You are on page 1of 10

çııÖÖçşİSTANBUL’DA BİZANS SANATI

Mehmet İ. Tunay
Bizans sanatı, İ.S. 395 yılında ikiye bölünün Roma İmparatorluğu’nun
doğu parçası olan ve 1453’de Osmanlı Türkleri tarafından ortadan
kaldırılan Bizans devletinin sanatıdır. Doğu Roma İmparatorluğu ya da
kısaca Bizans İmparatorluğu adı ile tanınan bu devlet, aslında
Hıristiyanlaşmış Roma İmparatorluğu’dur. Bu devleti, Roma
İmparatorluğu’nun bir devamı olarak da kabul edebiliriz.
Bizans, İstanbul’un eski adı olan Byzantion’dan gelmektedir. Batı
dünyası bunu, İstanbul’un fetihden önceki adı olarak kullanmıştır.
Anlam olarak imparatorluğun tümünü kapsayan Byzantion, aslında
yalnızca kentin adıdır. Bizans, modern tarihçilerin ortaya attığı bir
deyimdir. Doğu Roma İmparatorluğu’na, anlam ve ruh açısından Batı
Roma’dan farklı bir ad verilmek istenmiş ve sonuçta bu deyim ortaya
atılmıştır. Oldukça uzun bir ömür süren bu imparatorluk, kendini hiçbir
zaman Bizans devleti olarak nitelememiş, Büyük Roma
İmparatorluğu’nun bu doğu parçası sonuna kadar bir Roma devleti
olarak yaşamıştır. Öyle ki, bu topraklarda oturanlar kendilerine
“Romaios” (Romalı) demişler, imparatorlarını da “Romalıların
İmparatoru” olarak adlandırmışlardır.
Bu arada 6. yüzyıldan itibaren latincenin yerini resmi dil olarak
yunanca almış, bu dil, kültür alanında da tümüyle etkili olmuştur. Din
önem kazanmış, böylece yeni bir devlet sistemi oluşmuştur. Aslı Romalı
olan Bizans bir Ortaçağ Hıristiyan toplumudur. Balkanlar, Trakya,
Anadolu, kısa bir süre Mısır ve Suriye topraklarında egemen olmuş,
buralardaki eski uygarlıkların gelenek ve beğenilerini bünyesinde
toplayarak kendine özgü yüksek bir uygarlık oluşturmuştur. Bu
uygarlığın ana kaynağı Anadolu olmuş, ama Doğu’dan da geniş ölçüde
ilham ve etki almıştır. Bizans sanatının bizim açımızdan önemi ise,
sahip olduğumuz topraklarda yaşamış ve gelişmiş olmasıdır. Uygarlık
tarihi açısından da Ortaçağdaki en parlak ve güçlü uygarlık olması
önem taşır. ılkçağ uygarlığının bilgi ve kaynaklarını doğuda İslam ve
Bizans yaşatmış, geliştirmiş ve Rönesans Avrupası’na aktarmıştır. Bu
nedenle de Bizans sanatı bir bilim dalı olarak incelenmeye
başlandığında, yalnızca batıda bulunan Bizans el yazmalarının
minyatürleri, bazı küçük yapıtlar ile ıtalya’nın Ravenna kentindeki
binalar ve bunların duvarlarını süsleyen mozaikler dikkat çekmiştir.
19. yüzyıl sonlarından başlayarak Bizans sanatı araştırmaları çok
hızlanmış, yapıtların, anıtların incelenmesi sonucunda yeni görüşler
ortaya çıkmıştır. Bizans sanatı başlangıçta Roma sanatının devamcısı
olmuş, ama daha sonra gerek çeşitli kültürlerin izlerine sahip ülke ve
toplulukları içine alması, gerek resmi din haline gelen Hıristiyanlığın
güçlü etkisi ile tümüyle yeni, orijinal bir üslup oluşturmuştur.
Bizans sanatında sürekli iki güçlü akım egemen olmuştur. Birincisi,
özellikle saray ve ileri gelen çevrelerce tutulan, kökü eski sanat
geleneklerine bağlı ince, hassas hatta bazı durumlarda Hıristiyanlığa
yabancı unsurların bile göze batmadığı görkemli, zengin ve göz
kamaştırıcı bir sanat akımı olan Başkent üslubudur. ıkincisi ise, form
güzelliğine önem vermeyen, dini konuları esas alan ve sanatı dinin bir
anlatımı olarak kabul eden ilkel ve kuru bir sanat akımı olan Eyalet
üslubudur. Ancak bu akımları, adlarında geçtiği gibi, kesin bir biçimde
bölgelere ayırmak olanaksızdır. Sonuçta Bizans sanatı için, ılkçağ ve
Roma sanatından aldığı bilgileri, doğu beğenisi ve deneyimlerini
Hıristiyanlıkla kaynaştırarak uygulayan ve yerli geleneklerden de
faydalanarak doğu Akdeniz çevresinin bütün Ortaçağ’ı kaplayan
Hıristiyan sanatıdır, denebilir.
