriyle
gruplanabilmektedir.

Eyvan yanında birer odaya sahip yan kanatları olanlar; Bursa’daki üç önemli külliyenin ana
yapıları bu grupta yer alırlar. Hüdavendigar Külliyesi Camii (1366-1385), Yıldırım Külliyesi
Camii (1395-1400) ve Yeşil Külliyesi Camii (1416-1424). Bu külliyeler Bursa şehrinin doğu
ve batı sınırlarını belirleyen durumlarıyla önemlidir. Hüdavendigar Külliyesi kaplıcaların yer
aldığı batı sınırında bir semti belirlerken, Yıldırım Külliyesi, şehrin doğu ucunda yeni bir
semtin doğmasını sağlıyor. Getirilen Akçağlayan suyu külliye birimlerine bağlandıktan sonra
artanı on çeşmeye verilerek burası şenlendiriliyor.

Hüdavendigâr Camii, coğrafi topografyası zorlu bir alanda, bir uçurum kenarında inşâ
edilmiştir. Yeterli yapılaşma alanı olmadığı günümüzde de kolayca anlaşılan bu yerde,
tabhaneli caminin iki katlı inşâ edilmesi ve iki katlı anıtsal son cemaat yeri yapıya olağanüstü
mimari görünüş sağlamış, üst katta medrese odaları planlanmıştır. Altta mihraplı mescit
mekânı aynı zamanda dershane işlevini sürdürmüş. Külliyede imaret ve türbe dışında küçük
bir girçık hamamının yer alması ise bu alandaki kaplıcaların varlığıyla açıklanabilmektedir.

Şehrin doğu sınırını belirleyen Yıldırım Külliyesi’nin topografyası biraz daha elverişli
olduğundan, külliye bütünlüğünde tabhaneli cami dışında iki medrese (biri tıp medresesi),
darüşşifa, türbe, hamam, imaret (yerinde ilkokul bulunmaktadır), Yıldırım’a ait köşk ile
kervanlar için aşağıda ahırlar yer almaktaymış.

Tabhaneli cami, “Bursa Kemeri” teriminin doğmasına neden olan kemerleriyle, taş işçiliğiyle
ön cephenin iki katlı kuruluşuyla önemli olmaktadır.

Bursa şehrinin ticarî merkezini oluşturan Orhan Külliyesi ile Ulu Cami önünde oluşan ana
yolun doğuda bittiği bir semti ise Yeşil Külliyesi’nin inşâası sağlamıştır. Yeşil Külliyesi dar
bir uçurum şeridinde tabhaneli cami, medrese ve günümüze ulaşmayan han yapısı ile yamaçta
imaret, türbe ile hamamdan meydana gelmekteyken günümüzde imaret ve han mevcut
değildir.

Orta bölüme kubbeli birer mekânla açılan yan mekânlar ile mihrap bölümü değişiklik
gösteren yapılardır. Ters T plan yorumunda olup, mihrap mekânı değişiklik gösteren bu
örnekler, aynı zamanda Osmanlı cami mühendisliğinde önemli bir problemin de çözülmesine
yardımcı olduğu kabul edilen örnekler olmaktadır. Edirne Beylerbeyi Camii (15. yüzyılın ilk
yarısı), Ankara Karacabey Camii (1428), Tire Yeşil İmaret (1441), Edirne’de günümüze
gelmeyen Mezit Bey Camii gibi.

Bu ters T planlı camilerin mescit mekanları değişiklik gösteren yapısıyla özellikle merkezî
kubbeye bir yarım kubbe ekleme yönündeki teknik bilginin oluşmasında öncü uygulamalar
olarak görülürler.
Gelişmiş ters T plan yorumunun bundan sonraki gruplarındaki örnekler de Osmanlı Cami
mimarisinin gelişmesine katkısı olan özelliklerle inşâ edilmiş örneklerdir.

Grupta yan kanatları birden fazla kubbeli veya tonozlu mekânların oluşturduğu örnekler
görülür. Bu örneklerden erken tarihli olanlardan ikisi Amasya’da inşâ edilmiştir. Amasya,
Bayezid Paşa Camii (1419) plan özellikleriyle Bursa Yeşil Camii planına benzerliğiyle ve ön
cephenin iki katlı kuruluşuyla önemli olurken; Beylerbeyi Yörgüç Paşa Camii son cemaat
yerinin solunda medrese mekânı ile açık türbe haline konulmuş olmasıyla önemlidir. Her iki
ters T planlı cami de kalem işleriyle bezelidir.

İstanbul’daki dört örnekten ikisi Fatih Döneminden, ikisi ise II. Bayezid Dönemi’nden olan
tabhaneli camilerde ise Bursa ve Edirne örneklerinden farklı bir durum görülür. Bu yapılardan
Aksaray’daki Murat Paşa Külliyesi’ne ait cami (1472) de dikdörtgen prizmatik ana hacim
üzerindeki ardarda iki kubbe, yapının bütününe hakim olup, tabhane mekânlarına birer kapı
ile geçilir. Tabhane mekânları dıştan ana hacim yüksekliği ile 1/2 oranında bir yüksekliğe
sahiptir. Bütün bu yapısal bütünlük önünde beş bölümlü kubbeli bir son cemaat yeri yer alır.

Aynı tarihlerde Üsküdar’da inşâ edilmiş olan Rum Mehmet Paşa Külliyesi’nin (1471-72)
camiinde ise ana hacmin dikdörtgen prizmatik durumu fazla yükselmekte ve iki kubbe için
yaklaşık bir çap uzunluğu da dikdörtgenin hacimsel bütünlüğüne eşit olmamaktadır. İşte kare
prizmatik ana mekân dört yönde güçlü dört tuğla dokulu kemer üzerinde merkezî kubbeyi
taşırken, dikdörtgen prizmanın kıble tarafındaki bölüm bir yarım kubbe ile bu kemere
bağlanarak, daha önce İstanbul’da Fatih Külliyesi’nin (1463-70) ilk camiinde uygulanmış
olduğu bilinen, merkezî kubbeye bir yarım kubbe katılımının ikinci uygulamasını
oluşturmaktadır. Üsküp’teki İsa Bey Camii (1475-76) yan kanatları birden fazla kubbeli veya
tonozlu mekânların oluşturduğu gruba giren Balkanlar’daki bir örnek oluştururken, çapraz
tonoz örtü sistemiyle de farklı bir durum yansıtır.

İstanbul’daki II. Beyazıt Dönemi’ne kadar uzanan ters T plan şemasındaki uygulamaların,
klasik Osmanlı camilerinin cephe gelişmesinin öncüleri olarak görülebilen yapılardan ilk
örneği ise gene Anadolu’da Afyon’da Gedik Ahmet Paşa Külliyesi’nin (1471) tabhaneli
camiinde buluyoruz. Burmalı minaresiyle dikkat çeken yapıda ana mekân bir ters T ana
şemasından ziyade bir ters T şemasının U şekilli mekânlarla sarıldığı bir plan sergiler.
Böylece üç kubbeli yan kanatların orta mekânı dışa bir kemerle açılır. Yan kanat mekânlarının
kapalı-açık-kapalı cephe kuruluşu, Osmanlı klasik camileri için öncü (prototip) olarak
görülür.
Benzer durum İstanbul’daki Davut Paşa Külliyesi’nin (1485) tabhaneli Camii’nde de görülür.
Ancak kapalı-açık sıralamasıyla iki merkezî hacim olarak. Diğer taraftan Davut Paşa Camii
kare plan kuruluşuyla, merkezî kubbesiyle ve mihrap çıkıntısıyla ayrıcalıklı bir uygulamadır.

İstanbul’daki Mahmut Paşa Külliyesi’nin (1462) camiinde görülen ters T plan yorumuyla da,
tamamen farklı bir dış ve iç mekân yaratılmıştır. İçerde dikdörtgen prizmatik ana hacim
bütünlüğünü koruyarak, dıştan algılanmayan bir koridorla çevrilmiş, yan tabhaneleri oluşturan
üçer mekân ise birbiriyle kemerlerle açılarak, iki kapı, ortada bir eyvanla koridora
açılmışlardır. Bu durum yapının yan cephelerinde pencere ve birer kapı dışında bir
parçalanma yerine yan cephe oluşumunun bütüncüllüğünü sağlamıştır.

Çemberlitaş’taki Âtik Ali Paşa Külliyesi’nin (1496-7) ters T plan uygulamasında ise merkezî
kubbeye kıble yönünde katılan yarım kubbe ile bir mühendislik bilgisi pekiştirilirken, 1/3
oranındaki yükseklikle kubbeli tabhane mekânları pencere düzenlemeleriyle cephe oluşumuna
katkı sağlamıştır.

Âtik Ali Paşa Camii, ters T plan yorumunun sadece ibadet işlevi için uygulandığı bir cami
olmasıyla da önemlidir. Bilindiği üzere ters T cami planlaması Sultan II. Beyazıt ve Yavuz
Sultan Selim Külliyelerinde de uygulanmıştır. Ancak Fatih Dönemi uygulamalarından
başlayarak bu plan yorumunun tatbikinde birtakım yeniliklerin ortaya çıktığı da gerçektir.
Merkezî kubbeye bir yarım kubbe katılımı, yan cephelerin oluşumundaki değişiklikler gibi.

Sultan II. Beyazıt tarafından yaptırılan dört büyük külliyede de tabhane mekânlarına yer ve
önem verilen ve ters T plan yorumunun genel şemasını bulduğumuz örneklerdir. Bu cami
yapılarının plan kuruluşlarına bakıldığında, ana mekânın ya kare merkezî kubbeli (Tokat
Hatuniye Camii, Edirne II. Beyazid Camii) ya da kare plan yorumunda merkezî kubbeye
mihrap ekseni üzerinde iki yarım kubbenin, yanlarda ise dört küçük kubbenin yer aldığı
(İstanbul II. Beyazıt Camii) gibi farklı plan uygulamaları görülür. Sadece Amasya’daki II.
Beyazid Camii’nde ters T planı, dikdörtgen prizmatik ana hacim ve kubbeli yan mekânlar
olarak uygulanmıştır. Bu durum yan kubbeli mekânların aynı işlevle değil, sadece ibadet
mekânı bütünlüğünde gerçekleştirilmiştir. Esasen külliyede paralel eksen üzerindeki L planlı
yapının imaret ve tabhane olması da durumu açıklar.

Diğer taraftan Mimar Hayreddin ekolünün planlayıp, inşâ ettirdiği bilinen bu yapılarda
özellikle Edirne, İstanbul ve Sultan Selim Camilerinde tabhane kanatlarının da ayrıcalıklı
olarak planlandığı (dört eyvanlı köşe mekânlı) görülür.
Sonuç olarak Erken Dönem Osmanlı Cami Mimarisi’nde tek kubbeli, çok kubbeli (Ulu Cami)
plan yorumları paralelinde sevilerek kullanıldığı anlaşılan ters T plan şeması çeşitli
uygulamalar içinde bazı statik problemlerin çözümüne yarayan örnekler de üreterek 16. yüzyıl
başına kadar iki asırdan fazla bir süre uygulanmıştır.

Erken Dönem Osmanlı Cami Mimarisi’nde, bu üç plan kuruluşuna uymayan, tek uygulama
olarak kalan, ancak sonraki mimarî gelişmede, özellikle şadırvanlı revaklı avluya sahip cami
mimarisinin klasik olgunluğa erişmesinde örnek bir planlamayla yapılmış olan Edirne’deki
Üçşerefeli Cami (1437-47) önemlidir. Üçşerefeli Cami 15. yüzyılın ilk yarısında birdenbire
alışılmış bir plan yorumuyla II. Murat tarafından Konyalı Mimar’a inşâ ettirilmiştir. Camide
kapalı bölüm (harim) enine dikdörtgen plan yorumu içinde iki altıgen paye ve geniş
kemerlerle bölümlenerek üst örtüyü, ikişer duvar payesi ve iki serbest payenin taşıdığı (24.10
metre) çapındaki kubbe ile yanlarda ikişer kubbe ile oluşturmuştur. Diğer taraftan üç yöne
açılan kapılar ve şadırvanlı, revaklı, taş döşeli avlu bu kapalı bölüm öneünde yeralmış, bu açık
ve kapalı kütleleri kaynaştıran hacim ise son cemaat yeri olmuştur. Böylece yapı doğu ve batı
cepheleriyle ve avlu köşelerindeki dört minaresiyle olduğu kadar renkli taş işçiliğiyle de
önemini ortaya çıkarmış, sonraki cami planlamasında öncü (prototip) olmuştur.

Böylece başlayan revaklı avlu, kapalı bölüm arasındaki organik bütünlük Fatih Dönemi’nde
İstanbul’da başlayarak devam etmiştir.

B. Erken Osmanlı Dönemi Medrese Mimarisi

Anadolu Türk Mimarisi içinde işlevleri belirli yapılar olan örnekler eğitim ve öğretimle
ilgilidir ve bu yapılar medrese adıyla tanınmaktadırlar. Bu yapıların işlevlerini anlamak için
erken Osmanlı döneminde eğitim ve öğretimin nasıl olduğu sorusunun cevabını aramak
gerekir (Bkz. Anadolu Türk Beylikleri).

Bilindiği gibi Anadolu Türk Beyliklerinden biri olan Osmanoğulları Beyliği ilk eserlerini
İznik’te vermeye başlamıştır. İşlevleriyle ortaya çıkan yapılar ise cami ve medreselerdir.
Medreseler külliye içinde inşâ edildikleri gibi, tek olarak da inşâ edilmişlerdir. Özellikle
Osmanoğullarının ilk merkezlerinde günümüze ulaşan iki örnek, Anadolu Türk Mimarisi
içinde işlevsel plan şekillerini de tanıdığımız örneklerle başlayan medrese mimarisindeki
gelişmenin halkalarına eklenmesiyle önemlidir.

İznik’te inşâ edilen Süleyman Paşa Medresesi (1340), enine dikdörtgen avlu etrafında U
şeklinde konumlanmış mekân planlamasıyla önemlidir. Sütunlar üzerinde sivri kemerli, taş-
tuğla-derz dokulu, kubbeli avlu revakları gerisinde kubbeli medrese odaları ocaklı-nişli olarak
sıralanır. Dershane mekanı dışa taşkın kare planı ve yan mekândan girilen durumlarıyla
ayrıcalıklı bir duruma sahiptir.

Orhan Bey zamanında Bursa’da kale içinde inşâ ettirilmiş olan Lala Şahin Paşa Medresesi
(1348), tek eyvanlı ve kubbeli, havuzlu giriş mekânı ile Anadolu Selçuklu mimarisindeki
kubbeli medreselere benzetilirse de, eyvana açılan bir sıra odalarla simetrik olmayan bir
durum sergiler.

Bursa’da Orhan Külliyesi (1339), bütünlüğünde yer alan medrese zaviye ile bitişik olarak inşâ
edilmiş avlulu bir medresedir. Ancak Hüdavendigâr Camii bütünlüğündeki medrese, mescit-
tabhaneler-medrese üçlüsünün aynı yapı bütünlüğünde planlandığı bir örnektir. Bu durum
arazinin yeterli olmamasıyla açıklanabilir.

Erken Osmanlı Dönemi Mimarisi’nde, Beyliğin kuruluşundan bir asra yakın zaman geçer,
Osmanlı medrese mimarisinin örneklerini tanıyabilmemiz için.

1400’lerde tamamlanan Yıldırım Külliyesi bütünlüğünde yer alan iki medrese ile bir darüşşifa
yapısı, Osmanlı Beylik statüsünden büyük devlet durumuna geçişini de belgeler durumdadır.
Yıldırım Külliyesi içinde site-üniversiter bir kuruluş niteliğinde, iki medreseden biri dinî
eğitimin verildiği yapılar olmuş, darüşşifada ise pratik öğretim içinde hastaya hizmet
verilmiştir.

Cami önündeki düzlükte yükselen Medrese eyvanlı, revaklı avlu kuruluşuyla Anadolu
Selçuklu medrese geleneğine bağlanırsa da, diğer Türk Beyliklerinin medrese mimarilerinde
de tespit edilen bazı farklılıklar ortaya konulmuştur. (Bkz. Anadolu Türk Beylikleri Medrese
Mimarisi).

Yıldırım Külliyesi’ndeki tıp medresesi[1] yakınındaki sokağın bir kenarı boyunca dizili
evlerin arasında kalıntılarıyla yaşamaktadır. Dini eğitim verilen medrese ise (Verem Savaş
Derneği) plan kuruluşuyla Anadolu Selçuklu medreselerinden ayrılır. Bu medresede avlu
birimi ile dersane birbirinden ayrılmış hacimsel kütleler halindedir. Dar dikdörtgen avluyu üç
yönde çeviren revaklarda taş-tuğla-derz dokulu paye, kemer ve cepheler şadırvanlı avlu
mekânına ifade zenginliği kazandırır. Dershane birimi kubbeli eyvan olarak tasarlanmış ve
avlu genişliğiyle, avluya katılmıştır. Ancak avlu zeminden yükselerek koparılmıştır.

Yıldırım Medresesi dershane ve avlu yan cephelerinde görülen sağır niş bölümlenmesi
içindeki pencereler ile dışa açılmış taş-tuğla-derz den oluşan pencere alınlık bezemeleriyle
önemli olmuştur. Ancak doğu cephesiyle farklı bir durum sergiler. Avlu revak ve
mekânlarının tonoz seviyesini aşan ön cephe duvarı, üstte adeta bir kalkan duvar gibidir.
Böylece giriş cephesi üstten düz bir saçak bordürü ile sınırlanmıştır. Büyük bir giriş eyvanı
ortada dışa açılırken, iki yanda dikdörtgen büyük pencereler, alışılmışın dışında bir cephe
sergiler.

Külliyedeki darüşşifa yapısı da medrese plan yorumuna bağlı bir yapıdır. Ancak medreseden
farklı olarak dikdörtgen plan bütünlüğünde mekânların revaklı avlu gerisinde beşik tonoz
örtülü olarak yer almasıyla, ayrıca dershane mekânının enine dikdörtgen ve pencereli
durumuyla farklılıklar görülür.

Darüşşifa’nın bütünü arazinin durumuna bağlı olarak inşâ edildiğinden her köşedeki kot
birbirinden farklıdır.[2] (Bkz. Türklerde Darüşşifa Mimarisi). Bursa Yıldırım Külliyesi’ndeki
bu site- üniversiter kuruluş belli ki Fatih dönemine kadar işlevini sürdürmüştür.

Bursa’da Yeşil Medresesi inşâ edilmeden önce Anadolu’da Merzifon, Gümüş’te inşâ edilen
Vezir Hacı Halil Medresesi (1413-1415), kare plan yorumu içinde kubbeli dört eyvan ve
aralardaki mekânlarla farklı bir medrese yapısıdır. Anadolu Selçukluların kubbeli medrese
planına dayanan bu yapı, Bursa Medreselerinden tamamen farklı bir plan yorumuna sahiptir.
Bursa’da Çelebi Mehmet tarafından inşaasına başlatılan Yeşil Külliyesi’ndeki (1416-1424)
medrese de plan kuruluşuyla revaklı, şadırvanlı avlu gerisindeki mekânlar ile bir avlu birimi,
bu avluya bir kemerle açılan avlu zemininden yükseltilmiş dershane biriminden meydana
gelmiştir. Yeşil Medresesi, Yeşil Medresesi, Yıldırım Medresesi’nden farklı olarak enine
konumlanmış bir avluya sahiptir. Ve avlu ile dershane arasındaki bütünlüğü avlunun güney
duvarlarını sağlar. Avlu bütünlüğündeki karşılıklı olarak yeralan eyvanlar, Yıldırım
Darüşşifası’ndaki revak uzantısı eyvan hatıraları olup, bağımsız mekânlardır. Üçüncü bir
eyvan ise kuzey cepheye açılır ki, içinde kapı yer alır. Yeşil Camii ve Türbesi’nde olduğu gibi
çinileriyle önemli bir medresedir. Dış cephelerin ifadelendirilmesinde yüksek sağır nişler
kadar, pencereler ve pencere alınlıklarındaki mozayik çini kaplamalar rol oynar. Giriş eyvanı
ile yan eyvanların tekne tonozlarındaki çini bezemeler gibi.

Aynı çevrede bir diğer medrese ise Çelebi Mehmet Medresesi’dir (1414-1417). Kare plan
yorumundaki medresenin giriş ekseni üzerindeki dershane eyvan konumuyla revak altına
açılır. İki yandaki dershaneler ise kapalı, kubbeli mekânlar halindedir. Girişteki eyvan ise dışa
açılan konumuyla giriş mekânına dönüşmüştür. Taş örme kalın payeler ve geniş kemerlerle
meydana getirilen revak sistemi avluyu dört yönde çevirir. Dershane mekânları Hacı Halil
Paşa Medresesi’nde görüldüğü gibi dışa taşar. Giriş eyvanı üzerindeki kubbesi tonoz
kaburgalı kuruluşuyla Türkmen çadırının (topak ev) kuruluşuna benzer. Bu giriş eyvanı
üzerinde 19. yüzyılın modasına uyularak bir saat kulesi ilâve edilmiştir.

Muradiye Külliyesi (1425-1426) bütünlüğündeki medrese ise tabhaneli cami gibi, kuzey
cephesiyle yola bağlı konumuyla önemlidir. Muradiye Medresesi de şadırvanlı, revaklı avlu
gerisinde mekânlardan oluşan avlu birimi ile tuğladan geniş söveli, sivri kemerle avluya açılır.
Ancak Muradiye Medresesi’nde daha önceki örneklerden farklı olarak dershane kemerinin
açıklığı daraltılmıştır. Böylece genişleyen dershane yüzeyinde tuğla şerit ve taşlardan oluşan,
sekizgen kuruluşlu bezeme örneği cepheyi oluşturmuştur. Avlu kütlesinden dışa taşan kubbeli
dershane birimi ile dengeyi sağlayan unsur ise, avlu cephesi bütünlüğünden kubbeli eyvan
şeklinde yükselen giriş eyvanıdır.

Bursa’da Subaşı Eyne Bey Medresesi ise Ulu Cami karşısında yol aşırı olarak eğimli bir
topografyada inşâ edilmiştir. Sıbyan Mektebi, hamam ve medreseden meydana gelen küçük
bir külliye özelliğine sahiptir. Medrese girişinin sağında fevkânî sıbyan mektebi yer alır.
Merdivenle girilen medresede ise revaklı bir avlu etrafında üç tarafta mekânlar sıralanır.
Girişin karşısında farklı bir revak sistemi (âdeta son cemaat yeri gibi mescit-dershaneyi
belirleyen) gerisinde kubbeli dershane yer alır.

15. yüzyıl başlarından bu medrese bütünlüğündeki küçük külliyede bir cami yapısına yer
verilmemiş olması mescit-dershane ortaklığı kadar Ulu Cami’ye yakınlığı ile de açıklanabilir.

II. Murat acele olarak tamamlattığı Külliyesi’nin inşâasından sonra Gelibolu üzerinden
Edirne’ye geçer ve orada yaşamını sürdürür.

Daha 14. yüzyılın ilk yıllarında planlanıp inşâ edilen ve Edirne’nin kale dışındaki ilk külliyesi
olan Eski Cami Külliyesi’nin (1403-1414) bir medresesi, caminin kıble tarafında (Vakıflar
Bölge Müdürlüğü binasının olduğu alanda) inşâ edilmişti. Bu medresenin ne yazık ki planı
hakkında bilgimiz yoktur. Edirne’nin en erken medresesi olmasıyla önemlidir.

Edirne’nin tarihi topografyasında iki önemli medrese yapısı Üçşerefeli Cami Külliyesi’ne
(1437-47) ait olup, Cami’nin kuzeyinde, camiye paralel konumlanmışlardır. Bu iki
medreseden biri Saatli Medrese olarak tanınmakta, dikdörtgen plan yorumuyla avlusu revaklı,
girişi ise Üçşerefeli Cami’ye paralel uzun kenar üzerinde olduğu kalıntılardan tespit
edilebilmektedir.[3]
Saatli Medrese ile aynı eksen üzerinde yer alan Peykler Medresesi de üç kenarı revaklı bir
avlu gerisinde mekânların yeraldığı, kıble yönünde iki dershanenin biri kapalı kubbeli, diğeri
ise kubbeli eyvan şeklinde avluya açıldığı, girişinin ise Üçşerefeli Cami’ye paralel cephede
yer alır. Her iki medrese ile ilgili bir kitâbe mevcut olmamakla beraber II. Murat ve Fatih
Dönemi’ne, özellikleriyle 15. yüzyılın ilk yarısına tarihlenebilen bu iki medrese Üçşerefeli
Cami ile oluşturduğu külliye konumuyla önemlidir.[4] Kaynaklarda belirtilen Edirne’deki
erken dönem medrese yapıları günümüze ulaşmamıştır.

İstanbul’un Fetih’ten sonraki yapılaşması içinde ise medrese yapılarını Fatih Dönemi
külliyeleri içindeki medreseler oluşturmakta, bu dönem ise Osmanlı Mimarisi’nin, Erken
Klasik mimarisinin örnekleri olmaktadır.

C. Erken Osmanlı Dönemi Türbe Mimarisi

Erken Osmanlı Dönemi Türbe Mimarisi, Anadolu Türk Beylikleri Dönemi kümbet-türbe
mimarisi geleneğini takip eden, ancak kısa süre sonra kendi türbe mimarisinin örneklerinin
verildiği bir dönem olmuştu. İznik’te Kırk Kızlar Kümbeti (14. yy.) de plan şeması ve mekân
uygulamasıyla Anadolu’da görülen kümbet-türbe yapılarından farklı bir kuruluş gösterir. Kare
plan yorumundaki içten kubbe dıştan külahlı kümbet mekânı bir ziyaret mekânı ile bütünleşir.
Bu yorumuyla Anadolu kümbetlerinden ayrılan yapı, naif kalemişleriyle de farklı bir
bezemeye sahiptir.

İznik’te 14. yüzyıl sonuna tarihlenebilen Yakup Çelebi İmareti önündeki açık türbe yapısıyla
makam türbesidir. Bir sıra taş, üç sıra tuğla derz ve hatıl dokulu cepheleriyle önemlidir.

Bursa’da 15. yüzyılın başından bir türbe yapısı ise Yıldırım Beyazid’in Türbesi’dir. (1406)
Yıldırım Türbesi, külliye bütünlüğünde planlanmış bir yapı olup, mimar-usta Hüseyin bin Ali
adı kitabede verilmiştir. Yıldırım Türbesi kare kubbeli türbe mekânı önündeki üç bölümlü son
cemaat yeri şeklinde düzenlenmiş cephesiyle, adeta bir cami planında inşâ edilmiştir.

İznik ve Bursa’daki bu ilk türbe yapılarından sonra, Yeşil Külliyesi’ndeki Çelebi Mehmet
Türbesi (Yeşil Türbe) (1421), farklı bir yapıya sahiptir. Gömü mekânı üç bölümlü, alçak
tonoz örtülüdür. Bu mekânın cepheye yansıması türbe kaidesi (subasmanı) şeklindedir. Üst
mekân ki, mescit mekânı sekizgen planlıdır. Üst örtüsü çift cidarlı kubbe olan yapıda kapı
dışa açılan eyvan içine açılmıştır. Diğer cephelerde birer dikdörtgen pencere ile pencere üst
sövesine kadar duvarları kaplayan yeşil renkli çini kaplamalar ve her duvardaki çini
madalyonlar türbeye şimdiye kadar görülen örneklerden farklı bir iç mekan ifadesi
kazandırmıştır. Çini kaplamalar üzerindeki yüzeylerde kalemişleri yer alır. İri palmet
tepeliğiyle renkli sır tekniğindeki mihrap ise yapıyı kendisine kadar olan türbelerden
ayrıcalıklı olduğunu gösterdiği gibi, kendisinden sonraki bazı örnekler için başlangıç
olduğunu ortaya çıkarır. Külliye bütünlüğündeki türbenin duvar kaplamaları, mihrap, lahit,
gibi çini unsurları dışında kapı eyvanından başlayan çini kaplamaları dışında yapının dış
yüzeyleri de firuze rengi çini levhalarla kaplanmıştır.

Bursa’da kısa bir süre sonra inşâ edilen Muradiye Külliyesi haziresindeki en erken türbe II.
Murat’ın oğlu Ahmet için yaptırılmıştır. Şehzade Ahmet’in Türbesi (1429) kare planlı, küçük
kubbeli bir yapı iken II. Murat’ın ölümü üzerinde gene kare planlı türbesi bitişik olarak inşâ
edilmiştir. II. Murat Türbesi (1451) iç içe iki kareden meydana gelmiş plana sahiptir. İçteki
kare dıştaki kareden tonozlu bir koridorla ayrılır. İçteki kareyi meydana getiren köşe payeleri
ve derleme sütun ve başlıklar üzerinde ise tromplu ve ortası açık bir kubbe yer alır. Bu açık
kubbe altında sade, mermerden çatma lahit mezarlar yer alır.

II. Murat Türbesi iç mekân sadeliğiyle tamamen zıt bir mermerden giriş mekânını örten
saçağa sahiptir. Ahşap saçak kalem işi bezemesiyle 15. yüzyıl ortalarından günümüze ulaşan
sayılı örneklerden biridir. Muradiye haziresindeki türbeler içinde 15. yüzyılın ilk yarısında
inşâ edilen bir başka türbe ise tamamen muntazam kesme taştan inşâ edilmiş bir açık türbedir.
Devlet Hatun Türbesi olarak tanınan bu yapıda açık türbe ile taş lahit inşâ bütünlüğü içinde
inşâ edilmiştir. İçte çarkıfelek yivli kubbe, dışta taştan külah örtüsü ile farklı bir uygulama
olan bu yapı da göstermektedir ki, İznik ve Bursa’daki erken türbe örnekleri genel kuruluşta
gömü geleneğine uygun ancak plan yorumları olarak birbirinden farklı ve bağımsız olarak
inşâ edilmiştir.

Gerçekten Edirne’de görülen erken bir türbe de Şah Melek Paşa Camii (1429) önündeki açık
türbedir. Şah Melek Paşa Türbesi ikisi cami duvar dokusu içinde, ikisi ise serbest sütun ve
kemerlerle taştan inşâ edilmiştir. Kubbe altındaki taş lâhit şahideleriyle dönemin süsleme
özelliğini yansıtır.

Edirne’deki Darül Hadis Camii (1435) türbeleri ise, merkezî kubbeli caminin kıble tarafında
yer alır. Camiye yakın olanı altıgen planlı açık bir türbedir. Lahit mezar bezemeli şahidesiyle
önemlidir.

İkinci türbe ise sekizgen planlı olup, cepheleri kemerler ve yuvarlak pencerelerle
teşkilâtlandırılmıştır. Profilli bir silme yapı cephelerini üstten sınırlar, kubbe ise dıştan basık
bir görünüştedir.
Gene Edirne’de Beylerbeyi tabhaneli Camii haziresinde yeralan sekizgen harap türbe
muntazam kesme taştan inşâ edilmiş olmasıyla Edirne’deki türbe örneklerinin özelliklerini
yansıtırken mihrap cephesindeki kemeriçi dolgusunun yüzeyindeki kırmızı tuğla ve kirli
beyaz hamurlu mavi renkli çini kakmalarıyla İstanbul’daki Mahmut Paşa Külliyesi’ndeki,
Mahmut Paşa Türbesi (1474), ölümü üzerine Cami kıble tarafında inşâ edilmişti. Sekizgen
plan kuruluşu üzerinde oluşan cepheler, muntazam kesme taş olarak başlayıp, belli bir
yükseklikten sonra bu muntazam kesme taş yüzey geometrik geçmelerden oluşan bezeme
örneğine göre oyularak, kırmızı hamurlu lâcivert mavi ve firuze renkte çiniler kakılmıştır.
Böylece oluşan cephede asıl bezeme örneği şeklinde dekoratif bezemesiyle tek örnektir.
Fetihten sonra İstanbul’da inşâ edilen iki önemli külliyede yer alan türbe yapıları yakın
tarihlerde inşâ edilmiş olmasına rağmen, plan kuruluşları aynı olmasına rağmen mimarî
ifadeleriyle, tamamen aynıdırlar.

