You are on page 1of 256

Prof. Dr.

Musa YILDIZ
Yrd. Doç. Dr. Murat ÖZCAN

Türkçe Çevirileriyle

Arapça
Kısa

Öyküler

İstanbul 2017
© Eserin her türlü basım hakkı anlaşmalı olarak Akdemistanbul Eğitim Yayıncılık ve
Danışmanlık Hizmetleri Turizm Organizasyon Tic. Ltd. Şti. aittir.

GENEL SERİ NO:


ARAPÇA EĞİTİM SERİSİ:
ISBN: 978-605-4535-98-9

KİTABIN ADI
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

YAZARLAR EDITÖRLER
Necip Mahfuz Musa YILDIZ
Yusuf İdris Murat ÖZCAN
Ali Tantavi
Çevirmenler
Abdülkâdir el-Mâzinî
Mustafa Lutfî el-Menfalûtî Musa YILDIZ
Mihâil Nu’ayme Cihaner AKÇAY
Muhammed Teymûr Celal Turgut KOÇ
İsmail A. SELİM
Ahmet Emin
Ayşe İspir KURUN
Tevfîk el-Hakîm Gülfem KURT
Mahmud Teymûr Abdülmuttalip IŞIDAN
Zekeriyyâ Tâmir Gürkan DAĞBAŞI
Murat DEMİR
Murat ÖZCAN
Ersin ÇİLEK
Halil İbrahim ŞANVERDİ

BASKI-CİLT
Pasifik Matbaacılık

1. Basım / İstanbul / Mayıs 2017 (2000 adet)

Akşemsettin Mah. Akdeniz Cad. No: 99-101 Fatih/İstanbul


Tel: (0212) 521 41 16 Faks: (0212) 521 41 36
www.akdemyayinlari.com • e-mail: info@akdemyayinlari.com
www.akdemistanbul.com.tr • e-mail: info@akdemistanbul.com.tr

AKDEM YAYINLARI, ÜYESİDİR.


İÇİNDEKİLER
Necip Mahfuz............................. 7 ‫الرحلة‬..................................... 125
‫بدلة األسري‬. ................................ 10 Yolculuk................................. 135
Esir Üniforması......................... 14 Mihâil Nu’ayme..................... 143
Bey Hazretleri........................ 144
»‫من «زقاق املدق‬......................... 19
Midak Sokağı............................ 25 ‫الرواية التمثيلية ومسألة اللغات‬.... 153
Yusuf İdris................................. 32 Tiyatro ve Dil Sorunu............. 155
Muhammed Teymûr.............. 157
‫ال ّرحلة‬........................................ 35
Trende................................... 158
Yolculuk.................................... 41
Ahmet Emin........................... 174
‫أرخص ليايل‬............................... 50 ‫رسالة إلى ابنتي‬........................... 175
Ucuz Gecelerim........................ 56 Kızıma Mektup....................... 178
Ali Tantavi................................. 62 ‫رسالة إلى ولدي‬........................... 181
‫قصة أب‬..................................... 63 Oğluma Mektup.................... 185
Bir Babanın Hikâyesi................. 71 Tevfîk El-Hakîm...................... 191
Abdülkadir El-Mâzinî................ 79 ‫نهر الجنون‬................................. 194
Delilik Irmağı.......................... 206
‫التائه‬. .......................................... 1
Mahmud Teymûr................... 218
Aylak......................................... 91
Mustafa Lutfî El-Menfalûtî........99 ‫الشيخ جمعة‬. .......................... 220
Şeyh Cuma............................. 224
‫ﻏﺮﻓﺔ اﻷﺣﺰان‬............................ 102
Zekeriyyâ Tâmir . ................... 222
Hüzünler Odası....................... 109
‫الشيخ جمعة‬. .......................... 220
‫من حياتي‬................................ 115
Külde bir ilkbahar.................. 222
Hayatımdan............................ 120
KAYNAKÇA............................. 222
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

ÖNSÖZ
Türkçe çevirileriyle Arapça Kısa Öykü Seçkisi kitabı; Arap Dili alanı-
nın duayen hocalarından Prof. Dr. Azmi Yüksel’in aramızdan ayrılışı-
nın yedinci yılında, öğrencileri olarak bize yapmış olduğu emeklerini
tekrar hatırlamak vesilesiyle ortaya çıkmıştır. Kendisi bir röportajında
şöyle ifadede bulunmuştur:

Bilindiği gibi ben 1979 yılında DTCF’de göreve başladım. O zaman-


lar hem DTCF’de hem de diğer Arap dili ve edebiyatı bölümlerinde li-
sans ve lisansüstü programlarda klasik Arap edebiyatı ön plandaydı.
Öğrenciler bazı ders kitapları dışında modern Arapçayla karşılaşmı-
yorlardı. Metin Okuma derslerinde ilk defa modern Arapçadan me-
tinler işlemeye başladığımda öğrencilerin çok hoşuna gitmişti. Daha
sonraları yavaş yavaş modern Arapça ağırlık kazanmaya başladı. Bu
sözlerine binaen 1984 yılında Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğraf-
ya Fakültesi’nde içerisinde Arapça kısa öykülerin bulunduğu “Çağdaş
Arap Edebiyatından Seçmeler” isimli bir kitap yayınlamıştır. Bu kitabı
yıllarca hem Ankara Üniversitesi’nde hem de Gazi Üniversitesi’ndeki
derslerinde okutmuştur. Kitap daktilo ile yazılmış ve zamanla baskısı
tükenmiştir. Öykülerin Arapça metinlerinin bulunduğu bu tarz bir seç-
ki daha sonra hiç hazırlanmamıştır. Hazırlanmış olan kısa öykü seçki-
lerinde sadece Türkçe çevirileri bulunmaktadır. Prof. Dr. Azmi Yüksel
çağdaş Arap edebiyatı ve çeviriler hakkında şöyle düşünmektedir:

Çağdaş Arap edebiyatı ülkemizde ve genellikle de Batıda Necip


Mahfuz›un 1988 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü alması sonucunda
akademik çevreler dışındaki insanların da dikkatini çekti. Gerçi Necip
Mahfuz›un «Midak Sokağı” adlı romanı daha önceden İngilizceden
Türkçeye çevrilmiş ve yayınlanmıştı. Ama baskısı kalmadığı için çoğu
kimsenin haberi yoktu. Bu ödülden sonra Arap edebiyatında özellikle
roman başta olmak üzere kısa hikâye ve şiir örnekleri dilimize çevril-
Prof. Dr. meye başlandı. Çevirilerin bir kısmı Arap dili ve edebiyatındaki uzman
Musa kişiler tarafından yapıldı. Mesela Prof. Dr. Rahmi Er, Necip Mahfuz’un
“Hırsız ve Köpekler”i, Prof. Dr. Bedrettin Aytaç ise “Hânu’l-Halili’de”
YILDIZ adlı romanını çevirdi. Ayrıca Prof. Dr. Rahmi Er “Modern Mısır Ro-
manı” adlı eseri yazdı. Bu da Arap romanını Türkçede ilk defa işleyen
Yrd. Doç. Dr. önemli bir çalışma oldu. Konuya ilgi duyanların okuması gereken bir
Murat kaynaktır. Daha sonraları Mahfuz’dan başka çeviriler de yapıldı. Kül-
ÖZCAN tür Bakanlığı yine Rahmi Hoca’nın “Çağdaş Arap Edebiyatı Seçkisi”ni

4
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

yayınladı. Necip Mahfuz’un “Başkanın Öldürüldüğü Gün” ve benzeri


birçok romanı da çevrildi. Cubran Halil Cubran’dan Prof. Dr. Kenan De-
mirayak çeviriler yaptı. Kısa hikâye ve şiir seçkileri yayınlandı. Mısırlı
yazarlar dışında yakın zamanda yitirdiğimiz Tayyip Salih’in Fransızca-
dan Özdemir İnce tarafından çevirisi yapılan “Kuzeye Göç Mevsimi”
yayınlandı. Bu roman şimdiden Arap edebiyatı klasikleri içine girmiş
bir romandır. Fransızcadan çevrilmesine rağmen Özdemir İnce maha-
retini göstermiştir. Gün geçtikçe bazı edebiyat dergileri Arap edebi-
yatından seçkiler yayınlamakta, çeviriler artmaktadır. Modern Arap
edebiyatının şiir, nesir ve tiyatroda izlediği seyir bizim edebiyatımızın
izlediği seyre paralel gitmektedir. Hatta bazı Arap yazarları Türkçe bil-
diklerinden bizim yazarlardan etkilenmişlerdir. Batıdan gelen ve onla-
rın etkisiyle başlayan bu edebî türler başlangıç olarak da hemen he-
men aynı zamana rastlamaktadır. Mesela Batıda yapılan ilk çeviri ve
adaptasyon dönemleri bizdekiyle aynı döneme rastlamaktadır. Tabii
Arap dünyası geniş bir coğrafyadır. Bu ilkeler arasında edebiyat ala-
nında öne çıkanlar Mısır, Suriye ve Lübnan’dır. Özellikle Mısır bunun
öncülüğünü yapmaktadır. Karşılaştırmalı edebiyat açısından henüz
tatmin edici bir seviyede değiliz. Arap edebiyatından çeviriler çoğal-
dıkça edebiyatçılar eminim bu yöne de ağırlık verecektir.

Seçkiyi hazırlayan öğrencileri onun düşüncelerini gerçekleştirmek ve


hatırasını yaşatmak için bu kitabı okuyucuların beğenisine sunmakta-
dır. Kitapta çeşitli Arap ülkelerinden tanınmış on bir yazarın on altı kısa
öyküsüne yer verilmiştir. Bu seçkideki kısa öykülerin bazıları hocanın
hazırlamış olduğu kitaptan alınmış olsa da, diğer kısa öyküler seçkiyi
hazırlayanların kişisel beğenilerinden ve tercihlerinden oluşmaktadır.
Kitapta daha önce yayınlanmış seçkilerden farklı olarak önce yazar
hakkında kısa bir bilgiye değinilmiştir, daha sonra kısa öykünün Arapça
metni ile Türkçe çeviri metni karşılaştırma yapabilmek adına karşılıklı
olarak verilmiştir. Böylece Arapça bilen okuyucular anında kısa öykü-
nün çevirisinin değerlendirmesini yapabilecekleri düşünülmektedir.

Bu vesileyle yetişmemizde büyük emeği olan değerli hocamız Prof.


Dr. Azmi Yüksel’i rahmet ve minnetle anarken kitabın hazırlanmasın-
da emeği geçen bütün çevirmen arkadaşlar ile kitabı yayımlayan Ak-
dem Yayınlarına teşekkürü bir borç biliriz. İstanbul
Mayıs 2017
5
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Necip Mahfuz
Necîb Mahfûz, 11 Aralık 1911’de, sonraları birçok roman ve hikâyesine
konu olacak orta tabakadan insanların yaşadığı Kahire’nin el-Cemâliy-
ye semtinde doğdu. Daha sonra Kahire’nin kenar semtlerinden biri olan
el-‘Abbâsiyye’ye taşındı. İlk ve orta tahsilini burada tamamlayan Mahfûz,
1934 yılında Kahire Üniversitesi, Felsefe Bölümünü bitirdikten sonra aynı
alanda yüksek lisans yapmaya başladı. Şeyh Mustafâ ‘Abdu’r-Râzık’ın
danışmanlığında “İslâm Tasavvufunda Güzellik Kavramı” adlı bir tez
aldı. Fakat bu çalışmasını yarıda bıraktı.
Mahfûz, üniversiteden mezun olduğu 1934 yılından emekliye ayrıldı-
ğı 1971 yılına kadar pek çok resmi görevlerde bulundu. İlk olarak Kahire
Üniversitesinde sekreter olarak çalıştı ve 1939 yılında Vakıflar Bakanlığı-
na geçti. 1954 yılında da bu bakanlıktan ayrılarak Kültür Bakanlığında,
Sinema Eserlerini İnceleme Dairesi Başkanı oldu. Daha sonra aynı bakan-
lıkta, Sinemadan Sorumlu Müsteşar oldu ve emekliliğine kadar bu görevi-
ni sürdürdü. Emekliye ayrılan Mahfûz kendisini tamamen yazmaya ver-
me fırsatı bulduğu için daha üretken olmuştur. Çünkü o, kendi ifadesiyle
“görevin bağlayıcılığından kurtularak iş hayatının gürültü, problem ve
sorumluluklarından uzak, edebî ürün vermeye tam bir fırsat bulmuştur.”
1971 yılından itibaren el-Ehrâm gazetesinde köşe yazarlığı yapmaya
başlamasının yanında kısa hikâye ve roman yazmaya devam etmiştir. Ül-
kesinde ve Arap dünyasında aldığı bir çok ödülün yanı sıra Fransızların
aday göstermesiyle İsveç Akademisi tarafından 13 Ekim 1988 tarihinde,
Nobel Edebiyat Ödülüne lâyık görülmüştür. Ona göre bu ödül sadece ken-
disinin değil, Mısır’ın, Arapların ve tüm Arap edebiyatınındır. 14 Ekim
1994 tarihinde Nil kenarında yaptığı bir yürüyüş sırasında bir genç tara-
fından bıçaklı saldırıya uğramış ve bu saldırıdan ağır yara alarak kurtul-
muştur. Geçirdiği bir dizi ameliyat sonrasında sağ tarafına felç vurmuş ve
artık eli kalem tutamaz hâle gelmiştir.
Hâlen Kahire’nin ‘Acûze semtinde yaşayan Mahfûz, ilerleyen yaşına
rağmen haftanın belirli günlerinde çeşitli yerlerde edebiyat sevenlerle
birlikte olmakta, fikrî tartışmalarına devam etmekte, sağlık kontrolleri
sebebiyle kendisiyle söyleşi yapmak isteyenlerle sadece cumartesi günleri
evinde görüşmektedir. Bunun yanında her cuma günü el-Ehrâm gazetesi-

6
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

nin beşinci sayfasında daha önce kendisine ait olan vuchet nazar (“ba-
kış açısı”) köşesinde kendisinden istenen konularda görüşlerini beyan
etmektedir.
Kendileriyle birkaç kez evinde yaptığım görüşmelerde ve birçok kere
değişik mekânlarda düzenlenen özel toplantılarında fark ettiğim husus,
dünyanın en büyük ödüllerinden birisini almış ve eserlerinin çoğu, Türk-
çe de dahil olmak üzere, çeşitli dünya dillerine çevrilmiş olmasına rağ-
men Mahfûz’un mütevaziliği elden bırakmamasıdır.
19 Temmuz 2006 tarihinde yaptığı bir yürüyüş sırasında düşmesi so-
nucunda başından yaralanan Necîb Mahfûz, kaldırıldığı hastanede 30
Ağustos 2006 Çarşamba günü vefat etti. Cenaze namazı Mısır’ın başkenti
Kahire’nin el-Raşdân Camisinde Ezher Şeyhi Muhammed Seyyid Tantâvî
tarafından kıldırıldı. Dönemin Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek de
cenaze töreninde hazır bulundu.

7
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

8
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫بدلة األسري‬
‫‪Yazan: Necip Mahfuz‬‬
‫كان جحشــة بائــع ســجائر أول الســابقين إلــى محطة الزقازيــق حين اقترب‬
‫ميعــاد قــدوم القطــار وكان يعــد المحطــة بحــق ســوقه النافقــة‪ ،‬فيمضي على‬
‫يتصيــد بعينيـ�ه الصغيرتيــن الخبيرتيــن‬ ‫ّ‬ ‫اإلفريــز فــي نشــاط ُمنقطــع النظيــر‬
‫ولعــل جحشــة لــو ســئل عــن مهنتـ�ه للعنهــا شــر لعنــة ألنــه كبقيــة النــاس برم‬
‫ّ‬
‫بحياتــه ســاخط علــى حظــه ولعلــه لــو ملــك حريــة االختي ـ�ار آلثــر أن يكــون‬
‫ســائق ســيارة أحــد األغنيــ�اء فيرتــدي لبــاس األفنديــة ويــأكل مــن طعــام‬
‫البــك ويرافقــه إلــى األماكــن المختــاره فــى الصيــف والشــتاء مؤثــرا مــن‬
‫أعمــال الكفــاح فــى ســبي�ل القــوت مــا هــو أدنــى إلــى التســلية والملهــاة علــى‬
‫أنــه كانــت لــه أســبابه الخاصــة ودواعيــه الخفيــة اليثـ�ار هــذا العمــل وتمنيـ�ه‬
‫مــن يــوم رأى الغــر ســائق أحــد األعيــان يتعــرض للفتــاة نبويــة خــادم المأمــور‬
‫فــي الطريــق ويغازلهــا بجســارة وثقــه بــل ســمعه مــرة يقــول لهــا وهــو يفــرك‬
‫يــده حبــورا ســآتي معــك قريبـ�ا ومعــي الخاتــم ورأى الفتــاة تبتســم فــى دالل‬
‫وترفــع طــرف المــاءة عــن رأســها كأنهــا تســويها والحقيقــة أنهــا أرادت أن‬
‫تبـ�دي عــن شــعرها الفاحــم المدهــون بالزيــت‪...‬‬
‫وأحــس الغيــرة تنهشــه نهشــا موجعــا وكان بــه‬ ‫ّ‬ ‫رأى ذلــك فالتهــب قلبــه‬
‫مــن عينيهــا الســوداوين أوجــاع وأمــراض وكان يتبعهــا عــن كثــب ويقطــع‬
‫عليهــا الســبي�ل فــى الذهــاب واإليــاب حتــى اذا خلــى بهــا فــى عطفــه أعــاد‬

‫‪9‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫علــى أذنيهــا مــا قــال لهــا الغــر ســآتى قريبــ�ا ومعــى الخاتــم ولكنهــا لــوت‬
‫عنــه رأســها وقطبــت جبينهــا وقالــت باحتقــار‪ :‬هــات لــك قبقــاب أحســن‬
‫فنظــر إلــى قدميــه الغليظتيــن كأنهمــا بطنــا بخفــي جمــل وجلبابــه القــذر‬
‫وطاقيت ـ�ه المعفــرة وقــال‪ :‬هــذا ســبب شــقائي وأفــول نجمــي ونفــس علــى‬
‫الغــر عملــه وتمنــاه علــى أن آمالــه لــم تقطعــه عــن مهنت ـ�ه فثابــر علــى كــده‬
‫قانعــا مــن آمالــه باألحــام وقصــد فــى ذلــك األصيــل إلــى محطــة الزقازيــق‬
‫يحمــل صندوقــه وينظــر القــادم ونظــر إلــى األفــق فــرأى القطــار قادمــا مــن‬
‫بعــد كأنــه ســحابة دخــان ومــا زال يدنــو ويقتــرب وتتميــز أجزائــه ويت�اصعــد‬
‫ضجيجــه حتــى وقــف علــى إفريــز المحطــة وهــرع جحشــة إلــى العربــات‬
‫المتراصــة فــرأى لدهشــته علــى األبــواب ُحراســا مســلحين ووجوهــا غريبـ�ة‬
‫تطــل مــن النوافــذ بأعيــن ذاهلــة منكســرة فقيــل لهــم بــأن هــؤالء األســرى‬
‫اإليطالييــن تســاقطوا بيــن أيــدي عدوهــم بغيــر حســاب وأنهــم يســاقون‬
‫اليــوم إلــى المعتقــات‪...‬‬
‫فوقــف جحشــة متحيــرا يقلــب عيني ـ�ه فــى الوجــوه المغبــرة ثــم أدركتــه‬
‫الكآبــة ألنــه أيقــن أن تلــك الوجــوه الشــاحبة الغارقــة فــى البــؤس والفقــر لــن‬
‫يكــون فــي ُوســعها أشــباع نهمهــا مــن ســجائره ووجدهــم يلتهمــون صندوقــه‬
‫بشــراهة جــوع فألقــى عليهــم نظــرة ســخط واحتقــار وهــم أن يوليهــم ظهــره‬
‫ويعــود مــن حيــث أتــى ولكنــه ســمع صوتــا يصيــح بــه بالعربيــ�ة بلهجــة‬
‫ً‬
‫إفرنجيــة قائــا‪ :‬ســجائر فحدجــه بنظــرة دهشــة وريب ـ�ة ثــم فــرك ســبابت�ه‬
‫ً‬
‫بإبهامــه ‪ :‬أي نقــود‪ .‬ففهــم الجنــدي وأومــأ برأســه فاقتــرب ُمحــاذرا ووقــف‬
‫علــى بعــد ال تبلغــه يــد الجنــدي فخلــع الحنــدي جاكتتــ�ه بهــدوء وقــال‬
‫لــه وهــو يلــوح بهــا‪ :‬هــذه نقــودي فتعجــب جحشــة وتفـ ّـرس فــى الجاكتــة‬
‫‪10‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫الرماديــة ذات األزرار الصفــراء بيــن الدهشــة والطمــع ووجــب قلبــه ولكنــه‬
‫لــم يكــن ســاذجا أو مغفــا فأخفــى مــا قــام بنفســه أن يقــع فريســة لإليطالــي‬
‫وأبــرز فــى هــدوء ظاهــري علبــة ســجائر ومــد يديــه ليأخــذ الجاكتــه فقطــب‬
‫الجنــدي جبينــ�ه وصــاح بــه‪ :‬علبــة واحــدة بجاكتــه ؟ هــات عشــرا فذعــر‬
‫جحشــة وتراجــع إلــى الــوراء وقــد غــاض طمعــه وأوشــك أن يأخــذ فــي غيــر‬
‫ّ‬
‫الســبي�ل فصــاح بــه الجنــدي‪ :‬أعطنــي عــددا مناســبا تســعا أو ثماني ـ�ة فهــز‬
‫الشــاب رأســه بعنــاد فقــال الجنــدي‪ :‬إذن ســبعا ولكنــه هــز رأســه كمــا فعــل‬
‫فــى األولــى وتظاهــر بأنــه يعتــزم المســير فقنــع الجنــدي بســت ثــم هبــط إلى‬
‫خمــس فلـ ّـوح جحشــة بيـ�ده متظاهــرا باليــأس وتراجــع إلــى المقعــد وجلــس‬
‫فصــاح بــه الجنــدي المجنــون‪ :‬تعــال رضيــت بأربــع فلــم يلــق لــه بــاال وليدلــه‬
‫ّ‬
‫علــى عــدم اكتراثــه أنــه أشــعل ســيجارة ومضــى يدخــن فــى تلــذذ وهــدوء‬
‫فثــارت ثائــرة الجنــدي وأهاجــه الغضــب وبــدا وكأنــه ليــس لــه غايــة فــى‬
‫الوجــود ســوى االســتيلاء علــى ســجائر فهبــط بطلبــه إلــى ثــاث ثــم اثنيــن‬
‫ولبــث جحشــة جالســا يغالــب اضطــرام عواطفــه وأوجــاع طمعــه ولمــا نــزل‬
‫الجنــدي إلــى اثنتيــن أبــدى حركــه بغيــر إراده رآهــا الجنــدي فقــال لــه وهــو‬
‫يمــد يــده بالجاكتــة ‪ :‬هــات فلــم يــر بــدا مــن النهــوض ودنــا مــن القطــار حتــى‬
‫وتفــرس الجاكتــة بعيــن جذلــة‬ ‫ّ‬ ‫أخــذ الجاكتــة وأعطــى الجنــدي العلبتيــن‬
‫راضيــة وقــد الحــت علــى شــفتي�ه ابتســامة ظفــر ووضــع الصنــدوق علــى‬
‫المقعــد وارتــدى الجاكتــة وزررهــا فبــدت فضفاضــة ولكنــه لــم يعــن لذلــك‬
‫ّ‬
‫وتــاه عجبــا وســرورا واســترد صندوقــه وأخــذ يقطــع اإلفريــز فخــورا طروبــا‬
‫وارتســمت لعينيــ�ه صــورة نبويــة فــي مالءتهــا اللــف فقــال متمتمــا ‪ :‬لــو‬
‫ترانــى اآلن! نعــم لــن تتجافانــي بعــد اليــوم ولــن تلــوي وجههــا عنــي احتقــارا‬
‫‪11‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ولــن يجــد الغــر مــا يفخــر بــه علــي ولكنــه ذكــر أن الغــر يرتــدي بدلــة كاملــة‬
‫ال جاكتــة مفــردة فكيــف الســبي�ل إلــى البنطلــون؟ وفكــر مليــا وألقــى علــى‬
‫رؤوس األســرى المطلــة مــن نوافــذ القطــار نظــرة ذات معنــى ولعــب الطمــع‬
‫ّ‬
‫تســتقر ودلــف‬ ‫بقلبــه مــن جديــد فاضطربــت نفســه بعــد أن أوشــكت أن‬
‫إلــى القطــار ونــادى بجــرأة‪ :‬ســجائر ســجائر العلبــة ببنطلــون لمــن ليــس‬
‫معــه نقــود‪ ...‬العلبــة ببنطلــون‪ .‬وأعــاد ندائــه هــذا مثنــى وثالثــا وخشــي أن‬
‫يغيــب علــى األفهــام مقصــده فمضــى يومــىء إلــى الجاكتــة التــى يرتديهــا‬
‫ّ‬
‫ويلــوح بعلبــة ســجائر وأحدثــت إيمائت ـ�ه األثــر المرجــو فلــم يتــردد جنــدي‬
‫أن يهــم بخلــع جاكتتــ�ه ولنــه ســارع نحــوه وأومــأ إليــه أن ّ‬
‫يتمهــل ثــم أشــار‬
‫ّ‬
‫إلــى بنطلونــه يعنــي أن ذلــك بغيت ـ�ه وهــز الجنــدي منكبي ـ�ه باســتهانة وخلــع‬
‫البنطلــون وتــم التب ـ�ادل وقبضــت يــد جحشــة علــى البنطلــون بقــوة يــكاد‬
‫يطيــر مــن الفــرح وتقهقــر إلــى مكانــه األول وأخــذ يرتــدي البنطلــون وانتهــى‬
‫فــى أقــل مــن دقيقــه فصــار جنديــا إيطاليــا كامــا‪ ...‬تــرى هــل ينقصه شــيء؟‬
‫الموســف حقــا أن هــؤالء األســرى ال يغطــون رؤوســهم بالطرابيــش ولكنهــم‬ ‫ُ‬
‫يضعــون أقدامهــم فــي أحذيــة وال غنــى عــن حــذاء ليتســاوى بالغــر الــذي‬
‫يكــرب حياتــه وحمــل صندوقــه وهــرع إلــى القطــار وهــو يصــرخ ‪ :‬ســجائر‪...‬‬
‫العلبــة بحــذاء‪ ...‬العلبــة بحــذاء‪ .‬واســتعان علــى التفاهــم باإلشــارة كمــا فعــل‬
‫فــي المــرة األولــى ولكنــه قبــل أن يظفــر بزبــون جديــد آذنــت صفــارة القطــار‬
‫بالمســير فتمخضــت عــن موجــة نشــاط شــمل الحــراس جميعــا وكانــت‬
‫ســحائب الظــام تغشــى جوانــب المحطــة وطائــر الليــل يحلــق فــى الفضــاء‬
‫فتوقــف جحشــه وفــى نفســه لوعــة وفــى عيني ـ�ه حســره وغيــظ ولمــا أخــذ‬
‫القطــار يتحــرك لمحــه حــارس فــى عربــه أماميــة فبــدا علــى وجهــه الغضــب‬
‫‪12‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫وصــاح باإلنجليزيــة ثــم باإليطاليــة ‪ :‬اصعــد بســرعه أيهــا األســير! فلــم يفهم‬
‫جحشــه مــا يقــول وأراد أن ينفــس عــن صــدره فجعــل يقلــده فــى حركاتــه‬
‫مســتهزءا مطمئن ـ�ا إلــى بعــده عــن متن ـ�اول يديــه فصــاح بــه الحــارس مــرة‬
‫ّ‬
‫أخــرى والقطــار يبتعــد رويــدا ورويــدا ‪ :‬اصعــد‪ ...‬إنــى أحــذرك‪ ...‬اصعــد!‬
‫ـزم جحشــة شــفتي�ه احتقــارا وواله ظهــره وهــم بالمســير فكــور الحــارس‬ ‫فـ ّ‬
‫قبضــة يســراه مهــددا وصــوب بن�دقيت ـ�ه نحــو الشــاب الغافــل وأطلــق النــار‬
‫ّ‬ ‫ّ‬
‫ودوى عزيــف الرصاصــه يصــم اآلذان وأعقبتهــا صرخــة ألــم وفــزع وتصلــب‬
‫جســم جحشــة فــي مكانــه فســقط الصنــدوق مــن يــده وتن�اثــرت علــب‬
‫الســجائر والكبريــت ثــم انقلــب علــى وجهــه جثــة هامــدة‪.‬‬

‫‪13‬‬
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

14
Esir Üniforması

Esir Üniforması
Tercüme: Musa YILDIZ

Trenin geliş vakti yaklaştığında Zakâzîk tren istasyonuna koşan ilk


sigara satıcısı Cahşa olurdu. Onun harçlığını çıkardığı bir yerdi istas-
yon. Tecrübeli küçük gözleriyle müşteri kapmak için eşsiz bir enerji
sarf ederek peron üzerinde bir o yana bir bu yana koşardı. Cahşa’ya
mesleği sorulsaydı, belki de mesleğine çirkin bir küfür sallardı. Çün-
kü o, insanların bir çoğu gibi hayata kızmış ve şansına küsmüştü. Ona
seçme özgürlüğü verilseydi, belki de bir zenginin şoförü olmayı tercih
eder, efendi gibi giyinir, beylerin yediklerinden yerdi. Yaz ve kış mev-
simlerinde seçkin yerlerde efendisine eşlik ederdi. Bu rüya, onun ge-
çim mücadelesi verirken küçük bir tesellisiydi. Bununla birlikte onun
bu işi seçmesinin özel ve gizli nedenleri vardı. Gurr gibi olabilmeyi te-
menni ediyordu. Bir zenginin şoförü olan Gurr, bir memurun hizmet-
çisi olan Nebeviye isimli genç kızla yolda görüşüp, onunla kendine
güvenli bir şekilde ve cesurca konuşuyordu. Zaten bir keresinde se-
vinçle ellerini ovuşturarak ona; “Yakında yüzükle geleceğim” dediğini
duymuştu. Kız da ona nazlanarak gülümsemiş ve düzeltiyormuş gibi
başörtüsünün ucunu kaldırmıştı. Aslında Nebeviye, zeytinyağıyla par-
latılmış simsiyah saçlarını göstermek istiyordu.
Bu durumu gören Cahşa’nın yüreği yandı ve kendisine çok acı
veren bir kıskançlık duygusuna kapıldı. Nebeviye’nin siyah gözle-
ri Cahşa’ya acı ve rahatsızlık veriyordu. Cahşa onu yakından ta-
kip ediyor, gidiş gelişinde onun yakınından geçiyordu. Hatta bir
gün kızla bir yerde yalnız kaldıklarında onun kulağına Gurr’un de-
diği gibi “Yakında yüzükle geleceğim” sözünü tekrarlamıştı. Fakat
Nebeviye kafasını çevirip, kaşlarını çatmış ve onu aşağılayan tavırla
“Sen önce kendine güzel bir ayakkabı al” demişti. Bunun üzerine
Cahşa, deve tabanına benzeyen çarpık bacaklarına, kirli elbisesine
ve tozlu şapkasına bakmış ve “bu benim bedbahtlığım ve talihsizli-

15
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

ğimin sebebidir” demişti. Gurr’un işini kıskanıyor ve o işi arzuluyor-


du. Umutları onun işini engellemiyor ve hayallerini gerçekleştirebil-
me ümidini yitirmeden işine devam ediyordu. O akşam üzeri, tablası
elinde Zakâzîk İstasyonuna, yolcuları beklemeye gitti. Ufuk istika-
metine baktığında bir duman bulutu gibi uzaktan gelen treni gördü.
Tren yaklaştıkça kompartımanları daha belirginleşti ve istasyonun
peronunda duruncaya kadar gürültüsü devam etti. Cahşa, trenin
sıralı kompartımanlarına doğru koştu. O sırada kompartımanların
kapısında silahlı muhafızlar olduğunu dehşetle gördü. Trendekiler
şaşkın ve üzgün bakışlarla kafalarını pencerelerden sarkıtarak tuhaf
tuhaf ona baktılar. İstasyonda bulunanlar kendi aralarında “Bunlar
düşmanlarının eline düşen sayısız İtalyanlar esirleri ve şimdi de tu-
tuklama kamplarına götürülüyorlar” diyorlardı.
Cahşa, şaşkın bir şekilde bakakalıp, gözlerini onların solgun yüz-
leri üzerinde gezdirdi. Sonra onu bir sıkıntı bastı. Fakirlik ve sefa-
let içinde olan o solgun yüzleri, kendi sigaralarıyla doyurmaya asla
gücü yetmeyeceğini anladı. Esirlerin onun sigara tablasına aç göz-
lerle baktıklarını gördü. Adamlara kızgınca ve küçümsemeyle baktı.
Onlara sırtını dönerek geldiği yere yöneldi. Fakat o sırada Frenk ak-
sanıyla Arapça olarak “Sigara” diye bağıran bir ses duydu.
Cahşa ona dehşetle ve şaşkın bir şekilde baktı, sonra baş parmağını
işaret parmağına sürterek para anlamına gelen işareti yaptı. Asker
anlayarak başıyla işaret etti ve temkinli bir şekilde yaklaşarak, elini
uzattığında Cahşa’ya uzanamayacağı bir mesafede durdu. Ceketini
sakince çıkardı ve elinde sallayarak “Bu benim param” dedi.
Cahşa şaşkınlıkla istek arası bir duyguyla sarı düğmeli, kül rengi
ceketi süzdü, kalbi çarptı. Fakat o, saf ve aptal değildi; İtalyan askeri
avlama konusunda içinden geçenleri gizledi.
Sakince, bir paket sigara gösterdi ve ceketi almak için elini uzattı.
Asker alnını kırıştırdı ve ona şöyle seslendi;
-Ceket için bir paket mi? On tane ver.
Cahşa şaşırıp geriye çekildi. Arzularına hakim oldu. Neredeyse yo-
lunu değiştirecekti. Asker arkasından seslendi.
-Sana uygun sayıda ver... Dokuz ya da sekiz...

16
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Genç inatçılıkla kafasını salladı. Asker şöyle dedi;


-Öyleyse yedi.
Cahşa ilkinde yaptığı gibi kafasını salladı. Gitmeye kararlı olduğu
anlaşılınca asker altı taneye kanaat etti. Sonra beşe indi.
Cahşa üzgün olduğunu ifade etmek anlamına elini salladı ve otu-
raklara dönerek oturdu. Çılgına dönen asker ona seslendi.
-Gel! Dört taneye de razıyım.
Cahşa’nın aklı buna da yatmadı. Kabul etmediğini belirtmek için
bir sigara yaktı. Sakin bir şekilde tadına vararak sigarasını tüttürme-
ye başladı.
Asker bu duruma çok sinirlendi, hayatta sigaralara sahip olmak-
tan başka amacı yok gibiydi. İsteğini üçe, sonra ikiye indirdi. Cahşa
hâlâ oturuyor, hislerine ve arzularına hakim olmaya çalışıyordu. As-
ker ikiye indiğinde Cahşa isteği dışında askerin fark ettiği bir hareket
yaptı. Asker ceketi eliyle uzatarak “Getir” dedi.
Cahşa, kalkmadan edemedi, ceketi almak üzere trene yaklaştı ve
askere iki paketi verdi. Sevinçli gözlerle ceketi süzdü ve dudakların-
da zafer tebessümü göründü. Tablasını oturağın üzerine koydu ve
ceketi giydi, düğmelerini ilikledi. Ceket üzerine bol gelmişti. Ama
Cahşa, buna aldırmadı. Sevinçten ne yapacağını şaşırdı. Tablasını
aldı, caka satarak ve sevinçli bir halde peron üzerinde yürümeye
başladı. O sırada,sarma başörtüsüyle Nebeviye’yi gözünde canlan-
dırdı ve mırıldanarak “Keşke beni görse! Evet bu günden sonra ben-
den uzak durmayacak ve beni hakir görerek yüzünü çevirmeyecek.
Gurr’un da bana karşı övüneceği bir şeyi kalmayacak.” dedi. Fakat
Gurr’un sadece bir ceket değil takım elbise giyindiğini hatırladı. Pan-
tolonu nasıl bulabilirdi? Biraz düşündü. Trenin penceresinden kafa-
larını uzatmış olan esirlere anlamlı anlamlı baktı. Arzuları yeniden
kalbinde hareketlendi. Birazcık olsun durulan nefsine hakim olama-
dı ve trene yönelerek cesaretle:
-Sigara... Sigara, parası olmayanlar için bir pantolona bir paket si-
gara... bir pantolona bir paket, diye bağırdı.
Bu sözleri iki, üç defa tekrarladı. Ama maksadının anlaşılmasın-

17
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

dan endişe ederek giydiği cekete işaretle sigara kutusunu elinde


sallamaya başladı. Bu işareti etkisini gösterdi. O sırada askerlerden
biri ceketini çıkarmakta tereddüt etmedi. Cahşa ona doğru koşarak
acele etmemesini işaret etti ve pantolonu göstererek istediğinin o ol-
duğunu anlattı. Asker önemli olmadığını belirtmek için omuzlarını
salladı ve pantolonunu çıkarttı. Böylece değişim tamamlanmış oldu.
Cahşa eliyle sertçe pantolonu kaptı, sevinçten uçacaktı neredeyse.
İlk durduğu yere döndü ve pantolonu giyinmeye koyuldu. Bir daki-
kadan daha az bir sürede giyinme işini tamamladı ve tam bir İtalyan
askerine benzedi...Acaba bir eksiği var mıydı? Gerçekte üzücü olan
bu esirlerin kafalarına şapka takmamalarıydı...Fakat ayaklarında
ayakkabıları vardı. Hayatını altüst eden Gurr ile eşit olması için bir
ayakkabı bulması kaçınılmazdı. Tablasını kaptığı gibi trene koştu ve;
-Sigara, bir ayakkabıya bir paket... Bir ayakkabıya bir paket... diye
bağırdı.
Başlangıçta yaptığı gibi anlaşabilmek için işaret etmeye başladı.
Fakat o, yeni bir müşteri yakalamadan önce trenin kalkış düdüğü çal-
dı. Bütün muhafızları harekete geçiren bir dalgalanma oldu. O sırada
karanlık bulutları istasyon çevresinde kümeleşiyordu. Gece kuşları
gökyüzünde uçuşuyordu. Cahşa içi yanarak durakladı. Gözlerinde
üzüntü ve öfke vardı. Tren hareket etmeye başlayınca ön kompar-
tımanlardan bir muhafız onu fark etti. Muhafızın yüzünde kızgınlık
belirdi ve ona önce İngilizce sonra İtalyanca olarak;
-Bin çabuk ... Ey esir bin çabuk! diye bağırdı.
Cahşa söyleneni anlamadı. Göğsünden nefes alarak muhafızla alay
etmek için onun uzanamayacağı bir uzaklıkta onu taklit etmeye baş-
ladı. Muhafız, tren yavaş yavaş uzaklaşırken tekrar bağırdı.
-Binsene!.. Seni uyarıyorum... Bin!
Cahşa onunla dalga geçmek için dudaklarını büktü, ona arkasını
döndü ve yürümeye başladı. Muhafız sol elini ona doğru uzatarak
onu tehdit etti. Sonra tüfeğini olan bitenden habersiz gence doğrult-
tu ve ateş etti. Merminin sesi kulakları sağır edercesine yankı yaptı.
Arkasından bir acı ve korku çığlığı koptu. Cahşa’nın vücudu olduğu
yerde donakaldı. Tablası elinden düştü. Sigara ve kibrit kutuları etra-
fa dağıldı. Donuk bir ceset olarak yüzüstü yere devrildi.

18
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫من «زقاق املدق»‬


‫‪Yazan: Necip Mahfuz‬‬
‫و دخلــت حميــدة الحجــرة عقــب مغــادرة الســت ســني�ة لهــا‪ .‬كانــت‬
‫تمشــط شــعرها األســود الــذي تفــوح منــه رائحــة الكيروســين‪ .‬فنظــرت‬
‫أم حميــدة إلــى الشــعر الفاحــم الالمــع تــكاد تجــاوز ذؤاباتــه المسترســلة‬
‫ركبتــي الفتــاة‪ ،‬و قالــت بأســف‪:‬‬
‫‪-‬واحسرتاه كيف تدعين القمل يرعى هذا الشعر الجميل!‪.‬‬
‫فبرقــت عينــ�ان ســوداوان مكحلتــان بأهــداب وطــف‪ .‬والحــت فيهمــا‬
‫نظــرة حــادة صارمــة‪ ،‬و قالــت الفتــاة بحــدة‪:‬‬
‫‪-‬قمل؟! و النبى ما وجد المشط إال قملتين اثنتين!‬
‫‪-‬أنسيت يوم مشطتك من أسبوعين و هرست لك عشرين قملة؟‬
‫فقالت بغير مباالة‪:‬‬
‫‪-‬كان مضى على رأسى شهران بال غسيل‪..‬‬
‫ثــم اشــتد ســاعدها فــي التمشــيط و هــي تجلــس جنــب أمها‪.‬كانــت فــي‬
‫العشــرين‪ ،‬متوســطة القامــة‪ ،‬رشــيقة القــوام‪ ،‬نحاســية البشــرة‪ ،‬يميــل‬
‫وجههــا للطــول‪ ،‬فــي نقــاء و وراء‪ ،‬و أميــز مــا يميزهــا عينــ�ان ســوداوان‬

‫‪19‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫جميلتــان‪ ،‬لهمــا حــور بديــع فاتــن؛ لكنهــا اذا اطبقــت شــفتيها الرقيقتيــن‬
‫وحــدت بصرهــا تلبســتها حالــة مــن القــوة و الصرامــة ال عهــد للنســاء‬
‫بهــا! و قــد كان غضبهــا دائمــا ممــا ال يســتهان بــه حتــى فــي زقــاق المــدق‬
‫نفســه‪ .‬و أمهــا علــى مــا اشــتهرت بــه مــن القــوة تتحاماهــا مــا اســتطاعت‪.‬‬
‫قالــت لهــا يومــا و همــا تتســابان‪« :‬لــن يلــم هللا شــعئك برجــل‪ ،‬فــأي‬
‫الرجــال يرضــى بــأن يضــم إلــى صــدره جمــرة موقــدة! « ‪ .‬و كانــت تقــول‬
‫فــي مــرات أخــرى‪ :‬ان جنونــا ال شــك فيــه ينت ـ�اب ابنتهــا حيــن الغضــب‪ ،‬و‬
‫ســميتها لذلــك «الخمســين» باســم الريــاح المعروفــة‪ .‬و مــع ذلــك كانــت‬
‫تحبهــا كثيــرا و إن كانــت فــي الحقيقــة أمهــا بالتبنــي‪ .‬كانــت األم الحقيقيــة‬
‫شــريكة لهــا فــي االتجــار بالمفتقــة و الموغــات‪ ،‬ثــم شــاطرتها شــقتها‬
‫بالزقــاق فــي ظــروف ســيئ�ة‪ ،‬و أخيــرا ماتــت بيــن يديهــا تاركــة طفلتهــا فــي‬
‫ســن الرضــاع‪ ،‬فتبنتهــا أم حميــدة‪ ،‬و عهــدت بهــا إلــى زوج المعلــم كرشــة‬
‫القهوجــى فأرضعتهــا مــع ابنهــا حســين كرشــة‪ ،‬فهــي أختــه بالرضاعــة‪.‬‬
‫مضــت تمشــط شــعرها الفاحــم‪ ،‬منتظــرة كالعــادة أن تعلــق أمهــا علــى‬
‫الزيــارة و الزائــرة‪ ،‬و لمــا طــال الصمــت قالــت الفتــاة‪:‬‬
‫‪-‬طالت الزيارة‪ .‬فيم كنتما تتحدثان؟‬
‫فضحكت أمها في سخرية و تمتمت‪:‬‬
‫‪-‬خمني!‬
‫فقالت الفتاة و قد اشتد اهتمامها‪:‬‬
‫‪-‬طلبت رفع اإليجار؟‬
‫‪20‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫‪-‬لــو فعلــت لخرجــت محمولــة علــى أيــدي رجــال اإلســعاف‪ ،‬و لكنهــا‬
‫طلبــت خفضــه؟‬
‫فصاحت حميدة‪:‬‬
‫‪-‬هل جنت؟‬
‫‪-‬أجل جنت‪ ،‬و لكن خمني‪..‬‬
‫فنفخت الفتاة و هي تقول‪:‬‬
‫‪-‬اتعبتني!‬
‫فارعشت المرأة حاجبيها و هي تغمز بعينيها‪:‬‬
‫‪-‬صاحبتك تروم الزواج!‬
‫فتولت الفتاة الدهشة و قالت‪:‬‬
‫‪-‬الزواج!‬
‫‪-‬أجــل‪ .‬و تريــد شــابا‪ .‬أســغى عليــك مــن شــابة عاثــرة الحــظ ال تجــد مــن‬
‫يطلــب يدهــا!‬
‫فحدجتها الفتاة بنظرة شزراء و قالت و هي تضفر شعرها‪:‬‬
‫‪-‬بــل أجــد كثيريــن‪ ،‬ولكنــك خاطبــة فاشــلة تريديــن أن تــدارى فشــلك‪.‬‬
‫و مــاذا بــي ممــا يعيــب؟ و لكنــك كمــا قلــت امــرأة فاشــلة‪ ،‬يصــدق عليــك‬
‫المثــل القائــل «بــاب النجــار مخلــع»‪..‬‬
‫فابتسمت أم حميدة قائلة‪:‬‬
‫‪21‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫‪-‬اذا تزوجت الست سني�ة عفيفى فال يصح المرأة أن تي�أس‪..‬‬


‫و لكن الفتاة رمتها بنظرة غاضبة و قالت بحدة‪:‬‬
‫‪-‬لست أجري وراء الزواج‪ ،‬و لكنه يجري ورائي أنا‪ ،‬و سأنب�ذه كثيرا‪..‬‬
‫‪-‬طبعا؟ أميرة بنت أمراء!‬
‫فتغاضت الفتاة عن سخرية أمها و قالت بنفس اللهجة الحادة‪:‬‬
‫‪-‬أفي هذا الزقاق أحد يستحق االعتب�ار؟‬
‫و لــم تكــن األم فــي الواقــع يداخلهــا خــوف علــى الفتــاة مــن البــوار‪ .‬و‬
‫ال تشــك فــي جمالهــا‪ ،‬و لكنهــا كانــت كثيــرا مــا تثــور بعجبهــا و غرورهــا‪.‬‬
‫فقالــت باســتي�اء‪:‬‬
‫‪-‬ال تسلقي الزقاق بلسانك‪ ،‬أن أهله سادة الدني�ا‪.‬‬
‫‪-‬ســادة دنيـ�اك أنــت‪ .‬كلهــم كعدمهــم‪ ،‬اللهــم اال واحــدا به رمــق جعلتموه‬
‫أخي!‬
‫و كانــت تعنــي حســين كرشــة أخاهــا بالرضاعــة‪ ،‬فهــال أمهــا األمــر و‬
‫قالــت بلهجــة انتقــاد و اســتي�اء‪:‬‬
‫كيــف تقوليــن هــذا؟ مــا جعلنــاه أخــا‪ ،‬و مــا نملــك أن نصنــع أخــا و ال أختا‪،‬‬
‫و لكنــه أخــوك بالرضاعــة كما أمــر هللا‪...‬‬
‫فغلبتها روح المجون و قالت عابث�ة‪:‬‬
‫‪-‬اال يجوز أن يكون قد رضع من ثدى و رضعت انا من اآلخر؟‬
‫فلكمتها أمها في ظهرها و صاحت بها‪:‬‬
‫‪22‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫‪-‬قاتلك هللا‪...‬‬
‫فغمغمت الفتاة بازدراء‪:‬‬
‫‪-‬زقاق العدم!‬
‫‪-‬انت تستحقين موظفا قد الدني�ا!‬
‫فتساءلت بتحد‪:‬‬
‫‪-‬هل الموظف اله؟‬
‫فتنهدت األم قائلة‪:‬‬
‫‪-‬آه لو تخففين من غلوائك‪!...‬‬
‫فقلدت لهجة أمها قائلة‪:‬‬
‫‪-‬آه لو تنصفين و لو مرة في العمر!‬
‫‪-‬آكلــة شــاربة ثــم ال تشــكرين‪ .‬أتذكريــن كيــف اطلقــت علــى لســانك‬
‫الطويــل بســبب جلبــاب؟!‬
‫فقالت حميدة بدهشة‪:‬‬
‫‪-‬و هــل الجلبــاب شــيء يهــون؟!‪ ..‬مــا قيمــة هــذه الدنيـ�ا بغيــر المالبــس‬
‫الجديــدة؟! أال تريــن أن األولــى بالفتــاة التــي ال تجــد مــا تتزيــن بــه مــن‬
‫جميــل الثي ـ�اب أن تدفــن حيــة؟!‬
‫ثم امتأل صوتها أسفا و هي تقول مستدركة‪:‬‬
‫‪-‬آه لــو رأيــت بن ـ�ات المشــغل! آه رأيــت اليهوديــات العامــات! كلهــن‬
‫‪23‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫يرفلــن فــي الثيـ�اب الجميلــة‪ .‬أجــل مــا قيمــة الدنيـ�ا اذا لــم نرتــد مــا نحــب؟!‬
‫فقالت األم باستي�اء‪:‬‬
‫‪-‬أفقدتــك مراقبــة فتيـ�ات المشــغل و اليهوديــات عقلــك‪ ،‬و هيهــات أن‬
‫يهــدأ لــك بــال‪..‬‬
‫فلــم تعبــأ بقولهــا و كانــت انتهــت مــن تضفيــر شــعرها‪ ،‬فاســتخرجت‬
‫مــن جيبهــا مــرآة صغيــرة‪ ،‬ثبتتهــا علــى مســند الكنبـ�ة‪ ،‬ثــم وقفــت أمامهــا‬
‫منحني ـ�ة قليــا لتــرى صورتهــا‪ ،‬ثــم غمغمــت بلهجــة تنـ ّـم عــن االعجــاب‪:‬‬
‫‪-‬آه يــا خســارتك يــا حميــدة‪ ،‬لمــاذا توجديــن فــي هــذا الزقــاق؟! و لمــاذا‬
‫كانــت أمــك هــذه المــرأة التــي ال تميــز بيــن التبــر و التــراب؟!‬
‫ثــم دلفــت مــن النافــذة الوحيــدة فــي الحجــرة التــي تطــل علــى الزقــاق‪،‬‬
‫و مــدت يديهــا إلــى مصراعيهــا المفتوحيــن و جذبتهمــا حتــى لــم يعــد‬
‫يفــرج بينهمــا اال مقــدار قيراطيــن مــن الفــراغ‪ ،‬و ارتفقــت النافــذة ملقيــة‬
‫ببصرهــا إلــى الزقــاق‪ ،‬متنقلــة بــه مــن مــكان إلــى مــكان‪ ،‬قائلــة و كأنمــا‬
‫تخاطــب نفســها فــي ســخرية‪:‬‬
‫‪-‬مرحبــا بــك يــا زقــاق الهنــا و الســعادة‪ .‬دمــت و دام أهلــك األجــاء‪.‬‬
‫يالحســن هــذا المنظــر‪ ،‬و يــا لجمــال هــؤالء النــاس‪ .‬مــا أرى؟! هذه حســني�ة‬
‫الفرانــة جالســة علــى عتبـ�ة الفــرن كالزكيبـ�ة‪ ،‬عينـ�ا علــى األرغفــة‪ ،‬و عينـ�ا‬
‫علــى جعــدة زوجهــا‪ ،‬و الرجــل يشــتغل مخافــة أن تنهــال عليــه لكماتهــا و‬
‫ركالتهــا‪ .‬و هــذا المعلــم كرشــة القهوجــي متطامــن الــرأس كالنائــم و مــا‬
‫هــو بالنائــم‪ .‬و عــم كامــل يغــط فــي نومــه‪ ،‬و الذبــاب يرقــص علــى صينيـ�ة‬
‫البوسبوســة بــا رقيــب‪ .‬آه‪ .‬و هــذا عبــاس الحلــو يســترق النظــر إلــى‬

‫‪24‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫النافــذة فــي جمــال و دالل‪ ،‬و لعلــه ال يشــك فــي أن هــذه النظــرة ســترميني‬
‫عنــد قدميــه أســيرة لهــواء‪ ،‬أدركونــي يــا هــوه قبــل التلــف‪ .‬أمــا هذا فالســيد‬
‫ســليم علــوان صاحــب الوكالــة‪ ،‬رفــع عينيـ�ه يــا أمــاه وغضهمــا‪ ،‬ثـ ّـم رفعهمــا‬
‫ثانيـ�ة‪ ..،‬قلنــا األولــى مصادقــة‪ ،‬و الثانيـ�ة يــا ســليم بــك؟! ربــاه هــذه نظــرة‬
‫ثالثــة! مــاذا تريــد يــا رجــل يــا عجــوز يــا قليــل الحيــاء!‪ ..‬مصادفــة كل يــوم‬
‫فــي مثــل هــذه الســاعة؟! ليتــك لــم تكــن زوجــا و أبــا اذا لبادلتــك نظــرة‬
‫بنظــرة‪ ،‬و لقلــت لــك أهــا و ســهال و مرحبــا‪ .‬هــذا كل شــيء‪ ،‬هــذا هــو‬
‫الزقــاق فلمــاذا ال تهمــل حميــدة شــعرها حتــى يقمــل؟!‪..‬‬
‫أوه‪ ..‬ها هو ذا الشيخ درويش قادما يضرب األرض بقبقابه‪...‬‬
‫و هنا قاطمتها أمها في سخرية‪:‬‬
‫‪-‬ما أحق الشيخ درويش أن يكون زوجا لك!‬
‫فلم تلتفت إليها‪ ،‬و رقصت لها عجوزتها و هي تقول‪:‬‬
‫‪-‬يــا لــه مــن رجــل مقتــدر‪ .‬يقــول أنــه انفــق فــي حــب الســيدة زينــب مائــة‬
‫ألــف جنيـ�ه‪ ،‬فهل يبخــل بعشــرة اآلالف؟!‬
‫ثــم تراجعــت فجــأة كأنهــا ملــت موقفهــا‪ ،‬و عــادت إلــى المــرآة ملقيــة‬ ‫ّ‬
‫إليهــا نظــرا فاحصــا‪ ،‬تنهــدت و هــي تقــول‪:‬‬
‫‪-‬يا خسارتك يا حميدة‪...‬‬

‫‪25‬‬
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

26
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Midak Sokağı
Tercüme: Ersin ÇİLEK
Saniye hanım odadan çıktıktan sonra Hamide, gazyağı kokusu ya-
yan siyah saçlarını tarayarak odaya girdi. Annesi, Hamide’nin dizle-
rine kadar uzanan kömür karası, parlak saçlarına baktı. Üzüntülü bir
sesle, “Vah! Nasılda bitlendirdin güzelim saçlarını!” dedi.
Hamide’nin uzun kirpikli, sürmeli kara gözleri parladı ve gözlerin-
de keskin bir bakış belirdi. “Bit mi? Peygambere yemin olsun ki, ta-
rağımdan sadece iki tane bit çıktı.”
“İki hafta önce saçlarını taramıştım unuttun mu? Kafanda yirmi
tane bit ezmiştim hatırla!” Hamide umursamazca cevap verdi: “O
zaman saçlarımı yıkamayalı tam iki ay olmuştu!”
Annesinin yanında otururken saçlarını daha sert taramaya başladı
Hamide. Yirmi yaşında orta boylu bir kızdı. İnce vücudu, uzun, zarif
ve hoş bir yüzü vardı. En dikkat çeken özelliği ise, çekici siyah gözle-
riydi. Gözbebekleri ve gözlerinin beyazı arasında büyüleyici bir fark
vardı. Ancak narin dudaklarını kapatıp keskin bir şekilde baktığında
kadınsı sıfatlardan çok uzak, güç ve kuvvet beliriyordu yüzünde.
Hamide’nin asabi olduğunu Midak Sokağı’nda bilmeyen yoktu.
Kabalığı ile bilinen annesi bile onunla çatışmamaya elinden gel-
diğince çaba gösterirdi. Bir gün tartışırken annesi, “Allah sana koca
vermeyecek, hangi adam kalbine senin gibi birini sokmak ister ki?”
dedi. Bazen, sinirlendiğinde onun gerçekten delirdiğini söylerdi. Bu
yüzden onun bu haline bir hırçın rüzgar adı olan “hamsin” diyordu.
Bütün bunlara rağmen Hamide’yi çok seviyordu, hatta üvey annesi
olmasına rağmen… Hamide’nin öz annesi tatlı üretimi işinde şu anki
üvey annesi ile ortaktı. Fakirlikten üvey annesi ile evini paylaşmak
zorunda kalmıştı. Bir süre sonra annesi arkasında Hamide’yi bıraka-
rak vefat etti. Artık annesinin ortağı Ümmü Hamide, kızı evlat edin-

27
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

mişti. Hamide’yi öğretmen Kirşa Kahveci’nin karısına verdi, böylece


oğulları Hüseyin Kirşa ile beraber emzirdi Hamide’yi. Hüseyin Kirşa
ile sütkardeşi olmuşlardı.
Annesinin ziyaret hakkında yorum yapmasını beklerken bir yan-
dan da saçlarını taramaya devam ediyordu. Sessizlik uzayınca Ha-
mide, “Ziyaret uzun sürdü, neler konuştunuz bakalım?” diye sordu.
Annesi alay eder gibi güldü ve “Hadi tahmin et” dedi. Hamide ko-
nuya dikkat kesilmiş bir şekilde “Kirayı artırmak istemiştir başka ne
olacak!” diye sözlerini sürdürdü.
-“Eğer öyle bir şey yapmış olsaydı, onu ambulansla ilk yardım gö-
revlileri götürüyor olurdu. Aksine kirayı düşürmek istiyor.”
Hamide, “Delirdin mi sen!” diye bağırdı.
-Evet delirdim, ama tahmin et…
-Sıkıldım ama!
Annesi kaşlarını oynattı ve göz kırparak, “Arkadaşın evlenmek is-
tiyor hem de çok…”
- Evlilik mi?
-Evet, hem de genç birini istiyor. Ama maalesef sen çok şanssızsın.
Seninle kimse evlenmek istemez!
Hamide şaşkınlıkla annesine alaycı bir bakış attı. “Aslında ben çok
kişi bulurum. Ancak sen başarısız bir çöpçatansın, hem de başarısız-
lığını kabul etmeyen… Terzi kendi söküğünü kendi dikemez sözünü
doğruluyorsun.” dedi saçlarını örerken.
“Saniye hanım evlenebilirse, artık hiçbir kadının bu konuda umut-
suzluğa kapılmasına gerek kalmaz” diyerek gülümsedi annesi.
Kız sinirli bir bakış atarak, “Evliliğin arkasından koşan ben değilim.
Evlilik benim arkamdan koşuyor. Ama ben onu daha çok koşturaca-
ğım.”
“Tabi ki, sen bir prensessin zaten.”
Hamide annesinin dalga geçmesine göz yumdu ve sert bir üslupla
“Bu sokakta itibar gösterilecek biri mi var?” dedi.

28
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Aslında annesi, Hamide’nin evlenememesinden yana bir korkusu


yoktu, onun güzelliğinden yana bir şüphesi de yoktu. Fakat çoğun-
lukla kendini beğenmesi ve kibirli biri olmasına çok kızıyordu. İçer-
lemiş bir şekilde “ Kendince sokağa iftira atma!” Bu sokağın sakinleri
dünyadaki en efendi insanlardır.” dedi annesi Hamide’ye.
“Dünyanın en beyefendi insanı sen misin? Onların her biri, birer
hiç. Sadece bir tanesi hariç, sizde onu bana kardeş yaptınız.
Sütkardeşi olan Hüseyin Kirşa’dan bahsediyordu. Annesi, Hami-
de’nin söylediklerine çok üzülmüştü. Onu kızgınlıkla eleştirerek
şöyle dedi: “Bunu nasıl söylersin? Biz onu senin kardeşin yapmadık,
istesekte yapamayız. Ama o senin sütkardeşin. Allah buyurduğu
üzere, ikinizde aynı kadından süt emdiniz.” Hamide adeta cinnet ge-
çirdi ve alay eder bir üslupla “belki de o bir memeden, bende diğer
memeden süt emmişizdir, olamaz mı?” dedi. Annesi, Hamide’nin
sırtına bir yumruk attı, “Allah cezanı versin Hamide” diye bağırdı.
Hamide küçümseyerek “Hiçler sokağı” diye söylendi.
“Sen bir memurla evlenmeyi hak ettiğini mi düşünüyorsun?” dedi.
“Ne yani memur Allah mı sanki? diyerek saygısızca karşılık verdi
Hamide. Annesi iç çekerek “Ah! Keşke şu kibirli davranışları bir bı-
raksan” dedi. Hamide annesinin konuşmasını taklit ederek “Ah! Öm-
ründe bir defa adil davransan” diye karşılık verdi.
“Nimetleri yiyorsun, karnını doyuruyorsun ama hiç şükrettiğin
yok! Bir elbise yüzünden o kadar dırdır ettiğini hatırlıyor musun?”
Hamide hayret içinde “Ne yani? Elbise önemsiz bir şey mi? Bu dün-
yanın yeni elbiseler giymenin dışında ne değeri var ki?” “Bir kız gü-
zel elbiselerini giyip süslenmeyecekse, diri diri gömülmesi daha iyi
değil mi?”
Üzüntülü sesiyle sözlerine devam etti: “Ah… Keşke çalışan kızları,
Yahudi kadınları bir görsen! Her biri güzel güzel kıyafetler giyiyor.
İstediğin giysileri giymedikçe yaşamanın ne anlamı var?
Annesi, “Sen var ya! İşçi kızları, çalışan Yahudi kadınları izlemek-
ten aklını kaybetmişsin! Aklını başına al!” dedi.
Ama annesinin sözüne hiç aldırmadı Hamide. Saçlarını örmeyi

29
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

bitirmişti. Cebinden küçük bir ayna çıkardı. Koltuğun arkasına yas-


landı. Sonra aynada kendini görebilmek için biraz eğildi. Şaşkınlıkla,
“ Vah! Yazık Hamide sana! Neden bu sokakta yaşıyorsun ki? Toprak
ile altın tozunu ayırt edemeyen bu kadın neden senin annen oldu?”
Odanın, sokağa bakan tek penceresinden dışarıya doğru eğildi Ha-
mide. Ellerini açıp kepenklere doğru uzattı. Kepenkleri iki parmak
boşluk kalacak şekilde çekti. Kollarını pencerenin kenarına koyarak
sokağı başından sonuna kadar seyrederken alaycı bir şekilde “Selam
olsun sana ey mutluluk ve huzur sokağı! Sana ve sakinlerine uzun
ömürler dilerim.” diye seslendi kendi kendine. Ne güzel manzara,
ne güzel insanlar! Gözlerime inanamıyorum. Fırıncı Hüsniye, bir
yandan somun ekmeğe bir yandan da kocası Cade’ye bakarak fırı-
nın eşiğinde oturuyor. Kocası sırf eşi Hüsniye’den tekme tokat dayak
yememek için bu işte çalışıyordu. Öğretmen Kirşa Kahveci başını
öne eğmiş uyudu uyuyacak bir vaziyette oturuyordu. Kamil amca
uykuya dalmıştı bile. Sinekler üstü açık tatlı tepsisinin üzerinde ade-
ta dans ediyordu. Aaa! Abbas Huluv üstünü başını düzelterek bana
doğru bakıyordu. Görüşünün beni cezbedeceğini, beni ayaklarına
kapanacak hale getireceğini zannediyor. Şirket sahibi Salim Elvan’a
gelince, o da bir yukarı bir aşağı baktı. Sonra tekrar yukarı baktı. “İlk
sefer tesadüf olsun, peki ikincisi Salim Bey? Hatta üçüncü kez aynı
şeyi yapıyorsun, çok ayıp! Ne istiyorsun sen yaşlı ve utanmaz adam?
Benimle her gün bu saatte bir randevu mu? Evli olmasan, çocuğun
olmasa bakışlarına bir karşılık verebilirdim. Seni misafir edebilirdim.
Ama şuan durum böyle, burası Midak Sokağı. Hamide burada yaşa-
dığı sürece bitlenene kadar saçlarına bakmasa ne olur? İşte, Şeyh
Derviş de yolda yürüyor, sanki takunyalarıyla kaldırıma vuruyor.”
Annesi, Hamide’nin sözünü yarıda kesti ve alay ederek “Şeyh der-
viş bence senin eşin olmayı en çok hak eden kişi!” dedi.
Hamide, annesinden tarafa hiç bakmadı ve kalçalarını sallayarak,
“Ne kadar da güçlü bir erkek! Zeynep hanıma olan aşkından yüz bin
Cüneyh harcadığını söylüyor. Bana on bin Cüneyh vermekte cimrilik
eder mi acaba?” dedi.
Durduğu yerde sıkılmış olmalı ki aniden geriye döndü. Sonra ayna-
nın önüne geçti ve sorgulayıcı bir bakışla iç geçirdi, “Zavallı Hamide!
Yazık sana! ” dedi.

30
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

31
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Yusuf İdris
Ünlü Mısırlı öykü, roman ve tiyatro yazarı Yusuf İdris, 1927 yı-
lında Nil Delta’sında yer alan el-Bayrum köyünde dünyaya geldi.
1945 yılında Kahire Üniversitesi’nde tıp eğitimine başladı ve öğ-
renciliği sırasında, Mısır’da meydana gelen 1952 Genç Subaylar
Darbesi’nin önemli ayaklarından biri olan öğrenci hareketlerinde
aktif bir şekilde rol aldı. Bu faaliyetleri dolayısıyla 1949-51 yılları
arasında hapiste kalan İdris, mezun olmasının ardından başladığı
ve kısa öyküleri için zengin bir veri kaynağı olan doktorluk mes-
leğini 1967’ye kadar sürdürdü. Ardından o da, ünlü edebiyatçılar
Tevfîk el-Hakîm ve Necîb Mahfûz gibi mesleğini bırakarak kendini
edebiyata vakfetti. Yazarlık serüveni öğrenciliği sırasında yazdığı
kısa öykülerle başlayan Yusuf İdris’in ilk öykü koleksiyonu Erkhas
Leyâli, 1954 yılında yayınlandı. Yusuf İdris tedavi için bulunduğu
Londra’da, 1991 yılında hayatını kaybetti.
Yazarın başlıca eserleri şu şekildedir:
Kısa öykü koleksiyonlarından seçmeler: Erhas Leyâlî (1954),
Cumhûriyyetu Ferhât ve Kıssatu Hub (1956), Eleyse kezâlik? (1957),
Hâdisetu Şeref (1958), Luğatu Ây Ây (1960), Beyt min Lahm (1972),
Ene Sultânu Kânûni’l-Vücûd (1975).
Tiyatro eserlerinden seçmeler: Cumhûriyyetu Ferhât ve Meli-
ku’l-Kutn (1956), el-Lahzatu’l-Cerîha (1956), el-Cinsu’s-Sâlis (1972).
Roman ve uzun öykülerinden seçmeler: el-Harâm (1958), el-Ayb
(1960), Ricâl ve Sîrân (1964), el-Askeriyyu’l-Esved (1959).
Düşünce eserlerinden seçmeler: min Mufekkira Dr. Yusuf İdris
(Birinci kısım, 1977), min Mufekkira Dr. Yusuf İdris (İkinci kısım,

32
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

1979), bi Sarâha gayri Mutlaka (1973), el-İrâde (1978), Fikru’l-Fakr ve


Fakru’l-Fikr (1985), İslam bilâ Difâf (1987), el-Ebu’l-Ğâib (1987).
Aşağıda Türkçe çevirisi bulunan “Yolculuk (er-Rihle)” isimli öykü, ya-
zarın “Beyt min Lahm” isimli kısa öykü koleksiyonu içerisinde yer almak-
tadır.

