Professional Documents
Culture Documents
İnanç ve ibadetleri bir yana bırakacak olursak, dinlerin muamelat alanına dair en temel
hükümleri, insanın parayla ve karşı cinsle ilişkilerini düzenlemeye yöneliktir. Kur’ân’daki ahkâm
âyetlerinin önemli bir kısmı bu iki alana dair hükümlerden oluşur. İslâm’ın iktisadi konulardaki
en başta gelen yasağı faiz olduğu gibi, karşı cinsle ilgili en temel yasağı da zinadır. Ulema faiz ve
zinanın bütün semavî dinlerde yasaklandığını ifade etmişlerdir. Çünkü her iki yasağın çiğnenmesi
de fert ve toplum açısından telafisi çok zor zararlara yol açar.
Faiz, daha sahabe döneminde tartışılmaya başlanmış, müçtehit imamlar döneminde yoğun
müzakerelere konu olmuş, sonraki asırlarda da âlimlerin gündemini sürekli meşgul etmiş önemli
bir konudur. Fakat faizle ilgili tartışmalar hiçbir asırda günümüzde olduğu kadar
yoğunlaşmamıştır. Çünkü faiz, hiçbir dönemde günümüzde olduğu ölçüde yaygınlık
kazanmamıştır. Günümüz kapitalist sisteminin ana omurgasını sermaye oluşturur. Sermayenin
temerküzünü ve akışkanlığını sağlayan ise faizli kredilerdir.
Buradaki maksadımız, faizin detaylı bir analizini yapmak değil. Uzun zamandır
konuşulan, tartışılan ve çoklarınca hükmü merak edilen bir konu olan mortgage’ı (bir çeşit konut
finansman sistemi) ele almak istiyoruz. Konu etrafında birbirinden farklı görüşler beyan edildiği
ve konunun çok farklı yönleri bulunduğu için meseleyi biraz detaylı ele alacağız.
Gerek mortgage meselesinin gerekse krediyle ilgili daha başka meselelerin anlaşılması
faizin tanım ve mahiyetinin iyi bilinmesine bağlıdır. Bu yüzden öncelikle farklı boyutlarıyla faiz
konusunu ele alacak, arkasından banka faizlerinin Kur’ân’da yasaklanan riba kapsamına girip
girmediğini değerlendirecek, sonrasında da üç farklı açıdan (mortgage akdinin mahiyeti,
Kur’ân’da Faiz
Faiz, Kur’ân’ın tedrici olarak yasakladığı ve şiddetle men ettiği haramlardan biridir.
Faizle ilgili ilk inen âyette, artması ve çoğalması için faize verilen/yatırılan paraların Allah
katında artmayacağı ama Allah’ın rızasını hedefleyerek verilen zekâtların artacağı/katlanacağı
ifade buyrulur. (Rûm sûresi, 30/39) Burada faizle ilgili kesin bir yasak yer almasa da olumsuz bir
tavrın ortaya konulduğu da açıktır.
Âyetin hükmü, hem dünyevî hem de uhrevî açıdan ele alınabilir. Dünyevî açıdan
bakıldığında, faiz sayesinde zahiren artmış gibi görülen malların bereketinin ortadan kalkacağı,
zekâtı verilen malların ise zahiren azalmış gibi görünse de gerçekte bereketleneceği vurgulanmış
olur. Uhrevî açıdan bakıldığında ise faiz geliri için başkalarına verilen paraların ahirette insana
hiçbir fayda sağlamayacağı, zekâtların sevaplarının ise katlanarak kişiye geri döneceği anlaşılır.
Faizle ilgili ikinci nazil olan âyette kendilerine yasaklanmış olduğu hâlde faiz yedikleri
için Yahudiler zemmedilir, bu gibi günahlarından ötürü onlara bazı temiz gıdaların haram
kılındığı beyan edilir. (Nisâ sûresi, 4/161) Bu âyet-i kerimede Müslümanlara yönelik bir hitap
olmasa da faizin gazab-ı ilâhiyi celbeden bir günah olduğu ortaya konulur.
Üçüncü aşamada ise faizle ilgili şu âyet-i kerime nazil olmuş ve ilk yasak gelmiştir: “Ey
iman edenler! Kat kat faiz yemeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki felâh bulasınız.” (Âl-i
İmrân sûresi, 3/130) Cahiliye toplumunda, borçlar vadesinde ödenmediği takdirde, üzerine bir
miktar daha faiz ilave edilerek vade uzatılırdı. Öyle ki tahakkuk ettirilen faizler çoğu zaman
anaparayı geçerdi. Bazı âlimler bu âyet-i kerimeyle Cahiliye döneminde çok yaygın olan fahiş
ribanın ve bileşik faizin haram kılındığını söyleseler de çoğunluğa göre burada haram kılınan şey,
mutlak anlamda faizdir. Kat kat olma şartı, teknik ifadesiyle kayd-ı ihtirazi değil, kayd-ı
ittifakidir. Yani “kat kat artma” anlamındaki “edâfen müdâafe” lafzı, hükmü sınırlandırmamakta,
o gün için cari olan durumu ifade etmektedir. Bu lafzın, faizin değişmez özelliğini ifade ettiği de
söylenmiştir.
Son olarak faizle ilgili şiddetli tehditlerin ve detaylı izahların yer aldığı Bakara sûresinin
275, 276, 278 ve 279. âyetleri nazil olmuş ve hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak ölçüde faiz
kesin olarak haram kılınmıştır. Bu âyetlerde Allah’ın alışverişi helâl faizi haram kıldığı, faiz
yiyenlerin şeytanın çarptığı kimselerin kalktığı gibi (kabirlerinden) kalkacakları ve Allah’ın faizi
mahvedeceği beyan edilmiş; eğer tahakkuk eden bir faiz varsa bundan kaçınmaları, aksi takdirde
Allah ve Resûlü (s.a.s) tarafından kendilerine savaş açılacağı haber verilmiş; faizcilikten tevbe
edenler için sadece anaparalarının kendilerine ait olduğu bildirilmiş ve ancak bu takdirde
zulmetmekten ve zulme uğramaktan uzak kalabilecekleri ifade edilmiştir.
Kur’ân’da, hakkında bu ölçüde ağır tehditlerin yer aldığı başka bir yasak yoktur. Nitekim
İmam Malik, Allah’ın Kitabını ve Nebisinin Sünnetini incelediğini ve ribadan (faizden) daha şerli
başka bir hüküm görmediğini ifade etmiştir. (Kurtubî, el-Câmi li-ahkâmi’l-Kur’ân, 4/405)
Sünnette Faiz
Kur’ân’da yer alan faiz yasağı, Peygamber Efendimiz’in kavlî ve fiilî sünnetiyle (söz ve
fiilleriyle) tekit ve tafsil edilmiştir. Faiz, Cahiliye Arapları tarafından iyi bilinen ve yaygın bir
şekilde uygulanan bir muameleydi. Dolayısıyla onlar, Kur’ân’ın riba yasağını anlamakta ve
uygulamaya sokmakta zorluk çekmemişlerdi. Peygamber Efendimiz (s.a.s) de Veda Hutbesi’nde,
Cahiliye döneminden kalan ve henüz ödenmemiş bütün faizleri kaldırdığını açıklamış, borç veren
kişilerin sadece anaparalarını alabileceğini bildirmiştir.