Üsküdar’daki Rum Mehmet Paşa Türbesi (1471), sekizgen kuruluşu, çift cidarlı kubbe ile
örtülü türbe caminin kıble tarafında yer alır. Muntazam kesme taş dokuya sahiptir. Cephelerde
iki kat halindeki pencereler, iki kat cephe görünüşünü ifâde eden tek unsur olarak yeralmıştır.
Taş yüzeyden şeritler halinde tezahür etmiştir. Her cephede açılmış pencereler ile alttaki kapı
mermer taş söveli ve kitâbeli olarak yer alır. Basit taş yüzey üzerinde yükselen Mahmut Paşa
Türbesi erken dönem Osmanlı türbe mimarisindeki örnekler içinde cephesi tamamen çini
kakmalı tek örnek olmuştur.

İznik’te başlayıp Bursa ve Edirne’de de devam eden Erken Osmanlı Türbe Mimarisi, çeşitlilik
gösteren plan yorumlarıyla, özellikle 15. yy. İstanbul örnekleriyle klasik Osmanlı dönemi
türbe mimarisinin hazırlayıcısı olmuştur.

D. Erken Osmanlı Mimarisinde Su İle İlgili Yapılar Hamamlar, Çeşmeler

Osmanlı Mimarisi bütünlüğünde yeralan su yapıları başta, suyolları, su terazileri-mahzenler,


su kemerleri, bendler, sarnıçlar ile suyun kullanım yapıları başta hamamlar-kaplıcalar,
çeşmeler, sebiller olduğu günümüze ulaşan örneklerden bilinmektedir.

Erken Osmanlı döneminde bu su mimarisi çeşitlerinin örneklerinin tamamını bulmak


mümkün olmakla beraber, bazı kaynaklardan bu tür yapıların varlığını ve nasıl olduğunu
öğrenme fırsatı doğmaktadır.[5] Yıldırım Beyazid’in Bursa’da şehrin doğu ucunu belirleyen
Külliyesi’ni inşâ ettirdiği sırada, önce külliye hamamını inşâ ettirdiğini, sonra kemer ve
duvarlar inşâ ettirerek Akçağlayan suyunu hamama getirttiğini ve üç değirmen çevirerek
güçte olan suyun fazlasını ise çeşmeler yaptırarak mahalleye dağıttığını öğreniyoruz.[6]
Gerçekten Akçağlayan suyu uzun çok gözlü bir su kemeri ile Yıldırım Külliyesi’nin
bulunduğu alana çıkarılmış, Cami şadırvanı imaret, medrese şadırvanlarına ulaştırılmıştır.
Yıldırım Darüşşifası ise bu su yolu üzerinde inşâ edilmiştir. Darüşşifa içinde ana eyvan altına
girip avluya geçen Akçağlayan suyunun dershane seddine açılan tonozlu kanalın ve avluda
(haç biçimli tranşelerle şadırvanın temel kalıntısı ve fıskiyenin delikli yatağı bulunmuş, üçe
ayrılan su kanalının biri doğu tarafa ayrılarak mekân sırasının ortasına yakın bir yere
ulaşmakta bir kanal içine akmakta, bu kanal kuzeydoğu köşedeki helâlara ulaşarak dışarı
çıkmaktadır. Üçüncü kanal ise seddin duvarı içinden şelale altına gelir ve revakların tuğla
destek dizisi altındaki kargir set içindeki künklerde akarak, eczane makamına ulaşır ve dışarı
çıkar.

Bir külliyede ilk yapılan yapının genellikle hamam yapısı olduğu, öncelikle bu yapının su
ihtiyacının karşılanmasıdır.

Yıldırım Hamamı küçük bir yapı olup, plan kuruluşunda gerekli, soyunmalık, ılıklık ve
sıcaklık mekânları birer hacim olarak bulunur

Bursa’nın ticarî merkezinde inşâ edilmiş olan, Orhan Külliyesi’nin hamamı da belki
mekânların yeraldığı küçük ölçekli bir yapıdır. Erken Osmanlı döneminin ilk merkezi İznik’te
de Orhan tarafından sur dışında inşâ ettirilen tabhaneli cami yakınında bir hamam yapısı yer
alır. Duvarlarında kazıma resimlerin görüldüğü bu hamam, cami gibi harap durumdadır.[8]

Şehrin batısındaki Hüdavendigar Külliyesi’nde ise büyük bir hamam yapısı yerine kare
kubbeli küçük bir mekân girçık hamamı (gusülhane) yer alır. Hüdavendigar Külliyesi’nin inşâ
edildiği alanda daha önceye ait kaplıca yapılarının varlığı büyük bir hamam yapılaşmasına
ihtiyaç duyurmamıştır.

Bursa’da Yeşil ve Muradiye Külliyeleri, şehrin doğu ve batı ucu arasında iki semtin
oluşmasına neden olmuş ve bu külliyelerde cami ve medreselerden yol aşırı olarak birer
küçük hamam yapısı yer almıştır.

Edirne’nin fethi ile başlayan yapılaşmasında, ilk onarımlara kale içinde başlanılmıştır. Badi
Efendi eserinde kaleiçinde 32 hamam bulunduğunu bildirir. Ancak erken dönemden
günümüze ulaşan hamam yapılarından biri de Eski Cami Külliyesi’ne ait olan yapı olup,
şehrin içinden geçen E5 karayolu açılırken dinamitlenerek yıkıldığı bilinmektedir.
Edirne’de hamamlar içinde Eski Saray’a ait olup, sonra Selimiye Külliyesi inşâ edilirken,
çifte hamam durumundan yenilenerek “Çarşı Hamam” adıyla binilen harap yapı, ilk yapısıyla
Erken Osmanlı dönemi hamamlarının örneğini oluşturmaktadır.[9]

Edirne’de Batı’ya açılan bir kapı oluşturan Gazi Mihal Külliyesi’nde (1442) Çifte Hamam
kuruluşu itibariyle bazı yapısal özellikler de gösterir. Özellikle eyvanlardaki tonoz bağlantıları
ile kubbe içinin Merzifon’daki Çelebi Mehmet Medresesi’nin eyvan kubbesinde görüldüğü
gibi.

Edirne’deki Saraçhane Caddesi’nin saraya yakın kısmında kurulan Beylerbeyi Sinan Paşa
Sarayı, Camii gibi bir de hamamı bulunmakta ise de harap olmuştur. Edirne’de Çakır Ağa
Mahallesi gibi, Subaşı Çakırağa’nın yaptırdığı Tahtakale Hamamı (1453) da çifte hamam
planında olup, onarımlarla günümüzde de çalışmaktadır. 15. yüzyıl sonlarında Kasım Paşa
Külliyesi’ne ait hamam yapısı da günümüze ulaşamamıştır.

Fetihten sonra İstanbul’da başlayan yapı faaliyetleri içinde Eyüp Sultan Külliyesi’ndeki
(1459) hamam, Aksaray Murat Paşa Külliyesi’ndeki (1471) Çifte Hamam ile Mahmut Paşa
Külliyesi’ndeki Çifte Hamam, 15. yüzyılın ikinci yarısında, artık Osmanlı hamam
planlamasını ve mimarisini klasik döneme hazırlayan örnekler olmuştur. Bunlardan Murat
Paşa Hamamı, Vatan Caddesi açılırken ortadan kaldırılmış, Mahmut Paşa Hamamı ise biri
yıkılarak tek hamam durumuna sokulmuş, son onarımlardan sonra da çarşı işlevi verilmiştir.
Eyüp Hamamı ise onarımlarla günümüze ulaştırılarak işlevini sürdürmektedir.

Bursa Akçağlayan Suyu ile doğu ucunda suya kavuşmuştur. Kaynak suları da şehrin su
ihtiyacını karşılamaktaydı.

Edirne de üç nehrin birleştiği sulak bir ovaya açılan düzlükte gelişmesini tamamlayan bir
şehirdir. Büyük olasılıkla kuyularla günlük su ihtiyaçları giderilirken, hamam ve çeşmelerin
ihtiyacı olan su ise nehirlerden dolaplar ve su arkları ile karşılanmaktaydı. Nitekim Çömlek
Köy Hamamı’na böyle bir arktan su gelmektedir. Bunun böyle olduğunu Edirne Yeni
Sarayı’nın Matbah-ı Âmire yapısı çevresinde iki kuyunun ortaya çıkması ki, bu kuyuların
dibinde Tunca Nehri’nden sızan sular toplanmakta ve bu sular kullanılmaktaydı. Ayrıca
Edirne Sarayı’nın yer seçiminde rol oynayan Ab-ı Hayat suyu olan Kuyu’da tespit edilerek
yayın için çalışmalar sürdürülmektedir
Edirne Yeni Sarayı gibi, Edirne şehri de su kemerleri ve su yollarına ve bu yollar üzerindeki
su terazileri (biri Selimiye arkasında) ve su maksemleri ile çeşme yapılarına Kanunî
Dönemi’nde Mimar Sinan’ın planlayıp inşâ ettirdiği Taşlı Müsellim suyunun getirilmesiyle
kavuşmuştur.

Bursa’da erken dönemden iki çeşme, Alaaddin Camii girişi yanındaki eyvan çeşme (1326) ile
Hüdavendigar Camii avlu girişine bitişik çeşme onarımlarıyla ulaşan örneklerdir. Ancak her
mahalle ve semtlerde inşâ edilen mescit ya da külliye yapılarında başta cami şadırvanı olmak
üzere su yapılarının varlığı suyun kaynağının yapılaşmadan önce tespit edildiğini, eğer su
yoksa arklar ve su yolları inşâ edilerek temin edildiği Bursa Yıldırım Külliyesi örneğinden
anlaşılmaktadır.

Edirne’de böyle erken döneme ait bir çeşme Eski Cami’nin kuzeybatı köşesindeki II. Murat
tarafından yaptırılan minare kaidesinde yer almaktadır.

E. Erken Osmanlı Dönemi Ticaret Yapıları

Çarşı, Arasta, Bedesten, Kervansara

Erken Osmanlı döneminde inşa edilen ticari yapılar olarak çarşı, arasta, bedesten gibi alım-
satımın gerçekleştiği yapılarla karşılaşılmaktadır.

Erken Osmanlı döneminde Bursa’da Orhan Külliyesi’nin inşaasıyla şehrin kale içi şehir
konumunun değişmesi ve bu doku içinde 14. yüzyıl sonunda Ulu Cami Külliyesi’nin inşaası
bu alandaki dükkan sıraları ve çarşıların oluşmasına neden olmuştur. Yıldırım Vakfiyesi’nde
belirtildiği gibi Ulu Cami’ye gelir vakfedilen Yıldırım Bedesteni (1400), camiden yol aşırı
olarak inşa edilmişti. Enine dikdörtgen plan şemasıyla konumlanmış olan yapı içindeki örme
paye destek dizisi ve yüksek kemerlerle taşınan 14 kubbe ile örtülmüştür. Bedesten’in dışında
dükkan sıraları vardır, içinde ise uzun kenarlar boyunca küçük mekan sıraları yer alır. Bursa
Yıldırım Bedesteni dış dükkanları tonoz örtülü olup, dört yöndeki giriş kapıları dükkan
sıraların arasında eyvan şeklinde dışa açılırlar.

Bursa Yıldırım Bedesteni’nin bir benzeri Edirne’de Eski Cami Külliyesi (1403-1414) içinde,
planlanıp Eski Cami’nin hemen altında inşa edilmiştir. Eski Cami Bedesteni’nde içerde
yeralan mekanlar dikdörtgenin kısa ve uzun kenarları boyunca sıralanır. Dikdörtgen ana
yapının dükkan sırası üzerinde yükselen cephesinde açılan pencereler sivri kemerli olup,
kemer yüzeyleri değişik bezeme örnekleriyle oyma olarak işlenmiştir.
İstanbul’da Fatih’in Ayasofya Külliyesi’ne gelir için inşa ettirdiği Galata Bedesteni kareye
yakın plan yorumu içinde çok destekli bir yapı olup, dış kenarlarında yeralan dükkanların
derinlik ve biçimlenmesini parselin sınırları belirlemiştir.

Ankara’da Vezir Mahmut Paşa tarafından inşa ettirilen Bedesten (1469), bulunduğu yerin
koşullarıyla kısmen çok katlı planlanmıştır. Ankara Mahmut Paşa Bedesteni 15. yüzyıl içinde
dükkan sıraları etrafını saran arasta ve bitişiğindeki iki katlı han ile bir ticari site oluşturur.
Ankara Kalesi dışında inşa edilmiş ilk Osmanlı Külliyesi olan yapı topluluğunda tek kubbeli
küçük cami de yer alır.

Bedestenler zor koşullarda bir yerden bir yere kervanlarla getirilen kıymetli kumaş, yün,
pamuklu, boya, sırma vs.’nin depolandığı yerlerdir. Malların Bedesten’de depolanmasının asıl
amacı binbir meşakkatle getirilen malın satışa belli miktarlarda sunulması, arz ve talebin
dengede tutulması için sağlam, özellikle taş yapılar olan bedestenlerde depolanması, çağının
korkulu rüyası yangından da malı korumaktır.

Bedestenlerde depolanmış mallar dükkanlar, çarşılar veya arastalarda satışa sunulurdu. Bu


bağlamda Osmanlı mimarisi bütünlüğünde dükkan sıralarından oluşan iki çeşit yapı ortaya
çıkar: Arastalar ve Çarşılar.

Literatürde aynı anlamda kullanılan çarşı ve arasta kelimeleri birbirinden ayrı yapılardır.
Arasta yapıları çarşılardan farklı olarak, coğrafi yolla çakışık olarak inşa edilmişlerdir. Bu
yolun üstü daima açıktır. Genelde arasta örnekleri özellikle menzil külliyelerinde, külliye
yapılarının planlanmasında daima ekseni oluşturmuştur. Diğer taraftan çarşılar bağımsız
yapılar olarak planlanmıştır. Ortadaki gezi yolunun üstü daima örtülüdür (beşik tonoz).

Arastalarda her dükkanda farklı bir şey satışa sunulurken, çarşılarda sıra halinde aynı kalite,
ya da benzer mallar satılabilmekteydi. Bunun nedeni rekabet ve esnafın ticari ahlakının
kontrolüydü. İşte İnegöl İshak Paşa Külliyesi’ndeki (1468 tarihli vakfiye) çarşı yapısı 15.
yüzyıldan böyle bir çarşı yapısıdır.

Edirne Bedesteni etrafındaki dükkanların karşı sırasında da bir sıra dükkanın bulunduğu
görsel durumu nedeniyle düşünülebilir. Edirne Bedesteni’nin batıya açılan dar kenarı boyunca
uzanan sokağa (günümüzde park) “Lüleciler Sokağı” adının kaynaklarda belirtilmesi bu
durumu açıklar niteliktedir.
Erken Osmanlı döneminden bir Osmanlı şehir çekirdeği halen kısmen korunan Gelibolu’da
Ulu Cami’nin çevresindeki sokakların ahşap kepenkli karşılıklı dükkan sıraları Gelibolu’daki
arastanın varlığını gösteren bir gravür resimden anlaşılmaktadır.

Erken Osmanlı döneminin bu mukavim taş yapıları halen yaşayan örneklerdir. Sonraki
yüzyıllarda Anadolu ve Trakya’da inşa edilen menzil külliyelerinin pek çoğunda arasta
kaçınılmaz işlevsel yapı varlığıdır.

Erken Osmanlı döneminde önemli ticari kuruluşlar ise şehirlerde ve menzillerde inşa edilen
kervansaraylar (-hanlar) olmuştur. Anadolu Türk Beyliklerinde Menteşeoğulları ve
Karamanoğullarının birkaç han yapısı bilinmekle beraber diğer beyliklerde bu tür yapıların
örnekleri tanınmamakta, buna karşılık bu beyliklerden biri olan Osmanlı Beyliği’nde
kuruluşundan itibaren kervansaray (-han) adıyla menzillerde ve şehirlerde inşa edilen
külliyelerde işlevsel bir yapı birimi olarak yer almaktadır.

Erken Osmanlı ticari yapıları içinde menzildeki örneği Manyas-Apolyond’da Issız Han ile
İnegöl, Ortaköy’deki kervansaray (1410-20) olurken, şehrin hanı örneği de Bursa Orhan
Külliyesi’nin ticari yapısı, Emir Hanı (1339-40) olmaktadır. Emir Hanı 14. yüzyılın ilk
yarısında kervansaray planlaması açısından önemlidir. Bir avlu etrafında iki katlı revaklar
gerisinde yer alan ocaklı, nişli odaları ve develiğiyle, bu erken örnekte gelişmiş bir plan
uygulanmıştır. Doğu ve batı cephelerindeki birer sıra dükkanlar, yol ile alan ilişkisiyle, kale
dışında menzil kuruluşu durumundadır.

Bursa’da şehrin doğu ucunu belirleyen Yıldırım Külliyesi (1400), şehrin İstanbul’a açılan
yoluna bağlı kuruluşuyla önemlidir. Yamaç terasları üzerinde yapılaşan külliyenin
kervansaray yapıları yola yakın alçak yamaçlarda inşa edilmişti. Temel kalıntıları okul inşaası
sırasında ortadan kalkmıştır.

Bursa’da Yeşil Külliyesi’nin topografyaya uydurulan konumlanması kadar, şehrin batı-doğu


yönünde uzanan ana yolunun üzerinde ve bitiminde yer alması da önemlidir. Külliyenin
yapıları arasında yola cephelenen Cami, medrese sırasında bir de hanı (Yeşil Hanı) ile imaret
yapısı günümüze ulaşmamıştır.

Bursa’nın sur dışında inşa edilmiş olan bu külliye bütünlüklerinde, erken bir tarihte inşa
edilmiş olmalarına rağmen, revaklı bir avlu etrafında gelişen iki katlı han örneklerinin varlığı
kadar külliyeler dışında da bağımsız han yapıları inşa edilmiştir. Bunlar Geyve Hanı (15. yy.),
İpek Hanı (15. yy.) ile Koza Hanı (1490) gibi erken dönem Osmanlı mimarisinin önemli ticari
yapıları olmaktadır. İpek ve Geyve Hanları Yeşil Külliyesi’ne gelir için inşa edilmiştir.

Bursa’da, erken dönemde inşa edilen bu yapılar ticari işlemleri ise borsanın oluşturulduğu
hanlardır. Bu yapıların isimlendirilmeleri bu özelliklerine bağlı olarak doğmuştur.

Bursa’dan sonra Edirne’nin başkent olmasıyla şehrin suriçi konumundan verimli ovaya
açılmasını sağlamış, Edirne’nin erken dönemdeki tarihi topografyası oluşurken semt ve
semtlerarası mahalleler gerçekleşmiştir. Edirne, merkezinde en erken tarihi Külliye Eski Cami
Külliyesi olmuş, inşa edildiğinde ticari merkezi de oluşturmuştur. Eski Cami Külliyesi’nde
yer alan Bedesten ve etrafındaki karşılıklı dükkan sıraları ile günümüze gelmeyen ancak
temelleri park alanı altında bulunan iki kapılı Han (Taş Han) bu külliye bütünlüğünde
yeralmıştır.

Edirne’yi batıya açan yolun solunda erken dönem külliyelerinden olan Şah Melek Paşa
Külliyesi ‘nin(1429) kaynaklarda bildirilen iki han yapısı günümüze ulaşamadığı gibi,
Beylerbeyi Külliyesi’nin de Han yapıları (külliye kapısı yanında “Küçük Han”) da
ulaşmamıştır (Vakfiyesi 1428-29).

Osmanlı mimarisi işlevsel yapıları içinde kervansaray-han adıyla anılan yapıların, erken
Osmanlı dönemi nde ortaya konan örnekleri daha sonraki dönemlere ait kervansaray-han
yapılarının bir öncüsü olmak yerine, erken dönemdeki birdenbire gelişmiş biçimlenmeleriyle
şaşırtıcı yapılar olmaktadırlar.

Bursa ve Edirne’de erken dönemden mal üretimi hanları (icrayı faaliyet hanları) var mıydı?
Bu sorunun cevabını oluşturacak örnekleri şimdilik tanımıyoruz. Ancak İstanbul’da Fatih’ten
sonraki yapılaşma sırasında yenilenerek kullanıldığı bilinen Simkeş Hanı, sim çekilen ve simli
kumaşların dokunduğunu kaynaklardan öğrendiğimiz örnek olmaktadır. İstanbul’da
Kapalıçarşı bütünlüğü içinde yeralan pek çok han yapısı içinde üretilen malın adıyla tanındığı,
bilindiği gibi buralarda çalışmaya gelenlerin barındığı, yaşadığı han yapıları da vardı. Bu
hanlar da “Bekar Hanı” adıyla isimlenmekteydi. Fatih’ten sonraki İstanbul’un yapılaşmasında
muhakkak ki, Borsa hanları; (kervansaraylar), mal üretim hanları ve bekar hanları ticari
hayatın gelişmesini sürdürdüğü yerler olmalıydı.

İznik’teki Hacı Özbek Cami


Osmanlı Devletinin ilk camisi olan Hacı Özbek Camii mevki olarak, Lefke kapıya giden ana
cadde üzerinde bulunmaktadır. Kitabesine göre Hacı Özbek b. Mehmed tarafından 734 (1333-
34) yılında inşa ettirilen yapı, kitabesi mevcut en eski Osmanlı eseri olma özelliğini
taşımaktadır. Bir vakitler İznik Rumları tarafından Hacı Özbek Camisinin aslında Bizans
Kilisesi olduğu söylentisi çıkarılmış fakat mimari özelliklerine bakıldığından tamamıyla bir
Türk yapısı olduğu açıktır.

Osmanlı Devletinin ilk camisi olan Hacı Özbek Camii mevki olarak, Lefke kapıya giden ana
cadde üzerinde bulunmaktadır. Kitabesine göre Hacı Özbek b. Mehmed tarafından 734 (1333-
34) yılında inşa ettirilen yapı, kitabesi mevcut en eski Osmanlı eseri olma özelliğini
taşımaktadır. Bir vakitler İznik Rumları tarafından Hacı Özbek Camisinin aslında Bizans
Kilisesi olduğu söylentisi çıkarılmış fakat mimari özelliklerine bakıldığından tamamıyla bir
Türk yapısı olduğu açıktır.

İznik fethedildikten iki – üç yıl sonra yapılan Hacı Özbek Camii, anlam olarak ta müslüman
Türklüğün ilk eseri olarak dikkat çekmekte fakat Kurtuluş Savaşı sırasında Ayasofya Orhan
Cami gibi oda tahribattan payını almıştır. Keşke bunlarla kalsa diyeceğimiz türden bir
olumsuz durumda 1950’li yıllarda cadde genişletilmesi sırasında Hacı Özbek Camisinin son
cemaat yeri de yıkılmıştır.

Hacı Özbek Camii, aralarında tuğla hatıllar olmak üzere taştan karma malzeme ile inşa
edilmiştir. Caminin yapımında erken Osmanlı Türk yapı sanatında çok kullanılan, taşların
aralarına dikine tuğla konulması tekniği uygulanmış, kemerlerde son dönem Bizans yapı
sanatında yaygın olan bir küfeki taşı arasına üç tuğla konulması suretiyle meydana getirilen
örgü kullanılmıştır. Bu da bu İslâm yapılarında yerli Bizanslı duvarcı ustalarının çalıştığını
gösterir.

Cami kare planlı, içten ölçüleri yaklaşık 7,50 m. kadar olan bir ibadethanedir. İlk yapıldığında
yanları duvarlarla kapatılmış, iki mermer sütuna dayanan ve üç kemerle dışarıya açılan bir son
cemaat yerine sahipti. Fakat sokak genişletme gerekçesiyle bu orijinal son cemaat yeri
şuursuzca ortadan kaldırılmıştır. 1935’li yıllarda henüz duran bu iki sütunlu son cemaat yeri
ve üstü kısmen aynalı, kısmen beşik tonoz örtülü kâgir son cemaat yeri yıktırıldıktan sonra
caminin başka bir cephesine uydurma bir son cemaat yeri inşa edilmiştir.
Hacı Özbek Camii’nin son cemaat yerine açılan ve yanda olan bir kapısı ile diğer iki
cephesinde çifte penceresi vardır. Kapıya göre ana eksen üzerinde değil yan duvarda olan
mihrap esas biçimini kaybetmiştir. Üstü kiremit örtülü olan kubbe, eski bir fotoğraftan dört
penceresi olduğu anlaşılan yüksekçe bir kasnağa oturur. Yakın tarihlerdeki tamirde biri hariç
bu pencereler kapatılmış
ve izleri de yok edilmiştir.
On iki köşeli bu kasnağa
harim mekânının
karesinden geçiş “Türk
baklavaları” denilen
mimari unsurlarla
sağlanmıştır.

Caminin revakı
kaldırıldıktan sonra dış
mimarisi eskisinden çok
değişik bir görünüm
almıştır. Girişin yeri değiştirilmiş ve orijinal giriş pencere haline dönüştürülmüştür. Kitâbesi
de bu esas yerinden sökülerek mihrabın sağındaki pencere içine konulmuştur. A. Sâim
Ülgen’in makalesinde adı geçen ve burada yayımlanan bir desenden, ayna taşının bir Bizans
korkuluk levhası olduğu görülen camiye bitişik çeşmeden de ortada bir şey kalmamıştır.

Türk sanat tarihi bakımından öncü durumundaki bu mimari eserin, esas biçimine ve duvar
tekniğine uygun şekilde restore edilmeyişi yanında İznik kasabası içinde yapıya tarihi
önemine uygun bir yer verilmeyişi de büyük bir kayıptır.

İznik’te Hacı Hamza Camii

İnşa Tarihi: H.746 (1345/46) tarihlidir.

Konumu: Hacı Hamza Camii, İznik’in merkezinde Ayasofya’nın karşısında, Lefkekapısı’na


giden ana caddenin kenarında bulunmaktadır.

Bani ve Mimarı: Hacı Hamza b. Erdemşah tarafından yaptırılmıştır.


Tarihçesi

Yapı kitabesinden edinilen bilgilere


göre cami, 746 (1345) tarihinde Hacı
Hamza b. Erdemşah tarafından
yaptırılmıştır ve baninin kimliği
“a’yanın ileri gelenlerinden” sıfatıyla
açıklanmıştır. 1924 yılında, belediye
binasının yapılması amacıyla cami ve
yakınındaki türbe yıkılmıştır. Türbe
kitabesinde “Mimar Hacı Ali”
isminin varlığı türbeden dört yıl önce inşa edilen caminin inşasında da aynı kişinin çalıştığı
fikrini kuvvetlendirmektedir. Osmanlı Dönemi’ne ait, ismi ve eseri bilinen ilk mimarın
kitabede yer alması kitabenin önemini arttırmaktadır.

Mimari Tanımı

Hacı Hamza Bey Camii, Osmanlı


Mimarisinin İznik’te inşa edilen ilk
yapılardan olması nedeniyle oldukça
önemli bir yere sahiptir. 1927
yılında araştırmacı Taeschner yapıyı
incelemiş 1932 yılında kitabelerini
yayınlamıştır. Hacı Hamza Bey
Camii’ne dair bilgiler 1935’lerde K.
Otto-Dorn tarafından tekrar
incelenmiştir. Memduh Turgut
Koyunluoğlu ve Ekrem Hakkı Ayverdi cami ve türbenin 1924’te yıktırıldığını yazmıştır.
Taeschner’in yapıyı 1927 yılında görmüş olması tarihlerde bir karışıklığa neden olmuştur.
Hacı Hamza Bey Camii’nin aslında bir Bizans kilisesi olduğu yolundaki halk söylentisine
inanmak zordur. Taeschner’in tarifi ve Otto-Dorn’un tespit ettiği duvar kalıntıları bu küçük
camide hiçbir Bizans izine işaret etmez. Mihrap nişinin girişin karşısında ve esas eksen
üzerinde değil yan duvarda oluşu da bu hususta bir dayanak sayılmaz. Nitekim İznik’te
Nilüfer Hatun İmareti’nin namaz mekanındaki mihrap da yan duvardadır. İznik belediye
binası inşasında cami ve türbe yıkılmış 1935’li yıllarda Hacı Hamza Bey Camii ve
Türbesinden bir iz kalmamıştır.
Plan Özellikleri

Hacı Hamza Bey Camii, kare


planlı ve tek kubbeli olup girişinde
iki yanı duvarla kapalı son cemaat
yeri bulunmaktadır. Yapının eski
fotoğraflarından son cemaat yerinin
bir bölümünün dışarıya geniş bir
kemerle eyvan biçiminde açıldığı
görülür. Caminin minaresi son
cemaat yerinin sol duvarına
bitişiktir. Kalın kısa gövdeli
minaresi ile ancak eski
resimlerinden tanınabilmektedir.
Bundan dört yıl sonra 750 (1349) ‘da yaptırılan ve yine eski resimlerde görülen türbe kare
gövde üzerine piramit külahlı bir plana sahiptir. Taeschner’in tarifine göre cami, erken
Osmanlı yapı sanatı için tipik olan taş dizileriyle inşa edilmiştir. Son cemaat yeri duvarlarının
taş işçiliği önemlidir ve duvarlarda çok sayıda devşirme malzeme kullanılmıştı. Taeschner
cami kapalı olduğundan içine girememiş, yalnız batı cephesindeki pencerelerin nispeten yeni
olduğunu belirtmiştir. Taeschner, türbe ile cami arasında eski bir çeşme ile çok sayıda mezar
taşı da tespit etmiştir.
Hacı Hamza Bey Camii’nin
harim kısmı hakkında yeterli
bilgi yoktur. Ancak iki eski
fotoğraf bu bölümü örten
kubbenin biçimini belli eder.
Türk mimarisinde görülmeyen
bir şekilde bu kubbe kasnaksız
olarak harimin üstünü kapatır.
Taeschner de bunun orijinal
olup olmadığı hususunda
şüpheye düşmüştür. 1882’ye
doğru çekilen fotoğraftan sonra,
kiremit örtülü olan kubbenin
kabuğu üzerinde dört pencere
açılmış olduğu görülür. Cami,
buradaki cadde ve yaya
kaldırımının yapılması sırasında
zeminden oldukça aşağıda
kaldığı için halk tarafından
Çukur Cami olarak
adlandırılmıştır.

ORHAN GAZİ CAMİİ ve İMARETİ

Yeni şehrin güneydoğusunda Eski Bilecik diye anılan harabe şehirdeki bu yapılardan cami
ören yerinin kuzeybatı kısmındaki tepede, imaret ise bunun karşı yamacında bulunmaktadır.
Tarihî kaynaklarda Murad Hudâvendigâr devrine ait olduğu kaydedilirse de Orhan Bey
zamanında 732 (1331) yılında yapıldığı kabul edilmektedir (Ayverdi, Osmanlı Mi‘mârîsi I, s.
30). Yapı II. Mahmud döneminde 1814’te bir onarım geçirmiş, muhtemelen 1889 yılında II.
Abdülhamid zamanında çifte minare ilâve edilmiştir.

Kareye yakın dikdörtgen planı olan caminin boyutları 17,35 × 16,50 metredir. Masif
duvarların üzerine kasnaklı bir kubbe ile örtülü harime sahip yapının son cemaat yeri
günümüzde mevcut değildir. Planı ve dış
görünüşü oldukça sade olmasına rağmen
Osmanlı mimarisinin âbidevî camileri
içinde ilk örneklerden biri olarak
önemlidir. Harim duvarlarının iç kısımları
birer eyvan gibi 2,40 m. derinliğinde
oyulmak suretiyle daha geniş bir iç mekân
elde edilmiş, duvarların kitlesel görüntüsü
hafifletilmiştir. Bu şekilde oluşturulan
kalın köşe duvarları üstüne oturtulan sivri
kemerlerin taşıdığı kubbeye geçiş basit
üçgen yüzeylerle sağlanmakta, sekizgen
biçimli dar bir kasnak üzerinde 9,50 m.
çapında basık bir kubbe bulunmaktadır.