Bizans mimarisinin en iyi görüldüğü yer başkent İstanbul’dur. Bizans
mimarisi başlangıçta ılkçağ’ın mimari tiplerinden faydalanmış ve
bunları yeni amaçlarına uydurmasını bilmiştir. Esası bir çarış, bir
toplantı yeri olan bazilikayı Hıristiyanlaştırarak kilise haline
getirmişlerdir. Ufak tefek ticari anlaşmazlıkları çözümleyen hakimin
yerini ise Hıristiyanlıkta ısa almıştır. Bazilika planlı kilise uzun bir
yapıdır. ıçi iki sütun dizisi ile üç nefe ayrılmış, bunlardan ortadaki
yandakilere oranla daha geniş tutulmuştur. Doğu ucunda ise yarım
yuvarlak bir biçimde dışarı taşan apsis bulunur. Batı yönünde de
narteks adı verilen bir hol vardır. Bunun iki yanındaki merdivenlerden
yan neflerin üstünde yer alan ve kadınlara ait olan galerilere çıkılır. Bir
bazilikanın üstü, çift meyilli ve kiremit kaplı ahşap bir çatı ile örtülü
olurdu. Bu basit ve yalın kilise tipi, Hıristiyanlığın özellikle ilk yıllarında
ve Bizans sanatının ilk döneminde hayret verici derecede tutulmuş ve
çok sayıda örnekleri inşa edilmiştir.
Bu tipin karakteristik örneklerinden biri de başkent İstanbul’dadır.
461’de kurulan Studios Manastırı’nın Aziz Ioannes Prodromos’a ithaf
edilen kilisesi olan bu bina, ımrahor ılyas Bey Camii adını alarak
zamanımıza kadar gelmiştir. Yıkık bir halde olan bu binada bazilika tipi
en yalın biçimde uygulanmıştır. Yapının iç mekanı bütün normal
bazilikalarda olduğu gibi iki sütun dizisi ile üç nefe ayrılmıştır. 18.
yüzyıldaki yangından sonra sağ taraftaki sütunlar kaldırılmış, ahşap
çatıdan da hiçbir iz kalmamıştır. Henüz ayakta duran soldaki sütun
dizisinin, yangın nedeniyle süslemelerini tümüyle yitirmiş başlıkları
üzerinde zengin bir biçimde işlenmiş mermer bloklardan oluşan bir
arıitrav bulunmaktadır. Dışarı taşkın apsis dıştan üç cepheli, içerden ise
yarım yuvarlaktır.
Bir gereksinmenin en yalın biçimde giderilişini yansıtan bazilikanın
yanında bir hayli gözde olan ikinci tip ise merkezi planlı yapılardır.
Yuvarlak bir ana mekan oluşturacak biçimde inşa edilen bu binalarda
mekanın üstü, yapının bütününü kaplayan bir kubbe ile örtülmüştür. Bu
tipin en yalın örneğinde kubbe, sekiz köşeli bir plana göre inşa edilen
dış duvarlara oturur. Buna karışn, aynı tipin daha gelişmiş biçiminde
kubbe dış duvarlara değil, yapının içinde yer alan ve ortada bir çember
halinde sıralanan sütun ile payelere biner.
Kaynağını ilkçağ sanatının türbe ve hamamlarından alan ve Hıristiyan
mimarisi tarafından özellikle anı yapılarında kullanılmak üzere
benimsenen bu tipin güzel bir örneği, İstanbul’da bugün Küçük
Ayasofya Camii adını taşıyan eski Sergios ve Bakkhos Kilisesi’dir.
İmparator I. Justinianos tarafından 526-530 yıllarındayaptırılan bu
yapının dış duvarları, pek düzgün olmayan bir kare oluştururlar. Batıya
bakan cephe önündeki sütunlu son cemaat yeri, bir Türk dönemi
eklentisidir. ıçerde sekiz güçlü paye ile oluşturulan sekizgen bölümü
basık, dilimli bir kubbe örtmektedir. Bu orta mekan doğu yönünde ileri
doğru uzanan ve dışarı taşan bir apsise sahiptir. Payeler ve bunların
arasındaki sütunlar ile dış duvarlar arasında kalan dehliz, orta kısmı bir
atnalı gibi sarmakta, üst kısımda ise bir galeri bulunmaktadır.
Bizans mimarisi bu iki ayrı tipi, bazilika ve merkezi planı birleştirerek
yeni bir mekan yaratmaktan da geri kalmamış, bunun sonucunda 5.
yüzyılın sonlarına doğru kubbeli bazilika denen tip doğmuştur.