33
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

34
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ال ّرحلة‬
‫‪Yazan: Yusuf İdris‬‬
‫ً‬
‫أنــت وأنــا ومــن بعدنــا طوفــان ال تخــف! ســنرحل حــاال‪ ،‬ســنرحل إلــى‬
‫)‪(1‬‬

‫ً‬
‫بعيــد بعيــد‪ .‬إلــى حيــث ال ين�الــك أو ين�النــي أحــد‪ .‬إلــى حيــث نكــون أحــرارا‬
‫ً‬
‫تمامــا نحيــى بمطلــق قوتن ـ�ا إرادتن ـ�ا وبــا خــوف‪ .‬ال تخــف! لقــد اتخــذت‬
‫االحتي�اطــات كلهــا‪ .‬ال تخــف! كل شــيء ســيتم علــى مــا يــرام‪ .‬أعــرف أنــك‬
‫تفضــل اللــون الكحلــي‪ .‬هــا هــو البنطلــون إذن‪ .‬هــا هــي الســترة‪ .‬بالتأكيــد‬
‫ربطــة العنــق المحمــرة فأنــا أعــرف طبعــك‪ ..‬لســت بالــغ األناقــة نعــم‬
‫ولكنــك ترتــدي دائمــا مــا يجــب‪ ،‬مــا يليــق‪ .‬سأســاعدك فــي تصفيــف‬
‫شــعرك‪ .‬أنــت ال تعــرف أنــي أحــب شــعرك‪ .‬خفيــف هــو متن�اثــر وكأنمــا‬
‫ً‬
‫صنــع خصيصــا ليخفــي صلعتــك ولكنــه أبيــض كلــه ســهل التمشــيط‪.‬‬
‫بي ـ�دي سأمشــطه‪ .‬بعدهــا وبالفرشــاة نفســها أســوي شــاربك‪ .‬حتــى هــذا‬
‫النــوع مــن الشــوارب أحبــه‪ .‬هكــذا رأيتــك مئــات المــرات تفعــل‪ ،‬وهكــذا‬
‫أحببــت كل مــا تفعــل‪ .‬كل مــا أصبــح لــك عــادة‪ ،‬حتــى كل مــا يصــدره‬
‫كنــزوة‪ .‬أتعــرف أنــي فرحــان فرحــة ال حــد لهــا‪ .‬فرحــة اإلقــدام علــى أمــر‬
‫لــن يعرفــه ســوانا‪ .‬لســت مريضــا هــذه المــرة وأســتصحبك كالعــادة إلــى‬
‫ً‬
‫طبيــب‪ ،‬ولســنا فــي طريقنــا لزيــارة أقــارب ممليــن‪ .‬فليظــل األمــر إذن ســرا‬
‫بينــي وبينــك‪.‬‬

‫‪1‬‬
‫)‪*Bu öykü, 1970 Haziran ayında yazılmıştır. (Yazarın notu‬‬

‫‪35‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ً‬
‫بــاب المصعــد يغلــق‪ ..‬مــن أســفل يســحب‪ .‬ال بــد أن أحــدا فــي القــاع‬
‫علــي وال يهمــك‪ .‬مــا أكثــر مــا‬‫ّ‬ ‫ينتظــر‪ .‬ال يهمــك أرح جســدك‪ ..‬اتكــئ‬
‫اتــكأت عليــك أنــا‪ ،‬مــا أكثــر مــا حملتنــي وأنــا صــاح ومدعــي النــوم‪ ،‬فقــط‬
‫كــي تحملنــي‪ ،‬كــي أحــس أنــي علــى كتفــك أنــت أســتقر وأن ذراعــك هــي‬
‫التــي تحوطنــي وأنــي أشــعر باألمــان‪ ..‬أحلــى وأعــذب وأمتــع أمــان‪ .‬اتكــئ‬
‫وال تخــف‪ ،‬ولينظــر لنــا الداخلــون إلــى المصعــد بريبـ�ة‪ ،‬وليظنــوا بــي وبــك‬
‫الظنــون‪ .‬إنهــا أول مــرة نراهــم فيهــا وآخــر مــرة‪ .‬البــواب ســهل أمــره‪ ،‬بيـ�دي‬
‫وبالنصــف لاير يــا عــم عبــد هللا افتــح العربــة‪ .‬هــا هــو يجــري ويســبقنا‪.‬‬
‫هــا هــو يســاعدني فــي إراحتــك علــى المقعــد‪ .‬اآلن اســترح واجلــس‪ .‬ضــع‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫ســاقا فــوق ســاق كمــا يريحــك دائمــا أن تفعــل‪ .‬أشــكو مــن ضيــق عربتــي‬
‫ً‬
‫الصغيــرة ومــن طــول ســاقيك‪ ،‬فلكــم أحــب دائمــا أن أبتســم لــك وأســمع‪.‬‬
‫المــارش والفيتــس واألول‪ ..‬العربــة تنطلــق‪ .‬الثانــي‪ ..‬غادرنــا الشــارع‪.‬‬
‫الثالــث‪ ..‬نلــف حــول الميــدان‪ .‬وحدنــا أنــت وأنــا والعربــة تســتقيم‬
‫وتنطلــق‪ .‬لقــد نجحنــا! بضربــة حــظ جبــارة نجحنــا! والعربــة هــا هــي بن ـ�ا‬
‫ً‬
‫أخيــرا‪ ،‬ووحدنــا‪ ،‬تنطلــق‪.‬‬
‫تعــرف أنهــا ليســت المــرة األولــى التــي أجلســتك فــي عربتــي وأســوق أنا‪،‬‬
‫ً‬
‫ليســت األولــى التــي ننفــرد فيهــا معــا‪ ،‬ولكنــك ال تعــرف أنــي هــذه المــرة‬
‫أحــس بحــق أنــي ألول مــرة ربمــا أكــون معــك‪ ..‬بــكل كيانــي معــك‪ ،‬ولــك‪،‬‬
‫بــكل كيانــك لــي ومعــي‪ .‬اآلن ال شــريك لــك فـ ّـي وال شــريك لــي فيــك‪ .‬أنــت‬
‫ً‬
‫لــي تمامــا كمــا أنــا لــك‪ .‬واألجمــل أننـ�ا ‪-‬تصــور‪ -‬ســنظل هكــذا إلــى األبــد‪.‬‬
‫الشــوارع مزدحمــة‪ ،‬النــاس محيــط‪ ،‬العربــة جزيرتن ـ�ا‪ ،‬العيــون تنصــب‬
‫كزواحــف دين�اصوريــة رهيبـ�ة تقتحــم الجزيــرة‪ ،‬تملؤهــا‪ ،‬تغرقنــا‪ ،‬تلتهمنا‪.‬‬

‫‪36‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ً‬ ‫ً‬
‫يــا ســيدة‪ ،‬يــا عانــس‪ ،‬انظــري أمامــك‪ .‬ألــم تــري أبــدا شــابا يســوق بجــواره‬
‫رجــل يرتــدي بدلــة كحليــة وربــاط عنــق محمــر‪ .‬أأعجوبــة هــي‪ .‬أظاهــرة؟‬
‫يــا خســارة! اإلشــارة أغلقــت‪ ،‬النــور أحمــر‪ ،‬الحمــرة طالــت‪ ،‬امتــدت‪،‬‬
‫ً‬
‫أصبحــت زمنــا‪ .‬الزمــن يحمــر ويتوهــج‪ ،‬الزمــن يحترق‪،‬أشــم رائحتــه‪..‬‬
‫رائحــة جلــد آدمــي يحتــرق‪ ..‬جلــدي أنــا‪ .‬األصفــر يومــض‪ ،‬الحريــق يلتئــم‪.‬‬
‫األخضــر‪ ،‬الســهم المنطلــق األخضــر‪ ،‬النــور المخضــر يمتــد يصبــح‬
‫ً‬ ‫ً‬ ‫ً‬
‫مســاحات‪ ..‬زرعــا ونب�اتــا وأشــجارا‪ .‬النــور يحيــى‪ ،‬يتجســد‪ ،‬يزهــر‪ .‬األصفر‪،‬‬
‫الــا أحمــر‪ ،‬األصفــر قمــح‪ ،‬القمــح يتمــاوج‪ ،‬المــوج يعلــو‪ ،‬قمــم األشــجار‬
‫ً‬
‫تتمايــل‪ ،‬رأســك أيضــا يتمايــل‪ .‬أنــت موافــق اذن؟ أنــا ســعيد‪ .‬أحســب‬
‫أنــك تهــورت اآلن مثلــي أو أنــا تعقلــت مثلــك‪ .‬صغــرت أنــت أم كبــرت أنــا‬
‫ال أعــرف‪ ،‬مــا أعرفــه أن كل مــا أردتــه فيــك وأردت أن أكونــه‪ ،‬هأنــذا اآلن‬
‫فيــه‪ .‬كل مــا كرهتــه لــم أعــد أكرهــه‪ .‬كل مــا كان يعجبــك فـ ّـي قــد أصبــح‬
‫بمعجــزة يعجبــك‪ ،‬تريــد أن أكــون أنــت‪ ،‬وأريــد أن تكــون أنــا‪ ،‬تطابقنــا وهــا‬
‫ً‬
‫نحــن نطيــر‪ ،‬وبالعربــة وبــك أطيــر‪ ،‬أالمــس األرض وأطيــر‪ ،‬أتلــوى جــذال‬
‫وأســوق‪ .‬أنــت ال تعــرف كيــف تســوق‪ ،‬أنــت مــن جيــل القطــار‪ ..‬القطــار‬
‫الــذي ال خيــار فيــه‪ ،‬ال تختــار إال عبوديتــك‪ ،‬أنــا مــن جيــل العربــة‪ ،‬الحريــة‬
‫عربــة‪ ،‬الــرأي عربــة‪ ،‬وحــدك تحــدد متــى وأيــن‪ ،‬وحــدك تعــدل‪ ،‬تمضــي‪،‬‬
‫تلــف‪ ،‬تــدور‪ ،‬النهايــة فــي يــدك لحظــة تريــد‪.‬‬
‫‪-‬قف‪..‬‬
‫البــد أن نقــف؟ نحــن فــي طريقنــا إلــى خــارج المدين ـ�ة‪ ،‬وهنــا تفتيــش‪.‬‬
‫نعــم يــا ســيدي‪ ،‬البطاقــات‪ .‬هــذه بطاقتــي‪ ،‬وهــذه رخصــة قيادتــي‪ .‬مــن‬

‫‪37‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫هــذا؟ أيــن بطاقتــه؟ أنــا بطاقتــه‪ .‬أال تــرى أنفــي مــن أنفــه؟ حواجبــي‬
‫ً‬
‫لهــا اســتدارة حواجبــه؟ عرقــي حتــى لــه طعــم عرقــه؟ شــكرا يــا ســيدي‬
‫ً‬
‫العســكري‪ ،‬شــكرا! جميــل شــاربك وهللا العظيــم جميــل‪.‬‬
‫لننطلــق! وقــد أصبحــت بطاقتــك‪ .‬أحبــك وأنــا مســؤول عنــك‪ ،‬نفــس‬
‫حبــي لــك وأنــت فــي طريقــك إلــى النــوم‪ ،‬وأنــت فــي طريقــك إلــى اليقظة‪،‬‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫أحبــك عائــدا مــن العمــل‪ ،‬متعبــا‪ ،‬نخلــع عنــك الحــذاء والجــورب‪ ،‬ونضمــخ‬
‫ً‬
‫أنوفنــا الصغيــرة برائحــة أقدامــك‪ ،‬ونفصــل أصابعــك الملتصقــة تعبــا‬
‫ً‬
‫ووقوفــا عــن بعضهــا البعــض‪ ،‬وأتولــى أنــا توزيعهــا علــى إخوتــي وأختــص‬
‫نفســي باألصبــع األكبــر‪.‬‬
‫ولكــن ألــذ مــن الذكــرى الحاضــر‪ ،‬وألــذ مــن الحاضــر أننــ�ا كالســهم‬
‫ً‬
‫ننطلــق‪ .‬طبعــا أنــت ال تريــد أن تعــرف إلــى أيــن‪ ،‬متعتــك الكبــرى مثــل‬
‫ً‬
‫متعتــي أن تفاجــأ‪ .‬إنــك ال تعــرف‪ ..‬المعرفــة قيــد‪ ،‬طبعــا فــي رأيــك‬
‫ً‬
‫المعرفــة قيــد‪ ،‬المعرفــة وصــول‪ ،‬وأنــت وأنــا ال نريــد أن نصــل‪ .‬أنــا شــخصيا‬
‫باســتمرار أريــد أن أبــدأ‪ ،‬حتــى نهايتــي أريدهــا بداية‪ ،‬فأنــا ال أحــب النهاية‪..‬‬
‫ً‬
‫النهايــة ســخف وضيــق أفــق‪ .‬مــا أروع أن نب ـ�دأ دائمــا‪ ،‬وأن نب ـ�دأ بــأن نب ـ�دأ‪،‬‬
‫وأن تكــون البدايــة بدايــة لبدايــة أجــد وأمتــع‪.‬‬
‫ً‬
‫رجــل بوليــس آخــر يقتــرب‪ .‬كشــك‪ .‬أنــا ال أخــاف شــيئ�ا مــا دمــت معــي‪.‬‬
‫ً‬
‫أنــت الوحيــد فــي الدنيـ�ا الــذي كنــت أخافــه‪ ..‬كنــت دائمــا هنــاك فــي بيتنـ�ا‬
‫َّ‬
‫تربطنــي‪ ،‬تشــدني أنــى أذهــب‪ ،‬ألــف وأعــود وكأن لــي فــي بيتنـ�ا جــذر‪ ..‬اآلن‬
‫جــذري معــي‪ .‬أنــا النبـ�ات الــذي تحــرر وانطلــق‪ .‬رجــل البوليس يشــير‪ ،‬بي�ده‬
‫ً‬
‫كالســيمافور األبيــض واألســود تشــير‪ .‬لــم أضــق قبــا برجــال البوليــس‬

‫‪38‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫مثــل أن أضيــق بهــم اآلن‪ .‬لمــاذا هــم كثيــرون؟ لمــاذا دائمــا يقطعــون‬
‫الطريــق؟ أفنــدم! الرقــم والرخصــة والبطاقــة‪ .‬أفنــدم! لمــاذا تمــد أنفــك‬
‫فــي العربــة وتتشــمم؟ وتبلــغ بــك الجــرأة أن تســأل؟ لمــاذا يــا ســيدي ال‬
‫أشــم رائحــة‪ ،‬ال رائحــة هنــاك‪ .‬أيــن هــي الرائحــة؟‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫وداعا يا سيدي يا ذي األنف الطويل وداعا‪.‬‬
‫بالطبــع هــو ال يفهــم‪ ..‬كيــف يســمي رائحتــك رائحــة‪ ..‬هــو ال يعرفهــا‪ ،‬ال‬
‫ً‬
‫يــدرك انتماءهــا إليــه مثلمــا أدرك وأحــس أنــا‪ .‬تطابقنــا تمامــا أيهــا العزيــز‬
‫حتــى أصبحــت رائحتــك نفســها هــي رائحتــي‪.‬‬
‫اآلن أنــا فــي حاجــة إلــى ســيجارة‪ .‬أال تالحــظ أننـ�ا ال نختلــف وأنــك ألول‬
‫مــرة توافــق أن أدخــن أمامــك؟ لمــاذا كنــا نختلــف؟ لمــاذا كنــت تصــر وتلــح‬
‫ً‬
‫أن أتنـ�ازل عــن رأيــي وأقبــل رأيــك؟ لمــاذا كنــت دائما أتمــرد؟ لمــاذا كرهتك‬
‫فــي أحيــان؟ لمــاذا تمنيــت فــي لحظــات أن تمــوت ألتحــرر؟ مســتحيل أن‬
‫أكــون نفــس شــخصي اآلن الــذي يــدرك أنــه حــر الحريــة الكاملــة بوجــودك‬
‫ً‬
‫معــه‪ ،‬إلــى جــواره‪ ،‬موافقــا علــى كل مــا يفعــل‪.‬‬
‫***‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫امــأ يــا فتــى خــزان البنزيــن إلــى آخــره‪ ،‬وضــع زيتــ�ا أيضــا وافحــص‬
‫اإلطــارات‪ .‬أجــل‪ ،‬نحــن علــى ســفر‪ ..‬ســفر طويــل لــو علمــت كــم يطــول‪.‬‬
‫هــذه هــي النقــود‪ ..‬خــذ‪ .‬رائحــة؟ رائحــة البنزيــن علــى مــا أعتقــد؟ مــاذا‬
‫تقــول؟ ميــت؟ فلتمــت أنــت! اخــل الطريق يــا وغــد‪ ،‬وال أرانــي هللا وجهك‪.‬‬
‫ً‬
‫تصــور‪ :‬الســافل يظــن أن معنــا ميتــ�ا فــي حيــن ليــس معــي ســواك‪،‬‬
‫أمؤامــرة هــي بيــن رجــل البوليــس وعامــل البنزيــن‪ ،‬مؤامــرة طولهــا مائــة‬

‫‪39‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫كيلومتــر؟‬
‫***‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫لقــد خدعناهــم جميعــا‪ ..‬أليــس كذلــك؟ مــا أجمــل أحيانــا أن ينخــدع‬
‫بكالمنــا اآلخــرون!‬
‫َّ‬
‫هــذه المدينـ�ة فقــدت العقــل‪ .‬أنــى نذهــب يفتــح النــاس أفواههــم خلفنا‬
‫دهشــة‪ ،‬ويمــدون عيونهــم إلــى آخــر المــدى يبصــرون‪ .‬قبــل أن نصلهــم‬
‫أنوفهــم تستنشــق الهــواء البعيــد وتتشــمم‪ .‬بعــد أن نغادرهــم يســرعون‬
‫خلفنــا يصرخــون‪ ..‬الجثــة! تصــور! يريدونــك أنــت الحــي جثــة يدفنونهــا‪.‬‬
‫مســتحيل‪ ،‬يقتلوننــي قبــل أن يأخــذوك‪ ،‬ففــي أخــذك موتــي‪ ،‬فــي اختفائك‬
‫نهايتــي‪ ،‬وأنــا أكــره النهايــة كمــا تعلــم‪ ..‬أكرههــا أكرههــا‪.‬‬
‫***‬
‫المدين ـ�ة التاليــة هجرهــا ســكانها قبــل أن نصــل‪ ،‬البــد أن الرائحــة كمــا‬
‫يزعمــون وصلتهــم قبــل أن نصــل‪ .‬جميــل هــذا جميــل‪ .‬يكفــي أن تكــون‬
‫معــي ليكــون العالــم كلــه معــي‪ ،‬يكفــي هــذا وليهجــر المــدن ســكانها‪،‬‬
‫ولتحتــرق القــرى والنجــوع‪ ،‬يكفــي أنــك معــي‪ .‬أنــت أنــا‪ ..‬أنــت تاريخــي وأنا‬
‫مجــرد حاضــرك‪ ..‬والمســتقبل كلــه لنــا‪ .‬مســتحيل أن أدعهــم يأخذونــك‪،‬‬
‫يميتونــك‪ ،‬يقتلونــك‪.‬‬
‫***‬
‫يبـ�دو هنــاك خطــأ مــا‪ ،‬فأنــا فــي الحقيقة بــدأت أشــم الرائحة‪ .‬ال‪ ،‬ليســت‬
‫رائحــة حذائــك وجوربــك فلقــد خلعتهمــا وألقيــت بهمــا مــن النافــذة‪ .‬إنهــا‬

‫‪40‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫أقــوى مــن رائحــة الربيــع والزهــر ومســاء الصيــف‪ .‬أقــوى منــك‪ ،‬ومنــي‪،‬‬
‫ربمــا أقــوى مــن أي كائــن حــي‪.‬‬
‫عفــوك! ولكنــي لــم أعــد أســتطيع‪ ..‬الرائحــة تختــرق خياشــيمي‪ ،‬وتتلوى‬
‫مــع تالفيــف أنفــي وعقلــي وتكتــم أنفاســي‪ .‬والمرعــب أنــك أيهــا العزيــز‬
‫الغالــي مصدرهــا‪ .‬النــاس مــن حولنــا يهربــون‪ ،‬كل الكائنـ�ات الحيــة‪ ،‬حتــى‬
‫الذبــاب‪ ،‬تهــرب‪ ،‬مــن حولنــا تهــرب‪ .‬أنــا نفســي لــم أعــد أســتطيع‪.‬‬
‫***‬
‫البد‪-‬حتــى لــو كنــت أكرههــا وتكرههــا أنــت‪ -‬مــن النهايــة‪ .‬والبــد مــن أن‬
‫أختارهــا أنــا‪ .‬صحيــح ال قلــب لــي‪ ،‬ال عقــل‪ ،‬ال إرادة‪ ،‬ولكــن الرائحــة أبشــع‬
‫مــن المــوت‪ .‬أمــوت وال أشــمها‪ .‬وإذا شــممتها أمــوت‪ ،‬أنفاســي تختنــق‪،‬‬
‫الــروح بلغــت الحلقــوم‪ .‬لــم يعــد هنــاك منــاص‪ ،‬إمــا حياتــي أو موتــك‪ .‬لــم‬
‫يعــد هنــاك منــاص‪ ،‬البــد أن تنتهــي أنــت ألبــدأ أنــا‪.‬‬
‫***‬
‫ً‬
‫ولقــد تركتــك‪ ..‬عامــدا فــي الطريــق تركتــك‪ ..‬فــي العربــة نفســها تركتــك‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫وتركتهــا لــك قبــرا ولحــدا‪ .‬وهأنــذا أكملهــا وحــدي‪ ،‬وعلــى قدمــي أســير‪،‬‬
‫ً‬
‫حزيــن للفــراق تمامــا‪ .‬ولكــن‪ ،‬وهــذا هــو المؤلــم ســعيد بالخــاص منــك‪،‬‬
‫ســعيد أنــي تركتــك وتركــت العربــة لــك‪ .‬ســعيد أنــي حتــى علــى أقدامــي‬
‫ً‬
‫أســير‪ ،‬وأستنشــق الهــواء‪ ،‬الهــواء النقــي الــذي ليــس فيــه أبــدا تلــك‬
‫الرائحــة الملعونــة الغاليــة‪ ..‬رائحتــك‪.‬‬

‫‪41‬‬
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

42
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Yolculuk
Tercüme: Ayşe İspir KURUN
Sen, ben ve ardımızdan tufan! Sakın korkma, çabucak yola dü-
şeceğiz. Bizi kimsenin bulamayacağı kadar uzaklara, çok uzaklara
gideceğiz; tamamıyla özgür, var gücümüzle ve irademizle korkma-
dan yaşayabileceğimiz bir yere. Hiç korkma, her türlü önlemi aldım.
Korkma ha, her şey yolunda gidecek. Bilirim laciverti seversin, işte
pantolon ve ceketin. Bilmez miyim ben seni, tabi ki kravatın kırmızı
olacak. Tamam, iki dirhem bir çekirdek değilsin ama daima gereke-
ni, yakışanı giyersin. Saçlarını taramana yardım edeceğim. Bilmezsin
sen, seviyorum saçlarını; hafif, dağınık, sanırsın kel kafanı gizlemek
üzere özellikle yapılmış, hepsi beyaz ve kolay taranıyor. Ellerimle
tarayacağım onları. Ardından aynı fırçayla bıyığını düzelteceğim.
Hatta bu bıyık şeklini bile seviyorum. Yüzlerce defa gördüm seni
böyle yaparken ve işte böyle sevdim her yaptığını, her huyunu ve
hatta kaprislerini. Öylesine mutluyum ki anlatamam, ikimizden baş-
ka kimsenin bilemeyeceği bir işe kalkışmanın mutluluğu bu. Hasta
değilsin bu defa, her zamanki gibi doktora da götürmüyorum seni.
Sıkıcı akrabalarımızı ziyaret için yola çıkmış hiç değiliz. Hadi baka-
lım madem, varsın seninle benim aramda sır kalsın bu iş.
Asansörün kapısı kapanıyor, aşağıdan çağrılıyor. Alt katlarda biri
bekliyor olmalı. Düşünme sen, bedenini dinlendir. Dayan bana, salla
gitsin. Ne çok dayanmıştım ben sana, ne çok taşımıştın beni. Uyanık-
tım ama uyuyor gibi yapardım, sırf beni taşı diye, senin omuzlarında
olduğumu hissedeyim, kolun beni sarsın da güven duyayım diye. En
tatlı, en hoş, en eğlenceli güveni… Sen dayan bana, korkma. Bırak,
asansöre binenler bize şüpheyle baksınlar, bırak istediklerini düşün-
sünler. Bu, onları ilk ve son görüşümüz olacak. Kapıcının işi kolay,
bana bırak, yarım dinarla hallederiz: Arabayı aç Abdullah Amca! İşte
koşuyor, önümüze geçti ve senin koltukta rahat etmene yardım edi-

43
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

yor. Şimdi otur, rahatına bak. Bacak bacak üstüne at, sen her zaman
böyle rahat edersin. Küçük arabamın darlığı ve bacaklarının uzun-
luğundan şikâyetçi olsam da daima sana gülümsemeyi ve seni dinle-
meyi ne kadar çok seviyorum. Marş ve birinci vites… Araba kalkıyor.
İkinci vites, caddeden ayrıldık. Üçüncü vites, meydanın etrafında
dönüyoruz. Yalnızız, sen ve ben. Araba istikamet alıyor ve yola çı-
kıyoruz. Başardık işte! Güçlü bir şans darbesiyle başardık. Sonunda
arabadayız, yalnızız ve yola koyulduk.
Biliyorsun ki bu, ilk seni arabama oturtup arabayı sürüşüm de-
ğil. Bunun, arabamda ilk yalnız kalışımız olmadığını da biliyorsun.
Fakat bu kez, belki de ilk defa gerçekten seninle birlikte olduğumu
hissettiğimi bilmiyorsun, tüm varlığımla seninle birlikte, senin için;
sen de, bütün varlığınla benimle birlikte, benim için. Şimdi ne benim
varlığımda senin bir ortağın var; ne de senin varlığında benim bir or-
tağım... Tamamen benimsin, tamamen senin olduğum gibi. En gü-
zeli de ne biliyor musun? Düşünsene, sonsuza kadar böyle kalacağız.
Caddeler kalabalık, insanlar okyanus, araba ise adamız. Ya gözler,
dinozor misali korkunç sürüngenler gibi adaya yönelip, üzerine atılı-
yorlar; orayı doldurup, bizi boğup, yutuyorlar. Siz hanımefendi, evet
evet siz kız kurusu, önünüze bakınız, hiç mi yanında lacivert takım
elbiseli, kırmızı kravat takmış bir adamla araba süren bir genç gör-
mediniz? Bu bir mucize mi ya da bir fenomen?
Tüh! Trafik lambası kilitlendi, kırmızı ışık... Uzadı kırmızı, yayıldı,
zaman oldu. Zaman kızarıyor, tutuşuyor, zaman yanıyor, alıyorum
kokusunu… Yanan bir insan derisi kokusu… Benim derim. Sarı, ya-
nıp sönüyor, yangın toparlanıyor. Yeşil, fırlayan yeşil ok, uzanıyor
yeşillenmiş ışık, mesafelere yayılıyor… Ekin, bitki, ağaçlar… Işık, ha-
yat buluyor, vücut buluyor, çiçek açıyor. Sarı, kırmızı olmamak, sarı
buğdaydır, buğday dalgalanıyor, dalga yükseliyor, ağaçların tepeleri
sallanıyor, başın da sallanıyor. O zaman sen de aynı fikirdesin? Mut-
luyum. Zannediyorum ki şimdi sen, benim gibi deli dolu biri oldun;
ben de şimdi senin gibi akıllandım. Sen mi küçüldün yoksa ben mi
büyüdüm, bilmiyorum. Bildiğim şey, senin hakkında istediğim ve
bizzat olmak istediğim her şeyi işte şimdi yaşıyorum. Tüm nefret et-
tiklerime karşı artık nefret duymuyorum. Bana dair beğenmediğin
ne varsa mucize eseri hoşuna gitmeye başladı. Sen olmamı istiyor-

44
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

sun, ben ise senin ben olmanı istiyorum, uyuştuk ve şimdi uçuyoruz,
arabanın içerisinde ve seninle birlikte uçuyorum, yere dokunuyor ve
uçuyorum, neşeden kıvrılıyorum ve sürüyorum. Tren neslindensin
sen, araba nasıl sürülür bilmezsin. Hani içerisinde kölelikten başka
seçenek olmayan tren… Ben araba neslindenim, hürriyet arabadır,
görüş arabadır, ne zaman ve nerede olacağına sadece sen karar veri-
yorsun, sadece sen dengede tutuyor, sen ilerliyor, sen dolaşıyor, sen
dönüyorsun. Son, senin elinde ve sen istediğin anda.
“Dur…”
Durmak zorunda mıyız? Şehrin dışına çıkıyoruz ve burada kont-
rol var. Evet efendim, kimlikler. Bu nüfus cüzdanım, bu da ehliye-
tim. Bu kim, kimliği nerede? Benim onun kimliği. Görmüyor musun,
burnum tıpkı onun burnu, kaşlarımın kavisi onun kaşlarının kavisi,
hatta terimde bile onun terinin aroması var. Teşekkürler Asker Bey,
teşekkür ederim! Bıyığınız, Allah için güzelmiş.
Hadi hareket edelim, senin kimliğin oldum. Senden ben sorum-
luyken seni seviyorum. Aynı şekilde sen uykuya giderken de, uyku-
suzluğa giderken de seviyorum seni. İşten dönerken de seviyorum,
yorgunsun, ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarıyorum, küçük bu-
runlarımızı senin ayaklarının kokusuna buluyoruz, yorgunluktan ve
ayakta durmaktan birbirine yapışmış parmaklarını birbirinden ayırı-
yoruz, onları kardeşlerim arasında paylaştırma işini bizzat ben üstle-
niyorum, büyük parmağı ise kendime tahsis ediyorum.
Fakat bu hatıradan daha lezzetlisi, bu andan daha lezzetlisi o ki;
ok gibi yol alıyoruz. Tabi ki nereye gittiğimizi bilmek istemiyorsun,
en büyük eğlencen benimkisi gibi şaşırtılmak. Bilmiyorsun… Bilmek
kayıttır, tabi ki sana göre bilmek kayıttır, bilmek varıştır ve ne sen ne
de ben varmak istiyoruz. Ben şahsen, sürekli başlamak istiyorum.
Hatta sonum bile başlangıç olsun istiyorum. Öyle ya sevmem ben
sonları. Son; budalalıktır, ufuk darlığıdır. Ne harika devamlı başla-
mamız, başlamaya başlamamız ve başlangıcın, daha yeni ve daha
eğlenceli bir başlangıcın başlangıcı olması…
Başka bir polis yaklaşıyor, bir polis kulübesi. Seninle beraber oldu-
ğum müddetçe hiçbir şeyden korkmuyorum. Dünyada korktuğum
tek kişi sendin. Daima oradaydın, evimizde, beni oraya bağlardın,

45
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

nereye gidersem gideyim oraya çekerdin ve ben de adeta beni oraya


bağlayan köklerim varmış gibi dönüp dolaşır gelirdim… Şimdi kökle-
rim bende; özgürleşen ve sürgün veren bir bitkiyim ben. Polis eliyle,
siyah beyaz semafor varmış gibi işaret veriyor… Şu anda çektiğim
kadar sıkıntıyı daha önce hiç çekmedim polislerden. Neden bu kadar
çoklar? Neden devamlı yolu kesiyorlar? Efendim! Numara, ruhsat
ve kimlik… Efendim! Neden burnunuzu arabaya uzatıp kokluyorsu-
nuz? Nasıl sormaya cüret edebiliyorsunuz? Ben neden bir koku almı-
yorum beyefendi? Koku filan yok burada. Ne kokusu?
Elveda beyefendi, elveda ey uzun burun, elveda!
Tabi ki o anlamıyor… Senin kokuna nasıl “koku” der geçer? Tanı-
mıyor ki kokunu, o kokunun kendisine ulaşmasını benim idrak etti-
ğim gibi, hissettiğim gibi idrak edemiyor. Öylesine bütünleştik ki ey
sevgili, kokun bizzat benim kokum oldu.
Şimdi bir sigara içmeliyim. Fark ettin mi tartışmıyoruz ve sen ilk
defa önünde sigara içmeme rıza gösteriyorsun? Sahi, neden tartı-
şıyorduk? Neden görüşümden vazgeçip senin görüşünü benimse-
mem için ısrar ediyor, diretiyordun? Neden sana daima karşı çıkar-
dım? Neden bazı zamanlar sana nefret duydum? Neden bazı anlar
özgürleşeyim diye senin ölmeni temenni ettim? Şu anda, sen onun-
la birlikteyken, yanı başındayken ve onun her yaptığını onaylarken
kendini illiklerine kadar özgür hisseden bu kişinin ben olması im-
kânsız, bizzat ben olmam imkânsız.
Benzin deposunu sonuna kadar doldur genç, yağ da koy, lastikleri
kontrol et. Evet, bir yolculuktayız. Ah bir bilsen ne kadar uzun bir
yolculuk! İşte paralar, al. Koku? Bana benzin kokusu gibi geliyor. Ne
diyorsun? Ölü mü? Sen öl! Çekil yoldan budala, Allah bir daha yüzü-
nü göstermesin!
Düşünebiliyor musun, adi adam yanımızda bir ölü olduğunu zan-
nediyor. Hâlbuki senden başka kimse yok yanımda. Acaba bu iş,
polis ve benzinlik çalışanın çevirdiği bir entrika mı, yüz kilometre
uzunluğunda bir entrika?
Hepsini atlattık… Öyle değil mi? Ne güzeldir bazen konuşmamızla
başkalarının aldanması!

46
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Bu şehir keçileri kaçırmış, nereye gitsek insanlar arkamızdan deh-


şetle ağızlarını açıp, gözlerini görebildikleri en son noktaya kadar
uzatıyorlar. Biz onların yanına daha varmadan, burunları uzaktan
havayı içine çekiyor ve kokuyu alıyor. Onların yanından ayrıldıktan
sonra arkamızdan koşarak bağırıyorlar: ceset! Düşün ki, kanlı can-
lı seni, ceset diye gömmek istiyorlar. Asla, seni almadan önce beni
öldürmeleri gerek, senin alınman benim ölümüm demek, senin yok
olman benim sonum demek ve biliyorsun ki ben sonlardan nefret
ederim… Nefret ederim işte, nefret ederim.
Bir sonraki şehri sakinleri biz varmadan terk etmiş. İddia ettikle-
ri gibi, henüz biz varmadan koku onlara ulaşmış olmalı. Güzel, işte
bu güzel… Tüm dünyanın benimle olması için senin benimle olman
yeter, yeter bu, bırak insanlar şehirlerini terk etsinler, bırak yansın
köyler, bucaklar; senin benimle olman kâfi. Sen bensin… Sen benim
tarihimsin; ben ise senin şimdinden ibaretim… Gelecek, hepsi bizim.
Onların seni almalarına, öldürmelerine, katletmelerine hayatta izin
vermem.
Sanki yanlış giden bir şey var, işin aslı ben de kokuyu almaya baş-
ladım. Hayır hayır, ayakkabının, çorabının kokusu değil, çıkarıp pen-
cereden attım onları. Baharın, çiçeklerin, yaz akşamlarının kokusun-
dan daha güçlü bir koku; senden, benden ve belki de herhangi bir
canlı varlıktan daha güçlü bir koku…
Affet beni! Ama daha fazla dayanamayacağım… Bu koku genzimi
delip geçiyor; burnumun, aklımın kıvrımlarında dolanarak nefesimi
tıkıyor. Korkunç olan o ki, bu kokunun kaynağı sensin ey kıymetli
sevgili. Etrafımızdaki insanlar kaçıyor, bütün canlı varlıklar, hatta
sinekler bile kaçıyor, etrafımızdan kaçışıyorlar. Bizzat ben dayana-
mıyorum.
Nefret ediyor olsam da ve nefret ediyor olsan da, kaçış yok son-
dan… Bizzat ben seçmeliyim onu. Doğru: kalpsizim, akılsızım, ira-
desizim. Fakat koku, ölümden daha iğrenç; ölürüm de koklayamam;
koklarsam öleceğim. Ruh, gırtlağıma dayandı. Başka çıkar yol kal-
madı, benim yaşamam için senin ölmen, benim başlamam için senin
bitmen gerek.
Terk ettim seni… Kasıtlı bir şekilde, yolda terk ettim seni… Bizzat

47
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

arabanın içinde bıraktım seni. Kabir, mezar olsun diye arabayı da


sana bıraktım. İşte, yolu tek başıma tamamlıyorum; ayrılıktan dolayı
tamamen hüzünlü bir şekilde ayaklarımın üzerinde yürüyorum fa-
kat üzücü olan o ki; senden kurtulduğuma mutluyum, seni terk etti-
ğim için mutluyum ve arabayı sana bıraktığım için mutluyum. Hatta
yürüdüğüm için bile mutluyum, havayı içime çekiyorum, içerisinde
asla o pek değerli lanet kokunun olmadığı havayı… Senin kokunu.

48
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫أرخص ليايل‬
‫‪Yazan: Yusuf İdris‬‬
‫بعــد صــاة العشــاء كانــت خراطيــم مــن الشــتائم تت�دفــق بغــزارة مــن‬
‫فــم عبدالكريــم فتصيــب آبــاء القريــة وأمهاتهــا‏ ‏‪ ,‬وتأخــذ فــي طريقهــا‬
‫الطنطــاوي وأجــداده‏‪.‬‏‬
‫والحكايــة أن عبدالكريــم مــا كاد يخطــف األربــع الركعــات‪ ,‬حتــي تســلل‬
‫مــن الجامــع ومضــي فــي الزقــاق الضيــق وقــد لــف يــده وراء ظهــره وجعلهــا‬
‫تطبــق علــي شــقيقتها فــي ضيــق وتبــرم‪ ,‬وأحنــي صــدره فــي تزمت شــديد‪,‬‬
‫وكأن أكتافــه تنــوء بحمــل( البشــت) الثقيــل الــذي غزلــه بيـ�ده مــن صــوف‬
‫النعجة‪.‬‬
‫ولــم يكتــف بهــذا بــل طــوي رقبتــ�ه فــي عنــاد وراح يشمشــم بأنفــه‬
‫المقــوس الطويــل الــذي كلــه حفــرا ســوداء صغيــرة‪ ,‬ويــزوم وقــد أطبــق‬
‫فمــه‪ ,‬فانكمــش جلــد وجهــه النحاســي األصفــر‪ ,‬ووازت أطــراف شــاربه‬
‫قمــم حواجبــه التــي كانــت التــزال مبللــة بمــاء الوضــوء‪.‬‬
‫والــذي بلبــل كيانــه أنــه مــا إن دخــل إلــي الزقــاق حتــي ضاعــت منــه‬
‫ســاقاه الغليظتــان المنفوختــان‪ ,‬ولــم يعــد موضــع قدميــه الكبيرتيــن‬
‫المفلطحتيــن اللتيــن تشــقق أســفلهما حتــي يــكاد الشــق يبلــع المســمار‬
‫فــا يبيــن لــه رأس‪.‬‬

‫‪49‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ارتبــك الرجــل رغــم القســوة التــي ضــم بهــا نفســه‪ ,‬ألن الزقــاق كان‬
‫يمتلــئ بصغــار كالفتافيــت يلعبــون ويصرخــون ويتســربون بيــن رجليــه‪,‬‬
‫ويســرح واحــد مــن بعيــد وينطحــه‪ ,‬ويشــد آخــر( البشــت) مــن ورائــه‪,‬‬
‫ويصيب ـ�ه شــقي بصفيحــة فــي أصبــع قدمــه الكبيــرة النافــرة عــن بقيــة‬
‫أصابعــه‪.‬‬
‫ولــم يســتطع إزاء هــذا كلــه إال أن يســلط عليهــم لســانه‪ ,‬فيخــرب‬
‫البيــوت فــوق رءوس آبائهــم وأجدادهــم‪ ,‬ويلعــن الدايــة التــي شــدت رجــل‬
‫الواحــد منهــم‪ ,‬والبــذرة الحــرام التــي أنبتتــ�ه‪.‬‬
‫ويرتعــش عبدالكريــم بالحنــق وهــو يســب ويمخــض ويبصــق علــي‬
‫البلــد الخائــب الــذي أصبــح كلــه صغــارا فــي صغــار ويتســاءل و(بشــته)‬
‫يعتــز عــن معمــل التفريــخ الــذي يأتــي منــه مــن هــم أكثــر مــن شــعر رأســه‪,‬‬
‫ويــزدرد غيظــه وهــو يطمئــن نفســه أن الغــد كفيــل بهــم‪ ,‬وأن الجــوع ال‬
‫محالــة قاتلهــم‪ ,‬و(الكويــرة) ســرعان مــا تجــيء فتطيــح بنصفهــم‪.‬‬
‫وتشــهد عبدالكريــم وهــو يشــعر براحــة حقيقيــة حيــن خلــف النخــل‬
‫وراءه فــي الزقــاق وأصبــح يشــرف علــي الواســعة التــي تحيــط بالبركــة فــي‬
‫وســط البلــد‪.‬‬
‫وأبســط الظــام الكثيــر أمامــه حيــث تعشــش البيــوت المنخفضــة‬
‫الداكنــة‪ ,‬وترقــد أمامهــا أكــوام الســباخ كالقبــور التــي طــال عليهــا‬
‫اإلهمــال‪ ,‬وال شــيء بقــي يــدل علــي األحيــاء المكدســين تحــت الســقوف‬
‫إال مصابيــح متن�اثــرة فــي الدائــرة المظلمــة الواســعة‪ ,‬وكأنهــا عيــون‬
‫جنيــ�ات رابضــات يقــدح منهــا الشــرر‪ ,‬ويأتــي نورهــا األحمــر الداكــن‪,‬‬

‫‪50‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫متبختــرا مــن بعيــد ليغــرق فــي ســواد البركــة‪.‬‬


‫وتشــتت بصــر عبدالكريــم فــي الظــام الفاضــي‪ ,‬ودار برأســه هنــا‬
‫وهنــاك ورائحــة المــاء الصــدئ فــي المســتنقع تتلــوي مــع تقــوس‬
‫خياشــيمه‪ ,‬وفــي الحــال شــعر بالضيــق بكتــم فتحــات أنفــه‪ ,‬فشــدد مــن‬
‫قبضــة يــده وزاد انحنــاؤه وكاد يــري ( بالبشــت) علــي حافــة البركــة‪.‬‬
‫وكان مــا ضايقــه وكتــم أنفاســه شــخير األرانــب أهــل بلــده وهــو يمتــد‬
‫مــع انتشــار الظــام‪ ,‬ولحظتهــا كان مــا يلهلــب ســخطه أكثــر هــو طنطــاوي‬
‫الخفيــر‪ ,‬وكــوب الشــاي الــزرد الــذي عــزم عليــه بــه فــي حبكــة المغــرب‪,‬‬
‫والــذي لــوال دناوتــه‪ ,‬وجريــان ريقــه عليــه مــا ذاقــه‪.‬‬
‫وتمشــي عبدالكريــم فــي الواســعة وأذنــه ال تســمع حســا وال حركــة‪ ,‬وال‬
‫حتــي صيحــة فرخــة‪ ,‬وكأنــه وســط جبانــة وليــس فــي رحــاب بلــدة فيهــا مــا‬
‫فيهــا مــن خلــق هللا‪.‬‬
‫وحيــن بلــغ منتصــف الواســعة توقــف‪ ,‬وكانــت لوقفتــه حكمــة‪ ,‬فهــوإذا‬
‫أطــاع ســاقيه ومشــي أصبــح بعــد خطــوات قليلــة فــي قلــب بيت ـ�ه‪ ,‬وإذا‬
‫أغلــق دونــه بــاب الــدار كان عليــه أن يخمــد أنفاســه وينـ�ام‪ ,‬وهــذه اللحظــة‬
‫لــم تكــن فــي عينيــ�ه قمحــة واحــدة مــن النــوم بــل كان مخــه أروق مــن‬
‫ماء(الطرمبــة) وأصفــي مــن العســل األبيــض‪ ,‬وال يهمــه الســهر ولــو‬
‫لهــال رمضــان‪.‬‬
‫وكان هــذا بســبب دناوتــه ســواء الشــاي فــي الكــوب‪ ,‬وأفعوانيــ�ة‬
‫طنطــاوي وبســمته الزرقــاء‪ ,‬ودعوتــه التــي لــم يفكــر فــي رفضهــا‪..‬‬
‫ليس هناك نوم؟‪ ..‬طيب‪.‬‬

‫‪51‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ورجــال البلــدة الخناشــير وقــد انكفئــوا يغطــون مــن زمــان وتركــوا الليــل‬
‫لصغارهــم المالعيــن؟ فمــاذا يفعــل عبدالكريــم؟‬
‫يسهر؟ وأين يسهر؟‪..‬‬
‫هل يلعب( االستغماية) مع األوالد؟‬
‫أو تزفه البن�ات وهن يقلن‪ :‬يابو الريش‪ ..‬إنشا هللا تعيش؟‬
‫صحيــح‪ ..‬أيــن يســهر وهــو أنظــف مــن الصينــي بعــد غســيله؟ وليــس‬
‫معــه قــرش صــاغ واحــد حتــي يذهــب إلــي( غــرزة) أبــو اإلســعاد ويطلــب‬
‫القهــوة علــي البيشــة ويتبعهــا بكرســي الدخــان‪ ,‬ويجلــس مــا شــاء بعــد‬
‫ذلــك علــي ريحــة القهــوة والكرســي يراقــب حريفــة( الكوتشــين�ة) مــن‬
‫صبي ـ�ان المحاميــن‪ ,‬ويســتمع إلــي مــاال يفهمــه فــي الراديــو‪ ,‬ويضحــك‬
‫مــلء قلبــه مــع الســباعي‪ ,‬ويلكــز أبوخليــل وهــو يقهقــه‪ ,‬ثــم ينتقــل إلــي‬
‫مجلــس المعلــم عمــار مــع تجــار البهائــم‪ ,‬وقــد يشــارك فــي الحديــث عــن‬
‫ســوقها التــي ركــدت ونامــت‪.‬‬
‫ليس معه قرش! جازاك هللا يا طنطاوي!‬
‫وهــو ال يســتطيع أن يخطــف رجلــه إلــي الشــيخ عبدالمجيــد‪ ,‬حيــث‬
‫يجــده متربعــا والمدفــأة أمامــه والكنكــة النحاســية تغلــي وتوشــوش علــي‬
‫مهــل‪ ,‬والشــيحي جالــس بجــواره يقــص بــكل مــا فــي صوتــه مــن رنيــن مــا‬
‫حــدث فــي الليالــي التــي شــاب لهــا شــعره‪ ,‬واأليــام التــي انقضــت وأخــذت‬
‫معهــا بضاعتــه مــن عقــول النــاس القدامــي الفارغــة الطيبــ�ة‪ ,‬وجعلتــه‬
‫يتــوب عــن النصــب والســرقة وقلــع الــزرع علــي أيــدي النمــاردة مــن ســكان‬
‫هــذا الجيــل‪.‬‬

‫‪52‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫اليســتطيع أن يتنحنــح ويطــرق بــاب الشــيخ عبدالمجيــد ألنــه أول‬


‫األمــس فقــط دفــع الرجــل مــن فــوق مــدار الســاقية فأوقعــه فــي الحوض‪,‬‬
‫وأضحــك عليــه الشــارد والــوارد لمــا دب الخــاف بينهمــا علــي مصاريــف‬
‫إصــاح الســاقية‪ ..‬ومــن ســاعتها ولســان الشــيخ ال يالفــظ لســانه‪.‬‬
‫كان الشــيطان ســاعتها شــاطرا‪ ..‬ولكــن طنطــاوي بدعوتــه أشــطر‪ ..‬هللا‬
‫يخــرب بيتــك يــا طنطــاوي‪.‬‬
‫ومــاذا عليــه لــو ســحب عصــاه( المشمشــي) ذات الكعــب الحديــد‪,‬‬
‫ومــر علــي ســمعان وانطلقــا إلــي عزبــة البالبســة‪ ,‬فهنــاك ســامر وليلــة‬
‫حنــة‪ ,‬وغــوازي وشــخلعة وعــود وهــات إيــدك‪..‬‬
‫وإنمــا‪ ..‬مــن أيــن يــا عبدالكريــم النقطــة؟ ثــم المســاء قــد دخــل ويجــوز‬
‫أن ســمعان ذهــب يصالــح امرأتــه مــن خالهــا والطريــق خائن ـ�ة‪ ,‬والدني ـ�ا‬
‫كحــل‪ ..‬يــا نــاس! لمــاذا هــو الخائــب الســاهر وحــده؟ وطنطــاوي الشــك‬
‫قــد اســتنظف مصطبــة رقــد عليهــا فــي دركــه وراح فــي النــوم‪ ,‬نامــت‬
‫عليــه البعيــد أثقــل حائــط‪.‬‬
‫ومــاذا يحــدث لــو عــاد إلــي بيت ـ�ه هكــذا كالنــاس الطيبيــن‪ ,‬ولكــز امرأتــه‬
‫فأيقظهــا وجعلهــا تنيــر المصبــاح وتمســح زجاجتــه‪ ,‬وتشــعل الموقــد‬
‫وتســخن لــه رغيفــا‪ ,‬وتحضــر الفلفــل الباقــي مــن الغــذاء‪ ,‬وحبــذا لــو كان‬
‫قــد بقــي شــيء مــن الفطيــرة التــي غمزتهــا بهــا أمهــا فــي الصبــاح‪ ,‬وآه‬
‫لــو صنعــت لــه بعدهــا كــوزا مــن الحلبــة وجلــس كســلطان زمانــه يرقــع‬
‫الثالثــة مقاطــف التــي بليــت مقاعدهــا‪ ,‬ويصنــع لهــا آذانــا وقــد تملصــت‬
‫آذانهــا؟‪..‬‬

‫‪53‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ماذا يحدث باهلل إذا كان؟‪...‬‬


‫هل تنتقل المحطة من مكانها؟‪..‬‬
‫وهل يعمل العمدة ليلة لوجه هللا؟‪..‬‬
‫وهل تنطبق السماء علي جرن القمح؟‪..‬‬
‫أبدا‪ ..‬لن يحدث شيء من هذا‪.‬‬
‫ولكنــه أعــرف النــاس بامرأتــه‪ ,‬وأعــرف مــن شــمهورش برقدتهــا كزكيبـ�ة‬
‫الــذرة المفروطــة وقــد تبعثــر حولهــا الصغــار الســتة كالــكالب الهافتــة‪,‬‬
‫ولــن تصحــو لــو نفــخ إســرافيل فــي نفيــره‪ ,‬وإذا تفتحــت ليلــة القــدر‬
‫وقامــت فمــاذا تفعــل؟‬
‫أهو يحاول الضحك علي نفسه؟‪..‬‬
‫وهل الذي يزمر يغطي ذقنه؟‪..‬‬
‫المصبــاح بالعربــي ليــس فيــه جــاز إال مــا يمــأ نصفــه‪ ,‬والمــرأة فــي‬
‫حاجــة إليــه كلــه لتعجــن وتخبــز طــول الليلــة اآلتي ـ�ة إذا عــاش أحــد‪ ,‬ثــم‬
‫األوالد ال ريــب قــد جــاءوا ســاعة المغــرب وأكلــوا الفلفــل بآخــر رغيــف‬
‫فــي( المشــنة)‪.‬‬
‫وهــل تبقــي فطيــرة الصبــح لتنتظــر ســهرته؟ وعليــه أن يطمئــن نفســه‬
‫فلــك الحمــد‪ ,‬ليــس فــي داره حلبــة وال ســكر وال يحزنــون‪..‬‬
‫ولــن يســتطيع طــول عمــره أن يحظــي بكــوب مثــل الــذي لحســه لحســا‬
‫عنــد طنطــاوي‪..‬‬

‫‪54‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫هللا يجحم روحك يا طنطاوي يابن زبي�دة!‬


‫ولــو أن أحــدا عــن لــه أن يقضــي حاجتــه فــي الواســعة‪ ,‬ورأي عبدالكريــم‬
‫فــي وقفتــه مزروعــا كــزوال المقاتــة أمــام وجــه البركــة الداكــن‪ ,‬لظــن فــي‬
‫التــو أن الرجــل مســه شــيطان أو لبســته شــيخة!‬
‫وعبدالكريــم معــذور فالحيــرة التــي كان فيهــا أوســع منــه‪ ,‬والمســألة أنــه‬
‫رجــل علــي ني�اتــه ال يقــرأ الليــل وال يكتب ـ�ه‪ ,‬والجيــب خــال والليلــة شــتاء‬
‫والشــاي يكــوي رأســه‪ ,‬وجهلــة الســهر مــن أمثالــه قــد غيبهــم النــوم مــن‬
‫ســنة مضــت فــي ســابع أرض‪.‬‬
‫طالــت مــن أجــل ذلــك حيــرة الرجــل وطــال وقوفــه‪ ,‬وأخيــرا فعلهــا وقــر‬
‫قــراره‪ ,‬وقطــع الباقــي مــن الواســعة فــي استســام‪ ,‬وقــد رأي أن يقضــي‬
‫ليلتــه كمــا اعتــاد قضــاء البــارد مــن لياليــه‪.‬‬
‫وأخيــرا اســتقر فــي وســط داره‪ ,‬وقــد أغلــق البــاب بالضبــة وراءه‪,‬‬
‫وتخطــي أوالده وهــو يزحــف فــي الظالم علــي قبوة الفــرن حيــث يتن�اثرون‪,‬‬
‫ومصمــص بشــفتي�ه وهــو يئــن منهــم ومــن الظــام ويعتــب بين ـ�ه وبيــن‬
‫نفســه علــي الــذي رزقــه بســتة بطــون تــأكل الطــوب‪.‬‬
‫وكان يعــرف طريقــه فطالمــا علمتــه ليالــي البــرد الطريــق‪ .‬وعثــر آخــر‬
‫األمــر علــي امرأتــه‪ ,‬ولــم يزغزغهــا وإنمــا أخــذ يطقطــق لهــا أصابــع يديهــا‬
‫ويدعــك قدميهــا اللتيــن عليهمــا التــراب بالقنطــار‪ ,‬ويزغزغهــا فــي‬
‫خشــونة بعثــت اليقظــة المقشــعرة فــي جســدها‪.‬‬
‫وصحــت المــرأة علــي آخــر لعنــة أصابــت طنطــاوي فــي ليلتــه‪ ,‬وســألته‬
‫فــي غيــر لهفــة وفمهــا يملــؤه التث ـ�اؤب عمــا جنــاه الرجــل حتــي يســبه فــي‬

‫‪55‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫عــز الليــل؟‬
‫فقال وهو ينضو ثي�ابه ويستعد لما سيكون‪:‬‬
‫ـ هه‪ ...‬هللا يخرب بيت اللي كان السبب‪..‬‬
‫بعــد شــهور كانــت النســاء كالعــادة يبشــرنه بولــد جديــد‪ ,‬وكان هــو يعــزي‬
‫نفســه علــي الســابع الــذي جــاء فــي آخــر الزمــان‪ ,‬والــذي لــن يمــأ طــوب‬
‫األرض بطنــه هــو اآلخــر‪...‬‬
‫وبعــد شــهور وســنوات كان عبدالكريــم اليــزال يتعثــر فــي جيــش النمــل‬
‫مــن الصغــار الذيــن يزحمــون طريقــه فــي ذهابــه وأوبتــ�ه‪ ..‬وكان اليــزال‬
‫يتســاءل كل ليلــة أيضــا ويــداه خلــف ظهــره وأنفــه يشمشــم حولــه‪ ,‬عــن‬
‫الفتحــة التــي فــي األرض أو الســماء والتــي منهــا يجيئــون‪!..‬‬

‫‪56‬‬
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Ucuz Gecelerim
Tercüme: Celal Turgut KOÇ
Yatsı namazından biraz sonra, Abdülkerim’in ağzından hortumdan
fışkırırcasına çıkan küfür seli, bütün köyü de önüne katarak ta Tan-
tavi’nin yedi sülalesine kadar ulaştı.
Abdülkerim hızlıca dört rekât namazı kılar kılmaz, camiden sıvışıp
dar sokağa daldı. Ellerini arkada birbirine sıkıca bağladı, kendi elle-
riyle eğirdiği kuzu yününden örülmüş boynuna doladığı atkısının
ağırlığı, sanki omuzlarını öne doğru çekerek sırtını kamburlaştırı-
yordu. Küçük siyah çukurlarla dolu, uzun kemerli burnunu kaldırıp
havayı koklayarak homurdandı. Dudaklarını büzünce, sarı bakır ren-
gindeki cildi gerildi. Abdest alırken ıslanan uzun bıyıklarının uçları-
nı kaşlarına kadar burdu.
Dar sokağa girer girmez, birden afalladı, ne yapacağını şaşırdı. İri
ve şiş bacaklarını hissetmez oldu, tabanları neredeyse başı görün-
meyen çivi çakılmışçasına yarık, yassı ve büyük ayaklarıyla nereye
basacağını bilemedi.
Bu dar sokak, küçücük civcivler gibi bağırıp çağıran, yolun her
tarafını doldurmuş, geçit vermeyen çocuklarla doluydu. Bu durum
adamı bunaltıyordu. Kimi arkadan atkısını çekiştiriyor, kimi bacak-
larının arasından geçiyor, kimi yolda ilerlerken teneke kutusunu
tekmeliyor, ayağının kalkık başparmağı da nasibini alarak yaralanı-
yordu. Yapabildiği tek şey azarlayıp analarına babalarına sövmekti.
Onları doğurtan ebeye ve de tohumu atan gâvur dölüne yazıklar ol-
sun diye lanet okudu.
Abdülkerim öfkeden titriyor, titredikçe atkısı sallanıyor, gittikçe
çoğalan çocuklarla dolu sefil köye karşı kızgınlığı artıyor, sövüp sayı-
yordu. İnsanın başındaki saçlardan bile çok, kuluçka makinesinden
fırlamışçasına etrafa dağılan yumurcakları düşündükçe öfkeleniyor,

57
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

“İleride kimi açlıktan, kimi de koleradan geberirler inşallah!” diye


içinden geçirerek kendini teselli ediyordu.
Abdülkerim, köyün ortasında yer alan havuzun etrafındaki geniş
meydana çıkan sokağın başına ulaşınca derin bir nefes alarak rahat-
ladı.
Zifiri karanlık, uzun süredir ihmal edilen çorak toprak kümelerinin
önündeki alçak, solgun, iç içe yuvalanmış evlere, ondan önce ulaştı.
Zifiri karanlık içindeki birkaç evin tavanına asılmış lambalardan yan-
sıyan, daire şeklindeki ışıktan başka hiçbir şey, orada hayat olduğu
izlenimini vermiyordu. Uzaktan gelen soluk kırmızı ışıklar, peri göz-
leri gibi kıvılcım saçıyor, havuzun suyuna çarparak yok oluyordu.
Abdülkerim bomboş karanlıkta yönünü şaşırıp tedirgin bir şekilde
sağa sola baktı. Bu esnada bataklık tarafından gelen pis koku, bu-
run deliklerine ulaştı, dayanamayıp burnunu kapattı. Tekrar ellerini
arkada birbirine sıkıca bağlayınca, bedeni öne eğildi, kokudan ken-
dini tutamayıp neredeyse atkısını havuza fırlatacaktı. Onu soluksuz
bırakan, karanlığın bastırmasıyla boğazının artan kuru hırıltısıydı.
Şimdi, sıra Bekçi Tantavi’ye geldi, kızgınlığı bir kat daha arttı. Akşam
gün batarken onun ikram ettiği bir bardak demli çayı, boğazı kuru
olmasa, gururunu ayaklar altına alarak asla içmezdi.
Abdülkerim meydanda ilerlerken, kuş sesi de dâhil olmak üzere
kulağına hiçbir canlının sesi gelmiyor, sanki Allah’ın yarattığı hiçbir
canlı bu köyde yaşamıyordu, âdeta mezarlığın ortasında yürüyor gi-
biydi.
Yolun ortasına varınca ansızın durdu, durmasının bir sebebi olma-
lıydı. Ayaklarına itaat edip birkaç adım atabilse evine varacak, içe-
ri girip kapıyı kapatarak mindere uzanıp uyuyacaktı. O an bir gram
uyku olmayan gözleri, tulumbanın suyu gibi berrak, beyaz bal gibi
parlaktı. Ramazan ayı olsa, uykusuzluğun bir önemi yoktu.
Bu uykusuzluğun tüm sebebi, yakın arkadaşı Tantavi’nin kurnazlı-
ğına, güler yüzüne ve bir bardak demli çayına olan zaafıydı.
Uyku mu tutmadı?..
Tamam.

58
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Köy halkı çoktan kıvrılıp uykuya dalmış, horultuyu salmış, gece-


yi de yaramaz veletlerine terk etmişlerdi. Abdülkerim tek başına ne
yapsın?
Sabahlasın mı? Nerede sabahlasın?..
Peki? Ne yapsın?..
Çocuklarla körebe mi oynasın?..
Kız çocuklarıyla tekerleme söyleyip kendine mi güldürsün?..
İyi de, nerede vakit geçirsin? Beş kuruşu bile olmayan cebi, yıkan-
mış bir sini gibi tertemiz. Cebinde bir tek delikli kuruşu bile olsa,
Ebu’l-Esad’ın kahvesine gidip bir kahve isteyecek, bir de nargile si-
parişi vererek saatlerce oturacak. Kahvesini yudumlarken de avukat
kâtiplerinin oynadığı dominoyu izleyecek, radyodan hiç anlamadığı
bangır bangır seslere kulak kabartacak, soytarılık yapan Ebu Halil’i
dürtükleyip Sibai ile birlikte duygusuzca gülüşecekler. Peşinden
Tüccarlar Lokaline geçip hayvan tüccarlarıyla pazarın gidişatından
bahsedeceklerdi…
Ama cebinde zırnık yok. Allah belanı versin, Evin başına yıkılsın
Tantavi!
Şeyh Abdülmecid’in evine gidebilseydi, onu üzerinde yavaş yavaş
kaynayan cezvenin olduğu mangalın önünde, bağdaş kurmuş olarak
bulacaktı. Arkadaşı El-Şihi de yanında otururken avazı çıktığı kadar
bağırarak, iyi kalpli ve her şeye inanan insanlarla birlikte saçlarını
ağartan gecelerini geçirdiği eski günlerden bahsedecekti. Yeni nesil
gençlere, başka insanların mallarını saçıp savurduğu, soyduğu, ta-
lan ettiği için nasıl pişman olduğundan dem vuracaktı. Evin başına
yıkılsın Tantavi!
Hayır, Şeyh Abdülmecid’in yanına gidip kapısını çalamaz. Çünkü
evvelsi gün adamı su değirmeninin altındaki kanala itekleyince, ipe
sapa gelmez herkesi güldürdü. Aralarındaki tartışmanın nedeni, su
çarkının tamir masrafıydı. Aralarında hiç de hoş olmayan olaylar
geçti, bu günlerde şeyhin ismini ağzına alamaz.
Şeytanın zamanlaması mükemmel, Ancak Tantavi’nin daveti daha
cazip. Evin başına yıkılsın Tantavi!

59
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Ne olurdu sanki demir ökçeli bastonunu alıp Seman’a uğrasa, ikisi


birlikte Belabise’nin çiftliğine kaçamak yapabilseydi. Orada kına ge-
cesine katılıp düğünleri izleyecek, dans eden kızları görüp ud dinle-
yeceklerdi. İstediği her şeyi bulacaktı.
Bu fırsatları yakalayacak para nerede? Bu işler için vakit çok geç.
Büyük ihtimalle Seman, dayısının yanında kalan hanımıyla barış-
mak için oraya gitmiş olmalı. Yol da tehlikeli ve zifiri karanlık.
Niçin koca köyde uyku tutmayan tek budala o? Tantavi ise kuytu
bir köşedeki sedirin üzerinde çoktan uykuya dalmış ve horlamaya
başlamıştır. Cehenneme kadar yolu var.
Ne olurdu sanki, diğer insanlar gibi evine girip sıcacık yatağında
uyuyabilse... Hanımını dürtüp uyandırsa… O da kalkıp gaz lambası-
nın camını temizledikten sonra fitilini ateşlese. Sobayı yakıp akşam-
dan kalan ful (bakla ezmesi) ile birlikte, sobada ısıttığı ekmeği ikram
etse… Sabah kaynanasının pişirip gönderdiği çöreklerden bir parça
bile bulabilse ne iyi olurdu. Hasırdan yapılmış, üç yanı yıpranmış
koltuğu tamir edip sultanlar gibi otursa, önüne büyük bardak hilbe
(bitki) çayı gelse olmaz mı?...
Allah aşkına, bunlar gerçekleşse ne olur sanki?..
İstasyon yerinden kanatlanıp uçar mı?!..
Muhtar bir gece olsun Allah rızası için çalışır mı?..
Yoksa gökten yere buğday mı yağar?..
Bunlar ancak asla gerçekleşmeyecek birer hayal.
İnsanlar hanımını ne bilsinler. Köpek yavruları gibi dağılan altı ço-
cuğu, mısır çuvalı gibi uzanan karısının çevresinde uyumakta oldu-
ğunu Cinlerden mi öğrensinler. İsrafil surunu üfürse bile yine uyan-
mayacak, Kadir gecesi bir mucize gerçekleşse bile hissetmeyecek
karı. Kalksa ne yapacak?
Adam kendi kendine mi güldürsün?
Araplarda gaz lambası ancak yarıya kadar doldurulabilen gazı ifa-
de eder. Çünkü ertesi güne sağ salim çıkabilirlerse, yiyecekleri ek-
mek için hamur yoğurup kalan gazla bunu pişirecekler. Akşam güneş

60
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

batınca çocuklar acıkacak, kalan fulü ve ekmekleri son kırıntısına


kadar silip süpürecekler.
Sabah gelen çörek hiç ertesi güne kalır mı? Hilbe ve şekeri hiç aklı-
na bile getirme, bu ev daha onları görmedi.
Tantavi’nin yanında içtiği bir bardak çay, bu evde hayal bile edile-
mez.
Zübeyde’nin oğlu Tantavi, Allah canını alsın!
***
Birinin meydanda sıradan bir şeye ihtiyacı olduğu aklına gelse, Ab-
dülkerim’i havuzun kenarında şeytanın dokunduğu ya da yaşlı kadı-
nın üstünü örttüğü bostan korkuluğu gibi dikilirken bulur.
Abdülkerim’in saflığı göründüğünden de fazla. Sorun onun çok iyi
niyetli biri olmasında zaten. Gece dönen dolaplardan da hiç çakmaz,
cep boş, gece soğuk, çay kafasını ütülemiş, ona eşlik eden her şey
derin uykuya dalmış, ne yapsın.
Ayakta, evine gitmeye karar vermeden önce uzun bir süre düşün-
dü, havuzun diğer tarafına geçse ne yapacak? Yapacağı, soğuk kış
gecelerinde yaptığının aynısı.
Sonunda evine vardı, kapıyı kapatıp sürgüledi. Karanlıkta, uyuyan
çocukların üzerinden sürünerek geçip toprak fırının ağzına ulaştı. Aş
yerine taş yiyecek altı çocuğa sahip olduğu için kendine, kaderlerine
ve karanlığa sitem etti.
O, soğuk kış gecelerinde karanlıkta yolunu bulmasını öğrenmişti.
Nihayet hanımının yanına vardı. Dirseğiyle dürtmeden, onun par-
maklarını ellerinin arasına alarak tek tek çıtlattı, tonlarca çamur olan
ayaklarını ovuşturdu, uyuyan bedenini kabaca sarstı. Karısı bunun
üzerine titreyerek kendine gelmeye başladı.
Gece yarısı Tantavi’ye ettiği beddualar kadını uyandırdı.
Ağzı esnemekten sonuna kadar açılmış, umursamazca “Gecenin
bu yarısında sana beddua ettirecek ne yaptı bu adam?” diye sordu.
Adam elbisesini çıkarıp biraz sonrasına hazırlanırken “Buna sebep
olanın, Allah evini başına yıksın!” dedi.

61
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

***
Aylar sonra, kadınlar âdet olduğu üzere ona gelerek yeni bir oğ-
lunun doğduğunu müjdelediler. Yedinci çocuk. Son tekne kazıntı-
sı, yeryüzünü dolduracak son tuğla toprağı olmayacak diye kendini
avuttu.
Aylar yıllar sonra, Abdülkerim’i hâlâ dar sokaktan gelip geçerken
karınca sürüsü gibi çocuklar yolu tıkayarak sıkıştırıp rahatsız ediyor-
lardı. Her gece, elleri arkada birbirine geçmiş, kemerli burnuyla orta-
mı koklarken, “Gökte ya da yerde bir delik açılıp onları yutsa!” diye
içinden geçirmekteydi.

62
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

63
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Ali Tantavi
Ali Tantavi, 12 Haziran 1909’da Şam’da dünyaya gelmiştir. Babası
Mustafa Tantavi Şam’ın ileri gelen âlimlerindendir. Suriyeli fıkıhçı,
edebiyatçı ve hâkimdir. 20. yy Arap edebiyatının ve İslam davasının
öncülerinden kabul edilir. 16 yaşında babasının ölümünden sonra evin
en büyük çocuğu olduğu için annesine ve kardeşlerine bakmak için
okulu bırakıp ticarete atılır. Bu durum onun okuma azmine engel ola-
maz 1928 yılında liseyi bitirir. Aynı yıl Mısıra Dar’ul Ulum’il Ulya’da
okumak üzere giden ilk Suriyeli öğrenci olur. Ancak öğrenimini ta-
mamlayamaz ve ertesi yıl Şam’a geri döner. 1933 yılında Şam Üniver-
sitesi Hukuk Fakültesinden mezun olur. Üniversite yılarında Mısırda
gördüğü öğrenci topluluklarından Suriye’de de kurar. Fransız sömür-
gesine karşı Öğrenci Yüksek Topluluğunu kurar. Düzenlediği eylemlerle
1931 yılında yapılacak olan seçimlerin iptaline neden olur. 1963 yılında
fakülte ve yüksekokullarda görev yapmak üzere Riyad’a gider. 1985 yı-
lında Aziziye göç eder. Yedi yıl burada yaşadıktan sonra 1999 yılında
vefat edinceye kadar Cidde’de yaşamaya devam eder. Hayatta iken 24
eser yayınlamıştır. Vefatından sonra torunu Mücahid Me’mun Dirani-
ye altı eserini daha yayınlamıştır.

