You are on page 1of 6

YEDİNCİ HAFTA

TÜRK TOPLUM YAŞAMINA DÜZGÜNLÜK VE SAĞLIKLI


İŞLERLİK GETİREN DİĞER YENİLİKLER

7.1. Genel
Hukuk, eğitim ve ekonomi gibi alanlarda yapılan inkılaplar, Türk Toplumunu
modernleştirmede büyük etken olmuşlardır. Bu arada niteliği bakımından bunlarla
karşılaştırıldığında daha önemsiz gibi gözüken başka işler de yapılmıştır. Ölçülerin
değiştirilmesi, soyadı kanunu gibi yenilikler, harf ve hukuk devrimleri ile karşılaştırıldığında
ikinci plandaymış gibi değerlendirilirse hata yapılmış olur. Çünkü Türk İnkılabı bir
bütündür.
Türk İnkılabının hedefi, Türk Ulusunu çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak, hatta bu düzeyi
aşmaktır. Devrim bütün evreleri ve uygulamaları ile bu hedefe ulaşmaya yöneliktir.
Devrimin bazı bölümleri kapsamı ve anlamı bakımından çok geniş olabilir; bazı bölümleri
ise belki bu bakımdan daha dar sayılabilir. Ama bunların hepsi inkılap zincirinin irili ufaklı
halkalarıdır.
Bu konuda göreceğimiz devrim hareketleri, daha çok, temel kurumları ile yenileşmeye
açılan Türk toplumuna bir düzgünlük vermek, onu biçimsel bakımdan da modern bir ulus
görünümüne sokmak için gerçekleştirilmiştir. Zira dış görünüş, içe de yansıyabilir. Yani
biçimsel değişiklikler yapılmakla, devrimin bir bütün olarak benimsenmesi ve temel
devrimlerin tamamlanması amaçlanmaktadır.
Soyadı olmadan kişilerin medeni hukuk alanındaki hakları ve borçları çözümlenemez. Harf
İnkılabının yapıldığı yerde Arap rakamlarının ve ölçü birimlerinin bulunması kabul
edilemez. Dolayısıyla bu devrimler, bir bütün olarak toplumsal ilişkilere düzen getirmiştir.

7.2. Kişiliğin Hukuk Düzeni İçinde Belirginleşmesindeki Öğe (Soyadı Kanunu)


Hukuk açısından "ad" bir kişiyi diğerinden ayıran, o insanı toplum içinde belirleyen bir
sözcüktür. İnsanların genellikle iki çeşit adları vardır. Birincisi “özadı” veya “önadı” denilen
kendine ait olan addır. İkincisi ise kişinin içinden çıktığı aileyi, soyu belirten “soyadı”dır.