ılk örnekleri Anadolu’da yapılan kubbeli bazilikaların en görkemlisi ise,
İstanbul’daki Ayasofya’dır. Anadolulu iki mimar, Trallesli (Aydın)
Anthemios ve Miletoslu (Balat) Isidoros’un Justinianos’un emri ile 532-
537 yıllarında, yanmış olan eski bir kilisenin yerine yaptıkları Ayasofya,
kubbeli bazilika tipini açık bir biçimde verir. Bu yapıda merkezi planlı
yapılarda görülen mimari sistemin özünü orta nefin üst mimarisinde ve
ana mekanda bulmak olasıdır. Ama bunun yanında klasik bazilika
mekanının karakteristiği olan yan neflerin yardımcı, hatta orta mekanın
görkemi ve genişliği uğruna “harcanmış” bölümler olduğu da gözden
kaçmaz. Ayasofya’da önceleri atrium ile bağıntılı olan dış narteksi,
çapraz tonozlarla örtülü geniş bir ana narteks izlemektedir. ıç kısım ise
adeta çatılı bir bazilika gibi, paye ve sütun dizileri ile üç nefe ayrılmıştır.
Orta nefin üstüne rastlayan bölümde, esas ağırlığı dört payeye binen
31 m. çapında büyük bir kubbe bulunmaktadır. Ana eksen üstünde iki
yarım kubbe daha yer almaktadır. 77 m. uzunluğundaki orta nefin doğu
ucu, dışarı taşkın ve üstü yarım kubbeli bir apsis ile sonlanmaktadır.
Bizans sanatının ilk dönemi siyasal ve askeri gerilemelerle birlikte,
726’da ortaya çıkan ve kiliselerin dini resimlerle süslenmesini yasak
eden bir akım ile sarsıntı geçirmiş, bu durum kısa bir ara ile 842’ye
kadar sürmüştür. Bu akıma ıkonoklasma adı verilir.
ıkonoklasma’nın 842’de ortadan kalkması ile başlayan Orta Dönem
Bizans sanatı, 1204’de IV. Haçlı seferinin Bizans’a yönelmesi ve
İstanbul’u ele geçiren Latinlerin bir Latin İmparatorluğu kurmalarına
kadar sürmüştür. Makedonyalılar ve Komnenoslar sülaleleri zamanına
rastlayan bu dönemde Bizans sanatı, kilisenin ıkonoklasma’ya karış
kazandığı zaferle yeni bir yön tutmuştur. Ancak ilk dönemdeki
özgürlüğünü yitirerek kilisenin artan egemenliği altında sert kurallara
bağlanmak zorunda kalmıştır. Orta dönemde küçük boyutlar kullanılmış
ama dış çizgilerin zarif, ölçülerin uyumlu olmasına önem verilmiştir.
Yunan Haçı planı, bu dönemde mimari tiplerin başında gelmekte, hatta
uzun süre tek mimari tipi oluşturmaktadır. Bu tipin bu denli önem
kazanmasının altında, kilisenin ıkonoklasma’ya karış kazandığı zaferden
duyulan coıku ve bunun itici gücü ile Hıristiyan sembolizminin bir anda
sanat dünyasını kaplaması yapmaktadır. Bu tipte yapının orta kısmı bir
Yunan haçı biçimindedir. Tam ortada ise bir kubbe bulunmaktadır.
Başlangıçta hayli kaba ve ağır bir görünüşe sahip olan Yunan Haçı
planı, sonraları geliştirilerek iç çizgilerin incelmesi ile daha hafif bir
görünüş almıştır. Bu ikinci aşamada kubbe, Kalenderhane Camii’nde
olduğu gibi ağır ve masif köşe duvarlarına değil de paye ya da
sütunlara bindirilmiştir. Yunan Haçı planının dört sütunlu tipi dediğimiz
bu biçimdeki yapılardan İstanbul’da çok sayıda örnek günümüze
gelmiştir.
Laleli’deki Bodrum Camii bu yapılardan biridir. Yüksek bir kripta üzerine
kurulmuş olan yapıda, dört sütunlu Yunan Haçı planını açık bir biçimde
görmek olasıdır. Narteksi izleyen naos, dört ince payenin yardımı ile
oluşturulmuş bir Yunan Haçı biçimindedir. Yapının dış cephelerinde
yarım yuvarlak payeler, bunların arasına yerleştirilen kör kemerler
büyük bir hareket ve plastik ifade sunarlar.
10. yüzyılda inşa edilen Lips Manastırı’nın kilisesi olan Fenari ısa
Camii’nin kuzey kanadı da aynı tipin karakteristik bir örneğidir. Yalnız
13. yüzyılda güney yönüne ikinci bir kilise eklenmiş olan yapıda, 17.
yüzyıldaki bir tamir sırasında dört sütun kaldırılarak yerlerine iki büyük
kemer inşa edilmiştir.