Bununla birlikte Allah Resûlü (s.a.s) konuyla ilgili hadislerinde borç işlemlerinde cari
olan ribanın yanı sıra, peşin veya veresiye yapılan bazı alışverişlerin de riba kapsamında yer
aldığını beyan etmiştir. Özellikle “esnaf-ı sitte” (altı sınıf mal) hadisi diye meşhur olan sahih bir
hadiste altına karşılık altının, gümüşe karşılık gümüşün, buğdaya karşılık buğdayın, arpaya
karşılık arpanın, hurmaya karşılık hurmanın, tuza karşılık tuzun birbirine eşit ve peşin olarak
satılacağı bildirilir. Sonunda da “Malların sınıfları değişirse peşin olmak şartıyla istediğiniz gibi
satın.” buyrulur. (Müslim, müsâkât 81) Fakihler, zikredilen mallardaki ortak illeti tespit ederek,
aynı illeti taşıyan başka sınıf mallarda da faizin cereyan edeceğini belirtmişlerdir. Bu mesele,
fıkıh kitaplarında oldukça uzun ve tafsilatlı ele alındığı için burada detaylara girmiyoruz.
Bunların yanında bir de faizin Allah katında nasıl büyük bir günah olduğunu bildiren ve
Müslümanları ondan uzak durmaya çağıran hadisler vardır. Mesela bir hadis-i şerifte faiz, insanı
helake götüren yedi büyük günahtan biri olarak gösterilmiştir. (Buharî, vesâyâ 23; Müslim, iman
145) Başka bir hadis-i şerifte faiz yiyenin, yedirenin, ona şahitlik ve katiplik yapanın lanetlendiği
bildirilir. (Müslim, müsâkât 105-106) Şu hadis ise Allah’ın faizi mahvedeceğini bildiren âyetteki
ifadenin bir şerhi mahiyetindedir: “Kim malını fâiz yoluyla artırırsa, onun akıbeti mutlaka
malının azalarak iflasa (fakirliğe) sürüklenmesidir.” (İbn Mâce, ticaret 58)
Faiz ne demektir?
Faiz, detay ve derinliğiyle anlaşılması hakikaten zor bir konudur. Özellikle de hadislerde
yer alan alışveriş faizi (ribe’n-nesine ve ribe’l-fadl) etrafında oldukça detaylı içtihatlar
yapılmıştır. (Alışveriş faizi doğrudan konumuzla ilgili olmadığından ona girmeyeceğiz) Fakat
herkes konunun detaylarına hâkim olamasa da biraz üzerine yoğunlaştığında faizin temel mantık
ve felsefesini anlayabilir. Hangi işlemlerin faiz kapsamına girip girmediği konusunda fikir sahibi
olabilir. Özellikle borç işlemlerinde cereyan eden faizin ne olup olmadığını kavrayabilir. Biz de
konuyu olabildiğince basitleştirerek ele almaya çalışacağız.
Riba sözlükte, fazlalık, büyümek, artmak, çoğalmak, kabarmak gibi anlamlara gelir.
Istılah tanımı da sözlük anlamıyla yakından ilişkilidir. Zira riba, şeriat lisanında “muvazaalı
akitlerde (her iki tarafın da bir bedel/ivaz ödediği akitler) karşılıksız kalan herhangi bir fazlalık”
şeklinde tanımlanır. Bu fazlalık hakiki olabileceği gibi hükmî de olabilir. Daha da basitleştirerek
ribayı şöyle tarif edebiliriz: Bir alışverişte, taraflardan birisi için şart koşulan ve bir bedele
karşılık gelmeyen fazlalıktır. Mesela bin lira borç alan bir kimsenin bir sene sonra bu borcunu bin
yüz lira olarak ödemesi ribadır. (Enflasyon farkından kaynaklanan zararın tazmini ayrı bir
konudur) Çünkü yapılan akit içerisinde bu yüz liralık miktarın karşılığı yoktur.
İslâm hukukunda, yapılan akitlerde bir dengenin ve adaletin bulunmasına fevkalade önem
verilir. Mesela akit esnasında taraflardan birine ek menfaat sağlayan şartlar fasit sayılır. Satıcının
sattığı bir evde bir süre daha oturmayı veya terzinin sattığı kumaşı kendisinin dikmesini şart
koşması gibi. Yine bu sebeple aynı akitte iki farklı akdin birlikte yapılması yasaklanır. Bir
insanın, “Evini bana kiraya vermen karşılığında arabamı sana satıyorum.” demesi gibi. Borçlunun
alacaklıya hediye vermesi olabildiğince sıkı şartlara bağlanır. Alışverişlerin peşin yapılması
teşvik edilir ve vadeli alışverişlere sınırlamalar getirilir. Bedellerden birinin para olmadığı
muamelelerde, faize konu teşkil eden iki malın vadeli olarak mübadele edilmesi gibi. Bütün
bunların amacı ise faizden veya faiz şüphesinden kaçınmak ve haksız kazancın önüne geçmektir.
Alışverişlerde karşılıklı rıza çok önemli olsa da bu, haram kılınan alışverişleri helâl yapmaz.
Cahiliye döneminde ve günümüzde yaygın olan şekliyle faiz (borç faizi), paranın
kirasıdır. Paradan para kazanmaktır. Parayı muvakkat bir zaman için kullanmanın bedelidir. Bir
mübadele vasıtası olan parayı asıl fonksiyonundan çıkarıp alınıp satılan bir mal hâline
getirmektir. İçinde emek ve rizikonun bulunmadığı haksız bir kazançtır.
Faizin haram kılınmasının temel sebebi, konuyla ilgili nazil olan kesin ve bağlayıcı
naslardır, yani emr-i ilâhîdir. Fakat faizin yasaklanmasının hikmetleriyle ilgili çok şey
söylenebilir. Bakara suresindeki faizle ilgili âyetlerin sonunda, “Eğer tevbe ederseniz anaparanız
sizindir. Böylece ne zulmetmiş ne de zulme uğramış olursunuz.” (2/279) buyrulur. Âyetin açık
ifadesinden anlaşılacağı üzere faizin haram kılınmasının öncelikli hikmeti, zulmün ve haksız
kazancın önüne geçmektir.
Şöyle ki faizle verilen borçta, alacaklı daha baştan kârını garantilemiş olur. Borçlunun ise
aldığı krediyle kâr veya zarar edeceği belli değildir. Büyük gelirler elde edebileceği gibi iflas da
edebilir. Kâr elde etse bile bunun oranı belli değildir. Fakat her halükârda aldığı borcu faiziyle
birlikte iade etmek zorundadır. Dolayısıyla iki taraftan birinin zarar görmesi kuvvetle
muhtemeldir. Şayet alacaklı bu borcu tüketim için alıyorsa, bu durumda aldığı anaparayı bile iade
etmesi zor olan muhtaç durumdaki bir kimse bir de faiz ödemek zorunda kalacaktır.
Öte yandan faizli borçlarla yatırım yapan, iş kuran kimseler, diğer masraflarının yanında
ödedikleri faiz miktarını da maliyetlere yansıtacaklardır. Dolayısıyla ödenen faizler ürün ve
hizmetlerin fiyatına yansıyacak, suni fiyat artışlarına yol açacak ve dolayısıyla bütün halkın
cebinden çıkacaktır.
Faizin iktisadî zararlarının yanı sıra fert ve toplumun ahlakına bakan yönleri de vardır.
