Professional Documents
Culture Documents
İLE
SÖYLEŞİLER
İÇİNDEKİLER
1. ANADOLU AŞIĞI
RESSAM ÖZDEMİR YEMENİCİOĞLU İLE SÖYLEŞİ*
(Bir Soru Bir Yanıt)
Mustafa Durak
Özdemir Yemenicioğlu 1948 yılında Balıkesir’de doğdu. Liseden sonra
çeşitli nedenlerle öğrenimini sürdüremedi. Ama resmin yakasını da hiç bir
zaman bırakmadı. Kendi kendini yetiştirdi. Yani gerçek bir alaylı sanatçı. 1986
yılında Avusturya Yaz Akademisi bursuyla Salzburg’a gitti. Sanat yaşamında
önce çevresindeki at arabaları, satıcılar ve fotoğrafçılarla ilgilendi. Daha sonra
kır insanlarına yöneldi. Günlerce Anadolu’yu gezdi. Ve sonunda Ana Tanrıça
Kybele’yi kendisine odak noktası seçti. Böylece izleksel olarak bir yandan
Anadolu geçmişinin derinliklerinden fışkıran ana damarla birlikte bugünün
kalıcı değerlerini, sorunlarıyla birlikte yakalamaya çalıştı ve henüz
çalışmalarını bu yolda sürdürmektedir. Bunun yanısıra teknik olanakları
artırma yolunda da özgün üretimlere yöneldi. Yurt içi ve yurt dışında
çeşitli sergiler açmış ve daha önce dört ödül almış bulunan sanatçı, son
olarak Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığının düzenlediği 8. Geleneksel
Atatürk Resim Yarışması’nda “Mor Bir Aydınlık ve Ana Tanrıça” adlı
yapıtıyla ödül aldı. 1972’den bu yana Balıkesir Devlet Güzel Sanatlar
Galerisi’nde görev yapmakta olan sanatçı evli ve bir çocukludur.
Ülkemizde sanat açısından göz ardı edilmemesi gereken bir damar var. İslami
inanış resim anlayışına, üç boyutlu resme “heykel anlayışına, perspektif
kurallarına ket vurmuştur ama başka bir yönde de bir filizlenme”, gelişme
oluşturmuştur. Kilim motifleri, o canım renklerin bir araya gelişleri iki
boyutlu anlatım olayıdır. Yani bugün, Dünya Resminin üzerinde durduğu
yüzey resmi, derinliksiz yani perspektif kural1arını dışlayan modern sanat
dediğiniz anlayış. Bunun öncüsü Paul Klee’dir. Bu sanatçı Arabistan’da,
Mısır’da, İran’da, Suriye’de yazı, kilim ve halı motifleri üzerine araştırmalar
yaptıktan sonra iki boyutlu resimler üretmiştir. Biz de geçmişiz karşısına “Aaa
ne kadar da bizim kilimlerimize benziyor. Vay canına herif amma da
yakalamış”, diyoruz. İşte sanatçı bunu durup dururken yaratmamış, üzerinde
yaşadığı dünyanın dünü ve bugünüyle hesaplaşarak, gezme görme araştırma
sonunda yaratmış. İşte size yaratımın birikimleri. Bizdeki resim, suret ve
heykel yasağı süslemeyle minyatürlere, halı, kilim motiflerine, taş işçiliğine
büyük açılımlar kazandırmıştır. Mezar taşlarımızın hepsi birer heykeldir,
bugün anladığımız anlamda. Kaldı ki fransız sanatçı Mathieu bir süre önce
İstanbul Müzik Festivalinin afişini yapmıştı. Bu sanatçı padişah tuğralarını
kendisine çıkış noktası olarak gördü. Tuğralardaki renkleri, biçimsel
değerleri, yüzey araştırması olaylarını. Ve bu sanatçı padişah tuğralarını,
besmeleleri öylesine güzel ve çağdaş bir plastik dille anlattı ki şimdi
onun yolunda iş üreten Türk sanatçıları vardır. Ya da Paul Klee yolunda
sanat yaptığını ileri sürenler. Neyin suyunun suyu olduğunu söylemeye
gerek yok. Bizim bir ayağı ülkesine, öbür ayağı evrensel değerlere basan
sanatçılara ihtiyacımız var. Figen Aydıntaşbaş’a gönülden katılıyorum. Tez
elden şunu bırakmak zorundayız: Ticaret anlayışıyla dışardan sanat
aktarmayı, kopyacılığı.