1
Soyadı, kuşaklar arasında bağlantıyı sağlayan bir özelliği adlandırmaktadır. Bu bakımdan da
"aile adı" diyebileceğimiz soyadının önemi açıktır. Kişi ancak soyadını kullanmakla toplum
içindeki yerini belirginleştirir.
İlk kez soyadı kullanımı ileri kent yaşamına geçmiş ve çok kalabalık bir topluma sahip olan
Romalılarda görülmektedir.
Türklerde çok eski zamanlardan beri önadı alışkanlığı yerleşmişti. Doğan çocuklara ad
takılması, eski Türklerde kutsal bir şenlik içinde gerçekleştirilirdi. Bununla birlikte
Türklerde soyadının ilk kez ne zaman kullanılmaya başlandığı kesin olarak bilinmemektedir.
Ancak Anadolu ve Rumeli Türklerinde pek çok ailenin toplumdaki yerini gösteren ünlerini
(şöhretlerini) soyadı gibi kullandıkları bilinmektedir. Bu tür ünler, ataların mesleği, o
çevrede yaptıkları hizmetler, yaşadıkları yerler gibi ölçülere dayanılarak doğmuş ve
kullanılmıştır. Ama her Türkün bir “şöhreti”, yani soyadına benzer bir sıfatı olmadığı gibi,
bu tür adları kullanma zorunluluğu da yoktu. Bundan dolayı başta resmi işlemler olmak
üzere pek çok toplumsal ilişkide sorunlar yaşanıyordu. Kişilerin resmi hakları, borçları
belirlenirken büyük zorluklarla karşılaşılıyordu. Resmi makamlar bu kargaşayı gidermek
için şöhretle birlikte baba adını da kullanmak yoluna gitmişlerdir; “Manisa”da
Karaosmanoğullarından Hasan oğlu Hüseyin” gibi. Şöhreti olmayanlar da yalnız baba adı
ile anılmışlardır; “Recep oğlu Hüseyin” gibi. Askeri okullarda öğrencinin doğum yeri bir
çeşit soyadı yerine geçmiştir; Mustafa Kemal Selanik, Ali Fuat Salacak, Mehmet Ziya
Manastır, Recep Konya gibi... Ama bütün bu uygulamalar soyadının yerini tutamıyordu.
1926 yılında kabul edilen Medeni Kanunda kişi adının korunması için hükümler vardı. Ama
soyadı kullanmak yasal bir biçimde düzenlenmediği için bu amaç gerçekleşemiyordu.
Bu kargaşa 1934 yılına kadar sürdü. O yıl kabul edilen bir yasa ile önemli bir sorun olan
soyadı meselesi Soyadı Kanunuyla çözüldü. Bunlar nüfus sicillerine de kayıtlandı.
Yasa, ırk ve kabile adları, gülünç ve iğrenç sözcükler dışında soyadı seçmede yurttaşı özgür
bırakmıştı. 26 Kasım 1934'te kabul edilen yasa ile o güne kadar özadlarının yanında
kullanılan ve toplum içindeki bazı derece ve ayrıcalık durumlarını belirten unvanlar
kaldırıldı. Ağa, Hacı, Hafız, Molla, Efendi gibi...
“ATATÜRK” soyadı Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya ayrı bir yasa ile verildi. TBMM Ulusun
temsilcisi olduğundan, oybirliği ile kabul edilen bu yasa ile bütün Türklerin O’na bu soyadını

2
verdiği bir gerçektir. Bu soyadı, yalnız O’na bir yasa ile verildiğinden başka hiçbir kimsenin,
hatta en yakın akrabalarının bile bu soyadını kullanması mümkün değildir.
“ATATÜRK” adı, Türk Ulusunun ilerleme, çağdaş uygarlığa ulaşma ve onu geçme istek ve
iradesinin simgesidir. Bu soyadı, Türk Ulusu ile özdeşleşmişti.

7.3. Kılık-Kıyafetin Düzgünleştirilmesi


Toplumdaki bireylerin kılık kıyafetlerinin düzgün olması belki insanların iç yapısının, düzen
anlayışlarının da bir aynası sayılabilir.
Öncelikle reformcu padişah II. Mahmut, Devlet Örgütünü modern esaslara uygun hale
getirmek için çalışmıştır. Yeni kurulan bürokratik yapıda memurların halk içinde saygınlığa
sahip olmaları için, din görevlileri dışındaki kamu görevlilerinin o zamana kadar giydikleri
cübbe, sarık gibi giysileri yasaklamış, onun yerine bugünküne benzer erkek elbiseleri ve fes
giyilmesini uygun bulmuştur. Batıdaki gibi şapkayı getirmeye cesaret edememiştir. Sarık
yerine geçen fes, aslında Ege adalarındaki yerli Rum halkın taktığı bir başlıktı. Fes, toplumda
büyük tepki doğurmuş, II. Mahmut dinsizlikle suçlanmıştır.
Her yenilik, hele biçimsel nitelikte ise, din veya ona benzer toplumsal kurumları kendi
amaçları doğrultusunda kullanmak isteyenlerin anlamsız ama kışkırtıcı tepkisiyle
karşılaşmaktadır. Fakat zaman geçince din işleriyle uğraşanların dahi bu olayı “dine uygun”
biçiminde nitelemeleri önemli bir sosyolojik gerçektir. Ama başlangıçta “gavurluk simgesi”
olarak lanetlenen fes, zamanla nitelik değiştirerek bu kez “islamlığın vazgeçilmez simgesi”
haline gelmiştir. Bu olay, “din” ileri sürülerek yeniliklere karşı gelmenin aslında dinin
özüyle hiç bağdaşmadığının bir göstergesidir. O dönemde de aydın kesim fesi kabullenmiş,
medreseliler ise sarık takmaya devam etmiştir. Kıyafet alanında da ikilik sürmüştür.
Atatürk, her inkılap adımını “laiklik” ışığı altında gerçekleştirmiştir. Laikliği topluma
sindirebilmek için, onun görüntüsünü bozacak ögeleri de toplumdan uzaklaştırmak
gerekiyordu. Sarık ve fes Mustafa Kemal'e göre, geriliğin ve eski düzenin simgesi idiler.
Toplum temelde yenileşirken, bu kalıplar yenileşmenin ruhuna ve dolayısı ile amacına aykırı
düşüyorlardı.
Diğer amaç da; kılık-kıyafet gibi sadece örtünme gereksinimini gideren bir işin dinle uzaktan
ve yakından hiçbir ilişkisi yoktur. Ama pek çok toplum binlerce yıl bu işi dinle
özdeşleştirmiştir. Türk toplumuna kıyafetin dinle ilişkisi olmadığı da anlatılmalıydı.