Bediüzzaman’a göre kötü ahlâkın kaynağı, faizin sebep olduğu, “Sen çalış, ben yiyeyim.”
mantığıdır. Bediüzzaman, faizin tembelliğe yol açacağını ve çalışma şevkini söndüreceğini ifade
eder. Ona göre faizin bir faydası varsa bu da ancak toplumun yüzde birinedir. Geri kalanına ise
zararı vardır. Bediüzzaman konuyla ilgili şu hayatî tespitleri yapar: “Beşer salah isterse, hayatını
severse, zekatı vaz etmeli, ribayı kaldırmalı.” “Beşer hayatını isterse envâ-ı ribâyı (ribanın bütün
çeşitlerini) öldürmeli.” (Bediüzzaman, Sözler, s. 772)
Bunların yanında faizin, enflasyona sebep olması, işsizliği artırması, iflasların ve iktisadî
krizlerin yaşanmasında önemli bir rolünün olması, ihtiyaç sahiplerini sömürünün önünü açması,
Esasında faiz üzerinde biraz kafa yoran biri, aklen de onun çirkinliğini anlayabilir.
Paranın para doğurmayacağı ilkesi Aristo’ya kadar gider. Aristo’ya göre servet edinme yolları
içinde doğaya en aykırı yol, faizciliktir. (Aristoteles, Politika, s. 23-24) Faizin Batı’da kabul
görmesi ve meşru sayılması da son asırlara dayanır. Faiz adı altında alınan fazlalığın neyin
karşılığı olduğu konusunda birbirinden farklı çok sayıda faiz teorisinin ortaya konulması bile
faizi izah etmenin zorluğunu gösterir. (Bkz. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/
1724496) Ne var ki günümüzde faiz, yaygınlığından ötürü o kadar çok kanıksanmıştır ki artık
iktisatçılar onun meşruiyetini konuşmayı bir kenara bırakıp, faiz oranları üzerinde kafa yormaya
başlamışlardır. Günümüzün ekonomik sisteminde faiz oranlarını düşürmeye yönelik genel bir
eğilimin mevcut olması da faizin iktisadi hayatta doğrudan veya dolaylı yol açtığı zararları
önlemeye matuftur.
Günümüzde faiz müessesesi karşı konulmaz bir şekilde toplum hayatına hakim olduğu ve
ihtiyacı karşılayacak ölçüde alternatif faizsiz finansman teknikleri geliştirilemediği için faize
cevaz arayışları baş gösterdi ve yeni fetvalar ortaya çıktı. Bazı âlimler tarafından farklı gerekçeler
öne sürülerek banka faizlerinin, Kur’ân’da yasaklanan riba kapsamına girmediği ileri sürüldü.
Kimilerine göre banka faizlerinin helâl olmasının sebebi, ribevî mallardan olmadığı
gerekçesiyle kağıt paralarda faiz cereyan etmemesidir. Kimileri haram kılınan ribanın katlanarak
büyüme özelliğine sahip Cahiliye ribası olduğunu iddia ederek bunun da bileşik faize karşılık
geldiğini, basit banka faizlerinin ise yasak kapsamına girmeyeceğini ifade etti. Kimileri haram
olan ribanın, sömürü ve tahakküme dayalı fahiş riba olduğunu söyleyerek banka kredilerini
bunun dışında tuttu. Kimilerine göreyse banka faizlerinin helâl olmasının sebebi, onların devlet
tarafından belli kanun ve kurallara bağlanmasıydı. Onlara göre haram olan riba, şahsılar arasında
kuralsız bir şekilde cereyan eden tefecilikten başka bir şey değildir. Kimileri de hüküm açısından
bankaların verdiği tüketim kredileriyle üretim kredilerini birbirinden ayırdı ve sadece üretim
kredilerini haram gördü.
Dolayısıyla bahsi geçen görüş sahipleri sadece mortgage sistemini ve konut kredilerini
değil, bankalardan alınan her türlü krediyi de (bazıları sadece üretim kredilerini) caiz
görmüşlerdir. Aynı şekilde onlara göre tasarruf sahiplerinin paralarını faizli bir şekilde bankaya
yatırmalarında da bir mahzur yoktur. Hatta bazı âlimler, bankaya para yatırmanın haram kılınan
faizli bir işlem değil, meşru olan bir mudarabe akdi (emek-sermaye ortaklığı) olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Onlara göre banka faizli bir kurum değil, mevduat sahiplerinin paralarını işleten ve
bunun karşılığında onlara kâr dağıtan bir işletmecidir. Bazıları da bankayla müşteri arasında
gerçekleşen akdin, fıkıh kitaplarında hükme bağlanan karz (borç) veya vedia (ödünç) akdi
olmadığını, yeni bir akit olduğunu ve bu akde bağlı olarak alınan fazlalığın da faiz olmadığını
ifade etmiştir.
Her bir görüşü gerekçeleriyle birlikte tek tek ele alıp tahlil etmek yazının sınırlarını
aşacağı için, bütün bu görüşlere genel bir cevap vermek istiyoruz. Fakat öncelikle şunu ifade
etmek gerekir ki söz konusu görüşler büyük tartışmalara yol açmış ve bu görüş sahipleri, başta
Mecmeu’l-fıkhi’l-İslâmî olmak üzere muteber fıkıh heyetleri ve önde gelen pek çok âlim
tarafından şiddetli itirazlara ve reddiyelere muhatap olmuşlardır.
Hemen ifade etmek gerekir ki banka faizleriyle Kur’ân’da yasaklanan ribayı birbirinden
ayırmanın hiçbir meşru temeli yoktur ve böyle bir hüküm ikna edici hiçbir şer’i delile
dayanmamaktadır. Zira âyet ve hadislerde ribanın ne olduğuna dair önemli izahlar yapılmış, ilgili
naslardan yola çıkan ulema da faizin kavramsal içeriğini ve illetini detaylı bir şekilde ele
almışlardır. Ayrıca ne tür muamelelerin faiz sayılıp sayılmayacağına dair fıkıh kitaplarında
oldukça açıklayıcı ve detaylı tanımlara yer verilmiştir. Elbette bu konuda yeni izahlar yapılabilir,
farklı fetvalar verilebilir fakat bunların ilgili nasları ihlal etmemesi ve ribanın mahiyetine ve
ruhuna aykırı olmaması gerekir.
Banka faizlerini caiz görenlerin ortak bir noktası, az miktardaki fazlalığı caiz görmeye
yöneliktir. Oysaki oranı, miktarı her ne olursa olsun faiz faizdir. İslâm, bir şeyi haram kıldığı
zaman sedd-i zerai ilkesinin bir gereği olarak onun azını da haram kılar. İçkinin haram
kılınmasının illeti sarhoşluktur. Fakat hadisin net ifadesiyle bir yudum içki içmek de aynı şekilde
haramdır. Çünkü içkinin azı çoğuna götürür. Zina haram olduğu gibi harama nazar da haramdır.
Zira bu da zinaya çağırıcıdır. Dolayısıyla İslâm’a göre, anapara üzerine alınan ve meşru bir
karşılığı bulunmayan her türlü fazlalık ribadır. Nitekim, “Eğer tevbe ederseniz anaparanız
sizindir.” (2/279), “Eğer mü’min iseniz (Cahiliyede yaptığınız faizli işlemlere) terettüp etmiş
mevcut ne kadar faiz alacağınız varsa bunları almaktan vazgeçin (inanıyorsanız faize
bulaşmayın).” (2/278) âyet-i kerimeleri de azına çoğuna bakmadan faizlerin terk edilmesini
emretmiş ve alacaklıların hakkının sadece anaparaları olduğunu açıkça beyan etmiştir.
“Sadece sömürüye yol açan ve fakiri ezen riba haramdır.” şeklinde verilen hüküm tutarlı
değildir, suiistimale açık keyfi bir hükümdür. Bir kere bunun sınırını kim nasıl belirleyecektir?
Fıkhî hükümlerin herkes için objektif olabilmesi için, illetlerinin açık ve istikrarlı olması gerekir.