Eski adı bilinmeyen ve 10. ya da 11. yüzyılda yapılmış olduğu tahmin
edilen Molla Gürani Camii (Vefa Kilise Camii) ise, 14. yüzyılda eklenmiş
olan büyük ve anıtsal dış narteksi bir yana bırakılacak olursa, dört
sütunlu Yunan Haçı planlı bir orta dönem yapısıdır. Kommenos sülalesi
zamanında 1081-1118 yıllarında yapılan ve Pantepoptes Manastırı’nın
kilitesi olan Eski ımaret Camii, aynı tipin en güzel örneğidir.
Komnenos sülalesi tarafından kurulan ve aslı 1136’da yapılan
Pantokrator Manastırı’nın kilisesi olan Zeyrek Kilise Camii, bu dönemde
büyük kiliselerin ancak ufak çaptaki bitişik kiliselerden oluşturulduğunu
gösteren karakteristik bir örnektir. Yunan Haçı planlı kiliselerin en büyük
örneklerinden olan Zeyrek Camii güney kanadı, ancak 16 m.
uzunluğundadır. Kubbesinin çapı ise 7.m.’dir. bu yapı, dört payeli iki
kilise ve aralarındaki tek nefli bir türbe şapelinden oluşmaktadır.
Yapılması oldukça kolay olan bu yapı tipi, İstanbul’da Çarşamba’daki
Ahmet Paşa Mescidi gibi küçük yapılarda da kullanılmıştır. Öte yandan
bu dönemde, az sayıda uygulanmış olan bir başka plan tipi de vardır.
“Kiborium plan” dediğimiz bu tipin İstanbul’daki örneği, Kariye Camii
olarak tanınan Khora Manastırı kilisesinin naos kısmıdır.
Son Bizans döneminde İstanbul’da yeni bir mimari tipin doğduğunu ve
bunun 1284-1294 yıllarında yapıldıkları bilinen üç kilisede
uygulandığını görmekteyiz. Bu yapılar, fetihden sonraki adları ile Koca
Mustafa Paşa Camii, Fenari ısa Camii ve Fethiye Camii ana binasıdır. Bu
planın orta dönemin gözde tipi Yunan Haçı ile hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü
naos kısmında dört kemer üzerine yükselen bir kubbe kulunmakta ve
orta mekan bu kare alanın altında kalmaktadır. Bu orta kısmı, üç
yandan atnalı gibi saran basık tonozlu dehlizler çevreler. Bu yüzden bu
plana kısaca Dehlizli Tip denir.
ılk Bizans döneminde (330-726) yapılmış olan duvar mozaiklerinden
İstanbul’da hiçbir örnek kalmamıştır. Bunun başlıca nedeni de
mozaiklerin 726-842 yıllarındaki ıkonoklast (Resim kıran) akım
sırasında tahrip edilmiş olmasıdır. Yine de ılk Bizans dönemine ait
İstanbul dışındaki bazı mozaik ve minyatürlerin yardımı ile bu dönemin
resim sanatının karakterini saptayabiliriz. ılkçağın Helenistik resim
sanatı üslubu kendini, ilk dönem sanatı içinde kuvvetle belli eder. Ama
bu arada, Doğu’dan gelen daha farklı etkilerin de sanata yansıdığı
görülür.
İstanbul’da bu döneme ait figürlü duvar mozaiği yoksa da çok dikkat
çekici bir döşeme mozaiği yakın zamana kadar duruyordu. Bu mozaik,
Sultan Ahmed Camii’nin Marmara yönünde Arasta denen eski çarışnın
yerindeki Bizans sarayının yıkıntıları arasında bulunmuştur. 5. yüzyıl
başlarına ait olduğu sanılan bu mozaik döşeme saf bir Bizans yapıtı
sayılmaz. Çünkü her bakımdan, ılk Bizans döneminin başındaki geçiş
aşamasının özelliklerine sahiptir. Mozaiklerde zemin beyaz küplerden
oluşturulmuştur. Çevrelerini ise geniş ve çok zengin dal kıvrımlarını
içeren bir bordür dolaşır. Beyaz zemin üstündeki figürler birbirlerine
bağlı olmadıklarından, bu mozaiklerde belli bir kompozisyona
rastlanmaz. Zemin üstüne adeta serpiştirilmiş gibi bir takım insan,
hayvan, ağaç, kaya hatta mimari tasvirleri yerleştirilmiştir. Bu yapıtta
süslemeci bir amaç ön plandadır. Bu dağınık figürlerin arasında bir
sepetle tavşan avlayan çocuk, bir eşeğin önünde yem torbasını tutan
bir başka çocuk, otlayan beygirler, mandolin çalan bir adam, bir ırmak
perisi, aslanla mücadele eden bir fil, elinde mızrağı ve kalkanıyla bir
savaşçı, ağacın üzerinde bal arayan bir ayı, bir ceylanı parçalayan iki
pars gibi tasvirlere rastlanır. Hıristiyanlıkla bir ilgisi olmayan bu
mozaikler, gerek konuları gerek renkleri ve gerek çizgileriyle ilkçağın
Helenistik resim beğenisinin izlerini taşımaktadır.
