You are on page 1of 16

İşbu çalışma, münhasıran öğrenciler için ders notu kullanımı amaçlı

olarak hazırlanmış olup; Prof. Dr. Bernd Heinrich’in “Strafrecht


Allgemeiner Teil-I” isimli eserinin 2. Baskısı ile Prof. Dr. Mehmet Emin
Artuk vd. nin “Ceza Hukuku Genel Hükümler” isimli eserinin 8. Baskısı
esas alınarak (ve fakat başkaca almanca ve türkçe eserler de dikkate
alınarak) ve ağırlıklı olarak bu kitaptaki bilgiler ışığında yapılan çevirilere
dayanmaktadır. Adı geçen eserler ülkemizde Adalet Yayınevi tarafından
yayınlanmış olup; gerek yazarın ve gerekse yayınevinin her hakkı
mahfuzdur. Bu ders notunun çoğaltılması, yayınlanması vb. faaliyetlerde
bulunulması hakkında, yazarın ve yayınevinin yasal yollara başvurma
hakkı mutlaktır.

MANEVİ UNSUR

Bir insan davranışının, soyut düzenleme bakımından tipik olduğunun kabul


edilebilmesi için, sadece suç tipinde yer alan objektif unsurların tamamlanmasının yeterli
değildir. Bunun yanında failin inceleme konusu davranışla olan psikolojik bağlantısı da, soyut
düzenlemede aranılan koşulları sağlarsa, davranışın tipik olduğu sonucuna varılır. Bu nedenle
ancak manevi unsurların da somut olayda mevcut olması halinde, tipik haksızlığı meydana
getirir. Manevi unsur kısaca fail ile davranış arasındaki psikolojik bağ olarak nitelendirilebilir.

Türk hukukunda manevi unsur başlığı altında, kast-taksir-neticesi sebebiyle ağırlaşmış


suçlar konuları incelenmektedir. Esasında manevi unsuru, faille fiil arasındaki
psikolojik/manevi bağ olarak nitelemen; buna karşın bu türden bir bağın olmadığı taksiri ve
netice bakımından bu bağın kurulamadığı neticesi sebebiyle ağırlaşmış suçları da de manevi
unsur başlığında irdelemek, kendi içerisinde tutarlı görünmese de, bu çekince dile getirilmek
kaydıyla, burada da genel yaklaşım doğrultusunda hareket edilecektir.
I. KAST

Birçok hukuk düzeninde de olduğu gibi, bizim hukuk düzenimiz bakımından da cezai
sorumluluğun esası kast sorumluluğudur. Nitekim bu husus TCK mad. 21/1 C. 1 ve 22/1’de
açık bir biçimde ifade edilmiştir:

“Kast

Madde 21- (1) Suçun oluşması kastın varlığına bağlıdır....

Taksir

Madde 22- (1) Taksirle işlenen fiiller, kanunun açıkça belirttiği hallerde cezalandırılır...”

Bu düzenlemelerden de anlaşılacağı gibi taksirli halinin cezalandırılabilirliğinin açıkça


düzenlenmediği durumlarda, her suç tipinin zorunlu unsuru kasttır. Ayrıca doğal olarak kast
ve taksir zorunlu olarak birbirini engellemektedir. Yani aynı insan davranışında, aynı suç tipi
ile ilgili olarak ve aynı obje veya mağdur açısından aynı zamanda hem kasten ve hem de
taksirle hareket edilemez. Yine kastın yokluğunun tespit edildiği hallerde, taksirin varlığı
otomatik olarak kabul edilemez. Buradan da bu unsurların birbirine alternatif kurumlar
olmadığı sonucu çıkmaktadır.

1. Kast Kavramı ve Unsurları: Kanunumuzun 21’nci maddesi düzenlemesinde kasta


ilişkin bir tanıma yer verilmiştir. Buradaki düzenlemeye göre “Kast, suçun kanuni
tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesidir.” Bahis konusu
düzenlemeden kast bakımından iki unsurun mevcut olduğu sonucuna varılacaktır.
a. Suç Unsurlarının Bilinmesi (Bilme Unsuru): Failin kasten hareket ettiğinin
kabulü bakımından, fail tipiklikte yer alan bütün unsurlara ilişkin bilgi sahibi olmalıdır
(=bilmek). Buradan olmak üzere örneğin başkasına ait olduğunu bilmediği bir eşyayı
kendisine ait zannederek alan kişi, TCK mad. 141 anlamında hırsızlık suçunun “başkasına ait
olma” unsurunun somut olayda mevcut olduğunu zannederek aldığında, kasten hareket etmiş
olmayacaktır.

Doğaldır ki, kasta dair yapılacak incelemede, bilme unsuru önceliğe sahiptir; çünkü bir
insan ancak bilebildiği bir şeyi, isteyebilir. Hareketi gerçekleştiren failinin belirli bir suç
unsurunu gerçekleştirmesini neticeleyen, somut hususların farkında olup, olmadığı burada ele
alınacak husustur. Bu bağlamda bilme unsuru, çeşitli derecelendirmelere ayrılabilir: Kesinliğe
varan bilme halinden, unsuru sadece “olası kabul etmeye” dayanan bir derecelendirmeden bu
çerçevede bahsetmek mümkün olur ki, bunların kısmen farklı hukuki sonuçları beraberlerinde
getirmeleri söz konusudur (Kast-Olası Kast).