Sömürüye yol açma ise kapalı ve sübjektif bir vasıftır. Ayrıca sömürü, faizin bizzat kendisinde
mevcuttur. Faizin bir sebebi değil, sonucudur. Bu sebepledir ki Abdullah b. Mesud şöyle demiştir:
“Borç veren kimse verdiğinden daha fazlasını şart koşmasın. Bu fazlalık bir tutam ot bile olsa
faizdir.” (el-Muvatta, büyû 94)
Faizli işlemleri belli kurallara bağlamak, faize sabit oranlar belirlemek, onu devletin
kontrol ve denetimine tâbi tutmak gibi tedbirler de faizin hükmünü değiştirmeyecektir. Bu tür
önlemlerle faizin yol açabileceği zararlar ve suiistimaller kısmen ortadan kaldırılsa da faiz
sisteminin bizzat kendisinden kaynaklanan problemler varlığını sürdürecektir. Günümüzde
bankaların ve faizli kredilerin mağduru olan milyonlarca insan bunun en büyük delilidir.
Fakihler fıkıh kitaplarında tanımlanan ve hükümleri açıklanan akitlerin dışında yeni bir
akit çeşidinin ortaya konulup konulamayacağını tartışmışlardır. Konuya olumlu yaklaşanların
görüşlerini esas alsak ve bankaya faizli para yatırmayı müşteriyle banka arasında yapılan yeni bir
akit türü olarak tanımlasak bile hüküm değişmeyecektir. Zira faiz sadece karz akdinde (borç
vermede) cereyan etmez, bilakis her çeşit duyûn (herhangi bir ivazlı akitten doğan borçlar) faize
konu olabilir. Mesela biri vadeli olarak bir mal satın alsa (bey akdi), vadesi geldiğinde borcunu
ödeyemese ve vadenin uzatılması karşılığında borca da ziyade getirilse bu fazlalık faiz olur.
Mevduat hesabına para yatıran ve bir süre sonra bu parasını baştan belirlenmiş fazlalıkla birlikte
10
çeken kimsenin faizden uzak durduğu söylenemez. Zira bu fazlalığı faiz olmaktan çıkaracak
meşru bir bedel/karşılık bulunmamaktadır.
Kanaatimizce âlimlerin vazifesi, İslâm’ın savaş açtığı faizi bir müessese hâline getirerek
toplumun bütün katmanlarında yayılmasını sağlayan bankaları meşrulaştırmak değil, meşru
finansman tekniklerinin oluşturulması noktasında iktisatçılarla birlikte ele ele vererek
Müslümanlara rehberlik etmek olmalıdır.
Bir önceki başlıkta bazı âlimlerin günümüz banka faizlerini haram olan ribanın bütünüyle
dışında tuttuğunu ve meşru gördüğünü belirtmiş ve ilgili görüşlerin kısa bir değerlendirmesini
yapmıştık. Onların yanı sıra genel bir ilke olarak banka faizlerini haram saymakla birlikte,
özellikle Batılı ülkelerde bir çeşit konut finansman yöntemi olarak yaygınca uygulanan
mortgage’ın bir çeşit murabahalı (kârlı) satış olduğunu düşünenler de vardır.
Söz konusu görüş sahiplerine göre bankanın, anaparanın dışında müşterilerden aldığı
fazlalık, faiz değil, kâr payıdır. Çünkü her ne kadar ismine mortgage kredisi dense ve alınan
fazlalık faiz oranı olarak isimlendirilse de bankaların gerçekte yapmış oldukları işlem bir çeşit
kârlı satış işlemidir. Yani bankalar satıcıdan evi peşin olarak almakta, üzerine bir miktar kâr ilave
ettikten sonra da vadeli olarak müşteriye satmaktadır. Bankanın parayı doğrudan ev alacak
müşterinin hesabına değil, yed-i emin veya aracı bir kurum vasıtasıyla ev sahibine vermesini,
alacağına karşılık ev üzerine ipotek koymasını, ev üzerinde hak sahibi olmasını, alıcının
11
taksitlerini bitirene kadar mülkiyeti üzerinde tam tasarruf sahibi olamamasını, müşterinin
maksadının faizli kredi çekmek değil ev almak oluşunu da bu görüşlerine delil getiriyorlar.
Ödenen fazlalığa “faiz” denilmesinin hükme tesiri olmayacağını, zira akitlerde lafız ve kalıplara
değil, maksat ve manaya itibar edilmesi gerektiğini de ilave ediyorlar.
IGMG Din İstişare Kurulu üyelerinin çoğunluğu da mortgage’ın vadeli satış bağlamında
ele alınmasının daha isabetli olacağı görüşünü tercih etmişlerdir. Fakat şu kaydı düşmeyi de
ihmal etmemişlerdir: “Ancak âlimler arasında ihtilaflı olan bu konuya ihtiyatla yaklaşmamız
gerektiğini, genelde kredi veren kurumların faizli akitlerle de meşgul olduklarını göz önünde
bulundurarak, ipotekli kredi adı altında yapılan bu vadeli satışı, sadece havâic-i asliyenin (temel
ihtiyaçlar) temini ile sınırlandırılmasının gerekli olduğu görüşündeyiz.” (https://fetava.org/
ipotekli-kredi-s-572)
Bu görüşün haklı olup olmadığının ortaya konulması, murabaha (kârlı satış) ve faizin ne
olduğunu bilmeye ve mortgage uygulamasının nasıl cereyan ettiğine vâkıf olmaya bağlıdır.
Murabaha, kârlı satış demektir. Kısaca, üç liraya alınan veya mâl edilen bir malın üzerine kâr
ilave edilerek mesela beş liraya satılmasıdır. Malı satın alan kimse peşin veya vadeli alabileceği
gibi, yine peşin veya vadeli satabilir. Vadeli satılan bir malın bedeli (semeni) peşin fiyatıyla aynı
olabileceği gibi farklı da olabilir. Şayet bir malın peşin fiyatıyla vadeli fiyatı arasında bir fark
varsa buna “vade farkı” denir. Akdin başlangıcında malın fiyatı ve vade süresi üzerinde bir
anlaşma sağlandıktan sonra veresiye alınan bir mal için vade farkı ödemekte bir mahzur yoktur.
Mesela bir arabanın peşin fiyatının 10 bin lira, bir yıl vadeli fiyatının da 12 bin lira
olduğunu farz edelim. Aradaki bu 2 bin liralık farka “vade farkı” denir. Bunun faizle bir alakası
yoktur. Zira bu, faizde olduğu gibi karşılığı olmayan bir fazlalık değildir. 10 bin liralık peşin ücret
arabanın karşılığı olduğu gibi, 12 bin liralık vadeli ücret de yine arabanın karşılığıdır.
12
Fakat üzerinde anlaşmaya varılan bedel, vadesinde ödenemediği takdirde bir artırmaya
gidilemez; gidilirse alınan bu fazlalık faiz olur. Yukarıdaki misal üzerinden gidecek olursak,
diyelim ki bir yıl sonra alıcı borcunun ancak yarısı olan 6 bin lirayı ödeyebildi. Ona, “Kalan 6 bin
lirayı da bir sene sonra 8 bin lira olarak öde.” denildiğinde aradaki bu 2 bin liralık fark faiz olur.
Zira bu fazlalık arabaya karşılık gelen bir fazlalık değildir; bilakis bir mala veya bedele karşılık
gelmeyen bir fazlalıktır. Borcun ödenmemesi durumunda yapılması gereken şey ya borçlunun
hâlini gözetip ona ekstra süre tanımaktır -ki Kur’ân da bunu tavsiye eder (2/280)- ya da borcu
tahsil etmek için hukukî yollara başvurmaktır.