64
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫قصة أب‬
‫‪Yazan: Ali Tantavi‬‬

‫ّ‬
‫دخــل علـ ّـي أمــس بعدمــا انصــرف كتــاب المحكمــة ولبســت معطفــي‬
‫ً‬
‫رجــل كبيــر فــي الســن يســحب رجليــه ســحبا ال يســتطيع أن يمشــي مــن‬
‫ً‬ ‫ّ‬
‫الضعــف والكبــر‪ .‬فســلم ووقــف مســتن�دا إلــى المكتــب وقــال‪:‬‬
‫إني داخل على هللا ثم عليك أريد أن‬
‫تسمع قصتي وتحكم لي على من ظلمني‬
‫قلت‪:‬تفضل‪ ،‬قل أسمع‬
‫قال‪ :‬على أن تأذن لي أن أقعد فوهللا ما أطيق الوقوف‪.‬‬
‫قلــت‪ :‬اقعــد وهــل منعــك أحد مــن أن تقعــد؟ اقعد يــا أخي فــإن الحكومة‬
‫مــا وضعــت فــي دواوينهــا هــذه الكراســي وهــذه األرائــك الفخمــة إال‬
‫ليســتريح عليهــا أمثالــك مــن المراجعيــن الذيــن ال يســتطيعون الوقــوف‪.‬‬
‫مــا وضعتهــا لتجعــل مــن الديــوان (قهــوة) يؤمهــا الفارغــون ليشــتغل‬
‫الموظــف بحديثهــم عــن أصحــاب المعامــات ويضاحكهــم ويســاقيهم‬
‫الشــاي والمرطبــات والنــاس قيــام ينتظــرون لفتــة أو نظــرة مــن الـ(بــك)!‬
‫ال‪ ،‬لســنا نريدهــا (فارســية) كســروية فــي المحكمــة الشــرعية فاقعــد‬
‫مســتريحا فإنــه كرســي الدولــة ليــس كرســي أبــي وال جــدي‪ ،‬وقــل مــا تريد‪.‬‬

‫‪65‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫قــال‪ :‬أحــب أن أقــص القصــة مــن أولهــا فأرجــو أن يســعني صبــرك‬


‫وال يضيــق بــي صــدرك وأنــا رجــل ال أحســن الــكالم مــن أيــام شــبابي‬
‫فكيــف بــي اآلن وقــد بلغــت هــذه الســن ونزلــت علــي المصائــب‬
‫ً‬
‫وركبتنــي األمــراض ولكنــي أحســن‪ ‬الصدق‪ ‬وال أقــول إال حقــا‪.‬‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫كنــت فــي شــبابي رجــا مســتورا أغــدو مــن بيتــي فــي حــارة (كــذا) علــى‬
‫دكانــي التــي أبيــع فيهــا الفجــل والباذنجــان والعنــب ومــا يكــون مــن‬
‫ً‬ ‫ُ‬
‫(خضــر) الموســم وثمراتــه فأربــح قروشــا معــدودات أشــتري بهــا خبــزي‬
‫ُ‬
‫ولحمــي وآخــذ مــا فضــل عنــدي مــن الخضــر فيطبخــه (أهــل البيــت)‬
‫ً‬
‫ونأكلــه ونن ـ�ام حامديــن ربن ـ�ا علــى نعائمــه ال نحمــل همــا وال نفكــر فــي غــد‬
‫ً‬
‫وال صلــة لنــا بالنــاس وال بالحكومــة وال نطالــب أحــدا بشــيء وال يطلــب‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫منــا شــيئ�ا ولــم أكــن متعلمــا وال قعــدت فــي مدرســة ولكنــي كنــت أعــرف‬
‫كيــف أصلــي فرضــي وأحســب دراهمــي‪ ...‬ولقــد عشــت هــذا العمــر‬
‫ّ‬
‫كلــه ولــم أغــش ولــم أســرق ولــم أربــح إال الربــح الحــال ومــا كان ينغــص‬
‫فجربنــ�ا الوســائل وســألنا القابــات ولــم‬ ‫حياتــي إال أنــه ليــس لــي ولــد ّ‬
‫يكــن فــي حارتن ـ�ا طبيــب ولــم نحتــج إليــه فقــد كان لنــا فــي طــب (بــرو‬
‫العطــار) وزهوراتــه وحشائشــه مــا يغنينــ�ا عــن الطبيــب والصيدلــي‪.‬‬
‫ّ‬
‫وإذا احتجنــا إلــى خلــع ضــرس فعندنــا الحــاق أمــا أمراض‪ ‬النســاء‪ ‬فمرد‬
‫أمرهــا إلــى القابلــة ورحــم هللا أم عبــد النافــع قابلــة الحــارة فقــد‬
‫ّ‬
‫لبثــت أربعيــن ســنة تولــد الحامــات ولــم تكــن تقــرأ وال تكتــب‪.‬‬
‫ّ‬
‫أقــول إنــا ســألنا القابــات والعجائــز فوصفــن لنــا الوصفــات فاتخذناهــا‬
‫وقصدنــا المشــايخ فكتبــوا لنــا التمائــم فعلقناهــا فلــم نســتفد شــيئ�ا‪ ،‬فلــم‬
‫يبــق إال أن ننظــر أول جمعــة فــي رجــب لنقصــد (جامــع الحنابلــة) فلمــا‬

‫‪66‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫جــاءت بعثــت (أهل البيــت) فقرعت حلقة الباب وطلبــت حاجتها فنالت‬
‫طلبهــا‪ -‬خرافــة دمشــقية وثنيـ�ة من آمن لهــا أو بأمثالها من الخــرزة الزرقاء‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫لــرد العيــن والســحر والشــعوذات واعتقــد أن لغيــر هللا نفعــا أو ضــررا فيمــا‬
‫وراء األســباب الظاهــر فقــد خالــف اإلســام ‪ -‬فنالــت طلبهــا وحملــت‪.‬‬
‫وصــرت أقــوم عنهــا بالثقيــل من أعمــال المنزل ألريحها خشــية أن تســقط‬
‫ّ‬
‫حملهــا وأجرمهــا وأدللهــا وصرنــا نعــد األيــام والســاعات حتــى كانــت ليلــة‬
‫المخــاض فســهرت الليــل كلــه أرقــب الوليــد فلمــا انبلج‪ ‬الفجر‪ ‬ســمعت‬
‫الضجــة وقالــت (أم عبــد النافــع)‪ :‬البشــارة يــا أبــا إبراهيــم! جــاء الصبــي‪.‬‬
‫ً‬ ‫ً‬ ‫ً‬
‫ولــم أكــن أملــك إال ريــاال مجيديــا واحــدا فدفعتــه إليهــا‪.‬‬
‫ّ‬
‫وقلبنــ�ا الصبــي فــي فــرش الــدالل‪ ،‬إن ضحــك ضحكــت لنــا الحيــاة‬
‫ّ‬ ‫ّ‬
‫وإن بكــى تزلزلــت لبكائــه الــدار وإن مــرض اســودت أيامنــا وتنغــص‬
‫ّ‬ ‫ً‬
‫عيشــنا وكلمــا نمــا أصبعــا كان لنــا عيــد وكلمــا نطــق بكلمــة جــدت‬
‫ً‬
‫لنــا الفرحــة وصــار إن طلــب شــيئ�ا بذلنــا فــي إجابــة مطلبــه الــروح‪...‬‬
‫وبلــغ ســن المدرســة فقالــت أمــه‪ :‬إن الولــد قــد كبــر فمــاذا نصنــع بــه‪.‬‬
‫قلت‪ :‬آخذه إلى دكاني فيتسلى ويتعلم الصنعة‪.‬‬
‫ً‬
‫قالت‪ :‬أيكون خضريا‪.‬‬
‫قلت‪ :‬ولم ال؟ أيترفع عن مهنة أبي�ه‪.‬‬
‫قالــت‪ :‬ال وهللا العظيــم! البــد أن ندخلــه المدرســة مثــل‬
‫ً‬
‫عصمــة ابــن جارنــا ســموحي بــك‪ .‬أريــد أن يصيــر (مأمــورا)‬
‫فــي الحكومــة فيلبــس (البدلــة) والطربــوش مثــل األفنديــة‪.‬‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫وأصـ ّـرت إصــرارا عجيبـ�ا فســايرتها وأدخلتــه المدرســة وصــرت أقطــع عــن‬

‫‪67‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫فمــي وأقــدم لــه ثمــن كتبـ�ه فــكان األول فــي صفــه فأحبــه معلمــوه وقــدروه‬
‫ّ‬
‫وقد موه‪.‬‬
‫ونجــح فــي االمتحــان ونال‪ ‬الشــهادة‪ ‬االبت�دائي�ة فقلــت لهــا‪ :‬يــا امــرأة!‬
‫لقــد نــال إبراهيــم الشــهادة فحســبن�ا ذلــك وحســبه ليدخــل الــدكان‪.‬‬
‫أضيع مستقبله‬ ‫يوه! ويلي على الدكان‪ّ ...‬‬ ‫قالت‪ْ :‬‬

‫ودراسته؟! البد من إدخاله المدرسة الثانوية‪.‬‬


‫ّ‬
‫قلــت‪ :‬يــا امرأة من علمك هذه الكلمات؟ ما مســتقبله ودراســته؟ أيترفع‬
‫عــن مهنــة أبيـ�ه وجــده؟ قالــت‪ :‬أمــا ســمعت جارتنـ�ا أم عصمــة كيــف تريد‬
‫أن تحافــظ علــى مســتقبل ابنها ودراســته؟ قلت‪ :‬يــا امرأة اتركــي البكوات‪.‬‬
‫نحــن جماعــة عــوام مســتورون بالبركــة فمــا لنــا وتقليد مــن ليســوا أمثالنا‪.‬‬
‫فولولــت وصاحــت‪ .‬ودخــل الولــد الثانويــة وازدادت التكاليــف فكنــت‬
‫ً‬
‫أقدمهــا راضيــا‪ ...‬ونــال البكالوريــا‪.‬‬
‫قلت‪ :‬وهل بقي شيء‪.‬‬
‫قال الولد‪ :‬نعم يا بابا‪ .‬أريد أن أذهب إلى أوربا‪.‬‬
‫قلت‪ :‬أوربا؟ وما أوربا هذه‪.‬‬
‫قال‪ :‬إلى باريس‪.‬‬
‫قلــت‪ :‬أعــوذ بــاهلل تذهــب إلى بــاد الكفــار وهللا العظيم إن هــذا ال يكون‪.‬‬
‫وأصــر وأصــررت وناصرتــه أمــه فلمــا رأتنــي ال أليــن باعــت‬
‫ســواري عرســها وقرطيهــا وذلــك كل مالهــا مــن حلــي اتخذتهــا‬
‫عــدة علــى الدهــر ودفعــت ثمنهــا إليــه فســافر علــى الرغــم منــي‪.‬‬

‫‪68‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ّ‬
‫وغضبــت عليــه وقاطعتــه مــدة فلــم أرد على كتب�ه ثــم رق قلبــي وأنت تعلم‬
‫مــا قلــب الوالــد وصــرت أكاتبـ�ه وأســاله عمــا يريــد‪ ...‬فــكان يطلــب دائمــا‪.‬‬
‫أرســل لــي عشــرين ليــرة‪ ...‬أرســل لــي ثالثيــن‪ ...‬فكنــت أبقــى أنــا‬
‫وأمــه ليالــي بطولهــا علــى الخبــز القفــار وأرســل إليــه مــا يطلــب‪.‬‬
‫وكان رفاقــه يجيئــون فــي الصيــف وهــو ال يجــيء معهــم فأدعــوه‬
‫فيعتــذر لكثــرة الــدروس وأنــه ال يحــب أن يقطــع وقتــه باألســفار‪.‬‬
‫ثــم ارتقــى فصار يطلب مئة ليــرة‪ ...‬وزاد به األمر آخر مــرة فطلب ثالثمئة‪.‬‬
‫تصــور يا ســيدي مــا ثالثمائة ليرة بالنســبة لخضري تجارته كلها ال يســاوي‬
‫ثمنهــا عشــرين ليــرة وربحــه فــي اليــوم دون الليــرة الواحــدة؟ وياليتـ�ه كان‬
‫يصــل إليهــا فــي تلــك األيــام التــي رخــت فيها األســعار وقــل العمل وفشــت‬
‫البطالــة ثــم إنــه إذا مــرض أو اعتــل علــة بــات هــو وزوجتــه علــى الطــوى‪ .‬‬
‫فكتبــت إليــه بعجــزي ونصحتــه أال يحــاول تقليــد رفاقــه فــإن أهلهــم‬
‫ً‬ ‫موســرون ونحــن فقــراء فــكان جوابــه ّ‬
‫برقيــة مســتعجلة بطلب المــال حاال‪.‬‬
‫وإنــك لتعجــب يــا ســيدي إذا قلــت لــك أنــي لــم أتلــق قبلهــا برقيــة فــي‬
‫عمــري فلمــا قــرع مــوزع البريــد البــاب ودفعهــا إلــي وأخــذ إبهــام يــدي‬
‫فطبــع بهــا فــي دفتــره انخرطــت كبــدي فــي الخــوف وحســبتها دعــوة مــن‬
‫المحكمــة وتوســلت إليــه وبكيــت فضحــك الملعــون منــي وانصــرف عنــي‪،‬‬
‫وبتن ـ�ا بشــر ليلــة مــا نــدري مــاذا نصنــع وال نعــرف القــراءة فنقــرأ مــا فــي‬
‫هــذه الورقــة الصفــراء حتــى أصبــح هللا بالصبــاح ولــم يغمــض لنــا جفــن‬
‫وخرجــت لصــاة الغــداة فدفعتهــا لجارنــا عبــده أفنــدي فقرأهــا وأخبرنــي‬
‫الخبــر ونصحنــي أن أرســل المبلــغ فلعــل الولد فــي ورطة وهو محتــاج إليه‪.‬‬
‫فبعــت داري بنصــف ثمنهــا أتســمع يــا ســيدي؟ بعــت الــدار بمئتــي ليــرة‬

‫‪69‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ـراب يهــودي‬‫وهــي كل مــا أملــك فــي هذه‪ ‬الدني�ا‪ ‬واســتدنت الباقــي مــن مـ ٍ‬


‫دلونــي عليــه بربا تســعة قــروش على كل ليرة فــي الشــهر أي أن المئة تصير‬
‫فــي آخــر الســنة مئتيــن وثمانيـ�ة! وبعثــت إليــه وخبرتــه أنــي قــد أفلســت‪.‬‬
‫وانقطعــت عنــي كتبـ�ه بعــد ذلــك ثــاث ســنوات ولــم يجــب علــى الســيل‬
‫مــن الرســائل التــي بعثــت بهــا إليــه‪ .‬ومــر علــى ســفره ســبع ســنين كوامــل‬
‫لــم أر وجهــه فيهــا وبقيــت بــا دار والحقنــي المرابــي بالديــن فعجــزت عــن‬
‫ً‬
‫قضائــه فأقــام علــي الدعــوى وناصرتــه الحكومــة علـ ّـي ألنــه أبــرز أوراقــا لــم‬
‫أدر مــا هــي فســألوني‪ :‬أأنــت وضعــت بصمــة أصبعــك فــي هــذه األوراق‪.‬‬
‫قلــت‪ :‬نعــم‪ .‬فحكمــوا علــي بــأن أعطيــه مــا يريــد وإال فالحبــس‪ .‬وحبســت‬
‫يــا ســيدي‪ .‬نعــم حبســت وبقيــت (المــرأة) وليــس لهــا إال هللا فاشــتغلت‬
‫غســالة للنــاس وخادمــة فــي البيــوت وشــربت كأس الــذل حتــى الثمالــة‪.‬‬ ‫ّ‬
‫ولمــا خرجــت مــن الســجن قــال لــي رجــل مــن جيراننــ�ا‪ :‬أرأيــت‬
‫ّ‬
‫ولــدك؟ قلــت‪ :‬ولــدي؟! بشــرك هللا بالخيــر‪ .‬أيــن هــو؟ قــال‪ :‬أال‬
‫تــدري يــا رجــل أم أنــت تتجاهــل؟ هــو موظــف كبيــر فــي الحكومــة‬
‫ً‬
‫ويســكن مــع زوجتــه الفرنســية دارا فخمــة فــي الحــي الجديــد‪.‬‬
‫وحملــت نفســي وأخــذت أمــه وذهبنــ�ا إليــه ومــا لنــا فــي العيــش إال أن‬
‫ً‬
‫نعانقــه كمــا كنــا نعانقــه صغيــرا ونضمــه إلــى صدورنــا ونشــبع قلوبنــ�ا‬
‫منــه بعــد هــذا الغيــاب الطويــل‪ .‬فلمــا قرعنــا البــاب فتحــت الخادمــة‬
‫فلمــا رأتنــ�ا اشــمأزت مــن هيئتنــ�ا وقالــت‪ :‬مــاذا تريــدون؟ قلنــا نريــد‬
‫إبراهيــم‪ .‬قالــت‪ :‬إن البــك ال يقابــل الغربــاء فــي داره اذهبــا إلــى الديــوان‪.‬‬
‫قلــت‪ :‬غربــاء يــا قليلــة األدب؟ أنــا أبــوه وهــذه أمــه‪ .‬وســمع ضجتنــ�ا‬
‫فخــرج وقــال‪ :‬مــا هــذا؟ وخرجــت مــن وراءه امــرأة فرنســية جميلــة‪.‬‬

‫‪70‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫فلمــا رأتــه أمه بكــت وقالت‪ :‬إبراهيــم حبيبي؟ ومـ ّـدت يديها ّ‬
‫وهمــت بإلقاء‬
‫نفســها عليــه‪ .‬فتخلــى عنهــا ونفــض مــا مســته مــن ثوبــه وقــال لزوجتــه‬
‫كلمــة بالفرنســاوي‪ ،‬ســألنا بعــد عــن معناها فعلمنــا أن معناهــا (مجانين)‪.‬‬
‫ودخــل وأمــر الخــادم أن تطردنــا‪ .‬فطردتنــ�ا يــا ســيدي مــن دار ولدنــا‪.‬‬
‫ومــا زلــت أتبعــه حتــى علقــت بــه مــرة فهددنــي بالقتــل إذا ذكــرت‬
‫ألحــد أنــي أبــوه وقــال لــي‪ :‬مــاذا تريــد أيهــا الرجــل؟ دراهــم؟‬
‫ً‬
‫أنــا أعمــل لــك راتبــ�ا بشــرط أال تزورنــي وال تقــول أنــك أبــي‪.‬‬
‫ورفضــت يــا ســيدي وعــدت أســتجدي النــاس وعــادت أمــه تغســل‬
‫وتخــدم حتــى عجزنــا وأقعدنا‪ ‬الكبر‪ ‬فجئــت أشــكو إليــك فمــاذا أصنــع‪.‬‬
‫فقلــت للرجــل‪ :‬خبرنــي أوال مــا اســم ابنــك هــذا ومــا هــي وظيفتــه‪.‬‬
‫إلي ً‬
‫عاتب�ا وقال‪ :‬أتحب أن يقتلني‪.‬‬ ‫فنظر ّ‬

‫قلت‪ :‬إن الحكم ال يكون إال بعد دعوى والدعوى ال تكون إال بذكر اســمه‪.‬‬
‫قال‪ :‬إذن أشكو شكاتي إلى هللا‪.‬‬
‫يجر رجله ً‬
‫يائسا‪ ...‬حتى خرج ولم يعد‬ ‫وقام ّ‬

‫‪71‬‬
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

72
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Bir Babanın Hikâyesi


Tercüme: İsmail SELİM
Dün mahkeme katipleri çıktıktan sonra tam mantomu giyip çık-
mak üzere iken, yaşlılıktan ve zayıflıktan bacaklarını tutarak yürü-
yen yaşlı bir adam geldi yanıma. Selam verdi ve masadan destek ala-
rak ayakta durdu ve dedi:
Önce Allah’a sonra sana sığındım. Hikâyemi dinleyip kimin haksız-
lığa uğradığına karar vermeni istiyorum.
Buyur, seni dinliyorum amca.. dedim.
Lütfen oturmama izin ver yavrum, ayakta zor duruyorum.
Otur lütfen, sana oturma diyen mi var. Otur amca. Devlet, vatan-
daşımız için bu lüks koltukları ve divanları koymuş buraya. İşsizler
gelip, çay kahve içip memurları oyalasınlar diye koymamış ya. Rahat
otur lütfen. Ne dedemin koltuğu ne de babamın. Devletin koltuğu…
dedim.
Adam dedi:
Hikâyemi en başından anlatayım. Seni sıkmak da istemem. Gençli-
ğimden beri doğru dürüst kelam etmeyi bilmem. Şimdi nasıl edeyim
başımdan çok şey geçti. Hastalık üzerine hastalık çektim. Doğrudan
başka bir şey söylemiyorum.
Gençlik yıllarımda evden işe severek giden namuslu bir insan-
dım. Mevsimine göre sebze-meyve sattığım bir manavım vardı. Üç
beş kuruş kazanır onunla da ekmeğimi aşımı alırdım. Artan sebzeyi
eve götürür, hanım pişirir, biz de yerdik. Rabbimize şükredip yatar-
dık. Hiçbir sıkıntımız da yoktu çok şükür. Yarın ne yapıcaz diye dü-
şünmezdik. Ne de devletle ne de insanlarla bi işimiz olurdu. Kimse
bizden bir şey istemezdi biz de kimseden bir şey istemezdik. Ben
okumadım, okuma yazma bilmem, okulda oturmuşluğum bile yok.

73
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Namazımı kılarım bir de bakkal hesabı bilirim. Bütün hayatımı bu


şekilde geçirdim. Ne hile bilirim ne de hırsızlık. Helalinden başka
bir şey kazanmadım. Çocuğumuzun olmayışı hayatımızı mahvedi-
yordu. Her yolu denedik. Çevremizde doktor da yoktu. İhtiyaç da
duymazdık. ‘Beru Attar’ ve ilaçları olurdu. Doktordan eczaneden iyi
gelirdi. Diş çektirmemiz gerektiğinde berbere giderdik. Kadın hasta-
lıklarında ise ebeye giderdik. Allah rahmet eylesin Ummu Abdunna-
fi’ iyi ebe idi. 40 sene boyunca doğum yaptırdı köyde. Okuma yaz-
ması da yoktu.
Ebe kadın ve yaşlı teyzeler arardık. Bize otlardan ilaç yazarlardı biz
de onları uygulardık. Şeyhlere hocalara gittik muska yazdılar bize.
Hiç de faydasını görmedik. Recep’in ilk Cuma gecesi Hanabile Cami-
sine gittik. Gitmekten başka çaremizde kalmadı. Cuma günü gelince
evdekileri oraya gönderdim. Kapıyı çaldılar, ihtiyaçlarını istediler,
aldılar ve geri döndüler.
Ev işlerinden dolayı daha da güçlü olmaya başlamıştım. Çocuğu
düşürür korkusuyla ev işlerini hep ben yapıyordum. doğum gecesi-
ne kadar günleri, saatleri sayıyorduk. Bütün gece uyumamıştım. Ço-
cuğumu beklemiştim. Güneş ağarmaya başlayınca bir ses duydum.
Umm Abdunnafi’ ‘Müjde Ebu İbrahim, bir erkek çocuğun oldu’ dedi.
Cebimde birkaç kuruş param vardı onu da Ummu Abdunnafi’ ye ver-
dim.
Çocuğu beşiğine koyduk. O güldüğü zaman hayat da bize gülerdi.
Ağladığı zaman ev titrerdi. Hastalandığı zaman günlerimiz kararır,
hayatımız mahvolurdu. Her büyümesi bizim için bayram idi. Bir şey
istediği zaman bütün gayretimizi sarf eder istediğini yerine getirme-
ye çalışırdık. Okul çağına geldiği zaman annesi dedi:
-Yavrumuz büyüdü. Napıcaz?
-Onu dükkâna götürürüm, oyalanır, meslek öğrenir.. dedim ben
de.
-Okumayacak mı?.. dedi.
-Ne gerek var. Babasından daha iyi bir işe mi sahip olacak?..
-Hayır, olmaz. Komşumuz Samuhi beyin oğlu İsmet gibi okula yaz-
dırmamız lazım. Okusun memur olsun. Efendiler gibi takım elbise

74
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

giysin, fes giysin.


Çok ısrar etti. Dediğini yaptım ve okula yazdırdım. Yemeden içme-
den kestim kitap masraflarını karşıladım. Sınıfında birinci idi. Öğret-
menleri onu pek severdi ve takdir ederdi. İlkokulu bitirdi. Hanıma
dedim:
-Hanım, çocuk ilkokulu bitirdi. Diplomayı aldı. Bu kadar yeter.
Dükkânda çalışsın artık.
-Yok, olmaz. Çocuğun eğitimini geleceğini karartacaksın. Orta oku-
lu da okuması lazım.. dedi.
-E kadın! Sana kim öğretiyor bu lafları? Başlatma eğitimine gelece-
ğine. Babasının dedesinin işinden daha iyi iş mi yapacak.
-Bak İsmetin annesine, ne güzel oğlunun okuması için neler yapı-
yor.
-E kadın, bırak bu işleri biz şükürle bereketle yaşayan insanlarız.
Bizden olmayanları taklit edemeyiz.
Eyvah etti bağırdı çağırdı. Çocuk liseye girdi. Masrafları daha da
çoğaldı. Gönül rahatlığı içerisinde masraflarını karşılıyordum. Diplo-
masını aldı. Dedim ‘bir şey kaldı mı?’. dedi:
-Evet baba, Avrupa’ya gitmek istiyorum.
-Avrupa mı? Ne Avrupası?
-Paris’e baba.
-Allahtan kork. Müslüman ülkesini bırakıp gevur ülkesine mi gide-
ceksin. Olmaz öyle şey.
Annesi ısrar etti, ben ısrar ettim. Yumuşadığımı görünce bilezikle-
rini ve küpelerini sattı. (yıllardır biriktirdiği ziynet eşyaları idi) para-
sını oğluma verdi. Benim istememe rağmen gitti.
Çok kızdım ona, bir süre konuşmadım onunla. Mektuplarına cevap
da yazmadım. Sonra vicdanım rahat etmedi. Baba yüreği işte bilir-
sin. Ben de ona yazmaya başladım. Ne istiyorsun diye sorduğumda
yirmi lira, otuz lira istiyordu. Annesi ve ben geceler boyu bir kuru
ekmek yiyip yatıyorduk. Ne isterse gönderiyorduk. Arkadaşları yaz

75
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

tatillerinde gelip giderdi ama o gelmezdi. Çağırırdım derslerinin yo-


ğunluğunu bahane ederdi. Zamanını yolda geçirmek istemezdi. Ar-
tık yüz lira ister oldu. Sonra üç yüz liraya çıktı.
Düşünsene beyim üç yüz lira. Benim gibi bütün ticareti yirmi lira
etmeyen bir adama ki onun da kârı da bir lira sadece. İnşaallah fiyat-
ların uygun olduğu bir zamanda gider. İşler azaldı ve işsizlik yayıldı.
Hastalandığında ya da başına bir iş geldiğinde annesi aç yatardı. Ona
durumumu yazdım ve arkadaşlarına özenmemesini söyledim. On-
ların aileleri zengin, biz ise fakiriz. Cevabı ise hemen para gönderin
oldu.
Çok şaşırırsın beyim. Ben daha hayatımda bi kere bile telgraf almış
adam değilim. Postacı kapıyı çalıp bana telgrafı uzatınca ve parmak
izimi alınca korkudan ödüm patladı. Hükümetten dava zannettim,
yalvardım ağladım. Mel’un adam güldü bana, gitti. Gece korkudan
uyuyamadık. Bu sarı kağıtta ne yazıyor bilemedik. Ne yapacağımızı
da bilmiyorduk. Sabaha kadar gözümüzü kırpmadık. Sabah nama-
zını kılmak üzere evden çıktım. Kâğıdı komşumuz Abdo efendiye
uzattım. Bana okudu mektubu. Oğlumun çok zor durumda olduğu-
nu ve acil paraya ihtiyacı olduğunu söyledi.
Evimi yarı fiyatına sattım. Anlıyor musun beyim. Evimi tam iki yüz
liraya sattım. Bu dünyada sahip olduğum tek şey idi. Geri kalanı Ya-
hudi bir tefeciden aldım. Beni ona yönlendirdiler. Ayda bir lira için
otuz kuruş faiz alıyordu. Yani yüz lira sene sonunda iki yüz lira olu-
yordu. Parayı gönderdim ve iflas ettiğimi söyledim.
Üç yıl boyunca mektup yazmayı bıraktı. Yazdığım mektuplara da
cevap yazmadı hiç. Gideli tam yedi sene oldu ve ben yüzünü hiç
görmedim. Evsiz kaldım. Tefeci yakama yapıştı. Borcumu ödeye-
medim. Mahkemelik oldum. Devlet benim yerime borcumu ödedi.
Ne olduğunu bilmediğim bir kâğıt göstermişti çünkü. Bana sordular:
bu kâğıtlara sen mi parmak bastın? Dedim ‘evet’. Bana tefecinin ne
istediğinin vermemi yoksa hapis yatacağımı söylediler. Hapis yattım
efendim. Eşim yalnız kaldı. Allahtan başka kimsesi yoktu. Başkaları-
nın evinde temizlikçilik ve hizmetçilik yaptı. Rezil rüsva olduk.
Hapisten çıkınca komşularımızdan bir sordu:
Oğlunu gördün mü?

76
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Oğlum mu? Nerede oğlum? Allah ne muradın varsa versin. N’olur


söyle nerede oğlu diye yalvardım.
Bilmiyor musun be adam ya da görmezden mi geliyorsun. Devlette
yüksek memur oldu. Fransız eşiyle birlikte yeni mahallede lüks bir
evde oturuyor.
Kendimi zor tuttum. Annesini aldım ve yanına gittim. Küçüklü-
ğünde ona sarıldığımız gibi şimdi de ona öylece sarılmak istemiştik
sadece o kadar. Onu göğsümüze basacaktık. Uzun bir ayrılıktan son-
ra kalbimiz onunla doyacaktı. Kapıyı çaldık, hizmetçi açtı kapıyı:
Ne istiyorsunuz?
İbrahim’i istiyoruz.
Bey garibanları evinde kabul etmiyor. Ofisine gidin.
Ne garibanı edepsiz? Ben babasıyım bu da annesi.
Gürültüyü duyunca çıktı ve dedi:
Bu ne?
Arkasından güzel Fransız bir bayan çıktı. Oğlunu görünce annesi
dayanamadı ağladı.
İbrahim, oğlum? Dedi.
Kollarını açtı tam ona sarılacaktı ki kendini geri çekti. Elbisesine
dokunmasından rahatsız oldu. Eşine Fransızca bir şeyler söyledi.
Sonra anlamının fakirler olduğunu öğrendik. İçeri girdi ve hizmetçi-
ye bizi kovmasını emretti. Bizi oğlumuzun evinden kovdular beyim
anlayacağın.
O gün bugündür takip ediyorum onu. Bi sefer yakaladım onu. Eğer
bir kişiye babam olduğunu söylersem öldürmekle tehdit etti beni ve
dedi:
Ne istiyorsun be adam? Para mı? Bir daha beni rahatsız etmemen
ve kimseye babam olduğunu söylememen şartıyla sana maaş bağla-
rım.
Kabul etmedim haliyle. Dilencilik yapmaya devam ettim. Yaşla-
nıncaya kadar annesi de temizlikçiliğe ve hizmetçiliğe devam etti.

77
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Yaşlılık ve hastalık bizi elden ayaktan düşürdü. Sana şikâyette bu-


lunmaya geldim. Ne yapayım.
Adama dedim:
Oğlunun ismini ve işini söyle bana
İmalı bir bakış attı ve dedi:
Beni öldürmesini mi istiyorsun?
Dava açmadan sonuç elde edemeyiz. İsmini vermeden dava aça-
mayız.
Öyleyse ben derdimi Allah’a anlatayım.
Üzüntü içerisinde bacağını çekerek çıktı ve bir daha geri dönmedi.

78
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

79
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Abdülkâdir el-Mâzinî
19 Ağustos 1890 tarihinde Kahire’de doğdu. Ailesi Mısır’da Menûfi-
ye’nin Kūmümâzin mevkiinden geldiği için Mâzinî nisbesiyle tanındı.
Orta öğreniminden sonra önce tıp, ardından hukuk fakültesine kay-
dolduysa da bu fakültelere devam etmeyip 1907’de yüksek öğretmen
okuluna girdi. Bu dönemden itibaren Câhiz, Müberred, Ebü’l-Ferec
el-İsfahânî, Ebû Ali el-Kālî ve Abdülkāhir el-Cürcânî gibi Arap ede-
biyatının otoritelerine ait belli başlı kaynakları, ayrıca İbnü’r-Rûmî,
Mütenebbî, Şerîf er-Radî, Ebü’l-Alâ el-Maarrî gibi eski Arap şairleri-
nin divanlarını inceledi. Aynı zamanda İngilizce’sini geliştirdi ve İn-
giliz edebiyatına karşı ilgi duymaya başladı. İngilizce’den Arapça’ya
yapılan bazı çevirilerin yanı sıra İngiliz edebiyatının meşhur simaları
ile şiir ve edebiyat eleştirmenlerinin eserlerini okudu.
Yüksek öğretmen okulundan mezun olduktan sonra (1909) liseler-
de ve Kahire Akademisi’nde İngilizce öğretmenliği yaptı. 1914 yılında
resmî görevinden ayrılarak özel liselerde öğretmenliğinin yanı sıra
idarî görevler üstlendi. Bu dönemde Muhammed Ferîd Vecdî, Abbâs
Mahmûd el-Akkād, Ahmed Hasan ez-Zeyyât gibi ediplerle birlikte ça-
lıştı. 1917’de öğretmenliği bırakıp kendini tamamıyla gazeteciliğe ver-
di. Önce Vâdi’n-Nîl gazetesinde mütercim ve redaktör olarak çalıştı
(1918). Ardından el-Efkâr, el-Aħbâr, el-Ehrâm, es-Siyâse, el-Belâğ, el-
Esâs, er-Risâle, el-Hilâl, Rûzü’l-Yûsuf gibi gazete ve dergilerde yazılar
yazmaya başladı. 1926’da el-ÜsbûǾ dergisini çıkardı.
Mâzinî’nin yüksek öğretmen okulundaki öğrenciliği sırasında Arap
ve Batı edebiyatları üzerinde yaptığı çalışmalar ona çağdaşı olduğu
ediplerden farklı bir hayat görüşü kazandırdı. Şiir, makale, hikâye,
roman ve edebî tenkit gibi türler üzerinde yeni düşünceler ortaya
koymasına ve değerlendirmeler yapmasına imkân hazırladı. Mâzinî
burada, daha sonraki yıllarda modern Mısır şiirinin en önemli sima-
ları arasında yer alacak olan Abdurrahman Şükrî ile arkadaş oldu.
Böylece o zamana kadar Ahmed Lutfî es-Seyyid, Tâhâ Hüseyin ve Mu-

80
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

hammed Hüseyin Heykel’in temsil ettiği modernist Fransız şiir ve


edebiyat ekolünün yanında Mâzinî, Akkād ve Abdurrahman Şükrî
tarafından tesis edilen modernist İngiliz ekolü ortaya çıktı. “Divan
grubu” adı verilen bu ekolün amacı Batı lirizmine uygun şiirler yaz-
maktı. Akkād ile birlikte şiir eleştirisine dair yazdıkları ed-Dîvân
adlı eserde Mâzinî Araplar’da şiirin zayıf olduğunu iddia ediyor-
du. Bunun sebebini de Araplar’ın üzerinde yaşadığı coğrafya ile bu
coğrafyanın onlara kazandırdığı karakter özelliklerine bağlıyordu.
Ona göre çölün katılığı, kuruluğu, sıcaklığı ve çoraklığı Araplar’ın
duygu ve düşüncelerine de yansımış, bundan dolayı şiirleri genel-
likle anlam bakımından kuru, tema bakımındansa sınırlı kalmıştı.
Arap şiirindeki zayıflığın ikinci sebebi bu milletin Sâmî ırka men-
sup oluşuydu. Çünkü Mâzinî Sâmî ırkı şiirde zayıf buluyor, Ârî ırka
mensup milletlerin ise daha güçlü olduğuna inanıyordu. Ardından
roman yazmaya yönelen Mâzinî’nin en tanınmış romanı İbrâhîm
el-Kâtib’dir. Kendisine ödül kazandıran bu çalışması, Muhammed
Hüseyin Heykel’in 1913 yılında yayımlanan Zeyneb adlı eserinden
sonra Mısır romancılığının gelişmesinde büyük bir merhale olarak
kabul edilir. Edebiyatın çeşitli dallarında ortaya koyduğu orijinal
çalışmalarıyla Mecmau’l-luğati’l-Arabiyye’ye üye seçilen Mâzinî 10
Ağustos 1949 tarihinde Kahire’de vefat etti.
Mâzinî 1935-1943 yılları arasında kırkı aşkın kısa hikâye kaleme
alıp yayımlamıştır. Bunlardan bazıları müstakil birer kitap konusu
olduğu gibi Fi’ŧ-ŧarîķ’te (Kahire 1937, 1957) otuz dört kısa hikâye yer
almıştır. Mâzinî’nin ayrıca İngilizce’den muhtelif çevirileri vardır.

81
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

82
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫التائه‬
‫‪Yazan: Abdülkâdir el-Mâzinî‬‬

‫فــي الســاعة التاســعة والدقيقــة الخامســة والعشــرين تمامــا اختفــى‬


‫الطفــل فــوزي ولــم يعــد أحــد يــراه ال فــي البيــت وال فــي الحديقــة الواســعة‬
‫وال حــول النافــورة أو فيهــا وال فــي الشــارع‪ .‬وفــي الســاعة العاشــرة والربــع‬
‫بــدأت أمــه تســأل عنــه بعــد أن أعــدت لــه ّ‬
‫الحمــام علــى عادتهــا كل يــوم‬
‫خميــس‪ .‬وبعــد ربــع ســاعة مــن الســؤال واالستفســار بــا جــدوى انطلــق‬
‫الخــادم الهــرم «عــم محمــد» وزوجتــه «حليمــة» يبحثــان عــن فــوزي‬
‫ويســأالن كل صاحــب دكان فــي الحــارة هــل رآه منهــم أحــد‪ .‬وفــي اثنــ�اء‬
‫هــذا البحــث العقيــم كانــت أم فــوزي قاعــدة علــى آخــر درجــة مــن درجــات‬
‫الســلم وكوعهــا علــى فخذهــا‪ ،‬وذقنهــا علــى كفهــا‪ ،‬والزفــرات الحــرار يعلــو‬
‫بهــا صدرهــا ويهبــط‪ .‬وينفــد صبرهــا احيانــا فتضــرب كــف بكــف وتقــول‬
‫مســكين يــا بنــي‪ ...‬يــا تــرى رحــت فيــن يــا بنــى‪ ...‬المســكين�ة امــك‪...‬‬
‫لــو كنــت مــت كنــت عرفــت أنــت فيــن‪ ...‬كنــت أعــرف ارضــك وأروح‬
‫أزورك‪ ...‬الــخ الــخ‪.‬‬
‫وفــي الســاعة الحاديــة عشــرة عــاد الرســول بأبــي الغــام المفقــود مــن‬
‫بيــت القاضــي‪ ،‬فقــد كان محاميــا شــرعيا ومــان بيــت القاضــي هــذا هــو‬
‫دار المحكمــة بيــن ســيدنا الحســين وحــي النحاســين وقــد اضطــر الوالــد‬
‫لمــا ســمع بالفجيعــة التــي اصابت ـ�ه أن يلتمــس مــن المحكمــة أن تؤجــل‬

‫‪83‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫قضايــاه‪ ،‬فقبــل القاضــي وهــو مغتبــط وطمــأن الوالــد المتلهــف ودعــا‬


‫هللا ان يــرد اليــه ابن ـ�ه ســالما وطــوى أوراقــه التــي كانــت أمامــه ونهــض‪.‬‬
‫فمــا كان فــي المحكمــة كلهــا مــن المحاميــن اال اثنيــن أو ثالثــة‪ .‬وخــرج مــع‬
‫المحامــي وهــو يربــت لــه علــى ظهــره ويقــول لــه‪ :‬ال تقلــق وال تنزعــج‪...‬‬
‫ســتجد إن شــاء هللا يلعــب فــي البيــت‪ .‬وخــرج وراءهمــا أصحــاب القضايــا‬
‫وهــم ينفخــون ويهــزون روؤســهم وال يــرون لهــم حليــة‪.‬‬
‫وفــي الســاعة الثانيــ�ة عشــرة عقــدت الســرة جلســة برئاســة الوالــد‬
‫وعضويــة األم المنتخبــة والعمــة التــي دعيــت مــن بيتهــا علــى عجــل‪.‬‬
‫ونــودى الشــهود فتقدمــت «حليمــة» وقــررت من غيــر أن تحلــف أي يمين‬
‫فــإن اموقــف ال يعقــل فيــه الكــذب وال يحتمــل هــذه اإلجــراءات الطويلــة‬
‫أنهــا رأت ســيدي فــوزي فــي الصبــاح يفتــح الخزانــة ويخــرج حبــق الســكر‬
‫ويســرق منــه قطعــة‪ .‬وكانــت معــه قطعــة مــن الخبــز الطــازج فقــد الســرة‬
‫تعجــن وتخبــز كل يــوم خميــس ويــوم اثنيــن فصاحــت االم الســكين�ة يــا‬
‫ريتنـ�ا مــا خبزنــا وال نيلنــا‪ ...‬اتاريــه غطــس والحــد شــافه‪ ...‬ويــأكل عيبــش‬
‫وســكر‪ ...‬يــا حبيبــي يــا ابنــي‪ ...‬خــرج مــن غيــر فطــور‪ ...‬والوقــت الضهــر‪...‬‬
‫فقالت العمة‪ :‬هللا يهديك يا بنتي‪ ...‬تصبري‪ ...‬الصبر طيب‪.‬‬
‫وقــال االب‪ :‬حلمــك يــا أم فــوزي‪ ...‬انتظــري علينـ�ا‪ ...‬خلينـ�ا نفهــم الولــد‬
‫راح فيــن‪.‬‬
‫وتقــدم الشــاهد الثانــي «عــم محمــد» وكان رجــا مغضــن الوجــه‬
‫كمــا تب ـ�دو مبانــي المدين ـ�ة للمحلــق فــي طيــارة ولكنــه قــوى جلــد يعــرف‬
‫المشــي ويعــرف الركــوب ويجــوب المدينـ�ة كلهــا علــى قدميــه وال يت�أفــف‬

‫‪84‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ويت�ذمــر وال تــراه قســط اال كالرمــح أةو الجنــدي فــي الصــف‪ .‬ويظــل طــزل‬
‫النهــار ويعمــل ويــروح ويجــيء وال يــكل‪ ،‬ويقبــل الليــل فيخــدم ســيده‬
‫فــي المكتــب حتــى ‪ ...........‬ســيده الــى مســكنه فقــد كان المكتــب فــي‬
‫البيــت تســلل «عــم محمــد» الــى البوظــة المحليــة ثــم عــاد عــاد ينطــرح‬
‫الــى غرفتــه فيرتمــي أي مــكان فيهــا الــى الصبــاح‪.‬‬
‫وقال عم محمد «أهو كان يلعب في الجنين�ة»‬
‫فسأله األب‪ »:‬هل رأيت�ه يخرج»‬
‫قال «آه‪ ...‬وقف عند الجزار»‬
‫فسأله األب «وهل رأيت�ه يعود بعد ذلك؟»‬
‫قال «انا خرجت أقضي الحاجة»‬
‫فسأله األب «ماذا كان يصنع عند الجزار»‬
‫فقال الشاهد «أنا عارف‪ ...‬كان يكلم الصبي»‬
‫فدعــي الصبــي وكان ين�اهــز التاســعة مــن عمــره ولكنــه كان ممتلئــا‬
‫ضخمــا وكانــت رقبت ـ�ه غليظــة ورأســه لهــذا تب ـ�دو وكأنهــا مغروســة بيــن‬
‫كتفيــه فغطــت الســيدتان وجهيهمــا لمــا دخــل عليهمــا الصبــي‪.‬‬
‫وقــال الشــاهد ان فــوزي كان يريــه ودعتيــن كانت ـ�ا معــه وأنــه بعــد ذلــك‬
‫ذهــب الــى دكان الجــزار الــذي فــي آخــر الحــارة وهنــا تبــرح الشــاهد بــراي‬
‫لــه فقــال انــه يعتقــدان ذلــك الجــزار خطــف فــوزي وأنــه يخفيــه ليذبحــه‬
‫ويبيــع لحمــه للزبائــن بإســم لحــم ضــأن مصغــر فصرختــاالم واســتعاذت‬
‫العمــة بــاهلل وقالــت يــا حفيــظ‪ ،‬وطــرده األب مــن الجلســة‪ .‬ثــم تشــاورت‬

‫‪85‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫المحكمــة وقــررت االم تأخــذ بهــذه الشــهادة وان كالم صبــي الجــزار ال‬
‫يعــول عليــه‪ ،‬وذكــرت مــن اســباب قرارهــا ان المزاحمــة بيــن‬ ‫ينبغــي أن ّ‬
‫الجزاريــن هــي التــي أغــرت الصبــي بهــذا الــكالم الفــارغ‪.‬‬
‫وفــي الســاعة العاشــرة مســاء عــاد فــوزي الــى البيــت تحملــه جاريــة‬
‫ســوداء المعــة الجلــد كالفحــم «الكــوك» وقالــت انهــا انهــا وجدتــه نائمــا‬
‫علــى عتب ـ�ة بيتهــا فــرق لــه قلبهــا وحملتــه فأدخلتــه وهالجــت أن توقظــه‬
‫فلــم تفلــح فتركــه حتــى تقلــب فهزتــه ففتــح عيني ـ�ه وســألته عــن اســمه‬
‫ولكــن النــوم كان يغالبــه فلــم يجبهــا فاستشــارت جــارة لهــا فاتفــق لحســن‬
‫الحــظ أنهــا تعــرف الغــام فدلتهــا علــى أهلــه‪.‬‬
‫ونضــت عنــه أمــه ثي�ابــه القــذرة الملطخــة والبســته أخــرى نظيفــة‬
‫وغســلت لــه رأســه فســال منهــا عســل كثيــر‪ ،‬أو لعلــه ذوب الســكر‪ ،‬ولــم‬
‫يســتطيع أحــد أن يعــرف أيــن ذهــب الغــام وال ايــن كان غائبــ�ا طــول‬
‫النهــار والــى مــا بعــد العشــاء ولكنــي كنــت نــدء وكنــا نلعــب معــا وال تــكاد‬
‫نفتــرق فقصــص علــي مــا يأتــي وأوصانــي اال أبــوح بــال فأنــا أوصــي القــراء‬
‫بمثــل هــذا الكتمــان‪.‬‬
‫صحــح لــي شــهادة الشــهود اوال فقــال لــه انــه لــم يأخــذ الســكر‬ ‫وقــد ّ‬
‫ليأكلــه بــل ليمصــه ألن اســنانه مختلفــة النبت ـ�ة‪ ،‬غيــر منتســقة‪ ،‬وبعضهــا‬
‫طويــل والبعــض قصيــر فالمــص لهــذا أســهل = وأحلــى أيضــا = وقــال‬
‫ان الــذي كان معــه وهــو يكلــم صبــي الجــزار لــم يكــن ودعــات وانمــا كان‬
‫خــرزات‪ ،‬وعجــب للصبــي كيــف ال يعــرف الفــرق بيــن الودعــة والخــرزة‪،‬‬
‫ولــم يصــدق الصبــي فــي قولــه انــه ذهــب دكان الجــزار اآلخــر ليكلــم أحــدا‬

‫‪86‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫فمــا وقــف امــام دكانــه اال الن منظــر الجــزار وهــو يفــرم اللحــم االحمــر‬
‫ســحره فلــم يســعه اال أن ينظــر‪ ،‬وكان يتوقــع فــي كل لحظــة أن تقطــع‬
‫الســكين اصابــع الرجــل ولكــن االصابــع كانــت تدفــع اللحــم وتكومــه‬
‫للســكين‪ .‬الهاويــة وتتقــي وقعهــا بمهــارة عجيب ـ�ة‪ ،‬وقــد كان فــوزي وهــو‬
‫واقــف ينظــر ويعجــب‪ ،‬يتمنــى لــو أن الجــزار ســمح لــه بالتدريــب علــى‬
‫هــذه «اللعبــة» وأعــرب لــي عــن أســفه ألن أبــاه وأمــه ال يســمحان لــه‬
‫بلعبــة تشــبه هــذا‪.‬‬
‫وكان يلبــس جلبابــا جالبيـ�ة مخططــا وحذاءيــن وعلــى رأســه «طاقيــة»‬
‫مزركثــة‪ ،‬وكان فــي يــده «عقلــة» ممــا تتخــذ منــه االقــام البســط التــي‬
‫يحتــاج اليهــا أبــوه فــي أعمــال مكتب ـ�ه‪ ،‬وقــد أعطــاه اياهــا «عــم محمــد»‬
‫وقــد نســي ان يفضــي بذلــك فــي شــهادته أو لعلــه خــاف أن يؤنب ـ�ه ســيده‬
‫فــراح فــوزي يتمشــى ويدفــع الحصــى فــي طريقــه طــورا بقدميــه وتــارة‬
‫بالعقلــة‪ .‬وكانــت عينــ�ه الــى االرض فلــم يكــن يلتفــت الــى الطريــق‬
‫(يجــب ان يالحــظ القــارئ أنــي أنــا الــذي يقــص الحكايــة االن ال فــوزي‬
‫وأنــي أحــاول أن أجعلهــا مفهومــة علــى مــا يتعبــر ذلــك) فلمــا تنب ـ�ه ألقــى‬
‫نفســه فــي حــارة ال يعرفهــا فجعــل يلتفــت‪ ،‬وشــق عليــه أن يكــون قــد ضــل‬
‫وجعــل يديــر عيني ـ�ه فــي الرائحيــن الغاديــن لعلــه يعــرف واحــدا منهــم أو‬
‫علــى يعرفــه احــد فلــم يوفــق‪ ،‬وكاد يبكــي مــن الجــزع ولكــن عين ـ�ه أخــذت‬
‫رجــا يصنــع امــام دكانــه مــا اســتطعتت أن أفهــم أنــه مــا يســمى «الحــاوة‬
‫الحمصيــة» وكان يمطهــا وهــي مشــدودة الــى عمــود مركــز فــي االرض ثــم‬
‫يعــود فيطويهــا ففتنـ�ه هــذا المنظــر كمــا فتنـ�ه منظــر القصــاب وهــو يفــرم‬
‫اللحــم ودنــا مــن الرجــل ووقــف يتطلــع اليــه‪ .‬ثــم حانــت منــه التفاتــة فــرأى‬

‫‪87‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫مــا هــو أعــرب وأولــى بعنايتـ�ه‪ .‬ذلــك انــه ابصــر رجــا ضخمــا علــى وســطه‬
‫فوطــة مخططــة وأمامــه مرجــل كبيــر يقلــب فيــه بي ـ�ده مــا أدركــت انــه‬
‫«الحــاوة الطحنيــ�ة» فوقــف مببهوتــا ثــم زاغــت عينــ�ه بيــن الرجليــن‬
‫وأحــس بريقــه يجــري وشــعر بضعــة الجــوع وكان ظهــره الــى بــاب الــدكان‬
‫وكانــت يــده تعبــث بالعقلــة فضربــت شــيئ�ا اســتغرب صوتــه فــادار وجهــه‬
‫لينظــر فــاذا بــه يــرى وعــاء هــو الــذي نســميه «البالصــى» وعلــى فمــه أو‬
‫فتحتــه لــوف يســد بــه فلــم يشــك فــي أن هــذا عســل النــه رأى مثلــه فــي‬
‫ّ‬
‫البيــت فغافــل الرجليــن ومديــده بخفــة ورفيــع الغطــاء ودس يــده فــي‬
‫الوعــاء حتــى بلغــت العســل ثــم راح يلحــس وتكــرر منــه ذلــك‪ .‬ويظهــر‬
‫انــه افــرط فيــه أو شــغل بلحــس العســل عــن الحــذر الواجــب فقــد فاجــأه‬
‫احــد الرجليــن بزجــر عنيــف وكانــت يــده فــي ذلــك الوقــت فــي جــوف‬
‫«البالصــى» فانتزعــت بســرعة وبــا حســاب‪ .‬فخرجــت ولكــن الوعــاء‬
‫مــال وســقط علــى االرض فأريــق العســل‪ .‬وذهــب فــوزي يجــري غيــر أن‬
‫الرجــل أدركــه وعــاد بــه وجعــل يضربــه ويشــتمه ثــم لــم يكفــه الضــرب‬
‫والشــتم القبيــح بــل تن ـ�اول بي ـ�ده مــن العســل المــراق علــى االرض ونــزع‬
‫الطاقيــة مــن الــرأس فــوزي وجعــل يمســح لــه شــعر رأســه أو يعجنــه علــى‬
‫االصــح بالعســل الممــزوج بالطيــن والوحــل‪ .‬ثــم مســح يديــه فــي جلبابــه‬
‫ّ‬
‫وعلــى وجــه الغــام ورفســه فكبــه علــى وجهــه وارتــد الــى مــا كان فيــه مــن‬
‫غيــر ان يغســل يديــه اكتفــاء بمســحها علــى ثي ـ�اب الغتــى ووجهــه‪.‬‬
‫(ولــم أســتطيع أن أفهــم مــن فــوزي كيــف اتفــق لــه مــا ســيجئ والظاهــر‬
‫أنــه ســار علــى غيــر هــدى وأنــه كان مشــغوال بمــا أصابــه مــن هــذا الحلــف‬
‫القاســي الــذي ضربــه ولــوث لــه ثي�ابــه ووجهــه ورأســه بالطيــن والعســل‪.‬‬

‫‪88‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫علــى أنــه فــراغ ال يؤثــر فــي الموضــوع فليســده القــارئ بمــا شــاء)‬
‫والفــى فــوزي نفســه فــي شــارع ال عهــد لــه بــه وكان الــذي لفتــه الــى‬
‫ذلــك أنــه ســمع طبــوال وأصــوات مزاميــر أي موســيقى فتلفــت وأنصــت‬
‫حتــى اســتطاع أن يعــرف مصــدر الصــوت فاتجــه اليــه واذا بســرادق‬
‫كبيــر تنبعــث منــه هــذه االصــوات المغريــة تعجبهــا ضجــات عاليــة‬
‫وضحــكات مقرقعــة وتصفيــق وصفيــر وصيحــات فأيقــن ان ههنــا شــيئ�ا‬
‫يســتحق الرؤيــة وحــاول أن يدخــل مــن البــاب ولكــن رجــاال واقفيــن‬
‫عليــه منعــوه وانتهــروه بعــد أن طالبــوه بقــرش ولــم يكــن معــه شــيء مــن‬
‫الفلــوس‪ .‬فارتــد آســفا كاســف البــال وأغرورقــت عينــ�اه بالدمــوع وعــز‬
‫عليــه أن يحــرم هــذه «الفرحــة» التــي بتمتــع بهــا كل هــؤالء الذيــن هــم فــي‬
‫الســرداق مــن االطفــال مثلــه ومــن بيــن قطــع الخيــام المشــدود بعضهــا‬
‫الــى بعــض فــرأى مســرحا أو ملعبــا مرفوعــا وعليــه خيــل تــدور وتدخــل فــي‬
‫دوائــر كثيــرة وتخــرج منهــا الــى اخــرى بعدهــا وتثــب مــن فــوق مــا يشــبه‬
‫المقاعــد ســوى انهــا بغيــر ظهــور‪ .‬فلــم يطــق صبــرا علــى هــذا الحرمــان‬
‫ولــم يــزل يــدور حــول الســرداق حتــى اهتــدى الــى مــكان يســعه أن يدخــل‬
‫منــه مــن تحــت الخيمــة وتمتــع ســاعة بالخيــل الدائــرة وبمنظــر المهــرج‬
‫الــذي يلبــس فــوق رأســه «طرطــورا» ويرتــدي مرقعــة مختلفــة األلــوان‬
‫وعلــى وجهــه طبقــات مــن األبيــض فــي مواضــع دون أخــرى وبغيــر ذلــك‬
‫ّ‬
‫ممــا يجــري هــذا المجــرى‪ .‬وانفــض الســامر وانصــرف الممتفرجــون وهــم‬
‫معهــم أو بينهــم وصــار فــي الشــارع مــرة أخــرى‪.‬‬
‫ّ‬
‫وكان الجــوع قــد الــح عليــه وال طعــام معــه وال فلــوس فــي جيبـ�ه‪ .‬وشــعر‬
‫أن قــواه بــدأت تخــور فلمــا مــرت بــه مركبــة يجرهــا جــوادان تعلــق بهــا مــن‬

‫‪89‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫الخلــف فســارت بــه وراحــت وجــاءت ولطــف هللا بالفتــى فلــم َيـ ِـش بــه‬
‫أحــد الــى الحــوذي واال لكــواه بالســوط الطويــل كمــا هــي العــادة‪ .‬وأخيــرا‬
‫وقفــت المركبــة فــي الموقــف = وكان لحســن الحــظ عنــد بيــت القاضــي‬
‫فتركهــا فــوزي ومشــى يجــر رجليــه والجــوع يعضــه والنــوم يغالبــه‪.‬‬
‫(وهنــا غمــوض آخــر فــي القصة وأحســب أن الســبب فيــه أن فــوزي كان‬
‫يمشــي وهــو كمــا يقــول الشــاعر «مشــاهد لألمــر غيــر مشــاهد» مــن فرط‬
‫التعــب ومــن الحــاح الجــوع والنعــاس عليــه‪ .‬ولــه العــذر)‬
‫وقــد قــال لــي ان بيــت الجاريــة ليــس اول بيــت نــام علــى عتبتـ�ه فقــد كان‬
‫يســقط مــن االعيــاء والجــوع فينـ�ام علــى اقــرب عتبـ�ة حتــى يوقظــه داخــل‬
‫أو خــارج فينهــض ويســتأنف المشــي وهــو يفــرك عينيــ�ه‪ .‬ويبكــي أو ال‬
‫يبكــي حســب االحــوال‪ ،‬حتــى ارتمــى علــى عتبـ�ة الجاريــة‪ .‬وهنــا تصحيــح‬
‫آخــر فقــد حملتــه ودخلــت بــه كمــا قالــت ولكنــه لــم يكــم مســتغربا فــي‬
‫النــوم كمــا زعمــت فقــد اســتتقظ لمــا أحــس بهــا ورآهــا تحملــه علــى‬
‫صدرهــا ويؤكــد فــوزي أنــه نظــر بمؤخــر عينيـ�ه الــى وجههــا فلمــا رآه أســود‬
‫كالفحــم خــاف فاغمــض عيني ـ�ه وتظاهــر بالنــوم ووضعتــه الجاريــة علــى‬
‫حشــية طويلــة ودســت تحــت رأســه وســادة ووقفــت تت�أملــه وكان هــو‬
‫يحــس عينيهــا عليــه وان كانــت عينـ�اه مغمضتيــن مــن الخــوف‪ .‬وقــد كبــر‬
‫فــي وهمــه أنهــا ســتأكله فلمــا هزتــه ليســتيقظ أبــي أن يفتــح عينيـ�ه وأصــر‬
‫علــى التنـ�اوم ولــح فــي هــذا خوفــا وفرقــا‪ .‬وجعــل بعــد ذلــك يالحظهــا مــن‬
‫حيــث ال تشــعر ويتبعهــا بعينيــ�ه وهــي تــروح وتجــئ‪ .‬ولكنــه نــام أخيــرا‬
‫غليــة النــوم ال يــدري كيــف علــى الرغــم مــن الخــوف الــذي كان يســاوره‬
‫فلمــا اســتيقظ ســألته عــن اســمه فأشــفق أن يذكــره لهــا فحاورتــه وداورتــه‬

‫‪90‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫وجاءتــه بشــيء مــن الحلــوى وكان جائعــا فــأكل فلمــا أحــس ببعض الشــبع‬
‫امتنــع عــن االكل مخافــة ان يكــون فــي الحلــوى ســم مســدوس كمــا ســمع‬
‫فــي القصــص التــي تقصهــا عليــه «حليمــة» كل ليلــة قبــأن ينــ�ام‪.‬‬
‫وجــاءت ســوداء اخــرى فنظــرت اليــه مليــا ثــم قالــت لــه‪ :‬أنــت مــش فــوزي‬
‫بــن الســت أم فــوزي فلــم يجــب وأصــر علــى التب�الــة لــه فأكــدت الســوداء‬
‫الثاني ـ�ة أنهــا واثقــة أنــه فــوزي وقالــت أن عمتــه ســاكنة علــى مقربــة مــن‬
‫هنــا وانهــا راتــه مــرارا يجــئ الــى عمتــه مــع خادمتــه فلمــا ســمع فــوزي كالم‬
‫هــذه الجاريــة بكــى وقــال «عــاوز أروح لعمتــي» فصاحــت الجاريــة التــي‬
‫عرفتــه‪ ...‬بقــي عشــان‪ ...‬عشــان تصدقينــي‬
‫واتخــذت مــن بكائــه ومــن رغبتـ�ه أن يذهــب الــى عمتــه دليال علــى صدق‬
‫فراســتها‪ .‬وقــد تكــون عمتــه هــذه فــي آخــر الدنيـ�ا ولكــن رغبــة الصبــي فــي‬
‫رؤيتهــا كانــت حســب الجاريــة دليــا علــى صحــة رأيهــا‪ .‬وكثــرت الجــوارى‬
‫فــي البيــت واجتمــع علــى فــوزي ظــام الليــل وظــام ووجوهــر ولكــن هــذا‬
‫لــم يفزعــه فقــد راقــه بيـ�اض اســنانهن وبعــض الحمــرة فــي عيونهــن مــن‬
‫اثــر البوظــة وفعلهــا علــى األرجــح فقــد كان شــربها شــائعا بيــن الجــوارى‬
‫فــي ذلــك الزمــان وكان لغطهــن عظيمــا وكــن جميعــا يتكلمــن وال يبـ�دو أن‬
‫واحــدة منهــن تصغــي الــى مــا يقــال أو تعنــي بغيــر مــا تقــول هــي ولــم يكــن‬
‫هــو يفهــم شــيئ�ا مــن كالمهــن لشــدة الضوضــاء ولعجــزه عــن متابعتهــن‬
‫ولغرابــة لهجتهــن أيضــا؟ وأخيــرا انتهــى المؤتملــر االســود فخرجــن حميعــا‬
‫اال صاحبــة البيــت فقــد عــادت مــن توديعهــن وقالــت لــه «تعــال يــا‬
‫حبيبــي» وحملتــه علــى كتفهــا وهــو يعجــب أيــن يــا تــرى تريــد أن تذهــب‬
‫بــه ويدعــو هللا فــي ســره أن ال تذهــب بــه الــى الجــزار‪.‬‬

‫‪91‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ونــام فــوزي علــى كتفهــا وهــي عائــدة بــه الــى بيت ـ�ه وأهلهــا فلمــا نهــض‬
‫فــي صبــاح اليــوم التالــي القــى نفســه علــى ســريره المألــوف فهــل كان‬
‫هــذا حلمــا؟ كال‪ .‬فــان ثي�ابــه «المعســولة» هنــاك تذكــره بمــا لقــي فــي‬
‫رحلتــه العجيب ـ�ة؟ وهــذا شــعره ال يــزال كلمــا غســلوه لهيقطــر عســا‪ .‬وال‬
‫يذكــر فــوزي أنــه كان يحــن الــى البيــت أو الــى أمــه أو الــى أبيـ�ه وكل مــا كان‬
‫يحســه هــو الجــوع والتعــب‪ .‬وقــد علمتــه هــذه التجروبــة شــيئ�ا وهــو أال‬
‫يخــرج قــط مــن البيــت ال يجــاوز عتبتــ�ه اال اذا كان معــه فلــوس اذ مــن‬
‫يــدري‪ ...‬فقــد يضــل مــرة أخــرى فيجــوع فمــاذا يصنــع بغيــر فلــوس‪...‬‬
‫وقــد كبــر فــوزي وصــار رجــا ولكنــه لــم ينــس هــذه التجروبــة وال الــدرس‬
‫الــذي حذقــه فــي السادســة مــن عمــره منهــا فــاذا لقيتـ�ه فــي الطريــق فثــق‬
‫أن معــه مــا يكفيــه للطــوارئ‪ .‬وأنــت وذمتــك‪.‬‬

‫‪92‬‬
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Aylak
Tercüme: Abdülmuttalip IŞIDAN
Saat dokuzu yirmi beş geçe küçük çocuk Fevzi gözden kayboldu.
Sonrasında ne evde, ne büyük parkta, ne fıskiyenin etrafında ne de
cadde de onu gören olmadı. Annesi her Perşembe adet olduğu üzere
onun banyosunu hazırladı ve saat onu çeyrek geçe onu aramaya çık-
tı. On beş dakikalık boşu boşuna aramadan sonra yaşlı bekçi Muham-
met Bey ve eşi Halime Hanım Fevzi’yi aramaya çıktılar ve mahalledeki
dükkân sahiplerine Fevzi’yi görüp görmediklerini soruyorlardı. Bu boş
arama esnasında Fevzi’nin annesi merdivenin en alt basamağına otur-
du ve dirseğini dizine ve çenesini omzuna dayadı ve derin iç çekerek
göğsünü kabartıp kabartıp indirdi. Zaman zaman sabrı tükendiğinde
ah vah diyerek zavallı oğlum diyordum. Nereye gittin acaba oğlum…
Yorgunluktan ve sıkıntıdan sonra seni tekrar kaybettim. Ölseydin gö-
müldüğün yeri bilirdim oğlum. Yerini yurdunu bilirdim ve seni ziyaret
ederdim.
Saat on birde kayıp çocuğun avukat olan babası Resul mahkemeden
döndü. Mahkeme Seyyidna Al-Huseyin bölgesi ile Al-Nuhasin bölgesi
arasındaydı. Baba olayı duyunca mahkemeden davalarının ertelenme-
sini istemek zorunda kaldı ve kadı ertelemeyi kabul etti. Bu durum en-
dişe içerisinde olan babayı sevindirdi ve mahkemedeki avukatlardan
çocuğunun bulunması için dua etmelerini istedi. Beraber çıktıkları
avukat sırtını hafifçe sıvazladı ve şöyle dedi: Endişelenme, rahat ol in-
şallah bulunacak ve evde oyunlar oynayacak. Arkalarından davacılar
üzüldüler ancak onlar için herhangi bir çözüm yolu görünmüyordu.
Saat on ikide aile, anne baba ve acil olarak eve çağrılan hala bir ara-
ya geldiler. Halime durum yalan söylemeyi gerektirmediğinden uzun
uzun yemin merasimine gerek olmadığı söyledi.
Halime Fevzi’yi sabah şeker poşetini çıkarırken ve bir parça şeker ça-
larken gördüğünü ve elinde ailenin her Perşembe ve pazartesi yoğu-

93
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

rup pişirdiği bir parça taze ekmek olduğunu söyledi. Zavallı anne keşke
bize haber verseydin de aramasaydık canım oğlum dedi. Kahvaltı yap-
madan çıktı ve vakit öğlen oldu…
Hala Allah oğlunu sana bağışlasın… Sabret… Sabır güzeldir dedi.
Baba da sabırlı ol hanım… Bizi bekle… Nereye gittiğini anlayalım
dedi.
Sıra, yüzü şehrin binaları gibi yıpranmış görünen, ancak kuvvetli
olan, yürümeyi, binmeyi bilen ve bütün şehri yürüyerek dolaşan Mu-
hammet Beye geldi. Kendisi ne bir şey hakkında söylenir ne de şikâ-
yetçi olur. Gündüz dinlenir gece ise müdürü ofisinden ayrılana kadar
ona hizmet eder. Muhammet Bey mahalle bozacısına kadar gitti, sonra
odasına döndü ve sabaha kadar uzandı.
Muhammet Bey Fevzi’nin Cenine’de oynayıp oynamadığını sordu.
Baba onu çıkarken gördün mü diye sordu
Evet kasabın yanında durdu dedi Muhammet Bey.
Baba ondan sonra döndüğünü gördün mü diye sordu.
İhtiyacımı gidermek için çıktım
Baba kasabın yanında ne yapıyordu diye sordu
Hatırladığım kadarıyla çocukla konuşuyordu.
Dokuz yaşlarında, kalıplı, boynu kalın, başı muzları arasında dikili
kalmış olan çocuk iki kadının yanına geldiğinde kadınlar yüzlerini ka-
pattılar.
Çocuk Fevzi’nin elinde iki deniz kabuğu olduğunu ve daha sonra baş-
ka mahalledeki kasaba gittiğini söyledi. Çocuk kasabın Fevzi’yi kesip
etini çekilmiş koyun eti olarak müşterilere satmak için kaçırdığını ve
sakladığını düşündüğünü söyledi. Anne bağırdı. Hala ise Allah’a sığı-
nırım dedi ve baba da Muhammet beyi toplantıdan kovdu. Sonra ev
ahalisi kasabın çocukla ilgili şahitliğinegüvenmemek gerektiğine karar
verdiler. Sonra kasaplar arasındaki rekabetin çocuğu bu boş sözlere it-
tiğini ifade ettiler.
Saat akşam onda Fevzi kok kömürü gibi parlayan kara bir kızın ku-

94
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

cağında eve döndü. Kız Fevzi’yi evinin eşiğinde uyurken bulduğunu,


ona acıdığını ve taşıyıp içeri aldığını söyledi. Uyandırmak için çaba sarf
ettim ancak uyandıramadım. Şoku atlatana kadar onu bıraktım. Sonra
gözlerini açtı ve adını sordum. Ancak uykuluydu ve cevap veremedi.
Kız komşusuna sordu ve Allah’tan komşusu çocuğun ailesini tanıyor-
du.
Annesi çocuğun kirli elbiselerini çıkardı ve temiz elbiseler giydirdi.
Daha sonra annesi çocuğun başını yıkadı ve başından bal ya da şerbet
gibi bir şey aktı. Kimse çocuğun nereye gittiğini akşam yemeği sonra-
sına kadar nerede olduğunu bilmiyordu. Fakat ben onun yaşındayken
biz beraber oynardık ve hemen hemen hiç ayrılmazdık. Olan biteni
bana anlattı ve bunu açığa vurmamamı istedi. Bende gizlilik içinde ola-
cağını söyledim.
Şahitlerin şahadetiyle çocuğun şekerleri yemek için almadığını ak-
sine emmek için aldığını doğrulamış oldum. Çünkü çocuğun dişleri
farklı yerlerden çıkmış ve düzgün değildi ve bazıları uzun bazıları kısa
olduğu için emmek çok kolay ve çok tatlıydı. Çocuk kasapla konuştuğu
sırada çocuğun ellerindeki deniz kabuğu değil inciydi. Çocuğun deniz
kabuğu ile inci arasındaki farkı bilmemesi çok tuhaf… Çocuk anlattık-
larında birisiyle konuşmak için başka bir kasaba gittiğini doğrulamadı
sadece etleri küçük parçalara ayıran kasaba bakmadan edemediğini
söyledi. Adam her an parmaklarını doğrayacağını beklerken parmak-
larıyla sürekli etleri ileri itiyor ve bıçağın önüne yığıyordu. Adam aca-
yip yeteneğiyle kendini koruyordu. Fevzi beklerken kasabı izledi ve bu
onun hoşuna gitti. Kasabın bu oyunu oynaması için ona izin vermesini
temenni etti. Ayrıca bana anne babasının buna benzer bir oyunu oyna-
masına izin vermediği için üzgün olduğunu söyledi.
Üzerinde çizgili elbise, ayağında ayakkabı, başında desenli takke ve
elinde de babasının ofisinde gerektiğinde düz kalemler edindiği kamış
vardı. Bunu Muhammet Bey vermiş ve bunu bildiklerini anlatırken
söylemeyi unutmuş ya da müdürünün onu azarlamasından korkmuş.
Ayaklarıyla bazen taşları bazen de kamışı sürükleyerek ilerliyordu.
Gözü yerdeydi ve yola bakmıyordu. (Şuan hikâyeyi anlatanın Fevzi de-
ğil ben olduğuma dikkat etmesi gerekir. Hikâyeyi olabildiğince anlaşılır
hale getirmeye çalışıyorum). Kendine geldiğinde kendisini bilmediği
bir mahallede buldu, sağa sola bakındı. Kaybolduğunu anlayınca da

95
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

herhangi birisini tanıyor olma ya da beklemediği birinin onu tanıması


ihtimaliyle yoldan gelip geçenlere bakındı. Korkudan ağlamak üzerey-
ken gözü, dükkânının önünde dükkânın direklerine kadar geren daha
sonra onları katlayarak anladığım kadarıyla Humus tatlısı yapan adama
çarptı. Adama yaklaştı ve onu izlemeye başladı. Sonra tesadüfen etra-
fına bakındı ve daha acayip ve daha iyi yapan birisini gördü. Belinde
çizgili önlüğüyle bu dev cüsseli adam önündeki büyük tencerede anla-
dığım kadarıyla tahin helvasını karıştırıyordu. Şaşırmış bir şekilde bek-
lerken gözleri adamların arasına kaydı ve salyasının aktığını ve biraz
acıktığını hissetti. Sırtı dükkânın kapısına dayalıydı ve elinde kamışla
oynuyordu. Daha sonra garip bir ses çıkaran bir şeye çarpınca yüzünü
oraya döndürdü ve ağzı lifle kaplı bir çömlek olduğunu gördü. Sonra
bizim evde de aynısı olduğu için o çömleğin içinde de bal olduğunu
düşündü. Adamları görmezden gelip ve hafifçe uzandı. Kapağı açtı ve
elini kabın içine soktu. Sonra tekrar tekrar balı yaladı. Balı yalamaya ne
kadar dalmıştı ki eli çömleğin içindeyken adamlardan birisi şiddetli bir
şekilde Fevzi’yi azarladı ve o da elini hızlıca çekip aldı. Ancak kap eğil-
di yere düştü ve bal döküldü. Fevzi kaçarken diğer adam onu yakaladı
geri getirdi. Onu dövdü ve ona küfretti. Sonra dövme ve küfür yetmedi
yere dökülen balı da yedirdi. Ardından Fevzi’nin başından takkeyi çı-
kardı saçına sürdü daha doğrusu çamurlu balla saçını yoğurdu. Son-
ra adam ellerini Fevzi’nin cellabisine ve yüzüne sürdü. Sonra çocuğu
tekmeledi ve yüzüstü yere düşürdü. Sonra elini yüzünü yıkadı ve eski
haline döndü.
(Fevzi’nin o adamla nasıl anlaştığını ve ne olacağını anlamadım. Ger-
çek ise kendisi amaçsızca yürüdü ve kendisini sert bir şekilde döven
ve elbiselerini, yüzünü ve başını çamur ve balla kirletenle meşguldü.
Bu boşluk konuyu etkilemez ancak okuyucu istediği gibi doldurabilir.)
Fevzi kendini hiç bilmediği bir cadde de buldu. Burada davul zurna
sesleri dikkatini çekti. Sesin kaynağını öğrenene kadar dinledi ve daha
sonra gürültülerin, kahkahaların, alkışların, ıslıkların, bağırmaların
geldiği büyük çadıra doğru yöneldi. Burada görmeye değer bir şey kut-
ladıklarını anladı ve kapıdan içeri girmeye çalıştı. Ancak kapıda bekle-
yen adamlar bir kuruş istediler ve Fevzi’de para olmadığı için onu içeri
almadılar ve uzaklaştırdılar. Özür dileyerek mahzun bir şekilde oradan
uzaklaştı. Ancak kendisi gibi çocukların ve büyüklerin eğlendiği çadır-

96
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

daki gösteriden mahrum kalmak ona zor geldi. Sonra kendisini tesel-
li etti ve çadıra sokuldu. Birbirlerine sıkıca bağlanmış çadır bölmeleri
arasından gizlice bakmaya başladı. Buradan atların üzerinde dolaştığı
ve büyük dairelerin birinden girip çıktığı ve arkası olamayan oturak-
ların birinden diğerine atladığı sahneyi gördü. Bu mahrumiyete daha
fazla dayanamadı. Çadırın altından içeri bir yer bulup girmek ve atın
daire gösterisi ve başında dans şapkası bulunan ve kat kat renkli ve bazı
yerlerde beyaz paçavralar giyen palyaçonun gösterisini izlemek için
çadırın etrafında dolaşmaya devam etti. Eğlendirenler ve seyircilerle
birlikte ya da onların arasında Fevzi’de ayrıldı.
Fevzi iyice acıkmıştı. Ne yanında yemek ne de cebinde parası vardı.
At arabası yanından geçerken arkasından asılmak için gücü kuvveti
kalmadığını fark etti. Sonra araba yürüdü ve normalde sıradan olan
uzun kamçılı bir arabacının hıyanetine uğramadan Allah çocuğu bize
bağışladı. Sonra araba durakta durdu ve şans eseri mahkemenin orda
durdu. Sonra Fevzi arabadan ayrıldı ve ayakları ağrımış, acıkmış ve
uyku bastırmış bir şekilde yürüdü.
(Burada hikâyede bir kapalılık daha var. Bunun sebebi ise yazarın
söylediği gibi Fevzi yürüyordu ancak yorgunluktan, açlıktan ve uyku-
dan dolayı olay göründüğü gibi değildir. Mazur görülebilir.)
Bana uyuduğu ilk yerin komşusun evinin eşiği olmadığını söyledi.
Yorgunluktan ve açlıktan bitkin düşmüş ve içeride ya da dışarıda uya-
nana kadar en yakın eşikte uyumuş. Sonra kalkmış, yürümeye başlamış
ve gözlerini ovuşturmuş. Komşunun eşiğine kendini atana kadar duru-
ma göre ağlamış veya da ağlamamış. Burada bir düzeltme daha komşu
dediği gibi taşımış içeri almış ancak zannettiği gibi uykuya dalmamış.
Daha sonra Fevzi uyandı ve komşunun onu kucağında taşıdığını gördü.
Göz ucuyla yüzüne baktı ve kömür gibi siyah bir yüz görünce korktu.
Gözlerini kapadı ve uykuya devam etti. Komşu onu uzun bir döşeğin
üzerine koydu ve sonra başının altına bir yastık koydu. Komşunun onu
uyandırıp yiyeceğini düşünerek korkuyla uyumaya devam etti. Daha
sonra komşunun gidip gelirken gözlerini açıp açmadığını takip etmedi-
ğini fark etti. Sonra uyku bastırınca nasıl olduğunu bilmeden korkuya
rağmen uyuya kaldı. Uyandığında komşu ismini sordu ancak ona ismi-
ni söylemekten çekindi. Komşu onunla konuştu ve biraz tatlı getirdi.
Çok açtı ve biraz yedi. Biraz doyduktan sonra Halime’nin her gece an-

97
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

lattığı hikâyelerden duyduğu kadarıyla tatlının içine gizlice zehir ko-


nulmuştur korkmuştu tatlıyı yemekten kaçındı. Sonra kara bir kadın
daha geldi ve sen Fevzi değil misin diye sordu. Fevzi cevap vermedi
ve aptal numarası yapmaya devam etti. İkinci kadın onun Fevzi oldu-
ğundan kesinlikle emindi ve halasının bu civarda oturduğunu halasına
gelip giderken defalarda gördüğünü söyledi. Fevzi bu komşunun söy-
lediklerini duyunca ağladı ve halama gitmek istiyorum dedi. Komşu
gördün mü gördün mü beni doğruladı şimdi ne olacak?
Ağlamasından ve istemesinden komşunun doğruluğunun delili için
halasına gitmek gerektiğini anladı. Halası dünyanın öbür ucunda ancak
çocuğun halasını görmek istemesi görüşünün doğru olduğunun deli-
liydi. Evde komşular çoğaldı ve Fevzi’nin üzerine gecenin karanlığı ve
yüzlerin karanlığı çöktü. Fakat bu onu korkutmadı. Dişlerinin beyazlığı
ve bu zamanda komşular arasında içilmesi yaygın olan bozanın etkisiy-
le gözlerindeki biraz kırmızılık hoşuna gitti. Gürültüleri çok fazlaydı ve
hep beraber konuşuyorlardı. Birinin diğerini dinlediği görülmüyor ve
gürültünün şiddetinden, onları takip edememesinden ve lehçelerinin
tuhaflığından dolayı Fevzi söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordu.
Sonunda karaların toplantısı bitti ve ev sahibi hariç herkes çıktı. Kom-
şuları geçirdikten sonra geri geldi. Gel dedi ve omuzlarına aldı. Fevzi
nereye götürürse götürsün ama kasaba götürmemesi için dua etti.
Fevzi evine dönerken komşunun omuzlarında uyuya kaldı. Ailesi
ertesi gün sabah uyandığında Fevzi’yi her zaman ki yatağında buldu.
Peki bu olanlar rüya mıydı? Hayır değil. Elbiseleri ballıydı. Bu garip
yolculuğunu hatırlattı. Ne zaman banyo yapsa bal dökülüyor sanıyor.
Fevzi annesi ve babası özlediğini hatırlamıyor tek hissettiği şey açlık ve
yorgunluktu. Bu tecrübe ona eğer cebinde para yoksa asla evden çık-
mamayı, evin eşiğini geçmemeyi öğretti. Kim bilir belki tekrar kaybolur
ve parasız ne yapar?
Fevzi büyüdü ve kocaman adam oldu ancak o tecrübeyi ve altı ya-
şındayken oradan o olaydan çıkardığı dersi unutamıyor. Ya yoldayken
başına bir şey gelseydi ne olurdu? Size bırakıyorum.

