You are on page 1of 3

İkinci Hafta

Tartışma Soruları
1. Türklerin Cumhuriyet’in ilanından sonra yüzlerini batı dünyasına döndükleri, batılılaşma
çabalarına giriştikleri düşüncesine katılır mısınız?
2. Osmanlı’da 1826’dan sonra kurulan batılı tipte okulların etkilerini nasıl değerlendirirsiniz?
3. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren ilk elli yılında, eğitim alanında karşılaştığı en
önemli zorluk, sizce, ne olabilir?
4. Köy Enstitüleri uygulamasını, dönemin koşullarını göz önünde bulundurarak, nasıl
değerlendirirsiniz?
5. Köy Enstitüleri uygulamasından, günümüz öğretmen eğitimi için ne gibi dersler çıkarabiliriz?
6. Arap alfabesinden Latin alfabesine geçişimizi nasıl değerlendirirsiniz?
7. Yüksek öğretimde istihdam gerçekleriyle ilişkisiz genişlemeyi nasıl değerlendirirsiniz?
8. Liselere girişte LGS uygulamasını nasıl değerlendirirsiniz?
9. Eğitim olanaklarına erişim bakımından bugün ile bundan elli yıl öncesini karşılaştırdığınızda
ne gibi farklılıklar görmektesiniz?
İmparatorluğun son yüz yılında gittikçe kötüye giden durumu düzeltmek için çabalar sarf edilse de
özellikle ekonominin gittikçe bozulması nedeniyle artık işler düzeltilemez bir noktaya gelmiştir1.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından kurulan cumhuriyetimizin hayata geçirdiği bazı
reformların fikri temellerinin ve ilk denemelerinin imparatorluğun bu son yüzyılının özellikle son
dönemlerinde yaşandığını söylemek mümkündür2.
Kurtuluş Savaşı sırasında henüz düşmanı durdurmayı başardığımız Sakarya zaferi kazanılmadan
önce, bütün savaşın kaybedilmesi riskinin had safhada olduğu bir dönemde maarif kongresi
düzenlenmesi, Cumhuriyetin kurucu kadrosunun eğitime verdiği önemin göstergesidir3. Cumhuriyet
kurulduktan sonra, eğitim alanındaki öncelikli sorunumuz lise ve üniversite mezunlarının sayısını
artırmak değil, köylüye okuma yazma öğretmek olmuştur. Cumhuriyet kurulduğunda nüfusun %85’i
kırsalda yaşamaktadır (Günümüzde bu oran tam tersi durumdadır.) İletişim ve ulaşım imkânı, yolu izi
olmayan köylerde okuma yazması olmayan, temel sağlık bilgisinden ve tarım teknolojisinden habersiz
olan köylü halka eğitim verilmesi4, Cumhuriyet rejiminin karşılaştığı en önemli sorunlardan biridir. Bu
sorunun iki temel boyutu vardır; birincisi, iletişim, ulaşım, asayiş ve sağlık için gerekli temel
koşullardan mahrum olan bölgelere gitmeleri için öğretmenlik eğitimi almış insanları ikna etmenin
zorluğu, ikincisi ise çok sayıda köye gönderilecek çok sayıda öğretmene maaş vermenin
imkansızlığıdır. 17 Nisan 1940 senesinde çıkarılan bir kanunla kurulmaya başlayan köy enstitüleri, bu
iki temel sorunu yaratıcı bir biçimde çözebilmiştir; şöyle ki büyük yerleşim yerlerinde doğup büyümüş
insanlar, köylere öğretmen olarak gitmek istemedikleri için, köy kökenli, köyde mutlu, köylüsünü
seven bireyleri eğitip köylere öğretmen olarak göndermek yolu tercih edilerek birinci sorun aşılmıştır.
Köy Enstitüsü mezunlarının görevi sadece akademik eğitim vermek değil, köylüye tarım teknolojisi,
bina yapım eğitimi, temel sağlık bilgisi gibi konularda da eğitim vermektir. Bu konularda verilecek
olan eğitim elbette uygulama gerektirir. Devletin maaş sorununa bulduğun çözüm, enstitü mezunlarına
çok az miktarda maaş vermek, diğer taraftan uygulamalı eğitim sırasında ortaya çıkan ürüne sahip
olmalarına izin vererek, az miktardaki maaşlarını desteklemektir. Köy enstitülerinin yüksek
motivasyon düzeyinin de etkisiyle, sistem bir süre yüksek performans göstermiş, köylere enstitü
mezunu öğretmenlerin gönderilebilmesi sonucunda okuma yazma oranlarında ciddi artışlar

1
Aslında bu dönemin padişahları genel olarak reformist ve görece dünyayı daha iyi tanıyan padişahlardır.
2
Bu konularda biraz daha okumak isterseniz, İsmail Doğan’ın “Türk Eğitim Tarihinin Ana Evreleri” kitabını
tavsiye ederim.
3
Atatürk, dünya medeniyetine dahil olmayı ve bunun için de eğitimi, elimizde kalan toprakları da
kaybetmememiz için koruyucu bir mekanizma olarak görmekteydi.