ıkonoklast akım resim sanatına büyük bir darbe indirmişti. Kiliselerdeki
dini resimler tahrip edilmiş, ancak bir haç resminin yapılmasına izin
verilmiştir. Aya ırini Kilisesi’nin apsis yarım kubbesindeki mozaik haç,
bu dönemden (8. yüzyıl) kalmadır. Aslında ıkonoklastlar sanat düşmanı
değillerdi. Yaptıkları binaların duvarlarını da desenlerle süslemekten
geri kalmıyorlardı. Ama 842’de kilise ıkonoklastlara karış galip gelince
sanat büyük bir kontrol altına alındı. Her şeyde Hıristiyanlığın özünü ve
anlamını belirtecek sembollerin yer alması isteniyordu. Nitekim
mimaride de Yunan Haçı planı denilen tip, bu amacı en iyi yanıtlayan
biçim olduğundan büyük taraftar bulmuş ve adeta dönemin değişmez
mimari tipi olmuştur.
Bu dönemde kilise başlıca üç bölüme ayrılıyordu. Bunların en önemlisi
kubbe, gökyüzünü temsil ediyordu. Bu kubbenin altındaki mekan (naos)
ise yeryüzüdür. Kubbeyi taşıyan kemerler ve pandantifler yalnız mimari
unsurlar değil, aynı zamanda yeryüzü ile gökyüzü arasındaki bağıntıyı
sağlayan sembolik bölgelerdir. Kilisenin bema kısmı ise Hıristiyanlığın
özünün sembolüdür. Zaten ibadet sırasında da bu esrarı ifade eden
merasim burada yapılmaktadır. Apsis yeryüzü kilisesinin sembolüdür.
Yapının girişindeki narteks ise, daha dünyasal karaktere sahip bir
hazırlık mekanıdır. Mimarideki bu sembolik öz, saydığımız yerlerin her
birinin aynı ilkelere uygun resimlerle süslenmesi yoluyla dahada
belirgin bir hale getiriliyordu. Orta Bizans döneminde büyük bir
ciddilikle uygulanan bu resim programının tam bir örneğine
İstanbul’daki yapılarda rastlanmaz. Buna karışlık, Ayasofya’da 842’den
sonra yapılmış olan bir takım tek mozaikler bulunmaktadır. Bunlar,
dönemin resim programına bağlı olmamakla birlikte, üslup açısından
zamanın kalite ve beğenisini çok iyi yansıtırlar.
Son Bizans döneminde sanatta bir “Rönesans” niteliğinin belirdiği
görülür. Bu dönemde sanat kilisenin sert kurallarından sıyrılmış ve dini
konuları daha özgür bir biçimde dile getirmiştir. Bu arada, ilkçağın
Helenistik üslubunun temel ilkeleri de yeniden canlanmak olanağı
bulmuştur. Son Bizans döneminin en görkemli resim kolleksiyonu,
bugün Kariye Camii olarak bilinen Khora Manastırı kilisesindedir. Çok
eski tarihlerden beri var olan bu yapı, Komnenoslar zamanında ciddi bir
biçimde tamir görmüş, bugünkü naos kısmı da o dönemde yapılmıştır.
Latin istilası sırasında harap olan bina, İstanbul’un yeniden
imparatorluğun başkenti olmasından kısa bir süre sonra, 1305 yılına
doğru devlet ileri gelenlerinden Theodoros Metokhites tarafından tamir
ettirilmiştir. Bu sırada kilisenin kuzey ve güneyine birer kanat eklenmiş,
batı yönünde de bir narteks daha yapılmıştır. Güney yönündeki kanadın
içi ise fresklerle süslenmiştir. Narteksden ana mekana açılan kapının
üzerindeki mozaik panoda bu resimleri yaptıran Metokhites, ısa’ya
kilisenin bir modelini sunar vaziyettedir. Kariye Camii mozaiklerinde ısa
ve Meryem’in hayatı ile ısa’nın mucizeleri tasvir olunmuştur. Kariye
mozaikleri ifade açısından canlı ve hareketli tablolardır. Bu
kompozisyonlarda Orta Bizans döneminin sert ve korkunç ifadesini
bulamayız. Orta Bizans dönemi mozaiklerinde olmayan ve Avrupa’da
da ancak Rönesans ile ortaya çıkan önemli bir özellik, bu
kompozisyonlarda açıkça görülür. Bu da derinliği belirten bir takım
unsurların kompozisyon içinde yer almış olmasıdır. Sahnelerin hepsinde
zemin dekoru olarak mimari ve Helenistik peyzaj motifleri kullanılmıştır.
Kademeli kayalardan oluşan bu peyzajlarda yer yer, üst kısımları
budanmış ve yanlarından yeni bir dal fışkırmış olan ağaç gövdeleri
görülür.