Aynı şekilde suçun daha ağır cezalandırmayı gerektiren nitelikli hallerinin de, fail
tarafından bilinmesi şarttır. Örneğin kasten insan öldürme suçunu bir çocuğa karşı işleyen
kişinin, hareketinin mağdurunun çocuk olduğunu bilmemesi halinde TCK mad. 82’deki
konuya dair nitelikli halden sorumlu olmayacaktır. Ancak elbette bu durumda failin,
kavramların ceza hukukunda nasıl değerlendirildiğini bilmesi gerekmeyecektir. Bu nedenle
örneğin verilen örnekteki çocuk kavramının TCK mad. 6’da tanımlandığının ve içeriğinin fail
tarafından bilinmesi gerekmeyecektir. Suçun daha az cezalandırmayı gerektiren nitelikli
hallerinin ise fail tarafından bilinmesine gerek bulunmamaktadır. Bu çerçevede fail, bu türden
bir durumun varlığını bilmese bile, ceza indiriminden yararlandırılacaktır.

Aynı şekilde fail nedensel süreçleri de genel olarak bilmelidir. Buna karşın nedensel
süreçler hususundaki önemsiz sapmalar, failin kastının varlığına engel olmaz (bkz. Weber
Kastı).
Failin hareketinin hukuka aykırı olduğunu da bildiğinin somut olayda aranıp,
aranmaması, inceleme konusu düzenlemeye göre belirlenir. Genel olarak bu türden bir
bilmeye gerek yokken; düzenlemede açık bir biçimde “hukuka aykırı olarak” (TCK mad.
91/2, 109/1 vd.), “hukuka aykırı bir davranışla” (TCK mad. 112 vd.), “hukuka aykırı yollarla”
(TCK mad. 91/5 vd.) ifadelerinin olduğu hallerde, “hukuka özel aykırılık”tan bahsedilir ve bu
da yani hareketinin hukuka aykırı olduğunun bilinmesi de, failin kastının kapsamına dahil
olur. Bunun bir diğer sonucu, bu suçlarda failin doğrudan kastla hareket etmesinin
gerekmesidir.

Failin, cezalandırılabilme bakımından, suçun unsurları dışında kanun koyucu şartların


arandığı suç tiplerinde bu şartlara (objektif cezalandırılabilme koşulları) yönelik bilmesine
gerek bulunmamaktadır. Aynı şekilde failin şahsi cezasızlık nedenlerini bilmesine de gerek
bulunmamaktadır. Buna karşın failin hukuka uygunluk nedenlerinden yararlanabilmesi için,
bunların şartlarının mevcut olduğunu bilmesine gerek olup, olmadığı hususu tartışmalıdır.
Uygulamamızda genel kabul gören yaklaşım, failin hukuka uygunluk nedenlerinden
yararlanması için, hem bunların varlığını bilmesi ve hem de bu nedenle doğrultusunda hareket
etmeyi istemesini şart kabul etmektedir.

Kast fail tarafından belirli bir suçun gerçekleştirilmesi sonucunu beraberinde getiren,
her bir hususu (başka bir ifadeyle her bir suç unsuruna) kapsamalıdır. Bu perspektiften olaya
yaklaşılırsa, kanunda yer alan suça dahil olan hususlar, kastın bağlantı noktasını meydana
getirir. Başka bir ifadeyle failin suç tipindeki tüm hususları bilmesi beklenir. Burada
meydana gelecek bir bilmeme hali, “hata” olarak nitelendirilir ve TCK mad. 30/1
düzenlemesinin uygulanmasını zorunlu kılar.

b. Suçun Unsurlarının İstenmesi (İsteme Unsuru): Kastın varlığı bakımından bir


başka unsur isteme unsurudur ve bu unsur da kastı, taksirden ayırdığı gibi, kastın türleri
bakımından bir sınıflandırma yapılmasını da sağlar. Kasta dair incelemenin bu ikinci
aşamasında, failin kesin, mümkün ya da olası olarak kabul ettiği suçu gerçekleştirmeyi aynı
zamanda isteyip, istemediği irdelenir. Bu incelemede isteme derecelendirme olarak, neticenin
amaçlanılmasın kadar varabileceği gibi, en azından kabullenme şeklinde de kalabilir.
Dolayısıyla burada da çeşitli ağırlıklara dayanan bir kademelendirmenin varlığından söz
edilmelidir..