Şayet murabaha akdinin, vade farkının ve faizin ne olduğu anlaşıldıysa şimdi mortgage
işleminin hangi kategoriye girdiğine daha yakından bakmaya çalışalım. İşlem kısaca şöyle
cereyan eder:
Ev sahibi olmak isteyen kişi önce satın almak istediği evi bulur. Arkasından bankaya veya
kredi veren bir kuruluşa başvuru yapar. Onlar da başvuru yapan kişiyi pek çok açıdan
değerlendirmeye tâbi tutar. Onun kredi geçmişine, kredi notuna, gelirlerine, mevcut borçlarına, ne
kadar peşinat ödeyebileceğine vs. bakarlar. Aynı zamanda satın alınması düşünülen evle ilgili de
ekspertiz raporu ister, evin değeri ve mevcut durumu hakkında bilgi sahibi olurlar. Bütün bunların
neticesinde başvuruyu kabul veya reddederler.
Kabul ettikleri takdirde yed-i emin vasıtasıyla evin bedelini satıcıya öderler. Arkasından
bu bedelin bir kısmını alıcıdan peşin tahsil eder, kalan miktarı da belli bir vade ve faiz oranıyla
taksitlere bölerler. Yapılan anlaşmaya göre faiz oranları sabit olabileceği gibi değişken de olabilir.
Evin üzerine ipotek koyduktan sonra evin mülkiyetini alıcıya intikal ettirirler. Alıcı mortgage
taksitlerini bitirene kadar evin üzerinde mutlak tasarruf sahibi olamaz. Borçların aksaması
durumunda bankanın evi satarak alacağını tahsil etme hakkı vardır.
Bankayla müşteri arasında gerçekleşen akdin mahiyetini net bir şekilde tespit edebilmek
için şu sorulara doğru cevap vermek önemlidir: Alıcı evi bankadan mı alıyor yoksa ev sahibinden
mi? Banka evi ev sahibinden satın alıp kârlı bir şekilde alıcıya mı satıyor yoksa sadece kredi mi
sağlıyor? Daha açık bir ifadeyle bankanın müşteriye sattığı şey ev midir, yoksa para mıdır?
Bankalar mal alıp satan kurumlar mıdır yoksa faizli kredi sağlayan kurumlar mı? Evin üzerine
13
ipotek koyması evi bankanın yapar mı? Evle ilgili bir sorun çıktığında alıcı ev sahibine mi
müracaat eder yoksa bankaya mı? Her ay ödenen taksitlerde evin ana parasıyla faiz miktarlarının
ayrı ayrı belirtilmesinin anlamı nedir? Borç ödenmediği için banka evi satacak olsa ve evin fiyatı
borcu karşılamasa, bankanın müşteriden kalan borcu talep hakkı var mıdır?
Şu durumlar da bankanın evin sahibi olmadığını, murabaha yöntemiyle kârlı bir satış
yapmadığını gösterir: Banka her ay faiz ve ana para şeklinde iki çeşit para tahsil eder, ödeme
yapılamaması durumunda anaparayı geri verse de faizleri vermez. Para ödenemediğinde ev
bankaya dönmez, banka evi sahiplenmez, ev doğrudan satılığa çıkarılır ve banka evin fiyatından
alacağını tahsil eder. Bankalar da yaptıkları işlemin faizli bir işlem olduğunu bildikleri için, bazı
bankalar “faizsiz bankacılık penceresi” açarak faizden kaçınmak isteyen müşterilerine ayrı bir
prosedür uygularlar. Bankaların ipotekli krediler üzerinden menkul kıymet çıkartmaları ve yeni
kredilere sermaye sağlamak için bunları (yani alacakları borçlarını) peşin fiyatına daha düşük
fiyatla ikincil piyasalarda fon şirketlerine satmaları da bankanın asıl faaliyet alanını göstermesi
açısından önemlidir. Kısacası, mortgage sisteminde bankaların rolü, ev alıp satmak değil,
teminatlı konut kredisi vermektir. Verilen kredi de faizli bir kredidir.
Peki, müşterinin amacının faizli kredi çekmek değil de ev almak olması hükmü değiştirir
mi? Bu soruya şu soruyla karşılık verilebilir: Bankadan faizli kredi çeken çoğu kimsenin amacı
zaten bir mal satın almak veya yatırım yapmak değil midir? Çekilen faizli krediyle bir mal satın
14
alınması, yapılan muamelenin mahiyetini değiştirir mi? Kısacası, mortgage sisteminde yapılan
işlem murabahalı bir satış değil, faizli bir akittir. Alınan teminatlı kredinin ev satın almada
kullanılması akdin mahiyetini değiştirmez.
Mortgage sistemiyle ilgili üzerinde durulan diğer bir konu da darulharple ilgili
hükümlerdir. Sadece konut kredisi değil, bankalarla yapılacak bütün faizli işlemler ele alınırken
zaman zaman darulharp hükümlerine müracaat edilir ve gayrimüslim ülkelerde yaşayan
Müslümanlar açısından banka faizlerinin caiz olduğuna yönelik fetvalar verilir. Bu tür fetvaların
kaynağı ise mezhep imamlarının konuyla ilgili içtihatlarıdır.
Darulislam ve darulharp kavramları etrafında hem klasik dönem hem de modern dönem
fıkıh literatüründe oldukça uzun ve detaylı tartışmalar vardır. Özetle şunu söyleyebiliriz:
Darulislam, İslam yurdu, İslâm ülkesi demektir. Bununla Müslümanların yaşadığı ve İslâmî
hükümlerin tatbik edildiği ülkeler kastedilir. Darulharbin kelime manası harp yurdu demek olsa
da, bununla sadece fiilî savaş hâlinin mevcut olduğu ülkeler kastedilmez; darulislam dışında
kalan yerlere bu isim verilir. Yani bununla gayrimüslimlerin hâkimiyeti altında olan, İslâmî
esaslara göre yönetilmeyen, İslâmî hükümlerin tatbikatta olmadığı ülkeler kastedilir.
Kur’ân ve Sünnette böyle bir taksime yer verilmez. İslâm uleması, yaşadıkları dönemin
siyasî şartlarının ve devletlerarası münasebetlerin de etkisiyle böyle bir ayrıma gitmiş ve konuyla
ilgili muhtelif hükümler vermişlerdir. Bazı âlimler günümüzde de mevcut taksimin devam ettiği
görüşündedir. Fakat bugün itibarıyla siyasi şartların, dünya konjonktürünün ve devletlerarası
15
münasebetlerin değiştiğini, dolayısıyla dünyanın darulislam ve darulharp şeklinde ikili bir ayrıma
tâbi tutulmasının doğru olmayacağını, Müslüman olmayan ülkelere illaki bir isim verilecekse
darulahd (anlaşma yapılan ülke) veya darulsulh (barış halinde olunan ülke) ismi verilmesi
gerektiğini savunanlar da az değildir.
Darulharpte faizi caiz gören Hanefi fukahasının en başta gelen delili, Mekhul tarafından
mürsel olarak rivayet edilen şu hadistir: “Darulharpte Müslümanlarla harbiler arasında faiz
cereyan etmez.” (Zeylaî, Nasbü’r-râye, 4/44) Bu konuda daha başka deliller üzerinde durulsa da
bunların hükme delaleti kati delildir.
Hanefi mezhebinden İmam Ebu Yusuf ile, Şâfiî, Malikî ve Hanbelî mezhepleri ise ülke
ayrımı yapmaksızın mutlak anlamda Müslümanın faizli muamele yapmasını haram görürler.
Onların delili ise faizi haram kılan nasların umumî ifadeleridir. İlgili naslarda mekân, zaman ve
şahıs ayrımına yer verilmemiştir. Onlar, Mekhul hadisinin zayıf olduğu için delile elverişli
olmadığını ifade etmişlerdir.