İstanbul’da Bizans’ın sivil mimarisiyle ilgili örnekler çok azdır. Büyük
Saray diye bilinen kompleks, İstanbul’un ilk büyük imparatorluk sarayı
olup Topkapı Sarayı gibi çok geniş bir alan içinde çeşitli yapılardan
oluşmuştur. Saray, sultanahmet’ten Küçük Ayasofya’ya kadar olan
sahayı kaplıyor ve denize doğru uzanıyordu. 4. yüzyıldan 10. yüzyıla
kadar sürekli inşa ve tadil edilmiş olan irili ufaklı yapılarıyla, adeta
küçük bir kent görünümündeydi. Tümüyle harap olmuş bu kompleksten
günümüze yalnızca bazı cephe kalıntıları gelmiştir.
Bizans imparatorlarının ikinci saray kompleksi ise Edirnekapı
yakınlarındaki Blakhernai Sarayı’dır. Bu yapı grubundan da günümüze
yalnızca bir pavyon kalmıştır. Tekfur sarayı adı ile tanınan bu yapı,
Bizans sarayları hakkında fikir veren bir örnektir. Eski adı ile yapım
tarihi kesin olarak bilinemiyor. Ama 12. yüzyılın ikinci yarısı olarak
düşünülebilir. Bizans Latinlerden geri alındıktan sonra saray onarım
görmüş ve bazı bölümler eklenmiştir. Önünde bir avlu olan yapı bir
bodrum katı ve iki tam kattan oluşmaktadır. Bodrum katın kemerleri ise
avluya açılmaktadır.Son derece zengin bir cephe mimarisi ve
süslemenin bulunduğu yapıda özel olarak imal edilen süs tuğlaları yer
alır. Fetihten sonra ise çini fabrikası ve cam atölyesi olarak da
kullanılmıştır.
İstanbul’da Roma döneminden bu yana su tesisleri yapılmıştır. Bu
alanda Bizanslıların da çalışmaları bulunmaktadır. Bizans döneminin
başında yapılan tesislerin Bizanslılarca ne zamana kadar kullanılmış
olduğu belli değildir. İstanbul’a gelen su, özel tesislerle kente girer, baş
havuzlara gider ve yeraltı kanallarıyla çevreye yayılırdı. Su, İmparator
Valens (364-368) zamanında yaptırıldığı ileri sürülen Bozdoğan Kemeri
yardımıyla İstanbul Üniversitesi merkez binasının bulunduğu yerdeki
ana havuza ulaşırdı. Her iki ucundan da parçaların eksildiği Bozdoğan
Kemeri, günümüze bir hayli harap olarak gelebilmiştir.
İstanbul’da çok sayıda bulunan sarnıçlarsa kente gelen suyu
barındırma görevi görürlerdi. Sarnıçlar, kare ya da dikdörtgen planlı,
üstleri kemerler ve tonozlarla örtülü tesislerdir. Bu örtü sistemi içeride
taş sütunlara oturur. İstanbul’daki kapalı sarnıçların içinde en büyüğü
ve en tanınanı hiç kuşku yok ki, Sultanahmet meydanındaki Yerebatan
Sarnıcı’dır. İmparator Justinianos döneminde genişletilmiş olan sarnıç
140 x 70 m. ölçülerindedir. ıçinde, her dizide 28 sütun olmak üzere 12
sütun dizisi bulunmaktadır. Sütunlar ve başlıkları devıirmedir. Bir başka
örnek ise Konstantin dönemine ait olduğu düşünülen Binbirdirek
Sarnıcı’dır. 64 x 56 m. boyutundaki sarnıçta 224 sütun bulunur.
Ortalarında bilezik bulunan ve üst üste oturtulmuş izlenimi veren
sütunlar alışılmamış bir formdadır.
İstanbul’da kapalı sarnıçların yanı sıra açık su hazneleri de
bulunmaktadır. Bunlar kent dışından gelen suları toplama havuzlarıdır.
Buralarda biriken su kente basınçlı olarak dağıtılıyordu. Tümüyle Roma
inşa tekniğine göre yapılmış olan bu açık hazneler, son derece sağlam
ve büyük havuzlardır. Başlıca örnekleri arasında Sultan Selim Camii
yanındaki havuz, Karagümrük Çukur Bostan (Vefa/Fatih Stadı),
Cerrahpaşa-Koca Mustafa Paşa arasındaki Altı Mermer ve Bakırköy-
Veliefendi Fildamı yer almaktadır.
Bizans döneminde İstanbul’un çeşitli yerlerinde dikilmiş anıtlar da
bulunuyordu. Bunların en önemlilerinin bulunduğu Hipodrom, kentin
eğlence ve siyaset merkezi ile politik mücadelelerin yapıldığı yerdir.