Not:
* Bu söyleşi 1990’da yapılmıştır
Mustafa Durak
MD- Önce Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı'nın düzenlediği 8.
Geleneksel Atatürk resim yarışmasında "Mor Bir Aydınlık ve Ana
Tanrıca" adlı yapıtının ödüle değer görülmesi nedeniyle seni kutlayarak
başlayayım söze. Bugüne değin açtığın sergiler aldığın ödüller üzerine bilgi
verir misin?
ÖY- Elbette bugüne değin kendi çabamla yurdun değişik illerinde aşağı-yukarı
20 kadar sergi açtım. Ayrıca yurtdışında iki sergi oldu. Ekrem Kahraman ve
Halim Çeliker'le birlikte Klagenfurt ve Graz’da. Ödüllere gelince iki yıl üst üste
1987 ve 1988 Tekel Resim Yarışması'nda birincilik ödülüm var. Zonguldak ili
2.lik, Kazlıçeşme yarışmasında 3.lük ve son olarak da Türkiye Petrolleri'nden bu
ödül.
MD- Türkiye'deki sergi izleyicisi ile yabancı izleyiciler arasında bir ayrım
söz konusu mu?
ÖY- Elbette yabancı izleyiciler genellikle resim kültürü üzerine bilgi ve görgü
birikimine sahip, çekinmeden düşüncelerini söyleyebiliyorlar.
ÖY- Her şeyden önce jüri üyesinin gerek yurdumuz, gerek dünya resim sanatı
ile ilgili engin bir bilgi ve gözbirikimi olmalı. Herhangi bir kopyayı, taklidi
hemen tanıyabilecek ölçüde resim izlemiş olmalı. İşte bu raporlarda tüm bunlar
açıklığa kavuşacaktır. Böylece taklide prim verme ortadan kalkacaktır.
Etkilenmelerin ölçüsü belirlenince kimlik arayışı ön plana geçecektir. Bu da
hem ressamımız, hem de resmimiz adına büyük bir kazanım olacaktır.
ÖY- Bence ahbap çavuş ilişkileri, dost, öğrenci, arkadaş yakın kayırmalar
kalkmalı. Bunlar yarışmaları sulandırıyor Bunu önlemek için jüri üyelerine
sorumluluk yüklemeli. Hazırlanacak raporlar jüriyi de ödül veren kurumu da
bağlamalı.
MD- Demek senin için her ödül almış sanatçı artık kendini kanıtlamış
sayılamaz. Peki sanatçı olmanın ölçütü ne?
MD- Genelde sanatçının yerleştiği il, ilçe, köy; durulmuş düşünülmüş bir
seçimdir ya da öyle olmalıdır, diye geçiyor insanın aklından. Senin
Balıkesir’de yaşamanın nedenleri neler? Bunun sanatına yansıyan olumlu
ya da olumsuz yönleri var mı?
ÖY- Her şeyden önce şunu söylemeliyim. Ben atölyeyi bir laboratuar gibi
kullandım. Üretimde bu laboratuar bilgisini hissetmek gerek. Evrelere gelince
başlangıçta sokak fotografçıları, hani üç ayaklı sehpalar, fotograf çektirenler, at
arabaları odun depoları, işçiler; çalışan, yaratan insanlar üzerine çalışmalar söz
konusuydu. Daha sonra Anadolu dönemi geliyor. Anadolu’nun geçmiş
kültürlerinden aktarılan insan. Anadolu insanı. Kırsal bölge insanı. Kır derken,
kıraç olan değil, doğaya yakın olan, yeşillik içinde olan demek istiyorum.