16
Burada dikkat edilmesi gereken diğer bir nokta da şudur: Hanefilerin tecviz ettiği husus,
Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında cereyan eden faiz işlemleridir. Halbuki günümüzde
Batılı ülkelerde milyonlarca Müslüman yaşamakta ve onlar da paralarını bulundukları ülkelerin
bankalarına yatırmaktadır.
Netice itibarıyla şunu söyleyebiliriz ki İmam Azam ve İmam Ebû Yusuf’un görüşlerine
istinaden darulharpte bulunmayı gerekçe göstererek mortgage’a fetva verenler olmuştur. Fakat
ulemanın çoğunluğu tarafından yukarıda zikredilen gerekçeler ileri sürülerek bu fetvalara karşı
çıkılmıştır. Bizim kanaatimiz de dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, Müslümanların Kur’ân ve
Sünnet’in hükümlerine bağlı kalmaları ve bugünün dünyasında darulharp hükümlerini gündeme
getirmemeleridir.
17
Gerek konut finansman yöntemi gerekse diğer banka kredileri mevzubahis olduğunda en
çok üzerinde durulan konu “zaruret”tir. Mortgage’a ve daha başka finansman tekniklerine fetva
verenlerin çoğu zaruret ilkesine dayanmışlardır. Esasında bazı âlimlerin, banka faizlerini hüküm
açısından ribadan ayrı görmelerinin, mortgage’ı murabahalı satışa benzetmelerinin ve darulharp
ahkâmını gündeme getirmelerinin arkasında da bugünün dünyasında helâl yoldan finansman
temin etmede yaşanan zorluklar ve Müslümanların krediye duydukları ihtiyaçlar vardır.
Şimdiye kadar ulemadan bazıları ve dünyadaki bazı fetva heyetleri zaruret ve hacet
bulunduğu gerekçesiyle mortgage sistemiyle ev almaya fetva vermişlerdir. Mesela Avrupa Fetva
Konseyi, Kuzey Amerika Ulema Birliği, Yusuf el-Karadavî ve Hayrettin Karaman bunlar
arasındadır. Onlara göre ev, kişinin aslî ihtiyaçlarından olduğu ve İslâm fıkhında ihtiyaçlar da
zaruret menzilesine indirildiği için, meşru yollardan ev sahibi olamayan bir kimsenin bankadan
kredi çekerek ev alması caizdir.
Bununla birlikte Muhammed Ebû Zehra, Vehbe Zuhayli, Said Ramazan el-Bûtî, Abdullah
b. Beyye gibi âlimler zaruret veya hâcet sebebiyle faizli krediye fetva verilmesine karşı
çıkmışlardır. Gerekçe olarak da ev satın almanın bir zaruret olmadığını, insanın kirada da
yaşayabileceğini söylemişlerdir. Onlara göre her ne kadar ev satın almak bir ihtiyaç ise de
ihtiyaçlar haramları mubah kılmaz. Ayrıca onlar böyle umumî bir fetvanın istismara yol açacağını
belirtmişlerdir. Faizli kredinin sıkıntıyı gidermediği, insanın yıllarını rehin alan daha farklı
sıkıntılara yol açtığını da bu meyanda ifade edilmiştir. (Bkz. Ebû Zehra, Buhus fi’r-riba, s. 40;
Zühayli, Hukmu teâmulu’l-ekalliyyâti’l-İslâmiyye fi’l-hârici maa’l-bunûku’r-ribeviyye)
Zaruret hâlinin haramları mubah kılacağı, bütün hukukçular tarafından kabul edilen genel
bir kaidedir. Bu kaide, konuyla ilgili âyet ve hadislerden tümevarım yoluyla çıkarılmıştır.
Zaruretlerin haramları mubah kılması aynı zamanda İslâm’ın ge rdiği “kolaylık” ve “güçlüğün
kaldırılması” prensiplerinin bir gereğidir. “Allah sizin hakkınızda kolaylık ister, zorluk istemez.”
(Bakara sûresi, 2/185) “Din konusunda, size hiçbir zorluk da yüklememiş r.” (Hac sûresi, 22/78)
“Allah size güçlük çıkarmak istemez.” (Mâide sûresi, 5/6) “Şüphesiz bu din kolaylık dinidir. Her kim
dini zorlaş rırsa din ona galip gelir.” (Buharî, iman 29) şeklindeki âyet ve hadisler de bunu ifade
eder.
18
tı
ti
ti
İlk dönem fukahasının zaruret hâliyle ilgili yaptıkları tanımlar genellikle hayatî bir
tehlikenin bulunması, helakten veya bir uzvun telef olmasından korkulmasıyla ilgilidir. Mesela
Cessas zaruret hâlini şöyle tarif eder: “Zaruret, yemeyi terk etmekten dolayı, nefsine veya bazı
uzuvlarına bir zarar gelmesi korkusudur.” (Cessas, Ahkâmu’l-Kur’ân, 1/157) Zerkeşi’nin şu tari de
buna yakındır: “Zaruret, muzdarın öyle bir sınıra ulaşmasıdır ki şayet yasaklanan şeyi almazsa, ya
helâk olur ya da helâke yaklaşır. Yemeye ve giymeye mecbur kalan kimse gibi ki aç veya çıplak
kalsa bu kimse ya ölecek veya bir uzvu helâk olacak r.” (Zerkeşî, el-Mensûr ’l-kavâid, 2/319)
Cürcânî ise zaruret için şu veciz tari yapmış r: “Zaruret, insanın def etme imkânı olmayan bir
tehlikeye maruz kalmasıdır.” (Cürcânî, Ta’rifât, 1/180)
Modern dönem fıkıhçılarından Vehbe Zuhayli şu tanımıyla zaruretin alanını biraz daha
genişletmiştir: “Zaruret, insanın nefis, uzuv, ırz, akıl, mal veya bunların tâbilerine bir zararın veya
eziyetin gelmesinden korkulan tehlike veya şiddetli meşakkatle karşılaşma hâlidir.” (Vehbe
Zühayli, Nazariyyetü’d-darûreti’ş-şer’iyye, s. 67-68)
Zaruret hâlinin oluşması için bazı şartlar ileri sürülmüş ve ancak bu şartların mevcudiye
durumunda haramlardan is fadenin mubah hale geleceği belir lmiş r. Buna göre haramı mubah
kılan zaruret hâlinin oluşması için öncelikle ortada bir tehlike ve zarar durumunun bulunması
gerekir. İkinci olarak kişinin maruz kaldığı tehlike halihazırda mevcud olmalı veya bu konuda
zann-ı galibi (baskın kanaa ) bulunmalıdır. Üçüncü olarak, muzdar durumdaki kimsenin, içinde
bulunduğu tehlikeli durumdan kurtulmak için haramı işlemekten başka bir çaresi ve alterna
bulunmamalıdır. Dördüncü olarak, tehlikeye bir ölçü ge rme adına onun mülci (zorlayıcı, ih yarı
giderici) olması gerek ği ifade edilmiş, haya bir tehlikenin söz konusu olmadığı küçük
zararlardan dolayı haramların çiğnenmesi mubah görülmemiş r. Beşinci olarak, muzdar durumda
kalan kimsenin, meşru ve helâl yollarla içine düştüğü ızdırar hâlinden kurtulabilme imkânı
olmamalıdır. (Bkz. Mustafa Bak r, İslâm Hukukunda Zaruret Hali, s. 231-250)
19
ti
ti
ti
tı
fi
tı
tî
tı
ti
ti
ti
ti
fi
ti
ti
fi
ti
fi
yakalanan iki sahabinin ipek elbise giymelerine müsaade etmesi gösterilebilir. (Buhari, libâs 29)
Aynı şekilde bir insanın tedavi maksadıyla avret mahallini doktora göstermesi caiz görülmüştür.