Yarı silindirik kesitli mihrabı da sade olup


önünde yüksekçe bir seki yer almaktadır.
Caminin ön cephesinin iki yanındaki
yüksek kürsülü, silindirik gövdeli, tek
şerefeli taş minareler üslûp bakımından
yapının mimarisine uymamaktadır. 1882 tarihli fotoğraflarda minareler mevcut değildir. Bu
iki minare ahşap son cemaat yeriyle birlikte daha sonra inşa edilmiş olmalıdır. Yapının asıl
minaresi, 30 m. ilerisinde kuzeyindeki bir kayanın meydana getirdiği platformun üzerinde
yükselir. Harap durumdaki minarenin kalın, çokgen biçimli alçak gövdesinin üstünde alt
kısmı testere dişi şeklinde stalaktitli şerefe yer almaktadır.

Camiden oldukça uzakta bulunan imaret de çok harap durumda olup kanat mekânları ve son
cemaat yeri tamamen yok olmuştur. Bunun zâviyeli (tabhâneli) tipte bir yapı olduğu
anlaşılmaktaysa da yan kanadı meydana getiren tabhâne odaları yıkılmış, sadece ana ekseni
üzerinde bulunan, geçişleri Türk üçgenleriyle sağlanmış, kasnaklı, tuğla kubbelerin örttüğü iki
mekân sağlam kalmıştır. Tabhâne odalarının üstü tonozla örtülü olmalıdır. Yapı taş ve tuğla
kullanılarak inşa edilmiştir, bazı
yerlerinde antik ve Bizans devşirme
parçaları bulunmaktadır. Duvarlar
nöbetleşe üç sıra kesme taş, üç sıra tuğla
şeklinde örülmüştür. Binanın kuzey
cephesindeki cümle kapısı yuvarlak
kemerli sığ bir nişin içinde yer alır. Bu
kemerin içinde bulunan kitâbe yuvasının
içi boştur. Harim geniş bir kemerle ikiye ayrılmış dikdörtgen bir mekân halindedir. Bunlardan
kuzey taraftakinin orta sofa, dört adet dikdörtgen pencere vasıtasıyla ışık alan güney
parçasının ise namaz mekânı olduğu bellidir. Mevcut kemer başlangıcı izlerinden yapının
kuzey kısmında eskiden beş bölümlü bir son cemaat yerinin bulunduğu belli olmaktadır.
Yapının alçı mihrabında, büyük kemerin iç ve güney yan yüzünde ve ibadet mekânının kubbe
geçişinde çok renkli malakârî bezemeler yer alır. Aşırı derecede tahrip olmuş durumdaki bu
süslemelerde birtakım motiflerin yanı sıra yoğun biçimde rûmî kıvrımları görülmektedir. Yine
çok harap olan mihrap nişinin mukarnas yaşmaklı olduğu ve iki kenarını ince sütunçelerin
sınırladığı anlaşılmaktadır.

Ahmet Gazi Camii

Aydın Çine’ye bağlı Eski Çine Köyü’nde bulunan Ahmet Gazi Camii (Ulu Cami) Miladi
1308 yılında (XIV.yy’ın ilk yarısı) inşa edilmiştir. İnşaatı hakkında ayrıntılı bilgiler
bulunmamaktadır. Tarihi belgelere bakıldığında Cami’nin Menteşoğlu Orhan Bey döneminde,
oğlu Hızır Bey tarafından yaptırılmış olması kuvvetle muhtemeldir. Ancak XIV. yy’ın ikinci
yarısında Cami Menteşoğlu İbrahim Bey’in oğlu Ahmet Gazi Bey (1366’da Menteşe Bey’i
oldu, 1390 yılında vefat etti.) tarafından iyileştirilerek tekrar canlandırılmıştır. (Babası
İbrahim Bey’in ölümü M.S. 1358’dir.)

Ahmet Gazi Camii


Döneminin en geniş kubbeli
camisidir. Aydın İli’nin
bilinen en eski camisidir.
Aynı zamanda Batı
Anadolu’da ki ilk Türk Ulu
Eserlerinden olup tam kare
teşkil eden sahası 400 m2 ve
duvarları 1,70 metre kalınlığındadır. Cami hemen her yönü ile tipik beylik dönemi mimarisi
özelliklerini taşımaktadır. Duvarları kesme taşlar üzerine moloz taşlardan inşa edilmiştir.
Birincisi XIV. yy’ın ikinci yarısında Ahmet Gazi Bey tarafından olmak üzere çok sayıda
onarım görmüştür. Vakıf eseri olması nedeniyle Vakıflar Genel müdürlüğü bu onarım işlerini
yaptırmıştır. Çok onarım görmesi cami mimarisinde değişikliklere neden olmuştur. Özellikle
dış cephelerde bu değişimi çıplak gözle bile görüp ayırt etmek çok kolaydır.

Kare planlı ve tek hacimlidir. Dışarıda son cemaat bölümü ve revak tarzı yapıları yoktur.
Dönemine göre 17 metre gibi oldukça geniş çaplı bir kubbe yapısı vardır. Kubbesi kasnak
üzerinde üst üste iki kademeli ve on iki kenarlıdır. Bu kubbesi ile Beylikler Dönemi’nden
Osmanlı Dönemi mimariye geçiş özelliği yansıtmaktadır. Pencereler; üst bölümde her yönde
bir tane olmak üzere dört tane, alt bölümde ise dokuz tanedir (Batıda üç, diğer cephelerde
ikişer). Biri kuzeyde, diğeri doğuda olmak üzere iki giriş kapısı vardır. Cami’nin ilk yapıldığı
dönemde doğu kısmında bulunan bitişik nizamlı “Merdiven Minare” ise yakın zamanda
yıkılarak ortadan kaldırılmıştır. Beylik döneminde pek uygulama alanı bulamayan bu tür
merdiven minarenin ortadan kaldırılması ise ilginç bir durumdur. Kuzey girişin üst kısmında
mahfil yer almaktadır. Ahşap direkler üzerine yapılmış mahfilin iki yanında bulunan
merdivenler üstüne çıkmak için kullanılmaktadır. Mahfilin orta kısmında güneye doğru bir
çıkıntı bulunmaktadır. Cami’nin ahşap oyma minberi ajurlu oymalar halinde işlenmiş
kündekari geçmeler halinde yerleştirilmiştir. Kenarlara stilize bitki motifleri, korkuluklara
ayetler oyulmuştur. Kullanılan desenlerde çok çeşitli geometrik şekiller yer almıştır. Cami’nin
iç duvarları gösterişten uzak, oldukça sade bir sıva ile kaplanmıştır.

Gebze Orhan Camii

İzmit Gebze’de Çoban Mustafa Külliyesinin


doğusunda bulunmaktadır.

 Sultan Orhan döneminde yapılmıştır.

 Cami üzerinde herhangi bir kitabe


bulunmamaktadır, fakat 1350-1359 yıllarına
tarihlenmektedir.

 Yapı 1775 yılında esaslı bir restorasyon


geçirmiştir.
 Camide son cemaat yeri orijinalde yoktur.

 12.30×12.30 ölçülerinde, kare planlı, tek kubbeli cami plan şeklindedir. Kubbeye geçişleri
tromptur.

 Erken dönem camileri içerisinde kubbe çapı açısından büyük diye nitelendirebilir

 Pencerelerin yerleşim düzenleri, birbirlerine olan mesafeleri orta büyüklükteki cami


özelliklerine, klasik formlara çok yakın.

 Kubbe çapı bakımından, beden duvarlarının yükseklikleri bakımından olması gereken


boyutlarda ve klasik formlara çok yakındır.

Geçiş unsurları dışarıya kademeli korniş biçiminde yansımıştır.

 Minaresi silindir gövdeli tek şerefeli ve tuğladan yapılmıştır,kendine özgü taş kaidesi
üzerinde yükseliyor ve olması gereken boyutlardadır. Klasik formlara en yakın ölçülerdedir.

 Beden duvarlarında yuvarlak kemerli, 3 sıra pencere yerleştirilmiştir.

 Kubbe kasnağı sekizgen kasnaklı olup 4 ana yönden alçı şebekeli pencereleri
bulunmaktadır.

 Giriş kapısından sonra ahşap bir mahfil kısmı bulunmaktadır.

 Minare kaidesinde orjinal bir taş kabartma ve on dilimli rozet bulunmaktadır.Kabartmada


Hayat ağacı ve bunun iki yanında da Selçuklu üslubunda, aslanları zapt etmeye çalışan insan
figürü ortaya doğru ilerler şekilde tasvir edilmiştir.

KASIM PAŞA CAMİ

Fatih ve II.Bayezid devri


vezirlerinden olup,1483
de İshak Paşanın yerine
Vezir-i Azam olmuştur.
Evliya Kasım Paşa
olarak da anınmış olup,
Edirne'deki mahallesi
günümüzde de
yaşamaktadır.
Kasımpaşa Cami Tunca nehrinin hemen kenarındadır. Tunca nehrine inen merdivenlerin bir
kısmı kaybolmuş olsa da belirgindir. Zamanın insanlarının Kasımpaşa camiine kayıklarla
gelip namaz kılmış olmaları muhtemeldir.

Kasım Paşanın Edirne'deki imareti için geniş evkafı vardı ki, bu cami ve imarete ait birçok
vesika ve defterlerin Topkapı Sarayı Arşivinde bulunduğunu aktarmak yerinde olur.

İnşa Kitabesinin Türkçe’si:

"Allah'ın mescitlerini yapanlardandır ve bunlardan bir bina olan yüce, toplayıcı, latif ve
şereflilerin toplandığı bu yapıyı Hicrî Nebevi -güzel salat onun üzerine olsun- 883 yılında,
Kasım Paşa yaptırdı. -Dilediği hususlarda Allah kendisini muvaffak kılsın-.

Bu kitabeye göre yapı, 1479 (H.883) yılında, Kasım Paşa tarafından inşa ettirilmiştir.

Mimarisi

Cami duvarları ve minare, düzgün kesme taşlarla inşa edilmiştir. Kasnakta ise, düzgün kesme
taş ve tuğlanın dönüşümlü olarak kullanıldığı görülmektedir.

Caminin kuzey cephesinde bir son cemaat yerinin izleri görülebilmektedir. Cephe duvarının
üst kesiminde, halen görülebilen izler, burada ahşap çatılı bir son cemaat yerinin bulunduğunu
belirtmektedir.

Eserin doğu, batı ve güney cephelerinin her birinde, gövde üzerinde, üst üste yerleştirilmiş
dörder pencere; kasnak üzerinde ise birer pencere vardır. Bu pencerelerden alt sıradakiler,
birer çökertme içine yerleştirilmiş dikdörtgen şekilli açıklıklardır. Her birinin sivri kemerli
birer alınlığı vardır. Üst sıradaki pencereler sivri bir kemerle son bulmaktadır.

Kuzey cephesinde, taçkapı dışında, iki pencere ve bu pencereler arasına yerleştirilmiş bir dış
mihrap bulunmaktadır. Pencere alınlıklarına beş kollu, küçük birer yıldız oyulmuştur. Kuzey
cephesinin doğu ucunda harim girişi yer almaktadır. Hafifçe dışa taşmalı olarak inşa edilmiş
olan taçkapı, bir dizi silmeyle çerçevelenmiştir.

Basık kemerli giriş aralığı, sivri kemerli derince bir çökertme görünümündeki ana niş içine
yerleştirilmiştir. Ana nişin dip duvarı üzerinde üç satırlık inşa kitabesi bulunmaktadır. Bugün
örülerek kapatılmış olan giriş aralığını örten basık kemer, iki renkli taşlarla örülmüştür.

Harimin doğu duvarının kuzey ucunda yer alan minarenin, külah ve şerefe korkulukları tahrip
olmuştur . Minareye, kürsünün kuzey yüzü üzerindeki sivri kemerli bir açıklıktan
girilmektedir. İki kademeli pabuç(Bir minarede kürsü bölümünden gövdeye geçişi sağlayan
hunik bölüm. ) kısmının alt kesiminde, üçgenlerden oluşan bir kuşak; üst kesiminde ise bir
sivri kemerleşme dizisi görülmektedir. Şerefe geçişinin biraz altında, kaytan silme bir bilezik
gövdeyi dolanmaktadır.

Caminin batı duvarı ortasında bir güneş saati dikkati çekmektedir. Saatin kuzey kesiminde,
"Zeval" yazısı okunmaktadır. Bu kelimeye, Edirne Üç Şerefeli caminin avlu batı taçkapısı
üzerinde; Edirne Eski caminin batı taçkapısı üzerinde ve Edirne Selimiye Camii'nin avlu batı
duvarı üzerindeki güneş saatlerinde rastlanmaktadır.

YEŞİL CAMİİ

Yeşil semtinde bulunan cami, 1419 yılında, Çelebi


Sultan Mehmed tarafından yaptırılmıştır. “Ters T”
planlı camilerden olan Yeşil Cami, Bursa’nın olduğu
kadar ülkemizin de en güzel tarihsel yapılarından
biridir. Caminin mimarı Hacı İvaz Paşa’dır.

Yeşil Cami’nin girişindeki taç kapı, Türk taş


oymacılığının güzel bir ürünüdür. Mukarnaslı
yaşmağı olağanüstü güzelliktedir. Kapı kemerinde
yeşil taş ve mermer kullanılmıştır. Taş kapının
sağında ve solunda ikişer pencere, bunların arasında
da birer dış mihrap vardır. Bunlarda da çok ince taş işçiliği görülür.

Caminin tüm süslemeleri ünlü şair Lamii Çelebi’nin babası olan Nakkaş Ali tarafından
yaptırılmıştır. Caminin büyük bölümü çini ile kaplıdır. İç duvarlar, tavanlar, mahviller ve
geçiş eyvanlarının tümü çiniyle kaplıdır.
Caminin çinileri Mecnun Mehmet adlı bir
usta tarafından işlenmiştir.

Camideki çini işçiliğinin en mükemmel


örneklerinden biri de on metreden yüksek
olan mihrabıdır. Çeşitli geometrik motişerle
çiçeklerin yer aldığı mihrap, caminin en
güzel yerlerden biridir. Kimi yazarlara
göre, bu mihrap âdeta bir çini cennetidir. Dıştan içe doğru hat sanatının sırasıyla sülüs ve küfî
biçemlerinin kullanıldığı bir yazı kuşağı ile; on iki sıra istalaktitli bir silme, geometrik motişi
bir su ve sonra çiçekli iç pervaz gelmektedir. Mihrabın sağ yanında iki taraşı

korkulukları bulunan dar bir merdivenle çıkılan, tepesi altıgen külahla örtülü ve özenli bir
ahşap işçiliğinin ürünü olan minber yer almaktadır.

Ahşap işçiliğin Bursa’daki en güzel


örneklerini bu camide görmek mümkündür.
Pencere kapakları, devrin ahşap işçiliğinin
güzel örneklerindendir. Diğer camilerde
bulunmayacak biçimde, dilimli
kubbelerinde çok ince süslemeler
bulunmaktadır. Cami içinde güzel bir
şadırvan vardır. Şadırvanın tek parçadan
yapılmış fıskiyesi eşsiz inceliktedir.

Araştırmacı Gezgin Charles Texier, bu yapıyı Bursa’nın belki de Osmanlı saltanatının en


mükemmel eseri olduğunu ifade eder. Tarihçi Hammer, eskiden caminin minaresi ile
kubbelerinin de çinilerle döşeli olduğunu yazar. Evliya Çelebi de bu camiye yeşil adının
verilmesine gerekçe olarak yeşil renkli çinilerle örtülmüş olan minareleri ve kubbeleri
göstermektedir.

ŞAH MELEK CAMİİ

Şehrin batısında Kapıkule yolu üzerinde Gazi


Mihal Köprüsü başında yer alan cami, I. Mehmed
ve II. Murad dönemlerinde Rumeli beylerbeyi
olan Şah Melek Paşa tarafından 832 (1429)
yılında yaptırılmıştır. Dikdörtgen planlı cami bir
avlu içinde yer almaktadır. Avlu zemin kotu
doğusundan geçen yoldan 2-2,5 m. aşağıdadır.
Düzgün kesme taş ve tuğla malzemeyle inşa
edilen yapı 1963, 1965 ve 1966 yıllarında
Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından onarılmıştır. Yapının cepheleri incelendiğinde bugünkü
görünümünü onarımlar sonucu aldığı anlaşılmaktadır. Avlu içinde Sefer Şah’a ait bir türbe ve
bâninin kabrinin de yer aldığı küçük bir hazîre mevcuttur. Vaktiyle caminin yanında bir
medresenin varlığı bilinmekle beraber yapı günümüze ulaşmamıştır.

Caminin, doğu cephesinin kuzey ucunda yan kanatları duvar yüzeyinden 1 m. çıkıntı yapan ve
yan duvarları üstünde birer niş yer alan taçkapısı bulunmaktadır. Bir dizi silme ile
çerçevelenen kapıda tek süsleme şeridi üzerinde kûfî yazı ile yukarıdan aşağıya doğru on iki
defa tekrarlanan “Allah ganî” yazısı yer alır. Harfler arasındaki boşlukların fîrûze sırlı
tuğlalarla doldurulduğu, ancak zamanımızda fîrûze sırların önemli bir bölümünün döküldüğü
görülmektedir. Taçkapı kavsara kuşatma kemeri üstünde ters-düz palmetlerden oluşan
kabartma bir süsleme şeridi
oldukça ilgi çekicidir. Kuşatma
kemerinin hemen altında üç
dilimli dekoratif bir kemer daha
bulunmaktadır. Giriş aralığı
mermerden basık bir kemerle
örtülüdür. Basık kemerin hemen
üstünde yer alan 66 × 95 cm.
ölçülerinde, üç satırlık celî sülüs
hatlı Arapça inşa kitâbesi
Ramazan 832 (Haziran 1429) tarihini vermektedir.

Dikdörtgen planlı harim iki bölümden oluşmaktadır. İki yanda harim duvarlarına, ortada bir
pâyeye oturan iki kemer, bölümleri birbirinden ayırmaktadır. Kuzeydeki dikdörtgen bölüm,
üzerlerini birer aynalı tonozun örttüğü iki birimden oluşmaktadır. Günümüzde bu bölümde
ahşap bir kadınlar mahfili vardır. Güneydeki kare planlı bölümün üstü ise tromplu bir
kubbeyle örtülüdür. Yapının en ilgi çekici yanı harim duvarlarında alt kısımların çinilerle
kaplı olmasıdır. Bugün sadece güney ve güneybatı duvarında iki panoda kalmış olan bu
çiniler lâcivert zemin üzerine beyaz ve fîrûze renktedir. Palmet ve rûmîlerin birbirine
bağlanarak oluşturduğu renkli sır tekniğindeki bordürlerle sınırlanan fîrûze sırlı altıgen çiniler
düşey dikdörtgen panolar şeklinde yan yana sıralanmıştır. Altıgen çinilerin ortasında altın
yaldızlı gülbezekler bulunmaktaydı. Rutubetten ve bakımsızlıktan çoğu dökülmüş olan
çinilerin bir kısmı günümüzde Edirne Müzesi Türk ve İslâm Eserleri Bölümü’nde ve
İstanbul’da Türk İnşaat ve Sanat Eserleri Müzesi’nde sergilenmektedir. Ayrıca mihrap nişinde
kavsaranın köşeliklerinde, yıldızlar meydana getiren alçı kabartma geometrik kompozisyonda
yıldızların kolları ve etraflarında alçıya gömülü fîrûze çini parçaları görülür. Çini panoların
dışında kalan yüzeylerin kalem işi süslemelerle bezenmiş olduğu bilinmekteyse de
günümüzde bunlardan bir iz yoktur.

Yapının batı duvarının kuzey ucunda doğu taçkapısı ile aynı eksende bir ikinci giriş
bulunmaktadır. Basık kemerli bu giriş aralığının eskiden var olduğu ileri sürülen medrese ya
da ilk minareye geçişi sağladığı düşünülmektedir. Zamanımızda bu girişin önünde demir
doğrama bir sundurma bulunmaktadır. Doğu cephesinde üst pencerelerin ortasına yakın bir
seviyede küçük taş konsollar dikkati çekmektedir. Bunların sonradan ilâve edilen bir
sundurmaya ait olduğu kabul edilmektedir. Harimin güney ve batı cephelerinde üç sıra
halinde beşer pencere, kuzey cephesinde diğer cephelerdeki orta sıra pencereleri hizasında iki
pencere mevcuttur. Doğu cephesinde üç sıra halinde altı pencere vardır. Harim gövdesinin üst
kesiminde bütün cepheleri dolanan ve bir dizi silmeden oluşan bir saçak mevcuttur. Onikigen
prizma şekilli kasnak gövdeye oranla basıktır. Gövdenin üst kesiminde doğu, batı ve güney
yüzlerinde yer alan sivri kemerli pencereler gövdeyi ikiye bölen saçak sebebiyle kasnak
üzerindeymiş gibi algılanmaktadır. Caminin kuzeydoğu cephesinde kesme taşla inşa edilmiş
bir minare yer almaktadır. Minareye giriş kürsünün doğu yüzü üstündeki basık kemerli bir
açıklıktan sağlanmaktadır. Harimin kuzeydoğu köşesiyle minare kürsüsü arasındaki bitişme
çizgisi minarenin yapıya sonradan eklendiğini düşündürmektedir. Yapının orijinal minaresinin
Balkan Savaşı sırasında yıkıldığı tahmin edilmektedir.

Yapının doğu cephesinin güney ucuna bitişik, 1965 yılında inşa edildiği bilinen kare planlı
baldaken bir türbe bulunmaktadır. Ekrem Hakkı Ayverdi tarafından Sefer Şah adında bir
kişiye ait olduğu belirtilen türbenin üstü, iki pâye ve harim duvarı üzerine oturan pandantifli
bir kubbeyle örtülü olup zeminde üç kademeli bir altlık üstüne oturtulmuş bir taş sanduka
görülmektedir. Caminin doğu ve güney cephelerinde hazîre vardır. Yapının bânisi Şah Melek
Paşa’nın mezarı da buradadır. Bir Bizans lahdinin üzerine oturtulmuş taş sandukadan oluşan
mezarda mihrabı andıran baş taşı alt kesiminden çimentolu harç ile lahde tutturulmuştur. İlk
üç satırı okunabilen kitâbesinden Şah Melek Paşa’nın 845 (1441-42) yılında vefat ettiği
anlaşılmaktadır. Ayak taşının büyük bir bölümü kırıktır.

DÂRÜLHADİS KÜLLİYESİ
Cami, medrese, türbeler ve şadırvandan meydana gelen küçük bir külliye olup zaman içinde
fazla hasar gördüğünden yalnızca halen harap bir vaziyette olan iki türbe ile nisbeten iyi
durumda bulunan cami günümüze kadar gelebilmiştir. Bu sebeple cami Dârülhadis Camii
adıyla anılmaktadır. Edirne Kalesi’nin Manyas Kapısı civarında Germekapı caddesinde yer
alan külliye, II. Murad tarafından aslında bir dârülhadis olarak inşa ettirilmiştir. Halk arasında
külliyenin yaptırılmasının sebebi olarak Hz. Peygamber’in, rüyasında II. Murad’a burada bir
dârülhadis yaptırmasını tavsiye ettiği rivayeti yaygınlık kazanmıştır. 1224 (1809-10) yılındaki
tamirde yenilenen caminin
kitâbesinden, yapının 23
Şâban 838 (24 Mart 1435)
tarihinde tamamlandığı
öğrenilmektedir. Sol
duvardaki pencereler arasında
bozuk bir yazıda ise Koç
Ahmed adlı bir mimarın adı
ve 1224 tarihi okunmaktadır.
Rifat Osman, külliyenin medresesinin 1920’den birkaç yıl önce ortadan kalktığını
söylemektedir. Nitekim 1914 yılına ait bir kayıttan medresenin o sırada faal olduğu
anlaşılmaktadır . Cami yenilenirken bütün görünümü ile tipik bir empire (ampir) üslûbunu
kazanmıştır; böylece II. Murad devrine ait
herhangi bir özelliği kalmamıştır. Bugün
mevcut cami, içten 18,80 × 8,50 m.
ölçülerinde bir yapıdır. Harimin üstünde
8,5 m. çapında bir kubbe yer almaktadır.
Kubbe ağırlığı, taçkapıdan mihraba doğru
5,30 m. derinlikteki iki sütuna
oturmaktadır. İki beşik ve bir de kubbe tonozdan meydana gelen giriş sahnı camiyi merkezde
tek kubbeli bir yapı haline getirmektedir. Ortalama 95 cm. kalınlığındaki duvarlar yapının
bütün ağırlığını taşımaktadır. Kısa bir süre öncesine kadar kıble tarafı hariç camiyi üç yönden
saran revaklar bugün tamamen ortadan kalkmıştır. Sadece taçkapının iki yanındaki revakların
sütunları günümüze kadar gelebilmiştir. Taçkapı önündeki kubbe tonozlu ve sütunlu kısım ise
neredeyse yıkılmak üzeredir. Bugün kalan izlerden ve eski resimlerinden, revaklı bölümün bir
sundurma ile kapatıldığı ve cami ile aynı seviyede olabilmesi için yükseltildiği
anlaşılmaktadır. Yapının minare ve şadırvanı da son derece kötü durumdadır. Özellikle
şadırvan musluklar kısmının dışında
tamamen yıkılmıştır. Eski resimlerinden
çok köşeli ve sütunlu olduğu anlaşılan
şadırvanın üzeri çok köşeli bir çatı ile
örtülü idi. Caminin kıble yönünde inşa
edilmiş iki türbeden biri kapalı, diğeri ise
açık türbedir. Kapalı türbe, küfeki
taşından yontularak yapılmış sekiz köşeli kubbeli bir yapıdır. Her köşede pencereler önce
dikdörtgen, sonra sivri kemerle nihayetlenen bir başka silme ile çerçevelenmiştir. Bu
silmelerin üzerinde, köşeli bir kaval silme üstünde yuvarlak pencereler yine her köşede
tekrarlanmaktadır. Yuvarlak fil gözleri olarak da adlandırılan bu pencerelerin üzerinde çok
zengin ve mihrap nişi şeklinde düzenlenmiş saçak silmesi bulunmaktadır. Bugün çok harap
vaziyette olan türbede sekiz kabir yer alır. Bunların Hüseyin Çelebi, Orhan Çelebi, Rukiye
Sultan, Hatice Sultan, Şehzade Ahmed, Şehzade Mehmed, Şehzade Selim ve Zeyneb Sultan’a
ait oldukları tesbit edilmiştir. Burada yatan kişilerin ölüm tarihleri 853 (1449-50) ile 1127
(1715) yılları arasında değişmektedir. Açık türbe ise tamamen üç sıra tuğla, bir sıra taş
tekniğiyle yapılmış ve sivri kemerlerle nihayetlenmiş bir mimariye sahiptir. Rifat Osman,
Abdurrahman Hibrî Efendi gibi müelliflerin burada Hafsa Sultan ile Gülsüm Sultan’ın
kabirlerinin olduğunu ileri sürdüklerini söylemesine rağmen günümüzde burada kime ait
olduğu anlaşılamayan bir tek mezar vardır.

1903 yılındaki bir yangında büyük zarar gören Dârülhadis Medresesi’nin 1914 yılına kadar
faaliyet gösterdiği tesbit edilmiştir. Külliyeden geriye kalan cami, türbe ve şadırvan bugün de
ilgililerden ihtimam beklemekte, cami ise az bir cemaate hizmet vererek ayakta durmaya
çalışmaktadır.

ALÂEDDİN BEY CAMİİ

Âşıkpaşazâde ve Neşrî gibi erken Osmanlı


devrini anlatan kaynaklar, Osman
Gazi’nin oğullarından ve Orhan Bey’in
kardeşi Alâeddin Bey’in Bursa Hisarı
içinde bir mescid yaptırdığını ve evinin de
bu mescidin yanında olduğunu bildirirler.
Halen Alâeddin caddesinin sonunda
bulunan caminin kapısı üstünde kâğıt üzerine yaldızla yazılmış 1306 (1888-89) tarihli bir
levhada, ilk yapısının 726 (1326), ikinci yapısının 1278 (1861-62) tarihine ait olduğu ifade
edilmektedir. Bursa Vakfiye Defteri’ndeki 733 (1332-33) tarihli vakfiyesinden Çatalburgaz ve
Fotra adlı köylerin bu mescide vakfedildikleri öğrenilmekte ve böylece Alâeddin Bey
Mescidi’nin (veya cami) Bursa’nın 1326’da fethinden çok kısa bir süre sonra yapıldığı
anlaşılmaktadır.

Alâeddin Bey Camii, Bursa’da çok büyük zararlara sebep olan 1 Mart 1855’teki zelzelede
hayli hasar görmüş, bu arada son cemaat yeri revakı da yıkılmıştır. 1278’de (1861-62) yapılan
tamirinde, cami bazı kısımları değiştirilip revakı yeniden yapılmak, cephesine Türk sanatına
çok yabancı üçgen biçiminde bir alınlık eklenmek ve herhalde kısmen yıkılan minaresi
tamamlanmak suretiyle ihya edilmiştir. 1960 yılında Bursa Eski Eserleri Sevenler Kurumu
tarafından bir tamir yaptırılmış ise de 1278 tamirinde esas mimariyi bozan bazı unsurlar
kaldırılmamış, orijinal biçime dönmeye gayret edilmemiştir.

Cami, içten 8,13 × 8,30 m. ölçüsünde kare planlı bir yapıdır.


Girişte dört sütunlu ve üç bölümlü bir son cemaat yeri vardır.
Sol taraftaki minarenin kürsü kısmı son cemaat yeri duvarına
gömülmüştür. Revak sütunlarının başlıkları devşirme Bizans
başlıklarıdır. Bunlardan iki yanlardaki Bizans-İyon tipi,
ortadakiler ise oymalı sepet biçimi başlıklardır. 1855
zelzelesinde yıkıldıktan sonra eskisine göre daha değişik
biçimde alınlıklı olarak yapılan son cemaat yeri, 1960
tamirinde de bu esaslar dahilinde restore edilmiş, alınlık
kaldırılmış, iki yan bölüm aynalı tonozlar, orta bölüm ise
küçük bir kubbe ile örtülü kalmıştır. Kasnaksız bir kubbenin
örttüğü harim* kısmının zemini zamanla yükseltildiğinden
gerçek nisbetler kaybolmuştur. Yuvarlak gövdeli tuğla
minarenin şerefe çıkması tuğladan kaba mukarnaslarla sağlanmıştır. Bu mukarnasların üst
kenarından itibaren minarenin yenilenmiş olduğu tahmin edilebilir. Caminin içinde herhangi
bir süsleme olmadığı gibi kapı, mihrap vb. unsurlar da gayet sadedir. Minberi ise
mevlevîhâneden getirilmiştir. Dış duvarlarda taşların etrafları tuğlalarla çerçevelenmek
suretiyle renkli bir görünüm elde edilmiştir. Yan cephelerde 1278 tamirinde bozulan esas
pencerelerin tuğla kemer kalıntıları görülür. Bu tamirde yapılan taş söveli ve yuvarlak kemerli
pencereler caminin mimarisine çok yabancı kalmaktadır. Ayrıca bugün mevcut caminin
batısında bir de hamamı vardı. Bursa’nın en eski hamamlarından olan bu yapı 1519’da 3900
akçe sarfedilerek tamir edilmiş, fakat XVII. yüzyıldan itibaren terkedildiği için harap
olmuştur. Avlu duvarına bitişik sivri kemerli çeşmesi ise 1960’ta restore edilerek
korunmuştur. Bursa’da yine kale içinde Kaplıca Kapısı’nın hemen iç tarafında Alâeddin
Bey’in bir mescidinin daha olduğu biliniyor ise de bugün yeri bile belli değildir

Alâeddin Bey Camii, Bursa’da Türk hâkimiyetinin ilk eseri ve işareti olarak özel bir değere
sahiptir. Bu bakımdan ilmî esaslara göre dikkatli bir araştırmadan sonra esas şekline göre
ihyası arzu edilir.