Yaşatan, üreten, doğurgan insan. Anadolu’da bozkıra çıktım. Gördüğüm
şişman, kanlı canlı insanlar ya da tersine kavruk, kavruk ama üreten insanlar
beni çok etkiledi. Bozkır; insanıyla, uzamıyla, derinliğiyle, uçuşuveren tüller,
yemeniler, başörtülerle çekti beni. Anadolu’ya yöneltti. Halikarnas Balıkçısı,
Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, İsmet Zeki Eyüboğlu gibi Anadolu’yu
savunan yazarları okudum. Yalnız 1071’den değil de 8-10 bin yıl önceden
gelen bir Anadolu. Ve buradaki kültürel birikimin büyük bir patlama noktası
olması gerektiğini duymaya başladım. İçimde bir alev bir pırıltı oluştu.
Gezilerim arasında gördüğüm kaba, doğurgan biçimler yumak giysiler içinde
göğüsleriyle, göbeğiyle, bohçalarıyla tam bir ana tanrıça biçimini alıyordu
gözümde. Toparlarsak başlangıçta toplumsal gerçeklere yönelik, daha sonra
Anadolu, bozkır, tahta kuşlar (adına vurulduğum bir olaydı bu “tahta kuş”.
Buradaki zıtlıkta bir imgelemin oluşması için her şey var). Bozkır insanlarına
yönelik resimler yaptım. Üçüncü evrede de ana tanrıça ve onun bugüne işleyişi
gelenek, görenek, din, inanç, tavır, davranış içinde daha evrensel bir bakış
içerisinde ele almaya çalıştım.
ÖY- Evet
Not:
“Sanat Çevresi; sayı: 142; Ağustos 1990” içinde “Özdemir Yemenicioğlu ile
Söyleşi” başlığıyla yayımlanmıştır.
3. RESSAM ÖZDEMİR YEMENİCİOĞLU İLE
RESİM, RESMİN İŞLEVİ VE DEĞERİ ÜZERİNE *
Mustafa Durak
MD- Sanatın, özelde resmin işlevi konusunda, görüşlerin neler? Dışarda,
resmin işlevi, ilk çıkışından farklı bugün. Kiliselerde, dinsel resimler,
kutsal kitaptan parçalar sunarken, dinselliğin somutlaştırılması, kişilerin
imgeleminin sanatçınınkine çekilebilmesi, dine bağlı çeşitli
duygulanımları aktarabilmesi gibi yelpazelendirilebilecek işlevlere
sahiptiler ve/ya sahipler. Bizdeyse resim yasağı bu alana büyük ölçüde ket
vurmuştur. Günümüzde, Türkiye koşullarında, hoş, öbür ülkeler de
dikkate alınabilir, resmin işlevi nedir? Niçin resim yapılıyor?
Ayni soru öbür sanat dallarına da yöneltilebilir. Niçin tiyatro yapıyoruz? Niçin
sinema, niçin edebiyat yapıyoruz? Bunun tek bir yanıtı var. Sanatçı bir şeyleri
değiştirmek istiyor. Resim sanatı yalnız müze ve ev duvarlarına asılmak için
olsaydı yalın bir süs aracı olmaktan öte gidemezdi. Ancak dünyayı kendince
kavrayan sanatçı, onu değiştirmek yolunda yeni arayışlara yöneliyor. Sanatın
var olma nedenlerinden biridir dünyayı değiştirmek. İnsanı değiştirmek,
düşünce boyutunu değiştirmek, hiç değilse değişime taban hazırlamak. Sanatçı
sezgisiyle, düşüncesiyle ulaştığı gerçekleri işler. Topluma önderlik eder. Be-
ğenmediği gidişe dur der. Her dalı karşı duruşu pekiştirir. Mussolini faşizmi
ve Stalin Sanatı’nın baskıcı, tepedenci tavrı karşısında sanatçıların hayır diyen
sesleri göreli olarak etkisiz gibi görünse bile zaman içinde sonuç alınmıştır.