98
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

99
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Mustafa Lutfî el-Menfalûtî


Mustafa Lutfî el-Menfalûtî, 1876 yılnda Mısır’ın Asyût şehrinin Men-
falût beldesinde doğdu. Babası Muhammed Lutfî Arap asıllı, annesi
ise Türktür. Dindar bir ailenin çocuğu olması nedeniyle küçük yaştan
itibaren iyi bir dini eğitim almıştır. Öğrenimine Menfalût’ta bulunan
Celaleddin es-Suyûtî Kur’an kursunda başlayan Menfalûtî, burada
Kur’an-ı ezberledi. Daha sonra el-Ezher’de eğitimi sürdürdü. Burada
on yıl kadar süren öğrenimi sırasında başta dil ve edebiyat olmak üzere
felsefe ve ahlâk gibi derslere özel ilgi gösterdi. Arap nesir ve nazmının
klasiklerini okuyarak üslubunu geliştirdi. Dönemin Ezher şeyhi Mu-
hammed Abduh’un derslerine katıldı, onun reformist görüşlerinden
etkilendi. 1907 yılında el-Mü’eyyed gazetesinde önce “el-Usbu‘iyyât”,
ardından “en-Nazarât” başlığı altında iki yıl devam eden yazılarıyla
şöhreti yakalamaya başladı.(9) İlk görevini Eğitim Bakanlığında aldı.
Daha sonra Adalet Bakanlığında çalıştı. Bu sırada siyasetle de ilgilenen
Menfalûtî, Sa’d Zağlûl’un Vefd Partisi’ni destekledi. Siyasete olan bu
ilgisi nedeniyle farklı görüşten destekçilerin eleştirilerine maruz kaldı.
Servet Paşa, onu Adalet Bakanlığındaki görevinden bu nedenle uzak-
laştırdı ve en-Nazarat’ı toplattırdı. Daha sonra Sa’d Zağlûl’un parle-
mento başkanı olmasıyla danışma meclisinde görev aldı ve görevinin
başındayken henüz kırk sekiz yaşında vefat etti. (10)
Çağdaş Arap nesrinin ve özellikle makale türünün önde gelen isim-
lerinden kabul edilen Menfalûtî, edebi, ahlâki, dini ve içtimai makale-
lerinde kendine has akıcı bir üslup geliştirmiştir. Menfalûtî’nin yazıla-
rında kullandığı hüzünlü üslup gerek kendi döneminde gerekse sonraki
nesiller üzerinde etkili olmuş, Mısır edebiyatının bir devri Abbas Mah-
mud el-Akkad tarafından “Menfalûtî devri” olarak adlandırılmıştır.
Hem muhafakâr hem modernistler tarafından sert hücumlara hedef
olmasına rağmen Menfalûtî’nin eserleri bugün de çağdaş Arap edebi-
yatının en çok okunan kitapları arasında yer alır. Başlıca eserleri şun-
lardır: en-Nazarât: Başta el-Mü‘eyyed olmak üzere gazete ve dergilerde
yayımlanmış yazı, makale, risâle ve şiirlerinden oluşan seçmeler kolek-
siyonudur. el-Abarât: Edebî ve etkili bir üslûpla yazılmış acıklı ve kısa

100
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

hikâyelerden ibarettir. Muhtârâtu’l-Menfalûtî: Eski ve yeni edebiyat-


çılardan derlenmiş şiir ve nesir seçmeleri olup Ali Yûsuf’a ithaf edilen
I. cildi yayımlanmıştır. Kelimâtu’l-Menfalûtî: Ahmed Ubeyd tarafın-
dan derlenmiştir. el-İntikâm: Bu hikâye daha sonra en-Nazarât içinde
de yayımlanmıştır. Fî Sebîli’t-tâc: Fransız şairi François Coppée’nin
Pour la couronne adlı tiyatro eserinin özetidir. eş-Şâ‘ir: Sîrânû dî Berc-
râk adıyla da tanınan eser Fransız şairi Edmund Rostand’ın Cyrano
de Bergérac adlı romanının tercümesidir. Mecdûlîn Tahte Zılâli’z-Zey-
zefûn: Fransız yazarı Alphonse Karr’ın Sous les tilleuls adlı romanının
çevirisidir. el-Fazîle: Fransız yazarı Bernardin de Saint Pierre’in Paul
et Virginie adlı aşk romanının Ferah Antûn’un tercümesinden yarar-
lanılarak özgün inşa kalıplarına dökülmüş şeklidir. Kelîle ve Dimne:
Beydebâ’ya ait eserin İbnü’l-Mukaffâ‘ tarafından yapılan Arapça çe-
virisinin neşridir. Kaynaklarda Menfalûtî’nin ‘İbretü’d-dehr, el-Mu-
kaddime, el-Beyân, el-Lafz ve’l-ma‘nâ, Kadıyyetu’l-Mısriyye min se-
neti 1921 ilâ seneti 1923 adlı eserleri de geçmektedir.

101
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

102
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ﻏﺮﻓﺔ اﻷﺣﺰان‬
‫‪Yazan: Mustafa Lutfî el-Menfalûtî‬‬

‫كان لــي صديــق أحبــه لفضلــه وأدبــه‪ ،‬أكثــر ممــا أحبــه لصالحــه ودينــ�ه‪،‬‬
‫فــكان يروقنــي منظــره ويؤنســني محضــره‪ ،‬وال أبالــي بعــد ذلــك بشــيء مــن‬
‫نســكه وعبادتــه‪ ،‬أو فســقه واســتهتاره؛ ألنــي مــا فكــرت قـ ّـط أن أتلقــى عنــه‬
‫علــوم الشــريعة أو دروس األخــاق‪.‬‬
‫قضيــت فــي صحبت ـ�ه عهــدا طويــا مــا أنكــر مــن أمــره وال ينكــر مــن أمــري‬
‫شــيئ�ا حتــى ســافرت مــن القاهــرة ســفرا طويــا فتراســلنا حينـ�ا‪ ,‬ثــم انقطعــت‬
‫عنــي كتبـ�ه فرابنــي مــن أمــره مــا رابنــي‪ ,‬ثــم عــدت فجعلــت أكبــر همــي أن أراه‬
‫فطلبت ـ�ه فــي جميــع المواطــن التــي كنــت أعرفــه فيهــا فلــم أجــده‪ ،‬فذهبــت‬
‫إلــى منزلــه فحدثنــي جيرانــه أنــه هجــره مــن عهــد بعيــد وأنهــم ال يعرفــون أيــن‬
‫مذهبــه‪ ،‬فوقفــت بيــن اليــأس والرجــاء برهــة مــن الزمــان‪ ،‬ثــم شــعرت كأن‬
‫أولهمــا يغالــب ثانيهمــا حتــى غلبــه‪ ،‬فعلمــت أن قــد فقــدت الرجــل وأنــي لــن‬
‫أجــد بعــد اليــوم إليــه ســبيلا‬
‫هنالــك ذرفــت مــن الوجــد دموعــا ال يذرفهــا إال مــن قــل نصيبــ�ه مــن‬
‫األصدقــاء‪ ،‬وأقفــر ربعــه مــن األوفيــاء‪ ،‬وأصبــح غرضــا مــن أغــراض األيــام ال‬
‫تخطئــه ســهامها‪ ،‬وال تغبــه آالمهــا‪.‬‬
‫بينمــا أنــا عائــد إلــى منزلــي فــي ليلــة مــن ليالــي الســرار إذ دفعنــي الجهــل‬
‫بالطريــق فــي هــذا الظــام المدلهــم إلــى زقــاق موحــش مهجــور يتخيــل الناظــر‬

‫‪103‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫إليــه فــي مثــل تلــك الســاعة التــي مــررت فيهــا أنــه مســكن الجــان‪ ،‬أو مــأوى‬
‫الغيــان‪ ،‬فشــعرت كأن بحــرا أســود يت�دفــق بيــن جبليــن شــامخين‪ ،‬وكأن‬
‫أمواجــه تقبــل بــي وتدبــر‪ ،‬وتقــوم وتقعــد‪ ،‬فمــا توســطت لجتــه حتــى ســمعت‬
‫فــي منــزل مــن تلــك المنــازل المهجــورة أنــة تــردد فــي جــوف الليــل‪ ,‬فأصغيــت‬
‫إليهــا فتلتهــا أختهــا ثــم أخواتهــا فأثــر فــي نفســي مســمعها تأثيــرا شــديدا‬
‫وقلــت‪ :‬يــا للعجــب!‪ ،‬كــم يكتــم هــذا الليــل فــي صــدره مــن أســرار البائســين‪،‬‬
‫وخفايــا المحزونيــن‪ ،‬وكنــت قــد عاهــدت هللا قبــل اليــوم أال أرى محزونــا حتــى‬
‫أقــف أمامــه وقفــة المســاعد إن اســتطعت‪ ،‬أو الباكــي إذا عجــزت‪ ،‬فتلمســت‬
‫الطريــق إلــى ذلــك المنــزل حتــى بلغتــه فطرقت البــاب طرقــا خفيفا فلــم يفتح‬
‫لــي فطرقتــه أخــرى طرقــا شــديدا ففتحــت لــي فتــاة صغيــرة لــم تكــد تســلخ‬
‫العاشــرة مــن عمرهــا فتأملتهــا علــى ضــوء المصبــاح الضئي ـ�ل الــذي كان فــي‬
‫يدهــا فــإذا هــي فــي ثي�ابهــا الممزقــة‪ ،‬كالبــدر وراء الغيــوم المتقطعــة‪ ،‬وقلــت‬
‫لهــا‪ :‬هــل عندكــم مريــض‪ ،‬فزفــرت زفــرة كاد ينقطــع لهــا نيـ�اط قلبهــا‪ ,‬وقالــت‪:‬‬
‫أدرك أبــي أيهــا الرجــل فهــو يعالــج ســكرات المــوت‪ .‬ثم مشــت أمامــي فتبعتها‬
‫حتــى وصلــت إلــى غرفــة ذات بــاب قصيــر مســنم فدخلتهــا فخيــل إلــي أنــي قد‬
‫انتقلــت مــن عالــم األحيــاء إلــى عالــم األمــوات‪ ،‬وأن الغرفــة قبــر والمريــض‬
‫ميــت‪ ،‬فدنــوت منــه حتــى صــرت بجانبـ�ه فــإذا قفــص مــن العظــم يتــردد فيــه‬
‫النفــس تــردد الهــواء فــي البــرج الخشــبي‪ ،‬فوضعــت يــدي علــى جبينـ�ه ففتــح‬
‫عينيـ�ه وأطــال النظــر فــي وجهــي‪ ,‬ثــم فتــح شــفتي�ه قليــا قليــا وقــال بصــوت‬
‫خافــت‪« :‬الحمــد هللا فقــد وجــدت صديقــي» فشــعرت كأن قلبــي يتمشــى‬
‫فــي صــدري جزعــا وقلقــا وعلمــت أنــي قــد عثــرت بضالتــي التــي كنت أنشــدها‬
‫وكنــت أتمنــى أال أعثــر بهــا وهــي فــي طريــق الفنــاء‪ ،‬وعلــى بــاب القضــاء‪ ،‬وأال‬

‫‪104‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫يجــدد لــي مرآهــا حزنــا كان فــي قلبــي كمين ـ�ا‪ ،‬وبيــن أضالعــي دفين ـ�ا‪ ،‬فســألته‬
‫مــا بالــه ومــا هــذه الحالــة التــي صــار إليهــا‪ ،‬وكأن أنســه بــي أمــد مصبــاح حياتــه‬
‫الضئي ـ�ل بقليــل مــن النــور فأشــار إلــي أنــه يحــب النهــوض‪ ,‬فمــددت يــدي‬
‫إليــه فاعتمــد عليهــا حتــى اســتوى جالســا وأنشــأ يقــص علــي هــذه القصــة‪:‬‬
‫منــذ عشــر ســنين كنــت أســكن أنــا ووالدتــي بيتــ�ا يســكن بجانبــ�ه جــار‬
‫لنــا مــن أربــاب الثــراء والنعمــة‪ ،‬وكان قصــره يضــم بيــن جناحيــه فتــاة مــا‬
‫ضمــت القصــور أجنحتهــا علــى مثلهــا حســنا وبهــاء‪ ،‬ورونقــا وجمــاال‪ ،‬فألــم‬
‫بنفســي مــن الوجــد بهــا مــا لــم أســتطع معــه صبــرا‪ ،‬فمــا زلــت بهــا أعالجهــا‬
‫فتمتنــع وأســتنزلها فتتعــذر وأتأتــى إلــى قلبهــا بــكل الوســائل فــا أصــل إليــه‬
‫حتــى عثــرت بمنفــذ الوعــد بالــزواج فانحــدرت منــه إليهــا‪ ،‬فســكن جماحهــا‪،‬‬
‫وأســلس قيادهــا‪ ،‬فســلبتها قلبهــا وشــرفها فــي يــوم واحــد‪ ،‬ومــا هــي إال أيــام‬
‫قالئــل حتــى عرفــت أن جنينــ�ا يضطــرب فــي أحشــائها فأســقط فــي يــدي‬
‫وطفقــت أرتئــي بيــن أن أفــي لهــا بوعدهــا‪ ،‬أو أقطــع حبــل ودهــا‪ ،‬فآثــرت‬
‫أخراهمــا علــى أوالهمــا وهجــرت ذلــك المنــزل إلــى المنــزل الــذي كنــت تزورنــي‬
‫فيــه أيهــا الصديــق‪ ،‬ولــم أعــد أعلــم بعــد ذلــك مــن أمرهــا شــيئ�ا‪.‬‬
‫مــرت علــى تلــك الحادثــة أعــوام طــوال وفــي ذات يــوم جاءنــي منهــا مــع‬
‫البريــد هــذا الكتــاب ومــد يــده تحــت وســادته وأخــرج كتابــا باليــا مصفــرا‬
‫فقــرأت فيــه مــا يأتــي‪:‬‬
‫لــو كان بــي أن أكتــب إليــك ألجــدد عهــدا دارســا أو ودا قديمــا مــا كتبــت‬
‫ســطرا‪ ،‬وال خططــت حرفــا؛ ألنــي ال أعتقــد أن عهــدا مثــل عهــدك الغــادر‪ ،‬وودا‬
‫مثــل ودك الــكاذب‪ ،‬يســتحق أن أحفــل بــه فأذكــره‪ ،‬أو آســف عليــه فأطلــب‬
‫تجديــده‪ ,‬إنــك عرفــت حيــن تركتنــي أن بيــن جنبــي نــارا تضطــرم‪ ،‬وجنينــ�ا‬

‫‪105‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫يضطــرب‪ ،‬تلــك لألســف علــى الماضــي‪ ،‬وذاك للخــوف مــن المســتقبل‪ ،‬فلــم‬
‫تبـ�ل بذلــك وفــررت منــي حتــى ال تحمــل نفســك مئونــة النظــر إلــى شــقاء أنــت‬
‫صاحبــه‪ ،‬وال تكلــف يــدك مســح دمــوع أنــت مرســلها‪ ،‬فهــل أســتطيع بعــد‬
‫ذلــك أن أتصــور أنــك رجــل شــريف‪ ،‬ال بــل ال أســتطيع أن أتصــور أنــك إنســان؛‬
‫ألنــك تركــت خلــة مــن الخــال المتفرقــة فــي نفــوس العجمــاوات والوحــوش‬
‫الضاريــة إال جمعتهــا فــي نفســك وظهــرت بهــا جميعهــا فــي مظهــر واحــد‪.‬‬
‫كذبــت علــي فــي دعــواك أنــك تحبنــي ومــا كنــت تحــب إال نفســك‪ ،‬وكل مــا‬
‫فــي األمــر أنــك رأيتنــي الســبي�ل إلــى إرضــاء نفســك فمــررت بــي فــي طريقــك‬
‫إليهــا‪ ،‬ولــوال ذلــك مــا طرقــت لــي بابــا‪ ،‬وال رأيــت لــي وجهــا‪.‬‬
‫خنتنــي إذ عاهدتنــي علــى الــزواج فأخلفــت وعــدك ذهابــا بنفســك أن تتــزوج‬
‫امــرأة مجرمــة ســاقطة‪ ،‬ومــا هــذه الجريمــة وال تلــك الســقطة إال صــورة‬
‫نفســك‪ ،‬وصنعــة يــدك‪ ،‬ولــوالك مــا كنــت مجرمــة وال ســاقطة‪ ،‬فقــد دفعتــك‬
‫جهــدي حتــى عييــت بأمــرك فســقط بيــن يديــك ســقوط الطفــل الصغيــر‪،‬‬
‫بيــن يــدي الجبــار الكبيــر‪ ,‬ســرقت عفتــي‪ ،‬فأصبحــت ذليلــة النفــس حزين ـ�ة‬
‫القلــب أســتثقل الحيــاة وأســتبطئ األجــل‪ ،‬وأي لــذة فــي العيــش المــرأة ال‬
‫تســتطيع أن تكــون زوجــة لرجــل وال أمــا لولــد‪ ,‬بــل ال تســتطيع أن تعيــش فــي‬
‫مجتمــع مــن هــذه المجتمعــات البشــرية إال وهــي خافضــة رأســها‪ ،‬مســبلة‬
‫جفنهــا‪ ،‬واضعــة خدهــا علــى كفهــا‪ ،‬ترتعــد أوصالهــا‪ ،‬وتــذوب أحشــاؤها‪،‬‬
‫خوفــا مــن عبــث العابثيــن‪ ،‬وتهكــم المتهكميــن‪.‬‬
‫ســلبتني راحتــي؛ ألنــي أصبحــت مضطــرة بعــد تلــك الحادثــة إلــى الفــرار من‬
‫ذلــك القصــر الــذي كنــت متمتعــة فيــه بعشــرة أبــي وأمــي‪ ,‬تاركــة ورائــي تلــك‬
‫النعمــة الواســعة وذلــك العيــش الرغــد إلــى منــزل حقيــر فــي حــي مهجــور ال‬

‫‪106‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫يعرفــه أحــد وال يطــرق بابــه طــارق ألقضــي فيــه الصبابــة الباقيــة مــن أيــام‬
‫حياتــي‪.‬‬
‫قتلــت أمــي وأبــي فقــد علمــت أنهمــا ماتــا ومــا أحســب موتهمــا إال حزنــا‬
‫لفقــدي‪ ،‬ويأســا مــن لقائــي‪.‬‬
‫قتلتنــي؛ ألن ذلــك العيــش المــر الــذي شــربت�ه مــن كأســك‪ ،‬وذلــك الهــم‬
‫الطويــل الــذي عالجتــه بســببك‪ ،‬قــد بلغــا مبلغهمــا مــن جســمي ونفســي‬
‫فأصبحــت فــي فــراش المــوت كالذبالــة المحترقــة‪ ،‬وأحســب أن هللا قــد صنــع‬
‫لــي وأجــاب دعائــي وأراد أن ينقلنــي مــن دار المــوت والشــقاء‪ ،‬إلــى دار الحيــاة‬
‫والهنــاء‪.‬‬
‫فأنــت كاذب خــادع‪ ،‬ولــص قاتــل‪ ،‬وال أحســب أن هللا تــاركك بــدون أن يأخــذ‬
‫لــي بحقــي منــك‪.‬‬
‫مــا كتبــت إليــك هــذا الكتــاب ألجــدد بــك عهــدا‪ ،‬أو ألخطــب إليــك ودا‪ ،‬فقــد‬
‫عرفــت مكانــك مــن نفســي‪ ،‬علــى أننــي أصبحــت علــى بــاب القبــر وفــي موقف‬
‫وداع هــذه الحيــاة خيرهــا وشــرها‪ ،‬ســعادتها وشــقائها‪ ،‬وإنمــا كتبــت إليــك؛ ألن‬
‫لــك عنــدي وديعــة وهــي فتاتــك‪ ،‬فــإن كان الــذي ذهــب بالرحمــة مــن قلبــك‬
‫أبقــى لــك منهــا رحمــة األبــوة فأقبــل إليهــا وخذهــا إليــك حتــى ال يدركهــا مــن‬
‫الشــقاء مــا أدرك أمهــا مــن قبلهــا‪.‬‬
‫فمــا أتممــت قــراءة الكتــاب حتــى نظــرت إليــه فرأيــت مدامعــه تتحــدر‬
‫مــن مقلتي ـ�ه فســألته مــاذا تــم بعــد ذلــك؟ قــال‪ :‬إنــي مــا قــرأت هــذا الكتــاب‬
‫حتــى أحسســت برعــدة تتمشــى فــي أضالعــي وخيــل لــي أن صــدري يحــاول‬
‫أن ينشــق عــن قلبــي حزنــا وجزعــا‪ ,‬فأســرعت إلــى منزلهــا وهــو هــذا المنــزل‬

‫‪107‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫الــذي ترانــي فيــه اآلن فرأيتهــا فــي هــذه الغرفــة علــى هــذا الســرير جثــة هامــدة‬
‫ال حــراك بهــا‪ ،‬ورأيــت فتاتهــا إلــى جانبهــا تبكــي بــكاء مــرا فصعقــت لهــول مــا‬
‫رأيــت وتمثلــت لــي جرائمــي فــي غشــيتي كأنمــا هــي وحــوش ضاريــة‪ ،‬وأســاود‬
‫ملتفــة‪ ،‬هــذا ينشــب أظافــره وذاك يحــدد أني�ابــه‪ ،‬فمــا أفقــت حتــى عاهــدت‬
‫هللا أال أبــرح هــذه الغرفــة التــي ســميتها «غرفــة األحــزان» حتــى أعيــش فيهــا‬
‫عيشــتها ثــم أمــوت موتهــا‪.‬‬
‫وهــا أنــذا أمــوت اليــوم راضيــا مســرورا فقــد حدثنــي قلبــي أن هللا قــد غفــر‬
‫لــي ســيئ�اتي بمــا قاســيت مــن العنــاء‪ ،‬وكابــدت مــن الشــقاء‪.‬‬
‫ومــا وصــل مــن حديث ـ�ه إلــى هــذا الحــد حتــى انعقــد لســانه واصفــر وجهــه‬
‫وســقط علــى فراشــه فأســلم الــروح وهــو يقــول‪ :‬ابنتــي يــا صديقــي‪ .‬فلبثــت‬
‫بجانب ـ�ه ســاعة قضيــت فيهــا مــا يجــب علــى الصديــق لصديقــه‪ ,‬ثــم كتبــت‬
‫إلــى أصدقائــه ومعارفــه فحضــروا تشــييع جنازتــه ومــا رئــي مثــل اليــوم أكثــر‬
‫باكيــة وباكيــا‪.‬‬
‫ولما حثونا التراب فوق ضريحه ‪ ...‬جزعنا ولكن أي ساعة مجزع‬
‫ويعلــم هللا أنــي ألكتــب قصتــه وال أملــك نفســي مــن البــكاء والنشــيج وال‬
‫أنســى مــا حييــت نــداءه لــي وهــو يــودع نســمات الحيــاة وقولــه‪« :‬ابنتــي يــا‬
‫صديقــي”‪.‬‬
‫فيــا أقويــاء القلــوب مــن الرجــال‪ ،‬رفقــا بضعفــاء النفــوس مــن النســاء‪ ،‬إنكــم‬
‫ال تعلمــون حيــن تخدعونهــن عــن شــرفهن وعفتهــن أي قلــب تفجعــون‪ ،‬وأي‬
‫دم تســفكون!‪..‬‬

‫‪108‬‬
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Hüzünler Odası
Tercüme: Gülfem KURT
Dindarlığı ve doğruluğundan ziyade edebi ve nezaketini sevdiğim
bir arkadaşım vardı. Onu görmek hoşuma gider, yanında olmak beni
rahatlatırdı. Onun dindarlığı, kulluğu, günahkârlığı veya pervasızlı-
ğıyla ilgilenmezdim. Neticede ondan ahlâk veya din dersi alacak de-
ğildim.
Uzun bir yolculuğa çıkmak için Kahire’den ayrılana kadar onunla
geçirdiğimiz uzun zaman zarfında ben ondan razıydım o da benden.
Bir müddet mektuplaştık sonra onun mektupları kesildi. Bu durum
beni kuşkulandırmıştı. Daha sonra Kahire’ye geri döndüm ve en bü-
yük isteğim onu görmek oldu. Önceden görüştüğümüz her yerde
onu aradım fakat bulamadım. Daha sonra evine gittim. Komşuları,
uzun bir süre önce taşındığını ve nereye gittiğini bilmediklerini söy-
lediler. Bir an için ümitsizlik ve ümit arasında gidip geldim. Nihaye-
tinde ilki galip gelmişti. Anladım ki ben, bu adamı kaybetmiştim ve
bugünden sonra onu bulamayacaktım.
Oracıkta hüzünden öyle bir ağladım ki, böylesi ancak arkadaştan
yana nasibi olmayan, vefasız bir çevresi olan, geçen günlerin oklarıy-
la yaraladığı, acılarını eksik etmediği birinin başına gelebilir.
Ayın görünmediği gecelerden birinde evime doğru giderken, yolu
bilmeyişim beni karanlıkta terkedilmiş, ıssız ve bakana bu saatte in
cin top oynuyormuş ve yaratıklar barınıyormuş izlenimi veren bir
sokağa sevketti. O vakit kendimi, iki koca dağ arasında kabaran, dal-
gaları bana doğru gelen ve giden, yükselen ve alçalan karanlık bir
denize dalıyormuş gibi hissettim. Gecenin karanlığında yolu yarı-
lar yarılamaz terkedilmiş evlerin birinden gelen bir inilti duydum.
Sonra bu sesi bir başkası, onuda başkalarının iniltileri izledi. Bu sesi
duymak beni derinden etkiledi ve “Ya Rab!” dedim kendi kendi-
me, “Bu gece mahzunların ve çaresizlerin sırlarıyla ne kadar dolu!”

109
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Önceden, yardıma muhtaç olanlara elimden geldiği kadar yardım-


cı olacağıma dair Allah’a söz vermiştim. Bu nedenle, o sesin geldiği
eve giden yolu aradım ve buldum. Kapıyı yavaşca çaldım fakat açan
olmadı. Bu sefer sertçe çalmayı denedim. Daha on yaşına bile gir-
memiş bir kız çocuğu kapıyı açtı. Elindeki lambanın sönük ışığında
onu inceledim. Yırtılmış elbisesinin içinde parçalı bulutların arasına
saklanmış bir dolunaydı adeta. Ona evde hasta biri olup olmadığını
sordum. Kalbi yerinden fırlayacakmışçasına iç çekti ve “Yetiş amca!
Babam ölümle boğuşuyor” dedi. Küçük kızı izleyerek içeri yöneldim
ve küçük kapısı zamanla içe doğru bükülmüş bir odaya girdim. Yaşa-
yanların dünyasından çıkıp ölülerin dünyasına gelmiştim sanki. Bu
odanın kabir, hastanınsa ölü olduğu hissine kapıldım. Hastaya doğru
yaklaştım ve yanında durdum. Kemikten bir kafes içinde, tahtadan
bir kulede havanın gidip gelişinin çıkardığı sese benzer bir şekilde
nefes alıp veriyordu. Elimi alnına koydum, gözlerini açtı ve yüzüme
uzunca baktı. Ardından ağzını yavaşça açarak, alçak sesle: “ Allah’a
hamdolsun, arkadaşımı buldum” dedi. Korku ve endişeden kalbim
yerinden çıkacakmış gibi hissettim. Anladım ki ben, aradığım yitiği-
mi bulmuştum. Onu ölümün eşiğinde, bu yokoluş yolunda bulmayı
ve kalbimin derinliklerinde gömülü bir hüznün canlanmasını hiç is-
temezdim.
Ona “bu halin nedir?” diye sordum. Beni tanıması, hayatının cı-
lız lambasına biraz ışık katmış gibiydi. Kalkmak istediğini işaret etti.
Bunun üzerine ellerimi uzattım, onlara dayandı ve doğrulup oturdu.
Daha sonra bana şu hikâyeyi anlatmaya başladı:
“On yıl kadar önceydi. Annem ve ben, yan tarafımızda varlıklı bir
ailenin oturduğu bir evde beraber yaşıyorduk. O saray, kanatları ara-
sında başka hiçbir sarayda bulunmayacak kadar çekici ve güzel bir
genç kızı barındırıyordu. Ona öylesine aşık oldum ki artık sabrım
kalmamıştı. Onu etkilemeye çalışıyordum, o ise benden kaçıyordu.
Elde etmeye çalışıyordum, o bahaneler uyduruyordu. Yani ben onun
kalbine giden her yolu denedim ama başaramadım. Sonunda çıkış
yolunu ona evlilik vaadi vermekte buldum. İnadı bıraktı ve teklifimi
kabul etti. Onun kalbini ve namusunu tek bir günde elde ettim. Çok
geçmemişti ki kasıklarında bir ceninin kıpırdadığı haberini aldım ve
o an, benim için bütün büyü bozuldu. Ona verdiğim vaadi tutmakla

110
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

onu terketmek arasında bocaladım ve ben terketmeyi seçtim. Daha


sonra bu evden ayrılarak beni ziyaret etmiş olduğun eve taşındım ve
onu bir daha arayıp sormadım.
Bu olayın üzerinden uzun yıllar geçti ve bir gün postayla bu mek-
tup geldi. -Elini yastığının altına uzattı ve sararmış eski bir mektup
çıkardı.- Şöyle yazıyordu: “Eğer sana bir vaadi veya eski bir aşkı ha-
tırlatmak için yazsaydım, bil ki değil bir satır yazmak, bir harf bile
çizmezdim. Çünkü ben, senin sahte sözün gibi bir sözün ve yalancı
aşkının umursanmaya ve hatırlanmaya veya üzülüp tekrarlanmaya
değeceğini düşünmüyorum.
Ayrıldığın anda sen, içimde yanan bir ateş ve kımıldayan bir canlı
olduğunu biliyordun. O ateş mazide yaşadıklarımın, canlı ise gele-
cek kaygısı duymamın sonucuydu. Ama sen bunları umursamadın,
sahibi olduğun mutsuzluğa bakma zahmetini yüklenmemek için
benden kaçtın ve akıttığın gözyaşlarını silmeyi üstlenmedin. Bun-
dan sonra, seni şerefli bir adam olarak tasavvur etmek mümkün mü?
Hayır.. Bilakis seni bir insan olarak tasavvur etmek bile mümkün de-
ğil! Zira sen hayvanlarda bulunan özelliklerin tümünü kendinde top-
ladın. İşin aslı, sen beni nefsini tatmin etmekten geçen bir yol olarak
gördün. Şayet böyle olmasaydı sen benim kapımı çalmaz yüzümü de
görmezdin.
Sen, evlilik sözü verip sözünden dönerek bana ihanet ettin. Çün-
kü nefsine uyarak kötü yola düşmüş suçlu bir kadınla evlenmek is-
temedin. Halbuki bu bizzat senin günahındı. Eğer sen olmasaydın,
ben kötü yola düşmüş, suçlu bir kadın olmayacaktım. Ben senin için
kendimi feda ettim. Küçücük bir çocuğun kocaman bir kucaktaki gö-
rüntüsü gibi, bende senin ellerinin arasında kaybolup gittim. Namu-
sumu çaldın ve ben kalbi acılı, onuru aşağılanmış, hayatı çekilmez
bulup ecelini bekleyen bir kadın oldum. Bir adama eş, bir çocuğa
anne olamayan hatta toplumda bir yer bile edinemeyen, alay eden-
lerden korktuğu için başı eğik, gözleri kapalı, yanakları avuçlarının
arasında, eklemleri titreyen, gitgide eriyen bir kadın nasıl hayattan
zevk alır.
Annem ve babamla yaşamanın tadını çıkarttığım saraydan, arkam-
da bol nimeti ve lüks yaşamı bırakarak, hayatımın kalan günlerini

111
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

geçirmek üzere kapısının çalınmadığı, kimsenin bilmediği terkedil-


miş semtteki hâkir bir eve kaçmaya beni mecbur bırakarak rahatımı
zorla elimden aldın.
Annemi ve babamı sen öldürdün! Ölmelerinin sebebi, beni kaybet-
melerinden dolayı duydukları üzüntü ve bana bir daha kavuşamaya-
cakları hissinden başka birşey değildi. Beni de öldürdün! Çünkü bu
acı yaşantıyı senin bardağından içtim. Bu uzun sıkıntıları senin yü-
zünden çektim. Bu sıkıntılar, bedenimde ve ruhumda tarifi imkansız
yaralar açtı. Ve ben bir solukta yanıp gitmiş bir fitil gibi ölümün eşi-
ğine geldim. Allahımdan bana yardım etmesini ve dualarımı kabul
etmesini diliyorum. Beni sıkıntı ve ölüm yurdundan kurtarıp hayat
ve huzur yoluna ulaştırsın.
Sen yalancı, hain, hırsız ve katilin birisin! Allahtan diliyorum ki be-
nim hakkımı senden almadan, senin canını almasın.
Sana bu mektubu bir vaadi hatırlatmak veya bir aşkı anlatmak için
yazmadım. Sen benim gözümde bu mektuptan daha değersizsin.
Ben ölümün eşiğindeyim ve hayata, güzellikleri ve çirkinliklerine,
mutluluklarına ve mutsuzluklarına bütünüyle veda etmek üzere-
yim. Aşka dair bir umudum ve biraz daha yaşamamı sağlayacak kim-
sem de yok. Ancak sana yazdım çünkü bende senden kalan ve senin
kızın olan bir emanetin var. Kalbindeki merhameti götüren sende
azıcık babalık şefkati bıraktıysa, annesinin geçmişte yaşadığı sıkın-
tıları yaşamaması için onu yanına al.”
Mektubu okumayı bitirmeden ona baktım ve yanağından dökülen
gözyaşlarını gördüm. Ona daha sonra ne olduğunu sordum. Şöyle
dedi: “Bu mektubu okur okumaz üzüntüden göğsüm yarılıp, kalbim
yerinden çıkacakmış gibi hissettim. Hızla evine doğru koşmaya baş-
ladım. Ve o ev, senin şuan beni gördüğün işte bu ev. Onun bu odada
bu yatak üzerinde hareket etmeyen cansız bedenini ve yanı başın-
da acı acı ağlayan kızını gördüm. Bu gördüklerimden dolayı adeta
çarpılmıştım. Kendimden geçtiğim o an, gözlerini karartmış, tırnak-
larını çıkarmış, azı dişlerini bilemiş, aç gözlü canavarlara benzeyen
günahlarım beynimde tezahür etti. “Hüzünler odası” adını verdiğim
bu odayı onun gibi yaşayıp onun gibi ölene kadar terketmeyeceğime
dair Allah’a söz verdim. Ve işte bugün mutlu bir şekilde ölüyorum.

112
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Hatalarımın acısını çektiğim ve sıkıntılara dayandığım için Allahın


beni bağışladığını kalbimde hissediyorum.”
Konuşması bu noktaya varır varmaz dili tutuldu, yatağına yığıldı
ve “Kızım! ey dostum..” diyerek ruhunu teslim etti. Yanında bir saat
kadar kaldım. Bir arkadaşın yapması gereken herşeyi yaptım ve ya-
kınlarına cenazesini kaldırmaları için haber verdim. Hepsi cenazesi-
ne katıldılar. Onun defnedildiği gün gibi, kadını ve erkeğiyle ağlaya-
nı çok olan bir gün daha görülmemiştir.
Tabutun üzerine toprağı attığımızda ona acıdık, fakat bu neye ya-
rar ki..
Allah biliyor ya, onun bu hikayesini yazarken bile hıçkırarak ağla-
maktan kendimi alamıyorum ve hayata veda ederken bana söylediği
şey aklımdan gitmiyor: “Kızım! ey dostum..”
Ey katı kalpli erkekler, güçsüz kadınlara acıyınız. Siz, onların akıl-
larını şerefleri ve iffetleri konusunda çelerken, hangi kalbe acı verdi-
ğinizi ve hangi kalbi kanattığınızı bilmiyorsunuz!...

113
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

114
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫من حياتي‬
‫‪Yazan: Mustafa Lutfî el-Menfalûtî‬‬

‫تزوجــت وكان كل اعتمــادي فــي الــزواج علــى الخيــال ال علــى الواقــع‪.‬‬


‫َ‬
‫وصفاتهــا متعمــدا فــي‬
‫ِ‬ ‫الخيــال هــو الــذي رســم صــورة زوجتــي وأخالقهــا‬
‫رســم علــى أحاديــث النســاء الالتــي شــاهدنها‪ ،‬والخيــال هــو الــذي رســم‬
‫صــورة لحياتــي المســتقبلة اعتمــادا علــى مــا ســمعته مــن أحاديــث عمــن‬
‫َ‬
‫َسـ ِـعدوا فــي زواجهــم ومــن شــقوا وأســباب شــقائهم‪ ،‬واعتمــادا علــى مــا‬
‫قــرات فــي الكتــب عــن الحيــاة الزوجيــة‪.‬‬
‫ولكــن شــتان بيــن الواقــع والخيــال‪ ،‬فالخيــال يرســم الصــورة وهــو حــر‬
‫طليــق محلــق فــي الســماء‪ ،‬والواقــع يلتصــق بــاألرض وويتقيــد بالظــروف‬
‫والبيئ ـ�ة والمــكان والزمــان وغيــر ذلــك‪ .‬قابلــت زوجــي فكنــت كمشــتري‬
‫ورقــة اليانصيــب حيــن يقــرأ جــدول االرقــان الرابحــة‪َ ،‬‬
‫وح ِمــدت هللا علــى‬
‫مــا وهــب‪ ،‬وبقــي أن أعــرف صفاتهــا التــي تظهــر يومــا فيومــا كلمــا حدثــت‬
‫مناســبة أو جــد جديــد‪.‬‬
‫لقــد عشــنا زمنــا عيشــة هادئــة ســعيدة فيهــا لــذة االستكشــاف‪،‬‬
‫أتكشــف أخالقهــا وتصرفاتهــا وتنكشــف أخالقــي وتصرفاتــي‪ ،‬وفيهــا‬
‫تحقيــق الشــخصية فقــد لبثــت طويــا فــي كتــف ابــوي‪ ،‬وأنــا اآلن رئيــس‬
‫البيــت حــر التصــرف الــى آخــر مــا هنالــك‪.‬‬

‫‪115‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ولكــن صــدم زوجــي بعــد قليــل أن رأتنــي هادئــا غيـ َـر مــرح‪ ،‬قليــل الــكالم‪،‬‬
‫وقــد تربــت فــي بيــت مــرح‪ ،‬مملــوء بالضحــك والبهجــة‪ ،‬يكثــر فيــه‬
‫الحديــث فــي الفــارغ والمــآن‪ ،‬فظنــت أنــي ال أقدرهــا أو أنــي نــادم علــى‬
‫الــززواج بهــا‪ .‬وأؤكــد لهــا ان هــذا طبيعــي كســبت�ه مــن بيتــي فلــم تصــدق‬
‫ولــم تطمئــن اال بعــد طــول العشــرة ووثوقهــا مــن انــي كذلــك مــع غيرهــا‬
‫ال معهــا وحدهــا‪.‬‬
‫ومشــكلة اخــرى عرضــت لهــا ولــي‪ ،‬أنــي رجــل مــدرس‪ ،‬مضطــر الــى‬
‫تحضيــر دروســي فــي المســاء أللقيهــا فــي الصبــاح‪ ،‬وفــوق ذلــك احــب‬
‫القــراءة فــي غيــر دروســي أيضــا‪ ،‬وزوجتــي مثقفــة ثقافــة محــدودة تقــرأ‬
‫القصــص والروايــات الخفيفــة مــن غيــر شــغف‪ ،‬فهــي تحتمــل الصبــاح‬
‫وحدهــا‪ ،‬العــداد مــا نــأكل وتنظيــف مــا ينظــف‪ ،‬ولكــن كيــف تحتمــل‬
‫المســاء أيضــا وحدهــا‪ ،‬وأنــا فــي غرفــة بجانبهــا أقــرأ وأكتــب‪ ،‬وااليــام هــي‬
‫األيــام االولــى لزواجهــا؟ وحــدث مــرة أن أعــدت العشــاء وفتحــت علــى‬
‫البــاب وأخبرتنــي بــأن العشــاء معــد‪ ،‬وكنــت أمــام جملــة صعبــة أحــاول‬
‫ترجمتهــا وأحــاور عبارتهــا وأتــذوق صياغتهــا‪ ،‬فلــم أســمع النــداء واألخبــار‪،‬‬
‫ولــم أشــعر بفتــح البــاب فــكان خصــام ونــزاع وكانــت شــكوى الــى أهلهــا‬
‫لــم تنتـ�ه اال بعنــاء‪ ،‬ولــم أســتطع التحــول عــن طبعــي وغرامــي‪ .‬ثــم حلــت‬
‫المشــكلة بعــض الشــيء بالولــد االول واشــغال أمــه بــه‪ ،‬ثــم تت�ابــع مــن‬
‫َ‬
‫أوالد‪ ،‬ثــم باضطرارهــا الــى قبــول األمــر الواقــع‪ ،‬والرضــا بمــا قــدر هللا مــن‬
‫عيــش فــي شــبه عزلــة‪ ،‬بمــا أقــرا واكتــب‪.‬‬
‫وكانــت نظريتــي فــي االوالد تخالــف نظريتهــا‪ ،‬فــكان مــن رأيــي االقتصار‬
‫علــى ولــد أو ولديــن‪ ،‬شــعروا بمســؤولية التربي�ة‪،‬وتوفيــرا للزمــن الــذي‬
‫أحتاجــه فــي التحصيــل والــدرس‪ ،‬فلــو قــل عــدد االســرة كانــت أقــدر علــى‬
‫‪116‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ان ترفــع مســتواها امــور االقتصــاد والتربي ـ�ة‪ ،‬ولكــن زوجتــي ال تــرى هــذا‬
‫الــرأي‪ ،‬وقــد نصحتهــا بعــض قريب�اتهــا بالمثــل المشــهور وهــو «قصيــه‬
‫لئــا يطيــر» فالطائــر اذا نــزع ريشــه أو قــص ال يطيــر‪ ،‬والــزواج اذا خــف‬
‫حملــه لقلــة االوالد كان عرضــة أن يطيــر ويتــزوج ثانيــ�ة وثالثــة‪ ،‬وقــد‬
‫غلبــت نظريتهــا نظريتــي ولــم تعبــأ بالمتاعــب التــي كانــت تالقيهــا فــي‬
‫الــوالدة والتربيـ�ة‪ ،‬فرزقــت بعشــرة اوالد والحمــد هللا مــات منهــم اثنـ�ان في‬
‫طفولتهــا‪ ،‬وبقــي لــي ثماني ـ�ة‪ ،‬أســأل هللا أن يمــد فــي عمرهــم ويســعدني‬
‫بهــم ســتة أبنـ�اء وبنتـ�ان‪ .‬وانــي العجــب لنفســي ويعجــب لــي غيــري كيــف‬
‫اســتطعت أن أولــف وأكتــب مــا كتبــت وأقــرأ مــا قــرأت مــع مــا تتطلبــه‬
‫تربيـ�ة االوالد مــن جهــود ال نهايــة لهــا؟ ويرجــع الفضــل فــي ذلــك الــى األم‬
‫وحملهــا االعبــاء التــي تســتطيع القيــام بهــا‪ ،‬واكتفائــي باالشــراف علــى‬
‫تربيتهــم العلميــة والخلقيــة‪ ،‬ثــم تقصيــري فــي اطالــة الجلــوس معهــم‬
‫مســامرتهم واطالــة عزلتــي علــى مكتبــي‪.‬‬
‫علــى كل حــال بعــد أن عرفــت زوجــي أخالقــي‪ ،‬وعرفــت أخالقهــا‬
‫وتكشــفت لهــا ميولــي وتكشــفت لــي ميولهــا‪ ،‬حدثــت المصالحــة‬
‫والتفاهــم‪ ،‬وتن�ازلــت عــن بعــض رغبتهــا لرغباتــي‪ ،‬وتن�ازلــت عــن بعــض‬
‫رغباتــي لرغباتهــا‪ ،‬فكانــت عيشــة هادئــة ســعيدة نرعــى فيهــا أكثــر مــا‬
‫نرعــى مصلحــة األوالد‪ ،‬وخلــق الجــو الصالــح لتربيتهــم‪.‬‬
‫وأحيانــا كان يعكــر صفونــا شــيئ�ان‪ ،‬لعلــه لــم يخــل بيــت منهــا اال فــي‬
‫القليــل النــادر‪ .‬أحدهمــا مســألة الخــدم‪ ،‬فالبيــت ال يســتغني عنهــم وال‬
‫يرتــاح بهــم‪ ،‬وكانــت مشــكلتهم عندنــا مؤمنــة‪ ،‬وخاصــة فــي الخادمــات‪،‬‬
‫فزوجتــي غضــوب‪ ،‬تريــد أن تنفــذ جميــع أوامرهــا فــي دقــة‪ ،‬والخادمــة ال‬
‫تعمــل‪ ،‬أو ال تســتطيع‪ ،‬أو تعانــد‪ ،‬فيكــون الغضــب‪ ،‬أو تريــد أن تعاملهــا‬
‫‪117‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫العاملــة الســيد للعبــد وتأبــي هــي اال أن تعامــل معاملــة النــد للعبــد أو تريد‬
‫زوجتــي أن تكــون الخادمــة نظيفــة‪ ،‬والخادمــة قــذرة‪ ،‬أو مرتبــ�ة منظمــة‬
‫وهــي ال تفهــم ترتيب ـ�ا وال نظامــا‪ ،‬وهكــذا‪ ،‬كثيــرا مــا يكــون للزوجــة الحــق‪،‬‬
‫وكثيــرا مــا يكــون للخادمــة الحــق‪ ،‬فــاذا تدخلــت انقلــب مركــز النــزاع مــن‬
‫الخادمــة الــي‪ .‬وزوجــي غيــور‪ ،‬فهــي ال تحــب بطبيعتهــا أن يكــون للخادمــة‬
‫أيــة مســحة مــن جمــال‪ ،‬فــان كانــت كذلــك فالويــل لهــا‪ .‬والحديــث يطــول‬
‫بينن ـ�ا حــول خادمــة خرجــت وخادمــة جــاءت‪ ،‬وخادمــة أســاءت وخادمــة‬
‫ســرقت‪ .‬وأخيــرا قــررت اخــاء يــدي مــن الخادميــن والخادمــات‪ ،‬وتركــت‬
‫لهــا مطلــق الحريــة أن تخــرج مــن تشــاء وتدخــل مــن تشــاء‪ ،‬علــى شــرط اال‬
‫تذكــر لــي شــيئ�ا مــن اخبارهــم وأحوالهــم‪.‬‬
‫والثانــي مشــكلة وســائل التفاهــم‪ ،‬فقــد كنــت فــي غفلتــي أعتقــد أن‬
‫العقــل هــو وحــده الوســيلة الطبيعيــة للتفاهــم‪ ،‬فــاذا حدثــت مشــكلة‬
‫احتكمنــا اليــه‪ ،‬وأدلــى كل منــا بحججــه فأمــا أقتنــع وإمــا اقنــع وإمــا أصـ َّـر‬
‫وإمــا أعــدل‪ ،‬اكثرهــن‪ ،‬فأنــت تتكلــم فــي الشــرق وهــن يتكلمــن فــي الغرب‪،‬‬
‫وأنــت تتكلــم فــي الســماء فيتكلمــن فــي األرض‪ ،‬وانــت تأتــي بالحجــج‬
‫أي معانــد‪ ،‬وتلــزم أي مخاصــم‪ ،‬فــاذا هــي وال‬ ‫التــي تعتقــد أنهــا تقنــع َّ‬
‫ّ‬
‫قيمــة لهــا عندهــن‪ .‬وأدركــت أن مــن الواجــب أال التــزم المنطــق‪ ،‬اذا أردت‬
‫الراحــة والهــدؤ فللضــح بالمنطــق أحيانــا‪ ،‬وأتكلــم بالكلمــات الســخيفة اذا‬
‫كان فيهــا الرضــا‪ ،‬وألعــب بالعواطــف رغــم المنطــق اذا أردت الســامة‪.‬‬
‫وهكــذا‪ ،‬كانــت حياتنــ�ا كالبحــر الهــادئ‪ ،‬ولكــن مــن حيــن آلخــر تثــور‬
‫مشــكلة مــن هــذه المشــاكل فيتكهــرب الجــو ويمــوج البحــر ّ‬
‫ثــم تنتهــي‬
‫العاصفــة ويعــود الــى البحــر هــدوؤه‬

‫‪118‬‬
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Hayatımdan
Tercüme: Abdülmuttalip IŞIDAN
Evlendim ve evliliğe olan bütün güvenim gerçek değil hayaldi.
Hayal, gördüğümüz kadınların olaylarına istinaden eşimin, görün-
tüsünü, kişiliğini ve özelliklerini resmetmedir. Hayal, evliliklerinde
mutlu olanlardan ve evliliklerinde talihsiz olanların olaylarından
duyduklarıma ve evlilik hayatı ile ilgili okuduğum kitaplara istina-
den gelecek hayatımı resmetmedir.
Fakat hayal ile gerçek ne kadar da farklı! Hayal havada özgürce
uçan bir resmi çizmek iken gerçek yere yapışık bir resmi çizmek olup
şartlar, çevre, mekân zaman vb. unsurlarla sınırlıdır. Piyango bileti
müşterisi olarak kazanan numaraların listesine bakan eşimle karşı-
laştım ve Allah’ın verdiğine şükrettim. Geriye bulduğum her fırsatta
konuştuğum günden güne ortaya çıkacak özelliklerini bilmek kaldı.
İçinde keşfetmenin lezzeti mutlu ve sessiz uzun bir zaman yaşadık.
Ben onun kişiliğini ve davranışlarını keşfederken o da benim kişili-
ğimi ve davranışlarımı keşfediyordu. Anne babamın yanında uzun
süre kaldım. Ancak şu an evin reisiyim ve davranışlarımda özgürüm.
Fakat biraz sonra eşim bana çarptı ve beni sessiz ve mutsuz ola-
rak gördü. Az konuşurdu. Sevinç ve kahkahalarla dolu, gerekli ge-
reksiz konuşmaların çok olduğu neşeli bir evde yetişmişti. Kendisi
benim ona tahammül edemediğimi ve onunla evlendiğime pişman
olduğumu zannediyordu. Ben bunun evimden edindiğim dolay bir
şey olduğunu vurguladım ancak kendisi uzun bir aile hayatından ve
başkaları gibi olmadığıma inandıktan sonra beni doğruladı ve bana
güvendi.
Benim ve onun karşılaştığı diğer bir problem ise ben sabahları
okulda anlatmak için akşamları dersleri hazırlamak zorunda olan
bir öğretmenim eşim ise ağır olmayan hafif hikâyeler ve romanlar

119
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

okuyan ve sınırlı kültüre sahip birisiydi. Sabah kahvaltısını hazırla-


mayı ve temizliği tek başına üstlenir. Fakat akşamı tek başına nasıl
yapar. Ben de yan oda da okuyorum ve yazıyorum. Bunlar bizim
evliliğimizin ilk günleriydi. Bir keresinde akşam yemeğini hazırladı.
Kapıyı açtı ve akşam yemeğinin hazır olduğunu haber verdi. O zor
bir cümlenin tercümesini yapmaya çalışıyor, ibarelerini tartışıyor ve
üslubunun tadını çıkarıyordum. Haber verdiğini duymadım. Kapı-
nın açıldığını da hissetmedim. Sonrasında kavga gürültü ve ailesi-
ne şikâyet zoru zoruna bitti. Kişiliğimi ve sevgimi değiştiremedim.
Sonra birinci çocukla, annesinin çocukla ilgilenmesiyle, sonrasında
takip eden çocuklar ve Allah’ın takdiriyle yarı ayrı yaşamayı etmesi
gibi bazı şeyler sorunu çözdü.
Benim çocuklara bakışım onun çocuklara bakışına ters düşüyordu.
Bana göre bir ya da iki çocukla yetinme çocuk yetiştirme sorumlulu-
ğunu hissettirir, eğitimleri için gerekli zamanı sağlar. Ailedeki birey
sayısı az olursa eğitim ve ekonomik seviyelerini yükseltebilirim. Fa-
kat eşim bu görüşü kabul etmiyordu. Ona meşhur atasözü ‘’Uçma-
ması için kanadını kısalt’’ atasözüyle nasihat verdim. Eğer kuş tüyü-
nü kısaltırsa uçamaz. Evlilikte çocukların azlığıyla yükünü azaltırsa
uçabilir ve ikinciyle üçüncüyle evlenebilir. Kendi düşüncesi benim
düşünceme baskın geldi. Çocukların doğumunda ve yetiştirilme-
sinde karşılaştığı zorluklara aldırmadı. Şükürler olsun Allah bize on
çocuk nasip etti. Çocuklardan ikisi çocukluklarında vefat ettiler ve
sekiz çocuk kaldı. Allah ömürlerini uzatsın. 6 erkek ve iki kız çocuğu
beni çok mutlu ediyor. Hem okuduklarımı yazabilmeyi hem de sonu
olmayan bir çabayla çocukları nasıl yetiştirmeyi nasıl yaptığım bana
çok tuhaf geliyor. Buradaki marifet bütün yükü taşıyan anneye aittir.
Ben eğitimlerini kontrol etmekle yetindim. Sonrasında onlarla otur-
malarımı kısalttım ve ofisimde kalma süresini uzattım.
Her hâlükârda eşim benim kişiliğimi öğrendikten bende onun kişi-
liğini öğrendim. Onun bana olan eğilimlerini ve benim ona olan eği-
limlerimi keşfettik. Ortak noktada anlaştık. O benim istediğim bazı
isteklerinden vazgeçti bende o istediği için bazı isteklerimden vaz-
geçtim. Çocukların yararına ve onların güzel bir ortamda yetişmesi
için sessiz ve mutlu bir hayat sürüyorduk.
Bazı zamanlarda huzurumuzu bozan iki şey vardı. Bunlardan bi-

120
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

risi hizmetçilerdi. Onlar ev için gerekliydi. Onlarsız rahat edilmez-


di. Özellikle bayan hizmetçilerin bizdeki sorunları kronikti. Eşim
çok asabiydi ve bütün işlerin titizlikle yapılmasını istiyordu. Bayan
hizmetçi çalışmaz ya da çalışamaz veya direnir. Burada öfke patla-
ması olur. Hizmetçi normal insanlar gibi kendisine eşit bir şekilde
muamele edilmesini ister ya da hizmetçi gibi davranmayı reddeder
Eşim hizmetçinin temiz olmasını ister. Ancak hizmetçi pasaklı olur
ya da temiz olur işlerden anlamaz. Bazen eşim haklı bazen de hiz-
metçi haklıdır. Eğer müdahale olursa tartışma hizmetçiden bana dö-
ner. Eşim kıskançtır ve kişilik olarak hizmetçinin biraz da olsa güzel
olmasını istemez ve böyle bir şey olursa ona kahreder. Hizmetçi ile
ilgili aramızdaki konuşma uzar gider. Hizmetçi gitti. Hizmetçi geldi.
Hizmetçi kötü oldu. Hizmetçi hırsızlık yaptı. Sonunda bayan ve er-
kek hizmetçileri işten çıkarmaya karar verdim. Böylece durumlarını
ve haberlerini bana bildirmemesi kaydıyla istediği hizmetçiyi alması
istediğini çıkarması işini eşime bıraktım.
İkinci sorun ise anlaşma araçlarıdır. Bana göre akıl doğal olarak tek
başına anlaşma aracıdır. Eğer sorun olursa hakemlik için ona baş-
vururuz ve delillerimizi sunarız. Böylece ya ikna ederim ya da ikna
olurum. Ya ısrar ederim ya da değiştiririm. Fakat uzun tecrübelerden
sonra gördüm ki akıl birçok kadınla anlaşmak için en saçma araçtır.
Eğer onların nezdinde hiçbir değeri yoksa sen herhangi bir inatçılık-
la ikna etmek ya da herhangi bir sorunda gerekli olduğunu düşün-
düğün delillerle gelsen de sen doğudan konuşursun onlar batıdan
konuşur, sen gökyüzünden konuşursun onlar yeryüzünden konu-
şur. Mantığa bağlı kalmamam gerektiğini anladım. Eğer rahatlık ve
sessizlik istiyorsam bazen mantığı kullanırım. Eğer rıza varsa saçma
sapan kelimelerle konuşurum. Eğer huzur istiyorsam mantığa rağ-
men duygularla oynarım. Hayatımız böyle sessiz deniz gibiydi.Fakat
bazen bu sorunlardan biri olduğunda hava elektriklenir, deniz dalga-
lanır. Sonra fırtına biter ve deniz sessizliğine döner.