Bolu Mudurnu’da Yıldırım Camii (1382)

Cami, medrese ve çifte hamamdan meydana gelen külliyenin bânisi Yıldırım Bayezid’dir.
Mudurnu’nun en büyük eserlerinden olan cami halk arasında Büyük Cami adıyla bilinir.
Yıldırım Bayezid’in şehzadeliği döneminde bir çifte hamam ve medrese ile birlikte inşa
edilen caminin kitâbesi bulunmamaktadır. Yakınındaki hamamın 784 (1382) tarihli
kitâbesinden ve taşa işlenmiş vakfiyesinden caminin hamamla aynı tarihlerde veya az önce
yapıldığı anlaşılmaktadır. Yıldırım Bayezid Camii, Osmanlı mimarisinde tek kubbeli plan
şemasının yalın biçimde uygulandığı en erken örneklerden biridir. Camiye Kavak ve
Semdören köyleri, yine caminin tamiri ve görevlileri için çeşitli yerlerde birçok arazi ve para
vakfedilmiştir. Çeşitli zamanlarda onarım geçiren cami (1776, 1839, 1900) bugünkü
görünümünü 1956 yılındaki tamirde almıştır.

Cami, ana mekânın kubbe ile örtüldüğü ve


önünde her biri kubbeli üç bölümlü son
cemaat yerinin bulunduğu bir plan
gösterir. Tamamen moloz taştan inşa
edilen yapının cümle kapısı mermerden
büyük bir dikdörtgenin çevrelediği bir niş
içindedir. 19,65 m. çapındaki kubbe
yüksek bir kasnak üzerine oturmuş, kubbe
geçişleri tromplarla sağlanmıştır. Osmanlı mimarisinin ilk devirlerinden itibaren uygulanmaya
başlanan büyük kubbenin taşıyıcı duvarlarının bu ağırlığı kaldırabilecek güçte olması
gerektiğinden beden duvarları kalın inşa edilmiştir. Kubbe çok alçaktan başlatılmasına
rağmen içeride basıklık hissedilmemektedir. Son cemaat yerindeki kubbelerden ortadaki
yanlardakilerden farklı olarak daha küçük ölçüde, dilimli ve kasnaksızdır. Son cemaat yeri iki
yandan duvarlarla kapatılmıştır. Buradan ana mekâna geçişteki kapı cümle kapısı ile aynı
eksende ve daha küçük boyuttadır. Caminin güney cephesinde dört adet taş söveli dikdörtgen
alt pencere, üstte ortada ve kasnakta alçı şebekeli birer pencere vardır. Doğu ve batı
cephelerinde altta iki, üstte ve kasnakta bir pencere mevcuttur. Kuzey cephesinde kapının
üzerinde bir dikdörtgen pencere yer alır. Mihrap nişi dikdörtgen bir çerçeve içine alınmış olup
mermerdendir. Nişin ve çerçevenin üstünde ve duvarlarda âyetler yer almaktadır. Âyetlerde
mevcut kalem işi bezemeler yapıda görülen nâdir süslemelerdir. Sekiz sütun tarafından
taşınan ahşap mahfil sonradan yenilenmiştir. Minber de ahşaptan yeni yapılmıştır. Caminin ilk
minaresi son cemaat yerinin önünde ve bağımsız iken 1744 yılında bugünkü yerinde binanın
sağında yapılmış, ilk minarenin kitâbesi kapının üzerine yerleştirilmiştir. 1957’de depremden
hasar gören minarenin taş kaideden sonrası tuğla ile yenilenmiştir. 1953 yılına kadar
görülebilen şadırvandan günümüzde hiçbir iz kalmamıştır. 1999 depreminden sonra bir süre
kapatılan cami, Yıldırım Bayezid Camii Onarma ve Yaşatma Derneği ile Vakıflar Genel
Müdürlüğü’nün iş birliğiyle çevre düzenlemesi ve restorasyonu tamamlanarak 2001 yılı
sonunda tekrar ibadete açılmıştır.

Bugün mevcut olmayan medresenin


caminin kuzeyinde ya da kuzeydoğusunda
yer aldığı kabul edilir. Evliya Çelebi
Mudurnu’dan bahsederken, “Camilerin
meşhur ve kadimi Yıldırım Han Camii’dir
ki aşağı çarşıdadır. Civarında Yıldırım
Han Medresesi vardır” demektedir.
Ayrıca 1334 (1916) tarihli Müstakil Bolu
Sancağı Salnâmesi’nde, “Yıldırım
Bayezid cennetmekânın Türk tarz-ı mimârîsi üzere bina edilmiş tek kubbeli camii ve
muhteşem medresesi, çifte hamamı...” kaydı mevcuttur. Medresenin de hamamın vakfiyesi ve
inşa kitâbesinde zikredilen 784’te (1382) veya buna yakın tarihlerde yapıldığı söylenebilir.
Hamamın kapısı üzerindeki vakfiyede medreseyle ilgili herhangi bir bilgi bulunmamakla
birlikte gelirinin öncelikle imarete harcanması, ardından külhanda çalışanlara ve geri
kalanının da Mudurnu beldesi âlimlerine, fakihlerine ve hâfızlarına vakfedildiği
bildirilmektedir. Medrese 1571 tarihlerinde yirmili iken 1652’de (1062) ellili medreseler
arasına girmiştir. 1922’de hapishane olarak kullanıldığı bilinen medrese de şadırvan gibi 1953
yılında tamamen ortadan kaldırılmıştır. İlk müderrislerine dair bilgiye ulaşılamasa da Kestelî
diye bilinen Muslihuddin Mustafa Kastallânî (ö. 901/1496), Eğri Abdi (ö. 940/1533) ve
Atâullah Ahmed Efendi (ö. 979/1571) gibi âlimlerin medresede görev yaptıkları ve
müderrislerin 25 akçe ile 40 akçe arasında yevmiye aldıkları bilinmektedir. 960 (1553) tarihli
bir belgeden, medresede müderris olarak bulunan Mevlânâ Muhyiddin’e günde 1,5 akçe ile
aynı zamanda Mudurnu’daki zâviyenin nezareti verildiği ve bu iş için de elinde berat
bulunduğu öğrenilmektedir.

Külliyenin bugün ayakta kalan tek parçası hamamıdır ve Mudurnu Hamamı adıyla da anılır.
Erken dönem Osmanlı hamam mimarisinin plan ve süsleme bakımından dikkat çekici
örneklerinden olup caminin hemen yakınında 1382’de yapılmıştır. Mermer kapısı üzerinde üç
bölüm halinde alt alta sıralanan tek satırlık vakfiye, ardından inşa kitâbesi, onun altında
vakfiyenin bir özeti ve en son kilit taşı üzerinde mimarın adı yazılıdır. Hamamın mimarı,
Bolu’nun merkezinde yine Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılan Orta Hamam’ın da mimarı
olan Ömer b. İbrâhim’dir. Aynı mimarın cami ile medreseyi de inşa etmiş olması kuvvetle
muhtemeldir. Yıldırım Bayezid, Mudurnu’daki hamamı şehzadeliği zamanında yaptırmasına
karşılık kitâbesinde “sultan”, daha sonraki yıllarda inşa ettirdiği Bolu Orta Hamamı’nın
kitâbesinde ise “Çelebi” unvanını kullanmıştır. Erken Osmanlı döneminde çok büyük kubbeli
soyunmalık yapılmadığı halde Yıldırım Bayezid Hamamı, erkeklere ait soyunmalık kısmının
20 m. çapındaki kubbesiyle büyük önem arzeder. Hamamın iki kısmı uç uca uzunlamasına
birleştirilmiştir. Kadınlar bölümüne nisbetle daha büyük olan erkekler bölümünün sıcaklığı
dört eyvanlı ve köşe hücreli bir plan gösterirken kadınlar kısmı sıcaklığı kubbeli dikdörtgen
şeklinde çifte halvetlidir. Mekânlar arasında çok değişik bir bağlantı sistemi vardır. Hamamın
bir diğer önemi dış duvarlarda moloz taş kullanılmasına rağmen mukarnaslarla yapılan
tezyinattır. Yapının hemen hemen genelinde görülen mukarnasın özellikle girişlerde, kubbe
geçişlerinde ve kubbelerin iç yüzeylerinde yoğun kullanımı göz doldurucu niteliktedir. Bu
şekilde iç mimaride mukarnasların zengin kullanımı erken Osmanlı devrinin diğer bir örneği
olan Ankara Karaca Bey Hamamı’nı akla getirir. 1964-1965 yıllarında bir yangın geçiren
hamam 1968’de onarım görerek işletilmek üzere kiralanmıştır. Hamam 1974’te tekrar
onarılmış, 2006 yılında oldukça kapsamlı bir onarım daha geçirmiş ve uzun zamandır
çalışmayan kadınlar kısmı da hizmet vermeye başlamıştır. Hamam bugün Mudurnu
Belediyesi’nce işletilmektedir. Gerek cami gerekse hamam, 20 metreye yakın çaptaki
kubbeleriyle kubbe yapımı gelişmesinin erken Osmanlı mimarisinde ne ölçülere vardığını
gösteren çok önemli örneklerdir.
Zağra’da Eski Cami (1409)

Karacadağ’ın (Sredna Gora) güneyindeki verimli ovanın kenarında yer alır. Kuruluşunun eski
dönemlere kadar gittiği ve daha önce burada Beroe adlı eski bir Trak yerleşmesinin
bulunduğu belirtilir. Romalılar döneminde Augusta Traiana adını alan bu yerleşme merkezi
IV ve V. yüzyıllarda barbar kavimler tarafından tamamen yakılıp yıkıldı. Bizans döneminde
yeniden teşkil edilerek Eirenepolis adını aldı. Bu adın Zagora’ya nasıl dönüştüğü ise tam
olarak bilinmemektedir. Zagora adı Ortaçağ’ın son dönemlerinde yaygın şekilde kullanılmış
olmalıdır. Nitekim Arap coğrafyacılarından İdrîsî burayı Zâgoriye olarak anmaktadır (La
Géographie d’Edrisi, II, 293-294). Muhtemelen 1371 yılında Osmanlılar tarafından fethedilen
şehre, bu sonuncu adlandırmaya dayanarak önceleri Eskihisâr-ı Zağra, Zağra-i Eskihisar,
Zağra Eskisi ve Zağra; daha sonraları ise yaygın olarak Zağra-i Atîk veya Eski Zağra
denilmiştir. Şehrin adının “Atîk” veya “Eski” ile birlikte zikredilmesi aynı bölgedeki Yenice-i
Zağra, Zağra-i Cedîd veya Yeni Zağra’dan ayırt etmek için olsa gerektir.

Osmanlı idaresine girdikten sonra Rumeli


eyaletinin kazaları içinde yer alan ve uzun
süre Edirne’ye bağlı kalan Eski Zağra
Osmanlılar’ın ilk devirlerinde bir uç kale
şehri durumundaydı. Ancak daha sonra
Osmanlı sınırlarının genişlemesiyle bir iç
şehir haline geldi. Uzun müddet önemli
bir tarihî olaya sahne olmayan şehir,
Şehzade Selim’in (I. Selim) babası II.
Bayezid’le giriştiği taht mücadelesi sırasında ön plana çıktı. Bu sırada kendisine Semendire
sancak beyliği verilen Selim sancağına gitmeyerek Eski Zağra’ya çekildi ve tahta geçmek için
gerekli hazırlıkların bir kısmını burada yaptı. Şehir Osmanlı hâkimiyeti döneminde âdeta
yeniden kuruldu ve kısa zamanda gelişme gösterdi. Tahrir defterlerine göre 1516’da on sekiz
mahallesi ve 2700-2900 dolayında nüfusu vardı. 1530’da da mahalle sayısı on sekiz olup
nüfusu 2700-2800 civarında idi. Buradaki yerleşik halkın tamamını Türk ahali teşkil ediyor,
şehirde hiçbir gayri müslim bulunmuyordu. Bu durum Eski Zağra’nın bir Osmanlı şehri
olarak kurulduğunu göstermektedir. Gayri müslim grupların buraya yerleşmesi, fizikî
bakımdan ve nüfus yönünden gelişmenin hızlandığı XVI. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşti.
Nitekim 1570 yılına ait tahrire göre, mevcut on sekiz müslüman mahallesi yanında bir de
gayri müslim mahallesi teşekkül etmişti. Bu tarihte şehirde toplam 3000-3300 kişi yaşamakta
olup bunun 100 kadarını gayri müslim nüfus oluşturuyordu. Bu yüzyılda şehrin bazı kalabalık
ve önemli mahalleleri Cami (Câmi-i Atîk), Veled-i İvaz, Çırçır Murad, Hacı Mahmud,
Debbâğan, Hacı Hasan (Terzi Yûsuf), Mihaliçlü, Hacı Timur Han gibi adlar taşımaktaydı.
Şehirde bahçecilik yapılıyor ve tarıma dayalı ekonominin yanında bazı meslek ve sanat dalları
çok gelişmiş bulunuyordu. Bu dallar arasında dericilik ve deriye bağlı üretim (ayakkabı,
çizme, mest vb.) önemli bir iktisadî faaliyet sahası idi. Bundan sonra tekstil ve bununla ilgili
iş kolları gelmekteydi. Şehirde özellikle pamuklu dokuma mâmulleri olarak çeşitli bezler ve
keçe imalâtı, kuşakçılık, takkecilik, terzilik ve kumaş süslemeciliği büyük ölçüde
yapılmaktaydı. Bunun yanı sıra kasap, ekmekçi, bakkal ve helvacı gibi gıda mâmulleri
dallarında çalışanlar da vardı. Bu meslek ve sanat dallarıyla uğraşanların pek çoğu
faaliyetlerini şehirdeki bedestende yapmaktaydılar. Şehirde ayrıca bir bozahâne, bir başhâne
ve birçok değirmen de yer alıyordu (BA, TD, nr. 77, s. 469; nr. 370, s. 67). Bundan başka
şehir her türlü malın alınıp satıldığı bir de pazara sahipti. Burada 1530’da Gümlüoğlu İmareti
ve Karaca Ahmed Zâviyesi’nden başka iki cami, iki mescid ve beş hamam mevcuttu. 1570’te
cami sayısı beş, mescid sayısı on iki civarındaydı.

Eski Zağra XVII. yüzyılda da gelişmesini


sürdürdü. Bu yüzyılın başlarında gayri
müslim nüfus arasında şehre yeni gelip
yerleşen Ermeniler vardı. Evliya Çelebi,
şehrin on dört mahalleye ve kiremitle örtülü
3000 kadar eve sahip olduğunu
yazmaktadır. Burada ayrıca yedi cami, Ali
Paşa adıyla bilinen bir medrese, kırk iki
mektep, beş hamam, 855 kadar dükkân ve
bir bedesten bulunduğunu kaydeden Evliya Çelebi şehrin çuha ve akmişe (kumaş) yanında
ekmeği, balı, ayvası ve şırası ile de meşhur olduğunu belirtir. XVIII. yüzyılda bir ara Sofya’ya
bağlanan ve gelişmeye devam eden şehir XIX. yüzyılda önemli bazı hadiselere sahne olmaya
başladı. Bu yüzyılda XVI. yüzyıldaki nüfus yapısı tamamıyla değişmiş ve gayri müslim nüfus
artmıştı. Nitekim 1831 yılında şehrin toplam 18.368 kişilik nüfusunun 5586’sını Türk,
12.782’sini ise gayri müslimler oluşturuyordu. 1853’te çıkan bir yangın şehre büyük zarar
verdi. Bu yangında 1270 dükkân ve atölye, on iki cendere, beş han, üç hamam, iki mescid ve
bir kütüphane ile bedesten tamamen yanmıştı. Nüfus da muhtemelen bu yüzden gerilemiş,
ancak müslümanlarla gayri müslim gruplar arasında belirli bir nüfus dengesi sağlanmıştı.
1858’de on sekizi Türk, on ikisi Bulgar, biri yahudi mahallesi olmak üzere toplam otuz bir
mahalle ve 2651 ev vardı. Bu evlerden 1632’si Türk, 833’ü Bulgar, 111’i Çingene ve 75’i
yahudi ailelerine aitti. Toplam erkek nüfusu ise 8577 idi. Bunun 3277’si Türk, 4205’i Bulgar,
645’i Çingene, 427’si yahudi olup diğerlerinin milliyeti belli değildi. Ancak Türk nüfusunda
giderek hissedilir bir azalma meydana geldi. Bu durumun muhtemelen bölgede baş gösteren
siyasî olaylarla ilgisi bulunmaktadır. XIX. yüzyılın ikinci yarısında Eski Zağra’nın Filibe’ye
bağlı olduğu dönemlerde bu azalma daha da arttı. Şehir 1875’te Rusya’nın Bulgarlar’a
kurdurduğu ihtilâl cemiyetlerinin faaliyetleri ve 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (Doksanüç
Harbi) sırasında büyük tahribata uğradı. Bu olaylar esnasında Türk halkının önemli bir kısmı
kendileri için daha güvenli olan iç kesimlere göç etti. Onlardan boşalan yerleri taşradan gelen
Bulgar nüfusu doldurmaya başladı. Bu arada şehrin bedesteni Bulgarlar tarafından
hapishaneye çevrildi ve dahaçıkan bir yangında ise bütünüyle yandı.

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında imzalanan Berlin Antlaşması ile (1878) muhtar bir
Bulgaristan Prensliği ve Doğu Rumeli vilâyeti
kurulunca Eski Zağra Doğu Rumeli
vilâyetinin sınırları içinde kaldı. Ancak
1885’te Bulgaristan Prensliği Doğu Rumeli
vilâyeti topraklarını sınırları içine kattı.
Böylece Eski Zağra da bu prensliğe dahil
oldu. Şehir 1887’de 16.039, 1892de 17.457,
1900’de 19.516, 1910’da 22.033, 1920’de
25.314, 1926’da 28.957 nüfusa sahip bulunmakta ve bu nüfus içinde yıldan yıla azalan bir
Türk nüfusu yer almaktaydı. Özellikle 1945’ten sonra hızlı bir nüfus artışına sahne olan ve
1988’de nüfusu 156.441’e ulaşan şehirde çeşitli sanayi dalları bulunmakta olup pamuklu
sanayii, kumaş, kimyasal maddeler, gübre imalâtı, tarım araçları, makine parçaları sanayii,
sigara, bira ve konserve üretimi önde gelir. Sanayi tesislerinin ihtiyacı Stara Zagora
hidroelektrik santralinden sağlanır. Şehrin içinde ve çevresinde üzüm, incir, badem ve nar
yetiştirilir.

İznik Mahmut Çelebi Camii 1442


Atatürk Caddesi Yenişehir Kapısına giden
yol üzerindedir. 1442'e II. Murat'n kaynı
Sadrazam İbrahim Paşa'ın oğlu Mevlevi
Mahmut çelebi tarafından yaptırılmıştır.
Yeşil Camiye benzeyen camii ortası
kubbeli bir son cemaat yeri ile kare
camiidir. Caminin kitabesi kapı kemeri
üzerindedir. Kitabeye göre mescid
I.Murad döneminde ( 1424-51 )vezir
Mahmud Çelebi tarafından 846 H. / 1442-
43 M. yılında inşa ettirmiştir.

Kitabede şu yazmaktadır.

Bu mescidi , emirliğin göz bebeği ve


vezirlik ağacının meyvesi, hayır işler ve iyilikler sahibi , sofralar ve sevindirici işler sahibi ve
ulu vezir, merhum, saîd, mağfûr ve şehid İbrahim Paşa ( Allah yattığı yeri nurlandırsın ) oğlu
Mahmud Çelebi ( hayır işleri devamlı ve devleti yüce olsun ) doğruluk ve iman sancaklarını
diken , küfür ve isyankârlığın minberlerini yıkan ve güvenlik döşeğini yayan beldelerin
koruyucusu Muhammed Han oğlu Murad ( memleketi ebedî ve devleti sonsuz olsun ) devleti
zamanında , hicrî sekizyüz kırk altı senesinde binâ etti- hamd sâdece Allah' mahsustur

Mahmud Çelebi'in İznik'eki imaret için vakfettiği yapıları içeren vakfiyesi Zilhicce 850 H. /
Şubat 1447 M. de düzenlenmiştir. Vakfiyede imaretin bukâ-i meymûne , mescid-i şerif
yakınında iki ev , matbah , kiler , yemekhane ve avludan oluştuğu belirtilir. Vakıflar Genel
Müdürlüğü'de üçü tarihli altı vakıf kaydı tesbit edilmiştir. Mahmud Çelebi Çandarlı Vezir
Ailesi'dendir. Dedesi Halil Hayreddin Paşa , babası İbrahim Paşa'ır. Osmanlı devleti sancak
beylerinden olan Mahmud Çelebi, Çelebi Sultan Mehmed’in kızı Hafsa Sultan ile evlenmiştir.
Bolu sancakbeyliğinde bulunduğu sırada Macar Kralı kumandasındaki Haçlı ordusuyla
yapılan savaşta Niş'e esir düşmüş ( 848 H./ 1444-45 M. ) ve Edirne Segedin antlaşması
imzalandıktan sonra serbest bırakılmıştır. Esaretten döndükten sonra Mahmud Çelebi'in hangi
görevde bulunduğu bilinmemektedir. Vefatından sonra i İznik'eki caminin güney tarafına
gömüldüğü ve kabrinin demir parmaklıklarla çevrildiği belirtilmektedir.

Camii , kare plan harim ve kuzeyindeki dikdörtgen planlı son cemaat yerinden oluşur.
Harimin üzeri üçgen kuşakla geçilen sekizgen kasnaklı bir kubbe ile örtülüdür. Güney duvar
ortasında beş cepheli bir mihrap nişi yer alır. Son cemaatin kuzey cephesindeki dikdörtgen ,
silmeli çerçeveli kapı ahşap kanatlıdır. Diğer kemer açıklıkları altta mermer korkuluklarla
üstte modern cemekânla kapatılmıştır. Yapının kuzey batı köşesinde , beden duvarı üzerinde
yükselen minare pahlı pabuçlu , yuvarlak gövdeli , tek şerefeli ve sivri külahlıdır. Gövde iki
bilezikle sınırlıdır. ; şerefe altı oniki sıra testere dişi dolguludur. Mihrabın batısındaki ahşap
minber yenidir . Tüm altlık pencereler dikdörtgendir. ;üstlükler ve kasnak pencereleri sivri
kemerlidir. Yapının dış duvarları almaşık teknikte bir sıra kesme taş-üç sıra tuğla ile
örülmüştür. Kubbe kasnağı , revak sutunları , pencere lento ve söveleri , korkulıklar mermer ,
nişler kesme taştır. Revak kemerleri ve minare tuğladır. Yapının duvarları içten sıvanmıştır.
Haremin kubbe kasnağında , doğu batı ve güney duvarlarındaki pencerenin kemer
yüzeylerinde kalemişi süsleme görülür. Son cemaat yeri korkulukları değişik geometrik
motiflerle süslüdür. Süslemelerde balpeteği , üç yönde doğrularla kesilen sekizgenler ve dört
köşeli, yıldızlar oluşturduğu sekiz köşeli yıldızlar , onikigenler içinde oniki kçşeli yıldızlar,
ongenler ve beş köşeli yıldızlarla oluşturulmuş süslemeler dikkati çeker.

Kanberler (Sitti Hatun Mescidi) Camii, Osmangazi, Bursa

Kanberler (Sitti Hatun Mescidi) Camii,


Bursa'nın Merkez Osmangazi İlçesinde
Tatarlık Köprüsünün batısında, Deveciler
Caddesi, Eski ve Hamam sokakların
kesiştiği köşede yer almaktadır.

İznik’teki Mahmut Çelebi Camii’nin bir


benzeri olan bu camiyi Timurtaş Paşa’nın
oğlu Oruç Bey’in kızı Sitti Hatun h.834
(1459) yılında yaptırmıştır.

Küçük ölçüdeki caminin cephe görünümü diğer Bursa camilerine göre ayrı bir karakter
hususiyeti göstermektedir.Cepheyi meydana getiren revak, biri ortada, diğer ikisi yanlarda
olmak üzere üç bölüme ayrılmıştır.

Ortadaki bölüm diğerlerine göre daha dardır.İki taraftaki bölümlerin kemerleri sivri, ortadaki
bölümün kemeri ise Bursa kemeridir.Ayrıca bu kemerlerin üzerleri üç köşeli köfeki taşlar
arasına yerleştirilmiş zikzaklı derzlerle bezenmiştir.
Kare planlı ibadet mekanının üzeri Türk üçgenlerinden oluşan bir kasnağın taşıdığı kubbe ile
örtülüdür. Pencere alınlıkları tuğladan dikey zikzak motifleri, testere dişleri ve altıgen taş,
tuğla ile bezenmiştir. Caminin tek minaresi batı yönündedir.

Beyşehir Eşrefoğlu Camii (1299)

Beyşehir İlçesi İçerişehir Mahallesi'nde bulunan, Orta Asya'da Semerkant, Buhara gibi eski
Türkistan şehirlerinde yer alan ağaç direkli camilerin ülkemizdeki eşsiz bir örneği olan
Beyşehir Eşrefoğlu Camisi, Anadolu'daki ahşap direkli camilerin en büyüğü ve orijinali olup
1296-1299 yılları arasında inşa edilmiştir.

Beyşehir Eşrefoğlu Camisi Minberi

Anıtsal taç kapısı, eşsiz mihrap ve minberi, üstün ağaç ve çini işçiliği yönünden ağaç cami
müzesi gibidir. Mihrabının tümü çini mozaikle kaplı olup, 4.58 metre eni, 6.17 metre
yüksekliği ile Konya çevresindeki bütün çinili mihraplardan daha büyüktür. Minberi,
tamamen ceviz ağacından üstün bir işçilik ve zengin bir süsleme ile oymalı, çatmalı ve
tutkalsız olarak yapılmıştır. Cami, Türk mimari tarzının en güzel ahşap örneklerinden
birisidir. Sekizgen, beşgen, yıldız ve geometrik dolgular ve bitkisel bezemeler ile kaplanmış
minber, sedef ve fildişi çatmalarında görülebilecek derecede inanılmaz bir düzgünlük ve
inceliktedir. Caminin tavanı renkli kalem işi süslemelere sahiptir. Özellikle konsollardaki kök
boyalı motifler dikkat çekicidir. Eşrefoğlu Camisi, Selçuklu ulu camilerinde görülen şu
özelliklerin tamamını barındıran tek örnektir: Çoğul ahşap sütunlar, tavanı tamamen ahşap ve
kalem işçiliği ile süslenmiş, minberi tamamen ahşap ve Kündekari tekniği ile yapılmıştır.

Beyşehir Eşrefoğlu Camisi Kar Deposu

Eşrefoğlu Camisi, çok sayıda ahşap sütun üzerinde


yükselir. Yüzyıllar boyu kış aylarında caminin
damındaki karlar, çatının ortasındaki boşluktan
ortadaki havuza atılmış ve ortamı nemlendirerek
yakılan sobalardan ötürü ahşap sütunların çatlayıp
kurumasını engellemiştir. 1965 yılında karlığın üstü camla kapatılmış ve işlevini yitirmiştir.
Yerli ve yabancı turistlerin hayranlıkla seyrettiği cami hem taş hem ahşap işçiliğinin nadide
örnekleriyle doludur. Selçuklu dönemi taş ve ahşap işçiliğinin muhteşem örneklerini yansıtan
Eşrefoğlu Camisi, UNESCO tarafından 2012 yılında Dünya Mirası Geçici Listesi'ne
alınmıştır.

Birgi Ulu Cami(1312)

İnşa Tarihi: H. 712 / M. 1312

Bani ve Mimar: Bani, Aydınoğlu Mehmed Bey’dir. Mimarı, Muzaffereddin bin


Abdülvahid’dir.

Konumu: Birgi Ulu Cami, İzmir’in Ödemiş ilçesine bağlı Birgi kasabasında yer almaktadır.

Kitabeler: Caminin kuzey ve doğu kapısında, birer kitabe yer almaktadır. Bu kitabelerde,
Aydınoğlu Mehmed Bey’in 1312-1313 yılında yapının yapılmasını emrettiği yazılıdır.

Aydınoğulları Beyliği’nin günümüze ulaşan en erken tarihli eserlerinden biri olan Birgi Ulu
Cami, İzmir’in Ödemiş ilçesine bağlı Birgi kasabasında yer alır. İnşa kitabesine göre, H. 712
(1312) yılında, Aydınoğlu Mehmed Bey tarafından yaptırılmıştır. Bir külliye özelliği gösteren
yapı topluluğu; medrese, türbe, hamam ve camiden ibarettir.

Kuzey-güney ve doğu-batı yönlerinde eğimli bir arazi üzerine inşa edilen yapıda kullanılan
devşirme malzemeler ve zeminde görülen izler, onun eski bir yapı üzerine inşa edildiğini ve
bu kalıntılardan geniş ölçüde yararlanıldığını göstermektedir. Yapının inşasında; moloz taş,
mermer, tuğla malzeme kullanılmıştır. Kaynaklarda, kuzey cephesinin 1930’lu yıllarda bir son
cemaat yerine sahip olduğu, buranın 1944 yılındaki depremde yıkıldığına değinilmektedir.

MİMARİ ÖZELLİKLERİ

Birgi Ulu Cami; dikdörtgen planlı, mihrap önü


kubbeli, mihraba dikey beş sahınlı bir
düzenlemeye sahiptir. Yapının örtü sistemine
bakıldığında, mihrap önünün, kubbe ile;
sahınların ise, kırma düz çatı ile örtüldüğü
görülür. Minare, yapının güneybatı köşesinde yer
alır. Yapıya giriş, doğu ve kuzey yönde bulunan
taç kapılardan sağlanır. Yapının dört cephesinde,
pencere açıklıkları bulunur.

Doğu cephenin merkezinde yer alan taç kapıya, dört basamaklı merdivenle çıkılır. Taç kapı,
mermer malzemeden inşa edilmiştir ve sadeliğiyle dikkat çeker. Düz silmelerle
hareketlendirilen taç kapının iki köşesinde birer kabara ve kabara üzerinde dikdörtgen çerçeve
içerisine alınmış kitabelik kısmı bulunur. Cephe boyunca, saçak seviyesine kadar dört
dikdörtgen pencere yerleştirilmiştir. Taç kapının iki yanında da, birer pencere açıklığı yer alır.

Doğu cepheyle benzer tasarım gösteren


kuzey cephenin merkezinde, yine taç kapı
bulunmaktadır. Altı basamaklı merdivenle
çıkılan taç kapı, duvar yüzeyinden hafifçe
dışa taşkındır. Kenar bordürleri sade tutulan
taç kapının giriş aralığının üzeri, sivri
kemerle örtülüdür. Cephedeki dört adet
dikdörtgen üst sıra penceresi ve iki dikdörtgen alt sıra
penceresi cepheyi hareketlendirir.

ŞEHADET CAMİİ (BURSA)1365

Hisar içinde Sultan 1. Murad’ın 1365 yılında Bey Sarayı’nın


karşısında inşa ettirdiği Sultan Camisi’nin, Sultan’ın 1389’da
Kosova’da şehit olmasından sonra Şahadet Camisi adını aldığı
çeşitli kaynaklarda ifade edilmektedir. Bu yapı Osmanlılar’daki geleneksel saray ve
ibadethane birlikteliğini vurgulamaktadır. 1855 depreminde hasar gören bu yapının, bugünkü
hali, aslının üçte iki oranında küçültülmüş halidir. Caminin cephesi de 19. yüzyılda Avrupa’da
yaygın olan Gotik üslupta ve sivri kemerli pencereli olarak yapılmıştır.