ÖY- İlginç bir olay bu. Kapitalizmin getirdiği bir değer anlayışı. İmzalı top,
imzalı fotoğraf vb ile özdeş. Kişinin putlaştırılması. Kapitalizmin değerler ve
kurallar dizgesi içinde işliyor. Rembrandt'ın "Gece Devriyeleri"ni ele alalım.
Bu, isterse sanatçının en başarısız öğrencisi tarafından yapılmış olsun o benim
için gerçek bir sanat yapıtıdır. Onda sağlam bir dil dizgesi vardır. O ışık
dağılımıyla, gecenin o esprisiyle, bir değerdir o resim. İmzasına bakmaya gerek
yoktur. Sanat yapıtı sanatçının elinden çıktıktan sonra artık dünyanın malıdır.
Büyük bir seçiciler kurulunun önündedir. Değerler zincirine katılır. Bunun
dışında sanatı spekülasyonlara sokmak onun işlevini saptırmaktır, sanat
ürününü kullanmaktır. Leonardo'nun Mona Lisa'sı değişik biçimlerde piyasaya
sürüldü. Çünkü tüketim ekonomisi, kapitalist anlayış bir şeyleri canlı tutmak
zorunda. Bu bağlamda başka bir soru geliyor akla, Van Gogh'un “Menekşeler”
ya da “Mor Çiçekler” adlı tablosu 42 küsur milyar liraya alıcı buldu. Oysa za-
manında sergilenmemişti, beğenilmemişti.
ÖY- Elbette. Bir yapıtın sanatsal bir DEĞER olarak görülmesi güzel. Ancak
belirli kişi ve kuruluşların elinde birden yüceltiliveren, öne getirilen, sistemce
kullanılan sanatçılara tanık oluyoruz çoğunlukla. Çünkü bu oyun, kavramlara
varıncaya değin oynanmaktadır. Fikirler satın alınabilmektedir. Bence gerçek
değer zamanla yığınların seçiciliğinden geçtikten sonra dimdik ayakta kala-
bilmektir. Sansasyonel çıkış ya da öne çıkarılmalar geçicidir. Bazı
koleksiyoncu kişi ve firmalar ellerinde herhangi bir türden ya da ressamdan
resim bulundurma sevdasına, gereksinimine kapıldıklarında ya da aralarında
çıkan rekabet sonucu birbirlerinin elinde bulunanları kötülemek için yaptıkları
girişimlerle, kısaca resimler ticari bakışlar sonucu prim yapıyor ya da günlük
parasal değerlerini yitiriyorlar. Ama değer bu değil.
ÖY- Ben, hep umut var olmuşumdur. Sağduyu bir noktada birleşecek. Her türlü
olumsuzluğa karşın. İnsanların geleceği daha güzel kuracaklarına inanıyorum.
Ana Tanrıça Kybele kadar engin, bereketli, güzel, bir güneş gibi kardeşliğe,
sevgiye doğacağına inanıyorum. Sınırların yıkılacağına inanıyorum… İnsanlar,
insan olmanın özgünlüğünü yaşayacaklar. Bunun için de çok çalışmaktan
yanayım, Her şeye kendimin koşması gerektiği bir ortamda yaşadığım için,
inandıklarım için. Sanatımla ilgili her şeyi kendim yapmak zorunda kalıyorum.
Sürekli kendimle bir hesaplaşma içindeyim. Sürekli çalışarak, kendimi sürekli
yıkıp yeniden yaparak, kendimi aşma çabası içinde didinip duruyorum. Zira
ben dünyada bir tarafım, tanık değil. Tanık olunca sıradan oluyor. Bugün için
dünyanın gelişiminde 1789 İhtilali gibi gördüğüm, değişimler zincirinin
başlangıcı diye yorumladığım, dünyayı sarmış olan açıklık politikasında tanık
olursam, ben yerimi almamış olurum. Ben ondan yana ya da olumlu
öğelerinden yana bir tavır koymak zorundayım sanatçı olarak. Resmi, sanatsal
bakışı, yaşam biçimine dönüştürme çabası benimki. Ama otomasyona düş-
meden.
