You are on page 1of 2

Yapısal Dilbilim ve Ferdinand de Saussure

Yapısal dilbilim 1857-1913 yılları arasında yaşamış olan Ferdinand de Saussure ile yirminci yüzyılın başlarında ortaya
çıktı. Ölümünden sonra, 1916 yılında, ders notlarının Genel Dilbilim Dersleri adı altında yayımlanması ile dilbilimde
yeni bır çığır açıldı. O zamana kadar dilbilimciler için dil, birtakım dil olgularının toplamı idi ve bunlar ayrı ayrı bir öze
sahipmiş gibi tek tek ele alınırdı. Dil çalışmaları, zaman içerisinde bir dilin geçirdiği değişiklikleri incelemek ve bunların
kurallarını bulmaktı.
Dilin zaman içerisindeki evrimlerine yönelmeye artzamanlı (diachronic) yaklaşım diyoruz. Saussure ise dili, belli bir
zaman noktasında ele alarak eşzamanlı (synchronic), kendi kendine yeterli ve bağımsız bir sistem olarak incelemeyi
önerdi. Örneğin on altıncı yüzyıl Türkçesi ile yirminci yüzyıl Türkçesini, ayrı ayrı, eşzamanlı olarak incelersek farklı iki
sistem buluruz. Bu iki zaman noktası arasında Türkçenin gelişimini de inceleyebiliriz ve bu, artzamanlı bir inceleme
olur. Ne var ki, bugünkü Türk dilinin sistemini açıklamak için ne bu gelişimi bilmek ne de hesaba katmak zorundayız.
Çünkü sistemi anlamak, onun öğeleri arasında o andaki bağıntıların oluşturduğu yapıyı açıklamak demektir. Bu
söylediklerimizi tavla oyununa uygulayarak örneklendirelim (Saussure örnek olarak birkaç yerde satranç oyununu
kullanır).
Tavla bilmeyen biri tavla oynayanları birkaç gün seyretse yavaş yavaş oyunun sistemini kavramaya başlar. Pullar
hangi yönde yürütülüyor; bir pul hangi koşullar altında vuruluyor; hangi koşullar altında yeniden oyuna sokuluyor;
zarların üstündeki sayılar oyunda nasıl kullanılıyor…? Sonunda tavla oyununun sistemini bulur bu kişi. Şuna dikkat
edelim, bu kişi sistemi anlamak için tavla oyununun tarih içinde nasıl geliştiğini, nasıl değişiklikler geçirdiğini
öğrenmek zorunda değildir. Bunu araştırmak artzamanlı bir yaklaşım olurdu. Bundan başka, oyunun sistemi dış
gerçeklikten bağımsız, saymaca birtakım kurallardan oluşmuştur ve kendi içinde bir bütün meydana getirir. Ayrıca,
oyunu oluşturan öğelerin kendi öz varlıkları önem taşımaz; önemli olan sistem içindeki işlevleri, birbirleriyle olan
bağıntılarıdır.
Edebiyatta yapısalcılığı anlamak için Saussure’ün dili konusunda yaptığı bazı ayrımlara daha değinelim. Bunlardan biri
dil (langue) ile söz (parole) ayrımıdır. Dil, bir dil sistemine verilen addır. Türkçe, Fransızca, İngilizce dilleri dediğimiz
zaman dil’i bu anlamda kullanırız. Söz ise dilin somut kullanımı, yani dilin belirli bir konuşucu tarafından belirli bir
andaki uygulanmasıdır. Bu sayısız söz’ler bir dil sistemine uyarlar. O halde somut ve bireysel olan söz’ün arkasında,
onu belirleyen soyut ve toplumsal bir sistem (yapı), dil vardır. Dilbilimin amacı bu yapıyı ortaya çıkarmaktır ve bunu
yapmak için söz’ü inceler. Deminki tavla örneğine dönecek olursak, diyebiliriz ki tek tek tavla oyunları somut söz’e
tekabül eder, oyun olarak tavla ise soyut dil sistemine.
Başka önemli bir ayrım, gösteren/gösterilen ayrımıdır. Sözcükler bir şeye işaret ettikleri için birer göstergedirler ve bir
göstergenin iki yönü vardır: Biri bir ses imgesidir ki gösteren adını alır. “Köpek” dediğimiz zaman ağzımızdan çıkan ses
imgesi gösteren’dir, bunun işaret ettiği köpek kavramı ise gösterilen’dir.

gönderge (nesne)
gösteren (ses)
gösterge (sembol)
kavram (gösterilen)