Hipodrom, Sultan Ahmet Camii ile Adliye Sarayı arasındaki düzlükte
uzanan “U” biçiminde bir saha idi. Anıtlar, ortada yer alan ve “Spina”
adı verilen bir eksenin üzerinde sıralanırdı. Burada yer alan Dikilitaş
(Obelisk) meydanın simgesi olmuştur. Bu anıt aslında bir Mısır yapıtı
olup ı.Ö. 1600 yılında Firavun IŞI. Tutmosis adına Karnak’ta dikilmiştir.
Pembe granitten yekpare olan bu dikilitaş, 390’da İstanbul’a getirilmiş
ve Hipodrom’a dikilmiştir. Mermer bir kaidenin üzerindeki dört bronz
ayağa oturur. Kaidenin dört yüzü de kabartmalarla kaplıdır. Bu
kabartmalarda I. Theodosius, oğulları, karısı ve yardımcıları ile
Hipodrom sahneleri, anıtın dikilişini gösteren tasvirler yer alır. Anıtın
kaidesinde biri latince, biri grekçe olmak üzere iki kitabe vardır. Latince
kitabede anıt kendi ağzından konuşur ve dikiliş nedeni ile kaç günde
dikildiğini anlatır: “Önceleri direnmiştim, fakat yüce efendimizin
buyruğuna itaat ederek ezilen tiranlar üzerinde zafer çelengini
taşımam için gerekli her şey, Theodosius ve onun kesintisiz devam
eden sülalesine boyun eğdi. Bana da galebe çalındı ve Proklos’un
idaresinde 30 günde dikilmeye mecbur edildim”. Grekçe kitabede
anlatım daha yalındır. Burada konuşan taş değildir: “Devamlı yerde
yatan dört taşı dikmek cesaretini ancak İmparator Theodosius
gösterebildi. Yardıma Proklos’u çağırdı ve böylece 32 günde taş
dikilebildi”. Bu tür obelisklerin dikilme amaçları tümüyle psikolojiktir.
Amaç, İmparatorun halk üstündeki görkem ve gücünün artmasını
sağlamaktır.
Hipodrom’daki anıtlardan biri de 4. yüzyılda İstanbul’a getirilmiş olan
Yılanlı Sütun’dur. Birleşmiş Yunan sitelerinin ıranlılara galip gelmesi
üzerine elde edilen ganimetlerin eritilmesiyle oluşturulan bu sütunun
üzerinde altın bir kazan vardı. Bu kazanı tutan burmaların her biri yılan
biçiminde sonlanıyordu. Yılan kafalarından birinin yarısı, geçen yüzyıl
içinde kazıda bulunmuş ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne konmuştur.
İmparator VIŞ. Konstantin Porphyrogennetos zamanında dikilmiş olan
Örme Obelisk de Hipodrom’dadır. Bu anıtın üstünün zamanında madeni
plakalarla kaplı olduğu bilinmektedir.
Sultanahmet’teki Hipodrom dışında, kentin öteki semtlerinde de çeşitli
anıtlar bulunmaktadır. Bunlar genelde, yaptıranların ve bulundukları
yerlerin adları ile tanınırlar. Bu tür anıtlardan biri olan Gotlar Sütunu
Gülhane parkındadır. Kesin tarihi belli değildir ama 4. yüzyılı ait olması
düşünülebilir. Bir kaide üzerinde monolit gövde halinde yükselen anıtın
tepesinde Korint üslubunda bir başlık vardır.
Çemberlitaş’ta meydanın ortasında hâlâ ayakta duran bir anıt
bulunmaktadır. Bu anıt, daha Bizans döneminde çatlamış ve demir
çemberlerle takviye edilmiştir. Bu nedenle de Çemberlitaş olarak
tanınan anıt, mermer kaide üzerine üst üste oturtulan yuvarlak porfir
taşlardan oluşur. Her bir parçanın üst kısmında ek yerlerini gizleyen
kabarık taşkın kısımlar bulunur. Anıtın üzerinde kendini tanrı “Apollon
Helios” olarak tasvir ettirmiş İmparator Konstantin’in heykeli
bulunuyordu.
Bu tür yapıtlardan biri de bugünkü Beyazıt Meydanı eski adıyla
Theodosius Forumu’ndaki Theodosius Zafer Takı ile sütundur. Zafer
takının parçalarının bir kısmı yerinde durmakta, 557 yılındayer
sarsıntısında yıkılan ve 16. yüzyıl başlarında da tümüyle kaybolan
sütunun parçaları ise IŞ. Bayezid Hamamı’nın temellerinde temel taşı
olarak bulunmaktadır. Helezoni yükselen bu sütuna ait kabartmalar,
bugün bile hamamın temellerinde yoldan geçerken görülmektedir.