ÇELEBİ SULTAN MEHMED CAMİİ

Bilecik ili Söğüt ilçe merkezinde hükümet konağının


karşısında bulunan ve halk arasında Ulucami veya
Çarşı Camii adlarıyla da anılan kitâbesiz eserin bânisi,
vakıf kayıtlarından anlaşıldığına göre Çelebi Sultan
Mehmed’dir (1413-1421). Belgelerden, masraflarının
Orhan Gazi’nin vakıflarından karşılandığı
öğrenilmekte ve buna dayanarak Söğüt’te varlığı
bilinen, fakat izine rastlanmayan Orhan Gazi
Camii’nin yerine inşa edildiği ve onun vakfiyesine bağlandığı ileri sürülmektedir.

Bugünkü yapı II. Abdülhamid devrinde (1876-1909) eski


caminin yerine inşa edilmiş ve mimarisinin yapımında da
onun minare kaidesinden faydalanılmıştır. Eski camiden
kalmış yegâne orijinal mimari elemanı teşkil eden minare
kaidesinin batı cephesinin ortasında yer almasından, yapının
ilk ölçülere göre daha büyük boyutlarda ve özellikle kuzeye
doğru genişletilmiş olarak inşa edildiği anlaşılmaktadır.
Bugün eski caminin planı hakkında fikir verebilecek
herhangi bir ipucu mevcut değildir. Yeni binada erken
Osmanlı mimarisinin ulucamilerine has çok kubbeli plan
şemasına sadık kalınmışsa da gerek dış görünüşte gerekse iç süslemelerde Batı etkisi gösteren
geç Osmanlı devri özellikleri hâkimdir.

ŞEYH SİNAN CAMİİ


Alaşehir’de ilçenin güney kısmında yer alan külliye
cami, tekke, kütüphane, türbe ve hazîre ile küçük bir
yapılar topluluğu meydana getiriyordu. Günümüzde
bu yapılardan sadece cami, türbe ve hazîrenin küçük
bir parçası kalmıştır. Türbenin kitâbesinden caminin,
Bursa’dan gelerek Alaşehir’e yerleşen Emîr Sultan’ın
halifelerinden Şeyh Sinan Efendi (ö. 887/1482)
tarafından yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Harim kapısı üzerinde bulunan sülüs kitâbe ise 1236
(1821) yılındaki onarıma aittir. Millî Mücadele yıllarında depo şeklinde kullanılan cami
1964’te esaslı bir onarım görmüş, 1969 depreminde harap olduktan sonra halk tarafından
onarılarak ibadete açılmıştır.

I.MURAD HÜDAVENDİGAR CAMİİ

1363 yılında inşasına başlanan cami, Sultan I.


Murad tarafından yaptırılmıştır. Yapımı 19 yıl
sürdüğü bazı kayıtlarda ifade edilen Cami, iki
katlıdır. Alt kat cami, üst katta ise medrese yer
almaktadır. Caminin dışında, ayrı bir yapı olarak
olması gereken zaviye ve medrese mekanları, bu
külliyede, ibadet yeri ile iç içedir. Hüdavendigar
Cami, kemerleri, ve giriş bölümünün yapısal özellikleri açısından, Bursa’daki Erken Osmanlı
Dönemi Camilerinden farklılık göstermektedir.

Eski Cami

Yıldırım Bayezid Han oğlu Emir Süleyman


tarafından 1403 senesinde yapımına başlanmıştır.
Ölümünün ardından cami inşası 1414 yılında
Çelebi Mehmet zamanında tamamlanmıştır.
Caminin yan kapısı üzerinde yer alan kitabeye göre
Mimarı Konyalı Hacı Alâeddin ve kalfası İbrahim
oğlu Ömer’dir.Kare plan iç mekân 2116 m2’dir.
Üzeri dokuz kubbeyle örtülüdür. Bu bakımdan çok
kubbeli camiler gurubuna girmektedir. Caminin
kuzey köşesinde, camiyle birlikte yükselen tek şerefeli minare camiyle birlikte
düşünülmüştür. Caminin batı köşesinde diğerinden daha yüksek ve iki şerefeli olarak
tasarlanan müstakil minare sonradan Çelebi Sultan Mehmet Han tarafından yaptırılmıştır. Bu
minarede şerefelere ayrı merdivenlerden çıkılmaktadır.

Bergama Ulu Camii

Sultan I. Bayezid tarafından 1398 tarihinde


yaptırıldığı kitabesinden anlaşılan cami, 801
(Hicri) / 1398-1399 (Miladi) senesinde
tamamlanmıştır. Üç satırlık kitabesinde:
"Bu şerefli mescidi yüce sultanlar sultanı,
Acem ve Arap ümerası (hükümdarlarının) emiri, mücahitler ve gaziler yardımcısı, Murad Han
oğlu Bayezid Han — Allah mülkünü daim
kılsın — 801 senesinde yaptırmıştır.'"
yazmaktadır. İzmir'de ayakta kalan tek
selatin camisi yani sultanların banisi
olarak yaptırdıkları cami olma özelliği taşır.

BİLECİK ORHAN GAZİ İMARETİ

Bilecik Orhan Gazi İmareti bu tipteki yapıların


erken Osmanlı dönem özelliklerini yansıtan ilk
uygulamalarından biridir. Orhan Gazi İmareti,
Bilecik merkez İstiklal Mahallesinde, Şeyh
Edebalı Türbesi ve Orhan Gazi Camii’nin
güneybatısında ve Eski Bilecik yerleşiminin
bulunduğu vadinin yamaç kısmında, Tarihi
İpekyolu ticaretinin de güzergahı olan yol üzerinde yamaçta yer almaktadır.
Kitabesi günümüze ulaşmadığı için kesin tarihi bilinmeyen yapının, boyut ve inşa tekniği
olarak Orhan Gazi’nin diğer yapılarına benzerliğinden ve ismine dayanılarak, Sultan Orhan
Gazi’nin Hükümranlığı (1326–1362) dönemine
tarihlenir.

Günümüze sadece orta bölümü ulaşabilen ve


oldukça harap durumda bulunan Orhan Gazi
İmareti, 1966 yılında Vakıflar Genel
Müdürlüğü’nce onarımına başlanmış, günümüze
ise duvar payesi ve üzerindeki dört sıra tuğla
kemer örgüsü gelebilmiştir.
OSMANCIK KOCA MEHMET PAŞA CAMİİ (İMARET CAMİİ) :1430

Osmancık İlçemizin Güney mahallesinde, Garajlardan çıkınca


Osmancık-Çorum yolu üzerinde bulunan Camii, Osmanlı
Sultanlarından II. Murat’ın Baş Vezirlerinden(BAŞBAKAN)
Osmancıklı Koca Mehmet Paşa tarafından Hicri:834
(Miladi:1430) tarihinde yaptırılmıştır. Kendi adı ile
anılmaktadır. İmarethane(Aşevi) olarak da yapılıp,
kullanıldığından, İmaret Camii diye de anılmaktadır. Caminin
yapısına Selçuklu yapı tekniği hâkimdir. Camii, içten ve
dıştan kesme taşlarla kaplanmış dolma duvarlardan meydana
gelmiştir.

ALÂEDDİN BEY CAMİİ

Âşıkpaşazâde ve Neşrî gibi erken Osmanlı


devrini anlatan kaynaklar, Osman
Gazi’nin oğullarından ve Orhan Bey’in
kardeşi Alâeddin Bey’in Bursa Hisarı
içinde bir mescid yaptırdığını ve evinin de
bu mescidin yanında olduğunu bildirirler.
Halen Alâeddin caddesinin sonunda
bulunan caminin kapısı üstünde kâğıt
üzerine yaldızla yazılmış 1306 (1888-89) tarihli bir levhada, ilk yapısının 726 (1326), ikinci
yapısının 1278 (1861-62) tarihine ait olduğu ifade edilmektedir. Bursa Vakfiye Defteri’ndeki
733 (1332-33) tarihli vakfiyesinden Çatalburgaz ve Fotra adlı köylerin bu mescide
vakfedildikleri öğrenilmekte ve böylece Alâeddin Bey Mescidi’nin (veya cami) Bursa’nın
1326’da fethinden çok kısa bir süre sonra yapıldığı anlaşılmaktadır.

Alâeddin Bey Camii, Bursa’da çok büyük zararlara sebep olan 1 Mart 1855’teki zelzelede
hayli hasar görmüş, bu arada son cemaat yeri revakı da yıkılmıştır. 1278’de (1861-62) yapılan
tamirinde, cami bazı kısımları değiştirilip revakı yeniden yapılmak, cephesine Türk sanatına
çok yabancı üçgen biçiminde bir alınlık eklenmek ve herhalde kısmen yıkılan minaresi
tamamlanmak suretiyle ihya edilmiştir. 1960 yılında Bursa Eski Eserleri Sevenler Kurumu
tarafından bir tamir yaptırılmış ise de 1278 tamirinde esas mimariyi bozan bazı unsurlar
kaldırılmamış, orijinal biçime dönmeye gayret edilmemiştir.

Cami, içten 8,13 × 8,30 m. ölçüsünde kare planlı bir yapıdır. Girişte dört sütunlu ve üç
bölümlü bir son cemaat yeri vardır. Sol taraftaki minarenin kürsü kısmı son cemaat yeri
duvarına gömülmüştür. Revak sütunlarının başlıkları devşirme Bizans başlıklarıdır. Bunlardan
iki yanlardaki Bizans-İyon tipi, ortadakiler ise oymalı sepet biçimi başlıklardır. 1855
zelzelesinde yıkıldıktan sonra eskisine göre daha değişik biçimde alınlıklı olarak yapılan son
cemaat yeri, 1960 tamirinde de bu esaslar dahilinde restore edilmiş, alınlık kaldırılmış, iki yan
bölüm aynalı tonozlar, orta bölüm ise küçük bir kubbe ile örtülü kalmıştır. Kasnaksız bir
kubbenin örttüğü harim* kısmının zemini zamanla yükseltildiğinden gerçek nisbetler
kaybolmuştur. Yuvarlak gövdeli tuğla minarenin şerefe çıkması tuğladan kaba mukarnaslarla
sağlanmıştır. Bu mukarnasların üst kenarından itibaren minarenin yenilenmiş olduğu tahmin
edilebilir. Caminin içinde herhangi bir süsleme olmadığı gibi kapı, mihrap vb. unsurlar da
gayet sadedir. Minberi ise mevlevîhâneden getirilmiştir. Dış duvarlarda taşların etrafları
tuğlalarla çerçevelenmek suretiyle renkli bir görünüm elde edilmiştir. Yan cephelerde 1278
tamirinde bozulan esas pencerelerin tuğla kemer kalıntıları görülür. Bu tamirde yapılan taş
söveli ve yuvarlak kemerli pencereler caminin mimarisine çok yabancı kalmaktadır. Ayrıca
bugün mevcut caminin batısında bir de hamamı vardı.
Bursa’nın en eski hamamlarından olan bu yapı 1519’da 3900
akçe sarfedilerek tamir edilmiş, fakat XVII. yüzyıldan itibaren
terkedildiği için harap olmuştur. Avlu duvarına bitişik sivri
kemerli çeşmesi ise 1960’ta restore edilerek korunmuştur.
Bursa’da yine kale içinde Kaplıca Kapısı’nın hemen iç
tarafında Alâeddin Bey’in bir mescidinin daha olduğu
biliniyor ise de bugün yeri bile belli değildir

Alâeddin Bey Camii, Bursa’da Türk hâkimiyetinin ilk eseri ve


işareti olarak özel bir değere sahiptir. Bu bakımdan ilmî
esaslara göre dikkatli bir araştırmadan sonra esas şekline göre
ihyası arzu edilir.
BEYLERBEYİ CAMİİ ve KÜLLİYESİ

Esasında cami, türbe, hamam ve medreseden meydana gelmiş küçük bir külliye olup şehrin
merkezinden Sarayiçi’ne uzanan caddenin sağında bir yamaç üzerinde inşa edilmiştir.
Kurucusunun türbesi de caddenin solundaki mezarlığın içinde, caminin karşısındadır.

Caminin bir kitâbesi yoksa da vakıf


kayıtlarından kurucusunun II. Murad
devri ümerâsından, önce Tırhala
(Trikkala) beyi, sonra Rumeli beylerbeyi
olan Mîrimîran Sinan Bey yani
Sinâneddin Yûsuf Paşa olduğu
öğrenilmektedir. Edirneli Abdurrahman
Hibrî Çelebi’nin Enîsü’l-müsâmirîn’inde
caminin 832’de (1428-29) Yûsuf Paşa
tarafından yaptırıldığının belirtilmesine rağmen Bâdî Ahmed Efendi’nin, kurucusunun adını
Şarabdar Abdullah Bey olarak göstermesi yanlıştır. Ayrıca Rifat Osman Bey, Osman Nuri
Peremeci gibi bazı yazarların caminin esas kurucusunun Abdullah Bey, sonra tamir ettirenin
Sinâneddin Yûsuf Bey (Paşa) olabileceğini ileri sürmeleri de esassızdır. M. Tayyib
Gökbilgin’in “Mahalle-i Mescid ve İmâret-i Mîrimîran Sinan Bey” başlığı ile bu hayratın 833
(1429-30) tarihli vakıf kaydını ve evkafını tesbit etmesiyle kurucusu hakkında hiçbir şüphe
kalmamıştır.

XVII. yüzyılda Edirne hakkında etraflı


bilgi veren Evliya Çelebi, Beylerbeyi
Camii’nin ferah ve güzel olduğunu
bildirmesi dışında bir açıklama yapmaz.
Edirne’nin geçirdiği felâketler, bilhassa
Balkan Harbi ve işgaller bu değerli
külliyenin harap bir hale girmesine yol
açmıştır. 1950’li yıllarda Beylerbeyi
Camii’nin büyük bir kısmı özellikle
mihrap tarafı çökmüş, son cemaat yeri
tamamen yok olmuş, minaresinin ise şerefe ile daha yukarı parçası yıkılmış halde idi.
Türbenin kubbesi çökmüş, duvarları çatlamış, hamam son derecede harap bir halde
bulunuyordu. Medrese ise daha önceden ortadan kalkmıştı. Edirne’nin eski Türk eserleri
hakkında hazırlanan raporlarda caminin beşinci derecede değerli bir yapı olduğunun
belirtilmesine rağmen uzun yıllar bir girişimde bulunulmamıştır. 1960’lı yıllarda Vakıflar
İdaresi’nce caminin ihyasına girişilerek yıkık kısımlar yeniden yapıldığı gibi son cemaat yeri
tekrar inşa edilmiş, minare tamamlanmış ve mâbed yeniden ibadete açılmıştır.

Beylerbeyi Camii plan bakımından Osmanlı devri Türk sanatında zâviyeli camiler olarak
adlandırılan tiptedir. İki yanında kubbeli birer tabhâne mekânı bulunmaktadır. Taş ve tuğladan
karma teknikte yapılan caminin önündeki son cemaat yeri eski temeller üzerine tamamen
yeniden yapılmıştır. Mermer söveli giriş sivri kemerli bir taçkapı halindedir. Esas mekân iki
bölümden meydana gelmektedir. Bunlardan ilki yüksek bir kubbe ile örtülü olup bu bölümün
kapalı bir avlu şeklinde tasavvur edildiğinin işareti olarak ortasında bir aydınlık feneri yer
almıştır. Herhalde aslında bu tip camilerde usulden olduğu gibi bu mekânının merkezinde bir
şadırvan bulunuyordu. Büyük bir kemerle ayrılan ve aslında döşemesi öncekinden biraz daha
yüksekte olması gereken diğer bölüm esas namaz mekânı olup yine bir kemerle ikiye
bölünmüştür. Birinci bölümü çok değişik bir geçiş sistemine sahip sekiz dilimli küçük bir
kubbe örter. İçinde mihrabın yer aldığı kıble tarafındaki ikinci bölüm ise üç cepheli olarak
yapılmış ve üstü istiridye kabuğu biçiminde dilimli bir tonozla örtülmüştü. 1950’lerde bu
bölümü tamamen yıkılmış olan Beylerbeyi Camii, bu üç cepheli mekânı bakımından 1441’e
doğru Tire’de Halil Yahşi Bey tarafından yaptırılan Yeşilimaret Camii’ni hatırlatmaktadır.
Büyük kubbeli ve kapalı avlu geleneğini sürdüren birinci bölümün iki yanındaki tabhâneler
pencereli kare mekânlardır. İçlerinde ocaklar bulunan bu mekânların üstleri ise birer kubbe ile
örtülüdür. Minare soldaki tabhâne hücresinin köşesinde yükselir. Tabhânelerin yolcuları
misafir etmeleri geleneği ortadan kalktıktan sonra bütün bu bölümler namaz mekânı halini
almış ve bugün de öylece kullanılmaktadır.

Bu tip camilerde ekseriyetle görüldüğü gibi en


öndeki mihraplı esas namaz mekânının duvar,
kemer ve tonozları çok zengin biçimde malakârî
nakışlar, renkli süslemeler ve yazılarla bezenmişti.
Ne yazık ki caminin harabe halinde durduğu uzun
yıllar içinde bu eşine az rastlanır güzel süsleme de
mahvolmuştur. 1960 yılına doğru düşmek üzere
olan büyükçe malakârî bir süsleme parçası buradan
alınarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde muhafaza edilmiş, cami ihya edildikten
sonra çerçevelenmiş olan bu parça caminin içinde saklanması için Edirne’ye gönderilmişti.
Caminin karşısında olan Beylerbeyi Sinâneddin Yûsuf Bey Türbesi ise son derecede harap bir
durumdadır. Sekiz köşeli bir plana göre kesme taştan inşa edilmiş olan türbenin evvelce
kubbeli olduğu ve bazı sırlı tuğla kalıntılarından dışında süslemeler bulunduğu anlaşılıyor.
Aynı sıradaki hamam da kubbelerinin geçiş unsurlarının zenginliğinden ilk yapıldığında zarif
ve zengin görünüşlü bir yapı olduğunu belli eder. Nitekim Hibrî Çelebi de sanat değerini
övdüğü bu yapıdan, “...bî-nazîr dilküşâ hamamdır, havuzu vardır...” diye söz ettikten sonra
uzun süre harap kalan hamamın Ekmekçizâde Ahmed Paşa (ö. 1618) tarafından tamir
ettirildiğini bildirir. Bugün ise çok harap ve yıkıntı halindedir. Çok yıl önce yıkılarak ortadan
kalkan medresenin 935’te (1528-29) “cihet-i tedrîs”i 25 akçe olarak görülmektedir. Hâriç
pâyesindeki altı medreseden dördüncüsü burası olup, 1046’da (1636-37) müderrisi Yûsuf
Hanzâde iken 1050’de (1640-41) yerine muhasip Mehmed Efendi tayin edilmiştir.

Birgi Ulu Camisi (Ödemiş) İzmir ili Ödemiş ilçesi Birgi Bucağı’nda bulunan Birgi Ulu
Camisi medrese, hamam ve türbeden oluşan bir külliye olarak yapılmıştır Günümüze cami ve
Aydınoğlu Mehmet Bey’in türbesi gelebilmiştir.

Yapı topluluğunu Aydınoğlu Mehmet


Bey h712 (1312-1313) yılında
yaptırmıştır. Bunu belirten iki
kitabe caminin kuzey ve doğu giriş
kapıları üzerinde bulunmaktadır.
Birgi’nin simgesi durumundaki bu
cami, şehrin ortasından geçen derenin
sol tarafında, hafif eğimli bir arazi
üzerinde yapılmıştır. Kuzey-
güney doğrultusunda, arazinin eğimi dikkate alınarak yapılan cami dikdörtgen planlı olup,
mihraba dikey 5 sahınlıdır.  Kesme taştan yapılmış olan caminin üzeri çift eğimli bir çatı ile
örtülmüştür. Yalnızca mihrap önü kubbelidir. Arazi konumundan ötürü ibadet mekânını
aydınlatan iki katlı pencereler farklı konumda olduğu gibi bu durum duvar örgülerine de
yansımıştır. Caminin doğu cephesinin önemli bir bölümü devşirme büyük bloklardan
yapılmıştır. Ayrıca bu duvar işçiliği ile tezat gösterecek şekilde de kaba moloz
taştan yararlanılmıştır.
Doğu yönündeki girişin iki yanında üstte ikişer, altta da ikişer pencere bulunmaktadır. Çatının
hemen altındaki üst sıra pencereler dıştan şebekeli basit dikdörtgen şekildedir. Bunlardan
girişe doğru olanlar hafifçe birbirlerine kaydırılmış, alt pencereler uzaktan tek pencere
görünümünü vermekte iseler de bu durum büyük bir dikdörtgen pencerenin dilimli kemerle
dekoratif bir şekle dönüşmesinden meydana gelmiştir. Bu pencereler iki yandan burmalı
gövdeli, volütlü başlıklı birer sütuncukla sınırlandırılmıştır.
Bunların üzeri de yekpare mermer blokların oyulması ile beş dilimli bir kemer şekline
sokulmuştur. Bu kemerin ortasında da basit bir düğüm ve geçmeler meydana getirilmiştir.
Köşelerde asma yaprağı, üzüm salkımı, çiçekler ve rozetlerden oluşan bir kompozisyon da
onları tamamlamıştır. Pencerenin üzerinde tek satır halinde bir ayete yer verilmiştir. Girişin
sağındaki üst pencere ise ondan biraz daha farklıdır. Burada yedi dilimli kemer iki ayrı
mermer bloğun oyulmasından meydana getirilmiştir. Burada da basit bir düğümlü
geçme dikkati çekmektedir. Bu pencerenin üzerinde yine tek satırlı bir başka ayete yer
verilmiştir. Caminin bu cephesindeki en dikkati çeken nokta güney cephesi ile birleştiği
yerdeki köşelere yerleştirilmiş devşirme arslan heykelidir. Dikdörtgen bir niş içerisinde
bulunan bu arslan heykelinin yüz kısmının hatları belli olmayacak şekilde aşınmıştır.

Caminin doğu cephesinin ortasında giriş


kapısı bulunmaktadır.Ahşap bir sundurma
içerisine alınan ve yüksekliği çatı
seviyesine kadar ulaşan bu kapıya birkaç
basamaklı merdivenle çıkılmaktadır.
Mermerden özenli bir işçilikle yapılan bu
kapının yan duvarlarını üç sıra, çevresini de
tek sıra halinde bir çerçeve çevirmiştir.
Girişin üzeri geçmeli, basık bir kemer şeklinde olup, kilit taşının üzerine buket şeklinde
bir palmet motifi ile küçük bir kabara, kemer köşelerine de küçük rozetler, çiçek motifleri
işlenmiştir. Kemerin
üzerinde tek satır halinde sülüs yazılı yapım kitabesi bunun üzerinde de yine bir ayetten
alınma iki satırlık bir başka kitabe daha bulunmaktadır. Yapım kitabesinde ismi geçen (El
Emiru’l Kebir) unvanı Aydınoğlu Mehmet Bey’in 1312-1313 yıllarında yöreye hâkim
olduğunu yansıtmaktadır.
Caminin mermerden devşirme bloklarla kaplı olan güney cephesine üstte dört, altta da üst
üste oturtulmuş ikişer pencere açılmıştır. Üstteki pencereler doğu yönündeki pencerelerin
hemen hemen eşidirAlt sıra pencereler ise yine iki kat halindedir. Bunların üzerlerine sivri
kemerli daha küçük pencereler yerleştirilmiştir. Üst pencerelerin kenar köşelerinde görülen
çarkıfelek ve çiçek dolgulu rozetler bu
cephedeki tek süsleme unsurlarıdır.

Caminin batı cephesinin bütününde moloz taş duvar işçiliği görülmektedir. Ancak yapımından
sonra bu kısmın değişik zamanlarda onarıldığını gösteren izler de görülmektedir.Cami ile
ilgili olarak Evliya Çelebi, Fuat Köpr ülü ve İbrahim Hakkı Uzunçarşılı ayrıntı vermemekle
beraber üç kapısı olduğunu belirtmişlerdir. Konuyu araştıran Selda Kalfazade köylülerle
yaptığı konuşmalarda
1930’lu yıllarda batı cephesinin güney köşesindeki pencerenin kapı olarak kullanıldığını
öğrenmiştir. Böylece yapının üç kapılı olduğu da ortaya çıkmıştır.

Caminin kuzey girişi yapı işçiliği ve kompozisyon bakımından doğu girişinin hemen hemen
bir tekrarıdır. Yalnızca giriş açıklığını geçmeli taş sivri bir kemer örtmektedir. Bu kemerdeki
her taşın üzeri küçük rozetlerle süslenmiştirKilit taşının üzerinde bitkisel bir motif, köşelerde
içleri dolgulu iri madalyonlar bulunmaktadır. Kapının üzerindeki kitabelik bölümünde de iki
satır halindeki sülüs yazılı kitabe caminin yapımı ile ilgilidir. Burada Aydınoğlu Mehmet
Bey’in 1312-1313 yıllarında bu camiyi yaptırdığı yazılıdır.
Bunun dışında kapı üç yönden sülüs yazılı bir ayetle geniş bir çerçeve içerisine alınmıştır.

Ahşap sundurmadan birkaç basamak merdivenle inilen ibadet mekânı kuzey-güney


doğrultusunda dört sıra halinde kemerlerle birbirine bağlı sütunların oluşturduğu beş nefli bir
plan şekli göstermektedir. Bunlardan orta nef daha geniş tutulmuş ve özellikle mihrap önü
kubbe ile örtülerek daha belirgin bir şekle sokulmuştur. Mihrap önündeki kubbeye
pandantiflerle geçilmektedir. Doğudan batıya doğru dörderli olmak üzere üç sıra halindeki bu
sütunlardan batıdaki dördüncü sırada üç tane sütun bulunmaktadır. Ancak
orijinal yapıda on altı sütun olduğu Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde belirtilmiştir. Tayin
edilemeyen bir dönemde belki de deprem sonucu caminin iç düzeninde bir farklılık meydana
gelmiştir.
Mihrap ve mihrap önü mekânı ile orta nefe yönelik kemerin üst bölümü mozaik çini ile
kaplıdır. Kakma tekniğindeki bu çiniler koyu mor, firuze renklerinde olup, geometrik
bezemelidir Mihrabın yanındaki ceviz minber Muzaferiddin Bin Abdülvahid’in eseri olup,
kündekâri tekniğinde yapılmıştır. Caminin batı cephesinin güney köşesinde yer alan minare
kesme taştan bir kaide üzerine
oturtulmuştur. Silindirik gövdeli tuğla minarenin üzeri firuze renkte sırlı tuğlalarla
kaplanmıştır. Minare gövdesinin alt kısmını sırlı ve sırsız tuğlaların zikzaklı bir örgü, şerefe
altına rastlayan üst bölümün de firuze sırlı tuğlalardan baklavalı örgü şeklinde yapıldığı da
dikkati çekmektedir. Buradaki baklavalı örgü minarenin petek kısmında da tekrarlanmışsa da
günümüze yalnızca bezemenin alt kısmı gelebilmiştir.

EŞREFOĞLU CAMİ

Göl ile kale arasında kalan düzlüğe Eşrefoğulları Beyliği’nin kurucusu Seyfeddin Süleyman
Bey tarafından yaptırılmıştır. Taçkapı üzerinde yer alan kitâbe şeklindeki vakfiyesinden bir
han ve çifte hamamla birlikte inşa edilmiş olduğu öğrenilmektedir. Eşrefoğulları’nın
hâkimiyetleri altındaki topraklarda bıraktıkları pek çok eser arasında günümüze gelebilen en
önemli yapıdır. Selçuklu geleneğine bağlı olarak ulucami tarzında tasarlanan cami Konya
Sâhib Ata (1258), Afyon Ulucamii (1272), Sivrihisar Ulucamii (XIII. yüzyıl ortası) ve Ankara
Ahî Şerafeddin Camii (XIII. yüzyıl) gibi ahşap direkli ve düz toprak damlı camilerin en
gelişmiş ve en büyük örneğidir. Biri taçkapıda, diğeri harime açılan çinili kapının kemer
alınlığında olmak üzere iki kitâbesi bulunmakta, bunlardan birincisinde 696 (1296-97), çini
mozaikle yazılmış olan ikincisinde ise 699 (1299-1300) tarihi okunmaktadır; buradan binanın
en az üç yılda tamamlandığı anlaşılmaktadır.

Binanın planı, kuzeydoğu köşesini 45


derecelik bir açıyla kesen ve üzerindeki
eksenden kaymış taçkapı ve minare ile ön
cepheyi teşkil eden duvar yüzünden kesik
bir dikdörtgen şema gösterir; bu durum,
şehrin ana yolu üstüne yapılmış ve
cephesinin ona uydurulmuş olduğunu
ortaya koymaktadır. Birçok Selçuklu eseri gibi muhkem ve âbidevî bir yapıya sahip bulunan
caminin ön cephe duvarı kesme taş, diğerleri moloz taşla örülmüştür ve çok başarılı bir işçilik
sergilemektedir. Ön cephede taçkapının sol yanında duvar bir silme çerçeve içine alınmış ve
üzerine süs amacıyla mazgal dendanları yapılmıştır. Taçkapının sağında yer alan yüksekçe
minare hatalı onarımlardan dolayı özelliklerini yitirerek günümüze gelmiştir; kaidesinin
altında sivri kemerli bir niş içerisinde, su haznesini antik bir lahdin oluşturduğu bir sebil
bulunmaktadır. Mazgal dendanlarından biraz daha yüksek tutulmuş olan âbidevî taçkapının
süslemelerinde görülen üslûpla Sivas’taki Gökmedrese ve Çifte Minareli Medrese kapılarının
üslûbu arasında büyük benzerlikler göze çarpmakta ve bu durum caminin taş işçiliğinde de
Selçuklu geleneğinin devam ettiğini göstermektedir. Bazı araştırmacılar bu eserin,
Gökmedrese’nin kapısının iki yanında adı bulunan ve Konya’daki İnce Minareli Medrese’nin
de mimarı olduğu sanılan Konyalı mimar Kālûyân’ın yetiştirmelerinden biri tarafından
yapıldığını düşünmektedirler.

Taçkapıdan, verev ön cephe duvarı ile kuzey duvarı arasında kalan fîrûze ve mor renkli
çinilerle kaplı ara mekâna, buradan da Türk çini sanatında tek örnek teşkil eden sırlı tuğla ve
mozaik çini kaplı âbidevî ikinci taçkapı ile harime girilir.

Son derece etkileyici bir mekân olan


harim, kırk sekiz adet ahşap direğin
üzerindeki konsollara oturan kirişlerin
taşıdığı düz bir tavanla örtülüdür. Direk
başlıkları, konsollar ve tavan kirişleri,
bugün birçoğu dökülmüş olan kalem
işleriyle süslüdür. Altı sıra halinde uzanan
7,5 m. yüksekliğindeki başlıkları
mukarnaslı direklerin mihrap duvarına dik
oluşturdukları yedi neften ortada bulunanı
diğerlerinden daha geniş ve daha yüksektir; merkezindeki dört direğin üstü de benzeri
ulucami planlı yapılarda olduğu gibi açıktır. Binanın çatı örtüsü toprak dam iken 1941’de
yapılan onarım sırasında eğimli çatı haline getirilmiş, 1956 yılında da bakır levhalarla
kaplanmıştır; mihrap önü kubbesinin üzeri ise silüette kendini kuvvetle gösteren piramidal bir
külâhla örtülüdür. Tuğla konstrüksiyonlu üç sivri kemere oturan mihrap önü kubbesi son
derece alımlı renklerde sırlı tuğlalarla ve çinilerle süslenmiş, göbeğine girift kûfî ile Allah,
Muhammed, Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali isimleri yazılmıştır.
Caminin 4,58 m. genişlik ve 6,17 m.
yüksekliğindeki mozaik çinili mihrabı
Selçuklu devri örnekleriyle yarışabilecek
düzeydedir ve üslûp yönünden Konya
mihraplarına bağlanır. Tamamen çinilerle
kaplı olan mihrap çok zengin bir görünüşe
sahiptir. Mavi-beyaz renklerin de
kullanıldığı nişte hâkim renk fîrûzedir.
Mukarnaslar altındaki alında yer alan
motifler, Konya Karatay Medresesi’nin
kubbe içi motifleriyle büyük benzerlik gösterir. Camideki çiniler genel üslûp açısından her
yönüyle Selçuklu çini sanatının devamıdır.