İşin doğası gereği, kastın bilme unsurundan, isteme unsuru da çıkarılır. Zira yaptığı
bir hareketle, belirli bir suç unsurunun gerçekleştireceğini bilen bir kişinin, buna rağmen ilgili
hareketi icra etmekten vazgeçmemesi halinde, kural olarak bu unsuru istediği kabul edilebilir.
Zira ilgili failin, bahse konu suç unsurunu gerçekleştirmeyi istememiş olması halinde, hareketi
ihmal edebilmesi söz konusu olmaktadır. Ancak öğretimizde halen bir unsurun ve özellikle de
neticenin bilinmesine (daha doğru ifadeyle muhtemel addedilmesine) rağmen, harekete devam
edilme halinde de kastın olmayabileceği ve bilinçli taksirin bulunduğu görüşü hakimdir.
Yargıtay’ın kararları da bu yöndedir. Bu yaklaşıma göre bilme ve isteme unsurlarının
muhakkak birbirlerine paralel olarak bulunmalarının gerekli olmadığı, olay kurguları
kesinlikle mevcuttur. Bu durum özellikle ihmali suçlar alanında kendini göstermekteyse de;
suç failinin davranışının tehlikeliliğini bildiği, ancak “neticenin olumlu olacağına yani
yasaklanan neticenin meydana gelmeyeceğine” yönelik güven duyduğu hallerde, icrai
suçlarda da ortaya çıkar (bilinçli taksir). Özellikle de suç tipinin gerçekleştirilmesine yönelik
sadece mutlak bir olasılığın (öngörmenin) var olduğu, yani mutlak dereceli bir tehlikenin
meydana getirildiği hallerde, isteme unsuru fazla belirgin değildir ve fakat burada yapılacak
değerlendirme, birbirinden farklı suç tiplerinin uygulanması sonucunu beraberinde getirir. Bu
çerçevede isteme unsurundan kaynaklı olarak doğrudan kast-olası kast ayrımından
bahsedilmek durumundadır.

Doğrudan kast, failin suç tipinde yer alan ve hedeflediği neticenin gerçekleşeceğinin
istenmesin halinde karşımıza çıkar. Failin iradesi burada düşünülen ve öngörülen yani bilinen
bir sonucu gerçekleştirmeye yöneliktir. Bu çerçevede, fail neticeyi aslında hoşnutsuzlukla
karşılasa bile, kasten hareket etmiş sayılır. Failin hedeflediği netice bakımından, birlikte
gerçekleşmesi zorunlu neticeler bakımından da isteme unsurunun varlığı kabul edilir.

Buna karşın olası kast ise, kastın unsurlarından ne bilme ve ne de isteme unsurlarının
yoğun bir biçimde bulunmadıkları; ancak en azından failin ilgili suçun gerçekleşeceğini olası
kabul ettiği ve buradan kaynaklanacak neticeyi de kabullendiği biçimiyle bilme ve isteme
unsurlarının mevcudiyetinden bahsedilebileceği hallerde karşımıza çıkar. Başka bir ifadeyle,
olası kastla hareket eden fail, hareketinin belirli bir neticeyi meydana getirebileceğini
görmesine rağmen, ilgi hareketi yapmaktan kaçınmamakta ve “olursa olsun” şeklinde bir
kabulle, muhtemel neticeye kayıtsız kalarak asıl hedefine yönelik hareketinden
vazgeçmemektedir. Kanunumuzun 21/2’nci maddesinde olası kast buradan olmak üzere,
“Kişinin, suçun kanuni tanımındaki unsurların gerçekleşebileceğini öngörmesine rağmen, fiili
işlemesi halinde olası kast vardır.” şeklinde tanımlanmıştır. Kanunda aksine açık bir
düzenleme olmadıkça (örneğin “bilerek”, “bilmesine rağmen” vb. ifadeler içeren normlar),
kasten işlenen bütün suçlar olası kastla da işlenebilir.

Yukarıda kendisine yer verilen sorunsal, aşağıda incelenecek bir husus olan olası kast
ile bilinçli taksir arasında doğru bir ayrıma ulaşmak mefhumunda kendisini göstermektedir.
Bu ayrım sadece somut olaya uygulanacak suç tipine dair mesele açısından (TCK mad. 81
uyarınna kasten insan öldürme veya TCK mad. 85 uyarınca taksirle insan öldürme suçu)
değil; özellikle de suç tipinde yer alan neticenin ortaya çıkmadığı hallerde de belirleyici
olacaktır. Zira fail bakımından örneğin (öldürme) kastın kabul edildiği hallerde, fail
bakımından suça teşebbüsten dolayı cezalandırma gündeme gelecekken; failin taksirli
hareketinin kabul edildiği hallerde, artık herhangi bir cezalandırma söz konusu olamayacaktır.
Çünkü taksirle işlenen suçlara teşebbüs olmaz. Kastın bilme ve isteme unsurlarından kaynaklı
olarak kast türleri incelemesi yapılması mümkündür:

2. Kast Türleri: Çalışmanın hemen üstte yer alan kısmında açıklanan kastın bilme ve
isteme unsurunun yoğunluk derecesine bağlı olarak, kast değişik türlere ayrılabilir.

a) Doğrudan Kast/Olası Kast: Bu ayrıma yukarıda yer verilmişti.

b) Genel Kast/Özel Kast: Genel kast, yukarıda açıklanan temel unsurları içeren kast
türü olmaktayken; özel kastta ise failin unsurları bilmesinin yanında ayrıca belli bir saikle
motifle hareket etmesi kanun koyucu tarafından aranır. Bu hallerde saik de denilen özel kast
türü ile karşı karşıya kalınır. Bu çerçevede örneğin TCK mad. 82’de yer alan töre saiki
nitelikli hali bakımından, faili bildiği ve istediği mağduru öldürmeye yönelik tipik hareketini
törelere dayalı bir ruh hali içerisinde işlemesi aranır. Burada failin kastı bakımından, isteme
unsurunun ağırlıklı olduğundan bahsedilebilir. Bir hedefe yönelik isteme vasfındaki bu saik
(maksat) unsuru kastın yalın halinden fazlasına tekabül eder. Bu nedenle fail bakımından
saikin arandığı suçlara ilişkin olaylarda, fail bakımından “normal” kastın varlığı, yeterli
olmayacaktır.