Keza istisna, bey bi’l-vefâ, be’y bi’l-istiğlal gibi akitler de hacet sebebiyle meşru görülmüştür.
Görüldüğü üzere zaruret gibi hâcetin de bazı haramları mubah kılmada etkisi vardır. Fakat
zaruretle hacet arasında önemli farklar vardır. Zaruret, dinin öncelikli olarak korunmasını istediği
zarurat-ı hamsenin (din, can, mal, namus, akıl) ihlâline yol açabilecek şiddetli zorluk ve meşakkat
durumlarını ifade eder. İhtiyacın karşılanmaması durumunda da sıkıntı ve zorluk ortaya çıkar.
Fakat bu, zaruret ölçüsünde ağır değildir. Dolayısıyla haramları helâl kılması açısından zaruret
ihtiyaçtan çok daha güçlü bir gerekçedir. Hattan zaruretin söz konusu olduğu bazı durumlarda
haram fiili işlemek sadece mubah hale gelmez, vacip olur. Mesela açlıktan ölme tehlikesiyle karşı
karşıya kalan bir insanın haram bir yiyeceği yemesi vacip olur.
Zaruretlerin haramları mubah kılacağı ilkesi bütün fakihlerce kabul edilir. Yani bu,
hakkında icma bulunan bir kaidedir. Hacet ise böyle değildir. Ne tür hacetlerin hangi durumlarda
ne tür haramları mubah kılacağı hakkında ulema arasında farklı görüşler dile getirilmiştir. Zira
hacet, zaruret kadar tespiti kolay objektif bir durum değildir; keyfiliğe açıktır. Bu sebeple olsa
gerek fakihler, bazı meselelerde haceti göz önünde bulundurarak ruhsat hükümleriyle amel
edilmesine fetva verseler de, bazen de hacetleri dikkate almamışlardır. Bazı fakihler ise şahsî
değil sadece genel hacetlerin (herkesi etkileyen zorluk ve sıkıntı durumlarının) dikkate
alınacağını belirtmişlerdir.
Hatta ulemadan bazıları hacetlerin haramları mubah kılmada bir etkisinin olmadığını
söylemiştir. Mesela İmam Şafii’ye göre haram olan bir eylem ihtiyaç durumunda değil sadece
zaruret durumunda helâl hâle gelir. (Şâfîi, el-Ümm, 3/28) Aynı şekilde zaruret hâli kişiye
başkasının malını izinsiz olarak (daha sonra tazmin etmek şartıyla) alma hakkı verirken, hacet
sebebiyle böyle bir şey helâl olmaz. (Şâfîi, el-Ümm, 2/77) Aynı şekilde fukahaya göre içki,
meyte, kan gibi İslâm’da lizatihi haram kılınan gıdalar hacet değil ancak zaruret hâllerinde
mubah olur. (Re d Ahmed, el-H cetu ve Eseruh fî’l-Ahk m, 1/89)
Öte yandan mutlak anlamda sıradan her ihtiyacın şeri hükümlerin belirlenmesinde nazara
alınacağı ve onun olduğu yerde kolaylık hükümlerinin devreye gireceği de anlaşılmamalıdır.
20
ş
î
â
â
â
Yoksa dini yaşamada laubali tavırlar ortaya çıkabilir, hukukî işlerde karışıklıklar baş gösterebilir.
Âlimler, şeriat nazarında ne tür ihtiyaçların muteber kabul edileceğine dair bir kısım ölçüler
getirmişlerdir. İlk olarak ihtiyacın mutat sınırın üzerinde olmasını şart koşmuşlardır. İkinci olarak
ihtiyacın varlığı hakkında yakîn veya zann-ı galip bulunmalıdır. Üçüncü olarak, zorluk ve
sıkıntıdan kurtulmanın meşru bir yolunun bulunamaması ve bunun sadece o ihtiyacı karşılamaya
bağlı olması gerekir. Dördüncü olarak da ihtiyacın daha kuvvetli bir ihtiyaçla çelişmemesi, yani
onun giderilmesinin daha büyük bir sıkıntıya yol açmaması gerekir.
İhtiyaç ise zarurete nispetle daha alt seviyede bulunduğu ve daha esnek bir kavram olduğu
için şümulü de daha geniştir. Dolayısıyla mortgage sistemiyle ev almaya ihtiyaç duyan insan
sayısı çok daha fazladır. Zira ödenen kiraların çok yüksek olması, kiralık ev bulmanın zorluğu,
kirada yaşamanın getirdiği sıkıntılar, bazı durumlarda mortgage taksitlerinin kiranın altında
olması, ev kiralarının istismara dönüşmesi, kiracı ve ev sahibi olmanın toplumda statü farkı
oluşturması gibi sebepler mortgage sistemiyle ev almayı ihtiyaç hâline getirebilir.
21
Bu konuda fetva veren şahıs ve heyetler olsa da şu sebeplerden ötürü ihtiyaçtan hareketle
mortgage’a dair genel bir fetva yayınlanmasını doğru bulmuyoruz. Birincisi zaruret ve hacetler
sübjektif olup şahısların durumuna, zaman ve mekâna, mevcut konjonktüre göre farklılık arz
edecektir. Dolayısıyla her bir şahsın durumunun müstakil olarak değerlendirilmesi veya her bir
şahsın kendi durumunu değerlendirip bu konuda kanaat-i vicdaniyesiyle karar vermesi daha
doğrudur.
İkinci olarak bu konuda genel bir fetva verildiğinde istisnai olarak ve ruhsat kabilinden
verilen bir hükmün asıl hüküm yerine geçmesi kuvvetle muhtemeldir. Üçüncüsü, böyle bir fetva
helâl alternatif arayışlarının önünü tıkayacak, meşru finansman yöntemlerinin geliştirilmesine
engel olacak ve Müslümanları karz-ı hasen gibi yardımlaşma kanallarından uzaklaştıracaktır.
Dördüncüsü de hacetlerin haramları helâl kılıp kılmayacağı ulema arasında ihtilaflı bir konu
olduğu için ihtiyat ve şüpheden kaçınma gibi prensiplere aykırı düşecektir.
Sonuç ve Değerlendirme
Tek problem sistemin, şartların ve hayatın getirdiği zorluklar değil elbette. Maalesef
Müslüman ahlakı ve dini bilinç de ciddi yara almış durumda. Refah ve konforlu bir hayat
yaşamak Müslümanların da önceliği hâline geldi. Çokları dünyevileşme girdabı içinde bocalayıp
duruyor. Yapılan işlere ve ticari işlemlere sadece “business” olarak bakılıyor. Yani elde edilecek
kâra, iş verimliliğine, kazancı artırmaya, işi büyütmeye odaklanılıyor. Ama yapılan işlerin dinin
kurallarına ve ahlakî değerlere ne kadar uyup uymadığı çok da araştırılmıyor. Hatta bazılarında
ekonomi dünyasının kendine göre kuralları ve dinamikleri olduğu ve sadece buna bağlı kalınması
gerektiği şeklinde sakim bir anlayış gelişmiş.
22
Hayatın zorluklarıyla karşılaşan insanlar Kur’ân ve Sünnet’in ruhuna uygun bir sistemi
hayata taşımak için mücadele etmek yerine, kendilerine çıkış yolu ve kolaylık gösterecek fetva
arıyor, arzu ettikleri cevabı alamadıklarında da bütün suçu din âlimlerine yüklüyor, onları
eleştiriyorlar. Üzerinde ağır baskılar hisseden ve reel hayatın gerçeklerine ters düşmek istemeyen
bazı âlimler de zorlama yorumlarla da olsa her şeye bir cevaz bulmaya çalışıyor.