121
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

122
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫الرحلة‬
‫‪Yazan: Mustafa Lutfî el-Menfalûtî‬‬
‫ســقطت عقــارب الســاعة‪ ،‬وأعلنــت أنهــا التاســعة مســاء! والتفــت الــى‬
‫حيــث كانــت تجلــس فــي آخــر القاعــة‪ ،‬كانــت متلفعــة بالعبــاءة الســوداء‪،‬‬
‫موعــد االقــاع‪ ،‬التاســعة والنصــف‪ ،‬والموظــف ال يريــد ان يســاعد‪ ،‬فــي‬
‫ايجــاد مقعــد لــه ليرافقهــا فــي رحلتهــا هــذه!‬
‫وعــاد ينظــر الــى حيــث تجلــس «ســحر» وانتقلــت ذاكرتــه فجــأة‪ ،‬الــى‬
‫آخــر مـ ّـرة شــاهدها هنــا‪ ،‬كانــت قبــل عــام تقريبـ�ا‪ ،‬وقــد جــاءت تودعــه بعــد‬
‫أن أمضــت عــدة أيــام فــي زيــارة لصحبهــا فــي البحــر حيــن شــاهدها بثوبهــا‬
‫العربــي األســود‪ ،‬وصدرهــا الغــر‪ ،‬ولــون بشــرتها البرونزيــة المحروقــة‪،‬‬
‫تمنــى لــو يرافقهــا فــي رحلــة العــودة!‬
‫لكــن أمنيت ـ�ه انقطعــت‪ ،‬فهــو ال يســتطيع أن يرافقهــا‪ ،‬امــا هــذه المــرة‪،‬‬
‫وبعــد مــرور عــام تغيــرت ظروفــه أصبــح يهــرب مــن الجلــوس فــي المنــزل‬
‫الــى العمــل الطويــل الــى الالشــيء‪ ،‬المهــم ان ال يبقــى فــي المنــزل فذكــرى‬
‫والدتــه المتوفــاة لــم ينقــض عليهــا األربعــون!‬
‫(سحر) أريد ان أراك بعد هذا الزمن الطويل‪.‬‬
‫لكن ظروفي ال تسمح‪ ،‬جئت ليومين فقط وسأعود غدا‪.‬‬
‫ولكن أال تودين أن أراك؟‬

‫‪123‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫نعــم‪ ...‬أريــد ولكــن ظروفــي ّ‬


‫ضيقــة وســأعود غــدا‪ ،‬مــا رأيــك لــو تســافر‬
‫معــي؟‬
‫ولم ال‪ ...‬متى موعد الرحلة ورقمها!‬
‫مــرت فــي ذهنــه بســرعة المحادثــة الهاتفيــة‪ ،‬ومــا حــدث بينهمــا وهــو‬
‫ّ‬
‫واقــف أمــام موظــف الحجــز ينهــي لــه األمــر وســلمه البطاقتيــن الحمــراء‪،‬‬
‫وفــرح بهمــا وذهــب اليهــا ليرافقهــا الــى صالــة الســفر الداخليــة‪.‬‬
‫كانــت متلفعــة بعباءتهــا الســوداء‪ ،‬وكان يريــد أن يــرى عينيهــا‬
‫العســليتين‪ .‬عــرض عليهــا تشــرب شــيئ�ا مــن بوفيــه الصالــة‪ ،‬فطلبــت‬
‫مــاء‪ ،‬فاحضــره لهــا ســعيدا بذلــك‪ ،‬وارتــوت بعــد كأســين منــه‪ ،‬وارتــوى‬
‫هــو مــن وجههــا ومالمحهــا حيــن رفعــت غطوتهــا لتشــرب‪ ،‬تمعــن فــي‬
‫تلــك العينيــن‪ ،‬والشــفتين‪ ،‬واألنــف والشــعر الكســتن�ائي‪ ،‬والحاجبيــن‬
‫ّ‬
‫الممتلئيــن‪ ،‬وتمنــى لــو يضــع خصــات شــعرها علــى وجهــه يغطــي بــه‬
‫تعبــه ويســمح بــه حزنــه وألمــه الدفيــن‪.‬‬
‫ِا ْح ِك لي اآلن‪ ،‬ما فعلت‪ ،‬وما هي أخبارك؟ سألته‪ ...‬فأجابها‪:‬‬
‫ال شيء غير عادي‪ ،‬فكل األمور كما هي ما عدا الرأس‪.‬‬
‫أي رأس؟‬ ‫سألته بدهشة‪ّ :‬‬

‫أجابهــا‪ :‬طاحــت الــرأس‪ ،‬وضــاع الحنــان‪ ،‬وشــقيت الحيــاة‪ ،‬ومــأ الحــزن‬


‫االبتســامات‪ ،‬وفارقــت الشــفاه حالوتهــا‪.‬‬
‫قاطعته‪ِ :‬ايه‪ ...‬عدنا للكالم الغير مفهوم؟‬
‫االقــاع‪ .‬ونهضــا‬
‫وقطــع عليهــا الحــوار صــوت المكرفــون يعلــن موعــد ِ‬

‫‪124‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫معــا ســارا متالصقيــن‪ ،‬شــعر بالزهــور وهــي بجــواره‪ ،‬يحــس بــأن العيــون‬
‫كلهــا تنعــب عليهــا‪ .‬ووصــا أتوبيــس النقــل‪ ،‬وجلســا الــى جــوار بعضهمــا‪.‬‬
‫مــن يراهمــا يقــول بأنهمــا حنانــان‪.‬‬
‫وامتــأ االتوبيــس بالمغادريــن وتحــرك فــي اتجــاه الطائــرة‪ ،‬وحيــن‬
‫وقــف األتوبيــس مــن رحلتــه تلــك كان أمــام البوابــة مــرة أخــرى‪ ،‬ونظــر‬
‫كل منهمــا اآلخــر فــي دهشــة وأعلــن موظــف الخطــوط أن هنــاك تأخيــرا‬
‫للرحلــة حوالــي ســاعة!‬
‫نــزال الــى الصالــة‪ ،‬واحتواهمــا مقعــدان متجــاوران‪ ،‬وشــربا شــايا وقهــوة‬
‫وســجاير‪.‬‬
‫سألته مرة أخرى‪ِ :‬ا ْح ِك لي ماذا فعلت طوال مدة الغياب؟‬
‫أجابهــا‪ :‬ال شــيء غيــر تعــب ومــرض والدتــي‪ ،‬كانــت ال كثــر مــن ثالثــة‬
‫شــهور متنقلــة بيــن مستشــفى واخــرى‪ ،‬حتــى أختارهــا هللا‪.‬‬
‫ردت بهدوء‪ :‬يا حياتي ما تستاهل الحزن‪ ،‬هللا يرحمها‪.‬‬
‫يصمت في حزن‪ ،‬يرنو بعيدا وتشده اليها بسؤالها‪:‬‬
‫هيه سرحت فين؟‬
‫ويعــود عينيهــا فيهمــا حنيــن غيــر واضــح‪ ،‬وفيهمــا تمــرد أنثــوي عنيــف‬
‫وفيهمــا عنفــوان الــذات‪ .‬لقــد أعجــب بشــخصيتها مــن ّأول تحــدث فيهــا‬
‫اليهــا‪ ،‬لكــن مشــكلته أنــه أنانـ ّـي يحتفــظ باجابــات كثيــرة داخــل نفســه‪.‬‬
‫حتــى حيــن ال يشــرح داخلــه بداخلــه‪.‬‬

‫‪125‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫البــوح فــي تفســيره معنــاه الشــكوى‪ ،‬وهــو ال يحــب ان يكــون قلقــا يثيــر‬
‫حدســا أو موقفــا‪ ،‬ويعجــز عــن تفســير ابعــاده!‬
‫مــرة أخــرى‪ ،‬يحملهمــا األتوبيــس الــى محتــوى الطائــرة‪ ،‬ويجمعهمــا‬
‫مقعــدان متجــاوران‪ ،‬يشــعر يــأن االنظــار كلهــا تتجــه اليهمــا‪ ،‬حتــى بن ـ�ات‬
‫الطائــرة احــس بأنهــن تعامالنهمــا بأســلوب خــاص‪ ،‬وتبســم فــي نفســه‬
‫وهــو يقــول‪:‬‬
‫ْ‬
‫قــد يكــون هــذا حــال الرجــل الــذي يصحــب أنثــى الــى جــواره‪ ،‬اذن فيــا‬
‫بخــت الرجــال باناثهــم!‬
‫فجــأة‪ ...‬تذكــر ان تأخيــر الطائــرة عــن موعدهــا معنــاه الغــاء حجــزه‬
‫لرحلــة العــودة‪ ...‬فموعــد الوصــول لــن ينســب موعــد االقــاع‪.‬‬
‫= قالت له‪ :‬هل حقا ستعود في الحال أم لديك أعمال هناك!‬
‫أجابها‪ :‬لقد اخبرتك بأني سأرافقك فقط وسأعود ادراجي‪.‬‬
‫صمتت ونظرت الى عيني�ه طويال‪ ،‬وقالت له في همس‪:‬‬
‫إني أرى وجهي في عينيك‪ ،‬ولكن قل لي لماذا فعلت هذا؟‬
‫هنــا نظــر اليهــا طويــا لقــد كان يتوقــع منهــا هــذا الســؤال‪ ،‬ولكــن لــم‬
‫يرســم لهــا جوابــا معين ـ�ا‪ ...‬انــه حقــا لــم يســأل نفســه هــو لمــاذا يفعــل‬
‫هــذا؟ لمــاذا يرافقهــا فــي رحلــة عودتهــا‪ ...‬ويعــود هــو وحيــدا؟‬
‫برز لها سؤالها بعد فترة صمت بجواب بارد‪:‬‬
‫اوال‪ :‬عشــان أشــوفك‪ ،‬وأجلــس معــك‪ ،‬ثــم ألنــي لــم أركــب طائــرة منــذ‬
‫ثالثــة شــهور تقريب ـ�ا‪ ،‬وثالثــا‪ :‬ألنــي بــدون ارتب�اطــاء هــذه الليلــة‪.‬‬
‫‪126‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫سألته بدهشة‪ :‬فقط؟‬


‫نعم‪.‬‬
‫ّ‬
‫وصمــت فتــرة طويلــة حتــى شــعر بصمتهــا يقبــض عليــه‪ ،‬أنفاســه‪،‬‬
‫شــعر انهــا ســرحت بذهنهــا بعيــدا‪.‬‬
‫ّ‬
‫تركهــا واشــعل ســيجارته العشــرين‪ ...‬انــه ال يدخــن الســيجارة‪ ،‬فشــعر‬
‫بصــدره يحتــرق مــن كثــرة التدخيــن‪.‬‬
‫أحس بدفء أصابعها الصغيرة‪.‬‬ ‫قبضت بي�دها على يديه‪ّ ،‬‬

‫قالت له‪ :‬كفاك تدخين�ا!‬


‫وقلــب نظــره اليهــا‪ ،‬الــى غينيهــا وانفهــا وجبهتهــا الــى كل وجههــا وتمنــى‬
‫مــرة أخــرى لــو يدفــن رأســه بيــن جدائــل شــعرها الكســتن�ائي‪ ،‬يشـ ّـم فيــه‬
‫رائحــة األنوثــة‪ ،‬والحنــان والــدفء المفقــود الدائــم فــي حياتــه‪.‬‬
‫وغير أمنيت�ه‪ ،‬الى صدرها‪ ،‬يريد ان يبكي على صدرها‬
‫قال‪ :‬الشيطان حين يغلب‪ ،‬معناه كان يت�ذكر!‬
‫سألته‪ :‬ما معنى هذا الكالم؟‬
‫أجابها‪ :‬ال شيء‪ ،‬انها عادتي‪ .‬هل نسيت؟‬
‫حيــن كانــت تتن ـ�اول بعــض لقمــات مــن العشــاء المقــدم لهــا‪ ،‬كان هــو‬
‫يرشــف بعــض القهــوة العربي ـ�ة الســاخنة‪ ،‬وجبــات التمــر الحلــوة‪ ،‬وعــاد‬
‫بذهنــه موعــد اقــاع طائــرة العــودة‪ ،‬ونظــر لســاعته‪ ..‬لقــد مضــى علــى‬
‫موعــد االقــاع ثالثــون دقيقــة وال يــدري هــل يلحــق بهــا أم ال‪ ..‬وحتــى ال‬

‫‪127‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫يفســد لحظــات مرافقتــه لهــا ســألها‪:‬‬


‫أين ستقضين صيف هذا العام؟‬
‫أجابت�ه‪ :‬ربما في الشام أو أمريكا‪ ،‬أو هنا‪ ،‬واردقت بفرح‪:‬‬
‫هللا لو كانت هذه الرحلة معا الى أمريكا‬
‫ونظر اليها وهو يردد في داخله‪ :‬أمني�ة‪ ..‬كم هي طماعة األنثى‪.‬‬
‫وأحــس بانقبــاض فــي صــدره‪ ،‬وأطفــأ ســيجارته‪ ،‬لعلــه ســيتريح قليــا‪،‬‬
‫رأســه علــى مقعــده‪ ،‬ونظــر الــى ســقف الطائــرة وتنفــس طويــا وبعمــق!‬
‫فــي داخلــه ســهد‪ ،‬وتعــب‪ ،‬وحــزن‪ ،‬وألــم‪ ..‬لكنــه يجالــد علــى نفســه‪ ،‬كــم‬
‫مــن مــرة أوشــك فيهــا أن تنهمــر دموعــه‪ ،‬ان يصــرخ ان يمــارس حقوقــه‬
‫ّ‬
‫مثــل اي انســان ســوى‪ ،‬أحيانــا كان يشــك فــي أنــه طبيعــي التصــرف‬
‫فــي بعــض المواقــف‪ ،‬فهــو ال يمــارس الضحــك كمــا يجــب‪ ،‬وال يمــارس‬
‫عالقاتــه االنســاني�ة مــع االخريــن كمــا يجــب‪ .‬تقاطيــع وجهــه اكثــر‬
‫األحيــان مقطبــة‪ ،‬كأنمــا فــي ذهنــه آالف األفــكار‪ ،‬تريــد ان تتحــررر مــن‬
‫قيــود عقلــه أن تخــرج مــن قوقعتهــا‪ ،‬وهــو يحاربهــا‪ ،‬ويدافــع عنهــا‪ .‬تفكيــره‬
‫ال يهــدأ رغــم أنــه ال يتحــدث كثيــرا‪.‬‬
‫فــي مــرة بلغــه نبـ�أ وفــاة صديــق لــه‪ ،‬ليســت صداقــة قويــة‪ ،‬ولكنــه التقى‬
‫بــه مــرة أو اثنتيــن‪ ،‬ودعــاه الــى منزلــه حيــث أوالده وزوجتــه‪ ،‬كانــت ســبب‬
‫وفاتــه‪ ،‬نزيــف فــي المــخ حيــن ســمع الخبــر جلــس طويــا مشــدوها مــن‬
‫هــول الفاجعــة‪ ،‬فعمــره شــابا‪ ،‬لكــن فــي المقابــل كان تفكيــره مشــدود‬
‫للدفــاع عــن قضايــا مجتمعــه‪ ،‬ووطنــه وشــعبه ثــم قوميتــ�ه العربيــ�ة‬

‫‪128‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫واالســامية‪ ،‬فهــل يكــون معيــره «نزيــف فــي المــخ»!‬


‫كــم هــو صعــب جــدا ان تكــون نهايــة انســان نزيــف فــي المــخ‪ ،‬رغــم أنــه‬
‫ينــزف كثيــرا فــي حياتــه العامــة وان آخريــن يســتنزفون الحيــاة!‬
‫تن�اقضات بشعة!‬
‫هي سرحت فين؟‬
‫مــرة أخــرى تشــده بســؤالها الحانــي‪ .‬والتفــت اليهــا بكامــل جســمه حيــن‬
‫أعلــن قائــد الطائــرة عــن ربــط أحزمــة الهبــوط‪ .‬ونظــرت اليــه طويــا‪،‬‬
‫نظراتهــا مليئ ـ�ة بالــدفء والحنــان‪ ،‬واألنوثــة وتمنــى مــرة أخــرى ان يرتمــي‬
‫علــى صدرهــا ويجهــش بالبــكاء!‬
‫قالت له‪ :‬خالص‪ ،‬انتهت الرحلة‪ ،‬ستتركني وتعود وحدك!‬
‫قال لها‪ :‬هذا هو االتفاق!‬
‫قالت له‪ :‬ال عليك‪ ،‬أسحب اتفاقي‪ ،‬وأدعوك للزيارة!‬
‫قال لها‪ :‬كيف؟‬
‫أجابت�ه‪ :‬تعلم القفز الى نافذتي في الطبق الثاني!‬
‫وضحــكا معــا رغــم أنهــا مانــت تعانــي مــن حســرة الــوداع‪ .‬ونــزال الــى‬
‫أرض المطــار حتــى قاعــة الوصــول وافترقــا!‬
‫فــي صالــة الســفر الســاعة تشــير الــى الواحــدة صباحــا‪ ،‬وأصيــب بخيب�ة‬
‫أمــل حيــن أخبــره الموظــف بــأن رحلتــه غــادرت فــي موعدهــا‪ ،‬وعليــه‬
‫االنتظــار لرحلــة الســاعة الثالثــة والنصــف صباحــا‪.‬‬

‫‪129‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫عــاد الــى الشــارع يبحــث عــن «ســحر» ولمحهــا تركــب ســيارتها وتغــادر‬
‫الموقــف‪ ،‬فكــر ان يذهــب الــى أقــرب مقهــى يقضــي فيــه زمــن االنتظــار مع‬
‫بعــض الشــاي‪ .‬لمــح علــى طــرف الشــارع اآلخــر فندقــا فذهــب اليــه‪.‬‬
‫وطلب قهوة وجلس يتصفح وجوه النزالء‪.‬‬
‫لمرتيــن الليلــة يت�أخــر ســفره‪ ،‬عســى ان يكــون خيــرا‪ ،‬وخــرج الــى حديقــة‬
‫الفنــدق لتنـ�اول وجبــة الطعــام‪ .‬بعــد ان التهــم صحــن القمبــري مــع ســلطة‬
‫الخضــار‪ ،‬توجــه مســرعا الــى صالــة الســفر خوفــا مــن ضيــاغ مقعــده‪.‬‬
‫لكــن موظــف الخطــوط قابلــه فــي بشاشــة وهــدوء وبــرود قاتــل ليخبــره‬
‫موعد الرحلة تأخر الى الساعة الخامسة والنصف صباحا‪.‬‬
‫شــعر بانقبــاض شــديد‪ ..‬اذ ال يمكــن انتظــار هــذه الرحلــة اللعينـ�ة‪ .‬وربما‬
‫يقضــي ليلــة فــي الذهــاب والعــودة دون نتيجــة‪ ،‬وفكــر ان يذهــب الــى‬
‫الفنــدق ويأخــذ غرفــة يرمــي فيهــا جســده المتعــب وأعصابــه المتوتــرة‪.‬‬
‫لكنــه ال يملــك مالبــس نومــه‪ ،‬وال فرشــة أســنانه‪ ،‬وال حتــى أي شــيء‬
‫غيــر مالبســه التــي عليــه! وعــاد ِادراجــه بعــد ان حجــز مقعــدا علــى رحلــة‬
‫الســاعة العاشــرة والنصــف مــن صبــاح اليــوم التالــي‪.‬‬
‫احتوتــه الغرفــة وحيــدا فــي الفنــدق‪ ،‬ضــوء الغرفــة أصفــر باهــت‪،‬‬
‫وألوانهــا‪ :‬ألــوان الســتارة‪ ،‬ولــون غطــاء الســرير أصفــر شــاحب‪.‬‬
‫بعــد ان أخــذ حمامــا بــاردا احتــواه الســرير‪ ،‬ولــم يكــن نومــا مريحــا‪ ..‬فقــد‬
‫اســتيقظ مرتيــن‪ ،‬وفــي الثالثــة فتــح ضــوء الغرفــة ليت�أكــد أيــن هــو وكيــف‬
‫جــاء الــى هــذا الســرير!‬

‫‪130‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫اليــوم التالــي لفتحــه حــرارة الجــو حيــن خــرج الــى الشــارع بعــد ان ســدد‬
‫فاتــورة الفنــدق‪ ،‬ولــم يفــرش أســنانه‪ ،‬ولــم يحلــق لحيت ـ�ه الخشــنة‪ ،‬ولــم‬
‫يغيــر مالبســه فهــو ال يملــك احدهــا‪ ،‬ليفعلهــا‪.‬‬
‫للمــرة الرابعــة يخبــره الموظــف‪ ،‬بــأن رحلتــه متأخــرة لمــدة ســاعة أيضــا‪.‬‬
‫ّ‬
‫وســهم طويــا وهــو واقــف أمــام الموظــف حتــى ظنــه لــم يســمع مــا قالــه‪:‬‬
‫فــي داخلــه صــوت يقــول لــه‪ ..‬ال‪.‬‬
‫ولــم يكــن لديــه أي خيــار غيــر النتظــار‪ ،‬حتــى أقلعــت الطائــرة أخيــرا‬
‫الســاعة الثانيــ�ة عشــرة والنصــف ظهــرا‪ ،‬ووضــع جســمه فــي مقعــد‬
‫الطائــرة منهــوكا‪ ،‬متعبــا قلقــا وهــو يفكــر فــي هــذه الرحلــة ومعاناتــه لهــا‬
‫و «ســحر» التــي تركهــا فــي أرض المطــار بــوداع أخيــر! شــعر بعدهــا بأنــه‬
‫لــن يلتقيمعهــا علــى أرض!‬
‫كان حزينــ�ا بهــذا االحســاس الغريــب نحوهــا‪ ،‬ووقفــت علــى رأســه‬
‫ّ‬
‫المضيفــة تســأله بطاقــة الطائــرة‪ ..‬ومــد يــده الــى جيبــ�ه واصطــدم لــه‬
‫هديــة االنتظــار االول فــي رحلــة االقــاع‪ ..‬وهمــس فــي نفــه‪ ،‬تــرى مــاذا‬
‫ســأقدم لهــا فــي انتظارهــا الطويــل؟‬
‫وقبل القلم قبلة باردة‬

‫‪131‬‬
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

132
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Yolculuk
Tercüme: Abdulmuttalip IŞIDAN
Saatin akrebi hareket etti ve saat dokuza geldi. Adam kara abayla
kaplı kadınının salonda oturduğu yere doğru yöneldi.
Uçağın kalkış saati dokuz otuzdu ve görevli, yolculukta kadına eş-
lik etmesi için adam bir koltuk sağlamada yardımcı olmak istemiyor-
du.
Sahr’ın oturduğu yere döndü baktı ve aniden onu burada son kez
gördüğü anki anıları canlandı. Yaklaşık bir yıl önce Al-bahr’daki ar-
kadaşını ziyaret edip birkaç gün geçirdikten sonra onu uğurlamak
için geldi. O zaman onu siyah Arap elbisesi, beyaz göğsü ve bronz te-
niyle gördü ve dönüş yolculuğunda ona eşlik etmesini temenni etti.
Fakat hevesi kursağında kaldı. Adam ona eşlik edemezdi. Bu sefer
ise bir yıl geçtikten sonra şartları değişti ve evde oturmaktan kaçtı ve
kendini uzun süreli çalışmaya verdi. Önemli olan henüz kırkı çıkma-
yan annesinin hatıralarıyla evde kalmamasıydı.
- (Sahr) Uzun zaman sonra seni görmek istiyorum.
- Fakat şartlarım izin vermiyor, sadece iki gün önce geldim ve yarın
döneceğim.
- Fakat beni görmek istemiyor musun?
- Evet… İstiyorum ama programım çok sıkışık ve yarın döneceğim.
Benimle beraber gitmeye ne dersin?
- Neden olmasın… Yolculuğun zamanı ve sayısı nedir?
Aklından hızlıca telefon konuşması ve aralarında olanlar geçti. Bi-
let rezervasyon görevlisinin önünde işlemin bitmesini bekliyordu.
Görevli kırmızı kartları teslim etti ve ikisi de buna sevindiler. Adam
kadına eşlik etmek için iç hat salonuna gitti.

133
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Siyah abalarla kaplıydı ve bal rengi gözlerini görmek istiyordu.


Adam Ona büfeden bir şey içmeyi teklif etti. Kadın da su istedi ve
adam da mutluluk içinde getirdi. İki bardak su içtikten sonra kadın-
da suyu içmek için örtüsünü kaldırdığında yüzüne çehresine baka-
rak susuzluğunu giderdi. Gözlerinden, dudaklarından, kestane rengi
burnundan ve saçından, dolu dolu kaşlarından oluk oluk su akıyor-
du. Keşke saçlarının lülesi yüzünü kaplasaydı ve derin hüznünü ve
elimini silseydi.
Anlat şimdi ne yapıyorsun ne var ne yok? Adama sordu. O da cevap
verdi:
- Hiçbir şey, başımız hariç her şey olduğu gibi.
- Korkuyla sordum ne başı diye.
- Şöyle cevap verdi: Başımız öldü. Şefkat kayboldu. Hayat parça-
landı. Gülümsemeleri hüzün kapladı. Dilin tatlılığı gitti.
- Onun sözünü kestim. Konuşmamız anlaşılmaz bir hal aldı.
- Sonra kadının sözünü uçağın kalkacağını bildiren mikrofon kesti.
Beraber kalktık ve dip dibe yürüdük. O yanındayken gururlu hisset-
ti. Bütün gözler onun üzerindeymiş gibi hissediyordu. Sonra otobüs
geldi ve otobüste yan yana oturdular. Onları gören herkes bunlar
sevgi dolu diyordu.
Otobüs yolcularla doldu ve uçağa doğru hareket etti. Otobüs tek-
rar kapının önünde durduğunda ikisi şaşkınlık içinde birbirine baktı.
Sonra görevli uçuşun bir saat gecikeceğini duyurdu. İkisi tekrar salo-
na indiler ve onlara ayrılmış iki koltuğa oturdular. Orada çay, kahve
ve sigara içtiler.
- Adama tekrar sordu: Anlat! Kayıplara karıştığın süre zarfında ne
yaptın?
- Adamda şöyle cevap verdi: Annemin hastalığından ve yorgunlu-
ğundan başka hiçbir şey. Hakkın rahmetine kavuşana kadar üç ay-
dan fazla hastaneden hastaneye gitti.
- Sessizlik içinde cevap verdi: Ne kadar üzücü bir durum! Allah rah-
met eylesin.

134
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Adam üzüntü içindeydi. Dik dik baktı ve sordu:


- Hey nereye gittin?
Gözlerinde belirgin olmayan bir merhamet vardı. Onlarda kadın-
sı sert bir isyan vardı. Onlarda dinçlik vardı. Konuştuğum ilk andan
beri kişiliğinden hoşlandım. Fakat onun sorunu birçok cevabı içinde
saklayan bencil biriydi. Şuana kadar bile yalnız başına oturuyordu.
Bu tip olayların onu heyecanlandırması için çaba göstermiyor hatta
içindekileri açıklamıyordu.
Açıklamasındaki itirafı şikayet anlamına gelmekteydi ve o durum
ya da varsayımı tahrik eder endişesi olur korkusuyla olayın boyutla-
rını açıklamaktan kaçınırdı.
X X X
Tekrardan otobüs onları uçağın içine taşıdı. Yan yana iki koltuğa
oturdular. Hatta uçaktaki hostesler onlarla özel olarak ilgilendiler.
Adam kendi kendine gülümsedi ve dedi ki:
Bu yanında kadın olan etrafındaki adamların durumudur. Bu da
onların yanlarındaki kadınların şansıdır.
Aniden uçağın kalkış saatinin ertelenmesinin dönüş yolculuğu
rezervasyonun iptali anlamına gelmekte olduğunun farkına vardı.
Çünkü varış saati kalkış saati ile uygun olmayacaktır.
Kadın ona dedi ki: Hemen dönecek misin yoksa orada işlerin var
mı?
Adam cevap verdi: Sana dedim ya sadece sana eşlik edeceğim ve
işime döneceğim.
Kadın sustu ve uzunca adamın gözlerine baktı ve adama fısıldaya-
rak dedi ki:
- Gözlerinde yüzümü görüyorum. Fakat söyle ban niye bunu yap-
tın?
Burada adam kadına uzunca baktı. Ondan bu soruyu bekliyordu.
Fakat adam ona anlamlı bir cevap vermedi. Adam gerçekten bunu
neden yaptığını ve neden yolculuğunda ona eşlik ettiğini ve yalnız
başına döndüğünü kendine sormamıştı.

135
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Belli bir sessizlik süresinden sonra adam soğuk bir şekilde cevap
verdi:
- Birincisi: Seni görmek, seninle oturmak ve sonrasında yaklaşık
üç aydan beri uçağa binmedim. Üçüncüsü: çünkü benim bu geceyle
bağlantım yoktu.
- Kadın şaşkınlıkla sordu: Sadece mi?
- Evet
- Kadın suskunluğu onu kavrayana kadar uzun süre sustu. Adam
kadının aklının uçup gittiğini düşündü.
Kadını bıraktı ve yirminci sigarasını yaktı. Adam sadece sigara iç-
miyordu. Adamın içi sigaradan daha çok yanıyordu.
Kadın elleriyle adamın ellerini tuttu. Küçük elleri ısındı.
- Adama dedi ki: Sigara içme yeter!
Bakışlarını burnuna, alnına ve yüzüne çevirdi ve tekrardan kesta-
ne rengi saç örgülerinin arasına başını gömmeyi temenni etti. Adam
onda kadınlık, şefkat ve hayatında kaybolan sıcaklığın kokusunu
hissetti.
İsteğini değiştirdi ve kadının kucağında ağlamak istiyordu.
- Dedi ki: Şeytanın üstün gelmesinin anlamını hatırlıyordu.
Kadın adama sordu: Bu konuşmanın anlamı nedir?
Adam cevapladı: Hiçbir şey, Bu sıradan, Unuttun mu?
X X X
Kadın kendisine sunulan akşam yemeğinden birkaç lokma yerken
adam sıcak Arap kahvesi içiyor ve tatlı hurma yiyordu. Aklına dönüş
uçağının vakti geldi ve saatine baktı. Uçağın kalkış saati yarım saat
geçmişti ve yakalayıp yakalamayacağını bilmiyordu. Kadına eşlik et-
tiği anları boşa harcamamak için sordu:
- Bu yazı nerede geçireceksin?
- Kadın cevap verdi: Belki Şam ya da Amerika veya burada. Adam
mutlulukla tamamladı: Keşke beraber bu yolculuk Amerika’ya olsaydı

136
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Kadına baktı ve adam içinden sık sık tekrar ediyordu: Emine.. Ne


kadar hırslı bir kadın!
Adamın içi sıkılıyordu. Sigarasını söndürdü. Biraz dinlendi ve başı-
nı koltuğa dayadı. Uçağın tavanına baktı ve uzun ve derin bir şekilde
nefes aldı.
- Adamda uykusuzluk, yorgunluk, hüzün ve elem bir aradaydı. Fa-
kat adam kendisiyle kavga ediyor ve kaç defa gözyaşları dökülmek
ve her insan gibi haklarını kullanmak için bağırmak üzereydi. Bazı
durumlarda bu davranışlarda bulunmanın doğal olduğundan şüphe-
leniyor. Bunun için gerektiği gibi gülmüyor ve diğer insanlarla ilişki-
lerini gerektiği gibi yerine getirmiyor. Aklında binlerce düşünce var
gibi kaşları olduğundan daha fazla çatıktı. Aklının sınırlarının dışına
çıkmasını istiyordu. Onunla mücadele ediyor ve ona karşı kendini
savunuyordu. Çok konuşmamasına rağmen düşünceleri durmuyor-
du.
Bir keresinde adama arkadaşının vefat haberi gelmişti. Çok yakın
arkadaşlığı yoktu ama bir veya iki kere onunla biraraya gelmişti.
Onu, çocuklarını ve eşini evine davet etmişti. Ölüm nedeni beyin
kanamasıydı. Haberi duyduğunda oturdu ve uzun süre olayın şaş-
kınlığını yaşadı. Yaşı gençti. Fakat buna karşın aklı hep toplumunun,
ülkesinin, halkının sonra Arap ve İslam dünyasının sorunlarındaydı.
Bunun açıklaması beyin kanaması mıdır?
Günlük hayatta çok fazlası akmasına rağmen insanın sonunun be-
yin kanaması olması ne kadar da zordur.
- Kadın nereye gitti?
- Tekrar candan sorusuyla baş başa kaldı. Adam pilot kemerlerinizi
bağlayın derken tüm bedeniyle kadına yöneldi. Kadın adama uzun
süre baktı ve kadının bakışları sıcaklık, şefkat ve kadınlık doluydu.
Adam tekrardan kadının kucağına yatıp hıçkırarak ağlamayı temen-
ni etti.
Kadın adama dedi ki: Tamam, Yolculuk bitti. Beni bırakıp kendi ba-
şına mı döneceksin?
Adam: Bu anlaşmamızdı.

137
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Kadın: Sorun değil, anlaşma yok, seni davet ediyorum.


Adam: Nasıl?
Kadın: İkinci kattaki pencereme atlamayı öğren.
Kadın veda hasretiyle yanıp tutuşmasına rağmen gülüştüler. Geliş
salonuna geldiler ve ayrıldılar.
Gidiş salonunda saat sabah biri gösteriyordu ve maalesef görevli
uçağının zamanında kalktığını sabah on iki buçuk seferini beklemesi
gerektiğini söyledi.
Caddeye döndü ve gözleri Sahr’ı aradı. Ancak arabasına binip ora-
dan ayrıldığını fark etti. En yakın kahvehaneye gidip orada birkaç
çay içip beklemeyi düşündü. Caddenin diğer tarafında bir otel gördü
ve oraya gitti. Kahve istedi ve misafirlere göz gezdirmeye başladı.
Gece ikinci defa uçağı ertelendi. Hayır olur inşallah. Yemek yemek
için otelin bahçesine çıktı. Sebze salatasıyla bir porsiyon karides
yedi. Koltuğunu kaybetme korkusuyla hızlıca gidiş salonuna yönel-
di. Fakat görevli onu güler yüzlülük, sessizlik ve soğukluk içinde
karşıladı ve dedi ki:
- Uçağın kalkış saati sabah saat beş buçuğa ertelendi.
Çok keyifsiz hissetti. Çünkü bu lanet uçağı bekleyemezdi. Belki de
geceyi gidip gelerek bir sonuç almadan geçirecekti. Otele gitmeyi,
yorgun vücudunu ve gergin sinirlerini yatağa atmak için bir oda is-
temeyi düşündü. Fakat ne yatak pijamaları ne de diş fırçası yanında
yoktu. Hatta üzerindeki elbiseden başka elbisesi yoktu. Ertesi gün
sabah on iki buçuk seferi için bir yer ayırttıktan sonra geldiği yere
geri döndü.
Otelde bir oda vardı ve odanın ışığı soluk sarıydı. Perdenin renkleri
ve yatak örtüsünün rengi solmuştu.
Soğuk bir duş aldıktan sonra yatağın üzerine uzandı. Fakat rahat
bir uyku olmadı. İki kere uyandı. Saat nerede olduğundan ve buraya
nasıl geldiğinden emin olmak için odanın ışığını açtı.
X X X
Otelin faturasını ödeyip ertesi gün caddeye çıktığında sıcaktan bu-

138
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

naldığını hissetti. Dişlerini fırçalamadı. Sert sakallarını tıraş etmedi.


Yenisi olmadığı için elbiselerini değiştiremedi.
Dördüncü defa görevli uçağının bir saat gecikeceğini bildirdi. Söy-
lediğini duymamış gibi görevlinin önünde uzun süre bekledi ve için-
den hayır dedi.
Uçak sonunda öğlen on iki buçukta kalkana kadar beklemekten
başka seçeneği yoktu. Çökmüş bir şekilde bedenini koltuğa koydu.
Yorgun ve endişeli bir şekilde yolculuğu, yolculuğun ona olan sıkın-
tısını ve havaalanında ona veda eden Sahr’ı düşünüyordu. Sonrasın-
da onunla buluşamayacağını düşündü.
Ona karşı tuhaf hissiyle hüzünlüydü. Hostes başında uçuş kartını
sormak için bekliyordu. Elini cebine attı ve eline Sahr’ın uçak yolcu-
luğundaki ilk beklemede hediye ettiği kalem çarptı. Kendi kendine
fısıldadı:
Görüyor musun uzun bekleyişinde ona ne hediye edeceğim?
Soğuk bir şekilde kalemi kabul etti!!

139
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Mîhâîl Nu’ayme
12 Ekim 1889 yılında Lübnan’da doğan yazar, kendi köyünde baş-
ladığı eğitimine, Rusya ve Amerika’da devam etti. Washington Üni-
versitesinden hukuk ve edebiyat diplomaları aldıktan sonra, Birinci
Dünya savaşının Patlak vermesiyle orduya katıldı ve Fransa’ya gön-
derildi. 1919 yılında terhis olduktan sonra Göç Edebiyatı’nın önemli
isimleri Cibrân Halîl Cibrân, İliyyâ Ebû Mâdî gibi isimlerle iletişim
kurarak birlikte dergi çıkardı.
Kısa hikâyelerinin yanı sıra, tiyatro dilinin problemlerini çözmeye
büyük katkı sağlayan eserler de kaleme aldı. 1998 yılında Lübnan’da
vefat eden yazarın bazı eserleri şunlardır: el-Âbâ ve’l-Benûn, el-Ğir-
bâl, el-Merâhil, Mirdâd, Kâne Mâ Kâne’dir.

140
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫سعادة البيك‬
‫‪Yazan: Mîhâîl Nu’ayme‬‬

‫كنــت مــع رفيــق لــي فــي مطعــم ســوري نتنـ�اول طعــام العشــاء‪ ،‬و كانــت‬
‫الســاعة بعــد التاســعة و المحــل قــد فــرغ مــن الزائرين‪.‬فجــاء صاحبــه و‬
‫جلــس معنــا ليســاعدنا بأقاصيصــه الغريبــ�ة علــى ازدراد مطبوخاتــه و‬
‫ّ‬
‫هضمهــا‪ .‬و هــو رجــل لطيــف المعشــر يتــودد إلين ـ�ا و يغالــي فــي إرضائن ـ�ا‬
‫ً‬ ‫ّ‬
‫ألننــ�ا عنــده مــن الزبائــن «المكفوليــن»‪ .‬فقــال رفيقــي لجليســنا ناظــرا‬
‫َإلــى ســاعته‪:‬‬
‫ّ‬
‫لقــد جئنـ�اك متأخريــن هــذه الليلــة يــا أبــا عســاف‪،‬و أخــاف أنــك تســتعد‬
‫ّ‬
‫لتقفــل مطعمــك و تعــود إلــى بيتــك فــا تت�أخــر مــن أجلنــا‪.‬‬
‫ّ‬ ‫ـماال و أقســم لنــا بحيــاة ّ‬ ‫ً‬ ‫ً‬ ‫ّ‬
‫عســاف أنــه‬ ‫فهــز أبــو عســاف برأســه يمينـ�ا و شـ‬
‫ً‬
‫يحســب الجلــوس معنــا شــرفا و انــه مــن أجــل خاطرنــا يفتــح مطعمــه‬
‫ّ‬ ‫ّ‬
‫حتــى نصــف الليــل ‪ ،‬و أنــه هــو المطعــم علــى «حســابن�ا»‪ .‬و أضــاف أنــه‬
‫ّ‬
‫قلمــا يقفــل بابــه قبــل الســاعة العاشــرة ألن «البيــك» ال يأتــي حتــى‬
‫الســاعة التاســعة و النصــف‪.‬‬

‫عســاف؟‬ ‫ـوية بفــم واحــد ‪ :‬مــن هــو «البيــك» يــا أبا ّ‬ ‫فبادرنــاه بالســؤال سـ ّ‬
‫ّ‬ ‫ّ‬
‫و كأنن ـ�ا بســؤالنا جدفنــا علــى األنبي ـ�اء و القديســين الذيــن يعبدهــم أبــو‬
‫ّ‬ ‫ّ‬ ‫ّ‬ ‫ّ‬
‫اإللهيــة أو قلنــا اننـ�ا وجدنــا فــي‬ ‫عســاف أكثــر مــن ربــه و أنكرنــا وجــود العــزة‬

‫‪141‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫أذنيـ�ه‪:‬‬
‫الشــورباء خنفســاء‪ .‬إذ جحــظ أبــو ّ‬
‫عســاف و قــال كمــن ال يصــدق‬
‫ًّ‬
‫أحقا ال تعرفان البيك أم أنتما تمزحان ؟ إذا من تعرفان ؟‬
‫ّ‬
‫يتغلــب أبــو ّ‬
‫عســاف علــى دهشــته مــن جهلنــا المطبــق‬ ‫و قبــل أن‬
‫ّ‬
‫إذا بالبــاب ينفتــح و يدخــل منــه رجــل طويــل القامــة منتصبهــا ضيــق‬
‫الكتفيــن مندلــق الكــرش ‪ ،‬طويــل اليديــن و األصابــع‪ .‬فــي يــده اليمنــى‬
‫عصــا كذنــب الكلــب ‪ .‬و فــي اليســرى جريــدة ّ‬
‫عربيـ�ة ‪ .‬و عليــه بذلــة نصفهــا‬
‫ّ‬
‫األســفل رمــادي و نصفهــا األعلــى نبــي و كلهــا قــد نهــش االســتعمال‬
‫ّ‬
‫أطرافهــا فتدلــت خيطانهــا بيــن طويــل و قصيــر ‪ّ .‬أمــا وجهــه فلــم َأر منــه‬
‫ألول و هلــة ســوى شــاربي�ه الكثيفيــن المالصقيــن لطــرف أذني ـ�ه ‪ ،‬و أنفــه‬ ‫ّ‬
‫ّ‬
‫المنتفــخ كالكــوز‪ ،‬و بشــرته الحــادة الســمرة‪.‬‬

‫و مشــى الزائــر بخطــوات ثابتــ�ة متث�اقلــة إلــى آخــر المطعــم‪ ،‬و هنــاك‬
‫ألقــى عصــاه و برنيطتــه علــى طــرف الطاولــة و جلــس يطالــع جريدتــه‪.‬‬
‫ّ ً‬ ‫ّ‬
‫مليــا إذ رأيــت فــي حركاتــه و لباســه ‪ .‬مــن الغرابــة مــا زاد‬ ‫فتفرســت فيــه‬
‫فــي شــوقي لــدرس مالمحــه‪ ،‬و مــن أغــرب مــا اســتلفت نظــري فيــه‬
‫شــكل رأســه الــذي يشــبه رأس الصنوبــر ‪ ،‬و حجــم أذنيــ�ه المســطحتين‬
‫الالصقتيــن بجمجمتــه كقطعتيــن مــن العجيــن ‪ ،‬و شــعره القصيــر الــذي‬
‫يبــ�دأ فــوق حاجبيــ�ه بقيراطيــن‪.‬‬

‫عســاف هــات لنــا كوســى مــع الــورق و كــروش بحمــص و حمــص‬ ‫يــا أبــو ّ‬
‫بطحينـ�ة ‪ ،‬و شــوية بطيــخ!‬

‫قــال زائرنــا ذلــك دون أن يرفــع عيني ـ�ه عــن الجريــدة بصــوت تعـ ّـود منــذ‬
‫ً‬ ‫نعومــة أظفــاره أن يأمــر و أن ال ُيــرد لــه أمــر ‪ .‬و كان أبــو ّ‬
‫عســاف مــذ رآه داخال‬

‫‪142‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ّ‬ ‫ّ‬ ‫ّ‬ ‫ّ‬


‫قــد أســرع إلــى المطبــخ فأعــد لــه بلحظــة كل مــا طلــب و قدمــه إليــه بــكل‬
‫جبــار مــن الجبابــرة أو ملــك‬‫هيبـ�ة و احتــرام دون أن يفــوه بكلمــة كأن زائــره ّ‬
‫ً‬ ‫مــن الملــوك‪ .‬و هكــذا بقــي أبــو ّ‬
‫عســاف يأتــي بصحــون و يأخــذ صحونــا إلــى‬
‫أن انتهــى الزائــر مــن أكلــه فنهــض و وضــع برنيطتــه علــى رأســه و أخــذ‬
‫عصــاه بيـ�د و جريدتــه بأخــرى و خــرج مثلمــا دخــل بخطواتــه ثابتـ�ة بطيئـ�ة‬
‫ً‬ ‫ً‬ ‫ّ‬
‫و دون أن يلتفــت يمنــة أو يســرة أو أن يدفــع ألبــي عســاف فلســا واحــدا‪.‬‬
‫ّ‬
‫إال هنيهــة حتــى عــاد أبــو ّ‬
‫عســاف إلينـ�ا يعتــذر عــن إحمالــه لنــا‬ ‫و مــا هــي‬
‫ّ‬
‫مــدة وجــود الزائــر الثالــث فــي المطعــم و ذلــك بلهجــة غريب ـ�ة كأنــه كان‬
‫أخــرس و انطلــق لســانه ‪ .‬و قبــل أن نب�ادلــه كلمــة واحــدة قــال‪:‬‬

‫هذا هو البيك ‪ .‬أرأيتماه ؟‬


‫فسألناه عن اسمه و شأنه فقال‪:‬‬

‫اســمه أســعد الدعــواق ‪ .‬و هــو مــن بلدتنــ�ا فــي لبنــ�ان و آخــر مشــايخ‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫بيــت الدعــواق الذيــن حكمــوا بلدتنـ�ا زمانــا طويــا ‪ ،‬فكانــوا مطلقــي اإلرادة‬
‫و كان أهــل البلــدة عندهــم كعبي ـ�د ال يملكــون مــن األرض التــي يحرثونهــا‬
‫ً‬
‫فتــرا ‪ .‬فجــار الدهــر عليهــم بعــد حيــن كمــا جــار علــى الكثيــر مــن األمــراء و‬
‫ً‬ ‫المشــايخ ســواهم ‪ .‬و حــدث ان البعــض ّ‬
‫ممــن كانــوا عندهــم قبــا مرابعين‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫هاجــر إلــى أميــركا و عــاد بالمــال فاشــترى قســما كبيــرا مــن األرض التــي‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫كانــت ملــكا لبيــت الدعــواق ‪ .‬و أخــذ هــذا البيــت ينقــرض جيــا بعــد جيــل‬
‫ّ‬ ‫ّ‬
‫حتــى لــم يبــق منــه إال الشــيخ أســعد و لــم يبــق للشــيخ أســعد مــن غــز‬
‫ّ‬
‫أجــداده إال اســم المشــيخة و ديــون ال تحصــى‪.‬‬

‫‪143‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ً‬
‫ثـ ّـم حــدث كذلــك أن واحــدا مــن أبنـ�اء البلــدة و مــن خــدام الشــيخ أســعد‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫ـابقا ّ‬
‫حصــل فــي أميــركا ثــروة كبيــرة فعــاد إلــى الوطــن و نبــى لــه قصــرا‬ ‫سـ‬
‫ً‬
‫فخمــا و ابتـ�اع لنفســه لقــب «بيــك» و أنتمــا تعلمــان كيــف كانــت تشــترى‬
‫و تبـ�اع هــذه األلقــاب عندنــا‪.‬‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫و كان الشــيخ أســعد حتــى ذاك الوقــت راضيــا بحالــه ‪ ،‬قانعــا بمــا قســم‬
‫ً ّ‬
‫لــه ‪ ،‬مكتفيــا بأنــه ال يــزال شــيخ البلــدة و وجيههــا دون معــارض أو مزاحــم ‪.‬‬
‫ّ‬
‫أمــا بعــد أن أصبــح فــي البلــدة بيــك فلــم يعــد يهنــأ للشــيخ مقــام‪.‬‬

‫و كيــف يقبــل ابــن الدعــواق علــى نفســه أن يكــون فــي بلدتــه مــن هــو‬
‫أرفــع منــه رتب ـ�ة؟‬
‫ّ‬ ‫ّ‬
‫األنكــى مــن ذلــك كلــه أن يكــون هــذا البيــك مــن بعــض خــدام الشــيخ‬
‫ً‬
‫ســابقا‪ .‬المــوت و ال الصبــر علــى هــذه اإلهانــة ! فانقلــب الشــيخ بغتــة‬
‫ـدا ّ‬ ‫ً‬
‫خفيــة اختلســته و جــاءت بســواه ‪ .‬فلــم يعــد يــزور الكنيســة و كان‬ ‫كأن يـ‬
‫ال يفوتــه أحــد و ال عيــد ‪ .‬و حتــم علــى زوجتــه أن ال تخــرج مــن البيــت ‪ .‬و‬
‫ســحب أوالده مــن المدرســة و أقفــل أبــواب بيت ـ�ه للنــاس فلــم يعــد يقبــل‬
‫ً‬
‫زائــرا‪.‬‬

‫و صــار إذا مشــى فــي الشــارع ال ينظــر يمنــة و ال يســرة ‪ .‬و إذا ألقــى‬
‫ً‬ ‫ّ‬
‫عليــه العابــرون الســام ال يــرد لهــم ســاما ‪ .‬و إذا اتفــق و التقــى بالبيــك‬
‫فــي الطريــق شــمخ بأنفــه و فتــل شــاربي�ه و بــرم عصــاه فــي يــده و تنحنــح و‬
‫تفــل علــى األرض كمــن يتفــل علــى الشــيطان‪.‬‬

‫فحــار أهــل البلــدة فــي أمــره و كثــرت أقاويلهــم و تآويلهــم ‪ .‬فمنهــم مــن‬
‫ّ‬
‫قــال إن الشــيخ فقــد عقلــه ألن كل خطايــا بيــت الدعــواق و مظالمهــم قــد‬

‫‪144‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ّ‬ ‫ّ‬
‫تعلقــت بعنقــه كحجــر رحــى‪ .‬و منهــم مــن قــال إنــه لــم يعــد يقــوى علــى‬
‫كل عـ ّـز أجــداده و امحــى ‪ .‬و منهــم مــن ّ‬‫ّ‬ ‫ّ‬
‫ظن‬ ‫معاشــرة النــاس بعــد أن تقلــص‬
‫أن الشــيخ صــار يخجــل مــن مقابلــة النــاس لكثــرة مــا عليــه مــن الديــون‪،‬‬
‫ّ‬
‫و انــه ال يقبــل الزائريــن إذ ليــس عنــده مــا يقدمــه إليهــم مــن واجبــات‬
‫الحفــاوة و إكــرام الضيــف‪.‬‬

‫و هكــذا بقيــت البلــدة فــي قيــل و قــال إلــى أن شــاع الخبــر عــن أن‬
‫ً‬
‫الشــيخ قــد اختطفتــه جنيـ�ة ‪ ،‬إذ مـ ّـر نحــو أســبوع و لــم يـ َـر لــه أحــد وجهــا ‪.‬‬
‫فقامــت البلــدة و قعــدت و اجتمــع الشــيوخ برئاســة الكاهــن لينظــروا فــي‬
‫هــذه المســألة الخطيــرة و يــروا كيــف يخلصــون الشــيخ مــن يــد الجني ـ�ة‬
‫يتخلصــون مــن ّ‬‫ّ‬
‫بقيــة نســل الشــيخ ليــدرأوا عــن البلــدة خطــر‬ ‫أو كيــف‬
‫الجــان‪ .‬و بينمــا هــم فــي أخــذ ورد و قــد اســتحوذ عليهــم الذعــر و الكاهــن‬
‫يبيــن لهــم أن مــن الضــرورة أن يدخلــوا بيــت الشــيخ بالقــوة ليرشــوه بالماء‬
‫ً‬
‫المقــدس و أن يبعــدوا أوالده و زوجتــه عــن البلــدة خوفــا مــن أن تمتــد‬
‫ّ‬
‫بواســطتهم ســلطة الجــان علــى البلــدة كلهــا ‪ ،‬إذا بالشــيخ يدخــل عليهــم‬
‫هبــوا كرجــل واحــد‬‫فجــأة ‪ .‬فجمــدوا لحظــة كالمسـ ّـمرين فــي أماكنهــم ‪ .‬ثـ ّـم ّ‬
‫واقفيــن‪ .‬و هكــذا وقفــوا بضــع دقائــق كاألصنــام دون أن يحــرك أحدهــم‬
‫ً‬
‫شــفة ‪ ،‬و الرعــب قــد أخــذ منهــم كل مأخــذ ‪ .‬و أخيــرا تجــرأ الكاهــن فقــال‬
‫بصــوت مرتجــف بعــد أن رســم عالمــة الصليــب علــى وجهــه‪:‬‬
‫ً‬ ‫ً‬ ‫ً‬ ‫ً‬
‫أهال و سهال‪ ،‬أهال و سهال بالشيخ أسعد!‬
‫ً‬
‫فقاطعه الشيخ مفتال شاربي�ه‪:‬‬

‫ســعادتلو أســعد بــك الدعــواق يــا بونــا ‪ ،‬ســعادتلو أســعد بــك ‪.‬الشــيخ‬

‫‪145‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫أســعد مــات و قــام اليــوم مكانــه ســعادتلو أســعد بــك!‬


‫ً‬
‫بقــي جــرس الكنيســة يقــرع تلــك الليلــة نحــو الســاعة مبشــرا الســكان‬
‫بــأن شــيخهم قــد أصبــح «بيــك»‪ .‬و انتشــر الخبــر كالبــرق فــي البلــدة أن‬
‫ّ‬
‫الشــيخ أســعد قــد غــاب كل تلــك المــدة إذ دعــاه المتصـ ّـرف إليــه ليعلنــه‬
‫ّ‬
‫البكويــة ‪ .‬فقامــت البلــدة تحــرق مــا عندهــا مــن البتــرول و‬ ‫حصولــه علــى‬
‫ّ‬
‫الهشــيم ‪ ،‬و قــام «الدبــك» و دار التهليــل «يــا بيكنــا !» و آلخــر مــرة فــي‬
‫تاريــخ بيــت الدعــواق عــادت دارهــم فاكتظــت بالجماهيــر ‪ ،‬و عــادت‬
‫األنــوار تتــلأأل مــن شــرفاتها ‪ ،‬و عــاد الشــبان و الفتيـ�ات فأحاطــوا بهــا بيــن‬
‫ّ‬ ‫ّ‬
‫مهلليــن و منشــدين و مزغرديــن و الــكل معتقــد أن عــز بيــت الدعــواق قــد‬
‫ّ‬ ‫ّ‬ ‫ّ‬
‫أخــذ يتجــدد و ربمــا فــاق عــز األجيــال الســالفة‪.‬‬
‫ّ‬
‫و كان ّأول مــا فعلــه الشــيخ أســعد بعــد أن أصبــح «ســعادتلو» أنــه‬
‫ّ‬
‫أطلــق ســراح امرأتــه و أعــاد أوالده إلــى المدرســة بعــد أن أوصــى المعلــم‬
‫ّ‬ ‫ّ‬
‫أن يجلســهم فــي رأس الصــف ألنهــم أوالد «البيــك» و أال يخطــر لــه ببـ�ال‬
‫ً‬
‫أن يجلــس أوالد «البيــك» اآلخــر فوقهــم ‪ ،‬و عــاد فأبــرم صلحــا مــع هللا و‬
‫ّ‬
‫جــدد زياراتــه للكنيســة‪.‬‬
‫ً‬ ‫ّ‬
‫و مــن شــدة غيرتــه علــى شــرف رتبتــ�ه الجديــدة رفــض كتابــا جــاءه‬
‫بعنــوان‪« :‬رفعتلــو أســعد بــك الدعــواق» و مــن ذلــك الحيــن أنــذر مأمــور‬
‫ً‬ ‫ّ‬ ‫ً‬ ‫ّ‬
‫البريــد فــي القريــة أنــه ال يقبــل كتابــا باســمه إال إذا كان معنونــا «ســعادتلو‬
‫أســعد بــك »‪.‬‬

‫ّأمــا زوجتــه فلــم يعــد يشــير إليهــا أمــام النــاس باســمها و ال باســم بكرهــا‬
‫‪ ،‬بــل بلقــب «البيكــة» فيقــول ‪« :‬البيكــة فــي البيــت» و «البيكــة ال‬

‫‪146‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ً‬
‫تســتقبل اليــوم ضيوفــا» و يمتعــض إذا ذكرهــا أحــد أمامــه و لــم يذكــر‬
‫لقبهــا‪.‬‬
‫ً‬ ‫و هنــا يجــب أن أرجــع بكمــا إلــى البيــك ّ‬
‫األول ‪ ،‬ذاك الــذي كان خادمــا‬
‫عنــد الشــيخ أســعد و هاجــر و حصــل علــى ثــروة و عــاد و ابت ـ�اع لقــب بــك‬
‫قبــل أن ين�الــه الشــيخ ‪ .‬هــذا الرجــل و اســمه «روكــس نصــور» كانــت‬
‫فــي قلبــه ضغين ـ�ة ضــد الشــيخ إذ كان قــد طلــب منــه يــد ابنت ـ�ه فاشــتعل‬
‫ّ‬ ‫ّ‬ ‫ً‬
‫الشــيخ غيظــا و طــرده مــن بيتـ�ه و أمــره أال يعــود و يطــأ عتبتـ�ه و أال ينســى‬
‫ً‬ ‫ّ‬
‫أنــه كان خادمــا ‪ ،‬و كيــف للخــدام أن يجســروا علــى طلــب بن ـ�ات األســياد‬
‫؟ فخــرج روكــس نصــور مــن عنــد الشــيخ و قــد أضمــر لــه الســوء ‪ .‬فــرأى‬
‫حساســة مــن حياتــه أال و هــو اعتــزازه‬ ‫أن يطعنــه طعنــة نجــاء فــي نقطــة ّ‬
‫ً‬ ‫ّ‬ ‫ّ‬ ‫ّ‬
‫بأجــداده و فخــره بأنــه ال يــزال فــي مقدمــة كل أهــل البلــدة رتبـ�ة و مقامــا‪.‬‬
‫ّ‬
‫فــراح و ابت ـ�اع لذاتــه لقــب بــك و ظـ ّـن أنــه قــد ســحق خصمــه إلــى األبــد ‪.‬‬
‫ّ‬ ‫ّ‬
‫المتصرفيــة و‬ ‫غيــر أنــه مــا طــال أن شــاع خبــر الشــيخ و ســفرته إلــى مركــز‬
‫ّ‬
‫البكويــة ‪ .‬فمــا الحيلــة بعــد ذلــك ؟‬ ‫رجوعــه مــن هنــاك مــع‬
‫بقــي روكــس نصــور يبحــث عــن وســيلة لالنتقــام مــن خصمــه إلــى أن‬
‫ً‬
‫خطــر لــه يومــا فكــر جديــد و هــو ‪ :‬مــن أيــن جــاء الشــيخ بالمــال ليشــتري‬
‫ّ‬ ‫ّ‬ ‫ّ‬
‫البكويــة و روكــس يعــرف أنــه يــأكل بالديــن و يشــرب بالديــن و أنــه قــد‬
‫ّ‬
‫رهــن مــن زمــان كل مــا فوقــه و تحتــه ؟‬
‫ّ‬
‫المتصرفيــة و هنــاك بحث و اســتقصى فلم‬ ‫و هــذا الفكــر قــاده إلــى مركــز‬
‫يجــد مــن يعــرف الشــيخ و ال مــن ســمع بــه ‪ ،‬و أكــد مــن بين ـ�ات كثيــرة أن‬
‫ً‬ ‫المتصرفيــة و ال نــال ّ‬
‫ّ‬
‫بكويــة ‪ ،‬بــل اختلــق ذاك اختالقــا‬ ‫الشــيخ ال زار مركــز‬

‫‪147‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ّ‬
‫ليحــارب خصمــه بســاحه‪ .‬و انطلــت الحيلــة علــى أهــل البلــدة ألنهــم‬
‫ّ‬
‫ســذج و ألن اســم الدعــواق عندهــم يعنــي القــوة و الســؤدد و العظمــة‪.‬‬

‫مــا عــاد روكــس نصــور باكتشــافه الجديــد حتــى انتشــر الخبــر بلمحــة‬
‫طــرف مــن بيــت إلــى بيــت عــن ان «ســعادتلو أســعد بــك الدعــواق» لــم‬
‫ّ‬
‫يكــن ســعادتلو علــى اإلطــاق ‪ ،‬و أنــه ال يــزال الشــيخ أســعد «حــاف»‪ .‬و‬
‫فــي ذلــك اليــوم عين ـ�ه غــادر الشــيخ البلــدة و انقطعــت أخبــاره‪.‬‬
‫ً‬
‫و راح زمــان و جــاء زمــان ‪ .‬و هاجــرت أنــا إلــى أميــركا و فتحــت مطعمــا فــي‬
‫نيويــورك ‪ .‬و حــدث ذات ليلــة أن ســمعت ثالثــة مــن زبائنــي يتحدثــون عن‬
‫ّ‬ ‫ّ‬
‫عموميــة بعيــدة‬ ‫«ســعادة البيــك» فقــال واحــد منهــم انــه رآه فــي حديقــة‬
‫ّ‬ ‫عــن المنطقــة السـ ّ‬
‫ـورية يمســح أحذيــة ‪ .‬و قــال آخــر انــه يبيــع جرائــد فــي‬
‫ّ‬
‫الشــارع ‪ .‬و قــال ثالــث انــه وجــده ليلــة فــي محطــة مــن محطــات قطــار‬
‫ً‬
‫النفــق نائمــا علــى مقعــد مــن المقاعــد هنــاك ‪ .‬فســألتهم مــن هــو ذاك‬
‫ّ‬
‫«البيــك» الــذي يتحدثــون عنــه ‪ .‬فقالــوا إنــه ســوري يدعــو نفســه أســعد‬
‫ّ‬
‫بــك الدعــواق و يقاتــل كل مــن يجســر أن يدعــوه باســمه دون لقبــه ‪ .‬فلــم‬
‫َ‬
‫يبــق عنــدي شــك أن الشــيخ أســعد فــي نيويــورك ‪ .‬و أصبحــت فــي شــوق‬
‫ً‬ ‫ّ‬ ‫ّ‬
‫أللتقــي بــه ‪ .‬و مــا هــي إال بضعــة أيــام حتــى رأيتـ�ه داخــا مــن تلقــاء نفســه‪.‬‬

‫جــاء فــي ليلــة لــم يكــن عنــدي فيهــا أحــد ‪ .‬و كانــت الســاعة نحو التاســعة‬
‫ّ‬
‫و النصــف ‪ .‬فعرفتــه للحــال و عرفــت أنــه عرفنــي و أســرعت لمصافحتــه و‬
‫ً‬
‫الســام عليــه ‪ .‬فلــم يمــد إلـ ّـي يــدا و ال ســألني عــن حالــي ‪ .‬ال حيــا هللا و‬
‫ً‬ ‫ً‬ ‫ّ‬
‫ال ســلم هللا ‪ .‬و لمــا زلــق لســاني و قلــت لــه أهــا و ســهال بالشــيخ أســعد‬
‫ً‬
‫ـزرا و كاد يأكلنــي بعيني ـ�ه و قــال ‪« :‬أســعد بــك يــا بــو ّ‬
‫عســاف !‬ ‫رمقنــي شـ‬

‫‪148‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ً‬ ‫ً‬
‫أســعد بــك !» و ســار تـ ّـوا إلــى طاولــة و جلــس و طلــب طعامــا فقدمــت‬
‫ّ‬ ‫ّ‬ ‫ً‬ ‫ّ‬
‫إليــه كل مــا طلــب و أكثــر و حاولــت مــرارا أن أحدثــه فلــم يحدثنــي ‪ .‬و‬
‫عســاف»‬ ‫عندمــا أكل و شــبع قــام و قــال ‪« :‬قيدهــم علــى الحســاب يــا بــو ّ‬
‫و انصــرف‪.‬‬

‫لقــد مـ ّـر علــى تلــك الحادثــة نحــو الســبع الســنين ‪ ،‬و هــو من ذلــك الحين‬
‫ّ‬
‫ألول مـ ّـرة و‬ ‫كل ليلــة فــي عيــن الســاعة التــي زارنــي فيهــا ّ‬ ‫ال يــزال يزورنــي‬
‫علــى الحالــة عينهــا ‪ .‬يأتــي مثلمــا رأيتمــاه الليلــة ‪ :‬بي ـ�ده عصــاه و جريــدة‬
‫ّ‬ ‫ّ‬
‫يتظاهــر أنــه يطالعهــا و أنــا أعــرف أنــه ال يحســن القــراءة و ال الكتابــة ‪ .‬ثـ ّـم‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫يــأكل و ينصــرف و ال يدفــع فلســا و أنــا أقــول ‪« :‬صحتيــن و إكرامــا لوجــه‬
‫هللا»‪.‬‬
‫ّ‬
‫فقلبــي ال يطيعنــي أن أكســر خاطــره ‪ .‬حــرام ‪ .‬مــا هــو إال مــن بيــت‬
‫ً‬
‫الدعــواق‪ .‬و قــد عرضــت عليــه مــاال غير مـ ّـرة فلم يقبــل و ال بارة ‪ .‬مســكين!‬
‫ّ‬ ‫ّ‬
‫و تنهد محدثن�ا تنهدة خرجت من أعماق قلبه‪.‬‬

‫‪149‬‬
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

150
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Bey Hazretleri
Tercüme: Gürkan DAĞBAŞI
Arkadaşımla beraber akşam yemeği yemek için bir Suriye lokanta-
sındaydık ve saat dokuzu biraz geçmişti. Lokanta neredeyse boştu,
derken lokanta sahibi geldi ve garip hikâyeleriyle pişirdiklerini haz-
metmemize yardımcı olmak için yanımıza oturdu. Hoş sohbet bir
adamdı, bize karşı saygılıydı, bizi memnun etmek için elinden geleni
yapmaya çalışıyor hatta bazen bu durumu abartıyordu bile çünkü
biz onun devamlı müşterileriydik. Arkadaşım saatine baktı ve şöyle
dedi:
- “ Ey Ebâ Assâf, bu gece geç geldik, sanıyorum dükkânını kapatıp
evine dönmeye hazırlanıyordun, bizim yüzümüzden geç kalma”.
Ebû Assâf başını sağa sola salladı ve oğlu Assâf’ın hayatı üstüne
yemin ederek bizimle oturmaktan şeref duyduğunu, bizim hatırımı-
za lokantayı gece yarısına kadar açık tuttuğunu, lokantanın bizim
olduğunu söyledikten sonra nadiren saat 10’dan önce kapattığını
“Bey’in” saat dokuz buçuktan evvel gelmediğini sözlerine ekledi.
Sanki arkadaşımla önceden sözleşmiş gibi O’na tek bir ağızdan sor-
duk:
-“Bey” kim ey Ebâ Assâf ?
Sanki peygamberlere, evliyalara küfretmişiz, Allah’ın izzetini,
uluhiyetini inkar etmişiz ya da yemekte bok böceği bulduğumuzu
söylemişiz gibi sorumuz Ebû Assâf’ı şaşırtmıştı, gözleri dışarı fırladı,
kulaklarına inanamayan biri edasıyla sordu:
“ Gerçekten “Bey’i” tanımıyor musunuz yoksa benimle dalga mı
geçiyorsunuz? ”
Ebû Assâf cehaletimizden kaynaklanan şaşkınlığından kurtulama-
mıştı ki kapı açıldı ve içeri uzun boylu, dik yapılı, dar omuzlu, koca

151
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

göbekli, uzun elli ve parmaklı biri girdi. Sağ elinde köpek kuyruğu
gibi bir baston, sol elinde bir Arap gazetesi vardı. Üzerindeki takım
elbisenin alt kısmı gri, diğer yarısı kahverengiydi, kullanılmaktan es-
kimiş, her tarafından uzunlu kısalı ipler sarkıyordu. Yüzüne gelince
ise ilk bakışta sık bıyıkları, kafasına yapışık kulakları, balkabağı gibi
şişkin burnu ve koyu esmer teninden başka bir şey gözükmüyordu.
Bey, ağır adımlarla lokantanın sonuna doğru yürüdü, bastonunu
ve fötr şapkasını masanın bir kenarına bıraktı ve gazetesini okuyarak
oturdu. Kısa bir süre O’nu inceledim, hareketlerindeki ve elbisele-
rindeki garipliği görünce merakım arttı. Bana tuhaf gelen, dikkatimi
çeken çam kozalağına benzeyen kafası, iki parça hamur gibi kafata-
sına yapışmış kulaklarının büyüklüğü, kaşlarının hemen üstünden
başlayan kısa saçlarıydı.
-“Ey Ebâ Assâf bana yaprak sarması, nohutlu işkembe, tahinli hu-
mus ve biraz karpuz getir!”
Bey, bütün bunları gözlerini gazeteden kaldırmadan, küçüklükten
kalma emredici ve kendisine cevap verilemeyen bir tonda söyledi,
Ebû Assâf ise Bey’in içeri girdiğini gördüğü an hızlıca mutfağa gitti,
göz açıp kapayıncaya dek istenilenleri hazırladı, büyük bir saygıyla
tek kelime etmeden, sanki karşısında zorbalar zorbası ya da krallar
kralı birisi varmış gibi yemekleri verdi. Ebû Assâf, kah tabakları ge-
tirdi, kah tabakları aldı ta ki Bey, yemeğini bitirene kadar. Az sonra
Bey kalktı, şapkasını başına koydu, bir eline bastonunu diğer eline
gazetesini aldı, sağa sola bakmadan, Ebû Assâf’a tek bir kuruş öde-
meden lokantaya girdiği gibi ağır, sabit adımlarla çıktı.
Bir dakika bile geçmemişti ki Ebû Assâf yanımıza geldi ve bizi ih-
mal ettiği için özür diledi. Bunu söylerken sanki dilsizmiş da dili yeni
çözülmüş gibi garip bir şiveyle konuşuyordu. O’na daha tek kelime
bile etmemiştik ki :
-“İşte O, Bey, gördünüz mü?” dedi.