3
Atatürk’ün seçimi sarık ve fes yerine “şapka” üzerinde olmuştur. Atatürk bu amaçları
gerçekleştirmek için 1925 yılının Ağustos ayı sonunda bir araştırma yolculuğu yaptı. Şapka
giyerek o zamanlar için bir hayli az tanınan Kastamonu ve yörelerinde dolaştı.
2 Eylül 1925'te çıkarılan bir kararname ile devlet memurlarının kılıkları düzenlendi.
Memurlar, bütün uygar kişiler gibi giyinecekler ve başlarının üzerinde şapka taşıyacaklardı.
Aynı gün çıkartılan bir başka kararname ile din kılıklarını, sarık ile cübbeyi, kimlerin
taşıyacakları belirtildi. İkinci adım “Şapka Kanunu” adıyla ünlenen “Şapka Giyilmesi
Hakkında Kanun’un kabulü ile atıldı (25 Kasım 1925). Erkekler başlarına bir giysi takmak
istedikleri zaman şapka giyeceklerdi. 1934 Yılında kılık-kıyafet konusundaki çalışmalar
tamamlandı. O yıl çıkartılan bir yasa ile dinsel kılık taşımak sınırlandırıldı (3 Aralık 1934 ).
Bu yasaya göre "hangi din ve mezhebe mensup olurlarsa olsunlar, ruhanilerin mabet ve
ayinler haricinde ruhani kisve (giysi) taşımaları” yasaklandı. O tarihe kadar kendinde dinsel
bir yetki gören herkes bu kılıkları dilediği yerde ve biçimde taşıyordu. Yalnız belli din ve
mezheplerin en üst rütbeli ruhanileri “herbirinden sadece tek kişi” dinlerinin kılıkları ile
dolaşabileceklerdi.

Bu konuda yapılanları Türk İnkılabı açısından şöylece değerlendirebiliriz:


 Din ile kılık-kıyafetin hiçbir ilişkisi olmadığının anlaşılması, laiklik ilkesinin yerleşmesi
için gerekli idi. Kılık kıyafet konusundaki düzenleme ile belli mesleklerde belli kılıklar
taşımak gereklidir. Askerlik, denizcilik, polislik gibi. Türk Devriminde bu amaç sadece
erkeklerin fes ve sarık giymelerinin yasaklanması, din kılıkları taşıma yetkisi olanların
belirlenmesi ve onların bu kisveleri yalnızca mabetlerde ve ayinlerde giymelerinin
sağlanması ile gerçekleşmiştir.

 Türk İnkılabında kadınların kılıklarına karışılmamıştır. Atatürk ve çevresindekiler Türk


kadınının uygar insana yakışır bir kılıkla dolaşmasını sadece "telkin" etmişler, ama bu
konuda yasal bir zorunluluk getirmemişlerdir (Devlet kurumlarının iç düzenlemeleri hariç).