Not:
* 1990’da yapılmış söyleşi
Mustafa Durak
MD- Resim sanatımızın bugününe nasıl bakıyorsun?
ÖY- Resim sanatımız elbette görkemli günlerini yaşamıyor. Ama bir kıpırdanış
bir patlama da söz konusu. Bu yüzden güzel günlerin geleceğine inanıyorum.
Son on yılda hızlı bir üretim var. Bunun içinde kalıcı olabileceklerin yanı sıra
yoz olanı da, gelip geçici olanı da var. Kuşkusuz topluca baktığımızda bir
çoğalma bir artış söz konusu. Bu benim için olumlu bir nokta. Zira ben, daha
çok üretimden, çalışan ve üretenlerin sayılarının artmasından yanayım. Bir gün
Eşref Üren hoca her eline fırçayı alanın ben ressamım diye ortaya atılışından
dert yanıyordu. 0 ara ben, "- Hocam, sevindirici değil mi, daha çok kişinin
uğraşması, daha çak kişinin ilgilenmesi. Bu insana özgü şeyler daha çok
olsun ki ortalama geniş bir nehir yatağı gibi beslensin. Yırtıcı uçları, yırtıcı
kayaları, evrensele giden yaratıcı sanatçıları, yetenekleri beslesin" dedim.
Araya başka sözler karıştı. Ama hoca bana kızmıştı. Sözle dile getirmedi ama
böyle bir tavır içine girmişti, benim kişisel görüşüm daha çok alıcının, daha
çok koleksiyoncunun daha çok sanat adamının daha çok sanat yazarının,
öğrencinin, meraklının olması, bu geniş yatağı güçlendirecektir. Yetenekli
sanatçıların ortaya çıkmasına olanak sağlayacaktır. Hem sonra niye sanatla
uğraşmak isteyeni, ilgi duyanı itelim?
ÖY- Her şeyden önce bütün olarak ele alırım. Resim iki boyutlu bir yüzey
üzerinde boyanın, biçimin, rengin genel hatlarıyla neyi nasıl anlattığına
bakarım. Bir rengin peşine düşüp ne cici, ne ferahlatıcı resim gibi davranışlar
ortaya koymam, sanatçıyla resim arasında, izleyicisi, toplumu arasında,
sanatçıyla kendisi, bilgisi arasındaki çelişme ve çekişmelere bakarım. Böyle
yaklaşınca, benimle başka sanatçı ve resmi arasındaki yakınlaşma ya da
çatışma da gündemdedir. Bunu ben, resmin içindeki figürlerle, renklerle,
biçimlerle ileriye itici bir güç olarak görmüşümdür hep. Kütle, renk, leke,
biçim, duyarlık, izlek, konu vb’den oluşan dil dizgesi içinde sanatçıya, resme
ulaşabilmek için çabalarım, ille de bana bir destanı anlatmak ya da belirli bir
konuyu en ince ayrıntısıyla çizmek zorunda değil sanatçı. Belki yüzeyle
hesaplaşıyor. Belki derinlikle. Belki de kütlelerin birbiriyle olan ilişkisiyle.
Belki de beni zıtlığın oluşturduğu başka fantastik dünyalara çekmek istiyor.
İşte, ben resme elden geldiğince ön yargılardan arınmış, soyunmuş bir
hesaplaşmalar ağı olarak bakılmasından yanayım.