4
Hem milliyetçilik ideolojisini de kapsayacak şekilde yeni devletimizin temel ilkelerini benimsetmek hem salgın
hastalıkların önüne geçmek hem de tarımsal üretimi artırmak için köylüyü (çünkü hemen herkes köyde yaşamaktaydı)
olabildiğince süratle eğitime almak yaşamsal önem taşımaktaydı.
görülmüştür (Okuma yazma oranındaki artışın bir diğer nedeni de Türk dilinin fonetik yapısına uygun
olduğu için kısa sürede öğrenilebilen Latin alfabesine geçiştir.) Köy enstitüleri on yıl kadar bir süre
aktif bir biçimde çalıştıktan sonra etkinliğini kısıtlayacak uygulamalara maruz kalmış, 1954 senesinde
ise tamamen kapatılmıştır.
Okuma yazma oranlarında artış sağlandıktan sonra devletimiz yavaş yavaş lise ve üniversite
mezunlarının sayısını da artırabilir olmuştur. Darülfünun’un devamı olan ve ilk üniversitemiz olarak
görebileceğimiz İstanbul Üniversitesi’nin ardından kurulan Ankara Üniversitesi ve onun ardından
1950’li yıllarda (Hacettepe, ODTÜ, KATÜ, Atatürk ve Ege) bunların da ardından, 1970’li yıllarda ve
1992 yılında çok sayıda devlet üniversitesinin açıldığı görülmektedir. Bu arada şunu da belirteyim ki
ilk eğitim fakültemiz 1965 senesinde kurulan Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesidir (Bugünkü
adıyla, Eğitim Bilimleri Fakültesi). 1982 senesinde öğretmenlik eğitimi veren bütün öğretmen
okulları, eğitim fakültelerine dönüştürülmüştür. Şu anda sınırları içerisinde eğitim görmekte
olduğunuz Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi de 1962 senesinde Selçuk Eğitim Enstitüsü olarak
kurulmuş ve 1982 senesinde eğitim fakültesine dönüştürülmüş olması nedeniyle ülkemizin görece
köklü öğretmen eğitim kurumlarından biridir.
Cumhuriyetin ilk döneminde okuma yazma eğitimi verebilmek büyük bir mücadele iken ve lise
mezunu olmak -sözgelimi asteğmen olarak askerlik yapmaya yetecek kadar- önemli bir statü
sağlamakta iken, zaman içerisinde eğitim alanında önemli yol kat edilmiş, 1950’li yıllardan itibaren
köyden kente göçün artmasının da etkisiyle, eğitim olanaklarına ulaşabilen vatandaş sayımız da
artmaya başlamıştır. Bu noktadan sonra, eğitim alanında cumhuriyetimizin kuruluş dönemindeki
sorunlarından farklı bir dizi sorunun kendini göstermeye başladığı görülmektedir. Günümüzde plansız
yüksek öğretimde genişleme politikası nedeniyle üniversite mezunlarının öğrenim gördükleri alanda iş
bulamamaları ve yeterli akademik altyapıya sahip kadrolardan mahrum, çok sayıda (özel ve devlet)
üniversitenin ve bu üniversitelere çok düşük puanlarla alınan öğrencilerin ülkemizde yüksek öğretimin
niteliğini düşürmesi, yükseköğretim sistemimizin güncel sorunları arasında sayılabilir. Alternatif
(fırsat) maliyet kavramı, iktisadi bir tercihte vaz geçilen en iyi ikinci alternatif anlamına gelir. Bir
meslekte ustalaşmak için en uygun olan yaşlarında, memleketinden başka bir şehirde barınarak
öğrenim görmekte olan gençler, vaz geçtikleri (yükseköğrenim gerektirmeyen bir meslekte) dört yıl
boyunca ustalaşma, asgari ücret ve emeklilik haklarından, öğrenim görmeyi tercih ettikleri alanda,
gelecekte daha yüksek ücretler alarak çalışabilmek ümidiyle vaz geçerler. Eğer kendilerine koydukları
bu hedefe ulaşamazlarsa, tüm bunları da kaybetmiş olurlar. Günümüzde atama bekleyen öğretmen
sayısının dört yüz bini geçtiği göz önüne alınacak olursa, alternatif maliyet kavramının önemi daha iyi
anlaşılabilir.