Eşrefoğlu Camii’nde çiniler kadar dikkati çeken diğer bir sanat dalı da ahşap işçiliğidir. Kapı
ve bazısı Konya İnce Minare Taş ve Ahşap Eserler Müzesi’nde sergilenmekte olan pencere
kanatları, minber ve hükümdar mahfiliyle Osmanlı dönemine ait müezzin mahfili camideki
ahşap işlerinin en fazla dikkat çekenleridir. Ceviz ağacından muhteşem minber, kapı ve
pencere kanatları gibi hakiki kündekârî tekniğinde imal edilmiştir ve Anadolu’daki sayılı
örneklerden biridir. Giriş kemerinin üzerindeki kitâbesinde Eşrefoğlu Emîr Süleyman Bey’in
ve kapı kanatları üzerindeki kartuş içinde de kûfî yazı ile yine Allah ve Muhammed
lafızlarından başka dört halifenin isimleri kabartma olarak yazılmış, kemerin iki yanında yer
alan “amilehû Îsâ” ibaresi ile de usta adı belirtilmiştir. Güneybatı köşesinde, başlıkları
mukarnaslı iki ahşap sütun üzerine oturtulmuş olan ve on üç basamaklı bir merdivenle çıkılan
2 m. yüksekliğindeki hükümdar mahfili yer alır; ceviz ağacından dantel gibi işlenmiş
şebekelerle çevrilidir. Eksen üzerinde kubbenin önüne yerleştirilen müezzin mahfili, 982
(1574-75) yılında Mustafa Bey adlı bir Osmanlı vezir oğlu tarafından yaptırılmıştır; kirişleri
ve tabanının alt yüzü nakış ve oymalarla bezelidir. Bunlardan başka, çinilerle kaplı girişin
üzerinde yer alan kadınlar mahfilinin ahşap korkulukları ile mihrabın iki yanından yan
duvarlara kadar uzanan parmaklıklar da ahşap işçiliği açısından dikkat çekicidir.

Caminin doğu duvarına bitişik içi kubbe, dışı konik külâh örtülü türbe Eşrefoğlu Süleyman
Bey’e aittir. İçi tamamen çinilerle süslü olan kümbetin 701 (1301-1302) tarihli kitâbesinden,
ölümünden birkaç yıl önce yine Süleyman Bey tarafından yaptırıldığı anlaşılmaktadır.
HAMZA BEY CAMİİ

Bugün Stara Zagora olarak adlandırılan ve eskiden Bulgaristan’daki Türk şehirlerinin en


büyüklerinden olan Eski Zağra, XIV. yüzyılın ortalarından 1877-1878’e kadar Rumeli’deki
önemli bir merkez olma durumunu korumuştu. Evliya Çelebi’nin 1062 Zilhiccesinde (Kasım
1652) burayı ziyaretinde mevcut on yedi cami ve mescidden bugün ayakta kalabilen tek
ibadet yeri şehrin merkezinde bulunan Hamza Bey Camii’dir. Eskicami de denilen bu eser,
Evliya Çelebi tarafından kalabalık cemaate sahip büyük bir ibadet yeri olarak tarif edilmiştir.
Tam okunamayan cümle kapısı üstündeki üç satırlık Arapça kitâbesine göre, Yıldırım
Bayezid’in oğlu Emîr Süleyman Çelebi döneminde Emîr Hamza Bey tarafından 811 (1408-
1409) yılında yaptırılmıştır. Burada adı geçen Hamza Bey’in tarihî kimliği tam olarak
aydınlanmamıştır. M. Kiel bu hususta bir fikir beyan etmemiş, Ekrem Hakkı Ayverdi ise
bunun Fîruz Bey’in oğlu Antalya muhafızı Hamza Bey ile aynı kişi olabileceğini ileri
sürmüştür. M. Süreyya Bey, bu zatın 833’te (1429-30) Eski Zağra’dan ayrılarak Sofya’ya
gittiğini ve burada vefat ettiğini bildirir (Sicill-i Osmânî, II, 251). Hamza Bey Camii,
üstündeki bir kitâbeden öğrenildiğine göre 1204’te (1789-90) bir tamir görmüştür.

Eski Zağra’daki Hamza Bey Camii’nin


1966 yılında çekilmiş bir fotoğrafı.

Hamza Bey Camii, üç bölümlü son


cemaat yerini takip eden kareye yakın
(19,32 × 20,50 m.) bir harime sahiptir. Bu
mekânın üstünü örten 17,50 m. kadar
çapında yüksek kasnaklı kubbesiyle
mâbed, Osmanlı dönemi camileri arasında
kubbe büyüklüğü bakımından özel bir
yere sahiptir. Binanın dış yüzü pek
intizamlı olmayan taş ve tuğladan diziler
halinde örülmüştür. Kubbe kasnağında taş
ve tuğla tekniğinin esas duvarlara göre
daha düzenli oluşu ve buradaki oval
pencereler kasnakla kubbenin çok geç
dönemde yenilendiğine işaret sayılabilir.
Hatta kubbenin tam yuvarlak olmayışı da belki bu yüzdendir. Son cemaat yeri tuğla pâyelere
binen kemerlerle ayrılmış olup yanlarda da ortasında bir pâye bulunan çifte kemer vardır.
Buradaki üç bölümden iki yanda olanlar birer büyük, ortadaki ise daha küçük bir kubbe ile
örtülmüştür. Son cemaat yeri kubbelerinin üçü de sekizgen kasnaklıdır. Geç bir dönemde
buradaki kemerlerin içleri doldurularak örülmüş, sadece bazı pencere açıklıkları bırakılmıştır.

Rumeli’deki minarelerin çoğu gibi


ince ve uzun gövdeli olan minaresi
esas beden duvarı ile son cemaat yeri
köşesi üstünde yükselir. Merdiveni
buradaki duvar kalınlığı içinde
bulunduğuna göre M. Kiel’in sandığı
gibi sonradan ilâve edilmiş olamaz.
Büyük kubbenin kareden kasnağa
geçişi geniş çaplı tromplarla sağlanmıştır. Harim, her cephesindeki ikişer alt ve birer üst (kıble
cephesinde iki) pencereden aydınlanmış, ayrıca kubbe kasnağına bir dizi oval biçimli pencere
açılmıştır. Türk yapı sanatının klasik dönemine yabancı olan bu pencerelerin XVIII. yüzyıl
sonlarındaki tamirde bu şekle sokulduğu düşünülebilir. Esasen mihrap ve kemerlerin araları
ile kubbe pencereleri etrafındaki kalem işi nakışlar çok açık şekilde barok üslûbuna işaret
eder. Ahşap mahfil ile mermer minberi de üslûpsuz basit eklemelerdir. Böylece Hamza Bey
Camii’nin, geç bir dönemde belki bir
yangın arkasından büyük ölçüde
değişiklik ve tamir görmüş olduğunu
söylemek mümkündür.

Bulgaristan’da 1980’li yıllarda hüküm


süren Türklüğün ve Müslümanlığın
kökünü kazıma politikası esnasında büyük bir zarar görmeyen bu mâbed, yumuşama
politikasının ön planda tutulduğu günümüzde (1977) tamir edilerek ibadete açılmayı
beklemektedir.
KARACABEY CAMİİ

Ankara’da 15. yüzyıla ait önemli tarihi


yapılardan biri olan Karacabey Camii ve
Külliyesi, bugün Hacettepe Üniversitesi
Yerleşkesi’nin içerisinde yer almaktadır.
Külliye ilk dönemlerinde geniş bir avlunun
içinde bulunan cami ve türbe ile avlu girişinin
yakınındaki çeşme ve bu yapılara biraz uzak
yerde bulunan çifte hamamla birlikte, mutfak,
ahır ve mahzenden oluşuyordu. Yılların
getirdiği yorgunluğa ve tahribata karşı halen
cami, türbe, hamam ve çeşme sağlam durumda işlerliğini korumaktadır. Külliyenin banisi,
Çelebi Sultan Mehmed’in damadı Anadolu Beylerbeyi Celâleddin Karaca Bey b.
Abdullah’tır, mimarı ise Sinâneddin Ahmed b. Ebû Bekir el-Müşeymeş’tir.

Zamanla külliyeye verilen önemin azalması


beraberinde külliyeye verilen gelirlerin
kesilmesine neden oldu. Haliyle çok uzun süre
bakımsız kalan yapı 1892 yılındaki depremle iyice
harap oldu ve kubbesi çöktü. 1894’te onarılarak
Cumhuriyet dönemine kadar varlığını sürdüren
yapı, 1938, 1947 ve 1965 yıllarında Vakıflar
Genel Müdürlüğü, 1989’da Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yapılan restorasyonla mâmur
hale getirildi. Yapı özgün mimarisini 1894 onarımında büyük ölçüde kaybetti. 2003-2005
yıllarında yapılan kazılar sonucunda ele geçen bulgulara göre hazırlanan restitüsyon projesi
doğrultusunda tekrardan restore edildi.
Mudurnu Yıldırım Bayezid Camii

Cami, medrese ve çifte hamamdan meydana gelen külliyenin bânisi Yıldırım Bayezid’dir.
Mudurnu’nun en büyük eserlerinden olan cami halk arasında Büyük Cami adıyla bilinir.
Yıldırım Bayezid’in şehzadeliği döneminde bir çifte hamam ve medrese ile birlikte inşa
edilen caminin kitâbesi bulunmamaktadır. Yakınındaki hamamın 784 (1382) tarihli
kitâbesinden ve taşa işlenmiş vakfiyesinden caminin hamamla aynı tarihlerde veya az önce
yapıldığı anlaşılmaktadır. Yıldırım Bayezid Camii, Osmanlı mimarisinde tek kubbeli plan
şemasının yalın biçimde uygulandığı en erken örneklerden biridir. Camiye Kavak ve
Semdören köyleri, yine caminin tamiri ve görevlileri için çeşitli yerlerde birçok arazi ve para
vakfedilmiştir. Çeşitli zamanlarda onarım geçiren cami (1776, 1839, 1900) bugünkü
görünümünü 1956 yılındaki tamirde almıştır
Cami, ana mekânın kubbe ile örtüldüğü ve önünde her
biri kubbeli üç bölümlü son cemaat yerinin bulunduğu
bir plan gösterir. Tamamen moloz taştan inşa edilen
yapının cümle kapısı mermerden büyük bir dikdörtgenin çevrelediği bir niş içindedir. 19,65
m. çapındaki kubbe yüksek bir kasnak üzerine oturmuş, kubbe geçişleri tromplarla
sağlanmıştır. Osmanlı mimarisinin ilk devirlerinden itibaren uygulanmaya başlanan büyük
kubbenin taşıyıcı duvarlarının bu ağırlığı kaldırabilecek güçte olması gerektiğinden beden
duvarları kalın inşa edilmiştir. Kubbe çok alçaktan başlatılmasına rağmen içeride basıklık
hissedilmemektedir. Son cemaat yerindeki kubbelerden ortadaki yanlardakilerden farklı
olarak daha küçük ölçüde, dilimli ve kasnaksızdır. Son cemaat yeri iki yandan duvarlarla
kapatılmıştır. Buradan ana mekâna geçişteki kapı cümle kapısı ile aynı eksende ve daha küçük
boyuttadır. Caminin güney cephesinde dört adet taş söveli dikdörtgen alt pencere, üstte ortada
ve kasnakta alçı şebekeli birer pencere vardır. Doğu ve batı cephelerinde altta iki, üstte ve
kasnakta bir pencere mevcuttur. Kuzey cephesinde kapının üzerinde bir dikdörtgen pencere
yer alır. Mihrap nişi dikdörtgen bir çerçeve içine alınmış olup mermerdendir. Nişin ve
çerçevenin üstünde ve duvarlarda âyetler yer almaktadır. Âyetlerde mevcut kalem işi
bezemeler yapıda görülen nâdir süslemelerdir. Sekiz sütun tarafından taşınan ahşap mahfil
sonradan yenilenmiştir. Minber de ahşaptan yeni yapılmıştır. Caminin ilk minaresi son cemaat
yerinin önünde ve bağımsız iken 1744 yılında bugünkü yerinde binanın sağında yapılmış, ilk
minarenin kitâbesi kapının üzerine yerleştirilmiştir. 1957’de depremden hasar gören
minarenin taş kaideden sonrası tuğla ile yenilenmiştir. 1953 yılına kadar görülebilen
şadırvandan günümüzde hiçbir iz kalmamıştır. 1999 depreminden sonra bir süre kapatılan
cami, Yıldırım Bayezid Camii Onarma ve Yaşatma Derneği ile Vakıflar Genel
Müdürlüğü’nün iş birliğiyle çevre düzenlemesi ve restorasyonu tamamlanarak 2001 yılı
sonunda tekrar ibadete açılmıştır.
Bugün mevcut olmayan medresenin caminin kuzeyinde ya da kuzeydoğusunda yer aldığı
kabul edilir. Evliya Çelebi Mudurnu’dan bahsederken, “Camilerin meşhur ve kadimi Yıldırım
Han Camii’dir ki aşağı çarşıdadır. Civarında Yıldırım Han Medresesi vardır” demektedir.
Ayrıca 1334 (1916) tarihli Müstakil Bolu Sancağı Salnâmesi’nde, “Yıldırım Bayezid
cennetmekânın Türk tarz-ı mimârîsi üzere bina edilmiş tek kubbeli camii ve muhteşem
medresesi, çifte hamamı...” kaydı mevcuttur. Medresenin de hamamın vakfiyesi ve inşa
kitâbesinde zikredilen 784’te (1382) veya buna yakın tarihlerde yapıldığı söylenebilir.
Hamamın kapısı üzerindeki vakfiyede medreseyle ilgili herhangi bir bilgi bulunmamakla
birlikte gelirinin öncelikle imarete harcanması, ardından külhanda çalışanlara ve geri
kalanının da Mudurnu beldesi âlimlerine, fakihlerine ve hâfızlarına vakfedildiği
bildirilmektedir. Medrese 1571 tarihlerinde yirmili iken 1652’de (1062) ellili medreseler
arasına girmiştir. 1922’de hapishane olarak kullanıldığı bilinen medrese de şadırvan gibi 1953
yılında tamamen ortadan kaldırılmıştır. İlk müderrislerine dair bilgiye ulaşılamasa da Kestelî
diye bilinen Muslihuddin Mustafa Kastallânî (ö. 901/1496), Eğri Abdi (ö. 940/1533) ve
Atâullah Ahmed Efendi (ö. 979/1571) gibi âlimlerin medresede görev yaptıkları ve
müderrislerin 25 akçe ile 40 akçe arasında yevmiye aldıkları bilinmektedir. 960 (1553) tarihli
bir belgeden, medresede müderris olarak bulunan Mevlânâ Muhyiddin’e günde 1,5 akçe ile
aynı zamanda Mudurnu’daki zâviyenin nezareti verildiği ve bu iş için de elinde berat
bulunduğu öğrenilmektedir.

Külliyenin bugün ayakta kalan tek parçası hamamıdır ve Mudurnu Hamamı adıyla da anılır.
Erken dönem Osmanlı hamam mimarisinin plan ve süsleme bakımından dikkat çekici
örneklerinden olup caminin hemen yakınında 1382’de yapılmıştır. Mermer kapısı üzerinde üç
bölüm halinde alt alta sıralanan tek satırlık vakfiye, ardından inşa kitâbesi, onun altında
vakfiyenin bir özeti ve en son kilit taşı üzerinde mimarın adı yazılıdır. Hamamın mimarı,
Bolu’nun merkezinde yine Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılan Orta Hamam’ın da mimarı
olan Ömer b. İbrâhim’dir. Aynı mimarın cami ile medreseyi de inşa etmiş olması kuvvetle
muhtemeldir. Yıldırım Bayezid, Mudurnu’daki hamamı şehzadeliği zamanında yaptırmasına
karşılık kitâbesinde “sultan”, daha sonraki yıllarda inşa ettirdiği Bolu Orta Hamamı’nın
kitâbesinde ise “Çelebi” unvanını kullanmıştır. Erken Osmanlı döneminde çok büyük kubbeli
soyunmalık yapılmadığı halde Yıldırım Bayezid Hamamı, erkeklere ait soyunmalık kısmının
20 m. çapındaki kubbesiyle büyük önem arzeder. Hamamın iki kısmı uç uca uzunlamasına
birleştirilmiştir. Kadınlar bölümüne nisbetle daha büyük olan erkekler bölümünün sıcaklığı
dört eyvanlı ve köşe hücreli bir plan gösterirken kadınlar kısmı sıcaklığı kubbeli dikdörtgen
şeklinde çifte halvetlidir. Mekânlar arasında çok değişik bir bağlantı sistemi vardır. Hamamın
bir diğer önemi dış duvarlarda moloz taş kullanılmasına rağmen mukarnaslarla yapılan
tezyinattır. Yapının hemen hemen genelinde görülen mukarnasın özellikle girişlerde, kubbe
geçişlerinde ve kubbelerin iç yüzeylerinde yoğun kullanımı göz doldurucu niteliktedir. Bu
şekilde iç mimaride mukarnasların zengin kullanımı erken Osmanlı devrinin diğer bir örneği
olan Ankara Karaca Bey Hamamı’nı akla getirir. 1964-1965 yıllarında bir yangın geçiren
hamam 1968’de onarım görerek işletilmek üzere kiralanmıştır. Hamam 1974’te tekrar
onarılmış, 2006 yılında oldukça kapsamlı bir onarım daha geçirmiş ve uzun zamandır
çalışmayan kadınlar kısmı da hizmet vermeye başlamıştır. Hamam bugün Mudurnu
Belediyesi’nce işletilmektedir. Gerek cami gerekse hamam, 20 metreye yakın çaptaki
kubbeleriyle kubbe yapımı gelişmesinin erken Osmanlı mimarisinde ne ölçülere vardığını
gösteren çok önemli örneklerdir.

ÜÇ ŞEREFELİ CAMİ ve KÜLLİYESİ

II. Murad tarafından inşa ettirilen


cami, saatli medrese, mektep, sebil,
çeşme ve hazîreden meydana gelen
küçük bir külliyedir. Camiyi 841-851
(1437-1447) yılları arasında Mimar
Muslihuddin ve Şehâbeddin Usta’nın
yaptığı kabul edilmektedir. XV.
yüzyılın ikinci yarısında Peykler
Medresesi külliyeye eklenmiştir. 1176
(1762) depreminde hasar gören cami 1177’de (1763-64) III. Mustafa tarafından onartılmıştır.
Bu onarıma ilişkin kitâbe son cemaat yeri revakında, taçkapı eksenindeki kemerin aynalarında
iki beyzî madalyon içinde yer almaktadır. Yakın zamanda da cami esaslı bir tamir geçirmiştir.
Kareye yakın dikdörtgen planlı cami enine dikdörtgen planlı harim (60,41 × 23,90 m.) ve
revaklı avludan (60,70 × 35,50 m.) meydana gelmektedir. Revaklı avlunun dört köşesine
minare yerleştirilmiştir. Osmanlı mimarisinin merkezî planlı camilerinin ilk örneğini
oluşturan yapı şadırvanlı-revaklı avlusuyla son derece önemlidir.

Batı, kuzey ve güneyde üç kapısı bulunan avlunun batı kapısı gösterişlidir. Yapıyla çarşı
ilişkisinin dikkati çektiği bu kapıya eğimli araziden dolayı basamaklarla ulaşılmaktadır; beyaz
mermerle örülü dikdörtgen kitlesi cepheden öne çıkıntılıdır. Kapıyı kuşatan nişin
köşelerindeki sütunçeler kum saatleri ve örgü motifleriyle donatılmış olup nişin sivri kemeri
tersyüz dizilmiş kırmızı-beyaz palmetlerle bezelidir. Aynı şekilde önü basamaklı kuzey kapısı
batı girişine göre daha yalındır. Mermer yerine küfeki taşıyla örülen kapının basık kemeriyle
bunu çevreleyen nişin sivri kemerinde iki renkli örgü dışında herhangi bir bezeme
görülmemektedir. Doğu yönüne açılan avlu kapısı en mütevazi olanıdır. Yirmi iki birimden
meydana gelen revaklı avluda harim duvarı boyunca uzanan yedi birimli son cemaat yeri
bulunmaktadır. Güneydoğu köşesindeki tekne tonozlu birim hariç diğerleri kubbe örtülü,
çokgen kasnaklı ve pandantiflidir. Revaklarda kuzey kanadında yeşil Eğriboz taşından ve
granitten yontulanlar dışındaki bütün sütunlar mermerdendir. Avlu duvarları iki sıra pencere
düzenine sahiptir. Avluda giriş revaklarının geniş ve yüksek tutularak vurgulanması ve revak
cephelerinin hareketlendirilmesi dikkat çekicidir. Son cemaat yerinin ortasında yer alan ve
oldukça yüksek tutulan taçkapının dikdörtgen cephesini iç içe yerleştirilmiş silmeler kuşatır.
Girişi barındıran nişin köşeleri mukarnas çerçeveli sütunçelerle yumuşatılmış, yan yüzeyleri
mukarnas kavsaralı yarım sekizgen planlı küçük nişlerle hareketlendirilmiştir. Bunların
üzerinde sülüs ve reyhanî hatlarla yazılmış istifli âyet ve hadis levhaları mevcuttur. Ayrıca
girişin üzerinde sülüs ve kûfî hatlı inşa kitâbesi bulunmaktadır. Mukarnas dolgulu kavsara
püsküllü sarkıtlarıyla son derece gösterişlidir. Taçkapının yanlarına birer adet tâli girişle üçer
adet ikili pencere yerleştirilmiştir. Alt sıradaki pencerelerden taçkapıya en yakın olan ikisi
aynı zamanda mihrâbiye olarak tasarlanmıştır. Basık kemerli tâli girişlerin üzerinde kitâbe
levhaları görülmektedir.

Enine gelişmiş dikdörtgen biçimindeki harim mekânı merkezde 24,10 m. çapında ana kubbe,
yanlarda 10,50 m. çapında ikişerden dört kubbe ile örtülüdür. Ana kubbe ile yan kubbeler
arasındaki üçgen alanlarda mukarnaslı dört küçük kubbecik yer almıştır. Dıştan yirmi dört
köşeli kasnağa oturan ana kubbe kesme taşla örülmüş altı adet geniş kemerle taşınmaktadır;
kemerlerin doğuda ve batıdaki iki tanesi serbesttir, güney ve kuzeydeki dört tanesi duvarlara
gömülmüş kesme taş örgülü altı pâyeye oturmaktadır. Mukarnaslı kubbe eteğinde prizmatik
üçgenlerden meydana gelen bir kuşak yer almaktadır. Güneybatıdaki içten yirmi dört dilimli,
yirmi kenarlı kasnağa oturan kubbe güney yönündeki kubbelerden olup kubbeye
mukarnaslarla, güneydoğu köşesindeki kubbeye ise pandantiflerle; sekizgen kasnaklara oturan
kuzeydeki kubbelerden kuzeybatıdakine mukarnas dolgulu ve beşer dilimli tromplar,
kuzeydoğudakine ise sade tromplarla geçilmektedir. Kubbelerin kasnaklarında sivri kemerli
alçı pencereler bulunmaktadır.

Mermer mihrap silmelerle çevrelenmiştir ve


oldukça sade görünümlüdür. Mihrapta
dilimli kemerli kavsaraya sahip yedi kenarlı
nişin köşelerinde yeşil konglomera taşından
sütunçeler yer almaktadır. Taç kısmında
dilimli tepeliklerden meydana gelen bir
düzenleme görülmektedir. Mermer minber
alışılmışın dışında yarım kemerli bir geçiş
açıklığına sahiptir ve süslemesizdir. İki satır halinde kelime-i tevhidin yazılı olduğu kapı
üzerinde iri palmet motifli bir tepelik vardır. Köşk kısmı dilimli kemerli düzenlenmiş olup
prizmatik üçgenlerle külâha geçiş sağlanmıştır. Ahşap vaaz kürsüsü altta dilimli kemerli
küçük açıklıklara sahiptir. Gövdede yıldızdan gelişen geometrik kompozisyonlu bir
düzenleme bulunmaktadır. Harimin kuzeyinde cümle kapısının iki yanında mermer
korkuluklu birer mahfil mevcuttur. Harimin güneydoğu köşesinde 1759 tarihli onarım
defterlerinde “mahfil-i hümâyun” diye belirtilen ve 1935’te ortadan kaldırılan fevkanî bir
hünkâr mahfili yer almaktaydı. Mahfilin XVII. yüzyılda eklendiği tahmin edilmektedir.

Üç Şerefeli Cami’nin dört minaresi birbirinden


farklı süsleme özelliklerine sahiptir. Camiye
adını veren üç şerefeli minare harimin
kuzeybatısındadır ve 6 m. çapında, 67,75 m.
boyunda olup külâhla beraber yüksekliği 76
metredir. Birinci merdivenle birinci ve ikinci
şerefeye, ikinci merdivenle ikinci ve üçüncü şerefeye, üçüncü merdivenle yalnız üçüncü
şerefeye çıkılmaktadır. Zamanında en yüksek minare olması bakımından ayrıca çok
önemlidir. On iki köşeli kaidesinin yüzleri silme çerçeveler içine alınmıştır ve Bursa
kemerleriyle bezelidir. Kemerlerle çerçeveler arasında kalan yüzeylere kırmızı taş kakılmıştır.
Daireye yakın çokgen gövde kırmızı taştan birbirine değen zikzaklarla bezelidir. Harimin
kuzeydoğu köşesinde bulunan ve süsleme düzeninden dolayı “baklavalı minare” diye anılan
minarenin Peykler Medresesi’nin yapımı sırasında Fâtih Sultan Mehmed tarafından inşa
ettirildiği bilinmektedir. Kare kaideli ve iki şerefeli minarenin gövdesinde kırmızı ve küfeki
taşından meydana gelen verev konumda kareler yer almaktadır. Gövdesini helezon biçiminde
saran kırmızı-beyaz iri kaval silmelerden dolayı “burmalı minare” diye adlandırılan tek
şerefeli minare revaklı avlunun kuzeybatı köşesindedir. 1176 (1762) depreminde hasar gören
caminin Sultan III. Mustafa tarafından tamir ettirilmesi sırasında yaptırıldığı bilinen
minarenin sekizgen kaidesinin beş kenarında mukarnaslı başlıklı mermer sütunçeler yer
almaktadır. Üzerinde yüksek sivri kemerler bulunan ve ortalarında, kaş kemerli, içleri kırmızı
taş dolgulu birer pano vardır. Kaidesine 1278 (1861) yılında Şâkir Ağa tarafından bir çeşme
yaptırıldığı bilinmektedir. Avlunun kuzeydoğu köşesinde “yivli minare” diye bilinen minare
yer almaktadır. “Şeşhaneli”, “kaval”, keşif belgelerinde ise “çubuklu minare” denilen tek
şerefeli minare plan ve süsleme bakımından burmalı minareye benzerse de burada kaide
köşelerindeki sütunçeler arasında kemerlere ve panolara yer verilmemiştir. Son cemaat yeriyle
avlu revaklarının kubbelerinde ve geçiş elemanlarında görülen özgün kalem işleri 1177 (1763-
64) tamirinde desenlerin çizgilerine sadık kalınarak XVIII. yüzyılın zevk ve tekniğine uygun
biçiminde yenilenmiştir. Büyük orta kubbede sağdaki iki kubbeden kıble duvarına yakın
olanında ve soldaki kubbelerden son cemaat yeri tarafındakinde özgün kalem işleri
bulunmuştur.

Caminin doğusunda iki medrese yer


almaktadır. II. Murad tarafından yaptırılan
ilk medrese saatli medresedir. Dikdörtgen
planlı yapı revaklı avlu etrafında on yedi
kubbeli öğrenci odası, bir yazlık ve bir kışlık
dershane odasından meydana gelmektedir.
Üzerleri kubbe ile örtülü birimlerde bir ocak,
bazılarında dört olmak üzere dolap nişi ile
biri revaklı avluya, üçü dışarıya açılan pencereleri bulunmaktadır. Tamamen kesme taştan
inşa edilen medrese günümüzde restore edilmiştir. Fâtih Sultan Mehmed’in yaptırdığı ikinci
medrese Peykler Medresesi adıyla tanınmaktadır. Bu yapı da dikdörtgen planlıdır; revaklı
avlu etrafında on beşi öğrenci odası on dokuz birim ve biri açık eyvanlı, diğeri kapalı iki
dershanesi vardır. Bu birimlerde bir ocak, iki dolap nişi ile biri revaklı avluya, ikisi dışarıya
açılan pencereleri mevcuttur ve üzerleri kubbe ile örtülüdür. Edirne Vakıflar Bölge
Müdürlüğü’nün imareti olarak kullanılan medrese yaz aylarında Edirne Yeni Saray kazısı için
kazıevi görevi yapmaktadır. Günümüze ulaşmayan Üç Şerefeli Mektebi’nin kesin yeri
bilinmemekle birlikte yapının saatli medrese ile caminin doğu kapısı arasında kaldığı tahmin
edilmektedir. Mihrap cephesinde dönemin ileri gelen ulemâ ve devlet adamlarının
defnedildiği hazîre yer almaktadır. Yapılan araştırmalarda elli beşi kadınlara, 139’u erkeklere
ait toplam 194 mezar taşından en erken tarihlisi 1077 (1666), en geç tarihlisi 1331 (1913)
yılına ait olduğu tesbit edilmiştir. Hazîre duvarlarında Hekimbaşı Yûsuf Efendi Sebili
(1106/1694-95) ve Filibeli Çelebi Ağa Sebili (1216/1801) bulunmaktadır. Evliya Çelebi cami
etrafının çiçek bahçeleriyle çevrilmiş olduğunu, mevsimine göre saflar arasında vazolar içinde
çiçekler sıralandığını ve açık pencerelerden gelen çiçek kokularıyla namaz kılındığını
bildirmektedir.

Yıldırım Bayezıd Türbesi

Yıldırım Külliyesi içinde olan bu türbe, 1406 yılında, Yıldırım Bayezıd'ın oğlu Emir
Süleyman tarafından, Yıldırım Bayezıd için yaptırmıştır. Mimarı ise Hüseyin oğlu
Ali'dir.Dikdörtgen planlı olan
türbenin üzeri bir büyük kubbe ile
örtülmüştür. Türbenin revaklı
girişinin üzeri ise üç küçük kubbe ile
örtülmüştür. Osmanlı mimarisinin
ilk revaklı türbesidir. Duvarları iki
sıra kesme taş ve bir sıra tuğla ile
örülmüş olan türbenin içi, dokuz
pencere ile aydınlanması
sağlanmaktadır. Türbe, önündeki revakıyla, daha sonra yapılan revaklı Osmanlı türbesinin
öncüsüdür.
ŞEHZADE AHMED TÜRBESİ

Muradiye Külliyesi içinde II. Bayezid’in oğlu Şehzade Ahmed için yaptırılmıştır. Türbede altı
adet sanduka bulunmaktadır. Sekizgen bir plana sahip olan türbenin üzeri, kurşun ile
kaplanmış kubbe ile örtülüdür. Türbenin beden duvarları, kesme taş ve tuğla kullanılarak
yapılmış olup, dış yüzeyde tuğla rozetler ve zencirek motifleri ile bezelidir. Türbe girişinde
dört mermer sütunla oluşturulmuş üç nişli bir

revak bulunmaktadır. Türbe içinde, taban altıgen tuğlalarla, duvarlar ise bordürlerle
sınırlanmış turkuaz renkli altıgen

çiniler ile kaplıdır. Duvarların bazı bölümleri ve kubbe beyaz badanalı olup, sade kalem
işçiliğine sahiptir

Yakup Çelebi Cami Ve Türbesi

14. yüzyıl sonları ile 15. yüzyıl başlarında, I. Murat’ın oğlu Yakup Çelebi tarafından
yaptırılmıştır. Yapı kuzey - güney doğrultusunda ardarda uzanan giriş ve ibadet mekanları ile
doğu ve batıda girişe bitişik iki yan kanattan ve kuzeydeki son cemaat yerinden müteşekkildir.
Müştemilatı 500 m2 olup, iç alanı 290 m2’dir. Cami, kare planlı, üçgen geçişli kubbelidir.
Güneyde eksene simetrik iki altlık, eksende bir üstlük, doğu ve batı duvarlarında eksende
birer altlık ve üstlük pencere olmak üzere, yedi pencere ile dışa açılır. Duvarların örtü sistemi
sıvalıdır. Giriş kasası ve kanatları ahşaptır. Duvarları dış cephelerde almaşık teknikte bir sıra
kesme taş, üç sıra tuğla ile örülmüştür. Cami çeşitli dönemlerde tadilattan geçirilmiştir. En
son ibadete açılış tarihi 1961’dir. İmaretin hemen yanında bulunan türbe bir makam olup,
Yakup Çelebi’nin babasının türbesi yer almaktadır. Caminin kuzey doğusunda, son cemaat
yerine 5 km uzaklıkta bahçe içersinde YAKUP ÇELEBİ’nin türbesi vardır.