Ebû Assâf’a, Bey’in adını ve işini sorduk başladı anlatmaya :


Adı Es’ad ed-Da’vâk, Lübnan’da bizim yöremizden, uzun zaman
yöremize hükmeden ed-Dâ’vak ailesinin ileri gelenlerinin sonuncu-

152
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

larından. Bölgemizin mutlak hakimleriydiler, bölge haklı onların kö-


leleri gibiydi, ektikleri yerde bir karış toprakları bile yoktu. Bir süre
sonra bir çok prense, şeyhe ve diğerlerine yaptığı gibi zaman onları
da yok etti. Ve öyle bir zaman geldi ki ed-Da’vâkların nezdinde köle
olanların bazıları Amerika’ya göç etti ve bir süre sonra çok parayla
dönüp ed-Da’vâkların sahibi oldukları toprakların büyük bölümünü
satın aldılar. “ Bu hane, nesilden nesile yok olmaya başladı ve geri-
ye Şeyh Es’ad”dan başka kimse kalmadı. Şeyh Es’ad’a da atalarının
şanı, şerefi ve ismi dışında bir şey kalmadı.
Bizim yöre sakinlerinden ve Şeyh Es’ad’ın hizmetçilerinden biri
Amerika’da servet edindi ve memlekete döndü. Kendine devasa bir
saray yaptırdı, “Bey” unvanını satın aldı. Bu unvanların bizim ora-
larda nasıl alınıp satıldığını bilirsiniz.
O vakte kadar Şeyh Es’ad halinden memnundu, kısmetine razıy-
dı, hala yörenin Şeyh’i, kimsenin kendisine itiraz etmediği bölgenin
önde geleniydi, ama yöreye yeni bir “Bey” gelince artık Şeyh’in ma-
kamı kalmadı.
Nasıl olurdu, nasıl kabul edebilirdi yörede İbn ed-Da’vâk’tan, ken-
dinden rütbece daha büyük biri olmasını. En kötüsü de bu “Bey”,
Şeyh’in eski hizmetçilerinden biriydi. Ölüm bile bu durumdan daha
iyiydi. Şeyh birden ortadan kayboldu, sanki gizli bir el O’nu alıp gö-
türmüştü. Bayram ve Pazar günleri bile kiliseye gitmiyordu. Karısına
dışarıya çıkmayacağına dair yemin ettirmişti, çocuklarını okuldan
aldı, evinin kapılarını insanlara kapattı, artık ziyaretçilerini bile ka-
bul etmiyordu.
Yolda yürürken sağa sola bakmaz olmuştu. Birisi selam verdiğinde
onlara karşılık vermiyordu. Ola ki Bey’le karşılaştı, burun kıvırıyor,
bıyıklarını büküyor, elindeki bastonu sallıyor, “öhü öhü” diyerek
sanki şeytana tükürüyormuşçasına yere tükürüyordu.
Yöre halkı bu duruma şaşırıp kalmıştı, yorumlar, dedikodular aldı
başını gitti. Bazıları Şeyh’in aklını kaçırdığını çünkü ed-Da’vâkların
tüm hatalarının zulümlerinin bir değirmen taşı gibi Şeyh’in boynuna
asıldığını söylerken, bazıları tüm izzet ve şerefini kaybettikten son-
ra insanların yüzüne bakacak gücü kalmadığını düşünüyordu. Diğer
bir söylenti ise Şeyh’in bir sürü borçtan dolayı, ziyaretçilerine ikram-

153
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

da bulunacak, misafirperverliğini gösterecek hiçbir malı mülkü ol-


madığından dolayı insanlardan utandığıydı.
Tartışmalar devam ederken, yöre halkının içini bir korku sardı.
Beldenin kahini, kutsal suyu Şeyh’in evine serpmenin, karısını ve
çocuklarını tüm yöreyi cinler sarmasın diye evden uzaklaştırmanın
kaçınılmaz olduğunu anlatıyordu ki içeriye birden Şeyh girdi. Bir an
çivilenmiş gibi donup kaldılar, sonra tek vücut gibi Şeyh’in etrafını
sardılar, kıllarını bile kıpırdatmadan birkaç dakika put gibi durdular.
Her tarafı büyük bir korku sarmıştı. Sonunda kahin cesaretini topla-
dı, ıstavroz çıkardıktan sonra titrek bir sesle şöyle dedi:
-“Hoş geldiniz, hoş geldiniz Şeyh Es’ad”
Şeyh bıyıklarını bükerek kahinin sözünü kesti.
-“ Es’ad Bey Hazretleri, Es’ad Bey Hazretleri…Şeyh Es’ad öldü ve
bugün yerine Es’ad Bey Hazretleri geldi”.
O gece kilisenin çanı, yöre halkına Şeyhlerinin “Bey Hazretleri”
olduğunu müjdelemek için yaklaşık bir saat çaldı. Şeyhin kayboldu-
ğu süre zarfında vali tarafından çağrılıp kendisine “Bey Hazretleri”
ünvanı verildiği haberi yıldırım gibi tüm yöreye yayıldı. Kutlamalar
yapıldı, ateşler yakıldı, yöresel oyunlar oynandı, halk “Beyimiz, Be-
yimiz” diye bağırdı durdu. Ed-Da’vâk ailesi tarihinde bir kez daha
evleri göstericilerle doldu taştı, ışıklar parlıyordu, gençler şarkılar
söyleyerek, zılgıtlar çekerek evin etrafını sarmıştı, herkes Ed-Da’vâk
hanesinin tekrar eski günlerine döneceğini belki de atalarının izzeti-
ni aşacağını düşünüyordu.
Şey Es’ad’ın, Bey Hazretleri olduktan sonra yaptığı şey karısının
evden çıkma yasağını kaldırmak ve çocuklarını okula göndermek
oldu. Öğretmene çocuklarını sınıfta en ön oturtmasının tembihle-
mişti ne de olsa “Bey Hazretlerinin” çocuklarıydılar. Ayrıca diğer
Bey’in çocuklarını kendi çocuklarının önüne oturtmamasını da ha-
tırlatmaktan geri kalmamıştı. Allah’la barıştı, kiliseye tekrar gitme-
ye başladı. Aldığı rütbenin kibri o kadar çoktu ki, kendisine “Es’ad
Beyefendi” diye gelen mektubu kabul etmeyip, köyün postacısını
uyararak “Es’ad Bey Hazretleri” hitabıyla gelmeyen hiçbir mektubu
kabul etmeyeceği söylemişti. Beyin karısına gelince ise, insanların
önünde kocasına ne adıyla ne de ilk çocuğunun adıyla hitap ediyor-

154
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

du aksine “Bey Hazretleri” diyordu. “Bey Hazretleri evde, Bey Haz-


retleri bugün konuk kabul etmeyecek”…Bey Hazretleri ise, her hangi
biri ona unvanıyla hitap etmeyince sinirden köpürüyordu.
Şimdi de biraz ilk Bey’e dönelim. Şeyh Es’ad’ın yanında çalışan bir
hizmetkardı, Amerika’ya gitti ve orada servet edindi. Döndüğünde
Şeyh’ten önce , “Bey” unvanının satın aldı. Adı Ravkas Nasûr idi.
Şeyh’e karşı kalbinde kin vardı çünkü Şeyh’in kızını istemişti. Bunu
duyan Şeyh çok öfkelendi, O’nu kovdu, bir daha eşiğine bile adım at-
mamasını emretti, nasıl olurdu da bir hizmetçi olduğunu unuturdu,
ne haddine, nasıl efendilerinin kızını isterdi?
Ravkas Nasûr, Şeyh’in yanından ayrılırken O’na kötülük yapmayı
kafasına koymuştu, unutamayacağı bir darbe vuracaktı hem de en
hassas noktasından…
Şeyh atalarıyla övünüyordu, hala yörenin en önde geleniydi.
Nasûr, gitti ve kendine “Bey” unvanı satın aldı ve böylece hasmını
ilelebet küçük düşüreceğini sandı. Ancak çok geçmeden Şeyh’in vi-
layet merkezine gidip oradan “Bey Hazretleri” unvanı aldığı haberi
yayıldı. Bundan sonra elden ne gelirdi?
Ravkas Nasûr, hasmından intikam almanın başka yolarını aramaya
başlamıştı ki bir gün aklına şu soru geldi: Şeyh, “Bey Hazretleri” un-
vanı alacak parayı nerden bulmuştu? Ravkas biliyordu ki Şeyh borç-
la yatıp borçla kalkıyordu, elinde avucunda ne varsa rehin vermişti.
Bütün bu düşünceler vilayet merkezine gitmesine sebep oldu. Sor-
du soruşturdu fakat Şeyhi tanıyan, duyan kimseyi bulamadı. Şeyh
ne vilayet merkezine gitmişti ne de “Bey Hazretleri” unvanı almıştı,
hasmını kendi silahıyla vurmak için “Bey Hazretleri” unvanı aldığı-
nı uydurmuştu. Yöre halkı hileye kanmıştı çünkü ed-Da’vâk demek
güç, hakimiyet, yücelik demekti.
Ravkas Nasûr, döner dönmez haber göz açıp kapanıncaya kadar
evden eve yayıldı, Es’ad Bey Hazretlerinin kesinlikle “Bey Hazret-
leri” olmadığı, hala Şeyh Es’ad olduğu ortaya çıktı. Aynı gün Şeyh
yöreden ayrıldı, bir daha da haber alınamadı.
Gel zaman git zaman ben Amerika’ya göç ettim, New York’ta bir lo-
kanta açtım. Bir gece üç müşterimizin “Bey Hazretlerinden” bahset-

155
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

tiğini işittim. İçlerinden biri O’nu Suriye mahallesine uzak bir parkta
gördüğünü söyledi. Diğeri caddede gazete sattığını söylerken, üçün-
cü kişi, bir gece metro durağındaki koltuklarda uyurken gördüğünü
anlattı. Onlara bahsettikleri bu beyin kim olduğunu sorduğumda
şöyle dediler:
“Kendisine Es’ad ed-Da’vâk Bey Hazretleri diyor, kim ona sadece
adını söyleme cesaretinde bulunuyorsa kavga ediyor”.
Artık Şeyh Es’ad’ın New York’ta olduğuna dair hiçbir şüphem kal-
mamıştı, onu görme arzum artmıştı. Birkaç gün geçmemişti ki lokan-
taya girdiğini gördüm. Kimsenin olmadığı bir gece geldi. Saat yakla-
şık dokuz buçuktu. Onu hemen tanıdım, O da beni. Tokalaşmak ve
selamlaşmak için hızlıca yanına gittim, elini bana uzatmadı, hatırımı
da sormadı, sadece merhaba dedi. Dilim sürçüp hoş geldiniz Şeyh
Es’ad dedim. Göz ucuyla, neredeyse beni yiyecekmiş gibi baktı ve “
Bey Hazretleri, ey Ebâ Assâf, Bey Hazretleri” dedi. Masaya oturdu ve
yemek istedi. İstediklerini getirdim ve defalarca konuşmak istedim
fakat benimle konuşmadı, yemeğini yiyip doyunca kalktı ve “Hesa-
bıma yaz ey Ebâ Assâf “diyerek ayrıldı.
Bu olay yaklaşık yedi yıl önceydi. O günden beri, her gece aynı sa-
atte, Onu gördüğüm ilk haliyle gelir, elinde baston ve gazete, sanki
okuyormuş gibi oysa ben okuma ve yazmasının iyi olmadığını bili-
yorum. Yemeğini yer, bir kuruş bile ödemeden gider, bense Allah rı-
zası için ona ikramda bulunur, afiyet olsun derim. Kalbim hatırasını
kırmaya razı olmaz, asla. Ne de olsa ed-Da’vâk sülalesinden. Birkaç
kez para vermeyi teklif etim ama mümkün mü? Dedikten sonra Ebu
Assâf kalbinin derinliklerinden gelen bir of çekti.

156
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫الرواية التمثيلية‬
‫ومسألة اللغات‬
‫‪Yazan: Mihâil Nu’ayme‬‬

‫أكبــر عقبــة صادفتهــا فــي تأليــف ’اآلبــاء والبنيــن‘ هــي اللغــة العاميــة‬
‫والمقــام الــذي يجــب أن تعطــاه فــي مثــل هــذه الروايــات‪ .‬فــي عرفــي –‬
‫وأظــن للكثيريــن يوافقوننــي علــى ذلــك – إن أشــخاص الروايــة يجــب أن‬
‫يخاطبونــا باللغــة التــي تعــودوا أن يعبــروا بهــا عــن عواطفهــم وأفكارهــم‪،‬‬
‫وإن الكاتــب الــذي يحــاول أن يجعــل فالحــا أميــا يتكلــم بلغــة الدواويــن‬
‫الشــعرية والمؤلفــات اللغويــة يظلــم فالحــه ونفســه وقارئــه وســامعه‪ ،‬ال‬
‫بــل يظهــر أشــخاصه فــي مظهــر الهــزل حيــث ال يقصــد الهــزل ويقتــرف‬
‫جرمــا ضــد فــن جمالــه فــي تصويــر االنســان حســبما نــراه فــي مشــاهد‬
‫الحيــاة الحقيقيــة‪.‬‬
‫هنــاك أمــر آخــر جديــر باالهتمــام متعلــق باللغــة العاميــة – وهــو أن هــذه‬
‫اللغــة تســتر تحــت ثوبهــا الخشــن كثيــرا مــن فلســفة الشــعب واختب�اراته‬
‫فــي الحيــاة وأمثالــه واعتقاداتــه التــي لــو حاولــت أن تؤديهــا بلغــة فصيحــة‬
‫لكنــت كمــن يترجــم أشــعارا وأمثــاال عــن لغــة أعجميــة‪ .‬وربمــا خالفنــا فــي‬
‫ذلــك بعــض الذيــن تأبطــوا القواميــس وتســلحوا بكتــب الصــرف والنحــو‬
‫كلهــا قائليــن أن ’كل الصيــد فــي جــوف الفــرا‘ وأن ال بالغــة أو فصاحــة أو‬
‫طــاوة فــي اللغــة العاميــة ال تســتطيع أن تأتــي بمثلهــا بلغــة فصحــى‪.‬‬
‫فلهــؤالء ننصــح أن يدرســوا حيــاة الشــعب ولغتــه بأمعــان وتدقيــق‪.‬‬

‫‪157‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫الروايــة التمثيليــة‪ ،‬مــن بيــن كل األســاليب األدبيــ�ة‪ ،‬ال تســتطيع أن‬


‫يســتغني عــن اللغــة العاميــة‪ .‬إنمــا العقــدة هــي إننــ�ا لــو اتبعنــا هــذه‬
‫القاعــدة لوجــب أن نكتــب كل رواياتنــ�ا باللغــة العاميــة‪ ،‬إذ ليــس بيننــ�ا‬
‫مــن يتكلــم عربي ـ�ة الجاهليــة أو العصــور اإلســامية األولــى‪ ،‬وذاك يعنــي‬
‫انقــراض لغتنــ�ا الفصحــى‪ .‬ونحــن بعيــدون عــن أن نبتغــي هــذه الملمــة‬
‫القوميــة فأيــن المخــرج؟‬
‫عبثــ�ا بحثــت عــن حــل لهــذا المشــكلة فهــو أكبــر مــن أن يحلــه عقــل‬
‫واحــد‪ .‬وجــل مــا توصلــت إليــه بعــد التفكيــر هــو أن اجعــل المتعلميــن مــن‬
‫أشــخاص روايتــي يتكلمــون لغــة معربــة‪ ،‬واألمييــن اللغــة العاميــة‪ .‬لكنــي‬
‫أعتــرف باخــاص أن هــذا االســلوب ال يحــل العقــدة األساســية فالمســألة‬
‫ال تــوال بحاجــة إلــى اعتن ـ�اء أكبــر رجــال اللغــة وكتابهــا‪.‬‬
‫ميخائي�ل نعيمة – من الغربال‬

‫‪158‬‬
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Tiyatro ve Dil Sorunu


Tercüme: Halil İbrahim ŞANVERDİ
‘Babalar ve Oğullar’ adlı eseri kaleme alırken karşılaştığım en büyük
engel halk Arapçası ve bu gibi eserlerde dikkat edilmesi gereken du-
rum. Bence –çoğu kişinin bana katılacağını düşünüyorum- eserin kah-
ramanları alıştıkları dille konuşmalılar, duygularını ve düşüncelerini o
şekilde açıklamalılar. Yazar, okuma-yazma bilmeyen çiftçiyi şiir diliy-
le konuşturmaya çabalarsa, çiftçiye, kendisine, okuyucusuna ve din-
leyicisine aslında zulmetmiş olur. Her ne kadar bunu amaçlamasa da
kahramanlarını komik duruma düşürür ve gerçekte de karşılaştığımız
manzaralarda olduğu gibi insan tasvirinde sanata karşı suç işlemiş olur.
Burada halk Arapçası ile ilgili dikkate değer başka bir durum daha var.
O da şu: Bu dilin altında halkın hayat felsefesi, deneyimleri ve inançları
gizlidir. Bunları fasih dil ile yapmaya çabalarsan yabancı dilden örnek-
leri ve duyguları tercüme ettiğin gibi bunları da tercüme edersin. Belki
de bu hususta koltuğu altına sözlükleri alıp, sarf ve nahiv kitapları ile
silahlananlar ve bütün güzellik bunlardadır, halk dilinde ne belagat, ne
fesahat ne de zarafet var ayrıca fasih dille yaptığını halk dili ile yapa-
mazsın diyenlere muhalefet etmiş oluyoruz. İşte bu durumda onlara
halkın hayatını ve dilini dikkatli bir şekilde incelemelerini öneriyoruz.
Tiyatro, tüm diğer edebi sanatlar arasında halk dilinden kopamaya-
cak olan bir türdür. Sorun da tam olarak bu. Eğer bu kurala uyacak olur-
sak tüm eserlerimizi halk diliyle yazmamız gerekiyor, zira aramızda
cahiliye ya da ilk İslam dönemi Arapçasını konuşan kimse yok. Ancak
bu durum da fasih dilimizin yok olması demek. Bizler böyle ulusal bir
tehlikeyi asla kabul edemeyiz. Peki, bu sorun nasıl çözülür?
Tek aklın çözemeyeceği bu büyük sorunu çözmek için uğraştım. Epey
düşündükten sonra özet olarak şöyle bir kanıya vardım. Eserimin eği-
timli kahramanlarını fasih dille, okuma-yazma bilmeyen kahramanları
da halk diliyle konuşturacağım. Ancak tüm samimiyetimle şunu itiraf
etmek isterim. Bu yöntem asıl sorunu çözmez. Bu sorun büyük dilbi-
limciler ve yazarlar tarafından kesinlikle değerlendirilmeli.
Mihâîl Nu‘ayme- el-Ğirbâl (Elek) adlı eleştiri eserinden.

159
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Muhammed Teymûr
1892 yılında Kahire’de doğmuştur. Türk asıllı aristokrat bir aileye
mensuptur. Her ne kadar tıp eğitimi almak için Berlin’e gönderilse
de, tıp eğitiminden vazgeçip hukuk tahsil etmek üzere Paris’e git-
miştir. Paris’te tiyatro ve edebiyatla ilgilenmiştir. ‘Modern Ekol’ün
öncülerinden olan Teymûr, öykülerindeki malzemelerini çiftçiler-
den ve gördükleri baskılardan, memurlardan ve yolsuzluklardan,
kadınlardan ve yaşadıkları sorunlardan almıştır. Çağdaş Arap
edebiyatında kısa hikâye türünün gelişiminde ve Mısır’da ‘millî
edebiyat’ hareketinin oluşumunda öncü rol oynamıştır. Açık, seçik,
anlaşılır ve edebi sanatlardan uzak bir dille öykülerini yazmıştır.
1921 yılında vefat eden yazarın öyküleri ölümünden sonra ‘Gözün
Gördükleri’ adıyla bir koleksiyonda toplanarak yayımlanmıştır.

160
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫‪Yazan: Muhammed Teymûr‬‬

‫صبــاح ناصــع الجبيــن يجلــي عــن القلــب الحزين ظلماتــه‪ ,‬ويرد للشــيخ‬
‫شــبابه‪ ,‬ونســيم عليــل ينعــش األفئــدة ويســري عــن النفــس همومهــا‪,‬‬
‫وفــي الحديقــة تتمايــل األشــجار يمنــة ويســرة كأنهــا ترقــص لقــدوم‬
‫الصبــاح‪ ،‬والنــاس تســير فــي الطريــق وقــد دبــت فــي نفوســهم حــرارة‬
‫العمــل‪ ،‬وأنــا مكتئــب النفــس أنظــر مــن النافــذة لجمــال الطبيعة‪ ،‬وأســأئل‬
‫نفســي عــن ســر اكتئ�ابهــا فــا أهتــدي لشــيء‪ .‬تن�اولــت ديــوان «موســيه»‬
‫وحاولــت القــراءة‪ ،‬فلــم أنجــح فألقيــت بــه علــى الخــوان وجلســت‬
‫علــى مقعــد واستســلمت للتفكيــر كأنــي فريســة بيــن مخالــب الدهــر‪.‬‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫مكثــت حينــ�ا أفكــر ثــم نهضــت واقفــا‪ ،‬وتن�اولــت عصــاي‬
‫وغــادرت منزلــي وســرت وأنــا ال أعلــم إلــى أي مــكان تقودنــي‬
‫قدمــاي‪ ،‬إلــى أن وصلــت إلــى محطــة بــاب الحديــد وهنــاك‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫وقفــت مفكــرا ثــم اهتديــت للســفر ترويحــا للنفــس‪ ،‬وابتعــت‬
‫تذكــرة‪ ،‬وركبــت القطــار للضيعــة ألقضــي فيهــا نهــاري بأكملــه‪.‬‬
‫وجلســت فــي إحــدى غــرف القطــار بجــوار النافــذة‪ ،‬ولــم يكــن بهــا أحــد‬
‫ســواي ومــا لبثــت فــي مكانــي حتــى ســمعت صــوت بائــع الجرائــد يطــن‬
‫فــي أذنــي «وادي الني ـ�ل‪ ،‬األهــرام‪ ،‬المقطــم «فابتعــت إحداهــا وهممــت‬
‫بالقــراءة وإذا ببــ�اب الغرفــة قــد انفتــح ودخــل شــيخ مــن المعمميــن‪،‬‬

‫‪161‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫أســمر اللــون طويــل القامــة‪ ،‬نحيــف القــوام كــث اللحيــة‪ ،‬لــه عينـ�ان أقفــل‬
‫أجفانهمــا الكســل‪ ،‬فكأنــه لــم يســتيقظ مــن نومــه بعــد‪ .‬وجلــس األســتاذ‬
‫غيــر بعيــد عنــي‪ ،‬وخلــع مركوبــه األحمــر قبــل أن يتربــع علــى المــق‪ ،‬ثــم‬
‫بصــق علــى األرض ثالثــا ماســحا شــفتي�ه بمنديــل أحمــر يصلــح أن يكــون‬
‫غطــاء لطفــل صغيــر‪ ،‬ثــم أخــرج مــن جيبــ�ه مســبحة ذات مائــة حبــة‬
‫وحبــة وجعــل يــردد اســم هللا والنبــي والصحابــة واألوليــاء الصالحيــن‪.‬‬
‫ً‬
‫فحولــت نظــري عنــه فــإذا بــي أرى فــي الغرفــة شــابا ال أدري مــن أيــن‬
‫دخــل علينــ�ا‪ .‬ولعــل انشــغالي برؤيــة األســتاذ منعنــي أن أرى الشــاب‬
‫ســاعة دخولــه‪ .‬نظــرت إلــى الفتــى وتب ـ�ادر إلــى ذهنــي أنــه طالــب ريفــي‬
‫انتهــى مــن تأديــة امتحانــه‪ ،‬وهــو يعــود إلــى ضيعتــه ليقضــي إجازتــه بيــن‬
‫أهلــه وقومــه‪ .‬نظــرت إلــى الشــاب كمــا ينظــر إلـ ّـي ثــم أخــرج مــن حافظتــه‬
‫روايــة مــن روايــات مســامرات الشــعب وهــم بالقــراءة بعــد أن حــول نظــره‬
‫ً‬
‫عنــي األســتاذ‪ ،‬ونظــرت إلــى الســاعة راجيــا أن يتحــرك القطــار قبــل أن‬
‫يوافينــ�ا مســافر رابــع‪ ،‬فــإذا بأفنــدي وضــاح الطلعــة‪ ،‬حســن الهنــدام‪،‬‬
‫دخــل غرفتن ـ�ا وهــو يتبختــر فــي مشــيت�ه ويــردد أنشــودة طالمــا ســمعتها‬
‫ً‬
‫مــن باعــة الفجــل والترمــس‪ .‬جلــس األفنــدي وهــو يبتســم واضعــا رجــا‬
‫علــى رجــل بعــد أن قرأنــا الســام‪ ،‬فرددنــاه رد الغريــب علــى الغريــب‪.‬‬
‫وســاد الســكون فــي الغرفــة والتلميــذ يقــرأ روايتــ�ه‪ ،‬واألســتاذ‬
‫يســبح وهــو غائــب عــن الوجــود‪ ,‬واألفنــدي ينظــر لمالبســه‬
‫ً‬
‫طــورا وللمســافرين تــارة أخــرى‪ ،‬وأنــا أقــرأ وادي النيــ�ل‬
‫ً‬
‫منتظــرا أن يتحــرك القطــار قبــل أن يوافينــ�ا مســافر خامــس‪.‬‬
‫مكثنـ�ا هنيهــة ال نتكلــم كأنــا ننتظــر قــدوم أحــد فانفتــح بــاب الغرفــة ودخــل‬

‫‪162‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫شــيخ يبلــغ الســتين‪ ،‬أحمــر الوجــه بــراق العينيــن‪ ،‬يــدل لــون بشــرته علــى‬
‫ً‬
‫أنــه شركســي األصــل‪ ،‬وكان ماســكا مظلــة أكل عليهــا الدهــر وشــرب‪ .‬أمــا‬
‫حافــة طربوشــه فكانــت تصــل إلــى أطــراف أذني ـ�ه‪ .‬وجلــس أمامــي وهــو‬
‫يتفــرس فــي وجــوه رفقائــه المســافرين كأنــه يســألهم مــن أين هــم قادمون‬
‫وإلــى أيــن ذاهبــون ثــم ســمعنا صفيــر القطــار ينبــئ النــاس بالمســير‪،‬‬
‫وتحــرك القطــار بعــد قليــل‪ ،‬يقــل مــن فيــه إلــى حيــث هــم قاصــدون‪.‬‬
‫ســافر القطــار ونحــن جلــوس ال ننبــس ببنــت شــفة‪ ،‬كأنمــا علــى رءوســنا‬
‫الطيــر‪ ،‬حتــى اقتــرب مــن محطــة شــبرا‪ ،‬فــإذا بالشركســي يحملــق فــي ثــم‬
‫قــال موجهــا كالمــه إلــي‪:‬‬
‫‪/‬ـ هل من أخبار جديدة يا أفندي؟‬
‫فقلــت وأنــا ممســك الجريــدة بيـ�دي ـ ليس فــي أخبــار اليوم ما يســتلفت‬
‫النظــر اللهــم إال خبــر وزارة المعــارف بتعميــم التعليــم ومحاربــة األميــة‪.‬‬
‫ولــم يهمنــي الرجــل أن أتــم كالمــي ألنــه اختطــف الجريــدة مــن يــدي دون‬
‫أن يســتأذنني وابت ـ�دأ بالقــراءة مــا يقــع تحــت عيني ـ�ه‪ ،‬ولــم يدهشــني مــا‬
‫فعــل ألنــي أعلــم النــاس بحــدة الشراكســة‪ .‬وبعــد قليــل وصــل القطــار‬
‫محطــة شــبرا وصعــد منهــا أحــد عمــد القليوبيــ�ة وهــو رجــل ضخــم‬
‫الجثــة‪ ،‬كبيــر الشــارب أفطــس األنــف‪ ،‬ولــه وجــه بــه آثــار الجــدري‪،‬‬
‫تظهــر عليــه مظاهــر القــوة والجهــل‪ .‬جلــس العمــدة بجــواري بعــد أن قــرأ‬
‫ً‬
‫ســورة الفاتحــة وصلــى علــى النبــي ثــم ســار القطــار قاصــدا قليــوب‪.‬‬
‫ً‬
‫مكــث الشركســي قليــا يقــرأ الجريــدة ثــم طواهــا‬
‫وألقــى بهــا علــى األرض وهــو يحتــرق مــن األلــم وقــال‪:‬‬
‫ـ يريــدون تعميــم التعليــم ومحاربــة األميــة حتــى يرتقــي الفــاح‬

‫‪163‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫إلــى مصــاف أســياده وقــد جهلــوا أنهــم يجنــون جنايــة كبــرى‪.‬‬


‫فالتقطت الجريدة من األرض وقلت‪:‬‬
‫ـ وأية جناية ؟‬
‫ً‬
‫ـ إنــك مازلــت شــابا ال تعــرف العــاج الناجــع لتربيــ�ة الفــاح‪.‬‬
‫ـ وأي عــاج تقصــد؟ وهــل مــن عــاج أنجــع مــن التعليــم؟‬
‫فقطــب الشركســي حاجبيــ�ه وقــال بلهجــة الغاضــب‪:‬‬
‫ـ هناك عالج آخر‪....‬‬
‫ـ وما هو ؟‬
‫فصــاح بمــلء فيــه صيحــة أفــاق لهــا األســتاذ مــن نومــه وقــال‪:‬‬
‫ً‬
‫الســوط‪ .‬إن الســوط ال يكلــف الحكومــة شــيئ�ا أمــا‬
‫التعليــم فيتطلــب أمــواال طائلــة وال تنــس أن الفــاح ال‬
‫يذعــن إال للضــرب ألنــه اعتــاده مــن المهــد إلــى اللحــد‪.‬‬
‫وأردت أن أجيــب الشركســي‪ ،‬ولكــن العمــدة حفظــه هللا كفانــي‬
‫مئونــة الــرد فقــال للشركســي وهــو يبتســم ابتســامة صفــراء‪:‬‬
‫ـ صدقــت يا بي�ه صدقت ولو كنت تســكن الضيــاع لقلت أكثر من ذلك‪ .‬إنا‬
‫نعانــي مــن الفــاح ما نعانــي لنكبح جماحــه‪ ،‬ونمنعه مــن ارتــكاب الجرائم‪.‬‬
‫فنظر إليه الشركسي نظرة ارتي�اب وقال‪:‬‬
‫ـ حضراتكم تسكنون األرياف؟‬
‫ـ أنا مولود بها يا بي�ه‪.‬‬
‫ـ ما شاء هللا‪.‬‬

‫‪164‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫جــرى هــذا الحديــث واألســتاذ يغــط فــي نومــه واألفنــدي ذو الهنــدام‬


‫الحســن ينظــر لمالبســه ثــم ينظــر لنــا ويضحــك‪ ،‬أمــا التلميذ فكانــت على‬
‫ً‬
‫وجهــه ســيم االشــمئزاز‪ ،‬ولقــد هــم بالــكالم مــرارا فلــم يمنعــه إال حيــاؤه‬
‫ً‬
‫وصغــر ســنه‪ ،‬ولــم أطــق ســكوتا علــى مــا فــاه بــه الشركســي‪ ،‬فقلــت لــه‪:‬‬
‫ـ الفــاح يــا بيــ�ه مثلنــا وحــرام أال يحســن اإلنســان معاملــة أخيــه‬
‫اإلنســان‪ .‬فالتفــت إلــى العمــدة كأنــي وجهــت الــكالم إليــه وقــال‪:‬‬
‫ـ أنــا أعلــم النــاس بالفــاح‪ ،‬ولــي الشــرف أن أكــون عمــدة فــي بلــد بــه ألــف‬
‫رجــل وإن شــئت أن يقــف علــى شــئون الفــاح أجيبــك‪ .‬إن الفــاح يــا‬
‫حضــرة األفنــدي ال يفلــح معــه إال الضــرب‪ ،‬ولقــد صــدق البــك فيمــا قــال‪.‬‬
‫وأشــار بي ـ�ده إلــى الشركســي‪:‬‬
‫ـ وال ينبئك مثل خبير‪.‬‬
‫ً‬
‫فاستشاط التلميذ غضبا‪ ،‬ولم يطق السكوت‪ ،‬فقال وهو يرتجف‪:‬‬
‫ـ الفالح يا حضرة العمدة‪..‬‬
‫ً‬
‫فقاطعه العمدة قائال‪:‬‬
‫ـ قل يا سعادة البك ألني حزت الرتب�ة منذ عشرين سنة‪.‬‬
‫قال التلميذ‪:‬‬
‫ـ الفــاح يــا حضــرة العمــدة ال يذعــن ألوامركــم إال بالضــرب ألنكــم‬
‫لــم تعــودوه غيــر ذلــك‪ ،‬فلــو كنتــم أحســنتم صنيعكــم معــه لكنتــم‬
‫وجدتــم فيــه أخــا يتكاتــف معكــم ويعاونكــم‪ ،‬ولكنكــم مــع األســف‬
‫ً‬
‫أســأتم إليــه فعمــد إلــى اإلضــرار بكــم تخلصــا مــن إســاءتكم‪ .‬وإنــه‬

‫‪165‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ً‬
‫ليدهشــني أن تكــون فالحــا وتنحــي بالالئمــة علــى إخوانــك الفالحيــن‪.‬‬
‫فهز العمدة رأسه ونظر إلى الشركسي وقال‪:‬‬
‫ـ هذه هي نت�ائج التعليم‪.‬‬
‫فقال الشركسي‪:‬‬
‫ـ نام وقام فوجد نفسه قائم مقام‪.‬‬
‫أما األفندي ذو الهندام الحسن فإنه‬
‫قهقهه وصفق بي�ديه وقال للتلميذ‪.‬‬
‫ـ برافو يا أفندي‪ ،‬برافو‪ ،‬برافو‪...‬‬
‫ونظــر إليــه الشركســي وقــد انتفخــت أوداجــه وتعســر عليــه التنفــس‬
‫وقــال‪:‬‬
‫ـ ومن تكون أنت؟‬
‫ُ‬
‫ـ ابن الحظ واألنس يا أنس‪.‬‬
‫وقهقهه عدة ضحكات متوالية‪.‬‬
‫ولــم يبــق فــي قــوس الشركســي منــزع فصــاح وهــو يبصــق علــى األرض‬
‫طــورا وعلــى األســتاذ وعلــى حــذاء العمــدة تــارة‪:‬‬
‫ـ أدبسيس فالح‪.‬‬
‫ثــم ســكت وســكت الحاضــرون‪ ،‬وأوشــكت أن تهــدأ العاصفــة لــوال أن‬
‫التفــت العمــدة إلــى األســتاذ وقــال‪:‬‬
‫ـ أنــت خيــر الحاكميــن يــا ســيدنا فاحكــم لنــا فــي هــذه القضيــة‪ .‬فهــز‬

‫‪166‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫األســتاذ رأســه وتنحنــح وبصــق علــى األرض وقــال‪:‬‬


‫ـ وما هي القضية ألحكم فيها بإذن هللا جل وعال؟‬
‫ـ هل التعليم أفيد للفالح أم الضرب؟‬
‫ـ فقال األستاذ ‪:‬‬
‫ـ بســم هللا الرحمــن الرحيــم «إنــا فتحنــا لــك فتحــا مبينــ�ا‪ ».‬قــال‬
‫النبــي عليــه الصــاة والســام «ال تعلمــوا أوالد الســفلة العلــم»‪.‬‬
‫ً‬
‫وعــاد األســتاذ إلــى خمولــه وإطبــاق أجفانــه مستســلما للذهــول‪ ،‬فضحــك‬
‫التلميــذ وهــو يقــول‪:‬‬
‫ـ حــرام عليــك يــا أســتاذ‪ .‬إن بيــن الغنــي والفقيــر مــن هــو علــى خلــق‬
‫عظيــم فمــا أن بينهــم مــن هــو فــي الــدرك األســفل‪.‬‬
‫فأفاق األستاذ من غفلته وقال‪:‬‬
‫ـ واحســرتاه إنكــم مــن يــوم مــا تعلمتــم الرطــن فســدت عليكــم أخالقكــم‬
‫ونســيت أوامــر دينكــم ومنكــم مــن تبجــح واســتكبر وأنكــر وجــود الخالــق‪.‬‬
‫فصاح الشركسي والعمدة «لك هللا يا أستاذ» وقال الشركسي‪:‬‬
‫ـ كان الولــد يخــاف أن يــأكل مــع أبي ـ�ه‪ ،‬واليــوم يشــتمه ويهــم بصفعــه‪.‬‬
‫وقال العمدة‪:‬‬
‫ـ كان الولد ال يرى وجه عمته واآلن يجالس امرأة أخيه‪.‬‬
‫ووقــف القطــار فــي قليــوب وقــرأت الجميــع الســام وغادرتهــم وســرت‬
‫فــي طريقــي إلــى الضيعــة وأنــا أكاد ال أســمع دوي القطــار وصفيــره وهــو‬
‫يعــدو بيــن المــروج الخضــراء لكثــرة مــا يصيــح فــي أذنــي مــن صــدى ‪Pırıl‬‬
‫‪pırıl bir sabah, hüzünlü kalbin karanlıklarını aydınlatıp, adeta ihtiya-‬‬

‫‪167‬‬
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

168
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Trende
Tercüme: Gürkan DAĞBAŞI

ra gençliğini geri veriyor, ılık bir esinti ruhun sıkıntılarını gideriyor-


du. Bahçedeki ağaçlar bir sağa bir sola sanki sabahın gelişini kutlar-
mışçasına dans ediyor gibiydi. İnsanlar içlerindeki çalışma azmiyle
yolda yürüyor, bense üzgün bir şekilde camdan doğanın güzelliğine
bakıyor kendi kendime içimdeki üzüntüsünün sebebini soruyor fa-
kat bir neden bulamıyordum.
Mousset’in divanını alıp okumaya çalıştım fakat başaramadım. Di-
vanı masanın üstüne attım, bir koltuğa oturdum ve sanki zamanın
pençeleri arasında bir avmışım gibi düşünceye daldım.
Bir süre düşündüm sonra ayağa kalktım, bastonumu alıp evden
çıktım. Ayaklarımın beni nereye götürdüğünü bilmeden bir süre yü-
rüdüm ve Bâbu’l-Hadîd istasyonuna vardım. Orada bir süre düşüm-
düm ve kendimi rahatlatmak için yolculuk yapmaya karar verdim.
Bir bilet aldım, bütün günümü geçirmek üzere kasabaya giden trene
bindim.
Kompartımanlardan birinin cam kenarına oturdum, benden baş-
kası kimse yoktu. Yerime oturur oturmaz gazete satıcısının kulağım-
da çınlayan “ Vâdî’n-Nîl, el-Ehrâm, el-Mukattam” sesini duydum.
Gazetelerden birini satın aldım. Tam gazeteyi okuyacaktım ki kom-
partımanın kapısı açıldı ve içeri esmer tenli, uzun boylu, ince yapılı,
gür sakallı, sarıklı bir hoca girdi. Göz kapakları tembellikten kapan-
maktaydı, henüz uykusundan uyanmış gibiydi. Yakınıma bir yere
oturdu. Koltuğa bağdaş kurmadan önce kırmızı terliklerini çıkardı,
yere üç kere tükürdü ancak küçük bir çocuğa kundak olabilecek bo-
yutta kırmızı bir mendille dudaklarını sildi sonra cebinden yüz bir
taneli tesbihini çıkarıp Allah, peygamber, sahabe ve evliyaların adını
zikretmeye başladı. Bakışlarımı hocadan çevirdiğimde yanımıza ne
zaman ve nasıl geldiğini anlayamadığım bir gencin de kompartıman-

169
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

da olduğunu gördüm. Sanırım dikkatimi hocanın görüşüne vermem


gencin ne zaman girdiğini fark etmeme engel olmuştu. Gence bakın-
ca, aklımda taşralı bir öğrenci olduğu ve sınavlarını bitirip ailesiyle
tatilini geçirmek üzere kasabaya giden biri olduğu izlemini oluştu.
Gence baktım, o da bana baktı. Sonra çantasından halk hikayeleri
türünden bir kitap çıkardı, bakışlarını benden ve hocadan aldıktan
sonra okumaya başladı. Dördüncü bir yolcunun bize eşlik etme-
sinden önce trenin hareket etmesini dileyerek saate bakıyordum ki
parlak yüzlü, şık kıyafetli bir beyefendi kompartımana girdi. Kibirli
kibirli yürüyor, seyyar satıcılardan duymaya alıştığım bir türküyü
söylüyordu. Beyefendi gülümseyerek oturdu, bacak bacak üstüne
attı. Tanımadığımız birinin selamını aldığımız gibi selamını aldık.
Kompartımanı bir sessizlik kapladı. Öğrenci hikayesini okuyor,
hoca kendinden geçmişçesine tesbihini çekiyor, beyefendi kah elbi-
selerine kah yanındakilere bakıyordu. Ben ise bir taraftan beşinci bir
yolcunun daha gelmeden tren kalksın diye bekliyor diğer taraftan da
Vâdî’n-Nîl gazetesini okuyordum.
Sanki birisinin gelişini bekliyormuşçasına konuşmadan oturuyor-
duk derken kompartımanın kapısı açıldı ve içeriye altmış yaşlarında,
kırmızı suratlı, parlak gözlü, teninin renginden Çerkez asıllı olduğu
anlaşılan yaşlı bir adam girdi. Elinde eski püskü bir şemsiye tutu-
yordu. Fesinin kenarları kulaklarına denk iniyordu. Karşıma oturdu
ve yol arkadaşlarımın yüzüne nereden gelip nereye gittikleri soran
bir edayla dikkatlice baktı. Sonra trenin kalkışını haber veren düdük
sesini duyduk. Az sonra da tren içindeki yolcuları gidecekleri yere
götürmek için hareket etti.
Tren yola koyuldu biz ise sanki başımızın üstünde kuş varmış da
onu ürkütmemek istermişçesine hiç konuşmuyorduk. Şurbâ istasyo-
nuna yaklaştığımızda Çerkez aniden gözlerini bana dikerek
Yeni haberler var mı efendi? dedi.
Gazeteyi elimde tutarak bugünün haberlerinde Milli Eğitim Bakan-
lığının eğitimin yaygınlaştırılması ve cehaletle mücadele edeceğinin
dışında dikkat çekecek bir haber olmadığını söyledim.
Adam sözümü tamamlamama fırsat vermeden, izin almaksızın
elimden gazeteyi kaptı ve gözüne çarpan ilk haberleri okumaya baş-

170
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

ladı. Bu yaptığına şaşırmadım çünkü Çerkezlerin sertliğini iyi bili-


yordum. Kısa bir süre sonra tren, Şurbâ istasyonuna vardı. Trene
Kalyûbiyye muhtarlarından biri bindi. İri cüsseli bir adamdı. Uzun
bıyıklı, yassı burunluydu, yüzünde çiçek hastalığından kalma izler
vardı. Dış görünüşünden kuvvetli ama cahil olduğu anlaşılıyordu.
Muhtar, Fatiha suresini okuyup salavat getirdikten sonra yanımdaki
koltuğa oturdu. Sonra tren Kalyûb’a doğru yola koyuldu.
Çerkez, bir süre gazeteyi okudu sonra buruşturup yere attı sinirli
bir şekilde:
-Eğitimi yaygınlaştırıp, cehaletle mücadele etmek istiyorlar ki çift-
çi, efendilerinin seviyesine ulaşsın ama ne büyük bir cinayet işledik-
lerinin farkında değiller.
Gazeteyi yerden aldım ve dedim ki:
Hangi cinayet?
Sen gençsin, çiftçinin eğitimi için gereken çareyi bilmezsin.
Hangi çareyi kastediyorsun? Eğitimden başka çare mi var?
Çerkez kaşlarını çattı, kızgın bir dille:
Başka çare var.
Nedir o?
Hocayı uykusundan uyandıracak bir tonda bağırarak:
Kırbaç. Kırbacın hükümete külfeti olmaz. Ama eğitim çok para ge-
rektirir. Unutma ki çiftçi beşikten mezara kadar alışık olduğu dayak-
tan başka bir şeye boyun eğmez.
Çerkez’e cevap vermek istedi. Fakat muhtar, Allah onu korusun,
beni cevap verme zahmetinden kurtardı. Pis pis sırıtarak Çerkez’e
Doğru söylüyorsun beyim, doğru. Eğer köyde oturuyor olsaydın
daha fazlasını da söylerdin. Biz onları dizginleyip suç işlemelerine
engel olmak için neler çekiyoruz, neler.
Çerkez ona şüpheyle bakarak:
Siz köyde mi yaşıyorsunuz?
Ben köyde doğdum beyim.
Maşallah.

171
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Bu konuşmalar geçerken hoca horul horul uyuyor, şık elbiseler


içindeki beyefendi bize bakıp gülüyordu. Öğrencinin yüzünde ise bir
tiksinti vardı. Birkaç kez konuşmaya çalıştı, utancı ve yaşının küçük-
lüğü buna engel oldu. Çerkez’in söylediklerine daha fazla kayıtsız
kalamayıp:
Beyim, çiftçi de bizim gibi insandır ve insanın insan kardeşine iyi
davranmamasını haramdır, dedi.
Muhtar ise sanki kendisine bir şey söylemişim gibi bana dönerek:
Ben çiftçileri iyi tanırım. Bin kişilik bir yerde muhtar olma şerefi-
ne sahibim. Eğer istersen, çiftçilerin durumlarıyla ilgili sorularına
cevap verebilirim. Beyefendi, çiftçi dayaktan başka bir şeyden anla-
maz. Bey, doğruyu söyledi. Eliyle Çerkez’i işaret ederek:
Kimse işi uzmanı kadar bilemez.
Öğrenci sinirden köpürüyordu. Daha fazla dayanamayarak sinir-
den titrer bir halde:
Ey muhtar! Çiftçi…
Muhtar öğrencinin sözünü keserek
Saygı değer bey diye hitap et bana. Yirmi yıldır ben böyle anılırım.
Muhtar hazretleri, çiftçi ancak dayakla emirlere boyun eğiyor çün-
kü siz onu buna alıştırdınız. Eğer onlara iyi davransaydınız onun
sizinle omuz omuza veren size yardımcı olan bir kardeş olduğunu
görürdünüz. Ama maalesef siz ona kötü davrandınız. O da sizin kö-
tülüğünüzden kurtulmak için size zarar vermeye başladı. Çiftçi ol-
duğunuz halde çiftçi kardeşlerinize kötülük yapmanız beni gerçek-
ten dehşete düşürüyor.
Muhtar başını salladı, Çerkez’e bakarak:
İşte! Eğitimin sonuçları.
Çerkez:
İki kitap okumakla kendini bir şey sanıyor.
Şık giyimli bey kahkahayı patlattı ve öğrenciye:
Bravo efendi, bravo, bravo.
Çerkez, avurtları şişmiş ve zor nefes alır bir şekilde ona bakarak:
Sen de kim oluyorsun?

172
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Şansın oğlu, diyen şık giyimli bey ardı ardına kahkahalar attı.
Çerkez’in söyleyecek lafı kalmamıştı. Kah yere kah muhtarın ayak-
kabısına doğru tükürüp duruyordu.
Edepsiz çiftçi!
Sonra Çerkez sustu, diğerleri de… Şayet muhtar, hocaya dönüp de:
Efendim, siz en iyi hükmü verirsiniz. Bu meselede bize hakemlik
yapın, demeseydi fırtına dinecek gibi değildi.
Hoca başını salladı. Boğazını temizleyip yere tükürdü.
Yüce Allah’ın izniyle hüküm vermemi istediğiniz sorun nedir?
Çiftçi için eğitim mi yoksa dayak mı daha faydalıdır?
Bismillahirrahmanirrahim, “Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ih-
san ettik”. Hz. Peygamber (SAV), “Alt tabakadan insanların çocukla-
rına ilim öğretmeyin” buyurmuştur.
Sonra hoca göz kapaklarını kapatıp uykusuna tekrar daldı. Öğrenci
hem gülüyor hem de şöyle diyordu:
Yazıklar olsun sana hoca. Zenginler ve yoksullar arasından iyi in-
sanlar çıkabildiği gibi, düşük seviyeli insanlar da çıkabilir.
Hoca uykusundan uyanarak:
Yazık. Saçma sapan şeyleri öğrendiğinizden beri ahlakınız bozul-
du, dinin emirlerini unutup haddinizi aştınız, yaratıcınızı inkar et-
tiniz.
Çerkez ve muhtar “ helal olsun hoca” diye bağırdı. Çerkez:
Eskiden çocuk basıyla aynı sofrada oturup yemek yemeğe korkardı
şimdi ona küfredip dövmeye kalkıyor.
Muhtar:
Eskiden çocuk halasının yüzünü göremezdi şimdi ise kardeşinin
karısıyla yan yana oturuyor.
Tren, Kalyûp’ta durdu. Hepsini selamladım ve yanlarından ayrıl-
dım. Kasabaya doğru yürümeye başladım. Kulağımda çınlayan ko-
nuşmaların uğultusundan, yeşillikler arasından giden trenin sesini
ve düdüğünü neredeyse duymuyordum.

173
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Ahmet Emin
Ahmed Emîn b. İbrâhîm et-Tabbâh (1886-1954) Mısırlı mütefekkir,
medeniyet tarihçisi ve yazar. Kahire’de doğdu. İlk öğrenimine baba-
sının yanında başladı; özellikle baba­sının dinî ve edebî alanlardaki
katkısı onun düşünce ve kültür hayatının şekillenmesinde önemli rol
oynadı. İlkokul­dan sonra tahsiline bir müddet Ezher’de devam etti.
Birkaç yıl ilkokul öğretmen­liği yaptı; ardından Medresetü’l-kazâi’şşe-
riye kaydoldu (1907). Oradan mezun olup aynı medresede ahlâk der-
si okut­tu. Daha sonra dört yıl süreyle muhtelif kasabalarda hâkimlik
yaptı. 1926 yılın­da Tâhâ Hüseyin’in aracılığı ile Kahire Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi’ne intisap etti. Burada tanıdığı bazı müsteşrikle-
rin ve Batı zihniyetine sahip öğretim üyelerinin çalışma tarzlarını be-
nimsedi. Arkadaşları Tâhâ Hüseyin ve Abdülhamîd el-Abbâdî ile ara-
larında yaptıkları vazife taksimi gereğince, başlan­gıcından itibaren
İslâm’da fikir ve düşünce hayatını araştırmaya başladı. Fecrü’l-İslâm
serisi bu çalışmanın sonucu olarak meydana geldi. 1939’da Edebiyat
Fakültesi dekanı oldu. 1947’de Arap Bir­liği (Câmiatü’d-düveli’l-Ara-
biyye) Kültür İşleri müdürlüğüne getirildi. Ölümüne kadar bu görevini
sürdürdü. Bazı arka­daşları ile 1914 yılında kurduğu Lecne- tü’t-te’lîf
ve’t-terceme ve’nneşr’in de hayatı boyunca başkanlığını yaptı. Bu mü-
essese bazı Arap klasikleri yanında Arap edebiyatı ve kültür tarihine
dair eserler neşretmiştir.

174
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫رسالة إىل ابنتي‬


‫‪Yazan: Ahmet Emin‬‬
‫أي ابنتي!‬

‫ـت فــي مصــر مهدمــة‬


‫شــاءت الظــروف أن ترحلــي إلــى إنجلتــرا‪ ،‬وقــد كنـ ِ‬
‫األعصــاب شــديدة‬
‫االنفعــال‪ ،‬تبكيــن ألتفــه ســبب‪ ،‬وتضحكيــن ألتفــه ســبب‪ ،‬وترضيــن‬
‫وتغضبيــن وتحزنيــن‬
‫أصبحــت فــي ثالجــة‪ ،‬فتعلمــي أن تثلــج أعصابــك‬
‫ِ‬ ‫وتفرحيــن‪ ،‬واآلن‬
‫وتبــرد عواطفــك‪ ،‬ثــم إن كل‬
‫شــيء حولــك يدعــو إلــى الهــدوء‪ ،‬جــو بــارد‪ ،‬ونظــام دقيــق‪ ،‬ومعاملــة‬
‫حســنة ‪.‬‬

‫كنــت فــي مصرتعتمديــن علــى الخــدم فــي قضــاء الحوائــج مــن‬‫ِ‬ ‫وقــد‬
‫الخــارج‪ ،‬وعمــل مــا يلــزم‬
‫فــي الداخــل‪ ،‬واليــوم أنــت فــي إنجلتــرا ال تجديــن ً‬
‫خدمــا فتقضيــن‬ ‫ِ‬
‫حوائجــك بنفســك‪ ،‬وتغســلين‬
‫صحونــك بنفســك‪ ،‬وتطبخيــن وتكنســين بنفســك‪ ،‬ولكــن ثقــي أن هــذا‬
‫يعلمــك االســتقالل‪،‬‬

‫‪175‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ويبعثك على النشاط‪ ،‬ويمأل فراغك ووقتك‪ ،‬وفي ذلك خير عظيم‪.‬‬

‫أي بنيتي!‬

‫ثقــي أنــك تحمليــن — شــئت أو أبيــت — اســم والــدك‪ ،‬فعملــك الصــق‬


‫بــه‪ ،‬وخيــرك وشــرك‬
‫هــو مســئول عنــه‪ ،‬فاحفظــي اســمك واســم والــدك‪ ،‬وعلــى اإلجمــال‬
‫كونــي شــريفة‪ ،‬فــإن لــم يكــن‬
‫شرفك لنفسك فاشرفي ألبيك‪.‬‬

‫نصيحتــي لــك أال تكثــري مــن األوالد‪ ،‬فيكفيــك ولــد وبنــت‪ ،‬أو ابن ـ�ان أو‬
‫ُ‬
‫بنت ـ�ان‪ ،‬وقــد جربــت‬
‫ُّ‬ ‫ُّ‬
‫ـك كثــرة األوالد فــإذا‬
‫وذلــك ‪ «،‬إن عاشــوا كــدوا‪ ،‬وإن ماتــوا هــدوا » ‪ :‬قبلـ ِ‬
‫هــم كمــا قــال األعرابــي‬
‫أعــون لــك علــى حســن تربيتهــم‪ ،‬وســعة اإلنفــاق عليهــم‪ ،‬وهــو أجــدى‬
‫علــى أعصابــك‪ ،‬وأنفــع فــي‬
‫انفعاالتــك؛ ثــم ال كثيــر خيــر يرجــى منهــم‪ ،‬وال حســن معونــة ينتظــر‬
‫منهــم‪ ،‬فهــم إذا تزوجــوا‬
‫فكروا في زوجاتهم قبل أن يفكروا في آبائهم‪ ،‬والمثوبة عند هلل‪.‬‬

‫وســعي عينيــك ودققــي النظــر فــي عــادات القــوم‪ ،‬وخــذي مــا‬


‫تستحســنين وتجنبــي مــا‬
‫تكرهيــن‪ ،‬وال يغرنــك أنهــم إنجليــز‪ ،‬فــكل قــوم لهــم خيرهــم ولهــم شــرهم‪،‬‬

‫‪176‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ولهم محاســنهم‬
‫ومســاويهم‪ ،‬لعــل مــا شــهروا بــه مــن المــرح وعــدم التفكيــر فــي‬
‫المســتقبل‪ ،‬وأن لهــم يومهــم الــذي‬
‫هــم فيــه‪ ،‬ثــم ليكــن غــد مــا يكــون مــن ألطــف عوائدهــم‪ ،‬وأنــت ينقصــك‬
‫الكثيــر مــن الفــرح وشــدة‬
‫المرح فتخلقي بذلك ما أمكن‪.‬‬
‫ً‬
‫وكــم تمنيــت أن يكــون جونــا بــاردا ليكــون لنــا مدافــئ نتجمــع حولهــا‬
‫ونســمر بجانبهــا‪،‬‬
‫فهــي تجمــع شــملنا وتجــري دمنــا‪ ،‬ويصلــح حديثنــ�ا‪ ،‬ولكــن فقدناهــا‬
‫لقلــة البــرد‪ ،‬ولــم نســتعض‬
‫ً ُ‬
‫عنها شيئ�ا فحرمنا الخير الكثير‪.‬‬

‫زرت مــرة أوروبــا فدققــت النظــر فــي رقيهــم وانحطاطنــا‪ ،‬فقلــت‪ :‬إن‬
‫رقيهــم ســبب�ه ميمــان‪،‬‬
‫المــرأة والمطــر؛ فالمــرأة برقيهــا رقــت أمتهــا‪ ،‬وعرفــت كيــف تربــي‬
‫رجالهــا ونســاءها‪ ،‬والمطــر‬
‫ألطــف الجــو‪ ،‬وكســا الجبــال واألشــجار والــزرع وخلــق الغابــات التــي‬
‫حرمناهــا‪ .‬فكونــي امــرأة‬
‫مــن هــذا القبيـ�ل‪ ،‬تربــي فتســحن التربيـ�ة‪ ،‬وتســعد مــن حولهــا فتحســن‬
‫اإلســعاد‪.‬‬

‫‪177‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫أي بنيتي!‬

‫كونــي مصــدر خيــر لزوجــك وبن�اتــك‪ ،‬فيجــد حاجاتــه موفــورة‪ ،‬وســعادته‬


‫مهيــأة‪ ،‬ويجــدن‬
‫فيك خير أم لخير بنت‪.‬‬
‫وتحملــي الغربــة فإنهــا بغيضــة ثقيلــة‪ ،‬ولكــن ِّ‬
‫هونــي علــى نفســك‪،‬‬
‫واعلمــي أن الغربــة إلــى‬
‫قــرب‪ ،‬والبعــد إلــى نهايــة‪ ،‬واجتهــدي أن تجعلــي غربتــك أحســن درس‬
‫وأفيــد علــم‪ ،‬فترجعــي‬
‫إلــى وطنــك ً‬
‫خيــرا ممــا كنــت‪ ،‬وتكونــي مصــدر إصــاح لمــن حولــك‬
‫ولقومــك‪ ،‬وأرجــو أن أراك‬
‫ً‬
‫قريبــ�ا وقــد زال حزنــك‪ ،‬وجمــدت أعصابــك‪ ،‬وتحســنت عاداتــك‪،‬‬
‫فتحمــدي الســفر‪ ،‬وتشــكري‬
‫الغربــة‪ .‬وحــذار أن تغيــري عاداتــك الطيبــ�ة التــي كســبتها‪ ،‬فــا مــن‬
‫إقامــة أقمنــا‪ ،‬وال مــن غربــة‬
‫اســتفدنا‪ ،‬وإنمــا احتفظــي بشــخصيتك‪ ،‬وأصلحــي مــا فســد مــن قومك‪،‬‬
‫وال تفســدي مــا صلــح‬
‫خلفــت ســيرة‬
‫ِ‬ ‫مــن نفســك‪ ،‬واجتهــدي أن تتركــي بــاد القــوم‪ ،‬وقــد‬
‫حســنة‪ ،‬وذكريــات حميــدة‪،‬‬
‫وال تكوني كما قال القائل‪:‬‬

‫‪178‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ولكــن اجعلــي َمــن حولــك يبكــون عليــك ال يبكــون لــك‪ ،‬ويشــعرون‬


‫بفــراغ لفقــدك ووحشــة‬
‫وفقك هلل‪.‬‬
‫ِ‬ ‫لفرقتك‪،‬‬
‫اجتهــدي فــي أن تملئــي فراغــك بالقــراءة النافعــة مــن قصــص ممتــع‬
‫وتاريــخ مفيــد‪ ،‬وإن‬
‫اســتطعت أن تســتمعي لبعــض محاضــرات فــي إحــدى الجامعــات‬
‫ِ‬
‫فافعلــي‪ ،‬فــا خيــر فــي حيــاة‬
‫جافة فارغة ليس فيها غذاء للعقل‪.‬‬

‫‪179‬‬
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

180
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Kızıma Mektup
Tercüme: Murat DEMİR
Kızım!
Şartlar böyle istedi ve İngiltere’desin. Mısır’dayken sinirlerin çok
bozulmuştu. Çabuk tepki vererek en küçük şeyde ağlayıp gülüyor,
kimi zaman sakinleşip öfkeleniyor, kimi zaman da üzülüp seviniyor-
dun. Şimdi bir buzdolabının içine girdin. Artık sinirlerini dondur-
mayı, duygularını soğutmayı öğren. Zira etrafındaki her şey; soğuk
hava, kurallara riayet ve iyi muamele seni sakinliğe sevk edecek.
Mısır’dayken evin içinde ve dışında giderilmesi gereken tüm ih-
tiyaçlarını hizmetçiler karşılıyordu. Oysa bugün İngiltere’desin ve
hizmetçilerin olmadığı için kendi işini kendin yapıyorsun. Bulaşıkla-
rını kendin yıkıyor, yemeğini kendin yapıyor ve yerleri de sen süpü-
rüyorsun. Ama seni temin ederim ki bütün bu yaptıkların sana kendi
ayaklarının üzerinde durmanı öğretecek, seni yoğunluğa sevk ede-
rek boş vakitlerini dolduracaktır. Bunda da büyük bir hayır vardır.
Kızım!
İstesen de istemesen de babanın adını taşıdığından kuşkun olma-
sın. Yaptığın her işin; iyiliklerinin ve kötülüklerinin sorumluluğu bu
isimden sorulur. Bu yüzden kendi ismine ve babanın ismine sahip
çık. Her daim itibarlı ol. Kendin için olmasan bile baban için şerefli
ol.
Sana tavsiyem; fazla çocuğun olmasın. Bir erkek ve bir kız çocuk
veya iki erkek çocuk yada iki kız çocuk sana yeter. Çok çocuklu ol-
manın ne anlama geldiğini Bedevi’nin de şöyle ifade ettiği gibi sen-
den önceleri tecrübe ettim: “Yaşarsalar yorgun düşürürler, ölürseler
darmaduman ederler”. Bu şekilde az çocuk yetiştirmen onların iyi
bir şekilde eğitilmeleri için ve onlara yapacağın daha fazla harcama
için sana daha yardımcı olur. Sinirlerine ve tepkilerine de daha iyi

181
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

gelecektir. Zaten onlardan çok fazla hayır ve yardım da beklenmez.


Bir evlensinler; anne-babalarından önce eşlerini düşünürler. İyilik
Allah’tandır.
Gözün diğer milletlerin geleneklerinde olsun. Onlardan hoşuna gi-
denleri edin, hoşlanmadıklarından da uzak dur. Onları İngiliz olduk-
ları için hor görme. Her milletin iyi yada kötü yanları vardır. Belki
de onların en güzel yanları, neşeli olmaları, gelecekten yana kaygı
duymamaları ve yarını yarına bırakmalarıdır. Oysa sen mutluluğa
hasretsin, kederlisin. Bu yüzden elinden geldiği kadar onlar gibi ol-
maya çalış.
Bizim burada da havanın soğuk olmasını, sobanın etrafında top-
lanıp sohbet etmemizi ne çok isterdim. Soba olsaydı; hepimizi başı-
na toplar, içimizi ısıtır ve muhabbet kaynağımız olurdu. Ne yazık ki,
hava soğuk olmadığı için onu yitirdik ve yerine hiçbir şey koyama-
dık. Böylece birçok güzellikten mahrum kalmış olduk.

Bir keresinde Avrupa’ya gittim ve oradaki kalkınma ile bizdeki


gerileyişi inceden inceye süzüverdim. Dedim ki: Avrupalıların yük-
selişinin iki sebebi vardır. Bunlar; kadınlar ve yağmurlardır. Zira;
kadınların yükselmesi, milletin yükselişidir. Onlar erkeklerini ve ka-
dınlarını nasıl eğiteceklerini bilmişlerdir. En hoş hava durumu olan
yağmurlar ise; dağları, ağaçları ve tarlaları sarmalayarak bizim mah-
rum kaldığımız ormanları var etmiştir. Sen de böyle eğitici bir kadın
ol ki; eğitim iyi hale gelsin, etrafına mutluluk saçsın ve böylece se-
vinçler de yayılsın.
Kızım!
Eşinin ve kızlarının iyilik kaynağı ol ki; kocan ihtiyaçlarını hazır
bulsun ve huzurunu senden temin etmiş olsun. Kızların da; hayırlı
bir kız evladı olma yolunda, iyi bir anne olarak seni karşılarında bul-
sunlar.
Gurbete karşı tahammül et, çünkü ayrılık ağır gelir. Ancak kendi-
ni de heba etme. Şunu bilesin ki gurbetin de, uzakların da bir sonu
vardır. Yaşadığın gurbetin senin için en güzel ders, en faydalı ilim ol-
ması için çalış. Bu şekilde ülkene eskisinden daha iyi bir şekilde dön

182
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

ve milletine, etrafındaki herkese çözüm kaynağı ol. Seni üzüntüle-


rin bitmiş, duyguların netleşmiş ve yaşam biçimin iyileşmiş olarak
görmeyi arzu ediyorum. Bu nedenle, yaptığın yolculuğa ve çektiğin
gurbete minnettar ol. İster yaşadığımız topraklara ait olsun, ister
gurbetteki kazanımlarımızdan olsun, güzel davranışları benimse-
mede titiz ol. Sen sadece karakterini muhafaza et. Milletinin yaşa-
dığı sıkıntıları gider ve kendinde olan güzelliklerin bozulmasına izin
verme. Gitiiğin ülkeden ayrılmaya çaba sarfet. Şüphesiz sen güzel bir
geçmişi ve övgü dolu anıları geride bırakmış olacaksın. Şairin de ifa-
de ettiği gibi sen sakın şöyle olma:
“Eğer başka bir millete iltica edersen, boynu bükük olarak gider,
öylece de dönersin.”
Ama sen etrafındakilerin, senin varlığında değil, yokluğunda ağla-
yanlardan olmalarını sağla. Seni kaybettiklerinde yokluğunu hisset-
sinler, ayrılışınla ıssız kalmış olsunlar. Allah yardımcın olsun.
Boş vakitlerini, keyifli hikayelerden ve faydalı tarih kitaplarından
okuyarak geçirmeye gayret et. Şayet üniversitelerden birinde dersle-
re katılma fırsatı bulabilirsen hemen iştirak et. Akla faydası olmayan,
kupkuru, boş bir hayattan hayır gelmez.