Eğitim sistemimizin 20. yüzyılın sonlarına doğru yaşamaya başladığı ve daha önceki dönemlerinde
yaşamadığı bir diğer sorun ise yüksek riskli sınavların öğrenciler ve aileleri üzerinde oluşturduğu
baskının gittikçe artmakta olmasıdır. Yüksek riskli sınav (high stakes examinations) öğrencinin hayatı
üzerinde önemli etkiler olan (LGS, YKS, KPSS vb.) sınavlara verilen isimdir. Türkiye’de öğrenciler
on dört yaşından başlayarak, ortalama dört yılda bir yüksek riskli bir sınava girmekte ve aileler de
çocuklarının bu sınavlarda başarı gösterebilmeleri için, özel okul, dershane, özel ders harcamaları
yapmak zorunda kalmaktadırlar. Eğitim tarihimizin çok uzun dönemlerinde eğitim kurumlarının
kapısının okumaya istekli fakir aile çocuklarına sonuna kadar açık olduğu, bu okulların mezunu olan
fakir aile çocuklarından yüksek rütbeli subaylar ve üst düzey bürokratlar çıkabildiği göz önüne
alındığında, günümüzde iş imkanı sağlayan bölüm ve üniversitelerin dersliklerini, sadece okul dışı ek
eğitim olanaklarına maddi gücü yetebilen ailelerin çocuklarının dolduruyor olması, eğitim
sistemimizin üzerinde ciddiyetle durulması gereken sorunlarından biridir. Bir tarafta anne babası
yetersiz eğitimli, fakir ailelerden gelen çocukların belirli okullarda yoğunlaşırken, diğer tarafta
yükseköğretim mezunu, görece varlıklı ailelerin çocuklarının belirli liseleri doldurması, tarihimizin
hiçbir döneminde görülmemiş ve gelecekte başımıza büyük dertler açacağı belli olan ciddi bir
sorundur. Bir eğitim sisteminin, ait olduğu ülkede orta sosyo ekonomik tabakayı genişletmeye yönelik
işlev göstermesi gerekir; bizim eğitim sistemimiz ise toplumsal eşitsizliğin başat nedeni olmaya doğru
gitmektedir. Şunu da hatırımızda tutmalıyız ki eğer eğitim sistemimiz geçmişte de bugün olduğu gibi
ek eğitim olanaklarına imkânı olan ailelerin çocuklarına rekabet edilemez avantajlar sağlıyor olsaydı,
ülkemize büyük faydalar sağlamış değerli insanların (Böyle derken de ilk aklıma gelen isim,
Atatürk’tür.) tamama yakınını hiç tanımamış olurduk. Eğitim sistemimiz, göçebelikten getirdiğimiz
dikey toplumsal hareketlilik özelliğimizi cumhuriyet döneminde de uzunca bir süre desteklemeye
devam etmiştir. Orta çağ döneminde sadece asillere ve ruhbanlara eğitim hakkı tanıyan Avrupa,
günümüzde herkese nitelikli eğitimi ulaşılabilir kılmaya çalışırken, tarihinin uzunca dönemlerinde
eğitim almak isteyen her öğrenciye eğitim kurumlarının kapılarını sonuna kadar açan milletimiz,
günümüzde bu konudaki hassasiyetini yitirmiş görünmektedir.
Nitelikli eğitim sadece doktor, mühendis olacak öğrencilere değil, her öğrenciye verilmelidir. Bir
ülke nüfusunun sadece bir kısmının iyi eğitimli olmasıyla ileri refah ve asayiş düzeyine ulaşamaz;
bunun bir tane bile örneği yoktur. Gelişmiş ülkeler, her bir vatandaşına nitelikli eğitim sağlamaya
çabalayan ülkelerdir. Bun bu konuda senelerdir öğrencilerime şu örneği veririm: Ailece arabamıza
binip şehirler arası yola çıktığımızda, karşıdan gelen kamyonun şoförünün aldığı eğitimin niteliği, o an
benim için, YÖK başkanının ya da rektörümün aldığı eğitimin niteliğinde daha önemlidir. 1950’li
yıllarda bir köylü “Eğer şehre göçüp çocuklarımı okula yazdırabilirsem, benim çocuklarım da
mühendis, subay olabilir!” diyebilmişti. Ben bu satırları, çocuklarını okutmaktan başka bir nedeni
olmadan ve bu uğurda çok büyük maddi sıkıntılar çekeceğini bile bile şehre göç eden bu köylü
yurttaşın torunu olmam sayesinde yazabilmekteyim. Eğer 1950’li, 60’lı yıllarda da dershane ve özel
ders bugünkü gibi gerekli olsaydı, dedemiz, babamın, benim ve hatta benim çocuklarımın bile yaşam
çizgilerimizde kırılma noktası olan bu eğitime ulaşma hamlesini aklının ucundan bile geçiremezdi
herhalde.
Cumhuriyetin kuruluş dönemindeki sorunların temelinde imkânsızlık, fakirlik vardı; aymazlık ya
da beceriksizlik değil. Cumhuriyeti kuran kadronun eğitim sistemini şekillendirmeye nasıl yaklaştığına
bir bakın; o yıllarda dünyada eğitim alanındaki uzmanlığıyla isim yapmış John Dewey, Alfred Kühne
gibi isimleri ülkemize davet etmiş ve onların bilimsel bakışla hazırladıkları raporları esas alma
basiretini gösterebilmişlerdir. Gördüğünüz üzere, eğitim sistemimizin cumhuriyetin ilk
dönemlerindeki problemleri ile günümüzdeki problemleri arasında nitelik bakımından önemli
farklılıklar vardır.

You might also like