Sofa mekânını giriş revakına


bağlayan kapının iki yanında
yer alan, sivri kemer altında
dikdörtgen açıklıklı birer
pencere de sofa mekânıyla
bağlantılıdır. 6,50 × 4,70 m.
ölçülerindeki dikdörtgen planlı
sofanın iki yanı geniş yuvarlak
kemerlerle geçilmiş olup ortada
elde edilen kare bölümün üzeri
prizmatik üçgenlerle geçişi sağlanan kubbeyle örtülmüştür. Prizmatik üçgenleri barındıran
bölüm dıştan onikigen kasnak
şeklinde düzenlenmiştir. Kasnakta
pencere bulunmamaktadır. Sofanın
üzerini örten kubbede vaktiyle bir
aydınlık fenerinin varlığı tesbit
edilmiştir, bunun 1963 yılındaki
tamirde kapatıldığı bilinmektedir.
Kapıya yakın konumda iki basamaklı
bir merdivenle sofanın zemini
kademeli olarak ele alınmıştır. Sofa
mekânından girişin iki yanında yer
alan, dikdörtgen açıklıklı birer kapıyla tabhâne odalarına geçiş sağlanmaktadır. 4,70 × 4,70 m.
ölçüsünde kare planlı bu odalar, aynalı tonozla örtülü olup girişin karşısında ocak nişi ile
güney yönünde sivri kemerli alınlıklı dikdörtgen açıklıklı birer pencereye sahiptir. Ocakların
kare kesitli bacalarının bulunduğu, eski fotoğraflarda görülmektedir.
Mihrabın yer aldığı bölüm sofa mekânına büyük bir sivri kemerle bağlanmaktadır. Kemer altı
hariç yaklaşık 6,20 × 6,20 m. ölçüsündeki bu birim
prizmatik üçgenlerle geçişi sağlanan daha yüksek
bir kubbeyle örtülüdür. Prizmatik üçgenlerin
olduğu geçiş bölümü dıştan yuvarlak kasnaklıdır;
iki yanda ve mihrabın üzerinde sivri kemerli
açıklıklı birer penceresi vardır. Altta mihrabın iki
yanında ve yan duvarlarda sivri kemerli alınlıklı ve
dikdörtgen açıklıklı birer pencere mevcuttur.
Duvar yüzeyinden öne çıkan süslemesiz mihrap
yuvarlak nişli olup 1963 onarımında yeniden
yapılmıştır. Yapıdaki süslemesiz ahşap minber ve
vaaz kürsüsü de yenidir. Yapının önünde Yâkub
Çelebi için inşa edilen kare planlı ve kubbeyle
örtülü bir açık türbe bulunmaktadır. “L” şeklinde
dört köşe pâyesi üzerine oturan sivri kemerli
açıklıklara sahip türbe 6,50 × 6,50 m. ölçülerindedir. Ayaklar ve kemerlerde bir sıra kesme
taş, üç sıra tuğla kullanılmış olup tuğladan kirpi saçaklar vardır. Türbenin kemer açıklıkları
vaktiyle örülerek kapatılmış ve duvar yüzeylerinde dikdörtgen açıklıklı pencereler açılmıştır.
1963 onarımında bu duvarlar kaldırılmıştır. 791’de (1389) ölen Yâkub Çelebi, Bursa’da
babasının türbesine defnedildiğinden İznik’teki bu yapı makam türbesi olarak kalmış veya
inşa edilmiş olmalıdır.

YILDIRIM KÜLLİYESİ

Şehrin doğusunda Şüşterî Bahçesi diye


bilinen bölgede yer alır. Bu bölge
günümüzde külliyeden aldığı Yıldırım
adıyla anılmaktadır. Yıldırım Bayezid’in
dedesi Orhan Gazi’nin vakıf arazisi olan bölgeye karşılık Ortakızık köyü Orhangazi Vakfı’na
verilmiş, Yıldırım Külliyesi bu arazi üzerinde 793-797 (1391-1395) yılları arasında inşa
edilmiştir. Vakfiyesi 802 (1400) tarihlidir. Bir tepe üzerine yerleştirilen külliye cami,
medrese, imaret, hamam, türbe ve külliyeden uzakça bir yerde bulunan dârüşşifâdan meydana
gelir. Külliyeye su kemerleriyle Uludağ’ın meşhur membalarından Akçağlayan suyu
getirilmiştir. Başlı başına bir su tesisi olan ve külliye binalarından biri sayılması gereken bu
kemerler günümüze ulaşmamıştır. Külliye binaları bir ihata duvarı ile çevrilmiş, bu duvarın
zamanımıza kadar sadece kapılarından biri gelmiştir. Orhan Bey devrinden itibaren inşa
edilmeye başlanan eserler basit yapılardan ibaretti. Öte yandan bu dönemde çok büyük
sanatsal eserler ortaya koymak için fizikî ve maddî imkân yoktu. Bursa civarında küfeki taş
ocağı bulunmadığından inşaatlar kaba yontma taş ya da silisli dere taşıyla yapılıyordu.
Yıldırım Bayezid döneminde devlet olma yolunda mesafe alınmış ve yeni oluşmaya başlayan
devletin heyecanına uygun kaliteli işçiliğe sahip âbidevî eserler inşa edilmiştir. Caminin
taçkapısı, son cemaat yerindeki mihrap nişleri, pencere sövelerindeki ince mukarnaslar ve
içeride iki kubbeli mekânı ayıran büyük kemerin ortasındaki mermer işlemeler etkileyici bir
güzelliğe sahiptir. Pencere ve kapıların etrafındaki mermer sövelerin süslenmesi yine ilk defa
bu yapıda görülmektedir. Bu tarz işçilik daha sonra Bursa Yeşilcami ve Dimetoka Çelebi
Sultan Mehmed Camii’nde mükemmel şekilde uygulanmıştır. Plan şeması bakımından
zâviyeli/tabhâneli denilen gruba giren cami Orhan Camii ile I. Murad’ın Çekirge’deki
camisinin bir benzeri olmakla birlikte mimari ve işçilik açısından onlardan daha üstündür. Beş
gözlü son cemaat yerinin mermer benzeri bir taştan örülmüş ayaklarının yapı ile uyumlu
oranları, bir tepe üzerinde yer alan camiye Bursa ovasından bakıldığında muhteşem bir
görüntü ortaya koymakta ve bu görüntü Bursa’nın silüetine çok şey katmaktadır. Osmanlı
mimarisinde Bursa kemeri denilen bir kemer şekli de ilk defa bu camide uygulanmış, bu
kemer hem son cemaat yerinde hem taçkapı kemerinde kullanılmıştır. Caminin planı
simetriktir. Son cemaat yerinden içeriye girildiğinde sağda ve solda iki adet dinlenme mekânı
(tabhâne), 12 m. çapında ve 22 m. yüksekliğindeki ana kubbenin iki yanında karşılıklı iki
eyvan, eyvanların yanlarında birer koltuk kubbesi, ayrıca basamaklarla yükseltilmiş 11,50 m.
çapında asıl ibadet bölümü yer alır. Her iki koltuk kubbesinin kıble tarafındaki duvarları alçı
nişler ve ocaklarla kaplanmıştır.

Caminin koltuk kubbelerinin kıble duvarlarını kaplayan alçı nişler ve ocaklar burada devamlı
kalındığını gösterir, zira bu mekânların kurşunluk denilen çatı kısmında nefeslikleri (bacaları)
bulunur. Doğudaki odanın duvarlarında nesih yazı ile “İmdâdü’s-saâdeti ve’s-selâmeti li-
sâhibihî ve mâlikihî” (Sahibine selâmet ve mutluluk ver) dua cümlesi, batıdaki odada sülüs
yazıyla, “es-Sehâvetü mine’l-îmân ve’l-îmânu fi’l-cenne” (Cömertlik imandandır, iman ise
cennettedir) hadisi yer almaktadır. Dik bir merdivenle üst kattaki dar ve karanlık bir mekâna
çıkılır. Onarım belgelerinde hünkâr mahfili diye adlandırılmışsa da bu mekânın
uzlethâne/çilehâne olması muhtemeldir. Mahfilin biraz ilerisinde son cemaat yerine bakan
şahnişinler (balkon) vardır. Korkulukları olmayan bu balkonların işlevi anlaşılamamaktadır.
İnce taş işçiliğine sahip yapıda kalem işi ve ahşap süslemeye rastlanmaması bunların zamanla
ortadan kalktığını düşündürmektedir. Yalnızca dış mihraplarda, pencere sövelerinde ve alçı
ocakların üzerinde küçük çini kakmalar görülür. Yıldırım Camii, Osmanlı mimarisine yeni bir
tarz ve yeni bir inşa anlayışı getirmiştir. Almaşık duvar örgüsü denilen ve erken devir
Osmanlı mimarisinde uygulanan, Bursa’da çeşitli örnekleri bulunan kaba dere taşı ile tuğla,
ardından kesme küfeki taşı ve tuğla ile yapılan duvar örgüsünden sonra dantel gibi işlenmiş
mermer kaplama bir yapının ortaya çıkışı mimaride bir yükseliş sürecinin göstergesidir.
Caminin iki minareli olarak tasarlandığı, fakat sadece birinin inşa edildiği, Bursa’yı harabeye
çeviren 1855 depreminden sonra tutulan kayıtlardan bu minarenin de yıkıldığı
anlaşılmaktadır. Ardından iki minare yapılmışsa da Kâzım Baykal’ın bildirdiğine göre biri
1949’da, diğeri daha önceki bir tarihte yıkılmıştır. Yapının sağ tarafında 1972’de Vakıflar
Genel Müdürlüğü tarafından yeni bir minare yapılmış, fakat yakın zamanda caminin orijinal
iki minaresinin rekontrüksiyonu için hazırlanan proje uyarınca 2011 yılı içinde bu minare
yıktırılmış ve projeye uygun iki minaresi inşa edilmiştir.

Medrese binası camiden 80 m. aşağıdaki bir düzlükte yer almaktadır. Duvarları bir sıra kesme
küfeki taşı, üç sıra tuğla ile örülen medreseye derin bir eyvandan ve geniş bir kapıdan girilir.
Sağda ve solda sekizer adet oda ile ön cephede müderris ve muîde ait olduğu düşünülen dört
büyük oda, her odada bir ocak, bir veya iki duvar nişi vardır. Dershane vazifesi gören asıl
eyvan tam kare plana sahiptir ve medreselerde âdet olduğu üzere taçkapının karşısında ve
yerden yüksekte bulunur. Kubbe eteğindeki Türk üçgenleriyle, duvardan kubbeye geçişte
kullanılan mukarnaslı pandantifleriyle medresede en itinalı işçilik burada ortaya konmuştur.
Bu medresede Molla Gürânî, Seyyid Ali Acemî, Fudayl Çelebi, Şeyhülislâm Abdülkadir
Şeyhî Efendi, Ebüssuud Efendi, Hoca Sâdeddin Efendi gibi tanınmış âlimler ders vermiştir.
Medresenin 1855 depreminden fazla etkilenmediği, sadece güney duvarındaki hücrelere ait
revak kubbelerinin yıkıldığı anlaşılmaktadır. Kâmil Kepecioğlu, 1906 yılına kadar medresede
eğitimin sürdüğünü ve bu tarihlerde medresede yetmiş üç öğrencinin okuduğunu
belirtmektedir. Medreselerin kapatılmasından sonra bakımsız kalarak harabeye dönen yapı
1948’de Sıhhiye Vekâleti tarafından onarılıp dispansere dönüştürülmüştür. Bugün de sağlık
kurumu olarak hizmet vermektedir.

Dârüşşifânın, Osmanlı mimarisinde ilk


hastahane binası olmasından dolayı
mimarlık tarihinde önemli bir yeri vardır.
Ancak 29 × 53 m. ebadındaki yapının son
derece itinasız inşaatı bu önemini
gölgelemektedir. Dârüşşifâda önde dört
oda, sağ ve sol kanatta onardan yirmi oda,
taçkapının karşısında ortada bir büyük,
yanlarında iki küçük olmak üzere üç oda mevcuttur. Sağ ve sol kanattaki odalarda hastaların
kaldığı bellidir. Diğer yedi mekândan birinin tabiplere, birinin şerbetçi ve eczacılara ayrıldığı,
diğer odaların mutfak, ambar, hamam ve helâ gibi ihtiyaçlara tahsis edildiği düşünülebilir.
Külliyenin vakfiyesinden hastahanede üç tabip, şerbetçiler, eczacılar, bir ekmekçi ve bir
aşçının çalıştığı, maaşlarının vakıftan ödendiği, diğer masraflar için de para ayrıldığı
öğrenilmektedir. Yapı zaman içinde terkedilerek bakımsız kalmış, daha sonra baruthâne ve
silâh deposu olarak kullanılmış, harabe halinde iken 1990’lı yılların sonunda restore
edilmiştir. Günümüzde göz hastahanesi olarak kullanılmaktadır.

Yıldırım Külliyesi’nin imareti bugüne kadar gelmemiştir. İmaretin caminin doğusunda yer
aldığı duvar kalıntılarından anlaşılmaktadır. Yıldırım Bayezid’in itinalı bir işçilikle yapılan
kare planlı türbesi Türk üçgenli kubbesi ve üç gözlü revakı ile tipik bir Osmanlı yapısıdır ve
Osmanlı mimarisinde ilk revaklı türbedir. Kapısının üzerinde 809 (1406) yılında Yıldırım
Bayezid’in oğlu Şehzade Süleyman tarafından inşa edildiğini belirten bir kitâbe yer
almaktadır. Külliyenin vakfiyesinde bir türbenin inşa edilmesinden ve kandillerde
kullanılacak yağ için para ayrılmasından bahsedilmekle birlikte türbe daha sonra
yapılabilmiştir. Türbede mevcut beş sandukadan üçü Yıldırım Bayezid’e, oğlu Îsâ Çelebi’ye
ve eşine aittir. Diğer sandukaların kime ait olduğu bilinmemektedir. Külliyenin soğukluk,
ılıklık, sıcaklık ve iki halvetten meydana gelen küçük hamamı günümüzde ayaktadır.
ÇİNİLİ KÖŞK

Sûr-ı Sultânî adı verilen bir sur


duvarı ile şehirden ayrılan bölge
içinde, sonraları Topkapı Sarayı
olarak tanınan ve XV. yüzyılda
yapımına başlanan Sarây-ı Cedîd
(Yeni Saray) manzumesinin bir
parçasıdır. Sarây-ı Cedîd’in ilk
binaları inşa edildikten sonra
ayrıca bu sahada Fâtih devrinden
(1451-1481) itibaren zamanla
dağınık olarak köşk ve kasırlar da
yapılmıştır. Çinili Köşk de Sûr-ı
Sultânî’nin içinde olmakla beraber
sarayın esas sınırlarının dışında ve
birinci avlusundan Haliç girişine
doğru inen yamacın üzerinde inşa
edilmiştir. Bu sebeple giriş
cephesinin arazi seviyesinden fazla yüksek olmayışına karşılık Haliç’e bakan arka cephesi
oldukça yüksekte kalmış, Bizans devrine ait bazı kemerli ve tonozlu alt yapıların teşkil ettiği
bir sunî teras üzerine oturmuştur.

Uzun yıllar yanlış okunan ve bu şekilde yayımlanan çini kitâbesine göre bu köşkün inşası
Fâtih Sultan Mehmed tarafından 877 (1472-73) yılında gerçekleştirilmiştir. Mimarı hakkında
bilgi yoktur. Fâtih devrinde yaşadığı bilinen Mimar Atik Sinan’ın bu köşkün yapısında
çalışmış olabileceği yolundaki iddia, bu hususta açık bir belge bulununcaya kadar dayanaksız
bir faraziyeden ibaret kalacaktır. Ayrıca Türkçe ve Almanca olarak basılan Çinili Köşk
koleksiyonları hakkındaki kitabın Türkçe kısmında, “Cephenin birçok yerlerinde Ali ismi
yazılı olduğundan, burada İran sanatı tesiri altında bazı işçilerin de çalışmış olmaları
melhuzdur. Kıvrımlı çini yazıların bu derece fevkalâde terkibi için lâzım olan işçilik hünerine
ancak İranlı ustalar mâliktiler...” denildiği halde Almanca metinde yazar E. Kühnel kesin bir
ifade ile, Türkçe metinde sözü geçen Ali adından bahsetmeden çinilerin hiç şüphesiz İranlı
ustaların eseri olduğunu bildirir. Kitâbedeki “Tevekkülî alâ hâlikı” ibaresindeki “alâ”
kelimesini “Alî”, “sâye-i yezdânî” terkibini ise “şâkirdân-ı Îrânî” okumaktan doğan, Çinili
Köşk’ü İranlı veya Âzerî ustaların yapmış olabileceği yolundaki iddia ise bütünüyle
temelsizdir.

Köşkü aşırı derecede süslü ifadelerle metheden kitâbelerden esas tarihi göstereni İ. Hakkı
Konyalı ve Tahsin Öz tarafından yayımlanmıştır. Buna göre bina 877 yılı Rebîülâhiri
sonlarında (Eylül 1472) yapılmıştır. Bunun üstünde olan diğer manzum yazıda da köşkü öven
ifadeler bulunmaktadır. Ancak her iki kitâbenin tam ve hatasız olarak okunup ilmî ve doğru
tercümelerinin yapılmasına hâlâ ihtiyaç vardır.

Fâtih Sultan Mehmed devrinin tarihini yazan


Tursun Bey bu köşkü “sırçadan yapılmış bir
yer”e ve “altlarında ırmaklar akan cennetler”e
benzetmektedir. Tursun Bey’in, “Sırça Saray”
dediği Çinili Köşk’ün “tavr-ı ekâsire” üzerine
inşa edildiğini belirtirken karşısında “tavr-ı
Osmânî” üzere ikinci bir kasır daha yapıldığını
bildirmesi dikkate değer. Bundan, Çinili
Köşk’ün karşısında, yani şimdi Arkeoloji Müzesi’nin bulunduğu yerde Osmanlı üslûbunda
ikinci bir kasır daha yapıldığı açık şekilde anlaşılmaktadır. Sultan IV. Murad zamanında
(1623-1640) Çinili Köşk içinde bazı yenilikler yapıldığında park tarafındaki odalardan
soldakinde, ayna taşında tavus kuşu kabartması işlenmiş bir çeşme yapılarak bunun iki
tarafına manzum birer kitâbe yerleştirilmiştir. R. Ekrem Koçu, Tahsin Öz gibi birçokları bu
kitâbelerden birinde “Hazret-i hâkān-ı âlem Hân Murâd-ı kâmrân” mısraında anılan padişahın
Sultan III. Murad olduğunu düşünmüşler, fakat sonda ebced hesabı ile verilmiş yılın bu
sultanın saltanatına denk düşmediğine de dikkati çekmişlerdir. Halbuki İ. Hilmi Tanışık bu
kitâbelerden birindeki tarih beytini, “Selsebîl-âsâ görüp Âsârî-i Dâî o dem / Dedi bir târih kim
ser-çeşme-i şâh-ı cihân” şeklinde okuyarak 1045 (1635-36) tarihini çıkarmıştır. İkinci
kitâbedeki beyti ise, “Seyredip Âsârî-i Dâî dedi ilhâm ile / Târîhini pâk, ra‘nâ çeşme-i şâh-ı
cihân” suretinde okuyup 1058 (1648) yılını tesbit etmiştir. Bu tarihlerden ilki IV. Murad
yıllarına denk düşmekte
ise de diğeri Sultan
İbrâhim’in ölüm yılına
rastlar ki bu da mantığa
aykırıdır. Bu sebeple
“Tavuslu Çeşme”
kitâbelerinin doğru
okunarak tarihlerinin
hatasız tesbiti
gerekmektedir. “Dedi bir târih...” ile başlayan mısraın ebcedini 999 (1590-91) olarak
hesaplayanların baştaki “Hâkan-ı âlem Murâd Hân” adını açıklamaları mümkün değildir. Zira
bu tarihte padişah Sultan III. Mehmed’dir.

Kitâbede Çinili Köşk’e Sırça Saray denilmesi de dikkat çekicidir. IV. Murad devrinin ünlü
vezirlerinden Abaza Paşa’nın 28-29 Safer 1044 (23-24 Ağustos 1634) gecesi padişahın
emriyle Sırça Saray’da hapsolunarak idam edildiğini Naîmâ bildirir (Târih, III, 228). İ. Hakkı
Konyalı, Başbakanlık Arşivi’ndeki 1093 (1682) yılına ait bir belgeye dayanarak (İbnülemin,
nr. 1322) kasrın bu tarihte tamir edildiğini yazar. Tahsin Öz de aynı bilgiyi kaynak
göstermeden tekrarlar. Çinili Köşk’te XVII. yüzyıl sonlarında saraya mensup ağaların
oturduğu bilinmektedir.

Ekrem Hakkı Ayverdi’nin belirttiğine göre, hazine sır kâtibi Salâhî Efendi’nin
Vekāyi‘nâme’sinde (İÜ Ktp., TY, nr. 2518, s. 157) Çinili Köşk’ün 1150 yılı Receb ayının 26.
günü (19 Kasım 1737) bir yangın geçirerek harap olduğu bildirilir. Bina bu yangının ardından
bilhassa cephe mimarisini önemli ölçüde değiştiren bir tamir görmüştür ki üslûp bakımından
esas binanın mimarisine aykırı düşen bu restorasyonun, Türk yapı sanatına yabancı tesirlerin
sızmaya başladığı Sultan I. Mahmud devrinde (1730-1754) yapıldığı tahmin edilmektedir.
Alman generali von Bötticher tarafından elde edildikten sonra 1914’te F. Taeschner’e geçen
ve 1944’te bir hava hücumunda Münster’de yanan, İstanbul hayatına dair bir Türk ressamı
tarafından yapılmış minyatürlerle süslü albümde Çinili Köşk’ü tasvir eden bir resim vardır.
Taeschner’in IV. Mehmed (1648-1687), bizim II. Osman (1618-1622) dönemine ait olduğunu
tahmin ettiğimiz bu resimde köşkün cephesinin bugünkünden farklı olduğu açık şekilde
görülmektedir.
Çinili Köşk XIX. yüzyılda ihmale uğramış ve çevresi bakımsız bir arazi görünümü almıştır.
Sarayın birinci avlusunun yüksekte olan bir yerinden, belki Darphâne binasının önünden
yapılan ve şimdi Amerika Birleşik Devletleri’nde Washington’da Metropolitan Club’de
bulunduğu söylenen yağlı boya bir tabloda köşkün etrafının bu bakımsız durumu
görülmektedir.

Yeni kurulmasına çalışılan Âsâr-ı Atîka (Arkeoloji) Müzesi’ndeki eserler, evvelce Hagia
Eirene Kilisesi iken daha sonra iç cebehâne-harbiye ambarı olan binada toplandıktan sonra
müdür olan Philipp Anton Dethier (ö. 1881) zamanında bunların Çinili Köşk’e taşınması
uygun görülmüştür. 25 Ramazan 1290 (16 Kasım 1873) tarihli tezkere ile Maarif Nezâreti
tarafından tahsisi istenen köşk, bünyesinde bazı değişiklikler yapıldıktan sonra Âsâr-ı Atîka
Müzesi olarak açılmıştır.

Çinili Köşk müzeye çevrildiğinde bilhassa içindeki çinilere zarar veren bazı kötü
uygulamalara sahne olmuştur. 1291 (1874) yılına ait bir belge, Çinili Köşk’teki değişiklikleri
gerçekleştirme işinin Monterano adında bir yabancı mimara havale edildiğini bildirmektedir.
Aynı tarihlerdeki başka bir belge ise binanın bünyesinde yapılan pek çok değişikliğin keşfini
bütün ayrıntıları ile tarif etmektedir. Buna göre kubbeyi de içine alacak şekilde yapılmış ahşap
çatının kaldırılması, dışarıdan merdiven yapılması, zemine mermer döşenmesi, bazı bölme
duvarlarının kaldırılması, yeni kapı ve pencereler açılması, pencere ve ocakların iptali, alt kata
inen esas merdivenin kapatılarak yeni bir merdivenin yapılması gibi müdahalelerle köşkün
mimarisinde farklılıklar meydana getirilmiştir.

Dethier’nin ölümünden sonra Müze-i Hümâyun müdürü olan Osman Hamdi Bey’in (ö. 1910)
zamanında Çinili Köşk bir süre tek Türk müzesi olarak kullanılmıştır. Ancak kazılarda
bulunan büyük lahitlerin bu binanın içine sokulabilmesi mümkün olmadığından yeni bir müze
binasının inşası uygun görülerek Çinili Köşk’ün tam karşısında Lahitler Müzesi adıyla, şimdi
Arkeoloji Müzesi olarak tanınan müze binasının ilk bölümü yapılmıştır. Yeni Âsâr-ı Atîka
Müzesi’nin açılışından sonra Çinili Köşk’te yine bir miktar eser kalmıştı. 1899-1903 yılları
arasında müze binası büyütüldükten sonra arkeolojik eserlerin bir kısmı daha kaldırılmış,
1908’de müze bir bölüm ilâvesiyle genişletildiğinde arkeolojik eserlerin hepsi buraya
taşınarak Çinili Köşk tamamen boşaltılmıştır. Ancak bu defa da Âsâr-ı Atîka Müzesi’nin bir
salonunda bulunan Türk ve İslâm eserlerinin Çinili Köşk’e nakli uygun görülerek burası Türk
ve İslâm Eserleri Müzesi yapılmış, 1910’lu yıllarda önemli bir restorasyondan sonra bazı
çinileri tamamlanarak yeniden düzenlenmiştir. Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü’ne
bağlanan Çinili Köşk II. Dünya Savaşı yıllarında kapatılmış, içindeki eserler başka yerlere
taşınmış ve 1942’den itibaren binanın yeniden tamirine girişilerek önüne 1880’li yıllarda inşa
edilen merdiven kaldırılmıştır. Tamir ve bozulan kısımların ihyası ile örülen, kapatılan
yerlerin meydana çıkarılması 1948-1952 yıllarında devam etmiştir. 1953’te İstanbul’un
fethinin 500. yıl dönümü münasebetiyle Çinili Köşk, Fâtih Sultan Mehmed’e ait hâtıralarla
onun devrinin eserlerinin teşhir edildiği Fâtih Müzesi haline getirilmiştir. Fakat Çinili
Köşk’teki bu yeni düzenleme de fazla uzun ömürlü olmamış, eserler buradan toplanarak
1967’de binanın Türk Çini Sanatı Müzesi yapılması uygun görülmüştür. Topkapı
Sarayı’ndan, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi ile Konya’dan derlenen eserler, Çinili Köşk’te
kurulan Topkapı Sarayı Müzesi-Çinili Köşk, Türk Çini ve Seramikleri Seksiyonu adıyla
teşhire konulmuştur.

Evvelce Çinili Köşk’ün etrafında başka pek çok yapının bulunduğu kaynaklardan
öğrenilmektedir. Ayrıca önünde Haliç tarafında büyük bir havuzun varlığı da Hünernâme’deki
bir minyatüre dayanmak suretiyle iddia edilmiş, fakat bu hususu aydınlatmak için yapılan
küçük araştırmalar kesin bir sonuç vermemiştir. Çinili Köşk’ün cephesi önünde cirit
oynandığı yolundaki görüş de sağlam bir kaynağa dayanmaz. İddia sahiplerine göre cephedeki
revak cirit oyunlarını seyretmeye mahsus bir çeşit locadır. Ayrıca aslı Washington’da olan
tabloda da Çinili Köşk’ün yukarısında, Arkeoloji Müzesi yeni binasının köşesiyle Darphâne
arasında büyük bir meydan çeşmesinin bulunduğu gösterilmiştir. Mimari üslûbu bu çeşmenin
XVIII. yüzyıl başlarına ait olabileceğine işaret eder. Bu belki de Hünernâme’deki minyatürde
görülen tek kemerli basit çeşmenin sonraları yeniden ve daha iddialı biçimde yapılması
suretiyle meydana gelmiştir.

Çinili Köşk iki katlı taş bir yapı olarak inşa edilmiştir. Yapımda beyaz küfeki taşı kullanılmış
olmakla beraber yan ve arka cephe duvarlarında aralarda kırmızı tuğla dolgular da bulunur.
Böylece dıştan binanın renkli bir görünüm kazanması sağlanmıştır. Ayrıca Haliç’e bakan
çıkmalı arka cephede tuğla dolguların alt katta, Orta Asya Türk ve Selçuklu yapılarında çok
görülen kilim deseni biçiminde bir süsleme teşkil ettiği de göze çarpmaktadır. Ancak
günümüzde bu cephe artık görülemez durumdadır. Ön cephesinde iki kat halindeki
revaklardan üst dizinin sütun başlıkları Fâtih devri üslûbuna aykırı düştüğünden bu revakın
XVIII. yüzyıldaki tamirde bu şekli aldığı ileri sürülmüştür. Yukarıda sözü edilen minyatürde
köşkün revakına iki taraflı merdivenin çıktığı gösterilmiştir. Sonraları burada düz bir duvar
gerisinde ve bodrumu aydınlatan bir pencerenin iki tarafından, kitle içine oyulmuş olarak
çıkan merdivenler yapılmıştır. 1875’lerde köşk müze olduğunda bu merdivenler doldurularak
dıştan iki taraflı kâgir merdivenler yapılmış, bunlar da 1950 yıllarındaki restorasyonda
yıkılmış ve gömülü merdivenler yeniden kullanılır duruma getirilmiştir. E. Hakkı Ayverdi, bu
cephenin aslî biçiminin şimdikinden çok değişik olduğunu ileri sürerek bunu gösteren bir de
restitüsyon yapmıştır (Fâtih Devri Mi‘mârîsi, s. 736-737). Buna göre kasrın cephesinde
sadece sekiz ince destek olup bunlar saçağı taşıyordu. Böylece çinilerle kaplı heybetli giriş
eyvanı bütün güzellik ve ihtişamı ile karşıdan görülebiliyordu. Bu tahminî resmin de
tartışılabilir tarafları vardır. Ayrıca vaktiyle Taeschner’e ait olan XVII. yüzyıl minyatürü eğer
gerçekten Çinili Köşk’ü tasvir ediyorsa biri eski, diğeri ise yeni ve tahminlere dayanan bu iki
resim arasında uyuşmazlıklar vardır. Fakat açıkça bellidir ki üslûbu esas binaya çok ters düşen
revak XVIII. yüzyıl içlerinde ilâve edilmiştir. E. Hakkı Ayverdi, bugün görülen revakın
1737’den sonra yapıldığını çok ayrıntılı biçimde ispatlamıştır (a.g.e., s. 743-746). Herhalde
aslında kasrın cephesinde 1737’de yanan ahşap direkli ve ahşap saçaklı bir revak vardı.