183
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

184
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫رسالة إىل ولدي‬


‫‪Yazan: Ahmet Emin‬‬

‫أي بني‪:‬‬

‫إنــي ألعلــم أنــك قــد خلقــت لزمــن غير زمنــي‪ ،‬وربيــت تربيـ�ة غيــر تربيتي‪،‬‬
‫ونشــأت فــي بيئــ�ة غيــر بيئتــي — لقــد كنــت فــي زمنــي عبــد التقاليــد‬
‫واألوضــاع‪ ،‬وأنــت فــي زمــن يكســر التقاليــد واألوضــاع‪ ،‬وكنــت فــي زمــن‬
‫شــعاره الطاعــة‪ ،‬الطاعــة ألبــي وألوليــاء أمــري‪ ،‬وأنــت فــي زمــن شــعاره‬
‫التمــرد‪ ،‬التمــرد علــى ســلطة اآلبــاء‪ ،‬وعلــى المعلميــن وعلــى أولــي األمــر —‬
‫ُ َّ‬
‫وتعلمــت أول أمــري فــي كتــاب حقيــر‪ ،‬نجلــس فيه علــى الحصيــر‪ ،‬ويعلمنا‬
‫مــدرس جبــار‪ ،‬يضــرب علــى الهفــوة وعــدم الهفــوة‪ ،‬ويعاقــب علــى الخطــأ‬
‫والصــواب‪ ،‬ويمــرن يــده بالعصــا فينـ�ا كمــا تمرنــون أيديكــم علــى األلعــاب‬
‫الرياضيــة‪ .‬وأنــت تعلمــت فــي روضــة األطفــال حيــث تشــرف عليــك‬
‫آنســة رقيقــة مهذبــة‪ ،‬وتقــدم لــك تعليــم القــراءة والكتابــة فــي إطــار مــن‬
‫َّ‬
‫الصــور والرســوم واألغانــي ومــا إلــى ذلــك ‪.‬وكنــت أعيــش فــي كتابــي علــى‬
‫الفــول النابــت والفــول المدمــس‪ ،‬وأنــت تعيــش فــي روضتــك علــى اللبــن‬
‫ً‬
‫والشــاي والبســكويت ومــا إلــى ذلــك أيضــا‪.‬‬

‫ثــم لمــا صبــوت تعلمــت فــي المــدارس الفرنســية حيــث تنقــل إليــك‬
‫فــي تعاليمهــا كل أســاليب المدني ـ�ة الغربي ـ�ة — وتربيــت أنــا فــي وســط‬
‫كلــه ديــن — ديــن فــي الكتــب وديــن فــي الحيــاة االجتماعيــة وديــن فــي‬

‫‪185‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫أوســاطي كلهــا‪ .‬وتربيــت أنــت فــي مدارســأو جامعــات ال يذكــر فيهــا الديــن‬
‫ً‬
‫وكثيــرا‬ ‫إال بمناســبات‪ .‬وكان يذكــر الديــن فــي وســطنا ً‬
‫دائمــا ليحتــرم‪،‬‬
‫ليهاجــم‪ .‬ونشــأت فــي وســط ال تذكــر فيــه‬‫َ‬ ‫مــا يذكــر الديــن فــي وســطك‬
‫لمامــا‪ ،‬ونشــأت فــي وســط كلــه سياســة وإضــراب وأكثــر‬ ‫السياســة إال ً‬
‫مــن اإلضــراب‪ .‬ونشــأت فــي وســط ال يعــرف المــرأة إال محجبــة‪ ،‬وال‬
‫يعــرف فتــاة إال أن تكــون قريبـ�ة‪ ،‬ونشــأت أنــت في وســط تجالســك الفتاة‬
‫فــي جامعتــك وتشــاهدها فــي أوســاطك وقــد أخــذت مــن الحريــة مثــل‬
‫مــا أخــذت؛ ولــو عــددت لــك الفــروق بينــي وبينــك‪ ،‬فــي زمنــي وزمنــك‪،‬‬
‫وتعليمــي وتعليمــك‪ ،‬وبيئتــي وبيئتــك‪ ،‬لطــال األمــر‪.‬‬

‫ولكــن برغــم كل هــذا فالفــروق مهمــا كانــت فــروق جزئيـ�ة‪ ،‬وال يــزال بينــي‬
‫وبينــك وجــوه شــبه أعمــق مــن هــذه المظاهــر‪ ،‬فالتغيــرات بيــن النــاس‬
‫مهمــا اختلفــت األزمنــة واألمكنــة تغيــرات ســطحية وأمــور عرضيــة؛ أمــا‬
‫اإلنســان فــي جوهــره والجمعيــات البشــرية فــي نزعاتهــا األصيلــة فترجــع‬
‫إلــى أصــول واحــدة‪ ،‬ومــن أجــل هــذا كانــت تجــارب الســلف تفيــد الخلــف‪.‬‬
‫ً‬
‫فألقصعليــك شــيئ�ا مــن تجاربــي التــي أعتقــد أنهــا تفيــدك‪ ،‬مهمــا اختلفت‬
‫بيئ�اتن ـ�ا ومدارســنا وثقافتن ـ�ا‪.‬‬

‫أهــم مــا جربــت فــي حياتــي أنــي رأيــت قــول الحــق والتزامــه‪ ،‬وتحــري‬
‫العــدل وعملــه‪ ،‬يكســب اإلنســان مــن المزايــا مــا ال يقــدر‪ ،‬لقــد احتملــت‬
‫فــي ســبي�ل ذلــك بعــض اآلالم‪ ،‬وأغضبــت بعــض األنــام‪ ،‬وضاعــت علـ َّـي‬
‫مــن أجلــه بعضالمصالــح‪ ،‬ولكنــي برغــم ذلــك كلــه قــد اســتفدت منــه‬
‫أكثــر ممــا خســرت‪ ،‬لقــد اســتفدت منــه راحــة الضميــر‪ ،‬واســتفدت منــه‬
‫ثقــة الناســبما أقــول ومــا أعمــل‪ ،‬واســتفدت منــه حســن ظنهــم بمــا يصــدر‬

‫‪186‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ً‬
‫عنــي ولــو لــم يفهمــوا ســبب�ه‪ ،‬ومــع هــذا فقــد اســتفدت منــه أيضــا ماديــا‬
‫أكثــر ممــا اســتفاد غيــري‪ ،‬ممــن لــم يلتزمــوا الحــق ولــم يراعــوا الصــدق‬
‫والعــدل ‪.‬لقــد ُوجــدت فــي أوســاط كثيــرة وعاشــرت زمــاء كانــوا يرضــون‬
‫رؤســاءهم أكثــر ممــا يرضــون ضمائرهــم‪ ،‬ويقولــون مــا يعجــب النــاس ال‬
‫مــا يعتقــدون أنــه الصــدق‪ ،‬ويرتكبــون الظلــم ً‬
‫طلبــا للجــاه أو العلــو فــي‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫كثيــرا‪ .‬لقــد خســروا‬ ‫المنصــب‪ ،‬ومــع هــذا فقــد ربحــوا قليــا وخســروا‬
‫الفضيلــة وخســروا الضميــر‪ ،‬وفــازوا بقليــل مــن الحــظ العاجــل تبعــه كثيــر‬
‫مــن الفشــل اآلجــل‪ .‬فلــو حســبت بالدقــة مــا كســبت ومــا خســرت ومــا‬
‫ٍّ‬ ‫ً‬
‫كســب هــؤالء ومــا خســروا لوجدتنــي أســعد حــال وأوفــر حظــا‪ .‬فــإذا أردت‬
‫أن تنتفــع بتجربتــي فالتــزم الحــق والصــدق والعــدل فــي جميــع أعمالــك‬
‫مهمــا تكــن النتيجــة‪.‬‬

‫نعــم رأيــت مــن زمالئــي مــن تمســكوا بهــذه الفضيلــة فخســروا كثيـ ًـرا‬
‫وفشــلوا فشـ ًـا ً‬
‫ذريعــا‪ ،‬ولكــن لــم يكــن عيبهــم أنهم التزمــوا الحــق والصدق‬
‫والعــدل‪ ،‬بــل عيبهــم أنهــم التزمــوا هــذه الصفــات فــي ســماجة‪ ،‬فقالــوا‬
‫الحــق فــي غيــر أدب والتزمــوا الصــدق فــي غيــر لباقــة‪ ،‬وتحــروا العــدل فــي‬
‫غيــر لياقــة‪ ،‬فلــم يكــن الذنــب ذنــب الحــق‪ ،‬ولكــن الذنــب ذنــب الســماجة‪.‬‬
‫َّ‬
‫فتعلــم مــن هــذا أن تقــول الحــق فــي أدب وتتحــرى العــدل والصــدق فــي‬
‫لباقــة ولياقــة‪ .‬فمــن غضــب بعــد ذلــك كان الذنــب ذنبـ�ه وال ذنــب عليــك‪،‬‬
‫نــارا‪ ،‬ويهــب عليــك مــن‬ ‫وال تتعجلــن النتيجــة فقــد تمــس مــن الحــق ً‬
‫العــدل لفحــة جحيــم‪ ،‬ولكــن ذلــك أشــبه مــا يكــون باالمتحــان‪ ،‬إن صبــرت‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫لــه انقلبــت النــار جنــة واللفحــة الحــارة نســيما عليــا‪.‬‬
‫ً‬
‫ومــن أهــم تجاربــي أيضــا أنــي رأيــت كثيـ ًـرا مــن الناســيخطئون فيظنــون‬

‫‪187‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫أن المــال هــو كل شــيء فــي الحيــاة‪ .‬يبيعــون أنفســهم للمــال ويحاولــون‬
‫أن يتزوجــوا للمــال ويضيعــون أعمارهــم للمــال‪ ،‬ويفرطــون فــي الفضيلــة‬
‫للمــال‪ ،‬وقــد أقنعتنــي التجــارب أن المــال وســيلة مــن وســائل الســعادة‬
‫حقــا؛ بشــرط أن يطلــب باعتــدال وينفــق فــي اعتــدال‪ ،‬وبشــرط أال يكــون‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫كثيــرا جمــا‪ ،‬فتنقلــب عبــدا لــه‪ ،‬وبشــرط أن يبقــى المــال‬ ‫مــا تحصلــه‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫وســيلة أبــدا وال ينقلــب غايــة أبــدا‪ .‬فــإن أكثــر النــاس وقعــوا فــي متاعــب‬
‫شــتى مــن هــذه األخطــاء‪.‬‬

‫فمنهــم مــن بــدأ حياتــه يطلــب المــال علــى أنــه وســيلة ثــم اســتمر فــي‬
‫ً‬
‫طلبــه بعــد أن اســتوفى حاجتــه منــه فانقلــب غايــة‪ ،‬ومنهــم مــن صــرف‬
‫حياتــه وتفكيــره فــي المــال وفــي االســتزادة منــه حتــى فقــد ســعادته بــل‬
‫وفقــد نفســه‪ ،‬وقــد دلتنــي التجــارب علــى أن أســعد النــاس مــن وضــع‬
‫ً‬
‫المــال فــي موضعــه الالئــق بــه‪ ،‬فلــم يرفضــه رفضــا باتــا ولــم يــذل لــه‬
‫ٍّذل ٍّ‬
‫تامــا‪ .‬ونظــر إلــى المــال علــى أنــه وســيلة مــن وســائل الســعادة ال كل‬
‫الســعادة‪ ،‬ولــم يطلبــه إال مــع الشــرف والعــزة واإلبــاء ‪.‬فــإن تعارضمعهــا‬
‫ضحــى المــال للفضيلــة والغنــى للضميــر‪.‬‬

‫ودلتنــي التجــارب علــى أن عنصــر الديــن فــي الحيــاة مــن أهــم أســباب‬
‫الســعادة‪ .‬ولكــن أصدقــك أنــه لــم يعجبنــي موقــف زماننــ�ا مــن الديــن‬
‫ً‬
‫وال موقــف زمانــك‪ ،‬فقــد كان الديــن فــي زمانن ـ�ا متزمتــا ال ســماحة فيــه‪،‬‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫متشــددا ال ليــن فيــه‪ ،‬مغلقــا ال عقــل فيــه‪ ،‬والديــن فــي زمانكــم متضائــل‬
‫ال حيــاة فيــه‪ ،‬منســيال ذكــر لــه‪ ،‬موضــوع علــى الــرف ال يؤبــه بــه‪ .‬والحيــاة‬
‫الســعيدة كمــا دلتنــي التجربــة حيــاة ترتكــز علــى االعتقــاد بإلــه يركــن إليــه‬
‫ويعتمــد عليــه‪ ،‬وتســتمد منــه المعونــة ويطلــب إليــه التوفيــق فــي الحياة‪،‬‬

‫‪188‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ً‬
‫ويمــأ القلــب رحمــة وعطفــا وحبــا لخيــر اإلنســاني�ة‪ .‬يعجبنــي مــن الديــن‬
‫أن يكــون سـ ً‬
‫ـمحا ال غلظــة فيــه‪ ،‬وأال يكــون ضيــق األفــق فين�اهــض العلــم‪،‬‬
‫بــل يؤمــن صاحبــه أن لــه مجالــه وللعلــم مجالــه‪ ،‬وأن الديــن الصحيــح ال‬
‫ً‬
‫جميعــا لإلنســاني�ة‪ ،‬فالعلــم‬ ‫ين�اقــض العلــم الصحيــح‪ ،‬وأن ال بــد منهمــا‬
‫لحيــاة العقــل والديــن لحيــاة القلــب‪.‬‬

‫هــذه‪ ،‬يــا بنــي‪ ،‬بعــض تجاربــي فــي الحيــاة ومــا أكثرهــا! ولكنــي أخشــى أن‬
‫أطيــل عليــك فتمــل‪ ،‬وأحــب أن أقدمهــا إليــك جرعــة فجرعــة لتستســيغها‬
‫وتت�ذوقهــا وتأخــذ نفســك بتشــربها رشــفة فرشــفة‪ .‬أذكــر لــي رأيــك فيهــا‬
‫وموقعهــا عنــدك ومبلــغ اســتعدادك لقبولهــا‪ ،‬وفــي ضــوء مــا أســمع منــك‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫ســتتوالى عليــك كتبــي إليــك‪ ،‬تقــدم إليــك تجاربــي كأســا فكأســا‪.‬‬
‫والســام عليــك ممــن يحــب لــك الخيــر ويــود أن تكــون ً‬
‫خيــرا منــه‪،‬‬
‫حيــى فــي نفســه والســام‪.‬‬ ‫خيــرا ممــا َّ‬
‫ويتمنــى أن يحيــا فيــك ً‬

‫‪189‬‬
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

190
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Oğluma Mektup
Tercüme: Murat ÖZCAN

Sevgili oğlum!
Biliyorum ki yaşadığım çağın dışında bir çağda yaratıldığını, ye-
tiştiğim çevrenin dışında bir çevrede yetiştiğini, aldığım eğitimden
farklı bir eğitim aldığını biliyorum. Her şeyden önemlisi de ben, ge-
lenek ve göreneklerin çizmiş olduğu sınırlar içerisinde büyüdüm.
Sen tam aksine; gelenek ve göreneklerin parçalandığı bir çağda ya-
şamaktasın. Ben, sloganı babaya ve yetkililere itaat olan bir zamana
denk geldim. Sen ise sloganı itaatsizlik – babaların, öğretmenlerin ve
yetkililerin gücüne karşı itaatsizlik olan dönemde yaşamaktasın. İlk
eğitim aldığımız yer basit bir mahalle mektebiydi. Hasırların üzerine
oturduk ve zorba bir hocadan ders alırdık. Hatalı olanı, hatasız olanı
döver; yanlış, doğru demeden cezalandırırdı. Sizin spor oyunlarında
kıvrak olduğunuz gibi o da elindeki sopa ile bir o kadar kıvraktı. Sen
ise narin, edepli genç bir bayanın sana gözetmenlik yapıp, resimler,
şekiller ve müzikler eşliğinde okuma yazma öğrettiği anaokulunda
eğitim gördün. Ben okulda haşlanmış bakla ile besleniyorken; sen
çay, süt, bisküvi ile besleniyorsun. Sonra sen, batı medeniyetinin
bütün usulleriyle aktarıldığı Fransız okullarında eğitim alırken ben,
sosyal hayatta olsun, kitaplarda olsun dini merkeze alan bir ortam-
da yetiştim. Fakat sen, dinin ancak bazı vesilelerle anıldığı okullarda
ve üniversitelerde okudun. Bizim çevremizde din, hoşgörülü, saygılı
olunması için anlatılırken sizde ise eleştirmek ve saldırmak için dinin
adı geçmekte. Ben siyasetin sadece bir felaket olarak tasvir edildiği
bir ortamda yetiştim, fakat sizin çevrenizde tümüyle siyaset ve boy-
kot, boykotun da ötesinde eylemlerin olduğu bir ortamda yetiştin.
Ben kadının ancak başörtülü bir şekilde bilen, bir kızı ancak yakın
akraba ise tanınabildiği bir çevrede yetiştim. Ama sen üniversitede
kızların sana arkadaşlık ettiği, onları etrafında gördüğün, tıpkı senin

191
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

gibi özgürce yaşadıkları bir çevrede yetiştin. Aramızdaki farkları sa-


yacak olursam, zamanım ve zamanınız, eğitimim ve eğitiminiz, çev-
rem ve çevreniz iş uzar gider.
İnsanlar arasında zamana ve mekâna bağlı olarak meydana gelen
değişiklikler, yüzeysel değişikliklerdir ve yine bunlar dönemsel du-
rumlardır. Ancak insan özünde, insani kurumlarsa asıl eğilimleriyle
aynı prensibe döner. Bu yüzden, öncekilerin tecrübeleri, sonra ge-
lenlere yol gösterici olur. Şimdi, her ne kadar çevremiz, okuduğu-
muz okullarımız ve kültürümüz değişse de, yararlı olabileceğini dü-
şündüğüm tecrübelerimden bazılarını sana aktaracağım.
Hayatımda tecrübe ettiğim en önemli şey; doğru konuşmak ve
doğruluktan ayrılmamak, adaleti aramak ve adaletli davranmaktır.
İnsan bu hasletlerden tahmin edemeyeceği birçok özellik elde eder.
Bu uğurda çok acılara katlandım, bazı insanları kızdırdım ve bu yüz-
den bazı menfaatlerden oldum. Fakat bütün bunlara rağmen, kazan-
dıklarım kaybettiklerimden çok daha fazla oldu. Çünkü kaybettikle-
rim bir tarafa; yaptığım işlerde, söylediklerimde insanların güvenini
kazanmış, gönül rahatlığına erdim. Sebebini bilmedikleri halde bazı
yaptıklarımda hüsnü zanlarını elde ettim. Bununla birlikte, hakikate
bağlı kalmayan, adaleti ve doğruluğu gözetmeyenlerden çok daha fe-
yiz aldım ve maddi anlamda da onlardan daha çok kazandım. Gönül-
lerini hoş etmekten çok yöneticilerinin gönlünü hoş eden, doğruları
söylemek yerine insanların duymak istediklerini söyleyen, makam
mevki uğruna zulme kalkışan çoğu insanla aynı ortamda bulundum.
Fakat onlar bunun sonucunda az kazanıp çok kaybettiler, erdem-
lerini ve vicdanlarını yitirdiler. Sonu bozgunla biten geçici hazların
peşine takıldılar. Benim ve onların kazandıklarını ve kaybettiklerini
dikkatlice düşünürsen, benim onlardan daha mutlu ve daha şanslı
olduğumu görürsün. Eğer tecrübelerimden yararlanmak istiyorsan,
sonucu ne olursa olsun yaptığın bütün işlerde hakk’tan, adaletten ve
doğruluktan ayrılmamalısın.
Evet, bu erdemlere bağlı olduğu halde çok kaybeden ve yıkıcı ba-
şarısızlıklar yaşayan arkadaşlar da gördüm. Ancak sürekli kaybettiler
ve süratle başarısızlığa mahkûm oldular. Fakat onların hatası hakk’a,
adalete ve doğruluğa bağlılıklarından değil, tam tersine tüm bu sıfat-
lara kabaca yaklaşmalarıydı. Adaleti yanlış yollarla aramaları, hakk’ı

192
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

edepsizce söylemeleri ve doğruluğu kabaca savunmalarıydı. Günah


hakk’ın günahı değil, aksine kabalığın günahıdır. Bütün bunlardan
öğreneceğin şey hakk’ı edeplice söylemen, adaleti ve doğruluğu ye-
rinde ve doğru yollarda aramandır. Her kim kızarsa kızsın bundan
sonra günah onun günahı olur, senin değil. Yaptığın iş hak olsa dahi
netice elde etmede aceleci davranma. Bazen hakikat nedeniyle ateşe
düşersin, bazen de adaletten dolayı sana cehennem rüzgarları mu-
sallat olur. Bütün bunlar daha çok bir sınavın neticesidir. Eğer sabre-
dersen ateşi cennete, sıcak rüzgârı hafif bir melteme dönüştürürsün.
Önemli tecrübelerimden bir tanesi de insanların hayatta her şeyin
para pul olduğunun yanlışı içerisinde olmalarıdır. Onlar kendilerini
para pul uğruna satarlar, para için evlenirler, ömürlerini harcarlar,
erdemliliği para uğrunda heba ederler. Yaşadıklarım, paranın mutlu-
luğun bir kaynağı olduğuna dair beni ikna etti. Fakat paranın aşırıya
kaçmadan istenmesi, dengeli bir şekilde harcanması, kazanılan pa-
ranın çok fazla olmaması, fazla olması durumunda da kölesi olun-
maması, paranın sadece bir araç olarak kalması, asla gayeye dönüş-
memesi gerekir. Nitekim insanların çoğu bu hatalardan dolayı çeşitli
sıkıntılar çekmektedir.
Bu insanların bazıları hayatlarına başlarken parayı bir araç olarak
kazanmaya çalışırlar. Sonra ihtiyaçlarını giderdiklerinde daha çok
kazanmak isterler ve sonuçta para bir gayeye dönüşür. Çoğu insan
hayatını ve düşüncesini mala mülke adar ve sürekli artmasını ister
ta ki mutluluğunu hatta bu uğurda canını verene kadar… Yine tec-
rübelerim bana, en mutlu insanın parayı layık olduğu yere koyan,
ne onu tamamen terk eden ne de ona boyun eğen, mutluluğun ta-
mamen paradan ibaret olmadığının farkında olan ve ona sadece bir
araç olarak bakan, onu sadece onuru ve izzeti için talep eden insan
olduğunu gösterdi. Bu değerlerle çelişmek erdemliliği paraya, gönlü
servete hapseder…
Deneyimlerim, din unsurunun hayattaki en önemli mutluluk ne-
deni olduğunu gösterdi. Ancak ne bizim neslimizin ne de sizin nes-
linizin dini tutumları hoşuma gidiyor. Çünkü bizim din anlayışımız
öylesine katı, sert ve radikal ki içerisinde hoşgörü, esneklik barın-
dırmıyordu. Öylesine kapalı ki akla yer vermiyor. Sizin dini anlayı-
şınız ise o kadar yozlaşmış ki içerisinde yaşam yok. Rafa kaldırılmış,

193
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

tamamen unutulmuş bir din anlayışı sizinkisi. Mutlu bir hayat, tec-
rübemin gösterdiği gibi, Allah’a iman üzere sabit kılınmış, Ona da-
yanılan ve Ona tevekkül edilen bir hayattır. Ondan yardım istenilen
ve ondan başarı talep edilen, insanların hayrı için kalbin rahmetle,
şefkat ve sevgiyle dolu olduğu bir hayat. İçindeki kabalığın aksine
hoşgörü barındıran, dar ufuklu olmayan, bilimi tartışan bir din be-
nim benimsediğim. Gerçek bir din, doğru bir ilimle çelişmez ve in-
sanlığın tümüne böyle bir din gereklidir. Zira ilim aklın yaşaması, din
ise kalbin yaşaması için olmazsa olmazdır.
Evlat, bunlar hayattaki tecrübelerimden sadece bazıları. Ne kadar
da çok tecrübem varmış!. Bu tecrübelerimin tadına varman, lezze-
tini alabilmen ve yavaş yavaş algılayabilmen için parça parça aktar-
mak istiyorum. Tecrübelerimin sende bıraktığı izler hususunda bana
geri bildirimde bulun. Zira senden duyacaklarımın ışığında mektup-
larıma devam edeceğim. Sana tecrübelerimi peş peşe aktaracağım.
Senin için iyilik dileyen, senin kendisinden daha hayırlı olmanı ve
kendisi için istediği güzelliği senin için de isteyen babandan sana se-
lam olsun.

194
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫جيلنا وجيلكم‬
‫‪Yazan: Ahmet Emin‬‬
‫أي ّ‬
‫بني‪.‬‬
‫أهــم مــا ّ‬
‫لعــل ّ‬ ‫ّ‬
‫يتميــز بــه جيلكــم عــن جيلنــا هــو حيرتكــم واطمئن�اننــ�ا‪،‬‬
‫واضطرابكــم وســكينتن�ا‪ ،‬وقلقكــم واســتقرارنا‪ .‬ولكــن مــا سـ ّـر هــذه الحيــرة‬
‫وهــذا القلــق والضطــراب فــي جيلكــم؟‬
‫لقــد كان المظنــون ان تكونــوا أســعد حــاال وأهــدأ بــاال وأكثــر اغتب�اطــا‬
‫بالحيــاة‪ .‬فــان المدنيــ�ة الحديثــ�ة قدمــت الــى جيلكــم مــن متــع الحيــاة‬
‫وتــرف العيــش ووســائل الترفيــة عــن النفــس أضعــاف أضعــاف مــا كنــا‬
‫نجــده فــي جيلنــا فلــم يكــن عندنــا راديــو‪ ،‬وال ســينما‪ ،‬وال تمثيــ�ل‪ ،‬وال‬
‫ســفور‪ ،‬وال موســيقى‪ ،‬وال رقــص كالــذي لكــم فــي زمانكــم‪ .‬ولــم يكــن‬
‫يت�دفــق المــال علينــ�ا كمــا تدفــق عليكــم‪ ،‬وال اتصلنــا بالعالــم ومــا فيــه‬
‫ّ‬
‫مــن لذائــذ مثــل اتصالكــم‪ ،‬بــل وال نعمنــا بالحريــة كمــا نعمتــم‪ ،‬وال حققنــا‬
‫ّ‬
‫أنفســنا كمــا حققتــم‪ .‬فمــا الــذي حيركــم؟‬
‫ّ‬ ‫ـل أهـ ّـم مــا ّ‬ ‫ّ‬
‫حيركــم وطمأننـ�ا أننـ�ا كنــا نركــن الــى مبــادئ وعقائــد نؤمــن‬ ‫لعـ‬
‫ّ‬ ‫ّ‬ ‫ّ‬
‫بهــا كل االيمــان‪ ،‬ونســير عليهــا فــي حياتنـ�ا مــن غيــر شــك ونشــجع الســير‬
‫ّ ّ‬ ‫ّ‬
‫عليهــا كل التشــجيع‪ ،‬ونحتقــر مــن خــرج عليهــا كل التحقيــر فكانــت‬
‫ّ‬
‫أعمالنــا تصدرعنــا كمــا يصــدر العمــل عــن عــادة‪ ،‬ليــس يحتــاج االتي ـ�ان‬
‫رويــة وال تفكيــر‪ .‬ثـ ّـم أتــى جيلكــم _خضوعــا للمدني ـ�ة الحديث ـ�ة‬ ‫بــه الــى ّ‬

‫‪195‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫فقضــى علــى هــذه المبــادئ والعقائــد والعــادات والتقاليــد‪ ،‬ولــم ينشــئ‬


‫ّ‬
‫مكانهــا مــا يســد مســدها‪ .‬فــكان مــن ذلــك فــراغ لــم يمــأ‪ ،‬ومبــادئ زالــت‬
‫ّ‬
‫ولــم تعــوض‪ ،‬وعقائــد تهدمــت ولــم يبــن مكنهــا‪ .‬والطبيعــة تكــره الفــراغ‪،‬‬
‫تكــره الســير علــى غيــر هــدى‪ ،‬وتكــره الهــدم مــن غيــر بنيــ�ان‪ ،‬فكانــت‬
‫الحيــرة والقلــق واالضطــراب‪.‬‬
‫قــد كانــت الســلوة الكبــرى للنــاس فــي جيلنــا دينهــم‪ .‬فكانــوا يؤمنــون‬
‫بــاهلل يعرفونــه فــي الرخــاء ويلجــأون اليــه فــي الضـ ّـراء والسـ ّـراء‪ .‬فيجــدون‬
‫ّ‬ ‫ّ‬
‫فــي ذلــك كلــه راحــة مــن عنــاء ‪ ،‬وعونــا علــى الخيــر‪ ،‬وصيانــة مــن الشــر‬
‫فلمــا نبــت جيلكــم وازدهــر شــبابكم عصفــت عليــه عاصفــة مــن المدنيـ�ة‬
‫وجردتكــم مــن عقيدتكــم‪ .‬فلــم تجــدوا أرضــا‬ ‫الحديث ـ�ة فذهبــت بدينكــم‪ّ ،‬‬
‫ترتكــزون عليهــا وال ركنــا شــديدا تــأوون اليــه‪.‬‬
‫ّ‬
‫واألنــس بالديــن طبيعــة النفــس وراحــة الــروح اذا ســلبت مــن تأنــس‬
‫ّ‬ ‫ّ ّ‬ ‫بــه ّ‬
‫أحســت بالوحشــة وتلمملــت مــن الفــراق‪ .‬أن النــاس يعــدون الحــواس‬
‫ّ‬
‫خمســا ولكنــي أعتقــد ان هنــاك فــي كل انســان حاســة سادســة هــي‬
‫حاســة الديــن مــن فقدهــا فقــد عنصــرا مــن عناصــره‪ ،‬وركنــا عظيمــا مــن‬
‫اركان حياتــه‪ ،‬ولذلــك هــدأ المؤمــن واضطــراب الملحــد‪ .‬وهــذا هــو الشــأن‬
‫ّ‬
‫والمدني ـ�ة الحديث ـ�ة‪.‬‬ ‫ّ‬
‫المدني ـ�ة القديمــة‬ ‫فــي الشــرق والغــرب‪،‬‬
‫ّ‬
‫لقــد مـ ّـر علــى العالــم العربــي نحــو قرنيــن‪ ،‬آمــن النــاس فيهــا بالعلــم كل‬
‫االيمــان‪ ،‬واعتقــدوا أن النظــم السياســية واالقتصاديــة قــادرة علــى اســعاد‬
‫العالــم‪ .‬فلمــا تقــدم العلــم وتقدمــت النظــم السياســية واالقتصاديــة ولــم‬
‫يســروا ســعادة‪ ،‬بــل شــقاء تلــو شــقاء‪ ،‬وحربــا هائلــة بعــد حــرب فاجعــة‪،‬‬
‫بــدأ يتزلــزل ايمانهــم بــأن العلــم وحــده كاف الســعاد النــاس‪ .‬وأيقــن كثيــر‬

‫‪196‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫مــن العلمــاء بــأن المعلــم فــي حاجــة الــى الديــن‪ ،‬وأن العقــل فــي حاجــة‬
‫الــى القلــب‪ ،‬وأن المنطــق فــي حاجــة الــى الحكمــة‪.‬‬
‫أي ّ‬
‫بني‪.‬‬
‫ّ‬
‫ان االيمــان بــاهلل يمــأ فــراغ النفــس‪ ،‬ويوحــي بالطمأنينــ�ة‪ ،‬ويوثــق‬
‫الصلــة بيــن الفــرد وأهلــه ووطنــه‪ ،‬كمــا يوثــق الصلــة بينهــم جميعــا وبيــن‬
‫هللا ولــو قطعهــا النــاس‪.‬‬
‫أي ّ‬
‫بني‪.‬‬
‫وشــيء آخــر أحــب أن أقصــه عليــك كان ســبب�ا فــي حيــرة جيلــك‬
‫واضطرابــه‪ ،‬ذلــك انكــم ّلمــا فقدتــم الديــن لــم تدخلــوا اآلخــرة فــي حســاب‬
‫الحيــاة كمــا يتطلــب الديــن‪ ،‬وعشــتم للدني ـ�ا وحدهــا مــن غيــر نظــر الــى‬
‫ثــواب وال عقــاب‪ .‬فنشــأ عــن ذلــك مــرض خطيــر وشـ ّـر مســتطير زاد فــي‬
‫حيرتكــم قلقكــم‪ .‬وهــذا هــو مــا ألمحــه فيكــم مــن أناني ـ�ة مفرطــة وأثــرة‬
‫جامحــة‪.‬‬
‫ّ ّ‬
‫إنــي ألشــعر أن كل فــرد منكــم يريــد أن يعيــش لنفســه فقــط‪ .‬فهــو فــي‬
‫ّ‬
‫أســرته يريــد أن ينـ�ال اكبــر حــظ مــن اللــذة واقــل حــظ مــن األلــم‪ .‬حتــى لــو‬
‫اســتطاع أن يســتولي علــى ميزاني ـ�ة البيــت كلهــا ويتــرك أهلــه يتضـ ّـورون‬
‫جوعــا لفعــل‪ .‬وهــو فــي حياتــه الخارجيــة يجــري وراء شــهوته ولذتــه مهمــا‬
‫ّ‬
‫كانــت العاقبــة‪ ،‬ولــو آذى أهلــه ولــو آذى وطنــه‪ .‬وهــو اذا وظــف بحــث عــن‬
‫الترقيــة مــن أي ســبي�ل شــريف أو خســيس‪ .‬بــل وقــد تضطــره أنانيتـ�ه الــى‬
‫ّ‬
‫أن يمــد يــده‪ .‬ثـ ّـم هــو ال يشــعر بمســئوليت�ه نحــو اهلــه وال نحــو وطنــه وال‬
‫يتــرددون علــى بابــه‪ّ .‬انمــا يبحــث ّ‬
‫عمــا‬
‫ّ‬
‫نحــو اصحــاب المصالــح الذيــن‬
‫يســد شــهوته ويمــأ أنانيت ـ�ه‪.‬‬
‫احمد أمين _ الى ولدي (القاهرة‪ ،)١٩٥١ ،‬ص‪54_59 .‬‬

‫‪197‬‬
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

198
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Sizin Nesliniz
ve Bizim Neslimiz
Tercüme: Abdullah Yeşilyurt
Yavrucuğum!
Belki, sizin nesliniz ile bizim neslimizi birbirinden farklı kılan ne-
denler; sizin memnuniyetsiz bizim memnun, sizin telaşlı bizim sa-
kin, sizin endişeli olmanız bizim ise azimli olmamızdır. Peki, sizin
neslinizde var olan bu memnuniyetsizliğin, telaşın ve endişenin se-
bebi nedir?
Sizin daha mutlu, daha sakin olduğunuz ve hayattan daha çok zevk
aldığınız zannedilir. Modern uygarlık sizin neslinize, bizim sahip
olamadığımız zevkli hayatı, lüks yaşamı ve nefsinizi eğlendirmenin
pek çok yolunu sundu. Mesela radyo, sinema, tiyatro, açık saçıklık,
müzik ve dans bizim zamanımızda yoktu. Size oluk oluk akan para
bize akmadı hiçbir zaman. Sizin dünyayla olan iletişiminiz ve onun
içindeki güzelliklere ulaşma imkânınız bizde hiç olmadı. Biz, sizin
kadar özgür değildik ve sizin aksinize kendimizi gerçekleştirme fır-
satı bulamadık. O halde sizi karmaşaya iten ne?
Belki de sizin kafanızı karıştıran, bizi ise huzurlu kılan en önemli
şeyler, bizim sırtımızı bütün inancımızla ilkelerimize ve ideolojile-
rimize yaslamamızdır. Biz hayatımız boyunca prensiplerimiz doğ-
rultusunda ilkelerimizden ödün vermeden yolumuza devam ettik
ve bu yolda yürümeyi teşvik ettik. Bu yoldan sapmayı da kınadık,
yaptıklarımızı yapmış olmak için değil içimizden geldiği gibi yapar-
dık, üzerine aşırı düşünmeden gelişigüzel. Sonra modern uygarlığa
boyun eğen sizin nesliniz ortaya çıktı ve bütün bu prensipleri, ide-
olojileri, gelenek ve görenekleri yok etti. Bunların yerini alabilecek
hiçbir şey inşa etmedi. Dolayısıyla bu boşluğun yeri doldurulamadı.
İdeolojileri, prensipleri düzeltmek yerine yıktı, telafi etmedi. Doğa
boşluğu kabul etmez, kılavuzu olmadan yolda savrulmayı ve üret-
mek yerine tüketmeyi sevmez. Dolayısıyla şaşkınlık, endişe ve kar-

199
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

gaşa çıktı ortaya.


Bizim neslimizdeki insanların en büyük teselli kaynağı din olmuş-
tur. Onlar Allaha inanan, onu tanıyan ve iyi günde kötü günde O’na
sığınan insanlardı. Ayrıca onlar her şerde bir hayır görmüş ve karşı-
lıksız yardım etmişlerdir. Kötülük sizin kuşağınızı doğurduğunda ve
gençleriniz modern uygarlığın fırtınasında harap olunca dininizden
uzaklaştınız, inançlarınızı terk ettiniz. Sığınıp yerleşebileceğiniz bir
yer, sırtınızı yaslayabileceğiniz güçlü bir yer bulamadınız.
İnsanoğlu yalnızlık çekip bunaldığında dinine sığınırsa ruhu ra-
hatlar ve yalnızlıktan kurtulur. İnsanlar beş duyudan bahsederler
fakat ben her bir insanda altıncı bir duyu olduğu kanaatindeyim ve
bu altıncı duyu inançtır. Bu duyusunu yitiren bir insan kendinden
bir parçayı kaybeder, hayatının mihenk taşlarından birine veda eder.
Bu yüzden inançlı insanlar huzurluyken, inançsız insanlar huzur-
suzdur. İşte doğu ve batıda, eski ve yeni medeniyetlerde de durum
böyledir.
Arap dünyası son iki yüzyılda bilime tam anlamıyla inanmaya baş-
ladı, siyasi ve ekonomik sistemlerin dünyaya mutluluk getireceğini
düşündü. Ancak bilimin gelişmesi, siyasi ve ekonomik gelişmelerin
yaşanması dünyaya mutluluk getirmedi. Aksine dünya, sefalet üstü-
ne sefalete, savaş üstüne savaşa şahit oldu. İnsanların, bilimin tek
başına insanlığa mutluluk getireceğine dair inancı sarsılmaya başla-
dı. Sonrasında pek çok âlim, aklın kalbe, mantığın hikmete ihtiyaç
duyduğu gibi öğretmenlerin de dine gereksinim duyduğu kanaatine
vardı.
Yavrucuğum!
Allaha inanmak, ruhun boşluğunu doldurur ve sükûneti, huzuru
sağlar. Allah inanmak, bir bireyin, ailesine ve vatanına olan bağını
güçlendirir. Allaha inanmak, kişilerle Allah arasındaki bağı, engel ol-
mak isteyen insanlara rağmen kuvvetlendirir.
Yavrucuğum!
Sizin neslinizin kafa karışıklığı ve huzursuzluğu hakkında değin-
mek istediğim bir başka husus ise şudur, siz dinden uzaklaşıp dinini-
zin emrettiğinin aksine ahiretten ziyade dünya işleri ile ilgilendiniz.

200
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Sevabı günahı gözetmeksizin sadece dünya için yaşadınız. Tehlikeli


bir hastalık ve yaygın bir kötülük sardı etrafı ve endişeleriniz ile şaş-
kınlığınız arttı. İşte sizdeki bu uçsuz bucaksız enaniyet ve bencilliğe
değinmek istedim.
Her birinizin sadece kendisi için yaşamak istediğini düşünüyorum.
Hepiniz, aile fertleriniz arasında en büyük hazları yaşayanın ve en
az sıkıntıyı çekenin kendisi olmasını diliyor, diğer ev ahalisi açlıktan
ölse bile evin bütün bütçesinin kendine harcanmasını isteyebiliyor.
Dışarıdaki yaşamında ise, sonuçları ne olursa olsun, ailesinin veya
vatanının sıkıntı çekip çekmemesine hiç aldırmadan, sadece ken-
di heva ve heveslerinin peşinden koşuyor. Onun için yükselme söz
konusu ise, doğru yol ile yanlış yol arasında kalırsa, bencilliği onu
yanlış yolu seçmeye itiyor. Ayrıca ailesinden, vatandaşlarından, or-
tak paydaları taşıdığı insanlardan yardıma ihtiyaç duyup kapısını ça-
lanlar olduğunda onlara karşı bir sorumluluk duygusu hissetmiyor.
Aksine arzu ve şehvetlerinin peşi sıra koşup bencilliğini artırıyor.

201
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Tevfîk El-Hakîm
İskenderiye’de doğdu. Babası başsavcılıkta görev yapan geniş
arazi sahibi Mısırlı bir memur, annesi güçlü karaktere sahip Türk
asıllı zengin bir hanımdır. İlk eğitimini Desûk’taki bir mektep-
te aldı. İlkokulu Demenhûr’da okudu. İskenderiye’de Re’sü’t-tîn
Lisesi’ne devam etti ve Kahire’de iki amcasının yanında kalarak
liseyi bitirdi. 1921’de Hukuk Fakültesi’ne girdi. 1924’te Hukuk
Fakültesi’nden mezun olduktan sonra babası onu hukuk alanın-
da doktora yapmak üzere Paris’e gönderdi. Ancak Paris’te hukuk
eğitiminden çok tiyatro eserleriyle ilgilendi.(13) 1928 yılında Mısır’a
dönünce Tanta Savcı Yardımcılığına atandı. Burada beş yıl görev
yaptıktan sonra mesleğinden istifa ederek köşesine çekilip kendi-
ni edebiyata verdi. 1932’de Ehlu’l-Kehf adlı tiyatroyla ilk eserini
verdi. 1933’de Mısır Milli Eğitim Bakanlığı Soruştırmalar İdaresi
Müdürlüğüne tayin edildi. Sonrasında, Dâru’l-Kutub el Mısriyye
(Mısır Milli Kütüphanesi) Müdürlüğünü yapan Tevfik el-Hakîm,
Arap Dili Kurumu üyeliği ve Sanat, Edebiyat, Sosyal Bilimler Yük-
sek Konseyi üyeliklerinde bulundu. 1954 yılında Mısır’ı Unesco
nezdinde daimi temsilciliği görevine getirildi. 27 Temmuz 1987
tarihinde hayatını kaybetti.(14)
Tevfik el-Hakîm, 1940’larda gazete ve dergilerde yayımlanmak
üzere tek perdelik oyunlar yazdı. Ardından bunları Mesrahu’l-mü-
ctema’ (1950) ve el-Mesrahu’l-münevva’ (1956) adıyla iki kitapta
topladı. el-Eydi’n-nâ’ime (1954) ve es-Sultânü’l-hâ’ir (1960) bu
dönemin oyunlarındandır. Yine aynı dönemin oyunlarından es-
Safķa’da (1956) edebiyat diliyle konuşma dili arasındaki çıkma-
zı aşabilmek için kullandığı üçüncü dil önerisiyle dikkat çeker
ve Ķālebüne’l-mesrahî adlı eserinde (1967) bu meseleyi ele aldı.

202
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Çok önce yazdığı Zemmâr’da da (1932) halk dilini kullanmıştı. Neh-


rü’l-cünûn (1935) ve Yâ Tâli’a’ş-şecere (1963) bu tür oyunlarından-
dır. 1966 yılından sonra halkın gelişim ve değişiminden ümitsizliğe
düşen Tevfîk el-Hakîm, Masîru Sarsâr (1966), Küllü şey’ fî mahallih
(1966), Benkü’l-kalak (1976) gibi alay ve ironi yoğunluğu taşıyan
oyunlar yazdı. Son dönem teliflerinde basitleştirilmiş fasih dille
halk dilinin karışımından oluşan bir tiyatro dili önermiş ve uygu-
lamıştır. Tevfîk el-Hakîm’in kaleme aldığı romanlar, dönemindeki
Avrupa romanı düzeyinde yazılmış ilk romanlardan kabul edilir.
‘Avdetü’r-rûh (1933) adlı otobiyografik romanı, modern Mısır’ın ilk
romanı olarak görülen Muhammed Hüseyin Heykel’in Zeyneb’in-
den sonra yayımlanmış en önemli eser diye nitelendirilir. Tevfîk el-
Hakîm’in Yevmiyyâtü nâ’ib fi’l-eryâf (1937), Paris’te yazdığı ‘Uśfûr
mine’ş-şark (1938) ve Sicnü’l-‘umr (1964) adlı eserleri diğer önemli
otobiyografik romanlarından kabul edilebilir. (15)
Tevfik el-Hakim’in pek çok eserinden öne çıkanlar şunlardır: (16)
ed-Dayfu’s-sakîl (tiyatro 1922), el-‘Avâlim (hikayeler 1927), Eh-
lu’l-Keyf (tiyatro 1933), ‘Avdetu’r-Rûh (Ruhun Dönüşü Roman
1933), Şehrezad (tiyatro 1934), Ehlu’l-Fenn (hikayeler 1934) Yev-
miyyat Naib fi’l-Eryaf (roman 1937), ‘Usfûrun mine’ş-Şark (hikaye
1938), Tahte Şemsi’l-Fikr (makaleler 1938), Himâru’l-Hakîm (roman
1940), Pigmaliyyun (Tiyatro 1942), Zehratu’l-‘Umr (tiyatro 1943),
er-Ribatu’l-Mukaddes (tiyatro 1944), Şeceratu’l-Hukm (Tiyatro
1945), Erini Allah (hikayeler 1954), İzîs (tiyatro 1955), es-Sultânu’l-
Hâ’ir (tiyatro 1960), Yâ Tâli’ eş-Şecere (tiyatro 1962), et-Ta’âm li-
küllifem (1963), Şemsu’n-Nehâr (1965), ‘Asâ el-Hakîm (el-Hâkim’in
Değneği, makaleler 1953), Teemulât fi’s-siyâse (Eşdeğerlik Öğretisi
ve Politika Üstüne Düşünceler 1954).

203
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

204
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫نهر الجنون‬
‫‪Yazan: Tevfîk El-Hakîm‬‬

‫نص مسرحية «نهر الجنون» للكاتب توفيق الحكيم‬


‫مسرحية من فصل واحد‬
‫(بهــو فــي قصــر ملــك مــن ملــوك العصــور الغابــرة‪ .‬الملــك ووزيــره‬
‫منفــردان)‬
‫الملك – ما تقص َّ‬
‫على مريع!‬
‫الوزير – قضاء وقع يا موالي‪.‬‬
‫ً‬
‫الملك – (في دهش وذهول) الملكة أيضا؟‬
‫ً‬
‫الوزير – (مطرقا) واحزناه!‬
‫ً‬
‫الملك – هي أيضا شربت من ماء النهر؟‬
‫الوزير – كما شرب أهل المملكة أجمعين ‪.‬‬
‫الملك – أين رأيت الملكة؟‬
‫الوزير – في حديقة القصر‪.‬‬
‫الملك – ما كان ينقص الخطب إال هذا!‬
‫الوزيــر – لقــد حذرهــا مــوالي أن تقــرب مــاء النهــر وأوصاهــا أن تشــرب‬

‫‪205‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫مــن نبي ـ�ذ الكــروم‪ .‬لكنــه القــدر!‬


‫الملك – قل لي كيف علمت أنها شربت من ماء النهر؟‬
‫الوزير – سيماؤها ‪ ،‬حركاتها‪.‬‬
‫الملك – أحادثتك؟‬
‫الوزير – لم أكد أقبل عليها حتى ازورت عني في شبه روع‪.‬‬
‫آذلــك فعلــت وصائفهــا وجواريهــا وطفقــن يتهامســن وينظــرن َّ‬
‫إلــى‬
‫نظــرات الممرورييــن‪.‬‬
‫الملك – (كالمخاطب نفسه) كل هذا بدا لعيني في تلك الرؤيا!‬
‫الوزير – رحمة بن�ا أيتها السماء!‬
‫الملك – نعم كل هذا رأته عين�اى من قبل‪.‬‬
‫(صمت)‬
‫الوزير – متى يذهب غضب السماء عن هذا النهر؟‬
‫الملك – من يدري؟‬
‫الوزير – ألم ير موالى في تلك الرؤية الهائلة ما ينبئ بالخالص؟‬
‫الملك – (يحاول أن يت�ذكر) لست أذكر‪..‬‬
‫الوزير – تذكر يا موالي؟‬
‫الملــك – (يحــاول التذكــر) لســت أذكــر أآثــر ممــا قصصــت عليــك ‪..‬‬
‫رأيــت النهــر أول األمــر فــي لــون الفجــر‬

‫‪206‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ثــم أبصــرت أفاعــي ســوداء قــد هبطــت فجــأة مــن الســماء وفــي أني�ابهــا‬
‫ســم تســكبه فــي النهــر فــإذا هــو فــي لــون‬
‫الليل‪ .‬وهتف بي من يقول‬
‫<حذار أن تشرب بعد اآلن من نهر الجنون> ‪..‬‬
‫الوزير – وياله!‬
‫الملك – وقد رأيت الناس كلهم يشربون‪..‬‬
‫الوزير – إال إثن�ان‪..‬‬
‫الملك – أنا وأنت‪..‬‬
‫الوزير – وافرحتاه‬
‫الملك – عالم الفرح أيها الرجل!‬
‫الوزيــر – (يســتدرك) عفــو مــوالي‪ .‬إن حزنــي لعظيــم‪ .‬ليتنــي كنــت فــداء‬
‫الملكة‪.‬‬
‫الملــك – شــد مــا أبغــض هــذا الــكالم‪ .‬ليتــك تســتطيع علــى األقــل أن‬
‫تجــد لهــا دواء ‪ ...‬يحزننــي أن يذهــب مثــل‬
‫عقلها الراجح ويخبو هذا الذهن الالمع في سماء هذه المملكة!‬
‫ً‬
‫الوزير – حقا ‪ ،‬إنها كالشمس في سماء هذه المملكة!‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫الملــك – نعــم‪ .‬أنــت دائمــا تــردد مــا أقــول وال تفعــل شــيئ�ا‪ .‬علــى بــرأس‬
‫األطبــاء!‬

‫‪207‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫الوزير – رأس األطباء؟‬


‫الملك – نعم رأس األطباء‪ .‬لعله يستطيع لها شفاء‪..‬‬
‫الوزير – موالى نسى أن رأس األطباء كذلك قد ذهب‪..‬‬
‫الملك – ذهب أين؟‬
‫ً‬
‫الوزير – هو أيضا من الشاربين‪.‬‬
‫الملك – يا للمصيب�ة‪..‬‬
‫الوزيــر – لقــد رأيتــ�ه آذلــك بيــن يــدي الملكــة وقــد تغيــرت نظراتــه‬
‫ً‬
‫وحركاتــه وكلمــا لمحنــي هــز رأســه هــزا ال‬
‫أدرك له معنى‪.‬‬
‫الملك – رأس األطباء قد جن؟!‬
‫الوزير – نعم‪..‬‬
‫الملــك – لقــد كان نابغــة زمانــه‪ .‬أيــة خســارة أن يصــاب مثــل هــذا الرجــل‬
‫بالجنون‪..‬‬
‫الوزير – وفي وقت نحن أحوج ما نكون إلى علمه وطبه‪.‬‬
‫الملــك – ليــس فــي هــذه المملكــة اآلن غيــر واحــد يســتطيع إنقاذنــا ممــا‬
‫نحــن فيــه‪.‬‬
‫الوزير – من يا موالي؟‬
‫الملك – كبير الكهان‪.‬‬

‫‪208‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫الوزير – واحسرتاه!‬
‫الملك – ماذا؟‬
‫الوزير – منهم يا موالي‪.‬‬
‫الملك – ما تقول؟ من الشاربين؟‬
‫الوزير – أجل منهم‪.‬‬
‫الملــك – هــذا والريــب مــا يســمى بالخطــب الجلــل‪ .‬حتــى كبيــر الكهــان‬
‫أصيــب بالجنــون وهــو أحســن النــاس‬
‫ً‬ ‫ً‬ ‫ً‬ ‫ً‬
‫رأيــا وأبعدهــم نظــرا وأثبتهــم إيمانــا وأطهرهــم قلبــا وأدناهــم إلــى‬
‫الســماء!‬
‫الوزير – هو القضاء يا موالي ‪ ،‬ألم أقل أنه قضاء وقع؟!‬
‫الملــك – أجــل إنهــا لكارثــة شــاملة‪ .‬ليــس لهــا مــن نظيــر ال فــي التواريــخ‬
‫وال فــي األســاطير‪ .‬مملكــة بأســرها قــد‬
‫أصابهــا الجنــون دفعــة واحــدة ولــم يبــق بهــا ناعــم بعقلــه غيــر الملــك‬
‫والوزيــر!‬
‫الوزير – (يرفع رأسه إلى أعلى) رحمة السماء!‬
‫الملــك – اصــغ أيهــا الوزيــر‪ .‬إن الســماء التــى حبتنـ�ا باســتثن�اء وحفظــت‬
‫علينـ�ا نعمــة العقــل ال ريــب ترانــا‬
‫خليقيــن أن تســتجيب منــا الدعــاء‪ .‬هلــم بن ـ�ا إلــى معبــد القصــر نصلــى‬
‫وندعــو أن تــرد إلــى الملكــة والنــاس‬

‫‪209‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫عقولهم‪ .‬هذا آخر ملجأ نستطيع أن نلتجئ إليه‪.‬‬


‫الوزير – أجل ياموالي‪ .‬آخر ملجأ لنا وخير ملجأ‪ :‬السماء‪.‬‬
‫(يخرجان من أحد األبواب)‬
‫(تدخل من باب آخر الملكة ورأس األطباء وكبير الكهان)‬
‫الملكة – إنه لخطب فادح!‬
‫ً‬
‫رأس األطباء ‪( :‬معا)‬
‫آبير الكهان ‪ :‬أجل إنها لطامة كبرى!‬
‫الملكــة – (لــرأس األطبــاء) أمــا مــن حيلــة للطــب فــي رد نــور العقــل إلــى‬
‫هذين البائســين!‬
‫رأس األطباء – يشق على هذا العجز مني أيتها الملكة‪.‬‬
‫الملكة – تفكر يا رأس األطباء‪.‬‬
‫ً‬
‫رأس األطبــاء‪ :‬لقــد تفكــرت مليــا يــا موالتــي ‪ ،‬إن مــا أصابهمــا ال يســعه‬
‫علمــي‪.‬‬
‫الملكة – أأقنط إذن من شفاء زوجي‪.‬‬
‫ً‬
‫رأس األطبــاء – ال تقنطــي يــا موالتــي‪ .‬هنالــك معجــزات تهبــط أحيانــا‬
‫مــن الســماء هــي فــوق طــب األطبــاء ‪.‬‬
‫الملكة – ومتى تهبط تلك المعجزات؟‬
‫رأس األطباء‪ :‬من يدري يا موالتي!‬

‫‪210‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫الملكة – يا كبير الكهان استنزل لي واحدة منها اآلن ‪ ..‬اآلن ‪ ..‬اآلن‪..‬‬


‫ً‬
‫كبيــر الكهــان – مــن قــال يــا موالتــي إنــي اســتطيع أن اســتنزل شــيئ�ا مــن‬
‫الســماء‪.‬‬
‫الملكة – أليس هذا من عملك؟‬
‫كبيــر الكهــان – إن الســماء يــا موالتــي ليســت كالنخيــل يســتطيع‬
‫اإلنســان أن يســتنزل منهــا مــا شــاء مــن ثمــار!‬
‫ً‬
‫الملكــة – أال تســتطيع إذن أن تصنــع شــيئ�ا‪ .‬إنــي زوج تحــب زوجهــا‪ .‬إنــي‬
‫امــرأة تريــد إنقــاذ رجلهــا‪ .‬إنقــذوا‬
‫زوجي‪ .‬إنقذوا زوجي!‬
‫رأس األطباء – بعض الصبر يا موالتي‪.‬‬
‫ً‬
‫كبيــر الكهــان – دع الملكــة تقــول! إنهــا علــى حــق‪ .‬هــي تبكــي زوجــا‬
‫ً‬
‫آريمــا‪ .‬النــاس كذلــك لــو عرفــوا الحقيقــة‬
‫ً‬
‫لبكوا ملكا كان حازم الرأي راجح العقل‪.‬‬
‫الملكة – احذروا أن يعرف الناس الخبر ‪.‬‬
‫كبيــر الكهــان – نحــن أصمــت مــن قبــر يــا موالتــي غيــر أنــي أخشــى‬
‫عاقبــة األمــر‪ .‬إنــا مهمــا أخفينــ�ا الخبــر البــد‬
‫ً‬
‫يومــا مــن األيــام‪ُ .‬‬
‫وأي مصيبــ�ة أفــدح مــن علــم النــاس بــأن‬ ‫أن يظهــر‬
‫الملــك والوزيــر‪...‬‬
‫الملكة – صه! إن هذا مريع‪.‬‬

‫‪211‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ً‬
‫كبير الكهان – حقا أن هذا مريع وعظيم الخطر‪.‬‬
‫ً‬
‫الملكــة – مــا المخــرج؟ ال تقفــا مــن األمــر موقــف اليائــس‪ .‬افعــا شــيئ�ا‪.‬‬
‫ً‬
‫إنــي أفقــد عقلــي أيضــا وال ريــب إن‬
‫طال أمد هذا الحال‪.‬‬
‫كبير الكهان – لو أن في مقدوري فهم ما يدور برأسه ‪.‬‬
‫الملكة – إنه يذكر النهر في فزع ويزعم أن ماءه مسموم‪.‬‬
‫كبير الكهان – وماذا يشرب إذن؟‬
‫الملكة – نبي�ذ الكروم‪ .‬وال شيء غير نبي�ذ الكروم‪.‬‬
‫رأس األطبــاء – نعــم نبيـ�ذ الكــروم‪ .‬يغلــب علــى ظنــي أن اإلدمــان قــد أثــر‬
‫بعقله ‪.‬‬
‫الملكة – إن كان الداء فيما تقول فما أيسر الدواء‪ :‬نمنع عنه الخمر‪.‬‬
‫رأس األطباء – وماذا يشرب؟‬
‫الملكة – ماء النهر‪.‬‬
‫رأس األطباء‪ :‬أتحسبين�ه يرضى يا موالتي؟‬
‫الملكة – أنا أحمله على ذلك‪.‬‬
‫رأس األطباء – (يلتفت إلى صوت قريب) ها هو ذا الملك قادم‪.‬‬
‫الملكة – (تشير إلى رأس األطباء وآبير الكهان) اتركانا وحدنا‪.‬‬
‫(يخرجان ويتركان الملكة تت�أهب لمالقاة الملك‪).‬‬

‫‪212‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫الملك – (يراها فيقف بغتة في مكانه) أنت هنا؟‬


‫ً‬
‫الملكة – (تنظر إليه مليا) نعم‪.‬‬
‫الملك – لماذا تنظرين ّ‬
‫إلي هذه النظرات؟‬
‫الملكة – (تنظر إليه وتهمس متوسلة) أيتها المعجزات!‬
‫الملــك – (يت�أملهــا فــي حــزن) ويلــى! إن قلبــي يتمــزق‪ .‬لــو تعلميــن‬
‫مقــدار ألمــي أيتهــا العزيــزة‪.‬‬
‫الملكة – (تحدق في وجهه) لماذا؟‬
‫الملــك – لمــاذا؟ نعــم أنــت ال تعرفيــن‪ .‬هــذا الــرأس الجميــل ال يمكــن‬
‫اآلن أن يعــرف ‪.‬‬
‫الملكة – ما الذي يؤلمك أنت؟‬
‫ً‬
‫الملــك – (ينظــر إليهــا مليــا) يؤلمنــي ‪ ...‬هــل اســتطيع أن أقــول؟ هــذا‬
‫فــوق مــا احتمــل‪.‬‬
‫الملكة – (كالدهشة) إنك تشعر بالنازلة؟‬
‫الملك – أتسأليني؟! وأى شعور!‬
‫الملكة – (في استغراب) هذا غريب‪.‬‬
‫الملك – واحزناه!‬
‫الملكــة – (تت�أملــه لحظــة فــي إشــفاق ثــم تجذبــه) تعــال أيهــا الوزيــر‬
‫اجلــس إلــى جانبــي علــى هــذا الفــراش وال‬

‫‪213‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫تحزن كل هذا الحزن‪ .‬لقد آن لهذا الشر أن يزول عنا‪.‬‬


‫الملك – ماذا تقولين؟!‬
‫الملكة – نعم ثق أنه سيزول‪.‬‬
‫ً‬
‫الملك – (يت�أملها بدهشا) إنك تحسين ما حدث؟!‬
‫الملكة – كيف ال أحس أيها العزيز وهو يمأل نفسي أسى‪.‬‬
‫ً‬
‫الملك – (ينظر إليها مليا) هذا عجيب!‬
‫إلي هذه النظرات!‬ ‫الملكة – لماذا تنظر ّ‬
‫ً‬
‫الملك – (متوسال في إشفاق) أيتها السماء!‬
‫الملكة – تدعو السماء؟ لقد استجابت السماء!‬
‫الملك – ماذا أسمع ‪..‬؟‬
‫الملكة – (في فرح) لقد وجدنا الدواء‪.‬‬
‫الملك – وجدتم الدواء؟ متى؟!‬
‫الملكة – (في فرح) اليوم‪.‬‬
‫الملك – (في حرارة) وافرحتاه‪!..‬‬
‫الملكــة – نعــم وافرحتــاه! إنمــا ينبغــي لــك أن تصغــى إلــى مــا أقــول وأن‬
‫تعمــل بمــا أنصــح لــك بــه‪ .‬يجــب عليــك‬
‫أن تقلع من فورك عن شرب النبي�ذ وأن تشرب من ماء النهر‪.‬‬
‫الملك – (ينظر إليها وقد عاد إلى يأسه وحزنه) ماء النهر!‬

‫‪214‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫الملكة – (بقوة) نعم‪.‬‬


‫الملــك – (كالمخاطــب نفســه) ويحــي أنــا الــذي حســب الســماء قــد‬
‫اســتجابت !!‬
‫واعمل بما أقول‪.‬‬ ‫الملكة – (في قوة) اصغ ّ‬
‫إلي‬
‫ِ‬
‫ً‬
‫الملــك – (ينظــر إليهــا مليــا فــي يــأس) إنــي ألرى األمــر يــزداد فــي كل يــوم‬
‫ً‬
‫شــرا ‪.‬وهــل يخطــر لــي علــى بــال‬
‫أنهــا تتكلــم مثــل هــذا الــكالم وأن مــا بهــا يبلــغ هــذا ‪..‬ويــاه! البــد مــن‬
‫إنقاذهــا‪ ...‬البــد مــن إنقاذهــا‪ .‬كاد يذهــب‬
‫سريعا)‪ :‬أيها الوزير! ّ‬ ‫ً‬
‫علي بالوزير!‬ ‫من رأسي العقل (يخرج‬
‫الملكــة – (كالمخاطبــة لنفســها فــي حــزن وإطــراق) صــدق رأس‬
‫األطبــاء‪ .‬أن األمــر ألعســر ممــا ‪( ..‬تتنهــد‬
‫وتخرج)‬
‫الوزير – (يدخل من باب آخر متغير الوجه) موالي! موالي!‬
‫الملك – (يعود أدراجه) أيها الوزير!‬
‫الوزير – جئتك بخبر هائل‪.‬‬
‫ً‬
‫الملك – (في رجفة) ماذا أيضا؟‬
‫الوزير – أتدري ما يقول الناس عنا؟‬
‫الملك – أي ناس؟‬

‫‪215‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫الوزير – المجانين‪.‬‬
‫الملك – ماذا يقولون؟‬
‫الوزيــر – يزعمــون أنهــم هــم العقــاء وأن الملــك والوزيــر همــا‬
‫ا لمصابــان‪...‬‬
‫الملك – صه! من قال هذا الهراء؟‬
‫الوزير – تلك عقيدتهم اآلن‪.‬‬
‫الملك – (في تهكم حزين) نحن المصابان وهم العقالء‪!..‬‬
‫أيتها السماء رحماك! إنهم ال يشعرون أنهم قد جنوا‪.‬‬
‫الوزير – صدقت‬
‫الملك – يخيل ّ‬
‫إلي أن المجنون ال يشعر أنه مجنون‪.‬‬
‫الوزير – هذا ما أرى‪.‬‬
‫الملــك – إن الملكــة واحســرتاه آانــت تحادثنــي اآلن وآأنهــا تعقــل مــا‬
‫تقــول‪ .‬بــل لقــد كانــت تب ـ�دي لــي الحــزن‬
‫إلي النصح‪.‬‬‫وتسدي ّ‬

‫الوزيــر – نعــم‪ ،‬نعــم‪ .‬كذلــك صنــع بــي آل مــن قابلــت مــن رجــال القصــر‬
‫وأهــل المدينـ�ة‪.‬‬
‫ً‬
‫الملك – أيتها السماء رفقا بهم!‬
‫الوزير – (في تردد) وبن�ا‪.‬‬

‫‪216‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ً‬
‫الملك – (متسائال في دهش) وبن�ا؟ !‬
‫ً‬
‫الوزير – موالي! إني أريد أن أقول شيئ�ا‪.‬‬
‫الملك – (في خوف) تقول ماذا؟‬
‫الوزير – إني كدت أرى‪..‬‬
‫الملك – (في خوف) ترى ماذا؟‬
‫الوزير – أنهم ‪ ...‬شيء‪.‬‬
‫الملك – من هم؟!‬
‫الوزيــر – النــاس ‪ ،‬المجانيــن ‪ ،‬إنهــم يرموننــ�ا بالجنــون‪ .‬ويتهامســون‬
‫علينــ�ا ويت�آمــرون بنــ�ا ‪ ،‬ومهمــا يكــن مــن‬
‫أمرهــم وأمــر عقلهــم فــإن الغلبــة لهــم ‪ ،‬بــل إنهــم هــم وحدهــم الذيــن‬
‫يملكــون الفصــل بيــن العقــل والجنــون‪ .‬ألنهــم‬
‫ً‬
‫هــم البحــر ومــا نحــن إال حبتــ�ان مــن رمــل‪ .‬أتســمع منــي نصحــا يــا‬
‫مــوالي؟‬
‫الملك – أعرف ما تريد أن تقول‪.‬‬
‫الوزير – نعم ‪ ،‬هلم نصنع مثلهم ونشرب من ماء النهر!‬
‫ً‬
‫الملــك – (ينظــر إلــى الوزيــر مليــا) أيهــا المســكين! إنــك قــد شــربت!‬
‫ً‬
‫أرى شــعاعا مــن الجنــون يلمــع فــي‬
‫عينيك ‪.‬‬

‫‪217‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫الوزير – كال لم أفعل بعد‪.‬‬


‫الملك – أصدقني القول‪.‬‬
‫الوزيــر – (فــي قــوة) أصدقــك القــول‪ ،‬إنــي سأشــرب وقــد أزمعــت أن‬
‫ً‬
‫أصيــر مجنونــا مثــل بقيــة النــاس‪ .‬إنــي‬
‫ً‬
‫أضيق ذرعا بهذا العقل بينهم ‪.‬‬
‫الملك – تطفىء من رأسك نور العقل بي�ديك!‬
‫الوزيــر – نــور العقــل! مــا قيمــة نــور العقــل فــي وســط مملكــة مــن‬
‫المجانيــن! ثــق أنــا لــو أصررنــا علــى مــا‬
‫نحــن فيــه ال نأمــن أن يثبــت علينـ�ا هــؤالء القــوم‪ .‬إنــي ألرى فــي عيونهــم‬
‫فتنـ�ة تضطــرم ‪ ،‬وأرى أنهــم لــن‬
‫يلبثــوا حتــى يصيحــوا فــي الطرقــات < ‪:‬الملــك ووزيــره قــد جنــا ‪ ،‬فلنخلع‬
‫المجنونين >!‬
‫الملك – ولكنا لسنا بمجنونين!‬
‫الوزير – كيف نعلم؟!‬
‫ً‬
‫الملك – ويحك! أتقول جدا؟‬
‫الوزيــر – إنــك قــد قلتهــا الســاعة يــا مــوالى! أن المجنــون ال يشــعر أنــه‬
‫مجنــون‪.‬‬
‫ً‬
‫الملك – (صائحا) ولكني عاقل وهؤالء الناس مجانين!‬
‫ً‬
‫الوزير – هم أيضا يزعمون هذا الزعم ‪.‬‬

‫‪218‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫الملك – وأنت‪ ،‬أال تعتقد في صحة عقلي؟‬


‫الوزيــر – عقيدتــي فيــك وحدهــا مــا نفعهــا؟ إن شــهادة مجنــون لمجنــون‬
‫ً‬
‫التغنــي شــيئ�ا‪.‬‬
‫الملك – ولكنك تعرف أني لم أشرب قط من ماء النهر‪.‬‬
‫الوزير – أعرف‪.‬‬
‫الملــك – وأنــي قــد ســلمت مــن الجنــون ألنــي لــم أشــرب‪ ،‬وأصيــب‬
‫النــاس ألنهــم شــربوا ‪.‬‬
‫الوزيــر – هــم يقولــون بأنهــم إنمــا ســلموا هــم مــن الجنــون ألنهــم شــربوا‬
‫وأن الملــك إنمــا ُجـ ّـن ألنــه لــم يشــرب‪.‬‬
‫ً‬
‫الملك – عجبا! إنها لصفاقة وجه‪.‬‬
‫ً‬
‫الوزيــر – هــذا قولهــم وهــم المصدقــون‪ ،‬وأمــا أنــت فلــن تجــد واحــدا‬
‫يصدقــك!‬
‫ً‬
‫الملك – أهكذا يستطيعون أيضا أن يجترئوا على الحق؟!‬
‫الوزير – الحق؟! (يخفي ضحكة)‬
‫الملك – أتضحك؟!‬
‫الوزير – إن هذه الكلمة منا في هذا الموقف غريب�ة ‪.‬‬
‫الملك – (في رجفة) لماذا؟‬
‫ً‬
‫الوزيــر – الحــق والعقــل والفضيلــة ‪ ،‬آلمــات أصبحــت ملــكا لهــؤالء‬
‫ً‬
‫النــاس أيضــا‪ .‬وهــم وحدهــم أصحابهــا‬
‫اآلن‪.‬‬

‫‪219‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫الملك – وأنا؟‬
‫ً‬
‫الوزير – أنت بمفردك ال تملك منها شيئ�ا‪.‬‬
‫(الملك يطرق في تفكير وصمت)‬
‫ً‬
‫الملــك – (يرفــع رأســه أخيــرا) صدقــت إنــي أرى حياتــي ال يمكــن أن‬
‫تــدوم علــى هــذا النحــو‪.‬‬
‫الوزيــر – أجــل يــا مــوالي‪ .‬وأنــه لمــن الخيــر لــك أن تعيــش مــع الملكــة‬
‫والنــاس فــي تفاهــم وصفــاء ‪ ،‬ولــو‬
‫ً‬
‫منحت عقلك من أجل ذلك ثمنا!‬
‫الملــك – (فــي تفكيــر) نعــم إن فــي هــذا كل الخيــر لــي‪ .‬إن الجنــون‬
‫يعطينــي رغــد العيــش مــع الملكــة والنــاس‬
‫كما تقول‪ .‬وأما العقل فماذا يعطيني!‬
‫ً‬
‫الوزيــر – الشــيء‪ .‬إنــه يجعلــك منبــوذا مــن الجميــع‪ ،‬مجنونــا فــي نظــر‬
‫الجميــع!‬
‫الملك – إذن فمن الجنون أن ال أختار الجنون ‪.‬‬
‫الوزير – هذا عين ما أقول‪.‬‬
‫الملك – بل إنه لمن العقل أن أوثر الجنون‪.‬‬
‫الوزير – هذا ال ريب عندي فيه‪.‬‬
‫الملك – ما الفرق إذن بين العقل والجنون!‬
‫ً‬
‫الوزير – (وقد بوغت) انتظر‪( ...‬يفكر لحظة) لست أتبين فرقا!‬
‫الملك – (في عجلة) ّ‬
‫علي بكأس من ماء النهر!‬

‫‪220‬‬
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Delilik Irmağı
Tercüme: Ersin ÇİLEK
(Eski zamanlarda, sarayının bir odasında kral ve vezir yalnızdır.)
Kral: Bana anlatacağın kötü olay nedir?
Vezir: Vahim bir olay oldu efendim.
Kral: (Dehşet ve şaşkınlık içinde) Yoksa kraliçe de mi?
Vezir: (Sessizce başını öne eğer) Ne yazık ki!
Kral: O da mı nehrin suyundan içti?
Vezir: Ülkede yaşayan herkesin içtiği gibi…
Kral: Kraliçeyi nerede gördün?
Vezir: Sarayın bahçesinde…
Kral: Bir bu eksikti.
Vezir: Irmağa yaklaşmaması konusunda uyarıldı efendim. Hatta
üzüm şarabı içmesi tembih edildi. Ancak kader işte…
Kral: Söyle bana, nehrin suyundan içtiğini nasıl öğrendin?
Vezir: Görünüşünden ve hareketlerinden…
Kral: Seninle konuştu mu?
Vezir: Tam ona doğru döndüm ki korkar bir şekilde yüzünü çevir-
di. Hizmetçileri ve cariyeleri de böyle yaptı. Fısıldaşmaya başladılar
ve yanlarına gelenlere dik dik baktılar.
Kral: (Kendi kendine) Hepsi gözüme aynı görünüyor.
Vezir: Rahmet et bize ey gökyüzü!
Kral: Evet evet... Hepsi aynı görünüyor.

221
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

(Sessizlik)
Vezir: Gökyüzünün öfkesi ne zaman bu nehrin üzerinden uzakla-
şacak?
Kral: Kim bilir…
Vezir: Anlattığınız korkunç rüyada bu olayın ne zaman biteceğini
görmediğiniz mi efendim?
Kral: (Hatırlamaya çalışır) Hatırlayamıyorum.
Vezir: Hatırlamıyor musunuz efendim!
Kral: (Hatırlamaya çalışır) Sana anlattığımdan fazlasını hatırla-
mıyorum. Önce kızıl bir nehir gördüm. Sonra gökyüzünden düşen
karayılanlar gördüm. Dişlerinde nehre akıttıkları zehir vardı. Gece
karanlığında birisi bağırdı bana. “Bundan sonra delilik ırmağından
içmemeye dikkat et” dedi.
Vezir: Eyvah!
Kral: Herkesin bu ırmaktan içtiğini görmüştüm.
Vezir: İki kişi hariç…
Kral: Sen ve ben…
Vezir: Çok şükür.
Kral: Halimize şükürler olsun.
Vezir: (Telafi etmeye çalışır) Affedersiniz efendim. Üzüntüm çok
büyük… Kraliçeye canım feda…
Kral: Ne kadar acı bir söz. Keşke en azından ona bir çare bulabilsen.
Bu toprakların üzerinde böylesine bir aklın yok olması ve böylesine
parlak bir zihnin sönmesi beni çok ama çok üzüyor.
Vezir: Haklısınız. O, bu ülkenin güneşiydi.
Kral: Evet, sen sadece benim söylediklerimi tekrar ediyorsun. Baş-
ka bir şey yapmıyorsun. Bana başhekimi getir.
Vezir: Başhekimi mi?
Kral: Evet, başhekimi… Belki o, kraliçeye bir şifa bulabilir.

222
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Vezir: Efendim, başhekim de gitti unuttunuz mu?


Kral: Nereye gitti?
Vezir: O da bu nehirden su içenlerden biri.
Kral: Bu ne felaket!
Vezir: Elinde suyu tutarken gördüm. Bakışlarını ve hareketlerini
değiştirdi. Yaptıklarına bir anlam veremedim.
Kral: Başhekim de mi delirdi yani?
Vezir: Evet…
Kral: O bir dâhiydi. Böyle bir adamın delirerek elimizden kayıp git-
mesi ne kötü!
Vezir: İlme ve tıbba en çok ihtiyacımız olan zamandayız.
Kral: Bu ülkede bizi bu durumdan kurtaracak sadece bir kişi var.
Vezir: Kim efendim?
Kral: Başrahip
Vezir: Yazık!
Kral: Ne!
Vezir: Başrahip de onlardan biri efendim.
Kral: Ne diyorsun sen! O da mı ırmaktan içti?
Vezir: Evet efendim. O da…
Kral: Bu ne büyük felaket. İnsanlar arasındaki en ileri görüşlü, ken-
di halinde, inançlı, temiz kalpli, yüce başrahip bile delirdi!
Vezir: Kaderimiz böyle efendim. Kaderimiz olduğunu söylememiş
miydim?
Kral: Evet. Bu tam bir felaket… Ne tarihte ne de efsanelerde eşi
benzeri yok. Ülkenin tamamı bir seferde deliliğe yakalandı. Kral ve
vezirden başka aklı yerinde olan kimse kalmadı.
Vezir: (Başını yukarı kaldırır) Gökyüzünün rahmeti…
Kral: Dinle vezirim. Bizi seven ve bize akıl nimetini veren gökyü-

223
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

zü şüphesiz biz yaratılanların duasına karşılık vermeye layık oldu-


ğumuzu görecektir. Hadi sarayın ibadethanesine gidelim. İbadet
edelim. Kraliçe ve insanların eski haline gelmesi için dua edelim. Bu
sığınacağımız son yer…
Vezir: Kesinlikle efendim. Son sığınağımız ve en hayırlı sığınağı-
mızdır gökyüzü.
(Kapının birinden iki kişi belirir.)
(Diğer kapıdan kraliçe, başhekim ve başrahip içeriye girer.)
Kraliçe: Çok feci bir durum!
Başhekim: Çok… çok…
Başrahip: Kesinlikle çok büyük bir felaket…
Kraliçe: (Başhekime yönelir) Ya tıpta bu ikisinin aklını geri getirebi-
lecek bir çare varsa!
Başhekim: Benim buna bir çare bulmam imkansız efendim.
Kraliçe: Düşün biraz başhekim.
Başhekim: Çok düşündüm kraliçem. Onların bu durumuna aklım
ermedi.
Kraliçe: Öyleyse kocamı iyileştirecek bir çare yok demektir.
Başhekim: Pes etmeyin kraliçem. Doktorların tıbbından daha yüce
olan ve zaman zaman gökten inen mucizeler vardır.
Kraliçe: Ne zaman inecek öyleyse bu mucizeler?
Başhekim: Kim bilir efendim!
Kraliçe: Ey başrahip! Bana bu mucizelerden birini şimdi indir. Şim-
di. Şimdi…
Başrahip: Efendim, size kim söyledi gökten bir şeyler indirebildi-
ğimi.
Kraliçe: Bu senin işin değil mi?
Başrahip: Gökyüzü, insanın istediğinde dalından hurma indirdiği
bir ağaç değildir efendim.