c. Dolus Generalis/Dolus Subsequenz (Genel Kast/Eklenen Kast): Failin suçun


gerçekleştirilmesine yönelik kastının, mutlaka belirli bir harekete değil de, sürecin tamamına
dair olması halinde dolus generalis’in (genel kast) varlığı söz konusudur. Kast, faile izafe
edilen hareketin gerçekleşme anında bulunması gereken bir unsurdur. Bir başka ifadeyle,
zamansal açıdan bir eşitlik bu açıdan mevcut olmalıdır (“eşzamanlılık ilkesi”). Yani suç
yoluna (iter criminis) giren failin, neticenin gerçekleşme anına kadar kastını muhafaza
etmelidir. Suç yoluna giren failin, kastının ortadan kalkması hali TCK mad. 36 düzenlemesi
uyarınca “gönüllü vazgeçme” kurumunun uygulanmasını gündeme getirebilir.

Dolus subsequens ise kasten gerçekleştirilmemiş bir eylemin, sonradan


kabullenilmesi anlaşılır. Sonradan gerçekleşen bu kabullenme hali, kastın eylemin
gerçekleştirildiği an itibariyle, yani fail hareketi icra ederken, bulunması gerekliliğinden ötürü
dikkate alınmayacaktır.

d. Taammüt (Tasarlama) Kastı: Mevzuatımızda sadece TCK mad. 82/1-a’da


kendisine yer verilen tasarlama hali, ani kastın tezatı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kanunda
ve gerekçede hakkında bir açıklama bulunmayan tasarlama kavramı, kasten öldürme suçu
bakımından failin öldürme fiilini işlemeden önce düşünüp, planlamada bulunmasını ve suçu
işleyiş biçimini zihninde canlandırmasını ifade eder. Tasarlamanın tanımı konusunda öğretide
geliştirilmiş bulunan iki teori vardır: Plan kurma teorisi ve soğukkanlılık teorisi. Öğretide
ağırlıklı olarak savunulan görüş plan kurma teorisi olmaktayken; yargısal içtihatlarda her iki
yaklaşımın kabul edildiği ve hatta duruma göre karma olarak uygulandığını belirtmek gerekir.
Buna karşın tasarlayarak öldürmenin olası kastla işlenemeyeceği izahtan varestedir.
e. Dolus alternativus (Seçimlik Kast): Dolus alternativus kavramından, aynı anda
birden çok suç tipini gerçekleştirmeyi kapsayan – ancak bunlardan sadece bir tanesinin
gerçekleştirilmesi olanak dahilindedir – kast anlaşılır. Kastın bu türü, fiilen ortaya çıkan
hukuksal değer ihlali bakımından “normal” kast gibi muamele görür. Buna karşın bu
neticelerden birinin yahut tamamının gerçekleşmemesi halinde, failin teşebbüs
sorumluluğunun hangi neticeye yönelik kabul edileceği tartışmalı olmakla birlikte, öğretimize
hakim olan yaklaşım daha ağır cezalandırmayı gerekli kılan suçun dikkate alınması
şeklindedir.

3. Kast-Taksir Ayrımı: Kasta ilişkin tanımlamalar yapılırken de kendisine temas


edilen sorunsal olan olası kast-bilinçli taksir ayrımından kısaca bahsetmek gereklidir. Zira suç
failinin, kastın bilme alanında, hareketiyle ilgili suçu gerçekleştireceğini kesin bir ihtimal veya olasılık
olarak hesaba kattığı; ancak kastın isteme alanında yer alan suçun gerçekleşmesini önemsemediği
hallerde, ortada hem olası kast ve hem de bilinçli taksir var olabilir. Bilinçsiz taksirde, fail
davranışıyla kanunda düzenlenmiş suçu gerçekleştirebilme ihtimalinden hareket etmezken; bilinçli
taksirde böyle bir ihtimali hesaba katmakla birlikte (öngörme unsuru) tipik neticenin gerçekleşmesini
istememekte ve bu neticenin ortaya çıkmayacağını umut etmektedir. İşte böyle hallerde, bilinçli
taksirle olası kast ayrımını yapmak sıkıntılıdır. Bu durumla karşılaşıldığında aşağıdaki olgular ışığında
hareket etmek, isabetli sonuçlara ulaşılması bakımından yol gösterici olabilecektir:

* Olası kastta, fail ilgili suçu gerçekleştirebilme olasılığını öngörmekte (bilme


unsuru) ve ortaya çıkacak neticeyi de göze almakta, kabullenmekte veya davranışı
sonucu ortaya çıkacak süreci önemsememektedir (isteme unsuru). Bir başka
ifadeyle olası kastta fail “varsın olsun” şeklinde bir yaklaşımda bulunmak
zorundadır. Buna karşın bilinçli taksir hali, failin suçun gerçekleşme olasılığını
hesaba kattığı (bilme unsuru), ancak ilgili neticenin ortaya çıkmayacağına
güvendiği (isteme unsuru) durumlarda, mevcut kabul edilir. Yani burada failin
“İnşallar hiçbir şey olmaz” şeklinde bir yaklaşımda bulunması şarttır. Bu umut ise
saf bir umut olmamalı ve fail, neticenin gerçekleşmemesi için elinden gelen
tedbirleri almalıdır. Olası kast-bilinçli taksir ayrımında belirleyici olan ölçüt failin
iradesi (isteği-) dir. Zira, kastın “suçun gerçekleştirilmesine yönelik bilme ve
isteme” olarak tanımlandığı hallerde, sadece istenilmiş bir eylemin kasten
gerçekleştirilmiş bir eylem olarak kabul edilmesi gerekecektir. Ancak bu durum
açısından da, failin ihtimal dahilinde hesaba kattığı neticeyi, en azından içsel
olarak kabullenmesi ve bu neticenin ortaya çıkışına razı olması şarttır. Bu
çerçevede kasten gerçekleştirilmiş bir hareketin kabulü için, failin ilgili neticenin
ortaya çıkması ihtimalini, sadece olasılık olarak kabul etmemesi ve bunun yanında
bu durumu ciddi bir durum olarak görmesine rağmen, ilgi hareketine yönelik
kararı alması gerekir. Bu nedenle suç neticesini ihtimal dahilinde kabul etmeye
dayanan kasti bir hareketinin varlığının ortadan kalkması, ancak failin ihtimal
dahilinde kabul ettiği neticeyi önlemeyi istediğini ortaya koyması ve buraya
uygun araçları kullanarak, bu isteğini dış dünyada da algılanabilir kılması halinde
söz konusu olacaktır.

II. TAKSİR

Taksirin suç genel teorisindeki yeri öğretimizde tartışmalıdır. Buna göre aşağıda iki
görüşe yer verilecektir:

1. Taksirin Manevi Unsur Olmadığı Yaklaşımı: Taksirli suçlarda hareketin ifade


ettiği değersizliği (kasten işlenen suçlardan farklı olarak) sırf objektif olarak, yani failin ilişki
çerçevesindeki ortalama bir insanı ve onun durumundaki başkalarının yükümlülüğe uygun
davranıp, davranamayacaklarına objektif özene aykırılık) bakarak belirlemek gerekir. Buna
karşılık, failin kişisel yeteneğine göre de tipikliğin gerçekleşmesini ortalama bir insan gibi
öngörebilip, öngöremeyeceği (sübjektif özene aykırılık) kusur alanında incelenmesi gereken
bir husustur. Bu nedenle bir görüşe göre, taksirli suçlarda, tipe uygunluk içerisinde manevi
unsura yer verilemez. Zira tipe uygunlukta irdelenen manevi unsur, fail ile tipikliğin
gerçekleştirilmesi arasındaki psişik bir bağı ifade eder. Oysa taksirde bu neviden bir bağ
bulunmamaktadır. Nitekim bu husus, taksiri düzenleyen TCK mad. 22’nin gerekçesinde de
açık bir biçimde ifade edilmiştir. Gerekçede yapılan açıklamalarda, failin kişisel kabiliyetine
ve bireysel özelliklerine göre, var olan objektif özen yükümlülüğünü öngörebilecek ve yerine
getirebilecek durumda olup, olmadığı bir kusur problemi olarak dile getirilmiştir (bkz.
Koca/Üzülmez, s. 132). Dolayısıyla bu görüşe göre taksirli suçlarda, tipikliğin manevi
unsurunun bulunmadığı kabul edilmeli ve sadece maddi unsur incelemesi yapılmalıdır.
Öğretideki bizce de isabetli bu görüşün takip edilmesi halinde, taksirli suçların incelenmesi şu
şekilde olacaktır:

Tipiklik: Fail/Mağdur

Objektif Özen Yükümlülüğüne Aykırı Davranış

Öngörülebilir Neticeye Sebebiyet Verme

Objektif İsnadiyet

Hukuka Aykırılık

Kusurluluk: Kusur Yeteneği

Neticenin Kişisel Olarak Öngörülememesi

Özene Uygun Davranışın Beklenilebilirliği

2. Öğretiye ve Uygulamaya Hakim Görüş: Öğretimizde ve uygulamamızda hakim


görüş taksiri bir manevi unsur olarak nitelendirmektedir. Buna göre taksir, neticenin fail
tarafından öngörülebilir olmasına rağmen öngörülmemesi halinde vardır. Neticenin
öngörülmesine rağmen, istenmediği hallerde de taksirin bir türü olan “bilinçli taksir”
mevcuttur. Bu yaklaşıma göre taksirde de fail iradi davranış gerçekleştirmektedir. Bu iradi
davranışıyla bir amaca ulaşmaya çalışan failin, bu amacı doğrultusunda gerekli özeni
göstermeyerek, amaçladığından başka bir sonuca neden olması cezalandırılmasına neden
olmaktadır. Taksirli suçlarda hareketin yöneldiği netice, tipikliğin dışındadır. Taksirli bir
davranışın cezalandırılmasının nedeni, belirli bir amaca yönelik olarak hareketi
yönlendirememekten kaynaklanmaktadır. Taksirle işlenen fiiller, dış dünyada tezahür eden
iradi insan davranışlarına dayanır. Bu nedenle taksirli suçlarda da fiil iradidir. Ancak taksirli
suçlarda yönlendirici irade – kasten işlenen suçlardan farklı olarak – ceza hukuku bakımından
önem taşıyan bir neticeye yönelik değildir. Bu husus TCK mad. 22’de de failin davranışını,
suçun kanuni tanımındaki neticeyi öngörmeyerek gerçekleştirmesinden bahsedilerek dile
getirilmiştir. Taksirle ölüme sebebiyet verme suçunda fail, mağdurun ölmesini öngörerek bir
davranışta bulunmamaktadır. Bu nedenle taksirli haksızlıklar, ilk olarak yönlendirici iradenin
içeriğiyle oluşmayıp, somut olan bakımından yapılması gereken (emredilen) davranışı ile
yapılan davranışın mukayesesinden çıkmaktadır. Burada failin hareketini, özen
yükümlülüğünü ihmal etmekten kaçınmaya yönlendirmemesi önem taşımaktadır. Zira fail,
fiilinin tipikliğini gerçekleştirme tehlikesini müşahade edememekte veya hatalı olarak bunu
önemsiz olarak değerlendirmektedir .

Taksir kavramı TCK mad. 22/2’de yapılan tanıma göre “taksir, dikkat ve özen
yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi
öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi” dir. Bu durumda taksirin unsurları özen yükümlülüğüne
aykırı iradi bir davranışın bulunması, bu davranışın neden olduğu neticeye sebebiyet
verilmesine rağmen, öngörülebilir bu neticenin istenmemesi ve öngörülememesi olarak ifade
edilebilir. Ancak taksirli bir biçimde gerçekleştirilen haksızlıktan sorumluluk bakımından,
failin işlediği bu fiil nedeniyle kusurlu da bulunması gereklidir. Nitekim bu husus Yargıtay
içtihatlarında da genel kabul görmektedir. Buradan olmak üzere Yargıtay Ceza Genel
Kurulu’nun 8.7.2008 tarihli bir kararında (E. 2008/1-99, K. 2008/185) taksirli suçların
unsurları:

“...Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 16.10.2007 gün ve 192-221; 9.10.2001 gün ve


181-204; 21.10.1997 gün ve 99-202; 13.12.1993 gün ve 221-317 sayılı kararlarında da
vurgulandığı üzer, öğretide ve uygulamada taksirin unsurları;

1-) Fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması,

2-) Hareketin iradiliği,

3-) Neticenin iradi olmaması,

4-) Hareketle netice arasında nedensellik bağının bulunması,

5-) Neticenin öngörülebilir olması....”


olarak ifade edilmiştir.

Bu çerçevede tipikliğin manevi unsuru başlığında taksir başlığı altında aşağıdaki


hususların irdelenmesi gereklidir:

Taksirin Unsurları:

i. Dikkat ve Özen Yükümlülüğüne Aykırılık: Taksirli bir davranışın esasını objektif


dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık oluşturur. Taksirli suçlarda hukuk düzeni, hukuken
yasaklanmış bir neticenin meydana gelmesine neden olabilecek davranışlardan kaçınma
özenini herkese bir yükümlülük olarak yüklemiştir. Buradaki dikkat ve özenin objektif
olmasından maksat, bu yükümlülüğün herkes bakımından geçerli kurallara göre belirlenecek
olmasıdır. Dolayısıyla özen yükümlülüğünün ihlalinden, hukuk düzeninin kişilerden suçlarda
öngörülen tipikliğin gerçekleşmemesi için uyulmasını istediği kurallara riayet edilmesi
anlaşılmalıdır. Bir başka ifadeyle özen yükümlülüğü kişinin davranışının meydana
getirebileceği neticeyi öngörme ve neticenin gerçekleşmesinden kaçınma, meydana
gelmemesi için önleyici tedbirleri alma yükümlülüğüdür. Taksirli suçlarda cezai
sorumluluğun nedeni, öngörebilme imkanının varlığına rağmen, sonuca iradi bir hareketle
neden olmaktır. Bir davranışın özen yükümlülüğüne uygun olduğundan söz edildiğinde,
neticenin meydana gelmemesi için gerekli tedbirlerin alındığı, kabul edilmiş olur. Objektif
özen yükümlülüğüne ilişkin kurallar, hukuk normlarında öngörülebileceği (örneğin araç
sürücüleri bakımından trafik mevzuatında, işverenler bakımından işçi sağlığı ve iş
güvenliğine ilişkin mevzuatta) gibi insanların müşterek tecrübelerinden, belirli bir meslek
alanına ilişkin genel kurallardan ve bilimsel gelişmelerden, izin veya sözleşme çerçevesinde
yapılan işlerde sözleşmeden ve izine ilişkin kurallardan kaynaklanır.. Ancak bu gerekli de
değildir. Çünkü taksirin ortaya çıkış biçimleri eski TCK’da sayıldığı gibi tedbirsizlik,
dikkatsizlik meslek ve sanatta acemilik, nizamat evamir ve talimatlara riayetsizlik olabileceği
gibi, herhangi bir başka neden de olabilir. Burada özen yükümlülüğünün ihlali olduğu kabul
edilebilecek her neden taksirin bir görünüş şekli olarak kabul edilmelidir. Taksirli suçlarda,
neticesinin gerçekleşmesini müşahede etmek ve bundan kaçınmak için kişilerden özen
göstermelerini isteyen bu normlar, failin içinde bulunduğu çevrenin makul ve bilinçli bir
mensubunun uyması gereken kurallardır. Dikkat ve özen yükümlülüğünün objektiflik vasfı da
buradan kaynaklanmaktadır. Bu neviden objektif bir yükümlülüğe uyulmuş olması halinde,
neticenin meydana gelmesi de öngörülmüş ve dolayısıyla neticenin meydana gelmesinin
önüne geçilmiş olur.