Çinili Köşk’ün cephesinin ortasında çinilerle kaplı büyük bir eyvan içinde açılan bir kapı
içeriye girişi sağlamaktadır. İki yanlarda daha ufak bir eyvana benzeyen fazla derin olmayan
kemerli nişler vardır. Bunlardan sağdakinin yanından bir merdiven, ön mekânların üstündeki
asma kat ile çatıya çıkışı sağlar. Giriş eyvanının üstünde birbirine ancak 0,93 cm. genişliğinde
bir dehlizle bağlanan tonozlu iki mekândan ibaret bir asma kat bulunur.

Çinili Köşk’ün esas katı, çok eskiden beri Asya’da kullanılan ve Türkler’in Orta Asya’da
benimseyerek Anadolu’ya getirdikleri bir orta mekâna açılan dört eyvan şemasına göre
yapılmıştır. Çeşitli bölümlerdeki tonoz ve kubbelere geçiş unsurları olan örgü (şebeke)
şeklindeki kaburgalar, Orta Asya ve Selçuklu mimari geleneklerinin devam ettirildiğine işaret
etmektedir. Köşelerde birer kubbe ve birer yarım kubbe biçiminde tezyinî şekillerde yapılmış
tonozlarla örtülü odalar vardır. Bunlardan giriş tarafında bulunanların yan cephelere komşu
olan bölümleri, dışarıdan düz bir duvar içinde olmalarına rağmen içeriden üç cephelidir.
Dolayısıyla yan duvarlarda açılan pencereler köşeli olarak açılmıştır. Buna niçin lüzum
görüldüğüne bir anlam verilemediğini E. Hakkı Ayverdi vurgular (a.g.e., s. 748). Parka bakan
taraftaki odalar daha büyük, gösterişli ve manzaralıdır. Bunların biçimleri düzenli olup iki
bölümlü dikdörtgendir. Üzerlerini birer kubbe ile prizma şeklinde süslemeye sahip tonozlar
örter. Tavuslu Çeşme de soldakinde duvara açılmış bir niş içindedir. Tam ortada beş köşeli
olarak ileriye taşan kubbeli oda Haliç ve Boğaz girişine hâkimdir. Üstünde Türk üçgenleriyle
geçişi sağlanmış bir kubbe ve beş cephesinin her birinde pencereler vardır.

Yağmur sularının sızmasını önlemek için Çinili Köşk’ün üstünün, ortadaki ana kubbeyi de
içine alarak gizleyecek şekilde dik meyilli ahşap bir çatı ile çok erken bir dönemde örtüldüğü
eski resimlerden anlaşılmaktadır. Bu çatının tarih boyunca birkaç defa yenilenmiş olmakla
beraber XVI. yüzyıl ortalarında var olduğunu, 1553’te İstanbul’da bulunan Flensburglu
Alman ressam Melchior Lorck’un (Lorichs) çizdiği 11 m. boyundaki İstanbul panoramasında
yer alan resmi ispat eder. Burada ağaçlar içinde olan binanın yüksek oluşu ve Haliç
tarafındaki cephesinin ortasında ileri taşkın çıkıntısı, yapının teşhisi hususunda şüphe
edilemeyeceğini gösterir. Resimde Çinili Köşk’ün üstü dik ahşap bir çatı ile örtülüdür (bk. E.
Oberhummer, Konstantinopel unter S. Suleiman dem Grossen..., München 1902, lv. IV.).
Topkapı Sarayı’ndaki yağlı boya bir tabloda da Çinili Köşk ahşap çatısı ile belirtilmiştir. Yine
XVI. yüzyılda yazılan ve minyatürlerle süslenen Hünernâme’nin bir minyatüründe sol köşede,
çok büyük bir havuzun kenarında gösterilen çatılı iki binadan birinin Çinili Köşk olduğu ileri
sürülmekteyse de gerçek mimarisiyle hiçbir benzerliği olmadığından bu teşhisin doğruluğu
şüphelidir. Geçen yüzyılda bu ahşap dik çatı artık görülmez. Belki 1737 yangınında yanmış
olduğundan kare bir kaidenin üstünde basık bir kasnağa oturan ve bir aydınlık feneri
karakterinde olan orta kubbe, yine ahşap örtülü olmakla beraber dışarıdan farkedilemez
derecede basık bir çatı ile kaplı damdan yukarı taşar. Dört köşesinde sivri külâhlı dört baca
yükselir. Ayrıca dama çıkışı sağlayan merdiven kulesi de belirlidir. Son tamirde köşkün üstü
kurşun kaplı düz bir taraça haline getirilerek orta kubbe kitlesi, dört baca ve merdiven
kulesinin belirli hale getirilmesi sağlanmakla beraber bu uygulamanın ne derecede aslına
uygun olduğu tartışılabilir. Çünkü bu çatı şekli ile, ana kubbe kaidesindeki pencereler
yarılarına kadar gömülü kalmıştır.

Bodrum katının planı bazı değişikliklerle üst kata benzer. Burada odalar daha küçük olmakla
beraber tonozlarda üst kattaki gibi zengin örgü motifleriyle kaburgalar yapılmıştır. Saray
hizmetlilerine mahsus olduğu sanılan odaların ve bölümlerin çoğunun çok karanlık olmasına
karşılık çıkıntı halindeki orta oda zengin bezemeli ve aynen üstteki gibi bol pencerelidir. Köşe
tromplarının içlerinde dörder dizi alveollu mukarnaslar görülür. Geçişi şebekeli kaburgalarla
sağlanan kubbesinin içi ise malakârî süsleme ile kaplanmıştır. Ortadaki yan eyvanlardan
penceresiz dar odalara geçilen kapıların döşemesinde iki yerde güzel biçimde işlenmiş
yalaklar (su akıtma menfezleri) vardır. Bunların abdest alma yerleri olduğu tahmin
edilmektedir.

Çinili Köşk’ün mimarisinin dışında onu değerli yapan diğer bir özelliği de dış cephesini,
büyük eyvanın iç yüzeylerini ve içindeki odaların bir kısmını kaplayan çinileridir. Bunların
bir kısmında çeşitli dönemlerde tahribat olmuş, bina müze yapıldığında da bazı inanılmaz
zararlar meydana getirilmiştir. Cephede ve büyük eyvanda mozaik tekniğinde yerleştirilmiş
çiniler görülür. Büyük kemerin alt yüzünde de fîrûze zemin içine beyaz çinilerle yine mozaik
tekniğinde kûfî yazı yazılmıştır. Bunlarda “Tevekkülî alâ hâlikı” cümlesi dört defa
tekrarlandıktan başka ism-i celâl ve “ekber” lafzından başka sağda ve solda “Muhammed
Resûlullah” ibaresi teşhis edilmiştir. Yan eyvanlarda ve odalarda duvarlar belirli bir
yüksekliğe kadar (yaklaşık 3 m.) altıgen çinilerle kaplıdır. Bunların aralarına başka renklerde
üçgen çinilerden çerçeveler yapılmıştır. Ayrıca bazı yerlerde, ortalarına altın yaldızla motifler
damgalanmış fîrûze çiniler de görülür. Cephede büyük eyvanın içinde bir şerit halinde uzanan
çini kitâbe bulunmaktadır. Kitâbe, birbirine girift iki satır halinde ve lâcivert zemin üzerine
beyaz ve sarı sülüs hatla yazılmıştır.

Çinili Köşk, Türk sanatının İstanbul’da meydana getirdiği en önemli eserlerin başında gelir.
Sedat Eldem’in bu eserden bahsederken onu Selçuklu ve Orta Asya mimari geleneklerine
bağlaması doğrudur. Ancak bunu “yabancı üslûp” saymasını kabul etmek zordur. Tursun Bey
bu yapının “eski üslûpta” olduğunu belirtirken gerçek bir durumu aksettirmiştir. Çinili Köşk,
Orta Asya’dan İran üzerinden Anadolu’ya gelen eski Türk mimari geleneğinin günümüze
kadar ulaşabilmiş İstanbul’daki tek temsilcisidir. Fakat “yabancı” değildir. Orta Asya’dan ona
gelinceye kadar yapılanlardan Anadolu’da da bir şey kalmamıştır. İstanbul’da fetihten sonra
yapılan ilk köşkleri de bilmiyoruz. Fakat Çinili Köşk, ortada bir sofa etrafında dört oda
bulunan ve geçen yüzyıla kadar bütün Türk dünyasında yapılagelen ahşap ev mimarisinin
kâgir ve âbidevî karakterde bir örneğidir. Çini süslemesi ise kısmen Selçuklu, kısmen erken
Osmanlı sanat zevklerine uygun olarak meydana getirilmiştir.

Çinili Köşk, Türk köşk mimarisinin şimdiki halde tek örneği olduğuna göre bir müze mekânı
olarak kullanılması yersizdir. Hatta içinde vaktiyle Karaman’daki İbrâhim Bey İmareti’nden
getirilen çinili mihrap da aldatıcıdır. Kanaatimize göre bu mihrabın ait olduğu esere götürülüp
eski yerine monte edilmesi, Çinili Köşk’ün de sedirleri, halıları ile döşenerek eski bir Türk
köşkünün iç mekânını gösterecek biçimde yaşatılması doğru olacaktır.

KIRGIZLAR TÜRBESİ

İznik’te ilk Osmanlı devrine ait olan


türbelerin içinde üzerinde durulan ve ilgi
çeken bu yapı araştırmacılar tarafından
XIV. yüzyıla tarihlendirilmektedir. Yapı
bugün, tarlalar içinde temelleri kalmış
olan Orhan Gazi Zâviyesi’nin karşısında
yol kenarında yer almaktadır. Zâviyenin
bakımıyla görevlendirilen Orta Asya’dan
gelmiş gazi erenlerin türbesi olan yapıya
halk arasında Kırkkızlar Türbesi de
denilmektedir. Bazı yayınlarda Hacı
Camaza Türbesi adı da geçmektedir.

Türbe plan olarak aynı eksen üzerinde


bulunan, önde tonozlu bir giriş eyvanı ile
arkada kubbeli bir ana mekândan
oluşmaktadır. İki bölüm arasındaki
bağlantıyı Bizans silmeleriyle çevrelenmiş dikdörtgen bir kapı sağlamaktadır. Yapının
önündeki giriş mekânının beşik tonozla örtülmüş olduğu anlaşılmakta, mekânın kuzey
cephesinde hâlâ görülebilen kemer izi bunu doğrulamaktadır. Bilinmeyen bir tarihte tonoz
yıkılmış ve yerine bir ara ahşap düz çatı yapılmıştı. Çatı günümüzde artık mevcut değildir.
Türbenin bu ön mekânının bir hayli değişiklik geçirdiği anlaşılmaktadır. Bu kısım orijinal
durumunda, yanlara doğru çıkıntı yapan iki köşe pâyesi arasına oturtulmuş bir kemerle dışa
açılmaktaydı. Kemer sonradan kapatılınca buraya dikdörtgen bir kapı açılmıştır. Mekânın yan
duvarlarının büyük bölümü yeni baştan örülmüştür. Buralarda, yapının küfeki ve tuğla sıralı
duvar tekniğiyle hiçbir ilişkisi olmayan, moloz taş ve yer yer tuğlanın kullanıldığı kötü bir
duvar işçiliği görülmektedir. Türbenin kubbe ile örtülü ana mekânının da önemli değişiklikler
geçirdiği belli olmaktadır. Duvarların üzerini çeviren kirpi saçaklarla mekânın üzerini örten
kubbe yükseltilmiş, farklı malzeme ve kötü bir işçilik gösteren bu kısımlar yapının orijinal
görünümünün büyük ölçüde bozulmasına sebep olmuştur. Kubbe bu yükseltme sonucunda
biçimini kaybederek basık bir hal almıştır. Yapıda ana mekânı örten ve onikigen yüksek bir
kasnağa oturan kubbeye gövdeden geçiş pencerelerin arasına yerleştirilmiş sivri kemerli,
yüksek tromplarla sağlanmıştır. Kubbe, tromp ve pencerelerin arasına yerleştirilmiş
pandantiflerin üzerine oturmaktadır. Kasnağa dört adet pencere açılmıştır. Kubbeli mekânın
doğu ve batı duvarlarında aynı eksende olmak üzere altta ve üstte yuvarlak kemerli birer
pencere, güney duvarında ise yalnızca üstte bir pencere mevcuttur. Kuzey duvarında ise
öndeki mekânla bağlantıyı sağlayan kapının hemen üzerinde bir pencere yer almaktadır.
Yapının iç kısmında doğu duvarının güneyinde yarım yuvarlak bir niş, güney duvarında da
kıbleyi gösteren dikdörtgen bir niş bulunmaktadır.

Türbenin kubbeli mekânında sekiz adet kitâbesiz mezar yer alır. Eski yayınlardan giriş
mekânında da mezarlar olduğuna dair bilgi edinilmekteyse de günümüzde bunlardan hiçbir iz
kalmamıştır. Yapının tek süsleme özelliği, ana mekânın içinde yuvarlak kemerli pencerelerin
etrafını çeviren kalem işi tezyinattır. Mevcut izlerden, zamanında kubbe göbeğinde ve
eteğinde de aynı tarzda süslemelerin olduğu anlaşılmaktadır. Motif olarak kıvrık dal ve
rûmîlerin yanı sıra Türk sanatına yabancı olan korint başlıklı sütunların da görülmesi ilginçtir.
Bu durum değişik şekillerde yorumlanarak Bizans etkisine bağlanabildiği gibi farklılığın,
Bizanslı ustaların bizzat yapının süslemesinde çalışmış olmalarından kaynaklandığı da ileri
sürülmüştür. Kalem işi süslemelerin tarihlendirilmesi konusunda da farklı görüşler ortaya
atılmıştır. Bu hususta, süslemelerin yapıyla çağdaş olup XIV. yüzyıldan kaldığı ya da XVII.
yüzyıl gibi daha geç bir tarihe ait oldukları şeklinde görüşler bulunmaktadır. Yapıda duvar
örtüsünün orijinal karakteri oldukça bozulmuş, sonraki dönemlerin inşaatları duvar örgüsünde
yama gibi iz bırakmıştır. Duvarların düzgün olan kesimlerinde üç sıra küfeki taşı ile iki sıra
tuğladan oluşan ve devrinin orijinal karakterini taşıyan örgü görülmektedir. Bunun yanında
yapım malzemesi olarak devşirme blok taşların kullanılmış olması da dikkati çeker. Bunlar
arasında güneybatı köşesinde bulunan mermer blok taşı içerdiği Grekçe kitâbe ile
diğerlerinden ilk bakışta ayrılır. Yapı son yıllarda Vakıflar İdaresi tarafından tamir edilerek
bir avlu duvarı ile çevrilmiştir.

Emir Hanı

Orhan külliyesine ait yapılardan


biridir. Külliye, cami, medrese,
imaret, mektep, medrese, hamam
ve handan (Emir Hanı)
oluşmaktadır. 'Bey Hanı' olarak da
bilinir.
Ulucami’nin kuzeydoğusunda
fetihten sonra bir kaç yıl için at
pazarı olarak kullanılan yerde inşa
edilmiştir. XVI. Yüzyılın ikinci
yarısın akadar ‘Bezzezistan’ olarak anılan han, külliyeye gelir getirmesi amacıyla yapılmıştır.
Bursa’ya yapılan ilk bedesten olması bakımından önemli olan han, Bursa çarşısının
çekirdeğini oluşturur.
46x50 metrelik bir avlu etrafında sıralanan odalardan oluşan revaklı ve iki katlı bir yapıdır.
Osmanlı hanlarının ilk örneklerinden sayılır. Dört köşedeki kubbeler dışında yapının diğer
kısımları tonozla örtülüdür. Duvarlar iki sıra tuğla bir sıra taştan oluşan almaşık örgülüdür.
Hanın alt katındaki odalar 36 tane olup, pencereleri mahzenler şeklindedir; bunlar eşya
deposu olarak kullanılırlar. Üst
katlardaki her odada birer
pencere ve ocak vardır. Hanın
ortasında bir yenilenmiş şadırvan
ve eski ağaçlar bulunur.
Maalesef han, zaman içinde
yapılan onarımlarla büyük ölçüde
özgünlüğünü yitirmiştir. Ancak
1956 yılında yapılan aslına uygun
onarımlar sonucu asıl şekline
yaklaşmıştır. 1958 Kapalıçarşı yangını sırasında tamamen yanan yapının Ulucami tarafında
yeni bazı eklemeler yapılmış , tuvaletlerden Ulucami’ye açılan bir kapı yapılmıştır. Yine
Ulucami tarafındaki hücrelerden birine geçiş için bir kapı açılmıştır. Bu tamirat sırasında
Ulucami tarafındaki revek kemerleri sivri yerine düz yapılmış, duvarlar iki sıra tuğla bir sıra
kesme taş ile örülmüştür.Bugün han, tekstil kolu başta olmak üzere tümüyle işyerleriyle
doludur.

Irgandı Köprüsü, Bursa

Irgandı Köprüsü, Bursa’da dünya üzerindeki çarşılı dört köprüden biri ve en eski olanı.
Dünyadaki ilk çarşılı köprü Irgandı Köprüsü, Bursa gezilecek yerler listenizde olması gereken
en güzel ve ilginç yapılardan biri. Bursa’da şehrin içinde, Gökdere vadisinde aynı adı taşıyan
derenin üzerine kurulu lrgandı Köprüsü’nden yüzyıllar sonra dünyanın farklı yerlerinde çarşılı
köprüler yapılmış.

Bulgaristan’ın Lofça kentinde bulunan Osma Köprüsü, İtalya’nın Floransa kentindeki Ponte
Vecchio Köprüsü ile Venedik’teki Rialto Köprüsü olmak üzere Irgandı’nin haricinde arastalı
üç köprü daha var. Türkiye’nin en güzel köprülerinden biri olma sıfatını fazlasıyla hak eden
Irgandı, Bursa kent tarihinin önemli bir parçası.

600 yıllık Irgandı Köprüsü, Osmanlı dönemi mimari eserlerinin en önemlilerinden. 1442
yılında Irgandılı Ali’nin oğlu Hacı Muslihiddin tarafından inşa edilen köprü, tarihte uzun
badireler atlatıp yitirilmiş bir kenti imgesi olarak uzun süre işlevsiz kaldıktan sonra
yenilenerek kullanıma tekrar açıldı.

Kemerli bir yapının üzerinde yükselen sıra sıra dükkânlarıyla benzerlerinden ayrılan köprü,
19. yüzyıldaki durumuna uygun olarak 2004 yılında rekonstrüksiyonu yapıldı. Köprü, tekrar
hayat bularak günümüzde zanaatçıların geleneksel el sanatlarını icra ettiği çeşitli el sanatı
atölyelerini ve dükkanları barındıran nefis bir yer haline geldi.

Osmangazi Belediyesi sınırları içerisinde, Yıldırım ve Osmangazi ilçelerini birbirine bağlıyor.


Köprü üzerinde karşılıklı sıra dükkanlar ve iç mekanları nedeniyle benzer köprü örnekleri
arasında özgün bir konuma sahip. Bursa kandilleri ve bıçağı, mum çeşitleri, sedefkârlık,
nakkaşlık, minyatür ve metal işleme gibi geleneksel el sanatları ürünlerinin sergilenerek
satıldığı köprü, kentin kültür merkezi konumunda.

Irgandı köprüsündeki dükkanlar arasında çok özel olanlar var. Sanatçı Eyüp Eyüpoğlu
tarafından açılan Irgandı Sanat Galerisi, 4 ressamın eşsiz eserlerine ev sahipliği yapıyor.
Yaşar Büyük, Yaşar Kutlu, Ertuğrul Topsakal ve Rafet Öztan isimli ressamların bir araya
gelerek eserlerini sergilediği sanat galerisinde 40 adet tablo sergileniyor.

“Ağacı yontmak suretiyle kabartma şekiller yapma sanatı” olarak tanımlanan Naht sanatı ile
hat sanatını birleştiren Avni İnci’nin dükkanına uğrayın.

Irgandı Köprüsü, Bursa

Osmanlının tek arasta köprüsü olan bu taş köprü, II. Murad döneminde 1442’de Irgandı Ali
oğlu tüccar Hoca Muslihuddin tarafından Hacı İvaz Paşa’nın vakfiyesinde şahit gösterdiği
Abdullah oğlu Timurtaş’a yaptırıldı.

Köprünün “ırgalamak, sallamak, sarsmak” anlamına gelen adını nereden aldığı konusunda
farklı rivayetler var. Bunlardan biri, köprüyü yaptıran Muslihuddin’in babası Ali el-
lrgandi’nin lrgand adlı bir yerden olduğu şeklinde.

Celali ayaklanmalarının ardından 1640’ta Bursa’ya gelen Evliya Çelebinin


Seyahatnamesi‘nde köprünün üzerinde 200 dükkânın bulunduğu belirtiliyorsa da gerçekte
köprü üzerinde her iki tarafta 16 adet olmak üzere 32 dükkân yer alıyordu.
Bunlardan kuzeydoğu ucundakilerden birinin mescide ayrıldığı, köprüyü taşıyan tek kemerin
iki yanında ahır ve depoların bulunduğu biliniyor. Çeşitli kaynaklara göre geceleri köprü
çarşısının iki ucunun büyük demir kapılarla kapanıyordu.

1640’ta Bursa’yı ziyaret eden Evliya Çelebi köprün hakkında şu bilgileri verir:

“Bu cisr dükkanlarının üzeri cümle tonoz kemerlerle mebni olup kurşunla mesturdur. Bu
cisrin iki başında kale kapıları gibi demir kapilar üzere mazgal delikleri vardır. Kapılar
seddedilirse başka bir yerden zafer mümkün değildir. Cisrin bir tarafı boştur, han gibi
misafirhane olup at bağlanır. Rum, Arap ve Acem’de bir gözlü, meşhur-ı atak, eflake ser
çekmiş, azim cisrlerin biri de budur”.

Kurtuluş Savaşı sırasında 1922’de işgal kuvvetleri Bursa’yı terk ederken dinamitlenerek
yıkılan Irgandı köprüsü, 1949’da dükkânız bir şekilde betonarme olarak onarıldı.

Venedik‘te şehrin en önemli turistik yerlerinden olan, üstündeki galeri ve dükkanlarıyla Rialto


Köprüsü ile Floransa‘daki Ponte Vecchio çarşılı köprü geleneğini sürdürürken lrgandı
Köprüsü’nün uzun yıllar sadece bir geçit yeri görünümünü almış. Köprünün restorasyonu
konusundaki girişimler 1988’de başladı ve köprünün rekontsrüksiyonu, ikinci restitüsyon
aşamasına uygun olarak 2004’te tamamlandı. Sarı badanalı dükkânları ve gri kemerli
gövdesiyle yıllara inat capcanlı ayakta duruyor.

Denk gelirseniz Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından Irgandı Köprüsü Sanat Günleri
döneminde ziyaret edin. Buradaki sanatçılar tarafından gerçekleştirilen faaliyetlerin yerel,
ulusal ve uluslararası alanda tanıtılmasına yönelik düzenlenen atölye çalışmaları, sergiler ve
dinletilerin de yer aldığı “Irgandı Köprüsü Sanat Günleri” ile Bursa’nın sosyo kültürel
hayatına da canlılık kazandırmış oldu.

Setbaşı Köprüsü’nden ovaya doğru inildiğinde göreceğiniz ilk köprü olan Irgandı Köprüsü’ne
Bursa Ulu Camii tarafından metroyu kullanarak ulaşabilirsiniz. Gökdere istasyonunda inip 5-
10 dakika yürüyerek gidebilirsiniz.

Irgandı Köprüsü‘ne yürüyerek 15 dakika uzaklıktaki Tofaş Anadolu Arabaları Müzesi‘ni de


mutlaka görün. Bursa, Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk başkenti olması nedeniyle erken dönem
Osmanlı mimarisinin en güzel eserlerini barındırıyor. Bir hafta sonunuzu ayırarak UNESCO
Mirası şehrin birçok tarihi yerini gezebilirsiniz.
KAYNAKÇA

 https://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/konya/gezilecekyer/beysehir-esrefoglu-cmii-
ve-turbesi
 https://okuryazarim.com/birgi-ulu-cami/
 https://peyzax.com/osmanlida-mimari-ozellikler/
 https://www.bursa.com.tr/sahadet-kale-saray-camii-182.html
 https://islamansiklopedisi.org.tr/celebi-sultan-mehmed-camii--sogut
 https://tr.pinterest.com/pin/752523418965070439/
 http://alanbaskanligi.bursa.bel.tr/i-murad-hudavendigar-camii/
 https://kulturenvanteri.com/yer/koca-mehmet-pasa-camii-osmancik-corum/
#16.74/40.972705/34.806821
 https://www.egeyapi.com/blog/index.php/2019/04/26/gecmisin-izleri-klasik-osmanli-
mimarisi/
 https://islamansiklopedisi.org.tr/cinili-kosk
 http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?t=17996
 https://www.nkfu.com/osmanli-mimarisi-hakkinda-bilgi/
 http://www.bedesten.net/bedestenler/98-edirne-bedesteni.html
 http://btch.org.tr/

 https://islamansiklopedisi.org.tr/kirgizlar-turbesi
 https://on5yirmi5.com/yasam/cevre/osmanli-mimarisinin-yapisi-ve-ozellikleri/

 https://www.nkfu.com/osmanli-mimarisi-hakkinda-bilgi/
 https://www.nkfu.com/osmanli-mimarisi-hakkinda-bilgi/
 G. Goodwin, A History of Ottoman Architecture, London 1971, s. 71.
 Oktay Aslanapa, Yüzyıllar Boyunca Türk Sanatı (XIV. Yüzyıl), İstanbul 1977, s. 175.
 Yıldız Demiriz, Osmanlı Mimarisi’nde Süsleme I: Erken Devir 1300-1453, İstanbul
1979, s. 573.
 Saim Ülgen, “İznik’te Türk Eserleri”, VD, I (1938), s. 61.
 Semavi Eyice, “İznik”, İlgi, sy. 41, İstanbul 1985, s. 10.
 a.mlf., “İznik”, STAD, I (1987), s. 105.
TOPKAPI SARAYI
Topkapı Sarayı, Osmanlı Sultanlarının ikametgâhı, devletin yönetim ve eğitim merkezidir.
İstanbul fatihi Sultan II. Mehmed tarafından 1460-1478 tarihleri arasında yaptırılmış olan ve
zaman içerisinde bazı ilavelerin yapıldığı sarayda, Osmanlı padişahları ve Saray halkı 19'uncu
yüzyıl ortalarına kadar ikamet etmiştir. Topkapı Sarayı, Osmanlı monarşisi 1922’de
kaldırıldıktan sonra, 3 Nisan 1924’te Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle müzeye
dönüştürülmüştür.

Fatih Sultan Mehmed, fetihten sonra Beyazıt’ta bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu
yerde, daha sonra “Eski Saray” olarak anılacak olan bir saray yaptırmıştır. Fatih, bu ilk
saraydan sonra, önce Çinili Köşk’ü, ardından da yapımı tamamlandığında yerleşecek olduğu
Topkapı Sarayı’nı inşa ettirmiştir. Fatih, bu saraya Osmanlıca'da “Yeni Saray” anlamına gelen
“Saray-ı Cedid” ismini vermiştir. Yeni Saray’a Topkapı Sarayı denmesi ise şöyle
gerçekleşmiştir: Sultan I. Mahmud tarafından Bizans surlarının yakınına yaptırılan ve
önündeki selam topları nedeniyle “Topkapusu Sahil Sarayı” denilen büyük ahşap sahil sarayı
bir yangında tamamen kül olunca, bu sarayın ismi yeni saraya verilmiştir.

Yüzyıllarca gelişen ve büyüyen Topkapı Sarayı’nın planının belirlenmesinde Osmanlı devlet


felsefesi ile Saray-tebaa ilişkilerinin büyük rolü olmuştur. Ayrıca Topkapı’nın ilk inşa edildiği
dönemde, Fatih Sultan Mehmed’in babası Sultan II. Murad’ın Tunca Nehri kenarında
yaptırmış olduğu ve günümüze sadece kalıntıları ulaşan Edirne Sarayı’nın planından olduğu
kadar ihtişamından da esinlenildiği bilinmektedir.
Topkapı Sarayı, mütevazı bir saraydır; imparatorluğun büyük harcamaları daha çok muhteşem
camiler, kışlalar, köprüler, kervansaraylar ve konaklama tesisleri için yapılmıştır. 16. yüzyılın
ünlü mimarı Mimar Sinan bile bu sarayda sadece bir bölüm inşa etmiştir. Ama sarayın
kendine özgü binaları, nefis çinileri ve tabiatla iç içe geçmiş yapısı kadar, Sarayburnu’ndaki
konumu da ona doğal bir güzellik ve ihtişam verir.

Topkapı Sarayı Bölümleri

Topkapı Sarayı’nın planı; çeşitli avlular ve bahçeler arasında devlet işlerine ayrılmış daireler,
hükümdarın ikametgâhı olan bina ve köşkler ile sarayda yaşayan görevlilere mahsus
binalardan oluşur. Marmara Denizi, İstanbul Boğazı ve Haliç arasında, İstanbul yarımadasının
ucunda bulunan Sarayburnu’ndaki Bizans akropolü üzerine inşa edilen Saray, 1400 metre
uzunluğundaki “Sur-ı Sultani” denilen yüksek ihata duvarları ile karadan, deniz tarafından ise
Bizans surlarıyla çevrilmiştir. Saray’ın kapladığı alan yaklaşık 700 bin metrekaredir.

Alay Meydanı, Aya İrini, Bâb-ü's Selâm, Bâb-ı Hümâyun, Divan Meydanı, Kubbealtı (Divan-
ı Hümayun), Adalet Kasrı, Dış Hazine, Zülüflü Baltacılar Ocağı, Has Ahırlar, Beşir Ağa
Camii ve Hamamı, Saray Mutfakları, Babüssaade, Sohum Kalesi Kitabesi, Enderun Avlusu,
Arz Odası, III. Ahmed Kütüphanesi (Enderun Kütüphanesi), Fatih Köşkü (Enderun Hazinesi),
Hazine Koğuşu, Has Oda ve Kutsal Emanetler Dairesi, Ağalar Camii, Kilerli Koğuşu,
Kuşhane ve Harem Kapısı, Has Oda Koğuşu/Padişah Portreleri, Dördüncü Avlu, Sünnet
Odası, Revan Köşkü, Bağdat Köşkü, İftariye Kameriyesi (Mehtaplık), Sofa Köşkü, Sofa
Camii, Mecidiye Köşkü, Hekimbaşı Odası / Baş Lala Kulesi, Esvap Odası, Harem, Dolaplı
Kubbe / Harem Hâzinesi / Haremeyn Hâzinesi, Şadırvanlı Sofa, Kara Ağalar Mescidi, Kara
Ağalar ve Kara Ağalar Taşlığı, Cümle Kapısı, Valide Taşlığı, Kadın Efendi Daireleri, Valide
Sultan Dairesi, Hünkâr ve Valide Sultan Hamamları, Hünkâr Sofası, III. Murad Has Odası, I.
Ahmed Has Odası, Yemiş Odası / III. Ahmed Has Odası, Çifte Kasırlar / Veliahd Dairesi,
Altınyol, Cariyeler ve Kadın Efendiler Taşlığı, Gözdeler Dairesi ve Mabeyn Taşlığı, Arabalar
Kapısı /Kızlar Kapısı, Nöbet Yeri ve Cariyeler Koridoru bu muazzam yapının bölümleri
arasındadır.
Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki Koleksiyonlar Nelerdir?
Topkapı Sarayı’nın olağanüstü zenginlikteki koleksiyonları ve son derece ilgi çekici
hikâyelerle örülü tarihi bu sarayı dünyanın en görülmeye değer saraylarından biri kılar.
İmparatorluk Hazinesi, Avrupa Porselenleri ve Camları, Bakır ve Tombak Mutfak Eşyası, Çin
ve Japon Porselenleri, Gümüşler, Hırka-i Saadet Dairesi ve Kutsal Emanetler, İstanbul Cam
ve Porselenleri, Padişah Elbiseleri, Padişah portreleri ve resim koleksiyonu, Silahlar müzede
sergilenen değerli koleksiyonlar arasındadır.

You might also like