Arkadius Anıtı ise, bugünkü Cerrahpaşa semtinde Arkadius adına
yapılmış olan forumun ortasında bir kaide üzerine helezoni olarak
yükselen bir sütundu. Bu helezoni kısım da sürekli bir kabartma ile
süslüydü. bu kabartmada Barbarlara karış kazanılmış olan bir zafer
anlatılıyordu. Daha Bizans döneminde harap olmuş olan bu anıtın
bugün yalnızca kaide kısmı ayaktadır.
Fatih semtindeki Kız Taşı ise 452 yılında Markianos için dikilmiştir. Ufak
ölçüde, yalın görünümlü bu anıtın kaidesinde çelenk taşıyan iki zafer
tanrıçası vardır. Kaidesindeki bu figürler nedeniyle Türk döneminde “Kız
Taşı” olarak anılmıştır.
Biraz da Bizans’ın askeri mimarisinden söz edelim. İstanbul’un özünü
oluşturan Byzantion’un antik çağdaki durumu hakkında pek bilgi
yoktur. İmparator Konstantin 11 Mayıs 330’da İstanbul’u yeniden kurup
tören ile açmıştır. Kentin bu yıllardaki durumu da pek bilinmez. Ancak,
Konstantin’in kente kara tarafından sınır çizdiği bilinmektedir. İstanbul
surları zamanla büyüyen kente uygun olarak batıya doğru
genişletilmiştir. Batı yönüne doğru büyük bir genişletme ise 408-450
yıllarında İmparator olan Theodosius zamanında olmuştur. Theodosius
Surları ya da kara tarafı surları adı verilen bu surların 96 kulesi
bulunmaktadır. Marmara’da Mermer Kule ile başlayıp Haliç yönüne
doğru uzanan surlar, Edirnekapı’nın biraz ilerisinde kesilir. Daha
ilerideki surlar geç dönemlere aittir. Surların yer yer dışarıyla bağlantı
kuran kapıları vardır. Bu kapılara Türk döneminde çeşitli adlar
verilmiştir. Sur kapılarından bir kısmının eski adları bilinmemekle
birlikte, yalnızca üçünün adı üstlerindeki kitabelere dayanılarak tam ve
kesin olarak saptanabilmiştir. Bunlar, Porta Aurea (Altın kapı), Pege
(Silivri kapı) ve Rhegium’dur (Mevlevihane Kapısı).
Surlar üç bölümden oluşuyordu: Anasur, Hendek, Önsur. Önsurun
burçları, ana surun burçları arasına gelecek biçimde yapılmıştı. O
dönemde hendeğin içinde su bulunup bulunmadığı ise tartışma
konusudur. Bu biçimde bir hendeğin içinde su yokken aşılmasının daha
güç olduğu düşünülürse, su bulunmadığı düşüncesi akla yakın
gelmektedir. Hitit ve Sasanilerde kullanılan bu sur sistemi Doğu’dan
alınmıştır. Surların Ayvansaray tarafındaki ucu, Thedosius zamanından
sonra kentin genişlemesine uyarak yenilenmiştir. Özellikle Komnenoslar
döneminde burada İmparatorluk Sarayı bulunduğu için, bu bölge
(Blakhernae) özel olarak genişletilmiştir. Kara surlarının sürekli olarak
tamir edildiği, Bizans kaynaklarından ve kulelerdeki kitabelerden
öğrenilmektedir. Marmara ve Haliç surları kara surları kadar önemli
değildi. Özellikle Haliç’tekiler iyice zayıftır. Marmara surları da kara
surları gibi güçlü değildir. Çünkü deniz bu bölgede çok akıntılı
olduğundan gemilerin buraya yanaşması bir hayli güç oluyor, bu da bir
saldırıyı zorlaştırıyordu. Haliç surlarının zayıf olmasının nedeni de
Haliç’in sürekli olarak kapalı tutulmasıdır.
Altınkapı kara surlarının en önemli kapısı olarak bilinir. Bu kapının özel
bir durumu vardır. Via Egnetia adı verilen İstanbul-Roma anayolu
buradan başlıyordu. Kendine özgü bir cephe mimarisine sahip olan
kapıda normal kapılardaki tek açıklık yerine, ortadaki daha geniş olmak
üzere üç açıklık vardır. Ana giriş imparatora aitti, halk ise yan kapıları
kullanıyordu. mermer bloklarla kaplı cephede büyük kemerin iç ve dış
tarafında kitabe bulunuyordu. Kapı 5. yüzyılı, IŞ. Theodosius dönemine
aittir.
Burada yalnızca başkent İstanbul’daki yapıtları ele aldık. Oysa Bizans,
Avrupa, Asya, Afrika olmak üzere üç kıtaya yayılmış çok geniş bir
imparatorluktu. Buralardaki sanat yapıtları da çok sayıdadır ve
incelendiğinde Ortaçağ’a damgasını vurmuş olan bu uygarlığın daha
yakından tanınmasına yardımcı olurlar.

You might also like