ÖY- Elbette güncel dilden ayrı bir olgu. Kendine özgü anlatım öğeleri olan
kavramlar bütünüdür. Böyle olunca iki temel ayrım koymak gerekiyor. Biri
genel kavramları resmin boyası, renk, biçim, istif, derinlik, hacim, çizgi, desen,
boyama, resmetme anlayışı, akımlar, izlekler, sanatın gelmiş olduğu yeni
patlamalara yandaş olmalar. Ancak sanatçı, bu genel dil dizgesinden kendi
dil dizgesini kurmak zorundadır. Oradan ayıklayıp almak, seçmek, üretmek
durumundadır. Örnekse benim resmimdeki küreler, kadın idolünün formu,
rengin sürülüşü, diagonal bir renkler dizimi, ışık patlaması, bir tül esprisi ya
da cam gibi görünen şeffaf bir leke üzerinden akma, bir delinme, bir yırtılma.
İşte bunlar benim genel dizge içinden seçmiş olduğum kendi dil dizgemin
öğeleridir. Bunlar bir araya gelince sanat yapıtının bütünlüğü ortaya sıkıyor.
Ve izleğe, estetiğe bunlarla varıyoruz. Resmi resim yapan özellik bu.
MD- Kişi o dili kendine özgü biçim ve anlatımlarla yeniden üretiyor, yeni
yorumlar katıyor. Zira dil ile resim dili arasındaki ayrım çizgiselliğe
karşılık uzamsallıktır. Resimde öğeler sınırlı da olsa bir uzama yayılmış
yeni dünyada yerlerini almışlardır. Ve bakışın hemen önündedirler. Hep
söylenegelir bu sunumun temel öğelerinden biri renktir. Renktir ama
herhangi bir tabloda kullanılmış renk ile başka tablodaki ayni rengin,
ayni tonda olsalar bile kesinlikle yerleri giderek de anlamları, etkileri
ayrı ayrıdır değil mi?
ÖY- Dizge içinde, resmin sistemi içinde diyelim kırmızı, (a) resminde
ayrıdır (b) resminde ayrı bir anlama sahiptir.
MD- Yani kırmızı ya da yeşil, resimde şu anlama gelir gibi kalıpçı bir
belirleme yapamayız.
ÖY- Kendi işlevini yitirmiş olur. Ülkemizde hatır için, dostluk ya da herhangi
bir ilişki sonucu ortaya konmuş yazılar çoğunlukta. Bunlar övgü yazmaktan
ileri gitmiyor. Ya da bir iki öğüt getiriyor. Elbette eleştiri yalnızca baş yapıtları
ele almaz. Benim vurgulamak istediğim, karşı olduğum, nesnel
değerlendirmelerden uzak, ilişkilerin getirdiği ne şiş yansın ne kebap türünden
yazılar. Eleştirmenin kalemini bağlayan öznellikler. Bu da sanat eleştirisi adına
bir güdüklük yaratmaktadır.
Not:
* Bu söyleşi 1990’da yapılmıştır
Mustafa DURAK
MD- Ben kendi payıma sanatı, bir tasarım süreci olarak görüyorum.
Elbette oluşumunda başka süreçler de devrede. Ancak günümüzde yaratıcı
bireyin ayrımını ortaya koyan bu tasarım sürecidir büyük ölçüde.
Tasarımın önemini vurgulaması açısından İstanbul Bienali'ne katılan Sol
le Witt'in Süleymaniye imaretindeki duvar resimlerini gerçekleştiren
asistanlarla Vasıf Öngören'in yaptığı söyleşi ilginçtir (Gösteri, sayı:109).
Zira resmi gerçekleştirenler bu asistanlar, tasarımlayansa Sol le Witt.
Önemli olan da bu. Elbette asistanların ya da yardımcıların katkısı,
yaptıkları da önemli ama onlarınki en azından ikincil. Asıl ile kopya gibi.
Zaten onlar da bunun ayırdında. Bu yüzden de imzayı atan Sol le Witt.
"Sistemi kuran o", öbürleri de "resmin nasıl yapılacağını" biliyorlar.
Sanatçı ile uygulayıcısı arasındaki ayrım bu. Sen bu ayrım konusunda ne
düşünüyorsun?
ÖY- Bir ayrımla, burada patron, tasarımı yapan, gerçekten üreten bir işçidir de.