4
7.4. Takvim ve Ölçülerin Değiştirilmesi
İnsanlar, maddelerin ağırlıklarını ve uzunluklarını ölçmek için çeşitli birimler
kullanmışlardı. İnsanların gerek günlük yaşayışlarını, gerek bütün toplumsal ve bireysel
işlerini düzgün ve aksamadan yürütebilmeleri için zamanı ayarlamışlardır.
Osmanlı Devletinde kullanılan takvimler;

7.4.1. Hicri Takvim


İslam dünyasında zamanın ölçülmesi için Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göç
ettiği tarih, takvim başlangıcıdır. Bu göç olayının Arapça adı “hicret” olduğu için, o tarihe
göre yapılan takvime “Hicri Takvim”, bu tarihin yıllarına da “hicri yıl” adı verilir. Hicri
Takvim ise her yerde her iş için geçerli sayılırdı.

7.4.2. Rumi Takvim


Hicri takvimin bazı noktalarda düzeltilmiş biçimini Osmanlılar buldular. “Rumi Takvim”
(Osmanlı Takvimi) denilen bu zaman ölçümünde aylar sabitleştirilmiş. Bu takvim daha çok
mali işlerde kullanılıyordu. Rumi Takvim) resmi işlerde geçerli idi.

7.4.3. Miladi Takvim


Yeni kurulan Türkiye Devletinde Hicri Takvim ve Rumi Takvim aynı anda kullanılıyordu.
Ekonomik ilişkiler ile bazı önemli siyasal işlerde kargaşa doğuruyordu. Rumi takvim resmi
işlerde, hicri takvim ise her yerde geçerli idi. 19.yüzyıldan itibaren Batı ile ekonomik ilişkiler
geliştiğinden Miladi Takvim de bazı önemli çevrelerde geçerli olmaya başlamıştı. Böylece
Osmanlı ülkesinde zaman ölçme işlerinde de bir kargaşa vardı.
1926 yılında çıkartılan bir yasa ile (26 Aralık 1926 ) bütün uygar dünyanın kabul ettiği
Miladi takvim, zaman ölçümüne esas oldu. Bu yöntem 1 Ocak 1926’dan itibaren yürürlüğe
girdi.
Aynı gün kabul edilen bir başka yasa ile “alaturka saat” denilen ve ayrı gün bölümlenmesine
göre hesaplanan saat ölçüsü bırakıldı, şimdi kullandığımız ölçü benimsendi. Harf
değişikliğinden kısa bir süre önce, ölçüler için çok önemli olan rakamlar konusuna da
değinilerek, modern sayı işaretleri kabul edildi (20 Mayıs 1928 ).

5
Osmanlı ülkesinde uzunluk ve ağırlık ölçüleri de eski geleneklere göre belirleniyordu. Okka,
arşın, endaze, kile gibi ölçüler başta ekonomik yaşam olmak üzere pek çok alanda karışıklığa
yol açıyordu. 26 Mart 1931 tarihli kanun ile uzunluk metre, ağırlık kilo birimleriyle
ölçülecekti.

7.5. Sağlık İşlerinin Düzenlenmesi


Yeni Türk Devleti 23 Nisan 1920’de kurulunca, oluşturulan ilk hükümette sağlık işleriyle
görevli bir bakan da yer aldı. Ulusal Kurtuluş Mücadelesi daha yeni başlamışken sağlık
işlerinin Türk tarihinde ilk kez bakanlık düzeyinde örgütlenmesi çok dikkate değer ve son
derece olumlu bir adımdır.
a. Hekim ve hastane sayısı artmıştır.
b. Tıp mesleği ve eczacılık kurallara bağlanarak düzenlenmiştir.
c. Başta sıtma ve frengi olmak üzere pek çok hastalığın kökü kurutulmuştur.
d. Felaket geçiren yurttaşlarımıza hızla yardım sağlanması da sağlık bakanlığına verilen
ve oldukça başarı ile yürütülen bir iştir.
e. Yurttaşın beden eğitimi konusunda bilinçlendirilmesi işi, yetersiz de olsa Cumhuriyet
döneminde başlayabilmiştir.

You might also like