Gösteren ile gösterilen arasındaki bağıntı saymacadır (keyfi), çünkü köpek kavramını bu sözcükle göstermek için bir
neden yoktur. Başka dillerde köpek kavramı başka sözcüklerle anlatılır. Daha önce de söylediğimiz gibi sistemin
içindeki bağıntılar dış gerçeklikten bağımsızdır. Köpek sözcüğü dil sistemi içinde bir ad olarak kullanılır ve bir ad olarak
davranışı, diğer öğelerle olan bağıntıları, gerçeklikteki dört bacaklı hayvanla ilgili değildir. Sözcükler birer gösterge
olduklarına göre, dil bir göstergeler sistemidir ve dış gerçeklikten bağımsız, kendi iç kurallarına göre işler.
Yapısal dilbilimin getirdiği yeni fikirlerden birine daha değinelim. Sağduyuya uygun, Saussure’den önceki dil anlayışına
göre dil, var olan nesneleri adlandırır. Yani sınıflara ayrılmış düzene sokulmuş hazır bir dış dünya vardır ve bu
gerçekliği biz dil ile aktardığımıza göre, dil, bu dünyayı yansıtmaya yarayan bir araçtır. Saussure bu dil anlayışını
köktenci bir biçimde değiştirdi ve durumu tersine çevirdi diyebiliriz. Saussure’e göre dil zaten mevcut nesneleri,
kavramları sonradan etiketleyerek bir çeşit katalog oluşturmaz, çünkü dil kavramlardan önce vardır.
Bu iddiayı biraz daha açalım. Yapısalcı dilbilime göre dış dünya, kesintisiz bölünmemiş büyük bir yığın, bir bütündür ve
dil bu yığını anlaşılır kılmak için böler. Örneğin dilden önce taş, kaya ve maden ayrımı yoktur ama biz bütünü, taş
sınıfı, kaya sınıfı, maden sınıfı olarak birimlere ayrıştırır ve böylece dünyayı kavranılır, anlaşılır hale sokarız. Bunu
yapmasaydık zihnimiz karmakarışık bir duyumlar yığını olarak kalırdı.
Şu da var ki, her dil dış dünyayı aynı şekilde bölmez. Türkçede çayırda otlayan hayvana da, sofrada yenen etine de
koyun denir ama İngilizcede bunlar sheep ve muton olarak ayrılırlar. Demek ki, İngilizce dünyayı başka şekilde bölmüş
oluyor. Bu söylediğimizi renkleri ele alarak örneklendirebiliriz. Biliyoruz ki, güneş ışığını bir prizmadan geçirirsek
güneş tayfını (spectrum) elde ederiz. Bu tayfta renkler kesintisiz olarak birinden ötekine geçer. Ama biz bu renkleri,
kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert ve mor olarak böleriz. Oysa doğada bir ayrım yoktur. Görülüyor ki, bizim
doğal olarak kabul ettiğimiz renk ayrımları aslında dil sayesinde yapılmış ayrımlardır ve dilden önce mevcut değildiler.
O halde dil, algıladığımız nesneler yığınını keyfi olarak birimlere ayıran bir göstergeler sistemidir ve bu anlamda
gerçekliği yansıtmaz, üretir. Sözcüklerin anlamını nesneler değil de dil belirliyorsa bunu nasıl yaptığını açıklamak
gerekir.
Saussure’ün açıklaması şöyle: Dedik ki, göstergeler, bir kağıdın iki yüzü gibi gösteren ve gösterilenden oluşuyor. Bir
ses birimi olarak “taş” göstereni dış dünyadaki sert bir nesneyi değil, “taş” kavramını gösteriyor. Taş ses birimi bu
anlamı neye borçludur? Bu ses birimlerinde ona böyle bir anlam yükleyecek bir özellik mi var? Hayır, ona bu anlamı
veren gösterenin kendinde var olan pozitif bir nitelik değil, yalnızca diğer gösterenlerle olan ayrılığıdır. Saussure’ün
deyişiyle “sözcükte önemli olan sesin kendisi değildir, sözcüğü bütün öbür sözcüklerden ayırt etmemizi sağlayan ses
ayrılıklarıdır. Çünkü anlamı taşıyan bu ayrılıklardır.”
Taşa anlamını kazandıran onun “baş”, “kaş”, “taç” gibi diğer göstergelerle karışmamasını sağlayan ses başkalığı
olduğuna göre anlamı üreten dildir. Daha doğrusu dilin öğeleri arasındaki bağıntılar ve ayrılıklar sistemidir. İşte bu
sözcükler keyfi olduğu için şu önemli sonuç çıkıyor. Gerçeklikle dil arasında doğal bir bağıntı yoktur, keyfi bir bağıntı
vardır. Dili bilimsel bir şekilde eşzamanlı olarak incelemek istiyorsak onu dış dünyadan kopararak, bağımsız, kapalı bir
göstergeler sistemi olarak incelememiz gerekir.
Sistemin özelliklerini, Saussure’ün yaptığı ayrımları toparlayarak şöyle özetleyebiliriz. Bir sistem, öğelerin bir yığını
değil, her şeyden önce tutarlı bir bütündür. Sistem soyut ve toplumsaldır; somut ve bireysel olan sözü denetler.
Sistem saymacadır, yani dış gerçeklikten bağımsızdır. Sistemde önemli olan, öğelerin tek başlarına kendi öz varlıkları
değil, sistem içindeki işlevleridir. Başka bir deyişle sistemi meydana getiren, öğeler arasındaki bağıntılardır.
Edebiyat Kuramları ve Eleştiri- Berna Moran-İletişim Yayınları

You might also like