Hayatın tıkanan alanlarını açmaya, bunalan insanlara nefes aldırmaya, meşakkatin ortaya
çıktığı durumlarda işin kolaylık yönünü göstermeye yönelik bu tür çabaları da takdirle karşılamak
lazım. Nitekim tarihte de “zaruret”, “umum-ı belva” ve “fesadü’z-zaman” gerekçesiyle geçmiş
dönemlerde yadırganan bazı çözümler kerhen de olsa caiz görülmüş, şeklen dahi olsa faizden
korunmak ve açıktan faizli işlemlerin yapılmasına mani olmak için hile-i şeriyelere (hukukî çıkış
yollarına) başvurulmuş, bazı konularda daha esnek davranmak zorunda kalınmıştır. Para
vakıflarını, eytam sandıklarını, muamele-i şer’iyeleri, vefaen satışı, farklı çeşitleriyle ine
satışlarını buna misal gösterebiliriz.
Ne var ki ruhsatlarla, zaruret ahkâmıyla, geçiş dönemi fetvalarıyla kronik hâle gelen
problemler için kısmî, nisbî ve istisnaî çözümler üretilse de bunlar hiçbir zaman sadra şifa
olmuyor. Asıl yapılması gereken vazife, makasıd-ı ilâhiye uygun, Kur’ân ve Sünnet’in ruhuna
mutabık, nasların hükümlerini hayata taşıyan çözümlerin ortaya konulabilmesidir. Konumuz
açısından meseleye bakacak olursak, belki yarım asırdır farklı şahıs ve heyetler tarafından banka
faizleri hakkında fetvalar veriliyor. Fakat buna rağmen ihtilaflar bitmiyor, çözüm arayışları
devam ediyor, Müslümanların vicdanı rahat etmiyor.
Hemen ifade etmek gerekir ki bu tek başına ilâhiyatçıların vazifesi değildir. Bilakis
ekonomistler, sermaye sahipleri, yatırımcılar ele ele verip faizsiz alternatifler geliştirmek
zorundadırlar. Kur’ân, faizin karşısına sadaka, zekât, karz-ı hasen (Allah rızası gözetilerek verilen
23
borç) gibi yardımlaşma yollarını koyduğuna göre bütün mü’minler bunları yeniden hayata
taşımaya, işbirliği ve yardımlaşmaya dayalı sistemler kurmaya çalışmalıdır. Mü’min sadece
kendini düşünmemeli, tek hedefi büyümek, çok büyümek, daha çok büyümek olmamalı;
kardeşini düşünmeli, onun elinden tutmalı, ona da imkânlar hazırlamalıdır.
Ev sahibi olmak isteyen şahıslara gelince, onlar da kolay yoldan hemen faizli krediye
başvurmak yerine öncelikle bütün alternatifleri tüketmeye, yapabilecekleri her şeyi yapmaya
çalışmalıdırlar. Kendi aralarında organize olarak, kooperatifler kurarak, sermaye sahiplerini bu
alanda yatırıma teşvik ederek, karz-ı hasen müessesesini aktif hâle getirerek alternatifler
oluşturmalıdırlar. İmkân varsa faizsiz finans kurumlarına müracaat etmelidirler.
Peki, peşin fiyata ev almaya güçleri yetmeyen ve faizsiz yollarla da kredi temin edemeyen
kişiler için mortgage yolu açık değil midir? Öncelikle şunu ifade edelim ki mortgage sistemine
dair böyle bir yazı dizisi kaleme almamızın sebebi, konuyla ilgili genel bir fetva vermek değildir.
Bilakis, bankalarla ve faizle ilgili tartışmalar, fıkıhta mortgage meselesinin hangi başlıklar altında
ele alındığı, bu konuda ne tür fetvaların verildiği, bu fetvaların hangi delillere dayandığı, bu
delillerin meşruiyet ve makuliyetiyle ilgili okuyucunun genel bir bilgi sahibi olmasına ve karar
sürecine katkıda bulunmaktır.
24
altına alınan faizli bir kredidir. Günümüz dünyasında darulharpte bulunulduğu gerekçesiyle faize
fetva vermek isabetli bir yaklaşım değildir. Mortgage sistemiyle ev almak bazı şahıslar açısından
zaruret veya ihtiyaç olabilir. Fakat zaruret ve ihtiyaçtan hareketle mortgage hakkında herkesi
kapsayacak genel bir fetva verilmesi -daha önce zikrettiğimiz gerekçelerden ötürü- doğru
değildir. Bu mesele şahısların durumlarının göz önüne alındığı şahsî fetvalara veya kanaat-i
vicdaniyelere havale edilmelidir.
Şunu da eklemek gerekir ki âlimlerin, hükmü üzerinde ittifak ettiği bir konuya muhalefet
eden bir kimsenin bu tavrı hiçbir şekilde meşru ve mazur görülemez. Fakat muhtelefun fih
(hakkında ihtilaf edilen) konularda bir görüşü tercih edip bununla amel eden kimse de
yadırganamaz. İmam Şaranî’nin Mizânü’l-kübrâ adlı eserinde ısrarla üzerinde durduğu üzere pek
çok fıkhî konuda âlimlerin farklı görüşleri mevcuttur. Çoğu zaman bu görüşlerin bir kısmı ruhsat
kabilinden olup kolay olanı işaret eder, bir kısmı ise azimet kabilinden olup zor olanı gösterir.
Şaranî, mükelleflerin zayıf ve güçlü olmasına göre (iman, takva, beden kuvveti, maddi güç vs.
her açıdan) bu ruhsat ve azimet hükümleriyle amel edebileceklerini belirtir. Şartların zorlaştığı,
iman ve takvanın ise zayıfladığı bir dönemde herkesi azimetlerle (dinin asıl hükümleriyle) amel
etmeye zorlamak farklı imtihan ve fitneleri de beraberinde getirebilir.
Aslında burada borçlanmaya da bir sayfa ayırmak gerekirdi. Hem şahıslar hem devletler
hem de küresel kapitalist sistem açısından. Fakat hem konunun yeri burası olmadığı hem de bu
konunun işin uzmanı olan iktisatçılar tarafından ele alınması daha doğru olacağı için buna
girmiyoruz. Fakat şu kadarını söyleyelim ki herkesi, her kurumu, her devleti borçlandırma
üzerine kurulu olan, cazip teklifler sunarak herkese kredi vermeye çalışan, borç senetlerini bile
alınıp satılan bir mal hâline getiren, dünyadaki mevcut borç miktarını reel varlıkların yaklaşık üç
25
katına çıkaran bir sistem ve anlayış İslâm’ın tesis etmek istediği içtimai ve iktisadi yapıya taban
tabana yabancıdır, terstir.
Yazıyı Elmalılı Hamdi Yazır Hazretlerinin şu tespitleriyle bitirmek istiyoruz: “Dinî ahlâkı
yükselmemiş, sosyal yardımlaşması ağızlardan kalblere geçmemiş, toplum hayatları tağallüp ve
tahakkümden kurtulup uhuvvet dairesine girmemiş olan toplumlar faizden kurtulamazlar. Her
hangi bir toplumda faizsiz yaşanmayacağı hissi çoğalmaya ve faizin meşruiyetine çareler
aranmaya başladı mı, orada sukut, inhitat ve cahiliye devrine dönüş başlamıştır.” (Elmalılı, Hak
Dini Kur’ân Dili, 2/232)
26