ii. Öngörülebilirlik: Taksir bakımından gerekli bir başka husus, ortaya çıkmış
neticenin öngörülebilir (tahmin edilebilir) bir netice olmasıdır. Taksirle işlenen suçlar
bakımından öngörülmesi gereken netice, özene aykırı davranışın normal ve mümkün olan tüm
neticeleridir. Yani taksirli davranışın fiilen meydana getirdiği neticenin genel olarak
öngörülebilir olması halinde, bu netice faile isnat edilir. Eğer neticenin meydana gelmesi
öngörülebilir değilse, gerçekleşen neticenin özene aykırı bir davranışın sonucu olduğu kabul
edilemez. Fail gerekli dikkat ve özeni göstermiş olsaydı dahi, neticenin meydana gelmesinin
kaçınılmaz olması halinde, artık taksirden bahsedilemez. Zira bu durumda ancak kaza ve
tesadüf var olabilir.

iii. Neticenin İstenmemesi: Taksiri kasttan ayıran bu en temel unsurun, taksirli


suçlarda failin ortaya çıkan neticeyi istememiş olması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu
çerçevede ilgili netice ister öngörülmüş olsun (bilinçli taksir), ister öngörülememiş olsun
(basit taksir), fail tarafından arzu edilmemelidir. Zira neticenin istendiği en azından
kabullenildiği hallerde, kast veya olası kasttan bahsedilir. Taksirli suçlarda sorumluluk
doğması için neticenin ortaya çıkması şarttır; zira taksirli suçlara teşebbüs mümkün değildir.

3. Taksirli Neticeye Mağdurun Bizzat Kendisinin Yahut Birden Fazla Kişinin


Kusurlu Davranışının Neden Olması (TCK mad. 22/5): Taksirle ölüme neden olma suçu
bakımından, uygulamada sıklıkla karşılaşılan bir sorun, ölüm neticesine birden çok kişinin
taksirli davranışının neden olduğu hallerde, bu neticenin kimin fiiline objektif olarak isnat
edilebileceğidir.