224
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Kraliçe: Öyleyse hiçbir yapamıyorsun sen. Ben eşini çok seven


biriyim. Ben kocasının kurtarılmasını isteyen bir kadınım. Kocamı
kurtarın!
Başhekim: Biraz sabır efendim.
Başrahip: Bırak, kraliçe söylesin. O haklı ve kocası için ağlıyor. İn-
sanlarımız bu gerçeği bilseler, bu kararlı ve akıllı kral için onlar da
yaş dökerdi.
Kraliçe: İnsanlara haber verin, uyarın onları.
Başrahip: Bir mezar kadar sessiziz efendim. Ama bu olayın akıbe-
tinden korkuyorum. Biz ne kadar gizlemeye çalışsak da günün birin-
de ortaya çıkacaktır. Kral ve vezirin durumunu insanların bilmesin-
den daha vahim ne olabilir ki!
Kraliçe: Haklısın, bu çok feci bir durum.
Başrahip: Gerçekten çok feci ve çok tehlikeli bir durum…
Kraliçe: Bir çıkış yolu yok mu? Umutsuzca durmayın öyle. Bir şey-
ler yapın. Bende aklımı kaybedeceğim artık. Bu iş çok uzadı.
Başrahip: Keşke şu kafasındakileri bir anlayabilsem!
Kraliçe: O, nehirden korkuyor ve suyun zehirli olduğunu söylüyor.
Başrahip: Öyleyse ne içiyor?
Kraliçe: Üzüm şarabı… Üzüm şarabından başka bir şey değil.
Başrahip: Evet üzüm şarabı… Sanırım bağımlısı olmuş.
Kraliçe: Evet, dediğin gibiyse çözümü kolay… Onu alkolden uzak
tutacağız.
Başhekim: Peki ne içecek?
Kraliçe: Irmağın suyundan…
Başhekim: Peki buna razı olacağını düşünüyor musunuz kraliçem?
Kraliçe: Ben içmesine ikna ederim.
Başhekim: (Yakından gelen sese doğru bakar) İşte kral da geliyor.
Kraliçe: (Başhekim ve başrahibi işaret eder) Bizi yalnız bırakın.

225
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

(Kraliçeyi, kral ile görüşmesi için odadan çıkarlar ve onları yalnız


bırakırlar)
Kral: (Kraliçeyi görür ve olduğu yerde durur) Sen burada mıydın?
Kraliçe: (Bir süre krala bakar) Evet.
Kral: Neden bana öyle bakıyorsun?
Kraliçe: (Krala bakar ve fısıldayarak yalvarır) Ey mucizeler!
Kral: (Üzüntülü bir şekilde düşünceye dalar) Vay başıma gelenler!
Kalbim parçalanıyor. Ah ne kadar üzüldüğümü bir bilsen kraliçem!
Kraliçe: (Yüzüne bakar) Neden?
Kral: Neden mi? Evet, sen bilmiyorsun. Bu güzel beyninin şimdi
bunları anlaması mümkün değil.
Kraliçe: Sana acı çektiren nedir?
Kral: (Kraliçeye uzun süre bakar) Bana çok acı veriyor. Söyleyebilir
miyim? Bu ihtimalimin de üstünde…
Kraliçe: (Dehşete kapılır) Bu fekaletin farkında değil misin?
Kral:Bana mı soruyorsun? Hangisinden bahsediyorsun?
Kraliçe: (Şaşırır) Ne tuhaf!
Kral: Yazık!
Kraliçe: (Bir an ona şefkatle bakar sonra bakışlarını çevirir) Gel ya
vezir, bu yatağa yanıma otur ve hiç üzülme, bu şerrin bizden uzak-
laşma zamanı geldi.
Kral: Ne diyorsun sen?
Kraliçe: Evet, bana güven. Bırakacak peşimizi.
Kral:(Dehşete kapılır) Olanların farkında değil misin gerçekten!?
Kraliçe: Hayır kralım. Sadece içimde bir sıkıntı var.
Kral: (Uzun uzun kraliçeye bakar) Bu çok tuhaf!
Kraliçe: Neden bana böyle bakıyorsun?
Kral: (Şefkatle yalvarır) Ey gökyüzü!

226
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Kraliçe: Dua mı ediyorsun? Ama gökyüzü cevap vermişti.


Kral: Ne duyuyorum?
Kraliçe: (Sevinçle) Çareyi bulduk.
Kral: Çareyi buldunuz mu? Ne zaman?
Kraliçe: (Sevinçle) Bugün…
Kral: Şükürler olsun!
Kraliçe: Evet… Şükürler olsun! Söylediklerimi ve yap dediklerimi
yapman gerekiyor. Nehrin suyundan içmen gerekiyor.
Kral: (Kraliçeye bakar, ümitsiz ve hüzünlü haline geri döner) Irma-
ğın suyu!
Kraliçe: (Yüksek sesle) Evet.
Kral: (Kendi Kendine) Gökyüzü bu çağrıma cevap verdi sanmıştım!
Kraliçe: (Yüksek sesle) Beni dinle ve söylediğimi yap.
Kral: (Kraliçeye ümitsizce bakar) Bu durum her gün daha da kötü-
ye gidiyor. Bir gün baya böyle diyeceği aklıma gelmişti. Vay başıma
gelenler. Onu kurtarmalıyım. Artık onu kurtarmalıyım. Yoksa aklımı
kaybedeceğim. Vezirim buraya gel hemen! Bana veziri getirin!
Kraliçe: (Hüzünlü bir şekilde kendi kendine) Başhekim haklıydı.
Durum daha zor bir hal alıyor. (İç çekerek dışarı çıkar)
Vezir: (Yüzü değişmiş şekilde başka bir kapıdan girer) Efendim!
Efendim!
Kral: Ey vezir!
Vezir: Size korkunç bir haber getirdim.
Kral: (Ürperir) Yine ne oldu?
Vezir: İnsanlar bizim hakkımızda ne diyorlar biliyor musunuz?
Kral: Hangi insanlar.
Vezir: Deliler.
Kral: Ne diyorlar.

227
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Vezir: Kendilerinin akıllı olduklarını ve kral ve vezirin bu salgına


yakalandıklarını iddia ediyorlar.
Kral: Gerçekten mi? Kim söyledi bu fasa fisoyu?
Vezir: Bu onların şuan ki inançları efendim.
Kral: (Üzüntülü bir şekilde alay eder) Biz deliyiz onlar akıllı öyle mi?
Ey gökyüzü sen merhamet et. Delirdiklerinin farkında bile değiller.
Vezir: Haklısınız.
Kral: Demek oluyor ki deliren birisi deli olduğunu fark edemiyor.
Vezir: Sanırım öyle.
Kral: Ah kraliçem yazık sana! Benimle konuşurken söylediklerinin
mantıklı olduğunu düşünüyor. Bana üzgün bakıyor, öğütler veriyor.
Vezir: Evet, Evet… Saray ve şehir sakinlerinden kiminle konuşsam
bana da böyle davranıyorlar.
Kral: Ey gökyüzü sen onlara merhamet et.
Vezir: (Tereddüt eder) ve bize de.
Kral: (Dehşetle sorar) Bize de mi?
Vezir: Efendim. Ben bir şey söylemek istiyorum.
Kral: (Korkar) Ne söyleyeceksin?
Vezir: Gördüm edendim..
Kral: (Korkar) Neyi gördün?
Vezir: Onlar……… şey…
Kral: Kimler.
Vezir: İnsanlar, deliler, onlar deliliği bize atıyorlar. Aralarında bi-
zim hakkımızda fısıldaşarak konuşuyorlar. Bize komplo kuruyorlar.
Onlar deniz, biz ise iki kum tanesiyiz. Demek istediğimi anlıyor mu-
sunuz efendim?
Kral: Ne söylemek istediğini biliyorum.
Vezir: Evet, hadi onlar gibi yapalım ve ırmağın suyundan biz de

228
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

içelim.
Kral: (Vezire uzun uzun bakar) Zavallı! İçtin değil mi? Gözlerinde
parlayan deliliğin ışığını görüyorum.
Vezir: Asla, henüz içmedim.
Kral: Dürüstçe doğruyu söyle.
Vezir: (Yüksek sesle) Doğru söylüyorum efendim. Bende içeceğim
artık. Diğer insanlar gibi bende deli olmaya karar verdim. Onların
arasında akıllı kalamıyorum.
Kral: **************
Vezir: Akıl mı! Deliler ülkesinin ortasında akılın ne kıymeti var! Bu
insanların bizim söylediklerimize inandığını sanmıyorum. İnsanla-
rın bize delirmiş dediklerini görüyorum. Kral ve vezir delirmiş diyor-
lar.
Kral: Ama biz deli değiliz.
Vezir: Nereden biliyoruz.
Kral: Yazıklar olsun! Gerçekten böyle mi söylüyorsun?
Vezir: Biraz önce siz söylediniz efendim. Deliler deli olduklarını
fark etmiyorlar diye.
Kral: (Bağırır) Ancak onlar deli, ben ise akıllıyım!
Vezir: Onlarda tam tersini iddia ediyorlar.
Kral: Sen! Benim akıl sağlığımdan şüphe mi ediyorsun!
Vezir: Benim neye inandığımın ne önemi var. Bir delinin diğerine
şahitliği neyi değiştirir ki!
Kral: Ama sen biliyorsun, ırmağın suyundan bir damla bile içme-
dim.
Vezir: Biliyorum.
Kral: Ben deli değilim çünkü içmedim. Onlar ise deliler çünkü ır-
mağın suyundan içtiler.
Vezir: Ancak onlar ise deli olmadıklarını çünkü ırmağın suyundan

229
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

içtiklerini söylüyorlar. Kral delirmiş çünkü bu sudan içmedi diyorlar.


Kral: Çok tuhaf. Bu düpedüz arsızlık!
Vezir: Bu onların sözü ve birbirlerini onaylıyorlar. Ancak siz, sizi
onaylayacak bir kişi bile bulamayacaksın.
Kral: Ne cüretle haklı olduklarını söylüyorlar!
Vezir: Haklı? (Gülmesini gizlemeye çalışır)
Kral: Gülüyor musun sen?
Vezir: Böyle bir şey söylememiz bu durumda çok tuhaf.
Kral: (Ürperir) Neden?
Vezir: Hak, adalet, üstünlük…Bu kelimeler artık bu insanları temsil
eder hale geldi.. Her biri sıkı dost oldular artık.
Kral: Peki ya ben!
Vezir: Siz tek başınıza bunlardan hiç birine sahip değilsiniz.
(Biraz düşünür, sessiz kalır, susar)
Kral: (Başını kaldırır) Doğru söylüyorsun bu şekilde hayatıma de-
vam etmem mümkün değil.
Vezir: Evet efendim. Sizin için doğru olan kraliçe ve diğer insanlar-
la birlikte yaşamak.
Kral: (Düşünce içinde) Evet, benim için yapılabilecek en iyi şey bu
sanırım. Dediğin gibi, delilik, bana, kraliçe ve halkla beraber rahat bir
hayat veriyor. Peki, akıl ne veriyor bana!
Vezir: Hiç! Sizi halktan uzaklaştırıyor ve halkın gözünde deli gös-
teriyor.
Kral: Öyleyse, deliliği seçmemem deliliktir.
Vezir: Bende bunu söylüyordum.
Kral: Bilakis, deliliği seçmem en akıllıca iş!
Vezir: Şüphesiz.
Kral: Öyleyse, akıllılıkla delilik arasındaki fark nedir?

230
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Vezir: (Hayrete düşer) Bekle biraz, (Bir an düşünür) Bu farkı açıkla-


yamam.
Kral: (Aceleyle) Şu nehrin suyundan bir bardak da bana getir, haydi!

231
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Mahmud Teymûr
Modern Mısır edebiyatı kısa hikâyeciliğinin önde gelen temsilcilerin-
den, roman ve tiyatro yazarı, Arap dili ve edebiyatı âlimi.
16 Haziran 1894’te Kahire’de doğdu. Dönemin kültür hayatının önemli
şahsiyetlerinden Türk asıllı Ahmed Teymur Paşa’nın oğludur. Babasının
teşvikiyle daha küçük yaşta iken klasik eserleri okumaya başladı; hikâye
ve piyes yazarı olan ağabeyi Muhammed Teymur ile halası şair Âişe İsmet
Teymur da onun edebiyata yönelmesinde etkili oldu. Mahmud Teymur
ilk öğrenimini el-Medresetü’n-Nâsıriyye’de, orta öğrenimini el-Medre-
setü’l-İlhâmiyye’de tamamladı. Lise yıllarında Mustafa Lutfî el-Men-
felûtî’nin romantik üslûbundan etkilendi. Şiire yöneldiği bu yıllarda Lüb-
nanlı ve Suriyeli Arap göçmenlerin Amerika’da kurdukları el-Mehcer adlı
edebiyat ekolü onun üzerinde derin izler bıraktı. Orta öğreniminden son-
ra girdiği Yüksek Ziraat Okulu’nu yakalandığı tifo hastalığı yüzünden ter-
ketmek zorunda kaldı. Bu sırada Avrupa’dan dönen ağabeyinin tesiriyle
Batı edebiyatına yöneldi. Guy de Maupassant’ın ve Anton Çehov’un hikâ-
yelerini okudu, özellikle Maupassant’dan etkilendi. Bir süre Kahire’de
Adalet Bakanlığı’nda, ardından Dışişleri Bakanlığı’nda çalıştı. Daha
sonra kendini tamamen yazarlığa vererek gerçekçilik akımının etkisi al-
tında konusunu Mısır’ın mahallî özelliklerinden alan hikâyeler yazmaya
başladı.
Mahmud Teymur, hikâyecinin görevinin hayatı bütün çıplaklığı ve ger-
çek yüzüyle yansıtmak olduğu görüşünden hareketle ilk üç hikâye kitabı

232
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

olan eş-Şeyħ CumǾa ve ķıśaś uħrâ (Kahire 1925), ǾAmmü Mitvellî (Kahire
1925) ve eş-Şeyħ Seyyid el-ǾAbîŧ’te (Kahire 1926) Mısır’ın mahallî gerçek-
lerini dile getirdi. eş-Şebâb, es-Sufûr, et-Temŝîl, el-Fecr, el-Fuśûl, er-Râvî,
eŝ-Ŝeķāfe, el-Muśavvir, el-Cumhûrü’l-Mıśrî gibi edebî dergi ve gazetelerde
yayımladığı hikâyelerini daha sonra kitap haline getirdi. 1930’ların ba-
şında Avrupa’ya gitti. Orada geçirdiği iki yıl içinde modern Avrupa ede-
biyatını tanıma fırsatını elde etti. Edebiyatta mahallî unsurların her şey
demek olmadığını ve edebiyatta insanlığa hitap eden evrensel özelliklerin
de bulunması gerektiğini öğrendi. Daha sonra yazdığı hikâyelerde insan-
lığın ortak sorunlarına ve psikolojik tahlillere yöneldi. Hikâyelerinde ön-
celeri diyaloglarda halk diline yer veren ve bunu izlediği gerçekçi ekolün
bir gereği sayan yazar, 1939’dan itibaren halk dilini kullanmayı tamamen
bırakarak edebî dili savunmaya başladı.
1962’de Mısır hükümetinin I. Derece İmtiyaz nişanına, ertesi yıl da ede-
biyat dalında devlet takdir ödülüne lâyık görüldü. Mahmud Teymur teda-
vi için gittiği İsviçre’nin Lozan şehrinde 25 Ağustos 1973’te vefat etti.
Eserleri. Mahmud Teymur başta kısa hikâye olmak üzere piyes, tiyatro,
roman, hâtıra dalında, ayrıca Arap dili ve edebiyatıyla ilgili inceleme ve
telif türü çok sayıda eser kaleme almış, hikâye ve romanlarının bazıları
Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, İbrânîce, Kafkasça, Rusça, Çin-
ce, İspanyolca, Endonezyaca ve Türkçe gibi dillere tercüme edilmiştir.

233
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

234
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫الشيخ جمعه‬
‫‪Yazan: Mahmud Teymûr‬‬

‫أعــرف الشــيخ جمعــه منــذ كنــت طفــا صغيــرا‪ .‬ومنــذ كانــت األيــام لهوا‬
‫ومســرة منــذ كانــت الحيــاة بســيطة خاليــة مــن قســاوة العقــل‪ .‬أعــرف‬
‫الشــيخ جمعــه منــذ ذلــك العهــد‪ .‬وهــو علــى حالــه لــم تتغيــر مالمحــه ولــم‬
‫يتبـ�دل حديثـ�ه‪ .‬أعرفــه منــذ كان يــروي لــي قصة ســيدنا ســليمان ومــا جري‬
‫لــه مــع النســر الهــرم الــذي عــاش الــف الــف ســنة‪ .‬تلــك القصــة التــي مــا‬
‫زلــت أســمعها منــه اآلن بتفاصيلهــا ولغتهــا‪ ،‬فأتذكــر عصــر الطفولــة‬
‫الجميــل‪ ،‬عصــر الســذاجة الطاهــرة‪ .‬لقــد كبــرت ونمــا عقلــي‪ ،‬فأصبحــت‬
‫أجالــس الشــيخ جمعــه أللهــو بوقتــي معــه فأســتمع لقصصــه الخرافيــة‬
‫بلــذة مصحوبــة بتهكــم‪ .‬وكنــت فيمــا مضــى أجلــس قبالتــه وعينــ�اي‬
‫محملقتــان فــي وجهه‪-‬ذلــك الوجــه المخطــط بالتجاعيــد‪ -‬أرقب شــفتي�ه‬
‫الهادئتيــن ترســان األلفــاظ فكأنهــا الســحر‪ .‬ال أقابلــه إال مــرة فــي العــام‪،‬‬
‫وذلــك حينمــا أذهــب للضيعــة ألقضــي بهــا وقتــا الراحــة‪ .‬ولقــد مــرت‬
‫الســنون الطــوال‪ ،‬وتغيــر كل شــيئ علــى األرض إال الشــيخ جمعــه؛ فهــو‬
‫هــو الرجــل ذو العمامــة الحمــراء والجلبــاب ذي األكمــام الواســعة‪ .‬هــو ذو‬
‫االبتســامة العذبــة والــرأس المنحنــي قليــا إلــى األمــام‪ .‬هــو ذو العينيــن‬
‫البراقتيــن واألنــف الغليــظ واللحيــة الرماديــة الكثــة‪ .‬هــو ذو الجبهــة‬
‫المزدحمــة بالتجاعيــد والبشــرة الســمراء الضاربــة إلــى الحمرة‪-‬حمــرة‬

‫‪235‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫الســعادة التــي تغــدي روحــه وجســمه‪ .‬أجــل هــو هــو الرجــل ذي المشــية‬
‫المتمهلــة‪ ،‬والصــوت الرفيــع العــذب‪ ،‬والخيــال العريــض واألمــل المطلــق‬
‫الــذي ال حــد لــه‪ .‬هــو الــذي يقــوم مــن النــوم مبكــرا ميممــا صــوب الجامــع‬
‫ليــؤدي فريضــة الصبــح قبــل شــروق الشــمس‪ .‬وهــو الــذي يقضــي معظــم‬
‫نهــاره فــي المصلــى الواقــع علــى شــاطئ الترعــة يتوضــأ ويصلــي ويســبح‬
‫ويقــرأ األوراد‪.‬‬
‫فــي ذلــك المصلــى أذهــب إليــه فأجلــس بجــواره أســتمع لــه وهــو يقــص‬
‫علــي حكايــات الســيد البــدوى الــذي حــارب الجيــوش قبــل أن يولــد‪،‬‬
‫وقصــة جــذوة النــار التــي طــارت مــن جهنــم وحلــت بأرضنــا منــذ آالف‬
‫الســنين‪ ،‬فارســل هللا عليهــا مــاء البحــور كلهــا لتطفئهــا وتمنــع أذاهــا وهــي‬
‫مازالــت متأججــة كمــا كانــت تن ـ�ذر النــاس بشــر عظيــم‪.‬‬
‫ال أنســى إلــى اليــوم تلــك النظــرة المملــؤة باإلســترحام وذلــك الوجــه‬
‫المســتعطف الباكــي وهــو يقــول‪:‬‬
‫‪-‬إذا كانــت جــذوة واحــدة ال تســتطيع بحــور العالــم قاطبــة أن تطفئهــا‪،‬‬
‫فكيــف تكــون جهنــم التــي أعــدت للكافريــن؟‬
‫وكنــت أحمــل لــه فــي بعــض األوقــات كتــاب «ألــف ليلــة وليلــة» وأقــرأ‬
‫لــه حكايــة «الســندباد» وحكايــة «مدينـ�ة النحــاس»‪ .‬فــكان يصغــي فــي‬
‫شــغف إلــى حديئــي واالبتســامة العذبــة تســبح علــى وجهــه‪ .‬وإذا مــا‬
‫قــرأت لــه قصــة مــن قصــص «هــارون الرشــيد» قــال‪:‬‬
‫هذا ملك من ملوك اإلسالم حارب الجن واالنس معا‪...‬‬
‫وإذا مــا رويــت لــه مــن شــعر أبــي نــواس أو عمــر بــن أبــي ربيعــة فــي‬

‫‪236‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫الغــزل‪ ،‬قــال‪:‬‬
‫‪-‬هذا شعر سيدي عبدالرحيم البرعي يمدح الحضرة اآللهية‪.‬‬
‫يســمع الشــعر وهــو مأخــوذ بطالوتــه ورنــة رويــه‪ .‬مســحور بمــا فيــه مــن‬
‫المعانــي التــي كان يحملهــا دائمــا علــى محمــل المــدح فــي هللا عــز وجــل‪.‬‬
‫فيهتــز رأســه ويلتــوى بخصــره حينمــا تــرن الكلمــة الخالبــة الســاحرة فــي‬
‫أذنــه‪.‬‬
‫فــإذا ســافر الشــيخ جمعــه إلــى مصــر ليــزور األوليــاء كان مبيتــ�ه فــي‬
‫منزلنــا‪ .‬وكثيــرا مــا كنــت أطالبــه باإلجابــة عــن أســئلة أعلــم أنــه يجهلهــا‬
‫جهــا تامــا‪ ،‬فــكان يجيــب عنهــا فــي ســذاجة وســهولة عظيمتيــن‪ .‬قلــت‬
‫لــه مــرة وكان الوقــت مســاء وقــد أشــرت لــه إلــى مصبــاح كهربائــي أمامنــا‪:‬‬
‫‪-‬أنظــر يــا عــم جمعــه إلــى هــذا المصبــاح الجميــل وكيــف يشــتعل‬
‫وينطفــئ بهــذه الســرعة الغريبـ�ة‪ .‬أال تــرى ذلــك دليــا ســاطعا علــى تقــدم‬
‫األفرنــج ومهارتهــم؟‬
‫فمكــث برهــة ينظــر إلــى المصبــاح‪ .‬ووجهــه األحمــر المجعــد ال يتحــرك‪.‬‬
‫ثــم قــال بعــد تفكيــر لــم يــدم طويــا‪:‬‬
‫‪-‬اعلــم يــا بنــي أن هــذا اســرار يعلمهــا الشــياطين‪ ،‬وال يعلمهــا المؤمنــون‪.‬‬
‫والشــياطين توحــي بأســرارها للكفــرة‪ .‬أن لهــم الدنيـ�ا ولنــا اآلخرة‪.‬‬
‫ثم رفع رأسه ويديه إلى فوق‪ ،‬وهو يقول‪:‬‬
‫‪-‬الحمد هلل الذي جعلنا من المؤمنين‪.‬‬
‫لــم يكــن يفــارق المنــزل أثن ـ�اء وجــوده فــي القاهــرة إال ليــزور المســاجد‬

‫‪237‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫وقبــور األوليــاء أو ليشــترى الصابــون والبــن والســكر لزوجتــه‪ .‬وكان إذا‬


‫دخــل الجامــع يهــرع إليــه النــاس مــن كل صــوب وحــدب يقبلــون يديــه‪،‬‬
‫ويلتفــون حولــه يســتفتونه فــي بعــض المســائل الدينيـ�ة فيجيبهــم عنهــا‬
‫فــي طالقــة وســهولة‪.‬‬
‫لقــد كان الشــيخ جمعــه فيمــا مضــى خفيــرا لجــرن «االوســية» يحمــي‬
‫المحاصيــل مــن اللصــوص ويقــرع الصفيحــة بعــكازه األثــري إرهابــا‬
‫للعصافيــر‪ .‬وكانــت لــه مظلــة بن�اهــا مــن فــروع األشــجار‪ ،‬وأقامهــا بجــوار‬
‫شــجرة النبــق الصغيــرة‪ .‬يتفيــأ ظاللهــا فتقيــه مطــر الشــتاء وشــمس‬
‫الصيــف‪ .‬هنــاك ين ـ�ام نومــا هادئــا طويــا معتمــدا علــى هللا فــي حراســة‬
‫الجــرن‪ .‬فــإذا مــا صحــا وكان الوقــت وقــت األصيــل قصــد إلــى الترعــة‬
‫وجلــس علــى حافتهــا يراقــب نســاء بلدتــه وهــن يمــأن جرارهــن فجاذبهــن‬
‫أطــراف الحديــث‪.‬‬
‫هــذا الرجــل المتعبــد الخاشــع الــذي يمــأ الديــن فــراغ قلبــه ليــس‬
‫متقشــفا وال زاهــدا للدنيـ�ا‪ ،‬بــل لــه أوقــات صفــو كثيــرة يمتــع فيهــا نفســه‪.‬‬
‫فيطــرب للغنــاء والطبــل‪ ،‬ويلتــذ بســماع المزمــار ذي الصــوت الشــجي‪.‬‬
‫وعندمــا يحمــي وطيــس الغنــاء والمزمــار والطبــل يقــوم الشــيخ جمعــه‬
‫ونشــوة الطــرب تمــأ رأســه‪ ،‬فيرقــص بســكين�ة وصمــت‪ ،‬ويــده رافعــة‬
‫عــكازه فــي الهــواء تلــوح بــه يمين ـ�ا وشــماال‪.‬‬
‫وللشــيخ جمعــه حديــث فــي الغــزل والتشــبيب بالنســاء ال يملــه‬
‫الســامع‪ .‬فكثيــرا مــا أخبرنــي بحــوادث غرامــة حينمــا كان فتــى يجــري فــي‬
‫عروقــه دم الشــباب‪ ،‬وينبــض قلبــه بمعنــى الحــب‪ .‬يحدثنــي عــن أيــام‬

‫‪238‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫شــبابه‪ ،‬ووجهــه مشــرق بتلــك الذكريــات الجميلــة‪ ،‬وعينــ�اه البراقتــان‬


‫تلمــع فيهمــا احــام الفتــوة والصبــا‪ ،‬ويشــرح لــي لغــة الغــرام الصامــت‬
‫بتلــك الســذاجة الريفيــة الصافيــة‪ .‬وإذا مــا أتــم حديثـ�ه تنهــد مــن أعمــاق‬
‫قلبــه واالبتســامة العذبــة تتضــاءل رويــدا علــى شــفتي�ه ثــم يقــول فــي‬
‫أســف وحســرة‪:‬‬
‫‪-‬يا هللا حسن الختام‪.‬‬
‫هــذا هــو الشــيخ جمعــه الرجــل العامــي الفيلســوف الــذي يعيــش‬
‫باســماء األرض المكفهــرة القاســية‪ ،‬كمــا تعيــش الزهــرة فــي الصحــراء‬
‫الجــرداه الحاميــة ذات األهويــة الســامة‪.‬‬
‫هــذا هــو الشــيخ جمعــه الرجــل الســعيد بأيمانــه‪ ،‬القانــع بعيشــته‪،‬‬
‫المنعــم بخياالتــه‪ ،‬الرجــل البعيــد عــن العلــم المعقــد والفلســفة‬
‫الســقيمة‪ ،‬الرجــل الــذي تســعى إليــه الســعادة الحقيقيــة فيســتمتع بهــا‬
‫اســتمتاعا صحيحــا‪.‬‬
‫محمود تيمور «الشيخ جمعه وقصص أخرى»‪ ،‬القاهرة ‪.5291‬‬

‫‪239‬‬
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

240
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Şeyh Cuma
Tercüme: Halil İbrahim ŞANVERDİ
Şeyh Cuma’yı çocukluğumdan beri tanırım. Günlerin eğlenceli ve
keyifli, hayatın basit olduğu günden beri. İşte o zamandan beri Şeyh
Cuma’yı tanırım. Hala aynı, ne çehresi değişti ne de konuşması. Onu
bana Süleyman efendimizin bin yıl yaşayan piramit kartalı ile arasında
geçen hikâyeyi anlattığı günden beri tanırım. Hala bu hikâyeyi tüm ay-
rıntılarıyla ve onun anlatımıyla kendisinden dinlerim ve o güzel çocuk-
luk yıllarımı hatırlarım, tertemiz yılları. Artık büyüdüm ve Şeyh Cuma
ile hoş vakit geçirmek için oturur hale geldim. Hikayelerini zevkle ve
eğlenerek dinliyorum. Bir zamanlar karşısında otururdum, Onun bu-
ruşmuş yüzünden gözlerimi hiç ayırmazdım ve büyüleyici sözlerin dö-
küldüğü dudaklarına bakakalırdım. Her sene mutlaka bir kez Onunla
görüşürdüm, bu da dinlenmek için köye gittiğim zaman olurdu. Uzun
yıllar geçti, yeryüzünde Şeyh Cuma dışında her şey değişmişti. Cübbe-
li ve kırmızı sarıklı... tatlı bir gülümsemesi olan başı hafif öne eğik bir
adam. Pırıl pırıl gözleri vardı. Dik burunlu, sık gri sakallıydı. Yüzü kı-
rışıklıklarla doluydu. Ruhunu ve bedenini besleyen saadet kırmızılığı-
na çalan esmer bir tene sahipti. Evet, O, yavaş yürüyüşlü, tatlı yüksek
sesli, geniş hayalleri olan ve sınırsız umut sahibi biriydi. Sabah erken
uyanır ve güneş doğmadan önce sabah namazını kılmak için camiye
doğru giderdi. Gününün çoğunu kanalın yanındaki camide geçirir, ab-
dest alır, namaz kılar, tesbihini çeker ve Kur’an’ını okurdu.
Ben de bu camiye gidip civarında oturur ve daha doğmadan önce
ordulara karşı savaşmış olan ‘es-Seyyid Bedevi’nin hikâyelerini ve ce-
hennemden atılan binlerce yıldır yeryüzümüzde dolaşan kor ateşin
hikâyesini kendisinden dinlerdim. Allah bu ateşi söndürmek ve fela-
ketine engel olmak için tüm deniz sularını göndermiş ancak ateş hala
yanmakta. Bu ateş aynı zamanda insanları büyük bir belaya karşı uyar-
maktaydı.
Bakışlarının merhametle dolu olduğu, ağlamaklı, sevecen yüzünü
unutamıyorum, şöyle diyordu:

241
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

- Dünyanın tüm denizleri bir kor ateşi bile söndüremiyorsa, aca-


ba kâfirler için hazırlanan cehennem nasıldır?
Bazen kendisine ‘Binbir Gece Masalları’ kitabını götürür, ‘Sinbad’ ve
‘Bakır Şehri’ hikâyelerini okurdum. Beni can kulağıyla dinlerdi, yüzü-
nü tatlı bir tebessüm kaplardı. Kendisine ‘Harun Reşid’in hikâyelerin-
den birini okuyunca da şöyle derdi:
- Bu kral insan ve cinlerle savaşan Müslüman krallardan biridir…
Kendisine Ebû Nuvâs’ın ya da Ömer b. Ebî Rebi‘a’nın gazel şiirlerin-
den okuduğumda ise;
- “Bu, Abdurrahim el-Bur‘i’nin ilahi varlığı övdüğü şiiridir” derdi.
Okuyanın tonunun hoşluğundan büyülenmiş bir şekilde şiiri dinler-
di. Şiirde geçen Allah (cc)’a övgü yüklü manaların olmasından dolayı
büyülenirdi. Kulaklarında büyüleyici kelimeler yankılandığında başını
sallar, boynunu bükerdi.
Şeyh Cuma evliyaları ziyaret için Mısır’a geldiğinde evimizde ağırlar-
dık ve çoğu zaman bilemeyeceğini düşündüğüm sorular sorarak cevap
vermesini isterdim ancak her seferinde çok sade ve kolay bir şekilde
cevaplardı. Bir gün akşam vakti otururken önümüzdeki lambayı işaret
ederek kendisine şöyle dedim:
- Şu güzel lambaya baksana Cuma amca! Nasıl oluyor da bu kadar
hızlı yanıp sönüyor. Sence bu, Avrupalıların ilerlediğine dair apaçık bir
delil değil mi?
Kısa bir süre ışığa bakakaldı. Buruşuk kırmızı yüzünü hareket ettir-
medi. Biraz düşündükten sonra şöyle dedi:
- Beni iyi dinle evlat! Bu sırları şeytanlar bilir, Müminler bilmezler.
Şeytanlar da bu sırlarla insanları küfre çağırır. Bırak dünya onların ahi-
ret de bizlerin olsun.
Sonra başını ve ellerini yukarı kaldırıp şöyle dedi:
- Bizi Müslümanlardan kılan Allah’a hamdolsun!
Kahire’de kaldığı sürece camileri, evliyaların kabirlerini ziyaret etme-
den ya da karısına sabun, kahve ve şeker almadan buradan ayrılmaz-
dı. Camiye girdiğinde her taraftan insanlar oraya akın eder ve ellerini
öperlerdi. Etrafında otururlar bazı dini meselelerde kendisine sorular
sorarlardı. O da soruları çok rahat ve basit bir şekilde cevaplardı.

242
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Bir zamanlar Şeyh Cuma ‘el-Avsiya’nın harmanlarının bekçiliğini


yapardı. Mahsulleri hırsızlardan korur ve kuşların uzaklaşması için de
antika değneğiyle levhalara sertçe vururdu. Şeyh Cuma’nın küçük iğde
ağacının yanında ağaç dallarından yaptığı bir gölgeliği vardı. Gölgesin-
de gölgelenir, kışın yağmurundan, yazın güneşinden korunurdu. Har-
manların korunması konusunda Allah’a tevekkül ederek orada uzun
bir müddet uyurdu. İkindi ile akşam arası bir vakitte uyanır ve kanala
doğru gider. Kanalın kenarında oturur ve köyün kadınlarını gözetler. O
anda kadınlar su doldurmaya gelmişlerdir ve onlarla konuşmaya baş-
lar.
Kalbinin boşluğunu dinle dolduran bu dindar adam sadece müteva-
zı, kanaatkâr, dünyaya itibar etmeyen bir adam değildi aynı zamanda
eğlenceden de geri kalmayan biriydi. Şarkı söyler, davul çalar ve etkili
sesi olan kavalı dinlemekten zevk alırdı. Şarkı, kaval ve davulu duyup
da coştuğunda Şeyh Cuma ayağa kalkar, kendinden geçer. Başını kal-
dırır ve elindeki değneği havaya kaldırıp sağa sola sallar ve sakin bir
şekilde oynar durur.
Şeyh Cuma’nın dinleyeni sıkmayan kadınlarla ilgili hikâyeleri ve
aşka dair konuşmaları vardı. Çoğu zaman kalbinin sevginin manasıyla
hızlı çarptığı, kanının hızlı aktığı delikanlılık çağındaki aşk olaylarını
anlatırdı bana. Hatıralarıyla gözlerinin ve yüzünün parıldadığı gençlik
yıllarını anlatırdı. Bana saf ve sade bir şekilde sessiz aşk dilini açıklar.
Konuşmasını tamamlayamadığında da derinden iç çeker ve dudakla-
rındaki tatlı gülümseme yavaştan kaybolur. Sonra da üzüntü ve has-
retle şöyle der:
- Allah’ım sonumuzu güzel eyle!
Zehir gibi havası olan, kavurucu, çorak çölde bir çiçeğin yetiştiği
gibi bu karanlık, acımasız dünyada yaşayan halktan biri, işte bu adam,
Şeyh Cuma.
Hayalleriyle yaşayan, kanaatkâr, bilimden ve felsefeden uzak bu
adam, Şeyh Cuma. Mutluluğu arayan kişi onun anlattıklarıyla gerçek-
ten çok eğlenir.

243
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Zekeriyyâ Tâmir
Zekeriyyâ Tâmir 1931’de Şam’ın fakir mahallelerinden birinde
doğmuştur. Ailesi fakir olduğu için ilköğretimden sonra öğrenimi-
ne devam edememiştir. Küçük yaşta bir kilit atölyesinde çalışmaya
başlamıştır. Sınıfsal konumu onu Suriye Komünist Partisi’ne üye
olmaya sevk etmiştir. Orada kültürlü kişilerle ve bazı edebiyatçılar-
la tanışmış ve onlarla kaynaşmıştır. Komünist Partisi’nin çekirdek
kadrolarından oluşu onun önce Suriye Yazarlar Birliği’nin sonra da
Arap Yazarlar Birliği’nin kuruluşunda rol almasını sağlamıştır. İlk
hikâyesi 1956 yılında yayınlanmıştır ve aynı yıl gazetecilik alanına
girmiştir. Bu yıllarda Suriye Komünist Partisi’nden kovulmuştur.
Bazı gazetelerde yazı işleri müdürü olarak çalışmış ve Kültür Bakan-
lığı’nda memur olarak çeşitli görevlerde bulunmuştur. Tâmir, Arap
Yazarlar Birliği’nin yayın daire başkanı, sonra da bu birliğin dergisi
olan el-Mevkifu’l- Edebî dergisinin yazı işleri sekreteri olmuştur.
İlk hikâye koleksiyonu Sahîlu’l-Cevâdi’l- Ebyad (“Beyaz Atın Kiş-
nemesi”) ismiyle yayınlamıştır. 1970’de Usâme çocuk dergisinin yazı
işleri sekreteri olmuştur. Orada yazdığı hikâyeler daha sonra iki
hikâye koleksiyonu olarak basılmıştır. Usâme dergisinden sonra Ze-
keriyyâ Tâmir Kültür Bakanlığı’nın aylık olarak çıkardığı el- Ma‘ri-
fe dergisinin yazı işleri müdürü oldu. Orada görevine son verilince
ed-Dustûr isimli haftalık resimli dergide çalışmak için Londra’ya
gitti. Zekeriyyâ Tâmir Suriye hikâyesine bazı yenilikler getirmiştir.
Basım tarihine göre yazarın bazı eserleri şunlardır: Sahîlu’l-Cevâ-
di’l- Ebyad (“Beyaz Atın Kişnemesi”),Şam,1963; Rebî‘ fî’r-Remâd
(“Külde Bir İlkbahar”), Şam, 1963; er-Ra‘d (“Gökgürültüsü”), Şam,
1970; Dimeşku’l-Harâ’ik (“Yangınların Dimeşk’ı”), Şam, 1973; en-
Numûr fî’l-Yevmi’l-‘Âşir (“Onuncu Günde Kaplanlar”), Beyrut,
1978. Bunlara ek olarak iki tane çocuk hikâyeleri koleksiyonunu
sayabiliriz. Bunlar: Limâzâ Sekete en-Nehr (“ Nehir Niçin Sustu”),
Kültür Bakanlığı yayınları, Şam, 1977; Kâlet el-Verde li’s-Sınavber
(“ Gül Çam Ağacına Dedi ki”), Şam, 1977. Zekeriyyâ Tâmir yazma-
ya başladığı ilk günden günümüze gelinceye kadar hep hikâye yaza-
rak yazın hayatını sürdürmüştür ve bu alana büyük bir sadakatle
bağlı kalmıştır. Ahmet Bostancı’nın da dediği gibi kendine has bir
hikâye dünyası olan ender yazarlardandır. Yazarın hikâyelerinde
aklî olanla akıl dışı olan ve gerçek ile hayal kaynaşmaktadır.

244
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫ربيع يف ال ّرماد‬
‫‪Yazan: Zekeriyyâ Tâmir‬‬

‫كان فــي قديــم الزمــان مدين ـ�ة صغيــرة ‪ ،‬بنيــت وســط حقــول فســيحة‬
‫ً‬
‫نهــر ســخي الميــاه‪.‬و كان ناســها جميعــا يحملــون فــي‬ ‫يرويهــا ٍ‬ ‫خضــر ‪،‬‬
‫ً‬
‫جيوبهــم قطعــا مــن الــورق الســميك كتــب علــى كل منهــا اســم مــن‬
‫األســماء‪.‬‬
‫ً‬
‫كان ناســها مزيجــا مــن األغنيــ�اء و الفقــراء‪ ،‬و كان األغنيــ�اء مهذبيــن‬
‫ً‬
‫لطفــاء‪ .‬يملكــون أقنعــة بيضــا و أحذيــة المعــة ‪ ،‬و يجيــدون الرقــص و‬
‫التحــدث بنعومــة ‪ ،‬و يتقنــون االنحنــاء برشــاقة و تقبي ـ�ل أيــدي النســاء ‪،‬‬
‫و كان أطفالهــم ينــ�ادون أمهاتهــم برقــة زائــدة ‪‹‹ :‬مامــا››‪.‬‬
‫و كان الفقــراء يقهقهــون بخشــونة فــي لحظــات الفــرح‪،‬و يكثــرون مــن‬
‫ً‬
‫البصــق‪،‬و يؤمنــون بأنهــم ســيحلون ضيوفــا فــي الجنــة‪ ،‬و كانــوا ينــ�ادون‬
‫أمهاتهــم بصــوت فــظ بصــوت ممطــوط‪‹‹ :‬يــا أمــي››‪.‬‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫و كان األغنيـ�اء الفقــراء يحترمــون الموتــى احترامــا شــديدا‪ ،‬فعندمــا تمــر‬
‫جنــازة يتوقــف المــارة عــن الســير‪ ،‬و يت�ألــق الحــزن و الخــوف فــي عيونهــم‪،‬‬
‫و يســاهم بعضهــم فــي حمــل نعــش الميــت المجهــول االســم مســافة‬
‫غيــر قصيــرة‪.‬و لحظــة يفتحــون أفواهــم لتتلقــف اللقمــة األولــى مــن‬
‫ً‬
‫طعامهم‪،‬كانــوا جميعــا يقولــون بخشوع‪‹‹:‬بســم هللا الرحمــن الرحيــم››‪.‬و‬
‫يتمتمــون فــي ختــام الطعام‪‹‹:‬الحمــد هلل رب العالميــن››‪.‬‬
‫و عندمــا كانــت تأثــم فتــاة مــا فــي المدين�ة‪،‬يفصــل رأســها عــن جســدها‬
‫‪245‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫دون تــردد بســكين كبيــرة النصــل‪.‬‬


‫و كان العمال يشتغلون ثماني ساعات في اليوم‪.‬‬
‫و يتلاقــى العشــاق خلســة فــي عتمــة دور الســينما‪،‬و هنــاك تتعانــق‬
‫األيــدي بحــرارة‪.‬‬
‫و يــدأب األطبــاء علــى إســداء نصائحهــم بوقار‪‹‹:‬امضغــوا الطعــام‬
‫ً‬
‫جيدا‪..‬نامــوا فــي وقــت مبكر‪..‬ابتعــدوا عــن الســجائر و الخمــور››‪.‬‬
‫ّ‬
‫يغمغمون‪‹‹:‬عــم‬ ‫و يهــز الكهــول رؤوســهم بحســرة و أســف و هــم‬
‫الفســاد‪..‬المرأة تلبــس البنطال‪..‬االبــن ال يحتــرم أباه‪..‬هــذه هــي‬
‫العالمــات المنــذرة بانتهــاء حيــاة العالــم››‪.‬‬
‫و كان األصدقــاء يقولــون عندمــا يتقابلــون فــي بدايــة النهار‪‹‹:‬صبــاح‬
‫الخيــر››‪.‬‬
‫و كان لتلــك المدينـ�ة علــى الرغــم مــن صغرهــا شــمس تشــرق فــي وقــت‬
‫ً‬
‫معين‪،‬ثــم تأفــل كذلــك فــي وقــت معيــن‪.‬و كان لهــا أيضــا ليــل مرصــع‬
‫بنجــوم كثيــرة العدد‪،‬تبهــت حالمــا يبــزغ القمــر األبيــض‪.‬‬
‫و كان ثمــة رجــل لــه اســم مــا يحيــا فــي هــذه المدين ـ�ة‪،‬و وجهــه جمجمــة‬
‫التصــق بعظمهــا جلــد شــاحب جــاف‪.‬و كان يشــتهي بضــراوة أن يكــون‬
‫ً‬
‫زهــرة أو عصفــورا أو غمامــة تحــب الســفر‪،‬و لــم تســتطع الكآبــة أن تهزمــه‬
‫ً‬
‫علــى الرغــم مــن علمــه أنــه لــن يكــون ال زهــرة و ال عصفــورا و ال غمامــة‬
‫تحــب الســفر‪،‬و لكنــه ســئم مــن العيــش وحــده فــي منــزل صامــت موحش‬
‫‪،‬فصمــم فــي لحظــة مــن اللحظــات الرماديــة علــى شــراء امرأة‪،‬امــرة‬
‫قــد تؤنســه و تبــ�دد بصوتهــا الصــدأ المتشــبث بأيامــه‪.‬و قصــد الرجــل‬
‫ســوق الجــواري‪،‬و اختــار امــرأة لهــا عينـ�ان كبيرتــان ينتحــب فــي غوريهمــا‬
‫أســى ممتــزج بســحر شــديد الغمــوض‪.‬و دفــع الرجــل ثمنهــا و هــو يقــول‬

‫‪246‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫لنفســه‪:‬ربما اســتطاعت أن تقتــل القنفــذ الباكــي فــي دمــي‪.‬‬


‫أي كلمــة للمــرأة فــي أثنــ�اء ســيرهما فــي الطريــق ‪ ،‬و‬ ‫و لــم يقــل الرجــل َّ‬
‫لكنــه عندمــا وصــا إلــى المنــزل ســألها‪‹‹:‬ما اســمك؟ ››‪.‬‬
‫فأجابــت المــرأة بصــوت خفيــض ناعم مرتعــش بعض الشيء‪‹‹:‬اســمي‬
‫ندى››‪.‬‬
‫ً‬ ‫ً‬
‫و كان الرجــل قاعــدا آنئـ ٍ�ذ بالقــرب مــن المــرأة ‪ ،‬واضعــا علــى ركبتيـ�ه يديه‬
‫الخشــنتين اللتيــن كانت ـ�ا مرتجفتين‪،‬تهــدر فــي عروقهمــا دمــاء وحشــية ‪.‬‬
‫و تمنــى لــو كانــت المــرأة فــي تلــك اللحظــة عاريــة علــى شــاطئ رملــي ‪،‬‬
‫ً‬
‫تواجــه بحــرا أزرق يبلــل نهديهــا بمياهــه الســاخنة المالحــة‪،‬و قــال بلهجــة‬
‫مضطربة‪‹‹:‬مــن أي بلــد أنــت؟››‪.‬‬
‫‪‹‹:-‬ليس لي بلد››‪.‬‬
‫ً‬
‫فتأملها مليا‪،‬ثم قال‪‹‹:‬أنت جميلة››‪.‬‬
‫ً‬ ‫ً‬ ‫ً‬
‫و كان فمهــا حيوانــا غامضــا صغيرا‪،‬قرمــزي اللــون ‪،‬بــدا لعينــي الرجــل أنــه‬
‫فــم وحيــد بطريقــة مــا‪.‬و تقلصــت أصابعــه‪،‬و ســرت فيهــا رعــدة قاســية و‬
‫ً‬
‫هــو يقــول بتؤدة‪‹‹:‬اســمك جميــل أيضــا››‪.‬‬
‫فقالت المرأة و هي بتسم بغموض‪‹‹:‬اسمي الحقيقي شهرزاد››‪.‬‬
‫فهتف الرجل و قد استولت عليه الدهشة‪‹‹:‬أأنت شهرزاد؟››‪.‬‬
‫فقالت المرأة‪‹‹:‬أنا شهرزاد‪..‬لم يحصدني الموت‪..‬شهريار مات››‪.‬‬
‫ً‬
‫قال الرجل‪‹‹:‬لم يمت شهريار‪..‬ما زال حيا››‪.‬‬
‫قالت المرأة‪‹‹:‬آه يا موالي››‪.‬‬
‫‪‹‹:-‬انهارت مملكتي يا شهرزاد››‪.‬‬
‫‪‹‹:-‬افترقنا عن بعضنا››‪.‬‬

‫‪247‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫‪‹‹:-‬تهنا عبر األرض الكبيرة››‪.‬‬


‫‪‹‹:-‬بحثت عنك في كل األمكنة››‪.‬‬
‫‪‹‹:-‬أرغمني الجوع على البكاء››‪.‬‬
‫ُ‬ ‫ُ‬
‫‪‹‹:-‬سجنت في غرفة موصدة األبواب››‪.‬‬
‫ً‬
‫‪‹‹:-‬صرت متسوال››‪.‬‬
‫‪‹‹:-‬مشيت في الطرقات و أنا متلفعة بمالءة سوداء››‪.‬‬
‫‪‹‹:-‬حفرت األرض بأظفاري››‪.‬‬
‫‪‹‹:-‬عشت امرأة وحيدة في مدن يسكنها الرجال فقط››‪.‬‬
‫‪‹‹:-‬بصق في وجهي››‪.‬‬
‫ً‬
‫‪‹‹:-‬اشتراني رجال يملكون ذهبا ››‪.‬‬
‫‪‹‹:-‬أنا رجل مسكين‪.‬لماذا تركتني يا إلهي››‪.‬‬
‫‪‹‹:-‬أواه كم تعذبن�ا››‪.‬‬
‫‪‹‹:-‬آه كم تعذبن�ا››‪.‬‬
‫ً‬
‫تعانقــا بعنــف ‪ ،‬و انتحبــا طويــا‪.‬و همــس الرجــل بصــوت‬
‫متهد ج ‪ ‹ ‹ :‬أ حبك ‪ . .‬أ حبــك › › ‪.‬‬
‫فتطلعــت إليــه بعينيهــا المبللتيــن بالدمــع ‪،‬و كانــت تصــرخ فــي‬
‫أعماقهمــا شــهوة مــدت إلــى لحمــه مخالــب لــم يســتطع االفــات منهــا ‪،‬‬
‫فاحتضــن جســد األنثــى بلهفــة ‪ ،‬و مــا إن التصــق فمــه بفمهــا حتــى تن�اهــى‬
‫إلــى مســمعه صــراخ آت مــن الشــارع ‪‹‹:‬هجــم األعداء‪..‬اقتلوا‪..‬اقتلــوا‪..‬‬
‫إلــى الحــرب ››‪.‬‬
‫و تصاعــد قــرع طبــل ذي إيقــاع مهيــب غاضــب لــم يقــدر الرجــل أن‬
‫يتجاهله‪،‬فأبعــد عنــه جســد األنثــى بحركــة صارمة‪،‬فصاحــت المــرأة‬

‫‪248‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫متوســلة‪‹‹:‬ال تتركنــي‪..‬ال تحارب‪..‬ابــق بجانبــي››‪.‬‬


‫قال الرجل‪‹‹:‬اسكتي‪..‬أزقة المدين�ة‪..‬أمي تن�اديني››‪.‬‬
‫و تن ـ�اول ســيفة المعلــق علــى الحائــط ‪ ،‬و انحــدر إلــى الطرقــات حيــث‬
‫كان الرجــال يتقاتلــون فــي عتمــة المســاء‪.‬‬
‫َّ‬
‫اندفــع الرجــل إلــى قلــب المعركــة‪،‬و شــرع يســدد ســيفه نهــو أي صــدر‬
‫ً‬
‫يجــده أمامــه‪.‬و كان يبتهــج كلمــا انزلــق النصــل الطويــل الصلــب مخترقــا‬
‫اللحــم الليــن بحركــة شرســة ضاريــة‪.‬‬
‫و حينمــا انتهــت المعركــة ‪ ،‬وقــف الرجــل و قــد بلــل جســده العــرق و‬
‫الــدم‪.‬و انت�ابــه هلــع شــديد إذ تبيــن لهأنــه الرجــل الوحيــد الباقــي فــي قيــد‬
‫الحياة‪،‬أمــا الرجــال اآلخــرون فقــد تن�اثــرت جثثهــم علــى اســفلت الشــارع‬
‫ً‬
‫أكوامــا مــن اللحــم الممزق‪،‬فارتمــى علــى األرض الداميــة‪،‬و طفــق ينتحــب‬
‫بمــرارة بينمــا كانــت النيــران تلتهــم منــازل المدين ـ�ة و قتالهــا‪.‬‬
‫ّ‬
‫و كــف الرجــل عــن البــكاء لحظــة اقتربــت منــه النيــران‪،‬و ســارع إلــى‬
‫الهــرب خــارج المدينـ�ة حيــث الحقــول الشاســعة‪،‬و هنــاك أبصــر المدينـ�ة‬
‫و قــد اســتحالت كتلــة ضخمــة مــن نــار حمــراء متوقــدة فــي قلــب الليــل‬
‫ً‬
‫األســود‪،‬فتهالك علــى األرض المعشوشــبة مستســلما لنــوم عميــق‪،‬و لــم‬
‫ّ‬
‫يســتفق إال عندمــا أشــرقت شــمس نهــار جديــد‪.‬‬
‫ً‬
‫كان الســكون مهيمنــا فــي األرجــاء كافــة‪ ،‬و كانــت المدينـ�ة كومــة كبيــرة‬
‫ســوداء يتصاعــد منهــا الدخــان‪.‬و ســمع الرجــل صــوت بــكاء خافت‪،‬فأجــال‬
‫ً‬
‫نظراتــه فيمــا حولــه مســتطلعا إلــى أن وقعــت علــى فتــاة فــي مقتبـ�ل العمــر‬
‫مرتميــة علــى العشــب‪،‬فدنا منهــا و ســألها‪‹‹:‬لماذا تبكيــن؟››‪.‬‬
‫‪‹‹:-‬احترقت المدين�ة‪.‬مات الجميع››‪.‬‬
‫‪‹‹:-‬إذن لم يبق أحد››‪.‬‬

‫‪249‬‬
‫‪Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler‬‬

‫و لــم تجــب الفتــاة و إنمــا اســتأنفت نحيبها‪،‬فســألها ثاني�ة‪‹‹:‬لمــاذا‬


‫تبكيــن؟››‪.‬‬
‫فقالت و هي تخفي وجهها في راحتيها‪‹‹:‬أنا جائعة››‪.‬‬
‫فتركهــا الرجــل‪،‬و مضــى يبحــث عــن الطعــام مــا‪.‬و اغتبــط إذ عثــر علــى‬
‫شــجرة تفــاح ذات أغصــان مثقلــة بثمــار ناضجة‪،‬فاقتطــف بعضهــا‪،‬و‬
‫حملــه إلــى الفتــاة‪،‬و أخــذ يراقبهــا بحنــو و هــي تــأكل التفــاح بنهــم‪.‬‬
‫ً‬
‫و عــاوده الحنيــن إلــى أن يكــون زهــرة أو عصفــورا أو غمامــة تحــب‬
‫الســفر‪.‬‬
‫ً‬
‫و قال لنفسه متسائال‪‹‹:‬هل اسم الفتاة شهرزاد؟››‪.‬‬
‫و مسحت الفتاة وجهها بطرف ثوبها‪،‬و رمقت الرجل بامتن�ان عميق‪.‬‬
‫ً‬
‫كان وجههــا وديعــا‪.‬و تذكــر الرجــل أيــام طفولتــه اآلفلــة‪،‬و قــال‬
‫بحــزن‪‹‹:‬إذن لــم يبــق ســوانا مــن األحيــاء؟››‪.‬‬
‫ً‬
‫و ظلــت الفتــاة صامتــة غيــر أن شــفتيها انفرجتــا قليــا‪،‬و شــاهد الرجــل‬
‫وردة حمراء‪،‬فاقتطفهــا و قدمهــا بارتبـ�اك إلــى الفتــاة التــي تقبلتهــا ببســمة‬
‫خجول‪،‬أيقظــت الفــرح و جعلتــه يــردد فــي شــرايين الرجــل أجمــل أغانيـ�ه‪.‬‬
‫و عــاون الرجــل الفتــاة علــى النهوض‪،‬ثــم ســارا بخطــى متمهلــة نحــو‬
‫المدين ـ�ة الميت ـ�ة الســوداء‪.‬‬
‫ً‬
‫و ســمعا بغتــة عصفــورا يغرد‪،‬فتوقفــا عــن الســير‪،‬و تالقــت أعينهمــا‬
‫ً‬ ‫فــي نظــرة طويلــة‪،‬و ّ‬
‫خيــل إلــى الرجــل أنــه يســمع ضجيــج أطفــال ممتزجــا‬
‫بعويــل نــاء‪.‬‬
‫و تابع الرجل و الفتاة مسيرهما و قد تعانقت يداهما بود و ألفة ‪.‬‬
‫و أمامهما كانت الشمس فتي�ة وضاءة‪.‬‬

‫‪250‬‬
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Külde bir ilkbahar


Tercüme: Cihaner AKÇAY
Bir zamanlar bol sulu bir nehrin suladığı yeşil geniş tarlaların ortası-
na kurulmuş küçük bir şehir vardı. Halkın tamamı ceplerinde her biri-
nin üzerinde bir isim yazılı kalın kâğıt parçalar taşıyorlardı.
Halkı zengin ve fakirlerden oluşmuştu. Zenginler kibar ve sevecen
kişilerdi. Beyaz başörtüleri ve parlak ayakkabıları vardı. İyi dans eder-
lerdi ve konuşmaları yumuşaktı. Çevik bir şekilde eğilip kadınların el-
lerini öperler, çocukları annelerini oldukça tatlı bir şekilde “anne” diye
çağırırlardı.
Fakirler neşeli anlarında kaba saba bir şekilde kahkaha atarlar, çok
tükürürler ve cennete misafir olarak sokulacaklarına inanırlardı. An-
nelerini kaba ve uzatılmış bir sesle “anaaa” diyerek çağırırlardı.
Zenginler ve fakirler ölüye çok saygı gösterirlerdi. Bir cenaze geçer-
ken herkes durur, gözlerine hüzün ve korku çöker ve bazıları ismi meç-
hul ölünün tabutunu uzun süre taşımaya yardım ederlerdi. Sofrala-
rında ilk lokmayı almak için ağızlarını açtıkları an hepsi kendilerinden
geçmişçesine “Bismillahirrahmanirrahim” derler ve yemeğin sonunda
“Âlemlerin rabbine şükürler olsun” derlerdi.
Şehirde bir genç kız günah işlese tereddütsüz bir şekilde ucu büyük
bıçakla başı kesilirdi.
İşçiler günde sekiz saat çalışırlardı.
Aşıklar sinema karanlığında gizlice buluşurlar ve orada elleri hararet-
le kucaklaşırdı.
Doktorlar ciddi bir şekilde ısrarla nasihatte bulunurlardı: “Yemeği
iyice çiğneyiniz..Erken yatınız..Sigaradan ve alkollü içkilerden uzak
durunuz”.
Orta yaşlılar keder ve hüzünle başlarını sallayıp homurdanıyorlardı:
“Ahlaksızlık yaygınlaştı.. Kadın pantolon giyiyor.. Oğul babaya saygı
göstermiyor.. Bunlar dünya hayatının sona ereceğini gösteren işaret-
lerdir”.

251
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Arkadaşlar günün başlangıcında karşılaştıklarında “hayırlı sabahlar”


derlerdi.
Bu köy küçük olmasına rağmen Güneş belli bir vakitte doğar yine
belli vakitte batardı. Ve beyaz ay doğar doğmaz soluveren birçok yıl-
dızla bezenmiş bir gecesi vardı.
Bu şehirde yaşayan bir adam vardı. Yüzü, solgun ve kuru bir derinin
adeta kemiğe yapıştığı bir kafatası gibiydi. Delicesine bir çiçek, bir kuş
veya yolculuk yapmayı seven bir bulut olmak istiyordu. Kendisinin
ne bir çiçek, ne bir kuş ne de yolculuk seven bir bulut olamayacağını
bilmesine rağmen keder onu hezimete uğratamadı. Ama o, sessiz ve
ıssız bir evde yalnız başına yaşamaktan bıkmıştı. Karamsar olduğu bir
anında, bir kadın satın almaya karar verdi. Belki kendisini eğlendiren
ve sesiyle günlerini paslarından arındıracak bir kadın. Adam cariye pa-
zarına gitti. Derinliklerinde çok gizemli bir sihirle karışmış kederin ağ-
ladığı iri gözlü bir kadın seçti. Adam kendi kendine şöyle diyerek onun
ücretini ödedi: Umarım kanımdaki ağlayan kirpiyi öldürebilir.
Adam yolda yürürken kadına tek bir kelime etmedi. Fakat eve var-
dıklarında sordu: “Adın ne?”.
Bunun üzerine kadın biraz titrek, yumuşak ve alçak bir sesle cevap
verdi: “Adım Nidâ”.
Adam o anda, damarlarında vahşi kanların kaynadığı titreyen sert
ellerini dizleri üzerine koyarak kadının yakınında oturuyordu. Tam o
anda kadının kumsalda çıplak bir şekilde, sıcak ve tuzlu sularıyla gö-
ğüslerini ıslatan mavi denizin karşısında olmasını arzuluyordu. Telaşla
ona “nerelisin sen?” diye sordu.
- “Benim memleketim yok”.
Bunun üzerine uzun süre onu süzdü, sonra “sen güzelsin” dedi.
Dudakları küçük, kırmızı, gizemli bir canlı gibiydi ve adamın gözüne
eşsiz bir dudak gibi görünüyordu. Parmakları kasılıp sert bir titreme
sardı ve sakin bir şekilde ona “adın da güzelmiş” dedi.
Bunun üzerine kadın, esrarlı bir şekilde gülümseyerek “asıl adım
Şehrazat” dedi.
Adam dehşetle bağırdı: “Sen Şehrazat mısın?”.
Kadın: “Ben Şehrazat..Şehreyâr öldü.. Ölüm beni almadı” dedi.
Adam, “Şehreyâr ölmedi.. O hâlâ yaşıyor” dedi.
Kadın, “Ah efendim” dedi.
-: “Ey Şehrazat krallığım yıkıldı”.

252
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

-: “Parçalandık”
-: “Büyük toprakların ortasında kaybolduk”.
-: “Seni her yerde aradım”.
-: “Açlık beni ağlamaya zorladı”.
-: “Kapıları kilitli bir odada hapsoldum”.
-: “Dilenci oldum”.
-: “Kara çarşafa bürünerek yollarda yürüdüm”.
-: “Toprağı tırnaklarımla kazıdım”
-: “Sadece erkeklerin oturduğu şehirlerde tek kadın olarak yaşadım”
-: “Yüzüme tükürüldü”.
-: “Altın sahibi adamlar beni satın aldılar”.
- “Ben zavallı bir adamım. Beni neden terk ettin efendim?”
-: “Ah ne acılar çektik”.
-: “Ah ne kadar azap gördük”.
Sıkıca birbirlerine sarıldılar, uzun müddet ağladılar ve adam titrek
bir sesle mırıldandı: “Seni seviyorum.. Seni seviyorum”. Ardından
kadın gözyaşlarıyla ıslanmış gözleriyle ona baktı. Gözlerinin derinlik-
lerinde, kurtulması mümkün olmayan pençelerin etine uzandığı bir
şehvet çığlık atıyordu. Sabırsızlıkla kadını kucakladı, dudağı dudağına
yapışır yapışmaz kulağına caddeden gelen bir çığlık ulaştı: “Düşman-
lar saldırdı.. Öldürün.. Öldürün.. Haydi savaşa!”.
Adamın görmezden gelemeyeceği kızgın ve korkunç ritimli davul
sesi yükseldi. Adam sert bir hareketle kadının vücudunu kendinden
uzaklaştırdı. Kadın yalvararak bağırdı: “Beni bırakma..Savaşma..Ya-
nımda kal”.
Adam: “Sus..Şehrin sokakları..Annem beni çağırıyor”.
Duvarda asılı kılıcını eline aldı, akşamın karanlığında adamların sa-
vaştığı yollara indi.
Adam savaş meydanına fırladı ve karşısına çıkan her göğse kılıcını
sapladı. Kılıcın sert, uzun ucu hırslı bir hareketle yumuşak ete geçtikçe
neşeleniyordu.
Savaş sona erince adam durdu. Ter ve kan vücudunu ıslatmıştı. Ha-
yatta kalan tek kişi olduğunu anlayınca müthiş bir şekilde kaygılandı.
Diğer adamlar ise cesetleri parçalanmış et yığınları olarak caddenin as-
faltına saçılmışlardı. Ateşler şehrin evlerini ve savaş kurbanlarını kül
ederken acıyla ve sesli bir şekilde ağlamaya başladı.

253
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

Adam ateşler kendisine yaklaştığı an ağlamayı kesti ve hemen geniş


tarlaların bulunduğu şehrin dışına kaçtı. Oradan şehre baktı. Şehir, si-
yah gecenin ortasında tutuşmuş kırmızı ateşten iri bir kütleye dönüş-
müştü. Derin bir uykuya teslim olmak için yeşermiş toprak üzerine
çöküverdi ve ancak yeni bir günün güneşi doğduğunda ayağa kalktı.
Her yerde tamamen sessizlik hâkimdi. Şehir kendinden dumanlar
yükselen büyük siyah bir kütleydi. Adam kısık bir ağlama sesi duydu.
Bunun ne olduğunu anlamak için bakışlarını etrafına çevirdi. Otların
üzerine uzanmış ömrünün baharında bir genç kız gördü. Ona yaklaşıp
sordu: “Niçin ağlıyorsun?”.
-: “Şehir yandı. Herkes öldü”.
-: “O halde kimse kalmadı”.
Genç kız cevap veremedi ve yeniden ağlamaya başladı. Adam bunun
üzerine ikinci kez sordu: “Niçin ağlıyorsun?”.
Elleriyle yüzünü gizleyerek : ”Ben açım” dedi.
Adam ona baktı ve bir miktar yiyecek bulmaya gitti. Dalları olgun
meyvelerle dolu olan bir elma ağacı bulunca sevindi. Birkaç tane kopa-
rıp genç kıza götürdü. Elmayı iştahla yerken adam onu şefkatle izleme-
ye başladı. Onun bir çiçek veya bir kuş veya yolculuk seven bir bulut
olma arzusu yeniden uyandı.
Kendi kendine sordu: “Genç kızın ismi Şehrazat mıdır?”.
Genç kız yüzünü elbisesinin kenarıyla sildi ve adamı derin bir min-
nettarlıkla süzdü. Yüzü sevimliydi. Adam geçip giden çocukluğunu ha-
tırladı ve üzgün bir şekilde şöyle dedi: “O halde bizden başka yaşayan
kalmadı mı?”.
Genç kız suskun kalmaya devam etti ancak dudakları biraz kıpırdadı.
Adam kırmızı bir gül gördü ve onu koparıp şaşkın bir şekilde genç kıza
verdi. Genç kızın utangaç bir tebessümle onu kabul etmesi, adamın da-
marlarında en güzel şarkılarını tekrar ettirecek bir sevinç yarattı.
Adam genç kızın kalkmasına yardım etti sonra yavaş adımlarla siyah
ölü şehre doğru yürüdüler.
Ansızın öten bir kuş duydular, durdular ve gözleri uzun bir bakışla
buluştu. Adama, uzun bir çığlığa karışmış çocuk gürültüsü duyuyor-
muş gibi geldi.
Adam ve genç kız elleri sevgi ve dostlukla kucaklaşmış bir şekilde
yollarına devam ettiler.
Ve önlerinde saf, taze Güneş vardı.

254
Türkçe Çevirileriyle Arapça Kısa Öyküler

KAYNAKÇA
Abdülkâdir el-Mâzinî, fi’t-Tarîk, ed-Dâru’l-Kavmiyye, Kahire, 1967.
Ahmet Emin, İlâ Veledî, Dâru’l-Hindâvî, Kahire, 2012.
Ali Tantâvî, Kisas min’el-Hayât, Dâru’l-Minâre, Dimaşk, 1991.
Mahmud Teymûr, eş-Şeyh Cum’a ve Kısas Uhrâ, el-Matba’atu’s-Sele-
fiyye, Kahire, 1925.
Mîhâil Nu’ayme, Kâne mâ Kâne, Dâru’l-Nûfel, Beyrut, 2000.
Mustafa Lutfi el-Menfalûtî, , en-Nazarât ve’l-‘Abarât, Daru’l Cîl, Bey-
rut, 1984.
Necip Mahfuz, Hems’ul-Cunûn, Kahire, ts.
Necip Mahfuz, Zukaku’l-Midak, Dâr’uş-Şurûk, Kahire, 2006.
Tevfik el-Hakîm, Nehr’ul-Cunûn, Kahire, 1935.
Yusuf İdris, el-E‘mâlu’l-Kâmile el-Kısasu’l-Kasîra 1, Dâru’ş-Şurûk,
Kahire, 1990.
Zekeriyya Tâmir, er-Rabî’ fi’r-Remâd, Dâru’r-Riyâdi’r-Rîs, Şam, 2001.

255

You might also like