MD- Özdemir Altan'la yapılan bir söyleşide sayın Altan, her ne kadar
"sanat ne kadar saf, çocuksu ve alçak gönüllü bir eylemse galiba bir o
kadar da üstün bir organizasyon yeteneğinin ürünüdür" diyorsa da bu
organizasyon yeteneğini resmin gerçekleşme sürecinde "geride duran bir
muhakeme" belirli bir birikime ulaşmış sanatçı "muhakemesi" olarak
görmektedir. Zira "çocukluğumdan beri çalışırken, ikide bir fırçayı
kaybederdim. Şimdi bu dalgınlık kurgu ciddiyetini bozmadan çok işime"
yarıyor. Örneğin hazırladığım rengin nereye konacağını unutup sonra her
hangi bir tercih edilmemiş yere koyuyorum. Bu çok hızlı uygulanmış
ayrıntılar istenmeden olmuş raslantısal bir araya gelmeler"’den söz
ediyor (Gösteri, sayı: l08). Bu durumda, sanatçının tasarım ve raslantı
gibi iki ayrı kutupsal süreç arasında gidip geldiği söylenebilir. Senin
yaratım sürecin bu çizgi üzerinde nerelerde?
ÖY- İster tasarım, ister işçilik sürecinde olsun raslantıyı göz ardı edemeyiz.
Ama salt raslantısallığın peşine takılamayız. Uyumsuzluklar arayamayız, Ö.
Altan öyle diyecektir: uyumsuzlukların uyumunu arıyorum. Raslantısalları
birleştirme aşamasında bile sanatçının tasarım sürecini yaşaması, hesaplaşması
söz konusudur. Zıtlıkları arayan da raslantısalın ardındaki de, bunları kendince
bir bileşime sokarken bu süreci yaşamak zorundadır.
MD- Resmin tasarımında bir makro, bir de mikro düzey vardır. Birinde
genel hatlarıyla, kabaca resmi düşüneceksiniz, diğerinde ise ayrıntılar yer
alacak. Ayrıntı düzeyinde her beneğin, her küçük noktanın nereye
yerleştirileceğinin de tasarlanması gerekir (mi?). Şimdi sorun şu: bir
sanatçı yapıtını nereye değin tasarımlıyor, nereden sonra raslantıya,
birikimine bırakıyor?
ÖY- Evet, ama Sol le Witt konusunda dediğim gibi sanatı, sanatçıları
bağlamaz, eski ustaların yaptığı yanlıştır diye bir kural getirilemeyeceği gibi
doğrudur diye de bir kesinlemeye gidilemez. Ama ben hem tasarım hem de
gerçekleştirim süreçleri tek sanatçıdan geçmiş yapıtları seviyorum.
ÖY- Olumlu olumsuz her şey etkiler yaratıcılığı. Yaşamın kendisi etkiler
sanatçıyı. Örneğin şu kilim deseninde çok şeyler buluyorum. Ana Tanrıça bana
bakıyor oradan. Bunlar "eli belinde” motifleri ama benim birikimimle yeniden
biçimlendi. Tarihsel, ekinsel kanaldan geçerek yorumlandı.
MD- Sol le Witt örneğine dönersek, diyelim ki bu sanatçı çok iyi tasarımcı,
kafasında belirli bir ürünü tasarlama yetisine sahip ama gerçekleştirmede
beceriksiz, yeteneksiz... Olur mu böylesi?
MD- Burada, daha önce belirtilen, “bir sanat ürünü üretildikten sonra
artık sanatçının değil, herkesindir” yargısı ile çelişmiyor muyuz?
ÖY- Bence çelişmiyoruz. Sanat eseri hiç kimseyi yok saymıyor ki. Mülkiyeti
açısından ya da dedikleri açısından artık malolmak diye bir şey var. Oraya
malolmuştur. Nereye? insanlığa malolmuştur. Ama o yine Picasso'nun elinden
Picasso fırçasıyla vardır. İnsana değer veren insan değerleri olarak.