Ölüm neticesine mağdurun serbest iradesiyle gerçekleştirdiği davranışının neden


olması halinde, bu neticenin bir başkasına objektif olarak isnat edilmesi mümkün değildir
(Koca/Üzülmez, s. 141; Özbek/Kanbur/Doğan/Bacaksız/Tepe, s. 182). Ancak buradan ortaya
çıkan somut neticenin, münhasıran mağdurun kusuruna dayanması hali anlaşılmalıdır. Bir
başka ifadeyle, ortaya çıkan somut netice bakımından nedensel olan her derecedeki taksirli
kusurluluk hali, taksirden kaynaklanan cezai sorumluluğu failin kusuru derecesinde
beraberinde getirecektir. Yargılama konusu somut olayda nedensellik bağlantısı bakımından
önem arz edebilecek bu husus, sanıkların tamamının ve bu arada müteveffa mağdurun da
ortaya çıkan ölüm neticesi bakımından kusurlu davranışlara sahip olmasıdır. Taksirli
sorumluluğa ilişkin ülkemiz öğretisinde halen temel eser olma vasfını taşıyan “Ceza
Hukukunda Taksirden Doğan Sübjektif Sorumluluk” isimli eserinde (İstanbul
Üniversitesi Yayınları No: 1256, İstanbul, 1967), Prof. Dr. Kayıhan İçel bu meseleyi de ele
almıştır. Zararlı neticenin meydana gelmesi bakımından failin taksirli hareketiyle, üçüncü bir
şahsın kusurlu hareketinin birleşmesi halinde, bütün şahısların sorumlulukları kendi kusurlu
hareketlerine dayanacaktır. Üçüncü şahısların kusurlarının türü, onların sorumluluklarında rol
oynar. Yani meydana gelen netice bakımından kast veya taksirlerine göre sorumlu tutulurlar
(İçel, s. 175). Mağdurun kusurlu hareketinin, failin taksirli hareketiyle birleşmesi halinde de
sonuç farklı olmayacaktır. Burada mağdurun hareketinin normal olup, olmamasına göre bir
ayrım yapılmalıdır. Neticenin meydana gelmesinde, mağdurun hareketi failin hareketiyle
birleştiği takdirde, eğer mağdurun söz konusu hareketi tamamıyla normal nitelikte ise, illiyet
yönünden herhangi bir değişiklik olmaz ve failin hareketi ile netice arasında illiyet bağının
mevcut olduğu sonucuna varılır. Bu durumda mağdurun hareketinin illiyet bağına bir etki
yapmamasının nedeni, fail yönünden neticenin öngörülebilir bir netice olmasıdır (İçel, s. 176-
177). Mağdurun hareketinin normal olmaması ve mağdurun kusurlu olması halinde ise, illiyet
bağının durumunu tespit edebilmek için, çeşitli ihtimalleri göz önünde tutmak gerekir. Zira
zararlı neticeyi münhasıran (sadece) mağdurun kusurlu hareketi meydana getirmişse, failin
hareketi ile netice arasında illiyet bağı kurulamazken; neticenin gerçekleşmesinde gerek failin
ve gerekse mağdurun taksirli taksirlerinin bulunması halinde, fail için taksirli sorumluluk
ortadan kalkmaz. Görüleceği üzere, netice failin taksirli hareketine mağdurun taksirli bir
hareketinin eklenmesi sonucu ortaya çıksa bile, failin hareketi ile netice arasındaki
illiyet bağı kesilmemekte ve sorumluluk ortadan kalkmamaktadır (İçel, s. 181). Çünkü
fail ya da faillerin ve mağdurun taksirleri arasında takas yapılamaz (İçel, s. 179). Bu
çerçevede denetim yükümlülüğüne sahip kişiler bakımından ifade edilmelidir ki, bunlara
ortaya çıkan ölüm neticesinin objektif olarak isnat edilebilmesi için, denetim yükümlülüğü
olan bu kişilerin, yükümlülük ihlallerinin meydana gelen ölüm neticesiyle doğrudan bağlantılı
olmasının gereklidir (Koca/Üzülmez, s. 141). Özetle ölüm neticesine mağdurun serbest
iradesiyle gerçekleştirdiği davranışının neden olması halinde, bu neticenin bir başkasına
objektif olarak isnat edilmesi mümkün değilse de, aksi hallerde, yani mağdurun yanında başka
insanların kusurlu davranışının da ortaya çıkan netice bakımından kusurlu olması halinde,
ilgili kişilerin taksire dayalı cezai sorumluluğunun ortadan kalkmadığı sonucuna varılması
şarttır.

Yukarıda açıklanan nevi’den bir durum olarak, taksirli neticeye birden fazla failin
kusurlu hareketlerinin neden olması halinde, sorunun nasıl çözümleneceği TCK mad. 22/5’te
düzenlenmiştir. Düzenlemeye göre “Birden faza kişinin taksirle işlediği suçlarda, herkes
kendi kusurundan dolayı sorumlu olur. Her failin cezası kusuruna göre ayrı ayrı belirlenir”.
Ölüm neticesine birden çok kişinin kusurlu davranışının birleşerek neden olduğu hallerde
(müterafik kusur), neticenin meydana gelmesinde taksirle davranan kişilerden birinin
kusurunun daha fazla olması, diğerinin taksirli sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Hatta
yukarıda da ifade edildiği gibi, ölüm neticesinde mağdurun taksirinin bulunması halinde dahi
bu durum değişmez. Nedensellik bağlantısında bir sıkıntı olmadığı ve bu nedenle ortaya çıkan
neticenin öngörülebilir olduğu hallerde, fail/faillerin taksirli cezai sorumluluğu devam
edecektir.

4. Taksirli Suçlarda Şahsi Cezasızlık Sebebi ve Cezada İndirim Yapılmasını


Gerektiren Şahsi Sebep (TCK mad. 22/6): Bu durum taksire ilişkin TCK mad. 22’nin son
fıkrasında karşımıza çıkmaktadır. İlgi düzenlemeye göre:

“Taksirli hareket sonucu neden olunan netice, münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu
bakımından, artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olmasına yol açmışsa
ceza verilmez; bilinçli taksir halinde verilecek ceza yarıdan altıda bire kadar indirilebilir.”

Bu düzenlemedeki şahsi cezasızlık nedeninin uygulanabilmesi için:

i. Taksirli hareket sonucu meydana gelen netice, cezanın tatbikini gereksiz kılacak
derecede mağduriyete neden olmalı: Bu koşuldan ortaya çıkan husus, ilgili suç nedeniyle
ortaya çıkacak uygulamanın doğuracağı zararlı neticenin sadece fail nezdinde değil ailesi
nezdinde de büyük bir mağduriyet doğuracak olmasıdır. Mağduriyet maddi olabileceği gibi,
manevi de olabilir.

ii. Münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu dışına taşmama: Burada fail ile taksirli
suça muhatap olan kişiler arasındaki yakınlık derecesinin önemine vurgu yapılmaktadır.
Mağdur durumunda bulunan başkaca kişi veya ailelerin bulunması durumunda bu şahsi
cezasızlık nedeni doğal olarak uygulanamaz.

5. Bilinçli Taksir: Bu konuda olası kast-bilinçli taksir ayrımına dair yukarıda yapılan
açıklamalara bakılmalıdır.

You might also like